NÂ-MAHREM:

Yabancı, kendisiyle evlenilmesi haram olmayan kimse.

Nikâhı câiz olmayan yirmi beş kadın dışında kalan kadınlar nâ-mahremdir. Nâ-mahrem

kadınlarla nikâhlanmak câizdir. (Saîdüddîn Fergânî)

Kadınlar nâ-mahrem erkek ile hacca gidemez. Giderse, haccı kabûl olur ise de haramdır.

Hacca giden bir erkek ile muvakkat (geçici) nikâhlanmaları da câiz değildir. (Nablüsî,

Kâşânî)

NÂDÂN:

Câhil.

Ey, insan adını taşıyan varlık,

Kendine gel, uyan gafletten artık!

Seâdet yolun, göremezsen nâdân,

Niye vermiş sana, bu aklı Yezdân?

(M. Sıddîk bin Saîd)

Devr-i zamâne cünbüşi nâdânlık üzredir.

Nâdân komaz ki merdüm-i dânâ huzûr ede.

(Bâkî)

(Zamânın işlerinin yapılması nâdânlıkladır. Âlim kimsenin huzûrlu olmasına nâdân fırsat

vermez.)

NAFAKA:

İnsanın yaşayabilmesi için, yiyecek, giyecek ve ev gibi lâzım olan şeyler.

Herhangi bir müslüman kendi ehline (âilesine), Allahü teâlânın rızâsını umarak infâk

(zarûrî ihtiyâçlarını te'mîn) ederse, bu nafaka onun için sadaka olur. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i

Buhârî)

Gazâ için sarf edilen, köle âzâd etmek için, fakire sadaka vermek için ve evindekilerin

nafakası için, sarf edilen altınların en üstünü ve sevâbı çok olanı, evin nafakasına verilen

altının sevâbıdır. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

Farzları yapamıyacak kadar az yimek, câiz değildir. Kendinin ve çoluk-çocuğunun

nafakasını kazanacak ve borçlarını ödeyecek kadar, çalışıp kazanmak farzdır. (Abdullah-ı

Mûsulî)

Allahü teâlâ, kullarına ıyâlim demiş yâni çok merhametli olduğu için, herkesin rızkını

nafakasını kendi üzerine almıştır. Allahü teâlâ bu ıyâlinden birkaçının rızıkları, nafakaları ve

bunların yetişmeleri, rahat yaşamaları için, bir kulunu görevlendirirse, bu kuluna büyük ihsân

etmiş olur. (İmâm-ı Rabbânî)

Zevcenin nafakasını sıkmamalı, isrâf da etmemelidir. Âilenin nafakası için verilen paranın

sevâbı, sadaka sevâbından daha çoktur. (İmâm-ı Gazâlî)

NÂFİ' VE DÂRR (En-Nâfi' ve'd-Dâr):

"Fayda ve zarar, iyilik ve kötülük kendisinden olan" mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i

hüsnâsından (güzel isimlerinden).

NÂFİLE:

Farz ve vâcib olmayan ibâdetler.

Kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfile

ibâdetleri yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir, benimle görür, benimle

her şeyi tutar, benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınınca, onu

korurum. (Hadîs-i kudsî-Buhârî)

Farz namazı kılmamış olanın nâfile namazları kılması, vakti tamam olmuş hâmile

kadına benzer. Çocuğu olacağı günlerde, çocuğu düşürür, aldırır. Çocuğu yok olduğu için,

bu kadına, hâmile denemez. Ana da denemez. Bu kimse de böyledir. Farz namazlarını

ödemedikçe, Allahü teâlâ, nâfile kabûl etmez. (Hadîs-i şerîf-Fütûh-ül-Gayb)

Beş vakit namazın sünnetleri ve diğer vâcib olmayan namazlar hep nâfiledir. Müekked

olan ve olmayan bütün sünnetler nâfiledir. (İbn-i Âbidîn)

Eğer sizden biriniz, iki rek'at nâfile namazın sevâbını bilse idi, onu dağlardan daha büyük

görürdü. Farz namazlarına gelince, artık onun sevâbını anlatmak mümkün değildir.

(Kâ'b-ül-Ahbâr)

Farz ibâdet yanında, nâfile ibâdetlerin hiç kıymeti yoktur. Deniz yanında damla bile

değildir. Mel'ûn şeytan, mü'minleri aldatarak, farzları küçük gösteriyor. Nâfile ibâdetlere yol

gösteriyor. Zekât verdirmeyip, nâfile sadakaları güzel gösteriyor. Hâlbuki zekât niyetiyle

fakire bir altın vermek, yüz bin altın sadaka vermekten daha sevâbdır. (İmâm-ı Rabbânî)

NÂFİZ:

Sahîh, geçerli. Başkasının hakkı bulunmayan. Başkasının hakkını tealluk etmeyen.

Bâliğ olan (ergenlik çağına, evlenecek yaşa gelen) akıllı insanın bey'i (alış-verişi) her

zaman nâfizdir. Bâliğ olmayan akıllı, çocuğun bey'i, velîsinin izin vermesi ile sahîh olur. Velî

babadır; anne, babanın tâyin etmesiyle velî olur. (İbn-i Âbidîn)

NAĞME:

Sesi mûsikî perdelerine uydurmak. Tegannî.

Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Kur'ân-ı kerîmi Arab şîvesi ile onların sesi ile okuyunuz.

Fâsıklar şarkıcılar gibi okumayınız." Şarkı okur gibi okuyan kimsenin imâm olması

haramdır. Onun arkasında kılınan namaz sahîh olmaz. Çünkü nağme yapmak harf eklemektir

ki, bunlar insan sözü olur. Kur'ân-ı kerîm olmaz. (Muhammed bin Ahmed Zâhid)

Kur'ân-ı kerîmi güzel ses ile okumalıdır. Tegannî ile nağme ile okumak haramdır.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem şiir dinlemiştir. Fakat bu, şarkı, nağme

dinlemeye izin değildir. (Alâüddîn Haskefî)

Nağme bulunmayan güzel sesi dinlemek mübâhtır. Sıkıntı gidermek için nağme ile kendi

kendine okumak câiz diyenler vardır. Fakat başkalarını eğlendirmek veya para kazanmak için

okumak haramdır. Nağme üçtür. Birincisi insan sesi; ikincisi hayvan sesi, kuşların ötmesi

gibi. Bunları dinlemek helâldir. Üçüncüsü, cansızlardan (bütün çalgılardan) vurmak, üflemek,

sürtmekle çıkarılan seslerdir. Bu sesleri dinlemek haramdır. Suyun akması, dalgaların

çarpması, rüzgâr, yaprak seslerini dinlemek günâh değildir. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)

NAHL SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin on altıncı sûresi.

Nahl sûresinin son üç âyeti Medîne'de, diğer âyetleri Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz

yirmi sekiz âyet-i kerîmedir. Altmış sekizinci âyette bal arısından söz edildiği için,

Sûret-ün-Nahl denilmiştir. Sûrede; Allahü teâlânın kudretini gösteren yaratıklardan

bahsetmek sûretiyle insanlar gafletten uyanmaya dâvet edilmekte, bu âlemdeki nice

varlıkların insanlara hizmetçi ve fayda verici olduğu bildirilmekte, insanların seçkin bir

varlığa sâhib oldukları ve insanoğlunun doğru yola ve hidâyete kavuşabilmeleri için,

kendilerine vahy gönderilen peygamberlere muhtâc oldukları bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs,

Râzî, Taberî, Ebû Hayyân)

Allahü teâlâ Nahl sûresinde meâlen buyuruyor ki:

Allahü teâlâ kullarına zulm etmez, haksızlık etmez. Onlar kendilerini azâba, acılara

sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile kendilerine zulm ve işkence ediyorlar. (Âyet:

30)

Kim Nahl sûresini okursa, Allahü teâlâ onu dünyâda verdiği nîmetleri için hesâba

çekmez. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

NAHLE:

Hurma ağacı.

Bu ağacın yaratılışında topluluk ve adâlet vardır. İnsanın yaratılışı da böyledir. Bunun

içindir ki, Peygamber efendimiz nahle ağacına âdemoğullarının halasıdır, derdi: "Halanız

olan nahleye saygı gösteriniz. Çünkü bu ağaç, Âdem aleyhisselâmın çamurundan kalan

artıktan yaratılmıştır." buyurdu. Görülüyor ki nahle, Âdem aleyhisselâmın çamurundan

yaratılmıştır. Nahleye bereket buyurması, bunda her şeyin bulunduğu için olsa gerektir.

Bunun için, nahlenin meyvesi olan hurma yiyince, insanın parçası, dokusu olur. Böylece

hurmada bulunan her şey, insana da aktarılmış olur. (İmâm-ı Rabbânî)

NAHR:

Kurbanlık deveyi göğsü üstünden (evdâcını yâni iki büyük damarını) kesmek. (Bkz.

Kurban)

Deveyi kesmekte sünnet olan nahrdır. Sığır nev'i (çeşidi), koyun gibi kesilir. Deveyi zebh

(boğazlamak, kesmek) ve sığırı ve koyunu nahr etmek mekruh olur. (M. Zihni Efendi)

NÂHÛR:

İbrâhim aleyhisselâmın amcası ve üvey babası olan Âzer'in asıl ismi.

Nâhûr, dedelerinin hak dîninde idi. Nemrûd'un vezîri olunca, dînini dünyâya değişerek

kâfir oldu. Fahreddîn Râzî ve selef-i sâlihînden (ilk asırda gelen büyük âlimlerden) çoğu,

onun, İbrâhim aleyhisselâmın babası değil amcası olduğunu bildirdiler. (Senâullah Pânî Pûtî)

İbrâhim aleyhisselâmın öz babası Târûh ölünce, Nâhûr, İbrâhim aleyhisselâmın annesini

aldı. Böylece üvey babası oldu. (Senâullah Pânî Pûtî)

NAHV İLMİ:

Cümle bilgisi. Kelimelerin cümle içinde fiil, fâil (özne), mef'ûl (nesne, tümleç) olma gibi

durumlarından ve buna göre sonlarının aldıkları i'râbdan (harekelerden) bahseden ilim. (Bkz.

İlm-i Nahv)

NÂİB:

1. Hac ibâdetinde birine vekâlet eden. Vekil.

Allahü teâlâ bir hac ibâdeti ile üç kişiyi Cennet'e koyar: 1) Haccı vasiyet edeni,

2)Vasiyeti infâz edeni (yerine getireni), 3)Nâib olarak hacca gideni. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî

Nâib olarak hacca giden masraftan fazla bir şey alamaz. Nâiblik ticârî maksatla olmaz.

Nâib olarak hacca gideceklere yakışan esas maksat; Beyt-i muazzamayı (Kâbe'yi) ziyâret ve

dolayısıyla öteki kişiyi borçtan kurtarmak için ona yardımcı olmaktır. (İbn-i Hümâm)

Hacda nâibliğin şartlarından biri de, nâibin, hacca gidip gelmekten âciz olanın parasıyla

haccetmesidir. (M. Zihni Efendi)

Nâib, hacda isrâf ve cimrilik etmemek şartıyla yerine hac yaptığı kimsenin parasını sarf

eder ve hac dönüşü de artan parayı kendisine veya vârisine iâde eder (verir). (M. Zihni Efendi)

2. Kâdı vekîli.

Osmanlı Devleti'nde Mevâlî adı verilen büyük kâdılar (hâkimler), bâzan hizmetlerinin

bütününü, bâzan da bir kısmını, yerine getirmek için yerlerine kâdı evsafını (şartlarını) taşıyan

ehliyet (bilgi ve tecrübe) sâhibi birini tâyin ederlerdi. Bu sebeble bulundukları beldelerin

kazâlarına nâibler gönderirlerdi. Nâibler vazîfelerine göre; Arpalık nâibi, Ayak nâibi, Bâb

nâibi, Kazâ nâibi, Mevâlî nâibi gibi kısımlara ayrılmışlardır. (İslâm Târihi Ansiklopedisi)

NAÎM CENNETİ:

Sekiz Cennet'ten beşincisi.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Îmân edip de sâlih ameller işleyen kimseleri, onların Rabbi, îmânları sebebiyle

kendilerine ağaçları altından ı______________rmaklar akan Naîm Cennetlerine kavuşturan yolu gösterir.

(Yûnus sûresi: 9)

NAKDEYN:

Basılmış para hâlindeki altın ve gümüş.

Fülûs denilen bakır, bronz paralar (ve kâğıt liralar) aynı sayıda (yâni îtibârî kıymetleri aynı

olarak) kendi cinsleri veya altın, gümüş karşılığında satılınca dâimâ semen olurlar. Nakdeyn

karşılığında satılınca fâizin iki şartı da yok ise de iki karşılıktan birisinin, ayrılmadan önce

kabz edilmesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

NÂKIL:

Nakleden, birinden duyduğunu veya okuduğu şeyi bildiren. İctihâd derecesine varamayıp,

sâdece müctehid (Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilecek dereceye

ulaşmış olan) âlimlerin verdikleri fetvâları (dînî suâllere verdikleri cevâbları) nakleden âlim.

Fıkıh usûlü âlimlerine göre, müftînin (fetvâ verenin) müctehid olması lâzımdır. Müctehid

olmayıp, mukallid (bir müctehide tâbi olan, uyan) bir âlime müftî denilmesi mecâzîdir, hakîkî

olarak değildir. Bunlar nâkıldır. Nâkıller, fetvâları, meşhûr fıkıh kitaplarından alır. Bu

kitaplar, meşhûr olan mütevâtir haberler gibi kıymetlidir. (Bkz. Müftî) (İbn-i Âbidîn)

NÂKIS:

Eksik, noksan, kusurlu.

Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde) ortağı ve benzeri yoktur.

O'nda kemâl (kusursuz) sıfatlar olmasaydı, eksik ve âciz olurdu. Âciz (güçsüz) ve nâkıs

olmak, Allahü teâlâ hakkında muhâldir, imkânsızdır. (Kutbüddîn-i İznikî)

Bu yolda (tasavvuf yolunda) çalışmak isteyenin önce îtikâdını, inancını, Ehl-i sünnet

vel-cemâat âlimlerinin bildirdiklerine göre düzeltmesi lâzımdır. Sonra herkese lâzım olan

fıkıh bilgilerini öğrenmelidir. Bundan sonra bu öğrendiklerini yapmalıdır. Ondan sonra her

zamân Allahü teâlâyı zikretmeli, anmalıdır. Fakat zikir yapmasını kâmil (yetişmiş) ve

mükemmil (yetiştirebilen) bir zâttan öğrenmesi şarttır. Nâkıs olandan öğrenirse, kemâle

eremez, maksada ulaşamaz. (İmâm-ı Rabbânî)

Nâkıs Temizlik:

Kadının âdetinin kesilmesinden sonra on beş gün devâm etmeyen veya âdet müddeti

içinde kan görmediği günler. (Bkz. Fâsid Temizlik)

NAKİ':

Hurma veya kuru üzüm soğuk suda bırakılıp şekeri suya çıktıktan sonra süzülerek elde

edilen sıvı.

Kuru üzümden yapılan nakî'nin tadı keskin olursa, damlası dahi haram olur. Gazlanmaz

ve tadı keskin olmazsa, içilmesi sözbirliği ile helâl olur. (İbn-i Âbidîn)

Hurmanın nakî'i, su içinde ısıtmadan bırakılınca, köpüklenir ve tadı keskin olursa buna

"seker" denir, bir damlası dahi haramdır. (İbn-i Âbidîn)

NAKLÎ İLİMLER:

Tefsîr, hadîs, fıkıh gibi nakil yoluyla elde edilen ve değişmeyen dînî ilimler.

Naklî ilimler, aklın, insan dimâğı gücünün dışında ve üstündedir. Bunlar hiçbir zaman

kimse tarafından değiştirilemez. Dinde reform olmaz sözünün mânâsı budur. Naklî ilimler,

edille-i şer'iyye (dört ana kaynak) denilen, Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), sünnet, icmâ

(müctehidlerin yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilen âlimlerin bir

hükümdeki sözbirliği) ve kıyâstan (müctehidlerin kitâb ve sünnet gibi kaynaklara dayanarak

çıkardığı hükümlerden) çıkarılmıştır. Din bilgileri nakl ile öğrenilir. Din bilgilerini önce gelen

âlimler sonra gelenlere bildirmişlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)

Naklî ilimler, fen ilimleri ile anlaşılmaz. Fen adamları, cisimleri ve cisimlerdeki olayları

araştırır, inceler. Bunlar üzerinde deneyler yapar. Madde ve olayları anlar ve anladıklarını

bildirir. Gördüklerinden, hissettiklerinden dışarıya çıkamazlar. Bundan dışarıya çıkan,

vazîfesinin dışına çıkmış olur. His olunamayan, incelenemeyen, deney yapılamayan konular,

fen bilgisinin dışında kalır. Böyle konularda fen adamının sözü kıymetsiz ve ehemmiyetsiz

olur. Bir fen adamı, "melek, cin yoktur" deyince, meleğin varlığı fen ile incelenemez, deney

ile anlaşılamaz demek isterse, bu sözü fenne uyar. Fakat, deney ile isbât edilemediği için

meleğin varlığına inanılmaz demek istiyorsa, hiç kıymeti olmaz. Çünkü bu sözü ile kendisi

fennin dışına çıkmakta, fenne uymamaktadır. Rûh, melek, cin, Cennet, Cehennem gibi fen

konusu dışındaki varlıkları madde ve olay sınırları içinde aramak ve deneyle anlamaya

kalkışmak fen adamına yakışmaz. (Abdüllatîf Harpûtî)

NAKŞ-İ KADEM-İ NEBÎ:

Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek ayaklarının taş üzerindeki izi.

