DAVALAR, DELİLLER,
ŞAHİTLER". 2
Davanın
Tarifi 2
Beyyine'nin
Tarifi 2
Davaların ve
Delillerin Meşruiyetine Dair Deliller 2
Müddeî ile Müddeâ Aleyh'in Tarifi ve Aralarındaki
Fark. 2
Delil Getirmenin Müddeî'ye, Yeminin de Müddeâ Aleyh'e
Ait Olmasının Hikmeti 2
Davanın Sahih
Olması İçin Gereken Şartlar 3
Hangi Meselede
Hüküm Davaya Tevakkuf Eder,
Hangisinde Etmez?. 3
Birinci Kısım.. 3
İkinci Kısım.. 4
Üçüncü Kısım.. 4
Dördüncü
Kısım.. 4
Beyyine
Getirmek Müddeî'ye, Yemin
İse İnkâr Edene Aittir 4
Müddeî'nin
Beyyine Getirmekten Aciz
Olması 5
Müddeâ Aleyh'in Yemin
Etmekten Kaçınması 5
Reddedilen Yeminin Hükmü İkrar
Gibidir 5
Müddeî'nin
Yemin Etmekten Kaçınması 5
Müddeâ
Aleyh'in Susması 5
İki Kişinin Aynı
Şeyi İddia Etmesi 5
Beyyinat ve Çeşitleri 6
Dava lugatta 'talep
etmek' anlamına gelir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Orada onlar için (her
çeşit) meyve vardır ve bütün arzuları (talepleri) yerine getirilir. (Yâsin/57)
Dava'nın şer'î mânâsı
ise hâkim katında başkasının üzerinde bir hakkın vacib olduğunu haber
vermektir.
Beyyine lugatta
'apaçık hüccet' (delil) anlamına gelir ki bu da izah ve keşfetmek demektir.
Şahitlere şer'an beyyine deriir, çünkü hak onlarla ortaya çıkar.
Davaların ve
delillerin meşruiyetine hem Kur'an, hem de Sünnet delâlet etmektedir. Davaların
ve beyyinelerin meşruiyetine delâlet eden Kur'an ayetleri şunlardır:
Aralarında hükmolunmak
üzere Allah ve Rasûlü'ne çağırıldıkları zaman onlardan bir grup derhal dönüp
gider.
(Nûr/48)
(Ey Muhammed!)
Kendilerine kitaptan bir nesip verilmiş olanları görmedin mi? Aralarında
hükmetsin diye Allah'ın kitabına çağırılı-yorlar da onlardan bir grup
yüzçevirip dönüyorlar.
(Âlu İmran/23)
Davaların ve
delillerin meşruiyetine delâlet eden hadîsler de şunlardır:
Eğer insanlara
(beyyinesiz, şahitsiz) yalnız iddiaları ile hakları verilir olsaydı, birtakım
insanlar diğerlerinin kanlarına ve mallarına (sahip çıkmak için) muhakkak
iddiaya kalkışırlardı. Lâkin yemin de müddeâ aleyhe (aleyhine dava açılana)
düşer..
Eş'as b. Kays şöyle
anlatıyor: Benimle bir kimse arasında.Yemen'de münakaşalı bir arazi vardı. Ben
o kimseyi Rasûlullah'a şikayet ettim. Rasûlullah bana şöyle sordu:
- Bir delilin var mı?
- Hayır!
- Öyleyse onun yemin
etmesini iste (ona yemin düşer).
Abdullah b. Amr şöyle
rivayet ediyor: Rasûlullah (s.a) bir hutbesinde •Yemin müddeâ aleyh'e (aleyhine
dava açılana) düşer' buyurdu.
Müddet, sözü zahire
muhalif olan kişidir. Müddeâ aleyh ise sözü zahire muvafık olan kişidir. İkisi
arasındaki fark da şudur: Müddeî, müddeâ aleyh'in üzerinde olan bir hakkı iddia
etmektedir ki bu zahire muhaliftir. Çünkü aslolan zimmetin beraatidir. Müddeâ
aleyh de kendisi aleyhine yapılan iddiayı inkâr eden, reddeden kişidir ki
aslolan da budur, yani beraettir. Beraet, müddeâ aleyh'in -müddeî beyyine ile
onu isbat edinceye kadar- yanındadır.
