MÂ-İCÂRÎ:

Akar su. Devamlı akmakta olan ve üzerinde herhangi bir pisliğin durması mümkün

olmayan çay, dere, ırmak, nehir veya yer altından çıkarılan artezyen suları. Bir saman çöpünü

götüren su, akar su sayılır.

Mâ-i cârî temizdir. Kendisiyle her türlü temizlik yapılır. (M. Zihni Efendi)

MÂ-İMEŞKÛK:

Şüpheli su; ehlî merkebin ve ondan doğan katırın artığı olan su.

Mâ-i meşkûkun temizliğinde şüphe yoktur. Ancak, hadesin (abdestsizliğin ve cünüplüğün)

giderilmesi husûsunda fıkıh âlimleri tarafından şüpheli su kabûl edilmiştir. (M. Zihni Efendi)

MÂ-İ MUKAYYED:

Çiçek, üzüm, kavun-karpuz suyu gibi cinsi ve sıfatı birlikte söylenen sular.

Mâ-i mukayyed ile namaz abdesti ve gusl abdesti alınmaz. (İbn-i Âbidîn)

MÂ-İ MUTLAK:

Yaratıldıkları hâl üzere olan yâni ismi yanında başka kelime söylenmeyen, yalnız su

denilen sular.

Yağmur, dere, nehir, kaynak, kuyu, deniz ve kar suları, mâ-i mutlaktır. Mâ-i mutlak,

namaz abdesti ve gusül (boy) abdesti almak için kullanılır. Mâ-i mutlak hem temizdir, hem

temizleyicidir. (İbn-i Âbidîn)

MÂ-İ MÜSTA'MEL:

Kullanılmış su. Abdest ve guslde (boy abdestinde) yâhut kurbet olarak kullanılan su.

Temiz fakat temizleyici değildir.

Mâ-i müsta'mel ile necâset (pislik) temizlenir. Fakat abdest alınmaz ve gusl edilmez.

İçmek ve hamur yapmak mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)

Mâ-i Müsta'mel, üç mezhebde (Hanefî, Şâfiî, Hanbelî'de) yalnız tâhirdir (temizdir). Fakat

mutahhir (temizleyici) değildir. Mâlikî mezhebinde hem tâhir hem de mutahhirdir.

(Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)

MAÂZ-ALLAH:

"Allahü teâlâya sığınırım" mânâsına, tehlikeli, zararlı ve istenmeyen durumlardan

korunmak için söylenen bir söz.

Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:

Yûsuf (aleyhisselâm); "Maâz-Allah, biz malımızı kimin yanında bulmuşsak ancak onu

alırız. Yoksa haksızlık etmiş oluruz" dedi. (Yûsuf sûresi: 79)

MA'BED:

İbâdet edilen yer.

Yeryüzünde yapılan ilk ma'bed, Mekke şehrindeki Kâbe'dir. Buraya Mescid-i Harâm da

denir. (Azrâkî)

Müslümanların mâbedine mescid ve câmi, Yahûdîlerin ma'bedlerine sinagog ve havra,

hıristiyanların ma'bedine kilise ve bi'a veya savme'a, denir. (M. Sıddîk bin Saîd)

Masonların 1900 senesindeki toplantılarına âit zabıtların yüz ikinci sahifesinde;

"Dindarlara ve ma'bedlere galebe çalmak kâfi değildir. Asıl maksadımız, dinleri yok

etmektir" yazılıdır. (M. Sıddîk bin Saîd)

MA'BÛD:

Kendisine ibâdet olunan, tapınılan.

Yerde ve gökte, Allahü teâlâdan başka, ibâdet edilmeğe hakkı olan ve tapılmağa lâyık

hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur. Hakîki ma'bûd ancak Allahü teâlâdır. (Mevlânâ Hâlid-i

Bağdâdî)

MÂCİD (El-Mâcidü): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Şânı,

şerefi yüksek olan.

El-Mâcid ism-i şerîfini okuyanın kalbi nurlanır. (Yûsuf Nebhânî)

MÂCİN:

Sapık îtikâdını başkasına bulaştırmak çabasında olan.

Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Ümmetimin ihtilâfı (amelde, yapılacak işler konusunda

mezheblere ayrılması) rahmettir. Hakkı doğruyu bulmak için çalışırlarken, ihtilâfa

düşerler. Bu çalışmaları ise, rahmete sebeb olur." Bu hadîs-i şerîfi iki kimse inkâr etmiştir.

Biri mâcin, ikincisi mülhiddir. Mülhid, âyet-i kerîmelere dünyâ çıkarlarına göre mânâ vererek

îmânı giden kimsedir. (Kastalânî)

MADDE:

Ağırlığı olan ve boşlukta yer kaplıyan varlık.

Hava, su, taş, cam ayrı birer maddedir. Işık ve ses, madde değildir. Çünkü yer kaplamaz

ve ağırlıkları yoktur. Her madde; katı, sıvı ve gaz olmak üzere üç hâlde bulunur. Sıvı ve gaz

hâlindeki maddelerin, kendilerine mahsûs belli şekilleri yoktur. Bunlar, bulundukları kabın

şeklini alırlar. Maddenin şekil almış hâline cisim denir. Maddeler, hep cisim hâlinde bulunur.

Meselâ, anahtar , iğne, masa ve çivi, başka başka cisimdir. Şekilleri başkadır, fakat hepsi

demir maddesinden yapılmıştır. (Muhammed Sıddîk bin Saîd)

Âlem, madde ve özelliklerden meydana gelmiştir. Bütün âlem hâdistir, yâni yok iken

sonradan yaratılmıştır. (Berhurdâr)

Madde, Allahü teâlânın kuvvet ve kudreti ile varlıkta kalmaktadır. Kendi kendine duran

madde yoktur. Bütün cisimleri, her şeyi varlıkta durduran, Allahü teâlâdır. (İmâm-ı Rabbânî)

MADDÎ TEMİZLİK:

Bedenin, elbisenin ve oturulan yerin temizliği.

Bir müslüman, maddî temizliğe çok dikkat eder. Câmilere evlere ayakkabı ile girmez.

Halılar, döşemeler, tozsuz temiz olur. Evinde hamamı vardır. Kendisi, çamaşırları, yemekleri

hep temiz olur. Onun için mikrop ve hastalık bulunmaz. (Kemahlı Feyzullah)

Maddî temizliğe çok dikkat eden müslüman, mânevî temizliğe de dikkat eder. Dînimizin

emir ve yasaklarına uyarak mânen temizlenmiş olur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MADDİYYÛN:

Maddenin hep var olduğuna, sonradan yaratılmadığına ve yok olmayacağına inananlar,

maddeciler.

Kendilerini akıllı ve hiç yanılmaz sanan dinsizlerin birincisi maddiyyûn olup, bunlar,

Allahü teâlânın varlığına inanmıyor; âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir,

bunun yaratanı yoktur diyorlar. Canlılar da, böyle birbirlerinden üreyip, sonsuz olarak

sürecektir, diyorlar. Bütün bunlar ve yolunda gidenlerin hepsi de müslüman değildirler.

(İmâm-ı Gazâlî)

Ehl-i sünnet âlimleri (Resûlullah efendimiz ve O'nun sohbetinde yetişmiş mübârek

arkadaşlarının yolunda giden İslâm âlimleri), kitablarında maddiyyûnun sözlerini ve

müslüman olmayanların, İslâmiyet'e sokmak istedikleri uydurmaları delîller ve tartışmalar ile

reddederek hepsini susturmuşlar, din düşmanlarının hazırladıkları fitne ve fesâd ateşlerini

söndürmüşler, bozuk düşüncelerini çürütmüşlerdir... (Abdülhakîm Arvâsî)

MA'DÛM:

Yok olan, mevcût olmayan

Ma'dûmun bey'i yâni satışı bâtıldır, hiçbir bakımdan dîne uygun değildir. (Mecelle)

MAĞFİRET:

Örtme; Allahü teâlânın, kullarının günâhlarını bağışlaması.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:

Ey günâhı çok olan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz. Allah,

günahların hepsini affeder. O, sonsuz mağfiret ve nihâyetsiz merhâmet sâhibidir. (Zümer

sûresi: 53)

Rabbinizden mağfiret istemeğe ve Cennet'e girmeğe koşunuz. Bunun için çalışınız!

Cennet'in büyüklüğü, gökler ve yer küresi kadardır. Cennet, Allahü teâlâdan korkanlar

için hazırlandı... (Âl-i İmrân sûresi: 133)

Allahü teâlâ buyurdu ki: "Ey âdemoğlu (insanoğlu)! Sen benden ümidli bulundukça,

senden meydana gelen günâhları mağfiret ederim. Ey âdemoğlu! Senin günâhların

gökyüzünü dolduracak dereceyi de bulsa, benden mağfiret dilersen seni bağışlarım. Ey

âdemoğlu! Bütün yer dolusu günahlarla gelip de, bana hiçbir şerîk (ortak) koşmayarak

huzûruma çıkarsan, ben seni bütün yer dolusu mağfiretle karşılarım. (Hadîs-i

şerîf-Riyâzü's-Sâlihîn)

Müslüman kardeşini sevindirmek, Allahü teâlânın af ve mağfiretine sebeb olur.

(Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Metcer-ür-Râbih)

Allahü teâlânın af ve mağfireti o kadar büyüktür ki (çoktur ki), ben suçuma büyük

demekten utanırım. (Sa'dî Şîrâzî)

MAĞRÛR:

Gururlu. (Bkz. Gurûr)

Akıllı kimse başkalarının ayıbına bakmaz. Kişinin aybını yüzüne vurmaz. Malı

çoğaldıkça, mağrûr olup ahlâkını bozmaz. (İdrîs aleyhisselâm)

Ey oğlum! Sende olmayan fazîletler ile insanlar seni medh ederlerse, sakın mağrûr olma.

Kendinden aşağısını hor görme. Ahmaklara, câhillere karşı sükût eyle. (Lokman Hakîm)

Mala mülke mağrûr olma, deme var mı ben gibi!

Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MAHBÛB:

Muhabbet edilen. Sevilen, sevgili.

Muhammed Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem mahbûb-i Rabbülâlemîndir. Allahü

teâlânın sevgilisidir. (İmâm-ı Kastalânî)

Sevgiliden gelen her şey mahbûbdur. (İmâm-ı Rabbânî)

Mahbûb-i Hudâ:

Allahü teâlânın habîbi, sevgilisi Muhammed aleyhisselâm.

Muhammed Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Mahbûb-i Hüdâ'dır. Gelmiş ve gelecek

bütün varlıkların her bakımdan en üstünüdür. (İmâm-ı Rabbânî)

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hüdâdır bu,

Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâ'dır bu.

(Yûsuf Nâbi)

MAHBÛBİYYET:

Sevgili olmak.

Peygamber efendimize tâbi olmanın en yüksek derecesi mahbûbiyyet ve ma'şûkiyyet (çok

sevilen olmak) kemâlâtına (üstünlüklerine) sâhib olmaktır ki, bu, Allahü teâlânın çok

sevdiklerine mahsûstur. Bunun ele geçmesi için muhabbet, sevmek lâzımdır. (İmâm-ı

Rabbânî)

Âhirette azâblardan kurtulmak ve sonsuz seâdete kavuşmak, ancak geçmiş ve gelecek

bütün varlıkların en üstününe (hazret-i Muhammed aleyhisselâma) uymakla olur. O'na

uymakla mahbûbiyyet makâmına erişilir. O'nun yolunda bulunmakla, Allahü teâlânın zâtının

tecellîsine kavuşulur. (Abdülhak-ı Dehlevî)

MAHCÛR:

Çocukluk, sefîhlik, delilik, kölelik, bunaklık vs. gibi çeşitli sebebler yüzünden malını

tasarruf hakkından, kullanmaktan men edilen kimse. (Bkz. Hicr)

Mahcûr iki kısımdır:

1- Çocuk, deli ve maraz-ı mevt (ölüm hâlinde) bulunanlar.

2- Hâkimin hükmüyle mahcûr olanlar, medyûnlar (borçlular), ma'tûhlar (bunaklar),

rakîkler (köleler), eblehler (ahmaklar) ve mâcinler yâni kötü din adamlarıdır. (Fetâvâ-i

Hindiyye)

Çocuk kendi malını kullanmaktan mahcûr olduğu gibi, başkasına hizmet etmesi de, ancak

velîsinin izni ile câiz olur. (Abdülganî Nablüsî)

MÂHİYYET:

Öz, asıl ve esas.

İnsanın mâhiyyeti, arkadaşından anlaşılır. (Abdullah bin Ömer)

MAHKEME:

Hüküm verilen dâvâların görülüp, hükme (karâra) bağlandığı yer.

Mahkemeye bir işin düşünce, hâkim karşısında dâvâcı veya dâvâlı ile kavga etmeye

kalkışma! Ne sorulursa o kadar cevâb ver! Şâyed şâhid olarak gidersen, hiç kimsenin te'siri

altında kalmadan ve kimseden korkmadan Allah rızâsı için doğru konuş! Olur olmaz bir iş

için hemen mahkemeye koşma! (İmâm-ı Gazâlî)

Mahkeme-i Kübrâ:

En büyük mahkeme, âhirette bütün insanların amel defterlerinin tartıldığı ve dünyâda

yaptıklarının hesâbını verecekleri yer.

Allahü teâlânın bilmediği hiçbir şey yoktur. Açık ve gizli O'nun yanında birdir. O; "Ol!"

dedi, yokluktan varlık meydana geldi. O, henüz olmamış olanları, açığa vurulmamış sırları

bilir. Yeri ve gökleri kudretiyle (gücüyle, kuvvetiyle) tutan, kıyâmet günü Mahşerde

kurulacak mahkeme-i kübrânın hâkimi (hükmedeni) O'dur. (Sa'dî Şîrâzî)

MAHLÛK:

Yaratılmış; yoktan vâr edilmiş.

Rabbimiz cism değildir, zamânı, mekânı yok.

Maddeye hulûl eylemez, böyle olmalı îmân.

Mahlûka muhtaç değildir, ortağı benzeri yok,

Her şeyi O'dur yaratan hem de varlıkta tutan.

(M. Sıddîk Gümüş)

Vilâyete (evliyâlık makâmına) kavuşmak, tasavvuf yolunda çalışmakla olur. Bunun için

mâsivâ sevgisini, ona bağlılığı kalbden çıkarmak lâzımdır. Mâsivâ; Allah'tan başka şeyler

demektir. (İmâm-ı Rabbânî)

MAHLÛKÂT:

Yaratılanlar, Allahü teâlânın yarattığı şeyler.

Mahlûkâta muhabbet etme, zîrâ onlara muhabbet, Hakk'a ulaşmaya mânidir. (İmâm-ı

Gazâlî)

MAHMASA HÂLİ:

Açlıktan ölmek üzere olma hâli.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

...Kim mahmasa hâlinde, çâresiz kalırsa, günâha meyl (yönelme) maksâdı olmaksızın

haram etlerden yiyebilir. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, affedicidir. (Mâide sûresi: 3)

Leş ve domuz eti yemek, şarab içmek haramdır. Çok içince sarhoş yapan sıvıların, azını

içmek de haramdır. Mahmasa hâlinde olan kimseden başkalarının bunları yemeleri içmeleri

haramdır. (Hâdimî)

MAHMÛD:

1. Övülmüş, övülen.

Kalbin mahmûd hâlleri; sabır (Allah'tan gelenlere tahammül etmek), şükür (her nîmeti

Allahü teâlâdan bilmek), havf (Allah'ın azâbından korkmak), recâ (Allah'ın rahmetini ümîd

etmek), rızâ (Allah'tan gelenlere boyun eğmek, hoşnûd olmak, kadere karşı gelmemek), zühd

(dünyâya düşkün olmamak), takvâ (haramlardan kaçınmak), kanâat (elinde olana râzı olup,

daha çok istememek), cömertlik ile bütün nîmetleri Allah'tan bilip O'na bağlanmak, iyilik,

hüsn-i zân (iyi zan, iyi düşünce), güzel ahlâk, iyi geçim, doğruluk ve ihlâs (her şeyi Allah

rızâsı için yapmak) hâlleridir. (İmâm-ı Gazâlî)

2. Peygamber efendimizin güzel isimlerinden biri.

Ahmed, Muhammed, Mahmûd, hep över seni Allah

Senin isminle biter lâ ilâhe illallah

Bundaki ince sırrı anlamaz, bilmez gümrâh,

Kendi adıyla yazmış senin adını Rahmân

(Hazret-i Muhammed'in Hayâtı)

3. Ebrehe'nin, Kâbe'yi yıkmak üzere ordusunda getirdiği filin adı.

Resûlullah efendimizin doğmasına iki ay kadar zaman kala, Fil vak'ası meydana geldi. Bir

çok insanlar akın akın gelip, Kâbe'yi ziyâret ediyorlardı. Buna mâni (engel) olmak isteyen

Yemen vâlisi Ebrehe, Kâbe'yi yıkmağa karar verdi. Bu maksadla büyük bir ordu hazırlayıp

Kâbe'ye yürüdü. Ebrehe'nin ordusunda, "Mahmûd" denilen bir de fil vardı. Ebrehe, Kâbe'ye

yönelince, bu fil yere çöküp yürümez oldu. Hâlbuki Yemen'e çevrilince koşarak gidiyordu.

Allahü teâlâ, Ebrehe'nin ordusu üzerine Ebâbîl, yâni Dağ kırlangıcı denilen kuşlardan bir sürü

gönderdi. Bu kuşların her biri, biri ağzında, ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya

mercimek büyüklüğünde üçer taş taşıyordu. Ebrehe'nin ordusu üzerine bırakılan bu taşlar,

hepsini helâk etti. Bu vak'a, Kur'ân-ı kerîmin Fil sûresinde anlatılmaktadır. (Bkz. Fil Sûresi)

(İbn-i Esîr)

MAHREM:

1. Dînen evlenilmesi ebedî haram (yasak) olan, soy, süt veya evlenme sebebiyle nikâhı

haram olan kimse.

Kadın, yanında bir mahremi olmadan hacca gidemez. (Hadîs-i şerîf-Künûz-üd-Dekâik)

Bir kadın veya erkeğe on sekiz kimse ebedî mahremdir. Ebedî mahrem olan kimseler ile

evlenmek ebedî olarak haramdır. Bunların yedisi neseb (soy) ile olan akrabâlar, yedisi süt ile

olan akrabâlar, dördü ise evlilik ile olan akrabâlardır. (Saîdüddîn Fergânî, Tâc-üş-Şerîa)

Hür kadının zevci (kocası) veya ebedî mahrem akrabâsından biri yanında bulunmadan,

yalnız veya başka kadınlarla yâhut âkil, bâliğ (akıllı ve gusül, boy abdesti alacak yaşa gelmiş)

ve sâlih olmayan mahremi ile üç günlük yola gitmesi (üç mezhebde de) haramdır.

(Muhammed Hâdimî)

Ebedî mahrem olan, yâni nikah ile alması ebedî haram olan on sekiz kadından başka,

müslüman olsun kâfir olsun, hiçbir kadının, hiçbir yerde ellerinden ve yüzlerinden başka

yerlerine, şehvetsiz de bakmak haramdır. (Süleymân bin Cezâ)

2. Gizli, herkese söylenmeyen.

Mahrem olan şeylerinizi herkese söylemeyin. Sonunda pişman olur, âh edersiniz. (Seyyid

Abdülhakîm Arvâsî)

MAHŞER:

Haşr olunacak, toplanılacak yer. Kıyâmet gününde bütün mahlûkâtın (bütün canlıların)

yeniden dirildikten sonra hesap için toplanacakları yer. Arasat Meydanı, Mevkıf.

Allahü teâlâ Hacer-ül-esved-i kıyâmette mahşer meydânına getirecek, onun göreceği

iki gözü konuşacağı bir dili olacak ve kendisine istilâm yapanlara (el sürüp, öpenlere)

hakkıyla şâhitlik yapacaktır. (Hadîs-i şerîf-Feth-ül-Bârî)

Kıyâmet günü bütün canlılar mahşer yerinde toplanacak, her insanın amel defterleri

uçarak sâhibine gelecektir. Bunları, yerleri, gökleri, zerreleri, yıldızları yaratan, sonsuz kudret

sâhibi Allahü teâlâ yapacaktır. Bunların olacağını, Allahü teâlânın Resûlü sallallahü teâlâ

aleyhi ve sellem haber vermiştir. O'nun söyledikleri muhakkak doğrudur. Elbette hepsi

olacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Mahşer günü boynu bükük kalmamak istersen, cenâb-ı Hakka şükürden yüz çevirme.

(Sâ'dî-i Şîrâzî)

Mahşerde îmânı olup, ameli ve ahlâkı güzel olanlara mükâfât ve ihsânlar olacaktır. Kötü

huylu, bozuk amellilere ise, ağır cezâlar verilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

MAHYA:

Ramazan-ı şerîf ayında, geceleri çift minâre bulunan câmilerde iki minâre arasına gerilen

ve halata (kalın ipe) asılarak kandillerle (lambalarla) yazılan yazı ve şekiller.

Çifte minâreli câmilere mahya konulması, sultan Üçüncü Ahmed Han devrinde on iki

sene kadar sadrâzamlık yapmış olan Dâmâd İbrâhim Paşa'nın 1719 (H.1132) senesinde ortaya

çıkardığı dînî bir husûsiyeti olmayan ışıklı bir yazı yazma usûlüdür. Mahyâ konulması

bid'attir. (İbn-i Âbidîn)

MAHZÛRÂT:

Dinde yasak edilmiş şeyler, haramlar.

Zarûretler, mahzûrâtı mübâh kılar yâni yapılması men ve yasak edilmiş bâzı şeyler vardır

ki, bunları yapmak, zarûret hâlinde mübâh hükmünde olur; bundan dolayı, yapan

cezâlandırılmaz. Meselâ; açlıktan helâk olmak (ölmek) korkusundan dolayı, başkasının

yiyeceğini rızâsı (izni) olmaksızın yemek böyledir. (Ali Haydar)

MÂİDE SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin beşinci sûresi.

Mâide sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). Yüz yirmi âyet-i kerîmedir. 112 ve 114. âyet-i

kerîmelerde Îsâ aleyhisselâm zamânında gökten indirilmesi istenen bir sofradan bahsedildiği

için sûre bu ismi almıştır. Sûrede; Îsâ aleyhisselâmın hac, abdest, gusül, teyemmüm; içki ve

kumar yasağı, ictimâî (sosyal) ve ahlâkî münâsebetler, helâl ve haram yiyecekler

anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)

Allahü teâlâ Mâide sûresinde meâlen buyuruyor ki:

Ey Resûlüm! Rabbinden sana indirileni, herkese ulaştır. Bunları doğru bildirmezsen,

peygamberlik vazîfeni yapmamış olursun! Allahü teâlâ seni, düşmanlık etmek

isteyenlerden korur. (Âyet: 67)

Kim Mâide sûresini okursa, dünyâda nefes alan yahûdî ve nasrânî adedinin on katı

sevâb verilir, o kadar günâhı yok edilir ve on derece yükseltilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî

Tefsîri)

MA'ÎŞET:

Yaşama, geçinme, yaşayış. Geçinmek, yaşamak için lüzumlu şeyler.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Sizi yeryüzünde yerleştirdik ve sizin için orada (zirâat, ticâret ve çalışmak gibi) pekçok

ma'îşet vâsıtaları hazırladık. Size verilen nîmetlere az şükrediyorsunuz. (A'râf sûresi: 10)

Kim benim zikrimden yüz çevirirse onun için bir ma'îşet darlığı vardır ve biz onu

kıyâmet günü âmâ (kör) olarak haşrederiz (diriltiriz). (Tâhâ sûresi: 124)

Kadın da, erkek de, ma'îşet te'mini için haram işlememelidir ve hiçbir namazı

kaçırmamalıdır. Ezelde ayrılmış olan rızık değişmez. Aynı rızık, helâlden isteyene helâl

yoldan gelir. Haram işleyerek isteyene de haram yoldan gelir. (Muhammed Rebhâmî)

Ma'îşet te'mini altı yoldandır:

1) Zirâat, 2) Ticâret, 3) San'at, 4) Hizmet, 5) Mîras, 6) Hibe. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

MA'İYYET:

Berâberlik. Her an Allahü teâlâ ile berâber olma. Huzur, cem'iyyet, vilâyet-i Hâssa-i

Muhammedî de denir.

Ma'iyyet yolu, cezbe (Allahü teâlânın çekmesi) yollarından biridir. Ma'iyyet yolundan

Allahü teâlâya kavuşmak nasîb olursa, aracı, vâsıta olmaksızın kavuşulur. "Kişi sevdiği ile

berâberdir" hadîs-i şerîfi, bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir. (Muhammed Bâkî-billah)

Nakşibendiyye yolunda ma'iyyeti ilk koyan Behâeddîn Buhârî hazretleri; onu herkese

yayan ise, Alâeddîn-i Attâr'dır. (Muhammed Ma'sûm-ı Fârûkî)

Yüksek hocamın, lütf ederek, acıyarak mübârek gönlünü bu fakîre çevirmesi ile,

tasavvufçuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık), ma'iyyet, ihâta (kuşatmak), sereyân (her

zerrede bulunmak) gibi sözlerle anlatmak istedikleri mâ'rifetlerden, ince bilgilerden ele

geçmeyen hemen hemen hiç kalmadı. (İmâm-ı Rabbânî)

MAKÂM:

1. Yüksek dereceli me'mûriyet, me'mûrluk yeri, mevkî, mansıb.

Bir kimse şu on şeyi, kendine farz bilmedikçe, tam verâ ehli (dînimizde şüpheli olan

şeylerden sakınan) olamaz: Başkalarını çekiştirmemeli. Mü'minlere sû-i zan (kötü zan)

etmemeli, kötü bilmemeli. Kimse ile alay etmemeli. Yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı.

Doğru söylemeli. Kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın kendisine yaptığı ihsânları

(iyilikleri), nîmetleri düşünmeli. Malını helâl yerlere harcayıp, haramlara vermemeli. Nefsi,

keyfi için, mevki makâm istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri bilmeli. Beş vakit namazı

vaktinde kılmağı birinci vazîfe bilmeli. Ehl-i sünnet (Resûlullah efendimiz ve arkadaşlarının

bildirdiği doğru yolda giden İslâm) âlimlerinin bildirdiği îmânı ve işleri iyi öğrenip, kendini

bunlara uydurmalı. (Ahmed Fârûkî)

Emeli, arzû ve istekleri kısa yapmak lâzımdır. Makâm, mevkî kapmak için yarış etmek

gibi hırs yoktur. (Ahmed bin Âsım Antâkî)

Makam ne kadar mühim olsa da, şahsiyetinizi vermeyin. Kendinizi küçültmeyin.

(Ferîdüddîn Şeker Genç)

Mal için makam için hep uğraştım,

Sonsuz nîmetlerden oldum, âh yazık!

Yol bozuk ve karanlık, önde şeytan,

Günâh ağır, ağlarım hep, âh yazık!

(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

2. Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin bu yolda ilerlerken kazandığı mânevî derecelerden

her biri.

Makâmı kazanmakta kulun gayreti lâzımdır. Bu bakımdan makâm ile hâl arasında fark

vardır. Çünkü hâl, kulun gayreti olmadan kalbde meydana gelir. (Ali bin Hüseyin)

Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kazandığı makâmın hükümlerini, îcâblarını yerine

getirmeden, tamamlamadan, başka makâma geçmekte acelecilik yapmaması, sabırsızlık

göstermemesi lâzımdır. Zîrâ, kanâati olmayan hırslı kimsenin tevekkülü, sıhhatli olmaz.

Tevekkülü tam olmayanın teslimiyetinde sıhhat bulunmaz. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Makâm-ı İbrâhim:

Kâbe'de İbrâhim aleyhisselâmın, Kâbe'yi inşâ ederken veya insanları hacca dâvet ederken

üstüne çıktığı taşın bulunduğu yer.

Haccın farzlarından üçüncüsü, Kâbe-i muazzamayı tavaf etmektir. Tavaf, Mescid-i harâm

içinde, Kâbe-i muazzama etrâfında dönmek demektir. Dördü farz, üçü vâcib olmak üzere yedi

kerre dönülür. Zemzem kuyusunun ve makâm-ı İbrâhim'in dışından dolaşarak da tavâf etmek

câizdir. (İbn-i Âbidîn)

Yeryüzünde Cennet'e âit varlıklardan yalnız Hacer-ül-esved (Cennet'ten getirilen,

Kâbe'nin duvarına konan kıymetli siyah taş) ile Makâm-ı İbrâhim bulunmaktadır. Eğer

bunlara müşriklerin (Allah'a ortak, eş koşanların) elleri dokunmamış olsaydı, onlara dokunan

derd sâhiblerine mutlaka cenâb-ı Allah şifâ verirdi. (İbn-i Abbâs)

Makâm-ı İlliyyîn:

Cennet.

Bir ma'sûm (günâhsız, suçsuz) çocuk hasta olup, ölüm döşeğine girdiğinde, makâm-ı

İlliyyîn, onun makâmı olur. Oradan üç yüz altmış melek gelip, saf saf olup o çocuğun

karşısında dururlar ve; "Yâ ma'sûm çocuk! Müjdeler olsun sana, bugün öyle bir gündür ki,

geçmiş olan, anaların ve dedelerinin ve cümle komşularının günâhlarının affı için Hak

teâlâdan dile (iste)" derler. (İmâm-ı Gazâlî)

Makâm-ı Mahmûd:

Mahşer (kıyâmet) günü büyük bir sıkıntı ve ızdırab içerisinde bulunan mahlûkâtın

hesaplarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâ tarafından Muhammed aleyhisselâma

verilen şefâat izni. Buna Şefâat-i Kübrâ da denir.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

(Ey Resûlüm!) Sana mahsus fazla bir namaz (ibâdet) olmak üzere, gece uykudan kalk

da, onunla (Kur'ân-ı kerîm ile), teheccüd (gece namazı) kıl. Umulur ki, Rabbin seni, bir

makâm-ı Mahmûd'a gönderecektir. (İsrâ sûresi: 79)

Bu (makâm-ı Mahmûd) o makamdır ki, onda ümmetime şefâat edeceğim. (Hadîs-i

şerîf-Sahîh-i Buhârî)

Allahü teâlâ insanları diriltecek. Bana da yeşil bir hulle (elbise) giydirecek. Ondan

sonra Allahü teâlâ, neler söylemekliğimi dilerse söyleyeceğim; işte makâm-ı Mahmûd bu

makamdır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)

MAKÂMÂT-I AŞERE:

Fenâ (Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak) makâmının başlangıcında olan ve fenâ

makâmına kavuşmak için lâzım olan on şey.

Makâmât-ı aşere şunlardır: Tövbe; haram işledikten sonra pişman olup, Allahü teâlâdan

korkmak ve bir daha yapmamaya azmedip, karar vermektir. Zühd; şüpheli olmak korkusu ile

mübâhların çoğunu terk etmektir. Tevekkül; meşrû sebeblere yapışarak, bütün işleri Hakk'a

ısmarlamaktır. Kanâat; nafakada yâni yeme-içme, giyinme, barınacak yerde zarûret

miktârından çok istememektir. Uzlet; dîni, ahlâkı bozan kimselerden, kitablardan sakınmak,

uzak durmak. Zikr; kendini gafletten kurtarmak yâni Allahü teâlâyı anmak, hatırlamaktır.

Teveccüh; bütün arzû ve isteklerinden sıyrılarak Allahü teâlâya yönelmektir. Sabır; haramdan

sakınıp nefsin kötü arzularını yapmamaktır. Murâkabe; kendini hesâba çekmek ve rızâ ise,

Allahü teâlâdan gelen her şeyden hoşnud olmak, boyun eğmektir. (Ahmed Fârûkî)

MAKÂMÂT-I SÜLÛK:

Tasavvuf yolunda ilerlerken geçilmesi gereken dereceler.

İslâm-ı hakîkî (hakîkî İslâm); makâmât-ı sülûkun geçilmesinden ve nefsin itmînânından

(şüphe ve tereddüdlerden kurtulmasından) sonra hâsıl olur (meydana gelir). (Muhammed

Ma'sûm)

MAKSAD (Maksûd):

Niyet, kasd.

Allahü teâlâ yersiz güleni, bir ideâli, maksâdı olmadan yola çıkanı sevmez.

(Kâ'bü'l-Ahbâr)

Bid'atler (Peygamber efendimiz ve dört halîfe devrinde olmayıp, dinde sonradan çıkarılan

şeyler) yayılıp, sünnetler terkedildiği zulmetli, karanlık zamanda, İslâm ilimlerinin

öğrenilmesi ve yayılması en mühim işlerdendir. Muhammed aleyhisselâmın sünnetini (İslâm

dînini) yaymak ise en büyük maksaddandır. (MuhammedMa'sûm Fârûkî)

İnsanın yaratılmasından maksad, kulluk vazîfelerini yerine getirmektir. (Ubeydullah-ı

Ahrâr)

Maksadı hayr olanın, âkibeti (sonu) hayr olur. (Abdülhakîm Arvâsî)

Dünyâyı maksad edinmemeli. Dünyâ, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünyâ ve âhiret bir

arada olmaz. (Abdülhakîm Arvâsî)

Akıllı kimsenin ilimle uğraşmasından maksadı, onunla amel etmektir. Çünkü bundan

başka bir gâye için ilim öğrenen kişi, şöhretini ve kibrini artırmış olur. (İbn-i Hibbân)

MAKTÛL:

Kâtil tarafından öldürülen.

İki müslüman, kılıçları ile karşılaştıkları zaman, kâtil de, maktûl de,

Cehennem'dedir. Zîrâ maktûl de karşısındaki adamı öldürmeyi murâd etmişti. (Hadîs-i

şerîf-Müslim)

Maktûlün velîlerinden biri affederse veya velî ile kâtil belli bir mal, para ile uyuşursa,

kısas yapılmaz, uyuşulan mal alınır. (İbn-i Âbidîn)

MA'KÛL İLİMLER:

His organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe (deney, gözlem) ile ve hesâb

edilerek elde edilen ilimler, fen bilgileri.

Ma'kûl ilimler, matematik, mantık, fizik ve kimyâ gibi tecrübî ilimlerdir. İslâmiyet bunları

men etmez, emreder. Ma'kûl ilimler din bilgilerinin anlaşılmasına ve onların tatbîk

edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzûmludurlar. Bunlar zamanla, artar, değişir, ilerler.

Bunun içindir ki: "Tekmîl-i sınâ'ât telâhuk-ı efkâr iledir, yâni san'atın, fennin, tekniğin

ilerlemesi, fikirlerin, deneylerin, birbirine eklenmesi ile olur" denmektedir. İslâmiyet, her

ilmi, her fenni ve her tecrübeyi emr eden bir dindir. Müslümanlar fenni sever ve fen adamının

tecrübelerine inanır. (Abdülhakîm Arvâsî)

MÂL:

İnsanın arzuladığı, ihtiyâç, yâni lâzım olunca, kullanmak için saklanabilen ayn, yâni

madde, cisim.

Allahü teâlâ bir kuluna mal ve ilim verir, bu kul da; haramlardan kaçınır, akrabâsını

sevindirir, malından hakkı olanları bilip verirse, Cennet'in yüksek derecesine kavuşur.

(Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)

Mal ve şöhret hırsının insana zarârı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun zarârından

daha çoktur. (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)

Âhir zamanda dînin korunması, mal ile olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Tasvîr-i Ahlâk)

Kur'ân-ı kerîmde zemmedilen yâni kötü denilen dünyâ; haramlar ve mekrûhlardır. Mal,

kötülenmemiştir. Çünkü cenâb-ı Hak, mala hayr adını vermektedir. Malın, Allah yolunda

harcananı güzeldir. Hazret-i İbrâhim'in çok malı vardı. Yalnız yarım milyonu sığır olmak

üzere davarları, ova ve vâdileri dolduruyordu. (Ahmed Fârûkî)

Malı zarardan korumanın ilâcı, zekât vermektir. (İmâm-ı Rabbânî)

Mal, mevkî peşinde koşanlardan hiçbiri murâdına (isteğine) kavuşamamıştır. Malı, hayr

için isteyen ve hayırlı işlerde kullanan, râhata, huzûra kavuşmuştur. Mal, bir deryâya benzer,

çok kimse bu denizde boğulmuştur. (Muhammed Hâdimî)

İnsanın izzeti (şerefi), îmân ve mârifet (Allahü teâlâyı bilme, tanıma) iledir. Mal ve mevkî

ile değildir. (Muhammed Ma'sûm)

Mal, para peşinde koşmak, Allahü teâlânın emirlerini unutturursa, bundan büyük felâket

olmaz. (Muhammed Hâdimî)

Hanım, çocuklar, mal ve mülk; Allahü teâlânın emânetleridir. Emânetlerini dilediği

(istediği) zaman alır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Senden daha çok malı ve parası olan kimseyi kıskanma!O, malına ve parasına hasretle

ölür. İbâdeti ve tâati çok olan kimselere gıpta et yâni onlar gibi ibâdet etmeyi iste. Yaşayanlar

da sonunda ölecekleri için, onların dünyâlıklarına özenmeye değmez. (İmâm-ı Şâfiî)

Malı helâlden kazanırsan suâli; haramdan kazanırsan cezâsı vardır. (İmâm-ı Rabbânî)

Mâl-ı Habîs:

Zor ile gasb edilen ve rüşvet olarak alınan, çalınan mallar ve kendine emânet olan mallar,

izinsiz ticârette kullanılarak elde edilen kârlar ve dâr-ül-harbde yâni kâfir memleketlerine

gidenin (tüccârın, seyyâhın), kafirlerden, rızâsı olmadan aldığı mallar.

Mâl-ı habîsi kullanmak, haramdır. Sâhiplerine geri verilmeleri, sâhipleri bilinmiyorsa,

fakirlere sadaka verilmeleri lâzım olur. Başkasının mülkünü, ondan izinsiz kullanmak

haramdır. (Abdülganî Nablüsî)

Mâl-ı Mütekavvim:

Kıymetli mal. İslâm'a göre yenilmesi, içilmesi, kullanılması ve faydalanılması mümkün

olan mal.

Müslümanlar için; şarab, domuz ve besmelesiz kesilen veya kesmeden öldürülen hayvan,

mâl-ı mütekavvim değildirler. Alış-verişin sahîh (doğru) olması için malın da mütekavvim

olması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

MÂLÂYA'NÎ:

Dünyâ ve âhirete faydası olmayan iş, boş söz, lüzumsuz şey.

Allahü teâlânın, bir kulunu sevmemesinin alâmeti, onun mâlâya'nî ile vakit

geçirmesidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

Bir kimsenin müslümanlığının güzelliği, mâlâya'nîden kaçması ve lüzûmlu şeyleri

yapması ile anlaşılır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

Ben bu mertebeye; doğru söz söylemek, emânete riâyet etmek ve mâlâya'nîyi terk etmekle

ulaştım. (Lokman Hakîm)

Câbir bin Sümre buyurdu ki: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem az konuşurdu.

Lüzumlu olduğu zaman veya bir şey sorulunca söylerdi." Bundan anlaşılıyor ki, her

müslümanın mâlâya'nî, faydasız şey söylememesi, susması lâzımdır. (Muhammed Rebhâmî)

Bir kimse, ibâdetlerini ihlâs ile (sırf Allah için) yaparsa, Allahü teâlâ da, ona mâlâya'nîden

kurtulmak nîmetini ihsân eder. (Cüneyd-i Bağdâdî)

Îtikâdı (inancı) düzeltmeden önce ahkâm-ı şer'iyyeyi (helâli, haramı, farzı, vâcibi)

öğrenmenin hiç faydası olmaz. Bu ikisi birlikte düzeltilmedikçe de, ibâdetlerin faydası

yoktur. Bu üçü birlikte yapılmadıkça, kalbin tasfiyesi (temizlenmesi) ve nefsin tezkiyesi

(süslenmesi) hiç yapılamaz. Bu dört temel vazîfe, yardımcıları ve tamamlayıcıları ile birlikte

yapılmalıdır. Meselâ, farzlar, sünnetleri ile birlikte yapılmalıdır. Farzların yardımcısı ve

tamamlayıcısı, sünnetlerdir. Bunlardan biri yapılmadıkça, geriye kalan her şey lüzumsuz ve

faydasızdır. Böyle lüzumsuz şeylere mâlâya'nî denir. Bir farzı yapmayıp, bunun yerine, nâfile

ibâdet yapmak, mâlâya'nî ile vakit geçirmek olur. (İmâm-ı Rabbânî)

MÂLİK:

1. Sâhib olan, mülk edinen.

İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi mâlik oldu. İkisi mü'min ikisi de

kâfir idi. Mü'min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân (aleyhimesselâm) idi. Kâfir olan

ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri,

yâni Mehdî de, mâlik olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Alâmet-ül-Mehdî)

Her müslüman, mâlik olduğu zekât malının miktârını, her zaman düşünmeli, nisâb miktârı

olduğu günü, bir yere yazmalıdır. (Senâullah Dehlevî)

Yüzlerce dile mâlik olsa da vücûdum,

Lütfunun şükrünü nasıl yapabilirim.

(İmâm-ı Rabbânî)

2. Cehennem meleklerinin en büyüğü, âmiri, bekçisi.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Muhakkak ki kâfirler, Cehennem azâbında devamlı kalacaklardır. Kendilerinden o

azâb hafifletilmez. Onlar bunun için (kurtulmaktan) ümidi kesmişlerdir. Biz onlara zulüm

etmedik, fakat kendileri zâlim idiler. (Mâlike şöyle) çağrışıyorlar: Ey Mâlik! (İste de)

Rabbin bizi öldürsün, (azâbdan kurtulalım.) Mâlik de; "Siz (azâb içinde) kalacaksınız" der.

(Zuhrûf sûresi: 74-77)

Cehennem'e atılan kâfirler, orada ayakları boyunlarına bağlı, günâhtan yüzleri kararmış bir

hâlde; feryâd ve figân ederler ve; "Ey Mâlik cezâmızı bulduk. Bu ateşten bukağılar (ayak

bağları) bize ağır geldi ve derilerimiz eriyip aktı. Ne olur bizi buradan çıkarın. Biz bir daha

isyân etmeyiz" derler. Mâlik de; "Kurtuluş ümidleri geçti. Siz buradan daha çıkamazsınız.

Sesinizi kesin ve konuşmayın. Çünkü siz, buradan çıkarılsanız da yine eski hâlinize, küfür ve

isyânınıza döneceksiniz" der. (İmâm-ı Gazâlî)

Mâlik-ül-Mülk:

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Yaratılmışların ve onlarda

bulunan her şeyin sâhibi olan.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

(Habîbim) de ki: "Ey Mâlik-ül-mülk olan Allah'ım! Sen mülkü kime dilersen ona

verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi

dilersen onu alçaltırsın. Hayır yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen, her şeye hakkıyla

kâdirsin. (Âl-i İmrân sûresi: 26)

Kim Mâlik-ül Mülk ism-i şerîfine devâm ederse, Allahü teâlâ ona çok mal ve mülk ihsân

eder. Onu kimseye muhtaç etmez. (Yûsuf Nebhânî)

MÂLİKÎ:

Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Mâliki mezhebine tâbi olan, bağlı

olan kimse. (Bkz. İmâm-ı Mâlik)

Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının bildirdiği îtikâd üzere bulunanların)

amelde ( yapılması ve kaçınılması gerekli işlerdeki) mezhebi dörttür. Hanefî, Mâlikî, Şâfiî,

Hanbelî. Bu dört mezhebden herhangi birine uymak câizdir. Dört mezheb de haktır.

(Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan sonra en kıymetlisi, Şâfiî

mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde cihâd (Allah yolunda harb etmek)dır.

Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde ise, ilim öğrenmek ve öğretmek ve sonra cihâddır. (M. Tâhir

Sünbül Mekkî)

Sivâd-ı a'zam yâni müslümanların çoğu, fıkh âlimlerinin yolundadır. Bunların yolundan

ayrılanlar Cehennem ateşinde yanacaklardır. Ey mü'minler! Cehennem'den kurtulmuş olan tek

fırkaya tâbi olunuz. Bu da Ehl-i sünnet vel-cemâat denilen fırkadır. Allahü teâlânın yardımı,

koruması ve muvaffak kılması bu fırkada olanlaradır. Allahü teâlânın gadabı ve azâbı bu

fırkadan ayrılanlaradır. Bu fırka-i nâciye (Cehennem'den kurtulacak olan fırka, topluluk)

bugün dört mezhebde toplanmıştır. Bu dört hak mezheb, Hanefî, Mâlikî, Şâfiî veHanbelî

mezhebleridir. Bu zamanda bu dört mezhebden birine tâbi olmayan kimse, bid'at (bozuk

îtikâd) sâhibi olup Cehennem'e gidecektir. (Tahtâvî)

Mâlikî Mezhebi:

Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri. Kurucusu İmâm-ı Mâlik bin Enes'tir.

(Bkz. İmâm-ı Mâlik)

MÂLİYYET (Mâliyet):

Alış fiyatı ile birlikte taşıma ile işçilik ücretleri, vergi gibi masrafların hepsi.

Semenin (bedelin) cinsi söylenmedi ise, söz kesilirken orada kullanılan semen anlaşılır.

Burada, piyasadaki paraların mâliyeti ve revâcı, yâni geçer kıymeti eşit ise alış veriş sahîh,

geçerli olur. (İbn-i Nüceym)

MA'LÛM:

Bilinen şey.

Allahü teâlânın bâzı kimselerin îmâna gelmeyeceğini bildiğini Kur'ân-ı kerîmde

bildirmektedir. Allahü teâlâ onların kendi arzûları ile küfür (îmânsızlık) üzere kalmaya niyet

edip, îmân etmek istemeyeceklerini ezelî (başlangıcı olmayan) ilmi ile biliyordu. İlim,

mâlûma tâbidir. Yoksa, bunların kâfir olması, Allahü teâlânın onları kâfir bildiği ve böyle

haber verdiği için değildir. Böyle olsaydı, mâlûm ilme tâbi olurdu. O hâlde kâfirler kendi

istek ve ihtiyârlarıyla (tercihleriyle) kâfir olmuşlardır. (Seyyid Şerîf Cürcânî)

Belli olan şeyi isbât etmeye lüzûm yoktur. İnsana en mâlûm olan şey, kendi varlığıdır.

İnsan bir an kendini unutmaz. Uykuda iken, serhoş iken de rûh kendini unutmaz. İnsanın

kendi kendini tanıması için, bir şey isbât etmeye lüzûm yoktur. (Ali bin Emrullah)

MA'NÂ (Mânâ):

Lafızdan (sözden) anlaşılan, kastedilen şey.

Mânâ asl olup, kelime ve lafız (söz) kalıbları içerisinde ifâde olunurlar. Kelimeler ve

lafızlar, bu mânâların ortaya çıkmasında vâsıtadırlar. Mânânın çok çeşitleri vardır. Meselâ,

lugat (sözlük) mânâ bir dilde konuşulan, herkes tarafından bilinen, anlaşılan meşhûr, yaygın

olan mânâdır. Istılâhî (terim) mânâ, bir lafzın sözlük mânâsından çıkarılarak belli bir ilim

dalında kullanıldığı husûsî mânâdır. Meselâ, Arabçada "salât" kelimesinin lugat (sözlük)

mânâsı duâ olduğu hâlde, fıkıh ilmindeki mânâsı namaz demektir. Kelimeler, değişik

ilimlerde başka başka mânâ ifâde ederler. Bunun içindir ki, yalnız konuşma Arabçasını bilen,

fıkıh, tefsîr ve hadîs kitablarını okuyup anlayamaz. Ayrıca, o ilmin ıstılahlarını da bilmesi ve

pekçok ilmi senelerce okuyup öğrenmesi lâzımdır. (M. Sıddîk bin Saîd)

Müslümanlar, Kur'ân-ı kerîmi, Allahü teâlânın indirdiği gibi okumalıdır. Mânâsını

bilmeden okumak da sevâbdır. Mânâsını anlıyarak okumak elbette daha çok sevâb ve daha

iyidir. (İmâm-ı Gazâlî)

Kur'ân-ı kerîmin hakîkî mânâsını anlamak, öğrenmek isteyen bir kimse din âlimlerinden

kelâm, fıkıh ve ahlâk kitablarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i

şerîflerden alınmış ve yazılmıştır. Kur'ân tercümesi diye yazılan kitablar, doğru mânâ

veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksadlarına esir eder

ve dinden ayrılmalarına sebeb olur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

Mânây-ı İltizâmî:

Bir lafzın (sözün) asıl konulduğu mânânın lâzımı olan (ondan ayrılmayan) mânâ.

İnsan sözünün mânâsı ve mâhiyeti, hayvân-ı nâtık (konuşan, düşünen canlı)dır. Düşünen

canlının lâzımı olan, pekçok mânâlar vardır. Meselâ, ilim öğrenme ve yazı yazma kâbiliyeti

insanın mâhiyetini meydana getiren bir mânâ değildir, fakat bu mâhiyetin lâzımı, ondan

ayrılmayan bir mânâdır. Bu mâhiyeti taşıyan kimsede, ilim öğrenme ve yazı yazmaya

kâbiliyeti olma husûsiyetinin bulunması da lâzım gelir. Dolayısıyle, ilim öğrenme ve yazı

yazma insan lafzının mânây-ı iltizâmîsi olmaktadır.

Mânây-ı Murâdî:

Bir sözde anlatılmak, ifâde edilmek istenilen, kastedilen mânâ.

Müctehîd olmak (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîften hüküm çıkarabilmek) için, Arabî

yüksek ilimleri tamâmen öğrenip Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilmek, her âyet-i kerîmenin mânây-ı

murâdîsini, âyet-i kerîmelerin geldikleri zamanları ve gelme sebeblerini ve ne hakkında

geldiklerini, fıkıh ilminin usûl ve kâidelerini, yüz binlerce hadîs-i şerîfi ezberden bilmek gibi

daha pekçok şartlara sâhib olduktan başka, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açık ve

kapalı mânâlarını kavramak, bu mânâlar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli îmâna, sâf, temiz

bir kalbe sâhib olmak lâzımdır. (Abdülhakîm Arvâsî)

Bir âyetin mânâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette, ne irâde ettiğini anlamak

demektir. Bir âyetin herhangi bir tercümesini okuyan kimse mânây-ı murâdîyi öğrenemez.

Tercüme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı meâlini öğrenir. Bu sebebden Kur'ân-ı kerîmin

mânâsını anlamak için tercümesini okumamalıdır. (Abdülhakîm-i Arvâsî ve Hasan Hüsnü

Erdem)

Mânây-ı Mutâbıkî:

Bir lafzın asıl konulduğu mânânın tamâmı, hepsi.

Hayvân-ı nâtık (düşünen canlı) sözünün mânâsı, insan lafzının mânây-ı mutâbıkîsidir.

Çünkü hayvân-ı nâtık, insan lafzının tam karşılığıdır.

Mânây-ı Zâhirî:

Bir lafzın görülen, anlaşılan, meşhûr mânâsı.

Âl-i İmrân sûresinin başında bildirildiği üzere, Kur'ân-ı kerîmin âyetleri iki türlüdür. Biri

muhkemât olup, mânâsı açık, meydanda olan âyetlerdir. İkincisi, müteşâbihat denilen, mânâsı

kapalı olan âyetlerdir. Bunlara mânây-ı zâhirîsini vermeyip, meşhûr olmayan mânâ verilir.

Bunların mânây-ı zâhirîsini vermek, akla ve şerîate (dîne) uygun olmazsa, meşhûr olmayan

mânâyı vermek yâni te'vîl etmek îcâbeder. Mânây-ı zâhirîsini vermek günâh olur. Meselâ

tefsîr âlimleri, Allahü teâlâ hakkında "yed" kelimesine mânây-ı zâhirîsi olan "el" mânâsını

vermeyip, meşhûr olmayan kudret ve gücü yetmek mânâsını vermişlerdir. (Abdülhakîm

Arvâsî)

Mânây-ı Zımnî:

Bir lafzın konulduğu mânânın tamâmının içerisindeki cüz'î, husûsî mânâlardan herbiri.

İnsan lafzının tam mânâsı, karşılığı hayvân-ı nâtık (konuşan, düşünen canlı)dır. Bu

mânâyı meydana getiren nâtık (düşünen) ve hayvân (canlı) mânâlarından her biri, insan

lafzının mânây-ı zımnîsidir. (Molla Fenârî, Teftezânî)

Kur'ân-ı kerîmin mânâsını anlayabilmek için, ilm-i lugat, ilm-i metn-i lugat, ilm-i bedî',

ilm-i beyân, ilm-i me'ânî, ilm-i belâgat, ilm-i usûl-i tefsîr gibi çeşitli ilimleri iyi öğrenmek,

sarf, nahv, mantık gibi âlet olan bilgilerde derinleşmek, âyet-i kerîmelerin mânây-ı zâhirîsini,

mânây-ı zımnîsini, mânây-ı murâdîsini, mânây-ı iltizâmîsini ve her âyet-i kerîmenin ne

zaman, ne sebeble ve kimler için nâzil olduğunu (indiğini), âyet-i kerîmelerin hangi hadîs-i

şerîfle ve nasıl açıklandığını iyi bilmek lâzımdır. Ancak böyle bir İslâm âlimi, Kur'ân-ı kerîmi

tefsîr edebilir, âyet-i kerîmelerdeki murâd-ı ilâhîyi, Allahü teâlânın buyurmak istediği mânâyı

anlıyabilir. (Abdülhakîm Arvâsî)

MANASTIR:

Hıristiyanlıkta ibâdet edilen ve din adamlarından bir râhib veya râhibenin idâre edip,

barındığı binâ.

Eskiden manastırlar, kendi mülkleri olan bir arâzî üzerinde kurulur ve bu arâziyi işleterek

elde ettikleri mahsûllerle kapalı bir ekonomi içinde yaşarlardı. Manastırda başrâhibden başka

çeşitli görevliler bulunurdu. Manastırlar bâzan cezâlı din adamları için nezârethâne,

hapishâne olarak kullanılırdı. Orta çağda manastırların zenginliği ve kudreti artarak önemli

derebeylik merkezleri hâline geldi. Başlangıçta bölge piskoposunun rûhânî yetkisine bağlı

olan manastırlar, daha sonra papalığa bağlandılar. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; müslümanların, hıristiyanlara ve

yahûdîlere yapmakla mükellef oldukları muâmele şeklini bildirdiği mektûbunda buyurdu ki:

"Onların dînî reislerini, (başkanlarını) makamlarından indirmeyin. Onları ibâdet ettikleri

yerden çıkartmayın. Bunlardan seyâhat edenlere mâni olmayın. Bunların manastırlarının

hiçbir tarafını yıkmayın. Bunların kiliselerinden mal alınıp müslüman mescidleri için

kullanılmasın..." (Hadîs-i şerîf-Mecmua-i Münşeât-üs-Salâtin)

MA'NEVÎ:

Mânâya, rûha ve gönüle âit olan, inançla ilgili. Maddî olmayan.

Târih boyunca, îmânlılar ile îmânsızlar çarpışmakta, kuvvetli, çalışkan olan taraf, gâlib ve

hâkim olmakta, inançlarını, düşüncelerini yaymaktadır. Bu çarpışma, harb vâsıtaları ile

olduğu gibi, neşr (yayın) yolu ile de yapılmaktadır. Îmânsızlar, müslüman şekline girerek, din

adamı görünerek, İslâmiyet'i içerden yıkmaya uğraşıyorlar. Bu mânevî yıkıntıyı

durdurabilmek için, Ehl-i sünnet âlimlerinin (Resûlullah efendimiz ve O'nun sohbetinde

yetişmiş kıymetli arkadaşlarının gösterdiği yolda yürüyenlerin), doğru bilgilerini yaymaktan

başka kurtuluş yolu yoktur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

Ma'nevî Bağ:

1. Herhangi bir şekilde, iki şey arasında zihinde kurulan irtibat, ilgi. Buna mânevî râbıta

da denir.

Her şeyden, her mahlûktan (yaratılandan) Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Çünkü her

mahlûkun kendisi ve sıfatları, O'nun kudretinin (kuvvetinin, gücünün) eseridir. Bu eserin

sâhibini bulan uyanık bir kimse, o gizli yolu ve o mânevî bağı görür, anlar. İnsan, her şeyin

bir yapıcısı olduğunu, hiçbir şeyin kendiliğinden meydana gelmediğini düşünerek, âleme ve

içindekilere baktığı zaman, bunların da bir yaratıcısı vardır şeklinde mânevî bir bağ kurarak,

her şeyin yaratıcısının Allahü teâlâ olduğunu kolayca anlar. (Muhammed Ma'sûm)

2. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat, dînine bağlılık gibi mânevî değerler.

Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkânsızdır. Çünkü Türkler, müslüman oldukları

için çok sabırlı ve mukâvemetli (dayanıklı) insanlardır. Îmân sâhibidirler. Türkleri yıkmak

için, evvelâ itâat, söz dinleme duygusunu kırmak ve mânevî râbıtalarını (bağlarını)

parçalamak, dînî metânetlerini (sağlamlıklarını) zayıflatmak îcâb eder. (Patrik Gregoryus)

Ma'nevî Fâide:

Rûha, kalbe ve gönüle âit fâide.

Oruç, insanlara hem maddî, hem de mânevî faydalar sağlar. Bütün bir sene çeşitli

yemekleri eritmek için, yorulan insan mîdesi ve bağırsakları, senede bir ay dinlenerek

sağlığını korumuş olur. Bu, orucun maddî faydasıdır. Mânevî faydası da şudur: Oruç tutan

insan, aç kalmış bir insanın çektiği ızdırâbı, bizzat hissederek, fakir insanlara yardım etmek

ihtiyâcını duyar. Bu da insanların, birbirlerine yardım etmelerine sebeb olur. (Hayri Aytepe)

Ma'nevî Hastalık:

Kalbe gelen yanlış îtikâd (inanç); insanın doğruyu, gerçeği görmesine mâni olan perde;

îtikâdî bozukluk ve düşünce. Dünyâya ve haramlara düşkün olma; kibir ve riyâ gibi kalb

hastalığı.

Allahü teâlânın var ve bir olduğu, Muhammed aleyhisselâmın, O'nun resûlü olduğu ve

hattâ O'nun getirdiği her emrin ve haberlerin doğru olduğu, güneş gibi meydandadır.

Düşünmeğe, isbât etmeye hiç lüzum yoktur. Fakat bunu görmek için müdrike yâni anlayış

hâssası bozuk olmamak ve mânevî hastalığı bulunmamak lâzımdır. Müdrike (anlayıcı)

kuvveti hasta ve bozuk olunca, düşünmek, incelemek lâzım olur. Fakat kalb hastalıktan

kurtulur, gözden mânevî perdeler kalkarsa, bunları açık olarak görür. Meselâ, safrası bozuk

olan kimse, şekerin tadını duymuyor. Şekerin tatlı olduğunu ona anlatmak, isbât etmek lâzım

olur. Fakat, hastalıktan kurtulunca, isbât etmeye lüzûm kalmaz. (Ahmed Fârûkî)

Ma'nevî Huzûr:

Allahü teâlâyı anarak emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmak sûretiyle kalbde meydana

gelen rahatlık.

Kalbler, Allahü teâlâyı zikr ederek, mânevî huzûra kavuşur. (İmâm-ı Gazâlî)

Ma'nevî Kuvvet:

Müdrike (anlayıcı) kuvvetlerinin üçüncüsü olup, insanların havâssına, seçilmişlerine

mahsûs anlayıcı kuvvet.

Müdrike (anlayıcı) kuvvetlerin üçüncüsü mânevî kuvvettir. Mânevî kuvvetle anlaşılan

şeyler, akıl ve his kuvvetleriyle anlaşılamaz. İnsan akıl kuvveti ile anlaşılan şeyleri

hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa anlatamaz. Bunun gibi, mânevî kuvvetle

anlaşılanları, meselâ mârifetullah'ı (Allahü teâlâyı tanımayı, bilmeyi) seçilmiş âlimler, başka

insanlara senelerce söylese, onlar anlayamaz. (Abdülhakîm Arvâsî)

Ma'nevî Mîrâs:

Âlem-i emrdeki (gözle görülmeyen âlemdeki) şeyler yâni îmân, mârifet (tanıma, bilme),

rüşd (doğru yolda olmak) gibi nîmetler (güzellikler, iyilikler).

Âlem-i halktan (gözle görülen âlemden) olup, görünen nîmetlere şükr etmek, mânevî

mîrâsa kavuşmakla olur. Mânevî mîrâsa kavuşmak ise, o yüce Peygamber efendimize tam

uymakla olabilir. Bunun için O'na tâbi olmağa çalışmalıdır. Emirlerine yapışıp, yasaklarından

kaçınmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Ma'nevî Temizlik:

İnsanın iç temizliği, kalb temizliği; kalbini her türlü bozuk inanış ve düşüncelerden fenâ

huylardan arındırmak.

Müslümanlık, maddî ve mânevî temizliktir; vücûd temizliği ve kalb temizliği emreder.

Müslümanlık, dünyâ ve âhiret seâdetini (mutluluğunu) sağlayan tek yoldur. İnsanın kendisine

gelen her hayr (iyilik) ve şer (kötülük) Allahü teâlâdandır. Müslümanlığın emirlerini yapan

bir insan, dünyâda her türlü kötülükten ve her türlü zarardan kendisini korumuş olur. (Hayri

Aytepe)

MÂNİ' (El-Mâni'):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Din ve dünyâya âit zararları

gideren, men' eden.

El-Mâni' ism-i şerîfini söyleyen kimse, kendisine gelecek belâdan korunmuş olur. (Yûsuf

Nebhânî)

MANTIK:

1. Konuşma, düşünce, söz.

Bir adamın mantığı düzgün olursa, diğer amelleri de düzgün olur. Fakat bir kimsenin

mantığı bozuk olursa, diğer amelleri de bozuk olur. (Yahyâ bin Ebî Kesir)

Müslüman mantıklı hareket eder. Çünkü o kendi fikrine göre değil, büyük İslâm

âlimlerinin bildirdiklerine göre hareketlerini ayarlar. (M. Sıddîk Gümüş)

2. Doğru muhâkeme ve doğru düşünmeyi öğreten ilim.

Mantık üzerine yazılan kıymetli kitaplardan biri Îsâgûcî olup, yüzyıllar boyu medreselerde

okutuldu ve üzerine birçok şerhler, açıklamalar yazıldı. (Taşköprüzâde)

MARAZ:

Hastalık.

Taâmın (yemeğin) evvelinde, Besmele-i şerîfeyi söylemeyen kimse için üç zarar vardır:

Şeytan, kendisiyle birlikte taâm yer. Yediği taâm, bedenine maraz olur. Taâmda bereket

olmaz. (Kudûrî)

Maraz-ı Kalbî:

Kalb hastalığı, bozuk îtikâd; kibir, hased (kıskançlık), kin ve riyâ (gösteriş) gibi kalb

hastalıkları. Kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere tutulması.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

Onların kalblerinde maraz vardır. Cenâb-ı Hak (Kur'ân-ı kerîm âyetlerini indirmekle

onların şüphe, kin ve nifak) marazlarını artırmıştır. Yalan söylemeleri sebebiyle onlar için

şiddetli bir azâb vardır. (Bekara sûresi: 10)

Maraz-ı kalbîye tutulmuş olanların hiçbir ibâdet ve tâati faydalı olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

Maraz-ı Mevt:

Ölüm hastalığı, insanı iş görmekten men eden ve başladığı târihten îtibâren en az bir yıl

içinde ölüme götüren hastalık.

Ömer bin Abdülazîz, maraz-ı mevtinde; "Allah'ım, ben o kimseyim ki, bana emirlik

verdin. Ben kusûr ettim. Yanlış işleri yapmaktan beni nehyettin (sakındırdın). Ben ise isyân

ettim" diye üç defâ söyledi ve sonra da; "Lâ ilâhe illallah, ibâdete lâyık olan ancak Allahü

teâlâdır" dedi ve başını göklere çevirip; "Ben öyle kimseleri görüyorum ki, onlar ne insan ne

de cindir" buyurdu ve bir müddet sonra rûhunu teslîm etti. (İbn-ül-Cevzî)

MA'RİFET (Mârifet):

Bilme, tanıma, gönülle bilme. Allahü teâlânın sıfatlarını ve isimlerini hakkıyla bilme,

tanıma. Ma'rifetullah.

Mârifetin hakîkati, Allahü teâlâyı kalb ile sevmek, dil ile anmak, O'ndan başka her şeyden

ümidini kesmektir. (Ahmed bin Hadreveyh)

Ma'rifet sâhibi dünyâya değer vermez; nefse âit düşünceleri kesilir, yok olur. Ma'rifetin

alâmetlerinden biri, ma'rifet sâhibinde Allahü teâlâ tarafından bir heybetin meydana

gelmesidir. Ma'rifeti artanın heybeti de artar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Mârifet, her durumda kulun, Allahü teâlânın verdiği nîmetlere şükretmede, âciz kaldığını,

genç ve kuvvetli zamanlarında zayıf olduğunu bilmesiyle ele geçer. (Ebû Hasan bin Saî)

Ma'rifet ve Allahü teâlâya yakın olma hâli, farzları edâ etmekle ve sünnet-i seniyyeye tâbi

olmakla ele geçer. (Ebü'l-Kâsım Nasrâbâdî)

İnsanın izzeti, îmân ve ma'rifet iledir. Mal ve mevki ile değildir. (Muhammed Ma'sûm)

MA'RİFETULLAH:

Allahü teâlâyı tanıma, bilme. (Bkz. Ma'rifet)

İlimlerden öyleleri vardır ki, onları ancak ma'rifetullaha sâhip olanlar bilirler. Onlar

bu ilimlerden haber verdikleri zaman, ma'rifetullaha sâhib olmayanlardan başkası onları

inkâr etmez. (Hadîs-i şerîf-Sülûk-ül-Ulemâ)

Ma'rifetullah, keşfle, kalb gözünün açık olmasıyle, ilhâm ve kalbe gelen mânevî bilgilerle

hâsıl olur. Hocadan öğrenilmez. İbâdetlerin yapılması ve bütün şerîat (İslâm) bilgileri ise,

üstâddan öğrenmekle elde edilir. İlhâm ile elde edilemez. Şerîat bilgileri, ilhâm ile hâsıl

olsaydı, Allahü teâlânın peygamberler ve kitâblar göndermesine lüzum olmazdı. (Hâdimî)

Bu dünyâda en kıymetli şey ma'rifetullaha kavuşmaktır. (Muhammed Ma'sûm)

Kalbinde hardal tânesi kadar dünyâ sevgisi bulunan kimse ma'rifetullaha kavuşamaz.

(İmâm-ı Rabbânî)

MA'RÛF (Mârûf):

Dînin ve aklın beğendiği şey.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:

İçinizden, insanları hayra çağıracak, ma'rûfu emredecek, kötülükten alıkoyacak bir

topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir. (Âl-i İmrân sûresi: 104)

Mü'minler, ma'rûf olan şeyleri emr eder. (Âl-i İmrân sûresi: 114)

Ma'rûfu ve (o ma'rûfu) yapanı sevin. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin

ederim ki, bereket ve âfiyet onlarla berâberdir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

Zâlim kimselere, söz ile ma'rûfu emretmek, cihâdın en kıymetlisidir. (Muhammed

Hâdimî)

MÂSİVÂ:

Allahü teâlâdan başka her şey. Âlem, tabîat, mahluklar.

Allahü teâlâyı tanıyan, mâsivâdan yüz çevirir. (Ca'fer-i Sâdık)

Akla hayâle gelen, düşünülen, görülen her şey mâsivâdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak

değildir. Dervişlik; gönlü, mâsivâdan çevirmektir. Kalb bir ayna gibidir. Karşısına gelen her

şeyi gösterir. Kalbden mâsivâ silinip atıldığı zaman, kalbde Allah sevgisinden başka hiçbir

şey kalmaz. (Kâdı Muhammed Semerkandî)

Bize ve size her şeyden önce lâzım olan şey, kalbi Allahü teâlâdan başka şeylerin

hepsinden kurtarmaktır. Kalbin bu selâmete erebilmesi için, Hak teâlâdan başka hiçbir şeyin

kalbden geçmemesi lâzımdır. Kalbden hiçbir şeyin geçmemesi için de mâsivâyı unutmak

lâzımdır. Bunları unutmağa fenâ denir. (Bkz. Fenâ) (İmâm-ı Rabbânî)

MA'SİYYET (Mâsiyet):

İtâatsizlik, isyân. Günâh olan işler, Allahü teâlânın beğenmediği şeyler; Allahü teâlânın

emrettiği şeyi yapmamak veya yasak ettiğini yapmak, haramlar. Allahü teâlânın yasak ettiği

şeyler, günahlar.

Ma'siyet, insanı küfre sürükler. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş

ma'siyettir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

İyiler de, kötüler de, iyilik yapar. Fakat yalnız sıddîklar (iyiler), ma'siyetten sakınır.

(İmâm-ı Rabbânî)

Ma'siyet yapınca, hemen tövbe etmelidir. Gizli işlenen günâhın tövbesi gizli, açık işlenen

günâhın tövbesi de açık olur. Tövbeyi geciktirmemelidir. (Ma'sûm-i Fârûkî)

Ma'siyete tövbe etmemek, bu günâhı yapmaktan daha kötüdür. (Ca'fer bin Sinân)

Her izzet ve her nîmet, Allahü teâlâya itâat ve ibâdet etmekten; her kötülük ve sıkıntı da,

ma'siyetten hâsıl olur. Herkese dert ve belâ, günâh yolundan gelir. Râhat ve huzûr da, itâat

yolundan gelmektedir. (Ahmed bin Yahyâ Münîrî)

İnsanın günâhından korkması, tâat; korkmaması ise, ma'siyettir. En büyük günâh, bir

ma'siyetin ma'siyet olduğunu bilmemektir. Bundan daha kötüsü, ma'siyet olan bir şeyi, tâat,

Allahü teâlânın beğendiği şey olarak bilmektir. Onun için dînî bilgileri lâzım olduğu kadar

mutlaka öğrenmelidir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)

MASLAHAT:

Bir işin hayırlı, iyi olmasına vesîle olan şey. Çoğulu, mesâlih'tir. Maslahatın zıddı

mefsedet yâni bozukluktur.

İslâm hukûku, maslahatları nazar-ı îtibâra almış, hükümleri bunların üzerine koymuştur.