Osmanlı pâdişâhlarından Sultan Birinci Abdülhamîd Han'ın kabri İstanbul Sirkeci'de,

Dördüncü Vakf Hanı karşısında köşedeki türbededir. Oğlu dördüncü Mustafa Han da bu

türbededir. Türbede, Yeni Câmi tarafındaki duvarda bulunan dolaba yerleştirilmiş taşta

Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Nakş-ı kadem-i şerîfleri mevcûttur.

(Ayvansarâyî)

Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin yâni Eyyûb Sultan hazretlerinin türbesinin son

tâmirini Sultan İkinci Mahmûd Han yaptırdı. Nakş-ı kadem-i Nebî, birinci Mahmûd Han'ın

emri ile saraydan türbeye getirildi. Türbenin câmi tarafındaki duvarına yerleştirildi.

(Ayvansarâyî)

Sultan Birinci Ahmed, bir tahta üzerine resmedilen (çizilen) "Kadem-i şerîfin" kenarına

kendi hattıyla şunları yazdı:

N'ola tâcım gibi başımda götürsem dâim

Kadem-i resmini dâim Hazret-i Şâh-ı Rusülün

Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir

Ahmedâ durma yüzün sür kade mine o gülün

NAKŞİBENDİYYE:

Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Allahü

teâlânın sevgisini kalblere nekşettiği için Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine Nakşibend lakabı

verilmiştir. Bu yolda olanlara Nakşibendî denilirdi.

Nakşibendiyye yolunun kurucusu olan Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî

hazretleri 1318 (H.718)'de Buhârâ yakınındaki Kasr-ı Ârifân kasabasında doğdu. 1389

(H.791)da aynı yerde vefât etti. Kabri oradadır. (Selâhüddîn ibni Mübârek el-Buhârî)

Sessiz zikr (zikr-i hafî) yapan tarîkatlar, hazret-i Ebû Bekr'den gelmiş olup, yol gösterici

rehberlerinin adına göre; Tayfûriyye, Yeseviyye, Medâriyye, hakîkî olan Bektâşiyye,

Nakşibendiyye, Ahrâriyye, Ahmediyye-i Müceddidiyye ve Hâlidiyye gibi isimler almışlardır.

(Abdullah-ı Dehlevî)

Nakşibendiyye yolunun kurucusu olan Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî

hazretleri buyurdu ki: Bizim yolumuz, Allahü teâlânın gösterdiği kurtuluş yoludur. Çünkü bu

yol, sünnete uymak ve Eshâb-ı kirâma tâbi olmaktır. Bu sebeble bizim yolumuzda az

zamanda çok kazanç elde edilir. Fakat sünnete uymak ve riâyet etmek sabır ve tahammül

ister. Biz bizim yolumuza girenleri istersek cezbe (çekme) ile, dilersek bir başka usûlle

terbiye ederiz. Çünkü rehber olan âlim, bir tabîbe (doktora) benzer. Hastanın hastalığını,

derdini tesbit eder ve ona göre ilâç verir. Bizim yolumuzda yalnız kalmak değil, sohbet

esastır. Biz sonda ele geçecek şeyleri başa yerleştirdik. (Behâeddîn-i Buhârî)

Nakşibendiyye yolunun büyükleri ile berâber olanda, huzûr ve cem'iyyet (topluluk) ve

dünyâya şuursuzluk (ilgisizlik) ve Allahü teâlânın cezbeleri hâsıl olur. Kalbine, rûhuna birçok

şeyler ihsân edilir. (İmâm-ı Rabbânî)

NA'LİN (Na'leyn):

Altı deri, üstü açık ve tasmalı ayakkabı.

Namazı, na'lın veya mest ile kılmak, çıplak ayakla kılmaktan efdâldir. Böylece yahûdîlere

uyulmamış olur. Hadîs-i şerîfte; "Yahûdîlere benzememek için namazları na'lın ile

kılınız!" buyruldu. Resûlullah ve Eshâb-ı kirâm sokakta giydikleri na'lın ile kılarlardı.

Na'lınları temiz idi ve Mescid-i nebî kum döşeli idi. Kirli na'lınla girilmezdi. (Hâdimî ve

Muhammed bin Ahmed)

NÂME-İ SEÂDET:

Peygamber efendimizin mektubu şerîfi.

Peygamber efendimizin Mısır (Kıpt) hükümdârı Mukavkıs'ı İslâmiyet'e dâvet için yazdığı

Nâme-i seâdet, deriden olup on iki satır yazısı ve altında mühr-i şerîfi vardır. (Osmanlı Târihi

Ansiklopedisi)

NÂMUS:

Irz, edeb, ar, hayâ.

Kadın, beş vakit namazını kıldığı, nâmusunu koruduğu ve kocasına itâat ettiği zaman,

Cennet'e istediği kapıdan girer. (Hadîs-i şerîf-Kitâb-ül-Metcer-ür-Râbih)

Mîdesini, nâmusunu ve iffetini korumak kadar fazîletli ibâdet yoktur. (Muhammed Bâkır)

Ramazan ayı, İslâm dîninin nâmusudur. Âşikâre oruç yiyen, bu aya hürmet etmemiş olur.

Bu aya hürmet etmiyen, İslâmiyet'in nâmus perdesini yırtmış olur. (Seyyid Abdülhakîm)

Nâmus-ı Ekber:

Peygamber efendimize vahy getiren ve dört büyük melekten biri olan Cebrâil

aleyhisselâm, Cibril. (Bkz. Cebrâil)

Nâmus-ı İlâhî:

İslâm dîni. (Bkz. İslâmiyet)

Nâmus-ı Rabbânî:

İslâm dîni. (Bkz. İslâmiyet)

NÂR:

Ateş; Cehennem. (Bkz. Cehennem)

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Ameli ve iyiliği ile kim dünyâ hayâtını ve zînetini isterse, onlara dünyâda güzel

amellerinin karşılığını bol bol veririz. Ecirlerinden hiçbir şey eksik bırakılmaz. (Fakat)

onlar için âhirette, karşılık olarak, sâdece nâr vardır. (Hûd sûresi: 15)

Kalbinde hardal tânesi kadar îmân olan hiçbir kimse nâra girmez; kalbinde hardal

tânesi kadar kibr (yâni küfr) bulunan hiçbir kimse de Cennet'e girmez. (Hadîs-i

şerîf-Müslim)

Allah korkusundan gözyaşı döken kimseyi nâr yakmaz. (Ka'b-ül-Ahbâr)

NARH:

Çarşıda pazarda satılan her türlü mal için hükûmet tarafından konulan fiyat.

Medîne-i münevverede pahalılık oldu. Yâ Resûlallah fiyatlar yükseliyor. Bize si'r yâni kâr

haddi koyunuz denildi. Resûlullah efendimiz; "Narh koyan Allahü teâlâdır. Rızkı

genişleten, daraltan, gönderen yalnız O'dur. Ben Allahü teâlâdan bereket isterim"

buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Âbidîn)

Esnafın hepsi fiyatları, fâhiş olarak yâni mal oluş fiyatının iki misline arttırdığı, millete

zarar ve zulüm hâline geldiği zaman, hükûmetin, tüccarlara danışarak uygun bir narh koyması

câiz (uygun) olur. (İbn-i Nüceym)

NÂS SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin yüz on dördüncü ve son sûresi.

Nâs sûresi Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi). Altı âyet-i kerîmedir. İnsanların

Allahü teâlâya sığınmalarını emrettiği için Sûret-ün-Nâs denilmiştir. (İbn-i Abbâs)

Allahü teâlâ Nâs sûresinde meâlen buyuruyor ki:

(Yâ Muhammed) İnsanların göğüslerine dâimâ vesvese veren, gerek cinden, gerek

insandan (olsun), o sinsi şeytanın şerrinden insanların Rabbine, insanların melîkine,

insanların mâbûduna sığınırım, de! (Âyet: 1-6)

Kim Felak ve Nâs sûrelerini okursa, sanki Allahü teâlânın indirdiği kitapların hepsini

okumuş gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

Nâs sûresini devamlı okumayı alışkanlık hâline getiren kimse, dâimâ sıhhat ve âfiyette

olur. Nazara karşı okunursa, şifâ bulur. (Muhammed Osman Sâhib)

Son nefesini vermekte olan kimse için Nâs sûresi okunursa, rûhu bedenden rahatça ayrılır.

Yatağa girerken okuyan kimse, cin ve şeytan şerrinden kurtulur. Vesvesesiz, korkusuz râhat

uyku uyur. (Muhammed Osman Sâhib)

NASÂRÂ:

Îsâ aleyhisselâma inananlar. (Bkz. Nasrânî)

NASÎB:

1. Ele geçen, kavuşulan.

İnsanların en akıllısı, ölümü çok hatırlayandır. Ölümü çok hatırlayan insana, dünyâda

şeref, âhirette yüksek dereceler nasîb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Ey Allah'ım! Seni sevmeyi ve seni seveni sevmeyi ve senin sevgine beni yaklaştıracak

şeyi sevmeyi bana nasîb et ve senin sevgini (sıcak ve harâretli günde) soğuk suyu sevmekten

bana daha sevimli kıl. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

Allah'ım bana senin yolunda şehîd olmayı nasîb et. Peygamberin şehrinde ölmeyi kısmet

et! (Hazret-i Ömer)

Yâ Rabbî! Bizlere nihâyetsiz rahmet hazînenden nasîb eyle! Hepimizi doğru yoldan

ayırma! (İmâm-ı Rabbânî)

2. Allahü teâlânın ezelde takdir ettiği maddî ve mânevî rızık, kısmet.

Nasîbindir gezdiren yer yer seni,

Gâfil olma âkıbet yer, yer seni.

Bana kahve sunulmadı deme sen,

Nasîbin varsa gelir Yemen'den.

(Nâbi)

NÂSİH:

Daha önce bildirilen bir hükmü kaldıran, âyet-i kerîme veya hadîs-i şerîf. Kaldırılan

hükme mensûh denir.

Müctehid olmak için arabî yüksek ilimleri tamâmen bilip, Kur'ân-ı kerîmi ezber bilmek,

âyet-i kerîmelerin geldikleri zamanları ve gelme sebeblerini, ne hakkında geldiklerini, nâsih

veya mensûh olduklarını bilmek, yüzbinlerce hadîs-i şerîfi ezberden bilmek, fıkıh ilminin

usûl ve kâidelerini tanımak, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açık ve kapalı mânâlarını

kavramak, bu mânâlar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli îmân sâhibi olmak, saf ve temiz bir

kalbe sâhib olmak gibi şartları vardır. (Abdülhakîm Arvâsî)

NASÎHAT:

Dînin ve aklın beğendiği şeyleri tavsiye, öğüt.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Muhakkak ki, Allahü teâlâdan korkan nasîhat alacaktır. (A'lâ sûresi: 10)

Din nasîhattir. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ül-Cenne)

Nasîhat vermek dînimizin birinci vazîfesidir. (İmâm-ı Gazâlî)

Nasîhat vermek kolaydır. Nasîhati kabûl etmek güçtür. Çünkü, nefislerine uyanlara, dünyâ

zevklerinin peşinde koşanlara, nasîhat acı; haramlar ise tatlı gelir. (İmâm-ı Gazâlî)

Ey oğlum! Sana nasîhatim şudur ki: Takvâya, Allah korkusu ile haramlardan kaçma ipine

iyi sarıl. Eğer bu günün dünden, yarının da bugünden daha hayırlı olmasını temin edebilirsen

bunu yap. Namaz kılarken vedâ edip ayrılacak olan kimsenin namaz kılışı gibi kıl. Çok

ihtiyaç peşinde koşmaktan, özür beyan etmek zorunda kalacağın işi yapmaktan sakın. (Avn

bin Abdullah)

Alay edenlere, zarar yapacaklara nasîhat verilmez. Nasîhat, birinin yüzüne karşı olmamalı,

umûmî olarak ortadan söylenmelidir. Hiç kimse ile münâkaşa etmemelidir. (Muhammed

Bağdâdî)

NASR SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin yüz onuncu sûresi.

Nasr sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Üç âyet-i kerîmedir. Peygamber efendimiz,

nusret-i ilâhî ile, Allahü teâlânın yardımı ile müjdelendiği için sûreye, Sûret-ün-Nasr

denilmiştir.

Allahü teâlâ Nasr sûresinde meâlen buyuruyor ki:

Allah'ın nusreti ve fetih gelince, sen de insanların fevc fevc (bölük bölük) Allah'ın

dînine (müslümanlığa) gireceklerini görünce, hemen Rabbini hamd ile tesbih et. O'nun

affetmesini iste. Şüphesiz ki O, tövbeleri çok kabûl edendir. (Âyet: 1-3)

Ey Cübeyr, yolculuğa çıktığında, arkadaşlarının içinde en iyi durumda olmak, sıkıntı

çekmemek ve rızık bakımından rahat olmak istersen, Kâfirûn, Nasr, İhlâs, Felak ve Nâs

sûrelerini oku... (Hadîs-i şerîf-Metâlib)

Nasr sûresi, Kur'ân-ı kerîmin dörtte birine eşittir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

Kim Nasr sûresini okursa, ona, Mekke'nin fethinde Muhammed (aleyhisselâm) ile

berâber olan kimsenin sevâbı verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

NASRÂNÎ:

Îsâ aleyhisselâma inanan. Çoğulu, nasârâdır. Hazret-i Îsâ'nın bildirdiği dîne nasrâniyyet

(nasrânîlik) adı verilir. (Bkz. Îsevîlik)

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Şüphe yok ki, daha önce peygamberlere îmân edenler yahûdîler ve nasrânîler ve

Sâbiîler olsun bunlardan her kim Allah'a ve âhiret gününe îmân eder ve hazret-i

Muhammed'in dîni üzerine sâlih bir amel işlerse, elbette bunların Rableri katında

mükâfâtları vardır. Onlara bir korku yoktur ve onlar mahzûn da olacak değillerdir.

(Bekara sûresi: 62)

İsrâiloğulları yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem'e gidip ancak

bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ (Nasrânîler) da yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri

Cehennem'e gitmiştir... (Hadîs-i şerîf-Milel ve Nihâl ve Tirmizî)

Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği nasrânîlik ile göğe yükseltilmesinden sonra te'sis edilen ve

hıristiyanlık adı verilen nasrânîlik birbirinden çok farklıdır. (Ülfet Aziz es-Samed)

Hazret-i Îsâ'nın tebliğ ettiği Îsevîlik veya nasrânîlik az zaman sonra yahûdîler tarafından

sinsice değiştirildi. Bolüs adındaki bir yahûdî, hazret-i Îsâ'ya inandığını söyleyerek, nasrânî

dînini yaymaya çalışıyor görünerek hakîki İncil'i yok etti ve Îsâ, Allah'ın oğludur dedi. Daha

başka şeyler de uydurdu. Üç tanrı olduğu fikrini ortaya attı. Bu durumda nasrânîler ikiye

ayrıldı. Hakîkî nasrânîler, hazret-i Îsâ insandır. İlah değildir. Allah'ın oğlu da değildir. Ona

tapılmaz dediler. Bolüs'ün fikirlerine aldanan ve daha sonra hıristiyan adını alan nasrânîler

ise, uydurma İncîller ortaya attılar. Böylece hakîkî olmayan bir hıristiyanlık ortaya çıktı.

(Harputlu İshâk Efendi)

NASS:

1.Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler. Çoğulu nüsûs'tur.

Ehl-i sünnet âlimleri nassları zâhirleri üzere almışlardır. Yâni açık olan mânâlarını

vermişlerdir. Zarûret olmadıkça nassları te'vil etmemişler (yorumlamamışlar), bu mânâları

değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile bir değişiklik yapmamışlardır. (Teftâzânî,

Kemâleddîn Beydâvî)

Nass ile bildirilmiş olan ahkâm (hükümler) hiçbir zaman değişmez. Örf ve âdetlerden

hüküm çıkarılabilmesi için, bunların nasslara muhâlif olmaması ve sâlih müslümanlar

arasında selef-i sâlihînden (ilk devir müslümanlarından) gelmiş olması lâzımdır. (Ali Haydar

Efendi)

Kâfirleri sevmemek, onlara kalb ile düşmanlık etmek, nass ile emredilmiştir. (Abdülganî

Nablüsî)

2. Fıkıh usûlü ilminde mânâsı açık ve meydanda olan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler.

NA'Ş:

Kefenlenip tabuta konmuş ölü. (Bkz. Cenâze)

Edrâ Eslemî dedi ki:

"Medîne-i münevverede daha önce Kur'ân-ı kerîm okuduğunu gördüğüm birisi vefât etti.

Techiz işi bittikten sonra na'şını taşıyıp götürdüler. Peygamber efendimiz oradakilere; "Onu

yavaş götürünüz. Allahü teâlâ onu sevdi. Şüphesiz o, Allah ve Resûlünü seviyordu"

buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)

Na'şı kabr başına koyunca iş yapmayanlar oturmalı veya çömelmelidir. Yahûdîler ve

hıristiyanlar gibi ayakta durmamalıdır. (Seyyid Alizâde)

Cenâze namazı kılındıktan sonra na'şın başında duâ etmek câiz (uygun) değildir,

mekrûhtur. (Kerderî)

NÂŞİZE:

Kocasının izni olmaksızın evinden kaçan ve kendisini beyinden haksız yere men eden

kadın.