Müddeî'nin iddiası
zahire muhalif olduğundan onun tarafı zayıftır. Bu nedenle de kuvvetli hüccet
getirmekle mükellef kılınmıştır, o da beyyinedir. Müddeâ aleyh'in tarafı ise kuvvetlidir,
zira asıl onun yanındadır ki bu da beraettir. Bu yüzden de ondan gelen zayıf
hüccet kabul edilir. Bu zayıf hüccet ise yemindir.
Beyyinenin kuvvetli,
yeminin zayıf hüccet sayılmasının nedeni, yemin eden bir kişinin, yalan yere
yemin etmekle itham edilebilmesidir. Çünkü insan nefsine uyup menfaatine
meyledebilir. Fakat, şahit böyle değildir; zira şahit itham edilemez. Çünkü
kendi nefsi için değil, başkası için şahitlik yapmaktadır. Nitekim bu durum
daha önceki bir hadîste geçmişti:
Ben duyduğuma göre
hükmederim.
Kadı'nın önüne gelen
davanın sahih olması için -bu dava ister kan davası olsun, ister gasb, ister
hırsızlık, ister telef davası olsun- altı şartı bulunması gerekir:
l.-Dava
malum olmalıdır.
Yani müddeî, iddiasını
açıklamalıdır. Meselâ müddeî 'Falan adam benim yakınımı kasden öldürdü' veya
'Falan adam benim yakınımı yanlışlıkla öldürdü' veya 'Falan adam benim yakınımı
falan adamla ortaklaşa kasden öldürdü' şeklinde açık ifadeler kullanmalıdır. Eğer
müddeî mutlak şekilde 'Falan adam benim yakınımı öldürdü' derse, kasden mi
kazaen mi öldürdüğünü açıklamazsa davası kabul edilmez. Ancak kadı'nın
müddeî'den açıklama talep etmesi sünnettir.
'Müddeî'nin, davayı
açıklaması neden vacibdir?' diye sorulacak olursa, buna şöyle cevap verilir:
Çünkü hüküm, durumlara göre değişiklik arzeder. Meselâ kasden adam öldürmenin
hükmü ayrı, kazaen öldürmenin hükmü ayrıdır.
2. Dava, ilzam edici olmalıdır.
Bu bakımdan kabzetmek
olmaksızın mutlak hibe etme davasına bakılmaz. Meselâ müddeî 'Falan adam bana
bir mal hibe etti' derse, bu dinlenilmez; zira hibe ancak kabzetmekle lazım
olur. Fakat müddeî 'Bana hibe edenin izniyle kabzettim' derse, davasına
bakılır.
3. Müddeî, kimler aleyhine dava açtığını
bildirmelidir.
Aleyhine dava açtığı
kişi veya kişiler kimlerse onları bildirmelidir. Meselâ müddeî 'Şu üç kişiden
biri benim yakınımı öldürdü' derse, -hangisinin öldürdüğünü söyleyinceye kadar-
kadı, onun davasına bakmayı kabul etmez. Çünkü davasında açıklık yoktur.
Müddeî, kadı'dan, o üç kişiye yemin ettirmesini istese, kadı bunlardan yemin
talep edemez; zira müddeî'nin davası sahih değildir.
4. Müddeî mükellef olmalıdır. Yani âkü-bâliğ
olmalıdır. Bu nedenle çocuğun veya delinin davası dinlenilmez.
5. Müddeî ve müddeâ aleyh, eman almayan harbî
bir kâfir olmamalıdır. Çünkü harbî bir kâfir eman almadan önce ne kısasa ne de
başka bir hükme müstehak olur; zira onun haklan tamamen kıymetsizdir.
6. Dava,
başka bir dava ile ters düşmemelidir.
Meselâ müddeî 'Falan
adam benim yakınımı kasden öldürmüştür' dese, sonra başkasının da ona ortak
olduğunu söylese veya 'O başka birini öldürmüştür' dese, ikinci iddiası
dinlenilmez; zira burada birinci davanın yalanlanması sözkonusudur. Ancak
müddeâ aleyh onu tasdik ederse durum değişir. Müddeâ aleyh ikrarı ile muahaze
edilir ve dava kabul edilir.
Bir davada bu şartlar
bulunduğunda kadı'nın o davaya bakması gerekir. Bundan sonra kadı, müddeî'den
iddiasını ispat edecek beyyine ister. Eğer müddeî beyyine getirirse, kadı da
onun lehine hüküm verir.