Bir maslahatın dînen makbûl olabilmesi için şu şartların bulunması lâzımdır: 1- Bir şeyin

maslahat olduğu kat'î (kesin) olarak bilinmelidir. 2- Umûmî (genel) olmalı, husûsî ve şahsî

menfaatler maslahat olamaz. 3- Maslahatta mefsedet (bozukluk) olan bir şey bulunmamalı

veya mefsedet bulunsa bile maslahat tarafı ağırlıkta olması lâzımdır. 4- Nasslara (âyet-i

kerîme ve hadîs-i şerîflere) ve icma'a aykırı olmamalı. Nasslarda, umûmî veya husûsî sûrette

de olsa, maslahat olduğu anlaşılan şeyle hüküm edilebileceğine dâir bir delâlet, işâret

olmalıdır. (Şâtıbî)

Şarabın haram kılınmasındaki maslahat; aklın, malın, insanın şerefinin korunmasıdır.

Aynı maslahat diğer müskirâtın (sarhoş edici şeylerin) haram kılınmasında da mevcuttur.

(Serahsî)

MA'SÛM:

Suçsuz, günahsız. Günâh işlemekten korunmuş kimse. (Bkz. İsmet)

Peygamberler hakkında bilip inanmamız gereken sıfatlardan birisi de İsmet'tir. Yâni

Peygamberler büyük ve küçük günâhlardan ma'sûmdurlar. Hiç günâh işlemezler. İnsanlardan

ma'sûm olan yalnız peygamberlerdir. (Kutbüddîn-i İznikî)

İnsanlar içinde ruhları en yüksek ve en olgun olanlar peygamberlerdir. Bunlar hatâ

etmekten, şaşırmaktan, gafletten, hıyânet etmekten, taassup ve inattan, nefse uymaktan, garaz,

kin bağlamaktan, ma'sûmdurlar. Peygamberler Allahü teâlânın kendilerine bildirdiği şeyleri

söylerler ve açıklarlar. (Muhammed Bahît-ül-Mutî)

MÂŞÂALLAH:

Beğenilen şeyler görüldüğünde söylenilen; "Bu, Allahü teâlânın dilediği ve ihsân ettiği

şeydir" mânâsına mübârek bir söz.

Nazarı değen kimse, hattâ herkes, beğendiği bir şeyi görünce, mâşâallah demeli, ondan

sonra söylemelidir. Önce mâşâallah denirse nazar değmez. Nazar değmesi haktır. Yâni göz

değmesi doğrudur. Bâzı kimseler bir şeye bakıp, beğendiği zaman gözlerinden çıkan şuâ

zararlı olup, canlı ve cansız her şeyin bozulmasına sebeb oluyor. Bunun misâlleri çoktur. Fen,

belki bir gün bu şuâları ve tesirleri anlıyabilecektir. (Mevlânâ Muhammed Osman)

MÂTEM:

Ölünün arkasından ağlama; yas tutma.

Mâtem tutan kimse, ölmeden tövbe etmezse, kıyâmet günü şiddetli azâb görecektir.

(Hadîs-i şerîf-Müslim)

İnsanı küfre sürükleyen iki şey vardır. Birisi, bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi, ölü

için mâtem tutmaktır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

İslâmiyet'te mâtem tutmak yoktur. Peygamber efendimiz mâtem tutmayı yasak etti. Eğer

mâtem tutmak olsaydı, Resûlullah efendimizin Tâif'de mübârek ayaklarının kana boyandığı

ve Uhud'da mübârek dişinin kırılıp, mübârek yüzünün kanadığı ve vefât ettiği gün mâtem

tutulurdu. Sonra hazret-i Ömer, hazret-i Ali ve hazret-i Hüseyn şehîd edildikleri için mâtem

tutardık. Bunların hepsini çok seviyoruz. Şehîd edildikleri için çok üzülüyoruz. Fakat mâtem

yapmıyoruz. (Abdülhakîm bin Mustafâ)

MATERYALİZM:

Allahü teâlâyı inkâr ve maddeyi her şeyin esâsı kabûl eden görüş, düşünce; toplum

hayâtını ve fertler arasındaki münâsebetleri ve davranışları belirleyen tek faktörün madde

olduğunu savunan felsefe akımı; maddecilik.

Materyalizm, beşerî değer ölçülerini yoketmek için ne mümkünse yapmaktadır. İnsanın

değerini, sahib olduğu madde ile tâyin etmektedir. İslâm'ın; "Yüksek bir izzete, şerefe sâhib

olarak" yaratıldığını haber verdiği insanı, yıkmak peşindedir. Mânevî ve ulvî (yüksek)

değerlerin hor görüldüğü ve gözden düşürüldüğü cemiyetler, madde karşısında daha hırslı

duruma gelmekte, birer dünyâperest kesilen insan yığınları, mânevî ve mukaddes değerlerin

yerine maddeyi, parayı, lüksü, isrâfı, maddî zevk ve eğlenceleri koymaktadırlar. Yâni

materyalizm, insanın idealist karakterini çökertmeye çalıştıkça, ondaki rûhî boşluğu

büyültmektedir. Böylece madde karşısında derin bir mânevî açlık duygusuna itilen kişi ve

kitleler, mâbedlerin yerine batakhânelere ilgi duymaktadır. (S. Ahmed Arvâsî)

İslâm âlimleri, binlerce yazdıkları kitaplarda tabiiyyecilerin, materyalizmi savunanların

sözlerini ve müslüman olmıyanların İslâmiyet'e sokmak istedikleri uydurmaları deliller ve

tartışmalar ile reddederek hepsini susturmuşlar, din düşmanlarının fitne ve fesâd ateşlerini

söndürmüşlerdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MATLÛB:

Kavuşmak istenilen, aranılan şey, maksat. (Bkz. Maksad)

Tâlib (isteyen, arayan), matlûba tam bağlanınca, rehber aradan büsbütün kalkar. Böylece

tâlibi matlûba aracı olmadan kavuşturur. (İmâm-ı Rabbânî)

"Lâ ilâhe illallah" kelimesinin iki makâmı vardır. Birinci bakımdan bâtıl tanrıların ibâdete

hakları yok edilmekte ve hak olan ma'bûdun ibâdete hakkı var olduğu bildirilmektedir. İkinci

bakımdan ise, maksûd olmayan ve matlûb olmayan maksadlara (gâyelere) olan bağlantıları

yok edilmekte ve hakîkî matlûba olan bağlılığın varlığı bildirilmektedir. (Muhammed

Bâkibillah)

Matlûb-ı Hakîkî:

Gerçekte taleb olunacak, kavuşmak istenilecek ve gönül bağlanacak olan Allahü teâlâ.

Hakîkî Matlûb.

Hakîkî matlûbdan başka hiçbir şeye gönül bağlamamalı, faydası olmayan şeylerle

uğraşmamalıdır. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)

MÂTÜRÎDÎ:

1. Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolunda olanların) îmânla ilgili

bilgilerde tâbi olduğu iki imâmından biri. Ebû Mansur-ı Mâtürîdî.

İmâm-ı Mâtüridî'nin kendisinin ve babasının ismi Muhammed'dir. Ebû Mansûr künyesiyle

bilinir. Semerkand'ın Mâturîd kasabasında doğduğu için Mâtürîdî diye meşhûr oldu. Doğum

târihi kesin olarak bilinmemekte olup, 852 (H.238)'de doğduğu tahmin edilmektedir. 944

(H.333)te Semerkand'da vefât etti. (Kefevî Taşköprüzâde)

İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe fıkıh bilgilerini toplayarak kısımlara kollara ayırdığı ve usûller,

metodlar koyduğu gibi, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmın

(Peygamberimizin arkadaşlarının) bildirdiği îtikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce

talebesine bildirdi. Bu talebelerinden İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin yetiştirdiklerinden Ebû

Süleymân Cürcânî ve bunun talebelerinden Ebû Bekr-i Cürcânî meşhûr oldu. Bunun

talebesinden de Ebû Nasr-ı İyâd kelâm ilminde (îmân bilgilerini anlatan ilimde) Ebû Mansûr

Mâtürîdî'yi yetiştirdi. Ebû Mensûr Mâtürîdî, İmâm-ı a'zam'dan gelen îmân bilgilerini kitaplara

yazdı. Yoldan sapmış olanlarla mücâdele ederek, Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirdi, her

tarafa yaydı (Ahmed Zühdü Paşa, Taşköprüzâde, Seyyid Abdülhakîm)

Îtikâdda imâm olan İmâm-ı Eş'arî ve İmâm-ı Mâtürîdî; hocalarının îtikâddaki müşterek

olan mezheblerinden dışarı çıkmamış, mezheb kurmamıştır. Bu ikisinin, hocalarının ve dört

mezheb îmâmının tek bir îtikâdı (îmânı) vardır. Bu da Ehl-i sünnet vel cemâat ismi ile meşhûr

olan îtikâddır. (Taşköprüzâde, Seyyid Abdülhakîm)

Her müslümanın, îtikâdda (îmânla ilgili bilgilerde) Ehl-i sünnetin iki imâmından birine

yâni Mâtürîdî veya Eş'arî'ye tâbi olması lâzımdır. Bu iki imâmdan birine tâbi olmak insanı

bid'at (bozuk) îtikâddan (inanıştan) korur. (Muhammed Hâdimî)

2. Îmân bilgilerinde Ebû Mansûr Mâtürîdî'nin bildirdiği gibi inanan kimse.

MÂ'ÛN SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin yüz yedinci sûresi.

Mâ'ûn sûresi Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Yedi âyet-i kerîmedir. Son âyet-i

kerîmesinde Mâ'ûn kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede, İslâm dînini tekzîb eden

(yalanlayan) ve Allahü teâlânın emirlerine karşı gelerek cimrilikte bulunan kimselerin,

uygunsuz hareketlerinden bahsedilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî)

Allahü teâlâ Mâ'ûn sûresinde meâlen buyuruyor ki:

Dîni (müslümanlığı) yalan sayanı gördün mü? İşte yetimi şiddetle iten, yoksulu

doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte (bu vasıflarla berâber) namaz kılan (münâfık) ların vay

hâline ki, onlar namazlarından gâfildirler. Onlar riyâkârların (inanmış görünenlerin)

kendileridir. Onlar, zekâtı da men'ederler. (Âyet: 1-7)

Kim Mâ'ûn sûresini okursa, eğer zekâtını vermiş ise, Allahü teâlâ onu mağfiret eder.

(Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

MAZLÛM:

Zulme, haksızlığa uğramış kimse.

Üç kimsenin duâsı muhakkak kabûl olur. Mazlûmun, misâfirin ve ana babanın.

(Hadîs-i şerîf-Zevâcir)

Kafir bile olsa, mazlûmun duâsı red olmaz. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)

Mazlûmun bedduâsından korkunuz. Çünkü onunla Allahü teâlânın arasında bir perde

yoktur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)

İyi bir müslüman olarak ölüme hazır ol! Mazlûmların bedduâsından çok sakın ve hiç

kimseye zulmetme! (Muâz bin Cebel)

Aldatmasın seni, diktatörün sarayları, kumaşı,

Saray bahçesini, sular dâim, mazlûmların göz yaşı.

(İmâm-ı Rabbânî)

Alma mazlûmun âhını,

Çıkar âheste âheste.

(Atasözü)

MAZMAZA:

Abdest ve gusül alırken ağzı su ile yıkamak.

Hanefî mezhebinde mazmaza guslün farzlarından ve abdestin sünnetlerindendir. (Halebî)

Mazmaza ve istinşakta (suyu burna çekmek) mübâlağa etmek (dolu dolu yıkamak) guslün

(boy abdestinin) sünnetidir. (Kutbüddîn-i İznikî)

MEÂL:

Tefsîr âlimlerinin yaptıkları tefsirlerin (açıklamaların) ışığı altında, âyet-i kerîmelere

verilen mânâ, açıklama.

Kur'ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat ve î'câzı (kimsenin benzerini söyleyemeyeceği bir vasfı,

özelliği) hâiz (sâhib) bir kitâb yalnız Türkçe'ye değil, hiçbir dile hakkıyle çevrilemez. Kur'ân-ı

kerîmin nazm-ı celîlini, aslındaki i'câz ve belâgatını muhâfaza ederek tercüme etmek

mümkün değildir. Mûteber tefsîr kitablarının ışığı altında verilen mânâlara da tercüme değil,

meâl demek uygundur. (Hasan Hüsnü Erdem)

ME'ÂNÎ İLMİ:

Sözün yerinde kullanılmasından, hâle, duruma göre uğrayacağı değişikliklerden bahseden

ilim. (Bkz. İlm-i Meânî)

MEÂRİC SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin yetmişinci sûresi.

Meâric sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Kırk dört âyet-i kerîmedir. Üçüncü âyet-i

kerîmede geçen el-Meâric kelimesinden dolayı Sûret-ül-Meâric denilmiştir. Meâric, ma'recin

çoğulu olup yükselme dereceleri demektir. Sûrede, kıyâmetin nasıl olacağı ve hâlleri ile

Cehennem azâbı bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî, Râzî)

Allahü teâlâ Meâric sûresinde meâlen buyuruyor ki:

Melekler ve ruh oraya (arş-ı ilâhîye) bir günde varırlar. Bu günün uzunluğu (dünyâ

senesi ile) elli bin senelik yoldur. (Âyet: 4)

Kim Meâric sûresini okursa, Allahü teâlâ ona emânetlerini ve vâdlerini gözetenlerin

sevâbını verir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

MEÂRİF:

Kalb bilgileri. Çokluk şekli ma'rifet'tir. (Bkz. Ma'rifet)

MEBDE-İ TEAYYÜN:

İlâhî kemâllerin, yüksekliklerin ilm-i ilâhîde başlangıcı ve ilk kaynağı.

Allahü teâlâdan gelen feyzler, nîmetler hep mebde-i teayyünden gelir. (İmâm-ı Rabbânî)

Mebde-i teayyün âşık ile ma'şûk arasında berzahtır (yâni köprüdür) (M. Ma'sûm)

MEBDE' VE MEÂD:

Başlangıç ve sonuç, dünyâ ve âhiret; mahlûkların (yaratılmışların) nereden ve nasıl

vücûda geldiği, onları kimin yarattığı, yaratılış hikmetleri, sonunda ne olacakları ve ölümden

sonraki hâlleri.

Kelâm; Allahü teâlânın zât ve sıfatlarından, nübüvvet (Peygamberliğe âit mes'elelerden)

ve mebde' ve meâd bakımından yaratılmışların hâllerinden bahseden ilimdir. Tecrübî ilimler

de mahlûkların hâllerinden bahseder fakat mebde' ve meâd bakımından değil. Sâdece, onların

hissedilebilen, tecrübe ve müşâhede olunabilen (deney ve gözleme) tabiî durumlarını ele alır.

Meselâ ana karnındaki çocuğun nasıl teşekkül edip, meydâna geldiğini ve doğuncaya kadar

geçirdiği safhaları inceler. Fakat onu kimin yarattığı__________ndan, yaratılış hikmetinden, dünyâya

gelip îmânla ölürse Cennet'e, îmânla ölmezse Cehennem'e gireceğinden bahsetmez. Mebde'

ve meâd hâlleri olan bu hususlardan kelâm ilmi bahseder. Kelâm ilmi gibi, felsefe de,

mahlûklardan mebde' ve meâd îtibâriyle bahseder. Ancak, kelâm ilmi, bunda nakli yâni

Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi esas aldığı hâlde, felsefe aklı esas alır. Söylediklerinin dîne

uygun olup olmadığına bakmaz. Bu yüzden, dîne aykırı pekçok fikir ortaya atar. (Abdüllatîf

Harpûtî)

MEBÎ':

Satılan veya satın alınan mal.

Mebî', akd yâni sözleşme yapılınca, müşterinin mülkü olur ise de, teslim alınmadan önce

kullanılması câiz değildir. Bunun için teslim almadan önce tam mülkü değildir. Teslim

almadan zekât hesâbına katılmaz. (İbn-i Nüceym)

Mebî' tâyin (belli) edilince teayyün eder yâni belirtilen malın kendisinin verilmesi, teslim

edilmesi lâzım olur. Benzerini vermek olmaz. (Mevkûfâtî)

MECÂZ: Bir münâsebet, ilgi sebebiyle konulduğu asıl mânâdan başka bir mânâda

kullanılan lafız (söz) veya mânâ.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: "İstersen köye sor." (Yûsuf sûresi: 82) Âyet-i

kerîmede mecâz vardır. Çünkü, bir yer olan "köy" zikredilmesine rağmen, içerisinde yaşayan

insanlar kasdedilmiştir. (Şeyhzâde)

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevvereye hicret ettikleri

zaman O'nu gören Medîneliler; "Üzerimize bedr (dolunay) doğdu" dediler. Burada bedr

kelimesinde mecâz vardır. Çünkü, bedr gökteki yıldızlardan birisi olduğu hâlde, onunla

Peygamber efendimiz kastedilmiştir. (Sekkâkî, Teftâzânî)

Kelâmda asl olan mânây-ı hakîkattır. Mânây-ı hakîki (ilk konulduğu mânâ) kastedilmesi

mümkün olmadığı zaman mecâzî mânâ ele alınır. Evlâd (çocuklar) lafzı, sözü asıl mânâsı

îtibâriyle ahfâd (torunlar) lafzını içerisine almaz. Fakat bir kimse malını evlâdına vakfetse,

ancak evlâdı bulunmasa, bu takdirde, evlâdından ahfâdı kastedilir. (Ali Haydar Efendi)

MECELLE:

Tanzîmât'ın îlânından sonra, Ahmed Cevded Paşa'nın başkanlığında bir komisyon

tarafından hazırlanan; İslâm hukûkunun muâmelâta (alışveriş, şirketler, hibe v.b.) âit

hükümlerinin Hanefî mezhebine göre maddeler hâlinde tertibinden meydana gelen kânunlar

veya bu kânunları içerisine alan mecmûa.

Günlük işlerde dînin emirlerine uygun davranabilmek için her müslümanın Mecelle

kitabının başındaki yüz maddeyi iyi bilmesi ve anlaması lâzımdır. Kitabda bir başlangıç ile on

altı kısım vardır. Hepsi bin sekiz yüz elli bir (1851) maddedir. (M. Sıddîk Gümüş)

Tanınmış hukukçulardan Ali Haydar Bey, Âtıf Bey ve Hâcı Reşîd Paşa (rahmetullahi teâlâ

aleyhim ecmâin) Mecelle'yi ayrı ayrı şerh etmişlerdir. Her biri çeşitli cildler hâlinde

basılmıştır. Bunları okuyan garb bilginleri, İslâm hukûkuna ve ondaki bilgilerin inceliğine ve

çokluğuna hayran kalmaktadır. (M. Sıddîk Gümüş)

Mecelle'nin içerisindeki maddelerden bâzıları şöyledir: 1) Kendi malı sanarak, başkasının

malını telef eden öder. 2) Birinin ayağı kayıp, başkasının malını telef etse öder. 3) Başkasının

elbisesini çekip de yırtan tamam kıymetini öder. Elbiseyi tutup, sâhibi çekmekle yırtılsa,

yarısını öder. 4) Mazlum olanın, başkasına zulm etmeğe hakkı yoktur. 5) Birinin malının telef

olmasına sebeb olan öder. Ahırın kapısını açıp, hayvan kaçarak zâyi olsa öder.

MECÎD (El-Mecîd):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Büyüklüğü, yüceliği ve işlerinin

güzelliği ile tanınan, övülen.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Allahü teâlâ, nîmetler vermesi sebebiyle övülendir, Mecîd'dir. (Hûd sûresi: 73)

Yâ Rabbî! İbrâhim aleyhisselâm ve âlinin (akrabâsının) şerefini ve şânını yükselttiğin

gibi Muhammed aleyhisselâmın, dünyâda nâmını âli (yüce) ve meşhûr, güzel dînini dâim,

ümmetini çok, âhirette sevablarını sonsuz, kendisini, herkese şefâatçi, Cennet'te yüksek ve

nûrlu bir yer olan Vesîle makâmına kavuşturmakla O'nun şânını ve şerefini, derecesini

yükselt. O'nun âlinin (akrabâlarının) ve eshâbının (mübârek arkadaşlarının) derecelerini

yükselt. (Yâ Rabbî!) Sen Hamîd'sin. Yâni her insanda ve her kalbde övülensin, bütün

hamdler yani övgüler sanadır. Sen Mecîd'sin. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-üs-Salât)

Yâ Rabbî! İbrâhim aleyhisselâmın ve âlinin feyz ve bereketini artırdığın gibi,

Muhammed aleyhisselâmın mübârek isminin anılmasını, O'na tâbi olanları (uyanları),

ümmetini (inananları) çoğalt, yolunu dâim eyle. Âlinin ve eshâbının feyz ve bereketini,

iyiliklerini artır. (Yâ Rabbî) Sen Hamîd'sin, Mecîd'sin. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-üs-Salât)

Baras hastası, Eyyâm-ı Biydde kamerî ayın on üç, on dört ve on beşinde oruç tutup iftar

vaktinde de, el-Mecîd ism-i şerîfini söylerse, Allahü teâlâ ondan sebebli veya sebebsiz olarak

bu hastalığı giderir. (Yûsuf Nebhânî)

MECNÛN:

Deli. (Bkz. Cünûn ve Deli)

İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri Nişâpûr'a gelince, Ehl-i sünnetten yirmi binden çok âlim ve

talebe kendisini karşıladı. Dedelerinden gelen bir hadîs-i şerîf okuması için yalvardılar. İmâm

hazretleri, bütün dedelerinin isimlerini sayarak, şu kudsî hadîsi okudu: "Lâ ilâhe illallâh

kal'amdır. Bunu okuyan, kal'ama girmiş olur. Kal'ama giren de, azâbımdan kurtulur."

İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel hazretleri buyurdu ki: "Bu hadîs-i kudsî, râvîlerinin

(bildirenlerin) isimleri ile berâber, mecnûna okunursa aklı başına gelir. Hastaya okunursa şifâ

bulur." (İbn-i Esîr)

Mecnûn olanlar ibâdet için ehil değildirler. (Molla Hüsrev)

ME'CÛC:

Çok eski zamanlarda, bir duvar arkasında bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak

olan Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in soyundan gelecek olan kötü bir millet. Yüzleri yassı,

gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. (Bkz. Ye'cûc ve Me'cûc)

MECÛSİ:

Ateşe tapan.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

O îmân edenler, o yahûdîler, o yıldızlara tapanlar, o hıristiyanlar, o mecûsîler, o

Allah'a ortak koşanlar (var ya), muhakkak ki Allah, kıyâmet günü aralarında hükmünü

verecek, hak ve bâtılı ayıracaktır. Çünkü Allah her şeye şâhid bulunuyor. (Hac sûresi: 17)

Bütün çocuklar müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları sonra

anaları, babaları, hıristiyan, yahûdî ve mecûsî yapar. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u ulûmiddîn)

Mecûsîler, Kisrâ denilen Acem şahlarından Küştüseb zamânında yaşayıp yaşamadığı tam

bilinmeyen Zerdüşt adlı birinin uydurduğu bâtıl bir dîne bağlıdırlar. Mecûsîler ölülerini

gömmezler. Kulelerde saklarlar ve akbabalara yedirirler. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

MECZÛB:

1. Allahü teâlânın sevgisi ile kendinden geçmiş olan.

Evliyâdan bir kısmı öldükten sonra Huzûr-i ilâhîde her şeyi unuturlar. Dünyâdan ve

dünyâda olanlardan haberleri olmaz. Duâları duymazlar. Bir şeye vâsıta, sebeb olmazlar.

Dünyâdaki, diri olan evliyâ arasında da böyle meczûblar bulunur. (Ahmed Saîd-i Dehlevî)

2. Cezbeye tutulmuş, çekilmiş tasavvuf yolcusu.

Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyenlerin, arada vâsıta olmadan maksada kavuşmaları çok

güçtür. Bunlara bütün tasavvuf derecelerini geçmiş olan bir Ehl-i sünnet âliminin yardımı

lâzımdır. Onun sözleri, ölmüş kalbleri diriltmek için devâdır. Bakışları şifâdır. Böyle devletli

bir rehber ele geçmezse, meczûb olan sâlik (tasavvuf yolcusu) de böyle bir nîmettir. Bu da

tâlibleri (tasavvuf yolunda ilerlemek isteyenleri) yetiştirebilir. (İmâm-ı Rabbânî)

MED:

Uzatmak, çekmek, Kur'ânı kerîmde uzatan harflerden (elif, vav, yâ) biriyle kendilerinden

önceki harfleri çekmek.

Kur'ân-ı kerîm okurken yapılan hatâ dört şekilde olabilir. Birinci şekil, i'râbda hatâdır.

Yâni harekelerde ve sükûnda(cezm, şedde de) olabilir. Meselâ şeddeyi hafif okur veya

medleri kısa okur veya bunların aksini yapar. İkincisi, harflerde, üçüncüsü kelimelerde ve

cümlelerde olur. Dördüncü olarak vakf ve vasılda yâni durulacak veya geçilecek yerde olur.

İlk üç şekilde mânâ değişip, küfre sebeb olacak mânâ hâsıl olursa, namaz bozulur.

Dördüncüde mânâ değişse de namaz bozulmaz. (Alâüddîn Haskefî)

MEDENÎ:

1. Topluluk hâlinde yardımlaşarak yaşayan, kibâr, nâzik, terbiyeli, görgülü kimse.

İnsan medenî olarak yaratılmıştır. Hayvanlar medenî yaratılmadı. Şehirde birlikte

yaşamağa mecbûr değildirler. İnsan, nâzik zayıf yaratıldığı için, pişmemiş yemek yiyemez.

Gıdâ elbise ve binânın hazırlanması lâzımdır. Yâni san'atlara ihtiyâcı vardır. Bunun için de

araştırmak, düşünmek, tedkîk etmek (incelemek), tecrübe yapmak (denemek) ve çalışmak

lâzımdır. Fen ve san'at, insanlığa yaratılış îcâbı lâzımdır. (Kınalızâde Ali Efendi)

2. Medîne'de nâzil olan âyet-i kerîmeler ve sûreler.

Kur'ân-ı kerîmdeki sûrelerin seksen yedisi Mekkî (Mekke'de nâzil oldu, indi), yirmi yedisi

Medenî'dir. (Übeyd bin Ka'b)

Kur'ân-ı kerîmdeki hudûd (cezâlar) ve mîrâs paylarını (ferâizi) bildiren sûrelerle, kafirlerle

cihâda izin veren ve cihâd (muhârebe) hükümlerini bildiren ve münâfıklardan bahseden

sûreler Medenî'dir. (Zerkeşî)

MEDENİYYET:

Memleketleri îmâr edip, insanları râhat ve huzûra kavuşturmak.

Medeniyyet; tâmir-i bilâd ve terfih-i ibâddır, yâni beldeleri îmâr etmek, binâlar, fabrikalar

yaparak, memleketleri kalkındırmak ve fenni ve her çeşit gelirleri milletlerin hürriyetleri,

râhat ve huzûr içinde yaşamaları için kullanmak demektir. Bütün insanları rûh, düşünce ve

beden bakımlarından râhat yaşatmaktır. Medeniyet, yalnız ilim ve fen demek değildir. İlim ve

fen, medeniyyet için, ancak bir âlet bir vasıtadır. İlimde, fende çok ileri olan milletlere, fen

vâsıtalarını ne yolda kullandıklarını incelemeden medenî demek büyük gaflettir. Pek yanlıştır.

Fabrikaların, motorlu vâsıtaların, gemi, tayyâre, atom cihazlarının çok olması, gözleri

kamaştıran yeni buluşların artması, medeniyeti ve medenî olduklarını göstermez. Bunları

medeniyet sanmak her silâhlıyı gâzi, mücâhid sanmaya benzer. Mücâhid olmak için en yeni

harp vâsıtalarına mâlik olmak lâzımdır, fakat, bunlara mâlik olan, eşkıyâlık da yapabilir.

Medenî insan ve medeniyyet sâhibi toplum olmak için İslâmiyet; îmân, ibâdet, iş, ahlâk ve

cemiyet hayâtında uyulması gereken her şeyi bildirmiştir. Bunlar; Allahü teâlânın

bildirdikleri, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın

naklettikleri ve İslâm âlimlerinin açıkladıklarıdır. İnsanlığın bunaldığı her şeyin, çözüm ve

çâresi bunların içinde vardır. (İmâm-ı Rabbânî)

MEDH:

Övme, iyi taraflarını anlatma; bir kimse hakkında iyi şeyler söyleme.

Medh olunmağı sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kabâhatlerini, kusurlarını görmez

olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatları işitmez olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Şâyet biriniz diğerini mutlaka medh edecek olursa; "Öyle sanırım ki, o şöyle iyidir,

böyle iyidir..." desin ve bu sözü de medh ettiği adamda, bu sıfatların bulunduğunu

zannederek söylesin. (Hadîs-i şerîf-Riyâz-üs-Sâlihîn)

Kalb hastalıklarından biri de medh ve senâ olunmağı sevmektir. Medh olunmağı

sevmenin sebebi, insanın kendini beğenmesi, yüksek, iyi sanmasıdır. Medh olunmak, böyle

kimseye tatlı gelir. Bunun hakîkî üstünlük, iyilik olmadığını, olsa da geçici olduğunu

düşünmelidir. (Muhammed Hâdimî)

Oğlum! Kaş göz işâretleri ile, hiç kimseyi küçük düşürecek hareketlerde bulunma!

Başkasının yanında kendini veyâ âileni medhetme! (Lokman Hakîm)

Sizde olmayan meziyetlerle sizi medheden kimsenin, bir gün, sizde olmayan kötülüklerle

kötüleyeceğini de unutmayınız. (İmâm-ı Ahmed bin Hanbel)

MEDÎNE-İ MÜNEVVERE:

Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Mekke-i mükerremeden hicret ettikten

sonra, yerleştiği, ilk İslâm devletini kurduğu ve kabr-i şerîfinin bulunduğu şehir. Hicretten

önceki adı Yesrib olup, hicretten sonra Medînet-ür-Resûl (Peygamber şehri) veya Medîne-i

münevvere (nurlu şehir) adıyla anılmıştır.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Onlar (münâfıklar); "Eğer Medîne'ye dönersek, andolsun en şerefli ve kuvvetli

olanımız oradan en hakir ve zaîf olanı muhakkak çıkaracaktır" diyorlardı. Hâlbuki şeref,

kuvvet ve gâlibiyet Allah'ındır, Peygamberinindir, mü'minlerindir. Fakat münâfıklar bunu

bilmezler. (Münâfikûn sûresi: 8)

Sizden biriniz Medîne-i münevverede vefât etmeğe gücü yetiyorsa, orada vefât etsin.

Çünkü ben Medîne-i münevverede vefât edenlere şefâat ederim. (Hadîs-i

şerîf-Mir'ât-ül-Haremeyn)

Medîne-i münevvereye Mesîh Deccâl'in (değil kendisi) kokusu bile giremeyecektir. O

fitne günlerinde Medîne'nin yedi kapısı olacak ve her kapıda muhâfız iki melek

bulunacaktır. (Hadîs-i şerîf-Ahbâru Mekke)

Medîne-i münevvere, Mekke-i mükerremenin batısında ve Kızıldeniz'in doğusunda yer

alan kuzeye doğru meyilli çölün ve güneye doğru uzanan az dalgalı bir ovanın bittiği yerde

kurulmuştur. Çok verimli ve tarıma elverişli topraklarında her çeşit sebze, çeşitli meyveler ile

muz ve hurmanın en iyileri yetişir. Arabistan yarımadasının diğer bölgelerine göre serin bir

iklime sâhibdir. (Eyyûb Sabri Paşa)

Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem Mekke-i mükerremede insanları on üç sene

müddetle İslâm dînine dâvet ettikten sonra Allahü teâlânın emri ile Medîne-i münevvereye

622 senesi Rebî-ul-evvel'in sekizinci Pazartesi günü hicret etti. Burada İslâmiyet'i her tarafa

yaydı. On sene sonra yâni 632 senesi Haziran'ında, Rebî-ul-evvelin on ikinci Pazartesi günü

Medîne-i münevverede vefât etti. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Peygamber efendimizin yaptırdığı Mescid-i Nebî içerisinde yer alan "Kabrim ile

minberim arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir" buyurarak medh ettiği Ravza-i

mütahhera (Cennet bahçesi), Peygamber efendimizin kabr-i şerîfi, Uhûd şehidliği, başta

hazret-i Osman olmak üzere pekçok Sahâbe-i kirâmın (Peygamberimizin arkadaşları)

kabirlerinin bulunduğu Cennet-ül-Bakî' kabristanı gibi mübârek yerler Medîne-i

münevverededir. (Eyyûb Sabri Paşa)

MEDLÛL:

Delîlin (alâmet ve işâretin) delâlet ettiği, gösterdiği şey.

Delîl bulunmayınca, medlûlün de bulunmayacağı söylenemez. Çünkü, Allahü teâlânın

varlığına delîl olan âlem (Allahü teâlâdan başka her şey) yaratılmadan önce, medlûl olan

yaratanın yok olduğu söylenmiş olur ki, bu bâtıldır, hükümsüzdür. Çünkü, Allahü teâlâ, âlem

yaratılmadan önce de vardı. O'nun başlangıcı ve sonu yoktur. Ezelîdir, ebedîdir. O halde delîl

olmadan da medlûl olabilir. Duman olmadığı hâlde ateşin bulunması gibi. (Fahreddîn Râzî)

MEDRESE:

İslâm medeniyetinde üniversite seviyesindeki eğitim ve öğretim müesseseleri.

İnsanlığın bugün sâhib olduğu ilim ve teknik seviyedeki en büyük pay, İslâm

memleketlerinde kurulan medreselerde yetişen müslüman âlimlerindir. (İslâm Târihi

Ansiklopedisi)

Din ilimlerinden başka, hey'et (astronomi), hesab (matematik), hendese (geometri),

hikmet, tıb gibi ilim dallarına da mühim yer veren medreseler; din ve dünyâ ilimlerini,

birlikte yürütürdü. İnsanı dünyânın esiri yapmadan, dünyânın fâtihi ve sâhibi yapmak

maksadıyla, devletin temel taşı olan din ve devlet adamlarını en mükemmel şekilde

yetiştirmeyi sağlardı. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)

İmâm-ı Rabbânî, zamânının fen bilgilerinde en mütehassıs idi. Bir mektûbunda; "Oğlum

Muhammed, bu günlerde Şerh-i mevâkıf kitâbını tamamladı. Yunan felsefecilerinin hatâlarını

anladı" buyuruyor. Bu kitab, İslâm medreselerinin yüksek kısmında son zamanlara kadar

okutulan bir fen kitabıdır. (M. Sıddîk Gümüş)

MEDYÛN:

Borçlu, borçlanmış kimse.

Dâyine (alacaklıya), medyûnun medyûnu hasm olmaz. Yâni bir kimse ölendeki alacağını,

ölene borçlu olandan isteyemez. (Mecelle)

Medyûna zekât verilir. (İbn-i Âbidîn)

MEFHAR-İ MEVCÛDÂT:

Mahlûkâtın (yaratılmışların) övündüğü Muhammed aleyhisselâm.

Mefhar-i mevcûdât efendimizin, güzel huylarından, edeblerinden bâzıları şunlardır:

İnsanların en rahat davrananı, en kahramanı, en adâletlisi, en çok affedeni, en cömerdi idi.

Kendisinden bir şey istendiğinde, "yok" dediği görülmemiştir.

İnsanların en doğru konuşanı idi.

Kendi evinde iken, tek başına kalkar, yiyeceğini alır yerdi. İstediği bir şeyi yemek için

evdekileri zorlamazdı.

Suyu oturarak, üç yudumda ve süzerek içerdi. Ağzını doldura doldura yutmazdı. Bunun

için şöyle buyururdu: "Ciğer hastalığı ağzını doldurup yutmaktan gelir."

(El-Hadâik-ul-Verdiyye, Abdülmecîd Hânî)

Mefhar-i mevcûdât efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurdular: "Peygamberlere

minberler kurulacak üzerine oturacaklar. Benim minberim olacak, ben üzerine

oturmayacağım. Rabbimin huzûrunda ayakta dikileceğim. Bunun üzerine Allahü teâlâ

şöyle buyuracak; "Ümmetine ne yapmamı istiyorsun?" "Yâ Rabbî! Hesâblarını hemen

görüver" diyeceğim. Hemen çağrılıp hesapları görülecek; kimi O'nun rahmetiyle, kimi de

benim şefâatimleCennet'e girecek. Şefâat etmeye öylesine devâm edeceğim ki, elime

isimleri Cehennemliktir diye yazılı bir liste verilecek ve Cehennem hâzini (bekçisi) şöyle

diyecek: "Ey Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)! Ümmetin hakkında Rabbimin

gazabı için, hiçbir şey bırakmadın." (Şifâ-i Şerîf, Menâhil)

Mefhar-i mevcûdât Muhammed-i Mustafâ'ya salevât. (Süleymân Çelebi)

MEFHÛM-I MUHÂLİF:

Lafızda zikredilmeyen mânânın, bizzat zikredilen mânâya, hükümde zıt olan mânâ.

Mefhûm-ı muhâlif; Şâfiîlere göre, hüküm için sahîh, mûteber bir delîl olduğu hâlde,

Hanefîlere göre böyle değildir.

Mefhûm-ı muhâlifi kabûl edenlerin delîllerinden birisi şudur: Peygamber efendimiz

sallallahü aleyhi ve sellem: "Sâimede (yılın ekserisini çayırlarda otlayarak beslenen deve,

koyun gibi hayvanlara) zekât vardır" buyurmuştur. (Hadîs-i şerîfe göre Sâime olmayanlarda

zekât yoktur. Böyle olduğunu Hanefîler dâhil, bütün âlimler kabûl etmiştir. Ancak, İmâm-ı

Mâlik (r.aleyh), sâime olmayan hayvanlar için de zekât lâzım geldiğini söylemiştir. (Serahsî)

MEFHÛM-I MUVÂFIK:

Lafızda (sözde) zikredilmeyen mânânın bizzat zikredilen mânâya hükümde uygunluğu.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Ana-babaya öf bile deme. (İsrâ sûresi: 23)

Âyet-i kerîmede zikredilen ana-babaya öf demek yasaklandığı gibi mefhûm-ı muvâfık ile

onları dövmek ve sövmek de yasaklanmıştır. (Molla Hüsrev)

MEGÂZÎ:

Harp tarihi, gazâlara (savaşlara) dâir bilgiler, menkıbeler, hikâyeler.

Megâzî kitabları, dînin temeline âit kitablardan değildir. İslâm dîninin sağlamlığı megâzî

kitaplarının doğruluğuna bağlı değildir. Bu kitaplarda mübâlağa (abartma) bulunur. Bunlar,

târih kitabı gibidir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

Megâzî sâhasında ilk yazılan kitap Vâkıdî'nin Megâzî'sidir. (Kâtib Çelebi)

MEHÂRİC-İ HURÛF:

Kur'ân-ı kerîm harflerinin herbirinin ağızdan ses olarak çıktığı yer.

Kur'ân-ı kerîmi tecvîd üzere okumasını bilmek farz olup, tecvîdi bilmeyen mehâric-i

hurûfu gözetemez. Harflerin ağzındaki yerlerini gözetemeyen bir kimsenin okuduğu Kur'ân-ı

kerîm ve kıldığı namaz sahîh (doğru) olmaz. (Ebüssü'ûd Efendi)

MEHDÎ:

Kıyâmete yakın geleceği, Peygamber efendimiz tarafından haber verilen ve İslâmiyet'i ve

adâleti yeryüzüne hâkim kılacak olan mübârek zât.

Yeryüzünü küfür kaplamadıkça ve her yerde küfür ve kâfirlik yayılmadıkça hazret-i

Mehdî gelmez. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar)

Mehdî ile müjdelenmiş olun. Mehdî, Kureyş kabîlesinden ve benim Ehl-i beytimden

biridir. O, insanların ihtilâf içinde oldukları ve ictimâî sarsıntılar içinde bulundukları bir

zamanda çıkar. Mehdî, daha önce zulüm ve cevr ve eziyet ile dolu olan dünyâyı adâlet ve

insaf ile doldurur. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar fî Alâmât-il Mehdî)

Mehdî'nin başı hizâsında bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek; "Bu Mehdî'dir.

Sözünü dinleyiniz" diyecektir. (Hadîs-i şerîf-El-Kavl-ül-Muhtasar)

Beklenilen Mehdî, hazret-i Fâtıma'nın soyundan olacaktır. Mekke'de ortaya çıkacaktır. O

zaman müslümanlar halîfesiz olacaktır. O istemediği halde, zor ile halîfe yapılacaktır. Ortaya

çıkacağı zaman, yaşı ve ömrü kesin olarak bildirilmiş değildir. (Ahmed Zeyni Dahlan)

Allahü teâlâ, İslâmiyet'i nasıl Resûlullah efendimizle sallallahü aleyhi ve sellem

başlatmışsa, hazret-i Mehdî ile sona erdirecektir. Sayıları Bedr gazasında bulunan Eshâb-ı

kirâm kadar olan bir grup insan hazret-i Mehdî'ye bî'at edecek (emrine girecek) ve her zâlim

onun karşısında mağlûb olacaktır. Zamânı son derece imrenilecek bir şekilde adâletle

dolacaktır. (İbn-i Hacer-i Mekkî)

MEHR (Mehir):

Erkeğin evlenirken kadına vereceği ve kadının hakkı olan altın, gümüş veya her hangi bir

mal yâhut menfaat.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

Nikâh ettiğiniz kadınların mehirlerini seve seve verin. Şâyet ondan bir kısmını gönül

hoşluğu ile kendileri size bağışlarsa, onu âfiyetle, râhatça yiyin. (Nisâ sûresi: 4)

Mehr vermemek niyyeti ile nikâh yapan kimse, kıyâmet günü hırsızlar arasında haşr

olunacaktır (bulunacaktır). (Hadîs-i şerîf-Riyâdünnâsihîn)

En bereketli kadın, mehri az olandır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

Mehrin en azı on dirhem yâni yedi miskal ağırlığındaki gümüş değerinde olan bir miskal

(beş gram yâni üçte iki lira) altından az olmamalıdır. Mehrin en çoğu ise tahdîd edilmemiştir

(sınır konmamıştır). (B. Mergınânî)

Zevcesinin (hanımının) mehrini vermemek ve insanların dinlerini öğrenmelerine mâni

olmak kul haklarının en büyüğüdür. (Hâdimî)

İslâmiyet'te mehr parası evlenmek için değildir. Evliliğin düzenli, mes'ûd olarak devâm

etmesi, kadının hak ve hürriyetlerinin korunması, din câhili huysuz erkeğin elinde oyuncak

olmaması içindir. Mehr parasını vermek ve çocukların nafaka paralarını her ay ödemek

korkusundan erkek zevcesini boşayamaz.

Mehr-i Misl:

Mehir söylenmeden veya mehir vermemek şartı ile yapılan bir nikahtan sonra, kadının,

baba tarafından akrabâsının kadınlarına bakılarak bunlara verilen mehir kadar verilmesi

kararlaştırılan altın, gümüş, mal veya herhangi bir menfeat.

Mehr-i Muaccel:

Miktarı tesbit edilen (belirlenen) ve nikâh sırasında erkeğin evleneceği kadına peşin

olarak ödemesi gereken altın, gümüş, kâğıt para veya herhangi bir mal yâhut bir menfaat.

Mehr-i muaccelin verilmesi, nikâh yapılınca vâcib olur. (Abdurrahmân Cezîrî)

Zevci (kocası) ölen kadın mehr-i muaccelin bir kısmını almadığını söylerse, bunu

mîrâstan alır. (İbn-i Âbidîn)

Mehr-i muaccel, çehiz masrafı olarak düğünden önce verilir. (Feyzullah Efendi)

Nikâh yapılırken, muaccel ve müeccel mehrlerin miktarları tesbit edilir. Bir kağıda yazılıp

dâmâd ve mevcûd (bulunan) iki şâhid imzâlayıp zevceye (hanıma) teslim edilir. (Abdullah

Mûsulî)

Mehr-i Müeccel:

Miktarı nikah yapılırken tesbit edilip, ödenmesi daha sonraya bırakılan yâni erkeğin

evleneceği kadına sonra ödeyeceği altın, gümüş, kâğıt para veya herhangi bir mal yâhut bir

menfeat.

Mehr-i müeccel, nikâh yapılırken belli edilirse de, verilmesi üç şeyden biri meydana

gelince, yâni vaty (hanıma yakın olma hâli) halvet (başbaşa bir odada yalnız kalmaları) ve

ikisinden birinin vefâtı ile ödemesi vâcib olur. Zevce (hanım) ölünce, zevc (koca) mehr-i

müecceli vârislerine (yakınlarına) verir. Zevc (koca) ölünce, mîrâsından (geriye kalan

malından) zevcesine (hanımına) verilir. (Abdurrahmân Cezîrî)

Zevc (koca) zevcesine (hanımına) olan mehr-i müeccel borcunu ayırmalı, öldükten sonra

zevcesine verilmesi için vasiyet etmelidir. Vasiyet etmedi ise ölünce mîrâs taksim edilmeden

(paylaşılmadan) önce mehrin hepsinin mîrâstan zevcesine hemen ödenmesi lâzımdır.

Zevcesini boşayınca, mehrini ödemeyen kimse, dünyâda hapis, âhirette azâb olunur.

(Muhammed Hâdimî)

Mehr-i muaccel veya mehr-i müeccel nikahta bildirilmedi ise, kadına mehr-i misl

verilmesi vâcib olur. (Abdurrahmân Cezîrî)

MEJDEK:

Mîlâdî dördüncü asırda İran'da komünizmi ilk kuran şahıs.

Komünistliği mîlâdî dördüncü asırda ilk çıkaran Mejdek adında bir İranlıdır. Mecûsî idi.

Peygamber olduğunu söylerdi. Ona göre; ateşe tapılacaktır. Her şey herkesin malıdır.

Zevceleri (kadınları) değiştirmek helâldir. Herkesin malları ve yaşayışları eşittir. Şahsî

tasarruf yoktur. Bütün insanlar eşit ve her şeyde ortaktırlar. Biribirinin zevcesini (hanımını)

isterse ona vermesi lâzımdır. Zenginler mallarını fakirlere vermelidir. (Ahmed Âsım Efendi)

Mejdek'in kurduğu bozuk yol, tembellerin, serserilerin ve kadına düşkün olan aşağı

kimselerin işine geldiğinden çabuk yayıldı. Acem (İran) Şahı Kubâd Şâh da zevkine düşkün

biri idi. Bu da Mejdek'in fikirlerini kabûl etti. Kubâd Şâh'ın oğlu Nû'şirevân idâreyi ele alınca

Mejdek'i seksen bin adamı ile birlikte kılıçtan geçirterek komünizm belâsını ortadan kaldırdı.

(Hüseyin bin Halef)

MEKÎL:

Kile ve ölçek ile yâni hacim ile ölçülen mal.

Buğday, arpa, hurma ve tuz dâimâ mekîldir. Tartı ile kullanılmaları mekîl olmalarını

değiştirmez. Müsâvî (eşit) olmaları lâzım olduğu zaman hacimlerinin müsâvî olması lâzım

olur. (İbn-i Âbidîn)

MEKKE-İ MÜKERREME:

Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i muazzamanın bulunduğu, Peygamber efendimizin

sallallahü aleyhi ve sellem doğduğu mübârek şehir.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

O (Allahü teâlâ) sizi Mekke'nin batnında (hudûdu içinde), onlara (kâfirlere) karşı

muzaffer kıldıktan sonra onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekti. Allahü

tealâ ne yaparsanız hakkıyla görendir. (Feth sûresi: 24)

Şüphesiz âlemler için bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev

(mâbed) Mekke'deki (Kâbe)dir. (Âl-i İmrân sûresi: 96)

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hicret esnâsında Mekke-i mükerremeden

ayrılırken Kusvâ adlı devesini harem-i şerîfe doğru döndürüp mahzûn bir halde "(Ey Mekke!)

Vallahi sen Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlı, Rabbim katında en sevgili

olanısın. Senden çıkarılmamış olsaydım, çıkmazdım. Bana senden daha güzel, daha sevgili

yurt yoktur. Kavmim beni senden çıkarmamış olsaydı çıkmaz, senden başka bir yerde yurt

yuva kurmazdım" dedi. (Hadîs-i şerîf-Halebî, Abdülhak-ı Dehlevî)

Mekke-i mükerreme Arabistan Yarımadasının batısında, Kızıldeniz'in doğusunda 21°-30°

kuzey enlem, 20°-40° doğu boylamları arasında yer alır. Karataşlı sıradağlar arasında uzun ve

kavisli bir vâdide yer almıştır. Şehrin uzunluğu üç, genişliği bir kilometredir. Etrafı taşlık

olup, zirâate (tarıma) elverişli arâzisi yoktur. Şehrin ortasında Mescid-ül-Haram denilen

büyük câmi ve Kâbe-i muazzama vardır. Mekke-i mükerremenin târihi, İbrâhim ve oğlu

İsmâil (aleyhisselâm) zamânına kadar uzanır. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)

Yeryüzünün en kıymetli yeri kabr-i seâdet (Peygamber efendimizin kabr-i şerîfi), bundan

sonra Kabe-i muazzama ve bunun etrâfındaki Mescid-i Haram denilen câmidir. Bundan sonra

Medîne'deki Mescid-i Nebevî (Peygamberimizin mescidi) içindeki Ravda-i mukaddese

denilen meydandır. Daha sonra Mekke-i mükerreme şehridir. Görülüyor ki; Ravda-i

mütahhera (temiz Cennet bahçesi) Mekke'den daha üstündür demek doğrudur. (İmâm-ı

Rabbânî)

Yeryüzünde bir tâne Kâbe vardır. O da Mekke-i mükerreme şehrindedir. Mü'minler hac

etmek için Mekke-i mükerreme şehrine gider ve orada Allahü teâlânın emr ettiği şeyleri

yaparak hacı olurlar. (Eyyûb Sabri Paşa)

MEKKÎ:

Peygamber efendimizin Mekke-i mükerremeden, Medîne-i münevvereye hicretinden (göç

etmesinden) önce nâzil olan (inen) âyet-i kerîmeler. Âyet-i kerîmelerin Mekkî olmalarında

âlimlerin arasında meşhûr olan görüş budur. Bu hususta başka görüşler de vardır.

Mekkî ve Medenî (Medîne-i münevvereye nisbet edilen, yâni hicretten sonra nâzil olan)

âyet-i kerîmelerin kendilerine mahsus husûsiyetleri vardır. Mekkî âyet-i kerîmeler,

umûmiyetle; Allahü teâlâya, meleklerine, kitablarına, peygamberlere (aleyhimüsselâm) âhiret

gününe (öldükten sonraki hayâta) îmân gibi İslâmiyet'in esâsı, temeli olan hususlar, ferdin ve

milletin terbiyesi, şirkin (Allahü teâlâya eş, ortak koşmanın) putlara tapmanın bozukluğu,

yanlışlığı, delillerle açıklanması v.s. gibi hususlardan bahseder. Mekkî âyet-i kerîmeler

kısadırlar. Medenî âyet-i kerîmelerde ise, îmânla ilgili konuların yanında daha çok

İslâmiyet'in yaşanması, ibâdetler, insanların birbirleri ile muâmeleleri, âile ve cemiyet

içindeki durum ve vazîfeleri gibi hususlar bildirilir. (Zerkeşî)

Mekkî sûreler:

İçerisindeki âyet-i kerîmelerin çoğunun Mekkî (hicretten önce inmiş) yâhut, baş kısmı

Mekkî âyet-i kerîmeler olan sûreler.

Mushafların (Kur'ân-ı kerîmlerin) bir çoğunda, sûrelere başlık olarak yapılan dikdörtgen

içinde şu bilgiler görülür: Bu sûre Mekkî'dir. Şu âyet-i kerîmeler müstesnâ. Onlar Medenîdir

veya bu sûre Medenîdir. Şu âyet-i kerîmeler müstesnâ. Onlar, Mekkîdir. (Zerkeşî)

MEKR:

1. Bir kimseye, hiç beklemediği, ummadığı yerden hîle yapmak, tuzak kurmak sûretiyle

zarar vermeye çalışmak.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

(Habîbim) onları______________n (kâfirlerin) seni tekzîbine (yalanlamalarına) ve senden yüz

çevirmelerine mahzûn olma, üzülme. Onların sana yaptıkları mekrden dolayı, gönlün

daralmasın. (Çünkü, Allah seni, onların mekrinden muhâfaza eder, korur, onlara karşı sana

yardım eder.) (Neml sûresi: 70)

2. İstidrâc yâni Allahü teâlânın bir kimseye bir müddete kadar devamlı olarak hakkında

hayırlı olmayan nîmetler verip, onun da bunu Allahü teâlânın bir lütfu ve ihsânı, tuttuğu

yolun kendisi için iyi olduğunu zannederek aldandığı, gururlandığı, gaflette bulunduğu,

taşkınlık yaptığı ve günahlara daha da daldığı bir sırada, Allahü teâlânın onu âniden azâbı ile

yakalayıvermesi.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Allahü teâlânın mekrinden emîn mi oldular. Hüsrâna uğrayanlardan (küfr yâni

îmânsızlık ve günâhlar ile, ibret almamak ve tefekkürü terk etmek sûretiyle zararda

olanlardan) başkası Allahü teâlânın mekrinden emîn olmaz. (A'râf sûresi: 99)

İnsanın, işine göre, ömür ve rızkı değişir. İyiler kötü, kötüler iyi olarak değiştirilebilir.

Böylece birine, ölümüne yakın iyi işler yaptırıp, son nefeste îmân ile gönderir. Başkasına kötü

amel işletip, îmânsız gönderir. Bunun için, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem her zaman;

"Allahümme yâ mukallibelkulûb, sebbit kalbî alâ dînik" duâsını okurdu (ki, Ey Büyük

Allah'ım! Kalbleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dîninde sâbit

kıl, yâni dîninden döndürme, ayırma! demektir). Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân bunu

işitince: "Yâ Resûlallah! (sallallahü aleyhi ve sellem) Sen de, dönmekten korkuyor musun?"

dediklerinde: "Allahü teâlânın mekrinden beni kim te'mîn eder? (bana kim garanti, güven

verebilir?)" buyurdu. Çünkü, hadîs-i kudsîde: "İnsanların kalbi Rahmân'ın kudretindedir.

Kalbleri, dilediği gibi çevirir" buyrulmuştur. Yâni, Celâl ve Cemâl sıfatları ile kötüye ve

iyiye çevirir. (İbn-i Kemâl Paşa)

Şükrünü yerine getirmediği halde kendisine çok dünyâlık, mal, mülk v.s. verilen ve

bunların kendisi için Allahü teâlânın mekri olduğunu bilmeyen kimsenin aklında bozukluk

vardır. (Hazret-i Ali)

Allahü teâlâdan yüz çeviren birçok kimsenin dünyâ nimetleri içinde yaşadığı görülüp,

mahrûm kalmadıkları zan olunuyor ise de, bunlara dünyâ için çalışmalarının karşılığını

vermektedir. Yalnız dünyâ için çalışanlara verdiği dünyâlıklar, hakîkatte azâb ve felâket

tohumlarıdır. Allahü teâlânın mekridir. Nitekim, Mü'minûn sûresi, elli beş ve elli altıncı

âyetinde meâlen; "Kafirler, mal ve çok evlâd gibi dünyâlıkları verdiğimiz için, kendilerine

iyilik mi ediyoruz, yardım mı ediyoruz sanıyor. Peygamberime (sallallahü aleyhi ve sellem)

inanmadıkları ve dîn-i İslâmı beğenmedikleri için, onlara mükâfât mı ediyoruz, diyorlar.

Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların nîmet olmayıp, musîbet olduğunu

anlamıyorlar" buyruldu. Kalblerini Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen dünyalıklar, hep

harâblıktır, felâkettir. Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir. (Senâullah Dehlevî)

3. Allahü teâlânın, mekr yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, kötülüklerini,

kurdukları tuzakları bozması, mekrlerine karşılık onları cezâlandırması. Buna mekr-i ilâhî de

denir.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

(Yâ Muhammed aleyhisselâm!) Hani bir zaman kâfirler seni habsetmeleri yâhut

öldürmeleri, yâhut seni Mekke'den çıkarmaları için mekr yapıyorlardı. Onlar mekr

yaptılarsa da Allahü teâlâ onların mekrlerini kendi üzerlerine çevirdi (mekr-i ilâhîsi ile

muâmele etti. Onları Bedr'e getirdi. Müslümanları gözlerine az gösterdi. Onlar da

müslümanlara hücûm ettiler. Fakat mağlûb oldular, yenildiler, hezîmete uğrayıp,

öldürüldüler). (Enfâl sûresi: 30)

Allahü teâlânın mekri insanların mekrinden başkadır. Çünkü onların mekrinde başkasına

kötülük ve zarar vermek esastır. Mekr-i ilâhî böyle değildir. Allahü teâlânın mekri, mekr

yapanların mekrini bozmak, mekrlerine karşı onları cezâlandırmak sûretiyle umûma hayır ve

iyilik olduğu gibi, onlara hadlerini ve mekr yapmanın fenâlığını bildirmek ve bâzılarının

tövbelerine sebeb olmak bakımından da mekr yapanların bizzat kendileri için de hayr ve

hikmettir. Allahü teâlâ mekr yapanların mekrine, onların beklemedikleri, ummadıkları bir

şekilde mukâbele ettiği, karşılık verdiği, bozduğu, gaflet hâlinde iken onları ansızın

yakaladığı için, Allahü teâlânın bu fiiline mekr denmiştir. Yoksa Allahü teâlâya doğrudan

mekr isnâd edilemez, mâkir (mekir yapan) denilemez. İnsanların mekri ile lafız (söz)

bakımından bir benzerlik vardır. Esasta insanlarınkinden başkadır. (Râzî, Senâullah Dehlevî)

Mekr-i İlâhî:

Allahü teâlânın mekr (hîle) yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, kötülüklerini,

kurdukları tuzaklarını bozması, mekrlerine karşılık onları cezâlandırması.

MEKRÛH:

Hoş görülmeyen, beğenilmeyen şey. Peygamber efendimizin beğenmediği ve ibâdetin

sevâbını gideren şeyler. Yasak olduğu haram gibi kesin olmamakla berâber, Kur'ân-ı kerîmde,

şüpheli delil ile, yâni açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin (Peygamber efendimizin

arkadaşlarının) bildirmesi ile anlaşılmış olan yasaklar.

Mekrûh olduğu bildirilen yasak işleri özürsüz yapmak günahtır. (Seyyid Abdülhakîm)

Küçük ve büyük abdesti sıkıştırırken ve yel zorlarken namaza durmak mekruhtur. Namaz

arasında zorlarsa, namazı bozmalıdır. Bozmaz ise günâha girer. Cemâati kaçırsa bile, bozması

iyi olur. Kerâhetle kılmaktan ise, cemâat sünnetini kaçırmak evlâdır. Namaz vaktini veya

cenâze namazını kaçırmamak için mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)

MEKTÛBÂT:

Din büyüklerinin yakınlarına ve sevdiklerine gönderdiği, nasihat mektublarından meydana

gelen kitap.

Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretleri Mektûbât kitâbında buyuruyor ki: "Bu kısa ömrde,

en mühim işleri yapınız. Geceleri ibâdet yapmağı ve seher vakitlerinde ağlamağı büyük nîmet

biliniz. Karanlık geceleri, Allahü teâlâyı hatırlamak ile aydınlatınız. Ticârette doğru ve

güvenilir olunuz. Fâizden, dîne uygun olmayan alış verişlerden sakınınız."

Gel kardeşim dinle benden hoş sözü

Söylüyorum sana, esrârı özü.

Ahmed-i Serhendî bunu şerh eyledi

Gör de Mektûbât'ı bak neyledi.

İlm-i nâfi cümle Mektûbâttadır

Her ne varsa mahzende hepsi andadır.

O kitabdır seâdet hazînesi,

Onda tevhîd madde mânâ bilgisi.

(M. Sıddîk Gümüş)

Mektûbât-ı Rabbânî:

Büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî hazretlerinin îmân, îtikâd ve tasavvuf

bilgilerini öğreten mektublarından meydana gelen pek kıymetli kitab.

Allahü teâlânın kitabından ve Resûlullah'ın hadîslerinden sonra İslâm kitablarının en

üstünü, en fâidelisi, Mektûbât(-ı Rabbânî)dır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MELÂHİME:

Geçmiş ve gelecek devirlere âit haberler, târihî bilgiler ve bunları anlatan kitablar. Harb

târihi.

Melâhime kitabları dînin temeline âit kitablardan değildir. Böyle kitablarda mübâlağa

bulunur. İslâm dîninin sağlamlığı melâhime kitablarının doğruluğuna bağlı değildir. Bu

kitablar târih gibidir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MELÂİKE:

Allahü teâlânın nûrdan yarattığı latîf, mâsum ve günah işlemeyen kulları. Melekler. (Bkz.

Melek)

MELÂMÎ:

Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için çalışan, bu yolda farzları yapıp, haramlardan

sakınan, şöhretten kaçındıkları için nâfile ve sünnetleri gizli yapan kimse. Nefislerini

kınadıkları için melâmî adı ile anılmışlardır.

Melâmîler sıdk (doğruluk) ve ihlâsı (yaptıklarını yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapma

hâlini) kazanmağa çalışır. İbâdetlerini, yaptığı iyilikleri gizler, sünnetleri ve nâfile ibâdetleri

çok yaparlar. Bu ibâdetlerin görünmesinden korkarlar. (Molla Câmî)

Melâmîlerin doğru yolda olanlarına kalender denir. Melâmîlerin yalancı taklidcileri,

zındıklardan, dinsizlerden bir kısımdır ki, her türlü günâhı işlerler. Kalblerimiz temizdir, her

işi Allah rızâsı için yapıyoruz derler. Riyâdan, gösterişten kurtulup, hâlis Allah adamı olmak

için günâh işliyoruz, derler. Allahü teâlânın ibâdete ihtiyâcı yoktur. Kulların günâh işlemesi

O'na zarar vermez. Asıl günâh mahlûkları incitmek, can yakmaktır. İbâdet de insanlara iyilik,

ihsân etmektir derler. Bunlar zındık, dinsizlerdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Çeşitli kıymetli isimler altında saklanan dinsizler, az değildir. Meselâ melâmî ismi

böyledir. Hiç ibâdet yapmayan, her çeşit günâhı, kötülüğü işleyen, İslâmiyet'e uymayan

sapıklar, kendilerine melâmî dediler. Hâlbuki melâmîler, beş vakit namaz gibi farzları câmide

kılarlar, haramlardan kaçınıp, nâfile ve sünnetleri evlerinde gizli kılar ve şöhretten sakınırlar.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MELE-İ A'LÂ:

En yüksek topluluk, meleklerden veya onların büyüklerinden meydana gelen cemâat,

topluluk. Melekler âlemi.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Biz size yakın olan göğü yıldızların ziyâsı ile süsledik. Onu itâattan çıkan her

şeytandan koruduk. Ki onlar mele-i a'lâ-yı dinleyemezler. (Sâffat sûresi: 6-9)

Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği kimseler, sâlihler, dünyâda iken iyi işler yapmış

olanlar, vefât ettikten sonra ruhları mele-i a'lâ arasına katılır. Mele-i a'lânın işi, Rablerine

yönelmiş olarak devamlı O'nu anmaktır. (Şâh Veliyyullah Dehlevî)

Mele-i a'lâ, Allah ile kulları arasında elçilik vazîfelerini görürler, insanların kalblerine

hayır, iyi şeyleri ilhâm ederler, onlar da herhangi bir sebeble hayır düşüncelerinin uyanmasına

vesîle olurlar. Allahü teâlânın dilediği yerlerde toplanırlar. (Şâh Veliyyullah Dehlevî)

MELEK:

Allahü teâlânın nûrdan yarattığı gözle görülmeyen mâsum (kötülüklerden korunmuş)

varlıklar. Çokluk şekli, melâike'dir.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Melekler Allah'ın sözünün önüne geçmezler. Hep O'nun emri ile hareket ederler.

(Enbiyâ sûresi: 27)

O'nun (Allahü teâlânın) katındaki melekler, kendisine ibâdet etmekten ne kibirlenirler

ne de yorulurlar. Gece gündüz hep Allahü teâlâyı tesbîh ederler, usanmazlar. (Enbiyâ

sûresi: 19,20)

Bir kimse bir mü'minin ihtiyâcını karşılamak için yürüse, Allahü teâlâ yetmiş bin

meleği ona sâyebân eder. Eğer sabah vakti ise akşama kadar, akşam vakti ise sabaha

kadar ona rahmet ile duâ ederler. Allahü teâlâ her bir ayağını kaldırdıkta onun bir

günâhını affeder ve bir derece yükseltir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Hibbân)

Melekler, nûrdan, cinler, dumanı olmayan hâlis bir ateşten yaratıldı. (Hadîs-i

şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)

Melekten gelen ilhâm İslâmiyete uygun olur. Şeytandan gelen vesvese İslâmiyetten

ayrılmaya sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emirlerine isyân etmezler.

Emr olunduklarını yaparlar. Evlenmezler, doğurmazlar, çoğalmazlar. Allahü teâlânın azameti,

celâli ve büyüklüğünden korkudadırlar. Kendilerine verilen emirleri yapmaktan başka işleri

yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

Melekler nûrânî cisimlerdir. Muhtelif şekillere girebilirler. Melek ile cin yaratılış

bakımından birbirine yakındır. Melekler, muhteremdir, kıymetlidir. Cin hakirdir,

kıymetsizdir. Melekte nûr (ışık) kısmı, cinde ise alev maddesi fazladır. Elbette nûr, zulmetten

efdâldir, daha kıymetlidir. Meleklerin, cinnîlere yakınlığı, insanın hayvana yakınlığı gibidir.

(Seyyid Abdülhakîm Efendi)

Sayısı en çok mahlûk, meleklerdir. Bunların sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse

bilmez. Göklerde, meleklerin ibâdet etmedikleri boş bir yer yoktur. Göklerin her yeri, rükûda

veya secdede olan meleklerle doludur. Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldızlarda, canlılarda,

cansızlarda, yağmur damlalarında, ağaçların yapraklarında, her molekülde, her atomda, her

reaksiyonda, her harekette, her şeyde meleklerin vazîfeleri vardır. Her yerde Allahü teâlânın

emirlerini yaparlar. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Melek-ül-Mevt:

Ölüm meleği, Azrâil aleyhisselâm. (Bkz. Azrâil Aleyhisselâm)

Allahü teâlâ Kur'ân-kerîmde meâlen buyurdu ki:

(Ey Resûlüm onlara) de ki: Sizin canınızı almaya vekil kılınan Melek-ül-mevt canınızı

alacak; sonra döndürülüp Rabbinize götürüleceksiniz. (Secde sûresi: 11)

Melek-ül-mevt, rûhunu almağa geldiği zaman, tövbe edinceye kadar izin iste! O meleği

kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tövbe et! O da, bu saattir. Zîrâ,

Melek-ül-mevt, âni gelir. (İbrâhim bin Edhem)

Yavrucuğum! Tövbeni tehir etme! Zîrâ melek-ül-mevt âni gelir. (Lokman Hakîm)

Melek-ül-Mukarreb:

Huzûru ilâhide bulunan melekler.

... Kıyâmet, Cumâ günü kopar. Melek-ül-mukarreb, yer ve gökler, o günün dehşetinden

korkarak feryâd ederler. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed ibni Hanbel)

MELEKE:

Yerleşmiş huy, alışkanlık, tabiat.

Din bilgisini öğreniniz. Geliş-gidişlerinizde, oturup kalkmalarınızda, kısaca her vakit

kalbinizi Allahü teâlâyı anmak ve hatırlamakla meşgul ediniz. Böylece dâimâ Allahü teâlâyı

hatırlama melekesi hâsıl olur. (Ebü'l-Hayr Fârûkî)

Dünyâda ve âhirette seâdete kavuşmak, rahat etmek isteyen kimse bütün uzuvlarının

günâh işlemesine mâni olmalıdır. Günâh işlememek kalbinde meleke hâlini almalıdır. Bunu

başarabilen kimseye müttekî veya sâlih denir. (Hâdimî)

MELEKÛT ÂLEMİ:

Gözle görülmeyen âlem, ruh ve mânâ âlemi. Buna yalnız Melekût da denir. (Bkz. Âlem)

Eğer şeytanlar, âdem-oğlunun (insanoğlunun) kalblerinde dolaşmasaydı; onlar melekût

âlemine bakarlardı. (Hadîs-i şerîf-Ahmed bin Hanbel)

Mîdesini dolduran kimse, melekût âlemine yükselemez. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

Kadir gecesi, melekût âleminin esrârından (sırlarından) bâzı sırların keşf olduğu gecedir.

Allahü teâlânın; "Muhakkak O'nu (Kur'ân-ı kerîmi) kadr gecesinde indirdik" buyurmaktan

murâdı da budur. (İmâm-ı Gazâlî)

İlmin kaynağı ve hidâyetin (doğru yolun) ışığı olunuz. Evinizde oturun, gece ibâdetle

evinizi nûrlandırın. Gönüllerinizden mâsivâyı (Allahü teâlâdan başka her şeyi) çıkarın, fazla

süslenmeyin, iki eski elbise yeter. Böyle yapmakla, mülk (madde)âleminden saklanır

(gizlenir), melekût âleminde bilinmiş (tanınmış) olursunuz. (Abdullah ibni Mes'ûd)

MELİK (El-Melik):

1.Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Zâtında, sıfatlarında, hiçbir

şeye muhtaç olmayan, her şey varlığında ve varlıkta kalmasında O'na muhtaç olan, her şeyin

sâhibi, yaratıcısı.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

O Allahü teâlâ hak ma'bûd'dur. O'nun ortağı yoktur. O melik'tir, mülkü hiç yok

olmaz... (Haşr sûresi: 23)

Her gün öğle vakti kim el-Melik ism-i şerîfini yüz kere söylerse, kalbi temizlenir ve

üzüntüsü gider. (Yûsuf Nebhânî)

2. Pâdişâh, hükümdar.

Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Habeşistan meliki Necâşi'ye

gönderdiği dâvet mektubunun bir kısmı şöyledir:

"Bismillâhirrahmânirrahim!

Allahü teâlânın resûlü Muhammed (aleyhisselâm)den Habeş meliki Necâşî

Eshame'ye!..