Nâşizeye nafaka verilmez. Geri gelince nafaka da başlar. (İbn-i Nüceym)

Kadın kendisi ile birlikte oturan kocasını yanına girmekten men etmesi hâlinde hükmen

nâşize sayılır. (İbn-i Âbidîn)

NA'T-I ŞERÎF:

Peygamberleri ve din büyüklerini öven şiirler. Daha çok Peygamber efendimiz

Muhammed aleyhisselâm için söylenir.

Yûnus Emre'nin yazdığı bir na't-ı şerîf:

Canım kurbân olsun senin yoluna,

Adı güzel, kendi güzel Muhammed.

Gel şefâat eyle kemter kuluna,

Adı güzel, kendi güzel Muhammed.

Mü'min olanların çoktur cefâsı,

Âhirette olur zevk ü sefâsı,

On sekiz bin âlemin Mustafâ'sı,

Adı güzel, kendi güzel Muhammed.

Yedi kat gökleri seyrân eyleyen,

Kürsî'nin üstünde cevlân eyleyen,

Mi'râc'da, ümmetin Hakk'dan dileyen,

Adı güzel, kendi güzel Muhammed.

Yûnus ne'yler iki cihânı sensüz

Sen hak peygambersin şeksüz şüphesiz,

Sana uymayanlar gider îmânsız,

Adı güzel kendi güzel Muhammed.

NAZAR:

1. Bakmak. Göz atmak.

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, misvâkını ve tarağını yanından ayırmazdı.

Mübârek saçını ve sakalını tararken aynaya nazar eylerdi. Geceleri mübârek gözlerine sürme

çekerdi. (İmâm-ı Ahmed Kastalânî)

"Allahü teâlâ mü'min bir kulunun gönlüne bir gecede üç yüz altmış defâ nazar eder"

sözünün mânâsı; "Kalbin vücûda açılan üç yüz altmış penceresi vardır. Gönül, Allahü

teâlânın zikriyle kaynayıp coşunca, Allahü teâlâ o kalbe nazar eder. Bu nazar ile kalbe doğan

feyzler ve nurlar bu üç yüz altmış koldan bütün vücûda yayılır. Böyle nurların ve feyzlerin

yayıldığı bir uzuv kendi hâline göre zevkle ibâdet eder. Yapılan tâat ve ibâdetlerden lezzet

alır. (Ali Râmitenî)

Kalb hastalıklarının giderilmesi, Allah adamlarının tedâvisi ile olur. Bunların sözleri

ilâcdır. Nazarları şifâdır. Onlarla berâber bulunanlar kötü olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

Âlimin bir nazarı, bulunmaz hazînedir.

Bir sohbeti, yıllarca, bitmez kütübhânedir.

(M. Sıddîk bin Saîd)

2. Düşünme, inceleme.

Aklın nazarı ile elde edilen ilim (bilgi) iki çeşittir. Birincisi bedîhî yâni düşünmeye ihtiyaç

olmadan ilk bakışta elde edilen bilgi. Meselâ; bütünün, parçasından büyük olduğunu bilmek

böyledir. İkincisi, istidlâlî yâni, aklın düşünmesiyle elde edilen bilgi. Meselâ; kâinâta ve

ondaki inceliklere bakarak, onun bir yaratıcısının bulunduğunu anlamak böyledir. (Sa'düddîn

Teftâzânî)

Nazar Ber Kadem:

Nakşibendiyye yolunun temel bilgilerinden birisi olup, tasavvuf yolculuğunda adımdan

ileriye bakmak ve adımını baktığı yere atmak.

Nazar ber kadem, gönlü perişanlıktan kurtarır ve kendi iç âlemine bağlı kılar. (Mevlânâ

Sâfî)

Göz kalbe tâbidir. Kalbi maksattan ayırmamak için göz ile sağa sola bakmayıp önüne

bakmalıdır. Nazar ber kadem kalbi toparlamak için iyi bir yoldur. (Hüseyin Vâiz-i Kâşifî)

Nazar ber kademe riâyet edilmezse tasavvuf yolunda bulunan kimsenin şevki ve istîdâdı

bozulabilir. (İmâm-ı Rabbânî)

Nazar Değmesi:

Göz değmesi, bâzı kimselerin gözlerinden çıkan zararlı şuâların, canlı ve cansız bir şeye

bakıp beğendikleri zaman bozulmalarına sebeb olması.

Nazar değmesi haktır. Nazarı değen kimse, hattâ herkes, beğendiği bir şeyi görünce

"Mâşâallah" demeli, ondan sonra o şeyden bahsetmelidir. Önce mâşâallah deyince nazar

değmez. (Abdülhak-ı Dehlevî)

Nâs sûresini devamlı okumayı alışkanlık hâline getiren kimse, dâimâ sıhhat ve âfiyette

olur. Nazar değmesine karşı okunursa, şifâ bulur. (Muhammed Osman Sâhib)

NAZARGÂH-İ İLÂHÎ:

Allahü teâlânın nazar ettiği (baktığı) yer.

Allah adamlarının kalbleri, Hakk'ın nazargâhıdır. O kalblere girmiş olanlara da, o

nazardan nasîb erişir. (Ali Râmitenî)

Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hüdâ'dır bu,

Nazargâh-ı İlâhîdir Makâm-ı Mustafâ'dır bu.

(Nâbi)

NAZARİYYE:

Bir veya birkaç hipotez (faraziye) ile, birçok hâdiseleri îzâh ederek ve bunlardan yeni

hâdiselere vararak ve bu hâdiseleri tecrübe ile inceleyerek görülen hipotez. Hipotez, aynı

sebeblerle îzâh edilen çeşitli hâdiselerin hepsini birden îzâh edebilecek umûmî bir fikirdir.

Müslümanlık nazariyyeler dîni değil, amelî bir dindir. İslâmiyet, insanın rahîm ve gafûr

(merhametli ve affedici) olan, doğru yolu gösteren Allahü teâlâya kendini teslim etmesi

demektir. (Muhammed Emîn)

NÂZIR:

1. Gören, görücü.

Allahü teâlâ hayy (diri), alîm (bilici), kâdir (gücü yetici) ve mütekellim (konuşucu) olarak

sonsuz zamanlarda hep hâzırdır ve nâzırdır. Hayat, ilim, kudret ve kelâm sıfatları zamansız ve

mekansız olduğu gibi, hâzır ve nâzır olması da zaman ve mekâna bağlı değildir. Allahü

teâlânın sıfatlarının hepsi böyledir. Allahü teâlânın hâzır olması gibi hiç kimse hâzır değildir.

Peygamberlerin aleyhimüsselâm, evliyânın ve sâlih mü'minlerin rûhlarının yardım için

çağrıldıklarında ve başka zamanlarda hâzır olmaları, zamâna ve mekâna bağlı olarak

meydana gelir. Evliyânın rûhları hâzırdır, bilirler demek, îmânı giderir. Burada îmânı gideren

husus, evliyânın rûhlarının hâzır olacağına inanmak değil, onların rûhlarının hâzır olduklarını

bilmediği hâlde gaybden haber vermektir. Çünkü gaybı Allahü teâlâ ve O'nun bildirdikleri

bilir. (Seyyid Abdülhakîm)

2. Vakfın işlerini, dînin emirlerine uygun olarak idâre etmek üzere vâkıf (vakıf yapan)

veya hâkim tarafından tâyin edilen mütevellînin vakıf işlerindeki tasarruflarını murâkabe

(kontrol) etmesi ve gerektiğinde ona re'yleri (görüşleri) ile yardımcı olması için

vazîfelendirilen kimse. Bâzan mütevellîye de nâzır denmiştir.

Vakfın nâzırı veya herhangi vazîfelisi, suç işlemedikçe azl olunamazlar (bu vazîfelerinden

alınamazlar). Vakfı kirâya vermek, mütevellînin vazîfesidir. Hâkim, vâli karışamaz. Bir

vakfın bir nâzırı ve bir mütevellîsi olsa, mütevellî, nâzırın haberi olmadan bir şey yapamaz.

Kayyım (vakfın hizmetçisi), mütevellî ve nâzır aynı hakka sâhibdirler. (Fetâvây-ı Hayriyye)

NÂZİÂT SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin yetmiş dokuzuncu sûresi.

Nâziât sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Kırk altı âyet-i kerîmedir. Sûrenin ilk kelimesi

olan ve söküp koparan ve çekip alan mânâsına gelen Nâziât kelimesi sûreye isim olmuştur.

Sûrede; kıyâmetin şiddeti ve onu inkâr edenlerin dirilişi, yeri göğü yaratan Allahü teâlânın

insanları yeniden diriltmeye kâdir olduğu bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Ebû Hayyân,

Begavî)

Allahü teâlâ Nâziât sûresinde meâlen buyuruyor ki:

Kim ki Rabbinin azametinden (büyüklüğünden) korkarak kendisini günâhlardan men

ederse, işte Cennet, onun varacağı yerin tâ kendisidir. (Âyet: 40,41)

NÂZİL OLMAK:

Yukardan aşağıya inmek; mukaddes kitabların vahiy yoluyla peygamberlere gönderilmesi.

Kur'ân-ı kerîm Kadir gecesinde nâzil olmaya başladı ve tamâmının inmesi yirmi üç sene

sürdü. Tevrat, İncîl ve bütün kitablar ve suhuflar (sahîfeler) ise, hepsi birden bir defâda nâzil

olmuştu. Kur'ân-ı kerîm dışında hepsi insan sözüne benziyordu. Ve lafızları mûcize değildi.

Onun için çabuk bozuldular, değiştirildiler. (Süyûtî, Zerkeşî)

NAZM:

Kelimeleri inci gibi yanyana dizmek.

Kur'ân-ı kerîmin kelimeleri Arabîdir. Fakat bu kelimeleri yanyana nazmeden Allahü

teâlâdır. Bu kelimeler insan nazmı değildir. Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlâ tarafından

mübârek kalbine bildirilen şeyleri, Arabça olarak da anlatmış değildir. Bu Arabî kelimeler,

Allahü teâlâ tarafından nazmedilmiş olarak âyetler hâlinde gelmiştir. Cebrâil aleyhisselâm

ismindeki bir melek bu âyetleri, bu kelimelerle ve bu harflerle okumuş, Muhammed

aleyhisselâm da mübârek kulakları ile işiterek ezberlemiş ve hemen Eshâbına (arkadaşlarına)

okumuştur. (Zerkânî)

Şiirler birer nazmdır. Her şâirin nazm yapma kâbiliyeti başkadır. Kur'ân-ı kerîmin nazmı,

hiçbir insan sözüne benzemiyor. Kur'ân-ı kerîmin insan sözü olmadığı tecrübe ile de isbât

edilmiştir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Nazm-ı İlâhî:

Allahü taâlâ tarafından yanyana dizilen mübârek sözler, Kur'ân-ı kerîm.

Kur'ân-ı kerîm nazm-ı ilâhîdir, Arabçadır. Bu arabî kelimeler, Allahü teâlâ tarafından

nazmedilmiş olarak âyetler hâlinde gelmiştir. (Zerkânî)

NEBÂTÎ RUH:

Her canlıda mevcud olan ve doğma, büyüme, beslenme, zararlı maddeleri dışarı atma,

üreme ve ölme gibi canlılık hallerini yapan rûh.

Nebâtî rûha sâhib olan canlılarda büyüme bütün hayat boyunca olmaz. Muayyen bir

miktâra vardıktan sonra, bu iş durur. Beslenme ölünceye kadar devâm eder. Çünkü gıdâ

olmadan yaşanamaz. (Ali bin Emrullah)

NEBE' SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin yetmiş sekizinci sûresi.

Nebe' sûresi Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Kırk âyet-i kerîmedir. Kıyâmet

haberlerini ihtivâ ettiği için sûreye bu mânâya gelen Sûret-ün-Nebe' denilmiştir. Amme

kelimesi ile başladığı için Amme sûresi de denir. Sûrede; Allahü teâlânın insanlara olan eşsiz

lütufları, kıyâmet günü ve o gün meydana gelecek hâdiseler, Cehennem'in şiddeti ve

Cehennemlikler, Allahü teâlâya hesap verdikten sonra kâfirlerin pişmanlıkları

bildirilmektedir. (Senâullah Dehlevî, Abdülazîz Dehlevî, İbn-i Abbâs)

Allahü teâlâ Nebe' sûresinde meâlen buyuruyor ki:

Muhakkak ki, Cehennem (melekler tarafından kâfirleri) bir gözetleme yeridir. Kâfir için

bir dönüş yeridir. Nice devirler boyunca içinde kalacaklar. Orada ne bir serinlik

tadacaklar, ne de içilecek bir şey! Bir kaynar su ve irin içecekler. (Âyet: 21-26)

Nebe' sûresini okuyan, îmânsız gitmekten emin olur. Allahü teâlâ onun rızkını

genişletir, kendisine bol mükâfât verir. O kimse ölmeden Cennet'teki yerini görür. (Hadîs-i

şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

NEBÎ:

Yeni bir din getirmeyen, daha önce gönderilmiş olan bir Resûlün dînine dâvet eden,

çağıran peygamber. Resûllere (yeni bir dinle gönderilen peygamberlere) tâbi olan

peygamberler. (Bkz. Peygamber)

Allahü teâlânın dînine çağırmakta, Resûl ile Nebî arasında bir ayrılık yoktur.

Peygamberlere îmân etmek; aralarında hiçbir fark görmeyerek, hepsinin doğru sözlü olduğuna

inanmak demektir. Onlardan birine inanmayan kimse, hiçbirine inanmamış olur. (Seyyid

Abdülhakîm)

NEBİZ:

Hurma veya kuru üzümü soğuk suda bırakıp, şekeri suya geçince, kaynayıncaya kadar

ısıtıldıktan sonra soğuyunca süzülerek elde edilen sıvı.

Nebizin tadı keskin olsa da, sarhoş yapmadıkça, içmesi helâl olur. Isıtılmazsa, köpürünce

ve tadı keskin olunca haram olur. (İbn-i Âbidîn)

NECÂSET:

Aslı îtibâriyle veya sonradan meydana gelen bir sebeble pis olan şeyler. Namaza mâni

olup olmama yönünden; hafif necâset ve kaba necâset, görülüp görülmeme yönünden; mer'î

(görülen) ve gayr-i mer'î (görülmeyen) ve akıcı olup olmama yönünden; mâî (akıcı) ve câmid

(katı) olmak üzere kısımlara ayrılır.

Namazın şartlarından birisi de necâsetten tahâret olup, bedende, elbisede ve namaz

kılınacak yerde necâset bulunmamaktır. (İbn-i Âbidîn)

Katı şekil almış necâset, insan derisinde, elbisesinde ise veya bevl, kan gibi akıcı necâset,

mest üzerinde olsa da, ancak yıkamakla temizlenir. Kan, şarap, ispirto, bevl (idrar) gibi sıvı

necâsetten biri bulaşmış toprak, katı necâset demektir.Katı necâset, kemer, çanta, mest,

ayakkabı üzerinde olunca, oğmakla, silmekle temizlenir. (İbn-i Âbidîn)

Sarhoş eden bütün içkiler, şarap gibi kaba necâsettir. (Halebî)

İğne ucu kadar elbiseye sıçrayan bevl (idrar) ve kan damlaları ile sokakta sıçrayan

çamurlar ve necâset buharlarının, necâsete dokunarak gelen gazların, rüzgârın ve ahırda ve

hamamda meydana gelen buharlardan, duvarlarda hâsıl olan damlaların elbiseye, yaş deriye

değmesi affedilmiştir. (İbn-i Âbidîn)

Necâset bulaşmış ayakkabı ile cenâze namazı kılınmaz. (Alâüddîn Haskefî)

NECÂŞÎ:

Habeş hükümdârı. Habeş krallarına verilen isim.

Peygamber efendimiz zamânındaki Necâşî'nin adı Eshame idi. Nasrânî (hıristiyan) iken

müslüman oldu. Cenâze namazını Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Medîne'de kıldırdı.

(İbn-i Hişâm-Halebî)

Eshâb-ı kirâm, Necâşî'nin memleketi Habeşistan'a hicret ettiklerinde, Necâşî onlara bir

takım suâller sorduktan ve Peygamber efendimiz hakkında bilgi aldıktan sonra şöyle

dedi:"Sizi ve yanından geldiğiniz zâtı tebrik ederim. Ben şuna inandım ki, O, Allah'ın

resûlüdür. Zâten biz O'nun ismini, geleceğini İncîl'de görmüştük. O resûlü (peygamberi),

Meryem oğlu Îsâ aleyhisselâm da haber verdi. Vallahi eğer Muhammed aleyhisselâm

buralarda, Habeşistan'da olsaydı gidip O'nun eşyâlarını taşır, mübârek ayaklarını yıkardım.

Şimdi siz ülkemde istediğiniz gibi emniyet ve huzûr içinde yaşayınız. Bana dağ kadar altın

verseler, sizlerden birini üzüntüye sokmaya râzı olmam!" Necâşî'nin müslüman olması ve

alâkası, Eshâb-ı kirâmı ziyâdesiyle sevindirip, memnun etti. (Halebî, Abdülhak-ı Dehlevî)

NECÂT:

Kurtulma, kurtuluş.