Mükelleflerin fiileri
şer'î ahkâmın taalluku bakımdan dört kışıma ayrılır:
Teşrî kılınan ahkamdan
maksat toplumun maslahatıdır. Hükmü Allah'a mahsus bir haktır ve mükellefin
burada muhayyerliği sözkonusu değildir. Bu hükümlerin tenfizi idareciye (devlet
başkanına) aittir. Burada hüküm kadı katında açılacak bir davaya tevakkuf
etmez. Bunun misalleri şunlardır:
1. Namaz, oruç, hac gibi katıksız ibadetlerdir.
Ayrıca da iman ve İslâm'dan istinad ettikleri noktalardır.
Bu ibadetler sadece
dinin ikame edilmesi maksadıyla teşrî kılınmışlardır..Dinin ikamesi ve
toplumun idamesi için zaruridir.
2. Zekât ve
fıtır sadakası gibi malî ibadetlerdir.
Bunlar Allah'a
yaklaştırması yönünden ibadet, başka bir yönden de bir nevi vergi mânâsını
taşırlar.
3. Ziraî araziler üzerine farz kılınan vergiler.
Bu araziler ister
öşür, ister haraç arazileri olsun mesele değişmez. Bu vergiler toplumun
maslahatına sarfedilmek üzere alınır.
4. Cihad nedeniyle elde edilen mallar ve yer
altında bulunan hazine ve madenler üzerine farz olan vergiler.
5. Kâmil ukubetlerin bazıları
Bunlar zina haddi,
hırsızlık cezası ve yeryüzünde fesad çıkaran bağilerin cezasıdır.
6. Eksik ukubetlerden olan katilin, öldürdüğü
yakınının mirasından mahrum kılınması.
Buna kasır ukûbât
denilmiştir, çünkü bu bedenî ve malî ukubetlerden değildir. Bu, kişinin, adamı
öldürmeseydi müstehak olacağı bir haktan (mirastan) menedilmesidir. .
7. İbadet mânâsı taşıyan ukubetlerin cezası
Bunlar yemin, zıhar ve
kazaen öldürmenin kefaretleri gibi cezalardır. Bunlarda ibadet mânâsı vardır.
Çünkü bu ukubetlerin cezası, ibadet olan oruç, sadaka ve,köle~azad etmek
suretiyle edâ edilir.
Yukahda saydığımız
ukubetler Allah'ın hâlis hakları olduğundan dolayı bunların meşru (teşrî)
kılınması, genel olarak insanların maslahatı içindir.' Mükellef, bunlardan
herhangibirini iskat edemez; zira mükellef, ancak kendi hakkını iskat edebilir.
Bunlar ise mükellefin değil, Allah Teâlâ'nın hâlis haklarıdır. Kadı'nm bu tür
davalarda hüküm vermesi, mükellefin dava açmasına bağlı değildir. Mükellef dava
açsa da açmasa da kadı bu davalarda hüküm verir.
Bunlar hem toplumun,
hem de mükellefin maslahatı için teşri kılınmıştır. Ancak burada toplumun
maslahatı daha belirgindir. Bu bakımdan burada Allah'ın hakkı, mükellefin
hakkından, daha fazladır.
Bu kışıma dahil olan
davaların hükmü de katıksız Allah'ın, hakkı olan davaların hükmü gibidir.
Mükellef-burada hükmü iskat edemez, kadı'nın hüküm vermesi de mükellefin dava
açmasına bağlı değildir.
Bunlar sadece
mükellefin maslahatı için meşru kılınmıştır. Bu kışıma giren davaların hükmü,
katıksız mükellefin hakkı olan bir meselenin hükmü gibidir. Buna şöyle bir
misal verelim: Başkasının malını telef eden bir kişi, telef ettiği malın
mislini veya kıymetini »ermekle mükellef kılınır. Bu, mal sahibinin katıksız
bir hakkıdır. Rehine olarak yerilen malın
ise rehine alanın yanında alıkonması rehine alanın
hakkıdır.
Alacağını istemek de
alacaklının katıksız hakkıdır. Hikmet sahibi olan şârî bu haklan sahiplen için
tesbit etmiş, bunların sahiplerine bu haklar hususunda muhayyerlik vermiştir.