Ey melik! Ben seni, eşi ortağı olmayan Allahü teâlâya îmâna, O'na ibâdet etmeye, ve

bana tâbi olmaya, Allahü teâlânın bana gönderdiklerine inanmaya dâvet ediyorum. Çünkü

ben; Allahü teâlânın bunları tebliğ etmeye me'mûr resûlüyüm. Şimdi ben sana lâzım olan

tebligâtı yapmış, dünyâ ve âhiret seâdetini sağlayacak nasihatı etmiş bulunuyorum.

Nasihatımı kabûl ediniz. Hidâyete eren, doğru yola kavuşanlara selâm olsun. (Kastalânî,

İbn-i Hişâm)

Melik-i Adûd:

Hükûmeti, idâreyi kuvvet zoru ile ele geçiren kimse, sultan. Buna halîfe-i câire de denir.

Biz bu işe peygamberlikle ve Allah'ın rahmeti ile başladık. Bundan sonra hilâfet ve

rahmet olur. Ondan sonra, melik-i adûd olur. Ondan sonra da, ümmetimde zulm, işkence

ve fesâd olur. İpekli giymek, içki içmek ve zinâ helâl yapılır ve yardımcıları çok olur.

Kıyâmete kadar böyle gider. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)

Hazret-i Muâviye'nin melik (sultan, devlet başkanı) olacağına hadîs-i şerîfle de işâret

vardır. Bunun için hazret-i Muâviye, hazret-i Hasen hilâfeti (halîfeliği) kendisine teslim

ettikten ve Eshâb-ı kirâm oy verdikten sonra, halîfe-i âdil olmuştur. Bu büyük sahâbiye

melik-i adûd demek ve bu kelimeye zâlim gibi ağır mânâlar vermek büyük iftirâdır. Hele

melik-i adûdu azgın kral diye tercüme etmek ise, büyük bir hatâ ve yanlıştır. (Şâh Veliyyullah

Dehlevî)

MEL'ÛN:

Lânetlenmiş, tard olunmuş, kovulmuş. (Bkz. La'net)

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: Ey mel'ûn! Âdem'e niçin secde

etmedin? (buyurunca) İblis dedi ki: Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten onu ise

topraktan yarattın. (A'râf sûresi: 12)

Dünyâ (Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhirete zarar veren şeyler) mel'ûndur. Dünyâda,

Allahü teâlâ için olanlardan başka her şey mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)

Dünyâlık (haram ve mekrûh) olan şeyler mel'ûndur. Allah için olan şeyler, Allahü

teâlânın râzı olduğu şeyler, mel'ûn değildir. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)

Ahlâkını, hareketlerini, sözlerini ve şeklini kadınlara benzeten kimseye muhannes denir.

Böyle yapanlar mel'ûndur. Bunlar için hadîs-i şerîfte; "Kendilerini kadınlara benzeten

erkeklere ve erkeklere benzeten kadınlara Allahü teâlâ la'net etsin." buyruldu. (Abdülhak-ı

Dehlevî)

MEMLÛK:

Hür olmayan insan. İslâm hukûkunda harbde esir alınıp, İslâm memleketine getirilen

kimse, köle. (Bkz. Köle)

MEMNÛ':

Yasak. Dînen yasak edilmiş.

Almak memnû' olan şeyi vermek dahi memnû' olur. Meselâ rüşvet almak, alan hakkında

memnû' olduğu gibi, vermek dahi veren hakkında memnû'dur. (Mecelle: 34)

İşlenmesi memnû' olan şeyin istenmesi dahi memnû' olur. Yâni bir şeyin işlenmesi yasak

ise, o şeyin yapılmasını başkasından istemek ve yapılmasına vâsıta ve âlet olmak dahi

memnû'dur. Meselâ, bir kimsenin başkasına eziyet ve mal veya canına zarar vermesi ve rüşvet

alması ve yalan yere şâhitlik yapması memnû' işlerden olduğu gibi, bunları başkasına

yaptırması veya teşvik etmesi ve zorlaması da memnû'dur. (Mecelle: 35)

Zarûretler, memnû' olan şeyleri mubâh kılar. Mâni zâil, yok oldukta memnû' avdet eder

(geri gelir). Meselâ bir kimsenin avret mahalline (yerine) bakmak memnû' ise de, yara ve

başka hastalık hâlinde zarûret hâli sebebiyle hekim (doktor) ve cerrâh ebe gibi kimselerin

bakması mubâh olur. (Mecelle: 21)

MEN VE SELVÂ:

Mûsâ aleyhisselâmın duâsı ile Allahü teâlânın İsrâiloğullarına gökten yağdırdığı kudret

helvası (men) ve bıldırcın eti (selvâ).

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Biz Tîh sahrâsında sizin üzerinize bulutla gölge yaptık. Size men ve selvâ gönderdik ve

dedik ki:Size rızık olarak verdiğimiz bu helâl, güzel şeylerden yiyin (fakat sonrası için

biriktirmeyin dedik. Biriktirdikleri ise kurtlandı, yiyemediler. Böyle yaparak itâatsizlikte

bulunmakla) onlar bize zarar vermediler, bize zulmetmediler. Bilâkis kendi nefislerine

zulmettiler. (Bekara sûresi: 57)

İsrâiloğulları Tîh sahrâsına düştüklerinde yiyecek istediler. Mûsâ aleyhisselâmın duâsı

bereketiyle Allahü teâlâ onlara men indirdi. Men'in ne olduğu husûsunda değişik rivâyetler

vardır. Demişlerdir ki: "Allahü teâlâ bu men'den her gece yapraklar üzerine her kişi için

yetecek miktârda yağdırdı. Bunu yiyen İsrâiloğulları; "Ey Mûsâ! Tatlı yemekten usandık.

Allahü teâlâya duâ et de bize yiyecek et versin" dediler. Mûsâ aleyhisselâm duâ etti. Allahü

teâlâ onlara selvâ indirdi. Her kişi men ve selvâdan bir gece ve bir gün yiyeceği kadar alırdı.

İsrâiloğulları bu nîmetin de kıymetini bilmediler. Men ve selvâdan bıktık; bakla, soğan, gibi

şeyler isteriz dediler. Nîmete şükretmediler. Men ve selvâyı da depo edip biriktirmeye

başladılar. Fakat bunlar kurtlanıp bozuldu, yiyemediler. (Sa'lebî, Kisâî, Nişancızâde)

MENÂKIB:

Menkıbeler. Velîlerin, Allahü teâlânın sevgili kullarının güzel iş, hareket, söz ve

kerâmetlerini konu edinen hikâye ve hâtıralar, bu hususta yazılmış kitapları. Menkabenin

çokluk şeklidir. (Bkz. Menkıbe)

Menâkıb, Allahü teâlânın ordularından bir ordudur. Allahü teâlâ onunla tasavvuf

yolcularının (müridlerin) kalblerini kuvvetlendirir. Bu sözümüzün delîli; "Biz sana

peygamberlerin kıssalarını anlatıyoruz, bununla kalbini tesbit ve takviye ediyoruz"

meâlindeki Hûd sûresi 20. âyet-i kerîmesidir. (Cüneyd-i Bağdâdî)

Evliyânın menâkıbını dinlemek, onlara olan muhabbeti, sevgiyi artırır; Eshâb-ı kirâmın

(Peygamber efendimizin arkadaşlarının) menkıbeleri îmânı kuvvetlendirir. (Seyyid

Sıbgatullah)

MENÂSİK:

Nüsükler. Hacda belli yerlerde ve belli zamanlarda yapılan belli ibâdetler, vazifeler.

Nüsük kelimesinin çoğuludur. (Bkz. Nüsük)

Haccın menâsikini benim yaptığım gibi yapın. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

Tavâf (Kâbe etrâfında yedi kere dönmek) ve sa'y (Safâ ve Merve arasında gelip gitmek)

hac ve ömrenin menâsikindendir. (M.Zihni Efendi, A.Haskefî)

Menâsik-i Hac:

Haccın nüsükleri.

Âdem aleyhisselâm menâsik-i haccı yaptığında, melekler gelerek kendisini tebrik etti ve

haccın mebrûr (kabûl) olsun; biz burayı senden iki bin sene evvel ziyâret ettik dediler.

(İmâm-ı Gazâlî)

MENDÛB:

Yapılması hâlinde sevâb, yapılmazsa günâh olmayan şeyler. Edeb ve müstehab da denir.

Namaz vakti girmeden önce abdest almak mendûbdur. (İbrâhim Halebî)

Abdest alıp namaz kıldıktan sonra bu abdest bozulmadan tekrar abdest almak mendûbdur.

(Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

Mendûbları yapmak sevâb olur, yapmamak, suç değildir. Sevâbından mahrûm kalınır.

(Alâüddîn Haskefî)

MENFEAT:

Fayda, çıkar.

Bir malı, bir evi kirâya vermek; menfeatini belli bir karşılıkla satmak demektir. (Abdullah

Mûsulî)

Her menfeat getiren borç ribâ (fâiz)'dir. (İbn-i Âbidîn)

Bir kimse ibâdetlerini dünyâ menfeati düşünmeden yaparsa, ihlâsla amel edenlerden olur.

(Hâdimî)

Bir kimse dünyâ menfeati için sana yaklaşırsa, ondan uzak dur. Menfeatini düşünen

kimseyi kendin için tehlikeli kabûl et. (Ebüssü'ûd el-Bâzinî)

MENHÎ:

Nehyedilen, yasaklanan şey.

Abdest alırken bâzı menhîler vardır. Bunları yapmak haram veya mekrûhtur. Sağ el ile

sümkürmek, kıbleye ve mushafa karşı ayak uzatmak mekrûhtur. Mushaf yüksekte ise, mekrûh

olmaz. Tahâretlenmek için birinin yanında avret (ayıb) mahallini açmak haramdır. (Halebî)

Dîn-i İslâm'ın temeli, îmânı, farzları ve haramları öğrenmek ve öğretmektir. Ayrıca

dînimizce bildirilen bâzı menhîler vardır ki, bütün müslümanların bunları iyi öğrenmesi

lâzımdır. (Yûsuf Sinânüddîn)

MENÎ:

Yerinden şehvetli (lezzetli) veya şehvetsiz olarak kopup, ayrılıp, erkekten koyu beyaz,

kadından akıcı sarı olarak gelen sıvı.

Erkek olsun kadın olsun menî şehvetle çıkınca veya ihtilâm ile yâni rüyâda şehvetlenip

uyandığı zaman menî veya mezy akmış olduğunu gören kimse, cünüp olur yâni gusül (boy)

abdesti alması lâzım gelir. (İbn-i Âbidîn)

Dayak yemek, ağır bir şey kaldırmak veya bir yerden düşmek gibi sebeplerle (şehvetsiz)

menî çıkınca, Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde gusül abdesti almak lâzım olmaz. Şâfiî

mezhebinde ise, lâzım olur. Şâfiî mezhebini taklid eden Hanefî'nin, buna da dikkat etmesi

lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

Hanefî mezhebinde menî, mezy ve idrârdan sonra çıkan vedî ismindeki beyaz, bulanık,

koyu sıvı, kaba necâsettir. (İbn-i Âbidîn)

MENKIBE (Menkabe):

Bir zâtın güzel iş, söz ve hallerini, hayâtını konu edinen hikâye ve hâtıralar. Çoğulu

menâkıbdır. (Bkz. Menâkıb)

Ebû Bekr'in radıyallahü anh bir menkıbesinde şöyle anlatılır: Hazret-i Ebû Bekr bir

defâsında şüpheli bir şey yemişti. Bunu anlayınca, hemen zorla istifrâ edip (kusup), mîdesini

boşalttı ve sonra şöyle duâ etti: "Allah'ım! Bilmeden yaptım. Çıkarabildiğim kadarını

çıkardım. Beni bundan ve damarlarımda kalanlardan hesâba, sorguya çekme" diye yalvardı.

(A. Şa'rânî)

Osman radıyallahü anh hakkında bir menkıbe de şöyledir: Bir gün hazret-i Osman,

kölesinin kulağını biraz şiddetli çekmişti. Sonra bu yaptığına pişmân oldu. Kölesine; "Ben

senin kulağını nasıl çekmişsem, sen de benim kulağımı öyle çek" buyurdu. Kölenin

edebinden yapmak istemediğini görünce ısrâr etti. Aynısını yaptırıp, onunla helâllaştı. (Yûsuf

Nebhânî)

Hazret-i Ebû Bekr'in menkıbeleri, tevâzuu ve cömertliği dillerde destan olmuştur. 142

hadîs-i şerîf bildirmiştir. Kur'ân-ı kerîmi toplayarak İslâmiyete en büyük hizmeti yapmıştır.

Ensâb ilminde çok ileri olup eşi yok idi. (M. Sıddîk Gümüş)

MENKÛL:

1.Nakledilebilen, taşınabilen.

Menkûl malların kabz edilmeden önce satılması câiz değildir. (Mecelle)

Vakıf veya mîrî yer üzerindeki ağaçlar ve binâlar menkûl kabûl edilir. (Mecelle)

2.Başkasından bildirilen, ulaşan haber, söz. (Bkz. Nakil)

MENNÂN (El-Mennân):

"Çok ihsân eden" mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden).

MENSÛH:

Hükmü yürürlükten kaldırılmış. Sonraki hükümle değiştirilmiş dînî hüküm. (Bkz. Nesh)

Dört mezheb imâmının ve bunların yetiştirdiği büyük âlimlerin bir hadîs-i şerîfi

görmemelerine imkân ve ihtimâl yoktur. Onlardan hiçbirinin bir hadîs-i şerîfe uymaması bu

hadîsin mensûh veya tevili, îzâhı olduğuna icmâ hâsıl olur. (Senâullah Dehlevî)

Mezheb imâmının bildirdiği bir meseleye muhâlif bir hadîs-i şerîf görülürse, bunu mezheb

imâmı veya talebesi olan müctehidler görmüş olup, mesûh olduğu veya delîli noksan olup,

sıhhati (doğruluğu) sâbit olmadığı bilinmeli. Bu meselenin başka sahîh hadîsten alınmış

olduğu düşünülmelidir. (Dâvûd bin Süleyman)

Ehl-i sünnet âlimleri, Kur'ân-ı kerîmdeki muhkem (hüküm bildiren), müteşâbih (mânâsı

kapalı), nâsih (hükmü kaldıran) ve mensûh âyet-i kerîmeleri ayırmışlardır. Mukallid olanların

bu hususta müctehid imâmlara tâbi olmaları lâzımdır. (İbn-i Hümâm)

MERDÛD:

1. Reddedilen, kabûl edilmeyen.

Bir kimse, dinde olmıyan bir şey, bir yenilik meydana çıkarırsa, bu şey merdûddur.

(Hadîs-i şerîf-Hadîka)

Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Teberrî

etmedikçe, tevellî olmaz; yâni düşmandan uzaklaşmadıkça, dosta dostluk olmaz. Düşmanlık,

düşmanlara yapılmalıdır. Dostlara düşmanlık merdûddur. (İmâm-ı Rabbânî)

"Peygamber efendimizi rüyâda gördüm. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk da yanında idi.

Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Yâ Ebâ Bekr! Ahmed'in (İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin)

makbûlü (Kabûl ettikleri, beğendikleri) benim makbûlümdür ve Allahü teâlânın makbûlüdür.

Ahmed'in merdûdünü ben ve Allahü teâlâ sevmeyiz." (Ahmed Fârûkî)

İnsanoğlu son nefeste rûhunu teslim edeceği zaman, susayarak ve yüreği yanıp tutuşarak

dört yanına bakar. İnsan bu hâldeyken, şeytan fırsat bulup, îmânını almak için, başının ucuna

gelir. O merdûd, elinde bir kadeh tutar. İçinde buzlu su, hastanın başının ucunda o kadehi

çalkalar ve; "(Hâşâ) Âlemlerin yaratıcısı yoktur dersen, bu suyu sana veririm" der. (İmâm-ı

Gazâlî)

2. Allahü teâlânın huzûrundan kovulmuş, reddedilmiş mânâsına, şeytan.

MERFÛ' HADÎS:

Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişmiş mübârek arkadaşlarının);

"Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu" diyerek haber verdikleri hadîs-i şerîf. Buna, hadîs-i

mevsûl de denir. (Bkz. Hadîs)

MERHABA:

1."Hoş geldiniz" mânâsına iltifât tâbiri.

Fakîrler, bir adamı Resûlullah efendimize gönderdiler. Adam; "Ben, fakirlerin sana

gönderdikleri bir elçiyim (görevliyim)" deyince; Peygamber efendimiz; "Sana ve seni

gönderenlere merhabâ, onlar benim sevdiğim kimselerdir" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İhyâu

Ulûmiddîn)

Buhârî ve Müslim'in rivâyet ettiği (naklettiği, bildirdiği) mîrâc (Peygamberimizin göklere

çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gece) ile ilgili hadîs-i şerîfte, Resûl aleyhisselâm,

mîrâc yolculuğunda yedi semâ (gök) katında da; "Merhabâ" diyerek karşılanmıştır.

(Abdülhak-ı Dehlevî)

Kelime-i şehâdet getirmenin (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden

abdühû ve resûlüh demenin) yüz otuz kadar faydası vardır. Bunlardan ölürken olan

faydasından birisi de; Merhabâ ey mü'min! Sen cennetliksin" denmesidir. (M. Ali Nâsıf)

Merhabâ ey uşşâka sâkî merhabâ

Merhabâ ey âli sultân merhabâ

Merhabâ ey derde dermân merhabâ

Merhabâ ey şefî'-i rûz-i cezâ

Merhabâ sen rahmetenli'l-âlemîn.

(Süleymân Çelebi)

2."Râhat oturun" mânâsına bir iltifat tâbiri.

MERHALE:

Menzil, konak. İki konak arası. Bir kimsenin bir günde yürüdüğü yol.

Merhale otuz dört kilometre ve beş yüz altmış beş metredir. Bir kimsenin bir günde

yürüdüğü yoldur. Akşama kadar hep yürümesi şart değildir. Kısa günde sabah namazından,

öğleye kadar yürümesi kâfidir. (İbn-i Âbidîn)

MERHAMET:

Şefkat, acıma, bağışlama.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

... Allahü teâlâ kullarına çok merhamet edicidir. (Bekara sûresi: 207)

... Allahü teâlâ sonsuz mağfiret ve nihâyetsiz merhamet sâhibidir. (Zümer sûresi: 53)

Birbirlerine merhamet edenlere Allahü teâlâ merhamet eder. O, merhamet edicidir.

Yeryüzündekilere merhamet ediniz ki, gökte olanlar da size merhamet etsin. (Hadîs-i

şerîf-Mişkât)

Allahü teâlâ merhameti yüz parçaya ayırdı. Doksan dokuzunu kendi katında alıkoydu.

Yeryüzüne birtek parça indirdi. Bu bir parça yüzünden mahlûkât (yaratıklar) birbirine

merhamet ederler. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)

Şeytan; "Allahü teâlâ rahîmdir, affeder" diyerek insanı günâh işlemeğe sürükler. Hâlbuki

kıyâmet günü düşmanlara merhamet olunmayacaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

Ey oğlum! Merhamet eden merhamet bulur. Sükût eden selâmete erer. Hayır söyleyen kâr

eder, kazanır. Kötü konuşan, günâhkâr olur. Diline hâkim olmayan pişman olur. (Lokman

Hakîm)

Gençlikte Allahü teâlânın kahrından, azâbından korkmak, titremek lâzımdır. İhtiyarlıkta

affına, merhametine sığınmalıdır. (Ahmed Fârûkî)

MERTEBE:

Derece, makam.

Mukarreb olan büyükler nefislerine köle olmaktan kurtulmuşlardır. Allahü teâlâ için hâlis

kul olmuşlardır. Bu mertebe mukarreblerin en üstün derecesidir. (İmâm-ı Rabbânî)

Vilâyet yâni evliyâlık mertebelerinin sonu, en yükseği Abdiyyet makâmıdır. Vilâyet

derecelerinde, Abdiyyet makâmının üstünde hiçbir derece yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

Mertebe-i Vehm:

Var olmadığı halde, var görünen.

Bir ipin ucuna bir taş bağlayıp, öteki ucundan tutup, ipi elimiz etrâfında çevirirsek, dönen

taş, karşıdan dâire şeklinde görünür. Dönen taş, nokta-i cevâledir (dönen noktadır). Görünen

dâire de vehmîdir, hayâlîdir. Aslında dâire yoktur. Yalnız bir görünüştür. İşte Allahü teâlâ

bütün mahlûkları mertebe-i vehmde yaratmıştır. Fakat görünüşlerini devâm ettirmektedir.

Âlem mevhumdur sözünün mânâsı budur. (İmâm-ı Rabbânî)

Hâriçte mevcûd olan yalnız Allahü teâlâdır. Mehlûkların hepsi mertebe-i vehmde olup,

O'nun kudretinin görünüşleridir. (İmâm-ı Rabbânî)

Hak teâlâ eşyâyı his ve mertebe-i vehmde yaratmıştır. Onları varlıkta durdurmaktadır.

Ebedî işleri ve sonsuz azâb ve nîmetleri bunlara bağlı kılmıştır. (İmâm-ı Rabbânî)

MERVE:

Kâbe-i muazzamanın yakınında bulunan ve hacda, aralarında sa'y denilen ibâdetin

yapıldığı iki tepeden biri. (Bkz. Safâ ve Merve)

Son yapılan asfalt caddelere göre, Mina ile Mekke arası dört buçuk, Mina ile Müzdelife

arası 3.3 ve Müzdelife ile Arafat arası 5.4 kilometre, Safâ ile Merve arası üç yüz otuz metre,

Safâ tepesindeki kemer ile Kâbe arası yetmiş metre oldu. (M. Sıddîk Gümüş)

MERYEM SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin on dokuzuncu sûresi.

Meryem sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Doksan sekiz âyet-i kerîmedir.

Hazret-i Meryem ve onun Îsâ aleyhisselâmı dünyâya getirmesi anlatıldığından, sûre bu ismi

almıştır. Sûrede; Îsâ aleyhisselâmın, hazret-i Meryem'den babasız olarak dünyâya gelmesi

kıssası, Mûsâ, İsmâil, İdrîs peygamberlerin aleyhimüsselâm medhi ve bunlardan sonra gelen

bâzı kavimlerin kötülükleri, inkârcıların kıyâmet günü uğrayacakları azâb bildirilmektedir.

(İbn-i Abbâs, Senâullah Dehlevî, Muhammed bin Hamza)

Allahü teâlâ Meryem sûresinde meâlen buyuruyor ki:

(Mü'minler) orada (Cennet'te) boş söz işitmezler, ancak (meleklerden veya birbirlerinden)

selâm işitirler. Orada, sabah-akşam rızıkları da (ayaklarına) gelecektir. (Âyet: 62)

MESÂNÎD:

Meşhûr ve çok kıymetli hadîs kitablarından; İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in "Müsned'i",

Ebû Ya'lâ'nın "Müsned'i", Abdullah Dârimî'nin "Müsned'i" ve Ahmed Bezzâr'ın

"Müsned'i"nin hepsine birden verilen isim. (Bkz. Müsned)

MESBÛK:

Cemâatle namaz kılınırken imâma birinci rek'atte yetişemeyen yâni ilk rek'atin rükûundan

sonra imâma uyan kimse.

İmâm iki tarafa selâm verdikten sonra, mesbûk ayağa kalkarak yetişemediği rek'atleri kazâ

eder (kılar) ve kırâatleri (okumayı) birinci, sonra ikinci, sonra üçüncü rek'at kılıyormuş gibi

okur. Oturmağı ise, dördüncü, üçüncü ve ikinci rek'at sırası ile yâni sondan başlamış olarak

yapar. (Halebî)

MESCİD:

Müslümanların ibâdet yaptıkları yer.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

De ki: "Rabbim adâleti emr buyurdu. Her mescidde yüzünüzü kıble tarafına çevirin ve

dinde samîmi olarak O'na ibâdet edin. İlkin sizi nasıl O yarattı ise, yine O'na döneceksiniz.

(A'râf sûresi: 29)

Ey âdemoğulları! Her mescid huzûrunda namaz kılacağınız zaman zînetinizi (avretinizi

örten elbisenizi) giyiniz. Yiyin-için, ama isrâf etmeyin. Çünkü Allahü teâlâ isrâf edenleri

sevmez. (A'râf sûresi: 31)

Mescidleri yol yapmayınız! Mescidlere zikr ve salât (namaz) için giriniz. (Hadîs-i

şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)

Her kim Allahü teâlânın rızâsını umarak küçük veya büyük bir mescid yaparsa, Allahü

teâlâ da ona Cennet'te köşk yapar. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

Arz kıtalarının efdali (kıymetlisi) mescidlerdir. Câmi ehlinin de en efdali, ilk girip son

çıkandır. İlk cemâate gelen, ilk müslüman olan gibidir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

Mescidler yeryüzünde Allahü teâlânın evleridir. Mescidde namaz kılanlar, Allahü teâlânın

misâfirleridir. (Hazret-i Ömer-ül-Fârûk)

Mescide giren münâfıklar, kafesteki serçe kuşlarına benzer. Kafesin kapısı açılır açılmaz

uçarlar, kaçarlar. (İmâm-ı Mâlik)

Mescidde oturan kimse, Allahü teâlânın huzûrunda demektir. (Hazret-i Ömer-ül-Fârûk)

Ne mutlu evlerini mescid yapanlar. Mescidler, takvâ sâhiplerinin (haramlardan ve

günâhlardan sakınanların) evleridir. (Ka'b-ül-Ahbâr)

Mescid-i Aksâ:

Kudüs'te Süleymân aleyhisselâm tarafından yaptırılan mescid. Beyt-i Mukaddes (Makdis).

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

(Her türlü noksanlıktan) münezzeh bulunan (Allah), kulunu (Muhammed sallallahü

aleyhi ve sellemi) geceleyin (Mekke'deki) Mescid-i Harâm'dan alıp, kendisine âyetlerimizi

gösterelim diye; etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götürdü. Muhakkak O

Semî'dir (işitendir) ve Basîrdir (görendir). (İsrâ sûresi: 1)

Resûlullah efendimiz yatağında iken uyandırılıp, mübârek bedeni ile Mekke şehrinden

Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya ve oradan göklere ve yedinci gökten sonra Allahü teâlânın

dilediği yerlere götürüldü. Mîrâca böyle inanmak lâzımdır. (M. Hâlid-i Bağdâdî)

Resûlullah efendimiz Mîrâc gecesi, Mescid-i Aksâ'da peygamberlere imam olup, yatsı

yâhut sabah namazını kıldırdı. (M. Hâlid-i Bağdâdî)

1099 yılında haçlı ordusu Kudüs'e girdi.Şehirdeki halkın hepsini kılınçtan geçirdi.

Mescid-i Aksâ'ya sığınmış olan yetmiş binden ziyâde müslüman öldürdü. Bunlar içinde

âlimler, zâhidler, eli silah tutmaz ihtiyarlar çoktu. (Ahmed Cevdet Paşa)

Mescid-i Dırâr:

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz zamânında münâfıkların (inanmadıkları

hâlde, müslüman görünenlerin) fitne, fesâd yuvası ve silah deposu olarak Kubâ'da

yaptırdıkları mescid.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:

Bir de şunlar var ki, küfür için, mü'minlerin arasına tefrika (ayrılık) sokmak için ve

bundan evvel Allah ve Resûlü ile harb edeni (râhip Ebû Amr'ın gelmesini) beklemek ve

gözetmek için Mescid-i Dırârı yaptılar. Bununla berâber, hüsn-i niyetten başka bir

murâdımız yoktu diye yemîn de ederler. Fakat Allah şâhid ki, bunlar şeksiz şüphesiz

yalancıdırlar. (Tevbe sûresi: 107)

Mescid-i Harâm:

Ka'be-i muazzamanın etrâfında üstü açık olan câmi.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

(Namazda) yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Bu emir Rabbinden gelen bir

gerçektir. Allah sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir. (Bekara sûresi: 149)

Mescid-i Harâm'da namaz kılmanın fazîleti, benim bu mescidimde (Mescid-i Nebî) yüz

namaz kılmaktan daha fazîletlidir. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)

Kâbe ve etrâfındaki Mescid-i Harâm, müslümanların namazda kıblesidir. Buraya

dönmeleri farzdır. Yeryüzünde ilk mescid, Ka'be etrâfındaki Mescid-i Harâmdır. Her tavâftan

sonra Mescid-i Harâm içinde iki rek'at namaz kılmak sünnettir. (Eyyûb Sabri Azrakî, İbn-i

Âbidîn)

Hazret-i Ömer zamânından önce Mescid-i Harâmın duvarları yıkıktı. Ka'be'nin etrâfında

bir meydancık ve sonra evler vardı. Halîfe Ömer, Ka'be etrâfına bir metreye yakın yükseklikte

duvar çevirerek Mescid-i Harâm meydana geldi. Sonra da muhtelif zamanlarda yenilendi.

Bugünkü şekli on yedinci Osmanlı Pâdişâhı Dördüncü Sultan Murâd Han tarafından

yapılmıştır. (Eyyûb Sabri)

Mescid-i Harâm, Arabistan'daki Mekke-i mükerreme şehrinde olup, etrâfında üç sıra

kubbe vardır. Kubbeleri beş yüz adettir. Kubbelerinin altında 462 direk vardır. Mescid-i

Harâm dikdörtgen gibi olup, kuzey duvarı 164, güneyi 146, doğu duvarı 106, batısı 124 metre

uzunluğundadır. Mescid-i Harâmın 19 kapısı olup, doğu duvarında dört, batıda üç, kuzeyde

beş, güneyde yedidir. Yedi minâresi vardır. (M. Sıddîk Gümüş)

Mescid-i Hîf:

Yetmiş peygamberin namaz kıldığı bildirilen Minâ'daki mescid.

Mescid-i Hîf'te yetmiş peygamber namaz kıldı. Onlardan birisi Mûsâ aleyhisselâmdır,

sanki ben onu katvani iki aba giymiş gibi deve üzerinde ihramlı görür gibiyim. (Hadîs-i

şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

Eğer Mekkeli olsaydım, her Cumartesi Minâ'ya gidip, Mescid-i Hîf'te namaz kılardım.

(Ebû Hüreyre)

Mescid-i Kıbleteyn:

Peygamber efendimiz Medîne-i münevverede öğle veya ikindi namazında iken kıblenin

Kudüs'ten Kâbe'ye döndürülmesi emrinin geldiği mescid.

Mescid-i Kubâ:

Resûlullah efendimizin Mekke'den Medîne'ye hicret ederken Kubâ köyünde yaptıkları

mescid.

Câmilerin efdali (en üstünü)Kâbe-i muazzama, sonra bunun etrâfındaki Mescid-i Harâm,

sonra Medîne-i münevveredeki Mescid-i Nebî, sonra Kudüs'teki Mescid-i Aksâ ve sonra

Medîne-i münevvere şehri yanındaki Mescid-i Kubâ'dır. (Alâlüddîn Haskefî)

Mescid-i Nebî:

Peygamber efendimizin, hicretten sonra Eshâb-ı kirâm (mübârek arkadaşları) ile birlikte

Medîne-i münevverede inşâ ettiği mescid, câmi. Mescid-i Resûl, Mescid-i Saâdet ve Mescid-i

Şerîf de denilmektedir.

Yalnız üç mescide ziyâret için gidilir. Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebî, Mescid-i Aksâ.

(Hadîs-i şerîf-Minhat-ül-Vehbiye, Şevâhid-ül-Hak)

Sultan Abdülmecîd Han, Mescid-i Nebî'nin eski şeklini, İstanbul'da Hırka-i Şerîf

Câmiinde bulundurmak için emir buyurmuş, bunun için, 1267 senesinde, mühendis mektebi

hocalarından binbaşı ressam Hacı İzzet Efendi Medîne'ye gönderilmiştir. İzzet Efendi, her

yeri ölçerek elli üç defâ küçültülmüş bir modelini yapıp İstanbul'a gönderdi. Sultan

Abdülmecîd Han'ın yaptırdığı Hırka-i Şerîf Câmiine kondu. (Eyyûb Sabri Paşa)

Medîne'de yaşayanların, kuraklık olduğu zaman yağmur duâsı için Mescid-i Nebî'de

toplanmaları daha iyi olur. Çünkü orada Resûlullah efendimizden başka bir şey vâsıtasıyla

Allahü teâlâdan bir şey istenmez ve bir şeye kavuşulmaz. Resûlullah efendimizin de,

Mescid-i Nebî içinde yağmur duâsı yapmış olduğu Buhârî'de ve Müslim'de yazılıdır. Duâ

edilen yer, ne kadar şerefli ise, rahmet yağması o kadar çok olur. (Hasen Şernblâlî)

Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem âşıklarının temiz kalblerinden çıkan sözler,

edebe, saygıya uygunsuz görünürse, bunlara bir şey dememeli, susmalıdır. Buradaki

edeblerden, saygılardan biri de susmaktır. Âşıklardan biri, Kabr-i seâdetin yanında her sabah

ezân okur, namaz uykudan daha iyidir derdi. Mescid-i Nebî hizmetçilerinden birisi,

Resûlullah'ın huzûrunda terbiyesizlik yapıyorsun diyerek, bunu dövdü. Bu da; "Yâ

Resûlallah! Yüksek huzûrunuzda adam döğmek, söğmek, edebsizlik sayılmaz mı?" dedi.

Biraz sonra döğen kimsenin felç olduğu, eli ayağı tutmadığı görüldü. Üç gün sonra da öldü.

(Hâfız Ebü'l-Kâsım, Sâbit bin Ahmed Bağdâdî)

Mescid-i Seâdet:

Mescid-i Nebî.

Mescid-i Seâdeti tâmir ve tezyîn için Sultan Abdülmecîd Han kadar çok para harcayan ve

gayret eden hiçbir kimse olmamıştır. Harameyni tâmir için yedi yüz bin altın sarfetmiştir.

Tâmir 1277 (m. 1861)de tamam olmuştur. Her gün Resûlullah'a bir hizmette bulunmuştur. Bu

yolda keşf ve kerâmetleri de görülmüştür. (Eyyûb Sabri Paşa)

Ahmed bin Muhammed Sofî (rahimehullahü teâlâ) diyor ki, Hicaz çöllerinde varlığım

kalmadı. Medîne'ye Mescid-i Seâdete geldim. Hücre-i Seâdet yanında Resûlullah'a selâm

verdim. Bir yana oturup uyudum. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) görünüp; "Ahmed

geldin mi?Avucunu aç!" buyurdu. Avucumu altınla doldurdu. Uyandım. Ellerim altın dolu

idi. (Merrâkûşî)

Mescid-i Şerîf:

Mescid-i Nebî.

Medîne şehrindeki Mescid-i şerîf'i hicretin birinci senesinde Resûlullah (sallallahü aleyhi

ve sellem), Eshâb-ı kirâm ile birlikte yaptılar. Hicretin ikinci senesi, Receb ayında, kıblenin

Kudüs'ten Kâbe'ye dönmesi emrolununca, mescidin Mekke'ye karşı olan kapısı kapatılıp karşı

tarafa, yâni Şam tarafına yeni bir kapı açıldı. Şimdi bu kapıya Bâb-üt-tevessül denmektedir.

Medîne'de, Kudüs'e karşı on altı ay kadar namaz kılındı. Mekke'de iken, önce Kâbe'ye karşı

namaz kılınırdı. Hicretten az bir zaman önce, Kudüs'e karşı kılınması emrolundu. Mescid-i

Şerîf'in kıblesi değiştirilirken, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâbe'yi mübârek

gözleri ile görerek, kıblenin cihetini tâyin eyledi. Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem)

namaz kıldığı yer, minber ile Hücre-i Seâdet arasında olup, minbere daha yakındır. Haccâc'ın

Medîne-i münevvereye gönderdiği mıshaf, büyük bir sandık içinde olduğundan, bu sandık, bu

yerin önündeki direğin sağ tarafına konulmuştu. Buraya ilk mihrâbı Ömer bin Abdülazîz

koymuştur. (Eyyûb Sabri Paşa)

Fıkıh âlimlerimiz (rahimehümullahü teâlâ) hac vazifesini yaptıktan sonra, Medîne-i

münevvereye gelerek Mescid-i Şerîf'te namaz kılarlardı. Sonra Ravda-i Mutahhera ile

minber-i münîri ve Arş-ı a'lâdan efdal olan Kabr-i şerîfi, sonra oturdukları, yürüdükleri,

dayandıkları yerleri, vahy geldiği zaman dayandıkları direği ve mescid yapılırken ve tâmir

edilirken çalışan ve para vermekle şereflenen Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin (radıyallahü teâlâ

anhüm ecmâîn) geçtikleri yerleri ziyâret ederler, görmekle bereketlenirlerdi. Onlardan sonra

gelen âlimler, sâlihler de, hacdan sonra Medîne'ye gelirler, fıkıh âlimlerimiz gibi yaparlardı.

Bugüne kadar hacılar da, bunun için Medîne-i münevverede ziyâret yapmaktadırlar. (M.

Sıddîk Gümüş)

MES'ELEDE MÜCTEHİD:

Mezheb reîsinin bildirmediği mes'eleler için, mezhebin usûl ve kâidelerine bağlı kalarak,

dînî delillerden hüküm çıkaran âlimler.

Tahâvî, Hassâf, Kerhî, Şems-ül-eimme Halvânî,Şems-ül-eimme Serahsî, Fahr-ül-islâm

Pezdevî, Kâdıhân ve benzerleri mes'elede müctehid âlimlerdir. (İbn-i Kemâl Paşa)

MESH:

1.Mest denilen ayakkabıyı abdestle giydikten sonra, abdest bozulup, yeniden alırken,

ayakları yıkamayıp elleri ıslatarak, sağ elin yaş beş parmağını sağ mest, sol elinkini de sol

mest üzerine boylu boyunca yapıştırıp ayak parmakları ucundan bacağa doğru çekme.

Resûlullah efendimiz abdest almak istediklerinde ben su döktüm. Abdest aldılar ve

mestleri üzerine meshettiler. (Mugîre bin Şu'be)

Mest üzerine mesh müddeti mukîm (yolcu olmayan) için yirmi dört saat, misâfir için üç

gün üç gece yâni yetmiş iki saattir. Bu müddet, mesti giydiği zaman değil, mest giydikten

sonra abdesti bozulduğu zaman başlar. (İbn-i Âbidîn)

Mest üzerine mesh etmeyi Eshâb-ı kirâmdan yetmişin üzerinde sahâbî bildirmiştir.

Bunlardan biri de hazret-i Ali'dir. (Abdullah-ı Süveydî)

Gusül (boy) abdesti alırken veya teyemmüm ederken mest üzerine mesh edilmez. (Halebî)

2.Bir uzva veya sargıya ıslak eli sürme.

İmâme, yâni sarık ve kalensüve, yâni takke ve her başlık ve bürka' yâni peçe ve maske

üstüne ve eldiven üstüne mesh etmek câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)

Cebîre yâni kırık kemiğin iki yanına bağlanan tahtalar üzerine mesh câizdir. (Halebî)

MESÎH:

1. Îsâ aleyhisselâmın isimlerinden.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:

Meryem oğlu Mesîh bir peygamberden başka bir şey değildir. Ondan evvel de

peygamberler gelip geçmiştir. Anası çok sâdıka (doğru) bir kadındı... (Mâide sûresi: 75)

Meryem oğlu Mesîh, Allah'ın kendisidir diyenler, şüphesiz kâfir olmuşlardır. Hâlbuki

(Bizzât) Mesîh şöyle demişti: "Ey İsrâiloğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan

Allah'a kulluk edin. Zîrâ kim Allah'a ortak (eş) koşarsa, (hiç şüphesiz) Allah, ona Cennet'i

haram kılar. Onun varacağı yer ateş (Cehennem) dir. Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur.

(Mâide sûresi: 72)

Ve: "Biz, Allah'ın peygamberi Meryem oğlu Mesîh Îsâ'yı öldürdük" demeleri sebebiyle

(dir ki, kendilerini rahmetimizden) kovduk. Hâlbuki onlar onu öldürmediler, onu asmadılar

da. Fakat (öldürülen ve asılan adam) kendilerine (Îsâ) gibi gösterildi. Esâsen, Îsâ'nın katli

(öldürülmesi) husûsunda ihtilâfa düştüler. (Bu konuda) kesin bir şek (şüphe) içindedirler.

Onların buna (onun öldürülmesine) âit hiçbir bilgileri yoktur. Ancak kuru bir zan

peşindedirler. Onu gerçekten öldürmemişlerdir. (Nisâ sûresi: 157)

Azîz ve celîl olan Allahü teâlâ, diğer peygamberlerden mîsâklarını (sözleşmelerini)

aldığı gibi, benden de mîsâk aldı. Meryem oğlu Mesîh Îsâ, beni müjdeledi ve

Peygamberinizin annesi, rüyâsında, iki ayağının arasından bir nûr çıktığını ve o nûr ile

Şam'ın köşklerinin aydınlandığını gördü. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

Îsâ aleyhisselâma niçin Mesîh dendiği husûsunda tefsîr âlimlerinden çeşitli rivâyetler

(nakiller) gelmiş olup, bâzıları şunlardır:

a) Her türlü pisliklerden uzak, günâhlardan temizlenmiş olduğu için bu isim verilmiştir. b)

Hangi hastaya dokunsa, Allahü teâlânın izni ile hasta iyi olurdu. Bunun için mesîh

denilmiştir. c)Îsâ aleyhisselâmın yeryüzünde çok seyâhat etmesi sebebiyle bu isim verilmiştir.

d)Mesîh, İbrânî dilinde mübârek mânâsındadır. Hazret-i Îsâ'nın şeref ve fazîletinin

üstünlüğünü bildirmek için bu mânâya işâretle Mesîh denilmiştir. (Fahreddîn-i Râzî)

2. Kıyâmete yakın yeryüzünde çıkacağı bildirilen, son derece kıvırcık saçlı, gözü dışarı

fırlamış kâfir bir genç olan Deccâl'e verilen isim.

Dikkat ediniz! Deccâl Mesîh'in sağ gözü şaşıdır. Onun gözü sanki salkımındaki

emsâlinden dışarı çıkmış, iri bir üzüm tânesi gibidir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

Deccâle de Mesîh denir ki, onun hâşâ fazîletlerle (güzelliklerle, iyiliklerle) hiçbir ilgisi

yoktur. Ona Mesîh denmesinin sebebi, gözünün birinin silik olup, tek gözlü olduğu veya

kendisinden hayır silindiği, yâhut ortaya çıktığında, yeryüzünü kısa zamanda dolaşacağı

içindir. (Ahmed Nâim Efendi)

MESKÛKÂT:

Belli ağırlıkta basılmış olan altın ve gümüş paralar.

Meskûkâttan altın paralara (dînâr); gümüş paralara (dirhem) denir. (Eyyûb Sabri Paşa)

MESNEVÎ:

1.Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) yirmi altı bin beytten meydana gelen ve

altı defter olan meşhûr eseri.

Mesnevî'deki hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz şöyle buyurdu: "İçinizde gizli olan

düşmanı anlatsam, yiğitlerin ödü patlar, akıllıların aklı mahv olurdu. Ne gönlünüzde duâ

edip yalvarmaya, ne oruç tutmaya ve ne de namaz kılmaya kuvvet bulabilirdiniz."

Bir tasavvuf âliminin huzûrunda, senelerce dirsek çürütüp, emek verip pişmeden,

olgunlaşmadan Mesnevî okutmak, tasavvuf kitablarını yalnız kendi bilgisine göre açıklamaya

kalkışmak zararlı olur. (Abdülhakîm Arvâsî)

İslâm dînine inanmayanlar, vaktiyle Allahü teâlânın Tevrât ve İncîl kitaplarını

değiştirdikleri gibi, zaman zaman din büyüklerinin kitablarına da el uzattılar. Kitaplara bâzı

şeyler karıştırdılarsa da az zamanda meydana çıkarıldı. Celâleddîn-i Rûmî hazretleri bu

sebepten dolayı Mesnevî'sini nazm şeklinde yazarak, düşmanlarının değiştirmesine imkân

bırakmamıştır. (M. Sıddîk bin Saîd)

2. Edebiyâtta bir nazım şekli olup, iki mısrânın bir biri ile kâfiyeli hâli. Bu sebeple her

beyti kâfiyeli olan eserlere mesnevî denir.

MEST:

Abdest alırken ayağın yıkanması farz olan yerini yâni topuklarla birlikte ayakları örten

deriden yapılmış su geçirmez ayakkabı.

Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'i sevip üstün tutmak, hazret-i Osman ve Ali'yi sevmek

ve mest üzerine mesh etmek; Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda

olanların) alâmetlerindendir. (Muhammed Rebhâmî)

Mestin, bir saat yol yürüyünce, ayaktan çıkmayacak şekilde sağlam ve ayağa uygun olması

lâzımdır. Ağaçtan, camdan, mâdenden mest olmaz. (İbn-i Âbidîn)

Mestli kimsenin, abdesti bozulunca, bu abdestsizlik, abdest uzuvlarına yayılırken ayaklara

değil, mestlere yayılır. Mestlerin hadesten (mânevî kirlilikten) temizlenmesi de mesh etmekle

olur. (Halebî)

Hanefî mezhebinde ayağın üç parmağı sığacak kadar yırtığı bulunan bir mest üzerine

mesh etmek câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)

MESTÛRE:

Örtünmüş, örtülü.

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında, hür kadınlar mestûre idiler. Bir kadının,

hizmetçi olmayıp, hür hanım olduğu mestûre olmasından belli olurdu. (Abdülhakîm Arvâsî)

Kadınlar, cihâda mestûre olarak zevci veya mahremi (nikah düşmeyen akrabâsı) ile gider.

(İbn-i Âbidîn)

Mestûre hanımlar sokak başlarında birbirleriyle mecburiyet olmadıkça konuşmamalı,

harama düşmemeye çok dikkat etmelidir. (Senâullah Dehlevî)

MEŞAKKAT:

Zorluk, güçlük, zahmet.

Babanın evlâdı üzerinde hakkı, baba kızdığı zaman ondan korktuğunu gösterip ona

boyun eğmek, açlık ve meşakkat esnâsında önce babasını düşünüp onu kurtarmaktır.

Çünkü iyiliğe karşı iyilikle karşılık veren, akrabâlık hakkını yerine getirmiş değildir. Belki

akrabâları sıla-i rahmi (ilgiyi) kestiği zaman onları arayıp soran kimse akrabâlık hakkını

îfâ etmiş (yerine getirmiş) olur. (Hadîs-i şerîf-Edeb-üd-Dünyâ ve'd-Dîn)

Bir işte meşakkat görülünce ruhsat (izin) ve vüs'at (genişlik kolaylık) gösterilir. Meselâ

meşakkat sebebiyle borcunun tamâmını birden ödemek imkânı bulunmayan borçluya,

borcunu taksitle ödemesi için müsâade edilir. (Mecelle, Ali Haydar Efendi)

MEŞ'AR-ÜL-HARÂM:

Mekke-i mükerremede, Arafât ile Minâ arasında bulunan Müzdelife'nin sonunda Cebel-i

kuzah yakınında bir yer. Meş'ar, şiâr (alâmet) yeri demektir. Meş'ar denmesi; ibâdet yeri

olması; haram diye vasıflandırılması ise, hürmeti ve kıymeti sebebiyledir.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

(Hac mevsiminde ticâretle) Rabbinizden rızık istemenizde bir günâh yoktur. Arafât'tan

(orada vakfeden sonra seller gibi) boşanıp (hep birlikte) aktığınız zaman Meş'ar-ül-harâmın

yanında Allah'ı zikr edin. O size nasıl hidâyet ettiyse siz de O'nu öyle anın..." (Bekara

sûresi: 198)

Haccın sünnetlerinden biri; Müzdelife'de vakfeye fecr (tan yeri) ağardıktan sonra

durmaktır. Gece Müzdelife'de yatıp, fecr açılırken sabah namazını hemen kılıp

Meş'ar-ül-harâm denilen yerde ortalık aydınlanıncaya kadar vakfeye durulur. Güneş

doğmadan önce Minâ'ya hareket edilir. (Alâüddîn Haskefî)

MEŞÂYIH:

Şeyhler, velîler, evliyâ. Şeyh kelimesinin çoğuludur.

Bir kimse, meşâyıhın ervâhı (ruhları) hep hâzırdır, bilirler dese, îmânı gider. Allahü

teâlânın izni ile hâzır olurlar dese küfr olmaz. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî ve İmâm-ı

Birgivî)

Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem; "Hesâba çekilmeden evvel,

hesâbınızı görünüz" emirleri sebebi ile bâzı meşâyıh her gün ve her gece yaptıkları işlerden

kendilerini hesâba çekerdi. (Muhyiddîn-i Arabî)

Meşâyıh-ı Kirâm:

Büyük velîler, büyük zâtlar.

Meşâyıh-ı kirâmın büyüklerinden biri diyor ki: Diri iken tasarruf (himmet, yardım)

yaptıkları gibi, öldükten sonra da tasarruf, yardım yapan dört büyük velî gördüm. Bunlardan

ikisi, Ma'rûf-i Kerhî ile Abdülkâdir-i Geylânî hazretleridir. (Ahmed Hamevî)

Meşâyıh-ı Müstakîm-ül-Ahvâl:

Hâlleri İslâmiyet'in emirlerine uygun olan zâtlar.

Evliyâya hâsıl olan hâller, keşfler, eğer Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem tâbi

olmakla berâber ise, nûr üstüne nûr olur ve şerîatin (İslâmiyet'in) incelikleri onda hâsıl

olmağa başlar.Sahâbe-i kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşları) hepsi ve Selef-i sâlihin

(ilk asrın müslümanları) ve Meşâyıh-ı müstakîm-ül-ahvâl böyle idi. (İmâm-ı Rabbânî)

MEŞHÛR HADÎS:

İslâm'ın ilk asrında bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin

Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği

hadîs-i şerîfler. (Bkz. Hadîs)

Meşhûr hadîse inanmayanın îmânı kalmaz, müslümanlıktan çıkar. (İbn-i Âbidîn)

MEŞÎHAT-I İSLÂMİYYE:

Bâb-ı fetvâ (fetvâ kapısı). Şeyhülislâmın bulunduğu yer.

İlmiye teşkilâtının en yüksek makâmı meşîhat-ı İslâmiyye idi. Meşîhat dâiresinin en

büyük vazifelisi şeyhülislâm idi. (Ahmed Cevdet Paşa)

Ulemâdan Ahmed ibni Kemâl Paşa, Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânında 1526'dan,

1534 senesine kadar meşîhat-ı İslâmiyye makâmında idi. Cinnîlere de fetvâ verirdi. Bunun

için Müftî-yüs sakaleyn (insan ve cinlere fetvâ veren müftî) adı ile meşhûr oldu. (Mecdî

Efendi)

MEŞİYYET:

İrâde, dileme, isteme. (Bkz. İrâde)

MEŞREB:

Yaratılış, tabiat, huy.

İnsanların akılları değişik, anlama kâbiliyetleri farklı olduğundan, herkes yaratıcıyı

aradığında O'nu kendi tabîatına, meşrebine, ilim ve idrâkine (anlayışına) uygun bir tarzda

tasavvur etmiştir. Çünkü insan, aklının aczi ve noksanlığı sebebi ile anlamadığını, bilmediğini

bildikleri gibi sanmıştır. Hakîkati bulduk dedikleri çoğu zaman, mecûsîlik, putperestlik gibi

şerrin, bâtıl (asılsız) şeylerin tam içine dalmış, bu sebeple şirk (ortak koşma) ve dalâlete

düşmüşlerdir. İnsan kendi başına yaratıcıyı lâyıkiyle anlayamayacağından; merhâmetlilerin en

merhâmetlisi olan Allahü teâlâ her asırda, her kavme peygamberler göndermiştir. Böylece

işin hakîkatini, doğrusunu insanlara öğretmiştir. (Harputlu İshâk Efendi)

Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretlerinin keşfleri çok doğru ve çok kuvvetli olup, uzak

memleketlerdeki talebesinin evliyâlığın hangi mertebesinde olduğunu, meşrebinin nasıl

olduğunu haber verirdi. (Bedreddîn Serhendî)

MEŞRÛ':

Şerîate (İslâmiyet'e) uygun şey.

Tevekkül, sebeblere yapışmayıp, tembel oturmak değildir. Çünkü böyle olmak Allahü

teâlâya karşı edepsizlik olur. Müslümanın meşrû bir sebebe yapışması lâzımdır. Sebebe

yapışıp çalışmaya başladıktan sonra tevekkül edilir. (Muhammed Bâkî-Billah)

Ana-babanın meşrû emirlerine âsî olanlar mel'ûndur. (Süleymân bin Cezâ)

Bedendeki bütün âzâlar birer emânettir. Bu nîmetleri meşrû şekilde ve meşrû yerlerde

kullanırsan, emin kimselerden olur, cenâb-ı Hakk'a karşı tam şükretmiş olursun. Bu

emânetleri gayri meşrû yerlerde kullanan insan, Allahü teâlâya isyân ve hıyânet etmiş olur.

(Süleymân bin Cezâ)

Humûd huylu olan kimse, helâl olan zevkleri, meşrû olan arzulara terk eder. Ya kendi

helâk olur, yâhut nesli kesilir. (Ali bin Emrullah)

MEŞVERET:

Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimse ile bir konu üzerinde fikir alış-verişinde bulunma;

danışma. (Bkz. Müşâvere)

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

Onlar ki, Rableri için dâvete icâbet etmekte namazı dosdoğru kılmaktadırlar. Ve

işlerinde meşveret eder, kendilerine verdiğimiz rızıktan (hak yolunda) sarfederler. (Şûrâ

sûresi: 38)

Eğer ben bir kimseyi meşveret etmeksizin âmir tâyin edecek olsa idim, elbette İbn-i

Mes'ûd'u tâyin ederdim. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed)

Meşveret etmek, insanı pişman olmaktan koruyan bir kal'a gibidir. (Muhammed Hâdimî)

Meşveret olunan kimsenin, bilmediğini veya bildiğinin aksini söylemesi günâhtır. (Sâdî-i

Şîrâzî)

Herhangi bir işini bahîl yâni hasîs kimselere danışma. Çünkü, seni sonra insanlar arasında

rezîl ve rüsvâ eyler. Sâlih kimseler ile meşveret et. (Süleymân bin Cezâ)

Meşveret etmek sünnettir. Zîrâ danışarak iş yapan zarar etmez. Peygamber efendimiz

eshâbı ile çok meşveret ederdi. Bir iş için akıl, takvâ (haramlardan sakınma), hikmet (ilim ve

fen) ve tecrübe sâhibi on kişiye danışırdı. (Muhammed bin Ebû Bekr)

METÂ':

Faydalanılan şey.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Dünyâ hayâtı ancak insanları aldatıcı metâ'dır. (Âl-i İmrân sûresi: 185)

Kadın erkek, hiçbir çekinme ve kaçınma olmaksızın berâber oturmak, konuşmak ve

görüşmek sûretiyle kadınlara hürmet ediyoruz ve haklarını yerine getiriyoruz diyenler;

hakîkatte kadınları tahkîr etmekte, aşağılamakta ve ticâret metâı olarak kullanmaktadırlar.

(Harputlu İshak Efendi)

METAFİZİK:

Fizik ve akıl ötesi. Beş duyu organıyla ve tecrübeyle anlaşılamayan şeyler. Fizik ötesini

araştıran ilim, ilâhiyyât.

Metafizik bilgilerden çürük bozuk olanları dîne uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din

bilgilerinin aklî ilimlere uyan ve aklî bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebebleri meydana

çıkar. Akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği mes'elelerin inkâr edilemeyeceği anlaşılır.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Bütün nutuklarımda, atomdaki enerjiden nasıl istifâde edilebileceğini anlattım. Şimdi

aklımıza haklı olarak şu suâl gelmektedir. Bu muzzam kudreti küçücük yere kim ve nasıl

koydu?Buna ancak metafizik cevap verecektir. Ben ve arkadaşım atom bilgini Hahn bu

cevâbı İslâm dîninin verdiği fikrindeyiz. (W. Heisenberg)

METÂNET:

Sağlamlık, dayanıklı olma.

Türklerde önce, itâat (söz dinlenme, emre uyma) duygusunu kırmak ve mânevî râbıtalarını

(bağlarını) parçalamak, dînî metânetlerini zayıflatmak îcâb eder. Bunun da en kısa yolu,

an'anât-ı milliyye (millî geleneklerine) ve mâneviyyelerine (mânevî değerlerine) uymayan

hâricî (dış) fikirler (düşünceler) ve hareketlere alıştırmaktır. (Patrik Gregoryus)

Kadınların hayâsı, erkeklerden daha çok sabırlı ve metânetli olmalarını sağlar. Onların

birçok ağır işlere atılmalarını da önler. (M. Sabri Efendi)

METBÛ':

Kendisine tâbî olunan, uyulan.

Peygamber efendimize uymanın en yüksek derecesi; insan vücûdunun her zerresinin tâbi

olmasıdır. Tâbi, metbû'a o kadar benzer ki, tâbi olmaklık aradan kalkar. Bunlar da, sanki

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem gibi, aynı kaynaktan her şeyi alır. (İmâm-ı Rabbânî)

İlim amelden (işten) şu husûslarda efdâldir (üstündür). Zîrâ ilim metbûdur, amel ise ona

tâbîdir. İlim lâzımdır (gereklidir), amel ise, melzûmdur (ilme bağlı olarak meydana gelir).

İlim yalnız olduğu hâlde nef' (menfeat, fayda) verebilir; amel ise, ilimsiz fayda veremez.

(Kudbüddîn İznikî)

METÎN (El-Metîn):

1.Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kudretli, kâmil (kusursuz,

noksansız) olan, hiçbir sûrette za'fiyet, âcizlik, güçsüzlük meydana gelmeyen.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Mahlûkâtına (yarattıklarına) rızık verici yalnız Allahü teâlâdır. (O), kuvvet sâhibidir,

metîndir. (Zâriyât sûresi: 58)

2. Hadîs-i şerîfi rivâyet eden (nakleden) râvîlerin (zâtların) sıra ile isimleri demek olan

sened kısmından sonra gelen hadîs-i şerîfin bizzat kendisi, lafızları, sözleri.

Hadîs-i şerîfin sâdece metin kısmı, hadîs âlimlerinin incelemesine pek nâdir hâllerde

mevzû (konu) olur. Hadîs-i şerîflerin sahîh, zayıf veya ikisi arasında bir derece ile

vasıflandırılması, senette yer alan râvîlerinin, gerekli şartları taşıyıp taşımamaları, râvi

sayısının çokluğu veya azlığı veya senedin muttasıl (kesintisiz) ve munkatı (kesintili) olması

v.s. gibi durumlardan dolayı olmaktadır. İşte hadîs-i şerîf seneddeki bu durumlara göre; sahîh,

hasen, zayıf, mütevâtir, meşhûr ve âhad vb. çeşitlerine ayrılır. (Seyyid Şerîf Cürcânî)

METRÛKÂT:

1. Özürsüz, tembellikle kılınmayan, terk edilen namazlar.

Farz namazları özür ile kaçırmak günah olmaz ise de, hemen kazâ edilmesi lâzımdır. Özür

ile kaçırılan namaza fâite denir. Özürsüz, bir namazın vaktini geçirmek büyük günâh olup,

kazâ etmekle ortadan kalkmaz; ayrıca tövbe de etmelidir. Fıkıh kitaplarında, müslümana

hüsnü zân (iyi zan) edilerek kazâya kalan namazların hepsine fâite denmiş, metrûkât

denmemiştir. Çünkü müslüman, tembellik ederek namazı terk etmez. (Alâüddîn Haskefî-İbn-i

Âbidîn)

2. Vefât eden kimsenin geriye bıraktığı şeyler. Mîrâslar, terikeler. (Bkz. Terîke ve Mîrâs)

ME'VÂ CENNETİ:

Sekiz Cennet'ten üçüncüsü.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Îmân edip de sâlih amel işleyenler için, yapmış oldukları iyi amellere karşılık konak

olmak üzere Me'vâ Cennetleri vardır. (Secde sûresi: 18)

MEVÂCİD:

Kalbe gelen zevkler, vecdler (mânevî coşkunluk halleri). (Bkz. Vecd)

Tasavvuf yolcularının, bu yolculukta gördükleri ahvâl (hâller), mevâcid, ulûm (ilimler) ve

mârifetler; imrenilecek, istenilecek şeyler değildir. Hepsi evhâm (vehimler) ve hayâlât

(hayaller) gibi geçici şeylerdir. Bunlar o yolcuları ilerletmek için vâsıtadan başka bir şey

değillerdir. (İmâm-ı Rabbânî)

İhlâs (herşeyi Allahü teâlânın rızâsı için yapma) makâmına ve (tasavvufun en yüksek

derecelerinden) rızâ mertebesine kavuşmak için ahvâl ve mevâcidden vaz geçmek, ilim ve

mârifetler edinmek lâzımdır. Bunlar gâyeye götüren yoldur. Maksadın başlangıcıdır.

(Muhammed Bâkî-billah)

Ahvâl (hâller) ve mevâcid; matlûbun yâni ele geçirilmek istenilenlerin başlangıçlarıdır.

Maksad (gâye) değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

İslâmiyet'ten kıl ucu kadar bile ayrılan bir kimsede ahvâl (hâller) ve mevâcid hâsıl olursa,

bunlara istidrâc (fâsıklarda ortaya çıkan hârikulâde haller) denir ki onu dünyâda ve âhirette

rezil olmaya sürükler. (İmâm-ı Rabbânî)

Bütün ahvâl (kalbde meydana gelen güzel değişiklikler) ve mevâcidi bize verseler, fakat

Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını içimize yerleştirmeseler, kendimi mahvolmuş bilirim. Eğer

Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) îtikâdını verseler,

ahvâl ve mevâcid hiç vermeseler, hiç üzülmem. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

MEVÂT ARÂZİ:

Ölü arâzi (Bkz. Arâzi). Bir kimsenin mülkünde bulunmayan, mer'a, baltalık ve harman yeri

olarak kimseye verilmemiş olan ve gür sesli bir kimsenin köy ve kasaba evlerinin son

bulduğu yerden bağırıp sesi duyulmayacak derecede köy ve kasabadan uzak yâni tahmînen

yarım saatlik uzaklıkta olan dağlık, taşlık, kıraç, otlak ve boş yerler.

Kim bir mevât arâziyi ihyâ ederse (ekilebilir hâle getirirse) o, onun (mülkü) olur.

(Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Harâc)

MEVCÛDÂT:

Var olan şeyler, mahlûklar, yaratıklar.

Bütün mevcûdât; cansızlar, nebâtât (bitkiler) ve hayvânât olmak üzere üç cinse ayrılır.

Bütün bunları yaratan Allahü teâlâdır. Hayvan cinsinin en kıymetlisi, en şereflisi insandır.

Her cinsin nev'ileri (türleri, çeşitleri) arasında üstünlük sırası vardır. Meselâ nebâtâttan hurma

ağacı, hayvan gibi his ve hareket eder. Hurma ağaçlarından bir kısmı erkek, bir kısmı dişidir.

Erkek ağaç, dişi tarafına eğilmektedir. Erkek ağaçtan, bir madde dişiye gelmeyince, dişide

meyve hâsıl olmaz. Gerçi bütün nebâtâtlarda (bitkilerde) bu iki organ vardır. Fakat hurma

ağacında, hayvanlar gibi görünmektedir. Hattâ hurma ağacının başında beyaz bir şey vardır.

Hayvanların yüreği gibi iş görür. Bu şey yaralanırsa veya suda kalırsa, ağaç kurur. (Ali bin

Emrullah)

MEVDÛ HADÎS:

Bir hadîs imâmının (üç yüz binden daha çok hadîs-i şerîfi, râvîleri ve senedleri ile birlikte

ezbere bilen âlimin) şartlarına uymayan hadîs-i şerîfler. (Bkz. Hadîs)

Mevdû hadîs, uydurma hadîs demek değildir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

İbn-i Teymiyye aşırı giderek tasavvuf büyüklerine, Sadreddîn Konevî'ye Muhyiddîn ibni

Arabî'ye İbn-i Fârıd'a insafsızca saldırmıştır. İmâm-ı Gazâlî'nin kitablarında mevdû hadîs

doludur derdi. Onun bu tür iftirâlarına zamânındaki âlimler gerekli cevâbı vermişlerdir.

(Abdülhakîm Arvâsî)

İslâmiyet'in temel kitablarında hiçbir mevdû hadîs ve düşmanların, câhillerin dîne

soktukları bozuk inanışlar ve yanlış işler yoktur. (M. Sıddîk bin Saîd)

Ehl-i sünnet âlimleri hadîs-i şerîfleri incelerken kılı kırk yarmışlar, mevdû hadîslerin

hepsini elemişlerdir. Farzları helâl ve harâmları yalnız sahîh ve meşhûr hadîslerden

çıkarmışlardır. (Dâvûd-i Karsî)

MEVHİBE:

İhsân, bağış, Allahü teâlânın kuluna ihsânı.

İlim iki çeşittir. Biri verâset, biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir. İlm-i

ledün ise, Allahü teâlânın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir mevhibedir. Kullarından

dilediğine verir. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

MEVHÛM:

Vehmolunmuş, aslı esâsı yokken zihinde kurulmuş olan, kuruntuya dayanan. Hayâlî. (Bkz.

Vehm)

Dışarıda bir şeyi görmek tatlı geldiği gibi, onun aynadaki hayâlini görmek de tatlı

gelmekte, sevilmektedir. Hâlbuki, o şeyin kendisi dışarda vardır. Aynada görmek ise, hayâl ve

vehim olup, kendisi değildir. Fakat tesirleri ve işleri birbirlerine benzemektedir. Allahü teâlâ,

lutf ve ihsân ederek, mevhûm olan şeylerin tesirlerini, mevcûd (var olan) şeylerin tesirlerine,

işlerine benzettiği için, mevhûm olanlarda, mevcûda ihsân edilen (verilen) nîmetlerden pay

almak ümidi meydana geldi. (Ahmed Fârûkî)

MEVKÎ':

Yer, mahâl, makam.

Suyun bakliyâtı yetiştirmesi gibi, mal ve mevkî sevgisi de, kalbde nifâkı münâfıklığı yâni

için dışa uymamasını) yetiştirir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

İki aç kurdun saldırdıkları zaman, koyun sürüsüne verdikleri zarar, mal ve mevkî

sevgisinin, müslümanın dînine verdiği zarardan daha çok değildir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu

Ulûmiddîn)

İnsanın izzeti (şerefi), îmân ve mârifet (Allahü teâlâyı bilmesi) iledir. Mal ve mevkî ile

değildir. (Muhammed Ma'sûm)

Mevkî ve şöhret sâhibi olmak arzûsu, insanlarda üç şeyden meydana gelir: Birinci sebeb;

nefsin arzûlarına kavuşmaktır. Nefis, arzûlarının haram yollardan elde edilmesini ister.

İkincisi; kendinin ve başkalarının haklarını zâlimlerden kurtarmak ve müstehâb olan meselâ,

sadaka vermek için ve hayrât (hayır, iyilikler) yapmak için, yâhut mübâh olan işler yapmak

için, meselâ, iyi yimek, iyi giyinmek, iyi evlerde oturmak ve çoluk-çocuk sâhibi olup, râhat ve

mes'ûd (huzurlu) yaşamak için veya zâlimleri mazlûmlardan kurtarmak için veya İslâm dînine

ve müslümanlara hizmet için mevkî sâhibi olmak istenir. Bu niyet ile mevkiye kavuşurken,

İslâmiyet'in yasak ettiği şeyleri yapmaz ve vâcibleri, sünnetleri terk etmezse, bunun mevkî

sâhibi olması câizdir. Üçüncü sebeb; nefsini eğlendirmektir. Nefis, maldan olduğu gibi,

mevki'den de lezzet almaktadır... (Muhammed Hâdimî)

MEVKIF:

Durak, durulacak yer; kıyâmette ölülerin diriltildikten sonra toplanacakları yer; Arasât

meydanı, mahşer yeri. (Bkz. Mahşer)

Âhirette, peygamberlerin, kendilerine inen kitâblarını okumaları tamâm olduktan sonra,

bir nidâ (ses) gelir ki: "Ey mücrimler (kâfirler) ayrılınız!" (Yâsîn sûresi: 59) denir. Bu nidâ

üzerine, mevkıf yâni Arasât meydanı harekete geçer. O zaman, herkesi büyük bir korku alır.

Birbirine girift olurlar (karışırlar). Melekler cinler ile ve cinler insanlar ile karışır. (İmâm-ı

Gazâlî)

MEVKÛF SATIŞ:

Sözleşme, alıcı ve verici açısından İslâmiyet'e uygun olduğu hâlde; başkasının hakkı

karışmış olan alış-veriş.

Mevkûf satış, bâyiden başka bir kimsenin hakkı da bulunan bir malın satılması, o

kimsenin izin vermesine mevkûftur. İzin vermezse müşteri o mala mâlik, sâhib olamaz. (İbn-i

Âbidîn)

MEVLÂ:

1.Yardımcı ve koruyucu olan Allahü teâlâ.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

... Biliniz ki Allah sizin mevlânızdır. O, ne güzel mevlâ, ne güzel yardımcıdır. (Enfâl

sûresi: 40)

De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize aslâ erişmez. O, bizim mevlâmızdır.

Onun için mü'minler yalnız Allah'a güvenip, dayanmalıdır. (Tevbe sûresi: 51)

Dünyâyı anlayan onun sıkıntısından üzülmez. Dünyâyı anlayan ondan sakınır. Ondan

sakınan nefsini tanır. Nefsini tanıyan Rabbini bulur. Mevlâsına hizmet edene, dünyâ hizmetçi

olur. (İbrâhim Hakkı Erzurumî)

Hak şerleri hayr eyler

Zannetme ki gayr eyler

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

(İbrâhim Hakkı Erzurumî)

2. Sevgili, sevilen.

Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. (Hadîs-i şerîf-Kurret-ül-Ayneyn)

3. Âzâd edilmemiş, serbest bırakılmamış köle ve câriyenin sâhibi, efendisi.

4. Âzâd edilmiş köle.

5. Kölesini âzâd etmiş olan kimse.

Bir köle âzâd edildikten yâni serbest bırakıldıktan sonra sâhibi ile arasında velâ (yakınlık)

ve yardımlaşma devâm eder. Bu bakımdan her ikisine de mevlâ denmiştir. (İbn-i Âbidîn)

MEVLÂNÂ:

1. "Efendimiz" mânâsına bir büyüğe karşı söylenen hürmet ve saygı ifâdesi.