Bir kimse, namazı edâ ederse, bu namaz kıyâmet günü nûr ve bürhân olur ve

Cehennem'den kurtulmasına sebebdir. Namazı muhâfaza etmezse, nûr ve bürhân olmaz ve

necât bulmaz. Kârûn ile Fir'avn ile Hâman ile ve Übey bin Halef ile birlikte bulunur.

(Hadîs-i şerîf-Cennet Yolu İlmihâli)

Bir gün terâzi kurulur, dünyâ işleri sorulur,

Helâl lokma yimeyip de, cevap vermek ne müşküldür.

Hasta olup yıkılınca, gözler göke dikilince,

Can alan melek gelince, necât bulmak ne müşküldür.

(M. Sıddîk Gümüş)

NECCÂRİYYE:

Hicretin üçüncü asrında Hüseyin bin Muhammed en-Neccâr tarafından kurulan bozuk

fırka.

Neccâriyye fırkasının inanışlarının bâzıları Cebriyyeye, bâzıları Mûtezileye uygundur.

Neccâriyyeye göre Allahü teâlâ kalbdeki bilgi kuvvetini göze verir. Bu bilgi kuvvetiyle

Allah'ı bilir. Îmân; Allah'ı, peygamberleri, farzları bilmek ve bunu dil ile ikrâr etmek

(söylemek)tir. Bunlardan birini bilmeyen ve ikrâr etmeyen kâfirdir. Îmân artar fakat eksilmez.

Neccâriyye fırkası Allahü teâlânın ilim, kudret, hayat ve diğer ezelî sıfatlarını kabûl etmez.

Allahü teâlânın Cennet'te görülmeyeceğini kabûl eder. (Abdülkâhir Bağdâdî)

Neccâriyye fırkası, birbirlerini küfürle (îmânsızlıkla) suçlayan birçok kollara ayrıldı.

Bunlar arasında meşhûr olanları; Burgûsiyye, Za'ferâniyye, Mustadrikedir. (Zâhid-ül-Kevserî)

NECDET:

Yiğitlik, kahramanlık.

Necdet sâhibi, korkulu hâllerde, sıkıntılı işlerde sabır ve sebât eder (kararlılık gösterir),

bağırıp çağırmaz, uygunsuz iş yapmaz. (Ali bin Emrullah)

Necdet sâhibi olmak insanı yükseltir. Korkaklık ise zelîl eder (alçaltır). (Celâleddîn

Devânî)

NECEŞ:

Müşteri kızıştırmak, bir malı satın almaya niyeti olmadığı hâlde alacakmış gibi malın

fiyatını yükseltmek.

Abdullah bin Ömer şöyle rivâyet etmiştir: "Şüphesiz ki, Resûlullah sallallahü aleyhi ve

sellem neceşten men etmiştir. (Müslim)

İki kişi bir malın fiyatında uyuşmuş iken, neceş yapmak mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)

NECİYYULLAH:

Allahü teâlâ tarafından tûfandan kurtarılan mânâsına Nûh aleyhisselâmın lakabı.

Tufândan önce, Allahü teâlânın emri ile bütün ehlî, vahşî ve yırtıcı hayvanlar hazret-i

Nûh'un huzûrunda toplandı. Bunların toplanmasıyla çok büyük izdihâm, kalabalık meydana

geldi. Hayvanların herbiri: "Bizi al yâ neciyyallah!" diye yalvarır, gemiye binebilmek için

yarış ederdi. Nûh aleyhisselâm sağ elini uzatınca aynı cins hayvanın erkeğini, sol elini

uzatınca da dişisini alırdı. (Sa'lebî, Kisâî)

NECM SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin elli üçüncü sûresi.

Necm sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Altmış iki âyet-i kerîmedir. İlk âyetinde geçen ve

yıldız mânâsına gelen Necm kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede; mîrâc mûcizesi, putların

uydurma ilâhlar olduğu, Allahü teâlâdan yüz çevirip, dünyâya kul olanlara îtibâr etmemek

gerektiği, büyük günâhlardan ve ahlâksızlıklardan kaçanları Allahü teâlânın mağfiret edeceği,

günahlarını bağışlayacağı bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî, Kurtubî)

Allahü teâlâ Necm sûresinde meâlen buyuruyor ki:

İnsan için (âhirette), ancak dünyâda) ihlâsla (Allah rızâsı için) işlediği sâlih amelleri ve

niyeti fayda verir. (Âyet: 39)

Kim Necm sûresini okursa, Mekke'de Muhammed'i (aleyhisselâm) tasdîk ve inkâr

edenlerin adedidin on katı sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

NECS (Necis, Neces):

Dînen temiz olmayan, pis, murdar.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

Ey îmân edenler! Müşrikler (kâfirler) ancak bir necestir. Onun için bu yıllardan sonra

onlar Mescid-i Harâm'a (Kâbe-i muazzama ve çevresine) yaklaşmasınlar. (Tevbe sûresi:

28)

Müşriklerin kendileri (bedenleri) necs olsaydı, îmân edince temiz olmamaları lâzım

gelirdi. O hâlde onlara neces denilmesi, kalblerinin neces olduğunu bildirmek içindir. Îmân

edince bu neceslik gider, temiz olurlar. Îtikâdlarının (inançlarının) kalblerinin pis olması,

bedenlerinin pis olması demek değildir. (Ahmed Fârûkî)

Hınzırdan başka her hayvan diri iken temizdir. Ölünce necs olurlar. Hınzırın derisi ve her

parçası necstir. (M. Zihni Efendi)

Kapalı şişe içinde idrâr taşıyanın namazı câiz olmaz. Çünkü şişe bevlin meydana geldiği

yer değildir. Bundan anlaşılıyor ki, cebindeki şişede dirhemden (4 gram 80 santigram) fazla

kan, ispirto veya kapalı kutuda kanlı mendil, necs bez varken namaz kılmak câiz değildir.

(İbn-i Âbidîn)

Necâsetin imbiklenmesi ile elde edilen sıvı necstir. Bunun için rakı ve ispirto kaba necs

olup, içilmeleri şarap gibi haramdır. (Tahtâvî)

Elbisenin bir yerine necâset bulaşsa, bulaşan yeri unutsa, zan ettiği yeri yıkasa temizlendi

kabûl edilir. Yaş ayağı ile necs yerde yürüse, yer kuru ise ayakları necs olmaz. Yer yaş olup

ayakları kuru ise, ayakları ıslanırsa necs olurlar. (Abdülganî Nablüsî)

Şıra yâni üzüm suyu temizdir. Şarab hâline dönünce necs olur. (Abdülganî Nablüsî)

Namazı bozanlardan birisi de necs yerde durmak ve secde etmektir. Necs yere temiz şey

sererse bozmaz. (Alâüddîn-i Haskefî)

NEFHA:

Üfleme, üfürme. İsrâfil aleyhisselâmın, kıyâmetin kopup insanların öleceği ve tekrar

diriltilecekleri zaman, nasıl olduğu bizce bilinmeyen sûra üflemesi.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

Sûr'a nefha edileceği o gün (mezarlardan kalkıp, mahşer denilen alana) bölük bölük

gelirsiniz. (Nebe' sûresi: 18)

Onların beklediği sâdece bir sayhadır (sûr'a ilk üfürülüştür) ki, onlar (ticârette ve)

birbirleriyle çekişip (itişip) dururlarken, kendilerini yakalayıverir. (İşte o zaman) bunlar bir

vasiyyette bile bulunamazlar. (Hattâ o vakit, onlar çarşıda ticârette iken) âilelerine dahi

dönecek (halde) değildirler (hemen can verirler). (Bir de kırk yıl sonra ikinci defâ) sûr'a

nefholunmuştur. Artık bakarsın ki onlar, kabirlerinden (kalkıp) Rablerine doğru sür'atle

giderler. (Yâsîn sûresi: 49-51)

İki nefha arası kırk senedir. Ondan sonra Allahü teâlâ bir yağmur yağdırır ki, dereden

nebâtın (bitkinin) bitmesi gibi insanlar hayat bulur (dirilir). Hâlbuki, kuyruk sokumundaki

tek bir kemik hâriç olmak üzere, insanda hiçbir şey kalmamıştır. İşte kıyâmet gününde

insanlar, tekrar ondan halk olunacaktır (yaratılacaktır). (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

Kıyâmet günü elbette vardır. O gün, gökler, yıldızlar ve şu üzerinde yaşadığımız erd

(yeryüzü), dağlar, denizler ve hayvanlar, nebâtlar (bitkiler) ve mâdenler, hâsılı her şey yok

olacaktır. Gökler parçalanacak, yıldızlar dağılacak, yeryüzü, dağlar toz olup savrulacak. Bu

yok oluş, sûr'un ilk işâreti ile olacaktır. İkinci nefhasında; her şey tekrar yaratılıp, insanlar

mezardan kalkacak, mahşer denilen bir yerde toplanacaktır. (Ahmed Fârûkî)

Nefhat-ül-Ba's:

İsrâfil aleyhisselâmın, nasıl olduğu bizce bilinmeyen ve sûr denilen bir âlete ikinci defâ

üflemesiyle bütün canlıların dirilmesi.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

Kıyâmetin yok edici sûr'undan sonra, ikinci bir sûr üflenir. Bu sese, bütün beşeriyyet

(insanlar) tâbi olur (uyar). Bu emir ile kalkıp hâzır olurlar. (Zümer sûresi: 62) Bu

nefhat-ül-ba's ile bütün mahlûkât (yaratılmışlar) kabirlerinden kalktıkları vakit, görürler ki,

dağlar pamuk gibi atılmış, denizlerin suyu çekilmiş, yer ise kendisinde eğrilik ve yükseklik

olmayan, dümdüz olmuş bir kâğıt sayfası gibi görünür. (İmâm-ı Gazâlî)

Nefhat-ül-ba's ile, bütün canlıların hepsi bir anda dirilir. Meleklerden en önce diriltilecek

olanlar, Allahü teâlâya yakın olan dört mukarreb melektir ki; Cebrâil, Mîkâil, İsrâfil ve

Azrâil'dir. İnsanlardan en önce dirilecek olan, Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve

sellemdir. (Seyyid Alizâde)

Nefhat-ül-Fer':

İsrâfil aleyhisselâmın, kıyâmetin kopacağına yakın, nasıl olduğu bizce bilinmeyen sûr'a

birinci defâ üflemesi.

Zamânın sonuna ulaştığı ve yeryüzünde kötülük yapılarak, her yerin, herkesin kötü olduğu

vakit, Allahü teâlâ, İsrâfil aleyhisselâma; "Ey İsrâfil! Sûr'a üfle!" buyurur. İsrâfil

aleyhisselâm, sûr'a üfler. Bu nefhat-ül-fer'de yeryüzüne zelzele, sarsıntı düşer. Anneler,

çocuklarına süt veremez olur. İnsanlar, sarhoş gibi olurlar. Kıyâmetin heybetinden ve Allahü

teâlânın azâbının şiddetinden böyle olurlar. Nitekim Allahü teâlâ bu hâlden haber veriyor:

"Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Şüphe yok ki, o kıyâmet sarsıntısı çok büyük bir

şeydir. Onu göreceğiniz gün her emzikli kadın emzirdiğinden geçer ve her yüklü kadın

çocuğunu doğurur. İnsanları da hep sarhoş görürsün. Hâlbuki sarhoş değildirler. Fakat

Allah'ın azâbı çok şiddetlidir." (Hac sûresi: 1,2) (Muhammed Rebhâmî)

NEFRET:

Tiksinmek, ürküp kaçmak.

Doğru yola kavuşan, hidâyete eren kimsenin nefsi gafletten kurtulup, namazın tadını

duymaya, ibâdetlerden zevk almaya başlar. Günâhlardan, haram olan şeylerden, kötü

huylardan nefret duyar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Halktan nefret etmek, insanların kabahatlerini saymakla başlar. Giderek bütün insanlığı

küçümsemeye kadar varır. Daha sonra normalin dışına mübâlağaya varan davranışlarıyla

eğriyi-doğruyu seçemez olur. (Ahmed Rıfat)

Büyük İslâm âlimlerini tanıyıp onları sevenler, haramlardan nefret ederler. (Seyyid

Abdülhakîm Arvâsî)

NEFS (Nefis):

1. Can.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Her nefs, ölümü tadıcıdır. (Âl-i İmrân sûresi: 185)

2. İnsanın kendisi, kişi, beden.

İnsan ben deyince, nefsini göstermektedir. (İmâm-ı Rabbânî)

3. Hakîkat, cevher, asıl, öz. İnsanda ve cinde şer, kötülük kuvveti. Şerîate yâni dîne

uymayan isteklerin kaynağı. Buna nefs-i emmâre de denir.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Cenâb-ı Hakk'ın huzûrundan korkup, nefsini (gayr-i meşrû) nefsânî arzularından

(hevâ ve isteklerden) men eden kimsenin varacakları yer muhakkak Cennet'tir. (Nâziât

sûresi: 40)

Nefsine düşmanlık et! Çünkü o, benim düşmanımdır. (Hadîs-i kudsî-Mektûbât-ı

Rabbânî)

Akıllılığın alâmeti; nefse gâlib ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları

hazırlamaktır. Ahmaklık alâmeti; nefse uyup, Allah'tan af, merhâmet beklemektir.

(Hadîs-i şerîf-Berîka)

Nefsini azîz eden dînini yıkar. Nefsini zelîl eden kimse dînini azîz eder. (Mücâhid bin

Cebr)

Nefsin yaratılması, insanların yaşaması, üremesi ve dünyâ için çalışmaları içindir. Allahü

teâlâ nefsi böyle nice faydalar için yarattı. Fakat bütün insanlara merhamet ederek, acıyarak,

nefse uymağı frenlemeleri, ona hâkim olup, zararlarını önlemeleri için insanlarda akıl da

yarattı. (Şerefeddîn Yahyâ Münîrî)

Nefse uymaktan kurtulmak, dünyâ nîmetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefs, Allahü teâlâ

ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür. (Ebû Bekr Tâmistânî)

Nefse, günâhlardan kaçmak, ibâdet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan

kaçman daha sevâbdır. (İmâm-ı Rabbânî)

"Yâ Rabbî! Nefsimi bana musallat kılma! Ona karşı beni yardımsız, yalnız bırakma!

Nefsim bana acımıyor. Bana sen merhamet eyle!

Ey nefsim! İsteklerini hiç unutmuyorsun. Fakat kulluk vazifelerini yapmaya hiç istekli

değilsin. Ey nefsim! Hesâba çekileceğin kıyâmet gününde hâlinin ne olacağından hiç

korkmuyorsun. Geçici olanı, ebedî ve sonsuz nîmetlere tercih ediyorsun.

Ey nefsim! Hiç amelin olmadan, çalışmadan âhirette rahata kavuşmak istersin. Uzun uzun

arzu ve isteklerin peşine düşüp, tövbeyi devamlı sonraya atıp geciktiriyorsun." (Avn bin

Abdullah)

Allah yolunda nefsi ile yürümek isteyen daha ilk adımında hatâ etmiş demektir. Nefsini

terkedip de ihlâs ile her şeyde Allahü teâlânın rızâsını düşünerek yola çıkarsa, Allahü teâlâ

ona kendisine kavuşturacak rehberi tanıtır. (Ali Müzeyyen)

Nefis düşmandır. Düşman sözüyle hareket etmek akıl işi değildir. (Ali Hâfız)

Mahlûkâtın en ahmağı nefstir. Çünkü dâimâ kendi aleyhine olan şeyleri ister. (Seyyid

Abdülhakîm Arvâsî)

Nefs Muhâsebesi:

İnsanın, dâimâ kötülük ve günâh işlemek istiyen nefsini hesâba çekip, kontrol etmesi ve

gerektiğinde onu cezâlandırması (Bkz. Muhâsebe)

Nefs-i Emmâre:

Kötülüğü emr eden nefs.

Nefs-i emmâre, hiç kimsenin emri altına girmeyip, herkese emretmek ister. Nefs-i

emmâreyi yıpratmak, azgınlığını önlemek için dîne uymaktan başka çâre yoktur. (Ahmed

Fârûkî Serhendî)

İnsanın bütün kötülükleri nefs-i emmârede toplanmıştır. Nefs-i emmâre hiç iyilik yapmak

istemez. Hep kötülük yapmak ister. Kendisine ve başkalarına zararlı olan şeyleri sever.

İnsanın dünyâ ve âhirette saâdete kavuşması için nefsine uymaması, onu zayıflatıp, zarar

yapmayacak hâle getirmesi lâzımdır. (Ahmed Fârûkî Serhendî)

Varlıklar içinde en câhil olanı insanın nefsidir. Çünkü, Nefs-i emmâre kendine düşmanlık

yapmaktadır. Hep kendini yok edici şeyleri istemektedir. Her isteği, Allahü teâlânın yasak

ettiği şeylerdir. Her işi, sâhibi olan ve bütün iyiliklerin sâhibi bulunan Allahü teâlâya karşı

gelmektir. Hep kendi can düşmanı olan şeytana uymaktadır. (Ahmed Fârûkî)

Nefs-i emmâre, şehveti ve gadâbı aşırı çalıştırdığı için, buna uymak insana tatlı gelir.

İslâmiyet'e uymak ise, bu arzuları frenlediği, tahdid ettiği için, insana acı, zor gelmektedir.