Kadı'nın bu meselelerde hüküm vermesi, hak sahibinin dava açmasına bağlıdır. Bu
meşelerde kadı kendiliğinden hak sahiplen adına dava açıp hüküm veremez.
Bunlar, mükellefin ve
toplumun maslahatı için meşru kılınmıştır. Ancak bunlarda mükellefin maslahatı
daha belirgindir. Bu kışıma dahil olan meselelerin hükmü de üçüncü kısımdaki
meselelerin hükmü gibidir; yani mükellefin katıksız hakkı olan meseleler
gibidir. Mükellef burada muhayyerdir; ister hakkını alır, isterse de hakkından
vazgeçer. Buna kasden adam öldürme ve zina iftirası atmayı misal olarak
verebiliriz. Kadı'nın bu meselelerde hüküm vermesi için, hak sahibinin dava
açması gerekir.
İmam Nevevî, el-Minhac
isimli eserinde şöyle diyor: 'Kasden adam öldürme ve zina iftirası atma suçlan
hakkında ceza verilmesi için hak sahibinin kadı katında dava açması şarttır;
zira maktulün velîsinin katili affedip kısastan vazgeçme hakkı vardır, yine
kendisine zina iftirası atılan erkek veya kadının da iftiracıyı affetme yetkisi
vardır.
Bazı âlimler, zina
iftirasının cezasında Allah'ın hakkının daha galip olduğunu ve bu nedenle de
kadı'nın bu meselede hüküm vermesi için hak sahibinin dava açmasının şart
olmadığını söylemişlerdir. Buna binaen kendisine zina iftirası atılan erkek
veya kadın, kendi hakkından vazgeçemez, yani iftira atan kişiyi affedemez,
iftira sabit olduğunda -dava açılmamış olsa bile- kadı'nın hüküm vermesi,
iftiracıyı cezalandırması gerekir'.
Şahitlere beyyine
dendiğini, hakkın onların şehadetiyle sabit olduğunu söylemiştik. Başkasının
üzerinde hakkı bulunduğunu iddia ettiği için beyyine getirmek müddeî'ye aittir.
Müddeî'den şahit istenmesinin sebebi, onun tarafının zayıf olmasıdır. Çünkü o,
aslın hilafını iddia etmektedir. Asi ise zimmetleri, başkasının hakkından beri
olmasıdır. Bu bakımdan müddeî, beyyine getirmek mecburiyetindedir. Beyyine
getirdiğinde hakkını isbat etmiş olur.
Yemin ise müddeâ
aleyh'e aittir. Yemin, Allah veya Allah'ın sıfatlarından biriyle yapılır.
Müddeâ aleyh'in tarafı kuvvetli olduğu için yeminle mükellef kılınmıştır.
Müddeâ aleyh yemin ettiğinde, aleyhine açılan dava düşer. Yemin zayıf bir
hüccet olmakla beraber beraat-i aslî ile takviye edildiğinden yeterli olur.
Müddeâ aleyh'in bir defa yemin etmesi kâfidir.
Beyyinenin müddeî'ye,
yeminin ise müddeâ aleyh'e ait olduğunun delili şu hadîs-i şeriftir:
Beyyine müddeî'ye,
yemin de müddeâ aleyh'e düşer. Bu
hususta Buharı, Sünen-i Müslim ve
Tirmizî'den naklettiğimiz hadîsler daha önce geçmişti.
Müddeî, davasıyla
ilgili beyyine getirdiğinde kadı -müddeâ aleyh'den yemin talep etmeden- onun
lehine hüküm verir. Müddeâ aleyh, kadı'dan, müddeî'nin yemin etmesini talep
edemez. Çünkü bir hüccet getiren müdeî'den ikinci bir hüccet istenemez.
Müddeî, beyyinesi
olmadığı veya şahitleri öldüğü için beyyine getirmekten aciz olduğunda, kadı,
müddeâ aleyh'den -müddeî'nin iddiasının doğru olmadığına dair- yemin talep
eder. Eğer yemin ederse, kadı, onun beraatine hüküm verir.
Müddeî'nin beyyinesi
olmaz, müddeâ aleyh de yemin etmekten kaçınırsa, yemin etme hakkı müddeî'ye
geçer. Kadı, iddiasının doğru olduğuna dair müddeî'den yemin talep eder, müddeî
yemin ettiğinde, kadı onun lehine hüküm verir; zira Hz. Peygamber böyle
yapmıştır.
İbn Ömer şöyle rivayet
ediyor: 'Rasûlullah (s.a), (müddeâ aleyh yemin etmekten imtina edince) yemini,
müddeî'ye reddetmiştir (döndürmüştür)'.
Yeminin reddi, yani
müddeâ aleyh'in yemin etmekten kaçınmasından sonra yemini müddeî'ye tevcih
etmek, müddeâ aleyh'in, o malın müddeî'nin olduğunu ikrar etmesi gibidir, beyyine gibi değildir;
zira müddeâ aleyh'in yemin etmekten
imtina etmesinden sonra müddeî yemin etmek suretiyle o hakkı elde eder
ve böylece hasmının o hakkın ona ait olduğunu ikrar etmesi gibi olur. Bu
bakımdan müddeî yemin ettikten sonra -ikrarda olduğu gibi başka bir delile
ihtiyaç olmaksızın- o hak müddeî'ye ait olur. Müddeî yemin ettikten sonra artık
o hakkın isbatı veya ibra edilmesi hususunda getirilen hüccete itibar edilmez.
Çünkü müddeâ aleyh'in yemin etmekten kaçınması, o malın müddeî'ye ait olduğunu
ikrar etmesi gibidir. Nitekim bunu daha önce de belirtmiştik.
Müddeâ aleyh yemin etmekten kaçınır, kadı
yemini müddeî'ye reddettiğinde müddeî de yeminden imtina ederse, yeminden
imtina etmesi hususunda bir özürü de yoksa, hakkı düşer; zira yemin etmekten
imtina etmiştir. Kadı'nın, yeminden imtina etmenin hükmünü belirtmesi sünnettir.
Meselâ kadı, müddeâ aleyh'e 'Yemin etmekten kaçınırsan, yemin etme hakkı
müddeî'ye geçer' demelidir. Yine kadı müddeî'ye 'Eğer yemin etmezsen hakkın
düşer' demelidir. Kadı müddeâ aleyh'e ve müddeî'ye bu açıklamaları yapmazsa,
hükmü yine de geçerli olur. Müddeâ aleyh ve müddeî bunun hükmünü
araştırmayı terkettikleri için kusur işlemiş olurlar.
Müddeâ aleyh,
müddeî'nin kendisi aleyhindeki iddiasına karşı -herhangibir mazereti
olmaksızın- susarsa, müddeî'yi inkâr etmiş ve yemin etmekten kaçınmış sayılır;
yemin müddeî'ye tevcih edilir.
İki kişiden herbiri
aynı şeyin kendisine ait olduğunu iddia ederse, meselâ her ikisi de falan
arazinin kendisine ait olduğunu iddia eder ve her ikisi de beyyine getiremezse,
o arazi de onlardan birinin elindeyse, araziyi elinde bulunduran kişi yemin
ederek arazinin sahibi olur. Çünkü arazinin onun elinde olması, onun mülkü olma
ihtimalini artırmaktadır. Ayrıca buna ters düşecek, bunu iptal edecek bir beyyine
de mevcut değildir; zira aslolan, bir malın, kişinin mülküne meşru bir sebeple
girmiş olmasıdır. Eğer arazi ikisinin elinde bulunuyorsa ve hangisine ait
olduğu hususunda beyyine de yoksa, ikisi de yemin eder ve araziye ortak
olurlar; yani onlardan herbiri diğerinin yalan söylediğine dair yemin eder, her
ikisi de yemin ettikten sonra araziye ortak olurlar. Bunun delili Ebu Musa
el-Eş'arî'nin rivayet ettiği şu hadîstir:
'İki kişi Rasûlullah'a gelerek bir deve veya başka bir binek hususunda,
herbiri kendisinin olduğunu iddia etti. Fakat ikisinin de şahidi yoktu. Hz Peygamber, o deve veya bineğe ikisinin ortak
olduğuna dair hüküm verdi.
Dava ve beyyineler
bahsinde beyyinatın tarifini ve meşruiyetinin delillerini beyan etmiştik.
Beyyinatın çeşitlerine
gelince, beyyinat bazen iki erkek şahit, bazen bir erkek iki kadın şahit, bazen
dört kadın şahit, bazen de dört erkek şahitle olur Bunun tafsilatı Şahitlik
bahsinde gelecektir.