Tahrîmen yâni harama yakın mekrûh olan şeyi terk etmek vâcibdir. Mevlânâ

Bahr-ul-ulûm, Erkân-ül-erbea kitabında diyor ki: "Tahrîmen mekrûh olan şeyi terk etmek

vâcibdir. Bu mekrûhu yapmak, bu vâcibi terk etmek olur. (Abdülhay Lûknevî)

Sözü başka tarafa çevirelim. Duâlarımı bildiren mektubumu size getiren Mevlânâ

Muhammed Hâfız, ilim sâhibi olup, çoluk çocuğu fazladır. Geçim darlığından askere geldi.

Eğer yardım elinizi uzatır, emîr nakîb Seyyid Şeyh Ciyû'ya maaş alması veya yardım etmesi

için söylerseniz kerem etmiş olursunuz. (İmâm-ı Rabbânî)

2. Evliyânın büyüklerinden Celâleddîn Rûmî'nin ve Hâlid-i Bağdâdî'nin ve bâzı

büyüklerin lakabı.

MEVLEL-MUVÂLÂT:

Bir zımmînin yâni gayr-i müslim (müslüman olmayan vatandaşın) veya harbî yâni

vatandaş olmayan pasaportlu bir kâfirin bir müslümanın yardımı ile îmâna gelerek, bu

müslümanı velî kabûl edip ona; "Sen benim mevlâmsın (velîmsin), şâyet ben bir cinâyet

(suç)işlersem diyetini (borcunu) sen ver, ben ölünce de sen malıma vâris ol" diyerek bir

mukâvele (sözleşme) teklifinde bulunması.

Velâ yâni başkasının yakınlığı ve velîliği altında bulunan kimse, hiçbir yakını

bulunmaksızın ölse, mîrâsının tamâmı mevlel-muvâlâta kalır. Velâ altında bulunan vefât

ettiğinde yalnız zevcesini (hanımını) veya ölen kadın olup da yalnız zevcini (kocasını) geride

bırakırsa, bunlar muayyen (belirli) hisselerini aldıktan sonra geri kalan mal mevlel-muvâlâta

âid olur. Beyt-ül-mâle kalmaz. (Sirâciyye)

Meyyitin (ölünün) bıraktığı maldan ferâiz ilmindeki sıra tâkib edilerek Zevilerhâmdan

kimse yoksa mevlel-muvâlât denilen kişiye verilir. (M. Mevkûfâtî)

MEVLEVİYYE:

Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

Mevleviyye yolunun büyüğü Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ney ve başka hiçbir çalgı

çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks yâni dans etmedi. Mevlânâ Câmî; Mesnevî'nin birinci

beytinde bahs edilen ney'in, İslâm dîninde yetişen kâmil (olgun) yüksek insan olduğunu

bildirmiştir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'den sonra Mevlevî şeyhlikleri câhillerin eline

düştüğünden, ney'i çalgı sanarak; ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa, dans etmeğe

başlamışlar, ibâdete haram karıştırmışlardır. İslâmiyet'in ve Celâleddîn-i Rûmî'nin

beğenmediği bu oyun âletleri, o tasavvuf üstâdının türbesine konunca, türbeyi ziyâret

edenlerden bir kısmı bunları onun kullandığını zannederek aldanmaktadır. Osmanlılar

zamânında gelişen ve yayılan, çok büyük hizmetlere vesîle olan Mevlevîlik, câhil ve

ehliyetsiz kimselerin eline düştü. İbâdete haramlar karıştırıldı. Sultan İkinci Mustafa Han'ın

hocası olan Vânî Muhammed Efendi, Mevlevîlerin simâlarını (âletsiz, çalgısız olan ses) ve

Halvetîlerin rakslarını (dans) yasak ettirdi. (M. Sıddîk Gümüş)

Mevleviyye şeyhleri de âlim ve sâlih kimseler idi. Bunlardan Osman Efendi, Tezkiye-i

Ehl-i Beyt kitabında râfizîlerin iftirâlarına vesikalarla cevab vererek İslâmiyet'e büyük hizmet

etmiştir. (Abdülhakîm Arvâsî)

MEVLİD:

Dünyâya gelme; doğum yeri ve zamânı. Peygamber efendimizin dünyâya gelişini,

mi'râcını ve mübârek hayâtını anlatan eser.

Mevlid okumak, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem dünyâya gelişini, mi'râcını ve

hayâtını anlatmak; O'nu hatırlamak, O'nu övmektir. (İbn-i Hacer-i Heytemî)

Resûlullah efendimizin mevlidine dâir yazılanların okunması için bir dirhem harcayan,

Cennet'te bana arkadaş olur. (Hazret-i Ebû Bekr)

Resûlullah efendimizin mevlidine kıymet veren, İslâma kıymet vermiştir. (Hazret-i Ömer)

Resûlullah efendimizin mevlidine kıymet verip mevlid-i şerîf okunmasına sebeb olan

dünyâdan îmânla gitmesi umulur. (Hazret-i Ali)

Mevlid okunan yerden belâlar sıkıntılar gider. (Mevlânâ Celâleddîn Rûmî)

Hâfızlar, Kur'ân-ı kerîm ve mevlid okumakla geçinmemeli, bunları para düşünmeden

Allah rızâsı için okumalıdır. (Muhammed Hâdimî)

Süleymân Çelebi'nin Mevlid'inden bir beyt şöyledir:

Âmine Hâtun Muhammed Ânesi,

Ol sadeften doğdu ol dür dânesi

Mevlid Gecesi:

Peygamberimiz Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellemin doğduğu Rebî'ul-evvel

ayının on birinci ve on ikinci günleri arasındaki gece.

Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) mevlîd gecelerinde Eshâbına ziyâfet verir,

dünyâyı teşrif ettiği ve çocukluğu zamânında olan şeyleri anlatırdı. Müslümanlar bu geceye

çok önem vermiştir. Bu geceyi bütün mahlûklar, melekler, cinler, hayvanlar ve cansız

maddeler, birbirlerine müjdelemekte, Peygamber efendimiz dünyâya geldi diye

sevinmektedirler. (İbn-i Hacer-i Heytemî)

Mevlîd günü ve gecesinin şerefi, kıymeti çoktur. Resûlullah'ın varlığı, vefâtından sonra

O'na tâbi olanlar için, kurtuluş vesîlesidir. O'nun doğumu için sevinmek Cehennem azâbının

azalmasına sebeb olur. Bu geceye hürmet etmek, sevinmek, bütün senenin bereketli olmasına

sebeb olur. Mevlid gününün fazîleti, Cumâ günü gibidir. Cumâ günü, Cehennem azâbının

durdurulduğu, hadîs-i şerîfte bildirildi. Bunun gibi, mevlîd gününde de azâb yapılmaz.

Mevlid geceleri, sevindiğini göstermeli, çok sadaka, hediye vermeli, dâvet olunan ziyâfetlere

gitmelidir. (İmâm-ı Celâlüddîn Abdurrahmân bin Abdil-Melîk Kettânî)

Mevlid gecesinde sadaka vermek, müslümanları toplayıp câiz olan şeyleri yedirmek ve

câiz olan şeyleri okutup dinlemek, sâlih kimseleri giydirmek bu geceye hürmet etmek olur.

Bunları Allah rızâsı için yapmak câizdir ve çok sevâb olur. Bunları yalnız fakirler için

yapmak şart değildir. Ancak muhtaç olanları sevindirmek daha sevâb olur. (İbn-i Battâl)

Mevlid gecesi Kadr gecesinden sonra en kıymetli gecedir. Bu gece Peygamber efendimiz

doğduğu için sevinenler affolur. (Muhammed Rebhâmî)

Her sene mevlid gecesinde müslümanlar sadaka veriyorlar, seviniyorlar, hayr ve hasenât

yapıyorlar. Toplanıp Mevlid kasîdesi okutup dinliyorlar. (Şemseddîn Sehâvî)

MEVT:

Ölüm; rûhun bedenden ayrılması. (Bkz. Ölüm)

MEVZÛN:

Ölçülü, tartılı, ağırlıkla ölçülen, tartılan mal.

Birkaç kimse arasında müşterek (ortak) olan mekîl (ölçek ile ölçülen) veya mevzûn olan

bir malı ölçmeden paylaşmak fâiz olur. (Ömer Nesefî)

MEYL-İ TABÎ'Î:

İç güdü. İnsanın irâdesi dışında, yaratılıştan olan meyl, bedenin istemesi.

Allahü teâlâdan başka bir şeyi sevmek iki türlü olur: Birincisi; bir mahlûku, varlığı kalb

ile ve beden ile birlikte sevmek, ona kavuşmak istemektir. Câhillerin sevmeleri böyledir.

Tasavvuf yolunda çalışmak, kalbi bu sevgiden kurtarmak içindir. Böyle kalbde yalnız Allahü

teâlânın sevgisi kalır, kalb O'ndan başkasına tutulmaktan, gönül bağlamaktan kurtulur.

İkincisi; meyl-i tabiî olup, bedendeki maddelerin ve enerjinin özelliklerinden, ihtiyâçlarından

ileri gelen bir istektir. Tasavvufun en son mertebesine kavuşan ve Allahü teâlânın sevdiği

kulları olan evliyâda, mahlûklara (yaratılmışlara) karşı bu sevgi bulunabilir. Hattâ hepsinde

vardır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem serin ve tatlı içmeği severdi. Nefs itminâna

kavuşup, artık kötülükleri istemez hâle gelince, yalnız bedendeki maddelerin ısı ve hareket

enerjisinin kötü isteklerine karşı cihâd edilir, savaşılır. (Muhammed Ma'sûm)

Meyl-i tabî'î olan istekler, nefsin istekleri değildir.Nefsle ilgileri yoktur. Tabîat

kânunlarından hâsıl olan istekler yasak edilmemiştir. Bunları istemek nefse uymak olmaz. Bu

istekleri yapmak mübâhtır. Nefs ya mübâhların fazlasını veya şüpheli ve haram şeyleri ister.

(İmâm-ı Rabbânî)

MEYTE:

Ölmüş veya besmelesiz kesilen yâhut kesilmeyip başka sûretle öldürülen hayvan. (Bkz.

Leş, Murdar)

MEYYİT:

Vefât etmiş, ölü.

Bir kimse mü'min kardeşinin kabrini ziyâret eder ve kabir yanında oturursa ve selâm

verirse, meyyit onu tanır ve selâmına cevab verir. (Hadîs-i şerîf-Kitâbü Şerh-us-Südûr)

Meyyitin mezardaki hâli, imdâd diye bağıran denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak

üzere olan kimse kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, meyyit de babasından,

anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duâyı gözler. Kendisine bir duâ gelince,

dünyânın hepsi kendisine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir... (Hadîs-i

şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

Meyyit, ehlinin, evlâdının ağlamalarından azâb duyar. (Hadîs-i

şerîf-Minhet-ül-Vehbiyye)

Âdet olarak, riyâ, gösteriş olarak değil de, Allah rızâsı için, fakirlere yemek, sadaka verip,

sevâblarını meyyitin rûhuna göndermek iyi olur ve büyük ibâdet olur. (Muhammed Ma'sûm)

Meyyit için duâ, Fâtiha, sadaka ve istiğfâr ile imdad ve yardım lâzımdır. (Abdülhakîm-i

Arvâsî)

MEZÂR:

Kabir, ölünün gömüldüğü yer.

Türbelere bez, iplik bağlamak, mezârlara mum yakmak dînimizde yoktur. Bunları

hıristiyanlar yapar. Mezâra mum yakılmaz. Türbeye hizmet eden, orada ibâdet eden fakirlere

mum götürülürse, sadaka sevâbı olur. Bu sevab ölüye bağışlanır. Mezârın yanında adak

hayvanı da kesilmez. (İbn-i Âbidîn)

MEZHEB:

Gitmek, tâkib etmek, gidilen yol. Mutlak müctehîd denilen dinde söz sâhibi âlimlerin,

müslümanların yapmaları gereken hususlarla ilgili olarak dînî delîllerden (Kur'ân-ı kerîm,

hadîs-i şerîfler ve İcmâ'dan) hüküm çıkarma usûlleri ve çıkarıp bildirdikleri hükümlerin

hepsi.

Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve Eshâbının yolu) yüzlerce mezhebinden bugün

dört tânesi kitâblara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuştur. Bu dört mezheb; Hanefî,

Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebleridir. Müctehîd olmayanların bütün hareketlerinde ve

ibâdetlerinde bir müctehîde tâbi olması yâni bu dört mezhebden birinde bulunması lâzımdır.

(Tahtâvî, Hamdullah Decvî, Muhammed Bâvâ Viltorî)

Eshâb-ı kirâmın (Peygamberimizi gören müslümanların) hepsi derin âlim, birer müctehîd

idiler. Din bilgilerinde, siyâsette, idârecilikte, zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvufta

(ahlâk ilminde) birer deryâ idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve

sellem mübârek yüzünü görmekle ve kalblere işleyen, rûhları çeken sözlerini işitmekle az

zamanda edindiler. Müctehîde kendi ictihâdı ile amel etmek lâzım geleceğinden her birinin

mezhebi vardı.Mezhebleri az veya çok farklı idi. Tâbiîn (Eshâb-ı kirâmı görenler) ve Tebe-i

tâbiîn (Tâbiîn'i görenler) arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin mezheblerinden

yalnız dördü kitaplara geçip dünyânın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhebleri unutuldu.

(Seyyid Abdülhakîm, Hamdullah Decvî)

Her müslümanın; bir ibâdet, bir iş yaparken dört mezhebden birine uyması lâzımdır. Dört

mezhebden başka bir mezhebe uymak câiz değildir. Dört mezhebden birine tâbi olmak için

bu mezhebin fıkıh bilgilerini iyi öğrenmek lâzımdır. Bu da o mezhebde yazılmış fıkıh ve

ilmihâl kitâblarından öğrenilir. (Muhammed Abdurrahmân Silhetî)

Dört mezhebin îtikâdları yâni îmânları birdir, ayrılıkları yoktur. Dördü de Ehl-i sünnet

îtikâdında (inanışında)dır. Ehl-i sünnet îtikâdında olmayanlara bid'at ehli denir. (Şehristânî,

Tahtâvî)

Dört mezhebden birine uymak Kur'ân-ı kerîme ve Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme

uymaktır. Çünkü, mezheb imâmları Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilen hükümleri, Peygamber

efendimizin Kur'ân-ı kerîm ile ilgili açıklamalarını bildirdikleri gibi, Kur'ân-ı kerîmde ve

hadîs-i şerîflerinde açıkça bildirilmeyen hususların hükümlerini yine Kur'ân-ı kerîm ve

hadîs-i şerîflerin ışığı altında ortaya koymuşlardır. (Abdülganî Nablûsî)

Mezheb İmâmı:

Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı

kirâmdan işiterek veya nakl ile toplayan, açıkça bildirilmemiş olanları da, kendi koydukları

usûllere (metod) göre açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek çıkaran derin âlim, mutlak

müctehîd. (Bkz. Müctehid)

Bilinen dört mezheb imâmından başka mezheb imâmları da vardı. Fakat bunların

mezheblerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı. Eshâb-ı kirâmın hepsi derin âlim ve

müctehid idi. Her biri kendi mezhebinde idi. Hepsi de mezheb imâmlarımızdan daha üstün

idi. Fakat bunların kitabları olmadığı için mezhebleri unutuldu. (Şa'rânî)

Mezheb Taklidi:

1. Amelde yapılacak işlerde bir müctehidin ictihâdlarına, fetvâlarına tâbi olma. Mevcût

dört hak mezhebden birini öğrenip, kabûllenip, onunla amel etme.

Her müslüman vücud yapısına, yaşadığı iklim şartlarına, iş hayâtına göre kendisine daha

kolay gelen ve meşhûr olan dört mezhebden birini seçer. Yâni bu mezhebin ilmihâl kitâbını

okuyup, öğrenir, ibâdetlerini ve bütün işlerini bu mezhebi taklîd ederek yapar. Böylece bu

mezhebe girmiş olur. Dört mezhebden birini taklîd etmeyen kimse, Ehl-i sünnetten

(Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâmın yolunda olanlardan) ayrılmış olur. (Şernblâli)

Mezheb taklîdi demek; kitâb (Kur'ân-ı kerîm) ve sünnetten ayrılmış olmak değildir.

Bilakis mezheb imâmının kitâb ve sünnetten bildirdiklerine uymak, yâni kitâb ve sünnete

uymak demektir. (Abdurrahmân Silhetî, Nablüsî)

Bugün din bilgilerini bu dört mezhebden birinin ilmihâl kitablarından öğrenmekten başka

çâre yoktur. Herkes kendine kolay gelen mezhebi seçer. Onun kitablarını okur, öğrenir. Her

işini bu mezhebe uygun yapar. O mezhebi taklîd etmiş olur. (Yûsuf Nebhânî)

2.Dört mezhebden birine uyan kimsenin bir işi yapmada ihtiyâç veya zarûret (başka hiçbir

çâre bulunmama) veya meşakkat (güçlük) bulunduğunda, diğer mezheblerden birinin bu

mes'eleyle ilgili şartlarına uyarak faydalanma.

Bir kimse bağlı olduğu mezhebde, kendi anlayışına göre değil, dinde bildirilen ölçüler

çerçevesinde bir hususta mecbur kalınca, diğer üç mezhebden birini taklîd edebilir. Fakat o

mezhebin o hususla ilgili bildirdiği şartların hepsini de yapması lâzımdır. Meselâ Hanefî

mezhebinde olan bir kimsenin Şâfiî mezhebini taklîd ederek necâset (pislik) bulaşmış

kulleteyn (küçük havuz) miktârı sudan abdest alırsa, yüzü yıkarken niyet etmesi ve tertibe

riâyet etmesi ve imâm arkasında Fâtihâ okuması ve namazda tâdil-i erkânı muhakkak

yapması lâzımdır. Bunları yapmazsa namazın bozulacağı söz birliği ile bildirilmiştir.

(Abdurrahmân İmâdî, Abdülganî Nablüsî)

Bir kimse bir mezhebe tâbi olunca, ihtiyâc olmadıkça başka mezhebi taklîd etmez. Fakat

bir işi yapmakta kendi mezhebine uymak güç olursa, o işi başka mezhebi taklîd ederek

yapması câiz olur. (Muhammed Hâdimî)

MEZHEBDE MÜCTEHİD:

Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delîllerden (kaynaklardan) yeni

hükümler çıkarabilen İslâm âlimi. Buna müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de

denir. (Bkz. Müctehid)

İmâm-ı Muhammed Şeybânî, fıkıh âlimlerinin ikinci tabakasından olup, mezhebde

müctehiddir. Hanefî mezhebini, yüzlerce kitab yazarak nakleden ve yayan odur. Güzel ahlâkı

ve üstün hâlleri ile meşhûr idi. (İbn-i Âbidîn)

MEZHEBSİZ:

Müctehid (dînî delîllerden hüküm çıkarabilen büyük âlim) olmadığı hâlde, dört hak

mezhebden birine tâbi olmayan, mezhebleri kabûl etmeyen ve dînî delillerden kendi

anlayışına göre hüküm çıkarıp, buna göre amel eden veya böyle birine uyan kimse.

İbâdetlerin doğru olarak yapılmasını bildiren dört mezheb vardır. Bunlardan dördü de

haktır, doğrudur. Bu dört mezheb; Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî mezhebidir. Her

müslümanın bu dört mezhebden birinin fıkıh kitâbını okuyup ibâdetlerini bu kitâba uygun

yapması lâzımdır. Böylece bu mezhebe girmiş olur. Mezhebsiz olan, Ehl-i sünnet (Peygamber

efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda bulunanlardan) değildir. (Tahtâvî, Hamdullah Decvî)

Hak olan, doğru olan dört mezhebin îtikâdları yâni îmânları aynıdır. Îmânda ayrılıkları

yoktur. Dördü de Ehl-i sünnet îtikâdındadır. Ehl-i sünnet îtikâdında olmayan ve dört hak

mezhebden birine uymayan, bid'at (sapıklık) ehli veya mezhebsizdir.Bunlar kendilerine

beşinci mezheb diyorlar. Beşinci mezheb diye bir şey yoktur. (Şehristânî ve Yûsuf Nebhânî)

Mezhebsizler, mezheb imâmı olan büyük âlimlerin üstünlüklerini kabûl etmezler.

Kendilerinin de Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabileceklerini söylerler.

Mezheblerden birisine tâbi olan kimseleri câhillikle ithâm ederler. Bin seneden beri gelmiş

hâlis müslümanları ve mezheb imâmlarına uyan âlimleri küçük görerek kendilerini gerçek

müslüman ve asrın ihtiyâçlarını kavramış geniş kültür sâhibi bir İslâm âlimi olarak tanıtırlar.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Mezhebsizlik, dinsizliğe giden bir köprüdür. (Zâhid-ül-Kevserî)

Mezhebsiz; eğer Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilen bir şeye

inanmamış veya şüphe etmiş ise, kâfir (îmânsız) olur. Açık olarak bildirilmemiş şüpheli olan

delîlleri te'vîl ederek (kendine göre yorum yaparak) yanlış mânâ vermiş ise, ehl-i bid'at

(sapık) olur. (Hamdullah Decvî)

MEZMÛM:

Yerilen, kötülenen, beğenilmemiş, çirkin.

Kâfirlerin yaptıkları ve kullandıkları şeyler iki kısımdır: Birisi âdet olarak yâni her kavmin

her memleketin âdet olarak yaptıkları şeylerdir. Bunlardan haram olmayıp, insanlara faydalı

olanları yapmak ve kâfirlere benzemeği düşünmeyerek kullanmak günâh değildir. Pantolon,

fes ve çeşitli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek ve herkesin önüne

tabaklar içinde koymak ve ekmeği bıçaklarla dilimlere ayırmak ve çeşitli eşyâ ve âletleri

kullanmak, hep âdete bağlı şeyler olup, mübâhtır, serbesttir. Bunları kullanmak, bid'at olmaz,

günah olmaz. Bunlardan faydalı olmayanları, mezmûn olanları kullanmak ve yapmak harâm

olur. Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı, onların ibâdet olarak yaptıkları, kâfirlik

alâmeti olan şeylerdir ki, bunları yapmak ve kullanmak küfr (îmânsızlık) olur, haramdır.

(İbn-i Âbidîn, İmâm-ı Birgivî)

MEZY (Mezî):

Dokunma, bakma ve düşünme gibi sebeplerle erkekten gelen beyaz şeffâf sıvı.

Hanefîde ve Şâfiî'de bir kimseden vedî (idrardan sonra gelen beyaz bulanık koyu sıvı) ve

mezî çıkınca cünüp olmaz yâni boy abdesti alması gerekmez. Fakat abdest bozulur. (M.

Mevkûfâtî)

Mezî ve vedî, Hanefî ve Mâlikî mezhebinde kaba necâsettirler. (İbn-i Âbidîn)

Vedî, mezî çıkınca dört mezhebde de abdest bozulur. Hanbelî'de gusl (boy abdesti) de

lâzım olur. (Ekmelüddîn Bâbertî)

MIRDAR:

Leş. (Bkz. Leş)

MISHAF:

Kur'ân-ı kerîmin tamâmının yazılı olduğu mübârek kitab. (Bkz. Mushaf)

MISKA:

Şifâ âyet-i kerîme ve duâlarının yazılı olduğu kâğıt, muska. (Bkz. Rukye)

Kur'ân-ı kerîm ile ve duâ ile olan mıskaları yapmak ve kullanmak câizdir ve insanı

korurlar. Kur'ân-ı kerîm maddî ve mânevî her derde şifâdır ve her harfi mübârektir,

muhteremdir. (İbn-i Âbidîn)

MİHRÂB:

Mescid, câmi vb. ibâdet yerlerinin kıble tarafında imâmın namaz kıldığı yer.

İmâmın mihrâb içinde durması mekrûhtur. Ayakları, mihrâbın dışında olunca, mihrâb

içine secde etmesi mekrûh olmaz. (Halebî)

Mihrâbı bulunmayan, hesab, yıldız gibi şeylerle de anlaşılmayan yerlerde, kıbleyi bilen,

sâlih müslümanlara sormak lâzımdır. Kâfire, fâsıka (açıkça günah işleyene) ve çocuklara

sorulmaz. (Dâmâd, İbn-i Âbidîn)

MİHRİCÂN GÜNÜ:

Eylül ayının yirmi üçüncü gününe rastlayan mecûsî bayramı.

Nevruz (Mart'ın yirmi birinci) ve mihricân günlerinde, bunların isimlerini söyleyerek

hediye vermek haramdır. Bu günleri bayram bilerek hediye vermek, îmânı götürür. Bu

günlerde hürmet için kâfire yumurta bile verenin îmânı gider. (Alâüddîn Haskefî)

MÎKÂİL ALEYHİSSELÂM:

Dört büyük melekten biri. Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak, ferah ve huzûr

getirmek ve her maddeyi hareket ettirmekle görevli melek.

Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Cebrâil'e; "Ey Cebrâil! Mîkâil'in

güldüğünü hiç görmedim, bunun sebebi nedir?" diye sorduğunda, Cebrâil (aleyhisselâm;

"Cehennem ateşinin tutuşturulduğu günden bugüne dek Mîkâil gülmemiştir" diye cevap

verdi. (Muînüddîn Hirevî)

Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâma gökte iki ve yerde iki yardımcı yaratmıştır.

Bunlar gökte Cebrâil ve Mikâil, yerde hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'dir. (Nişancızâde)

MÎKÂT:

Hac ve umre için gelenlerin ihrâma girdikleri mevki, yer.

Mîkâtlar şunlardır:

Zülhuleyfe, Zât-i irk, Cuhfe, Karn (Karen) ve Yelemlem. Medîneliler, Zülhuleyfe'den;

Bağdâd-Basra ahâlisi Zât-ı irk'ten, Şam ahâlisi Cuhfe'den ve Necid halkı Karen'den ve Yemen

ahâlisi, Yelemlem'de ihrâma girerler. (M. Zihni Efendi)

Bir kimse ihrâmsız olarak mîkâtı geçtikten sonra ihrâma girerse, yasak olan şeyi işlediği

için bir kurban lâzım olur. (M. Mevkûfâtî)

Olunca vâsıl-ı haddî mîkât

İki ihrâmdan aç; iki kanat.

(Nâbî)

(Mîkât'a gelince iki kanadını açarak, uçan bir kuş misâli iki parçadan ibâret olan ihrâmını

giy.)

MİL:

Bin dokuz yüz yirmi metre olan bir uzunluk ölçüsü.

Abdest ve gusül (boy abdesti) almak için su bulamayan ve sudan bir mil uzak olan kimse,

niyyet etmek şartıyla teyemmüm eder. (Molla Hüsrev)

MÎLÂD:

Doğum günü, Îsâ aleyhisselâmın doğum günü olduğu iddiâ edilen noel gecesi. (Bkz. Noel

Gecesi)

Noel gecesi doğru olarak Mîlâd'ın, Aralık'ın 25'i veya Ocak'ın altıncı günü veya başka gün

olduğu sanıldığı gibi, bugünkü Mîlâdî senenin bir veya dört sene az olduğu çeşitli dillerdeki

kitablarda yazılıdır. (Hasib Bey)

Sorbon üniversitesi profesörlerinden Gungvebert, hazret-i Îsâ'nın mîlâdî târihinden on beş

sene önce veya sonra doğduğu isbat edilemez diyor. Doğum senesi tahmin edilemeyince

doğduğu gün elbette hesaplanamaz. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

MÎLÂDÎ YIL:

Hazret-i Îsâ'nın doğduğu iddiâ edilen yılı başlangıç kabûl eden ve 365,242 günlük güneş

yılını esas alan takvim senesi.

Hicrî kamerî yılbaşı, hicrî şemsî ve mîlâdî yılbaşılarından on gün önce gelmektedir.

Bundan dolayı müslümanların mübârek günleri veya geceleri, şemsî senelere nazaran her yıl

on gün önce gelmektedir. Çünkü müslümanların mübârek günleri, güneş aylarına göre değil,

hicrî kamerî aylara göre yapılır. Dînimiz böyle emretmektedir. (M. Sıddîk Gümüş)

Mîlâdî yıl altıncı yüzyıla kadar hiç kullanılmadı. İlk olarak Danyı adında bir râhip altıncı

yüzyılın başlarında mîlâdî târih kullandı. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

Mîlâdî yıl kat'î olmayıp, günü de, senesi de şüpheli ve yanlıştır. Büyük âlim, İmâm-ı

Rabbânî ve Burhân-ı Kâtı'ın yazarı mütercim Âsım Efendi'nin bildirdiklerine göre, Îsâ

aleyhisselâm ile Peygamberimiz arasındaki zaman, bin seneden az değildir. (M. Sıddîk

Gümüş)

MİLHAFE:

Kadının sokağa çıkarken giydiği manto ve ferâce gibi uzun geniş örtü.

Senede, biri yazlık biri kışlık olmak üzere iki milhafe alması, erkeğin zevcesine

(hanımına) olan nafakasındandır. (İbn-i Nüceym)

MİLLET:

1. Din, dil ve târih berâberliği bulunan insan cemâati, topluluğu, kavim.

Bugün dünyâdaki kâfirler iki türlüdür. Birincisi kitâblı kâfirler yâni hıristiyan ve yahûdîler

olup, öldükten sonra dirilmeğe, âhiretteki sonsuz hayâta inanıyorlar. Avrupa ve Amerika

milletleri kitablıdır. İkincisi kitabsız kâfirler yâni müşrikler olup, her şeyi yapan bir Allah'ın

bulunduğuna inanmazlar. (M. Sıddîk Gümüş)

2. Din; kullarının dünyâda ve âhirette râhat ve huzûra kavuşmaları için Allahü teâlânın

peygamberleri vâsıtasıyla gösterdiği yol.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

Kendini bilmeyenden başka İbrâhim'in (aleyhisselâm) milletinden kim yüz çevirir.

Gerçekten biz onu dünyâda seçtik. O, âhirette dahi gerçek sâlihlerdendir. (Bekara sûresi:

130)

(Ehl-i kitâb); bir de "Yahûdî veya hıristiyan olun ki, hidâyet bulasınız" derler. Sen de,

deki: "Hayır biz hak yol üzere bulunan İbrâhim (aleyhisselâm) milletiyiz. O, hiçbir zaman

müşriklerden (puta tapanlardan) olmadı. (Bekara sûresi: 135)

(Yûsuf aleyhisselâm dedi ki:) Atalarım İbrâhim, İshâk ve Yâkub'un milletine uydum.

Bizim, Allah'a ortak koşmamız olacak şey değildir. Bu bize ve insanlara Allah'ın bir

lütfudur. Lâkin insanların çoğu şükretmezler. (Yûsuf sûresi: 38)

Milletim, millet-i İslâm'dır. Îtikâdda Ehl-i sünnet ve cemâat, amelde Hanefî

mezhebindenim. Âdem aleyhisselâmın zürriyetindenim. (Muhammed bin Kudbüddîn İznikî)

MİLLİYETÇİLİK (Milliyet):

Aynı vatanda aynı toprakta doğup yetişenlerin din, örf-âdet ve menfeat birliği.

İslâmiyet "posa ırkçılığını" ve ırk ve kavim üstünlüğü iddiâlarını câhiliyye devri âdetleri

olarak reddetmekle birlikte, aslâ, müslümanları, soyunu, kavmini ve ırkını red ve inkâr

etmeye dâvet etmemektedir. Aksine böyle bir fiili harâm saymaktadır. Kaldı ki; "Vatan

sevgisi îmândandır", "Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz" ve "Kavminin efendisi,

kavmine hizmet edendir" diye buyuran Resûlullah efendimizin dînini; kavimlerin, milletlerin

ve milliyetçiliğin aleyhine kullanmak mümkün değildir. İslâmiyet bunları yok etmez, kardeş

olmaya dâvet eder. (S. Ahmed Arvâsî)

MİNÂ:

Mekke-i mükerremenin doğusundaki dağların eteğinden Arafât'a giden yol üzerinde

bulunan yer. Hac ibâdeti esnâsında kurban kesmek ve cemre (şeytan) taşlamak için buraya

gidilir. İbrâhim aleyhisselâm, kurban etmek için, oğlu İsmâil'i buraya götürmüştü.

Minâ Mekke'nin, Müzdelife Minâ'nın, Arafât da Müzdelife'nin kuzeyindedir. Son yapılan

asfalt caddelere göre Minâ ile Mekke arası 4,5, Minâ ile Müzdelife arası 3,3 ve Müzdelife ile

Arafât arası 5,4 kilometredir. (M. Sıddîk Gümüş)

Haccın sünnetleri on birdir. Bunlardan biri de imâmın üç yerde hutbe okumasıdır. Birisi

Zilhicce ayının yedinci günü Mekke'de, ikincisi, dokuzuncu günü öğle namazı, öğle ve ikindi

namazlarından önce Arafât'ta, üçüncüsü, on birinci (kurban bayramının ikinci) günü Minâ'da

okunur. (İbn-i Nüceym)

Kurban bayramının birinci günü güneş doğmadan önce Meş'aril-haram denilen yerden

Minâ'ya hareket edilir.Minâ'ya gelince, Mescid-i Hîf'e en uzak olan Cemre-i akabe denilen

yerde sağ elin baş ve şehâdet parmaklarıyla iki buçuk metreden veya daha uzaktan Cemre

yerini gösteren duvarın dibine nohut kadar yedi taş atılı__________r. Sonra hiç durmadan buradan gidilip

kurban kesilir. Bayramın birinci günü Minâ'da olanlar ve bütün hacılar bayram namazı

kılmaz. (İbn-i Âbidîn)

Mekke-i mükerremede Minâ pazarında, genç bir tâcir aşağı yukarı elli bin altın değerinde

alış veriş yapıyordu. O esnâda, kalbi, Allahü teâlâyı bir an unutmuyordu. (Hâce Behâeddîn-i

Buhârî)

MİNÂRE:

Câmilerde, müezzinlerin çıkıp ezân okuduğu yüksek yer.

Minâre ilk defâ Mısır vâlisi Mesleme bin Mahled tarafından hazret-i Muâviye'nin emri ile

yaptırılmıştır. (İbn-i Âbidîn)

Minâre yapmak, müstehâbdır. Çünkü müezzinin, ezânı yükseğe çıkıp okuması

sünnettir.Minâre, bu sünnete yardım etmektedir. (Abdülganî Nablüsî)

Mezar üzerine mum yakmak, minârede kandil yakmak ve câmilerde şarkı ve oyun

havaları şeklinde mevlîd okutmak gibi adaklar adak olmaz. (İbn-i Âbidîn)

MİNBER:

Câmilerde hatiplerin hutbe okumaları için yapılmış merdivenli yüksek yer.

Kabrim ile minberim arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir. (Hadîs-i

şerîf-Minhet-ül-Vehbiyye)

İmâm hutbe okumak için minbere çıkınca, cemâatin namaz kılması ve konuşması haram

olur. (Kâşânî)

Minber-i Nebevî:

Resûlullah efendimizin hutbe okudukları minber.

MİNNET:

1. Yapılan bir iyiliği, verilen bir şeyi başa kakma. Minnetin bu kısmı İslâmiyet'te

yasaklanmıştır.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu:

Sadakalarınızın sevâbını minnet ve ezâ ile heder etmeyin, boşa çıkarmayın. (Bekara

sûresi: 264)

Minnet edenin sadakasını Allahü teâlâ kabûl etmez. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

Minnet akıl ve iz'andan soyunmuş özü-vicdânı çürük kişilere yaraşır. Böyleleri bir

kimseye bir iyilik ettikleri zaman onu ya söz veya davranışlarla açıklamaya kalkışarak

zavallıyı mahcub eder ve gönlüne ızdırap yüklerler. (Ahmed Rıfat)

2. Görülen iyiliğe karşı teşekkür etme.

Gaflet ve şaşkınlığa kapılarak, ana-babanın kalbini kırarsan derhal onların rızâsını almaya

çalış, yalvar, minnet eyle ve her ne sûretle olursa olsun, onların gönlünü al. Ana-babanın

evlâdı üzerinde hakları çok büyüktür. (Süleymân bin Cezâ)

Allahü teâlâya hamdü senâlar olsun ki, üç seneden beri müslümanım.Mes'ûd bir hayâta

kavuştum. Bana İslâmiyet'i anlatıp müslüman olmama vesîle olanlara minnet borcum çoktur.

(Ömer Mita-Japon)

3. Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek, şükretmek.

Allahü teâlâya hamd ve minnet ederiz ve O'nun Peygamberine sonsuz salât ve selâm

ederiz. Selâmette ve âfiyette olmanız ve doğru yolda bulunmanız ve ilerlemeniz için Allahü

teâlâya duâ ederiz. Kıymetli ve merhametli efendim! Kazanç zamânı geçip gidiyor. Her geçen

an, ömrümüzü azaltmakta, ecel zamânı yaklaşmaktadır. Bugün aklımızı başımıza

toplamazsak, yarın âh etmekten ve pişmanlıktan başka elimize bir şey geçmez. Bu birkaç

günlük sağlık zamânında dînin emirlerine uygun yaşamaya çalışmalıyız! Ancak böylece

kurtulmamız umulur. (İmâm-ı Rabbânî)

Minnet Allahü teâlâya ki, O'na tâatte bulunmak, beğendiği işleri yapmak, O'na

yakınlaştırır. O'na şükretmekle nîmet artar. Alınan her nefes, hayâtın devâmını sağlar. Verilen

nefes, insanı rahatlatır. O halde, her nefeste iki nîmet vardır. Her nîmete bir şükür lâzımdır.

(Sâdî-i Şîrâzî)

Hayat yolunda bizim taşıyabileceğimiz ve öteki dünyâya da götürebileceğimiz biricik

servet; Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek (O'na minnet bildirmek) ve O yüce kudret

sâhibine sevgi ile bağlanmak, O'na ibâdet etmektir. (William Pickhard-İngiliz)

4. Nîmete kendi eliyle, kendi çalışmasiyle kavuşmadığını, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı

olduğunu düşünmek. Ucbun (kendini ve işlerini beğenme hâlinin) zıddı.

MİNNETDÂR:

Birinden gördüğü iyileğe karşı mahcup ve müteşekkir kalan.

Kur'ân-ı kerîmi toplayan, Şeyhayn'dır (hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'dir). Bugün

bilinen İslâm ilimlerinin hepsini, Şeyhayn ortaya koydu. Arabı, Acemi hidâyete getiren,

Şeyhayn'dır. Şeyhayn'a bütün insanlar minnetdârdır. Bunu anlayamamak, güneşi görmemeye

benzer. (Veliyyullah-ı Dehlevî)

Din bilgilerinde ve dünyâ işlerinde kendisine minnetdâr olduğum bir kişi vardır. O da

İmâm-ı Muhammed'dir. (İmâm-ı Şâfiî)

Mİ'RÂC:

1. Merdiven.

Resûlullah efendimiz, Mekke şehrinden, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya geldikleri zaman,

peygamberlerin rûhları, insan şekillerinde orada hazır bulundu. Bir anda Kudüs'ten yedinci

göke kadar, bilinmeyen bir mîrâc ile çıkarıldı. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

2.Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem elli iki yaşında uyanık iken, beden

ile, hicretten altı ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi, Mekke-i mükerremede Mescid-i

Harâm'dan Kudüs'e ve oradan göklere ve bilinmeyen yerlere götürülüp, getirilmesi.

Mi'râc gecesi bir cemâate uğradım. Önlerine nefis yemekler koymuşlar. Bir yanda da

leş duruyor. O nefis yemekleri bırakmış, leş yiyorlardı. "Bunlar kimlerdir?" dedim.

Cebrâil aleyhisselâm; "Bunlar, helâli terk edip, harama meyl eden erkek ve kadınlardır.

Helâl malları varken, haram yiyen kimselerdir" dedi. (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)

Mi'râca götürüldüğüm gece, Cennet'te bir seviyeden yüksek yapılmış köşkler gördüm.

Dedim ki: "Yâ Cebrâil! Bunlar kimin içindir?" Buyurdu ki: "Öfkesini yutanlar ve

insanları affedenler içindir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

Mi'râc gecesi, çok fecî ve elîm bir şekilde kendi kendilerine azâb eden bir takım

insanlar gördüm. Cebrâil aleyhisselâma sordum ki: "Yâ Cebrâil! Bunların günâhı nedir?

Niçin böyle kendi kendilerine azâb ederler?" Cebrâil aleyhisselâm dedi ki: "Bunlar,

başkalarının ayblarını (kusûrlarını) açığa çıkaranlardır. (Hadîs-i şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)

Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâma olan ihsânlarının en şereflilerinden biri de,

O'na mi'râc mûcizesini vermesidir. Bu mûcizeyi O'ndan başka hiçbir peygambere

vermemiştir. Resûlullah'ın Mekke'den Mescid-i Aksâ'ya götürüldüğü, Kur'ân-ı kerîmde İsrâ

sûresinin birinci âyet-i kerîmesinde açıkça bildiriliyor (mi'râcın bu kısmına isrâ' denir). Buna

inanmıyan kâfir olur. Mescid-i Aksâ'dan göğe çıkarıldığını meşhûr hadîsler haber veriyor.

Buna inanmıyan ise, bid'at ehli, sapık ve fâsık (günahkar) olur. Mîrâcın uyanık iken ve cesed

ile olduğunu, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin ve hadîs âlimlerinin ve fıkıh âlimlerinin ve kelâm

âlimlerinin çoğunluğu haber vermişlerdir. Böyle olduğunu sahîh hadîsler bildirmektedir.

Mi'râc çok defâ olmuştu. Bunlardan biri uyanık iken ve cesed ile idi. Ötekiler yalnız rûh ile

idi. Âişe (r.anhâ) rüyâda rûh ile olan mi'râclardan birini haber vermektedir. Onun bu haberi,

uyanık iken cesed ile olan mi'râcın yok olduğunu göstermez. (Abdülhak Dehlevî, İsmâil Hakkı

Bursevî, Muhammed Behâüddîn)

Beş vakit namaz mi'râc gecesi farz oldu. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem,

mi'râcda cennetleri ve cehennemleri ve Allahü teâlâyı gördü. Yalnız bu görmesi, dünyâ

görmesi ile değil, âhiret görmesi ile oldu. Çünkü o gece zaman ve mekân çevresinden dışarı

çıktı. Bu görmeğe dünyâda gördü demek, mecâz olarak denilmiştir. Dünyâdan gidip gördüğü

ve yine bu dünyâya geldiği için böyle denilmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)

MÎRÂS:

Vefât eden kimsenin, geride kalan akrabâlarına bıraktığı mal ve haklar.

Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

(Ey Resûlüm!) babası ve çocuğu olmıyanın mîrâsı hakkında senden dînin hükmünü

istiyorlar. De ki, Allah, babası ve çocuğu olmayan için şöyle beyân eder: Eğer bir kimse

ölür de çocuğu bulunmazsa ve geride ana-baba bir veya baba bir olan tek bir kız kardeşi

olursa, terikenin yarısı bunundur. Eğer ölen bir kadının geride çocuğu kalmaz da erkek

kardeşi bulunursa, o, terikenin tamâmına vâris olur. Ölenin iki veya daha çok kız kardeşi

varsa, bunlara terikenin üçte ikisi vardır. Eğer kardeşler erkek ve kadın olurlarsa erkek

için iki kadın payı vardır. Şaşırırsınız diye Allah size dîninizin hükümlerini açıklıyor.

Allah her şeyi hakkıyla bilendir. (Nisâ sûresi: 176)

Küçük çocukları olan veya mîrâsa muhtaç bâliğ (ergen) ve sâlih çocukları bulunan

hastanın, malından nâfile hayrât ve hasenâtı (iyilik yapılmasını) vasiyyet etmeyip çocuklarına

bırakması daha iyidir. (İbn-i Âbidîn)

Malını, hayrâta (iyi yerlere) sarf edip, fâsık (haram ve günah işleyen) çocuğuna mîrâs

bırakmamalıdır. Çünkü günâha yardım etmek olur. (Kerderî)

MÎRÎ TOPRAK:

Beytülmâle yâni devlete âit toprak. (Bkz. Arâzi)

MÎSÂK:

Söz verme, sözleşme, andlaşma.

1. Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâma ve bütün zürriyetine (ondan gelecek insanlara);

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye hitâb buyurması, onların da; "Evet, sen

Rabbimizsin" diye cevab vermeleri. (Bkz. Ahd)

Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Kur'ân-ı kerîm hüzün ile inmiştir. Onu okurken

kusurlarınıza ve ilerdeki tehlikelere karşı üzüntünüzü gösteriniz." Üzüntüsünü açıklamanın

yolu, oradaki korkutucu, azâb verici, mîsâk ve muâhede âyetlerini düşünmekle, sonra da nehy

(yasaklarına) ve emirlerine karşı kusurlarını hatırlamakla olur. Şüphesiz bunları gereği gibi

düşünen insan hem mahzûn olur, hem de ağlar. Şâyet ağlıyamıyorsa, ağlıyamadığına

üzülmelidir. Çünkü Kur'ân'ın bu gibi âyetlerinden üzüntü duymamak büyük musîbettir.

(İmâm-ı Gazâlî)

2.Yemîn ile kuvvetlendirilen söz verme.

Allahü teâlâ için yemîn ediyorum demek, yemîn olur. Allah'a ahd ediyorum (söz

veriyorum), Allah'a mîsâk ediyorum demek, yemîn olur... (Alâüddîn-i Haskefî, Halebî)

MİSKAL:

Bir çeşit ağırlık ölçü birimi.

Bir miskal; Hanefî mezhebinde 4,8 gram, Şâfiî mezhebinde ise 3,45 gramdır. (Süleymân

bin Cezâ)

Üzerine bulaşan necâset, bir miskalden az ise yıkamak sünnettir. Bir miskal bulaşmış ise

yıkamak vâcib, fazlasını yıkamak farzdır. (Kutbüddîn İznikî)

Altının, zekât verilmesi farz olan miktârı yirmi miskaldir. (Kâşânî)

MİSKÎN:

1. Bir günlük nafakasından (yiyeceğinden, giyeceğinden) fazla bir şeyi olmayan

müslüman.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

... Fazla ihtiyarlık ve devamlı hastalık gibi sebeblerle oruç tutmaya güç yetiremeyenler

üzerine, bir miskîn doyuracak kadar fidye vermek lâzımdır... (Bekara sûresi: 184)

Akrabâya, miskîne ve yolda kalmışa hakkını ver. Bununla berâber (malını) büsbütün

saçıp savurma! (İsrâ sûresi: 26)

Her şeyin bir anahtarı vardır. Cennet'in anahtarı da, fakîr ve miskînleri sevmektir.

Fakîr ve meskînler, sabırları sebebiyle kıyâmet günü Allahü teâlâya yakın

bulunacaklardır. (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî)

Bir kimse, kalbinde katılık bulunduğundan şikâyet edince, Resûlullah efendimiz ona;

"Yetimin başını okşa ve miskîni doyur!" buyurdular. (Hadîs-i şerîf-Dimyâtî)

Zekât verilecek yedi sınıf kimseden birisi de miskîndir. (İbn-i Âbidîn)

2. Dervîş.

Miskîn Yûnus var yârına,

Koma bugünü yârına,

Yârın Hakk'ın dîvânına,

Varam Allah deyü deyü!..

(Yûnus Emre)

MİSLÎ:

Çarşıda, pazarda aynı evsâfta, özellikte benzeri bulunan, fiyatları farklı olmayan mal.

Ağırlıkla, hacim ve uzunlukla ölçülenlerden fabrikada, tezgâhta yapılan şeyler ve sayı ile

ölçülenlerden, aynı büyüklükte olanlar ve aynı büyüklükteki yumurta ve karpuz mislî maldır.

(İbn-i Âbidîn)

Mislî malı telef eden, benzerini, mislî olmıyan malı telef eden, kıymetini öder. (İbn-i

Âbidîn)

MİSVÂK:

Bir karış büyüklüğünde kesilmiş, dişleri temizlemek için kullanılan ve Erak denilen

ağaçtan veya zeytin dalından yapılan ağaç fırça.

Misvâk; ağzı temizlemeye, cenâb-ı Hakk'ın rızâsına kavuşmaya vesîledir. (Hadîs-i

şerîf-Beyhekî)

Misvâk kullanarak kılınan namaz, misvâk kullanmadan kılınan namazdan yetmiş kat

üstündür. (Hadîs-i şerîf-Reddülmuhtâr)

Abdest alırken misvâk kullanmak sünnet-i müekkededir (kuvvetli sünnettir). Misvâk, düz

ve ikinci küçük parmak kalınlığında, bir karış boyunda olmalıdır. Misvâk, Arabistan'da

yetişen Erak ağacının dalıdır. (Düzgün ucundan iki santimetre kadar, kabuğu soyulup, burası

birkaç saat suda tutulur. Sonra ezilince, fırça gibi açılır). Erak ağacı bulunmazsa, zeytin

dalından yapılır. Nar ağacından yapılmamalıdır. (İbn-i Âbidîn)

Misvâk kullanmanın on beş faydası vardır. Bunlar; sekerât-ı mevtte (son nefeste) Kelime-i

şehâdeti söylemeye sebeb olur, dişlerin etlerini pekiştirir, safrayı keser, balgamı ve ağız

kokusunu giderir, Allahü teâlâ ondan râzı olur, baş damarlarını kuvvetlendirir, gözleri

nûrlanır, hayrı ve hasenâtı (iyilikleri) çok olur, sünnet ile amel etmiş olur, ağzı temiz olur,

fasîh-ul-lisân yâni güzel konuşmaya vesîle olur, şeytan gamlanır, misvâklı olarak kılınan iki

rek'at namazın sevâbı, misvâksız olarak kılınan yetmiş rek'at namazın sevâbından daha çok

olur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

Hazret-i Ömer zamânında Şam civârında bir kal'a muhâsara edildi. Öğleye kadar kal'a feth

edilemedi. Hazret-i Ömer gadaba geldi. İslâm askerlerini huzûruna çağırdı. "Kal'a feth

edilemedi. Kâfirler İslâm askeri karşısında bu kadar dayanamazdı. Aramızda birisi bir kusur

işlemiş olmasın" buyurdu. Askerler hayret edip, tövbe ve istiğfâr etmeye başladılar. O sırada

bir kişi ağlayarak hazret-i Ömer'in huzûruna geldi. "Ey mü'minlerin emîri! Bu gece teheccüde

kalktığım zaman karanlık olduğu için misvâkımı aradım, fakat bulamadım. Bu sebeble

misvâksız namaz kıldım. Sizin aradığınız kusuru ben işledim" dedi. Hazret-i Ömer ona;

"Tövbe ve istiğfâr etmeye devâm et" buyurdu. O da tövbe ve istiğfar okumaya başladı. Bir

saat sonra kal'a fetholundu. (Evliyâlar Ansiklopedisi)

MİSYONERLİK:

Propaganda yaparak belirli bir fikir ve inancı yayma işi. Dar anlamda, henüz hıristiyanlığı

kabûl etmemiş ülkelerde veya hıristiyan ülkelerde çeşitli isimler altında hıristiyanlığı yayma

ve hıristiyanlık propagandası yapma faâliyeti. Bu çalışmaları yürüten râhib, papaz ve din

adamlarına misyoner, bu çalışmaları yapan teşkîlâta da Misyonerlik teşkîlâtı adı verilir.

Avrupalılar, hıristiyanlık inancını yaymak ve milletleri hıristiyanlaştırmak için misyoner

teşkîlâtını kurdular. İktisâdî (ekonomik) bakımdan dünyânın en kuvvetli teşkîlâtı hâline gelen

kilise ve misyoner teşkîlâtları akıl almaz bir çalışmanın içine girdiler. Hıristiyanlığı İslâm

memleketlerinde yayabilmek için korkunç bir İslâm düşmanlığı başlattılar. İslâm

memleketlerinin her yerine hıristiyanlığı öven binlerce kitap, mecmûa ve broşür gönderdiler.

Bugün de güzel memleketimizde durmadan hıristiyanlığı anlatan kitap, mecmûa (dergi) ve

broşürler, misyonerlik teşkîlâtı tarafından dağıtılmakta, posta ile yurt dışından adreslere

gönderilmektedir. (Muhammed Sıddîk bin Saîd)

Târih göstermiştir ki, misyonerler gâyelerine erişmek için her türlü vâsıtayı mübâh

(sakıncasız) gören bir zihniyete sâhib olmuşlardır. Asya ve Afrika milletlerini, asırlar boyu

sömüren devletlerin en büyük yardımcıları misyonerler ve misyonerlik teşkîlâtları olmuştur.

Misyonerler, girdikleri memlekette sâdece kendi dinlerini yaymakla meşgûl olmazlar. O

memleketteki milleti meydana getiren maddî ve mânevî değerleri tahrib ederler. Tahrîb

ettikleri millî duyguların enkazı üzerine kendi inançlarını binâ etmeye çalışırlar. Ellerinde

bulunan bütün imkânlarını bu yolda kullanırlar. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

MİŞNÂ:

Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kabûl ettikleri Talmûd kitâbının iki kısmından

biri.

Mişnâ, İbrânice "tekrar" demektir. Sözlü emirlerin kânun hâline getirilmiş ilk hâlidir.

Yahûdî îtikâdına göre, Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma, Tûr dağında Tevrat kitabını (Yazılı

emirleri) verdiği gibi, bâzı ilimleri yâni (sözlü emirleri) de söyledi. Mûsâ aleyhisselâm bu

ilimleri Hârûn, Yûşâ ve Elîazar'a aleyhimüsselâm bildirdi. Bunlar da kendilerinden sonra

gelen peygamberlere bildirdiler. Elîazar, Şuayb aleyhisselâmın oğludur. Bu bilgiler

hahamlardan hahamlara rivâyet edildi. Mîlâddan önce 538 ve mîlâddan sonra 70 senelerinde

çeşidli Mişnâlar yazıldı. Bunlara Yahûdîlerin âdetleri, kânun müesseseleri, hahamların bir

mevzudaki tartışmaları ve şahsî görüşleri de karıştırıldı. Böylece Mişnâlar, hahamların indî

görüş ve münâkaşalarını ifâde eden kitablar hâline geldi. Diğer Mişnâları içinde toplayan en

son ve en meşhur Mişnâ, mîlâdın ikinci asrında yahûdî hahamlarından Yehûda tarafından

yazıldı. Yehûda'dan sonra gelen hahamlar, Mişnâ'ya ilâveler ve şerhler yapmışlardır.

Mişnâ'nın lisanı, kendisinde Yunanca ve Latincenin tesiri görülen Yeni İbrânicedir. Mişnâ'nın

yazılmasından maksat, yazılı emr kabûl edilen Tevrat'ı tamamlayıcı olan sözlü emirleri

tanıtmaktır. Mişnâlar, Tevratlardan daha basît olup, kelime ve cümle şekilleri onlardan çok

farklıdır. Emirler, umûmî kâideler şeklinde bildirilmiştir.Dikkat çekici misâller verilmiştir.

Vâki' olmuş hâdiselere bâzan rastlanır. Emirler beyan edilirken kaynak olarak Tevratların

âyetleri verilir. Mişnâ altı kısımdan meydana gelir: 1)Zerâim (tohumlar), 2)Moed (Mübârek

günler. Bayram ve oruç günleri gibi), 3) Nâşim (Kadınlar), 4)Nezikin (Zararlar), 5)Kedaşim

(Mukaddes şeyler), 6)Tehera (Tahâret, temizlik). Bunlar altmış üç risâleye, risâleler de

cümlelere ayrılmıştır. (Harputlu İshâk Efendi)

Mİ'YÂR:

1-Ölçü âleti.

Akıl; his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları

bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmaya yarayan bir mi'yârdır. O

hâlde, peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur.

Peygamberlere tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzûmdur ve aklın istediği, beğendiği bir

yoldur. (İmâm-ı Gazâlî)

2.Kendisinde yalnız bir vâcibin (farzın) edâ edildiği, başka bir vâcibin edâ edilemediği

vakit.

Ramazan ayı bu aydaki farz orucun mi'yârıdır. Bu ayda Ramazân orucundan başka bir

oruç tutulamaz. Bunun içindir ki, Hanefîlere göre bir kimse Ramazân-ı şerîfte nâfile oruca

niyet etse, o yine Ramazan orucundan sayılır. (Serahsî)

MİZÂC:

Huy, tabîat, bir kimsenin yaratılıştan gelen özelliklerinin hepsi. (Bkz. Huy)

Gadaba gelen (kızan, öfkelenen) insan, aklın kontrolünden çıkmış olduğundan; bu

kimsede basîret (kalb gözü, derin ve ince anlayış), düşünce, irâde (kendine hâkim olma) ve

fikir diye bir şey kalmaz. Nice insanlar var ki, yaratılış îtibâriyle çabuk kızarlar. Hattâ,

yüzünden gadab (kızgınlık) akar. Kalbin harâret mizâcı da buna yardımcı olur. Zîrâ gadab,

ateştendir. Nitekim, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Mizâcın

burûdeti (soğukluğu); gadabı (kızgınlığı) söndürür ve şehveti kırar. (İmâm-ı Gazâlî)

MİZÂH:

Latîfe, şaka.

Ben mizâh konuşurum, fakat doğru konuşurum. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

Alay, şaka ve mizâhtan kaçınınız. Zîrâ insanın şerefini kırar, vekarını (ağırbaşlılığı)

azaltır. (Hazret-i Ömer)

Az olmak şartı ile arada bir mizâh mübâhtır (serbesttir). Ancak mizâhı âdet ve meslek

hâline getirmemeli ve doğru söylemelidir. Çünkü fazla şaka, mizâh vakti öldürür ve çok

güldürür. Çok gülmek ise, kalbi karartır. Heybet ve vekarı giderir. (İmâm-ı Gazâlî)

Mizâhın azı kötü değildir. Çünkü mizâh, gönül açıcı ve kalb temizleyicidir. Mizâhta

aşırılığa kaçmamalı ve devamlı olmamalıdır.Mizâhta aşırılığa kaçılırsa, çok gülmeğe sebeb

olur. Çok gülmek ise kalbi karartır. (Muhammed Hasan Can)

MÎZÂN:

1.Terâzi, ölçü âleti.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

... (Şuayb aleyhisselâm), Kavmine şöyle dedi: Rabbiniz tarafından size açık mûcize

geldi. Artık kileyi, mîzânı tam tutun. İnsanların haklarını yerine getirmekte noksanlık

yapmayın. (Peygamberler ve onlara tâbi olanların vâsıtasıyla) ıslâh olan yeryüzünü (küfür ve

hîlelerinizle) fesâda vermeyin. Eğer benim sözümü tasdîk ederseniz, (bu söylediklerim)

sizin için hayırlıdır." (A'râf sûresi: 85)

Şuayb aleyhisselâm Eyke halkını; ölçüyü ve mîzânı tam yapmaya, insanların hukûkuna

riâyet etmeye, yeryüzünde fesâd çıkarmamaya, Allahü teâlâdan korkmaya ve takvâ üzere

olmaya dâvet etti. (Fahrüddîn-i Râzî)

2. Kıyâmet günü insanların günâh ve sevâbını tartan ve nasıl olduğu bilinmeyen terâzi.

Alahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Biz kıyâmet gününe mahsûs adâlet mîzânları kurarız. Artık hiç kimse hiçbir şeyle

haksızlığa uğratılmayacaktır. (Yapılan amel) hardal tânesi kadar bile olsa, onu getiririz

(mîzâna koyarız). Hesâb gören olarak biz (herkese) yeteriz. (Enbiyâ sûresi: 47)

Artık kimin (sevâb) mîzânı ağır gelirse onlar korktuklarından emîn, umduklarına

kavuşanların tâ kendileridir. Kimin de mîzânı hafif gelirse, onlar kendilerine yazık

edenlerdir. (Onlar) Cehennem'de ebedî kalıcıdırlar. (Mü'minûn sûresi: 102, 103)

Mîzânda güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiçbir şey yoktur. (Hadîs-i

şerîf-Edeb-ül-Müfred)

Bir kimse kıyâmette mîzâna getirilir. Sonra her birinin büyüklüğü, gözün görebileceği

uzunlukta olan doksan dokuz amel defteri getirilir. Bu defterlerde o kimsenin iyilik ve

kötülükleri yazılıdır. Günâhı sevâbından çok gelip, Cehennem'e gönderilir. Cehennem'e

giderken, Allahü teâlâ katından bir ses duyulur; "Acele etmeyiniz. Onun tartılmayan bir

şeyi vardır" der. Baş parmağı ucu kadar bir şey getirilir. Üzerinde Lâ ilâhe illallah

Muhammedün Resûlullah yazılı olur. Sevâb kefesine konur. Böylece sevâbı, günâhından

ağır gelir ve Cennet'e gitmesi emrolunur. (Hadîs-i şerîf-Ahlâk-ül-Ulemâ)

İyi ameller güzel sûretlerle, kötü ameller de çirkin kıyâfetlerle gelecek, mîzâna konacaktır.

(İbn-i Abbâs)

Ömür tamam olup defter dürülür

Sırat Köprüsü ve mîzân kurulur

Hakk'ın dergâhında elbet durulur

Buyruğu tutulur ferman eğlenmez.

(Aziz Mahmûd Hüdâyî)

MİZMÂR:

1. Her türlü çalgı âleti, ney türünden, biri kamış, diğeri ağaçtan olmak üzere iki parçadan

meydana gelmiş olan âlet, düdük, kaval, fülüt.

Bir zaman gelir ki, müslümanlar birbirlerinden ayrılır, parçalanırlar. İslâmiyet'i

bırakıp kendi düşüncelerine, görüşlerine uyarlar. Kur'ân-ı kerîmi mizmârlardan yâni

çalgılardan şarkı gibi okurlar. Allah için değil, keyf için okurlar. Böyle okuyanlara ve

dinleyenlere hiç sevâb verilmez. Allahü teâlâ bunlara lânet eder, azâb verir. (Hadîs-i

şerîf-Müsâmere)

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem kıyâmet alâmetlerini sayarken buyurdu ki:

"Hâkimler rüşvet alarak haksız karar verir. Adam öldürmek çoğalır. Gençler

ana-babalarını, hısım-akrabâsını aramaz, saymaz olur. Kur'ân-ı kerîm mizmârdan, yâni

çalgı âletlerinden okunur. Tecvîd ile güzel okuyanları, İslâmiyet'e uyan hâfızları

dinlemeyip, mûsikî ile şarkı gibi okuyanları dinlerler." (Hadîs-i şerîf-Tergîb-üs-Salât)

Keyf ve eğlence için her mizmârı çalmak ve dinlemek haramdır. Çalgı, içki içenlerin

âdetidir. İçki ise, nefsin arzûlarını yâni şehveti harekete getirir. Yalnız muhârebede (savaşta)

askerin moralini kuvvetlendirmek için bando, mızıka çalmak ve bunlara sulh zamânında da

hazırlanmak ve düğünlerde davul def çalmak, her müslümana câizdir. (İmâm-ı Gazâlî)

2. Güzel ses.

Bir gün Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Ebû Mûse'l-Eş'arî'nin Kur'ân-ı

kerîm okumasını dinledi ve buyurdu ki: "Ebû Mûsâ'ya Âl-i Dâvûd'un mizmârlarından

verilmiştir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

Kur'ân-ı kerîmi mizmâr ve tecvîd ile okumalıdır. Tegannî ile yâni kelimeleri değiştirip

nağmeye uydurarak okumak haramdır. (Abdullah-ı Dehlevî)

MU'ACCEL:

Peşin olarak verilen. Acele ödenen şey. (Bkz. Mehr)

Nikâh akd edilirken (yapılırken) tek mehr söylenip, ne kadar mu'accel olduğu bildirilmedi

ise, âdete ve zevcinin emsâline (akranlarına) göre söylenilenin bir miktârı mu'accel olur.

Mehrin hepsi mu'accel denildi ise mu'accel olur. (Fetavâ-yı Hindiyye)

MUÂHEDE:

Andlaşma. (Bkz. Ahd)

İslâm halîfeliğinin bir an evvel kaldırılması İngilizlerin birinci düşünceleridir. Kırım

muhârebelerine sebeb olmaları ve burada Türklere yardım etmeleri hilâfeti mahv etmek için

bir hîle idi. Pâris muâhedesi bu hîleyi açıkça ortaya koymaktadır. (Abdürreşîd İbrâhim

Efendi)

MUÂHEZE:

Azarlama, darılma, paylama, cezâlandırma.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

Allahü teâlâ sizi yemîn-i lağv (geçmiş bir şey için zan ile yanlış yemin etmek) ile

muâheze etmez. Fakat (kasıdla, bilerek) akd ettiğiniz yeminlerde (geçmişte bir şey için yalan

söyleyerek veya ilerde yapacağım yâhut yapmayacağım diye yalan yere yemin etmekte)

muâheze eder. Onun keffâreti, çoluk-çocuğunuza yedirdiğinizin orta hâli ile on fakiri

doyurmaktır. Veya çoluk-çocuğunuza giydirdiğinizin orta hâliyle birer elbiseyi on fakire

giydirmektir veya bir köle âzâd etmektir. Bu üçünden birini yapmaya gücü yetmiyenin üç

gün müteâkiben (peşpeşe) oruç tutmasıdır. İşte bunlar sizlerin yeminlerinize keffârettir.

Lisânlarınızı yemininizi bozmaktan hıfz ediniz (koruyunuz). (Mâide sûresi: 89)

Allah hiç kimseye gücü yetmeyeceği bir şeyi teklif etmez. Herkesin kazandığı kendi

lehine, yüklendiği vebâl de aleyhinedir. "Ey Rabbimiz! Eğer unuttuk veya hatâ ettikse, bizi

muâheze etme. Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey

Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmiyeceği şeyleri de yükleme. Günâhlarımızı affet. Bizi

bağışla. Bize merhâmet eyle. Sen bizim mevlâmızsın. Artık kâfirler gürûhu (topluluğu)

üzerine bize yardım et (dediler)" (Bekara sûresi: 286)

Bir ümmet içerisinde, her gün yirmi beş kişi; Allahü teâlâya yirmi beş defâ istiğfâr ederse

(günahlarının bağışlanmalarını dilerse) Allahü teâlâ o ümmeti umûmî azâbla muâheze etmez.

(Mekhûl eş-Şâmî)

MUAHHİR (El-Muahhir):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Peygamberlerini, evliyâsını,

sevdiklerini kendine yaklaştırıp, kâfirleri (inanmayanları), fâcirleri, düşmanlarını,

sevmediklerini kendisinden uzaklaştıran, hor ve hakîr edip alçaltan.

El-Muahhir ism-i şerîfini söyleyenin tövbe etmesi kolay olur. (Yûsuf Nebhânî)

MU'ÂMELÂT:

İnsanların birbirleri arasında olan işler. Alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs gibi insanlar

arasında meydana gelen işler. Fıkıh ilminin dört kısmından biri.

Mu'âmelâtta bir fâsıkın (açıkça günâh işleyenin) veyâ müslüman olmıyanın sözü de kabûl

edilir. Akıllı olan çocuk ve kadın da mu'âmelâtta erkek gibidir. (Alâüddîn-i Haskefî)

MU'AMMÂ:

1.Gizli, örtülü, anlaşılmaz veya anlaşılması güç şey.

Allahü teâlâyı mü'minler Cennet'te görecektir. Fakat, nasıl olduğu bilinmeyen bir

görmekle göreceklerdir.Nasıl olduğu bilinmeyeni, anlaşılmayanı görmek de, nasıl olduğu

anlaşılmayan bir görmek olur. Belki gören de, nasıl olduğu bilinmeyen bir hâl alır ve öyle

görür. Bu, bir muammâ, bir bilmecedir ki, bu dünyâda evliyânın büyüklerinden seçilmişlere

bildirilmiştir. (İmâm-ı Gazâlî)

2. Edebiyâtta bir ad sorulacak şekilde düzenlenmiş manzûm bilmece.

On altıncı asrın büyük muammâ şâirlerinden biri de Emrî'dir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

MU'ÂNAKA:

İki kişinin birbirinin boynuna sarılması.

Âdem aleyhisselâmdan İbrâhim aleyhisselâma kadar, selâmlaşma, birbirine secde etmekle

olurdu. Sonra bunun yerine mu'ânaka ile oldu. Muhammed aleyhisselâm zamânında el ile

müsâfeha sünnet oldu. (Muhammed Rebhâmî)

Âlimler buyurdular ki: Mu'ânaka edenlerin üzerinde bir gömlek veya cübbe gibi bir şey

varsa, mu'ânaka câizdir. (Burhâneddîn Mergînânî)

Mu'ânakanın mekruh olanı (dînen iyi görülmeyeni) şehvetli olanıdır. (Şeyh Ebû Mansûr)

MU'ÂŞERET:

İnsanların birbirleriyle görüşmelerinde ve işlerinde karşılıklı uymaları gereken usûller,

kurallar. (Bkz. Edeb)

MU'ÂTEBE:

İtâb etme, kızma, azarlama. (Bkz. İtâb)

MU'ATTALA:

Allahü teâlânın sıfatlarını inkâr eden bozuk bir fırka, topluluk.

Nikâh ile alması haram olan yirmi beş kadından birisi de veseniyye yâni puta tapan

kadınlardır. Güneşe, yıldızlara, resimlere ve heykellere tapınanlar ve Mu'attala ve Bâtıniyye

ve İbâhiyyeden olanlar ve zındıklar yâni koyu müslüman görünüp küfre sebeb olan şeylere

îmânın şartı diyenler, hep puta tapanlardandır. (Mehmed Zihni Efendi)

MU'ÂVVİZETEYN:

Felak ve Nâs sûrelerinin ikisine berâber verilen isim.

Cumâ namazından sonra, yedi defâ ihlâs ve mu'âvvizeteyn okuyanı, Allahü teâlâ, bir

hafta, kazâdan, belâdan ve kötü işlerden korur. (Hadîs-i şerîf-Fevâid-i Osmâniyye)

Dertlerden, belâlardan kurtulmak; şeytanın, cinlerin şerrinden korunmak için,

Mu'âvvizeteyn'i çok okumak faydalıdır. (Seyyid Abdülhakîm)

MU'ÂYEDE:

Bayramlaşma. Birbirinin bayramını kutlama.