Bunun için insan, İslâmiyet'e uymak istemez. Nefse uymak ister. (Abdülazîz Dehlevî)

İnsanların nefs-i emmâresi; mevki sâhibi olmak, başa geçmek sevdâsındadır. Onun bütün

arzusu, şef olmak, herkesin kendisine boyun bükmesidir. Nefsin bu arzuları ilâh olmak,

mâbud olmak, herkesin kendisine tapınmasını istemektir. (İmâm-ı Rabbânî)

Peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi hep nefs-i emmârenin isteklerini

yok etmek içindir. Çünkü nefs-i emmâre, Allahü teâlâya düşmanlık etmektedir. Nefsin

isteklerini yok etmek ancak şerîate uymakla olur. (Ahmed Fârûkî)

Nefs-i Levvâme:

Kötü işlerden dolayı dâimâ kendini kınayan ve ayıplayan nefs.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Kıyâmet gününe ve nefs-i levvâmeye yemîn ederim ki, insan, kendisinin kemiklerini bir

araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? (Kıyâme sûresi: 1-3)

Bilmiş ol ki; en büyük düşmanın, seni kuşatan nefsindir. Hep kötülüğü emreder şekilde

yaratılmıştır. İşi, iyilikten uzaklaşıp fenâlığa meyletmektir. Onu tezkiye edip doğrultmak,

Rabbine ve Hâlıkına ibâdet için zincire vurmak, arzularından alıkoyup zevklerinden

uzaklaştırmakla me'mursun. Şâyet biraz ihmâl edersen azar ve bir daha önüne geçilmez hâl

alır. Durmadan onu uyarır, kınar ve levmedersen, o zaman nefs-i emmârelikten çıkar da

Allahü teâlânın kendisine yemin ettiği Nefs-i levvâme hâline döner. (İmâm-ı Gazâlî)

Nefs-i Mardiyye:

Kusurlarını bilen, kendisinden râzı olunan nefs. Rabbinin indinde, makbûl olan nefs.

Nefs-i mardiyyeye kavuşan kimse, verdiği her sözü yerine getirir. Adâletten ayrılmaz,

kerem sâhibidir (cömerttir). Herkese lâzım olan bilgileri anlayacağı derecede söyler.

(Erzurumlu İbrâhim Hakkı)

Nefs-i Mutmainne:

Îmân etmiş nefs. Allahü teâlâyı anmakla huzûra eren, İslâmiyet'in emirlerini yapmak

kendisine zor, ağır gelmeyen nefs.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Ey mutmainne olan nefs! Râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön. Seçilmiş

kullarım arasına karış ve Cennet'ime gir. (Fecr sûresi: 27-30)

Allah'ım! Sana kavuşmaya îmân eden, kazâna râzı olan ve verdiğine kanâat getiren

nefs-i mutmainne isterim. (Hadîs-i şerîf-Nesâih-ül-İbâd)

Nefs-i mutmainneye kavuşmuş olan insan sabırlıdır. Yumuşak ve güleryüzlüdür. Ayıbları

örter ve kusurları affeder. Allahü teâlâya tam teslim olmuştur. Çok ibâdet yapar. Cömerttir.

İslâm dîninin emirlerinden bir karış ayrılmaz. (Erzurumlu İbrâhim Hakkı)

Bir insan vilâyete kavuşup velî olunca nefs-i emmâresi nefs-i mutmainne olmuş,

küfürden, inkârdan kurtulup, Rabbinden râzı olmuştur. Rabbi de ondan râzıdır. Yaratılışında

bulunan kötülük, azgınlık yok olmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)

Nefs-i Mülhime:

Gerektiği zaman Allahü teâlâ tarafından kendisine hakîkatler ilhâm edilen, kötülüklerden

arınmış nefs.

Nefs-i mülhimeye kavuşmuş bir kimse, ilim, kanâat, tevâzu (alçak gönüllü olma), hüsn-i

zân (iyi düşünce) sâhibidir, sabırlıdır, tahammüllüdür. Özrü kabûl eder. Her türlü eziyetlere

katlanır. (Erzurumlu İbrâhim Hakkı)

Nefs-i Nâtıka:

İnsanı hep kötülük ve aşağılık işler yapmaya sürükleyen nefs. Nefs-i emmâre.

İnsanın bütün kötülükleri nefs-i nâtıkada toplanmıştır. Nefs-i nâtıka hiç iyilik yapmak

istemez. Hep kötülük yapmak ister. Kendisine ve başkalarına zararlı olan şeyleri ister.

(Ebü'l-Hüseyin)

Nefs-i nâtıkayı zaifletecek birinci ilâç, İslâmiyet'in emir ve yasaklarına uymaktır.

Haramların hepsi; dünyâ malına, mevkiine, zevklerine düşkün olmak, nefsin gıdâsıdır. Onu

besler, kuvvetlendirirler. (İmâm-ı Rabbânî)

Nefs-i Râdiye:

Rabbinden râzı ve hoşnûd olan nefs.

Nefs-i Râdiyeye kavuşan kimsenin duâsını Allahü teâlâ reddetmez. Fakat edeb ve

hayâsından bir şey isteyemeyen, Allahü teâlâ katında azîz ve kıymetlidir. (Erzurumlu İbrâhim

Hakkı)

Nefs-ül-Emr:

Hayâl, düşünce olmayan, zihnin hâricinde kendisi var olan, hakîkat.

NEFY VE İSBÂT ZİKRİ:

"Lâ ilâhe illallah" mübârek sözünü diyerek yapılan zikr (Lâ ilâhe) yâni Allahü teâlâdan

başka ilâh yoktur, nefy; (illallah) yâni Allahü teâlâ vardır demek de isbât ifâdeleriyle

belirtilmiştir.

Nefy ve isbât zikrini çok yapınız. Bu güzel kelimeyi tekrar ederken bütün dilek ve

düşüncelerinizi gönülden çıkarınız! Maksâdınız, dileğiniz ve sevdiğiniz birden fazla (Allahü

teâlâdan başka) olmasın. (İmâm-ı Rabbânî)

NEHÂR-I ŞER'Î:

İmsâktan, akşam namazının vaktinin girmesine kadar olan zaman.

Orucun farzı üçtür: 1)Niyyet etmek, 2)Niyyeti ilk ve son vakti arasında yapmak. 3) Fecr-i

sâdık yâni tan yeri ağarmasından, güneşin batmasına kadar olan zaman içinde yâni nehâr-ı

şer'î müddetince, orucu bozan şeylerden sakınmak. (Seâdet-i Ebediyye)

NEHY:

1. Yasak, yasak edilen şey.

Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Resûlümün getirdiği emirleri alınız, itâat ediniz! Nehy ettiği şeylerden sakınınız! (Haşr

sûresi: 7)

Dünyâda felâketlerden, âhirette Cehennem azâbından kurtulmak için iki şey lâzımdır:

Dînin emrettiği şeylere sarılmak, nehiylerinden sakınmak! Nehyedilen şeylerden sakınmak,

daha kıymetlidir. (İmâm-ı Rabbânî)

2. Kur'ân-ı kerîmde yapılması istenmeyen şeyleri bildiren kelâm-ı ilâhî (Allahü teâlânın

mübârek sözü).

Nehy-i Anil Münker:

Günahlardan ve kötülüklerden sakındırmak, alıkoymak.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Erkek ve kadın bütün mü'minler, birbirlerinin yardımcılarıdır: Emr-i mâruf nehy-i

anil münker yaparlar, namazı gereği üzre kılarlar, zekâtı verirler, Allah'a ve Resûlüne

itâat ederler. İşte bunları muhakkak sûrette Allah rahmetiyle bağışlayacaktır...(Tevbe

sûresi: 71)

Aç kimseleri doyur, susuz olana su ver, emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yap; buna

gücün yetmezse hayırlı, güzel olmayan sözlerden dilini koru!" (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb

vet-Terhîb)

Mü'min kardeşine nehy-i anil münker yapan kimse; yumuşak, tatlı ve güzel bir ifâde ile

anlatarak söylemeli, sert, ağır sözlerde bulunmamalıdır. (Abdülkâdir-i Geylânî)

Nehy-i Gayr-i İktizâî:

Mekruhlar. (Bkz. Mekruh)

Nehy-i İktizâî:

Haramlar. (Bkz. Haram)

NEKÂBET:

Yapılan satış sözleşmesinden dönmek, vazgeçmek.

Bir bâyi' (satıcı), alış-veriş ettiği kimsenin, bundan vazgeçmesi hâlinde nekâbet etmesi,

ticârette ihsân olur. Çünkü Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bir kimse,

karşısındaki pişmân olunca, bey'i fesheder, geri alırsa, Allahü teâlâ onun günâhlarını

affeder." Nekâbet, vâcib değildir. Fakat çok sevâbdır ve ihsân etmektir. (İbn-i Âbidîn)

NEKİR:

Kabirde suâl soran meleklerden biri. (Bkz. Münker ve Nekir)

Kabre konan meyyit (ölü), Münker ve Nekir meleklerinin sorularına doğru cevâb verince,

onlar (melekler); "Doğru söyledi, bizim elimizden kurtuldu" derler. Bu kimsenin kabri nûr ile

dolar. Cennet kokuları gelir. Kıyâmete kadar neş'eli ve sevinçli olur. (İmâm-ı Gazâlî)

NEMÂ:

Malın artması, çoğalması. Ziyâdeleşen mala nâmî denir.

Zekâtı verilecek malda aranan şartlardan birisi de nemâ bulmasıdır. (Kâşânî, Serahsî)

NEMAZ (Namaz):

İslâm dîninin beş şartından biri.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

Belli zamanlarda namaz kılmak, mü'minlere farz oldu. (Nisâ sûresi: 102)

Namaz dînin direğidir. Namaz kılan kimse, dînini kuvvetlendirir. Namaz kılmayan,

elbette dînini yıkar. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

Allahü teâlâ, her gün beş defâ namaz kılmağı emr etti. Güzel abdest alıp, bu beş

namazı vakitlerinde kılan ve rükû' ve secdelerini iyi yapanları, Allahü teâlâ af ve mağfiret

eder. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

Allahü teâlâ, kullarına her gün beş kerre namaz kılmağı farz etti. Bir kimse, güzel

abdest alıp, namazını doğru kılarsa, kıyâmet günü yüzü, on dördüncü ay gibi parlar ve

Sırât köprüsünü şimşek gibi geçer. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

Allahü teâlâ kulları üzerine beş vakit namazı farz kılmıştır. Namaz için güzel abdest

alıp namazın rükû' ve secdelerini tamam edenler, namazda huşû'a ehemmiyet verenler ve

her bulundukları yerde namazı bırakmayıp kılanların yüzleri yarın kıyâmet gününde ayın

on dördüncü gecesi gibi parlar. Sırat köprüsünden şimşek gibi geçerler. (Hadîs-i

şerîf-İhyâ)

Her namaz vakti geldikte melekler nidâ ederler ki: "Ey Âdem oğulları kalkınız ve

nefsiniz için yakılmış olan ateşi namaz ile söndürünüz! (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

İyi biliniz ki, namaz dînin direğidir. Namaz kılan bir insan, dînini doğrultmuş olur. Namaz

kılmayanın dîni yıkılır. Namazları, müstehâb zamanlarında ve şartlarına ve edeblerine uygun

olarak kılmalıdır. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)

Namaza mâni olan, güçlük çıkaran vazîfede bereket olmaz. Namaza elverişli olan

vazîfelerde bereket vardır. (İmâm-ı Gazâlî)

Âkıl ve bâliğ olan her müslümanın her gün beş vakitte namaz kılması farzdır. Kimse,

kimsenin yerine namaz kılamaz. Bir kimse, kıldığı namazın ve başka ibâdetlerin sevâbını

başkalarına hediye edebilir. (Muhammed Zihni)

Ey oğlum! Namazı dosdoğru kıl. Şartlarına, rükünlerine, edeblerine riâyet ederek kıl.

Çünkü namaz, dînin direğidir ve Allahü teâlâya münâcâttır (yakarıştır). Namaz insanı

günahtan alıkoyup, kemâle (olgunluğa) kavuşturur. (Lokman Hakîm)

İlim, mârifet dolu sözlerimin hiç faydası olmadı. Bir gece yarısı kıldığım iki rekat namaz

imdâdıma yetişti. (Cüneyd-i Bağdâdî)

Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın!

(Abdülhakîm Arvâsî)

Bir vakit namazımı kaybetmektense dünyâları kaybetmeyi tercih ederim. (Abdülhakîm-i

Arvâsî)

NEMÎME:

Koğuculuk, müslümanlar arasında fitne çıkarmak, ara bozmak için söz taşıma. (Bkz.

Nemmâm)

Hased, nemîme ve kehânet sâhibleri benden değildir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Yalan söylemek, iftirâ etmek ve nemîme her dinde haram idi. Cezâları çok ağırdır.

(İmâm-ı Rabbânî)

Yalan, gıybet, nemîme ve yalan yere yemin gibi şeyler orucu bozmazlar. Ancak sevâbını

giderirler. (Kutbüddîn İznikî)

NEML SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin yirmi yedinci sûresi.

Neml sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Doksan üç âyet-i kerîmedir. On sekizinci

âyetinde Süleymân aleyhisselâmın ordusuna yol veren karıncalardan bahs (söz) edildiği için

sûreye, Neml denilmiştir. Neml karınca demektir. Sûrede; hazret-i Mûsâ, Dâvûd, Süleymân,

Sâlih ve Lût aleyhimüsselâmın kıssaları, kıyâmet alâmetleri bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs,

Râzî, Kurtubî)

Allahü teâlâ Neml sûresinde meâlen buyuruyor ki:

(Ey Resûlüm!) de ki: Göklerde ve yerde olan kimse gaybı bilmez. Ancak Allah bilir.

(Âyet: 65)

Kim Neml sûresini okursa, Süleymân aleyhisselâmı tasdîk eden ve yalanlayanların

adedinin on katı sevâb kazanır. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

NEMMÂM:

Söz taşıyan, koğuculuk yapan. Duyulması istenmeyen bir sözü başkalarına götürüp

söyleyen.

Nemmâm Cennet'e giremez. (Hadîs-i şerîf-Tebyîn-ül-Mehârim)

Size en fenânızı haber vereyim. Nemmâmlık edenler, aranızı bozanlar ve insanları

birbirine düşürenlerdir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

Şunu iyi bil ki; sana birisi hakkında nemmâmlık eden, senin hakkında da başkasına

nemmâmlık eder. (Hasan-ı Basrî)

Nemmâm, sihir yapan büyücüden daha kötüdür. Çünkü büyücünün bir ayda yapamadığını

nemmâm bir anda yapar. (Yahyâ bin Eksem)

Kabir azâbı en çok dünyâda üstüne idrâr sıçratanlara ve müslümanlar arasında

nemmâmlık yapanlara olacaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

Nemmâmı dinleyen kimse, onu tasdik etmemelidir. Zîrâ nemmâmın İslâm'da şehâdeti

kabûl edilmez. İkinci olarak Nemmâmı nemmâmlık yapmaktan men etmelidir. Zîrâ münkiri

nehy vâcibdir. Üçüncü olarak nemmâmlık edilen şahsa nemîme sebebiyle sûizan etmemelidir.

Zîrâ müslümana sûizan haramdır. Dördüncü olarak nemmâmın haber verdiği şeyi tecessüs

etmemeli araştırmamalıdır. Zîrâ tecessüs haramdır. Beşinci olarak nemmâmın haber verdiğini

nemmâm gibi başka bir kimseye ihbâr etmemelidir. (M. Ma'sûm Fârûkî)

Nemmâmın sözünü dinlemek, nemmâmlıktan daha kötüdür. Zîrâ gıybete yol açmaktır.

(Mus'ab bin Züheyr)

NESÂİK:

Kesilen kurbanlar. Nesîke kelimesinin çoğuludur.

Kurbanlarınızı büyük yapınız. Yâhut yağlı yapınız. Muhakkak ki nesâik, sırât üzerinde

sizin binekleriniz olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Riyâdünnâsihîn)

NESEB:

Soy, şecere. Çocuğu ana ve babaya bağlayan kan bağı. Ekseriya baba yönünden olan

yakınlık için kullanılır. Babalar ve yukarıya doğru büyük babalar ile oğullar ve aşağıya doğru

oğullar arasındaki alâkaya amûdî yakınlık; erkek kardeşler ile bunların oğulları ve amca

oğulları arasındaki alâkaya ufkî yakınlık denir.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

Hem o Allah'tır ki, o (hakir) sudan bir insan yaratıp onu neseb ve sıhriyyet (evlilikle

olan hısımlık) akrabâlıklarına ayırdı. Rabbinin her şeye gücü yeter. (Furkân sûresi: 54)

Peygamber efendimizin nesebi hazret-i İbrâhim'in oğlu hazret-i İsmâil'e müntehîdir

(ulaşır). (İbn-i Hişâm)

Kibrin başlıca yedi sebebi vardır. İlim, ibâdet, neseb, cemâl (güzellik), kuvvet, mal ve

mevki. Bu sıfatlar câhillerde bulununca kibre sebeb olur. (M. Hâdimî)

İnsanın şerefi (kıymeti, üstünlüğü) ilim ve edeb iledir; mal ve neseb ile değildir.