Selçuklular ve Osmanlılarda muâyede merâsimleri pek muhteşem olurdu. Sultanlar

bayram namazı kılmak için büyük bir alayla (toplulukla) selâtin yâni sultanlar tarafından

yaptırılan câmilerden birine giderlerdi. Bayram namazı kılındıktan sonra sultan, sarayda

devlet erkânıyla bayramlaşırdı. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)

Osmanlılarda pâdişâhın bayramı tebrik merâsimi, İstanbul'un fethinden on dokuzuncu

yüzyıl ortalarına kadar Topkapı Sarayı'nda yapıldı. Daha sonraki devirlerde Dolmabahçe

Sarayı'nın orta kısmındaki büyük muâyede salonunda yapılmaya başlandı. (Osmanlı Târihi

Ansiklopedisi)

Bayram günlerinde herkes temiz ve iyi giyinir, çocuklara yeni elbiseler alınır, fakir, yetim

ve öksüzler sevindirilirdi. Kabirler ziyâret edilerek vefât eden akrabâ, diğer müslümanlar ve

din büyüklerinin rûhu için Kur'ân-ı kerîm okunur, duâlar edilir ve daha sonra muâyede için

âile büyükleri, dost, akabâ ve tanıdıklar ziyâret edilirdi. (Hızır İlyâs Ağa)

MUBÂH:

Dînimizde yapılması emr olunmayan ve yasak da edilmeyen şeyler.

Mubahlar, iyi niyetle yapılınca tâat (Allahü teâlânın beğendiği şey) olur. Kötü niyetle

yapılınca, günâh olur. İnsan, mubâh bir işe başlarken niyyetine dikkat etmelidir. Niyyeti iyi

ise, o işi yapmalıdır. Niyyeti, yalnız Allahü teâlâ için olmazsa, yapmamalıdır. (Seyyid

Abdülhakîm Efendi)

Allahü teâlânın mubah ettiği yâni izin verdiği şeyler pek çoktur.Haram ettiği, yasakladığı

şeyler ise, pek azdır.Mubahlarda bulunan lezzet, harâmda bulunanlardan kat kat fazladır.

Mubâh işleyenleri Allahü teâlâ sever. Haram işleyenleri sevmez. Aklı olan, doğru

düşünebilen bir kimse, geçici bir zevk için, Allahü teâlânın râzı olmadığı, beğenmediği bir

şeyi yapmaz. Zâten Allahü teâlâ, zararlı olan bir lezzeti haram edince, bu lezzette olan

zararsız birçok başka şeyleri mubâh eylemiştir. (İmâm-ı Rabbânî)

Allahü teâlâ lutf ederek, kerem ederek, acıyarak, kullarına çok şeyleri mubâh etmiş, izin

vermiştir. Rûhu hasta, kalbi bozuk olduğu için, mubâhlarla doymayıp, bitmez tükenmez

mubahları bırakarak, İslâmiyet'in hududundan dışarı taşanlar, şüpheli ve haramlara uzananlar

ne kadar bedbaht ve zavallıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Mubâhları, lâzım olduğu kadar kullanmalıdır. Bir insan, mubâh yâni İslâmiyet'in izin

verdiği şeylerden, her istediğini yapar, taşkınca mubâh işlerse, şübheli şeyleri yapmaya başlar.

Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır. (İmâm-ı Rabbânî)

MÛCİD (El-Mûcid):

Îcâd eden, yoktan vâr eden, yaratan mânâsına Allahü teâlânın isimlerinden.

"Ben civaya bakınca, bunu yaratanın büyüklüğüne hayran oluyorum. Buna ne türlü

hassalar vermiş! Bunları düşündükçe, aklım başımdan gidiyor.Benim buluşlarım esâsen

dünyâda bulunan, fakat o zamâna kadar insanların göremedikleri büyük hârikaların ancak,

ufacık bir kısmını meydana çıkarmaktan ibârettir... Ben mûcidim ha...! Hayır, asıl mûcid, asıl

yaratıcı işte O'dur, Allah'tır..." (Edison)

MU'CİZÂT (Mûcizât):

Mûcizeler. Allahü teâlânın peygamberlerine, peygamberliklerini isbât etmeleri için ihsân

etmiş olduğu hârikulâde yâni âdet dışı (olağan üstü) hâller. Mûcize kelimesinin çokluk

şeklidir. (Bkz. Mûcize)

MU'CİZE (Mûcize):

Peygamberlerden aleyhimüsselâm peygamberliklerine delil olarak Allahü teâlânın izniyle

meydana gelen hârikulâde (olağanüstü) haller.

Bir şeyin mûcize olabilmesi için şu şartlar lâzımdır: Allahü teâlâ o şeyi mûtâd (alışılmış)

sebepler dışında yaratmış olmalıdır. Hârikulâde (olağanüstü) olmalıdır. Peygamber olan zâtın

istediğine uygun olmalıdır. İsteyip de hâsıl olan mûcize kendisini yalanlamamalıdır. Mûcize,

peygamber olduğunu söylemeden önce hâsıl olmamalıdır. Bir peygamberin ümmetinden

meydana gelen hârikulâde hâller, kerâmetler o peygamberin mûcizesidir. (İmâm-ı Rabbânî)

Peygamberler şerîatin emirlerini ve yasaklarını bildirirlerdi. Ümmetleri mûcize isteyince;

"Mûcizeleri Allahü teâlâ yaratır. Bizim vazifemiz O'nun emirlerini bildirmektir" buyururlardı.

Allahü teâlâ dilerse ümmetlere merhamet ederek, inanmaları, seâdete kavuşmaları için o anda

mûcize yaratırdı. (İmâm-ı Rabbânî)

Allahü teâlâ her peygambere zamanlarında önemli kabûl edilen hususlarla ilgili mûcize

ihsân etmiştir. Mûsâ aleyhisselâm zamânında sihirbâzlık yaygın idi. Allahü teâlâ Mûsâ

aleyhisselâma asâ mûcizesini ihsân etti. Mûsâ aleyhisselâmın asâsı büyük yılan olup

sihirbâzların sihir âletlerini yuttu. Böylece sihirbâzlar, bunun insan gücünün üstünde

olduğunu anlayarak Mûsâ aleyhisselâma îmân ettiler. Îsâ aleyhisselâmın zamânında tıb ileri

gitmişti. Tabipler başarılarıyla öğünürlerdi. Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma ölüleri diriltme ve

anadan kör doğanların gözlerinin açılması mûcizesini ihsân etti. Tabipler âciz kaldılar.

Muhammed aleyhisselâm zamânında ise, Arabistan yarımadasında şâirlik ve belâgat san'atı en

yüksek dereceye ulaşmıştı. Yazdıkları ve okudukları şiirlerle birbirlerine öğünürlerdi. Allahü

teâlâ Peygamber efendimize en büyük mûcize olarak Kur'ân-ı kerîmi gönderdi. Kur'ân-ı

kerîmin îcâzı, eşsizliği karşısında şâirler âciz kaldılar. Bir kısmı Allah kelâmı olduğunu inkâr

edip kâfir olarak öldüler. Bir kısmı ise, Allah kelâmı olduğunu anlayarak müslüman oldular.

(Ahmed Fârûkî)

Allahü teâlânın âdetinin ve kânunlarının dışında yarattığı mûcizelerin meydana gelmesi

için, peygamberlerin aleyhimüsselâm diri olması şart değildir. Öldükten sonra da Allahü teâlâ

onlara mûcize ihsân eder. (Abdülganî Nablüsî)

Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem mûcizeleri binden fazla olup bâzıları

şunlardır:Mîrâc mûcizesi, şakk-ı kamer mûcizesi (ayın ikiye bölünmesi), mübârek

parmaklarından su fışkırma mûcizesi, Kâbe-i muazzama içindeki putların mübârek

parmağının işâreti ile yüz üstü düşmesi mûcizesi, ölülerin diriltilmesi mûcizesi, yaralılara ve

hastalara şifâ verme mûcizesi. (Harputlu İshâk Efendi)

MUDÂREBE ŞİRKETİ:

Ortaklardan bir kısmının sermâye vermesi, bir kısmının da iş yapmayı üzerine alması

üzerine anlaşma yapılarak kurulan şirket, ortaklık.

Mudârebe şirketinde sermâyenin; altın, gümüş veya başka geçer para olması lâzımdır. Kâr

önceden sözleşilen oranda paylaşılır. Sermâye, iş yapanlara emânettir.Telef olursa ödemezler.

(İbn-i Âbidîn)

MUDILL (El-Mudıll):

Dalâlete düşüren, doğru yoldan çıkarıp, eğri yola saptıran mânâsına, Allahü teâlânın

Esmâ-i hüsnâsından, güzel isimlerinden.

Allahü teâlânın isimleri aynı zamanda sıfatlarıdır. Allahü teâlânın Hâdî (hidâyete

kavuşturucu) Mudıll sıfatları vardır. İnsanlardan bâzılarına Hâdî, bâzılarına Mudıll sıfatı ile

tecellî eder. Niye böyle olduğunu biz bilemeyiz. (İmâm-ı Rabbânî)

MUFÂVADA ŞİRKETİ:

Sermâyedeki hisseleri, kâr ve kullanma hakkı, ortaklar arasında eşit olan ve ortakların

müslüman olması ve herbirinin sermâyesinden başka parası bulunmaması şartlarıyla kurulan

bir şirket. Müsâvat şirketi.

Mufâvada şirketinde ortaklardan herbiri, diğer ortakların kefîli ve vekîlidir. Ortaklar,

şirketin borçlarından ve teahhüdlerinden (sözleşmelerinden) zincirleme olarak ve bütün

malları ile sorumludurlar. (Mecelle)

Mufâvada şirketinde malın herhangi bir parçası satılınca, parası ve kârı bütün ortaklar

arasında müşterek (ortak) olur. (Avrupalılar Müfâvada şirketini müslümanlardan alıp,

Kollektif şirket demişlerdir.) (İbn-i Âbidîn)

MUGÂLATA:

Hatâlı ve yanlış söz, karşısındakini yanıltmak için söz söylemek veya bu sûretle söylenen

söz.

Safsata ve mugâlataya dayanan sophisme'i (insanı her şeyin ölçüsü kabûl eden felsefî

düşünce sistemini) kelâm âlimleri şiddetle reddetmişlerdir. (Seyyid Şerîf Cürcânî)

MUĞNÎ (El-Muğnî):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hikmeti îcâbı, her şeyin

ihtiyâcını giderici, tamamlayıcı ve lütfuyla doyurucu.

MUHABBET:

Sevgi. Aşırı düşkünlük.

Allahü teâlâ buyurdu ki: Benim için birbirini sevenlere, benim için biraraya gelip

oturanlara, benim için birbirini ziyâret edenlere, benim için birbirine verenlere

muhabbetim vâcibdir. (Hadîs-i kudsî-Senâullah-i Pânî Pûtî)

Benim muhabbetim; benim yolumda birbirine muhabbet edenler, hâlis sevgi

gösterenler ve benim sevgim uğrunda harcıyanlar için hak oldu. (Hadîs-i

şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

Benim muhabbetim bir kulun kalbine girerse, azîz ve celîl olan Allahü teâlâ, onun

cesedini ateşe haram kılar. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

Muhabbete, muhabbet denmesi; kalbde Allahü teâlânın rızâsından başka her şeyi mahv

(yok)etmesindendir. (Ebû Saîd Eşec)

Eshâb-ı kirâm (Peygamberimizin arkadaşları), Resûlullah efendimizin muhabbeti uğruna

mallarını ve canlarını sarf eylediler (harcadılar). Makâm ve mevkilerini terk eylediler.

(İmâm-ı Rabbânî)

Muhabbet rızâya (Allah'tan gelen her şeyi beğenmeye), rızâ da muhabbete dâhildir.

Rızâsız muhabbet, muhabbetsiz rızâ olmaz. Çünkü insan, ancak sevdiğine râzı olur ve râzı

olduğunu sever. (Amr bin Osman Mekkî)

Kul, muhabbet makâmına; Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek ve Allahü teâlâya düşman

olanlara düşmanlık etmekle kavuşur. (Abdullah bin Muhammed Mürteiş)

Şu üç muhabbet çok mühimdir:Birincisi, Allahü teâlâyı sevmektir. Bunun alâmeti, ibâdeti

günaha tercih etmektir. İkincisi, kuvvetli bir îmân ile Resûlullah efendimizi sevmektir. Bunun

alâmeti, Resûlullah'ın sünnetine yapışmaktır. Üçüncüsü ise Allah için mü'minleri

sevmektir.Bunun alâmeti, mü'minlere eziyet etmemek ve onlara faydalı olmaktır. (Hâris

el-Muhâsibî)

Bütün kazançlarıma, mürşidlerime (hocalarıma) çok muhabbet etmekle kavuştum.

Seâdetin (mutluluğun, kurtuluşun)anahtarı, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmektir. (Mazhar-ı

Cân-ı Cânân)

Muhabbet edene muhabbet edilir. Seven sevilir, unutmayan unutulmaz. (Ali Hâfız Efendi)

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,

Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl

(Bezm-i Âlem Vâlide Sultan)

Muhabbet-i Resûlillâh:

Peygamber efendimizin sevgisi.

Hazret-i Ali, muhabbet-i Resûlillah makâmının en son derecesine ulaşmış; cânını ve

malını, O'nun yoluna fedâ etmiştir. (Ahmed Fârûkî)

Müslüman kimse, Eshâb-ı kirâmın (Resûlullah efendimizi görüp, sohbetinde yetişen

mübârek insanların) hepsini sevmeli ve iyi bilmelidir. Onları sevmenin, muhabbet-i

Resûlillah demek olduğunu bilmelidir. Çünkü, Peygamber efendimiz; "Onları seven, beni

sevdiği için sever" buyurdu. Bir müslüman için, kurtuluş yolu ancak budur. (Abdullah

Süveydî)

Muhabbet-i Zâtiyye:

Allahü teâlânın zâtına olan sevgi.

Muhabbet-i zâtiyye denilen sevgi hâsıl olunca, sevgilinin nîmetleri ve elemleri (iyilik ve

ızdırabları), sevenin yanında eşit olur. Bu zaman, ihlâs (her şeyi Allah için yapma) hâsıl olur.

Rabbine ancak, O'nun için ibâdet eder; kendi nefsi için değil. İbâdeti, nîmetlere kavuşmak

için olmaz. Çünkü ona göre, nîmetlerle azâblar arasında başkalık (ayrılık, fark) yoktur.

(İmâm-ı Rabbânî)

MUHABBETULLAH:

Allahü teâlânın sevgisi.

Kim muhabbetullahı, kendi muhabbetine tercih eder, üstün tutarsa, Allahü teâlâ,

halktan gelen meşakkat ve sıkıntılar husûsunda ona kâfi gelir. (Hadîs-i

şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

İslâm dîninde, en mühim maksâd, muhabbetullah olduğundan, Allahü teâlâ, her gün beş

vakitte nice kerreler zikr edilerek (hâtırlanarak), kalb kuvvetlendirilmektedir. Kalbin ve rûhun

kuvvetlenmesi, sevgiliye (Allahü teâlâya) kavuşmaya sebeb olur.Namaz kılarken okunan

âyetler, tesbihler ve duâlar, Allahü teâlânın büyüklüğünü bildirir. Allahü teâlâ, bunları

okuyanları severim ve onlara çok sevâb veririm buyuruyor. Muhabbetullaha kavuşmak için ve

sevâb kazanmak için okunan ve yapılan şeyler güç olsalar da, îmânlı kimselere kolay ve tatlı

gelir. (İmâm-ı Gazâlî)

MUHÂCİR:

1. İslâmiyet'in başlangıcında, sırf müslüman oldukları için Mekkeli müşriklerin zulüm ve

işkencelerine mâruz kalıp, dinlerini, îmânlarını korumak için, evlerini, mallarını ve mülklerini

bırakarak Resûlullah efendimizin izni ile önce Habeşistan'a, sonra Medîne-i münevvereye

hicret eden Mekkeli müslümanlar. Muhâcirin çoğulu muhâcirîn'dir.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Önce müslüman olanlardan, Muhâcirlerin ve Ensârın önde gelenlerinden ve bunların

yolunda gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır ve bunlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü

teâlâ bunlar için, Cennetler hazırladı. Bu Cennetlerin altından nehirler akmaktadır.

Bunlar Cennet'te sonsuz kalacaklardır. (Tevbe sûresi: 100)

Duâ ordusunun askerleri, gazâ ordusu askerlerinin rûhu gibidir. Gazâ ordusunun askerleri,

onların kalıpları, bedenleridir. O hâlde, gazâ ordusunun askeri, duâ ordusu olmadıkça, iş

başaramaz. Çünkü, rûhsuz bedene hiçbir yardımın ve kuvvetin faydası olmaz. Bunun içindir

ki, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem gazâlarında ve sıkıntılı zamanlarında, muhâcirlerin

fakirleri hürmetine Allahü teâlâdan yardım dilerdi. Askeri, ordusu olduğu hâlde, muhâcirlerin

fakîrlerini vesîle ederek duâ ederdi. (İmâm-ı Rabbânî)

2. Vatanından ayrılmış, terk etmiş kimse. Göç eden.

MUHADDİS:

Hadîs âlimi. Çok sayıda hadîs toplayıp, senet ve metinleriyle ezberleyen, râvilerin cerh ve

ta'dîl (güvenilir olup olmadıkları) noktasından durumlarını bilen, bu ilimde ihtisas kazanıp

kitaplar yazmış olan âlim. Muhaddisin çoğulu muhaddisîn'dir.

Büyük muhaddislerden İmâm-ı Buhârî hazretlerinin rivâyet ettiği (naklettiği) hadîs-i

şerîflerden birkaçı şöyledir:

Hayâ (utanma) îmândandır. Îmânı olan Cennet'tedir. Fuhuş kötülüktür. Kötüler

Cehennem'dedir.

Benden sonra, müşrik olmanızdan (Allah'a ortak, eş koşmanızdan) korkmuyorum.

Dünyâya düşkün olarak, birbirinizi öldürmenizden, böylece geçmiş kavimler gibi helâk

olmanızdan korkuyorum.

Yine büyük muhaddislerden İmâm-ı Müslim hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden

bâzısı şöyledir:

Allahü teâlâ, birinizin tövbesine, birinizin kayıp hayvanını bulduğu vakit sevinmesinden

daha çok sevinir.

Kıyâmet gününde müslümanlardan bir kısmı, dağlar gibi günâhlarla gelirler de, Allahü

teâlâ, onların o kadar günâhını af ve mağfiret eder.

MUHÂL:

İmkansız, mümkün olmayan.

Muhammed aleyhisselâma tam ve kusûrsuz tâbi olabilmek için, O'nu tam ve kusûrsuz

sevmek lâzımdır.Tam ve olgun sevginin alâmeti de, O'nun düşmanlarını düşman bilmektir.

O'nu beğenmeyenleri sevmemektir. Muhabbete (sevgiye) müdâhene yâni gevşeklik sığmaz.

Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı bir şey yapamaz. Aykırı gidenlerle

uyuşamaz. Cem-i zıddeyn muhâldir. İki zıd şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada bulunamaz.

İki zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı îcâb ettirir. (İmâm-ı Rabbânî)

MUHÂLAA:

Kadının mal karşılığı kocasına kendini boşattırması. (Bkz. Hul')

MUHÂLEFET:

Karşı gelme itâat etmeme, uymamak.

İrâde; nefsin arzularına muhâlefet edip, onu Allahü teâlânın emirlerine yöneltmek ve

kendisi için Allahü teâlânın takdîr ettiğine râzı olmaktır. (Abdullah bin Muhammed Mürteiş)

Her ayrılışın başlangıcı muhâlefettir. Hocasına muhâlefet eden bir kimse, artık onun yolu

üzerinde devâm edemez; aradaki ilgi ve berâberlik kesilir. Kalbi ile hocasına îtirâz eden

(karşı gelen) kimse, sohbetinden ve ilminden istifâde edemez (faydalanamaz). O kimseye

tövbe etmesi lâzım olur. (Ebû Ali Dekkâk)

Bir kimsenin münâzara ve muhâlefet yaptığını, sâdece kendi görüşünü beğendiğini, ısrarlı

bir tutum içerisinde olduğunu görürsen, onun hüsrânının tamam olduğunu bil. (Bilâl bin Sa'd)

MUHÂLEFETÜN-LİL-HAVÂDİS:

Allahü teâlânın, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde) yarattıklarına, hiçbir

bakımdan benzememesi.

Âkil ve bâliğ (akıllı ve ergenlik çağına gelmiş) olan kadın ve erkek her müslümanın,

Allahü teâlânın zâtî ve subûtî sıfatlarını doğru bilmesi ve inanması lâzımdır. Herkese ilk farz

olan şey budur. Bilmemek özür olmaz, büyük günahtır. Allahü teâlânın zâtî sıfatları yâni

zâtına âit olan sıfatları altıdır. Bunlar; 1)Vücûd; var olmaktır. 2)Kıdem; varlığının öncesi,

başlangıcı olmamaktır. 3)Bekâ; varlığı sonsuz olmaktır, hiç yok olmamaktır. 4)Vahdâniyyet;

zâtında, sıfatlarında, işlerinde ortağı benzeri olmamaktır. 5) Muhâlefetün- lil-havâdîs.

6)Kıyam bi-nefsihî; varlığı kendinden olup, hep var olması için, hiçbir şeye muhtâç

olmamaktır.Bu altı sıfatın hiçbiri, mahlûkların (yaratılmışların) hiçbirinde yoktur. (Mevlânâ

Hâlid-i Bağdâdî)

MUHAMMED ALEYHİSSELÂM:

Allahü teâlânın insanlara gönderdiği son peygamber.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamberlerden başka (bir şey) değildir.

O'ndan evvel daha nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi O ölür yâhud öldürülürse,

ökçelerinizin üstünde (gerisin geri) mi döneceksiniz. Kim (böyle) iki ökçesi üzerinde

(ardına) dönerse, elbette Allah'a hiçbir şeyle zarar yapmış olmaz. Allah, şükür (ve sebât)

edenlere mükâfât verecektir. (Âl-i İmrân sûresi: 144)

Muhammed (aleyhisselâm) Allahü teâlânın insanlara gönderdiği peygamberidir.

O'nunla birlikte olanlar kâfirlere karşı şiddetlidirler. Biribirlerine karşı pek

merhâmetlidirler. (Feth sûresi: 29)

Ben Muhammed'im. Ben Mâhî'yim ki, Allahü teâlâ benimle küfrü yok eder. Ben

Hâşir'im ki, halk kıyâmet günü benim izimce haşr olunacak (toplanacak)tır. Ben Âkıb'ım

ki, benden sonra peygamber yoktur. (Hadîs-i şerîf-İslâm Âlimleri Ansiklopedisi)

Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın Resûlü yâni peygamberidir. Habîbi

(sevgilisi)dir. Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur. Babası Abdülmuttalib'in oğlu

Abdullah, annesi Vehb'in kızı Âmine Hâtun'dur. Mîlâdın 571 senesi Nisan ayının yirmisine

rastlayan Rebî-ül-evvel ayının on ikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke'de doğdu.

Babası O doğmadan önce vefât etti. Altı yaşındayken annesi, sekiz yaşındayken dedesi vefât

etti. Sonra amcası Ebû Tâlib'in yanında büyüdü. Yirmi beş yaşında hazret-i Hadîce ile

evlendi. Bundan dört kızı iki oğlu oldu. Kırk yaşında bütün insanlara ve cinne peygamber

olduğu bildirildi. Üç sene sonra herkesi îmâna çağırmaya başladı. Elli iki yaşındayken bir

gece Mekke'den Kudüs'e ve oradan göklere götürülüp, getirildi. Mîrâc adı verilen bu

yolculuğunda Cennetleri, Cehennemleri, Allahü teâlâyı gördü. Beş vakit namaz bu gece farz

oldu. Mîlâd'ın 622 yılında Allahü teâlânın emriyle Mekke'den Medîne'ye hicret etti (göç etti).

Vefâtına kadar İslâmiyet'i yaymaya ve insanları iki cihân seâdetine (mutluluğuna)

kavuşturmağa çalıştı. Hicrî on bir (M. 632) senesinde Rebî-ul-evvel ayının on ikinci Pazartesi

günü öğleden evvel vefât etti. Salı'yı Çarşamba'ya bağlayan gece yarısı, vefât ettiği odaya

defn edildi. (İbn-ül-Esîr, İmâm-ı Süyûtî, Halebî, Abdülhak-ı Dehlevî, Zerkânî)

Muhammed aleyhisselâm beyaz idi. İnsanların en güzeli idi. O her zaman dünyânın her

yerinde olan ve gelecek bütün insanlardan her bakımdan üstündür. Aklı, fikri, güzel huyları,

bütün organlarının kuvveti her insandan fazla idi. Ümmî idi yâni hiç mektebe gitmedi.

Kimseden ders almadı, fakat Allahü teâlânın bildirmesi ile her şeyi bilirdi. (İmâm-ı Kastalânî)

Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâm adındaki bir melek ile Muhammed aleyhisselâma

Kur'ân-ı kerîmi gönderdi. İnsanlara dünyâda ve âhirette lüzûmlu ve faydalı olan şeyleri emr

etti. Zararlı olanları yasakladı. Bu emirlerin ve yasakların hepsine İslâm dîni veya İslâmiyet

denir. Muhammed aleyhisselâmın her sözü doğrudur, kıymetlidir, faydalıdır. Muhammed

aleyhisselâmın sözlerinden birine inanmayan, beğenmeyen kimse kâfir (îmânsız) olur.

Muhammed aleyhisselâmı sevmek; bütün seâdetlerin (mutlulukların), rahatlıkların, iyiliklerin

başıdır. O'nun peygamber olduğuna inanmamak ise bütün sıkıntıların, kötülüklerin başıdır.

(Tirmizî, Beyhekî, İmâm-ı Rabbânî,Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Muhammed Sûresi:

Kur'ân-ı kerîmin kırk yedinci sûresi.

Muhammed sûresi, Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi). Otuz sekiz âyet-i kerîmedir.

İkinci âyetinde Resûl-i ekremin ism-i şerîfi geçtiğinden sûreye Sûret-ül-Muhammed

denilmiştir. Ayrıca yirminci âyet-i kerîmede kıtale (adam öldürmeye) işâret olduğu için

Sûret-ül-Kıtal da denilmektedir. Sûrede Resûl-i ekreme inanan ve Hakk'a uyan mü'minlerin

bağışlanacağı, bunların kavuşacakları Cennet nîmetleri, cihâddan kaçanların Allahü teâlânın

gazâbına uğradığı, dünyâ hayâtının geçiciliği ve cimrilik yapanların kendilerine yazık ettiği

bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî, Kurtubî, Râzî)

Allahü teâlâ Muhammed sûresinde meâlen buyuruyor ki:

Ey îmân edenler! Allahü teâlânın yoluna gider, O'nun dînine yardım ederseniz, O da

size yardım eder ve ayaklarınızı doğru yoldan ayırmaz. (Âyet: 7)

Kim Muhammed sûresini okursa, Allahü teâlânın ona Cennet nehirlerinden içirmesi

hak olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

Muhammed-ül-Emîn:

"Doğru sözlü ve güvenilir" mânâsına Peygamber efendimizin lakabı.

Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğu kendisine bildirilmeden önce ve sonra hiç

yalan söylemediği, bunun için de düşmanları arasında bile Muhammed-ül-emîn adıyla meşhûr

olduğu güneş gibi meydandadır. İslâm düşmanlarının taşkınlıkları gözlerini kör etmiş ve o

kadar karartmıştır ki, bu açık hakîkati saklayacak kadar alçalmışlardır. (İmâm-ı Gazâlî)

Mükemmel bir insan olduğunu bütün dünyânın tasdîk ettiği Muhammed aleyhisselâma

son derece dürüstlüğü ve sadâkati (doğruluğu) sebebi ile en büyük düşmanları dahi

Muhammed-ül-emîn derlerdi. (Kürschner)

Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem otuz beş yaşındayken yağan yağmur ve

seller Kâbe'nin duvarlarını yıpratmıştı. Mekkeliler, binâyı yeniden inşâ etmeye başladılar.

Hacer-ül-esved taşını yerine koyma sırası gelince; her kabîle onu koyma şerefine kendisi

kavuşmak istediğinden aralarında tartışmalar büyüdü. Dört beş gün süren bu anlaşmazlık

sebebiyle neredeyse kan dökülecekti. Sonunda orada bulunanlar, Benî Şeybe kapısı tarafından

ilk gelen kimsenin hakemliğini kabûl etmeye karar verdiler. O kapıdan girecek kimseyi

beklemeye başladılar. O sırada Muhammed-ül-emîn lakabıyla bilinen ve hep kendisine

güvenilir dedikleri Muhammed aleyhisselâm kapıdan girdi. İşte Muhammed-ül-emîn O'nun

hükmüne râzıyız dediler. Peygamber efendimiz bir örtü üzerine Hacer-ül-esvedi koyup her

kabîleden bir kişiye tutturarak taşı yerine yerleştirdi. Böylece büyük bir anlaşmazlık

Muhammed-ül-emînin hakemliğiyle son buldu. (Molla Miskîn, İbn-i Hişâm, Abdülhak

Dehlevî)

MUHANNES:

İşlerini, sözlerini, hareketlerini ve şeklini kadınlara benzeten erkek.

Muhanneslik yapanlar mel'ûndur. Bunlar için, hadîs-i şerîfte; "Kendilerini kadınlara

benzeten erkeklere ve erkeklere benzeten kadınlara, Allah lânet eylesin!" buyruldu.

(Abdülhak-ı Dehlevî)

İslâm hukûkuna göre bir erkeğe hakâret etmek kastıyla; "Ey Muhannes!" diyen, ta'zîr

olunur (cezâlandırılır). (İbn-i Âbidîn)

MUHARREF:

Tahrif edilmiş, değiştirilmiş, bozulmuş.

Allahü teâlâ peygamberleri aracılığıyla insanlara yüz adedi suhuf (forma), dördü büyük

kitâb olmak üzere yüz dört kitâb gönderdi. Bu kitabların bir kısmının mevcûdu kalmadı, bir

kısmı ise tahrîf edildi. Mevcûdu bulunan kitablardan Tevrât ve İncîl muharreftirler. Papazlar

tarafından değiştirilmiştir. Muharref olmayan tek ilâhî kitab Kur'ân-ı kerîmdir. (Mevlânâ

Hâlid-i Bağdâdî)

Mûsâ ve Yûşâ aleyhimesselâmdan sonra, Buhtunnasar Bâbil'den gelip Kudüs'ü aldı.

Süleymân aleyhisselâmın yapmış olduğu Mescid-i Aksâ'yı yıktı. Tevrâtları yaktı, iki yüz bin

kişiyi öldürdü, yetmiş bin din adamını esir alarak Bâbil'e götürdü. Daha sonra serbest

bırakılan İsrâiloğulları, Üzeyr aleyhisselâmdan sonra bozuldular. Tevrât'ı değiştirerek

muharref hâle getirdiler. İncîl de ilk şeklinde olduğu gibi saklanamadı; hıristiyan din adamları

tarafından değiştirildi. (Harputlu İshâk Efendi)

Allahü teâlâ tarafından bildirilen ilâhî dinler, muharref dinler ve muharref olmayan dinler

diye kısımlara ayrılır. Yahûdîlik ve hıristiyanlık muharref dinlerdir. Muharref olmayan tek din

ise İslâmiyet'tir. (Harputlu İshâk Efendi)

MUHARREM AYI:

Hicrî kamerî yılın ilk ayı.

Ramazan'dan sonra oruçların en fazîletlisi, Muharrem ayında tutulan oruçtur.

Farzlardan sonra en fazîletli namaz da gece namazıdır. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)

Kim arefe günü oruç tutarsa, iki senelik günâhına keffâret olur ve kim de, Muharrem

ayında bir gün oruç tutarsa, her bir günü için otuz gün sevâbı yazılır. (Hadîs-i

şerîf-Taberânî)

Muharrem ayı, Kur'ân-ı kerîmde kıymet verilen dört aydan biridir. Aşûre, bu ayın en

kıymetli gecesidir. Allahü teâlâ, birçok duâları Aşûre günü kabûl buyurmuştur. (Bkz. Aşûre

Günü). (Muhammed Rebhâmî)

İslâmiyet'in ilk zamanlarında ve İslâmiyet'ten evvel, Receb, Zilka'de, Zilhicce ve

Muharrem aylarında harb etmek haram idi. İslâmiyet'ten evvel Arablar, Receb veya

Muharrem aylarında harb edebilmek için, ayların yerini değiştirir, ileri veya geri alırlardı.

Resûlullah efendimiz, hicretin onuncu senesinde, doksan bin müslüman ile vedâ haccı yaptığı

zaman; "Ey Eshâbım! Haccı tam zamânında yapıyoruz. Ayların sırası, Allahü teâlânın

yarattığı zamandaki gibidir" buyurdu. (Ali Cürcânî)

MUHARREM GECESİ:

Muharrem ayının birinci gecesi, müslümanların hicrî-kamerî yılbaşı gecesi.

Muharrem ayı, hicrî kamerî senenin birinci ayıdır. Muharrem ayının birinci günü

müslümanların kamerî senesinin, birinci günüdür. Müslümanlar, kendi sene başı gecelerinde

ve günlerinde müsâfeha ederek, mektuplaşarak tebrikleşir. Birbirlerini ziyâret eder ve

hediyeleşirler. Sene başını mecmûa ve gazetelerde kutlarlar. Yeni senenin, birbirlerine ve

bütün müslümanlara hayırlı ve bereketli olması için duâ ederler. Büyükleri, akrabâyı, âlimleri

evinde ziyâret edip, duâlarını alırlar. O gün, bayram gibi temiz giyinirler. Fakirlere sadaka

verirler. (M. Sıddîk Gümüş)

MUHARREMÂT:

1.Yapılması dînen yasaklanmış, haram olan işler, haramlar.

Muharremâttan bâzıları şunlardır:İnanmamak (küfür), kalp kırmak, büyüklenmek (kibir),

yalan söylemek ve yalancı şâhidlik etmek, ayıplanmaktan korkmak, insanları çekiştirmek

(gıybet), kıskançlık (haset), koğuculuk (nemmâmlık), söz taşımak, gösteriş, alay etmek,

kızmak, münâkaşa etmek, isrâf etmek, müstehcenlik ve fuhuş. (Hâdimî)

2.Nikâhlanılması (evlenilmesi) dînen haram kimseler. Nikâh düşmeyenler.

Yirmi beş kadın muharremâttan olup, bunlardan on sekizi ebedî mahremdir. Yâni

ölünceye kadar kendileriyle evlenilmez. (Saidüddîn Fergânî)

Erkeğin ve kadının nikâhlanıp hiç evlenemeyeceği muharremâttan olan kimselerin yedisi

nesepten (soydan), yedisi sütten, dördü de sıhriyyet (evlilik) ile olan akrabâlarıdır. (M.

Mevkûfâtî, M. Zihnî Efendi)

MUHÂSEBE:

Hesâblaşma, insanın nefsini hesâba çekmesi.

Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem; "Hesâba çekilmeden evvel hesâbınızı

görünüz" emirleri ile, bâzı insanlar, her gün ve her gece yaptıkları işlerden kendilerini

muhâsebe ediyor. Ben, hesâbda onları geçtim ve işlediklerimle berâber, düşündüklerimde de

kendimi hesâba çekiyorum. (Muhyiddîn-i Arabî)

Amellerden sonra muhâsebe yapmalıdır. Her gün yatarken, o gün yaptığı işler için nefsi

hesâba çekmeli, sermâyeyi, kârdan ve zarardan ayırmalıdır. Sermâye farzlardır. Kâr da,

sünnetler ve nâfilelerdir. Ziyân ise, günâhlardır. (İmâm-ı Gazâlî)

Yetmiş iki kadar güzel huydan biri de, insanın kendini her zaman muhâsebe etmesidir.

(Kudbüddîn İznikî)

Allah'a ve âhiret gününe îmânı olan herkesin, nefis muhâsebesinde bulunması, nefsini bir

an ihmâl etmemesi ve bütün işlerinde onu sıkıştırıp göz altında bulundurması lâzımdır.

Çünkü, ömürden geçen her nefes, bahâ biçilmeyen bir cevherdir. (İmâm-ı Gazâlî)

Ey insanoğlu! Aza kanâat et; malını hayırlı yerlere harca, yoksulluktan korkma, rızkına

Allahü teâlâ kefildir. Doğruluktan kalbini ayırma, nefsini Allah için muhâsebe et; çünkü

nefis, kendi arzûlarını, sana faydalı ve iyi gösterir. Hâlbuki onlar aslında günâhtır. İşlerini

Allah'ın rızâsına uydur. Âhiret gününün sıkıntılarından kurtulmak için, kalbini Allahü teâlâya

bağla. (İmâm-ı Gazâlî)

MUHASSER VÂDİSİ:

Hicaz'da, Minâ ile Müzdelife'yi birbirinden ayıran ve hacıların Minâ'ya giderken

durmamaları gereken yer.

Hacılar, Muhasser vâdisinin başına ulaşınca, bir taş atımı yeri hızla geçer. Çünkü burası

Kâbe-i muazzamayı yıkmak için gelen Ebrehe'nin ordusunun durak yeridir. Meşhûr târihçi

Ezrâkî, Muhasser vâdisinin beş yüz kırk beş arşın olduğunu söylemiştir. (İbn-i Âbidîn)

MUHAYYERLİK:

Satan ve satın alanın alış-verişten vaz geçebilme hakkı.

Müşteri iki veya üç maldan birini seçmek için üç günden fazla muhayyer olabilir. Üç

maldan fazlasını seçmek için ise üç günden fazla muhayyer olamaz. (Dâmâd)

Bir kimse satın aldığı bir malda kusur bulsa, tam fiyatı ile almakta veya red etmekte

muhayyerdir.Satan râzı olursa fiyatını düşürerek satın alabilir. (Dâmâd)

MUHAYYİRE (Dâlle):

Âdet zamânını unutan kadın. (Bkz. Dâlle)

MUHÂZÂT:

Kadının aynı imâma uymuş olan erkeğin önünde veya hizâsında bulunması.

Muhâzât hâlinde erkeğin namazı bozulur. (Tahtâvî)

MUHBİR-İ SÂDIK:

Hep doğru söyleyici, doğru haber verici mânâsına Muhammed aleyhisselâm.

Muhbir-i sâdık aleyhi minessalevâti etemmühâ buyurdu ki: "Kıyâmet günü, şehîdlerin

kanını, âlimlerin mürekkebi ile tartarlar. Mürekkeb ağır gelir." (İmâm-ı Nevevî)

Muhbir-i sâdık ne bildirdi ise ve Ehl-i sünnet âlimleri rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmâ'în

kitablarında ne yazdı ise onları yapmağa canla-başla çalışmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Muhbir-i sâdık Muhammed aleyhisselâm; "Helekel müsevvifûn." buyurdu. Yâni; "Sonra

yaparım diyenler helâk oldular." (İmâm-ı Rabbânî)

MUHDİS:

Namaz abdesti olmayan kimse.

Muhdisin Kur'ân-ı kerîmi tutması haramdır. Ezberden okuması câizdir, olur. Yatağa

abdestli girmek sünnettir. (İbn-i Âbidîn)

Muhdisin Kur'ân-ı kerîmi yatakta, yatarak ezberden okuması câizdir ve sevâbdır. Fakat

başını yorgandan dışarı çıkarmalı ve bacakları bitiştirmelidir. (Seyyid Alizâde)

Cünüb ve hayızlının câmiye girmesi harâmdır. Muhdisin girmesi mekrûhtur. (Molla

Hüsrev)

MUHÎT (El-Muhît):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). İhâta eden, çeviren, ilmi her

şeyi kuşatan.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allahü teâlânın ilmi ve kudreti her şeyi

muhîttir. (Nisâ sûresi: 126)

Allahü teâlâ muhîttir, her şeyi ihâta etmiştir. Fakat bu ihâta, çevirmek, bizim anladığımız

gibi değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

MUHKEM:

Sağlam kılınmış, tahkîm edilmiş. İçinde hüküm bulunan, mânâsı açık olan âyet. Çoğulu

muhkemâttır. (Bkz. Muhkemât)

MUHKEMÂT:

Kur'ân-ı kerîmdeki mânâsı açık, meydanda olan, anlaşılabilen âyet-i kerîmeler. Muhkemin

çoğulu. (Bkz. Âyet)

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

(Ey Habîbim!) Sana Kur'ân'ı, Allahü teâlâ inzâl etti (indirdi). Onun bir kısmı

muhkemât olup, bunlar Kur'ân'ın esâsıdır. Bir kısmı da müteşâbihtir (mânâsı açıkça belli

değildir). Fakat kalblerinde eğrilik bulunanlar (muhkem âyetleri bırakırlar da) fitne aramak

(hakkı karıştırmak, halkı şüpheye düşürüp doğru yoldan saptırmak kastıyla) ve isteklerine

göre te'vil etmek (asıl mânâsından başka mânâ vermek) için müteşâbih olan âyetlerine tâbi

olurlar. Halbuki onun te'vilini Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. İlimde rüsûh sâhibi

(derin) âlimler: "Biz ona inandık, muhkemi, müteşâbihi her biri Rabbimiz Allahü teâlâ

tarafındandır, hepsi haktır (doğrudur)" derler. Bunları kâmil (olgun) akıl sâhiplerinden

başkası düşünemez. Yâhut bunlardan yalnız kâmil akıl sâhipleri öğüt kabûl eder. (Âl-i

İmrân sûresi: 7)

Muhkemât; İslâm bilgilerinin ve ahkâmının (hükümlerinin) kaynağıdır. (Ahmed Fârûkî)

Kur'ân-ı kerîmdeki, helâl, haram, namaz, oruç, zekât ve hac gibi hükümlere âit kısımlar

muhkemâttandır (İmâm-ı Süyûtî)

Muhkemâtı öğrenmeden ve muhkemâtın emirlerini yapıp yasaklarından kaçmadan,

müteşâbihâta mânâ vermeye kalkışan câhildir. Hem de kendi cehlini anlamayan kara câhildir.

(Ahmed Fârûkî)

MUHLAS:

Devamlı ihlâs sâhibi olan. Her şeyi Allahü teâlânın rızâsıyla yapan. (Bkz. İhlâs)

Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:

İblis; "Senin mutlak kudretine and olsun ki, onlardan (Allahü teâlânın kullarından)

muhlas olanlar hâriç, hepsini mutlaka azdıracağım" dedi. (Sâd sûresi: 82, 83)

Uğraşmadan, zorlamadan, külfetsiz ele giren ihlâs, devamlıdır ve Hakk-ul-yakîn

mertebesinde ele geçer. Devamlı ihlâs sâhibi muhlastır. Muhlas olana, ibâdet yapmak, tatlı ve

kolay olur. Çünkü bunlarda, nefislerinin arzusu ve şeytanın vesvesesi kalmamıştır. Böyle

ihlâs, insanın kalbine ancak bir velînin kalbinden gelir. Muhlaslar ile ihlâsı çalışarak elde

eden muhlisler arasında çok fark vardır. Tasavvuf yolunda ilerleyenlerin, ilimde ve amelde

öğrenmekle, anlamakla, hâsıl olan bilgiler, bunlara keşf yolu ile hâsıl olur. Ameller, ibâdetler

kolayca, seve seve yapılıp, nefisten ve şeytandan hâsıl olan tembellik ve gevşeklik kalmaz.

Günahlar, haram olan şeyler çirkin, iğrenç görünür. (İmâm-ı Rabbânî)

MUHLİS:

İhlâs sâhibi. Niyetini ve ihlâsını düzeltmeye uğraşan kimse. (Bkz. İhlâs)

Bütün mü'minler, ibâdet yaparken, Allahü teâlâ emrettiği ve beğendiği için yapmağa niyet

ediyorlar. Böylece ihlâs ile yapıyorlar. Fakat bütün işlerin, iyiliklerin hep ihlâs ile yapılması

ve bu ihlâsın kalbden gelmesi lâzımdır. İbâdetlere başlarken yapılan niyet, ihlâs; zahmet

çekerek, kendini zorlayarak hâsıl oluyor ve kısa bir zaman devâm ediyor.Sonra kalbe nefsin

arzûları geliyor. Muhlis, niyetini ve ihlâsını devamlı düzeltmeğe çalışır. (İmâm-ı Rabbânî)

MUHSAN:

Evli veya dul olan iffetli müslüman erkek. Evli olan iffetli kadına muhsana denir.

Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:

Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenin (yahûdî,

hıristiyan vb.) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mü'min

kadınlardan muhsan olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden muhsan

kadınlar da, nâmuslu olmak, zinâ etmemek ve gizli dost tutmamak üzere mehirlerini

vermeniz şartıyla size helâldir... (Mâide sûresi: 5)

Zinâ haddi iki çeşittir. Birisi muhsan olan kişi içindir. Haddi (cezâsı) bir meydanda

ölünceye kadar taşlanmaktır. İkincisi muhsan olmayan kimse içindir. Haddi (cezâsı) yüz

sopadır. (Molla Hüsrev, Alâüddîn-i Haskefî)

Dünyâda yapılan işin karşılığının nasıl olacağını, Allahü teâlâdan başka kimse bilmez.

İnsan bilgisi bunu anlıyamaz. Meselâ muhsan olan bir kimseyi kazf edene (zinâ lafı atana)

seksen sopa vurulmasını emreylemiştir. (Ahmed Fârûkî)

İslâmiyet'te muhsan olan erkek veya kadına zinâ lafı atmak büyük günahtır. (Alâüddîn-i

Haskefî)

MUHSÎ (El-Muhsî): Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün

mahlûkâtın sayısını, miktârını bilen ve kendisine hiçbir şey gizli olmayan.

Muhsî ism-i şerîfini söyliyen kimse, Allahü teâlânın izniyle başkalarını cezbeder, itâati

altına alır. (Yûsuf Nebhânî)

MUHSİN:

İyilik ve ihsân eden.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

(O takvâ sâhipleri ki); bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini yenenler,

insanların kusurlarını bağışlayanlardır. Allah muhsinleri sever. (Âl-i İmrân sûresi: 134)

Sana nasîhat şudur ki, dört huy ile huylan böylece muhsinler zümresinden (kısmından)

olursun.

1) Genişlikte (zenginlikte) zekât, darlıkta sadaka ver.

2) Gazâb (öfke) zamânında gazâbını ve hırsını yen.

3) Başkasının aybını görünce, onu açmayıp, kapatmaya çalış.

4) Hizmetçiye, ehline (hanımına) evlâd ve akrabâya ihsân ederek onları hoş tut. (İmâm-ı

Gazâlî)

MUHTÂC:

İhtiyâc sâhibi. Akşam evinde yiyecek bulamayacak derecede fakîr kimse.

Her kim ihtiyâcından fazla bir suyu, muhtac olanlardan esirgerse, kıyâmet gününde

Allahü teâlânın kerem ve ihsânına kavuşamaz. (Hadîs-i şerîf-Nasb-ür-Râye)

Ey falan! Dünyâdaki nasîbin ne ise ve nerede olursa gelip seni bulacaktır. Sen ise,

dünyâdaki nasîbinden daha çok âhirettekine muhtâcsın. Âhiret nasîbini, dünyâ nasîbine tercih

et! Dünyâ nîmetleri geçicidir. Âhiret için elde ettiklerin ise, nerede olursa olsun senindir.

(Mu'âz bin Cebel)

MUHTÂR:

Serbest. Söz ve fiillerinde serbest olup, istediği gibi davranan ve dilediğini yapan.

Kullar istekli hareketlerini yapıp yapmamakta muhtardırlar. Kul bir işi önce ihtiyâr eder

(ister) diler, Allahü teâlâ o işi yaratır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Allahü teâlâ adle yâni adâlet yapmağa mecbûr değildir. Mecbûr olsaydı, işlerinde muhtâr

olmazdı. İrâdesi isteği bulunmazdı. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Muhtâr Kavl:

Bir mes'elede, bir mezhebin âlimlerinin çoğu tarafından mezhebin içinde mevcûd

ictihâdlardan (büyük âlimlerin kitâb ve sünnetten çıkardıkları hükümlerden) seçilen ve bu

seçime göre üstün tutulan ve fetvâya esâs alınan kavl, söz.

Kitaba ve sünnete yâni Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun îtikâd (îmân etmek)

lâzım olduğu gibi, müctehidlerin (büyük din âlimlerinin) kitâb ve sünnetten çıkardıkları

hükümlere uygun işleri yapmak da lâzımdır. Mukallidlerin (müctehid olmayanın), bir

müctehide uyması yâni bir mezhebe bağlı olması lâzımdır. Bulunduğu mezhebin muhtâr olan

kavline uymalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

MUHTÂRİYYE:

Şia fırkasının kollarından biri. Bu fırkaya Keysâniyye ve Bedâiyye de denir. Kurucusu

Muhtâr bin Ebî Ubeyd es-Sakafî'dir. (Bkz. Şia, Keysâniyye)

Muhtâriyye fırkası, İmâm-ı Zeynelâbidîn'e inanmadı. İmâmiyye fırkası Zeyd-i Şehîd'e,

İsmâiliyye fırkası da Mûsâ Kâzım'a inanmadı. (İmâm-ı Rabbânî)

MUHTEKİR:

İnsan ve hayvan yiyecek maddelerini piyasadan toplayıp pahalanınca satan kimse.

Karaborsacılık yapan. (Bkz. İhtikâr)

Muhtekir ne fenâ bir kuldur. Allahü teâlâ fiyatları ucuzlatırsa adamın keyfi kaçar,

yükseltirse o zaman ferahlar. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)

Muhtekir mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)

Hazret-i Ali radıyallahü anh, bir muhtekirin sakladığı malların hepsini yaktırdı. (İmâm-ı

Gazâlî)

MUHTESİB:

Eskiden İslâm devletlerinde iyiliği emredip, kötülüğü yasaklayan, engel olan ve cemiyette

güzel ahlâk ve fazîletlerin korunmasına ve dînî hükümlerin uygulanmasına, çarşı ve

pazarların düzenine bakmakla vazîfeli, ilim, fazîlet ve kuvvet sâhibi kimse. (Bkz. Hisbet)

Hisbet; iyilikler yapılmaz olduğunda iyiliklerin yapılmasını emretmek, kötülükler yapılır

olduğunda yapılmasını önlemek, nehyetmektir. Âyet-i kerîmede de meâlen; "Sizden,

insanları iyiliğe çağıran bir cemâat olsun ki, ma'rûfu (yâni kitab ve sünnete uymayı)

emreder ve münkeri (kötülükleri) yasak eder hâlde bulunsunlar" (Âl-i İmrân sûresi: 104)

buyrulmuştur. Bu farz olan işleri yaptırmak muhtesibin görevidir. (İmâm-ı Mâverdî)

Hadîs-i şerîfte; "Günâh işleyeni gören, eli ile mâni olsun. Buna gücü yetmezse, dili ile

mâni olsun" buyruldu. Emr-i ma'rûf ve nehy-i münkeri el ile yapmak hükûmet adamlarına

yâni muhtesib ve kâdılara, dil ile yapmak, din adamlarına, kalb ile yapmak da her müslümana

farzdır. (Abdülganî Nablüsî)

MUHYÎ (El-Muhyî):

Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Yaratıcı, hayat verici, diriltici.

El-Muhyî ismi şerîfini söyleyen kimsenin korktuğu kimselerle arasında ülfet meydana

gelir. (Yûsuf Nebhânî)

MU'ÎD (El-Muîd):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Mahlûkâtı (yaratılmışları)

dünyâdaki hayatlarından sonra öldürüp, ölümden sonra onları tekrar dirilten, hayât veren.

MU'ÎN (El-Muîn):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Yardım eden, yardımcı.

Âişe'den (r.anhâ) şöyle dediğini rivâyet ettik: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bir

savaşta idi. Dönüp eve girdiği zaman onu karşıladım ve elinden tutarak: "Sana muîn olan ve

sana ikrâm eden Allahü teâlâya hamd olsun" dedim." (İbn-i Sünnî)

Allahü teâlâ sıhhat ve âfiyet versin. Nefsin esiri olmaktan muhâfaza buyursun. Elinizden

geldiği kadar Allahü teâlânın emir ve yasaklarına sarılınız. Haram işlemekten, kötü

arkadaştan çok sakınınız. Allahü teâlâ muîniniz olsun. (İmâm-ı Rabbânî)

MU'ÎZZ (El-Muizz):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Kullarından bâzılarını, maddî ve

mânevî mülk ve saltanat vermek sûretiyle, azîz (üstün) kılan.

El-Muizz ismi şerîfini akşam namazından sonra veya cumâ gecesi kırk defâ söyliyen,

başkalarına heybetli görünür. (Yûsuf Nebhânî)

MUKÂBELE:

Ramazân-ı şerîf ayında câmide her gün Kur'ân-ı kerîmden bir cüz (yirmi sayfa) olacak

şekilde cemâatin huzûrunda Kur'ân-ı kerîm okumak.

Ramazan ayında mukâbele sûretiyle Kur'ân-ı kerîm okumak, orucun sünnetlerindendir.

(İmâm-ı Gazâlî)

MUKADDERÂT:

Allahü teâlânın olacak şeyleri ezelde (sonsuz öncelerde) bilip takdîr ettiği şeyler, kader,

alın yazısı (Bkz. Kazâ ve Kader)

Kul yetmiş sene Cennetliğin ameli gibi amel eder. Hattâ herkes onun Cennetlik

olduğunu söyler. Öyle ki aralarında (yâni Cennet ile o kimse arasında) mânevî yönden bir

karış fark kalmaz. Sonra mukadderâtı galebe çalar da Cehennem ehlinin işini yapar ve

Cehennem'e gider. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

Sâlihlerden birisi yere yıkılmış bir sarhoşun yanından geçerken kendi hâlini düşünerek

böbürlendi. Sarhoşa göz ucuyla bile bakmağa tenezzül etmedi. Sarhoş başını kaldırarak âlime

dedi ki: "Ey iyi zât! Kavuştuğun bu nîmete şükret. Sakın büyüklenme. Zîrâ kibirden

(büyüklenmeden) mahrûmiyet hâsıl olur. Birini zincire vurulmuş görürsen gülme. Senin de

başına gelebilir. Mukadderâtın belli olmaz. Belki bir gün sen de sarhoş olup yerlerde

sürünebilirsin." (Sâdî-i Şîrâzî)

MUKADDES:

Mübârek, kutsal. Ayb, çirkin ve kötü şeylerden uzak; temiz.

Ey ihlâsla Allahü teâlânın yolunda bulunmak arzûsunda olan sâdık talebe! Zâhir ve

bâtınını (dışını ve içini) temizle. Bu temizlik olmadıkça mukaddes ve ulvî yüksekliklere

ulaşılamaz. (Necmeddîn-i Kübrâ)

Mukaddes dînimizi, şanlı ve şerefli ecdâdımızın mübârek elleri ile yazdıkları hâlis ve afif

(temiz) kitaplarından okuyup öğrenmelidir. (M. Sıddîk Gümüş)

Mukaddes Âlem:

Görülemeyen ve hissedilemeyen mânâ âlemi.

Müslümanın birinci vazifesi îtikâdı düzeltmektir. Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin

bildirdiklerine uygun olarak inanmaktır. İkinci olarak lâzım olan şey fıkıh bilgilerini

öğrenmek ve her şeyi bu bilgiye göre yapmaktır. İki kanat gibi olan bu îtikâd ve amel elde

edildikten sonra mukaddes âleme uçmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Mukaddes Kitablar:

Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla peygamberlerine gönderdiği kitâblar (Bkz.

Semâvî Kitablar).

Allahü teâlâ tarafından nesh edilmiş (hükmü kaldırılmış) ve kullar tarafından değiştirilmiş

mukaddes kitablara hakâret etmek, alay etmek ve bunları okumak, dinlemek câiz değildir.

(Muhammed Hâdimî)

MUKADDESÂT:

Ta'zîm ve hürmet edilmesi lâzım olan şeyler, kıymetler.

Îmânıma ve mukaddesâtıma saldıranları görünce söğüt yaprağı gibi titriyorum. (İmâm-ı

Rabbânî)

MUKADDİM (El-Mukaddim):

Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden: Mahlûklardan (yaratılmışlardan) bâzısını bâzısından

önce var ve yok eden; dilediğini kendine yakınlaştıran, dilediğini uzaklaştıran, kendisine

yakın kıldığı meleklerini, peygamberlerini aleyhimüsselâm ve âlimlerini üstün kılan.

Muhârebe ânında bir kimse el-Mukaddim ism-i şerîfini söylediğinde kuvvet ve zafer

bulur. (Yûsuf Nebhânî)

MUKALLİD:

1.Amelde, yapılacak işlerle ilgili konularda müctehid denilen derin âlime tâbi olan, uyan

kimse.

Mukallid olanların, müctehidin (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran

âlimlerin) sözüne göre hareket etmesi vâcibdir, gereklidir. (İbn-i Âbidîn)

Bir mukallid ne kadar âlim olursa olsun, önce gelmiş müctehidlerin bildirdiklerinin

dışında ayrı bir ictihadda bulunamaz, yâni hüküm veremez. (İbn-i Melek)

Mukallidler için delîl, sened; fıkıh âlimlerinin yâni müctehidlerin sözleridir. (Muhammed

Hâdimî)

2. İnanılacak şeylerin delillerini araştırmadan, anlamadan, sâdece anasından babasından

duyarak îmân eden.

Mukallidin îmânı sahîhtir (doğrudur). Bunlar, farzı, vâcibi, sünneti, müstehâbı bilmez.

Anasından, babasından gördüğü gibi inanır ve ibâdet eder. Bu gibilerin îmânından korkulur.

(Kutbüddîn-i İznikî)

3. Fıkıh âlimlerinin yedinci derecesinde bulunan âlim.

Mukallid olan fıkıh âlimleri, mezheb imâmlarını taklid eder. Bu demektir ki,

kendiliğinden söz söylemez. Onun sözü mezheb imâmının söylediği sözdür. (M. Sıddîk bin

Saîd, İbn-i Âbidîn)

MUKARREB:

Yakınlaştırılmış.

1. Cennette dereceleri en yüksek olan.

Îmânları ileride olanlar, Allahü teâlâya yaklaşmakta ileride olanlardır. Bunların hepsi

mukarreblerdir. (Vâkıa sûresi: 10)

Üç çeşit fakir vardır.Birincisi, istemezler verince de almazlar. Bunlar İlliyyînde

meleklerledir. İkincisi istemez, verilince alırlar. Bunlar Cennet'te mukarreblerledir. Üçüncüsü

de ihtiyâcı olunca isterler. Bunlar sâdıklar olup, Eshâb-ı yemîn iledirler. (Bişr-i Hâfî)

2. Tasavvufta, nefslerinin sevgisinden kurtulmuş, kalbinde Allahü teâlâdan başka hiçbir

şeyin sevgisi kalmayan, yalnız Allahü teâlâyı isteyen.

Ebrârın iyilik olarak yaptıkları, mukarrebler yanında günâh olur. (Hadîs-i

şerîf-El-Hâmilü fil-Fülk)

Mukarrebler, Allahü teâlâ için olmayan her şeyden, yemekten, içmekten, yatmaktan,

söylemekten sakınırlar. Bunlar, din için niyyet etmedikçe hareket etmezler. İbâdete kuvvet

kazanmak niyyeti ile yerler. Her sözleri Allah içindir. (İmâm-ı Gazâlî)

Mukarreb Melek:

Allahü teâlânın huzûrunda bulunan melekler.

Allahü teâlâ ile öyle vakitlerim oluyor ki, o zamanlarda, aramıza hiçbir mukarreb

melek ve peygamber giremez. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

Muhammed aleyhisselâma verilmiş olan din, geçmiş dinlerin hepsinin süzülmüş kaymağı

gibidir. Hak olan, doğru olan bu dînin bildirdiği her iş, geçmiş dinlerde bildirilen amellerden,

işlerden seçilmiş alınmıştır. Ayrıca meleklerin işlerinden de seçilmiş alınmış bulunmaktadır.

Meselâ, meleklerden bir kısmına rükû etmek emrolunmuştur. Birçoklarına secde etmek,

başka meleklere de kıyâm, yâni ayakta ibâdet etmeleri emredilmiştir. Bunun gibi, geçmiş

ümmetlerden bâzısına yalnız sabah namazı emredilmişti. Başkalarına başka vakitlerin namazı

emredilmişti. Geçmiş ümmetlerin ve mukarreb meleklerin ibâdetlerinden, amellerinden

süzülenleri, seçilenleri bu dinde emredildi. Bunun için, bu dîni tasdîk etmek, inanmak ve bu

dînin emirlerine uymak, geçmiş bütün dinleri tasdîk etmek ve hepsine uymak olur. (İmâm-ı

Rabbânî)

MUKÂVELE:

Sözleşme, yazılı sözleşme.

Kirâcı, kirâ ile tuttuğu yerin ücretini ödemezse, mal sâhibi mukâveleyi fesh edebilir

(bozabilir). (Fetâvâ-i Hindiyye)

Mal sâhibi daha fazla kirâ veren birini bulunca mukâveleyi bozamaz. (Hayrullah Efendi)

MUKÂYADA SATIŞI:

Altın ve gümüşten başka, ayn (belli) olan bir malı yine ayn olan mal karşılığında satmak.

İki kile buğdayı, yüz yumurta karşılığında satmak mukâyada satışıdır. Böyle satışta,

birbirine karşılıklı satılan malları söz kesilirken tâyin etmek (belli etmek) şart olup, kabz

etmek (ele geçirmek) şart değildir. (İbn-i Âbidîn)

Mukâyada satışında, satın alınan mala bedel olarak verilecek belli malı aynen vermek

lâzımdır. Meselâ bir gümüş kaşığı gösterip, şu kaşık ile bu horozu satın aldım dese kaşığı

vermesi lâzım olup, aynı ağırlıkta ve şekilde ve aynı kıymette başka gümüş kaşık veremez.

(Ali Haydar Efendi)

MUKAYYED:

Kayıtlanmış, bağlanmış; mutlak olmayan, bir sıfat, hâl, gâye veya şarta bağlı olan lafız

(söz).

Nisâ sûresinin doksan ikinci âyet-i kerîmesinde bir mü'mini hatâ ile öldürenin, keffâret

(cezâ) olarak mü'min bir köle âzâd etmesi, buna gücü yetmezse, iki ay aralıksız oruç tutması

lâzım geldiği bildirilmiştir. Âyet-i kerîmede köle kelimesi mukayyeddir. Çünkü, mü'min

sıfatıyla kayıtlanmıştır. (Serahsî)

Mâide sûresinin seksen dokuzuncu âyet-i kerîmesinde yemin keffâreti için bir köle âzâd

etmek, yâhut on fakiri doyurmak, yâhut onları giydirmek olduğu, bu üçünden birini

yapamayanın üç gün ardarda oruç tutması îcâbettiği bildirilmiş, böylece; "Üç gün oruç tutma"

işi ondan önceki üç şeyden birine gücü yetmeme şartı ile mukayyeddir. (Serahsî)

Mukayyed Müctehid:

Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dînî delillerden (kaynaklardan) yeni

hüküm çıkaran İslâm âlimi. Müctehid fil mezheb de denir. (Bkz. Müctehid)

Mukayyed Su:

Cinsi ve sıfatı birlikte söylenen ve herhangi bir şeyle kayıtlanmış sular. (Bkz. Mâ-i

Mukayyed)

Mukayyed sular iki türlü olup, biri kavun, karpuz suları gibidir. Bunlar hilkaten (yaratılış

îcâbı) böyledirler. Diğeri ise; mutlak su iken, daha sonra bir şeyle karışma netîcesi mukayyed

olmuşlardır. Et suyu, sabun suyu, safranlı sulardır. Mukayyed su ile abdest ve gusül abdesti

alınmaz. (İbn-i Âbidîn)

Suyun ismi değişmediği zaman, su koyu olursa, akıcılığı kalmazsa, mukayyed su olur.

Akıcılığı kalırsa, üç özelliği değişse bile temiz kalır. Fasülye, nohut, yaprak, meyve ve otların

soğuk suda kalarak, rengi veya kokusu, tadı değişen su böyledir. (Alâüddîn Haskefî)

MUKÎM:

Doğduğu veya evlendiği veya hep kalmak niyyeti ile yerleştiği yerde oturan veya 104 km

ve daha uzak bir yerde giriş çıkış günlerinden başka on beş gün veya daha fazla kalmaya niyet

eden kimse. Mâlikî ve Şâfiî mezheblerinde dört gün kalmaya niyet eden ve kendi

memleketine giren mukîm olur.

Seferî olan kimsenin dört rek'at olan farz namazları iki rek'at kılması Hanefî'de vâcib,

Mâlikî'de sünnet-i müekkede, Şâfiî'de efdâl (iyi)dir. Seferî olanın mukîm olan imâma uyması,

Hanefî'de, vaktin farzını edâ ederken câiz, Şâfiî'de hem edâ hem kazâ ederken câiz, Mâlikî'de

ikisinde de mekrûhtur. (Abdurrahmân Cezîrî)

MUKÎT (El-Mukît):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Beden için görünen kuvvet, rûh

için mânevî kuvvet yaratan, her şeye kuvvet veren.

MUKSİT (El-Muksit):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Adâlet sâhibi, zâlimden

mazlûmun hakkını alan.

El-Muksit ismi şerîfine devâm eden, ibâdette vesveseden kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)

MUKTEDÎ:

İktidâ eden, uyan; namazda, iftitâh (başlama) tekbîrine yetişemeyen.

İmâma uyanlar dört çeşittir. Bunlar; müdrik (iftitâh tekbîrini imâm ile birlikte alan),

muktedî, mesbûk (imâm, rek'atlerin birini veya ikisini kıldıktan sonra uymuş olan) ve lâhık

(iftitâh tekbîrini imâm ile berâber almış, fakat sonra abdesti bozulduğundan, abdest alıp,

tekrar imâma uyan)dır. (Kutbüddîn İznikî)

Namazda; imâm olsun, muktedî olsun ve yalnız olsun, sübhâneke okumak, sünnettir.

(Kutbüddîn İznikî)

MUKTEDİR (El-Muktedir):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Kudret sâhibi, her şeye gücü

yeten.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:

Allahü teâlâ, her şeye muktedirdir. (Kehf sûresi: 45)

Allahü teâlâ kıyâmeti şimdi koparmaya, muktedirdir. İsterse şu anda bütün mevcûdâtı

(varlıkları) yok etmeye gücü yettiği gibi bütün varlıkların nihâyete ermeyen bir sayıda

benzerlerini yaratmaya da kâdirdir, gücü yeter. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MULTEKİT:

Bir çocuğu atılmış olduğu yerden alıp kaldıran. (Bkz. Lakît)

MURÂBAHA:

Satın alınan bir malı, alış fiyatını söyleyerek ve üzerine kâr koyarak başkasına rızâsı ile

satmak.

Murâbaha satışında eklenecek kârın belli olması şarttır. (İbn-i Âbidîn)

MURÂD:

1. İstenilen; arzû edilen şey.

Sizden biriniz sefere çıkmak murâd ettiğinde kardeşlerine (vedâ edip) selâm versin.

Zîrâ Allah onların duâları sebebi ile o kimsenin hayrını artırır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)

Allah, bir kula zilleti murâd ettiğinde, ona malını, binâda, suda ve çamurda harcatır.

(Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

İlim öğrenmeli ve faydalı işler yapmalıdır. Ahlâkı bozan kitapları okumamalı, zararlı

yayınlardan uzak durmalıdır. İyi huyların faydaları ve haramların zararları ve Cehennem'deki

azâbları hep hatırlanmalıdır. Mâl, mevki arkasında koşanlardan hiçbiri murâdına

kavuşamamıştır. Malı, mevkiyi hayr için arayan ve hayır işlerinde kullanan rahata huzûra

kavuşmuştur. (Hâdimî)

2. Tasavvuf yolunda bulunanlardan çalışmadan Allahü teâlânın yardım ve dilemesi ile

yüksek makâmlara kavuşanlar. İctibâ (çekilenler, istenenler) yolunun sâlikleri, yolcuları.

Murâd olunanların başı ve sevilenlerin önderi Muhammed aleyhisselâmdır. (İmâm-ı

Rabbânî)

Tasavvuf yolunda bulunanlar ya mürîd olurlar, ya murâd olurlar. Mürîdler; Allahü teâlâya

yakınlık derecelerine ulaşmak için riyâzetler ve mücâhedeler çekerler (nefsin isteklerinden

kaçınıp istemediklerini yapmaya çalışırlar). Murâdları ise, nazlı nazlı okşıyarak götürürler ve

sıkıntı çektirmeden yakınlık derecelerine ulaştırırlar. (Şihâbüddîn Sühreverdî)

Murâd olanlar sevilirler, dâvetlidirler, çekilirler ve yükseltilirler. Onun için murâdlar çok

kıymetlidirler. Murâd olanların başı ve sevilenlerin önderi Muhammed aleyhisselâmdır. (Ali

Sincârî)

Murâd-ı İlâhî:

Allahü teâlânın murâdı; irâde buyurduğu, emrettiği.

Bütün insanlara önce lâzım olan şey, Ehl-i sünnet (Resûlullah ve Eshâbının yolunda olan)

âlimlerinin kitablarında bildirdikleri gibi bir îmân ve îtikâd edinmektir. Peygamberimiz

Muhammed aleyhisselâmın yolunu bildiren, Kur'ân-ı kerîmden murâd-ı ilâhîyi anlayan bu

büyük âlimlerdir. Kıyâmette kurtuluş yolu bunların gösterdiği yoldur. (İmâm-ı Rabbânî)

MURÂKABE:

1. Kontrol etmek, inceleyip vaziyeti anlamak.

Ölmek üzere olanı üç şeyde murâkabe edin: Alnı terlediği, gözleri yaşardığı ve

dudakları kuruduğu vakit. Bu kendisine inen Allahü teâlânın bir rahmetidir. Boğazı

sıkılmış gibi horlarlar, yüzü kızarır, dudakları kurur ve yağlanırsa, bu da Allahü teâlâdan

kendisine inen bir azâbtır. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

2.Kulun, bütün hâllerinde Allahü teâlânın kendini gördüğünü bilmesi ve O'nu

unutmaması.

Murâkabenin başlangıcı, Allahü teâlânın insanlara olan yakınlığını kalbin bilmesidir.

(Hâris-i Muhâsibî)

İbn-i Mübârek hazretleri adamın birisine "Allah'ı murâkabe et!" dedi. Adam bu nasıl olur

deyince; İbn-i Mübârek; "Dâimâ Allah'ı görür gibi ol!" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî)

3.Nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamaktır.