(Muhammed Ma'sûm)

NESH:

Emir ve yasaklarla ilgili şer'î (dînî) bir hükmün, ondan sonra gelen şer'î bir delîl (hüküm)

ile kaldırılması, yürürlülük zamânının sona erdiğinin haber verilmesi, açıklanması. Hükmü

kaldırılan delîle, nâsih; kaldırılan hükme mensûh denir.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevvereye hicret ettikten

sonra bir müddet Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya yönelerek namaz kılmışlardı. Bu, Resûlullah'ın

fiilî (işle ilgili) bir sünneti idi. Sonra bu sünnet, "(Ey Muhammed sallallahü aleyhi ve

sellem!) Senin, yüzünü göğe doğru çevirdiğini görüyoruz. Bunun için seni hoşnud

olduğun kıbleye çevireceğiz. Şimdi, yüzünü (Mekke-i mükerremedeki) Mescid-i haram

(Kâbe) tarafına çevir. Nerede bulunursanız bulunun yüzünüzü o mescid tarafına çevirin."

meâlindeki Bekara sûresinin yüz kırk dördüncü âyet-i kerîmesi ile nesh edilmiştir. (Fahreddîn

Râzî)

Muhammed aleyhisselâm peygamberlerin aleyhimüsselâm sonuncusudur. O'nun dîni

bütün dinleri nesh etmiştir. O'nun kitâbı, geçmiş kitabların en iyisidir. Önceki şerîatlerin (hak

dinlerin) hepsini kendinde toplamıştır. O'nun şerîatı kıyâmete kadar bâkidir (devâm

edecektir). Kimse tarafından değiştirilmiyecektir. Îsâ aleyhisselâm gökten inecek, O'nun

şerîati (dîni) ile amel edecek, yâni O'nun ümmeti olacaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

Nesh, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hayatta iken olur. Nesh, kıssalarda

ve haberlerde olmaz. Fen bilgilerinde ve hesab ile bulunan bilgilerde de olmaz. Yalnız emir

ve yasaklarda olur. Neshin şartı, nâsihin (hükmü kaldıranın) ya kitab (Kur'ân-ı kerîm) veya

sünnet olması lâzımdır. İcmâ ile kıyâs, nâsih ve mensûh olamaz. Hanefîlere göre kitab kitab

ile, sünnet sünnet ile, sünnet, kitab ile, kitab da mütevâtir veya meşhûr sünnet ile nesh edilmiş

olabilir. (İbn-i Âbidîn)

Bir hükmün nâsih veya mensûh olduğu ya Peygamber efendimizin bildirmesi ile veya

Eshâb-ı kirâmın açıkça bildirmesi ile veya iki müteâriz (birbirine aykırı) delîlin (âyet-i

kerîmenin) nüzûl (inmesi) veya hadîs-i şerîflerde vürûd (gelme, buyrulma) târihleri ile veya

hakkında icmâ vukû bulması ile bilinir. İctihâd ile bilinmez. (Molla Hüsrev, Hâdimî)

Allahü teâlâ kulları hakkında dilediği gibi tasarruf edebilir; kullarını bir zaman bir hükme,

başka bir zaman da başka bir hükme tâbi tutabilir. Buna kimse îtirâz edemez. Allahü teâlâ,

hikmet sâhibi ve kullarına çok merhâmetli olduğu için, kullarının fâideleri için bâzı

hükümleri nesh edebilir. Zamânın değişmesi ile insanların maslahatları, faydalarına olan

şeyler değişebileceği için, bâzı hükümlerde neshin meydana gelmesi aklen câizdir,

mümkündür. Bu durum naklen de mümkündür ve olmuştur da. Nitekim, Âdem aleyhisselâm

zamânında kız kardeşle evlenmek câiz iken, ondan sonra gelen şerîatlerde (hak dinlerde) bu

husus nesh edilmiştir. Yine Yâkûb aleyhisselâm zamânında iki kız kardeşi bir erkeğin alması

câiz iken, İslâmiyet bunu nesh etmiştir. (Fahreddîn Râzî, İmâm-ı Süyûtî)

NESÎ:

Yer değiştirmek, geri bırakmak; Eşhur-ül-hurum (haram aylar) denilen ayları değiştirmek,

geri almak.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Nesî, küfürde ziyâde olmaktır. Kâfirler bununla aldatılır. Bir ayı helâl sayarlar. Başka

sene ise, bu ayı haram sayarlar. (Tevbe sûresi: 38)

İslâmiyet'in ilk zamanlarında ve İslâmiyet'ten evvel, kamerî sene aylarından Recep,

Zilkâ'de, Zilhicce ve Muharrem aylarında harp etmek haram idi. İslâmiyet'ten evvel, Arablar

Receb veya Muharrem aylarında harp edebilmek için, ayların yerini değiştirir, ileri veya geri

alırlardı. Peygamber efendimiz Vedâ hutbesinde nesînin kalmadığı husûsunda; "Ey

Eshâbım! Haccı tam zamânında yapıyoruz. Ayların sırası, Allahü teâlânın yarattığı

zamandaki gibidir" buyurdu. (Ali Cürcânî, Halebî)

NESTÛRİYYE:

Hıristiyanlıktaki fırkalardan biri.

Nestorius, hıristiyanlığın Nestûriyye fırkasını kurdu. Mîlâdın 428. yılında Kostantiniyye

(İstanbul) patriği oldu. İstanbul'da yapılan toplantıda bunun kitabı incelendi, kabûl edildi.

Nestûriyyeye göre Allah birdir. Allahü teâlânın vücûd, hayât ve ilim sıfatlarından ilm uknumu

(kelimesi) hazret-i Îsâ'ya hulûl etmiş (girmiş), ilâh olmuştur. Hazret-i Meryem ilâh anası

değil, insan anasıdır. Hazret-i Îsâ Allah'ın oğludur. (Peygamberler Târihi Ansiklopedisi)

Nestûriyye fırkasının fikirleri şark (doğu) memleketlerinde yayıldı. Mîlâdî 431 yılında

Efesus (Efes)'ta kurulan dördüncü papas meclisi, Nestûriyye fırkasının kurucusu olan

Nestorius'un fikirlerini red etti ve Nestorius'u tekfir etti (îmânsız olduğunu kabûl etti). Mısır'a

giden Nestorius, M. 439'da orada öldü. (İbrâhim Fasîh)

NEŞR:

1.Âhirette, ölülerin diriltilip, hesâbları görüldükten sonra, cennetliklerin Cennet'e ve

cehennemliklerin Cehennem'e dağılmaları. (Bkz. Haşr)

Resûlullah efendimizin; kabir ve kıyâmet hâllerinden, haşrdan (ölülerin kabirlerinden

kalktıktan sonra, Arasât meydanında toplanmasından) ve neşrden, Cennet'ten ve

Cehennem'den haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Âhirete (öldükten sonraki âleme)

inanmak, Allahü teâlâya inanmak gibi, îmânın şartıdır. Âhireti inkâr edenin, Allahü teâlâyı

inkâr etmiş gibi îmânı gider. (Ahmed Fârûkî)

Bütün peygamberlerin dinlerinin aslı, temeli birdir. Başka başka değildir. Hep aynı şeyi

söylemişlerdir. Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları, haşr (mezardan kalkınca, Arasât meydanında

toplanmak) ve neşr, peygamberler ve melek gönderilmesi ve melekle kitâb gönderilmesi,

Cennet'in sonsuz nîmetleri ve Cehennem'in sonsuz azâbları ile ilgili söyledikleri hep aynıdır.

Sözleri birbirine uygundur. (Ahmed Fârûkî)

2.Yayma, dağıtma.

Bir kimseden iyilik gören, onu neşretsin. Böyle yaparsa şükrânda bulunmuş olur.

Aksine gizlemeğe çalışırsa, nankörlük etmiş olur. (Hadîs-i şerîf-Edeb-üd-Dünyâ ved-Dîn)

Bid'atler (dinde sonradan çıkan yenilikler) yayılıp, sünnetler terk edildiği zamanda, İslâm

ilimlerinin tahsîli (öğrenilmesi) ve neşri, en mühim işlerdendir ve Muhammed aleyhisselâmın

sünnetini (dînini) yaymak en önemli maksaddandır. (Muhammed Ma'sûm)

Ortaçağda Endülüs'te ortaya çıkan parlak medeniyyet, Endülüs'ün dışına taşarak,

Avrupa'ya yayıldı. Endülüs'teki medeniyyeti gören kâbiliyetli bâzı Avrupalılar ortaya çıktı.

İslâm âlimlerinin kitâblarını, Avrupa lisanlarına tercüme ettiler. Bunların tercüme ederek neşr

ettikleri kitablar sâyesinde, Avrupa halkı cehâlet (bilgisizlik) uykusundan uyanmağa başladı.

(Harputlu İshâk Efendi)

NEÛZÜ BİLLAH:

"Allahü teâlâya sığınırız" mânâsına, tehlikeli hâllerden ve îmânı gideren şeylerden

sakınma ve korkma mânâsını ifâde eden bir söz.

Bir kimse, İslâm'ın beş şartından birini inkâr ederse, yâni inanmaz, kabûl etmezse, yâhut

alay eder, saygı göstermezse neûzü billah îmânı gider. (M. Hâlid-i Bağdâdî)

NEVÂDİR HABERLER:

Hanefî mezhebi imâmlarından İmâm-ı Muhammed'in (El-Keysâniyyât), (El-Hârûniyyât),

(El-Cürcâniyyât), (Er-Rukıyyât) adındaki kitablarıyla bildirilen din bilgileri, haberler.

Nevâdir haberler açıkça ve sağlam gelmiş olmadığından, bu haberlere zâhir olmayan

haberler de denir. Hanefî mezhebinin bilgileri üç yoldan gelmiştir. 1)Usûl zâhir (açık)

haberler, 2)Nevâdir haberler, 3) Vâkı'ât haberleri (İmâm-ı a'zâm, İmâm-ı Muhammed ve

İmâm-ı Ebû Yûsuf'un talebelerinden ve talebelerinin talebelerinden gelen bilgiler. (İbn-i

Âbidîn)

NEVRÛZ GÜNÜ:

Mecûsîlerin (ateşe tapanların) Martın yirmi birinde kutladıkları mecûsî bayramı.

Nevrûz günü, mecûsîlerin bayramıdır. O gün mecûsîlerin yanına gidip, onların yaptıklarını

yapmak küfürdür (dinden çıkmaktır). O gün bayram yapan müslümanların îmânı gider de

haberi olmaz. (Dâmâd, İbn-i Nüceym)

Nevrûz gününü bayram îlân eden, Cemşid adında eski bir İran pâdişâhıdır. Cemşid İran'da

ilk hükûmet kuran Pişdâd oğullarının dördüncü hükümdârı olup, Şehnâme'ye göre yedi yüz

sene saltanat sürmüştü. Beş yüz yıl İran'da kimse hasta olmamış, bunun için milleti kendine

taptırmıştır. Mart'ın yirmi birinci günü tahta çıktığı için, bu günü, nevrûz diyerek, yılbaşı ve

dînî bayram yapmıştır. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

Nevrûz veya mihrican (Eylül'ün yirmi üçüncü) günlerinde bunların isimlerini söyleyerek

hediyye vermek haramdır. Bu günleri bayram bilerek bir şeyi vermek küfr (dinden çıkmak)

olur. (Alâüddîn Haskefî)

NEY:

1. Kamıştan yapılan içi boş bir çalgı âleti.

Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş. Evliyânın büyüklerinden olan Celâleddîn-i Rûmî (kuddise

sirruh) ney ve başka hiçbir çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks, dans etmedi. (Âbidîn

Paşa)

Abdullah bin Ömer (radıyallahü anhümâ) ile berâber gidiyorduk. Ney sesi işittik.

Abdullah, kulaklarını parmakları ile kapattı. Oradan hızla uzaklaştık. "Ney sesi işitiliyor mu?"

dedi. "Hayır işitilmiyor" dedim.Parmaklarını kulaklarından çekti ve "Resûlullah (sallallahü

aleyhi ve sellem) de böyle yapmıştı" dedi. (Nâfi)

2. İnsan-ı kâmil, İslâm dîninde yetişen kâmil yüksek insan.

Mesnevîde geçen ney kelimesi, insan-ı kâmil mânâsındadır. Bu benzetmede bâzı

hikmetler mevcuttur. Meselâ neyin sesi kendiliğinden çıkmadığı gibi, kâmil insanın

hareketleri ve sözleri de hep Allahü teâlânın ilhâmı iledir. İnsan-ı kâmilin hikmet dolu

sözlerini işitip, dinleyenler kalblerini dünyâya bağlamaktan kurtarırlar ve ilâhî aşkları artar.

Ney'in görünüşü dosdoğrudur. Kâmil insan olan Allah adamlarının da her hâli dosdoğru, ve

güzel huylar sâhibidir ve Allahü teâlânın ihsânlarına kavuşmuştur. İhsânlarla donatılmıştır.

(Âbidîn Paşa)

Dinle neyden nasıl anlatıyor

Ayrılıklardan şikâyet ediyor.

(Mevlânâ Celâleddîn Rûmî)

NEZR:

Adak yâni bir isteğin yerine gelmesi ve bir korkunun giderilmesi için, farz veya vâcib olan

bir ibâdete benzeyen ve başlı başına ibâdet olan bir işi yapacağına dâir Allahü teâlâya söz

verme. Mutlak ve muayyen olmak üzere iki kısımdır.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

Nezirlerini yerine getirsinler. (Hac sûresi: 29)

Kim tâat (ibâdet) olan bir şeyi nezr ederse, onu yapsın. Günâh olan bir şeyi nezrederse

onu yapmasın. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

Namaz, oruç, hacca gitmek ve başka ibâdetler nezr olunur. Nezr, ibâdettir. Nezrin yerine

getirilmesini İslâmiyet emretmektedir. Getirilmezse günâh olur. (İbn-i Âbidîn)

Talakta (boşanmakta), nikâhta ve nezrde niyetsiz, düşünmeden söylemek ciddî istiyerek

söylemek gibidir. Nezrin yerine getirilmesi vâcibtir. (İbn-i Âbidîn)

Fakir olsun, zengin olsun, nezr eden, nezr edilerek kesilen hayvanın etinden yiyemez.

Zekât vermesi câiz olmayanlara yediremez. Yedirirse, yenilen etin kıymetini fakirlere sadaka

olarak verir. (Alâüddîn-i Haskefî)

Hayvan kesmeği nezr ederken, kurban denirse, Kurban bayramında kesmesi lâzım olur.

(İbn-i Âbidîn)

Nezr Kurbanı:

Allah rızâsı için, bir koyun veya şu koyunu kurban etmek adağım olsun diyen zengin veya

fakir kimsenin Kurban bayramında kesmesi gereken kurban.

Nezr kurbanının belli üç günde yâni Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü

günlerinde kesilmesi lâzımdır (vâcibtir). Bu günler gelmeden önce kesilirse, Kurban değildir

ve nezr yerine getirilmiş olmaz. Nezir kurbanı belli üç günde kesilmedi ise, altın ve gümüş

olarak değeri veya diri olarak kendisi fakirlere verilir. (İbn-i Âbidîn)

Nezr-i Muayyen:

Hastam iyi olursa, Allah için şu kadar sadaka vermek ve sevâbını falan velîye bağışlamak

adağım olsun diye bir şarta bağlanarak yapılan adak.

İstenilen şart meydana gelince, nezri yerine getirmek lâzım olur. Nezr-i muayyen, şart

edilen şeye karşılık olarak yapılmamalı Allahü teâlâya şükür olarak yapılmalıdır. (Alâüddîn-i

Haskefî)

Nezr-i muayyende adak niyet ederken; Yâ Rabbî! Hastamı iyi edersen, falan velînin

türbesi yanındaki fakirlere şu parayı senin için adak ettim. Sadaka sevâbını da bu velînin

rûhuna bağışladım, demelidir. Fakirlere sadaka edilmeyen mal, adak değildir. (Alâüddîn-i

Haskefî)

Nezr-i Mutlak:

Şarta bağlı olmadan yapılan adak.

Allahü teâlâ için bir sene oruç tutacağım demek Nezr-i mutlak olup bunu söylerken kasd

(niyet) etmese söz arasında dilinden çıkmış olsa bile yapması vâcibdir. (Alâüddîn-i Haskefî)

NISF:

Yarım, yarı. İslâm mîrâs hukûkunda eshâb-ı ferâiz adı verilen yâni Kur'ân-ı kerîmde

payları bildirilenlerden bâzı kimselere verilen yarım hisse.

Meyyitin (ölen kişinin) oğlu yok ise, kızı mîrâsın nısfını alır. (M. Mevkûfâtî)

Nısf-ül-Leyl:

Gece yarısı yâni Akşam namazının girişi ile, sabah namazının girişi arasındaki vaktin

ortası.

Yatsı namazını nısf-ül-leylden sonra kılmak ve böylece gece namazı sevâbını da

düşünmek çok yanlıştır. Çünkü dört hak mezhebden biri olan Hanefî mezhebindeki imâmlara

(derin âlimlere) göre yatsı namazını nısf-ül-leylden sonra kılmak mekrûhtur. (Ahmed Fârûkî)

Nısf-ün-Nehâr:

Gün ortası.

Gölge nısf-ün-nehâr hattından ayrılınca, öğle namazının vakti başlar. (İbn-i Âbidîn)

Güneş doğarken, batarken ve nısf-ün-nehârda kılınmaya başlanan namazlar sahîh olmaz.

Öğle vaktinden önceki yirmi dakika, kerâhet yâni namaz kılmanın haram olduğu vakittir.

(İbn-i Âbidîn)

NİFÂK:

1. Münâfıklık; kalbiyle, îmân etmediği hâlde inanmış görünmek; için dışa uymaması,

kâfir. (Bkz. Münâfıklık)

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Bedevîler, küfür ve nifak bakımından hem daha beter, hem de Allahü teâlânın

Resûlüne indirdiği sınırları tanımamaya daha lâyıktır (onlar buna daha müsâittirler).