Nefsin her an gözetilmesi, kontrol edilmesi lâzımdır. Ondan gâfil olursan, nefs, şehvet ve

tembelliği istemekle eski hâline döner. Murâkabenin esâsı, her yaptığımızı, her

düşündüğümüzü Allahü teâlânın bildiğini unutmamamızdır. İnsanlar birbirinin dışını görür.

Allahü teâlâ ise, hem dışını, hem içini görür. Bunu bilen kimsenin işleri ve düşünceleri edebli

olur. (İmâm-ı Gazâlî)

MURDÂR:

Kendiliğinden ölmüş veya kasten besmelesiz kesilmiş olan hayvan, leş ve domuz eti gibi

kendileri kat'î yâni kesin ve açık delîl ile haram olan şey (Bkz. Lâşe).

Haram olduğu açıkça bildirilmiş bir şeye helâl diyen kâfir olur. Şerâb içmek, domuz eti

yemek ve murdâr olan şeylere helâl demek böyledir. (İbn-i Âbidîn)

Hanefî mezhebinde, bile bile Besmelesiz kesilen hayvan murdâr olur. Murdâr olan

hayvanı yemek haramdır. (Kâşânî)

MÛRİS:

Mîrâs bırakan.

Verâsetin olabilmesi için mûrisin vefâtı, mûrisin vefâtı zamânında vârisin hayatta olması,

verâset sebebinin bilinmesi şarttır. (Abdürreşîd Secâvendî)

Mûrisi öldüren ona vâris olamaz. (Molla Hüsrev)

MÛSÂ ALEYHİSSELÂM:

İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Ülü'l-azm adı verilen altı büyük

peygamberden biridir. Yâkûb aleyhisselâmın soyundan, İmrân adında bir zâtın oğlu, Hârûn

aleyhisselâmın kardeşidir.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Vaktâ ki Mûsâ (aleyhisselâm) onlara Rab olduğumuza delâlet eden alâmetler, açık

mûcizeler ile geldi. Onlar; "Bu mûcize diye gösterilen şey ancak uydurulmuş, sihirden

başka bir şey değildir. Biz bu sihri veya peygamberlik iddiâsını evvelki atalarımızdan

işitmedik" dediler Mûsâ (aleyhisselâm) dedi ki: "Allahü teâlâ tarafından kimin hidâyetle

(peygamberlikle) geldiğini ve hayırlı âkıbetin (Cennet'in) kime nasîb olacağını Rabbim çok

iyi bilir. Zâlimler aslâ felâh (kurtuluş) bulmazlar. (Kasas sûresi: 36,37)

Bir gün Mûsâ aleyhisselâm yolda giderken Allahü teâlâ kendisine nidâ edip; "Ey Mûsâ!

Ben kendisinden başka ilâh olmayan Rabbin Allah'ım" buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm; "Buyur

yâ Rabbî! Emrine hâzırım" dedi ve secdeye vardı. Allahü teâlâ; "Başını kaldır yâ Mûsâ!"

buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm başını kaldırdı. Allahü teâlâ; "Yâ Mûsâ! Arşın gölgesinde

gölgelenmek istiyorsan, yetimlere merhâmetli bir baba gibi, dul kadına da onu muhâfaza

eden ve gözeten zevci (kocası) gibi ol. Yâ Mûsâ merhâmetli ol. Böyle olursan sana da

merhâmet edilir. Cezâ verirsen cezâ görürsün. (Sa'lebî)

Mûsâ bin İmrân (aleyhisselâm); "Yâ Rabbî! Kullarının en kıymetlisi kimdir?" dedikte;

gücü yettiği zaman affeden (müslüman kimse)dir buyruldu. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)

Yûsuf aleyhisselâmdan sonra Mısır'da yerleşen ve çoğalan İsrâiloğulları, Mısır'ın yerli

halkı olan Kıbtîlerden ve bunların hükümdârları olan Fir'avnlardan zulüm ve hakâret

gördüler. İsrâiloğullarının doğan erkek çocuklarını öldürdüler. Bu sırada dünyâya gelen Mûsâ

aleyhisselâmı, annesi, Allahü teâlânın emriyle bir beşiğe koyup Nil nehrine bıraktı. Beşik,

Fir'avn'ın sarayı önünden geçerken, Fir'avn'ın hanımı Âsiye Hâtun bunu alıp büyüttü. Mûsâ

aleyhisselâm kırk yaşına gelince, İsrâiloğullarının yanına gitti. Bir gün Mısırlı bir kıptînin

İsrâiloğullarından birine işkence ettiğini gördü. Kurtarırken kazâ sonucu kıptî öldü. Mûsâ

aleyhisselâm, Fir'avn ve kıptîlerden çekinip Medyen şehrine gitti. Orada Şuayb

aleyhisselâmın kızıyla evlendi. Şuayb aleyhisselâma on sene hizmet ettikten sonra, Mısır'a

dönerken Tûr dağında Allahü teâlâ ile konuştu ve peygamber olarak vazîfelendirildi. Mısır'a

gelip, Fir'avn'ı dîne dâvet etti. Mûcizeler gösterdiği hâlde Fir'avn ve kıptîler ona inanmadılar.

Mûsâ aleyhisselâm İsrâiloğullarına serbestlik verilmesini istedi. Fir'avn kabûl etmedi.

Kâfirlerin suları kan oldu, kurbağa yağdı, cild hastalıkları ve üç gün karanlık oldu. Fir'avn bu

mûcizeleri görünce korktu ve İsrâiloğullarına izin verdi. Mûsâ aleyhisselâm İsrâiloğullarıyla

birlikte Mısır'dan çıkıp Kudüs'e doğru giderken, Fir'avn pişman olup, askerleriyle arkalarına

düştü. Kızıldeniz'den on iki yol açılıp Mûsâ aleyhisselâm ve berâberindeki İsrâiloğulları

karşıya geçti. Fir'avn geçerken deniz kapandı; Fir'avn, askerleriyle birlikte boğuldu.

Kızıldeniz'den geçip Tih sahrasına geldikleri sırada Mûsâ aleyhisselâm, kardeşi Hûrûn

aleyhisselâmı vekîl bırakıp Tûr dağına gitti. Orada kırk gün ibâdet etti. Allahü teâlânın

kelâmını işitti ve kendisine Tevrât kitâbı indirildi. Mûsâ aleyhisselâm Tûr dağında iken

İsrâiloğulları Sâmirî isimli, inanmadığı hâlde inanmış görünen bir münâfığın sözlerine

aldanarak ve Hârûn aleyhisselâmı dinlemeyerek altın buzağı heykeline taptılar. Mûsâ

aleyhisselâm Tûr'dan gelip bu hâli görünce üzüldü; Sâmirî'ye lânet etti. İsrâiloğulları

yaptıklarına pişman oldular, Mûsâ aleyhisselâma yalvarıp,Tevrât'a göre ibâdet etmeye

başladılar. Mûsâ aleyhisselâm ümmeti ile birlikte Lût gölünün güney tarafına geçti. Uç bin

Unk adında bir melîk ile harb etti. Şerîa nehrinin doğusundaki yerleri ele geçirdi. Eriha şehri

karşısındaki dağa çıktı. Ken'an ilini uzaktan gördü. Bu sırada kardeşi Hârûn aleyhisselâm

vefât etti. Mûsâ aleyhisselâm yerine Yûşâ aleyhisselâmı halîfe bırakıp yüz yirmi yaşında vefât

etti. (İbn-ül-Esîr, Abdülhâk-ı Dehlevî, Nişâncızâde, Kisâî, Sa'lebî)

MUSALLÂ:

Namaz kılınan yer. Namazgâh.

Eğer imâm, insanlar ile berâber bayram namazını musallâda kılsa, her ne kadar safların

arasında açık veya genişçe yer olsa da, hepsinin namazları câiz olur denilmiştir. Çünkü

musallâ, insanlar için namazın edâsı (yerine getirilmesi) hakkında mescid (namaz kılınacak

yer, küçük câmi) hükmündedir. (Kâdihân)

Pâdişâh olsan da derler "er kişi niyyetine". Var, musallâda yatan mevtâya bak da ibret al!

(İslâm Ahlâkı)

Musallâ Taşı:

Namazının kılınması için, cenâzelerin üzerine konduğu taş.

Cenâze musallâ taşına konduğunda, imâm efendi; sultan da olsa, bey de olsa, paşa da olsa

er kişi niyetine diye namaz kıldırır. (M. Sıddîk Gümüş)

MUSALLÎ:

Namaz kılan, beş vakit namazına devâm eden.

Musallînin yukarısında veya karşısında veya sağ ve sol ve arka tarafları hizâsında hayvan,

insan resmi bulunması, üstünde veya elbisesinde insan veya hayvan resmi bulundurması

mekruhtur. (İbn-i Âbidîn)

Musallîye bir kimse selâm verdikte musallînin eliyle veya başıyla selâma cevap vermesi

mekruhtur. (İbn-i Âbidîn)

Musallî mü'min vefâtında güleryüzlü, nûrlu ve parlak yüzlü olur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

MUSAVVİR (El-Musavvir):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). En güzel sûrette şekil veren.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

O Allahü teâlâ hâlıktır (varlıkları yaratandır), bârîdir (var edendir), musavvirdir. En

güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şânını yüceltmektedirler. O,

azîzdir, hakîmdir yâni gâlib olan O'dur, her şeyi hikmeti üzere yapandır). (Haşr sûresi: 24)

MÛSEVÎ:

Mûsâ aleyhisselâmın bildirdiği hak dîne inanan ve bu dîne tâbi olan kimse.

(Bkz.Mûsevîlik)

Allahü teâlâ, Mûsevîlik dînini İsrâiloğullarına ve Mısır'ın yerli halkı olan kıbtîlere

gönderdi. Kıbtîler, Mûsevîlik dînini kabûl etmedikleri gibi kabûl eden İsrâiloğullarına da

zulm ve işkence yaptılar. Mûsâ aleyhisselâm Mûsevîleri alarak Mısır'dan çıkardı. Böylece

Fir'avn'ın ve kıbtîlerin zulmünden kurtardı. Mûsâ aleyhisselâmdan ve diğer İsrâil

peygamberlerinden sonra Mûsevîlik dîni değiştirildi. Kısmen bozulmuş olan Mûsevîlik

zamanla asıl hüviyetini tamâmen kaybetti. Hattâ bugün dünyâda yahûdî olarak kalmış olan on

beş milyon kadar insandan hakîki Mûsevîlik dînine ve onun kitâbı olan hakîki Tevrât'a inanan

kimsenin kalmadığını ilmî kaynaklar bildirmektedir. (M. Sıddîk Gümüş)

MÛSEVÎLİK:

Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâm vâsıtasıyla İsrâiloğullarına gönderdiği din. Mukaddes

(ilâhî) kitabı Tevrâttır. Îsâ aleyhisselâma kadar olan peygamberler bu dîni insanlara tebliğ

ettiler. Îsâ aleyhisselâmın gelmesiyle Mûsevîlik dîninin hükmü kaldırıldı.

Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâmdan sonra gelen Dâvûd, Süleymân, Zekeriyyâ ve Yahyâ

aleyhimüsselâm da yine İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderildiler ve insanları

Mûsevîlik dînine dâvet ettiler. Dâvûd aleyhisselâma gönderilen Zebûr kitabı Mûsevîlik

dîninin hükmünü kaldırmadı. Hattâ onu kuvvetlendirdi. Mûsevîlik dîni Îsâ aleyhisselâm

zamânına kadar devâm etti. Îsâ aleyhisselâmın dîni, Mûsevîliği nesh etti yâni hükmünü

kaldırdı. Bundan sonra Mûsevîlik dînine uymak câiz olmayıp, Muhammed aleyhisselâmın

dîni olan İslâmiyet gelinceye kadar Îsâ aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu. Fakat

İsrâiloğullarının çoğu, Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip, Mûsevîliğin bozulmuş şekli olan

yahûdîliğe uymakta inat ve ısrâr ettiler. Muhammed aleyhisselâmın getirdiği İslâm dîni de, Îsâ

aleyhisselâma bildirilen Îsevîlik dîninin ve İbrâhim aleyhisselâma bildirilen Hanîf dîninin

hükümlerini kaldırdı. Bugün Allahü teâlânın rızâsına kavuşabilmek için bütün insanların

İslâm dînine uymaları gerekmektedir. İslâm dîninin hükmü kıyâmete kadar sürecektir. (M.

Sıddîk bin Saîd)

Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma kadar gelen üç büyük din yâni Mûsevîlik,

Îsevîlik ve İslâm dinleri, hep Allahü teâlânın bir olduğunu ve Allahü teâlânın

peygamberlerinin bizim gibi bir insan olduğunu bildirmiştir. (Harputlu İshâk Efendi)

MUSHAF:

Kur'ân-ı kerîmin tamâmının yazılı olduğu kitap. Mıshaf da denir.

Ümmetimin yaptığı ibâdetlerin en kıymetlisi Kur'ân-ı kerîmi mushafa bakarak

okumaktır. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)

Üç şey var ki, onlar dünyâda bir yabancı gibidir. Zâlimin yanında Kur'ân-ı kerîm, kötü

insanlar arasında iyi bir kimse, bir evde durup okunmayan mushaf. (Hadîs-i

şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)

Muhammed aleyhisselâm, âhireti teşrîf ettiği sene, halîfe hazret-i Ebû Bekr ezber bilenleri

toplayıp ve yazılı olanları getirtip bir hey'ete bütün Kur'ân-ı kerîmi kâğıd üzerine yazdırdı.

Böylece mushaf meydana geldi. Otuz üç bin Sahâbî, bu mushafın her harfinin, tam yerinde

olduğuna söz birliği ile karar verdi. (İbn-i Hacer)

Mushafı hiç okumayıp, hayır ve bereket için evde saklamak câizdir. (Fetâvâ-yı Hindiyye)

Mushaf yazmak ve hediyye etmek çok sevâbdır. (Seyyid Abdülhakîm)

MUSÎBET:

Âfet, belâ, sıkıntı.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

Ey insan! Sana gelen her iyilik, Allahü teâlânın ihsânı olarak, nîmeti olarak

gelmektedir. Her dert ve musîbet de kötülüklerine karşılık gelmektedir. Hepsini yaratan,

gönderen Allahü teâlâdır. (Nisâ sûresi: 79)

Size gelen belâlar, musîbetler, kabahatlerinizin, günâhlarınızın cezâsıdır. Bununla

berâber, Allahü teâlâ bir çoğunu da affederek musîbete mârûz (karşı) bırakmaz. (Şûrâ

sûresi: 30)

Kullarımdan herhangi birine; bedeninde, malında veya evlâdında bir musîbet verdiğim

zaman bu musîbeti sabr-ı cemîl (güzelce sabrederek) karşılarsa, kıyâmet günü onun için

mîzân kurmak ve defter açmaktan (hesaptan) hayâ ederim. (Hadîs-i kudsî-İhyâ)

Bir kimseye musîbet erişince; "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn" desin. Allahü teâlâ o

kulun duâsını kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

Mü'minin ahlâkı; zenginlikte iktisad, genişlikte şükür, belâ ve musîbet zamânında

sabırdır. Musîbete sabreden, ecir (mükâfât) ve sevâba kavuşur. (Sehl bin Abdullah)

Musîbet birdir. Musîbetin geldiği kişi feryâd eder, ağlayıp sızlarsa, musîbet iki olur.Biri

musîbet, diğeri sevâbın gitmesi. Bu musîbet öncekinden daha büyüktür. (Abdullah bin

Mübârek)

Musîbete feryâd eden, Allahü teâlâya karşı gelmiş olur. Feryâd etmek, ağlayıp sızlamak

belâ ve musîbeti geri çevirmez. (Şakîk-i Belhî)

Gördüğünüz her musîbet ve felâket, kızgınlığın, zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır.

(Abdülhakîm Arvâsî)

MUSKA:

Şifâ âyet ve duâlarının yazılı olduğu, dürülüp bağlanmış rukye. (Bkz. Rukye ve Mıska)

MUSTAFA:

Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek isimlerinden biri.

Mü'min olanların çoktur cefâsı,

Âhirette vardır zevk ü sefâsı,

On sekiz bin âlemin Mustafâsı,

Adı güzel kendi güzel Muhammed.

(Yûnus Emre)

Ümmetim dedi sana çün Mustafâ,

Ver salevât sen de âna bul safâ.

(Süleymân Çelebi)

MUTAFFİFÎN SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin seksen üçüncü sûresi.

Mutaffifîn sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi.) Otuz altı âyet-i kerîmedir. Ölçü ve tartıda

hîle yapanları kötüleyerek başladığı için sûreye, Sûret-ül-Mutaffifîn denilmiştir. Sûrede,

Allahü teâlâyı inkâr edenlerin ve günâhkârların uğrayacağı Cehennem azâbı ile îmân eden

mü'minlerin kavuşacakları Cennet nîmetleri bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî, Râzî)

Allahü teâlâ, Mutaffifîn sûresinde meâlen buyurdu ki:

Verirken noksan, alırken fazla ölçenlere acı azâblar yapacağım. (Âyet: 1)

Kim Mutaffifîn sûresini okursa, kıyâmet günü, sonunda misk kokusu bırakan

mühürlenmiş saf bir içecekten Allahü teâlâ ona içirir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

MUTAHHAR:

Temiz, temizlenmiş mânâsına Muhammed aleyhisselâmın ismi.

Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm altıncı kat semâda Mutahhar ismi ile

anılır. (Molla Miskîn Muhammed Muîn)

MUTAHHİR:

Temizleyici, temizleyen.

Abdestte ve gusülde kullanılmış (Mâ-i müsta'mel denilen) su; Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî

mezheblerinde yalnız tâhir (temiz)dir. Fakat mutahhir değildir. Mâlikî mezhebinde ise, hem

tâhir hem de mutahhirdir. (Abdülvehhâb Şa'rânî)

MU'TEKİF:

İ'tikâf eden. Bir yere çekilip ibâdetle meşgûl olan. (Bkz. Îtikâf)

Mu'tekif, kalbini dünyâ düşüncesinden ayırıp kendini Allahü teâlâya teslim ederek hak

dergâhına sığınmış ve şeytanın ve nefsin mekrinden (aldatmasından) Allahü teâlânın

himâyesine girmiş ve lisân-ı hâl (hâl dili) ile "Rabbim beni mağfiret etmedikçe bu kapıdan

ayrılmam" demiş olur. (Zihni Efendi)

Mu'tekif, ibâdet yerinden ancak ihtiyâç için çıkar. Çünkü zarûret, mecbûrî ihtiyâcı

sebebiyle çıkmaya izin vardır. (Molla Hüsrev)

MU'TEMED:

1. Sözüne güvenilir kimse.

Hudeybiye günü, Tebük ve Buvat gazâlarında ve daha pekçok yerde, susuzluk baş

gösterince, Peygamber efendimizin mübârek parmaklarından fışkıran sudan Eshâb-ı kirâm

içip susuzluklarını gidermişlerdir. Bu mûcizeler, çok sağlam rivâyetlerde mu'temed

(güvenilir) siyer âlimleri tarafından ittifakla (sözbirliği ile) bildirilmiştir. (Zerkânî)

Müslüman, mu'temed insandır. Emânete hıyânet etmez. Eliyle diliyle kimseye eziyet

etmez. (Seâdet-i Ebediyye)

2. Müctehîd âlimlerin dînî bir mevzûdaki sözlerinden esas alınan kavl (söz), ictihad.

MU'TEMİR:

Ömre yapan. (Bkz. Ömre)

Mu'temir, mîkât denilen yerde ihrâm giyerken; "Yâ Rabbî! Ben ömre yapmak istiyorum.

Bunu bana kolay ve kabûl eyle diye duâ eder ve telbiye (Lebbeyk Allahümme Lebbeyk...)

okur. (M. Zihni Efendi)

MU'TEZİLE (Mûtezile):

Hicrî ikinci asırda Vâsıl bin Atâ tarafından kurulan ve aklı, nakilden yâni dînî delillerden

önde tutan bozuk fırka. "Büyük günâh işleyen kimse ne kâfirdir, ne de mü'mindir, iki menzile

(yer) arasında bir menzilededir (yerdedir)" diyen Vâsıl bin Atâ, hocası Hasen-ül-Basrî'nin

ders halkasından ayrıldığı için ayrılanlar mânâsına Mûtezile adı verilmiştir. Bu fırkaya

Kaderiyye de denir.

Mûtezile fırkası, aklın güzel veya çirkin demesini esas tutuyor. Allahü teâlânın yarattığı

şeylerin güzel veya çirkin olmasının seçimini akla bırakıyor. Güzel olduğu akıl ile

anlaşılanları Allahü teâlâ yaratmağa mecbûrdur diyor. Allahü teâlânın insan aklının güzel

dediği şeyleri yaratmağa mecbûr olduğunu söylemek kadar çirkin bozuk söz yoktur.

(Abdullah-ı Süveydî)

Cebriyye fırkasının ikinci kısmı olan Cehmiyye ile Mûtezile fırkası mîrâc yoktur, mîrâc

rüyâdır dedi. Zamânımızda Mûtezile fırkasını taklîd edenler çoğalmaktadır. (Muhammed

Rebhâmî)

Eski felsefecilerden bir kısmı, mû'tezile fırkasının çoğu ve zındıklar; cin ve şeytanlara

inanmadı. "Cin; zekî, dâhi insan demektir. Şeytanlar da kötü kimselerdir demektir" dediler.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Mûtezile fırkasında olanlar insan dilediği işi kendi yaratır dediler. Kazâ ve kaderi inkâr

ettiler. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

MU'TÎ (El-Mu'tî):

Veren, ihsân eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden).

MUTLAK:

Kayıtsız, şartsız. Teklik, çokluk veya herhangi bir vasıf ile kayıtlı olmayan, delâlet ettiği

(gösterdiği) fertlerden (şeylerden) her hangi birini ifâde eden lafız (söz).

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: "... Köle âzâd etmektir." (Beled sûresi:

13) (Âyet-i kerîmedeki "köle" sözü mutlaktır. Çünkü müslim veya gayr-i müslim, teklik veya

çokluk gibi herhangi bir şey ile kaydlanmamıştır. Yeminini bozan kimsenin keffârete gücü

yetiyorsa, herhangi bir köle veya câriye âzâd eder, hürriyetine kavuşturur. Yâhut zekât alması

câiz olan erkek veya kadın on fakiri bir gün sabahlı akşamlı olmak üzere iki defâ doyurur

veya on fakire bu değerde kumaş, havlu, mendil, çorap, çamaşır gibi bir şey verir. Bu

üçünden birini yapmayan fakir, üç gün ardarda oruç tutar. (İbn-i Âbidîn)

Mutlak Adâlet:

Bir şeyi yerli yerine koymak. Kendi mülkünde olanı kullanmak. (Bkz. Adâlet)

Âlemleri yaratan Allahü teâlâ hâkimler hâkimi, her şeyin asıl sâhibi ve tek hâlıkı

(yaratıcısı)dır. Allahü teâlâ mutlak adâlet sâhibidir. Onun için insanlara gönderdiği en son ve

en kâmil (üstün ve eksiksiz) dinde mutlak adâlet vardır. (Harputlu İshâk Efendi)

Mutlak Fenâ:

Allahü teâlâdan başka her şeyin kalbden çıkıp, isimlerinin bile unutulması. (Bkz. Fenâ)

Mutlak fenâ hâsıl olmadıkça, Hakk'ın şühûdü (yâni Allahü teâlânın kalbe tecellîsi)

mümkün değildir. (Ahmed Fârûkî)

Sonsuz kavuşmak ve devamlı huzur ancak mutlak fenâdan sonra Bekâ-billah ile

şereflenen kimseye nasîb olur. (İmâm-ı Rabbânî)

Allahü teâlâdan başka şeylere köle olmaktan büsbütün kurtulabilmek için, mutlak fenâya

kavuşmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Mutlak Müctehîd:

Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan hükümleri ve mes'eleleri,

açık olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. Ehl-i sünnetin ameldeki

mezheb imâmlarından her biri. (Bkz. Müctehîd)

Fıkıh âlimleri yedi tabaka, yedi derecedir. En yüksek derecesi dinde müctehid olanlardır.

Bunlara mutlak müctehîd denir. Dört mezheb imâmları mutlak müctehîdlerdir.

(Kemâlpaşazâde Ahmed bin Süleymân Efendi)

Mutlak Nezr:

Şarta bağlı olmayan adak. (Bkz. Nezr)

Allahü teâlâ için bir sene oruç tutacağım demek mutlak nezr olup, bunu söylerken kasd

(niyyet) etmese de, söz arasında dilinden çıksa bile, yapması vâcibtir. Çünkü, talâkta

(boşamada) ve adakta niyetsiz, düşünmeden söylemek, ciddî istiyerek söylemek gibidir.

Hattâ; "Allahü teâlâ için bir gün oruç tutmak üzerime borç olsun" diyeceği yerde; "Bir ay oruç

tutmak" diye ağzından çıksa, bir ay tutması lâzım olur. (Alâüddîn Haskefî)

Mutlak Su:

Yaratıldıkları hâl (durum) üzere bulunan sular. (Bkz. Mâ-i Mutlak)

Yağmur, kar, deniz, göl, kuyu ve ırmak suları mutlak sular olup, hem temiz hem de

temizleyicidir. İçilir, abdest ve gusl alınır. (İbn-i Âbidîn)

Mutlak Vilâyet:

Evliyâlık.

Vilâyet, husûsî veya umûmî olur. Umûmî vilâyet, mutlak vilâyettir. Vilâyet-i hâssa

(husûsî vilâyet) de vilâyet-i Muhammedîdir ki, tam fenâ ve ekmel (en olgun)bekâdır. Bunda

nefs, râdî ve mardîdir. (İmâm-ı Rabbânî)

Mutlak Zuhûr:

Bir kayda bağlı olmayan zuhûr, akis. Bir şeyin bir başka şeyde görünmesi meselâ insanın

aynada, Hakk'ın, velînin kalb aynasında tecellî etmesi böyledir.

MUTMAİNNE:

1. İtmînân bulan, rahatlayan, huzur ve sükûna kavuşan.

Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:

Biliniz ki kalbler ancak Allah'ın zikri ile mutmainne olur. (Ra'd sûresi: 28)

2. İslâmiyet'in emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınarak ve Allahü teâlâyı zikrederek

itminana huzur ve sükûna kavuşan, şüphe ve tereddütlerden kurtulan nefis.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

Ey mutmainne nefs (Allahü teâlânın nîmetine şükür ve ibâdet mihnetine sabır eylemen

sebebiyle) sen Rabbinin verdiği nîmetten râzı ve Rabbin de senden râzı olarak Rabbine

dön. Haydi benim (sâlih) kullarımın arasına dâhil ol (ve onlarla birlikte) Cennet'ime gir.

(Fecr sûresi: 27-30)

Bir insan, işlerini yaparken, İslâm dînine uyarsa, nefsi, emmârelikten (nefsinin kötülüğü

emretmesinden) kurtulup mutmainne olur. Bu zaman şehveti ve gadabı faydalı olarak

çalıştırır. (İmâm-ı Rabbânî)

Kalbin temiz ve nefsin mutmainne olduğunun alâmeti, bedenin İslâmiyet'e seve seve

uymasıdır. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

Evliyâlık derecelerinin sonu, kulluk makâmıdır. Kulluk makâmının üstünde hiçbir makam

yoktur. Velîler Hakk'a doğrudurlar. Peygamberlik de hem Hakk'a hem de halka doğru olup,

birbirine engel olmaz. Evliyânın nefisleri mutmainne olmuş ise de bedendeki maddelerin

ihtiyaç ve istekleri vardır. (İmâm-ı Rabbânî)

Nefs mutmainne olunca serkeşliği bırakır ve azgınlığı kalmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

MUVÂCEHE-İ SEÂDET:

Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek kabrinin bulunduğu Hücre-i

Seâdetin (odanın) kıble tarafında ziyâret sırasında önünde durulan duvar.

Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem kabrini ziyâret etmek isteyen kimse,

Bâb-ı Selâm (Selâm kapısı) veya Bâb-ı Cibrîl'den (Cibrîl kapısı) Peygamber efendimizin

mescidine girip minber-i şerîf yanında iki rek'at tehıyyet-ül-mescîd (câmiye girince kılınması

sünnet olan) namazı, sonra iki rek'at da şükür namazı kılar ve duâ eder. Duâdan sonra kalkıp

edeble Hücre-i seâdete gelir. Yüzünü Muvâcehe-i seâdet duvarına karşı, arkasını kıbleye

dönerek, Resûlullah'ın mübârek yüzüne karşı iki metre kadar uzakta edeble durur.

Resûlullah'ın kendisini gördüğünü, selâmını, duâlarını işittiğini ve cevap verdiğini, âmin

dediğini düşünür. "Esselâmü aleyke yâ Seyyidî, Yâ Resûlallah" diyerek ziyâret esnâsında

okunacak duâyı okur. Emânet olan selâmları söyler. Sonra salevât okuyup, dilediği duâyı

okur. (Abdullah Mûsulî, Şernblâlî)

MUVAHHİD:

1.Allahü teâlânın birliğine inanan.

Bir kimse, başkaları görmek için ibâdet eder veya Allahü teâlâ için eder ammâ başkasının

görmesi de hoşuna giderse veya ibâdetinde başkasından bir karşılık, meselâ bir âferin sözü

beklerse, o kimse şirkten kurtulmuş ve hâlis muvahhid olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

2.Tasavvufta, Allahü teâlâdan başka bir şey görmeyen, kendini ve başkalarını unutan.

(Bkz. Tevhîd)

Muvahhidlerin gönlüne Allah'tan başka bir şey gelmez. Kulakları, Allah'tan başka bir şey

duymaz. Gözleri, Allah'tan başka bir şey görmez. Her ne duyar ne görürse, ondan ibret alır ve

Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünerek, O'na olan bağlılıkları artar. (İmâm-ı Gazâlî)

MUVAKKAT:

Geçici belli bir vakte bağlı.

Yedi kadın vardır ki, bunlarla muvakkat olarak evlenilemez. Aradaki sebeb kalkınca,

evlenmek helâl olur. Bunlardan beşi, nikâh sebebi ile haramdır. Bir adam, nikâhladığı

(evlendiği) kadının kız kardeşi ile evlenemez. Nikâhladığı kadın ölürse veya boşarsa, bunun

kızkardeşi ile evlenebilir. Bir kadın nikâhında iken, bu kadının halası veya teyzesini veya

kardeşlerinin kızını da nikâhlamak haramdır. Evlenmesi muvakkat haram olan yedi kadından

altıncısı müşrik yâni kitapsız kâfir olan kadındır. Müşrik müslüman olursa, evlenmek câiz

olur. Yedincisi ise, hür kadın ile evli iken, câriye (harpte alınan esir kadın) ile de

nikâhlanmaktır. (Mehmed Zihnî)

Muvakkat Nikâh:

Geçici nikâh. Bir adamın, yüz sene de olsa, belli bir zaman sonra hanımını boşamağı

söyleyerek, bütün şartlarına uygun yapılan ve harâm olan nikâh. (Bkz. Müt'a Nikâhı)

Hacca götürecek erkeği olmayan bir kadının, hacca gidebilmek için, hacca gitmekte olan

bir erkek ile evlenmesi ve hacdan gelince boşanması, muvakkat nikâh olduğu için haramdır.

(Abdülganî Nablüsî)

Muvakkat nikâh, dört mezhebde de haramdır. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)

MUVATTÂ:

İmâm-ı Mâlik bin Enes hazretlerinin, derlediği (topladığı) hadîs kitâbı.

Kütüb-i sitte denilen, doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilmiş olan

altı hadîs kitâbından biri de Muvattâ'dır. Bu kitâb, ilk yazılan hadîs kitâbıdır. (Muhammed

Tâhir, Abdülhak-ı Dehlevî)

MUZTAR:

Sıkışık, zor durumda olan, çâresiz.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:

Allahü teâlâ, size ölüyü (Murdar hayvanı), kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası

için kesileni, kesin olarak haram kıldı. Fakat kim bunlardan yemeye muztar kalırsa,

(kimseye) saldırmamak ve haddi (ölmeyecek miktârı) geçmemek şartıyla, onun üzerine

günâh yoktur. Şüphesiz ki, Allah çok bağışlayıcı ve çok merhâmet edicidir. (Bekara sûresi:

173)

Muztar olana, piyasadaki en yüksek değerinden gaben-i fâhiş ile yüksek fiyata satmak

fâsiddir. (İbn-i Âbidîn)

MÜBÂDELE:

Bir şeyi diğer bir şeyle değişmek, değiştirmek, satış.

Satış, malı mala rızâ ile mübâdele etmektir. (İbrâhim Halebî)

MÜBÂHELE:

Lânetleşme. Dar anlamda hazret-i Îsâ'nın ilâh ve Allahü teâlânın oğlu olduğunu

söylemekte ısrâr eden ve bu inanışlarının yanlış olduğunu kabûl etmeyen hıristiyanlara,

Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem); "... Gelin oğullarımızı, oğullarınızı,

kadınlarımızı, kadınlarınızı, bizleri ve sizleri çağıralım, sonra hepimiz duâ edip,

yalvaralım. (Îsâ aleyhisselâmın durumu hakkında hangimiz) yalancı ise, Allahü teâlâ ona

lânet etsin, diyelim" demesi emredilen Âl-i İmrân sûresinin altmış birinci âyet-i kerîmesi.

Peygamber efendimize Necrân'dan bir hıristiyan hey'eti gelmişti. İçlerinden ileri gelen üç

kişi Peygamber efendimiz ile konuşmaya başladı. Söz arasında Îsâ aleyhisselâm için bâzan

"Allah", bâzan "Allah'ın oğlu" bâzan da; "Üç tanrıdan biridir" diyorlardı. Peygamber

efendimiz bunları İslâm dînine dâvet etti. Birkaç âyet-i kerîme okudu; îmâna gelmediler. "Biz

senden önce îmân ettik" dediler. Resûlullah efendimiz; "Yalan söylüyorsunuz! Allah'ın oğlu

var diyenin îmânı olmaz" buyurdu. Bir müddet daha konuştular ise de, müslüman olmayıp

inâd ettiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ Peygamber efendimize onları mübâheleye

çağırmasını emretti. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de onlara; "Bana inanmıyorsanız,

gelin sizinle mübâhele edelim" buyurdu. Necrân'dan gelen hıristiyan hey'eti içerisinde

Şerhabîl adında biri; "Bunun peygamber olduğu her şeyden anlaşılıyor. Bununla mübâhele

edersek, ne biz kurtulur, ne de bizden sonra gelenlerimiz kurtulur. Muhakkak bir belâya

uğrarız" dedi. Mübâhele etmekten kaçındılar ve; "Yâ Muhammed (sallallahü aleyhi ve

sellem)! Biz senden râzıyız. Ne istersen sana verelim. Eshâbından bir emîn kimseyi bizimle

berâber gönder, vergimizi ona verelim" dediler ve gittiler. Peygamber efendimiz sallallahü

aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Eğer onlar mübâhele etselerdi, maymuna ve hınzıra

dönerlerdi. Vâdileri ateş içinde kalırdı. Allahü teâlâ Necrân'ı, ahâlisini, hattâ ağaçlar

üzerindeki kuşlarını da helâk ederdi" (Muhammed bin Hamzâ, Senâullah Dehlevî)

MÜBÂREK:

Bereketli, feyizli, hayırlı, fâidesi bol.

Yanımdan ayrılma yâ Ebâ Bekr! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı, senin mübârek

yüzünü görmekle hafifliyor. Seninle, kalbim kuvvetleniyor. (Hadîs-i

şerîf-Meâric-ün-Nübüvve)

İbrâhim aleyhisselâm Mekke'ye geldi de; "İsmâil nerededir?" diye sordu. İsmâil'in

hanımı; "Ava gitti; buyursanız da, yemek yiyip su içseniz" dedi. İbrâhim aleyhisselâm;

"Yiyeceğiniz ve içeceğiniz nedir?" dedi. İsmâil'in hanımı; "Taâmımız av eti, meşrûbatımız

(içeceğimiz) de Zemzem suyudur" dedi. İbrâhim aleyhisselâm da; "İlâhî! Bunların yiyip

içeceklerini mübârek kıl" diye duâ etti. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)

Kalbin huzur ve sükûnuna yardım eden her şey mübârektir. (İmâm-ı Rabbânî)

Kur'ân-ı kerîmin her harfi mübârektir. (İbn-i Hacer)

Mübârek beldelere gittiğinde kalbin uyanık olsun. Orada Resûlullah efendimizin ve

arkadaşlarının gezdiğini, oturduğunu unutma. O mübârek toprakların kıymetini bil... (Dâvûd

bin Süleymân Bağdâdî)

Mübârek Geceler:

İslâm dîninin kıymet verdiği geceler. Kadir, Arefe, Fıtr ve Kurban bayramı ile Mevlid,

Berât, Mi'râc, Regâib, Muharrem, Aşûre geceleri. (Bkz. İlgili Maddeler)

Mübârek gecelere saygı göstermelidir. Saygı göstermek, günâh işlememekle, ibâdet

yapmakla olur. Allahü teâlâ kullarına çok acıdığı için, bâzı gecelere kıymet vermiş, bu

gecelerdeki, duâ ve tövbeleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapması, duâ

ve tövbe etmeleri için bu geceleri sebeb kılmıştır. (Muhammed Rebhâmî)

Mübârek geceleri ihyâ etmeli, yâni kazâ namazları kılmalı, Kur'ân-ı kerîm okumalı; duâ,

tövbe etmeli, sadaka vermeli, müslümanları sevindirmeli, bunların sevâblarını ölülere de

göndermelidir. (Muhammed Rebhâmî)

MÜBÂŞERET-İ FÂHİŞE:

Kadın ile erkeğin, çıplak olarak çirkin yerlerini birbiriyle sürtünmesi.

Mübâşeret-i fâhişe, erkeğin de kadının da abdestini bozar. (İbrâhim Halebî)

MÜBDÎ (El-Mübdî):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Benzeri, nümûnesi olmayan,

varlıkları yoktan var eden.

MÜBECCEL:

Yüceltilmiş, muhterem, azîz, büyük saygı gösterilen. (Bkz. Tebcîl)

Mevlid gecesi ve günü mübecceldir, mukaddestir, mükerremdir. Şerefi kıymeti çoktur.

(Celâleddîn Abdurrahmân Kettânî)

MÜBELLİĞ:

1. Tebliğ eden, bildiren, duyuran.

Dinleri, emirleri ve yasakları koyan Allahü teâlâdır.Mübelliği ise, Allah'ın peygamberidir.

(Seyyid Abdülhakîm)

2. Aynı namazı imâma tâbi olarak kılarken onun aldığı namaz tekbirlerini arka saflardaki

cemâate duyuran kimse.

Mübelliğ olan kimsenin, aynı namazı kılması lâzımdır. Aynı namazı kılmayan, dışardan

birinin sesine uyan cemâatin namazları olmaz. (İbn-i Âbidîn)

Cemâatin yalnız imâmın sesine değil, aynı namazı kılan mübelliğin sesine uyması da

câizdir. Böyle olmayan seslere uyanların namazı olmaz. (Halebî, Dâmâd, İbn-i Âbidîn)

MÜBEŞŞİR:

1. Kabirde, mü'minlere suâl soran melek. (Bkz. Münker ve Nekîr)

2. Müjdeleyici mânâsına Peygamber efendimizin isimlerinden.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Şüphesiz biz seni şâhid, mübeşşir ve nezîr (azâb ile korkutucu) olarak gönderdik. (Feth

sûresi: 8)

MÜBTEDİ':

Bid'at sâhibi. Dinde değişiklik meydana getiren, dinde olmayan bir şeyi varmış gibi

gösteren, dinde eksiklik ve fazlalık olduğunu söyleyerek değişiklik yapan. Ehl-i bid'at.

Mübtedi' ve ehl-i hevâ (isteklerinin esîri), İslâmiyet'e değil, nefslerine uyarlar. Yetmiş iki

sapık fırka böyledir.Bunlardan bâzısının îtikâdı, küfre (dinden çıkmaya) sebeb olmaktadır.

(İbn-i Nüceym)

Mi'râcda Resûlullah'ın Mekke'den Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya götürüldüğüne inanmayan

îmânsız olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise, mübtedi' olur.

(İsmâil Hakkı)

Mübtedi'nin cenâzesinde bulunan kimse, dönünceye kadar hep Allahü teâlânın

gadabındadır. (İmâm-ı Rabbânî)

Her mübtedi' ve sapık, kendi îtikâdını Kitab ve sünnete uygun bilir ve kendi kısa ve eksik

anlayışı miktârınca Kitab ve sünnetten, uygunsuz mânâlar çıkarır. (İmâm-ı Rabbânî)

MÜBTEDÎ:

Tasavvufta ve diğer dînî ilimlerde henüz başlangıçta olan.

Büyüklerden biri buyurdu ki: Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sevdiklerinden

birkaçına yazmış olduğu mektûblardan ve risâlelerden meydana gelen Fıkarât kitabı,

başlangıçta olan mârifetleri mübtedîlere anlatmak için yazılmıştır. "İnsanlara akılları erdiği

kadar söyleyiniz!" gözetilerek yazılmıştır. (İmâm-ı Rabbânî)

MÜCÂDELE:

Karşısındakinin câhilliğini veya haksızlığını ortaya koymak ve kendisinin akıl, fazîlet ve

şeref bakımından üstün olduğunu isbât etmek için iki kişinin bir şey üzerinde tartışması.

Haksız olduğu hâlde mücâdeleden vazgeçen kimseye Allahü teâlâ Cennet'in kenâr

yerinde bir ev inşâ ettirir. Haklı olduğu hâlde mücâdeleden kaçınan kimseye ise, Cennet'in

ortasında bir köşk inşâ ettirir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, İbn-i Mâce)

Mücâdeleyi terkedin; zîrâ onun kârı azdır. Mücâdeleyi terk edin, faydası az olduğu gibi

dostlar arasına hüsûmetin (düşmanlığın) girmesine sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)

Kardeşinle mücâdele etme, onunla alay etme, ona verdiğin sözden dönme! (Hadîs-i

şerîf-Tirmizî)

Âdî (aşağı) kimselerle mücâdele etme; seni üzerler. Halîm (yumuşak) kimselerle

mücâdele etme sana küserler. (İbn-i Abbâs)

Dostlar arasında kin ateşini en kuvvetli tutuşturan; münâkaşa ve mücâdeledir. (İmâm-ı

Gazâlî)

Mücâdele Sûresi:

Kur'ân-ı kerîmin elli sekizinci sûresi.

Mücâdele sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). Yirmi iki âyet-i kerîmedir. Birinci âyetinde

geçen Mücâdele kelimesinden dolayı sûreye, Sûret-ül-Mücâdele denilmiştir. Sûrede; cemiyet

ve muâşeret âdâbı (insanların birbirleri ile olan münâsebetlerinde tutacakları yol) ve Resûl-i

ekremin aleyhinde gizli teşebbüslerde bulunan yahûdîler ile bunların destekçileri olan

münâfıkların (iki yüzlülerin) kötülendiği bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)

Allahü teâlâ, Mücâdele sûresinde meâlen buyuruyor ki:

Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe îmân edenler, Allahü teâlânın düşmanlarını

sevmezler. O kâfirler ve münâfıklar, mü'minlerin anaları, babaları, oğulları, kardeşleri ve

başka yakınları olsa da, bunları sevmezler. Böyle olan mü'minleri Cennet'e koyacağım.

(Âyet: 22)

Kim Mücâdele sûresini okursa, kıyâmet günü Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden

yazılır. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

MÜCÂHEDE:

1. Çalışma, mücâdele etme, uğraşma, cihâd etme.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz.

Şüphesiz ki Allah, her hâlde muhsinlerle (iyilik edenlerle) berâberdir. (Ankebût sûresi: 69)

Gerçek mü'minler; Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân edip, sonra şüphe etmeyerek,

Allah uğrunda mal ve canlarıyla mücâhede edenlerdir. İşte sâdık olanlar bunlardır.

(Hucurât sûresi: 15)

Çoluk-çocuğunun geçimini helâlinden te'mine çalışan, Allahü teâlânın yolunda

mücâhede eden gibidir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ, Müsned-i Firdevsî)

Resûl-i ekreme insanların en efdâli kimdir diye sorulunca; "Canı ve malı ile Allah

yolunda mücâhede eden mü'mindir" buyurdular. (Buhârî ve Müslim)

2. Nefse zor gelen, nefsin istemediği şeyleri yapma.

Bir kimse bin sene ibâdet etse ve sıkıntılı riyâzetler çekse (nefsin istediklerini yapmama)

ve sıkı mücâhede yapsa, eğer bir peygambere (aleyhisselâm) uymamış ise, bütün bu

çalışmalarının bir arpa kadar kıymeti olmaz. Çölde görülen serâb gibi hiçbir şeye yaramaz.

Hiçbir iş olmayan yâni bir şeye yaramayan uyku bile, meselâ, gün ortasında bir parça uyumak

(kaylûle yapmak), o büyüklerin emrine uyarak yapılınca, onlara uymadan yapılan, bin sene

ibâdetten, mücâhededen kat kat daha kıymetli olur. (İmâm-ı Rabbânî)

Açlık ve nefisle mücâhede, hârika ve kerâmeti (olağanüstü şeyleri) arttırır. Evliyânın

sohbeti ise, kalbe zikri yerleştirir. Sünnete (dînimizin emir ve yasaklarına)tâbi olmayı

(uymayı) kolaylaştırır. (Seyfeddîn Fârûkî)

İbâdet yapmaktan maksad; hem mücâhede yaparak, nefsi terbiye etmek, hem de kalbe

ferahlık getirmek, kalbi Allahü teâlaya bağlamak içindir. (Ali bin Emrullah)

Hevâ (nefsin arzu ve istekleri) ancak mücâhede ile azalıp yok olur. (Muhammed Hâdimî)

MÜCÂHİD:

Allah yolunda din düşmanları ile çarpışan, cihâd eden.

Benim yolumda mücâhid kimse, benim uhdemdedir (zimmetimdedir). Rûhunu

kabzedersem onu Cennet'e vâris ederim. Memleketine döndürürsem sevâb veya ganâimle

(harpte alınan mallarla) döndürürüm. (Hadîs-i kudsî-Râmûz-ül-Ehâdîs)

Fîsebîlillah (Allah yolunda) mücâhid olanlar en ufak bir zorlama ile bir senelik oruç

bedeli ve bir senelik gece ibâdeti hak ederler. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

Allah yolundaki bir mücâhidin hâli, gündüz oruç tutup gece ibâdet eden bir kimseye

benzer. Tâ ki dönünceye kadar. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

Mücâhidlere ezâ vermekten Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah, peygamberlerine

ilişenlere gadab ettiği gibi, onlar için de gadab eder. Peygamberlerin duâsını kabûl

buyurduğu gibi, onların duâsını da kabûl buyurur. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

İnsanların peygamberlik derecesine en yakın olanı âlim ve mücâhidlerdir. Âlimler,

peygamberlerin emirleri ile insanları irşâd ederler. Mücâhidler ise, peygamberlerin emri üzere

silâhlarıyla harbederler. (İmâm-ı Gazâlî)

Hiç kimseyi gıybet etmemeli, çekiştirmemeli, gıybet yapana mâni olmalıdır. Emr-i mârûfu

ve nehy-i münkeri, yâni nasîhati elden kaçırmamalıdır. Fakirlere, mücâhidlere, mal ile yardım

etmelidir. Hayır, hasenât yapmalıdır. Günâh işlemekten sakınmalıdır. (Muhammed Ma'sûm)

MÜCÂVİR:

Komşu. Memleketini ve yurdunu terk ederek, zamânını Haremeyn-i şerîfeynde yâni

Mekke-i mükerremedeki Mescid-i Harâm'da ve Medîne-i münevverede ise Mescid-i Nebî'de

(Peygamber efendimizin mescidinde) ibâdetle geçiren kimse.

MÜCEDDÎD:

Yenileyici, kuvvetlendirici. İslâm dînini kuvvetlendiren, bid'atleri yâni İslâm dînine

sokulmak istenen reformları, hurâfeleri söküp atan ve sünnetleri ortaya çıkaran âlim.

Her yüz senede bir müceddîd zâhir olur (ortaya çıkar). Ümmetimin işlerini yeniler.

(Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)

Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu ve bu ümmetin Peygamberi, peygamberlerin

sonuncusu olduğu için, bunların âlimlerine, İsrâiloğullarının peygamberlerinin mertebesi

verilmiştir. Peygamberlerin vazîfeleri, bu âlimlere yaptırılmaktadır. Bunun için her yüz sene

başında, bu ümmetin âlimleri arasından bir müceddîd seçerler. Hele bin sene geçince, geçmiş

ümmetlerde bir ülü'l-azm peygamber gönderdikleri ve onun işini bir nebîye (her yüz senede

bir gönderilen peygambere) bırakmadıkları gibi, bu ümmette de, tam bilgili bir âlim seçilir.

Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ülü'l-azm peygamberlerin işini yapar. (Ahmed Fârûkî)

Rüyâda Resûlullah efendimizi gördüm. Bir minber (câmilerde hutbe okunan yer)

üzerinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini medh ederek (överek) şöyle buyurdu: "Ümmetim

içinde onunla iftihâr ediyorum (övünüyorum). Allahü teâlâ onu, ümmetim arasında müceddîd

kıldı." (Mîr Hüsâmeddîn)

Müceddîd-i Elf-i Sânî:

Hicrî ikinci bin yılının yenileyicisi mânâsına İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin lakabı.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ilk defâ, Müceddîd-i elf-i sânî ismini veren, zamânının en

büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyalkûtî'dir. (Muhammed Hâşim-i Keşmî)

Sultanlar içinde Ömer bin Abdülazîz, din bilgilerinde İmâm-ı Şâfiî, tasavvufta (bir

müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimde)

Ma'rûf-i Kerhî, esrâr (sırlar, gizli) bilgilerinde İmâm-ı Muhammed Gazâlî, feyz vermekte ve

kerâmetler göstermekte Abdülkâdir-i Geylânî, hadîs ilminde Celâlüddîn-i Süyûtî, tarîkat,

hakîkat ve akâid yâni îmânla ilgili bilgilerin inceliklerini açıklamakta ve kalblere akıtmakta

İmâm-ı Ahmed Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî, müceddîd idiler. Hepsi, İslâmiyet'in

yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet ettiler. (Abdullah-ı Dehlevî)

İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî, derin âlim, büyük velî idi. Müctehîd yâni Kur'ân-ı

kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlim idi. İslâm âlimlerinin göz bebeğidir.

Âlimlerin önderi, velîlerin baş tâcı idi. Resûlullah efendimizin güzel ahlâkını açıklayan bir

deryâdır. İmâm-ı Rabbânî'yi sevenler, mü'min ve müttekî olanlar yâni Allahü teâlâdan

korkup, haramlardan kaçanlardır. Sevmeyenler münâfıklar yâni içi dışı başka, iki yüzlü

olanlardır. İslâm memleketleri, hazret-i Müceddîd'in feyz ve nûrları ile doldu. İnsanda

bulunacak her üstünlüğü, Allahü teâlâ İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî hazretlerine

vermiştir. Vermediği yalnız peygamberlik makâmı kalmıştır. (Şâh-ı Dehlevî)

İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî hazretlerinin buyurduğu kıymetli sözlerden bâzıları

şunlardır:

İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran şey

namazdır.

Ölmek, felâket değildir. Öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek felâkettir.

Dünyâyı ele geçirmek için âhireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı

bırakmak, ahmaklıktır.

Kur'ândan, hadîslerden sonra gelir eserin

Rûhlara şifâ olan, o mübârek sözlerin

Başkumandanısın sen velîlerin, erlerin

Ve Müceddîd-i elf-i sânî adını alan

(M. Sıddîk Gümüş)

MÜCEDDİDİYYE:

Evliyânın büyüklerinden müslümanların gözbebeği İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin

tasavvuftaki yolu.

Müceddidiyye büyükleri buyurdular ki: "Allahü teâlânın ahlâkı ile huylanmağa,

Hakk-ul-yakîn denir. Bu hâl, insanın şuûrunu kaplayınca kalb nûrlanır." (Abdullah-ı Dehlevî)

MÜCESSİME:

Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri, zâhir (görünen)mânâsına göre

açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının bulunduğunu, dolayısıyla madde ve

cisim olduğunu iddiâ ederek doğru yoldan ayrılan bozuk fırka. Bu fırkaya müşebbihe de

denir. (Bkz. Müşebbihe)

Allahü teâlâya madde diyen mücessime adındaki kâfirler burada çok yanıldılar. Allahü

teâlâyı insan şeklinde, sûretinde sandılar. Ahmak oldukları için insanlarda olduğu gibi, Allahü

teâlânın organları, duygu âletleri var dediler. Böylece doğru yoldan saptılar. Çok kimseleri de

saptırdılar. (İmâm-ı Rabbânî)

Mücessime ve müşebbihe fırkaları; Allahü teâlâ cisim gibidir; Arş üzerinde oturur, iner

yürür şeklinde inandıkları için îmânsız olmaktadırlar. (Şehristânî)

MÜCÎB (El-Mücîb):

Kullarının duâlarını kabûl eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından.

Dert ve belâlar gelince, Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi, kurtarması için duâ

etmeli, O'na yalvarmalıdır. Allahü teâlâ duâ edenleri, sıhhat ve selâmet isteyenleri sever. O

mücîbdir. (İmâm-ı Rabbânî)

MÜCMEL:

Bir açıklayıcı tarafından, açıklanmadıkça mânâsı anlaşılmayan kapalı lafız (söz).

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: İnsan, hırslı ve sabrı az yaratıldı. (Meâric sûresi:

19) Âyet-i kerîmede hırslı ve sabrı az mânâsına olan "helû" lafzı mücmel olup, ondan sonra

gelen; "Ona bir sıkıntı dokunursa, feryâd eder. Ona hayır (mal) isâbet ederse cimrilik

eder" (Meâric sûresi: 20,21) âyet-i kerîmeleri ile açıklanmıştır. (Serahsî)

Ahkâm (hükümlerle ilgili) âyetlerinin ekserisi, mücmeldir. Bunların çoğunu

Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem açıklamıştır. Meselâ, mücmel olan salât lafzını;

"Ben nasıl salât (namaz) kılıyorsam, siz de öyle kılın" buyurarak îzâh etmişlerdir. (Serahsî)

Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü anhüm)

gelen haberlere ve âlimlerin tefsîrlerine ve tefsîr ilminin usûlüne bakmadan ve Kureyş

lügatını bilmeden ve hakîkat (sözün hakîki, asıl mânâsı) ile mecâzî (hakîki olmayan

mânâsını) düşünmeden, mücmel, mufassal (geniş mânâsını), umûmî ve husûsî olanları

birbirinden ayırmadan ve âyet-i kerîmelerin indirilme sebebleri gibi daha pekçok şeyi

araştırmadan verilen mânâyı, Allahü teâlânın murâdı, kasdettiği mânâ diye söylemek doğru

değildir. (Abdülhakîm Arvâsî)

MÜCRİM:

Kâfir. Günâhkâr.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:

(Ey nîmetleri inkâr eden kâfirler!) Az bir zaman (ölünceye kadar) dünyâda, hayvanlar

gibi yiyin, için, zevk edinin. Şüphesiz ki siz mücrimlersiniz. (Mürselât sûresi: 46)

Kıyâmet günü, yâni insanlar dirilip bir araya geldikleri gün, Allahü teâlânın emriyle,

Resûlullah efendimiz, Kur'ân-ı kerîmi gâyet güzel ve tatlı bir şekilde okur, mü'minlerin

(Allah'a ve Resûlullah efendimize inanıp îmân edenlerin) yüzleri güler ve sevinirler. Kur'ânı

kerîme inanmayanların yüzleri gâyet çirkin olur. Bu anda bir nidâ (ses) gelir ki: "Ey

mücrimler! Şimdi sizler ayrılınız!" denir. O zaman, herkesi büyük bir korku alır... (İmâm-ı

Gazâlî-Kıyâmet ve Âhiret)

Sırât yâni Cehennem'in üzerine kurulacak köprüden geçemeyip düşen mücrimler,

Cehennem hazenesine yâni azâb meleklerine teslim olunurlar. Ağlayıp inlemeğe başlarlar.

(İmâm-ı Gazâlî)

MÜCTEBÂ:

Seçilmiş mânâsına, Resûlullah efendimizin mübârek sıfatlarından.

Eğer ümmet isen, ol müctebâya,

Uymalısın sünnet-i Mustafâ-yı safâya.

(M. Sıddîk Gümüş)

MÜCTEHİD:

İctihâd makâmına yâni Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîf ve diğer dînî delillerden hüküm

çıkarma derecesine yükselmiş büyük din âlimi. Bütün İslâm ilimleri ve zamânın fen

bilgilerinde söz sâhibi âlim. (Bkz. İctihâd)

Yanılan müctehide bir sevâb, doğruyu bulana iki veya on sevâb vardır. İki sevâbdan

birincisi, ictihâd etmek (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarma) sevâbıdır.

İkincisi, doğruyu bulmak sevâbıdır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)

İctihâd makâmına varan âlimlerin kendi ictihâdlarına (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i

şerîflerden çıkardıkları hükümlere) göre hareket etmeleri lâzımdır.Başka müctehide uymaları

câiz (uygun) değildir. İctihâd, ibâdet yâni Allahü teâlânın emri olduğundan, hiçbir müctehid,

diğer müctehidin ictihâdına yanlış dememiştir. (İbn-i Nüceym)

Müctehid Fil-Mes'ele:

Mezheb reîsinin (imâmının) bildirmediği mes'eleler için mezhebin usûl ve kâidelerine

göre hüküm çıkaran İslâm âlimi.

Müctehid fil-mes'elenin, çıkan mes'elelere âit çıkardığı hükümlerin, mezheb reisinin

koyduğu esaslara uygun olması şarttır. Hassâf, Tahâvî, Kerhî, Şems-ül-eimme Hulvânî,

Şems-ül-eimme Serahsî, Pezdevî ve benzerleri olan derin âlimler, bu üçüncü tabakadan olan

müctehidlerdir. (Kemâl Paşazâde, Ahmed bin Süleymân)

Müctehid Fil-Mezheb:

Mezhebde müctehid; mezheb reisinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, dört

delîlden (Kitâb, yâni Kur'ân-ı kerîm, sünnet, icmâ', kıyâs, (Bkz. İlgili maddeler) hüküm

çıkaran İslâm âlimi. Buna, müctehid-i mukayyed ve müctehid-i müntesib de denir.

Ebû Yûsuf, İmâm-ı Muhammed Şeybânî ve İmâm-ı a'zâm'ın bunların derecesindeki diğer

talebeleri, müctehid fil-mezhebdir.Bunların çıkardıkları hükümlerden bâzıları, İmâm-ı

a'zam'ın çıkarmış olduğu hükümlere uymayabilir. İctihâd derecesine yükseldikleri için, kendi

çıkardıkları hükümlere uymaları şarttır. (Kemâl Paşazâde Ahmed bin Süleymân)

Müctehid fil-mezheb olan İmâm-ı Muhammed Şeybânî, din bilgilerinde bin kadar kitâb

yazmıştır.Talebesinden olan İmâm-ı Şâfiî'nin annesini nikâh ettiği için, vefât edince, kitâbları

İmâm-ı Şâfiî'ye kalarak, onun bilgisinin artmasına vesîle olmuştur. Bunun için İmâm-ı Şâfiî;

"Yemin ederim ki, fıkıh (dînî hükümler konusundaki) bilgim, İmâm-ı Muhammed'in

kitablarını okumakla arttı. Fıkıh bilgisini derinleştirmek isteyen, Ebû Hanîfe'nin talebesi ile

berâber bulunsun" buyurdu. (Ahmed Zühdü)

Müctehîd fil-mezheb olan âlim, kendi mezheb imâmına uymaz. Kendi re'yi ile fetvâ (dînî

suâllere cevâb) verir. Fakat delîlleri, mezheb imâmının usûl ve kâidelerine göre arar. Bu

kâidelerin dışına çıkmaz. (İmâm-ı Süyûtî)

Müftî, mutlak müctehid değilse (Bkz. Müftî), müctehid fil-mezheb olması lâzımdır. Böyle

olmayana müftî denilmez, nâkil dînî hükümleri, fetvâları nakleden denir. (İbn-i Âbidîn)

Müctehid-i Fiş-Şer':

Dînî hükümleri, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden çıkarırken, kendine mahsûs kâide ve

usûl koyan mezheb sâhibi müctehid. Buna müctehid-i mutlak da denir. (Bkz. Müctehid-i

Mutlak)

Dört mezhebdeki fukahâ (dînî hükümleri bildiren fıkıh âlimleri), yedi derecedir.Birincisi,

müctehid-i fiş-şer' olan tabakadır. Dört mezhebin imâmları böyledir. (Ahmed Cevdet Paşa)

Müctehid-i Mukayyed:

Mezheb imâmının koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, delîllerden yeni hükümler çıkaran

İslâm âlimi. Mukayyed müctehid. (Bkz. Müctehid fil-Mezheb)

Müslümanlar, ya müctehid (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden mânâ, hüküm çıkaran

İslâm âlimi) olur, yâhut ictihâd derecesine yükselmemiştir. Müctehid de, ya mutlak müctehid

(Bkz. Müctehid-i Mutlak) olur, yâhut müctehid-i mukayyed olur. Mutlak müctehidin, başka

bir müctehidi taklîd etmesi câiz değildir. Kendi ictihâdına uyması lâzımdır. Mukayyed

müctehidin ise, bir mutlak müctehidin mezhebinin usûllerine uyması vâcibdir (gereklidir). Bu

usûllere uyarak yapacağı kendi ictihâdına (hükmüne) uyar. (Abdülganî Nablüsî)

Müctehid-i Mutlak:

Dînî hükümleri, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ve diğer dînî delillerden

(kaynaklardan) istinbât ederken, çıkarırken kendine mahsûs kâide ve usûl koyan müctehid.

Buna, müctehid fiş-şer' ve müctehid-i müstekıl de denir.

Dört mezhebin imâmları, müctehid-i mutlaktır. Bu dört imâmdan sonra müctehid-i mutlak

yetişmedi. Hiçbir âlim müctehid-i mutlak olduğunu iddiâ etmedi. Yalnız,Muhammed Cerîr-i

Taberî bu iddiâda bulundu ise de, hiçbir âlim bu sözünü kabûl etmedi. (İmâm-ı Şa'rânî)

Hicretin dört yüz senesi geçtikten sonra müctehid-i mutlak yetişmediği için, bu târihten

sonra gelen âlimleri taklîd etmek câiz değildir.Bu târihten evvel yetişmiş olan bir müctehidin

mezhebini öğrenmek için, âlimlerin sözbirliği ile kabûl ettikleri İslâmî hükümleri bildiren

fıkıh kitablarını okumak lâzımdır. (İmâm-ı Menâvî)

Nisâ sûresinin, elli sekizinci âyetinde meâlen; "Uyuşamadığınız din işlerinde, Kitâba

(Kur'ân-ı kerîme) ve Sünnete (Hadîs-i şerîflere) mürâcaat edin" buyrulmaktadır. Bu emir,

müctehid-i mutlak olan âlime uymak için emirdir. (Mahmûd bin Abdülgayyûr Pişâvûrî)

Müctehid-i Müntesib:

Mezheb reîsinin (imâmının) koyduğu usûl ve kâidelere uyarak, edille-i şer'iyyeden (dört

ana delîlden) hüküm çıkaran İslâm âlimi. Buna, müctehid fil-mezheb (mezhebde müctehid)

de denir. (Bkz. Müctehid fil-Mezheb)

Müctehid-i müntesib, delîl aramakta ve hüküm çıkarmakta, mezhebinin imâmını taklîd

etmez. Fakat delîlleri, mezheb imâmının kâidelerine göre arar. İmâmının yolunda,

mezhebinde olduğu için, onun mezhebinde olduğu söylenir. (Bedreddîn Zerkeşî)

Müctehid-i Müstekıl:

Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden doğrudan hüküm çıkarabilen ve kendine mahsûs

kâide ve usûl koyan mezheb sâhibi müctehid. Buna, mutlak müctehid de denir.

MÜD:

Sekiz yüz yetmiş beş gram ağırlığında bir ağırlık birimi.

Ümmetimden herhangi biri Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımın bir müd

arpa sadakasına verilen sevâba kavuşamaz. (Hadîs-i şerîf-Savâik-ül-Muhrika)

Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm, bir müd su ile abdest alır, bir sa' (4.2

litre) su ile gusl ederdi. (İbn-i Âbidîn)

MÜDÂHENE:

Aldatmak, iki yüzlülük etmek, hîle ve yağcılık etmek. Kudreti olduğu, gücü yettiği hâlde

dindeki gevşekliği sebebiyle haram işleyene mâni olmamak.

Sıkılmadan açıkça harâm işleyen kimseyi gîbet etmek câiz olduğu gibi, şerlerinden

korunmak için bunlara müdârâ etmek de câizdir. Fakat müdârâ, müdâhene şeklini

almamalıdır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Haram işleyene veya yanında bulunanlara olan saygısı, yâhut dîne olan bağlılığının

gevşekliği, müdâheneye sebeb olur. Dînine veya dünyâsına veya başkalarına zarar olmadığı

zaman, haram ve mekrûh işleyene mâni olmak lâzımdır.Mâni olmamak, susmak harâm olur.

Müdâhene etmek, haram işlemeğe râzı olmağı gösterir. (Muhammed Hâdimî)

Muhabbete müdâhene sığmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

Müdâhene edenlerin kabirden maymun ve hınzır şeklinde kalkacakları hadîs-i şerîfte

bildirildi. (Seyyid Alizâde)

MÜDÂRÂ:

Dîni ve dünyâyı zarardan kurtarmak için, dünyâ menfaatinden vermek veya belâyı dünyâ

menfaati ile savmak.

Allahü teâlâ bana, farzları yerine getirmeyi emrettiği gibi, insanlara müdârâ etmeyi de

emretti. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

Müdârâ ederken tatlı dilli ve güler yüzlü olmak lâzımdır.Talebeye ders verirken de

müdârâ yapılır. (Muhammed Hâdimî)

Düşmandan âciz duruma düşersen, müdârâ ederek latîfe yolunu tut. Çünkü latîfe kalb

kazanır. (İmâm-ı Mâverdî)

İnsanlar üç kısımdır: Bir kısmı gıdâ gibidir. Herkese, her zaman lâzımdır. İkinci kısmı,

ilaç gibidirler. İhtiyaç zamânında lâzım olur. Üçüncü kısmı, hastalık gibidir. Bunlara ihtiyâç

olmaz. Fakat kendileri insanlara musallat olurlar, bulaşırlar. Bunlardan kurtulmak için,

müdârâ etmek lâzımdır. (İmâm-ı Gazâlî)

Dostlara mürüvvet (mertlik),

Düşmanlara müdârâ etmeli.

(Sâ'dî-i Şîrâzî)

MÜDDESSİR SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin yetmiş dördüncü sûresi.

Müddessir sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli iki âyet-i kerîmedir. İlk âyet-i kerîmede

geçen Müddessir kelimesinden dolayı sûreye, Sûret-ül-Müddessir denilmiştir.Müddessir;

örtüsüne bürünen, demektir. Sûrede, Peygamber efendimize; inkâr yolunda olanları uyarması,

Allahü teâlâyı tekbir etmesi, yüceltmesi, sabırlı olması vs. emredilip, inkârcıların

uğrayacakları cezâlar bildirilmiş, iyilerle kötülerin mukâyesesi yapılmıştır. (İbn-i Abbâs,

Katâde, Râzî, Kurtubî)

Allahü teâlâ Müddessir sûresinde meâlen buyuruyor ki:

Ey örtüye bürünen (Muhammed)! Kalk da bildir! Rabbini tekbîr et! Giydiklerini temiz

tut! Kötü şeylerden sakın. Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma! Rabbin için sabret.

(Âyet: 1-7)

Kim Müddessir sûresini okursa, Allahü teâlâ, Muhammed'i (aleyhisselâm) tasdîk

(inanan) ve tekzîb edenlerin (inanmayanların) adedinin on katı sevâb verir. (Hadîs-i

şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

MÜDEBBER:

Âzâd olması yâni serbest bırakılıp, hürriyetine kavuşması, efendisinin vefâtına (ölümüne)

bağlı kılınan köle. Böyle olan kadına müdebbere denir.

Şunlara zekât verilmesi câiz değildir: 1)Deliye, 2)Kâfire, 3)Zenginlere, 4)Usûl

(Baba-dede) ve furûuna (çocuğuna, çocuğunun çocuklarına), 5)Zevcesine (hanımına),

6)Kölesine, 7)Mukâtebesine, yâni efendisine belirli bir miktâr para vermekle âzâd olacak

kölesine, 8)Müdebberine, 9) Kadının kocasına zekât vermesi ihtilâflı olup, esahh olan (en

doğrusu) vermemektir. 10)Bir kimseyi yabancı sanarak, evlâdı çıksa ve müslüman sanarak

kâfir çıksa, bunlara zekât verilmez ise de, bilinmeyerek verilmiş ise, esahh olan iâde edilmez.

Meyyitin (ölünün) kefeni için de zekât verilmez.Bir kimse zekâtını fakirden alacağına da

sayamaz. (Kudbüddîn İznikî)

MÜDELLES HADÎS:

Resûlullah efendimizin hadîs-i şerîflerini toplama işinde, baştan yalnız birinci râvisi

(rivâyet edeni, nakledeni) bildirilmeyen hadîs. (Bkz. Hadîs)

MÜDERRİS:

Medreselerde ders veren öğretim üyesi, profesör.

Osmanlılarda müderris tâyininde, vücûd, zihin ve karakter özelliklerine bakılır, sempatik,

akıllı, kültürlü, anlayışlı, adâletli, iffetli, cömerd ve gözü-gönlü tok olmasına dikkat edilirdi.

Hâl ve hareketlerinin, huyunun güzel olması her hâli ile talebelerine örnek olması arzu

edilirdi. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)

Selâhaddîn Eyyûbî Fâtımî sapıklarını Mısır'dan temizleyince, İmâm-ı Şâfiî'nin türbesinin

yanına bir medrese yaptırıp, Mecmeddîn Hubuşânî'yi müderris tâyin eyledi. (İbn-i Hallikân)

Kara Çelebi diye tanınan Muhammed bin Hüsâmeddîn Abdullah, müderrisliği müddetince

Muhammed aleyhisselâmın yolunu, dîn-i İslâm'ın yüksek hükümlerini talebelere en güzel bir

şekilde anlattı ve öğretti. (Mecdî Efendi)

MÜDRİK:

Cemâatle namaz kılarken iftitah (başlama) tekbirini imâmla birlikte alan, namaza imâmla

birlikte başlayan ve namazın başından sonuna kadar imâma uyan, birlikte kılan.

MÜDRİKE:

İdrak edici, anlayıcı, bilici kuvvet.

İnsan rûhu, yalnız insanlarda bulunur. Bu rûhun da iki kuvveti vardır. İnsan, bu iki kuvvet

ile hayvanlardan ayrılmaktadır. Bu iki kuvvetten birisi idrâk edici olan Kuvve-i âlime ve

müdrike denilen bilici kuvvettir. İkincisi, hareket kuvvetidir. (Ali bin Emrullah)

Müdrike kuvvetleri üçtür. Biri, görünen his organlarındaki kuvvetler olup, bunlar insanda

bulunduğu gibi, hayvanlarda da vardır. İkincisi, akıl kuvvetleri olup, hiss-i müşterek, hâfıza,

vâhime, mütesarrıfa ve hazânet-ül-hayâl denilen görünmeyen beş his organındaki

kuvvetlerdir. Bu kuvvetler insanlara mahsûstur. Hayvanlarda yoktur. Üçüncüsü mânevî

kuvvet olup, insanların havâssına, yüksek olan seçilmiş kimselere mahsûstur. Mânevî

kuvvetle anlaşılan şeyler, akıl ve his kuvvetleriyle anlaşılamaz. Akıl kuvvetleriyle anlaşılan

şeyleri, insan, hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa anlatamaz. Bunun gibi,

mânevî kuvvetle anlaşılanları, meselâ mârifetullahı, Allahü teâlâyı tanımayı, bu seçilmişler,

başka insanlara senelerce söylese, onlar anlıyamaz. Bunlardan daha yüksek seçilmişlerin

seçilmişleri vardır. Bunlardan da daha üstün nebîler, nebîlerden daha üstün resûller,

bunlardan da üstün ülü'l-azm dereceleri vardır.Bunların üstünde de kelîmiyyet, rûhiyyet,

hullet ve nihâyet mahbûbiyyet mertebeleri vardır ki, bu en üstünü Muhammed Mustafâ

sallallahü aleyhi ve sellem efendimize mahsustur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MÜECCEL:

Te'cil edilen yâni sonraya bırakılmış, ertelenmiş.

Ödünç alma karşılığı olan borçlar ve zekât vermek farz olduğu günden önce ödeme

zamânı gelmiş olan müeccel kul borçları nisâb hesâbına (dînen zekât vermek için lâzım olan

miktâra) katılmaz. (İbn-i Âbidîn)

Bey', peşin semen (para) ile câiz olduğu gibi müeccel semen ile de câizdir. Te'cil ancak

semen ile mebi' (mal) aynı cinsten olmadıkları ve ikisi hacm ile veya tartarak ölçülmedikleri

ve semen, ayn (belli) olmayıp, deyn (belirsiz) olduğu zaman ve muayyen (belli) bir vakte

kadar olmak şartı ile câiz olur. (Bkz. Semen) (Ali Haydar Efendi)

Nikâhta mehrin hepsi muaccel olabildiği gibi hepsi müeccel de olabilir. (M. Zihnî)

MÜEKKED SÜNNET:

Kuvvetli sünnet. Peygamber efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terkettikleri sünnet.

Sabah namazının sünneti, öğlenin dört rek'atlik ilk sünneti ve iki rek'at son sünneti akşam

namazının sünneti, yatsı namazının son iki rek'at sünneti ile ezân okumak, kâmet getirmek,

cemâate devâm etmek, abdest alırken misvak kullanmak müekked sünnetlerdendir. (İbn-i

Âbidîn)

Müekked sünnetlerin en kuvvetlisi sabah namazının sünnetidir. (M. Zihni Efendi)

Müekked sünnetler İslâm dîninin şiârıdır, yâni bu dîne mahsustur. Başka dinlerde

yokturlar. (Tahtâvî)

Müekked sünnetleri inkâr eden îmânsız olur. Bir özürle terk eden sevâbından mahrûm

olur. Özürsüz terk eden azarlanır. (Enver Şah Keşmîrî)

MÜELLEFE-İ KULÛB:

Kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenenler. Kalblerine îmân yerleştirilmesi istenilen veya yeni

îmân etmiş müslümanlar ve kötülükleri önlemek istenilen bâzı kâfirler olup, zekât verilen

sekiz sınıftan biri iken hazret-i Ebû Bekr zamânında kendilerine zekât verilmesinin nesh yâni

hükmünün kaldırıldığı husûsunda Eshâb-ı kirâmın icmâı (sözbirliği) bulunan kimseler.

Hazret-i Ebû Bekr zamânında, beytülmâl (devlet hazînesi) emîni (vazîfelisi) olan hazret-i

Ömer, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf okuyarak müellefe-i kulûb olanlara zekât verilmesini

Resûlullah nesh eylemiştir, kaldırmıştır, dedi. Halîfe ve Eshâb-ı kirâmın hepsi bunu kabûl

ettiler; artık bunlara zekât verilmemesi için icmâ, söz birliği hâsıl oldu. Nesh, Resûlullah

sallallahü aleyhi ve sellem zamânında olur. İcmâ ise, Peygamber efendimizin vefâtından

sonra olur. İslâmiyet'e yardım için, düşmanın zararını önlemek için onlara mal, para her

zaman ödenir. Fakat beytülmâlin zekât bölümünden değil, başka bölümünden ödenir.

Görülüyor ki, müellefe-i kulûb denilen kimselere ödeme yapılması yasak edilmemiş, onlara

zekât verilmesi yasak edilmiştir. (İbn-i Âbidîn)

MÜEZZİN:

Ezân okuyan kimse.

Her kim ezân-ı Muhammedîyi işittiği zaman müezzin ile berâber hafifçe okursa, her

harfine bin sevâb verilir, bin günâhı affolur. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)

Ezân-ı Muhammedîye ta'zîm ve hürmet edenler ve onun harflerini, kelimelerini

değiştirmeden, bozmadan ve tegannî etmeden minâreye çıkıp sünnete uygun okuyan

müezzinler, yüksek derecelere vâsıl olacaklardır. (Süleymân bin Cezâ)

MÜFESSER:

Açıklanan. Usûl-i fıkıhta, nass denilen lafzdan daha açık olan lafızdır. Nass, sevkedildiği

mânâya açıkça delâlet eden lafızdır.

Kur'ân-ı kerîmde bulunan salât, zekât gibi kapalı kelimeler, Peygamber efendimiz

tarafından açıklanmıştır. Böylece bu kapalı kelimeler, müfesser hâline gelmiştir.

Müfesserlerle amel etmek vâcibdir. (Serahsî)

MÜFESSİR:

Kur'ân-ı kerîmi tefsîr eden; Allahü teâlânın kelâmında, murâd edilen, kasdedilen mânâyı

anlayan âlim.

Müfessirler, uyumayarak, dinlenmeyerek, istirâhatlarını fedâ ederek, hadîs-i şerîfleri

toplayıp tefsîr kitaplarını yazmışlardır. Bu tefsîr kitaplarını anlıyabilmek için otuz sene

durmadan çalışıp, İslâm'ın yirmi ana ilmini, iyi öğrenmek lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm)

Müfessirlerin baş tâcı Kâdı Beydâvî'dir. Tefsîr ilminde, en büyük dereceye yükselmiştir.

Her meslekte senettir. Her mezhebde önderdir. Her düşüncede rehberdir. (Seyyid Abdülhakîm

Arvâsî)

MÜFLİS:

1.İflâs eden.

Bir vasî (bir yetimin veya akılca zayıf ve hasta olan bir kimsenin malını idâre eden

kimse), yetîmin (babası veya anası-babası ölmüş çocuğun) ekim arâzisini bir müflise satsa;

satış gözden geçirilir. Eğer bu uygun satış ise, kâdı (hâkim), müşteriye üç gün mühlet tanır.

İmkânı olursa, bu müddet içinde malın bedelini öder, değilse, satış bozulur. (Ebü'l-Leys

Semerkandî)

2. Dünyâda iken insanların haklarını yemiş, onları dövmüş, sıkıntı ve eziyet vermiş; bu

sebeblerle âhirette hesâblar görülürken, hakkı olanlara bütün günahları verilip, hiç sevâbı

kalmayan ve hak sâhiplerinin günâhlarını yüklenerek, Cehennemlik olan kimse.

Resûlullah efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde; "Müflis kimdir, biliyor musunuz?"

buyurdu. Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin arkadaşları); "Bizim bildiğimiz müflis;

parası, malı olmayan kimsedir" dediler. Bunun üzerine; "Ümmetimden müflis şu kimsedir

ki, kıyâmet günü namazları ile oruçları ile ve zekâtları ile gelir. Fakat; kimisine

sövmüştür, kiminin malını almıştır, kiminin kanını akıtmıştır, kimini dövmüştür. Hepsine

bunun sevâblarından verilir. Haklarını ödemeden önce sevâbları biterse, hak sâhiblerinin

günâhları alınarak buna yüklenir. Sonra Cehennem'e atılır" buyurdu. (Hadîs-i

şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

Âhirette müflis olmaktan çok korkmalıdır. Onun için kimsenin hakkını yememeli, herkese

güler yüzle muâmele etmelidir. (Seyyid Abdülhakîm)

Huzûruna müflis olarak geldim,

Yüzünün güzelliğinden bir şey isterim.

Şu boş zembilime elini uzat,

O mübârek eline güvenirim.

(Şâh-ı Nakşibend)

MÜFRİD HACI:

İhrâma girerken ömreye niyet etmeyip yalnız hac yapmağa niyet eden kimse. (Bkz. Hac)

Mekke'de oturanlar yalnız müfrid hacı olur. (M. Mevkûfâtî)

MÜFSİD:

1. Başlanılan ibâdeti bozan şeyler.

Dünyâ kelâmı konuşmak, kendisi işitecek kadar gülmek, sakız çiğnemek, farzın birini

özürsüz terk etmek, namazın müfsidlerindendir. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

2.Karışıklık çıkaran ve bozgunculuk yapan.

Yalnız hadîs-i şerîf okuyup, fıkıh öğrenmeyen kimse dinde müfsiddir. (Ebü'l-Leys

Semerkandî)

MÜFTÂBİH:

Müctehid âlimlerin ictihadlarının (kavillerinden, sözlerinden) kendisiyle fetvâ verilen.

Her müslümanın ibâdet yaparken ve haramdan sakınırken kendi mezhebi âlimlerinin

"Müftâbih olan budur", "En iyisi budur", "En doğru söz budur" gibi bildirdiklerine uyması

lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

MÜFTERÂ HADÎS:

Peygamberlik iddiâsında bulunan Müseylemet-ül-Kezzâb'ın ve ondan sonra gelen

münâfıkların (kalbi ile inanmayıp, sözleriyle inandık diyenlerin), zındıkların (kâfirlerin),

müslüman görünen dinsizlerin uydurma sözleri. (Bkz. Hadîs)

MÜFTÎ (Müftü):

Fetvâ veren.

1. Vilâyet ve kazâlarda din işlerine bakan, İslâm âlimlerinin dînî bir konuda vermiş

oldukları hükümleri yâni fetvâyı, insanlara bildiren kimse; nakleden me'mur.

Birçok işlerde âdet, nass (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin hükümleri) gibidir. Bir işin

nasıl yapılacağı nass ile bildirilmemiş ise, müctehidlerin ictihâdları ile yâni dînî konuda

verdikleri hükümle yapılır. Bir iş üzerinde çeşitli ictihâdlar varsa, müftî, bunlar arasında,

zamâna ve âdete uygun ve elverişli olanını seçer. Zamâna, âdete uymak bu demektir. Yoksa,

dînin emirlerini değiştirmek, ibâdetleri bırakarak, haramları işlemek demek değildir. (Seyyid

Abdülhakîm-i Arvâsî)

Müftî, ictihâd etmeğe ehliyetli değilse, İslâm âlimlerinin kitablarında açıkladıkları

bilgileri, nakledip halka bildirmekten başka yetkiye sâhib değildir. (Müftî Mahmûd Efendi)

Müctehîd olmayan müftîlerin, âyet ve hadîslerden herhangi bir hüküm çıkarmağa yetkileri

yoktur. Çünkü âyet ve hadîslerden hüküm çıkarabilmek için müctehîd olmak şarttır. (İbn-i

Âbidîn)

Fâsıkın (açıktan günâh işleyenin), müftî olması uygun değildir. Bunun verdiği fetvâlara

güvenilmez. Çünkü fetvâ vermek, din işlerindendir. Din işlerinde fâsıkın sözü kabûl edilmez.

Dört mezhebde de böyledir. Böyle müftîlere bir şey sormak câiz değildir. Müftînin müslüman

ve akıllı olması da, söz birliği ile şarttır. (İbn-i Âbidîn)

2.Fetvâ veren, yâni herhangi bir şeyin, İslâm dînine uygun olup olmadığını bildiren,

Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden doğrudan hüküm çıkaran kimse, Allahü teâlânın emir ve

yasaklarını yâni İslâmiyet'i bildiren âlim.

Müftînin, müctehîd (dînî bir hüküm verebilecek makâma yükselmiş âlim) olması vâcibdir

(gerekir). Mutlak müctehîd (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm, mânâ çıkarabilen

dinde müctehîd âlim)olmayan müftînin, fetvâ (dînî bir hüküm, karar) vermesi haramdır.

Böyle müftîlerin, müctehîdlerin fetvâlarını nakletmesi câizdir.Müctehîd olmayan müftîden

yeni bir fetvâ istemek câiz değildir. (Mahmûd bin Abdülgayyûr Pişâvûrî)

Gerçekte müftî müctehiddir. Eğer müctehid değil de müctehidlerin sözlerini naklediyorsa,

bu şahıs müftî değildir. (Fetevâ-i Hindiyye)

Bütün İslâm âlimleri ittifakla bildiriyorlar ki: Müftîler, muhakkak ictihâd ehli, yâni

Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm, mânâ çıkarmaya ehliyetli, yetkili olmalıdırlar.

(Kâdı Zâhireddîn Buhârî)

Müftî-yi Mâcin:

Din bilgilerini fıkıh kitablarından öğrenmeyip, kendi düşüncelerini din bilgisi olarak

söyleyen, müslümanları mezhebsiz yapan câhil din adamı.

Müftî-yüs-Sekaleyn:

İnsanlara ve cinnîlere fetvâ veren büyük âlim.

Ahmed ibni Kemâl, Osmanlıların dokuzuncu şeyhülislâmı idi. Cinnîlere de fetvâ verirdi.

Bunun için, müftî-yüs-sekaleyn adı ile meşhûr oldu. Tefsîr, fıkıh ve hadîste derin âlim idi.

Çok kitâb yazdı. (İbn-i İmâd)

Müftî-yüs-sekaleyn Ahmed ibni Kemâl hazretleri buyurdu ki: "Müslümanlara îmândan

sonra farz olan ilk şey, beş vakit namazdır. Çünkü namaz, dînin direği ve âhiret amellerinin

başıdır. Bunun için Peygamber efendimiz; "Her şeyin bir direği vardır. Dînin direği de

namazdır" buyurdu.

Müftî-yüs-sekaleyn Ebüssü'ûd Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân ve İkinci Selîm'in

saltanatları zamânında otuz sene Şeyhülislâmlık yaptı. (Atâî)

MÜHÂYEE:

Müşterek (ortak) bir mal, bâki (sâbit) kalmak üzere bu malın menfeatini taksim etmek.

Mislî eşyâda yâni çarşıda aynı evsâfta (özellikte) benzeri bulunan eşyâda mühâyee olmaz.

Ev, tarla; zaman veya mekân ile mühâyee olur. (Mecelle)

MÜHEYMİN (El-Müheymin):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden); her mahlûkun (yaratılmışın)

ömrünü, amelini, rızkını, ecelini, nefeslerini, sözlerini bilen, gören, onların bütün hallerinden

haberdâr olan.

Müheymin yalnız Allahü teâlâya mahsûs isimlerdendir. Bunu insanlara isim yapmak

haramdır. (Abdülganî Nablüsî)

Her kim gusül abdesti aldıktan veya namazdan sonra el-Müheymin ism-i şerîfini söylerse,

kalbi aydınlanır, himmet ve şerefe kavuşur. Hâfızası kuvvetlenir, unutkanlığı gider. (Yûsuf

Nebhânî)

MÜHR-İ NÜBÜVVET:

Peygamberlik mührü; Peygamber efendimizin mübârek sırtı ortasında, sol küreğine yakın

kalbi hizâsında bulunan nübüvvet mührü.

Gümüş teninde, letâfet vardı,

İrice Mühr-i nübüvvet vardı.

Sırtında idi, Mühr-i nübüvvet,

Sağ tarafına yakındı elbet.

Bildirdi bize edenler ta'rîf,

Bir büyük ben idi, mühr-i şerîf.

Rengi, sarıya yakın, karaydı,

Güvercin yumurtası kadardı.

Etrâfını çevirmiş, sanki hatlar,

Birbirine bitişik, kılcağızlar.

(M. Sıddîk Gümüş)

MÜKÂBERE:

Hakkı, doğruyu işitince, kabûl etmemek, inâd etmek, kendini büyük görmek. (Bkz. Kibir)

MÜKÂFÂT:

İyi karşılık.

Oruç yalnız benim içindir, onun mükâfâtını ben veririm. (Hadîs-i kudsî-Şir'at-ül-İslâm)

Günâhlar unutulmaz, mutlaka cezâsı verilir. İbâdetler çürümez, sevâb ve mükâfâtı verilir.

(Mâverdî)

Cömertlikten doğan güzel huylar vardır. Bunlardan biri de mükâfâttır yâni iyiliğe karşı

iyiliktir. (Ali bin Emrullah)

Yâ Rabbî! Artık sana rücû etmek (dönmek) zamânım çok yakın. Bundan sonraki, dünyâ

ve âhiret hayâtımın safhaları şu olacak: Dünyâ elemleri, sekerât-ül-mevt (ölüm hâli), kabir

hayâtı, haşr (dirilip toplanma) âlemi, mükâfât ve mücâzât (cezâ) ihtimâlleri... (Hayri Aytepe)

MÜKÂŞEFE:

Kalb gözü ile görmek.

Tasavvuf yolunda olanların kalbine gelen müjdeler üç kısımdır. Bunlar; rüyâ, vâkıa (uyku

ile uyanıklık arasında) ve mükâşefeler hâlindedir. Mükâşefelerle gelen müjdelerin yüzde

doksanı hak ve hakîkate uygundur.

Mükâşefe derecesine ulaşanların, delîl bulmaya ve sebeb aramaya ihtiyâçları yoktur. Gayb

nîmetlerine kavuşmuş, zan ve şüphe hücumlarına uğramaktan kurtulmuşlardır. (Seyyid

Abdülhakîm Arvâsî)

Allahü teâlâ bilinmez ve anlaşılamaz. Görülebilen, anlaşılabilen şühûd ve müşâhede

yoluyla belli olan her şey, O değildir. Allahü teâlâ ötelerin ötesidir. (İmâm-ı Rabbânî)

MÜKÂTEB:

Efendisi ile anlaşıp belli bir ücret ödeyince hür olacak köle.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

... Hayır ve tâat; Allahü teâlâya, âhiret ve meleklere ve Allahü teâlânın indirdiği

kitablara ve peygamberlere îmân etmektir. Ve Allahü teâlânın rızâsı için muhabbet ile

malını; fakir akrabâsına, fakir yetimlere ve muhtaçlara, yolda kalmışlara (garib yolculara,

misâfirlere), isteyen fakirlere ve mükâteb kölelere ve esirlere vermektir... (Bekara sûresi:

177)

MÜKELLEF:

Bir şeyi yapmaya ve yerine getirmeye mecbûr olan; Allahü teâlânın emir ve yasaklarından

mes'ûl (sorumlu) olan; îmânı olan, âkil (akıllı) ve bâliğ (evlenme yaşına, ergenlik çağına

ulaşmış) olan kimse. (Bkz. Ef'âl-i Mükellefîn)

Mükellef olan erkek ve kadının birinci vazîfesi; Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid

(îmân ve îtikâd) bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

Mükellef olan kadın, erkek her müslümanın Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyyesini (zâtına âit

sıfatlarını ki, bunlar; Vücûd, Kıdem, Bekâ, Vahdâniyyet, Muhâlefet-ün-lil-havâdîs ve Kıyâm

bi-nefsihî'dir) ve sıfât-ı sübûtiyyesini (Hayât, İlim, Semî', Basar, İrâde, Kudret Kelâm,

Tekvin) doğru bilmesi ve inanması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey budur. Bilmemek özür

olmaz. Bilmemek günâhtır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Hanefî mezhebinin âlimleri dediler ki: Mükellef olan her müslümanın, her gün beş vakit

namaz kılması farzdır. Farz olduğu, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça

bildirilmiştir. (İbn-i Âbidîn)

Mükellef olanların, ölümü çok hatırlaması sünnettir. Çünkü, ölümü çok hatırlamak,

emirlere sarılmaya ve günahlardan sakınmağa sebeb olur. Haram işlemeğe cesâreti azaltır.

Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok

hatırlayınız!" (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)

MÜKEMMİL:

Olgunlaştıran, yetiştiren.

Kâmil (yetişmiş) ve mükemmil bir rehbere tâbi kimse, Allahü teâlânın rızâsına kavuşur.

(Abdullah-ı Dehlevî)

MÜKERREM:

Muhterem, azîz, saygı değer.

Peygamber efendimizin anaları ve babaları arasında bulunmakla şereflenen bahtiyarların

hepsi, zamanlarının ve memleketlerinin en asîl, en şerefli, en temiz zâtları idi. Hepsi azîz ve

mükerrem ve muhterem idiler. (Celâleddîn Süyûtî)

MÜKRİH:

Bir kimseyi istemediği bir şeyi yapması için zorlayan, tehdîd eden. (Bkz. İkrâh)

Zorla başkasının malı telef edilince, mükrih, malı öder. (Ali Haydar Efendi)

MÜLÂANE:

Zevcesini (eşini) zinâ ile suçlayan erkeğin dört şâhit getirememesi hâlinde, zevcenin isteği

üzerine eşlerin hâkim huzûruna çıkarak usûlüne uygun (âyet-i kerîmelerde bildirilen

ifâdelerle) karşılıklı yemin etmeleri ve lânetleşmeleri. (Bkz. Liân)

MÜLCÎ İKRÂH:

Ölümle veya bir uzvunu yok etmek, şiddetli vurma ve hapsetme gibi tehdidlerle bir

kimseyi istemediği şeyi yapmaya zorlama. (Bkz. İkrah)

Mülcî ikrâh ile olan sözleşmeler sahîh (geçerli) olmaz. (Ali Haydar Efendi)

MÜLEFFIK:

Telfik yapan. Belli bir mezhebin hükümlerine uymayıp, dört mezhebin hükümlerinden

kolayına geleni yapıp karıştıran. (Bkz. Telfîk)

Bir işin, bir ibâdetin sahîh (doğru, geçerli) olması için, dört mezhebden herhangi birine

uygun olması lâzımdır. Yâni o işin sahîh olması için, bir mezhebde uyulması lâzım olan

şartların hepsine uygun olması lâzımdır. Bir ibâdeti yaparken şartlarından biri bir mezhebe,

diğer şartı da başka mezhebe uygun olursa, bu ibâdet sahîh olmaz. Müleffık, mezhebleri

birbirine karıştırdığı için, ibâdeti sahîh, mûteber olmaz. (İbn-i Âbidîn, A. Nablüsî, Şernblâlî)

MÜLHİD:

Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere yanlış mânâ vererek dinden çıkan, yâni îmânı bozuk

olan, Eshâb-ı kirâma (Peygamber efendimizin arkadaşlarına) söğen.

Mülhid, Allahü teâlâya ve peygamberine inanır ve inandığını söyler. Fakat, küfre

kaymıştır, İslâmiyet'ten ayrılmıştır. Îtikâdı (inancı) bozuktur. Kendini tam müslüman sanır.

Kendisi gibi olmayanlara kâfir der. (İmâm-ı Rabbânî)

MÜLK:

1. Sâhib olunan; insanın başkasının rızâsını ve iznini almadan kullanmağa hakkı olan şey.

Mülk maldır veya malın kendi değil, yalnız menfaatidir. Bir kimsenin her malı meselâ atı,

onun mülküdür. Fakat her mülkü, meselâ kirâcının evi, malı değildir. (Ali Haydar Efendi)

Ganîmet (savaşta düşmandan ele geçen mal), dâr-ı İslâm'a (İslâm memleketine)

nakledildikten sonra askerin hakkı olursa da, taksim edilmeden önce, mülk olmaz ve askerin

bu hakkını mülk olmadan önce satması câiz olmaz. (İbn-i Âbidîn)

Hizmet karşılığı alınacak ücreti, maaş çekini, bonosunu teslim almadan önce satmak câiz

değildir. Ücret, hak edilmiş ise de, kabz edilmemiş (ele alınmamış, ele geçmemiş), mülk

olmamıştır. (İbn-i Âbidîn)

Süleymân aleyhisselâm bir seyâhatinde, sağında-solunda insanlar ve cinler, ardında

orduları olduğu ve kuşlar da başı üzerinde gölge ettikleri hâlde giderken, İsrâiloğullarından

bir âbide (ibâdet edene) uğradı. Âbid; "Ey Dâvûd'un oğlu! Allahü teâlâ sana muazzam bir

mülk vermiştir" dedi. Süleymân aleyhisselâm âbidi dinledikten sonra; "Kıyâmet günü

mü'minin defterinde, bir tesbîhin (zikr, Allahü teâlâyı ve büyüklüğünü anmanın) yazılı

olması, Dâvûd'un oğlu Süleymân'a verilen bu mülkten daha kıymetlidir. Zîrâ Süleymân'ın bu

mülkü kaybolur gider, fakat o tesbîhin mükâfâtı kaybolmaz" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî)

Mal sâhibi, mülk sâhibi,

Hani bunun ilk sâhibi?

Mal da yalan, mülk de yalan,

Var biraz da sen oyalan.

(Yûnus Emre)

2. Tasarruf, saltanat, kudret.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:

Bütün mülk elinde bulunan Allahü teâlânın şânı ne yücedir! O, her şeye hakkiyle

kâdirdir (gücü yetendir). (Mülk sûresi: 1)

O, geceyi gündüzün içine sokuyor, gündüzü gecenin içine sokuyor. Güneşi ve Ay'ı

(insanoğlunun istifâdesine) tâbi ve bağlı kılmıştır. Bunlardan herbiri muayyen bir vakte

(kıyâmete) kadar akıp gidiyor (dolaşıp duruyor). İşte bunları yapan Allah'tır, sizin

Rabbinizdir. Mülk O'nundur. O'nu bırakıp taptıklarınız (putlar)ise, bir hurma çekirdeğinin

zarına bile mâlik olamazlar. (Fâtır sûresi: 13)

O gün onlar (kabirlerinden dışarı) çıkarlar. Onların hâl ve amellerinden hiçbir şey

Allah'a gizli kalmaz, (Allahü teâlâ şöyle buyurur): "Bugün mülk kimindir?" (Hiç kimse

buna cevâb veremez. Yine Allahü teâlâ kendi kendine buyurur); "Vâhid (bir olan) ve Kahhâr

olan (her şeye gâlib gelen) cenâb-ı Allah'ındır. (Mü'min sûresi: 16)

Süleymân aleyhisselâm; "Yâ Rabbî! Benden sonra kimseye nasîb etmeyeceğin bir mülkü

bana ihsân eyle!" diyerek, melik ve emir olmak istemiştir. (Muhammed Hâdimî)

Mûsâ aleyhisselâm, Fir'avn'a; "Îmân et, mülk ve saltanatın sende kalsın" dedi. Fir'avn da;

"Hâmân ile görüşeyim" dedi. Hâmân; "Nasıl olur! Aramızda tapılan bir rab iken, şimdi ibâdet

eden bir kul mu olacaksın?" dedi. Böylece, Allah'a kul ve Mûsâ aleyhisselâma ümmet

olmaktan istinkâf etti (yüz çevirdi, vazgeçti). (İmâm-ı Gazâlî)

Mülk Sûresi:

Kur'ân-ı kerîmin altmış yedinci sûresi.

Mülk sûresi Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Otuz âyet-i kerîmedir. İlk âyet-i

kerîmede geçen el-Mülk kelimesinden dolayı, sûreye, Sûret-ül-Mülk denilmiştir. Ayrıca

Tebâreke, Münciye, Mâni'a, Vâkı'a adları ile de anılır. Sûrede; hayâtın ve ölümün yaratılış

sebebi, âlemdeki kusursuz nizam, müşriklerin (Cenâb-ı Hakk'a ortak koşanların) âhiretteki

acıklı durumu, Allahü teâlânın gizli-açık her şeye vâkıf olduğu anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs,

Taberî, Râzî)

Allahü teâlâ Mülk sûresinde meâlen buyuruyor ki:

Sırât-ı müstekîm (İslâmiyet'in gösterdiği doğru yol) üzere gidenle, gözleri âmâ olup

yüzüstüne gittiği yolu bilmiyen aynı mıdır? (Âyet: 22)

Mülk sûresi kötülüklerden engelleyici ve kurtarıcıdır. Kabir azâbından koruyucudur.

(Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

Her gece Mülk sûresini okuyanı Allahü teâlâ kabir azâbından korur. (Hadîs-i

şerîf-Nesâî)

Mülk Şirketi:

İki veya daha çok kimsenin, mîrâs veya hediye sûreti ile veya parasını belirli oranda verip

satın alarak, bir mala berâber sâhib olmaları; yâhut mallarını ayrılmayacak şekilde karıştırıp

ortak olmaları.

Mülk şirketi ile müşterek (ortak) olan malların geliri, sâhibleri arasında hisselerine göre

taksim olunur. (Mecelle)

Mülk-i Habîs:

Helâl yolla kazanılan mal ile, haram yolla kazanılan malın karışmasından meydana gelen

ve birbirinden kolayca ayrılamayan mülk.

Bir kimsenin elindeki malın, gasb edilmiş, çalınmış, zulüm, hıyânet ile alınmış haram mal

olduğu veya mülk-i habîs olduğu bilinmedikçe, mallarını bu yollardan edinmekte olduğu

bilinse dahi, elindeki bu malı helâl mülkü bilmek lâzımdır. (Abdülganî Nablüsî)

Verilenin haram mal veya mülk-i habîs olduğu bilinirse, bunu verenden almak hiçbir

sûrette câiz (uygun) olmaz. (İbn-i Âbidîn)

Mülk-i Yemîn:

Bir kimsenin emrindeki köleler ve câriyeler.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:

Allah'a ibâdet edin, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ananıza, babanıza (güzel söz ve

fiil ile), akrabânıza (ziyâret etmekle), yetimlere (gönüllerini almakla), fakirlere (sadaka

vermekle), akrabânız olan komşularınıza (şefkat ve merhâmetle), uzak komşunuza (onlar

için hayır istemek ve zararı gidermekle), dost ve arkadaşlarınıza (haklarına riâyet etmek ve

sevgi ile), yolcuya (ikrâm etmek ve doyurmakla), mülk-i yemînlerinizde bulunanlara

(yumuşak muâmele etmekle) iyilik ediniz. Muhakkak ki, Allahü teâlâ (bunlara böyle iyilik

etmeyip) kibirlenerek insanlara haksız yere övünenleri sevmez. (Nisâ sûresi: 36)

Avret yerini ört! Zevcenden ve mülk-i yemîninden başkasına gösterme! Yalnız iken de,

Allahü teâlâdan hayâ ediniz! (Hadîs-i şerîf-İmâm-ı Tirmizî, Ebû Dâvûd, İbn-i Mâce)

MÜLKİYET:

İnsanın bir şeyi başkasının rızâsını, iznini almadan kullanabilme yetkisi gücü.

İslâm hukûkunda devlete, cemiyetlere ve ferdlere mülkiyet hakkı tanınmıştır. Fakat mülk

edinirken, haram yollara baş vurmak, başkalarının haklarına tecâvüz etmek, zayıfları ezmek,

kesin olarak yasaktır. İslâmiyet, mülkiyet hakkını tanımakla berâber, insanların bu konuda

hırslı olmalarını da istemez. Çünkü Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve selem; "Dünyâ

sevgisi bütün kötülüklerin anasıdır" buyurmuştur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MÜLTEZEM:

Kâbe-i muazzamanın kapısı ile Hacer-ül-esved denilen mübârek siyah taş arasında kalan

Kâbe duvarı.

Hac esnâsında Minâ'da şeytan taşlandıktan sonra,Mescid-i Haram'a gelinir.Tavâf-ı sadr

veya vedâ tavâfı yapıldıktan sonra, Zemzem suyu içilir.Kâbe'nin kapı eşiği öpülür. Göğüs ve

sağ yanak, Mültezem denilen yere sürülür.Sonra Kâbe perdesine yapışıp duâ edilir. Ağlıyarak

mescid kapısından dışarı çıkılır. (Mevkûfâtî)

Bir kimse karnını Kâbe duvarına değdirip, Mültezemi vesîle (vâsıta) ederek Allahü

teâlâya yalvarırsa, Allahü teâlâ onu zarardan kusurdan korur. Böyle olduğu çok tecrübe

edilmiştir. Allahü teâlâ, Mültezem denilen yerdeki birkaç taşa; hayra, faydaya vesîle olma

özelliği vermiştir. Aspirine ağrı kesmek, alkole aklı gidermek özelliklerini verdiği gibi,

Mültezem denilen yerdeki taşlara başka taşlardan farklı olarak duâların kabûl olmasına sebeb

olma özelliğini vermiştir. (M. Sıddîk Gümüş)

MÜMEYYİZ:

Akıllı; faydalı ve zararlıyı birbirinden ayırabilen.

Mümeyyiz olmayan çocukların bütün sözleşmeleri bâtıldır (geçersizdir). Mümeyyiz

çocuğun zararlı işlerdeki sözleşmeleri, velîsi izin verse de, sahîh (geçerli) değildir. (Mecelle)

MÜ'MİN (El-Mü'min):

1. Allahü teâlânın Esmâ-ül-hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Her türlü emân ve emniyet

(güven) veren.

Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:

O, öyle bir Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O, mâlik ve sâhiptir,

münezzehtir, selâmet verendir, mü'mindir, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla

yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allahü teâlâ puta tapanların ortak koştukları

şeylerden münezzehtir, uzaktır. (Haşr sûresi: 23)

2.Îmân eden, Resûl-i ekremin bildirdiklerinin hepsini kalbi ile kabûl edip, dili ile

söyleyen.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Ey mü'minler! Hepiniz, Allahü teâlâya tövbe ediniz ki, dünyâ ve âhiret saâdetine

kavuşasınız. (Nûr sûresi: 31)

Mü'minin firâsetinden korkunuz. Zîrâ o, Allahü teâlânın nûru ile bakar. (Hadîs-i

şerîf-Menâzil-üs-Sâirîn)

Mü'min o kimsedir ki, kendi için sevdiğini din kardeşi için de sever. (Hadîs-i

şerîf-Risâle-i Münîre)

Mü'minler birbirini sevmekte, birbirine acımakta, birbirini korumakta bir vücûd

gibidir. Vücûdun herhangi bir uzvu rahatsız olursa, diğer âzâları da bu yüzden humma ve

uykusuzluğa tutulurlar. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)

Mü'min olmak için, yalnız Kelime-i şehâdeti (Eşhedü en lâ...) söylemek yetişmez.

Münâfıklar (inanmadığı hâlde müslüman görünenler) de bunu söylüyor.Kalbde îmân

bulunduğuna alâmet, şerîatin (İslâmiyet'in) emirlerini seve seve yapmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

Kâmil (olgun) mü'minin dört alâmeti vardır:Dili zikreder (Allahü teâlâyı anar),

sessizliğinde tefekkür eder (Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünür), ibret nazarıyla bakar,

hayırlı işler yapar. (Ebû Bekr Verrâk)

Mü'minin istirahati âhirettedir. İki üç gün bu fânî dünyâda zahmet çeker. Bu, günahlarına

keffâret olur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

Mü'min Sûresi:

Kur'ân-ı kerîmin kırkıncı sûresi. Gâfir sûresi de denir.

Mekke-i mükkerremede nâzil oldu (indi). Sûre 85 âyet olup, 56 ve 57. âyetleri Medîne-i

münevverede nâzil oldu. 28-45. âyet-i kerîmelerinde, Fir'avn'ın âilesinden mü'min bir kişinin

vasıfları anlatıldığı için, Sûret-ül-mü'min denilmiştir.

Sûrede; îmân etmenin önemi, günahları bağışlayan, tövbeleri kabûl eden, bununla berâber

cezâsı şiddetli olan Allahü teâlânın inkârcılara vereceği cezâlar, Allahü teâlâya itâat etmek ve

nîmetlerine şükr etmek gerektiği bildirilmektedir. (Senâullah Dehlevî, İbn-i Abbâs,

Râzî,Taberî)

Mü'min sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki:

Size mûcizelerini gösteren, size gökten rızık indiren O'dur. Allah'a yönelenlerden

başkası ibret almaz. (Âyet: 13)

Kim Mü'min sûresini okursa, ona salât (duâ) etmeyen ve onun için istiğfârda

bulunmayan hiçbir nebî, sıddîk, şehîd ve mü'min rûhu kalmaz. (Hadîs-i

şerîf-Envâr-üt-Tenzîl ve Esrâr-üt-Te'vîl)

MÜ'MİNÛN SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin yirmi üçüncü sûresi.

Mü'minûn sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz on sekiz âyet-i kerîmedir.Sûrenin ilk

âyetlerinde kurtuluşa eren mü'minlerin ibâdetlerinden, yaşayışlarından ve kavuşacakları âhiret

nîmetlerinden bahsedildiği için Sûret-ül-mü'minûn denilmiştir. Sûrede ayrıca, Allahü teâlânın

insanları yarattığı, onlara neler bağışladığı, Nûh, Mûsâ, Hârûn ve Îsâ aleyhimüsselâmın

karşılaştıkları güçlükler, inkârcıların uğrayacakları felâketler, Allahü teâlânın büyüklüğü ve

kudreti, kıyâmet günü ve o günde olacak şeyler bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî,Râzî,

Kurtubî, Ebû Hayyân)

Allahü teâlâ Mü'minûn sûresinde meâlen buyuruyor ki:

Ey Peygamberim! Helâl ve temiz yiyiniz ve bana lâyık ibâdetler yapınız! (Âyet: 52)

Kâfirler, mal ve çok evlad gibi dünyâlıkları verdiğimiz için, kendilerine yardım mı

ediyoruz sanıyor! Peygamberime (sallallahü aleyhi ve sellem) inanmadıkları ve dîn-i

İslâm'ı beğenmedikleri için onlara mükâfât mı ediyoruz, diyorlar?Hayır öyle değildir.

Aldanıyorlar, bunların nîmet olmayıp, musîbet olduğunu anlamıyorlar. (Âyet: 55,56)

MÜMÎT (El-Mümît):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ölümü yaratan, ruh bulunan

cisimden rûhu alan, öldüren.

Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde bildirdiği doksan dokuz isminden birçoğu, yaratıcı

olduğunu gösterir.Meselâ Mukît, Hâlık, Bârî, Musavvir, Razzâk, Mubdî, Muîd, Muhyî,

Mümît,Kayyûm, Vâlî, Bedî' isimleri böyledir. (İmâm-ı Rabbânî)

El-Mümît ism-i şerîfini söyleyenin nefsi itâate gelir. (Yûsuf Nebhânî)

MÜMKİN-ÜL-VÜCÛD:

Var da olabilen, yok da olabilen. Allahü teâlâdan başka her şey, bütün âlem.

Mevcûd yâni var olan şey ikidir. Biri mümkin-ül-vücûd, ikincisi, kendi kendine hep var

olan, başkası tarafından yaratılmayan demek olan Vâcib-ül-vücûddur. Eğer mevcûd, yalnız

mümkin-ül-vücûd olsaydı ve vâcib-ül-vücûd bulunmasaydı, hiçbir şey var olmazdı. Çünkü

yok iken var olmak bir değişikliktir, bir olaydır.Her cisimde bir olay olması için, bu cisme

dışardan bir kuvvetin te'sir etmesi, bu kuvvet kaynağının bu cisimden önce mevcûd olması

lâzımdır. Bunun için mümkin-ül-vücûd olan mevcûd, kendi kendine var olamaz ve varlıkta

duramaz. Ona bir kuvvet te'sir etmeseydi, hep yoklukta kalırdı. Var olamazdı. Kendi kendine

vâr edemeyen, başka varlıkları elbette var edemez, yaratamaz. O hâlde, mümkin-ül-vücûdu

yaratanın, Vâcib-ül-vücûd olması lâzımdır.Bütün mümkin-ül-vücûdların tek yaratıcısı

Vâcib-ül-vücûd olan Allahü teâlâdır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

MÜMTEHİNE SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin altmışıncı sûresi.

Mümtehine sûresi Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi). On üç âyet-i

kerîmedir.Mü'mine olduklarını iddiâ eden kadınların imtihâna tâbi tutulmalarını emrettiği için

sûreye, Sûret-ül-Mümtehine denilmiştir. Ayrıca İmtihân sûresi de denilmektedir. Sûrede;

müşriklerle dostlukta bulunmanın yasak olduğu ve mü'mine olduklarını iddiâ edip hicrette

bulunan kadınların imtihâna tâbi tutulmalarının gerektiği bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî,

Kurtubî, Taberî)

Allahü teâlâ Mümtehine sûresinde meâlen buyuruyor ki:

"Ey mü'minler! İbrâhim aleyhisselâmın gösterdiği güzel yolda yürüyünüz! Yâni siz de,

onun gibi ve onunla berâber bulunan mü'minler gibi olunuz! Onlar, kâfirlere dedi ki,

bizden sevgi beklemeyiniz. Çünkü siz, Allahü teâlâyı dinlemeyip, başkalarına tapıyorsunuz.

O taptıklarınızı da sevmiyoruz. Sizin uydurma dîninize inanmıyoruz. Bu ayrılık aramızda

düşmanlığa sebeb oldu. Siz, Allahü teâlânın, bir olduğuna inanmadıkça ve emirlerini

kabûl etmedikçe, bu düşmanlık, kalbimizden silinmeyecek, her şekilde kendini

gösterecektir. (Âyet:4)

Kim Mümtehine sûresini okursa, kadın-erkek bütün mü'minler ona kıyâmet günü

şefâat eder. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

MÜMTENİ'-UL-VÜCÛD:

Var olması mümkün olmayan, hep yok olması lâzım olan.

Allahü teâlâya ortak (eş, benzer) bulunması Mümteni'-ül-vücûddur. Allahü teâlâ gibi

ikinci bir ilâh var olamaz. Bu imkânsızdır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

MÜNÂCÂT:

Allahü teâlâya duâ etmek, yalvarmak.

Kul, şehvetlerini (nefsinin isteklerini) benim tâatim üzerine tercîh ettiği vakit, ona

vereceğim cezânın en hafifi, bana münâcât zevkinden onu mahrûm etmektir. (Hadîs-i

kudsî-İhyâ)

Aklı başında olan, günü dörde bölmelidir. Birinde Rabbine münâcât etmeli, diğerinde

nefsini hesâba çekmeli, öbüründe Allahü teâlânın sun'ı bedî' (yarattıklarının güzelliğini) ve

azametini tefekkür etmeli (düşünmeli), diğerinde de yemesi ve içmesi ile uğraşmalıdır.

(Hadîs-i şerîf-İhyâ)

Namaz kılmak, münâcât ve gizli yalvarıştır. Gaflet ile münâcât olmaz. (İmâm-ı Gazâlî)

"İlâhî! Herkesi sıkıntıdan kurtaran yalnız sensin. Bizi dünyâda ve âhirette sıkıntıda

bırakma! Muhtâclara, her şeyi gönderen yalnız sensin! Dünyâda ve âhirette bize, hayırlı ve

faydalı şeyleri gönder! Dünyâ ve âhirette, bizi kimseye muhtâc bırakma!" diye Allahü teâlâya

münâcâtta bulunmalıdır. (Muhammed Rebhâmî)

MÜNÂFIK:

İnanmadığı hâlde, müslümanları aldatmak için, inanmış görünen kimse.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Ey münâfıklar! Allahü teâlâ sizi kendi hâlinize bırakmaz. Hâlis mü'minleri

münâfıklardan ayırır. (Âl-i İmrân sûresi: 179)

Dört şey münâfıklık alâmetidir: Emânet olunana hıyânet etmek, yalan söylemek, vâdini

bozmak ve ahdine vefâ göstermemek (verdiği sözde durmamak) ve mahkemede doğruyu

söylememek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

Münâfık, iki sürü arasında bulunan bir koyun gibidir ki, o, bir defâ bu sürüye, diğer

defâ öbür sürüye katılır. (Hadîs-i şerîf-Sülûk-ül-Ulemâ)

Ey Allah'ım! Ben, münâfıklıktan, şikâktan (tefrikadan) ve kötü ahlâktan sana

sığınırım. (Hadîs-i şerîf-Sülûk-ül-Ulemâ)

Münâfıkın alâmeti üçtür. Yalnız olduğu zaman tembeldir. Yanında birisi olduğu zaman

çalışkandır. Bütün işlerinde övülmeyi çok sever. (Vehb bin Münebbih)

Mescide giren münâfıklar, kafesteki serçe kuşlarına benzer. Kafesin kapısı açılır açılmaz

uçarlar, kaçarlar. (İmâm-ı Mâlik)

Münâfık, İslâmiyet'ten bahseder, fakat onunla amel etmez ve ona uymaz.

(Huzeyfet-ül-Yemânî)

MÜNÂFİKÛN SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin altmış üçüncü sûresi.

Münâfikûn sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). On bir âyet-i kerîmedir. Sûrede

münâfıkların (müslüman olmadıkları hâlde müslüman görünenlerin) davranışları

anlatıldığından, Sûret-ül-Münâfikûn denilmiştir. (Muhammed bin Hamzâ, İbn-i Abbâs, Râzî)

Münâfikûn sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki:

Mallarınız ve çocuklarınız, Allahü teâlâyı hâtırlamanıza mâni olmasın. (Âyet: 9)

Kim Münâfikûn sûresini okursa, nifâktan kurtulur. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Beydâvî)

MÜNÂKAŞA:

Çekişme, tartışma.

Kimse ile münâkaşa etmeyen, haklı olsa bile, dili ile kimseyi incitmeyen müslümanın,

Cennet'e gireceğini size söz veriyorum. Şaka yapmak, yanındakileri güldürmek için olsa

bile, yalan söylemeyenin Cennet'e gireceğini size söz veriyorum. İyi huylu olanın,

Cennet'in yüksek derecelerine kavuşacağını size söz veriyorum. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd,

İbn-i Mâce, Tirmizî)

Sû-i zan etmeyiniz. Sû-i zan (kötü zan) yanlış karar vermeye sebeb olur. İnsanların gizli

şeylerini araştırmayınız, kusûrlarını görmeyiniz, münâkaşa etmeyiniz, hased etmeyiniz,

birbirinize düşmanlık etmeyiniz, birbirinizi çekiştirmeyiniz, kardeş gibi sevişiniz.

Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, yardım eder. Onu kendinden aşağı

görmez. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Ey oğlum! Elinden geldiği kadar kavgadan, münâkaşadan sakın! Dünyâ işleri için kendini

fazla üzme! Kızdığın zaman sözlerine dikkat et, ölçülü olmaya çalış! Büyüklerin önünden

yürüme! Bir kimse konuşurken araya laf karıştırma! Ey oğlum! Diline sâhib olmayan sonunda

pişmân olur. Çok münâkaşa ve münâzara yapan kötülenir. (Lokman Hakîm)

Münâkaşa, dostun dostluğunu azaltır. Düşmanın düşmanlığını artırır. (Muhammed

Ma'sûm)

Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yaparken (iyiliği emredip kötülükten sakındırırken);

niyetin hâlis olması ve işin iyi anlaşılıp, Allahü teâlânın buradaki emrinin iyi bilinmesi ve

sabırlı olup, münâkaşa ve kavga edilmemesi, yumuşak ve tatlı dil ve yazı ile yapılması

lâzımdır. (İmâm-ı Birgivî)

Halktan veya emrin altında çalışanlardan biriyle münâkaşa etme. Çünkü böyleleri ile

münâkaşa îtibârını giderir. (Ebû Yûsuf)

MÜNÂKEHÂT:

Fıkıh ilminin dört büyük kısmından biri. Evlenme, boşanma, nafaka gibi hususlar.

Fıkıh ilmi; ibâdât (ibâdetler), münâkehât, muâmelât (alış-veriş, kirâ, fâiz, mîrâs v.b.) ve

ukûbât (cezâlar) olmak üzere dört kısma ayrılır. Fıkhın ibâdât kısmını kısaca öğrenmek, her

müslümana farzdır.Münâkehât ve muâmelât kısımlarını öğrenmek, farz-ı kifâyedir. Yâni

başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. Tefsîr, hadîs ve kelâm ilimlerinden sonra, en şerefli

ilim, fıkıh ilmidir. (Ahmed Zühdü Paşa)

Yeni müslüman olan kimsenin veya âkil ve bâliğ olan müslüman evlâdının, evvelâ

Kelime-i şehâdet söylemesi ve bunun mânâsını öğrenip, inanması lâzımdır. Sonra, Ehl-i

sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan îtikâd, yâni îmân edilmesi lâzım olan bilgileri

öğrenip, bunlara inanması lâzımdır. Sonra dört hak mezhepten birinin kitaplarında yazılı olan

fıkıh bilgilerini, yâni İslâm'ın beş şartını ve helâl, haram olan şeyleri öğrenmesi ve bunlara

inanması ve uygun yaşaması lâzımdır.Münâkehât bilgileri lâzım oldukça, başına geldikçe

öğrenilir. (İbn-i Âbidîn, Yûsuf Sinânüddîn)

MÜN'AKİD:

İki taraf arasında karara bağlanıp, kabul olunan, meydana gelen. (Bkz. Akd)

Alış-verişin ve nikâhın mün'akid olması için uyulması gereken şartları vardır. (İbn-i

Nüceym)

Bey' yâni satış ve nikâh akdi, sözleşmesi îcâb ve kabûl ile mün'akid olur. (İbn-i Âbidîn)

Mün'akide Yemîni:

İleride yapacağım veya yapmıyacağım diyerek yalan yere yemîn. (Bkz. Yemîn)

Mün'akide yemîni üç türlü olur: Birincisinde zaman bildirilmez. İkincisinde zaman

bildirilir. Üçüncüsü ise şarta bağlanan yemindir. Üçünde de yemini bozunca keffâret vermek

lâzımdır. Yemîn bozulmadan önce, keffâret verilmez. (İbn-i Âbidîn)

MÜNÂZARA:

Doğruyu ortaya çıkarmak maksâdı ile karşılıklı olarak yapılan ilmî konuşma. Bir mes'eleyi

belli kâideler dâhilinde karşılıklı inceleme, bir mes'ele hakkında yapılan karşılıklı konuşma.

Münâzara edecek kişi, gerçeği aramakta kaybını arayan kimse gibi olmalıdır.

(Taşköprüzâde)

Münâzarayı kendisinden istifâde edilmesi umulan âlimlerle yapmalıdır. (İmâm-ı Gazâlî)

MÜNÂZEA:

Çekişme, anlaşmazlık.

Mü'min beş güçlük arasındadır. Karşısındaki mü'min olur, kendisine hased eder

(çekemez); münâfık (inanmadığı hâlde müslüman görünen) olur, buğz eder; kâfir olursa

kendisi ile savaşır; şeytan ise onu saptırmaya uğraşır; nefs de kendisi ile münâzea eder

durur. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

Münâzeaya götüren her cehâlet (bilgisizlik), bey'i (alış-veriş) ve icâreyi (kirâlamayı) fâsid

kılar (bozar). (İbn-i Âbidîn)

MÜNCİYYÂT:

Felâketlerden kurtarıcı bilgiler; ibâdetler, iyi ameller.

Fıkıh âlimleri yâni İslâmî hükümleri bilen âlimler, ibâdetlerin nasıl yapılacaklarını

bildirdiler. İnceliklerini anlatmadılar. Çünkü, onların maksadı, ibâdetlerin doğru yapılmasının

şartlarını ve şekillerini bildirmekti. İnsanların işlerine, kalblerine bakmadılar. Bunları

bildirmek, tasavvufu yâni kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri ve kalbin,

rûhun temizlenmesi yollarını öğreten âlimlerin vazîfesi idi. İmâm-ı Gazâlî, bedenlerin ve

görünen işlerin iyileşmesini sağlayan fıkıh bilgileri ile, kalbin, iç âlemin temizliğine

kavuşturan tasavvuf bilgilerini birleştirdi. Kitâbında bu ikisine de yer verdi. İhyâ-ul-ulûm

kitâbını dörde ayırdı. İkincisine "Münciyyât" ismini verdi ise de, ibâdetlerin de müncî

(kurtarıcı) olduklarını bildirdi. İbâdetlerin kurtarıcı olmalarını sağlamak, İslâmî hükümleri

bildiren fıkıh kitablarından öğrenilir. Kurtarıcı olan kalb bilgileri, tasavvuf âlimlerinin

kitablarından öğrenilir. (Ahmed Fârûkî)

MÜNECCİM:

1.Yıldızların hareketlerini gözetleyerek geleceğe dâir haber verdiğini iddiâ eden, yıldız

falına bakan kimse. Astrolog.

Müneccimlere, kâhinlere, falcılara inanmamalı, bilinmiyen şeyleri bunlara sormamalıdır.

Bunları gaybleri (geleceği) bilir sanmamalıdır. Uğursuzluğa inanmamalı, te'sir eder

sanmamalıdır. (İsmâil Hakkı Bursevî)

Gaybden (gelecekten) verdiği haber konusunda kâhini tasdîk etmek küfürdür, îmânı

giderir.Kâhin; gelecek zamanda ortaya çıkacak hâdiseleri haber veren, sırları bildiğini ve gayb

âlemine âit bilgilere vâkıf olduğunu iddiâ eden kişidir. Arablarda, olacak işleri bildiklerini

iddiâ eden kâhinler vardı. Benim gördüğüm cinler var, onlar bana tâbi olur, hizmetimde

bulunur, bana haber getirirler diye iddiâ ederlerdi. Diğer bâzıları ise, bana verilen bir anlayış

sâyesinde hâdiseleri ve işleri bilir ve kavrarım diye iddiâ ederlerdi. Yıldızların hareketlerine

bakarak ileride meydana gelecek hâdiseler hakkında bilgi sâhibi olduğunu iddiâ eden

müneccim de kâhin hükmünde olur, yâni gaybden verdiği haber konusunda müneccimi tasdîk

etmek küfr olur. (Teftâzânî)

2. İlm-i nücûm yâni astronomi ilmiyle uğraşan kimse. Astronom.

Yer küresinin ömrünü, yaratıldığı günden kıyâmete kadar olan zamânı; eski müneccimler,

seyyâre (gezegen) yıldızlarının adedince bin sene yâni yedi bin sene demişlerdir. Zîrâ onlar

gezegen adedini yedi biliyordu. Târihlerin çoğunda yazılı bulunan ve bâzı din kitablarına da

geçmiş olan yedi bin sene buradan gelmektedir. Böyle söylemek zan ve faraziyye (teori)den

ibârettir. (Abdülhakîm Arvâsî)

Ramazan hilâlinin tesbitinde müneccimlerin sözüne îtibâr edilmez. (İbn-i Âbidîn, İbn-i

Vehbân)

MÜNEVVER:

Kalbi aydınlanmış, mânevî kirlerden ve paslardan temizlenmiş.

Allahü teâlâ bir kimseye nûr vermezse, o kimse münevver olamaz. (İmâm-ı Rabbânî)

Namaz kalbi temizler kötülükten men eder

Münevver olamazsın, namazı kılmadıkça.

(M. Sıddîk Gümüş)

MÜNEZZEH:

Kusur, eksiklik ve muhtâçlıktan uzak. Allahü teâlânın noksan sıfatlardan uzak olduğunu

bildirmek için kullanılan bir tâbir.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Allahü teâlânın ilâhlıkta şerîki, ortağı yoktur. Mülkü hiç yok olmayan bir meliktir.

Noksanlık olan her şeyden münezzehtir. Ayıblardan ve kudretsizlikten uzaktır. Mü'minleri

sonsuz azabdan emîn kılmıştır. Her şey üzerine hâkim ve hâfızdır. Hükmünde gâlibdir.

[İnsanlar bir şey yapmak isteyince, O da irâde ederse, isterse o şeyi yaratır. Hâlık (yaratıcı)

yalnız O'dur. O'ndan başka kimse hiçbir şey yaratamaz. O'ndan başka kimseye hâlık (yaratıcı)

denilemez. İnsanların dünyâda ve âhirette râhat ve huzûr içinde yaşamalarını, sonsuz saâdete

kavuşmalarını sağlayan kurtuluş yolunu göstermiş ve bu yolda yaşamalarını emretmiştir.

Azamet (büyüklük) ve kibriyâ (yücelik) ancak O'na mahsustur.] Allahü teâlâ müşriklerin

(puta tapanların) şirklerinden (ortak koşmalarından) ve iftirâlarından münezzehtir. (Haşr

sûresi: 23)

Allahü teâlâ vardır ve birdir. Ortağı ve benzeri yoktur. Mekândan münezzehtir. Kemâl

(noksanlık bulunmayan) sıfatları vardır. (Kutbüddîn İznikî)

MÜN'İM (El-Mün'im):

Nîmet veren. Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden.

Asıl mün'im Allahü teâlâdır. Bu sebeble Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, yemeği

önüne getirilip konulduğu zaman; "Allah'ım! Bize verdiğin rızka bereket ver ve bizi ateş

azâbından koru. Bismillah" derlerdi. (İbn-i Sünnî)

MÜNKATI':

Kendilerine zekât verilen sınıflardan biri; cihâd ve hac yolunda muhtâc kalanlar.

Zekât, sekiz sınıf kimseden yedisine verilir: 1) Nafakasından fazla, fakat nisâb

miktârından az malı olan fakîre, 2) Bir günlük nafakasından fazla bir şeyi olmayan miskine,

3) Âmile (zekât me'muruna), 4) Efendisinden kendisini satın alıp, borcunu ödeyince âzâd

olacak olan mukâteb köleye, 5) Munkatı'a, 6) Medyûn'a (borçlu olup, ödeyemeyen

müslümanlara), 7) İbn-üs-sebîl'e, memleketinde zengin ise de bulunduğu yerde yanında mal

kalmamış olan kimseye, 8) Müellefe-i kulûba (şerlerinden, kötülüklerinden sakınılmak

istenilen kâfirler veya îmânları zayıf kalbleri İslâm'a ısındırılmak istenenler). Hazret-i Ebû

Bekr zamânında Müellefe-i kulûb'a zekât vermeye lüzûm kalmadı. (Bkz.Müellefe-i Kulûb)

(İbn-i Âbidîn)

MÜNKER:

Yapılması uygun olmayan, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle ve müctehidlerin (dinde söz

sâhibi âlimlerin) söz birliği ile yasak edilen şey; günah. (Bkz. Haram)

Şüphesiz insanlar münkeri görüp de men etmedikleri zaman, onların hepsine Allahü

teâlânın cezâ vermesi çabuklaşır. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i İbn-i Mâce)

Münker iki kısımdır. Birinci kısım münkerler meydanda olup, âlim olan ve olmayan

bunları bilir. Zinâ, alkollü içkilerin içilmesi, hırsızlık, yankesicilik, fâiz alıp vermek,

başkasının malını gasb etmek gibi şeylerin haram olduğu birinci kısım münkerdir. İkinci

kısmı yalnız âlimler bilir. Bunlar daha ziyâde îmânda, îtikâtta olan bozukluklardır.

(Abdülkâdir Geylânî)

Münkeri (haramı) işleyeni görüp de gücü yettiği hâlde tatlı dil ile nehy (yasak) etmemek

îmânın gitmesine sebeb olur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

Münker ve Nekir:

Kabirde suâl soran melekler.

Münker ve nekir melekleri, suâl ve cevâbdan sonra meyyite (ölüye) "Cehennem'deki

yerine bak, Allahü teâlâ değiştirerek, sana Cennet'teki yeri ihsân eyledi" derler. Bakar

ikisini birlikte görür. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

Münker ve Nekir ismindeki iki melek kabirde suâl soracaktır.Bu suâle cevap vermek bir

derttir. (İmâm-ı Rabbânî)

Kabirde Münker ve Nekir meleklerine cevâb olarak şunları hazırlamalıdır:Rabbim Allahü

teâlâ, peygamberim Muhammed aleyhisselâm, dînim dîn-i İslâm, kitabım Kur'ân-ı kerîm,

kıblem Kâbe-i şerîf, îtikâdda mezhebim Ehl-i sünnet ve cemâat, amelde mezhebim İmâm-ı

a'zam Ebû Hanîfe'nin mezhebidir. (Muhammed Demir Hâfız)

Münker ve nekir kabre geleler,

Namazı doğru kıldın mı diyeler,

Hemen kurtuldun mu sandın ölünce,

Senin için azab hazır diyeler.

(Seâdet-i Ebediyye)

MÜNKİR:

İnanmayan, kabûl etmeyen, inkâr eden kimse. (Bkz. İnkâr)

MÜNTEKİM:

İntikam alıcı. Zâlim ve mütekebbir (kibirli) cânîleri başkalarına ders olacak şekilde

cezâlandıran, âsîleri ve taşkınlık yapanları şiddetli azâb ile azablandıran.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Allahü teâlânın âyetleri hâtırlatıldıktan sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha

zâlim kimdir?Biz mücrimlerden (müşriklerden) müntekimiz. (Secde sûresi: 22)

MÜNTEHÎ:

Sona eren, nihâyete kavuşan. Tasavvuf yolunda çıkılabilecek derecelerin sonuna varan

velî.

Müntehîlerin vazîfesi, halk arasında Hak ile olmaktır. (Cüneyd-i Bağdâdî)

Müntehînin terakkîsi (ilerlemesi) namaz ibâdetine bağlıdır. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî)

MÜNZEVÎ:

İslâmiyet'in emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak, kötülüklerden korunmak ve kalb

huzûru ile ibâdet yapabilmek için bir köşeye çekilmiş olan kimse.

MÜRÂHIK:

Âkıl ve bâlig yâni ergenlik çağına ulaşmadığı hâlde ulaşmış gibi gösteren erkek çocuk.

Mekke'den üç gün üç gecelik uzak yerlerde bulunan hür kadının hacca gidebilmesi için, üç

mezhebde, zevcenin veya nikâhı düşmeyen ebedî mahrem akrabâsından fâsık ve mürted

olmayan âkıl ve bâlig veya mürâhık bir erkeğin berâber gitmesi lâzımdır. Bunun yol parasını

verecek kadar kadının zengin olması da lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

MÜRÂHIKA:

Dokuz yaşına girdiği hâlde henüz bâliğa olmamış yâni ergenlik çağına gelmemiş kız

çocuğu.

Mürâhıka, erkeklerle aynı safta namaza dursa, onun yanında bulunanın namazı bozulur.

(İbn-i Âbidîn)

MÜRÂÎ:

İki yüzlü, olduğunun aksine kendisini iyi gösteren, gösteriş yapan, riyâkâr. (Bkz. Riyâ)

Mürâînin üç alâmeti, işâreti vardır:1)yalnız iken tenbel olur. 2)İnsanlar arasında çalışkan

ve hareketli olur. 3)Övüldüğü zaman çok, kötülendiği zaman az çalışır. (Hazret-i Ali)

MÜRCİE:

"Günâh işlemek insana zarar vermez. Âsî (isyân eden), fâsık (açıktan günâh işleyen) azâb

görmeyecektir" diyerek, Ehl-i sünnetten (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolunda

olanlardan) ayrılan bozuk fırka.

Cebriyye mezhebi; insan aslâ bir iş yapmaz. Cansızlar gibi hareket eder. İnsanın kudreti,

kasdı ve ihtiyârı (dilemesi) yoktur diyor. İnsanlar iyi iş yapınca, sevâb kazanmaz, kötü işlerine

azâb yapılmaz sanıyor. Kâfirler, günâh işleyenler mâzurdur, mes'ûl olmazlar. Çünkü insanın

her işini Allah yapıyor, insan istese de istemese de Allah günâh yaratıyor, insan günâh

yapmaya mecbûrdur diyorlar. Bu sözleri küfürdür, îmânsızlıktır. Bunlara Mürcie de denir ki,

mel'ûndurlar (lânetlenmişlerdir). Günâh insana zarar vermez; âsî, fâsık, azâb görmeyecektir,

dediler. Mürcienin inanışı tamâmen yanlıştır, bozuktur. Çünkü ihtiyârî istekli hareketimiz ile

titreme, refleks hareketlerinin başka olduğu meydandadır. Elimizle bir şey tutmamız elbette

ihtiyârımız (isteğimiz) iledir. Göz seğirmesi, kalbin çalışması ise böyle değildir. Kur'ân-ı

kerîm ve hadîs-i şerîfler bu fırkanın bozuk olduğunu bildirmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)

Mürcieden, Allah dilediği kâfirleri affedecektir ve dilediği mü'minlere ebedî (sonsuz) azâb

yapacaktır diyenler ve ibâdetlerimiz elbet kabûl olacak, günâhlarımız da elbet affolacak

diyenler ve bütün farzlar nâfile ibâdettir, bunları yapmamak günah olmaz diyenler kâfir

oluyorlar. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî)

MÜREKKEB:

Birleşik olan, parçalanabilen. Basitin zıddı.

Ruh basîttir. Mürekkeb değildir. Böyle olsaydı, basît olan bir şey bunda yerleşmezdi.

Çünkü ruh parçalanırsa, bunda yerleşen basît şeyin de parçalanması lâzım gelir. Basît olan şey

ise parçalanamaz. (Ali bin Emrullah)

MÜREVVİC-ÜŞ-ŞERÎA:

İnsanları dînin emirlerine uymaya teşvîk eden mânâsında Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî

hazretlerinin üçüncü oğlu Muhammed Ubeydullah Serhendî'nin lakabı.

Mürevvic-üş-Şerîa Muhammed Ubeydullah Serhendî kaddesallahü sirreh,

Hazînet-ül-meârif kitabında yüz kırk beşinci mektubda diyor ki: "Ebû Dâvûd, Mu'âz bin

Cebel'den ve Enes bin Mâlik'ten gelen şu hadîs-i şerîfi haber veriyor:

"Bir kimse, yemek yedikten sonra; "Elhamdülillahillezî etamenî hâzetta'âm ve rezakanî-hi

min gayri havlin minnî ve lâ-kuvveh" derse, geçmiş ve gelecek günâhlarından çoğu affolunur.

Yeni bir elbise giydiği zaman; "Elhamdülillahillezî kesânî hâzessevb ve razekanî min gayri

havlin minnî ve lâ kuvveh" derse geçmiş ve gelecek günâhlarından çoğu affolur."

MÜRÎD:

Tasavvufta Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için evliyâ bir zâtın terbiyesi altına giren

talebe.

Mürîd, mürşidinin (hocasının) yanında cenâze yıkayıcısının elindeki ölü gibi olmalıdır.

(İmâm-ı Rabbânî)

Allahü teâlânın sevgisi ile ve O'nun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanan mürîd,

bilmediği, anlıyamadığı bir aşk ile şaşkın hâldedir. Uykusu kaçar, gözyaşları dinmez. Her

işinde Allah'tan korkar, titrer. Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için

çırpınır. Her işinde sabır ve affeder. Her geçimsizlikte, sıkıntıda kusûru kendisinde görür. Her

nefeste Allah'ını düşünür. Gaflet ile (Allahü teâlâyı unutmuş olarak) yaşamaz. Kimseyle

münâkaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri, Allahü teâlânın evi bilir. Eshâb-ı

kirâmın hepsini; "radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn" diyerek anar. Hepsinin iyi olduğunu

söyler. (Abdülhâk-ı Dehlevî)

Mürîd olanlar, severler, kalblerine kendilerine âit olan bir isteği, arzuyu getirmezler.

Gayretleriyle tasavvuf derecelerine yükselmeye çalışırlar. (Ali Sincârî)

MÜRSEL:

Şerîatle (yeni bir din ile) gönderilen peygamber. (Bkz. Mürselîn)

Mürsel Hadîs:

Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah efendimizin sohbetinde yetişen mübârek insanların) ismi

söylenmeyip, Tâbiîn'den (Sahâbe-i kirâmı görüp, sohbetinde yetişen kimselerden) birinin,

doğruca, Resûl-i ekrem buyurdu ki, diyerek bildirdiği hadîs-i şerîfler. (Bkz. Hadîs)

İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri, ictihâdında (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden

çıkardığı hükümde) sünnete tâbi olmakta herkesten ileri gitmiş, mürsel hadîsleri bile, müsned

hadîsler (Peygamber efendimizden rivâyet eden sahâbînin ismi de bildirilen hadîs-i şerîfler)

gibi, sened (delîl) olarak almış ve Eshâb-ı kirâmın sözlerini, kendi ictihâdının (re'yinin,

hükmünün) üstünde tutmuştur. Onların, Peygamber efendimizin yanında, sohbetinde

bulunmak şerefi ile kazandıkları derecelerin büyüklüğünü, herkesten daha iyi anlamıştır.

(Müfti Mahmûd Efendi, Tahtâvî)

MÜRSELÂT SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin yetmiş yedinci sûresi.

Mürselât sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Elli âyet-i kerîmedir. Gönderilenler anlamına

gelen Mürselât kelimesi ile başladığı için sûreye, Sûret-ül-Mürselât denilmiştir. Sûrede;

kıyâmetin vukû bulacağı, âhiretin bir hüküm günü olduğu, inananlarla inanmayanların o

gündeki durumları anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Râzî,Taberî,Kurtubî)

Allahü teâlâ Mürselât sûresinde meâlen buyuruyor ki:

O (kıyâmet günü), bir zamandır ki, onlar (kâfirler) söylemezler ve söylemeğe izin de

verilmez. (Âyet: 35, 36)

Kim Mürselât sûresini okursa, onun için müşriklerden (Allahü teâlâya ortak

koşanlardan) olmadığına dâir bir sened yazılır. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

MÜRSELÎN:

Gönderilenler, şerîatle (yeni bir dinle) gönderilen peygamberler. Resûller. (Bkz. Resûl)

Ali radıyallahü anhtan rivâyet edildiğine (nakledildiğine) göre, Resûl-i ekrem sallallahü

aleyhi ve sellem, ona şöyle buyurmuştur: "Ebû Bekr ve Ömer, nebiyyîn (nebîler) ve

mürselînden başka, önce gelen ve sonra gelen bütün Cennetliklerin, saçları ağarmaya

başlayanların seyyidleridir (efendileridir). Yâ Ali! Hayatta oldukları müddetçe onlara bunu

haber verme!" (Sünen-i İbn-i Mâce)

MÜRŞİD:

İrşâd eden, doğru yolu gösteren rehber zât. İyi bir müslüman olmaları için, insanları

terbiye eden, âlim ve velî.