Allahü teâlâ, alîmdir, hakîmdir. (Tevbe sûresi: 97)

Kalbinde küfür olan kimsenin mü'min olduğunu söylemesi, dinde nifâk olur. Kalbinde

düşmanlık olup, dostluk göstermek dünyâ nifâkı olur. Küfrün en kötüsü, dinde nifâk

yapmaktır. (Muhammed Hâdimî)

2. Dışı içine uymayan, iki yüzlü.

Suyun buzu eritmesi gibi nifâk da kalbi eritir. (Hadîs-i şerîf-Tebyîn-ül-Mehârîm)

Nifâk sâhiblerinde bulunan günâhlar bildirilmiş olsa idi, yeryüzünde basacak yer

kalmazdı. (Hasen-i Basrî)

NİFÂS:

Lohusalık hâli. Kadınların doğumdan sonraki özür hâlleri.

Elleri, ayakları, başı belli olan düşükte gelen kan da nifâstır. Nifâs zamânının azı yoktur.

Kan kesildiği zaman, gusül edip namaza başlar. En çok zamânı Hanefî mezhebine göre kırk

gündür. Kırk gün tamam olunca, kan kesilmese de gusl edip namaza başlar. (İbn-i Âbidîn)

Nifâs günlerinde namaz, oruç, câmi içine girmek, Kur'ân-ı kerîm okumak ve tutmak,

Kâbe'yi tavâf, cimâ' haram olur. Oruçları kazâ eder, namazları kazâ etmez. (İbn-i Âbidîn)

NİGÂHDÂŞT:

Kalbde yalnız Allahü teâlâyı anıp, O'ndan başka her şeyi unutma hâlinin devâmını

muhâfaza.

Nigâhdâşt, bir sâlike (tasavvuf yolundaki kimseye) bir saat veya iki saat veya daha çok

müyesser (nasîb) olduğu taktirde artık mâsivâ (Allahü teâlâdan başka şeyleri) onun hatırına,

düşüncesine yol bulamaz. (Seyyid Abdülhakîm)

NİKÂH:

Evlilik için yapılan akit, sözleşme. Evlenecek müslüman bir erkek ile kadının şâhidler

huzûrunda ben seni zevceliğe (hanımlığa) aldım, diğerinin de kabûl ettim demesi.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

(Size) helâl olan kadınlardan nikâh ediniz. (Nisâ sûresi: 3)

Nikâh yapmak benim sünnetimdir. Sünnetimden yüz çeviren benden değildir. (Hadîs-i

şerîf-Menâhic-ül-İbâd)

Nikâhlanın, çoğalın! Kıyâmet günü, ümmetlere karşı sizinle övüneceğim. (Hadîs-i

şerîf-İhyâ)

Nikâhtan önce kızı görmek sünnettir ve iyi geçinmeyi sağlar. (Saîdeddîn Fergânî)

Âdem aleyhisselâmdan beri bütün ümmetlerdeki evlenmelerde nikâh yapılması devâm

etmiş, kaldırılmamıştır. Her ibâdet gibi nikâhın da sahîh olması için, nikâh yapılırken niyet

etmek lâzımdır. Yâni nikâhlanacakların, Allahü teâlânın emri ile Peygamberimizin sünnetine

uyarak nikâh yapıyorum diyerek kalblerinden geçirmelidirler. (Süleymân bin Cezâ ve

Saîdeddîn Fergânî)

Nikâhsız evlenmek haramdır. Nikâh lâzım olduğuna ehemmiyet (önem) vermiyenin îmânı

gider. (Abdullah-ı Mûsulî)

Âkıl ve bâliğ (ergenlik çağına gelmiş) bir kız ile oğlanı nikâh ettiklerinde, kendilerine

îmânın şartları sorulduğunda bilemeseler, bunların nikâhı geçerli olmaz. Çünkü bunlar îmânı

bilmediklerinden müslüman olmazlar. (İbn-i Âbidîn)

Nikâh-ı Müt'a:

Şâhidsiz olarak, bir kadınla belli para verip, belli zaman için berâber yaşamağı sözleşmek.

(Bkz. Müt'a Nikâhı)

Nikâh-ı müt'a, Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheblerinde haramdır. (Abdülvehhâb-ı

Şa'rânî)

NİKÂR:

Tasavvuf yolunda ilerliyenlerin birbirlerine emr-i ma'rûf nehy-i anil-münker yapmaları

yâni Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmeleri.

Tasavvuf ehli arasında nikâr kalkınca bunlarda hayır kalmaz. (Ebü'l-Hasen Ali bin

Muhammed Müzeyyen)

Nİ'MET (Nîmet):

İyilik, rızık, saâdet.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Her nîmetin şükründen muhakkak sorulacaksınız. (Tekâsür sûresi: 8)

Allahü teâlâ bir kulunu nîmetlendirirse, o nîmetinin eserini kulunun üzerinde görmek

ister. (Hadîs-i şerîf-Kenz-ül-Ummâl)

Bir müslüman üç şeyde bulunursa, Allahü teâlâ onu muhâfaza ve himâye eder, onu

sever, merhamet eder. Nîmete şükr etmek, zâlimi affetmek, gadaba gelince gadabını

yenmek. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Çoğunlukla bolluk ve nîmetler içinde bulunanlar, bu nîmet gitmedikçe, bunun kıymetini

ve değerini anlayamazlar. (Ali Havvâs Berlîsî)

Nîmetlerin başı üç nîmettir. Birincisi bütün iyilikleri içine alan İslâm nîmetidir. İkincisi

hayâta tad veren sıhhat ve âfiyet nîmetidir. Üçüncüsü insana faydalı olan (azdırmayan)

zenginliktir. (Ebû Yûsuf)

Bir kimsenin saçının sakalının siyahlığını îmân ile ve ibâdetler ile ağartması ne büyük

nîmettir.

Nîmet ne kadar çok ise şükür etmek lüzumu da çok olur. Zenginlerin zenginlik derecesine

göre fakirlerden daha çok şükür etmesi lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Sıkıntılara sabretmeyen kimsede rızâ yoktur. Nîmetlere şükretmeyen kimsede kemâl

(olgunluk, yükseklik) yoktur. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ârifler (Allah adamları, Allahü

teâlânın sevdikleri) Allahü teâlâya muhabbet, takdîrine rızâ (Allah'tan gelenleri hoş

karşılayarak) ve O'nun nîmetlerine şükür ederek maksada kavuşmuşlardır. (Ebû Ali Sakafî)

Nîmetlerin en iyisi çalışarak kazanılandır. (Ebü'l-Hasen-i Harkânî)

Her nîmet bir külfet (zorluk) karşılığıdır. (Atasözü)

NİSÂ SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin dördüncü sûresi.

Nisâ sûresi, Medîne'de nâzil oldu (indi). Yüz yetmiş altı âyet-i kerîmedir. Nisâ, kadınlar

demektir. Sûrede; toplum içinde kadınların hukûkî ve ictimâî yer ve değerlerinden

bahsedildiği için, Sûret-ün-Nisâ denilmiştir. Sûrede; İslâmiyet'te âile, kadın ve kadın hakları,

müşrikler ve ehl-i kitâbın sapık inançları, savaş yüzünden babalarını kaybeden yetimlerle

dulların hukûku ve mîrâs hükümleri bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Kurtubî)

Allahü teâlâ Nisâ sûresinde meâlen buyuruyor ki:

Ey insan! Sana gelen her iyilik, Allahü teâlânın ihsânı ve nîmeti olarak gelmektedir.

Her dert ve belâ da kötülüklerine karşılık olarak gelmektedir. Hepsini yaratan ve

gönderen Allahü teâlâdır. (Âyet: 78)

Ey îmân edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir. Apaçık bir

edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğiniz mehrin bir kısmını ele geçirmeniz için de

kadınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (biliniz ki)

Allah'ın, hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz. (Âyet:

19)

NİSÂB:

Dinde zenginlik ölçüsü. İslâm dîninde, zenginlik ile fakirlik arasındaki maddî sınır.

Altının nisâbı (Hanefî mezhebinde)yirmi miskal (96 gram)dır. (Kâşânî)

Zekât vermenin farz olması için, zekât malının nisâb miktârı olduktan îtibâren bir hicrî

sene sonra da mülkünde bulunması lâzımdır. (Kâşânî)

Ödünç alma karşılığı olan borçlar ve zekât vermek farz olduğu günden önce ödeme

zamânı gelmiş olan müeccel (taksitli) kul borçları nisâb hesâbına katılmaz. (İbn-i Âbidîn)

Yiyecek, içecek, giyecek ve barınacak ev gibi lüzumlu nafakayı satın almak için saklanan

altın, gümüş ve kâğıt paranın hepsi nisâb hesâbına katılır. (İbn-i Âbidîn)

Ticâret eşyâsının altın ve gümüş üzerinden kıymetleri, nisâb miktârını bulmaz ise ve

yanında altın veya gümüş de varsa, eşyânın kıymeti altın veya gümüş kıymetine eklenerek

nisâb tamamlanır. (İbn-i Âbidîn)

Ticâret eşyâsının zekâtı, altın nisâbına göre verilir. İhtiyaç eşyâsından ve kul borçları

çıkarıldıktan sonra kalanın kırkta biri (yüzde iki buçuğu) zekât olarak verilir. (İbn-i Âbidîn)

NİSBET:

1.Soy bakımından bağlılık, mensub olma.

Kendisini babasından başkasına nisbet eden, Cehennem'e hazırlansın. (Hadîs-i

şerîf-Savâik-i Muhrika)

2. Tasavvufta velî bir zâtla mânevî irtibat, feyz alma, huzûr.

Bir velînin kabrinden feyz almak için, o zâta karşı diri imiş gibi, edeb ve saygı göstermek,

kabri üzerine basmamak lâzımdır. O zât mürşîd-i kâmil (yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehber)

ise kalbdeki nisbet, geç hâsıl olup, uzun zaman kalır. Mürşîd-i kâmil değil ise hâsıl olan feyz

ve nisbet, keskin olup çabuk gelip geçicidir. (Abdülhakîm bin Mustafâ)

Bâtındaki yâni kalbdeki nisbetin artmasına çalışınız. Allah ismini bâzan da kelime-i tehlîli

(yâni lâ ilâhe illallah sözünü) çok zikr ederek, bâzan salevât getirerek, Kur'ân-ı kerîm

okuyarak Allahü teâlâya yaklaşmağa çalışınız. (Abdullah-ı Dehlevî)

Resûlullah'a uymak, Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdında bulunmak ve bu büyüklerin

nisbetini kalbinde saklamak, dünyânın her nîmetinden iyidir. (Muhammed Hâşim-i Keşmî)

Büyüklerimizin yolu, Allahü teâlâya kavuşturan yolların en kısasıdır. Başka yolların

sonunda ele geçenler, bu yolun başında olanlara tattırılmaktadır. Bunların nisbeti,

başkalarının nisbetinin üstündedir. Bütün bu üstünlükler, bu yolda sünnete yapışmak ve

bid'atten (dinde sonradan çıkarılan şeylerden) sakınmak bulunduğu içindir. (İmâm-ı Rabbânî)

NİYÂBET:

1.Vekillik.

Allahü teâlâ bir hac ile üç kişiyi Cenet'e koyar. 1) Vasiyet edeni, 2)Vasiyeti yerine

getireni, 3) Niyâbeten hacca gideni. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

Hac gibi, hem mâlî ve hem bedenî olan ibâdette, bir kimsenin malı olur fakat hac etmeye

gücü yetmemesi (âcizlik) ve devamlı özürlü olması hâlinde niyâbet câiz, gücü ve kuvveti

varken niyâbet câiz değildir. (M. Zihni Efendi)

2. Kâdı vekilliği, kâdılık.

Kıyâmet günü hesâba çekileceklerin ilki kâdılardır. Niyâbet makâmında olanların bâzı

hasletleri olması lâzımdır. Yaptığı işi sevmesi, sağlam görüşlü ve azimli olması, gâfil

bulunmaması, doğruluktan ayrılmayıp ciddî olması, âcizlik, yumuşak olması, israf etmeden

cömert olması, siyâset ve idâresi ilme dayanması, adâletli ve affı çok olması lâzımdır. (Seyyid

Alizâde)

NİYÂZ:

Yalvarma, yakarma, dilekte bulunma, isteme.

Bütün hamd ve senâlar Allahü teâlâya mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yardım dilerim.

O'ndan af niyâz eder, O'na inanırım, O'na güvenirim. Hidâyeti Allahü teâlâdan bekler;

sapıklık, düşüklük, şüphe ve basîretsizlikten O'na sığınırım. Allahü teâlânın istikâmet

(doğruluk) nasîb ettiği kimse, dosdoğru yol alır. O'nun saptırdığı kimse ise, ne bir dost ne de

bir rehber bulabilir... (Hazret-i Ebû Bekr)

NİYYET (Niyet):

Kasd etme, kalbin bir şeye yönelmesi. İbâdetleri, emre itâat ve Allahü teâlânın rızâsına

kavuşmak için yaptığını kalbinden geçirmek.

Ameller (iş, ibâdet), niyete göre iyi veya kötü olur. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)

Kul, birçok iyi ameller işler. Bu ameller mühürlü bir zarf ile melekler tarafından

Allah'a yükseltilir ve bu zarf Allah'ın huzûruna konur. Allahü teâlâ; "Bu zarfı atınız, zîrâ

bunun içindeki amel, benim rızâm için yapılmamıştır" buyurur. Sonra Allahü teâlâ

melekleri çağırır ve; "Şu şu amelleri ona yazınız" buyurur. Melekler; "Yâ Rabbî! O

bunların hiçbirini yapmadı" derler. Allahü teâlâ; "Yapmadı ama, yapmaya niyet etti"

buyurur. (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî)

Niyet her şeyin başıdır. Hayırlı işler, iyi niyetlerle, güzel maksadlarla yapılırsa, sevâbı çok

olur. Böyle kimseye, Allahü teâlâ doğruluk, sıhhat ve başka birçok nîmetler ihsân eder. Kimin

niyetinde zayıflık bulunursa, bildirilen faydalara kavuşamaz. (Ebû Ali bin Kâtib)

Niyet kalb ile olur. Ağız ile niyet etmek bid'attir. Bu bid'ate hasene demişler. Halbuki bu

bid'at yalnız sünneti yok etmekle kalmıyor, farzı da yok ediyor. Çünkü, çok kimseler, yalnız

ağız ile niyet ederek, kalb ile niyet etmiyorlar. Böylece, namazın farzlarından biri olan kalb

ile niyet yapılmıyor. Namaz kabûl olmuyor. Bu fakir, hiçbir bid'ati, hasene (güzel) olarak

bilmiyorum. Hiçbir bid'atte güzellik görmüyorum. (İmâm-ı Rabbânî)

Kıymetli oğlum! Mübahların fazlasından sakınmalısın. Mübahları lüzumu kadar

kullanmalısın. Bunları da Allahü teâlâya kulluk etmek niyyeti ile yapmalısın. Meselâ, bir şey

yirken dînin emirlerini yerine getirmek için kuvvetlenmeğe, giyinirken örtünmeğe ve

soğuktan, sıcaktan korunmağa niyyet etmeli ve her mübah için ve ders çalışırken böyle

gerekli niyyetler yapmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

NİZÂM:

Düzen, uygunluk.

İnsan, etrâfını meselâ yerleri, gökleri ve yıldızların boşlukta döndüklerini, asırlar boyunca,

çarpışmadıklarını, yeryüzünde, sıcaklık, basınç, hava, su miktârlarının; yapılarının,

hareketlerinin tam, hayata uygun olarak ayarlanmış olduğunu, insanların hayvanların,

nebâtların (bitkilerin), cansız maddelerin, atomların, hücrelerin kısaca lise ve üniversitelerde

okunan, tedkîk edilen, incelenen sayısız varlıkların yapılarındaki ve hareketlerindeki nizâmı

görerek bunları yapan, yaratan, kudretli, bilgili bir sâhibin bulunduğunu, ister istemez kabûl

etmek, O'na inanmak zorunda kalır. Aklı olan kimse, kâinattaki bu azameti (büyüklüğü),

nizâmı görerek hemen Allahü teâlânın varlığına inanır, müslüman olur. (M. Sıddîk Gümüş)

NOEL GECESİ:

Hıristiyanların 25 Aralık veya buna yakın bir târihte Îsâ aleyhisselâmın doğduğunu kabûl

ettikleri gece.

Noel gecesi hazret-i Îsâ'nın doğumu kabûl edilen gün olarak bilinmekte ise de Îsâ

aleyhisselâmın doğum günü kesin belli değildir. Kudüs civârında dünyâya gelen hazret-i

Îsâ'nın doğumu hakkında, o zamâna âit eserlerde, hiçbir bilgiye rastlanmamaktadır. En küçük

hâdiseleri bile yazan Roma târihçileri bu hususta derin bir sükût içindedirler. Yunanca,

İbrânice eserler yazanlar da aynı şekilde bu konuya ilgisizdirler. Putperestlikten hıristiyanlığa

dönen Büyük Kostantin'in yılbaşı olarak kabûl ettiği noel, ilmî ve târihî bir hakîkate

dayanmamaktadır. Bu sebeble noel, efsâneden öteye bir mânâ taşımamaktadır. Noel gecesinin

ve gününün İslâmiyet'te yeri hiç yoktur. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

Bizans imparatoru Büyük Kostantin putperest iken mîlâdın 313. yılında nasrâniyeti kabûl

etmiş, bütün İncîl'lerin birleştirilerek yeni bir İncîl'in yazılmasını emretmişti. Yeni yazılan

İncîl'e eski dîni olan putperestlikten birçok şey sokturdu. Noel gecesinin de yılbaşı olmasını

kabûl etti. Böylece yeni bir hıristiyanlık dîni kuruldu. (M. Sıddîk bin Saîd)

NOKTA-İ CEVVÂLE:

Dâimî hareket hâlindeki nokta. Dâire şeklinde hızlı dönen bir nokta.

Vehm (zan) ve hayâl, nokta-i cevvâleyi hâricde dâire şeklinde görür. Hâlbuki hakîkatte

dâire yoktur. Nokta vardır. Fakat vehm ve hayâl bakımından, hâricde dâirenin bulunması

hakîkîdir. Bunun gibi vahdet-i vücûd (Mahlûkâtı tek bir varlık olarak görme) her bakımdan

hakîkîdir. Birden ziyâde varlık ise vehm ve hayâl bakımından hakîkîdir. (İmâm-ı Rabbânî)

NÛH ALEYHİSSELÂM:

Kur'ân-ı kerîmde adı geçen peygamberlerden. Peygamberlerin büyükleri olan ve

kendilerine Ülü'l-azm denilen altı peygamberin ikincisi. İdrîs aleyhisselâmdan sonra

peygamber olarak gönderildi.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Muhakkak biz Nûh'u (aleyhisselâm) kavmine resûl (peygamber) olarak gönderdik.

(A'râf sûresi: 59)

Biz Nûh'u (aleyhisselâm) kavmine peygamber olarak gönderdik. O, onlara dedi ki:Ben

sizi Allahü teâlânın azâbıyla korkutuyorum ve azâbdan kurtuluşun çâresini açıklıyor

beyân ediyorum. Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyin. Bana muhâlefet etmeniz

hâlinde bir gün üzerinize elem verici çok şiddetli bir azâbın gelmesinden korkuyorum.

(Hûd sûresi: 25,26)

Nûh (aleyhisselâm) "Bismillah" ve "Elhamdülillah" demeden büyük olsun, küçük

olsun herhangi bir iş yapmazdı. Bu sebeple Allahü teâlâ onu "Çok şükredici bir kul"

olarak isimlendirdi. (Hadîs-i şerîf-Taberânî, İbn-i Cerîr)

İdrîs aleyhisselâm göke çıkarıldıktan sonra, insanlar azdı. Doğru yoldan ayrıldı. Putlara

yâni heykellere tapmaya başladılar. Cenâb-ı Hak bunlara Nûh aleyhisselâmı peygamber

olarak gönderdi. O zaman elli yaşında idi. Onları yıllarca dîne dâvet etti, putlara tapmaktan

sakındırdı ve Allahü teâlâya ibâdet etmelerini söyledi. Nûh aleyhisselâma kendi oğlu Yâm

yâni Ken'ân bile îmân etmedi. Nûh aleyhisselâmı alaya alıp işkence ettiler. Nûh aleyhisselâm

onlara bedduâ etti. Allahü teâlâ ona gemi yapmasını emretti. Gemi bitince tûfân oldu. Nûh

aleyhisselâm mü'minler (inananlar) ile gemiye bindi. Üç katlı olan gemiye binenlerin sayısı

seksen kişi kadardı. Nûh aleyhisselâm gemisine her hayvandan da birer çift aldı. Oğlu

Ken'ân'ı da gemiye almak için çağırdı fakat o, ben bir dağa çıkar kurtulurum diyerek gemiye

binmedi. Bir dalga gelip oğlunu aldı ve boğdu. Sular dağları aştı. İnsanlar ve hayvanlar telef

oldu. Altı ay sonra yağmurlar durdu, sular çekildi. Gemi Irak'taki Cudi dağına oturdu. Nûh

aleyhisselâma inanıp gemiye binenler kurtuldu. Daha sonra insanlar Nûh aleyhisselâmın;

Sâm, Hâm ve Yâfes adlı üç oğlundan türedi (çoğaldı). Bunun için Nûh aleyhisselâma ikinci

Âdem aleyhisselâm denildi. Nûh aleyhisselâm bin yaşında vefât etti. (Sa'lebî, Taberî,

Nişâncızâde)

NÛH SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin yetmiş birinci sûresi.

Nûh sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yirmi sekiz âyet-i kerîmedir. Nûh aleyhisselâmın,

peygamber olarak gönderilişi ve mücâdeleleri anlatıldığından sûreye, Sûret-ün-Nûh

denilmiştir. Sûrede; Nûh aleyhisselâmın peygamber gönderilmesi, kavmini îmâna dâveti,

onların inkârlarında devâm etmeleri ve Nûh tûfânı anlatılmaktadır. (İbn-i Abbâs, Vehb bin

Münebbih, Taberî, Sa'lebî)

Allahü teâlâ Nûh sûresinde meâlen buyurdu ki:

Gerçekten biz, Nûh'u kavmine gönderdik. "Kavmine acıklı bir azâb gelmezden önce

onları korkut" diye... (Nûh onlara) dedi ki: "Ey kavmim! Muhakkak ki ben, size (azâb ile

korkutan) açık bir peygamberim; Allah'a ibâdet edin, O'ndan korkun ve bana da itâat

edin." (Âyet: 1-3)

Nûh şöyle demişti: "Ey Rabbim! Kâfirlerden hiç kimseyi yeryüzünde bırakma.

Çünkü sen onları bırakırsan, kullarını sapıtırlar ve ancak bir nankör fâcir doğururlar.

Rabbim! Beni, ana-babamı, mü'min olarak evime gireni, bütün mü'min erkekleri ve

mü'min kadınları bağışla. Zâlimlerin ise, ancak helâkini artır... (Âyet: 26-28)

Kim Nûh sûresini okursa, sanki Nûh'un (aleyhisselâm) dâvetini idrâk eden (kabûl eden)

mü'minler gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

NUKÛD:

Basılmış altın ve gümüş paralar. Müfredi (tekili) Nakddır.

NÛR:

1.Aydınlık, ışık, feyz, bereket ihsân.

Kur'ân-ı kerîm okunan evden, arşa kadar nûr yükselir. (Hadîs-i şerîf-Sünen)

Müslümanlıkta beyazlayan kıllar, kıyâmet günü nûr olacaklardır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Ebû Zer-i Gıfârî hazretlerine; "Sana Kur'ân-ı

kerîmi okumayı tavsiye ederim. O, senin için yeryüzünde nûr, gökte meleklerin

övgüsüdür" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Kitâbu Metcer-ur-Râbih)

Âşıkların kalbleri, Allahü teâlânın ihsân ettiği nûr ile aydınlanır. Konuşurlarsa

dudaklarından nûr saçılır. (İsmâil Fakîrullah)

Evlerinizi Allahü teâlâyı anmak sûretiyle nûrlandırınız. Evlerinizi onda namaz kılarak

nasîplendiriniz. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, böyle yapanlar gök ehli arasında tanınırlar.

Gök ehli; "Falan oğlu falan, evini, Allahü teâlâyı anarak süslüyor" derler. (Kâ'bü'l-Ahbâr)

Vekî'e (Vekî bin Cerrah'a) unutkanlığımdan şikâyette bulundum. Ma'siyeti (günâhı) terk

eyle diye nasîhat etti. "İlim, envâr-ı ilâhiyyeden (ilâhî nurlardan) bir nurdur. Allahü teâlâ, âsî

(günah işleyen) kuluna, bu nûru vermedi. (İmâm-ı Şâfiî)

2. Kur'ân-ı kerîm.

O hâlde Allah'a, O'nun peygamberlerine ve indirdiğimiz o nûr'a îmân edin. Allah ne

yaparsanız hakkıyla haberdârdır. (Tegâbün sûresi: 8)

3. Îmân.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Allahü teâlânın nûr vermediği kimsenin nûru olmaz. (Nûr sûresi: 40)

Allahü teâlânın nûr vermediği kimse münevver (nûrlu) olmaz. (Abdülhakîm Arvâsî)

4.Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından. Tam ve kusursuz olarak zâhir olup her şeyi ortaya

çıkarıcı, yaratıcı veya göktekileri ve yerdekileri nûru ile hidâyet edici, doğru yolu gösterici,

gökleri; güneş, ay ve yıldızlarla yeri; peygamberler aleyhimüsselâm, âlimler, mü'minler

(inananlar) ile yâhut bitkilerle ve ağaçlarla tezyîn eden, süsleyen.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Allahü teâlâ göklerin ve yerin nûrudur. (Nûr sûresi: 35)

En-Nûr ism-i şerîfini söyleyenin kalbi nurlanır. (Yûsuf Nebhânî)

Nûr Sûresi:

Kur'ân-ı kerîmin yirmi dördüncü sûresi.

Nûr sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). Altmış dört âyet-i kerîmedir. Otuz beşinci âyetinde

Allahü teâlânın, göklerin ve yerin nûru olduğu bildirildiği için, Sûret-ün-Nûr denilmiştir.

Sûrede, zinâ suçu işleyen kadın ve erkekler ile zinâ iftirâsında bulunanların cezâları, evlere

girerken izin istemek, selâm vermek gibi muâşeret kuralları, harama bakmanın kötülüğü,

kadınların örtünmeleri ile müslümanların Peygamber efendimize saygı göstermeleri gerektiği

bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, İmâm-ı Gazâlî, Râzî, Taberî)

Allahü teâlâ Nûr sûresinde meâlen buyuruyor ki:

Ey Resûlüm! Mü'minlere söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haramdan

korusunlar! Îmânı olan kadınlara da, söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haram

işlemekten korusunlar. (Âyet: 30)

Nûr-ı İlâhî:

İlâhî nûr. Allahü teâlânın ihsân ettiği mânevî aydınlık, mânevî ilim.

Kur'ân-ı kerîmi anlıyabilmeleri için, Allahü teâlâ, müctehîd denilen âlimlere aklî ve naklî

ilimleri anlama kuvveti ile keskin zekâ ve çok akıl ve daha nice üstünlükler ihsân eylemiştir.

Bu üstünlüklerin başında takvâ (Allahü teâlâdan korkup haramlardan sakınma) gelmektedir.

Bundan sonra kalblerindeki nûr-ı ilâhî gelmektedir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Nûr-ı Nübüvvet:

Peygamberlik nûru.

Sahâbe-i kirâm, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sohbetiyle şereflenip,

ef'âlini ve ahvâlini (işlerini ve hâllerini) gördüler. Her husûsta O'na uyup, yardımcı oldular ve

Nûr-ı nübüvvetten doğrudan faydalanarak, herbiri yüksek derecelere kavuştular. (Abdullah-ı

Dehlevî)

Nûr-ı Pâki Muhammedî:

Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) temiz, mübârek nûru.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem her nereye gitmek murâd eylese, O'nun

nûr-ı pâki, kendinden evvel varırdı. Her kimin yanında dursa mübârek boyu, dört parmak

kadar yüksek görünürdü. (Kutbüddîn İznikî)

NÛRÂNÎ:

Nûrlu, ışıklı, parlak, münevver.

Alev iki kısımdır. Biri zulmânî (karanlık) ikincisi nûrânî. Zulmânî olandan cin, nûrânî

olandan ise melekler yaratılmıştır. İnsanlar toprak maddelerinden yaratıldığı hâlde, Allahü

teâlâ bu maddeleri, organik ve organize hâle, et ve kemiğe çevirdiği gibi, melekler ve cinde

alev şekli değişerek, onlara mahsûs latîf, her şekle dönebilen bir hâle gelmiştir. (Abdülhakîm

bin Mustafâ)

İmâm-ı Kastalânî, zamânındaki insanların en nûrânî yüzlüsü olup, uzun boylu idi. Kur'ân-ı

kerîmi, on dört rivâyet üzere çok güzel okurdu. Okumasından en katı kalbli kişilerin kalbi

yumuşar, dayanamayıp gözyaşı dökerlerdi. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)

NUSAYRÎ:

Eshâb-ı kirâma (Peygamber efendimizin arkadaşlarına) iftirâ eden şîanın kollarından. On

birinci imâm olan Hasen bin Ali Askerî'nin adamlarından olduğunu söyleyen İbn-i Nusayr

adındaki bozuk inanışlı kimseye uyanlar.

Eshâb-ı kirâma iftirâ eden şia, üç grupta toplanmaktadır:Birincisi, Tafdiliyye; hazret-i Ali,

Eshâbın en üstünüdür, diyorlar. İkincisi, Seb'iyye; Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası

zâlim, kâfir oldu diyorlar. Bunlar, sebbediyor (söğüyor), kötülüyorlar. Üçüncüsü Gulât;

hazret-i Ali tanrıdır diyorlar. Sebeiyye ve Nusayriyye fırkaları da böyledir. İbâdet etmezler.

(Abdülazîz Dehlevî)

NUSH:

Nasîhat, öğüt. (Bkz. Nasîhat)

Nush ile uslanmayanı etmeli tekdîr,

Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir.

(Ziyâ Paşa)

NUSRET-İ İLÂHÎ:

Allahü teâlânın yardımı, imdâd-ı ilâhî, ilâhî yardım.

Eshâb-ı kirâmdan bâzıları Huneyn gazâsında, askerin çokluğunu görerek, artık biz hiç

mağlûb olmayız dedi. Bu sözler Resûlullah'ın mübârek kulağına gelince üzüldü. Bunun için

harbin başlangıcında nusret-i ilâhî yetişmeyip, mağlûbiyet başladı. Sonra, cenâb-ı Hak

merhamet ederek, zafer nasîb eyledi. (Hâdimî)

Ben demek yâni nefsine güvenmek kendini üstün görmek felâkettir. Nusret-i ilâhînin

gelmesine mâni olur. (İmâm-ı Rabbânî)

NÜBÜVVET:

Peygamberlik; insanları Allahü teâlânın beğendiği yola kavuşturmak, onlara doğru yolu

göstermek için Allahü teâlâ tarafından seçilmiş kimselere verilen peygamberlik vazîfesi. (Bkz.

Nebî)

Nübüvvet Yolu:

Tasavvufta insanları Allahü teâlânın sevgisine, rızâsına kavuşturan iki yoldan birincisi ve

en üstünü. Velî bir zâtın sohbetinde yetiştikten sonra arada sebeb ve vâsıta olmadan feyzin,

kalb bilgilerinin asıl'dan yâni Resûlullah efendimizden alındığı yol. Allahü teâlânın rızâsına

kavuşturan ikinci yol, vilâyet yolu (sülûk yolu)dur. (Bkz. Vilâyet Yolu)

Nübüvvet yolu aslın aslına kavuşturur. Eshâb-ı kirâm bu yoldan kavuştular. Sonra

gelenlerden pek az kimse de bu yoldan maksada ermiştir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri

(nübüvvet yoluyla vâsıl olmuş, kavuşmuştur. (Abdullah-ı Dehlevî)

NÜCEBÂ:

Allahü teâlânın tanınıp bilinmeyen velî kullarından bir topluluk.

Nücebâ, insanların imdâdına yetişip, işlerinde dara düştükleri zaman yardımcı olurlar.

Onların belâlardan korunmasına sebeb olurlar. (Molla Câmî)

NÜKTE:

1. Güzel mânâlı söz.

Nükte: "Malı seviyorsan yerine sarf et de, sana sonsuz arkadaş olsun. Eğer sevmiyorsan ye

de yok olsun." (Abdullah-ı Ensârî)

Nükte yaparken dikkat etmeli, dinleyicilerin yanlış anlıyacağı nüktelerden sakınmalıdır.

(Seyyid Alizâde)

2. Derin düşünerek ve zihni yorarak ilmî, edebî veya başka bir söz ve yazıdan çıkarılan

ince mânâ. Meselâ bu sözde bir nükte vardır, bu şiirin nüktelerini anlamak kolay değildir,

denir.

NÜKÛL:

Dönme, cayma, vazgeçme; bir malı satın aldıktan sonra vazgeçerek satıcıya geri verme.

Ayıplı (özürlü) mal satıcıya iâde edilir, geri verilirse, bu satıcı da, kendine satana geri

çeviremez. İkisinden birinin ikrâr (kabûl) etmesi veya nükûl etmesi lâzımdır veya şâhidlerin

dinlenmesiyle hâkim karar verir. (Ali Haydar Efendi, Mecelle)

NÜSÜK:

İbâdet. Hac ve umrede yerine getirilmesi lâzım olan işlerin herbiri. (Bkz. Menâsik)

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

De ki: "Şüphesiz benim namazım, nüsüküm, hayâtım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan

Allah içindir. (En'âm sûresi: 162)

NÜZÛL:

İnmek. Tasavvuf yolunda ilerleyerek, sebebler âlemini görmeyip yalnız sebeblerin

sâhibini yâni Allahü teâlâyı bilme hâline ulaşan bir velînin insanları irşâd ve terbiye için,

tekrar sebebler âlemine inmesi.

İnsanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan rehber ne kadar çok nüzûl ederse, rehberliği,

irşâdı (doğru yolu göstermesi de) o kadar kuvvetli olur. İrşâd edebilmek için tâlib (tasavvufta

yetişen talebe) ile rehberin yakın olması lâzımdır. Bu da rehberin aşağı dereceye yâni

tâliblerin derecesine nüzûl etmiş olması ile olur. (İmâm-ı Rabbânî)