Tasavvuf yolunda nihâyete varan büyükler (yolun sonuna kavuşanlar) iki

türlüdür:Birincisi Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem izinde giderek kemâle erdikten

sonra insanları irşâd için (doğru yola çekmek için) halkın derecesine indirilmiş olan

mürşidlerdir. İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların yetişmesi ile vazîfeli

olmayan evliyâdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Bütün kazançlarıma, mürşidlerimi çok sevmekle kavuştum. Seâdetlerin anahtarı, Allahü

teâlânın sevdiklerini sevmektir. (Mazhâr-ı Cân-ı Cânân)

Talebe, mürşidini ne kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur.

Mürşid vesîledir, vâsıtadır. Maksad, Allahü teâlâdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır. (Muhyiddîn ibni Arabî)

Bir kimsenin kendisini irşâd edecek (doğru yolu gösterecek) bir mürşîdi yoksa, büyük

zâtların (Ehl-i sünnet âlimlerinin) kitaplarını okusun ve onlara uysun. (Ferîdüddîn Şeker

Genc)

Mürşîd-i Kâmil:

Tasavvufta kemâle gelmiş, olgunlaşmış, evliyâlık mertebelerinin sonuna ulaşmış,

kâbiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zât.

Mürşîd-i kâmilin bakışları, kalb hastalarına (kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmuş

olanlara) şifâ verir. Onun teveccühü yâni kalbini bir kimseye çevirmesi; kötü, çirkin huyları

insanların kalbinden siler, süpürür. (İmâm-ı Rabbânî)

Mürşîd-i kâmillerin en üstünleri, dört mezheb imâmlarıdır. Bunlar; İmâm-ı a'zâm Ebû

Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'dir.Bu dört imâm, İslâm

dîninin dört temel direkleridir. (Abdülhak-ı Dehlevî)

Mürşid-i kâmil, mürîdi evvel ehl-i hal ider

Sonra, Fahr-i kâinâtın bezmine idhâl ider

Nice yıllar sa'y ile eremediği menzile

Bir nefeste mürşid-i kâmil onu îsâl ider

(Abdülehad Nûrî)

MÜRTECÎ:

İslâmiyet'in pâk ve temiz yolunu bırakarak, câhiliyet devri yoluna ve yaşayışına dönen;

gerici, irticâ eden. (Bkz. İrticâ)

MÜRTED:

Müslüman iken dinden çıkan, kâfir olan kimse. (Bkz. İrtidâd)

Allahü teâlâya Cebrâil aleyhisselâm gibi ibâdet etseniz, mü'minleri, Allah için

sevmedikçe, kâfirlere ve mürtedlere, Allah için düşmanlık etmedikçe, hiçbiri kabûl olmaz.

(Hadîs-i şerîf, Berîka)

Mürtedin müslüman iken yapmış olduğu ibâdetlerin, iyiliklerin hepsi yok olur. Âhirette

ona fâidesi olmaz. Ölmeden önce müslüman olursa, affolur. Tertemiz mü'min olur. Yeniden

hac etmesi lâzım olur. Namazlarını ve oruçlarını kazâ etmez. Önceden kazâya bırakmış

olduklarını kazâ etmesi lâzımdır. Çünkü mürted olunca, önceki günahlar yok olmaz.

(Muhammed Hâdimî)

Helâli, harâmı ayırd etmeyen, farzı yapmağa, haramdan kaçınmağa ehemmiyet vermeyen

mürted olur. Kelime-i şehâdet getirse, namaz kılsa, ben müslümanım dese de müslüman

olmaz. Bu sözlerine ve ibâdetlerine inanılmaz. Dinden çıkmasına sebeb olan şeye pişman

olması, tövbe etmesi lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm Efendi)

MÜRTEZÂ:

Beğenilmiş, râzı olunmuş mânâsına hazret-i Ali'nin lakabı.

Âdem'in (aleyhisselâm) hilm sıfatını ve Yûsuf'un (aleyhisselâm) güzel ahlâkını görmek

isteyen, Ali Mürtezâ'ya baksın. (Hadîs-i şerîf-Menâkıb-ı Çıhâr-ı Yâr-ı Güzîn)

Eshâb-ı kirâmdan herbiri bir peygambere benzemektedir. Ebû Bekr-i Sıddîk Muhammed

aleyhisselâma, Ömer-ül-Fârûk Mûsâ aleyhisselâma, Osmân-ı Zinnûreyn Nûh aleyhisselâma,

Aliyyül-Mürtezâ Îsâ aleyhisselâma, Mu'âviye hazretleri de Dâvûd aleyhisselâma benzer.

(İmâm-ı Rabbânî)

MÜRÛR-I ZEMÂN:

Zaman aşımı, zaman geçmesi.

Ödünç vermekten veya satıştan ve kirâdan, vedîa, âriyet gibi emânetler, vergi, mülk, akar

ve mîrâstan olan şahsî alacakları için on beş hicrî sene özürsüz terk edilmiş dâvâlar, borçlu

inkâr ederse, dinlenmez. Yâni mürûr-ı zemâna uğrarlar. Fakat alacaklıların hakkı zâyî olmaz.

Yâni borçlu borcunu ikrâr ve îtirâf ederse, borcunu ödemesi her zaman lâzım olur. (Mecelle)

MÜRÜVVET:

İnsanlık, yiğitlik. Muhtâc olanlara, lâzım olan şeyleri vermek, başkalarına faydalı olmak,

iyilik yapmak arzusu, insanlık. Adâleti yerine getirme ve hiç kimseden intikam almayı

istememe.

Her kim insanlarla muâmele ederken onlara zulüm etmezse, onlarla konuşurken yalan

söylemezse, onlara verdiği vaadi yerine getirirse, mürüvveti tam, adâleti açık, dostluğu

vâcib olur. (Hadîs-i şerîf-Edeb-üd-Dünyâ ved-Dîn)

Haram işlememek, günâhlardan sakınmak, insaf ile hüküm vermek, zulm etmemek, hakkı

olmayana göz dikmemek, kölesi olmayan kimseyi karşılıksız çalıştırmamak, zayıfa karşı

kuvvetliye yardım etmemek, alçak olanı şerefliye tercih etmemek, vebâl ve günâh olan

şeylere sevinmemek, kötü isim yapacak olan hareketlerde bulunmamak mürüvvetin

şartlarındandır. (İmâm-ı Mâverdî)

Mürüvveti bulunmayanın ibâdeti kâmil (olgun) değildir. (Dâvûd-i Tâî)

Kimim var hazretinden gayri arz eyleyeyim hâlim,

Yüce zâtına âiddir mürüvvet, yâ Resûlallah!

(Adlî)

Malı, şerîatin ve mürüvvetin uygun görmediği yerlere dağıtmaya, isrâf veya tebzîr denir.

(Birgivî)

MÜSÂFEHA:

İki müslümanın, sağ elin avuç içlerini birbirine yapıştırıp, iki baş parmağın yanlarını

birbirine değdirerek el sıkışması.

İki erkek veya iki kadın müslüman karşılaştıkları zaman, müsâfeha ederlerse,

ayrılmadan önce, günâhları mağfiret olunur. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)

Her kim bir mü'min kardeşini ziyâret eyleyip, müsâfeha ederek üç kerre elini sallasa,

ellerini ayırmadan her ikisinden Hak teâlâ râzı olur. Ağaçtan yapraklar döküldüğü gibi, o

şahıslardan günâhlar öylece dökülür. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)

Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kimse ile müsâfeha edince o kimse elini

çekmedikçe, mübârek elini ondan ayırmazdı. O kimse yüzünü çevirmedikçe, mübârek yüzünü

ondan çevirmezdi. Bir kimsenin yanına otururken iki diz üzerine oturur, ona saygı olmak için

mübârek bacağını dikip oturmazdı. (Ebû Saîd Hudrî)

Müslümanların, birbiri ile karşılaştığı zaman, müsâfeha etmeleri sünnettir. Şimdi moda

olan parmakları tutarak avucuna koyarak yapılan tokalaşma, müslüman âdeti değildir. Sünnet

olan ise, karşılaşınca selâm söyleşirken, sağ el dört parmak içleri, çıplak olarak eldivensiz,

örtüsüz, karşısındakinin sağ eli dışına baş parmağı tarafına yapıştırmaktır. Baş parmakta

bulunan damardan muhabbet (sevgi) yayılır.Müsâfeha ederken birbirine muhabbet geçer.

(Tahtâvî, Seyyid Abdülhakîm)

Her karşılaştıkta müsâfeha sünnettir. Muayyen vakit tâyin etmek bid'attir. (Abdülhakîm-i

Arvâsî)

MÜSÂFİR (Misâfir):

Yolcu. Senenin kısa günlerinde, insan veya deve yürüyüşü ile üç günde gidilecek yere

gitmeyi niyet ederek, bulunduğu yerin kenar evlerinin dışına çıkan kimse. (Bkz. Seferî,

Seferîlik)

Allah'a ve âhiret gününe îmân eden müsâfire ikrâm etsin. (Hadîs-i

şerîf-Meşârik-ul-Envâr)

Üç kimsenin duâsı muhakkak kabûl olur. Mazlûmun, müsâfirin ve ana-babanın.

(Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet- Terhîb)

Bir kimse üç günlük yere gitmeyi niyet etmeden yola çıksa, bütün dünyâyı dolaşsa bile

müsâfir olamaz. (İbn-i Âbidîn)

Müsâfir dört rek'atlı farz namazları iki rek'at kılar. Mukîm olan (müsâfir olmayan) imâma

uyarsa, dört rek'at kılar. Müsâfir imâm olursa, dört rekatli farzların ikinci rekatının sonunda

selâm verir. Cemâat ise, namazlarını tamamlamak için ikişer rekat daha kılar. (İbrâhim

Halebî)

Müsâfir, mest üzerine, üç gün üç gece (72 saat) mest edebilir. Kurban kesmesi vâcib

değildir. (Tahtâvî)

Evine, gelip geçici sâlih bir misâfir gelirse, onun hizmetini iyice yap! Hemen yemeğini

ver, belki acıkmıştır. Yanında fazla oturma belki yorgundur. Yatmadan önce, kıbleyi, helâyı,

seccâdeyi ona göster. (Süleymân bin Cezâ)

Misâfiri çok severim. Çünkü rızkını Allahü teâlâ veriyor. Ben hiçbir şey yapmıyorum.

Bununla berâber, Allahü teâlâ bana sevâb veriyor. (Şakîk-i Belhî)

Dünyâ malına, makâmına ve dünyâ hayâtına güvenme! Biz bu dünyâda müsâfiriz,

yolcuyuz. Sonunda ayrılıp gideceğiz. (Azîz Nesefî)

MÜSÂHİB:

Arkadaş.

Resûlullah'ın eshâbının (arkadaşlarının) hepsi, sözbirliği ile âdildirler, hak üzeredirler.

Allahü teâlâ onları seçip yaratılmışların en üstünü ve var olanların en şereflisi, Resûl-i kâinât

olan habîbi Muhammed'e sallallahü aleyhi ve sellem eshâb ve müsâhib etmiştir. (İmâm-ı

Birgivî)

MÜSÂKÂT ŞİRKETİ:

Bağda üzüm, bahçelerde meyve ve bostanlarda sebze yetiştirmek için, toprak sâhibi ile

çalışacak kimse arasında yapılan şirket, ortaklık.

Çalışan kimse hastalanınca veya taraflardan biri ölünce, müsâkât şirketi bozulur. (İbn-i

Âbidîn)

MÜSÂLEMET:

Uyuşmak; fikirler ayrıldığı, sözler çoğaldığı zaman münâkaşa etmemek; sertliği,

bölücülüğü, ayrıcılığı istemeyip, barışmak istemek.

Müsâlemet, iffetten (insânî rûhun yapıcı kuvvetinin iyi olmasından) doğan iyi bir huydur.

(Ali bin Emrullah)

MÜSÂMAHA:

1. Hoş görü, başkasının kabahatini görmeme.

Resûlullah efendimiz; "Allahü teâlâ Cennet'te, içerisinde keskin misk kokuları esen bir

şehir yarattı. Suyu selsebil kaynağından gelir. Ağaçları nûrdandır. Şehirde kusursuz

güzellikte hûrîler dolaşır ki, her biri yetmiş perçemlidir. Hûrîlerden bir tânesi yeryüzünde

görünseydi, doğu ile batının arasını aydınlatır ve yer ile gök arasını güzel kokusuyla

doldururdu" buyurunca, dinleyenler; "Ey Allah'ın Resûlü! "Bu yer kimin içindir?" diye

sordular. Peygamber efendimiz; "Alacağını, müsâmaha hoş görürlülük ile isteyen içindir"

buyurdular. (Müsned-i İmâm-ı A'zâm)

2. Terk edilmesi gerekmeyen şeyleri başkasına faydalı olmak için terk etmek.

Müsâmaha, cömertlikten doğan güzel bir huydur. (Ali bin Emrullah)

MÜSÂREAT:

İbâdetleri ve hayırlı işleri yapmakta acele etmek.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Rabbinizden mağfiret istemeye ve Cennet'e girmeye müsâreat ediniz. (Âl-i İmrân sûresi:

133)

MÜSÂVÂT:

Eşitlik, denklik; aynı halde ve derecede olma.

İslâm dînindeki hürriyet ve müsâvât, gayr-i müslimlerin çoğunu dâimâ kendine

çekmiştir.Pekçoğu bu sebepten dinlerini değiştirmiş, müslüman olmakla şereflenmişlerdir.

(Herkese Lâzım Olan Îmân)

Her ticârî sözleşmede, iki tarafın zarar ve kârda müsâvât, adâlet bulunması esastır. (Ebû

Zühre)

MÜSÂVÎ:

Eşit, denk.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Mekke şehri alınmadan önce din düşmanları ile harb edenler ve mallarını, Allah

yolunda harc edenler ile, Mekke alındıktan sonra bunları yapanlar, müsâvî değildir.

Birinciler elbette daha yüksektir. Allahü teâlâ hepsine Hüsnâyı, yâni Cennet'i söz verdi.

(Hadîd sûresi: 10)

Ağırbaşlı kimse, medh olunmayı sevmez, yerilmekten de üzülmez. Fakirle zenginleri

müsâvî tutar. Tatlıyı acıyı ayırmaz. (Ali bin Emrullah)

Resûl-i ekrem Mekke'den Medîne'ye hicretleri sırasında Eylül ayının yirminci ve

Rebî'ul-evvel'in sekizinci Pazartesi günü Kubâ köyüne geldiler. Gece ve gündüzün müsâvî

olduğu Eylül'ün yirmi üçüncü gününü burada geçirip, Rebî'ul-evvelin on ikinci Cumâ günü

Medîne'ye ulaştılar. (Kâdı Beydâvî)

MÜSEBBİB-İ HAKÎKÎ:

Bütün sebepleri yaratan Allahü teâlâ.

Her varlığın hâlıkı (yaratıcısı), hâkimi (hükm edicisi), müsebbîb-i hakîkîsi Allahü teâlâdır.

Allahü teâlânın her şeyi sebepsiz vâsıtasız yaratmağa gücü yeter. Fakat âdeti onları bir

sebeple yaratmaktır. Meselâ bir şeye ateş dokunmadıkça yakmağı yaratmaz. Yakan, yanma

işini yapan ateş değildir. Oksijen de değildir. Isı da değildir. Elektron alış-verişi de değildir.

Yakan yalnız Müsebbib-i hakîkî olan Allahü teâlâdır. Bunların hepsini yanmak için sebeb

olarak yaratmıştır. Müsebbib-i hakîkî olan Allahü teâlâ dileseydi, her şeyi sebepsiz yaratırdı.

Ateşsiz yakardı, yemeden doyururdu. Uçak olmadan uçururdu. Fakat lütf ederek, kullarına

iyilik ederek, her şeyi yaratmasını bir sebebe bağladı. Belirli şeyleri belli sebeplerle yaratmağı

diledi. İşlerini sebeplerin altında gizledi. Kudretini sebepler altında sakladı. (Mevlânâ Hâlid-i

Bağdâdî)

MÜSELLES:

Tâze iken yâni gaz kabarcıkları çıkmadan, köpürmeden önce ısıtılıp, üçte ikisi uçup üçte

biri kalan üzüm suyu.

Kısrak, inek, deve sütleri mayalanıp, tadı keskin olunca, müselles gibi olurlar.Birincisine

kumis, ikincisine kefir denir. Bira gibi haramdırlar. (İskilipli Âtıf Efendi)

MÜSENNEM:

Balık sırtı gibi yuvarlak.

Kabrin üzerini müsennem yapmak sünnettir. Peygamber efendimiz kabirleri bu şekilde

yaptırırlardı. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MÜSEVVİF:

Hayırlı işleri sonraya bırakan, sonra yaparım diyen, iyi işleri geciktiren, bugünün işini

yarına bırakan kimse.

Uygunsuz işlerin hepsinden Allahü teâlâya tövbe etmeli, O'na yalvarmalıdır. Belki tövbe

etmek için başka zaman ele geçmez. Hadîs-i şerîfte; "Müsevvifler helâk oldu" buyruldu. Boş

zamânı kıymetlendirmelidir. Bu zamanlarda Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmalıdır.

Tövbe yapabilmek Hak teâlânın büyük nîmetlerinden biridir. Allahü teâlâdan her an bu nîmeti

istemelidir. Gençlik zamânı kazanç zamânıdır. Merd olan bu vaktin kıymetini bilip, elden

kaçırmaz. İhtiyârlık herkese nasîb olmaz, nasîb olsa da rahat, elverişli vakit ele geçmez. Vakit

de bulunsa, kuvvetsizlik, hâlsizlik zamânında yarar iş yapılamaz. (İmâm-ı Rabbânî)

Vakit, keskin bir kılınç gibidir. Yarına çıkacağımız belli değildir.Mühim işleri bugün

yapmalı, mühim olmıyanları yarına bırakmalıdır. Çünkü müsevviflerin helâk olacağı, ziyânda

oldukları bildirilmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)

MÜSKİR:

Sarhoşluk veren, şuuru kaybettiren, aklı gideren ve keyf veren madde.

Her müskir haramdır. Her kim dünyâda içki içer ve içmekte devâm eder ve tövbe

edemeden ölürse, o kimse âhirette Cennet şerbetlerinden içemeyecektir. (Hadîs-i

şerîf-Müslim)

Esrâr otu müskirdir. Çünkü esrâr almak için evinin eşyâsını satıyorlar. Keyf vermeseydi

böyle yapmazlardı. (Abdullah Menûfî)

MÜSLİM:

1. Mûteber ve güvenilir olduğu bütün İslâm âlimleri tarafından kabul edilen, Kütüb-i sitte

denilen altı hadîs kitâbının ikincisi.

Müslim-i şerîfteki hadîs-i şerîflerden bâzıları:

Üç kişi bir arada bulunduğu zaman ikisi, diğerini bırakıp da kendi aralarında

konuşmasınlar.

Cehennemlikleri size haber vereyim mi?Onlar katı yürekli, malını hayırdan esirgeyen,

kibirli kimselerdir.

Kalbinde zerre kadar kibir (yâni küfür) bulunan kimse Cennet'e giremez.

2. Allahü teâlânın, peygamberi Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla gönderdiklerine îmân

edip, O'nun emirlerini yerine getiren, yasaklarından kaçan kimse. (Bkz. Müsliman)

MÜSLİMAN (Müslüman):

Allahü teâlânın, peygamberleri vâsıtasıyla gönderdiklerine ve Muhammed aleyhisselâma

îmân edip, Allahü teâlânın emirlerini yerine getiren, yasaklarından kaçan kimse.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Mallarını, canlarını fedâ ederek din düşmanları ile, Allahü teâlânın rızâsı için cihâd,

muhârebe eden müslümanlar, oturup, kapanıp ibâdet edenlerden daha üstündür. Hepsine

Cennet'i söz veriyorum. (Nisâ sûresi: 95)

Müslüman demek, müslümanlara eli ile, dili ile zarar vermeyen kimse demektir.

(Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)

Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulm etmez, onun yardımına koşar, onu

küçük ve kendinden aşağı görmez. Onun kanına, malına, ırzına, nâmusuna zarar vermesi

haramdır. (Hadîs-i şerîf-Eşi'at-ül-Lemeât)

Bir kimsenin müslümanlığının güzelliği, mâlâyânîden (faydasız şeylerden) kaçması ve

lüzûmlu şeyleri yapması ile anlaşılır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)

Bir müslüman, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ne kadar dikkat edip tatbik ediyorsa,

Allahü teâlâ da onu, o miktâr azîz eder. Diğer müslümanların kalbine de onun sevgisini verir.

(İbrâhim Havvâs)

Müslüman, iyi insan, aklı başında kimse demektir. Hakîkî müslüman, Allahü teâlânın

emirlerine itâat eder. Allahü teâlânın emirlerine uymamak günâh olur. Kul borçlarını öder.

Müslüman, günâh yapmaz ve suç işlemez. Vatanını, milletini ve bayrağını sever. Herkese

iyilik eder. Kötülük yapanlara nasîhat verir. Böyle olan müslümanı Allah da sever, kullar da

sever. Râhat ve huzûr içinde yaşar. (Abdülhakîm Arvâsî)

MÜSNED HADÎS:

Peygamber efendimize isnâd eden sahâbînin ismi bildirilen hadîs-i şerîfler. (Bkz. Hadîs)

MÜSTAĞFÎR:

İstiğfâr eden, Allahü teâlâdan günâhlarının bağışlanmasını isteyen. (Bkz. İstiğfâr)

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

(O takvâya erenler); "Ey Rabbimiz, biz îmân ettik. Artık bizim günâhlarımızı bağışla ve

bizi o ateşin azâbından koru" diyenler, sabredenler (îmânlarında) gerçek olanlar, Allahü

teâlâya itâatle boyun eğenler, infâk edenler, seherlerde müstağfîr olanlardır. (Âl-i İmrân

sûresi: 16, 17)

MÜSTAĞNÎ:

1. Başkasına muhtâç olmayan.

Allahü teâlâ bütün varlıklardan müstağnîdir. Bütün canlılar îmân etse, itâat etse, O'na

hiçbir faydası olmaz. Bütün âlem kâfir (inançsız) olsa, azgın taşkın olsa, karşı gelse O'na

hiçbir zarar vermez. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

2.Sâhib olduğu şeyle kanâat edip, insanlardan bir şey beklemiyen. İhtiyâcını başkalarına

söylemiyen.

Ebû Hâzim'e; "Malın nedir?" diye sordular. O da; "İki şeydir; biri Allahü teâlâdan râzı

olmak, diğeri de insanlardan müstağnî olmaktır" buyurdu. "Öyle ise fakirsin" denilince;

"Yerler, gök ve bunların arasındaki şeyler Allahü teâlânın iken ve ben de O'nun muhlis

(ihlâslı) kulu iken nasıl fakir olurum" buyurdu. (Mâverdî)

MÜSTA'MEL SU:

Abdestte veya gusülde veya kurbet için (yemekten önce ve sonra, sünnet olduğu için el

yıkamak gibi) kullanılan su. (Bkz. Mâ-i Müsta'mel)

Müsta'mel su, İmâm-ı a'zam'a göre kaba necâsettir. Müsta'mel suyu içmek ise mekrûhtur.

(Halebî)

MÜSTECÂB:

Makbûl, kabûl olunan, geri çevrilmeyen.

Kişinin din kardeşi için gıyâbında (arkasından) yapılan duâ müstecâbdır. Başucunda

âmin diyen bir melek bulunur. O kişi mü'min kardeşine hayır duâ ettikçe, melek; âmin,

hayrın misli senin için de olsun der. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i İbn-i Mâce)

Duânın müstecâb olduğu zamanlar; Receb ayının birinci Cumâ gecesi olan Regâib gecesi,

Şâban ayının on beşinci gecesi olan Berât gecesi ve günü, mübârek geceler, Cumâ günü, hatîb

minberde iki hutbe arasında oturduğu vakitten namaz kılıncaya kadar, her gecenin son üçte

birinde (seher vaktinde), ezân ve ikâmet okunurken, bilhassa hayyealelfelâh dedikten sonra,

Allah yolunda cihâd ederken, her namazdan sonra, Kur'ân-ı kerîmi okuduktan sonra, her

secdeden sonra, cemâat arasında, yağmur yağarken, Kâbe-i muazzamayı görünce, zemzem

suyu içince yapılan duâ müstecâbdır. Musîbete uğrayanın o andaki duâsı da müstecabdır.

(Kâdızâde Ahmed bin Muhammed Emîn Efendi ve İbn-i Cezerî)

MÜSTE'CİR:

Ücret ödeyen.

1. Kirâcı.

Âcir yâni mal sâhibi, müste'cirden günlük kirâyı her akşam isteyebilir. Kirâya verilen mal,

müste'cire teslim edilince, emânet olup, müste'cirin elinde kasdsız telef olunca, ödemez.

(Fetâvâ-yı Hindiyye)

Hayvan, binmek ve yük taşımak için; elbise, giymek için kirâlanır. Şarta uymayıp, hayvan,

ev ve elbise zarar görürse, müste'cir tazmîn eder, öder. Zarar vermeyen şeyleri şart ederse,

yapmak lâzım olmaz. Meselâ evde iki üç kişi oturacak denirse, üç, beş de oturabilir. Hayvana,

kamyona konacak eşyânın cinsi değil, ağırlık şart edilir. Fakat zararlı şey yüklenmez.

Hayvanı, çekerek veya döğerek sakat ederse öder. (Fetâvâ-yı Hindiyye)

2. İşveren.

San'at sâhibleri işçilik ücretini müste'cirden alıncaya kadar, eşyâyı vermeyebilir. Eşyâ telef

olup, teslim edemezse ücret alamaz. (Fetâvâ-yı Hindiyye)

MÜSTEHAB:

Sevilen, beğenilen. Peygamber efendimizin bâzan âdet olarak yaptıkları; yapılınca sevâb

verilen yapılmayınca günâh olmayan şeyler.

Müstehabları yapmakta gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakta

gevşeklik, farzların yapılmasını zorlaştırır. Farzlarda gevşek davranan, Allahü teâlânın

rızâsına kavuşamaz. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)

Müstehabları hafif görmemelidir. Bunlar Allahü teâlânın sevdiği şeylerdir ve

beğendikleridir. Eğer bütün dünyâyı vermekle beğendiği bir işin yapılabileceği bilinmiş olsa

ve dünyâyı verip o iş yapılabilse çok kâr elde edilmiş olur ve birkaç saksı parçası verip

kıymetli bir elması ele geçirmek gibi olur.Yâhut birkaç çakıl parçası verip, ölmüş bir

sevgilinin rûhunu geriye getirmek, hayat kazandırmak gibidir. (İmâm-ı Rabbânî)

Müstehab, Hak teâlâya dost eder ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîledir.

(Abdülhakîm-i Arvâsî)

İmâmın, son sünneti, farz kıldığı yerde kılması mekruhtur (ibâdetin sevâbını giderir).

Cemâatin kılması mekrûh değil ise de, başka yerlerde kılmaları müstehabdır. Müstehâbı

yapmayanın namazı noksan olmaz; sevâbından mahrûm kalır. (Şernblâlî)

Beş vakit namazı vakitleri girer girmez kılmalıdır. Yalnız yatsı namazını kış aylarında

gecenin ilk üçte birine kadar geciktirmek müstehabdır. (İmâm-ı Rabbânî)

MÜSTEHLİK EVLİYÂ:

Nihâyete erdikten, maksada kavuştuktan sonra sebepler âlemine indirilmeyen, geri

döndürülmeyen evliyâ. Kalbi hep Allahü teâlâya dönük olup, O'ndan başkası ile meşgul

olmayan zâtlar.

Müstehlik olan evliyânın peygamberlik makâmının kemâlâtından (üstünlüklerinden)

haberi yoktur. Başkalarını kemâle getiremez (yetiştirip olgunlaştıramaz). (İmâm-ı Rabbânî)

MÜSTEKAR:

1. Karar kılınacak, yerleşilecek yer.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

O (cehennem) ne kötü bir müstekar ve kalınacak yerdir. (Furkân sûresi: 66)

2. Sâbit, hiç değişmeyen, yerleşmiş, değişmez.

İslâmiyet, insanların mukadderâtını (işlerini) belli müstekar bir adâlet temeline bağlamış,

diktatörlerin, zâlimlerin, câhillerin, şahıslar ve zümreleri kayıran veya ezen, birbirine

uymayan ahkâm (hükümler) yapmalarına hâcet bırakmamıştır. Halkın mukadderâtını

tesâdüfe, şansa değil, beyâza-siyaha ve doğuya-batıya yayılan eşit haklara, âdil hükümlere

bağlamıştır. Fıkıh kitabları, her ilerlemedeki zorlukları çözen, her çağda huzûr ve seâdeti

sağlayan ilâhî hükümleri bildirmektedir. (Abdülhakîm Arvâsî)

MÜSTEKÎM:

Doğruluk üzere olan, doğru yolda yürüyen. Doğrulukla sıfatlanmış kimse. (Bkz. Sırât-ı

Müstekîm ve İstikâmet)

Müstekîm ol, hazret-i Allah utandırmaz seni. (Diyâr-ı Bekrli Saîd Paşa)

MÜSTE'MİN:

Eman dileyen, sığınan.

Kendi memleketinden başka bir devletin topraklarına izinle giren kimse.

Müste'min Kâfir:

Müslüman bir memlekete onların izni ile giren müslüman olmayan kimse.

Dâr-ül-İslâm'a (İslâm ülkesine) müste'min olarak gelen bir kâfir, burada yaşamakta olan

bir zımmî gibi, yâni gayr-i müslim vatandaş gibi korkusuz yaşar. Onun haklarına mâlik olur.

Müste'mine veya zımmîye olan borcunu ödemeyen müslüman hapsolunur. (İbn-i Âbidîn)

Dâr-ül-İslâm'da bulunan müste'min kâfirin yalnız muâmelâttaki (İslâm hukûkunun

alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs gibi hususlardaki) hükümlere uyması lâzımdır. İslâm

memleketinde, müste'min ile de, müslümanlar ile yapılması câiz olan sözleşmeler yapılır.

Alınması dînimizde lâzım olmayan malları alınamaz. Âdet olsa da, alınması yine câiz olmaz.

Meselâ Meryem anayı ziyâret için Kudüs'e gelenlerden ve turistlerden ayakbastı parası veya

başka isimlerle bir şey almak câiz olmaz. (İbn-i Âbidîn)

Müste'min Müslüman:

Dâr-ül-harbe (müslüman olmayanların ülkesine) onların izni ile giren müslüman.

Dâr-ül-harbde bulunan bir müste'min müslümanın, kâfirlerin mallarını, onların rızâsı ile

alması câizdir. Fakat, gadr, yâni sözünde durmamak, hıyânet etmek, her yerde haramdır.

Gönül rızâsı ile malını almak, gadr değildir. Malına, canına, kadınına, kızına saldırmak gadr

olur. Haram olur. Fakat, müslüman memleketinde bulunan müste'min kâfirin malını, gönül

rızâsı ile olsa bile, câiz olmayacak yol ile almak gadr olur. Çünkü, İslâm memleketinde,

şerîatin emirlerine uygun hareket edilir. (İbn-i Âbidîn)

MÜSTEŞRİK:

Doğu memleketlerini, din, dil ve târihleri başta olmak üzere her yönden araştırıp tesbite

çalışan batılı ilim adamı. Garplı bilgin, oryantalist, şarkiyâtçı.

Meşhûr İngiliz müsteşriki George Sale, Kur'ân-ı kerîmi İngilizce'ye tercüme ettiği eserinin

önsözünde diyor ki: "Hicretten evvel, Medîne-i münevverede müslüman olmayan hiçbir ev

kalmamıştı. Yâni Medîne'de her eve İslâmiyet girmişti. Eğer bir kimse; "İslâmiyet diğer

memleketlere ancak kılıç kuvveti ile yayıldı diye bir iddiâda bulunursa; bu kuru bir suçlama

ve cehâlettir. Çünkü İslâmiyet'i kabûl eden ve kılıcın ismini bile işitmeyen pekçok memleket

vardır. Bunlar kalblere te'sir eden Kur'ân-ı kerîmi işitmekle müslüman olmuşlardır. (Harputlu

İshâk Efendi)

MÜŞÂHEDÂT:

Kalb gözüyle görmeler veya bu yolla görülen şeyler. Müşâhede kelimesinin çoğuludur.

Ahvâl ve mevâcid (hâller ve kendinden geçme) ve müşâhedât ve tecelliyât (hakîkatlerin

kalbe yerleşmesi) tasavvuf yolunun başlangıcında ve arada meydana gelir. (İmâm-ı Rabbânî)

Dünyâda vâki olan müşâhedât tamâmen zıllere, gölgelere bağlıdır ve hayâl kaydından,

bağından kurtulmuş değildir. (Muhammed Ma'sûm)

MÜŞÂHEDE:

Görme, anlama. Kalb gözü ile görme.

Kalbde tevhîdin yâni tek olan Allah'a inanmanın bulunduğunun alâmeti; O'nunla berâber

bir ikincisinin olmadığını her an müşâhede etmektir. (Ebüssü'ûd Ebü'l-Aşâir)

MÜŞÂHİN:

Müslümanların cemâatini terk eden, bid'at sâhibi, mezhebsiz kimse.

Allahü teâlâ, Şa'bân'ın (Şa'bân ayının) on beşinci gecesi (Berât gecesi) bütün kullarına

merhamet eder. Yalnız müşrik (Allahü teâlâya ortak koşanı) ve müşâhini affetmez. (Hadîs-i

şerîf-Taberânî)

MÜŞÂRATA:

Şartlaşma, sözleşme. Nefs muhâsebesinin (nefsi hesâba çekmenin) ilk basamağı olup,

Allahü teâlânın beğendiği işleri yapma, beğenmediklerinden sakınma ve âhirete hazırlanma

husûsunda nefsle sözleşme.

Din büyükleri, dünyânın bir pazar yeri gibi olduğunu ve burada, nefs ile alış-verişte

olduklarını anlamışlardır. Bu ticâretin kazancı Cennet'tir. Ziyânı (zarârı) da Cehennem'dir.

Yâni kârı, ebedî seâdet (kurtuluş), ziyânı da sonsuz felâkettir. Din büyükleri, nefslerini,

ticâretteki ortak yerine koymuşlardır. Ortak ile önce müşârata yapılır. Sonra, işlerine, sözünde

durup durmadığına dikkat edilir. Nihâyet hesâblaşılıp, hıyânet yapmışsa (sözünde

durmamışsa) mahkemeye verilir. Din büyükleri de, nefsleri ile müşârata edip şirket

kurmuşlar, onu murâkabe edip gözetmişler, hesâba çekmişler, cezâlandırmışlar, onunla

uğraşmışlar ve onu azarlamışlardır. (İmâm-ı Gazâlî)

MÜŞÂVERE:

Aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören kimseler ile bir konu üzerinde konuşma, görüşme,

danışma, meşveret etme, görüşüne baş vurma. (Bkz. Meşveret)

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

... (Ey Resûlüm!) Eshâbın ile müşâvere et. Onlara danış. (Âl-i İmrân sûresi: 159)

İslâm halîfelerinin hepsinin müşâvirleri (her işte danışacakları kimseler), meclisleri, ilim

adamları vardı. Müşâvere etmeden bir şey yapmazlardı. (Muhammed Hâdimî)

Müşâvere yapılacak kişide şu beş şart bulunmalıdır: 1) Akıllı ve tecrübeli olmalıdır. 2)

Dindar ve takvâ sâhibi (Allahü teâlâdan korkarak haramlardan kaçan olmalıdır. 3) Nasîhat

eden bir dost olmalıdır. 4) Zihnini meşgul eden bir sıkıntısı olmamalıdır. 5) Kendisine

danışılacak işte onu ilgilendiren bir maksâdı ve onu etkileyecek bir arzu ve menfeat

olmamalıdır. (Mâverdî)

Müslümanlığın çok mantıkî oluşu ve sâdeliği, câmilerin insanı kendine çeken câzibesi, bu

dîne mensûb olanların dinlerine büyük bir ciddiyet ve muhabbet ile bağlanmaları, işlerde

müşâvere edip, insanlara dâimâ merhamet ve şefkat ile muâmelede bulunmaları, yoksullara

yardım etmeleri ilk defâ olarak kadınlara da mal sâhibi olma hakkını vermeleri gibi pekçok

şeyler, o zamâna göre yapılan en muazzam medenî inkılablar benim üzerimde çok büyük

te'sirler yaptı. (Donald Rockwell)

MÜŞEBBİHE:

Allahü teâlâyı cisim ve varlıklara benzeten, Kur'ân-ı kerîmdeki müteşâbih (mânâsı kapalı)

âyetleri görünen lugat mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi organlarının

olduğunu iddiâ eden bozuk fırka.

Müşebbihe bozuk yolunu ilk defâ ortaya çıkaran aslen bir yahûdî olan Abdullah bin

Sebe'dir.Hicrî birinci asrın başlarında yaşayan Hişâm bin Sâlim el-Cevâlikî ve Hişâm bin

Hakem gibi kimseler de müşebbihedendirler. Müşebbiheye göre; "Mâbûdları (ibâdet ettikleri

tanrı) cisimdir, sonu ve sınırı vardır. Uzunluk genişlik ve derinlik sâhibidir. O, parlak bir

ışıktır. Her tarafına ışık saçan yuvarlak bir inci misâli parlayan saf altın gibidir. Rengi, tadı,

kokusu vardır. Mâbûd bâzan hareket eder, bâzan hareketsiz durur. O, kendi karışıyla yedi

karıştır." (Abdülkâhir Bağdâdî)

Müşebbihe esasta ikiye ayrılır. Birincisi Allahü teâlânın zâtını insana benzetenlerdir.

İkincisi ise, Allahü teâlânın sıfatlarını insanların ve diğer yaratılmışların sıfatlarına

benzetenlerdir. (Şehristânî)

Kendilerine selefiyye adını veren ve bulundukları memleketlerdeki Ehl-i sünnet

(Peygamberimizin ve Eshâbının yolunda olan) din adamlarını her fırsatta kötüleyen kimseler,

bugün müşebbihe ve mücessimeye âit fikirleri benimsemekte ve yaymaya çalışmaktadır.

Kendilerine haşevî adı verilen, Allahü teâlâyı, yarattıklarına benzeten, madde ve cisim diyen

kâfirlerin büyük bir kısmı müşebbihe ve mücessimedirler. (Ebû Zühre, İbn-i Cevzî)

MÜŞEKKİK:

Bir cins içindeki ferdlerin hepsinde eşit miktârda bulunmayan sıfat, özellik.

İlim, âlimlerin bâzısında az, bâzısında çok olan bir sıfattır.Bu sebeple din bilgilerinde,

ilmi en çok olan âlime güvenilir. Akıl da ilim gibi müşekkik olup, insanlarda eşit olarak

bulunmaz. Hiç yanılmayan, hatâ etmeyen selîm akıl, peygamberlerde aleyhimüsselâm

bulunur. Peygamberlerin akıllarına yakın olan akıllar, Eshâb-ı kirâmın (Peygamberimizin

arkadaşlarının), Tâbiîn'in (Eshâb-ı kirâmı görenlerin), Tebe-i tâbiîn (Tâbiîn'i görenlerin) ve

diğer din büyüklerinin akıllarıdır. (Abdülhakîm Arvâsî)

MÜŞFİK:

Şefkatli, merhametli, acıyan.

Merhametli ve müşfik bir rehber olmadıkça, çocuk, ilim ve ahlâk edinemez, yükselemez.

İyi rehber, yâni ilim ve ahlâk sunan zât, çocuğu felâketten kurtarıp, seâdete kavuşturur.

(İmâm-ı Gazâlî)

Hoca müşfik ve mâhir; talebe zekî ve çalışkan olursa öğrenilmeyecek bir mes'ele yoktur.

(Abdülhakîm Arvâsî)

Müşfik ve şefkatli rehber yâni mürşid, talebesini alçak dünyâ için kızıp azarlamaz.

Onların azarlamaları dünyâ için değildir. Zîrâ dünyânın, onların yanında sivrisinek kadar

kıymeti yoktur. (Abdülmecîd Şirvânî)

MÜŞRİK:

Allahü teâlâya şirk (ortak) koşan. Allahü teâlâyı mâbûd bildiği hâlde put veya benzeri

şeyleri de ilâh, tanrı edinen. (Bkz. Şirk)

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Mekke kâfirleri, Muhammed ölecek, O'ndan kurtulacağız diyorlardı. Allahü teâlâ da

evet sen öleceksin. Fakat, o müşrikler de, elbette ölecekler. Kendileri elbet ölecek olan

kimselerin, başkasının ölümünü beklemeleri, açık bir câhilliktir. (Zümer sûresi: 30)

Müşriklerin kendileri değil, îtikâdları ve kalbleri pistir. Îtikâdları düzelirse, kendileri de

temiz olur. (İmâm-ı Rabbânî)

Müşrik, Hak teâlâdan başkasının ibâdetine tutulmuştur. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)

MÜŞTEBEH:

Şübheli olan şey.

Helâl meydandadır. Haram meydandadır. Müştebeh olanlar ikisi arasındadır.Kıyâmete

kadar böyledir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

Herkese önce lâzım olan şey, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin anladıklarına ve

bildirdiklerine uygun olarak îtikâdı düzeltmektir. Îmânı düzelttikten sonra farzları, vâcibleri,

sünnetleri, müstehâbları, haramı, helâli, mekrûhu ve müştebehi öğrenmek ve fıkıh (ilmihâl)

bilgilerine göre amel etmek lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)

MÜŞTERÎ:

Satın alan.

Bir malı satan ile müşteri arasında anlaşılan değere malın bedeli, fiyatı denir. (Ali Haydar

Efendi)

Satış sözleşmesi tamam olunca, mebî (satılan mal) müşterinin mülkü olur. (Alâüddîn

Haskefî)

Müşteri, satın aldığı bir şeyin kusûrunu düzeltse, geri vermek hakkı kalmaz. Satın alınan

bir hayvana binmek, kabûl etmek demektir. (İbn-i Âbidîn)

MÜTÂBE'AT:

Tâbi olmak, uymak.

İki cihân seâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhiretin efendisi olan

Muhammed aleyhisselâma mütâbeat iledir. O'na mütâbeat için, îmân etmek ve ahkâm-ı

İslâmiyyeyi (İslâmiyet'in emir ve yasaklarını) öğrenmek ve yapmak lâzımdır. (İmâm-ı

Rabbânî)

Resûlullah'a mütâbeat; dînimizin emir ve yasaklarına uymak ve kâfirlik âdetlerini

terketmekle olur. (İmâm-ı Rabbânî)

Resûlullah'a mütâbeat niyyetiyle gün ortasındaki uyku (kaylûle); mütâbeatla olmayan

çetin riyâzet ve şiddetli mücâhedelerden üstündür. (İmâm-ı Rabbânî)

Resûlullah'a mütâbeat olmadıkça kurtuluş muhâldir (imkânsızdır). (Sa'dî-i Şîrâzî)

MÜT'A NİKÂHI:

Şâhidsiz olarak bir kadına belli miktarda para verip, belli bir zaman için berâber yaşamağı

sözleşmek.

Ey müslümanlar! Kadınlar ile müt'a nikâhı yapmanıza izin vermiştim. Fakat şimdi

bunu, Allahü teâlâ harâm etti. Kimin yanında böyle kadın varsa, onu salıversin ve ona

verdiği malı geri almasın! (Hadîs-i şerîf-Müslim, İbn-i Mâce)

Müt'a nikâhı, dört mezhebde (Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî) de harâmdır. (Abdülvehhâb-ı

Şa'rânî)

MÜTASARRIFA:

İnsandaki görünmeyen his organlarının beşincisi; his organları vâsıtası ile elde edilen

duyuları ve mânâları karşılaştırıp, yeni mânâlar elde etmeye yarayan kuvvet.

İnsandaki görünmeyen his organları beştir:Birincisi hiss-i müşterek; his organlarından

beyindeki duygu merkezlerine gelen hâricî te'sirlerin hepsi, burada toplanır. İkincisi, hayâldir.

Hiss-i müşterekte toplanıp anlaşılan, his edilen şeyler burada saklanır. Üçüncüsü vâhimedir.

Meselâ düşmanlık, korku gibi, hissedilenler burada saklanır. Dördüncü kuvvet hâfızadır.

Vâhimenin anladığı mânâları saklar. Beşincisi mütasarrıfadır. (Ali bin Emrullah)

MÜTEAHHİRÎN:

Sonra gelenler. Kelâm ilminde İmâm-ı Gazâlî ile, diğer İslâmî ilimlerde Şems-ül-Eimme

Hulvânî ile başlayıp onlardan sonra gelen âlimler.

Hanefî ve Hanbelî mezheblerinde, ücret ile ezân okutmak, imâm tutmak, Kur'ân-ı kerîm

öğretmek, din dersi öğretmek câiz değildir. Müteahhirîn din âlimleri, Kur'ân-ı kerîm ve din

dersi öğretmek ve ezân, imâmlık için para ile adam tutmak câiz olur dedi. Bunlara sözleşilen

ücretin verilmesi lâzım olur. Aslında ücret ile ibâdet yaptırmak câiz değildir. Ancak son

zamanlarda, dinde gevşeklik olduğundan, Kur'ân-ı kerîm ve din bilgilerinin unutulmaması,

imâmlığın ve müezzinliğin yapılabilmesi için ücretle yaptırılması zarûret hâline gelmiştir.

(İbn-i Âbidîn)

MÜTE'ÂL (El-Müte'âl):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (ism-i şerîflerinden). Düşünülebilen, akla gelen,

hayâl edilebilen her şeyden başka bunlardan pâk, temiz ve yüce olan.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

(Allahü teâlâ) görünmeyeni de görüneni de bilir. Büyüktür, Müte'âl'dir. (Ra'd sûresi: 9)

El-Müte'âl ism-i şerîfini söyliyenin hâli düzelir, derecesi yükselir. (Yûsuf Nebhânî)

MÜTEASSIB:

Taassub eden; yanlış bir şeyi müdâfaada körü körüne inât ve ısrâr eden, haksız yere

düşmanlık eden.

Müteassıb papazlar olmasaydı, hıristiyanların hepsi müslüman olurdu. (İmâm-ı Birgivî)

Mektebde okurken, bize müslümanların vahşî, hele Türklerin büsbütün müteassıb ve

gaddar olduğu öğretilmişti. Hâlbuki hayâtımın en güzel günleri İstanbul'da geçti. Kendileri ile

temas ettiğimiz müslümanlar, son derece nâzik, kibar ve medenî insanlardı. Ancak bizi asıl

şaşırtan; Türklerin Îsâ aleyhisselâmdan nefret etmemeleri ve ona da bir peygamber olarak

inanmaları oldu. Bizim âyinlerimize müdâhale etmiyor, ibâdetlerimizle alay etmiyorlardı.

Bize bir insan olarak hürmet ediyorlar, bizim müslümanları şeytana uymuş Allah'sızlar olarak

görmemize mukâbil, onlar dînimize karşı en ufak bir fenâ kelime bile kullanmıyorlardı. Evet

müteassıb olan bizdik. (Georgina Max Müller)

MÜTEAYYİN:

Teayyün eden. Belli, âşikâr ve meydanda olan. (Bkz. Teayyün)

MÜTEHASSIS:

İhtisas sâhibi, uzman. Bir işin hakîkatini, iç yüzünü çok iyi bilen, bir ilim dalında veya

meslekte mâhir olan.

Evliyâ, kalb, rûh mütehassısları olup, herkesin bünyesine ve hastalığına ve zamânının

zulmetine ve fesâdına (bozukluğuna) uygun olarak rûhun ilâclarını hadîs-i şerîflerden seçerek

söylemişler ve yazmışlardır. (Sarı Abdullah Efendi)

İslâm bilgilerinin ve tasavvuf bilgilerinin mütehassısı Seyyid Abdülhakîm Efendi;

"Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs kitâblarından sonra İslâm kitâblarının en üstünü İmâm-ı

Rabbânî'nin, Mektûbâtıdır" ve "İslâm âleminde İmâm-ı Rabbânî'nin Mektûbâtı kadar kıymetli

bir kitab daha yazılmamıştır" buyurdu. (M. Sıddîk Gümüş)

MÜTEKADDİMÎN:

Önce gelenler; kelâm ilminde, İmâm-ı Gazâlî'ye, fıkıh ilminde Şems-ül-Eimme

Hulvânî'ye kadar gelen İslâm âlimleri.

Mütekaddimîn âlimlerine göre, Kur'ân-ı kerîm ve din dersi öğretmek ve ezân, imâmlık

için para ile adam tutmak câiz değildir. Dînen uygun değildir. Fakat müteahhirîn (sonradan

gelen din âlimleri) ise câiz olur, dedi. Çünkü, son zamanlarda, dinde gevşeklik olduğundan,

Kur'ân-ı kerîmin ve din bilgilerinin unutulmaması ve imâmlığın yapılabilmesi için bunların

ücret ile yaptırılması zarûret hâline gelmiştir. Fakat bu fetvâ bütün ibâdetlerin ücretle

yapılabileceğini göstermez. Yalnız saydıklarımız zarûret olup, mezhebin aslından dışarıda

bırakılmaktadır. Hâfızlara ücretle Kur'ân-ı kerîm okutmak, zarûret olmadığı için, câiz

değildir. Büyük âlim Tâc-üş-şerîa, Hidâye şerhinde (açıklamasında) diyor ki: "Ücret ile

okunan Kur'ân-ı kerîmden, ne ölüye, ne de okuyana sevâb hâsıl olmaz." Aynî, Hidâye

şerhinde diyor ki: "Hâfızlar, para için, mal için okumamalıdır. Hâfız da, parayı veren de

günâha girer." Câiz olmayan; ücretle Kur'ân-ı kerîm öğretmek değil, ücretle Kur'ân-ı kerîm

okumak veya okutmaktır. Bu iki husus birbirine karıştırılmamalıdır. (İbn-i Âbidîn)

MÜTEKÂMİL:

Kemâle erişmiş, olgun, üstün.

İslâm dîni dünyânın en mütekâmil, en mantıkî ve en son dîni olduğundan, onun hakkında

bir kitap yazabilmek için, yazanın yüksek tahsilli yâni ilim sâhibi olması, Arabî, Fârisî ve bir

ecnebî lisânı bilmesi, en yeni tabiî ve fennî bilgiler yanında İslâm ilimleri ile de mücehhez

(donanmış) olması lâzımdır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

MÜTEKAVVİM MAL:

Kıymetli, kullanılması mubâh ve mümkün olan mal.

Bir satışın sahîh (dîne uygun) olması için malın mütekavvim olması

lâzımdır.Müslümünlar için şarap, domuz ve besmelesiz kesilen veya kesmeden öldürülen

hayvan, mütekavvim mal değildir. Denizdeki henüz tutulmamış balık mütekavvim mal

değildir. Çünkü tutulmadığı için kullanılması veya satılması mümkün değildir. (İbn-i

Nüceym, Ali Haydar)

MÜTEKEBBİR (El-Mütekebbir):

1.Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Yaratılanların sıfatlarından uzak, vehim ve aklın

anlamasından yüksek, azamet ve kibriyâ (büyüklük) sıfatıyla her şeyden ayrılmış olup, her

şeyden yüce ve yüksek olan.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Allahü teâlânın ilâhlıkta şerîki, ortağı yoktur. Mülkü hiç yok olmayan bir meliktir.

Noksanlık olan her şeyden münezzehtir. Ayıblardan ve kudretsizlikten uzaktır. Mü'minleri

sonsuz azâbdan emîn kılmıştır. Her şey üzerine hâkim ve hâfızdır. Hükmünde

gâlibdir.Mütekebbirdir. Allahü teâlâ müşriklerin şirklerinden ve iftirâlarından

münezzehtir (uzaktır). (Haşr sûresi: 23)

El-Mütekebbir ism-i şerîfini söylemeye devâm eden kimse, hayırlı rızık ve bereketlere

kavuşur. Allahü teâlâ bu ism-i şerîfi okuyanlara hayırlı evlâd nasîb eder. (Yûsuf Nebhânî)

2. Kibirlenen, kendisini başkalarından üstün gören, kendini beğenen. (Bkz. Tekebbür)

Mal ile, evlâd ile, mevkî ile ve rütbe ile mütekebbir olmak insana hiç yakışmaz. Çünkü

bunlar, kendinde bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçer, kendinde kalmayan, insandan

çabuk ayrılan şeylerdir. (Hâdimî)

MÜTEKELLİM (El-Mütekellim):

1. Söyleyici mânâsına Allahü teâlânın isimlerinden.

Allahü teâlâ hayy (diri), âlim (bilici), kâdir (kudret sâhibi) ve mütekellim olarak ve sonsuz

zamanlarda hep hâzır ve nâzırdır (görücüdür). Hayât, ilim, kudret ve kelâm sıfatları zamansız

ve mekânsız olduğu gibi, hâzır ve nâzır olması da zaman ve mekâna bağlı değildir. Allahü

teâlânın sıfatlarının hepsi böyledir. (İmâm-ı Rabbânî)

Âlemlerin şaşılacak bir nizâm içinde olduklarını görüyoruz. Fen her sene bunların

yenilerini bulmaktadır. Bu nizâmı yaratanın hayy (diri), âlim (bilici), kâdir (gücü yetici),

mürîd (dileyici), semî' (işitici), basîr (görücü), mütekellim ve hâlık (yaratıcı) olması lâzımdır.

Çünkü, ölmek ve câhil olmak ve gücü yetmemek ve zorla yapmak, sağırlık, körlük ve

söyleyememek birer kusurdur, utanılacak şeylerdir. Bu kâinâtı, bu âlemi bu nizâm üzere

yaratanda ve yok olmaktan koruyanda böyle kusurlu sıfatların bulunması olacak şey değildir.

(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

2.Kelâm âlimi. (Bkz. Mütekellimîn)

MÜTEKELLİMÎN:

Kelâm âlimleri. İslâm dîninin îmân bilgilerini, naklî (dînî) ve aklî delillerle îzâh eden,

açıklayıp isbatlayan büyük âlimler.

Resûlullah efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem ve Sahâbe-i kirâmdan

(Peygamberimizin arkadaşları) sonra, fitneler (karışıklıklar) ve bid'atler (sapıklıklar) çoğaldı.

Îmân bilgilerini ve fıkıh (amel) bilgilerini bildirmek vazîfesi din imâmlarına yâni

müctehidlere verildi. Bu müctehîdlerden (yüksek din âlimlerinden) îmânı bildirenlere

mütekellimîn, fıkhı bildirenlere fukahâ denildi. (Seyyid Abdülhakîm)

Mütekellimîn; dînî akîdelerin (îmân esaslarının) isbâtı için gerekli olan naklî (dînî) ve aklî

delîlleri bildirirler ve şüphelerin giderilmesine çalışırlar. (Taşköprüzâde)

İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe, Ebü'l-Hasen el-Eş'arî, Ebû Mansûr Mâtürîdî, İmâm-ı Gazâlî,

Fahreddîn-i Râzî gibi âlimler mütekellimînden olup, Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdını

(inancını), sapık ve bid'at ehli kimselere ve kendilerine İslâm filozofu adı veren kimselere

karşı müdâfaa etmişlerdir. (Seâdet-i Ebediyye)

MÜTEMETTİ' HAC:

Hac aylarında ömre yapmak için ihrâma girip, ömre için tavâf ve sa'y yapıp, traş olup

ihrâmdan çıkıp sonra memleketine gitmeyerek, o sene terviye gününde veya daha önce,

ihrâma girerek müfrid hacı gibi hac yapma. (Bkz. Hac)

Kârin ve mütemetti' hacıların şükür kurbanı kesmesi vâcibdir. Kesmeyeceklerse,

Zilhicce'nin yedi, sekiz ve dokuzuncu günlerinde ve bayramdan sonra yedi gün daha oruç

tutmaları lâzım olur. Hepsi on gün olur. (M.Mevkûfâtî)

MÜTESAVVIF:

Gafletten uzak yâni her an Hakk'ı zikreden, kalbini mânevî kirlerden temizleyen ve Allahü

teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkaran, rûhunu cenâb-ı Hakk'ın zikri ile (anmakla)

süsleyen tasavvuf ehli, velî, mürşid, ahlâk-ı hasene sâhibi. Çoğulu mütesavvifûn,

mütesavvifîn ve mütesavvife'dir.

MÜTEŞÂBİH ÂYET:

Mânâsı açık olmayan âyet-i kerîme. Çoğulu, müteşâbihâttır. (Bkz. Müteşâbihât)

MÜTEŞÂBİHÂT:

Mânâsı kapalı âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler (Bkz. Âyet). Müteşâbihâta îmân etmeli,

mânâsını Allahü teâlâya bırakmalıdır. Bunlar, Allahü teâlânın sevdiklerine bildirdiği sırların

sembolleri, işâretleridir. Bunları anlıyanlar açıklamamışlardır.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

Sana Kur'ân'ı indiren O'dur (Allah'tır). Bunun bir kısım âyetleri açık ve kesindir.

Bunlar Kur'ân'ın esâsıdır. Diğer bir kısım âyetler de vardır ki müteşâbihâttır. İşte

kalblerinde şüphe bulunanlar, fitne aramak ve te'viline gitmek için Kur'ân'ın müteşâbih

âyetlerine uyarlar. Hâlbuki, o müteşâbihin te'vilini yalnız Allah bilir. İlimde derinleşmiş

olan kimseler ise; "Biz ona (müteşâbihe) inandık. Açık ve kapalı bütün âyetler Rabbimiz

tarafındandır" derler. Bunları ancak akılları tam olanlar iyice düşünür. (Âl-i İmrân sûresi:

7)

Muhkem olan (mânâsı açık olan âyetlere) uyunuz. Müteşâbihâta inanınız. Bunlara

inandık hepsini Rabbimiz bildirmiştir deyiniz. (Hadîs-i şerîf-Akîdet-üs-Selef)

Müteşâbih iki kısımdır. 1)Lafzı (sözü) müteşâbih olan âyetler olup yirmi dokuz sûrenin

evvellerindeki Sâd, Tâhâ, Elîf lâm mîm, Yâsîn gibi harflerdir. 2) Mânâsı müteşâbih olan

âyetlerdir ki, görünen mânâsını vermek günâh olur. Meselâ İsrâ sûresinde; "Allah'ın eli

onların ellerinin üstündedir." meâlindeki âyet-i kerîme gibi. Allahü teâlâ bununla neyi

murâd ediyor ise öylece inandım demelidir. Bunun mânâsını ben anlayamam, ancak Allahü

teâlâ bilir demek en iyi yoldur. Müteşâbih âyetlerin mânâsını ancak Allahü teâlâ ve Allahü

teâlânın kendilerine İlm-i ledün (kendisi tarafından verilen ilim) ihsân ettiği derin âlimler,

bildirdildiği kadar anlayabilir. Meselâ tefsîr âlimleri müteşâbihâttan olan "el" kelimesine

"kudret, gücü yetmek" mânâsını vermişlerdir. (Kâdızâde Ahmed Efendi, Mevlânâ Hâlid-i

Bağdâdî, Râzî, Süyûtî)

MÜTEVÂTÎ:

Bir cins içinde bulunan ferdlerin hepsinde müsâvî, eşit miktarda bulunan sıfat, husûsiyet,

özellik.

İnsanlık yâni insan olma, insanın bütün ferdlerinde en yüksek derecedeki insan ile en

aşağı bir insan da eşittir. Meselâ, insan olma bakımından bir peygamber ile peygamber

olmayan aynıdır. Yine yüksek makam sâhibi birisi ile bir köy çobanındaki insanlık eşittir.

Birinde daha çok, diğerinde daha az olmaz. Çünkü insanlık, mütevâtîdir. (Abdülhakîm Arvâsî)

Tâbi olmak, uymak kelimesi (sözü) mütevâtî sözlerdendir. Çünkü uymak demek, tâbi

olanın, uyduğu kimsenin arkasında gitmesi demektir. Bir kimse bir büyüğe uyarsa o kimseye

tâbi; uyulan büyük zâta metbû' yâni kendisine uyulan denir. Tâbiin, metbûa uymasının az ve

çok olması ve uyduğu zamânın az ve çok olması, kısa ve uzun olması, uymağı değiştiriyor ise

de, bu değişiklik, farklılık, uymak işinin özünü değiştirmez. Bunun mütevâtî olmasını

bozmaz. (Abdülhakîm Arvâsî)

MÜTEVÂTİR HADÎS:

Birçok sahâbînin Resûl-i ekremden ve başka birçok kimsenin de bunlardan işittiği ve

kitaba yazılıncaya kadar, böyle hep, çok kimselerin haber verdiği hadîs-i şerîfler. (Bkz. Hadîs)

MÜTEVEFFÂ:

Vefât etmiş. Ölmüş kimse. (Bkz. Ölüm)

Müteveffânın bıraktığı maldan, önce borçları ödenmelidir. Borçları ödenmedikçe, rûhu

iyiler derecesine kavuşamaz. Zevcesine vaktiyle ödemediği mehr yâni nikâh parası da

borcudur.Daha sonra günâh olmayan vasiyetleri yerine getirilir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)

MÜTEVELLÎ:

Bir vakfın işlerini şer'î (dînî) hükümler ve vakf şartları dâiresinde idâre etmek üzere,

vakfeden veya hâkim tarafından tâyin edilen kimse.

Mahalle câmisinin gelirini toplaması, tâmirini, masraflarını idâre etmesi için mahalle

halkının bir mütevellî tâyin etmesi câiz ve lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

Vakf eden kimse bir mütevellî tâyin edip, malı buna teslim eder. Bir vakfın bir nâzırı ve

bir mütevellîsi olsa, mütevellî, nâzırın haberi olmadan bir şey yapamaz. (İbn-i Âbidîn)

MÜTTEKÎ:

Takvâ sâhibi. Allahü teâlâdan korkup, haramlardan, dinde yasak edilen şeylerden sakınan.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Azâbıma dilediğim kimseyi uğratırım. Merhâmetim, her şeyi kaplamıştır. Bu rahmetim

(âhirette), müttekîlere, zekâtlarını verenlere ve bizim âyetlerimize îmân edenleredir. (A'râf

sûresi: 166)

Bir kimse, tehlikeli olan şeyin korkusundan dolayı, tehlikesiz şeyden sakınmadıkça

müttekî olamaz! (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

Müttekî âlim ile namaz kılan, bir peygamber ile kılmış gibidir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i

Âbidîn)

Mütekkîlerin verâ'ı; harâm ve şüpheli olmayan fakat, helâl olup, şüpheli veya harâma

sebeb olmak korkusu olan şeylerden sakınmaktır. (İmâm-ı Gazâlî)

Bir kimsenin cimrilik huyu ile öfke duygusu körelmedikçe, müttekî sınıfına geçemez.

(Bekr bin Abdullah Müzenî)

MÜVAKKİT:

Eskiden İslâm devletlerinde namaz vakitlerini ve bunlarla ilgili âletleri kullanan, tâmirini

ve ayarını yapan vazîfeli kimse.

İslâm devletlerinde câmi ve mescidler, İslâmiyet'in ilk zamanlarından beri ilim

merkeziydiler. Müvakkit adı verilen me'murlar, câminin hemen yanındaki müvakkithâne

denilen yerlerde kalırlardı. Müvakkithâneler, zamanlarında tatbîki (uygulamalı) olarak

astronomi eğitimi yapan birer okuldular. Müvakkit inceleme, tatbik ve hesaplamada

kullandığı, usturlap, güneş saati, rubu' tahtası, kıble nümâ (pusula) ve saat gibi âletleri

kullanır, ayar ve tâmirlerini çok iyi bilirdi. Bugün radyo ve televizyonla belli zamanlarda saat

ayarı verilerek bütün saatlerde berâberlik sağlanmaktadır. Zamandaki berâberliği eskiden

muvakkitler hesaplayıp îlân ederek sağlıyorlardı. Büyük şehirlerde herkesin görebileceği

şekilde meydanlara konan saat kuleleri bu sebebden yapılmıştı. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

MÜVÂLÂT:

1. Abdest alırken her uzvu ara vermeden birbiri ardınca yıkamak.

Müvâlât, Hanefî mezhebinde sünnet, Mâlikî mezhebinde farzdır. (A. Şa'rânî)

2. Dostluk, karşılıklı sevgi. (Bkz. Velî)

Tebrik ile terdif ederim arz-ı hulûsu,

Kalbimdeki sıdk u müvâlât senindir.

(Ahmed Mekkî)

MÜVÂSÂT:

Tanıdıklarını ve arkadaşlarını, kendisinde bulunan nîmetlere ortak etmek, onlarla iyi

geçinmek.

Cömertlikten, birçok iyi huylar doğar, bunların sekizi meşhurdur. 1)Kerem; herkese

faydalı olmayı, yardım yapmayı sevmek. 2) Îsâr; ihtiyâcı olan malı, muhtâc olan başkasına

verip, yokluğuna kendisi sabretmek. 3) Afv etmek, 4)Mürüvvet; başkalarına iyilik etmeyi

sevmek. 5) Vefâ; arkadaşlarına geçimlerinde yardımcı olmak. 6) Müvâsât. 7) Semâhât;

vermesi lâzım olmayan şeyleri de seve seve vermek. 8) Müsâmaha etmek; başkasının

kabahatini, kusurunu görmezlikten gelmek. (Ali bin Emrullah)

MÜVEKKEL:

Birinin yerine vekil tâyin edilmiş kimse.

Her kim sabah namazının farzını cemâat ile kılarsa, kıyâmet gününde yüzü ayın on

dördü gibi parlar. Öğle ve ikindi namazlarının farzlarını cemâat ile kılsa, Hak teâlâ o kula

bir saf melek müvekkel kılıp, kıyâmet gününe kadar onun için tesbîh ederler. Her kim

akşam namazını cemâat ile kılsa, Hak teâlâ hazretleri o kişiyi peygamberlerle haşr eder.

Her kim yatsı namazını cemâat ile kılsa, o kimse ile Hak teâlâ arasında hicâb (perde)

kalmaz. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)

MÜVEKKİL:

Vekil eden, bir kimseyi kendi yerine geçiren. (Bkz. Vekîl)

Vekil, müvekkilden ayrıca izin almadıkça veya, "istediğini yap" diyerek umûmî vekîl

edilmedikçe, başkasını kendine vekîl yapamaz. Yalnız, zekât vermek için olan vekil, izinsiz

olarak başkasını, o da başkasını vekîl yapabilirler. (M. Mevkûfâtî, İbn-i Âbidîn)

MÜZÂREA ŞİRKETİ:

Zirâat ortaklığı. Harman yapılan ürünleri yetiştirmek için, tarla yâni toprak birinden,

çalışma, işçilik diğerinden olmak ve mahsûlü sözleşilen nisbette (miktârda) aralarında

paylaşmak üzere, kurulan şirket.

Müzâreaya verilmiş bir toprağı, toprak sâhibi başkasına satarsa, alan kimse toprak

kurtuluncaya yâni mahsûl kaldırılıncaya kadar bekler. Yâhut mahkeme yolu ile satışı

bozdurur. (İbn-i Âbidîn)

MÜZDELİFE:

Mekke-i mükerremede Minâ ile Arafât arasında bulunan, Âdem aleyhisselâmla hazret-i

Havvâ'nın yeryüzünde ilk buluştukları yer.

Hac esnâsında Arafât'tan dönüşte Müzdelife'de bir müddet durmak vâcibdir. (İbn-i

Nüceym)

Arefe (Kurban bayramından önceki gün) gecesi Müzdelife'de yatmak sünnettir. Arafât'tan

Müzdelife'ye gelip burada yatsı vakti olunca, akşam ve yatsının farzları birleştirilerek cemâat

ile kılınır. Akşam namazını Arafât'ta veya yolda kılanların Müzdelife'de tekrar cemâat ile

veya yalnız olarak yatsı ile birlikte kılması lâzımdır. Müzdelife'de fecr (tanyeri) ağardıktan

sonra vakfeye durmak da haccın sünnetlerindendir. Gece Müzdelife'de yatıp fecr açılırken

sabah namazını hemen kılıp sonra Meş'ar-il-haram denilen yerde ortalık aydınlanıncaya kadar

vakfeye durulur. Güneş doğmadan önce Minâ'ya hareket edilir. (Mevkûfâtî)

Hac ve ömre için ihrâma girerken, Mekke'ye, Medîne'ye girerken, Müzdelife'de vakfeye

dururken, cenâze yıkayacağı zaman, hacâmat (kan aldırma) olduktan sonra, Kadr, Arefe,

Berât geceleri ve deli iyi olunca, çocuk bâliğ ve kâfir müslüman olunca gusl etmeleri (boy

abdesti almaları) müstehâbdır. (Ebû Bekr Ali)

MÜZİLL (El-Müzill):

Bâzı kullarını aşağı ve zelîl eden mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel

isimlerinden).

El-Müzill ism-i şerîfini yetmiş beş kere söyliyen ve sonra duâ eden kimse, hased edenin

hasedinden ve zâlimin zulmünden emin olur. (Yûsuf Nebhânî)

MÜZZEMMİL SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin yetmiş üçüncü sûresi.

Müzzemmil sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Yirmi âyet-i kerîmedir. İlk

âyet-i kerîmede geçen el-Müzzemmil kelimesinden dolayı Sûret-ül-Müzzemmil denilmiştir.

Müzzemmil, örtünüp bürünen demektir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)

Allahü teâlâ Müzzemmil sûresinde meâlen buyuruyor ki:

Ey örtüye bürünen (Muhammed!) Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen

biraz önce bir müddet için kalk ve ağır ağır Kur'ân oku! Doğrusu biz sana taşıması güç bir

görev vereceğiz. (Âyet: 1-5)

Kim Müzzemmil sûresini okursa, Allahü teâlâ ondan dünyâda ve âhirette zorluğu

kaldırır. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîrî)