TA'AMMÜDEN:

Bilerek, isteyerek, önceden hazırlayarak yapma.

Taammüden adam öldürmek, büyük günâhtır. Mü'mini taammüden öldüren kimse, kâfir

olmaz. Mü'min olduğu için öldürürse veya öldürmek helâldir diyerek öldürürse kâfir olur.

Îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)

TÂ'AT:

İbâdet. Allahü teâlânın beğendiği, râzı olduğu şeyler. Hasene.

Allahü teâlânın râzı olduğu; tâat etmenin tatlı, günâh işlemenin acı gelmesinden anlaşılır.

(Muhammed bin Alyân)

Üç şey, üç şeye sebebdir. Tâat, Allahü teâlânın rızâsına, günâh işlemek, Allahü teâlânın

gadabına, îmân etmek de şerefli ve kıymetli olmaya sebebdir. (Şerefeddîn Yahyâ Münîrî)

TABAKÂT-I MUHADDİSÎN:

1.Resûlullah efendimizin işleri, sözleri ve hâllerini öğreten hadîs ilmi ile uğraşan İslâm

âlimlerinin dereceleri.

2. Hadîs âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar.

TABAKÂT-I MÜFESSİRÎN:

1. Kur'ân-ı kerîmdeki murâd-ı ilâhîyi, yâni kastedilen mânâyı açıklayan tefsîr ilmi ile

meşgûl olan İslâm âlimlerinin dereceleri.

Tabakât-ül-müfessirînin birinci derecesinden olan Hülefâ-i râşidîn (dört halîfe; hazret-i

Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali), İbn-i Abbâs, Câbir bin Abdullah,

Enes bin Mâlik, Abdullah bin Mes'ûd, Ebû Hüreyre, hazret-i Âişe ve diğer Eshâb-ı kirâmdan

olan tefsîr bilgilerini Tâbiîn almış ve onlar da talebeleri olan Tebe-i tâbiîne öğreterek

kitaplara geçirmişlerdir. (Taşköprüzâde)

2. Tefsîr âlimlerini derecelerine göre sıralayıp, hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplar.

TABAKÂT-ÜL-FUKAHÂ:

1. Fıkıh âlimlerinin tabakası. Helâl ve haramı, emir ve yasakları bildiren fıkıh ilmi ile

uğraşan âlimlerin dereceleri.

Tabakât-ül-fukahâ, yedi derece olup, birinci derece, müctehid fiş-şer' (mutlak müctehid);

ikinci derece, müctehid fil-mezheb; üçüncü derece, müctehid fil-mes'ele; dördüncü derece,

eshâb-ı tahric; beşinci derece, eshâb-ı tercih; altıncı derece eshâb-ı temyîz; yedinci derece,

yukarıda bildirilen derecelerdeki hizmetleri yapamayan, ancak önceki derecelerde bulunan

âlimlerin kitablarından doğru olarak nakil yapabilen, onları bildiren mukallidler, mutlak

müctehidlerden birine bağlı olan âlimler. (Bkz. İlgili maddeler) (İbn-i Kemâl Paşa)

2. Fıkıh âlimlerini derecelerine göre tertîb edip (sıralayıp), hayatlarını ve eserlerini anlatan

kitablar.

TABASBUS:

Yaltaklanma, kendini küçülterek beğendirmeye çalışma.

Bir menfaate kavuşmak veya bir zarardan korunmak için tabasbus büyük günahtır.

(Muhammed Hâdimî)

İnsanların eline geçenler, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı iledir. Kendi elinde bir şey

yoktur. O hâlde dilenciler gibi tabasbus göstermek müslümana yakışmaz. (Seyyid Abdülhakîm

Arvâsî)

TÂBİ:

Uyan.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:

Ey sevgili peygamberim! Onlara de ki: Eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü

teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları

sever. (Âl-i İmrân sûresi: 31)

Resûlullah efendimize tâbi olan bir kimsenin, gün ortasında bir parça uyuması, O'na tâbi

olmaksızın, birçok geceleri ibâdetle geçirmekten, kat kat daha kıymetlidir. Çünkü, kaylûle

yapmak yâni öğleden önce biraz yatmak, Peygamber efendimizin âdet-i şerîfesi idi.

İslâmiyet'e uymayan şeylerin hiçbirisini, Hak teâlâ sevmez, beğenmez. (Ahmed Fârûkî)

İki cihan seâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhiretin efendisi olan

Muhammed aleyhisselâma tâbi olmağa bağlıdır. O'na tâbi olmak için, îmân etmek ve

dînimizin emir ve yasaklarını öğrenmek ve yapmak lâzımdır. (Ahmed Fârûkî)

Bir mezhebe tâbi olmayanlar ya zındık (kâfir) veya mezhepsiz olurlar. (Hamdullah Decvî)

Ehl-i sünnet, yâni Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olan kimsenin,

ibâdetlerini dört hak mezhebden birine tâbi olarak yapması lâzımdır. Dört mezhebden birine

tâbi olmayan kimse bid'at sâhibidir. (Tahtâvî, Ahmed Berîlevî)

TABÎB-İ MÜSLİM-İ HÂZIK:

Mütehassıs (uzman) ve açıkça günâh işlemeyen müslüman doktor.

Hasta, hastalığının artmasından veya iyi olmasının gecikmesinden yâhut şiddetli ağrı

gelmesinden veya hasta bakıcı hastalanarak, onlara bakamayıp helâk olmalarından korkar ise,

oruç tutmayıp sonra kazâ eder. Sağlam kimse, hasta olacağını çok zan ederse ve nehir

temizlemek gibi iş yaparken veya devletin emri ile çalışırken, çok sıcak veya soğuk te'siri ile

helâk olacağını ve kimsesiz olup hiçbir yerden yardım görmeyen kadın nafakasını kazanmak

için çamaşır yıkamak ve yemek pişirmek ile helâk olacağını çok zannederek anlarsa, oruç

tutmaması ve niyetli, oruçlu kimsenin orucunu bozması câiz olur, başka zaman kazâ eder.

Çok zannetmek, ölüm alâmetlerini görmekle veya kendi tecrübesi ile yâhut tabîb-i müslim-i

hâzıkın haber vermesi ile anlaşılır. Kâfir ve fâsık, yâni büyük günâh işlediği bilinen tabîbe

muâyene ve tedâvî câizdir, tedâvî olunabilir. Fakat bunların sözleri ile ibâdet bozulmaz.

Orucunu bozarsa, keffâret lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)

TABÎÎ İLİMLER:

Fen ilimleri, aklî ilimler.

Din ile tabiî ilimleri karşılaştıracak olursak, hiçbir yerinde bunların birbirinden aykırı bir

bilgi vermediğini görürüz. Gerek din, gerek tabiî ilimler, bir muazzam yaratıcı olmadan bu

dünyânın kurulamayacağını kabûl ederler. Tabiî ilimlerin bulduğu bütün yenilikler, bu

muazzam yaratıcının varlığı ve büyüklüğü hakkında birer vesîkadır. Bâzılarının sandığı gibi,

tabiî ilimlerin tuttuğu yol ayrı değildir. Tabiî ilimler, bilâkis dînî inanç ve düşünceleri takviye

ederler. (Max Planck)

TÂBİÎN:

Hadîs-i şerîflerle medhedilen, Eshâb-ı kirâmdan sonra gelen şerefli nesil. Eshâb-ı kirâmı

görüp, onların sohbetinde bulunanlar. (Bkz. Eshâb-ı Kirâm)

Eshâb-ı kirâm ile Tâbiînin îmânları hep aynı idi. İnanışları arasında hiç fark yoktu. Şimdi

yeryüzünde bulunan müslümanların çoğu Ehl-i sünnet mezhebindedirler, yâni Resûlullah

efendimiz ve Eshâbının yolundadırlar. Ehl-i sünnet îtikâdını ortaya koyan, Resûlullah

efendimizdir. Îmân bilgilerini Eshâb-ı kirâm bu kaynaktan aldılar. Tâbiîn-i ızâm da, bu

bilgileri Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece,

Ehl-i sünnet bilgileri bizlere İslâm âlimlerinin kitaplarından nakil yoluyla geldi. (İbn-i Halîfe

Alîvî)

TABÎ'İYYECİLER (Tabî'iyyûn):

Canlılarda ve cansızlardaki, akıllara hayret veren intizâmı (düzeni) ve incelikleri görerek,

bir yaratanın varlığını söylemekle berâber; öldükten sonra tekrar dirilmeği, âhireti, Cennet'i

ve Cehennem'i inkâr edenler (red edip, kabûl etmeyen, inanmayanlar).

Kendilerini akıllı, ilim adamı ve hiç yanılmaz sanan dinsizlerden biri de tabî'iyyecilerdir.

(İmâm-ı Gazâlî)

İslâm âlimleri, kitaplarında, tabî'iyyecilerin ve maddîcilerin, Allahü teâlânın varlığına

inanmayıp; "Âlem böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir" diyen dinsizlerin sözlerini

ve müslüman olmayanların, İslâmiyet'e sokmak istedikleri uydurmaları, delîller ve tartışmalar

ile reddederek hepsini susturmuşlar, din düşmanlarının hazırladıkları fitne ve fesâd ateşlerini

söndürmüşlerdir. Îmân edilmesi lâzım gelen şeyleri birer birer ve açıkça yazmışlar, bir

taraftan da, bütün dünyâda olmuş ve kıyâmete kadar olacak her hâdise ve hareketin şer'î (dînî)

hükümlerini pek doğru olarak, insanlığın önüne koymuşlardır. (S.Abdülhakîm Arvâsî)

TÂBÛT-İ SEKÎNE:

İsrâiloğullarının, içinde mukaddes emânetleri sakladıkları ve Mûsâ aleyhisselâmdan beri

nakledilerek gelen altın kaplamalı sandık.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Nebîleri (İşmoil aleyhisselâm) onlara; hükümdârlığının açık alâmeti size o tâbûtu

(Tâbût-ı sekîneyi) getirmesidir ki, içinde Rabiniz tarafından size sekînet (gönül rahatlığı) ve

Âl-i Mûsâ ve Hârûn'un (aleyhimesselâm)geriye bıraktıklarından bir bakiyye (Tevrât

levhâları ve kıymetli eşyâlar) vardır. Melekler onu yükleyip getirecektir. Elbette bunda

(Tâbût-i sekînenin size getirilmesinde) size kat'î bir alâmet (ve ibret, size söylediğimin

doğruluğuna kat'î bir delîl) vardır. Eğer îmân etmiş kimselerseniz." dedi. (Bekara sûresi:

248)

İçerisinde Tevrât-ı şerîf, Tevrât'ın nâzil olduğu levhalar, Mûsâ aleyhisselâmın asâsı,

elbisesi, Tih sahrasında İsrâiloğullarına gökten inen men'den (kudret helvası) bir miktâr,

Hârûn aleyhisselâmın sarığı gibi mukaddes emânetlerin bulunduğu Tâbût-i sekîne

İsrâiloğulları için birlik, berâberlik ve râhat yaşama vesîlesi idi. Hükümdârın muhâfazası

altında bulunurdu. İsrâiloğulları Tâbût-i sekînenin ellerinden gitmesine çok üzülürlerdi.

İşmoil aleyhisselâm İsrâiloğullarına peygamber gönderilmeden önce Amâlika kavmi onlara

musallat olmuş, İsrâiloğullarını mağlûb etmiş, Tâbût-i sekîneyi almışlardı. İşmoil

aleyhisselâm peygamber gönderildikten sonra, Allahü teâlâya İsrâiloğullarının üzerine bir

hükümdâr göndermesi için duâ etti. Allahü teâlâ onun duâsını kabûl buyurup, İsrâiloğullarına

hükümdar olarak Tâlût'un tâyin edildiğini vahiyle bildirdi. Tâlût zamânında Tâbût-u sekîne,

Amâlikalılardan İsrâiloğullarının eline geçti. (İbn-ül-Esîr, Taberî)

TA'DÎL-İ ERKÂN:

Namazda rükûda, secdelerde, kavmede (rükûdan kalktıktan sonra ayakta durmada) ve

celsede (iki secde arasında oturmada) her âzâ hareketsiz olduktan sonra bir miktar durmak.

(Bkz. Tumânînet)

Ta'dîl-i erkân, İmâm-ı a'zam ile İmâm-ı Muhammed'e göre vâcibdir. Fakat İmâm-ı Ebû

Yûsuf'a göre farz olduğundan buna riâyet edilmeyince, namaz fâsid olur. (İbn-i Âbidîn)

Bir kimse, terk edilmiş, unutulmuş bir sünneti meydana çıkarırsa, yüz şehîd sevâbı

kazanır. Ya bir farzı veya vâcibi meydana çıkarmanın sevâbı ne kadar çok olur. O hâlde

namazda tâdil-i erkâna dikkat etmelidir. (İmâm-ı Rabbânî)

Vaktin kıymetini bil! Gece-gündüz ilim öğrenmeye çalış! Her zaman abdestli bulun! Beş

vakit namazı, sünnetleri ile ta'dil-i erkân ile, huzûr ile şerîatin sâhibinin bildirdiği gibi

kılmaya çalış! Bunları yapınca, dünyâ ve âhirette sayısız nîmetlere kavuşursun.

(Abdülkuddûs)

Ta'dîl-i erkânın terkinden meydana gelen zarardan bâzıları şunlardır:

1) Fakirliğe sebeb olur.

2) Namaz kıldığı yer, kıyâmet gününde aleyhine şehâdet eder.

3) O namazın tekrar kılınması vâcib olur.

4) Namazın hırsızı olur.

5) Şeytanı sevindirmiş olur.

6) Sağında ve solunda olan meleklere eziyyet etmiş olur.

7) Peygamber efendimizi üzmüş olur. (Kutbüddîn-i İznikî)

TAFDÎLİYYE:

Şîanın kollarından biri. Hazret-i Ali'yi sevdiklerini söyleyip, diğer Eshâb-ı kirâmı

kötüleyen bozuk fırka.

Eshâb-ı kirâma iftirâ edenler, üç grupta toplanmaktadır. Birincisi, Tafdîliyye. İkincisi

Seb'iyye olup; Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası zâlim, kâfir oldular diyerek bunları

sebbediyorlar. Yâni kötülüyorlar. Üçüncüsü Gulât, hazret-i Ali tanrıdır diyorlar. Bunlar ibâdet

etmezler. (Abdülazîz Dehlevî)

Şiîlerin hîlelerinden biri de şudur: Eshâb-ı kirâmı kötüleyen kitapları, Ehl-i sünnet

âlimlerinin kitapları gibi göstererek, câhilleri aldattılar. Meselâ Keşşâf tefsîrinin sâhibi

Zemahşerî, Tafdîliyye mezhebine mensuptur. Ahtab Hârezmî azgın bir Zeydîdir.

Nehcülbelâğa kitabını şerh eden İbn-i Ebü'l-Hadîd Mu'tezilîdir. (Mahmûd Âlûsî)

TAFSÎLÎ ÎMÂN:

Îmân edilecek hususlara genişçe, delîlerini bilerek ve ayrı ayrı inanmak. (Bkz. Îmân)

Tafsîlî îmânın dereceleri vardır.Rabbim Allahü teâlâdır, peygamberim Muhammed

aleyhisselâmdır, dînim İslâm dînidir, kitâbım Kur'ân-ı kerîmdir, kıblem Kâbe-i şerîftir,

îtikâdda mezhebim Ehl-i sünnet vel-cemâattir diyerek, her husûsa ayrı ayrı ve delîllerini

bilerek îmân etmek, dil ile söyleyip kalb ile tasdîk etmek tafsîlî îmândır. (Kutbüddîn-i İznikî)

TAĞRÎR:

Yalan söyleyerek aldatma.

Tağrîr olunan kimse, bey'i (satışı) feshedebilir, bozabilir. Sarraflıkta piyasadaki fiyatların

en yükseğinden, yüzde iki buçuk ve daha fazlası kadar yüksek fiyatla satın alarak aldanmağa

"Gaben-i fâhiş" (çok aldanmak) denir. Bu miktâr urûz için, yâni hayvandan başka menkûl

(taşınabilir) mallar için yüzde beş, hayvan için yüzde on, binâ için yüzde yirmidir. Bu

miktârlardan az olan aldanmağa, "Gaben-i yesîr" (az aldanmak) denir. Meselâ bâyi', bu mala,

şu kadar lira veren oldu deyip satsa, piyasadaki en yüksek değerinden fâhiş aldanma kadar

fazla olduğu ve başkasının o kadar lira vermediği anlaşılsa, müşteri bey'i (alış-verişi) fesh

edebilir, bozabilir. (Mecelle)

TÂĞÛT:

Allahü teâlânın emir ve yasaklarına karşı gelen ve ibâdetten alıkoyan şeytânî varlık ve

güçler.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

Îmân edenler Allah yolunda cihâd ederler, küfredenler ise tâğût yolunda savaşırlar.

(Nisâ sûresi: 76)

Dinde zorlama yoktur. Hakîkat, îmân ile küfr apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim

tâğûtu tanımayıp da Allah'a îmân ederse o, muhakkak ki kopması (mümkün) olmayan en

sağlam kulpa yapışmıştır. Allah hakkıyla işitici, (her şeyi) kemâliyle bilicidir. (Bekara

sûresi: 256)

Allahü teâlânın indirdiği hükümlere mukâbil olmak ve onların yerine geçmek üzere

hükümler koyan her varlık tâğûttur. (Muhammed ibni Cerîr)

TAHÂRET:

Necâset denilen yâni maddeten pis olan şeylerden ve hades denilen hükmî ve mânevî

pisliklerden (abdestsizlik, cünüplük, kadınlar için hayz ve nifas hâllerinden) su ile abdest

alarak, su yoksa, toprak ve toprak cinsinden şeylerle teyemmün ederek yapılan temizlik (Bkz.

Necâset, Hades). Temiz olana tâhir, temizleyiciye de mutahhir, tahûr denilir.

Tahâret îmânın yarısıdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

Necâsetten tahâret, bedende, elbisede ve namaz kılacak yerde pislik bulunmamaktır.

(Halebî)

Özür olmadıkça sağ el ile tahâretlenmemelidir. (Halebî)

Su olmadığı zaman, gıdâ maddesi ile, gübre ile, kemik ile, hayvan gıdâsı ile, kömür ile ve

başkasının malı ile, saksı, kiremit parçası ile, kamış ile ve yaprak ile ve bez ile, kâğıt ile

tahâretlenmek mekruhtur. (Halebî)

Taş ve benzeri şeyler ile tahâretlenmek su yerine geçer. (Halebî)

İki eli çolak olan tahâretlenemez. Kolları toprağa, yüzünü duvara sürerek teyemmüm eder

(Namazı terk etmez). (Halebî)

Tahâret-i Kâmile:

Tam temizlik. Abdest veya boy abdesti alınarak yapılan temizlik.

Özür sâhibi, özre sebeb olan şeyi durduğu zaman, abdest alıp, o şey tekrar başlamadan

önce, mestlerini giyse tahâret-i kâmile ile giymiş olup, yirmi dört saat mesh eder.

(Şeyhülislâm Yahyâ Efendi)

TÂHİR:

Temiz.

Mü'min tayyib (güzel, hoş) ve tâhirdir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

TAHKÎR ETMEK:

Hor görmek, kötülemek, aşağılamak, birine veya bir şeye söz ve hareketle hakâret etmek,

saygı ve hürmet gösterilmesi, üstün tutulması lâzım olan şeyleri aşağı tutmak, saygısızlık

etmek.

İnsanın îmânının gitmesine, dinden çıkmasına sebeb olan şeylerden biri de dînen tâzim

edilmesi (hürmet gösterilmesi) lâzım olan şeyleri tahkîr etmek ve tahkîr edilmesi lâzım olan

şeyleri tâzim etmektir. (İbn-i Âbidîn)

Allahü teâlânın peygamberini, İslâm âlimlerini, evliyâyı, fıkıh kitablarını ve fetvâları

(âlimlerin dînî süâllere verdikleri cevabları) tâzim edecek iken tahkîr etmek, dinden çıkmaya

sebeb olur. Kâfirlerin dînî âyinlerini beğenmek, zarûret yok iken zünnâr kuşanmak ve küfür

alâmetlerini kullanmak da böyledir. (Kutbüddîn-i İznikî)

TAHLÎF:

Yemin vermek. Mahkemede iki hasımdan birine yemîn ettirmek. (Bkz. Half, Yemîn)

TAHLÎL ETMEK:

Abdest alırken el ve ayak parmakları arasına sol, sakalın sarkan kısmının içine ise sağ elin

yaş parmaklarını tarak gibi sokarak karıştırmak. (Bkz. Hilâllemek)

Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) abdest aldıklarında, bir avuç su ile çeneleri

altından sakallarını tahlîl eder ve şöyle buyururlardı: "Rabbim bana böylece emretti"

(Hazret-i Enes bin Mâlik)

TAHLİYE:

1. Süslemek.

Tasavvuf ehlinin yolu, ilim ve amel ile tamam olur. İlimlerinin özü nefsin ortaya koyduğu

mânileri yenmek, kötü huylardan uzaklaşmak, böylece, kalbden mâsivâyı (Allahü teâlâdan

başka her şeyi) çıkararak onu Allahü teâlânın zikri ile tahliye etmektir. (İmâm-ı Gazâlî)

2. Boşaltmak.

TAHMÎD:

"Elhamdülillah" demek. "Hamd, şükür Allahü teâlâya mahsûstur" mânâsına

"Elhamdülillah" sözü ve benzerleri.

Farz namazdan sonra otuz üç tesbîh (sübhânallah) otuz üç tahmîd, otuz üç tekbîr

(Allahü ekber) ve bir de tehlîl (Lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerîke leh, lehül mülkü ve

lehül-hamdü yuhyî ve yümît ve hüve alâ külli şey'in kadîr) söyleyiniz. (Hadîs-i

şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî, Sahîh-i Müslim)

Onlar ki, Allahü teâlânın celâlini (büyüklüğünü) zikr eder, O'nu tesbîh, tekbîr ve

tahmîd eder. (Yâni sübhânallah, Elhamdülillah ve Allahü ekber derler). Bunların tesbîh ve

tahmîdleri, Arş-ı a'zamın etrâfını dolaşır, arı vızıltısı gibi ses çıkararak sâhiblerini ararlar.

Allah katında dâimâ zikredilmeyi ve zikre vesîle olan şeyin kaybolmamasını sevmez

misiniz? (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)

Namazların sonunda, tesbih, tahmîd ve tekbirleri okumak, sonra duâ etmek ve duâ

ederken iki eli kaldırmak müstehâbdır. Peygamber efendimiz, farzı kılınca! "Allahümme

entesselâm ve minkesselâm tebârekte yâ zel celâli velikrâm" diyecek kadar oturup, fazla

oturmaz, hemen sünnet kılardı. Âyet-el-kürsî ile tesbîhâtı yâni tesbîh, tahmîd ve tekbîri, farz

ile sünnet arasında okumazdı. Bunları, sünnetten sonra okumak, farzdan sonra okumak

sevâbını hâsıl eder. (Şernblâlî, Tahtâvî)

Tesbîh, tahmîd, tekbîr, Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve Allahü teâlânın emir ve yasaklarını,

dînî hükümlerini bildiren fıkıh kitablarını okumak çok sevâbdır. (Abdullah-i Mûsulî)

TAHRÎC:

Çıkarma, meydana koyma; hadîs-i şerîflerin kaynağını, nasıl geldiklerini, kimlerin

naklettiklerini, sahih ve zayıflık gibi derecelerini bulup gösterme, bildirme işi.

Hadîs âlimlerinden Irâkî, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâu ulûmiddîn isimli kıymetli

eserindeki hadîslerin tahrîcini yapmıştır. (Kâtib Çelebi)

TAHRÎF:

Bozma, değiştirme.

Kur'ân-ı kerîmi güzel sesle ve tecvîd kâidelerine uyarak okumalıdır. Harfleri kelimeleri

tahrîf ederek, tegannî etmek (mûsikî perdelerine uydurmak) harâmdır. Harfler bozulmazsa

mekrûh olur. (İbrâhim Halebî)

Şu anda dünyâda semâvî kitâbı olan üç din vardır. Mûsevîlik, hıristiyanlık ve İslâmiyet.

Mûsâ aleyhisselâma Tevrât, Îsâ aleyhisselâma İncîl indirilmiş idi. Mûsevîler Mûsâ

aleyhisselâmın, hıristiyanlar da Îsâ aleyhisselâmın getirdikleri dinlere tâbi olduklarını

söylerler. Fakat mûsevîler Tevrât'ı, hıristiyanlar ise İncîl'i tahrif etmişler, kendi görüş ve

düşüncelerine göre değiştirmişlerdir. Halbuki İslâm dîni tahrîf edilmemiş, kıyâmete kadar da

tahrîf edilemeyecektir. (Harputlu İshâk Efendi)

İslâm dîni bütün peygamberleri aleyhimüsselâm tanır ve hepsine îmân etmeyi emr eder.

Esâsen eski din kitablarında ve hakîkî İncîl'de son peygamber olan Muhammed

aleyhisselâmın geleceği bildirilmişti. Fakat yahûdîler ve hıristiyanlar kitablarını tahrîf ederek,

Muhammed aleyhisselâmın geleceğini bildiren haberleri değiştirmişlerdir. (Rahmetullah

Efendi)

TAHRÎM SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin altmış altıncı sûresi.

Tahrîm sûresi on iki âyet-i kerîmedir. Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi). Bu sûrede;

bütün mü'minlerin, emri altında olanları Cehennem'e götürecek davranışlardan korumaları,

âhirette kâfirlerin özür bahâne ileri sürmelerinin fayda sağlamayacağı, mü'minlerin tövbe-i

nasûh (bir daha günâha dönmemek üzere kesin tövbe) etmeleri gibi konular bildirilmektedir.

(Ayntablı Muhammed Efendi, Senâullah Dehlevî, Râzî)

Tahrîm sûresinde meâlen buyruldu ki:

Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.

(Âyet: 6)

Ey kâfirler! Bugün özür bahâne ileri sürmeyin. Siz ancak işlediklerinizin cezâsını

çekeceksiniz denilir. (Âyet: 7)

Kim Tahrîm sûresini okursa, Allahü teâlâ ona Tevbe-i nasûh ihsân eder. (Hadîs-i

şerîf-Kâdı Beydâvî)

TAHRÎME TEKBÎRİ:

Namaza Allahü ekber diyerek başlama; iftitâh tekbîri. (Bkz. İftitâh Tekbîri)

Tahrime tekbîri farzdır. Namazın şartlarındandır. Başka kelime söylemekle olmaz. (İbn-i

Âbidîn)

Tahrime tekbîri üç şeyle tamam olur: 1-Erkekler ellerini kulağına kaldırmakla (kadınlar,

iki ellerini omuz hizâsına kaldırır, sağ el sol el üstünde olarak göğse kor). 2-Tekbîri ta'zim

(hürmet) üzere almakla. 3-Kalben uyanık ve hâzır olmakla. (Kutbüddîn-i İznikî)

Tahrime tekbîri, AAAllahü ekbaar gibi uzun söylenirse, namaz sahîh (mûteber, geçerli)

olmaz. İmâmdan önce, ekber denirse, namaza başlanmış olmaz. (Molla Hüsrev)

TAHRÎMEN MEKRÛH:

Kur'ân-ı kerîmdeki ve hadîs-i şerîfteki delîlinden zan ile anlaşılan yasak. Harama yakın

olan fiil, iş. (Bkz. Mekrûh)

Dinde vâcib ve sünnet-i müekkede olan emirleri kasden, bilerek ve özürsüz terk etmek

tahrîmen mekruhtur. Günâhı, harama yakındır. Tahrîmen mekrûhu bilerek işleyen âsî ve

günahkâr olur. Tövbe etmezse, Cehennem'e gitmesine sebeb olur. Tahrîmen mekrûh işlenerek

kılınan namazın iâdesi vâcibdir, mutlaka lâzımdır. Eğer unutarak işlerse, sehv (unutma)

secdesi yapar. (İbn-i Âbidîn)

Tahrîmen mekrûhu işlemek, küçük günâh olur. (Tahtâvî)

Abdest bozarken kıbleye önünü ve arkasını dönmek mekruhtur. (Halebî)

TAHSÎL-İ İRFAN:

1.Tasavvuf bilgilerini elde etme, öğrenme.

Edeler dâimâ tahsîl-i irfân

Olalar her biri, bir kâmil insan.

(Muallim Receb Efendi)

2. İlim ve tecrübe netîcesinde bilgi edinme.

TÂİB:

Tövbe eden, günahlarına pişmân olan.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Allahü teâlâ tâibleri ve (fevâhişten yâni pislik ve günâhlardan) temizlenenleri sever.

(Bekara sûresi: 222)

Cenâb-ı Hakk'a, tâib gençten daha sevgilisi yoktur." (Hadîs-i şerîf-Miftâh-un-Necât)

Günahtan tâib, sanki hiç günâh işlememiş gibidir. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)

Tâiblerin makâmı, bütün makamların en fazîletlisi ve üstünüdür. Hakîki tâib, cenâb-ı Hak

katında (indinde) bütün halkın en azîzi, en kıymetlisi ve en sevgilisidir. (Ahmed-i Nâmıkî

Câmî)

Şeytan, nâfile ibâdetleri teşvîk ederken, tâibe farzları yapmayı unutturur. Ey insanlar kendi

hâllerinizi gözetiniz. Şeytan birçok kimseyi yoldan çıkarmaya çalışmaktadır. Tâib, her vakit

için yeni abdest almalıdır ki, şeytan ondan kaçsın ve onun ibâdete meyli artsın. (Ahmed-i

Nâmıkî Câmî)

Tâibin, hiçbir nefesini zâyi etmemesi gerekir. Kendi gönül kıblesini, kötü işlerine

bakmaya yöneltip, "Ne yaptım?Niye söyledim?" gibi düşüncelerle ve insaf gözüyle hareket

etmelidir. (Ahmed-i Nâmıkî Câmî)

TAKDÎM VE TE'HÎR:

İkindi namazını öğle namazı ile veya öğleyi ikindi ile ve yatsı namazını akşam namazı ile

veya akşamı yatsı ile birleştirerek kılmak.

Takdîm ve te'hir, Hanefî mezhebinde hac sırasında Arafât'ta ve Müzdelife'de; Mâlikî'de ve

Şâfiî mezhebinde seferde (yolculukta); Hanbelî mezhebinde ise, özür sebebiyle yapılabilir.

(Abdurrahmân Cezîrî)

Hanefî mezhebinde olan bir kimse yolculuk esnâsında, diğer üç mezhebi taklid ederek

(vâsıta durduğu zaman) takdim ve te'hir ile namazlarını kılabilir. (İbn-i Âbidîn, Şernblâlî)

TAKDÎR:

Ölçme, değer biçme, değer verme, tâyin etme. Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde

(başlangıcı olmayan öncelerde) ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilmi) ile bilip tâyin etmesi.

(Bkz. Kazâ ve Kader)

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

O, gece karanlığından sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi de istirâhat için, güneşi ve ayı

da vakitler için bir hesâb olarak yarattı. İşte bütün bunlar mutlak gâlib olan (her şeyi)

kemâliyle bilen Allahü teâlânın takdîridir. (En'âm sûresi: 96)

O Allah ki, göklerin ve yerin tasarrufu hep O'nundur. Hiçbir çocuk edinmemiştir.

Mülkünde de O'nun hiçbir ortağı yoktur. Her şeyi yarattı ona bir nizâm verdi. Onun

mukadderâtını takdîr buyurdu. (Furkân sûresi: 2)

Dünyâda olacak herşey, dünyâ yaratılmadan önce ezelde Levh-i mahfûza yazılmış,

takdîr edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz

ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah'ın gönderdiği nîmetlerden mağrur olmayasınız,

Allahü teâlâ kibirli olanları ve bencilleri sevmez. (Hadîd sûresi: 22)

İbâdet yapını______________z. Herkese ezelde takdîr edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur. (Hadîs-i

şerîf-Müslim)

Allahü teâlâ ezelde her varlığın kaderini takdir buyurmuştur. Fakat bir kimseye kendisi

için ezelde takdîr edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur. Meselâ açlıktan, hastalıktan ölmesi

ezelde takdîr edilmiş olana gıdâ ve ilâc almak nasîb olmaz. Zengin olması ezelde takdîr

edilmiş olana kazanç yolları açılır. Doğuda ölmesi takdîr edilmiş olana batıya giden yollar

kapanır. (Şerefüddîn Ahmed bin Yahyâ Münîrî)

İnsan tedbir alır, sebeblere yapışır, takdîri bilmez. Allah'ın takdîri, kulun tedbîri ile

değişmez. (İmâm-ı Rabbânî)

Takdîr-i İlâhî:

Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde ilm-i ezelîsi ile bilip tâyin etmesi. (Bkz. Takdîr)

TAKIYYE:

İdâre, korunmak, sakınmak; iki yüzlülük; sevmediği kimse ile dost geçinmek. Bir

kimsenin hakîkatte sâhib olduğu görüş ve inancını saklaması. Bozuk fırkaların, özellikle

şiîlerin bozuk inanışlarını gizleyerek, kendilerinin Ehl-i sünnet (Peygamber efendimizin ve

Eshâbının) yolunda olduklarını söylemeleri.

Şevkânî'nin birkaç kitabı meselâ İrşâd-ül-fuhûl kitabı uzun incelenirse, onun takıyye

yaptığı görülür. Yâni şîanın kollarından olan Zeydî fırkasından olduğunu saklamakta,

kendisini Ehl-i sünnet olarak tanıtmaktadır. Çünkü şiîlerin, Ehl-i sünnet arasında bulununca,

takıyye yapmaları farz imiş. (M. Sıddîk Gümüş)

Ehl-i sünnet îtikâdından ayrılmış olan bozuk fırkalar, korkudan saklanmış veya takıyye

yapmışlardır. Bu halleri de onların bid'at sâhibi olduklarını göstermektedir. (Şah Veliyyullah-i

Dehlevî)

Şiîler, Peygamber efendimizin vefâtından sonra hazret-i Ali'nin Fedek bahçesini

almamasının takıyye için olduğunu söylediler. Şiîlerin takıyye yapması lâzımdır dediler.

Şiîlerin bu sözleri bozuktur. Çünkü şiîlere göre imâm meydana çıkıp harb etmeye başlayınca,

takıyye yapması haram olurmuş. Bunun içindir ki, hazret-i Hüseyin takıyye yapmadı. Hazret-i

Ali halîfe iken takıyye yaptı demeleri, haram işledi demek sûretiyle iftirâ etmek olur.

(Abdülazîz Dehlevî)

Şîanın isnâ aşeriyye (on ikiciler) veya imâmiyye adlarıyla bilinen kolunun îmân

esaslarından birisi de takıyye yapmaktır. Müslümanlara karşı takıyye yapmak gerektiğine

inanmak, Ehl-i sünnet îtikâdına uymamaktadır. (Şehristânî)

TAKLÎD:

1. İnanılacak şeylerde düşünmeden, anlamadan, yalnız başkasından işiterek, görerek

inanma, îmân etme.

Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğuna göre taklîd ile inananın îmânı sahîhtir, doğrudur. Yâni o

kimse, mü'mindir, müslümandır. Ancak istidlâlî yâni düşünerek, anlayarak inanmayı terk

ettiği için günâhkârdır.

2. Amelde yâni yapılacak işlerde delîlini araştırmadan bir müctehidin ictihâdlarına

(mezhebine) uyma, bağlanma.

Kur'ân-ı kerîmde; "Bilenlerden sorun" buyruldu. Bunun için müctehide sormak, bir

mezhebi taklîd etmek, bağlanmak vâcib oldu. Bir mezhebi taklîd etmek, o mezhebde

olduğunu söylemekle olur. Söylemeksizin kalb ile niyyet ederek de olur. Mezhebe uymak,

mezheb imâmının sözlerini okuyup öğrenip, yapmak demektir. Öğrenmeden, bilmeden ben

Hanefîyim, Şâfiîyim demekle o mezhebe girilmiş olmaz. Böyle olanlar, hocalara sorarak,

ilmihâl kitablarından öğrenerek ibâdet yapmalıdır. (İbn-i Âbidîn)

Müctehîd olmayanların dört mezhebden birini taklîd etmeleri lâzımdır. Dört mezhebden

birine uymayan iş bâtıldır. Dört mezhebden başkasını taklîd etmek câiz değildir. Bugün

Muhammed aleyhisselâmın dînine uymak bu dört mezhebden birini taklîd etmekle olur.

Mes'elelerin, delîllerini bilmek lâzım değildir. Delîlini anlamak müctehidin vazîfesidir. Bir

mezhebi taklîd eden, bağlanan için delîl, mezheb imâmının sözleridir. (Abdülganî Nablüsî)

Herkes dört hak mezhebden kendine kolay gelen mezhebi seçer. Onun kitablarını okur,

öğrenir. Her işini bu mezhebe uygun yapar. O mezhebi taklîd etmiş olur. O mezhebden olur.

Herkese anasından, babasından işittiğini, gördüğünü öğrenmek kolay geleceği için,

müslümanlar, analarının-babalarının mezhebinde olmaktadır. Bir mezhebden çıkıp diğerine

girmek câiz ise de, yenisini öğrenmek için senelerce çalışmak lâzım olur ve önceki mezhebini

öğrenmek için yaptığı çalışmaları boşuna gitmiş olur. Hem de eskileri ile yeni bilgileri

karıştırarak şaşırabilir. Bunun için fıkıh âlimleri, câhillerin (fıkıh bilgisi olmayanların) başka

mezhebi taklîd etmelerini men etmişler, harâc, meşakkat olmadıkça mezheb taklid etmelerine

izin vermemişlerdir. Bir mezhebi beğenmiyerek ondan çıkmak hiç câiz olmaz. Çünkü Selef-i

sâlihîni techîl etmek (câhil bilmek), beğenmemek küfr olur. (Muhammed Hasen Fârûkî,

Abdurrahmân Silhetî)

3. Kendi mezhebine göre yapmasında harâc (meşakkat) veya zarûret bulunan bir şeyi

yapabilmek için bu işi başka mezhebin şartlarına uyarak yapmak.

Kendi mezhebinde yapamadığı bir işi başka mezhebi taklîd ederek yaptığında o mezhebde

bu iş için olan farzları, vâcibleri de yapması, müfsidlerinden (o şeyi bozan şeylerden),

haramlarından sakınması lâzımdır. Bunun için o mezhebdeki lâzım olan şeyleri de öğrenmesi

gerekir. (Abdülganî Nablüsî, Abdurrahmân Silhetî)

Taklîdî Îmân:

İnanılacak şeylerde düşünmeden anlamadan, yalnız başkasından işiterek inanma, îmân

etme. (Bkz. Îmân)

TAKRÎR:

Anlatma, anlatım, bir âlimin kitâbdan okuyarak îzâh ve açıklamalarda bulunması.

Pâdişâhın huzûrunda yapılan huzur dersleri; Ramazan ayının ilk gününden başlamak ve

sekiz derste sona ermek üzere, "mukarrir" adı verilen zamânın tanınmış âlimleri tarafından

takrîr olunurdu. (Abdurrahmân Şeref)

TAKRÎRÎ SÜNNET:

Peygamber efendimizin, görüp de mâni olmadığı şeyler. (Bkz. Sünnet)

TAKSÎRÂT:

Günâhlar, kabahatlar, kusûrlar.

Bâzı kimseler Allahü teâlânın emrettiği ibâdetleri îfâ ediyorsa (yerine getiriyorsa) da,

diğer taraftan nehy (yasak) ettiği şeylerden kendilerini alamayarak, günâh işlemekten

vazgeçmezler. Bu gibilerin, tâatleri îfâ ettikleri için, kulluk yapmakta taksirâtları yok ise de,

günâh bataklığına atıldıklarından dolayı da Allahü teâlânın emirlerine karşı gelmekle

cezâlandırılmaktan kurtulamazlar. (İmâm-ı Mâverdî)

TAKSİT:

Bir borcun belli zamanlarda ödenmesi.

Taksitle satışın câiz olması için, taksit ödeme târihlerinin ve her taksitte ödenecek

miktarların belli olmaları lâzımdır. Eline geçtikçe verirsin, ne zaman verirsen ver şekliyle

taksitle satış sahîh (mûteber, geçerli) olmaz. (Ali Haydar Efendi)

Paranın bir miktârını peşin ve geri kalanını müsâvî (eşit) miktârlarda taksitle ödemek için

yâhut peşinsiz hepsini belli zamanlarda müsâvî taksitlerle ödemek için sözleşerek bir şeyi

satın almak câizdir. (İbn-i Âbidîn)

Mevcûd parası olan kimsenin taksitle mal almasında mahzûr yoktur. Borcunu taksit

zamanlarında ödemesi lâzımdır. Ödünç alınan borcu ise, parası olunca hepsini derhâl ödemesi

lâzımdır. (Fetâvây-ı Hindiyye)

TAKTÎR:

Nafakada (yeme-içme, giyme ve meskende) ihtiyaçlarından kısıp, çok mal ve para

biriktirmek.

Nafakada yâni yeme-içme, giyinme ve barınacak yerde, zarûret (ölmemek, bir uzvu telef

olmamak için lâzım olan şey) miktârına râzı olup, daha çok istememek kanâattir. Güzel

huydur. Yoksa mal ve para biriktirmek için bir şey almamak demek değildir. Fakat taktîr ise,

kötü bir huy olup, aklın ve İslâmiyet'in beğenmediği bir şeydir. (Muhammed Hâdimî)

TAKVÂ:

Allahü teâlâdan korkarak, haramlardan (yasaklardan, günâhlardan) sakınmak. Harama

düşmemek için, şüphelilerden (haram veya helâl olduğu belli olmayan şeylerden) sakınmaya

ise verâ denir. Bu bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ da takvânın

mânâsı altına girer. (Bkz. Verâ)

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Allahü teâlâ o takvâ sâhiplerini sever. (Âl-i İmrân sûresi: 76)

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Yâ Rabbî! Bana ilim, hilm, takvâ ve

âfiyet ihsân eyle" duâsını çok söylerdi. Duâda geçen ilimden maksad fâideli ilim, yâni îmân,

ibâdet, amel ve ahlâk bilgileridir. Hilm ise, yumuşaklık demektir. Âfiyetten murâd; dînin ve

îtikâdın, bozuk inançlardan, işlerden, nefsin isteklerinden, kalbin vesvese ve şüphelerinden,

bedenin hastalıklarından kurtulmasıdır. (Berîka-Muhammed Hâdimî)

Bütün iyiliklerin temeli takvâdır. (Hâdimî)

Dünyâda felâketlerden, âhirette Cehennem'den, ateşte yanmaktan kurtulmak için iki şey

lâzımdır: Emirlere sarılmak, yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzumlusu,

yasaklardan sakınmak yâni verâ ve takvâdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Verâ ve takvâyı tam yapabilmek için, mübahları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret

miktârını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de, kulluk vazîfelerini yapabilmek için

kullanmaya niyyet etmelidir. Bir insan, mübah, yâni dînin izin verdiği şeylerden, her

istediğini yapar, mübahları aşırı derecede işlerse, şüpheli şeyleri yapmağa başlar. Şüpheliler

ise, haram olanlara yakındır. İnsan, bir gün harama düşebilir. (İmâm-ı Rabbânî)

Takvâ Ehli:

Takvâ sâhibi. Allahü teâlâdan korkarak haramlardan sakınanlar.

Hâli ile sana fayda vermeyen kimseyle arkadaş olma. Takvâ ehlinin, haramlardan kaçanın

kölesi, hizmetçisi ol. Onu sev. Belki Allahü teâlâ bu vesîle ile seni onların arasına katar.

(Alvân Hamevî)

TAKVÎM:

Zamânı; sene, ay, hafta, gün ve saat gibi sâbit bölümlere ayıran, dînî-millî gün ve

bayramları gösteren cetveller.

Ramazân-ı şerîfin birinci gününü anlamakta takvimlere güvenilmemelidir. Çünkü oruç,

gökte yeni ayı görmekle olur. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Hilâli görünce

oruca başlayınız!" buyurdu. Hâlbuki hilâlin doğması, görmekle değil, hesabladır ve hesap

sahîh (doğru) olup, hilâl hesâbın bildirdiği gece doğar. Fakat, o gece görülmeyip, bir gece

sonra görülebilir ve oruca, hilâlin doğduğu gece değil, görüldüğü gece başlamak lâzımdır.

Çünkü dînimiz böyle emir buyurmuştur. (İbn-i Âbidîn)

Gökte, Ramazân-ı şerîf hilâlini aramak, bir ibâdettir. Ramazân-ı şerîfin başlangıcını

önceden haber vermek, İslâmiyet'i bilmemek alâmetidir. Kurban bayramının birinci günü de,

Zilhicce ayının hilâlini görmekle anlaşılır. Zilhicce ayının dokuzuncu Arefe günü, hesâbla,

takvîmle anlaşılan gün veya bundan bir gün sonra olur. Bundan bir gün önce olamaz. (M.

Sıddîk Gümüş)

Namazın sahîh olması için, vakti girdikten sonra kılınması ve vaktinde kılındığını bilmek

şarttır. Vaktin girdiğinde şüpheli olarak kılıp, sonra vaktinde kılmış olduğunu anlarsa, bu

namazı sahîh olmaz. Vaktin bilinmesi vakitleri bilen âdil bir müslümanın okuduğu ezânı

işitmekle olur. Ezânı okuyan âdil değil ise (veya âdil müslümanın hazırladığı takvîm yoksa)

kendisi vaktin girdiğini araştırıp, kuvvetli zan edince kılmalıdır. (İbn-i Âbidîn)

TALÂK:

Nikâh bağını çözmek; nikâh akdini (sözleşmesini), belli sözlerle derhal veya geleceğe

bağlı olarak sona erdirmek. Şer'î (dînî) nikâhta, boşama hakkı olanın, nikâhlı olduğu kişiyi

boşaması.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

Ey Peygamber (ve O'na ümmet olanlar)! Kadınlara talâk vermek istediğinizde, onlara

(âdet hâllerinden) temizlendiklerinde talâk verin ve iddeti (üç hayzdan temizlenme

müddetini) sayın. Rabbiniz olan Allah'tan korkun. (Talâk sûresi: 1)

Eğer size itâat ediyorlarsa, artık talâk için yol aramayın. (Nisâ sûresi: 34)

Allahü teâlânın izin verip de yapılmasından hoşnûd olmadığı, beğenmediği şey talâktır.

(Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)

Evleniniz, dînî bir özür bulunmadıkça, talâk vermeyiniz. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)

Allahü teâlâ talâk kelimesini söylemeğe izin verdiği hâlde söylenmesini hiç beğenmez.

Sonu pişmanlık olan bu sözü şaka ile söylemek, keskin kılıç ile oynamaya benzer. Evlilik

seâdetini yıkan bu zararlı sözü insanların dillerine almamaları için Allahü teâlâ bâzı cezâlar

koymuştur. (Saideddîn-i Fergânî)

Talâk olması için önce, dînen geçerli olan nikâhın bulunması lâzımdır. İslâm nikâhı

bulunmayan iki eş arasında talâk olmaz. Talâk veren erkeğin akıllı, bâliğ (ergenlik çağına,

evlenme yaşına ulaşmış) ve uyanık olması lâzımdır. Delinin, çocuğun, bunağın, baygının,

uyuyanın ve medhûşun yâni hastalık veya kızgınlık sebebi ile aklı yerinde bulunmayanın

söylemesi ile talâk vâki olmaz. (Alâüddîn Haskefî)

Erkeğin zevcesine (hanımına) karşı vazîfelerinden biri de zevcesini boşamamaktır. Allahü

teâlâ, mubahlar yâni izin verdiği şeyler içinde yalnız talâk vermeği sevmez. Zarûret

olmadıkça, birini incitmek câiz değildir. (İmâm-ı Gazâlî)

Talâk-ı Bâin:

Boşanmada kullanılan sözleri söyler söylemez evliliği sona erdiren boşama. Zevceye

yaklaşmadan önce veya yaklaştıktan sonra beynûneti yâni ayrılığı ifâde eden kinâyî yâni açık

olmayan bir söz ile yapılan veya sarîh yâni açık bir söz ile yapılıp da açıkça veyâ işâretle üç

adedine bağlı bulunan veya zevcenin (hanımın) ödeyeceği bir bedel karşılığında (kadının

isteğiyle bir bedel üzerinde anlaşarak) veya üç talâk ile veya "benden bâinsin" gibi çokluk ve

şiddet bildiren kelime ile veyâ ric'î talâk ile boşadığı zevcesine iddet (üç âdet müddeti) içinde

yeniden dönmediği takdirde meydana gelen boşama.

Vaty etmediği (cinsî münâsebette bulunmadığı) zevcesine "Seni boşadım" derse veya

vatydan sonra "Sen bâin olarak boşsun" veya "Sen elbette boşsun" veya "Şiddetli talâk" gibi

çokluk bildiren kelime ile boşarsa, bir talâk-ı bâin ile boşamış olur. Bunları söylerken iki veya

üç kere "üç kere boşsun" deyince, üç kere bâin boşamış olur. Nikâh derhâl bozulur. (Ahmed

Zühdü)

Talâk-ı bâinde verilen talâk bir veya iki ise, ayrılışa, beynûnet-i suğrâ denir. Derhâl veya

ileride iki tarafın rızâsı ile iki şâhid ile tecdîd-i nikâh (nikâhın yenilenmesi) câiz olur. Bunda

evlilik son bulmakla birlikte iki tarafın rızâsı ile iki şâhid ile nikâh akdi yenilenir.) Bâin talâk,

üç talâk hakkının kullanılmasıyla olmuş ise, buna beynûnet-i kübrâ (büyük ayrılık) denir.

Bunda tarafların rızâsı olsa da nikâh yenilenemez. (M. Zihni Efendi)

Talâk-ı Ric'î:

Geri dönülebilen talâk. Zevceye yaklaştıktan sonra, sarîh (açık) veya işâretle, üç adedine

veya bir ivaza (bedele, karşılığa) bağlı olmaksızın ve beynûnete yâni ayrılığa delâlet eden

(gösteren) bir sıfatla sıfatlanmamış ve bir şeye teşbîh edilmemiş (benzetilmemiş), gerek sarîh

(açık), gerekse talâk-ı ric'îyi gerektiren kinâyî (açıkça boşamaya delâlet etmeyen) lafızlarla

verilen talâk.

Talâk-ı ric'îde zevc (koca), kadının iddet (üç âdet müddeti) zamânı içinde, söz ile veya

fiilen eski nikâhına rücû edebilir (dönebilir). Evliliği devâm eder. Şâhid lâzım olmaz ise de,

iki âdil şâhide haber vermesi müstehâb (iyi) olur. (İbn-i Âbidîn)

Ric'î talâkta, eğer erkek hanımına dönmezse, nikâh; iddet (üç hayz yâni âdet) müddeti

bitince bozulur. (Ahmed Zühdü)

Talâk-ı Selâse:

Bir sözü üç kere veya daha fazla sayı söyleyerek, erkeğin zevcesini (hanımını) boşaması.

Bu durum bir anda olduğu gibi, ayrı ayrı zamanda da olabilir.

Talâk-ı selâse ile boşanan kadın, bir başkası ile evlenip boşanmadıkça, eski kocası

bununla evlenemez. (İbn-i Âbidîn)

Talâk Sûresi:

Kur'ân-ı kerîmin altmış beşinci sûresi.

Talâk sûresi on iki âyet-i kerîme olup, Medîne-i münevverede nâzil oldu (indi). Boşanma

konularından bahsettiği için bu adı aldı. Sûrenin başında İslâm âile hukûkunun boşanma

konusundaki hükümleri, sonunda da, Allahü teâlânın bildirdiği hak yoldan ayrılan eski

kavimlerin uğradıkları cezâlar ve Muhammed aleyhisselâma inanıp hayırlı işler yapanlara

verilecek âhiret nîmetleri bildirilmektedir. (Fahreddîn-i Râzî, Kurtubî, İbn-i Abbâs)

Talâk sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki:

(Boşanan) o kadınları, gücünüzün yettiği kadar ikâmet ettiğiniz yerin bir kısmında

oturtun. Onları sıkıştırıp gitmelerini sağlamak için zarar vermeye kalkışmayın. Eğer

hâmile iseler, doğum yapıncaya kadar nafakalarını verin. Sizin için çocuğu emzirirlerse,

onlara ücretlerini verin, bu hususta aranızda uygun bir şekilde müşâvere edin (anlaşın).

Eğer güçlüğe uğrarsanız (ya baba ücretten korunmak, yâhut ana emzirmemek gibi sûretlerle)

o hâlde (çocuğu) onun (babasının) hesâbına bir başka kadın emzirecektir. (Âyet: 6)

TALEB:

İstemek, aramak.

İlim Çin'de de olsa, taleb ediniz. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)

Her müslüman kadın ve erkeğe ilim taleb etmek (ilmihâlini öğrenmek) farzdır. (Hadîs-i

şerîf-İbn-i Mâce)

Taleb (aramak), kavuşmanın müjdecisidir. Yanıp yakılmak da, kavuşmanın başlangıcı

demektir. Büyüklerden biri buyuruyor ki: "Vermek istemeseydi, taleb vermezdi." Taleb

ni'metinin kıymetini bilip, elden kaçmasına sebeb olacak şeylerden sakınmalıdır. İsteğin

gevşememesine ve ateşin soğumamasına dikkat etmelidir. Bu ni'metin elden çıkmamasına en

çok yarayan şey buna şükr etmektir. (İmâm-ı Rabbânî)

İlim meclislerinde aradım kıldım taleb,

İlim geride kaldı, ille edeb, ille edeb

(Yûnus Emre)

TÂLİB:

Taleb eden, isteyen.

Yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehberden ders alan talebe, öğrenci.

Tâlib sâdık olunca, zikr ve teveccüh olmasa dahi yalnız ihlâsı ve muhabbeti ile ilerler.

(Muhammed Ma'sûm)

Tâlib, niyyeti ve işleri, ne kadar hâlis ve iyi olsa da, kendini kusurlu ve kabahatli

bilmelidir. Tasavvuf yolunda ele geçen nîmetlere, hâllere, zevklere güvenmemeli, ne kadar

doğru ve şerîate uygun olsalar da, bunlara özenmemelidir. (Muhammed Bâki-billâh)

Tâlib, kâmil ve mükemmil olan (yâni yetişmiş ve yetiştirebilen) bir rehberi ele

geçirebilirse, bütün arzûları, istekleri, onun eline bırakmalı, ölü yıkayıcının elinde teneşirdeki

meyyit (ölü) gibi olmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Tâlib, sâdık olmalıdır. Sözünün eri olan tâlibin sol omuzundaki melek, yirmi sene içinde

yazacak bir şey bulamaz. (Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr)

Tâliblerin üç husûsa dikkat etmeleri lâzımdır: 1) Her ne kadar kendisinden evliyânın

yanında makbul bir amel dahi meydana gelse yine kendisine enâniyyet (benlik) varlık

gelmeyip, kendisini kusurlu görmeli, hizmet etmeye çalışmalı. 2) Her ne kadar kendinden red

olunacak bir amel meydana gelse, ümitsiz olmayıp gönlünü muhâfaza etmeli. 3) Her ne

buyurulursa, hizmeti yerine getirmeye candan gayretle çalışmalı, maksada kavuşmaya

bakmalıdır. (Mevlânâ Abdülazîz Buhârî)

TALLÂHİ:

Allahü teâlânın ism-i şerîfinin başına "te" harfi getirilerek yapılan yemin sözü. (Bkz.

Yemîn)

Yemîn ya harf ile veya kelime ile olur. Allahü teâlânın isminin başında (be, te, ve)

harflerinden biri söylenip, ismin sonu esre okunursa yâni billâhi, tallâhi, vallahi denirse yemin

olur. Yemin, yalnız Allahü teâlânın isimleri ile olur. Başka şeylerle müslüman yemini olmaz.

(Alâüddîn-i Haskefî, İbrâhim Halebî)

TALMÛD:

Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kabûl ettikleri, sözlü emirlerin toplandığı Mişnâ

ve Gamâra olmak üzere iki kısımdan meydana gelen kitap.

Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kitabları Talmûd'dur. Yahûdîlere göre; Mûsâ

aleyhisselâm Tûr-i Sînâ'da (Tûr dağında) Allahü teâlâdan işittiklerini Hârûn'a, Yûşa ve

El-Ye'âzâr'a aleyhimüsselâm bildirmiş. Bunlar da sonra gelen peygamberlere ve nihayet

mukaddes Yehûda'ya bildirmişler, bu da mîlâdın ikinci asrında bunları kırk senede bir kitâb

hâline getirmiş, bu kitâba Mişnâ denilmiştir.Mîlâdın üçüncü asrında Kudüs'te ve altıncı

asrında Bâbil'de Mişnâ'ya birer şerh yazılmış, bu şerhlere Gamâra denilmiştir. İki Gamâra'dan

birini Mişnâ ile bir kitab hâline getirip bu kitaba Talmûd demişlerdir. Kudüs Gamâra'sından

gelene Kudüs Talmûdu, Bâbil Gamâra'sından gelene Bâbil Talmûdu demişlerdir. (Necef Ali

Tebrîzî)

İsrâiloğulları kendi yazdıkları din kitabına uydular. Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'ını

terk ettiler" hadîs-i şerîfi, şimdi yahûdîlerin elinde bulunan Talmûd, Mişnâ ve Gamâra'nın

Mûsâ aleyhisselâmın kitabı olmadığını haber vermektedir. (Taberânî ve Rahmetullah Efendi)

Bâbil Talmûdu, Kudüs Talmûdu'nun üç misli daha uzundur. Yahûdîler, Bâbil Talmûdu'nu

Kudüs Talmûdu'ndan daha üstün tutarlar. Her yahûdî, din eğitiminin üçte birini Tevrât, üçte

birini Mişnâ ve üçte birini de Talmûd'a ayırmak mecbûriyetindedir. Hahamlar, Talmûd'da, bir

kimse kötü bir şeye niyet etse onu yapmasa bile günahkâr olacağını bildirmişlerdir. Onlara

göre hahamların nehy (yasak) ettiği bir şeyi yapmaya niyet eden kişi necs, pis olur. Bu

inançların kaynağı olan Talmûd'a müslümanlar Ebü'l-Encâs (Necâsetlerin babası) demiştir.

Yahûdîler, Talmûd'a inanmayan ve onu kabûl etmeyeni yahûdî saymazlar. (M. Sıddîk Gümüş)

Talmûd, müneccimliğin (yıldızlara bakarak geleceğe âit hüküm vermenin) insan hayâtına

hükmeden bir ilim olduğunu bildirmektedir. Talmûd, sihr ve kehânetlerle doludur. (Ali bin

Hasen)

TÂLÛT:

İsrâiloğullarının hükümdârlarından.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Vakta ki Tâlût askeriyle (Kudüs-i şerîften cihâd için) ayrıldı. (Nebînin haber vermesiyle

yâhut ilhâmla askerlerine) dedi ki: "Şübhesiz, Allah sizi bir ırmakla imtihân edicidir. Kim

ki ondan (Kana kana) içerse, benden (teb'amdan) değildir. Kim ki ondan içmezse, o

bendendir. Eliyle bir avuç içenler müstesnâ. (Bekara sûresi: 249)

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Bedr günü Eshâb-ı kirâmına; "Bugün siz Tâlût'un

(söz dinleyen) eshâbı (arkadaşları) adedincesiniz. Onlar mü'min idiler" buyurdu. (Hadîs-i

şerîf-Buhârî)

İşmoil aleyhisselâm, Allahü teâlânın emriyle Tâlût'u hükümdâr tâyin etmişti. Tâlût,

Filistinliler ve Amâlika kavmi ile harb edip, gâlib geldi. Tâlût'un askeri arasında bulunan

Dâvûd aleyhisselâm on sekiz yaşında idi. Filistin ordusundaki cesûr ve çok kuvvetli olan

Câlût'u öldürdü. İşmoil aleyhisselâm, Tâlût'un yerine Dâvûd aleyhisselâmı hükümdâr yaptı. O

sırada Tâlût harbde öldü. Kırk sene hükûmet sürdü. Yerine Dâvûd aleyhisselâm melik oldu.

(Taberî-İbn-ül-Esir)

TAM FENÂ:

Allahü teâlâdan başka her şeyi unutma, mutlak fenâ. (Bkz. Fenâ)

Kul kendi nefsini düşünmekten büsbütün kesilmedikçe Rabbini düşünemez. Allahü

teâlânın sevgisi onun kalbine yerleşemez. Bu büyük nîmet ancak tam fenâ hâsıl olduktan

sonra elde edilebilir. (İmâm-ı Rabbânî)

TAM ŞEHÎD:

Allah yolunda canını fedâ eden; dînini, vatanını, bayrağını, nâmusunu müdâfaa ederken

ölen, haksız yere öldürülen müslüman. (Bkz. Şehîd)

Tam şehîd, dünyâda yıkanmaz, kefene sarılmaz. Kefen miktârından fazla olan elbisesi

soyulup, çamaşırı ile defnolunur. Cenâze namazı Hanefî mezhebinde kılınır. Şâfiî

mezhebinde kılınmaz. Âhirette de şehîd sevâbına kavuşurlar. (İbn-i Âbidîn)

TAM TEMİZLİK:

Sıhhatli bir kadının âdet zamânından sonra başlayan, on beş gün veya daha fazla devâm

eden temizlik. (Bkz. Sahih ve Hükmî Temizlik)

İki hayz (âdet) arasında tam temizlik bulunması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

TAMA':

Aç gözlülük, dünyâ malına aşırı düşkünlük.

Tama'ın en kötüsü insanlardan beklemektir. Kibre, ucba (kendini beğenmeye) sebeb olan,

nâfile ibâdetleri ve âhireti unutturan mubâhları (dinde izin verilen şeyleri) yapmak da tama'

olur. Tama'ın zıddına, aksine tevfîz denir. Tevfîz ise, helâl ve fâideli şeyleri kazanmaya

çalışıp da, bunlara kavuşmağı Allahü teâlâdan beklemektir. (M. Hâdimî)

Şeytan, riyâyı ihlâs olarak ve tama'ı da tersi olarak göstererek insanı aldatmağa çalışır.

Şeytan köpek gibidir. Köpek kovalayınca kaçar ise de, başka taraftan yine gelir. Nefs kaplan

gibidir. Saldırması, ancak öldürmekle biter. (İmâm-ı Rabbânî)

TA'N ETMEK:

Kötülemek, dil uzatmak.

Mü'min ta'n etmez, kimseye dokunmaz, lânet etmez. Fâhiş söz söylemez ve kimseyi

yermez. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

Belli bir mü'minin ayıbını, ta'n etmek için arkasından söylemek gıybet olur. Gıybet

harâmdır. Kapalı söylemek, işâret ile, hareket ile bildirmek, yazı ile bildirmek de hep

söylemek gibi gıybettir. Gıybet olunan mü'min bunu işitirse üzülür. (Hâdimî, Yûsuf

Sinânüddîn)

TANRI:

Ma'bûd, tapılan şey, ilâh.

Allahü teâlânın isimleri tevkîfîdir, yâni İslâmiyet'te bildirilen isimleri söylemek câiz olup,

bunlardan başkasını söylemek câiz değildir.Meselâ Allahü teâlâya alîm denir. Fakat, âlim

demek olan fakîh denmez. Çünkü, İslâmiyet, Allahü teâlâya fakîh denileceğini bildirmemiştir.

Bunun gibi, Allah adı yerine, tanrı demek câiz değildir. Çünkü tanrı; ilâh, ma'bûd demektir.

Meselâ "Hindûların tanrıları öküzdür" denilmektedir. "Birdir Allah ondan artuk (başka) tanrı

yok" denebilir. Başka dillerdeki Dieu, Gott ve God kelimeleri de, ilâh, ma'bûd mânâsına

kullanılabilir. Allah adı yerine kullanılamaz. Kur'ân-ı kerîmde; "Benim ismim Allah'tır.

Beni Allah diye çağırınız. Allah diye ibâdet ediniz. Allah diye yalvarınız" meâlinde birçok

âyet-i kerîme vardır. O'na, kendi istediği ismi söylemeyip de, kâfirlerin, O'nun en sevmediği,

mâbûdlarına koydukları tanrı ismi ile O'nu çağırmak, ne kadar yanlış ve ne büyük inâd olduğu

meydandadır. (M. Sıddîk bin Saîd)

TARAFEYN:

İki taraf; İmâm-ı a'zam ile talebelerinden İmâm-ı Muhammed'in bir mes'elede reylerinin

(ictihâdlarının) aynı olması sebebiyle ikisine birden verilen isim.

Bir vakıf, mescid harâb olup tâmir eden bulunmaz ise veya etrâfında ev, insan kalmayıp

kullanılmaz ise de, Tarafeyne göre yine vakıf olarak kalır. İmâm-ı Ebû Yûsuf'a (r.aleyh) göre

hâkimin izni ile satılıp, parası aynı cinsten olan başka bir vakfa sarfedilir. (İbn-i Âbidîn)

Tarafeyne göre, nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) olan yerde örf ve âdet mûteber

değildir. (Abdülganî Nablüsî)

TÂRIK SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin seksen altıncı sûresi.

Târık sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). On yedi âyet-i kerîmedir. İsmini ilk âyet-i

kerîmede geçen ve parlak bir yıldız mânâsına gelen Târık'tan alır. Sûrede; insanın yaratılışı,

kıyâmet gününün zorluğu, Kur'ân-ı kerîmin hak ile bâtılı ayıran kelâm-ı ilâhî olduğu

bildirilmektedir. (Râzî, Kurtubî)

Târık sûresinde meâlen buyruldu ki:

Gizlenen işlerin ortaya döküldüğü hesâb gününde insan için Allahü teâlâdan başka ne

bir kuvvet vardır, ne de bir yardımcı. (Âyet: 10)

Kim Târık sûresini okursa, Allahü teâlâ ona gökteki yıldızların adedinin on katı sevâb

verir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

TARÎKAT:

Tasavvuf yolu; insanları mânen olgunlaştırmak, terbiye etmek, yetiştirmek için, tasavvuf

büyüklerinin tâkib ettikleri yol.

Hicrî beşinci asırdan îtibâren sistemleşmeye başlayan tarîkatların fert ve cemiyet

hayâtında büyük te'sirleri olmuştur. İnsanlara; her şeyin Allah rızâsı için yapılması gerektiğini

anlattılar.Riyâ ve gösterişten uzak, yüksek karakterli insanlar olmalarına yardımcı oldular.

Benlik dâvâsından ve kendini beğenmişlikten kurtardılar. Birlik ve berâberliğe kavuşmuş

cemiyetler meydana getirdiler. İslâmiyet'in yayılmasında bilfiil hizmet gören tarîkat mensûbu

zâtlar, dünyânın birçok yerlerine dağılıp, insanların İslâmiyet'le tanışmalarına sebeb oldular

(İslâm Târihi Ansiklopedisi)

Tarîkatların çeşitli isimler alması, başka başka olmalarından değildir. Aynı mürşidin (yol

gösteren, rehberlik eden âlimin) talebeleri, birbirlerini tanımak ve mürşidleriyle tanınmak için

bulundukları yola mürşidlerinin (hocalarının) ismini vermişlerdir. (Abdullah-ı Dehlevî)

Son zamanlarda tarîkat diyerek birçok şeyler uyduruldu. Hakîkî İslâm âlimlerinin ve

Peygamber efendimizi görüp, O'nun sohbetinde yetişen Eshâb-ı kirâmın bildirdikleri doğru

yol unutuldu. Dinde câhil olanlar, hattâ İslâmiyet'in emirlerine açıkça uymayanlar, şeyh ve

tarîkatçı ünvânı alarak, zikir ve ibâdet adı altında, dînimizin yasak ettiği birçok günâhları

işlediler. (Abdülhakîm Arvâsî)

TA'RÎZ:

Üstü kapalı ve dokunaklı söz; kapalı îtirâz etmek; bir tarafı gösterip diğer tarafı kasd

etmek.

Gıybet, açıkça söylemek sûretiyle olduğu gibi fiille, ta'rîzle, yazıyla, hareketle ve işâretle

de olur. Göz kırpmakla, elle işâret etmekle de olur. Hazret-i Âişe buyurdu ki: "Bizim

yanımıza bir kadın geldi. Kadın çıkıp giderken ona elimle kısa boyludur diye işâret ettim.

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem: "Sen onun gıybetini yaptın" buyurdu. (Ebü'l-Leys

Semerkandî)

Bir kimse, diğer bir şahsın sözü geçince, onu kastederek; "Bizi şu şu ayıplardan kurtaran

Allahü teâlâya hamdolsun" derse, ta'rîz yoluyla onu gıybet etmiş olur. (İbn-i Âbidîn)

İhtiyaç ve zarûret yokken ta'rîz câiz olmaz. Çünkü ifâdede yalan bulunmasa da yalanı akla

getirebilir. Böyle olunca da mekruh olur. (Seyyid Alizâde)

TÂRÛH:

İbrâhim aleyhisselâmın asıl, öz babası.

Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden anlaşıldığı ve binlerce İslâm âliminin kitâbında

yazıldığı üzere Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem anaları ve babaları arasında

bulunmakla şereflenen bahtiyârların hepsi; zamanlarının ve memleketlerinin en asîl, en

şerefli, en cemîl, en temiz zâtları idi. Hepsi azîz, mükerrem ve muhterem idi. İbrâhim

aleyhisselâmın babası Târûh da mü'min olup, fenâ ahlâktan ve âdî, çirkin sıfatlardan uzak idi.

Kâfir olan Âzer, babası değil, amcası idi. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

En'âm sûresinin meâl-i şerîfi; "İbrâhim (aleyhisselâm) babası Âzere dediği zaman" olan

yetmiş dördüncü âyet-i kerîmesine açık mânâ verilmez. Çünkü Âzer kelimesi baba

kelimesinin atf-ı beyânıdır. Yâni açıklayıcı bir lafızdır. İbrâhim aleyhisselâm iki kimseye

baba demektedir. Birisi kendi babası olan Târûh, diğeri baba dediği amcası veya üvey babası

Âzer idi. (Beydâvî ve Seyyid Abdülhakîm)

Âzer'in amca olduğunu Ehl-i kitâb ve târihçiler söz birliği ile bildirmişlerdir. Âzer'in baba

olmadığını, İbrâhim aleyhisselâmın babasının Târûh olduğunu İbn-i Abbâs da radıyallahü

anhümâ bildirdi. (İmâm-ı Süyûtî)

Âzer, İbrâhim aleyhisselâmın üvey babasıdır. Kendisi çocuk iken ölen asıl babası

Târûh'tur. Âzer put yapan bir san'atkâr idi. İbrâhim aleyhisselâm daha çocuk iken putlara

ibâdet edilmeyeceğini anlamış, üvey babasının yaptığı putları parçalamış ve bulundukları

memleketin yâni Bâbil'in hükümdârı olan Nemrûd'u îmâna dâvet etmiştir. (Senâullah

Dehlevî, Süyûtî)

TASADDUK:

Sadaka vermek. Yâni Allahü teâlânın rızâsı için fakirlere ve ihtiyâcı olanlara para, mal

vermek. (Bkz. Sadaka)

İnsanlar tasadduk ettiği şeyi, Allah rızâsı için verirse, Hak teâlâ hazretlerine verilmiş

gibi sayılır ki, mukâbilinde (karşılığında) bin sevâb (pekçok sevab) alır. (Hadîs-i şerîf-Ey

Oğul İlmihâli)

Ödünç vermek, tasadduk etmekten on sekiz derece daha fazîletlidir. (Hadîs-i şerîf-Ey

Oğul İlmihâli)

Tasadduk etmek nâfile ibâdettir. Zekât vermek, borç ödemek ve birinin hakkını iâde

etmek ise, farzdır. (Süleymân bin Cezâ)

TASARRUF:

1. İdâreli kullanma, sarfetme. Tutumlu olma; harcamada isrâftan ve cimrilikten sakınıp

orta yolu seçme.

Sadaka vererek rızkınızı çoğaltınız.Zekât vererek mallarınızı koruyunuz. İktisâd eden,

tasarrufa riâyet eden aldanmaz. Tedbirli düzenli yaşamak, geçimin yarısıdır. İnsanlarla iyi

geçinmek, aklın yarısıdır. (Câfer-i Sâdık)

2. İdâre etme, hükmetme.

Allahü teâlâ mülkünde tasarruf ediyor.Mülkünde tasarruf etmesinde zulüm düşünülemez.

Çünkü zulüm, izni olmadan başkasının mülkünde tasarruftur. (İmâm-ı Gazâlî)

3. Bir velînin Allahü teâlânın izniyle sevdiklerini mânen yetiştirmesi, düşmanlarını ise

cezâlandırması.

Yaratılışı, kalb ve rûh mertebesine kadar olan kimseyi tasarrufu kuvvetli olan pîri, daha

yüksek mertebelere ulaştırabilir. (İmâm-ı Rabbânî)

Sıddîkiyye yolunda ilerlemek üstâdın tasarrufu, kuvveti ile olur. O sevk ve idâre

etmedikçe, hiç ilerleyemez. Çünkü nihâyetin (sonun) başlangıcında yerleştirilmesi, onun

şerefli teveccühü, merhameti ile olur. Anlaşılmayan, bilinmeyen hâllere hep onun üstün,

başarılı idâresi ile kavuşulur. (İmâm-ı Rabbânî)

Îtikâdı ve ameli doğrulttuktan, bu iki kanadı ele geçirdikten sonra, Allahü teâlâya

yaklaştıran yolda ilerlemek sırası gelir. Zulmânî ve nûrânî konakları aşmaya başlanabilir.

Ancak şunu iyi bilmelidir ki, böyle konakları aşarak yükselebilmek ancak yolu bilen, yolu

gören, yol gösteren, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehberin teveccühü ve tasarrufu ile olabilir.

Bunun bakışları kalb hastalıklarına şifâ verir. Onun teveccühü yâni kalbini bir kimseye

çevirmesi, kötü, çirkin huyları insandan siler süpürür. (İmâm-ı Rabbânî)

TASAVVUF:

Ahlâk ve kalb ilmi. Kalbi kötü huylardan temizleyip, iyi huylarla doldurmak. Kalbde

îmânın vicdânileşmesi, yâni Ehl-i sünnet îtikâdının kalbde sağlamlaşması ve şüphe getirici

te'sirlerle sarsılmaması, nefs-i emmâreden doğan tenbelliklerin ve sıkıntıların giderilip,

ibâdetlerde kolaylık ve lezzet hâsıl olması. Allahü teâlâ ile olmak, iyi ahlâk edinmek ve dînin

emirlerine uymak.

Tasavvuf büyüklerinin hepsi, Ehl-i sünnet îtikâdında idi. Bid'at sâhiplerinin hiçbiri,

Allahü teâlânın ma'rifetine yaklaşamamıştır. Evliyâlık nûrları bunların kalblerine girmemiştir.

(Abdullah-ı Dehlevî)

Tasavvuf ehlinin üç vasfı vardır. Toprak gibidir, iyiye de, kötü kimseye de verir. Bulut

gibidir, her şeyi gölgeler. Yağmur gibidir, sevilen kimseyi de, sevilmeyen kimseyi de sular.

(Harkûşî Abdülmelîk bin Muhammed)

Tasavvuf hâldir, söz değildir, söz ile ele geçmez. (Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî)

Tasavvuf, Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymak, fazla konuşmayı, fazla

yemeği ve fazla uykuyu terk etmektir. (Alâüddevle Semnânî)

Tasavvuf, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin hepsini terketmektir. (Ali bin Sehl)

İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra şerîate (dînin emir ve

yasaklarına) uymak, daha sonra tasavvuf yolunda yükselmektir. (Muhammed Bâkî-billah)

Şimdiye kadar yedi yüz velî, tasavvufun târifinde türlü sözler söylemişlerdir. Bu sözlerin

özü, şu noktada toplanabilir: Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye harcamaktır. (Ebû Saîd

Ebü'l-Hayr)

TASDÎK:

Kabûl etmek, inanmak, doğrulamak.

Îmân; Peygamber efendimizin Allahü teâlâdan getirdiklerinin hepsini kalb ile tasdîk, dil

ile ikrâr etmek, söylemektir. (İmâm-ı a'zam)

Haram işlememek ve bütün ahkâm-ı İslâmiyyeyi (İslâmiyet'in hükümlerini) yerine

getirmek, çok kolaydır. Kalbi bozuk olana güç gelir. Evet, birçok işler vardır ki, sağlam

insanlara kolaydır. Hastalara ise güçtür. Kalbin bozuk olması, şerîate (İslâmiyet'e) tamam

inanmaması demektir. Bu gibi insanlar inandım dese de, hakîkî tasdîk değildir. Laf ile

tasdîktir. Kalbde hakîkî tasdîkin, doğru îmânın bulunmasına bir alâmet, İslâmiyet'e uymak,

emirleri yaparken kolaylık duymaktır. (İmâm-ı Rabbânî)

Bu dünyâ nîmetleri geçici ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhirette ele

girecekler ise sonsuzdur ve dünyâda iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünyâ ve

âhiretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olarak geçirilirse, ebedî

seâdet, kurtuluş umulur. Yoksa O'nu tasdîk edip, tâbi olmadıkça, her şey boşunadır. O'na

uymadıkça her yapılan hayr, iyilik, burada kalır, âhirette ele birşey geçmez. (S. Abdülhakîm

Arvâsî)

TASFİYE:

Temizleme, parlatma. Kalbi iyi hasletlerle süsleme.

Nefs tezkiye edilince, yâni nefs kötü isteklerinden kurtarılınca kalb tasfiye bulur. (İsmâil

Ferrûh)

Seyr ve sülûktan (yâni tasavvuf yolunda ilerlemekten) ve nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye

etmekten maksad; mânevî âfetleri gidermek, kalbi hastalıklardan kurtarmaktır. (İmâm-ı

Rabbânî)

Kalbin tasfiyesi, dînimizin emir ve yasaklarına uymakla ve sünnetlere yapışmakla ve

bid'atlerden (Peygamber efendimiz zamânında olmayıp, dinde sonradan ortaya çıkarılıp,

ibâdet olarak yapılan şeylerden) kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur.

(İmâm-ı Rabbânî)

TASHÎH:

Düzeltme.

Âkıl ve bâliğ (ergenlik, evlenecek yaşa gelen erkeğin ve kadının birinci vazîfesi, îtikâdını

(îmânını) Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde tashîh etmesi ve bunlara uygun olarak

yaşamasıdır. (Ahmed Fârûkî)

Hoca, talebesinin hatâlarını yerinde ve zamânında tashîh etmeli, onun yanlış şeyleri

öğrenmesine fırsat vermemelidir. (İmâm-ı Gazâlî)

TASNİF:

1. Bir âlimin, te'lif etmeden, kendi usûlünce daha önce benzeri olmayan bir kitâb yazması.

Kalb ve rûh ilimlerinin mütehassısları ya kitab tasnif ederler veya te'lif ederler. Tasnif çok

zamandan beri dünyâdan kalktı. Yalnız te'lif kaldı. Fakat İmâm-ı Rabbânî'nin yazıları doğrusu

tasniftir. Te'lif değildir. (Muhammed Hâşim-i Keşmî)

İmâm-ı a'zam, İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî gibi büyük İslâm âlimlerinin eserleri

tasniftir. (Abdullah-ı Dehlevî)

2. Hadîs ilminde tedvîn edilen yâni toplanıp bir araya getirilen hadîs-i şerîflerin

konularına ayrılması, kitablara geçmesi.

Hadîs-i şerîflerin tedvîn ve tasnifi, Emevî halîfesi Ömer ibni Abdülazîz'in Medîne vâlisine

yazdığı emirle başladı. (İbn-i Salâh, Hatîb-i Bağdâdî)

TASVÎR:

Kâğıda, kumaşa, duvara ve başka yerlere canlı ve cansız resimleri yapmak veya bu şekilde

yapılan resimler.

Hazret-i Âişe rivâyet ediyor (naklediyor): Odama, üzerinde tasvirler bulunan ince bir

perde takmıştım. Resûlullah sallallahü aleyhi ve selem, seferden dönünce, perdeyi gördü ve

birden rengi değişti. Daha sonra eliyle çekip çıkardı ve; "Kıyâmet günü en çok azâb

görenler, Allahü teâlânın yarattığına benzeterek tasvîr yapanlardır" buyurdu. (Hadîs-i

şerîf-Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslim)

Tasvîre tapınmak, onların fâide ve zarar yapacaklarına inanmak, şirk (Allahü teâlâya

ortak, eş koşmak) çeşitlerinden biri olur. (Tahtâvî)

TATLÎK:

Boşama, talak verme. (Bkz. Talak)

TÂÛN:

Vebâ.

Tâûn olan yere girmeyiniz ve Tâûn olan bir yerden başka bir yere gitmeyiniz, oradan

kaçmayınız. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

Tâûn hastalığı bulunan yerden kaçmak, muhârebede kâfir karşısından kaçmak gibi

büyük günâhtır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

Tâûn eski ümmetlere azâb olarak gönderildi. Bu ümmet için şehîd olmaya sebebdir.

(Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

Tâûn bulunan yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine sebeb, sağlam olanlar çıkınca,

hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk olurlar. Tâûn olan yerde kirli hava (mikroplu hava,

tâûn basilleri) herkesin içine yerleşince kaçanlar hastalıktan kurtulmaz ve hastalığı başka

yerlere götürmüş, bulaştırmış olurlar. (İmâm-ı Gazâlî)

Daha önce, İsrâiloğulları zinâ etmeye başladı. Cenâb-ı Hak tâûn hastalığını musallat

eyledi. Tâûndan yirmi dört bin kişi öldü. (Harputlu İshâk Efendi)

Tâûn gelince kızmamalı, üzülmemelidir. Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi,

kurtarması için duâ etmeli, O'na yalvarmalıdır. Allahü teâlâ duâ edenleri, sıhhat ve selâmet

isteyenleri sever. (Ahmed Fârûkî)

TAVÂF:

Kâbe-i muazzamanın etrâfında Hacer-i esvedin bulunduğu köşeden başlamak sûretiyle

Kâbe sola alınarak yedi defâ dolaşmak. Tavâf edene tâif; Kâbe etrâfında tavâfa mahsûs

mahalle (yere) metâf denir.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Şüphe yok ki Safâ ile Merve Allahü teâlânın şeâirinden (Allahü teâlâya ibâdet etmeye

vesîle olan nişâneler, alâmetler)dir. İşte kim o Beyti (Kâbe'yi) hac veya umre niyetiyle

ziyâret ederse, bunları güzelce tavâf etmesinde üzerine bir beis yoktur. (Bekara sûresi: 58)

Tavâfta telbiye edilmeyip (Lebbeyk okunmayıp) tekbîr ve tehlîl edilir ve salevât-ı şerîfe

okunur. Tavâfın belli bir vakti yoktur. (M. Zihni Efendi)

Haccın farzlarından üçüncüsü; dördü farz, üçü vâcib olmak üzere yedi kere tavâf etmektir.

Tavâfa niyet etmek de farzdır. (İbn-i Âbidîn)

Kâbe'den başka bir câmi etrâfında ibâdet için tavâf edenin kâfir (îmânsız) olmasından

korkulur. (Tahtâvî)

Her tavâftan sonra Mescid-i Harâm içinde (Kâbe avlusunda) iki rek'at namaz kılmak

haccın vâciblerindendir. (İbn-i Âbidîn)

Erkeksiz kadın hacca gidemez. Giderse, haccı kabûl olur ise de, harâmdır. Erkeği ile

gidince de, otelde, tavâfta, sa'y'da ve taş atarken erkeklerin arasına karışması harâmdır ve

haccın sevâbını giderdiği gibi, büyük günâha girer. (Hâdimî)

Tavâf yaparken abdestsiz ve cünüb olmamak, elbise temiz olmak, Hatîm denilen yerin

dışından dolaşmak, Kâbe-i muazzama hep sol tarafta kalmak haccın vâciblerindendir. (İbn-i

Âbidîn)

Tavâf yedi nevidir. Birincisi ziyâret tavâfı; ikincisi ömre tavâfı (bu ikisi farzdır); üçüncüsü

sünnet olan tavâf-ı kudümdür. Dördüncüsü vedâ tavâfı; beşincisi vâcib olan nezr (adak)

tavâfıdır. Altıncısı tavâf-ı nâfile; yedincisi müstehab olan tatavvû' tavâfıdır. (Kudbüddîn

İznikî)

Tavâf-ı İfâda:

Hacıların Arafât'tan indikten sonra yaptıkları farz tavâf. Tavâf-ı Ziyâret.

Tavâf-ı Kudûm:

Mekke-i mükerremeye varınca, yapılan ilk tavâf. Buna tahiyye, likâ (kavuşma) tavâfı da

denir.

Tavâf-ı Kudûm, Âfâkîler için yâni dışardan gelenler için sünnettir. (M. Zihni Efendi)

Tavâf-ı Nâfile:

Mekke-i mükerremede bulunanların fırsat buldukça yaptıkları tavâf.

Tavâf-ı Sadr (Sader):

Hac esnâsında cemrelerin taşlanması bittikten sonra Mina'dan Mekke'ye inildiğinde

yapılan tavâf. Buna Tavâf-ı vedâ da denilir. Hac vazîfeleri bununla sona erer.

Âfâkî olan yâni Mîkât denilen yerden daha uzak memleketlerin hacılarının Mekke'den

ayrılacağı gün, Tavâf-ı sadr yapmaları haccın vâciblerindendir. Âdet gören kadına bu tavâf

vâcib değildir. (İbn-i Âbidîn, M. Zihni Efendi)

Tavâf-ı sadrdan sonra Zemzem suyu içilir. Kâbe'nin kapı eşiği öpülür. Göğüs ve sağ yanak

Mültezem denilen yere sürülür. Sonra Kâbe perdesine yapışıp bildiklerini okur ve duâ eder.

Ağlayarak mescid kapısından dışarı çıkar. (İbn-i Âbidîn)

Tavâf-ı Umre:

Umreye niyet edenin yedi defâ yaptığı tavâf.

Umre tavâfının dört şavtı (dolaşımı) umrenin rüknündendir.

Tavâf-ı Ziyâret:

Hacıların Arafât'tan indikten sonra, Kurban bayramı günlerinde yapılan tavâf. Buna ifâda

tavâfı da denir.

Her hac edene, Tavâf-ı ziyâreti Arafât'tan sonra yapmak farzdır. Onun için diğer bir ismi

de Tavâf-ı rükündür. Haccın farzlarındandır. (M. Zihni Efendi)

TAVASSUT:

Araya girme, aracılık etme; bir peygamberi veya bir evliyâyı vâsıta kılarak, araya koyarak,

bir isteğin yerine gelmesi için Allahü teâlâya yalvarma. (Bkz. Tevessül, Vesîle)

TA'VÎZ:

Kur'ân-ı kerîmde bildirilen ve Peygamberimizden naklen gelen duâları okumak veya

bunları yazıp üzerinde taşımak.

Ta'vîz câizdir. İnanan, güvenen kimseye fayda verir. Ta'vîz, yazılı muska olarak taşınır.

(İbn-i Âbidîn ve Mevlânâ Osman Sâhib)

TAYERE:

Uğursuzluğa inanmak.

İnsan üç şeyden kurtulamaz: Sû'-i zan, tayere, hased. Sû'-i zan edince, buna uygun

harekette bulunmayınız. Uğursuz zan ettiğiniz şeyi, Allah'a tevekkül ederek yapınız. Hased

ettiğiniz kimseyi hiç incitmeyiniz! (Hadîs-i şerîf-Berîka)

TAYFÛRİYYE:

Evliyânın büyüklerinden Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Bâyezîd-i

Bistâmî hazretlerinin ismi Tayfur olduğu için yolu bu adla anılmıştır.

Tarîkatlerin çeşitli isimler alması, başka başka olduklarını göstermez. Aynı mürşidin

(hocanın) talebeleri, birbirlerini tanımak için bulundukları yola hocalarının ismini

vermişlerdir.Tarîkatler başlıca ikidir: Zikr-i cehrî yâni yüksek sesle zikr yapan tarîkatler ve

zikr-i hafî, yâni sessiz zikr yapan tarîkatler. Zikr-i hafî hazret-i Ebû Bekr'den gelmiş olup,

mürşidlerinin adına göre; Tayfûriyye, Yeseviyye, Medâriyye, (hakîkî olan) Bektâşiyye,

Ahrâriyye, Ahmediyye-i müceddidiyyedir. (Seyyid Abdülhakîm)

Tayfûriyye yolunun kurucusu olan Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; "Dilini Allahü teâlânın

ismini anmaktan başka işlerle uğraşmaktan ve başka şeyler konuşmaktan koru. Nefsini hesâba

çek. İlme yapış ve edebi muhâfaza et. Hak ve hukûka riâyet et. İbâdetten ayrılma. Güzel

ahlâklı, merhâmet sâhibi ve yumuşak ol, Allahü teâlâyı unutturacak her şeyden uzak dur ve

onlara kapılma!" buyurmuştur. (Ferîdüddîn Attâr)

TA'YÎN (Tâyin):

1.Bir malın cinsini, miktârını, yerini belli etmek.

Alış-verişte bir mal ta'yin edilirse, teayyün eder yâni ta'yin edilen malın kendisini vermek,

teslim etmek lâzımdır. Benzerini, hattâ iyisini alması için müşteri zorlanamaz. (Ali Haydar

Efendi)

2. Me'mur etmek, vazîfelendirmek.

Hazret-i Ömer halîfeliği zamânında devleti idârî bakımdan bölgelere ayırdı.Bu bölgelerin

herbirinin başına bir vâli tâyin etti. Tâyin ettiği vâlilere; "Sizi insanlara tahakküm etmek,

saltanat sürmek, zorbalık yapmak için tâyin etmedim. Siz hidâyet, doğru yola götüren rehber

olacaksınız. Müslümanlar size uyacaktır.Bunun için müslümanların hukûkunu gözetiniz.

Müslümanları dövmeyiniz ki, zillete dücâr olmasınlar. Onları haksız yere medhetmeyiniz ki

şımarmasınlar, kapılarınızı yüzlerine kapatmayınız ki, kuvvetliler zayıfları ezmesinler.

Kendinizi müslümanlardan üstün görmeyiniz ki, zulme uğramasınlar" diye nasîhat ederdi.

(İbn-i Sa'd-İbn-i Cevzî)

TAYY-İ MEKÂN:

Mekânı, mesâfeyi katetme, geçme, mesâfelerin dürülmesi. Allahü teâlânın izniyle az

zamanda çok uzak yerlere gitme.

Şeytanın bir anda şarktan garba ulaşması gibi Allahü teâlânın velî kulları da tayy-i mekân

ile uzak mesâfeleri bir anda geçip yer değiştirebilirler. (Muhammed Üftâde)

TAYY-İ ZEMÂN:

Zamânın dürülmesi. Allahü teâlânın izniyle uzun zamanda yapılacak bir işi çok az

zamanda yapma.

Tayy-i zemân, evliyâda görülen hârikulâde (olağanüstü) hâllerdendir. (Abdülazîz

ed-Debba')

TAYYİB:

1. Helâl.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:

Ey îmân edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin tayyib olanlarından yiyin!

(Bekara sûresi: 172)

Ey îmân edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardıklarımızın en tayyib

olanından, Allah yolunda harcayın (zekât ve sadaka verin). (Bekara sûresi: 267)

Yetimlere (rüşdüne gelince, âkıl bâliğ olunca)mallarını verin. Tayyib olanı habis olana

değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, muhakkak

büyük bir günahtır. (Nisâ sûresi: 2)

2. Temiz.

Tarlayı abdestsiz sürmek, tohumunu abdestsiz ekmek; rızkın bereketini, tayyib olmasını

giderir. (Ahmed Fârûkî)

Yemekte dört farz vardır:Yemeği, rızkı Allah'tan bilmek. Yenen yemeğin helal ve tayyib

olması. Yemek hazm oluncaya kadar, Allahü teâlânın emrinden çıkmamak. Yemek hazm

oluncaya kadar ondan hâsıl olan kuvvetle, Allahü teâlânın nehyini (yasaklarını, haram olan

şeyleri) işlememek. (Süleymân bin Cezâ)

TAZARRU':

1. Kendini alçaltarak, aşağı görerek, Allahü teâlâya yalvarma.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:

Rabbinize tazarru' ederek ve gizlice duâ edin. (A'râf sûresi: 55)

Sabah ve akşam, içinden tazarru' ederek ve (Allahü teâlânın azâbından) korkarak,

yüksek olmayan bir sesle Rabbini (Kur'ân-ı kerîm okuyarak, duâ ederek ve zikrederek) an!

(A'râf sûresi: 205)

Her günâhı yaptıktan sonra, pişmanlık duyarak, günâhının bağışlanması için, Allahü

teâlâya tazarru' etmelidir. Çünkü Allahü teâlânın gazâbı günahlar içinde saklıdır. Allahü teâlâ

pek kuvvetli, herkese gâlib ve intikâm alıcıdır. (İmâm-ı Gazâlî)

2. Tövbe etmek.

(Yâ Muhammed!) Andolsun ki biz, senden önceki ümmetlere peygamberler gönderdik.

(Onlar, peygamberlerini tekzîb ettiler, yalanladılar, dinlemediler de) biz onları, belâ, şiddet,

fakirlik ve hastalıklarla yakaladık (cezâlandırdık). Umulur ki, (onlar) tazarru' ederler.

(En'âm sûresi: 42)

Eğer benim bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız ve dağlara çıkar,

göğüslerinizi döver ve Rabbinize tazarru' ederdiniz. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)

TA'ZÎM:

Hürmet ve saygı gösterme, üstün tutma.

Allahü teâlâ, beni size peygamber gönderdi. İnanmadınız. Ebû Bekr inandı. Bana malı

ile, canı ile yardım etti. Onu hiç incitmeyin ve ona hürmet ve ta'zîm edin. (Hadîs-i

şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

Allahü teâlânın emirlerini ta'zîm etmek ve O'nun yarattıklarına acımak lâzımdır.

(Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

Allahü azîm-üş-şânın evliyâsını ve enbiyâsını ve ulemâsını, bunların sözlerini ve fıkıh

kitablarını ve fetvâları ta'zîm etmeyip tahkîr etmek (aşağılamak), küfürdür yâni îmânın

gitmesine sebeb olur. Kâfirlerin dînî âyinlerini beğenmek ve zarûret yok iken zünnâr

kuşanmak ve küfür alâmetlerini kullanmak ve bunları sevmek küfürdür. (Muhammed İznikî,

Yûsuf Sinânüddîn)

TA'ZÎR:

Suça ve şahsa göre değişen tenbîh (uyarma), ihtâr, tekdîr ve dövmek gibi cezâlarla

cezâlandırma.

Müslümanları dili ve eli ile haksız inciten ta'zîr olunur. (Molla Hüsrev)

Ramazan ayında özürsüz açıkça oruç yiyen bir müslüman, fıskını (günâhını) îlân

ettiğinden hükûmet tarafından ta'zîr edilir. Gizli yerse bunun cezâsı ve keffâreti Kur'ân-ı

kerîmde bildirildiği gibidir. (Halebî)

Harâm işleyeni görünce gadaba gelmek (öfkelenmek) iyidir. Din gayretinden ileri gelir.

Fakat kızınca, aklın ve İslâmiyet'in dışına taşmamak lâzımdır. Ona kâfir, münâfık, deyyus ve

diğer fuhuş gibi çirkin şeyler söylemek harâm olur. Söyleyenin ta'zîr edilmesi lâzım olur.

Haram işleyeni görenin buna câhil veya ahmak demesine izin verilmiş ise de, yumuşak tatlı

söyleyerek nasîhat vermek iyi olur. Haram işleyeni hükûmet me'mûrunun, polisin güç

kullanarak men etmesi lâzımdır. Devlet me'muru yoksa, gücü yetenin de men etmesi, ta'zîr

etmesi lâzım olur. Ölüm, evini yıkmak cezâları ancak hükûmet ve hâkim tarafından verilir.

(M. Hâdimî)

TA'ZİYE:

Ölen kimsenin yakınlarına sabır, ölene rahmet dileme.

Resûlullah sallallahü aleyhi ve selem Eshâb-ı kirâmdan (arkadaşlarından) Mu'âz bin

Cebel'e yazdırdığı ta'ziye mektûbunda buyurdu ki:

Allahü teâlâ sana selâmet versin! O'na hamd ederim. Herkese iyilik ve zarar, yalnız

O'ndan gelir. O dilemedikçe kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz.

Allahü teâlâ, sana çok sevâb versin. Sabretmeni nasîb eylesin! Nîmetlerine şükr etmeni

ihsân eylesin!

Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, Allahü teâlânın sayısız

nîmetlerinden, tatlı ve faydalı ihsânlarındandır. Bu nîmetleri, bizde sonsuz kalmak için değil,

emânet kullanmak, sonra geri almak için vermiştir. Bunlardan belli bir zamanda faydalanırız.

Vakti gelince, hepsini geri alacaktır.

Allahü teâlâ nîmetlerini bize vererek sevindirdiği zaman, şükretmemizi, vakti gelip geri

alarak üzüldüğümüz zaman da, sabretmemizi emreyledi. Senin bu oğlun, Allahü teâlânın tatlı,

faydalı nîmetlerinden idi. Geri almak için emânet bırakmıştı. Seni, oğlun ile faydalandırdı.

Herkesi imrendirecek şekilde sevindirdi, neşelendirdi. Şimdi, geri alırken de, sana çok sevâb,

iyilik verecek, acıyarak, doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsân edecektir. Bu merhâmete,

ihsâna kavuşabilmek için sabretmeli, O'nun yaptığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır,

çağırırsan, sevâba, merhâmete kavuşamazsın ve sonunda pişmân olursun. İyi bil ki, ağlamak,

sızlamak, derdi belâyı geri çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir.

Sabretmek, olmuş bitmiş şeye kızmamak lâzımdır.

Allahü teâlâ hepinize selâmet versin! Âmîn (Hilyet-ül-Evliyâ)

Meyyit (cenâze) sâhiblerinden büyük, küçük erkeklere ve yaşlı kadınlara rast gelince,

ta'ziye etmek, sabır tavsiye etmek müstehabdır. Ta'ziye için; "A'zamallahü ecrek ve ahsene

ezâek ve gafere li meyyitik" denir ki; "Allahü teâlâ, sevâbını, dereceni arttırsın ve güzel sabır

etmeni nasîb eylesin ve meyyitin günâhlarını affeylesin." demektir. (Seyyid Abdülhakîm)

Üç günden sonra ta'ziye yapmak mekruhtur. Ancak uzakta olanlar ve yakın olup da, geç

haber alanlar için mekrûh olmaz. İki kerre ta'ziye etmek de mekruhtur. Kabir başında ve

meyyit sâhiplerinin kapılarında da ta'ziye mekrûhtur. Ta'ziye, mektub ile de olur. (Seyyid

Abdülhakîm)

TAZMÎN:

Sebeb olunan zarar ve ziyânı ödeme.

Çeşitli kimselerden aldığı haram malları birbirleri ile veya kendi helâl malı ile yâhut

kendinde emânet bulunan mallar ile karıştırırsa ve bunları birbirlerinden kolayca ayıramazsa,

bu karışımlar kendi mülkü olur. Bu karışımlara mülk-i habîs (temiz olmayan) denir. Haram

malları ayırabilirse kendilerini, sâhiplerine veya bunların vârislerine (mîrâsçılarına) vermesi,

ayıramaz ise tazmîn etmesi lâzım olur. Tazmînden sonra habîs (pis) karışımı kullanması

mubâh olur (ve zekâtını vermesi lâzım olur). Sâhibini bildiği hâlde, tazmîn etmeden evvel

kullanamaz ve sadaka ve hediye veremez ve zekât nisâbına katması lâzım olmaz. Sâhiplerini

vârislerini bilmiyorsa, haram malın ve habis karışımın hepsini sadaka vermesi vâcib olur.

Sâhibi sonra ortaya çıkarsa, kendisine tazmîn etmesi de lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)

TEADDÜD-İ ZEVCÂT:

Birden fazla kadınla evlenmek; poligami.

Şunu iyi bilmelidir ki, İslâm dîni teaddüd-i zevcât'ı emretmemiş, ancak izin vermiştir.

Yâni teaddüd-i zevcât farz değil, sünnet de değil ancak mübahtır, dinde izin verilen bir

husustur. Kadını boşamak ve teaddüd-i zevcât İslâm dîninde vâcib değildir. Mendûb da

değildir. İhtiyâç olduğu zaman izin verilmiştir. Erkekler teaddüd-i zevcât yapmaya

emrolunmadıkları gibi, kadınlar da bunu kabûl etmeye mecbûr değildirler. (M. Sıddîk Gümüş)

İslâm düşmanlarının ve Avrupalıların müslümanlığa ve müslümanlara saldırmalarının

sebeplerinden biri de teaddüd-i zevcâttır. Halbuki müslümanlar dörde kadar kadınla

evlenirken, Avrupalılar sayısız kadın ve metreslerle düşüp kalkıyorlar. Ayrıca İslâmiyet

teaddüd-i zevcât için şartlar koymuştur. Bu şartları herkes yerine getiremez. Bunun içindir ki,

müslüman erkeklerin birden fazla evlenmesi sınırlıdır. Zâten teaddüd-i zevcât bir emir değil,

şartlara bağlı bir izindir. Teaddüd-i zevcâtın yasak olduğu yerlerde, fuhşun, zinânın çoğaldığı

görülmektedir. (M. Sıddîk Gümüş)

İslâmiyet'i incelerken, teaddüd-i zevcât bahsini buldum. Yaptığım incelemeler netîcesinde

anladım ki, İslâmiyet'ten önce Arabistan'da her erkek istediği kadar kadınla birlikte yaşıyor ve

onlara karşı hiçbir mes'ûliyeti bulunmuyordu. İslâm dîni, kadının sosyal mevkiini ıslâh etmek

ve düzeltmek için bir erkeğin alabileceği kadın miktârını çok azaltmış ve ona bu kadınlara

bakmağı, aralarında adâleti te'min etmeği, onlardan ayrılırsa, kendilerine tazmînât vermeyi

emretmiştir. Kimsesiz kalan kadınlar da teaddüd-i zevcât sâyesinde bir âileye, o âilenin bir

ferdi gibi katılabiliyor, bir esir muâmelesi görmüyorlardı. Ayrıca şartlarını yerine

getiremeyecek erkekler için teaddüd-i zevcât haramdır. İkinci Cihân Harbi bittiği zaman

İngiliz radyosunda Dear Sir adlı proğramda bir zavallı İngiliz kadınının "Genç bir kadınım.

Kocamı harbde kaybettim. Şimdi kimsesiz kaldım. Korunmaya ihtiyâcım var. İyi huylu bir

adamın ikinci karısı olmaya ve birinci karısını başımda taşımaya râzıyım. Yeter ki bu

yalnızlıktan kurtulayım" diye yalvardığı ve feryâd ettiği hatırıma geldi. Bu da gösteriyor ki,

İslâm'da teaddüd-i zevcât bir ihtiyâcı karşılamak içindir. Bu bir emir değil, ancak bir izindir.

(Bayan Maviş B. Jolly)

TEAKKUL:

Aklı kullanarak, lüzumlu şeyleri öğrenirken, her şeyin haddini, sınırını aşmamak, yâni

lüzumlu olanı terk etmemek, lüzûmsuz olanla meşgûl olmamak, bunlarla vakit öldürmemek.

Hikmetten (ilimden) yedi şey meydana gelir: 1)Zekâ, 2)Sür'ât-ı selim, yâni ihtiyâc olunca,

lâzım olan şeyi hemen anlama, 3)Zihin açıklığı, istediği şeyleri çabuk anlamak, elde etmek,

4)Dikkat, 5)Teakkul, 6)Tehaffuz yâni unutmamak, rûhun anladığı şeyleri unutmaması,

7)Tezekkür, hâfızadaki bilgileri istenilen zamanda hatırlamaktır. (Ali bin Emrullah)

TEÂLÂ VE TEKADDES:

Allahü teâlânın ism-i şerîfi anıldığında, işitildiğinde veya yazıldığında: "Yüce ve noksan

sıfatlardan münezzeh (uzak, temiz)" mânâsına hürmet, saygı ifâdesi.

Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerine hamdolsun. O'nun seçtiği kullarına selâm olsun.

Sevgili oğlum! Fırsat ganîmettir. Yâni, zaman çok kıymetlidir. Bu kıymetli zamanları

faydasız şeylere sarfetmemelidir. Allahü teâlâ ve tekaddesin râzı olduğu, beğendiği şeyleri

yapmakla geçirmelidir. Beş vakit namazı, dünyâ işlerini düşünmeyerek ve cemâatle

kılmalıdır. Ta'dil-i erkâna (şartlarına) uygun olarak kılmaya dikkat etmelidir. Teheccüd (gece)

namazını kaçırmamalıdır. Seher vakitleri istiğfâr (tövbe) etmelidir. Gafletten, nefse uymaktan

lezzet almamalıdır. Dünyânın geçici lezzetlerine aldanmamalıdır. Ölümü hatırlamalı, âhiretin

dehşet ve şiddetini göz önüne getirmelidir. (İmâm-ı Rabbânî)

TEÂMÜL:

İ'tiyâd, alışkanlık olarak yapılagelen şey. (Bkz. Örf ve Âdet)

TEASSUB (Taassub):

Haksız yere düşmanlık etmek, inadcılık etmek; kendi yanlış fikrine körü körüne bağlanıp

başkalarının doğru fikrini kabûl etmeme.

Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Eshâb-ı kirâmı (arkadaşları)

Resûlullah'ın huzûrunda oturmakla, O'nun mübârek sözlerini işitmekle; teassub, mevki arzûsu

ve dünyâya düşkün olmak, hepsinin kalblerinden sıyrılmış gitmişti. Hırs, kin ve kötü huydan

kurtulmuş, tertemiz olmuşlardı. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Mezhebsizler bir mezhebi taklîd eden müslümanları kötülemek için ilmî kelimelere yanlış

mânâ vererek iftirâ ediyorlar. Meselâ mezheb bilgilerini açıklamaya ve bunları isbât etmeye

teassub diyorlar.Teassub, mezheb kavgalarına sebeb oldu diyorlar. Hâlbuki İslâm âlimlerine

göre bir mezhebe bağlanmak, Peygamber efendimizin sünnetine ve dört halîfenin sünnetlerine

uygun olduğunu savunmak, teassub değildir. Bunun aksini yapmak teassub olur. Dört

mezhebi taklîd edenler hiçbir zaman böyle teassub yapmadı. Hiçbir asırda mezheb teassubu

olmadı. (M. Sıddîk Gümüş)

TE'ÂTÎ:

Yalnız bir taraftan veya her iki taraftan teslim etmekle yapılan alış-veriş.

Satıcı, bu malı bin liraya sana sattım dese, müşteri dahi bir şey söylemeden alsa, bu te'âtî

yoluyla câiz olur. Satıcı malı verse, müşteri de parasını verse, ikisi de hiçbir şey söylemese,

alışveriş yine câiz olur. (İbrâhim Halebî)

TEAYYÜN:

Alış-verişte söz kesilirken tâyin (belli) edilen malın, belli olarak kalması.

Teayyün eden malın kendisini vermek lâzımdır.Benzerini hattâ daha iyisini alması için

müşteri zorlanamaz. (Hamza Efendi)

Teayyün-i Evvel:

İlm-i ilâhîde ilk teayyün, zuhûr, ortaya çıkış.

Peygamberlerin ve meleklerin bütün vilâyetleri, teayyün-i evveldedir. (Muhammed

Bâkî-billah)

Teayyün-i İmkânî:

İnsanın hakîkati olan teayyün-i vücûbîsinin zılli yâni görüntüsü. Ehlullah (evliyâ) kendi

yaratılışlarına, güçlerine göre tasavvuf mertebelerine kavuşmakta birbirlerinden çok

ayrıdırlar. Evliyâ arasında Allahü teâlânın ismine kavuşanlar pek azdır. Çoğu bu ismin

teayyün-i imkânîsine kavuşmuştur. (İmâm-ı Gazâlî)

Teayyün-i Vücûbî:

Bir şeyin, insanın hakîkati.

Îsâ aleyhisselâm gökten inerek, âhir zaman Peygamberinin dînine uyunca, onun teayyün-i

vücûbisi kendi makâmından yükselerek, ona uyduğu için, hakîkat-i Muhammedî'nin

makâmına gelir. O'nun dînini kuvvetlendirir. (İmâm-ı Gazâlî)

Teayyün-i Vücûdî:

Varlıkta meydana gelme, hâsıl olma.

Teayyün-i ilmî, teayyün-i vücûdîden evveldir ve onun husûsiyetlerinden bir husûsiyettir.

(İmâm-ı Rabbânî)

TEBÂREKE SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin altmış yedinci sûresi. (Bkz. Mülk Sûresi)

Ey oğul! Yatacağın zaman, Tebâreke sûresini oku. Peygamberimiz aleyhisselâm buyurdu

ki: Yatarken Tebâreke sûresini okumadan yatma. Zîrâ ölürsen kabirde sana yoldaş olur.

Her gece Tebâreke sûresini okuyan kimse, Kadr gecesini ihyâ etmiş gibi sevâbına nâil

olur, kavuşur. (Süleymân bin Cezâ)

Mü'minlerden dokuz kimseye de kabir süâli olmaz:Şehîd, düşman karşısında nöbette iken

ölen, vebâ, kolera gibi bulaşıcı hastalıktan ölen, böyle hastalıklar yayıldığı zaman kaçmayıp

sabrederek başka sebeble ölen, sıddîklar, bâliğ olmayan çocuklar, Cumâ günü ve gecesi

ölenler. Her gece Tebâreke ve Secde sûresini okuyanlar ve ölüm hastalığında İhlâs sûresini

okuyanlara kabir süâli olmaz. (Muhammed bin Alkamî)

TEBÂREKE VE TEÂLÂ:

Allahü teâlânın ism-i şerîfi anıldığında ve yazıldığında, söylenen ve yazılan, "Yüce ve

noksan sıfatlardan münezzeh (uzak, temiz)" mânâsına ta'zîm ve hürmet ifâdesi.

Allahü tebâreke ve teâlâ lutf ederek, acıyarak kullarına çok şeyleri mubâh etmiş, izin

vermiştir. Rûhu hasta, kalbi bozuk olduğu için, mubâhlarla doymayıp bitmez tükenmez

mubâhları bırakıp, İslâmiyet'in hudûdundan dışarı taşarak şüpheli ve harâmlara uzananlar, ne

kadar bedbaht ve zavallıdır. Âdet üzere alışkanlık ile namaz kılan ve oruç tutan çoktur. Fakat

İslâmiyet'in hudûdunu gözeten haram ve şüphelilere düşmemeye dikkat eden pek azdır.

Doğru ve hâlis ibâdet edenleri âdet üzere bozuk ibâdet edenlerden ayıran fark, Allahü teâlânın

emirlerini gözetmektir. (İmâm-ı Rabbânî)

TEBASBUS:

Bir menfaate kavuşmak veya bir zarardan korunmak için tevâzu göstermek, yaltaklanmak.

Dünyâ rütbelerinde kendinden aşağı olanlara büyüklük göstermemek tevâdûdur. Çünkü

eline geçenler, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânıdır. Kendi elinde bir şey yoktur. Mevki ve servet

sâhiblerinin tevâdû' göstermeleri iyi olur. Sevâb olur.Tebasbus günâhtır. Dilencilerin

tevâdûları böyledir. (Ali bin Emrullah)

TEBBET SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin yüz on birinci sûresi.

Tebbet sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Beş âyettir.Tebbet, kurusun mânâsında

bedduâdır.Sûre, Ebû Leheb hakkında inmiştir. (İbn-i Hişâm, İbn-i Abbâs)

Tebbet sûresinde meâlen buyruldu ki:

Ebû Leheb'in iki eli kurusun. (zâten) kurudu (helâk oldu ya). Ona, ne (babasından mîras

kalan) malı, ne kazandığı fayda vermedi. O yakında alevli bir ateşe girecek, karısı da odun

hammalı olarak, boynunda bükülmüş bir ip de olduğu hâlde. (Âyet: 1-5)

Kim Tebbet sûresini okursa, umarım ki, Allahü teâlâ onunla Ebû Leheb'i bir yerde

birleştirmez. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

Siyâsete karışmış olan din adamlarından Hüsâmeddîn Peçeli, tefsirinde bilhassa Tebbet

sûresinin ittihâdcıları methettiğini yazmaktadır. (M. Sıddîk Gümüş)

Resûlullah efendimizin mübârek kerîmeleri Rukayye çok güzel idi. Ebû Leheb'in oğlu

Utbe'ye nikâh edildi. Tebbet sûresi gelince, Utbe düğünden önce boşadı. Vahy gelerek

hazret-i Osman'a nikâh edildi. (Nişâncızâde)

TEBCÎL ETMEK:

Ta'zîm, hürmet etmek ve saygı göstermek.

Kâfirlere (müslüman olmayanlara) ancak iş düştüğü zaman selâm verilebilir. Kâfiri tebcîl

etmek için selâm verenin ve kâfiri ta'zim edenin, kıymet verenin, meselâ üstâdım gibi sözlerle

saygı gösterenin îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)

TEBE-İ TÂBİÎN:

Peygamber efendimizin Eshâbını gören ve sohbetinde bulunmakla Tâbiîn denen büyükleri

görmekle şereflenenler. (Bkz. Tâbiîn)

Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin toplam zamânı yaklaşık iki yüz yıldır. Bu devir,

Resûlullah efendimiz tarafından övülmüştür. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Namazın, husûsî hareketleri yapmak ve husûsî şeyler okumak olduğu, Peygamber

efendimiz tarafından bildirilmiş, kendisi de böyle kılmıştır. Eshâb-ı kirâmın Tâbiîn'e, onların

da Tebe-i tâbiîne bildirdikleri bu husûslar her asırda bulunan İslâm âlimleri tarafından bizlere

kadar gelmiştir. (İmâm-ı Rabbânî)

Tebe-i tâbiînden olan ve zamânında, Kûfe'nin en çok ibâdet edeni diye tanınan

Muhammed bin Nadr el-Hârisî buyurdu ki: "İlmin evveli sükûttur. Sonra onunla uğraşmaktır.

Sonra ezberlemek, sonra onunla amel etmek, sonra da başkalarına öğretmektir."

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Süfyân bin Uyeyne hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlâyı

seven, Allahü teâlânın sevdiklerini de sever. Allahü teâlânın sevdiklerini seven, cenâb-ı

Hakk'ın rızâsı için sever."

TEBERRÎ:

Uzaklaşmak, uzak durmak.

Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Teberrî

etmedikçe, tevellî (dostluk, yaklaşma) olmaz. Kalbde îmân bulunduğuna alâmet, küfürden

teberrî etmek, kaçınmaktır ve kâfirlikten, kâfirlere mahsus şeylerden, meselâ beline zünnâr

bağlamak ve bunun gibi kâfirlik alâmeti olan şeyleri kullanmaktan sakınmaktır. Küfürden

teberrî etmek, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmemektir. (İmâm-ı Rabbânî)

Her akşam yatarken tecdîd-i îmânda bulunmalı ve "İslâm dînine muhâlif (aykırı,

uymayan) herşeyden teberrî ettim" demelidir. (Seyyid Abdülhakîm)

TEBERRU':

Bir kimsenin, mecbur ve mükellef (yükümlü) olmadan, herhangi bir şeyi kendi rızâsı ile

karşılıksız olarak birisine onun mülkü olacak şekilde vermesi.

Teberru' ancak kabz (teslim almak) ile tamâmlanır yâni mülkolur. Şöyle ki: Akıllı ve bâliğ

(ergenlik, evlenecek yaşta) olan bir kimse, birisine bir şey hibe, hediye veya sadaka olarak

verse, o kimse de onları ele geçirip, teslim alsa, kendi mülkü ve onun malı olur. Fakat

kabzetmedikçe mülkü olmaz. (Mecelle ve Ali Haydar Efendi)

Kadının ev işlerini yapması zevcine (kocasına) teberru' ve ihsândır. Çok sevâbdır.

Yapmazsa günâha girmez. Zevc bunları zorla yaptıramaz. (Abdülganî Nablüsî)

TEBERRÜK:

Bereketlenme, mânen istifâde etme, faydalanma.

Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Her gün mezârını ziyâret ediyorum. Zor bir durumda

kalınca, onun kabrine gidip iki rek'at namaz kılarım. Allahü teâlâya yalvarırım. Dileğimi

verir. (İmâm-ı Şâfiî)

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbâtını teberrük niyeti ile her gün okumalıdır. Çünkü

insan farkına varmadan kalbden dünyâ sevgisini çıkarır. (Abdullah-ı Dehlevî ve Abdülhakîm

Arvâsî)

TEBESSÜM:

Gülümseme, kendinin işitmeyeceği şekilde sessiz gülme.

Peygamber efendimiz güler yüzlü idi. Tebessüm ederek gülerdi. Gülerken mübârek ön

dişleri görünürdü. Güldüğü zaman nûru duvarlar üzerinde ziyâ (ışık) verirdi. Ağlaması da

gülmesi gibi hafif idi. Kahkaha ile gülmediği gibi yüksek sesle de ağlamazdı. (Abdullah-ı

Dehlevî)

Eshâb-ı kirâm mescid-i şerîfte saf bağlayıp Ebû Bekr-i Sıddîk'ın arkasında sabah namazını

kılarken, Peygamber efendimiz mescide girdi. Ümmetinin saf saf olup ibâdet ettiklerini

gördü. Sevinerek tebessüm buyurdu. Kendisi de hazret-i Ebû Bekr'e uyup arkasında namaz

kıldı.

Rükû ve secdeleri olan namazda kahkaha ile gülmek, namazı da abdesti de bozar.

Namazda tebessüm, namazı da abdesti de bozmaz. (Halebî)

TEBLÎĞ:

Peygamberlerin, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, insanlara eksiksiz ve noksansız

olarak bildirmeleri.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Onlar (Peygamberler) Allahü teâlânın insanlara gönderdiklerini tebliğ ederler. O'ndan

korkarlar. Allah'tan başka kimseden korkmazlar. (Ahzâb sûresi: 39)

Peygamberler aleyhimüsselâm hakkında bilmemiz vâcib olan sıfatlar yedidir: 1) Emânet

(güvenilir olmak), 2)Sıdk (doğruluk), 3) Teblîğ, 4) Adâlet (âdil olmak), 5) İsmet (hiç günah

işlememek), 6)Fetânet (diğer insanlardan daha akıllı olmak, 7)Emn-ül-azl (peygamberlikten

azl olunmamak, atılmamak). (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem 632 (H.10) yılında vedâ haccı denilen

son haccı yaptılar. Bu sırada vedâ hutbesini îrâd buyurdular. Hutbenin sonunda "Ey insanlar!

Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?!." Eshâb-ı kirâm; "Allahü teâlânın dînini

tebliğ ettin. Vazîfeni yerine getirdin. Bize vasiyyet ve nasîhatte bulundun, diye şehâdet

ederiz" dediler. Bunun üzerine Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, mübârek

şehâdet parmağını kaldırarak cemâat üzerine çevirip indirdiler ve; Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol

yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab!" buyurdular. (İbn-i Hişâm)

TEBŞÎR:

Müjdeleme, sevindirici bir haber ulaştırma.

Eğer ölüyü ağzı açık, sanki gülüyor, yüzü gülümsüyor, gözü dahi kırpık gibi görür isen;

bilmiş ol ki, o kimse, âhirette kavuşacağı sürûr (sevinç, neş'e) ile tebşîr olunmuştur. (İmâm-ı

Gazâlî)

Ölen kimse sa'îd yâni Cennetlik ise, bir takım melekler başlarında Cebrâil aleyhisselâm

olduğu hâlde, o kimsenin rûhunu alıp, altıncı kat semâyı geçtikten sonra, surâdikat-i celâl

denilen, celâl perdelerinin bulunduğu bir makâma varırlar. Kimsin diye sorulduğunda;

Cebrâil aleyhisselâm, yanımdaki filândır diyerek o kimseyi onun hoşuna gidecek şekilde

tanıtır. O anda; "Hoş ve safâ geldi. Çok istiğfâr edip, çoluk çocuğuna ve sözü geçenlere emr-i

ma'rûf yapan (iyiliği emreden), Allahü teâlânın dînini O'nun kullarına öğreten, miskinlere ve

darda kalanlara yardım eden sâlih kula ve güzel rûha merhabâlar olsun" denir. Sonra

meleklerden bir cemâate uğrarlar ki, hepsi onu Cennet ile tebşîr edip, onunla müsâfeha

ederler. (İmâm-ı Gazâlî)

TEBZÎR:

Malı, İslâmiyet'in ve aklın uygun görmediği yerlere dağıtma, isrâf.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede buyurdu ki:

Akrabâya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver. Malını tebzîr etme. Çünkü tebzîr

edenler, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine (karşı) çok nankördür. (İsrâ sûresi:

26,27)

Tebzîr'in haram olduğu muhakkaktır. Kalbin hastalığıdır. Kötü bir huydur. Dînimizin;

hasisliği (cimriliği), isrâftan daha çok kötülemesi, isrâfın cimrilik kadar kötü olmadığını

göstermez. Hasisliğin daha çok kötülenmesi, insanların çoğu, yaratılıştan, mal biriktirmeği

sevdiği içindir. (İmâm-ı Birgivî)

TECDÎD-İ ÎMÂN:

Bilerek veya bilmeyerek küfrü gerektiren (îmânı gideren) bir sözü söylemek veya bir işi

yapmak yâhut böyle bir şeyi yapmış olma ihtimâli üzerine, Lâ ilâhe illallah Muhammedün

Resûlullah sözünü; mânâsını bilerek ve inanarak söyleyip, îmânını yenileme, tâzeleme.

Lâ ilâhe illallah diyerek tecdîd-i îmân yapınız. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)

Îtikâdında (inancında) veya sözünde veya işinde küfre (îmânın gitmesine) sebeb olacak bir

şey bulunan kimsenin tecdîd-i îmân etmesi lâzımdır. (Abdülganî Nablüsî)

Kadın ve erkek her müslümanın, her gün sabah ve akşam tecdîd-i îmân duâsını okuması

lâzımdır. Zevc ile zevcenin (hanımın) birlikte okumaları iyi olur. (Birgivî)

Nikâh yapmadan önce, îmânında şüphe olunan erkeğe ve kıza, îmânın altı şartını ve

İslâm'ın beş şartını sormalı, bilmiyorlarsa öğretmeli, ezberden okutmalı ve Kelime-i şehâdet

okumalıdırlar. Tecdîd-i îmân ettirmeli ondan sonra nikâh yapmalıdır. Şâhitlerin de böyle

îmânlı olmaları lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

Küfre sebeb olan sözü, hatâ ederek yanılarak söyleyenin îmânı ve nikâhı bozulmaz.

Yalnız tövbe ve istiğfâr yâni tecdîd-i îmân etmesi iyi olur. Tecdîd-i nikâh (nikâhı yenilemek)

lâzım olmaz. (Hâdimî)

Her gün tecdîd-i îmân müstehabtır. "Yâ Rabbî! Eğer benden unutarak veya yanlışlıkla ve

bilerek küfür ve şirk ve günah ve her ne meydana gelmiş ise ben onların hepsinden dönüp

vazgeçtim, pişman oldum. Bir dahi yapmamaya söz verdim. İslâm dînini kabûl ettim.

Peygamber efendimiz senin tarafından her ne getirdi ise inandım, kabul ettim. Dilim ile

söyledim kalbim ile tasdik ettim. Hepsi haktır, doğrudur ve gerçektir. Eğer söz ve işlerim dîne

aykırı ise, ondan da pişman oldum, vazgeçtim" demeli ve Âmentü duâsını okumalıdır.

(Ahmed Hilmi Efendi)

TECDÎD-İ NİKÂH:

Nikâhı yenileme, tâzeleme.

Erkek veya kadın bir müslüman, âlimlerin sözbirliği ile küfre sebeb olacağını bildirdikleri

bir sözün veya işin küfre sebeb olduğunu bilerek, amden (tehdîd edilmeden, istekle) ciddî

olarak veya hezl (şaka ve güldürmek) için söyler, yaparsa, mânâsını düşünmese dahi îmânı

gider, mürted olur (dinden çıkar). Buna küfr-i inâdî denir. Bu şekilde mürted olanın evvelki

ibâdetlerinin sevâbları yok olur. Tövbe ederse, geri gelmezler. Zengin ise tekrar hacca gitmesi

lâzım olur. Mürted iken kıldığı namazları, oruçları zekâtları kazâ etmez. Daha öncekileri kazâ

eder. Küfr-i inâdî ile mürted olanların nikâhları bozulur, iki şâhit yanında tecdîd-i nikâh

yapmaları lâzım olur. (Abdülganî Nablüsî)

Tecdîd-i îmân ve tecdîd-i nikâh duâsı şöyledir: "Allahümme innî ürîdü en

üceddidel-îmâne ven-nikâha tecdîden bikavli lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah."

Câmide cemâatin çok olduğu bir namazın duâsından sonra imâm efendi bunu cemâat ile

birlikte okursa, cemâat birbirlerine şâhit olmuş, nikahları da tâzelenmiş olur. (İbn-i Âbidîn,

Yûsuf Sinânüddîn)

TECELLÎ:

Görünme. Kalbde Allahü teâlânın zâtının ve isimlerinin zuhûru.

Evliyâ herkes gibi, bir mezhebe tâbi olarak yükselmişlerdir. Ahkâm-ı İslâmiyye'ye

yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan ilimler, mârifetler, tecellîler keşfler, ve

muhabbet-i zâtiyye bu ağacın meyveleri gibidir. (Rükneddîn-i Çeştî)

Zât-ı ilâhînin (Allahü teâlânın) tecellîsi bu dünyâda yalnız Muhammed aleyhisselâma

nasîb oldu. Başkalarına ise âhirette nasîb olacağı bildirildi. (İmâm-ı Rabbânî)

Allahü teâlâ insanın kalbine tecellî eder. Fakat bu tecellî Allahü teâlânın sıfatlarının

tecellîsidir. (Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî)

Tasavvufta keder ve ümidsizlik yoktur. Yalnız sevgi ve tecellîler vardır. (Mevlânâ

Celâleddîn-i Rûmî)

Tecellî-i Cemâl:

Allahü teâlânın cemâlinin zuhûru.

Cennet'te mü'minlerin makbûl olanları, her sabah ve akşam, derecesi aşağı olanlar ise, her

Cumâ günü ve kadınlar, dünyâ bayramı gibi yılda birkaç kere tecellî-i cemâl ile

şerefleneceklerdir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Tecellî-i Ef'âl:

Sâlikin, yâni tasavvuf yolcusunun, kulların fiillerini Allahü teâlânın fiilinin zılleri

(görüntüleri) olarak görmesi ve bu fiillerin varlığının O'nun fiili ile olduğunu bilmesi. Âlem-i

Emrin ilk adımında olan tecellîler.

Tecellî-i ef'âl sâhibi, her işte arada olan vâsıtaların var olmasının bahâne olduğunu, asıl

yapanın Allahü teâlâ olduğunu bilir. (Abdülhakîm bin Mustafa)

Tecellî-i Sıfat:

Allahü teâlânın sıfatlarının tecellîsi.

Seyyid Nûr'un bir teveccühü (bakması) ile tâliblerin (kendisine talebe olanların) kalbleri

zikre başlardı. Tecellî-i sıfat hâsıl olurdu. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)

Tecellî-i Sûrî:

Zât-ı ilâhînin veya isimlerinin kendilerinin değil, sûretlerinin, görüntülerinin tecellîsi.

Başkalarının yolun sonunda kavuştukları ve Hakk-ul yakîn dedikleri, bize yolun başında

Tecellî-i sûrî olarak hâsıl olmaktadır. (İmâm-ı Rabbânî)

Tecellî-i sûrî, sâliki yâni tasavvuf yolcusunu fânî yapmaz. Birçok bağlılıklarını yok eder

ise de fenâya kadar götürmez. (İmâm-ı Rabbânî)

Tecellî-i Zât:

İsim ve sıfatlar araya girmeden sâdece zât-ı ilâhînin tecellî etmesi.

Tecellî-i zât,Peygamberlerin sonuncusuna (Muhammed aleyhisselâma) mahsûstur. O'nun

yanısıra başka peygamberlere ve O'na çok uyan bu ümmetin evliyâsında da hâsıl olur. Başka

peygamberlerin ümmetlerine nasîb olmaz. Bunun için bu ümmet, ümmetlerin hayırlısı

olmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)

Ahrâriyye büyükleri, vecdlerin İslâmiyet'e uygun olmasına dikkat ederler. Zevkleri,

mârifetleri İslâmiyet terâzisi ile ölçerler, çocuklar gibi ceviz, kozalak sayılan vecdlere, hâllere

aldanıp da İslâmiyet'in güzel cevherlerini elden kaçırmazlar. Tasavvufçuların İslâmiyet'e

uymayan sözlerine aldanıp bağlanmazlar. Hâlleri devamlıdır. Zamanlarında değişiklik

olmaz.Başkalarının şimşek gibi çakıp geçen tecellî-i zâtî bunlara devamlıdır. Çabuk geçer,

gayb olan huzûra kıymet vermezler. "O yüksek insanlara, ticâret, alış-veriş Allahü teâlâyı

unutturmaz." (Nûr sûresi: 24) meâlindeki âyet-i kerîme bunların hâlini bildirmektedir.

(İmâm-ı Rabbânî)

TECEMMÜL:

Çirkinliği gidermek, vakar sâhibi olmak, şükr etmek ve nîmeti göstermek için

zînetlenmek, süslenmek.

Tecemmül etmek, müstehâbdır.Helâl şeylerle zînetlenmek mubâhtır. İmâm-ı a'zam Ebû

Hanîfe dört yüz altın kıymetinde cübbe giyerdi. (İbn-i Âbidîn)

TECESSÜS:

İnsanların gizli hallerini, ayb ve kusûrunu merâk edip, iç yüzünü araştırıp öğrenmeye

çalışmak.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:

Ey îmân edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü bâzı zan (vardır ki) günâhtır.

Tecessüs etmeyiniz. Biriniz diğerinizi gıybet etmesin. (Hucurât sûresi: 12)

Sû-i zan etmeyiniz (kötü zanda bulunmayınız). Sû-i zan, yanlış karar vermeye sebeb

olur. Tecessüs etmeyiniz. Münâkaşa etmeyiniz, birbirinizi çekiştirmeyiniz, kardeş gibi

sevişiniz. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulm etmez, yardım eder. Onu

kendinden aşağı görmez. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Tecessüs etmek harâmdır. (Muhammed Hâdimî)

Bir kimsenin muhtâc olduğu malı kazandıktan sonra, fazla çalışmayıp, ibâdet etmesi

câizdir. Bunun için, çalışmayıp ibâdet edene sû-i zan (kötü zan) ve tecessüs etmemelidir. İkisi

de harâmdır. Fakat çalışmayıp câmide oturarak, Allahü teâlâya tevekkül ediyorum diyene de

inanmamalıdır. Bu kimse, çalışmayı terk ettiği için günâh işlemektedir. (Abdülganî Nablüsî)

TECHÎZ:

Vefât edenin (ölenin) yıkanmasından kabre defnedilmesine kadar yapılması lâzım gelen

şeyler.

Meyyitin (ölü kimsenin) techîzi, tekfini ve cenâze namazı farz-ı kifâyedir. Müslümanların

bâzısı bu vazîfeleri yerine getirirse, diğerlerinin üzerinden bu vazîfeleri yapmak düşer.

(Hâdimî)

Meyyitin bıraktığı maldan ilk önce onun techîz ve tekfînine harcanır. Bu harcama işinde

isrâftan ve cimrilikten kaçınılır. (Muhammed Mevkûfâtî)

TECRİBE (Tecrübe):

Deneme, sınama, bilgi edinmeyi sağlayan üç yoldan biri.

Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin mübârek arkadaşları) bir gün Peygamber

efendimize sallallahü aleyhi ve sellem gelerek; "Yemen'e gidenlerimiz orada hurma ağaçlarını

başka türlü aşıladıklarını ve daha iyi hurma aldıklarını gördük. Biz Medîne'deki ağaçlarımızı

babalarımızdan gördüğümüz gibi mi, yoksa Yemen'de gördüğümüz gibi mi aşılayalım?" diye

sordular.Peygamber efendimiz; "Tecrübe edin. Bir kısım ağaçları babalarınızın usûlü ile,

başka ağaçları da Yemen'de öğrendiğiniz usûl ile aşılayın. Hangisi daha iyi hurma verirse

her zaman o usûl ile yapın" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî)

Kim tecrübelerden ders alır ve tecrübeler kendini olgunlaştırırsa, ona akıllı; kim

tecrübelerden bir şey anlamazsa, ona ahmak ve câhil denir. (İmâm-ı Gazâlî)

Ahlâkı değiştirmek, kötüsünü yok edip, yerine iyisini getirmek mümkündür. Hadîs-i

şerîfte; Ahlâkınızı iyileştiriniz" buyruldu. İslâmiyet mümkün olmayan şeyi emretmez.

Tecrübeler de böyle olduğunu gösteriyor. (Muhammed Hâdimî)

İslâmiyet, her ilmi, her fenni ve her tecrübeyi emreden bir dindir. Müslümanlar fenni

sever, fen adamlarının tecrübelerine inanır. Fakat fen adamıyım diyen fen taklidcilerinin ve

din düşmanlarının iftirâlarına, yalanlarına aldanmaz. (Seyyid Abdülhakîm)

Tecribî İlimler:

Tecribe ve müşâhede (gözlem) ile elde edilen bilgiler, ulûm-i akliyye (aklî ilimler).

Bâzılarının İslâmiyet'ten ayrı ve uzak gördükleri tecribî ilimler, fenler, vesîkalar ve

senetler hep İslâm dîninin birer şûbesi, dallarıdır. Yâni dînimiz tecribî ilimleri, fen bilgilerini

emretmektedir. Kur'ân-ı kerîmin çok yerinde tabîatı yâni canlı-cansız varlıkları görmek,

incelemek emredilmektedir. (M. Sıddîk Gümüş)

İslâm bilgileri başlıca iki kısma ayrılır. Birincisi ulûm-i nakliyyedir. Bunlara din bilgileri

de denir. İkinci kısmı ise ulûm-i akliyyedir.Bunlar matematik, mantık gibi tecrübî ilimlerdir.

Bunlar his organlarıyla duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe ve hesâb edilerek elde

edilir.Bu bilgiler din bilgilerinin anlaşılmasına ve onların tatbik edilmesine yardımcıdırlar. Bu

bakımdan lüzûmludurlar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

İslâm ilimlerinden ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yâni tecrübî ilimlerin iyi öğrenilmesi;

ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder. (Seyyid Abdülhakîm

Arvâsî)

TECVÎD:

Güzel yapmak, Kur'ân-ı kerîmi harflerin mahreclerine (çıkış yerlerine) ve sıfatlarına

uygun olarak okumak ve bunu anlatan ilim.

Kur'ân-ı kerîmi tecvîde uygun okuyana şehîd sevâbı verilir. (Hadîs-i

şerîf-Künûz-üd-Dekâik)

Kur'ân-ı kerîmi tecvîd bilgisine uyarak okuyunca, her harfine yirmi sevâb verilir.

Tecvîdsiz on sevâb alır. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)

Kırâati güzel olan imâm olur.Yâni Kur'ân-ı kerîmin harflerini tanıyan, tecvîd ile

okumasını bilen olur. Sesi güzel ve tegannî eden (harfleri değiştirerek okuyan) değil. (İbn-i

Âbidîn)

Kur'ân-ı kerîmi okurken riâyet edilecek on edepten altıncısı; Kur'ân-ı kerîmi güzel sesle

ve tecvîd üzere okumaktır. Harfleri kelimeleri bozarak tegannî etmek, haramdır.Harfler

bozulmazsa, mekrûh olur. (Halebî, İmâm-ı Gazâlî)

Din adamlarının insanlara yapamayacakları fetvâları bildirmeleri de fitneye sebeb olur.

Köylüye ve ihtiyâra, tecvidsiz namaz kılınmaz demek de böyledir.Çünkü bunlar artık

öğrenemez ve namazı büsbütün bırakırlar. Hâlbuki, tecvidsiz namazın câiz olduğuna fetvâ

verenler vardır. Bu fetvâ zayıf ise de namazın terkedilmesinden iyidir. (Abdülganî Nablüsî)

TECVÎZ:

İzin verme, yapılmasına rızâ gösterme. Câiz görme. (Bkz. Câiz)

TEDBÎR:

Bir şeyi elde edecek veya önliyecek yol, çâre; bir işin sonunu düşünerek hareket etmek.

Tedbîr gibi akıl, güzel huy gibi asâlet olamaz. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)

İnsan bu âlemde; sebeblere yapışmakla vazîfelidir. Allahü teâlânın kendisi için takdîr

buyurduğu şeylerin başına geleceğine ve sakınmanın, tedbîrin, kaderde olacak (ezelde

yazılan) şeylere mâni olamayacağına inanması da insanın vazîfesidir. (Fahreddîn-i Râzî)

Kul tedbîr alır, takdîri bilmez; kişinin tedbîri ile Allahü teâlânın takdîri değişmez. (S.

Abdülhakîm Arvâsî)

Tez olma teemmül kıl,

Her hâle tahammül kıl,

Allah'a tevekkül kıl,

Tedbîri bozar takdîr.

(İbn-i Kemâl)

Tedbîr-i Menzil:

İnsanın çoluk-çocuğuna karşı hareketlerinin nasıl olacağı ve ev idâresi ile ilgili

husûslardan bahseden ilim.

İslâm ahlâkı üçe ayrılır: Birincisi; insan yalnız iken, başkasını düşünmeden, işlerinin iyi

veya kötü olduğunu anlatan ilm-i ahlâk. İkincisi, tedbîr-i menzîl. Üçüncüsü; insanın

cemiyetteki vazîfelerini, hareketlerini, herkese faydalı olmasını öğreten siyâset-i medîne yâni

sosyal terbiye. (Ali bin Emrullah)

TEDEBBÜR:

Bir şeyin üzerinde düşünmek, tefekkür etmek.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:

Onlar, Kur'ân-ı kerîmi tedebbür etmezler mi? Yoksa (münâfıkların) kalbleri üzerinde

(kat kat) kilidler mi var? (Muhammed (aleyhisselâm) sûresi: 24)

Kur'ân-ı kerîmi tedebbür, onun emirleri ve yasaklarını düşünmek demektir. Bu ise, kalb

huzûru ve Kur'ân-ı kerîmi okurken zihni toplamakla olur. Kur'ân-ı kerîmi tedebbür için,

helalden az yimek ve hâlis niyet şarttır. (İmâm-ı Gazâlî)

Tedebbür, huzûr-ı kalbden yâni, kalbin dünyâ meşgâlelerinden kurtulmasından sonra

gelir.Kur'ân-ı kerîm okumaktan maksad, O'nun âyetleri üzerine tedebbür etmektir. Bunun

için, Kur'ân-ı kerîmi ağır okumak sünnettir. (İmâm-ı Gazâlî)

TE'DÎB:

1.Terbiye etme, edeblendirme. (Bkz. Edeb)

Kişinin çocuğunu te'dîb etmesi, sadaka vermesinden daha hayırlıdır. (Hadîs-i

şerîf-Tirmizî)

Rabbim beni en güzel bir edeb ile te'dîb etti. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî)

2. Suçluyu cezâlandırma.

TEDVÎN:

Biraraya getirip toplama, düzenleme; kitab hâline getirme.

Birinci asrın sonuna doğru ilk defâ hadîs tedvîn eden zât, İbn-i Şihâb-ı Zührî'dir. Daha

sonra hadîs tedvîn edenler şunlardır: Mekke'de Abdullah bin Cüreyc, Medîne'de Muhammed

bin İshâk yâhut İmâm-ı Mâlik, Basra'da Rebî bin Sâbih, Kûfe'de Süfyân-ı Sevrî, Şam'da

Abdurrahmân Evzâî, Vâsıt'ta Hüşeym bin Beşîrü's-Selmâ, Yemen'de Ma'mer bin Râşit,

Horasan'da Abdullah bin Mübârek. Bunlardan başka daha birçokları vardır. (Zerkânî)

Eshâb-ı kirâm, sözbirliği ile bildirdiler ki, hazret-i Ebû Bekr'den ve hazret-i Ömer'den

fetvâ alıp da, bunları taklîd eden bir kimse, başka işlerini başka sahâbîlere de sorar ve

öğrendiği ile amel ederdi. Huccet, delîl soran olmazdı. Yâni, Tâbiînden yeni îmân etmiş

olanların, Eshâb-ı kirâmdan yalnız birinin mezhebini taklîd etmesi mümkün değildi. Çünkü

Eshâb-ı kirâmın mezhebleri (ictihâdları ve dînî cevapları, fetvâları) tedvîn edilmiş, büyük

mezheb olarak kitablara geçmiş değildi. (İmâm-ı Kurâfî, Menâvî)

TEENNÎ:

İlerisini düşünerek acele etmeden yavaş ve ihtiyatlı hareket etme.

İşlerde acele etmemeli ve hemen karar vermemelidir. Acele ile verilen kararlara şeytan

karışır. Hadîs-i şerîfte; "Acele şeytandandır. Teennî Rahmân'dandır" buyruldu. Nefsin

istediği bir şey hâtırına gelince, şeytan; "Fırsatı kaçırma, hemen yap!" der. O da, yapar.

Allahü teâlâdan kalbe gelen ilhâma uyan kimse ise; "O şeyi yapmaktan Allah râzı olur mu?"

der. Sevap mı, günâh mı olacağını düşünür. Günâh değil ise, yapar. Böylece teennî etmiş olur.

Yalnız beş şeyde acele etmek lâzımdır:

1) Misâfir gelince önüne yemek getirmelidir.

2) İnsanlık îcâbı bir günâh işleyince, hemen tövbe ve istiğfâr etmelidir.

3) Beş vakit namazı vakti çıkmadan, erken kılmalıdır.

4) Kız ve oğlan çocuklarına, din bilgilerini ve namaz kılmasını öğretmeli, bülûğa erişince,

geciktirmeden evlendirmelidir.

5) Ölen şahsın defnedilmesinde acele etmelidir. (Süleymân bin Cezâ)

TEFÂHÜR:

Öğünme.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:

Biliniz ki, dünyâ hayâtı; elbette la'b (oyun) ve lehv (eğlence) ve zînet (süslenmek) ve

tefâhür ve malı, parayı ve evlâdı çoğaltmaktır. (Hadîd sûresi: 20)

Üç şey için ilim öğrenme ve üç şey için de ilmi terk etme: Mücâdele, tefâhür ve riyâ

(gösteriş) için ilim öğrenme! Öğrenmekten utanarak veya lüzûmu yok veya bilmesem de olur

demek sûretiyle de ilmi terk etme! (Hazret-i Ömer)

Zînet eşyâsını, başkalarına gösteriş, üstünlük sağlamak için kullanmak tefâhür olur.

Tefâhür haramdır. (Ali bin Emrullah)

Bu dünyâda tefâhür; mal, evlâd ve mevki gibi şeylerle olur. Halbuki bunların hepsinin bir

emânet olduğu ve bir gün yok olacağı bellidir. O hâlde bunlara gönül bağlamak niye? (Ahmed

Rif'at)

Tefâhürden zevk duyarak büyüklenen kişi, malından soyunmuş olsaydı, hakîkatte

kendisinin tefâhür edecek ve büyüklenecek hiçbir şeye sâhib olmadığını, yalnız bir vücûdu

olup onun da göçe dönüşe (ölüme) hazır vaziyette beklediğini görür ve değerini anlardı.

(Ahmed Rif'at)

TEFEKKÜR:

İbret alacak ve faydalanacak şekilde derin düşünme. Allahü teâlânın sıfatlarını ve

nîmetlerini düşünme.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Onlar (o selîm akıl sâhipleri öyle insanlardır ki) ayakta iken, otururken, yanları üstünde

(yatar) iken (hep) Allah'ı hatırlayıp anarlar ve göklerin, yerin yaratılışı hakkında tefekkür

ederler. (Bu tefekkür edenler şöyle derler;) "Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın.

Sen (bundan) pâk ve münezzehsin. Bizi ateşin azâbından koru." (Âl-i İmrân sûresi: 191)

İşte biz tefekkür eden bir kavim (topluluk) için âyetleri (delilleri) böyle açıklarız. (A'râf

sûresi: 24)

Varlıklardaki nizâmı tefekkür ederek Allahü teâlâya îmân ediniz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

İnsanın günahlarını tefekkür etmesi ve bunlara tövbe etmesi, tâatlarını, ibâdetlerini

düşünüp bunlara da şükr etmesi lâzımdır. Mahlûklardaki (yaratılmışlardaki) ve kendi

bedenindeki ince san'atları, düzenleri, birbirlerine olan bağlılıklarını tefekkür ederek de

Allahü teâlânın büyüklüğünü anlaması lâzımdır. Aklı başında olan kimsenin tefekkür

vazifesini hiç ihmâl etmemesi lâzımdır. Allahü teâlâ hiçbir şeyi bâtıl yâni boş, faydasız

yaratmamıştır. İnsanların anlayamadıkları, göremedikleri faydalar, anlayabildiklerinden kat

kat daha çoktur. Tefekkür dört türlü olur demişlerdir. Allahü teâlânın mahlûklarındaki güzel

san'atları, faydaları tefekkür etmek, O'na inanmağa ve sevmeye sebeb olur. O'nun vâd ettiği

sevâbları tefekkür etmek, ibâdet yapmaya sebeb olur. O'nun haber verdiği azâbları tefekkür

etmek, O'ndan korkmaya, kimseye kötülük yapmamaya sebeb olur. O'nun nîmetlerine,

ihsânlarına karşılık nefsine uyarak günâh işlediğini, gaflet (Allahü teâlâyı unutma hâli) içinde

yaşadığını tefekkür etmek, Allah'tan hayâ etmeye, utanmaya sebeb olur. Allahü teâlâ yerlerde

ve göklerde bulunan mahlûkları düşünerek ibret alanları sever. (Muhammed Hâdimî)

TEFE'ÜL:

1. Bir şeyi uğur saymak, hayıra yormak, bir hâdiseyi hayra alâmet, işâret olarak görmek.

Tefe'ülün mukâbili (zıddı) teşe'üm yâni uğursuz saymaktır. (Bkz. Teşe'üm)

İslâm'da teşe'üm (uğursuzluk) yoktur. En hayırlısı tefe'üldür. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem tefe'ülü sever, fakat uğursuz saymayı

sevmezdi. (İbn-i Hanbel)

2. Falcılık.

Zamânımızdaki bâzı falcılar, tefe'ül ederek hayrı ve şerri öğrendiklerini, sanki gaybı

bildiklerini iddiâ ediyorlar. Buna Kur'ân falı, Danyâl falı diyorlar. Bu yaptıkları fal oklarıyla

kısmet aramak câiz değildir. (Abdülganî Nablüsî)

TEFSÎR:

Örtülü, kapalı olan şeyi ortaya çıkarmak, açmak, beyân etmek, beşerî kudret dâhilinde,

Kur'ân-ı kerîm âyetlerindeki murâd-ı ilâhîyi (Allahü teâlânın murâdını) anlamak. Bu işi

yapabilen âlime müfessir denir. (Bkz. Müfessir)

Kur'ân-ı kerîmi kendi görüşüne, anlayışına göre tefsîr eden kâfir olur. (Hadîs-i

şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

Bize tefsîr kitaplarına göre amel etmek emredilmedi. Fıkıh kitaplarına tâbi olmamız

emredildi. (Hâdimî)

Tefsîr ve fıkıh kitaplarına hakâret eden; bunları beğenmeyen, kötüleyen kimse kâfir olur.

(Hâdimî, Yûsuf Sinânüddîn)

Kur'ân-ı kerîmi tam olarak yalnız Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem anlamış, kapalı ve

anlaşılması zor âyet-i kerîmeleri, Eshâb-ı kirâma açıklamışlardır. Bu sebeble Kur'ân-ı kerîmin

hakîkî tefsîri, Peygamber efendimizin bu açıklamalarıdır. Tefsîr âlimlerinin Kur'ân-ı kerîmin

tefsîrine dâir, Peygamber efendimizden sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâmdan gelen

rivâyetlerle yaptıkları tefsîrlere, rivâyet, me'sûr ve naklî tefsîr denildi. Ayrıca bu tefsîrler esas

alınarak Kur'ân-ı kerîmin lisan ve daha başka bilgilere göre de açıklamaları yapıldı.Bu

açıklamalara te'vîl denildi. Bunlara ma'kûl, re'y ve dirâyet tefsîri denir. Te'vîllerin doğruluğu,

naklî tefsire uygunluğu ile anlaşılır.Tefsîr âlimleri, nakle uygun te'vîlleri de tefsîr olarak kabûl

etmişlerdir.Te'vîl, nakle ve din bilgilerine uymazsa, tefsîr değil, yazanın kendi düşüncesi olur.

Nitekim hadîs-i şerîfte; "Kur'ân-ı kerîmi kendi görüşü ile açıklayan, doğru olsa bile hatâ

etmiştir" buyrulmuştur. Bunun içindir ki, Kur'ân-ı kerîmde mânâsı açık olmayan yerlerden

yalnız akla güvenip, yanlış te'vîl yapılarak yanlış mânâlar çıkarılması netîcesinde yetmiş iki

bid'at ve dalâlet fırkası ortaya çıktı. (Abdülhakîm Arvâsî)

TEFVÎZ:

Ismarlama, havâle etme.

1. Bir işi sebeblere yapıştıktan sonra Allahü teâlâya havâle etmek, helâl ve faydalı şeyleri

kazanmaya çalışıp da, bunlara kavuşmayı Allahü teâlâdan beklemek.

Hak, şerleri hayr eyler,

Zannetme ki, gayr eyler,

Ârif ânı seyr eyler,

Mevlâ görelim n'eyler,

N'eylerse güzel eyler

Sen Hakk'a tevekkül kıl,

Tefvîz et ve râhat bul,

Sabreyle ve râzı ol,

Mevlâ görelim n'eyler,

N'eylerse güzel eyler.

(İbrâhim Hakkı Erzurûmî)

2. Kadına kendini boşama hakkı vermek. Yâni kendini sen boşa demek. Buna Temlîk de

denir.

Tevfîz, zevcenin arzusuna bırakılarak; "Ne zaman istersen" diye ilâve edilirse, zevce

istediği zaman kendini boşayabilir. (Mehmed Zihnî)

TEGÂBÜN SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin altmış dördüncü sûresi.

Tegâbün sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). On sekiz âyet-i kerîmedir. Dokuzuncu âyette

geçen ve aldanma mânâsına gelen Tegâbün kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede; insanların

mü'min ve kâfir olarak iki kısma ayrıldığı, mal ve çoluk-çocuğun bir imtihan olduğu

bildirilmektedir. (İbn-i Atıyye, Râzî)

Tegâbün sûresinde meâlen buyruldu ki:

Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız sizi imtihan etmek için verildi. Allahü teâlâ

iyiliklerinize karşılık, size çok büyük ecir verecektir. (Âyet: 15)

Kim Tegâbün sûresini okursa, ansızın ölüm ondan uzak olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı

Beydâvî Tefsîri)

TEGANNÎ:

Sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, hareke, harf ve med (uzatma) ilâve etme ve

çıkarma yapmak sûretiyle, kelimelerin asıllarını dolayısıyle mânâyı bozarak okuma.

İlk tegannî eden şeytandır. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

Tegannî ile sesini yükselten kimseye Allahü teâlâ iki şeytan musallat eder. Bu şeytanlar

o kimsenin omuzları arasında dururlar ve bitirinceye kadar göğsünü tekmelerler. (Hadîs-i

şerîf-İbn-i Ebiddünyâ, Taberânî)

Lokman sûresindeki Levh-el-hadîs âyet-i kerîmesi tegannî ile okumağı yasak etmek için

indi. Abdullah bin Abbâs'ın (radıyallahü anhümâ) talebesinden olan İmâm-ı Mücâhid,

Tâbiîn'in (Eshâb-ı kirâmı görenlerin) büyüklerindendir.Bu âyet-i kerîmenin tegannîyi yasak

ettiğini bildirdi. Abdullah ibni Abbâs ve Abdullah ibni Mes'ûd (r.anhüm) bu âyet-i kerîmenin

tegannî için olduğuna yemin etmişlerdir. İmâm-ı Mücâhid, Furkân sûresi yetmiş ikinci âyet-i

kerîmesinde; "Günahları af ve mağfiret edilecek olanlardan biri; tegannî, şarkı okunan

yerlerde bulunmayanlardır." buyruluyor dedi. (İmâm-ı Rabbânî)

Kur'ân-ı kerîmi, ezânı, mevlidi mûsikî ile tegannî ederek okumak, mânâyı bozuyor ve

zararlı oluyor. Meselâ (Allahü ekber), Allahü teâlâ büyüktür, demektir. Sesi uzatarak

(Aaaallahü ekber) şeklinde okunursa, Allah acabâ büyük müdür? demek olur ki, böyle

söylemek küfürdür, îmânı giderir. (İbn-i Âbidîn)

Başkalarını hicveden (kötüleyen) ve fuhş, içki anlatan ve şehveti harekete getiren şiirleri

tegannî ile okumak her dinde haramdır. Harama sebeb olan şeyler de harâm olur. (Âlim bin

A'lâ)

Vâz, hikmet, nasîhat, güzel ahlâk bildiren şiirleri tegannî ile okumak câizdir. Devamlı

böyle vakit geçirmek mekrûh olur. Kur'ân-ı kerîmi, zikri, duâyı, ezânı tegannî ile okumak ise

sözbirliğiyle harâmdır. Tegannî; harfleri, kelimeleri değiştirmekte, mânâyı bozmaktadır.

Bunları kasd ile bile bile değiştirmek harâm olur. Kur'ân-ı kerîmi, zikri ve ilâhîleri, mânâyı

bozmayacak güzel sesle okumak müstehâbdır. (Muhammed Bağdâdî)

Kur'ân-ı kerîmi güzel ses ile tecvide göre okumalıdır. Tegannî ile kelimeleri değiştirip

nağmeye uydurarak okumak harâmdır. (Abdullah-ı Dehlevî)

TEHADDÎ:

Meydan okumak.

Âlimlerin çoğuna göre peygamberlerin mûcize gösterirken açıkça tehaddî etmeleri şart

değil ise de mûcizenin mânâsında tehaddî vardır. Evliyâ, peygamberlik iddiâ etmedikleri ve

onların kerâmetlerinde tehaddî bulunmadığı için mûcize olmazlar. (İmâm-ı Rabbânî)

TEHARRÎ:

Bir şeyi anlamak için araştırmak.

Sofradakiler, içeri gelen kimseyi yemeğe çağırsalar, âdil bir müslüman da, yedikleri eti

mürted kesti veya içtiklerinde şarâb karışık dese, çağıranlar âdil ise, oturur. Âdil değilseler

oturmaz. İkisi âdil ise, yine oturur. Biri âdil ise, teharrî eder. Karar veremezse, oturup yer, içer

ve suları ile abdest alır. (İbn-i Âbidîn)

TEHÂVÜN:

Gevşeklik.

Âdâb-ı Nebeviyyede tehâvün edeni ve Peygamber efendimizin sünnetini terk edeni ârif,

velî zan etme. (Cüneyd-i Bağdâdî)

TEHAVVÜL:

Değişme. Bir hâlden başka bir hâle geçme.

Sıcak havada tazyik azalır, barometre düşer. Soğukta ise yükselir. Bu tazyik tehavvülü

sıhhat için çok mühimdir. Bu tehavvül olmasaydı bildiğimiz hastalıkların dörtte biri mevcûd

olmazdı. (Seâdet-i Ebediyye)

TEHECCÜD NAMAZI:

Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra ve imsak vaktinden önce iki ile on iki rek'at arasında

kılınan namaz.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

(Ey Resûlüm!) Sana mahsûs fazla bir namaz olarak, gece uykudan kalk da, Kur'ân-ı

kerîm ile teheccüd (namazı) kıl. (İsrâ sûresi: 79)

Teheccüd namazına devâm ediniz. Zîrâ sizden önceki sâlihlerin kıldığı bir namazdır ve

Rabbinize sizi yaklaştırıcıdır ve günâhların keffâretine ve nefsi günahtan alıkoymaya

sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Nîmet-ül-İslâm)

Teheccüd namazını zarûret olmadıkça elden kaçırmamalıdır. Peygamber efendimiz

muhârebelerde bile teheccüd kılardı. Kazâ namazları olan, teheccüd yerine kazâ namazı

kılmalıdır. Hem kazâ borcu ödenir, hem de teheccüd sevâbına kavuşur. (Hâdimî, İbn-i

Nüceym)

TEHEVVÜR:

Çok kızmak, çok öfkelenmek, sertlik; hilmin (yumuşaklığın) zıddı. Gadabın, kızmanın

aşırısı. Atılganlık.

Tehevvür sâhibi hiddetli, sert olur. Bunun aksine hilm (yumuşaklık) denir. Halîm

(yumuşak) kimse, gadaba sebeb olan şeyler karşısında kızmaz, heyecana gelmez. Korkak

olan, kendisine zarar verir. Gadablı kimse ise hem kendine, hem de başkalarına zarar verir.

Tehevvür, insanı küfre kadar götürür. Hadîs-i şerîfte; "Gadab, îmânı bozar" buyruldu.

Burada bildirilen gadabdan maksat tehevvürdür. Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem

dünyâ için gadaba geldiği görülmedi. Allah için gadaba gelirdi. (M. Hâdimî)

TE'HÎR:

Geciktirmek, geri bırakmak. (Bkz. Takdîm ve Te'hîr)

Her sabah ve akşam tövbe etmeyen kimse, kendine zulm eder. Tövbeyi te'hîr etmemelidir.

(İmâm-ı Mücâhid)

İyi, hayırlı işler akla gelince bunu te'hîr etmeden hemen yerine getirmelidir. Zîrâ insanın

nefsi ve şeytan bu hayırlı işi yaptırmamak için araya binbir sebeb koyar. (M. Hâdimî)

Yavrucuğum tövbeni te'hîr etme! Zîrâ ölüm âni gelir. (Lokman Hakîm)

TEHİYYÂT (Tahiyyât):

Namazın ka'delerinde yâni birinci ve ikinci oturuşlarında okunan Ettehiyyâtü duâsı.

Son rek'atte otururken, tahiyyât okumak namazın vâciblerindendir. Üç ve dört rek'atli

namazların ikinci rek'atinde otururken, tahiyyât okumak ise sünnettir. (Halebî)

Son rek'atte tahiyyât okuyacak kadar oturmak farzdır. (İbn-i Âbidîn)

Tahıyyâtın mânâsı; yapılan bütün tâzimler, hürmetler ve ibâdetler Allahü teâlâya

mahsustur ve ey Muhammed aleyhisselâm! Selâmet ve Allah'ın rahmeti ve bereketi senin

üzerine olsun. Selâmet bizim üzerimize ve bütün sâlih kulların üzerine olsun. Ben şehâdet

ederim ki Allahü teâlâdan başka, kendisine ibâdet edilip, tapınılacak ilâh yoktur ve

Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın kulu ve peygamberidir. (Harputlu İshâk Efendi)

TEHİYYET-ÜL-MESCİD:

Mescide girince, oturmadan önce, mescidin sâhibine yâni Allahü teâlâya ta'zîm ve hürmet

için kılınan iki rek'at nâfile namaz.

Câmiye girenin tahiyyet-ül-mescid olarak iki rek'at namaz kılması, söz birliği ile sünnettir.

Sesli Kur'ân-ı kerîm okunuyorsa tehiyyet-ül-mescid namazı kılınmaz. (Hamevî)

Mescide girdiği esnâda kılınan farz veya sünnet ile tehiyyet-ül-mescid sevâbı dahi hâsıl

olduğu gibi, abdesti müteâkib (sonra) kılınan farz veya sünnet ile de bu fazîletler meydana

gelir. (M.Zihni Efendi, İbn-i Âbidîn)

TEHLÎL:

"Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur)" sözünü söylemek.

Tesbîh (sübhânallah), tehlîl ve takdîse (Allahü teâlânın büyüklüğünü, yüceliğini, noksan

sıfatlardan uzak olduğunu söylemeye) devâm edin. Bunlardan gaflet etmeyin. Şaşırmamak

için parmak uçları ile hesâb edin.Zîrâ onlar, kıyâmet gününde sorguya çekilir ve şehâdet

ederler. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd ve Tirmizî)

İnsan için boş sözlerden kaçıp, tesbîh (sübhânallah) ve tehlîle devâm etmek, daha

hayırlıdır. Öyle olur ki, Allahü teâlâ, onun karşılığında Cennet'te bir köşk verir. (İmâm-ı

Gazâlî)

Hacca giden kimse, Safâ tepesine çıkınca, Kâbe'ye döner; tekbir (Allahü ekber), tehlîl ve

salevât getirir. Sonra, iki kolunu omuz hizâsında ileri uzatıp ve avuçlarını semâya doğru açıp

duâ eder. (Ebû Bekr Ali)

Fısk meclislerinde (günah işlenen yerlerde), alay edenler arasında tesbîh (sübhânallah),

tehlîl, zikr (Allahü teâlâyı anma), tekbîr (Allahü ekber), hadîs ve benzerlerini okumak

günâhtır. (Halebî)

TEKÂSÜR SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin yüz ikinci sûresi.

Mekke'de nâzil oldu (indi). Sekiz âyettir. Tekâsür, çokluk ve çoklukla övünmek demektir.

Sûrede, insanların âhiret günü Cehennem'i görecekleri ve suâle tâbi olacakları

bildirilmektedir. (Râzî, Kurtubî)

Tekâsür sûresinde meâlen buyruldu ki:

O gün dünyâda kazanıp harcadığınız nîmetlerden hesâba çekileceksiniz. (Âyet: 8)

Tekâsür sûresini okuyan kimse, bin âyet okumuş gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Feth-ül-Kadîr)

TEKÂYÂ:

Tekkeler. Tekkenin çoğulu. (Bkz. Tekke)

TEKBÎR:

1. Allahü teâlâyı yüceltmek, noksan sıfatlardan, şirkten (ortağı bulunmaktan),

yarattıklarına benzemekten tenzîh etmek, uzak tutmak.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Ey örtüye bürünen Muhammed! Kalk da (kâfirleri, Allahü teâlânın azâbı ile) korkut!

Rabbini tekbîr et! Giydiklerini temiz tut! Haram edeceğim şeylerden sakın! Yaptığın iyiliği

çok görerek başa kakma! Rabbin için sabret! Sûr'a üfürüldüğü zaman, kâfirlere çok

sıkıntılı bir gündür. Onlara kolaylık yoktur... (Müddessir sûresi: 10)

2. "Allahü teâlâ büyüktür. Kullarının ibâdetlerine muhtâç değildir. İbâdetlerin O'na faydası

yoktur" mânâsına "Allahü ekber" sözü.

Farz namazdan sonra otuz üç tesbîh (sübhânellah), otuz üç tahmîd (Elhamdülillah), otuz

üç tekbîr ve bir de tehlîl (Lâ ilâhe illallah) söyleyiniz! (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

Her namazdan sora otuz üç kere sübhânellah, otuz üç kere el-hamdülillah, otuz üç

kere (tekbîr) Allahü ekber deyip, lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke lehu lehülmülkü

velehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr, demek sûretiyle yüzü tamamlayan kimsenin

günâhları deniz köpüğü kadar olsa da af olunacaktır. (Hadîs-i şerîf-El-Envâr

li-A'mâl-il-Ebrâr)

Tekbîr kelimesi, Allahü teâlânın, kullarına yaptığı şükürlerden çok yüksek olduğunu, O'na

yakışan şükür yapılamıyacağını ifâde etmektedir. (Ahmed Fârûkî)

3. Ramazan ve Kurban bayramlarında okunan; "Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe

illallahü vallahü ekber, Allahü ekber ve lillâhil-hamd" sözü. Buna Teşrîk tekbîri de denir.

(Bkz. Teşrîk Tekbîri)

Tekbîr-i Tahrîme:

Tahrime Tekbîri. Namaza dururken "Allahü ekber" demek. Buna, iftitah (namaza

başlama) tekbîri de denir.

Tahrîme tekbîri, namazın şartlarından yâni dışındaki farzlarındandır. Kadınlar iki ellerini

omuz hizâsına kaldırır, sonra tekbîr-i tahrîmeyi söyler. Sonra sağ eli sol elin üstünde olarak,

göğüse kor. Bilek kavramazlar. AAAllahü veya ekbaaar gibi uzun söylenirse, namaz olmaz.

İmâmdan önce ekber denirse, namaza başlanmış olunmaz. (İbn-i Âbidîn)

Tekbîr-i Zevâid:

Bayram namazlarında birinci rek'atte Sübhâneke'den sonra üç, ikinci rek'atte zamm-ı

sûreyi okuyup rükûa gitmeden önce de üç kerre olmak üzere alınan altı vâcib tekbir. Zevâid

tekbiri.

Tekbîr-i zevâid bayram namazlarında şöyle alınır. Birinci rek'atte Sübhâneke'den sonra

söylenir. Bu sırada eller üç defâ kulaklara kaldırılıp, birinci ve ikincide, iki yana uzatılır,

üçüncüde göbek altına bağlanır. İkinci rek'atte ise, Fâtiha ve zamm-ı sûre okunduktan sonra,

rükûa gitmeden, ayakta iken yine üç tekbir alınır. İki el yine kulaklara kaldırılır, eller üçünde

de yanlara bırakılır. Namaza âit olan dördüncü tekbirde elleri kulaklara kaldırmayıp, rükûa

gidilir. (Halebî-i Kebîr)

TEKEBBÜR:

Kibir sâhibi olma, büyüklenme, kibirlenme, kendini büyük gösterme.

Allahü teâlâ tevâdu' üzere olmağı bana emr eyledi. Hiçbiriniz, hiçbir kimseye tekebbür

etmeyiniz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Tevâdu' (alçak gönüllülük) gösteren azîz olur, yükselir. Tekebbür eden zelîl olur.

(Hazret-i Ömer)

Allahü teâlâ; "Tekebbür edenleri sevmem, tevâdu' edenleri severim" buyuruyor. Âciz,

elinden bir şey gelmeyen zavallı insana bunlardan hangisini yapmak yakışır?Aklı başında

olan, kendini ve Rabbini tanıyan kimse, hiç tekebbür edebilir mi? İnsan aşağılığını, âcizliğini,

Rabbine karşı her an izhâr etmek (göstermek) mecbûriyetindedir. Bunun için her an, her

yerde aczini göstermesi, tevâdu' üzere bulunması lâzımdır. Tekebbür etmek

harâmdır.Tekebbür, Allahü teâlânın bir sıfatıdır. Kibir ve kibriyâ sıfatı, O'na mahsustur. İnsan

nefsini ne kadar aşağılarsa, Allah indinde kıymeti o kadar artar. Kendine kıymet verenin,

Allahü teâlâ indinde kıymeti olmaz. (Muhammed Hâdimî)

Mal, evlâd, mevki ve rütbe ile tekebbür etmek insana hiç yakışmaz. Çünkü bunlar,

kendinde bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde kalmayan, insandan çabuk

ayrılan şeylerdir. (M. Hâdimî)

Tekebbür edene tekebbür sadakadır. (İmâm-ı Rabbânî)

TEKFÎN:

Kefenleme.

Ensârdan (Medîneli müslümanlardan) bir genci Cehennem korkusu yakaladı. Hattâ bu

korkudan sokağa bile çıkamaz oldu. Peygamber efendimiz bu gencin ziyâretine gitti ve genci

kucakladı. Daha sonra bu genç vefât etti. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Bunun techîz ve

tekfînine bakın. Zîrâ Cehennem korkusundan ödü çatlamıştır." (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

TEKFÎR:

Bir kimseye küfr, îmânsızlık nisbet etmek, kâfir demek.

Küfre sebeb olan sözler ve hareketler çoktur. Bir kimsede küfre sebeb olan iş veya söz

görülünce, hemen tekfîr etmemelidir. Küfrü irâde ettiği, istediği açıkça anlaşılmadıkça sû-i

zan (kötü zan) etmemelidir. Bir kimsenin bir işinde veya sözünde doksan dokuz küfr ihtimâli

olsa, bir tâne de îmân ihtimâli olsa, bu kimse tekfîr edilmez. Müslümana hüsn-i zan edilir,

hakkında iyi zan beslenir. (Kutbüddîn İznikî)

TEKKE:

Tasavvufun yâni İslâm ahlâkı ilminin ve diğer dînî ilimlerin öğretildiği ve tatbik edildiği

yer. Dergâh ve zâviye de denir.

Tekke ilk defâ, Kûfeli Ebû Hâşim adına hicrî ikinci asır sonlarına doğru, Şam

yakınlarındaki Remle'de kuruldu. (Ebû Nuaym)

Tekkelerde yetişenlerden Zünnûn-i Mısrî, Ahmed Yesevî, Hallâc-ı Mensûr, Mevlânâ

Celâleddîn-i Rûmî, Yûnus Emre, Erzurumlu İbrâhim Hakkı gibi sayısız büyük velîler,

yaşadıkları asırlara, eserleri ve yaşayışlarıyla mühürlerini vurmuşlardır. Bu büyükler, insanlık

târihinin şeref levhalarıdır. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

TEKMÎL MAKÂMI:

Olgunlaştırmak, tamamlamak, kemâle erdirmek makâmı. Tasavvufta başkalarını

yetiştirebilmek derecesine ulaşma.

Tasavvuf yolunda nihâyete kavuştuktan sonra geriye dönenler, irşâd (öğretme, yetiştirme)

ve tekmîl makâmına kavuşur. Allahü teâlânın kullarını dâvet için, onlara faydalı olmak için

Hak'tan halka dönerler. (İmâm-ı Rabbânî)

TEKVÎN:

"Yaratmak" mânâsına Allahü teâlânın subûtî sıfatlarından.

Allahü teâlânın sübûtî (zâtında bulunmakla birlikte başka varlıklarda da sınırlı olarak

bulunan) sıfatları sekiz tânedir. Bunlar; hayât (diri olmak), ilim (bilmek), semi' (işitmek),

basar (görmek), kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvîndir. Bu

sekiz sıfata sıfât-ı hakîkiyye denir. (İmâm-ı Rabbânî)

Allahü teâlâ hakkında bizlere bilmesi vâcib olan sıfât-ı sübûtiyyeden bir tânesi de

tekvîndir. Allahü azîm-üş-şân hâlıktır, yaratıcıdır. Her şeyi yoktan var eden, yaratan O'dur.

O'ndan başka yaratıcı yoktur. O'ndan başkası için yarattı demek küfr olur. İnsan bir şey

yaratamaz. (Kutbüddîn İznikî)

Ehl-i sünnet âlimleri (Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolunda bulunan âlimler)

buyuruyorlar ki: "Allahü teâlâ, ilim gibi, kudret gibi bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsân

buyurmuştur. Fakat yalnız üç sıfatı kendine mahsûstur. Bu üç sıfatı Kibriyâ (büyüklük), Ganî

olmak (başkalarına muhtâç olmamak, her şey O'na muhtâç olmak) ve Tekvîn sıfatlarıdır."

(İmâm-ı Rabbânî)

TEKVÎR SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin seksen birinci sûresi.

Tekvîr sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Yirmi dokuz âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i

kerîmede geçen ve güneşin dürülüp, ziyâsının (ışığının) gitmesi mânâsına olan Tekvîr

kelimesi, sûreye isim olmuştur. Sûrede, kıyâmetin kopmasına dâir on iki önemli hâdise

bildirilmektedir. (Râzî, Senâullah Dehlevî)

Tekvîr sûresinde meâlen buyruldu ki:

Güneşin karardığı, yıldızlar yerlerinden ayrılıp döküldükleri ve dağların dağılıp

saçıldıkları zaman... Her nefis, hayır ve şerden ne hazırlamışsa artık hepsini görüp

bilecektir. (Âyet: 1-3, 14)

Kim kıyâmet gününe, sanki gözleriyle görüyormuş gibi bakmak isterse, Tekvîr, İnfitâr

ve İnşikâk sûrelerini okusun. (Hadîs-i şerîf-Nesâî)

TELBİYE:

"Lebbeyk, Allâhümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk. İnnel hamde ven-ni'mete

vel-mülke lâ şerîke leke" sözlerini söylemek. (Bkz. Lebbeyk)

Erkekler hac ve umre için ihrâmda bulunduğu müddetçe, arkadaşları ile karşılaştığı

vakitte, toplantı yerlerinde, tepelere yükselip, vâdilere indikte, vâsıtaya biniş ve inişlerde

yüksek sesle telbiye okur. Kadınlar telbiyeyi hafif sesle söyler. (Saîdüddîn Fergânî)

TELFİK:

Helâl ve harâm, emir ve yasak, ibâdet ve tâatte, belli bir mezhebin hükümlerine uymayıp,

mezheblerin hükümlerinden kolay olanı yapma ve karıştırma.

Bir ibâdeti veya bir işi yaparken, birkaç mezhebi telfik etmek, dört mezhebden çıkmak ve

beşinci bir mezheb meydana getirmek olur. Bu iş, karıştırmış olduğu mezheblerin hiçbirine

göre sahîh (doğru) olmaz, bâtıl (geçersiz) olur. Dîni oyuncak yapmış olur. (Abdülganî

Nablüsî)

İşlerini, mezhebleri telfik ederek yapmak câiz değildir. Çünkü böyle yapmak İslâmiyet'in

dışına çıkmak olur. (İmâm-ı Ebü'l-Hasen Subkî)

TE'LÎF:

Başkalarının sözlerini kendine mahsus bir sıra ile toplayıp kitâb hâline getirme.

Kalp ve rûh ilimlerinin mütehassısları ya kitab tasnîf ederler veya te'lif ederler. Tasnif

demek, bir ârifin kendine bildirilen ilimleri, esrârı, dereceleri yazmasıdır. Böyle olan tasnif

çok zamandan beri dünyâdan kalktı. Yalnız te'lif kaldı. Fakat İmâm-ı Rabbânî'nin (k.sirruh)

yazıları doğrusu tasniftir. Te'lif değildir. (Muhammed Hâşim Kişmî)

TEL'İN:

Lânetleme, lânet etme. Bir kimsenin Allahü teâlânın rahmetinden uzak olmasını dileme.

(Bkz. Lânet)

TELKÎN:

Definden sonra meyyitin (vefât edenin) yüzüne karşı ayakta durarak okunan, kabir

suâllerini ve cevaplarını bildiren sözler.

Mevtânıza (ölülerinize) telkîn ediniz. (Hadîs-i şerîf-Nî'met-i İslâm)

Definden sonra telkîn vermek sünnettir. (İbn-i Âbidîn)

Telkîn özetle şöyledir: "Ey falan kişi! Bil ki bu kabir senin dünyâya âit son, âhirete âit ilk

konağındır. Artık bu fânî dünyâdan ayrılıp sonsuz âleme göçtün. Şimdi sana Münker ve Nekir

adında iki melek gelecek. Korkma, mahzûn olma. Onlar Allahü teâlâ tarafından

gönderilmiştir. Münker ve Nekir sana; "Rabbin kim? Peygamberin kim? Dînin nedir? Kitâbın

nedir? Kıblen neresidir? Îtikâdda mezhebin nedir?" diye sorarlar. Onlara; "Rabbim Allahü

teâlâ. Peygamberim Muhammed aleyhisselâm. Dînim İslâm. Kitâbım Kur'ân-ı kerîm. Kıblem,

Ka'be-i şerîftir. Îtikâdda mezhebim, Ehl-i sünnet ve'l-cemâattir." diye cevap ver. Bil ki, ölüm

haktır, kabir haktır, Münker ve Nekirin süâlleri haktır, haşr, neşr, hesap, mîzân (terâzî), sırât

haktır. Mü'minler için hazırlanmış olan Cennet ve inanmayanlar için hazırlanan Cehennem

haktır, gerçektir.

Yâ Rabbî! Bu kişiyi doğru cevap vermeye kâdir eyle. Eğer sâlih, iyi bir kimse ise, ona

ihsânını ziyâde eyle, arttır. Eğer günahkâr ise, onu mağfiret eyle, affet. Âmîn." (Kutbüddîn

İznikî)

TELVÎN:

Tasavvuf yolundaki talebenin kalbinde meydana gelen değişik haller.

Kıymetli kardeşim Hâfız Mahmûd'un şerefli mektûbu geldi. Hâllerinin telvînlerinden bir

şeyler yazmışsınız. Bu yolun başında da sonunda da sâlikler (tasavvuf yolcuları) hâllerin

telvîninden kurtulamazlar. (İmâm-ı Rabbânî)

TEMELLUK:

İfrât (aşırı) derecede tevâzû.

Temelluk, müslüman ahlâkından değildir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Adiy)

Temelluk ancak üstâda ve tabibe karşı câizdir. Başkalarına karşı câiz değildir. (M.

Hâdimî)

Muallim ile tabîbe,

Temelluk etmek lâzımdır.

Tabîbin tedâvisine,

Ve te'allüme (öğrenmeye) hâdimdir.

(M. Hâdimî)

TEMENNÎ:

Sebebe yapışmadan, gerekli çalışmayı yapmadan, Allahü teâlâdan bir şeyin olmasını

dileme.

Temennî insanı tembelliğe götürür. Recâ (sebebine yapıştıktan sonra o işin olmasını

beklemek) ise, çalışmaya sebeb olur. (Muhammed Hâdimî)

Müslüman temennî sâhibi değildir. Çalışır, sebeplere yapışır, ondan sonra Allahü teâlâya

tevekkül eder (her şeyi O'ndan bekler). (Mustafa Sabrî)

TEMETTU' HAC:

Hac günlerinden önce umre için ihrâma girip ve bu umre yapıldıktan sonra memleketine

dönmeden, tekrar ihrâma girerek yapılan hac. Hacc-ı Temettû'. (Bkz. Hac)

Temettû' hac sevâbı, ifrâd haccından çoktur. (İbn-i Âbidîn)

TEMÎME:

Bir sebeb, vesîle olarak görülmeyip, doğrudan te'sir edeceğine ve bir zararı def edeceğine

inanılarak yapıldığı için, dînen şirk (Allahü teâlâya ortak koşmak) sayılan, mânâsı bilinmeyen

ve küfre (îmânın gitmesine) sebeb olan şeyleri okumak.

Temîme ve tivele (muhabbet hâsıl etmek için okumak veya üzerinde bir şey taşımak)

şirktir. (Hadîs-i şerîf-En-Nihâye)

TE'MÎNÂT:

Güven ve garanti vermek. (Bkz. Emân)

TEMKÎN:

Tasavvufta değişmekten, hâlden hâle geçmekten kurtulup, huzur ve sükûna kavuşma.

Kalb, telvinden (değişik hallerden), hâllere kul olmaktan kurtulmuş ve temkîn makâmına

yetişmiş ise, hâller artık nefse gelir. (İmâm-ı Rabbânî)

Temkîne eren kimse üstünlerin üstünü olur. (Mevlânâ Hâce Emkenegî)

Temkîn Zamânı:

Güneşin doğuş, batış vakti ve namaz vakti hesapları yapılırken, vakitlere eklenen veya

çıkarılan zaman miktârı. Bu vakitler hesâb edilirken deniz ve ova gibi düz yerlerde güneş

merkezinin hakîkî ufkun altına inmesi esas alınır. Hâlbuki o yerin en yüksek tepesinde

bulunan bir kimsenin gördüğü ufuktan (zâhirî ufuk) güneşin üst kenarının batması veya

doğması mûteberdir. Bu ikisi arasında güneşin yarı çapı, bulunan yerin inhitât-ı ufku (ufuk

alçalması), güneş ışıklarının kırılması ve güneşin paralaksı kadar fark vardır ki bu farka

temkin denir. Temkin zamânı, enlem derecesine, mevsimlere ve yüksekliğe göre değişirse de

Türkiye için ortalama 10 dakikadır.

Güneş tepede iken yâni öğle namazının vaktinden temkin zamânı kadar evvel olan zaman

içinde her namazı kılmak haramdır. (Ahmed Ziyâ Bey)

Temkîn zamânı değiştirilemez. Temkîn zamânı azaltılırsa, öğle ve daha sonraki namazlar

vakitlerinden evvel kılınmış olur. (M. Sıddîk Gümüş)

TEMLÎK:

1. Mülk olarak vermek.

Zekât vermek, malı müslüman fakire temlik etmekle olur. (İbn-i Âbidîn)

Devamlı hasta veya çok yaşlı olup altmış gün keffâret orucunu tutamaz ise, altmış fakiri

bir gün sabah akşam doyurur. Altmış günlüğü bir fakire, bir günde toplu verirse, bir günlük

vermiş olur. Altmış fakiri sabah, altmış başka fakiri de akşam doyurursa, sabah

doyurduklarını akşam veya akşam doyurduklarını sabah bir daha doyurmalıdır. Yâhut

bunlardan altmışının her birine Sadaka-i fıtır miktârı mal temlîk eder. (Kâşânî, İbn-i Âbidîn)

2. Erkeğin, talak (boşama) hakkını zevcesine (hanımına) vermesi.

Temlik haberini başkası ile veya mektubla zevceye ulaştırma hâlinde zevce, haberi aldığı

mecliste kendini boşayabilir. (Ahmed Zühdü)

TEMYÎZ:

İyiyi kötüden ayırt etme. Bir kimsenin (meselâ çocuğun), satın alınan malın mülk

olacağını ve satınca mülkten çıkacağını anlaması. İyiyi kötüden ayırt edebilene mümeyyiz

denir.

Temyiz sâhibi olmayan çocukların bütün sözleşmeleri bâtıldır (geçersizdir). Temyiz sâhibi

olan çocuğun zararlı olan işlerdeki sözleşmeleri, velîsi izin verse bile sahih (geçerli) değildir.

Talâk vermesi, köle âzâd etmesi, birine borçlu olduğunu söylemesi, ödünç, sadaka hediye

vermesi böyledir. (Ali Haydar Efendi)

Bunamış ihtiyarlar da temyiz sâhibi çocuk gibidir. Alış-verişlerini velîleri isterse kabûl,

isterse red eder. Bir malı veya canı telef ederlerse öderler. (Ali Haydar Efendi)

TENÂSÜH:

Ölen kimsenin rûhunun başka bir bedene geçtiğine dâir, bâtıl, asılsız bir inanış. Bilhassa,

Hindûlar ve geçmiş milletler arasında yaygın idi.

Tenâsüh, îmânı giderir, Tenâsüh vardır diyen, İslâm dînine inanmamış olur. Yâni

müslümanlıktan çıkar. Rûhların, cisim şekil alarak iş görmelerini, bâzı kimseler tenâsüh

sanmıştır. Hâşâ ve kellâ (aslâ), hiç tenâsüh değildir. Yâni ruhlar, başka bir bedene

girmemiştir. Bu hâl, birçok câhillerin ayaklarının kaymasına sebeb olmuştur. (İmâm-ı

Rabbânî)

Derezîlerin (Fâtımî hükümdârı Hâkim biemrillah'ın ilâh olduğuna ve onun vezîri

Hamza'nın imâmlığına yâni peygamberliğine inananların) îmânları bozuktur. Tenâsühe

inanırlar. Şaraba ve zinâya helâl derler. Öldükten sonra dirilmeye, namaza, oruca ve hacca

inanmazlar. (İbn-i Âbidîn)

Şeytanlar, diri insanın içine de girer. İnsanın his ve hareket sinirlerine de te'sir eder,

hareket ve ses hâsıl ederler. İnsanın bundan haberi olmaz. Vaktiyle Roma'da ve Peşte'de, son

zamanlarda Adana'da konuşan çocuk ve hastalar görülmüştür. Bunları konuşturan cin, uzak

memleketlerdeki veya eski zamanlardaki şeyleri söylediklerinden, bâzı kimseler bu

çocukların iki rûhlu olduğunu veya başka insanın rûhunu taşıdığını yâni tenâsüh sanmıştır.

Böyle zannetmenin yanlış olduğunu dînimiz açıkça bildirmektedir. Cinler putun yâni heykelin

içine girip de konuşurlardı. Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem dünyâyı teşrîf ettiği,

İslâmiyet'in başladığı, birçok putlardan işitilmişti. Bu sözleri duyup, çok kimsenin müslüman

olduğu Mir'ât-ı Mekke târih kitâbında yazılıdır. Abdülhakîm Arvâsî)

TENEŞİR:

Serîr; ölünün yıkandığı masa şeklindeki dört ayaklı uzun tahta zemin.

Teneşir (serîr) etrâfında önce buhur yakılıp üç defâ dolaştırılır. Beş defâ da olur. Buhur bir

ottur. Buna öd ağacı talaşları ve günnük denilen ağacın zamkı da karıştırılıp bir kap içindeki

ateş üzerine konur, bu kap, teneşir etrâfında dolaştırılır. (Halebî, Tahtâvî)

Cenâze, örtülü olarak, tütsülenmiş teneşir üzerine, sırt üstü veya kolay gelen şekilde

yatırılır. Göbek ile diz arası örtülü olarak yıkanır. Teneşir üzerinde kıbleye karşı yatırmak

sünnettir. (İbn-i Âbidîn)

TENZÎH:

Allahü teâlâyı, şânına lâyık olmayan şeylerden, her türlü eksik ve noksanlıklardan uzak

tutmak.

Kim her gece yatarken; "Sübhânallahi velhamdülillahi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber"

diye yüz defâ okursa, tenzîh, tesbih, hamd ve tekbir söylemiş olur. Bunu çok okumakla,

kusurlarının, günâhlarının affedilmesini istemiş olur. (Ahmed Fârûkî)

TENZÎHEN MEKRÛH:

Yasak olmasına kuvvetli, açık bir delil, senet bulunmayıp, yapılması iyi olmayan şeyler.

Dinde müekked, kuvvetli olmayan sünnetleri ve müstehabları yapmamak tenzîhen

mekrûhtur. Tenzîhen mekrûhu işleyene azâb olmaz. Fakat ısrarla yapmaya devâm ederse,

azâb olunmaya ve ibâdetlerin sevâbından mahrûm kalmaya sebeb olur. (Muhammed bin

Kutbüddîn İznikî)

Dünyâ nîmetleri için gıbta etmek tenzîhen mekrûhtur. (M. Hâdimî)

Namazda gözleri yummak tenzîhen mekrûhtur. Zihin dağılmasın diye yumulursa mekrûh

olmaz. (İbn-i Âbidîn)

TENZÎL:

İndirmek, indirilmek; Allahü teâlâ tarafından indirilen kitab, Kur'ân-ı kerîm. İnzâl

kelimesinde bir defada indirmek mânâsı bulunduğu halde, tenzîlde azar azar indirme mânâsı

vardır. Kur'ân-ı kerîm Levh-i mahfûzdan Beyt-ül-izze (Kur'ân-ı kerîmin bir bütün hâlinde

indirildiği ve dünyâ semâsında bulunduğu rivâyet edilen yer) denilen makâma topluca

indirilmiştir ki, buna inzâl, buradan Peygamber efendimize vahy yoluyla parça parça

indirilmiştir ki, buna da tenzîl denir.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Kur'ân-ı kerîm, Allahü teâlânın tenzîlidir. (Yâsîn sûresi: 5)

TERAKKÎ:

1. İlim, fen ve san'atta yükselme, ilerleme.

Allahü teâlâ, İslâm dînini, hayâtın yürümesini, ihtiyâçların değişmesini karşılayacak,

terakkîleri sağlayacak esaslar üzerine kurmuştur. (M. Sıddîk Gümüş)

Müslümanlar İslâmiyet'e yapışıp bağlandığı müddetçe terakkî etmişler, İslâmiyet'ten

uzaklaştıkça da, zelîl ve hakîr olmuşlardı. (Nur Muhammed Bedevânî)

2. Mânevî ilerleme, rûhen yükselme.

Kur'ân-ı kerîm okuyarak, Allahü teâlâya yaklaşmaya uğraşınız. Evliyâların kabirlerini

ziyâret ediniz. Onlara teveccüh edince (kalb ile yönelince) çok terakkî edilir. (Abdullah-ı

Dehlevî)

Rûh da, melekler de terakkî etmez. Yaratıldığı mertebede kalır. Rûh bu beden ile

birleşince, terakkî etmek hâssasını (özelliğini, yeteneğini) kazanır. (Ali bin Emrullah)

Terakkî; verâ ve takvâ yâni haramlardan ve şüphelilerden sakınmakla olur. (İmâm-ı

Rabbânî)

TERÂVİH NAMAZI:

Ramazân ayında yatsı namazından sonra kılınan yirmi rek'atlik nâfile namaz.

Ey müslümanlar! Üzerinize öyle büyük bir ay gölge vermek üzeredir ki, bu aydaki bir

gece (Kadir gecesi) bin aydan daha hayırlıdır. Allahü teâlâ bu ayda, her gün oruç

tutulmasını emretti. Bu ayda geceleri terâvih namazı kılmak da sünnettir. (Hadîs-i

şerîf-Riyâd-ün-Nâsihîn)

Erkeklerin ve kadınların terâvih namazı kılması sünnet-i müekkededir. Cemâatle birlikte

kılınması da sünnet-i kifâyedir. Yâni câmide cemâat ile kılındıkta, başkaları evde yalnız

kılabilir, günâh olmaz. (M. Zihni Efendi)

Eshâb-ı kirâmın hepsi terâvih namazını cemâat ile yirmi rek'at kıldılar. Dört halîfeye ve

Eshâb-ı kirâmın icmâ'ına (söz birliğine) uymamız hadîs-i şerîf ile emredilmiştir. (Tahtâvî)

Kur'ân-ı kerîm, Ramazan'da indi. Kadir gecesi bu aydadır. Ramazân-ı şerîfte hurma ile

iftâr etmek sünnettir. Bu ayda terâvih namazı kılmak ve hatim okumak mühim sünnettir.

(Ahmed Fârûkî)

TERBÎ':

1. Dörtleme, yâni cenâzenin omuz üzerinde tabutun tahta kolundan el ile tutarak dört

kişinin taşıması.

Cenâzeyi terbi' şeklinde taşımak sünnettir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

2. Mezârı düz yapmak.

Kabrin üzerine terbi' yapmak Hanefî'de sünnet değildir. Müsennem yâni balık sırtı gibi

yuvarlak yapmak sünnettir. (Halebî)

TERBİYE:

1. Kişiyi yavaş yavaş rûhen ve bedenen yetiştirmek, olgunlaştırmak.

Oyunun faydası olmaz. Yalnız ok atmayı öğrenmek, atını terbiye etmek ve âilesi ile

oynamak haktır. (Hadîs-i şerîf-Hadîka)

Peygamber efendimiz; "Bütün çocuklar müslümanlığa uygun ve elverişli olarak

dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları hıristiyan, yahûdî ve mecûsî yapar"

buyurarak, müslümanlığın yerleştirilmesinde en mühim işin çocukların ve gençlerin iyi

terbiye edilmesi olduğunu bildiriyor. O hâlde her müslümanın birinci vazîfesi, evlâdına dînini

ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmektir. Evlât büyük nîmettir. Nîmetin kıymeti bilinmezse, elden

gider. Bunun için pedegoji yâni çocuk terbiyesi İslâm dîninde çok kıymetli bir ilimdir. (Seyyid

Abdülhakîm Arvâsî)

Çocuğun terbiyesine çok dikkat etmelidir. Onun kötü arkadaşlarla düşüp kalkmasına mâni

olmalıdır. Kötü arkadaş, çocuğun edeb ve terbiyesini bozar. (İmâm-ı Gazâlî)

Zarar veren kediyi, kuduz köpeği ve yırtıcı hayvanları keskin bıçakla kesmek ve vurmak,

zehirlemek câizdir. Döğmek câiz değildir. Döğmek terbiye için olur. Hayvanın aklı olmadığı

için terbiye edilmez. (M. Hâdimî)

Erkek, çocukları terbiyede hanımına yardım etmelidir. Çünkü bebek, anasına, gece

gündüz ağlayıp hiç rahat vermez. Onu insafsızca üzen bir alacaklıdır. O hâlde ona imdâd

edene Allahü teâlâ yardım eder. (İbrâhim Hakkı Erzurûmî)

Allahü teâlâ bir kulunu severse, âhirete yarar işler, iyi, güzel ameller yaptırır. Allahü

teâlâdan hidâyet olmazsa, yüzlerce kitab okusa, nasîhat dinlese yola gelmez. Yâni terbiye

kabûl etmeyen kimseye nasîhat vermek, öküze tecvîd okutmaya benzer. (İmâm-ı Gazâlî)

2. Edeblendirme, cezâlarını verme.

Mısır'daki Fâtımî hükümdârları, Ehl-i sünnetten ayrıldı. Bozuk yollara saptı. Bunlardan

Hâkim bi-Emrillah, Müslümanlıktan da çıkmıştı. Dırâr isminde bir dönme, Hâkim'i aldattı.

İslâmiyet'i yıkmaya uğraştı. Dırâr'ın talebesinden Hamza bin Ahmed sapık inanışlar

uydurmuş, Hâkim'i ve Mısır'daki Derezîleri, bu bozuk yola sokmuştu. Bu inanışları alan

Derezîler, Sûriye ve Lübnan'dakileri de aşıladı. İri, inâdcı, yağmacı ve merhametsiz

kimselerdir. Sultan Üçüncü Murâd devrinde isyân ettiler ise de Bosnalı Dâmâd İbrâhim Paşa

terbiyelerini verdi. (M. Sıddîk Gümüş)

TERCEME (Tercüme):

Bir sözü bir dilden başka bir dile çevirmek.

Kur'ân-ı kerîm, hiçbir dile, hattâ Arabcaya da terceme edilemez. Herhangi bir şiirin, kendi

diline bile, tam tercemesine imkân yoktur. Ancak meâli ve îzâhı, tefsîri olur. Bir âyetin

herhangi bir tercemesini okuyan kimse, murâd-ı ilâhîyi (Allahü teâlânın o âyetten kasteddiği

mânâyı) öğrenemez. Terceme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı meâlini öğrenir. Bir

câhilin, bir dinsizin yaptığı tercemeyi okuyan da, Allahü teâlânın murâdını değil, terceme

edenin, anladım sanarak, kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir. (Abdülhakîm Arvâsî)

TERCÎ':

Geri çevirme, döndürme. Sesi yükseltip alçaltarak ve tekrarlayarak okuma.

Kur'ân-ı kerîmi ve ezânı tercî' ile okumak hadîs-i şerîf ile men edildi. Böyle okunan

Kur'ân-ı kerîmi dinlemek haramdır. (İbn-i Âbidîn)

TERCÎH EHLİ:

Hanefî mezhebinde, dînî hükümleri bildiren fıkıh âlimlerinin beşinci tabakasında bulunan

ve ictihâd (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden dînî hüküm çıkarma) gücüne sâhib olmayan,

sâdece bağlı oldukları mezhebin kavillerinden (sözlerinden) ve hükümlerinden sahîh ve evlâ

(en iyi) olanı seçen mukallid (bir müctehide, yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden mânâ,

hüküm çıkarana tâbi olan) âlimler. (Bkz. Eshâb)

TERCÎHUN BİLÂ MÜRECCİH:

Tercih sebebi olmadığı hâlde bir şeyi diğerine tercîh etmek yâni üstün tutmak.

Tercîhun bilâ müreccih bâtıldır, geçersizdir. (Fahreddîn Râzî)

TERİKE (Tereke):

Ölenin geriye bıraktığı mal, mülk, eşyâ vs.

Vefât eden kimsenin terekesinden sırasıyla şunlar yapılır:

1) Techîz ve tekfîni (yıkama, kefenleme ve defn masrafları)

2) Borçlarının ödenmesi (kul borçlarının ödenmesi).

3) Vasiyetlerinin tenfîzi (kalan malının üçte biriyle dîne uygun vasiyetlerinin yerine

getirilmesi).

4) Geriye kalan malın kendileri veya satılıp paraları mîrâsçılar arasında Allahü teâlânın

bildirdiği şekilde dağıtılmasıdır. (Abdürreşîd Secâvendî, Muhammed Mevkûfâtî)

TERK-İ DÜNYÂ:

Dünyâyı terk etmek. (Bkz. Dünyâ)

1. Mübah (dinde izin verilen) şeylerin hepsini terk edip, yalnız, yaşamak için ve dînini

korumak için zarûrî, lâzım olan mübahları kullanmak, yâni mübahların zarûret miktârından

fazlasını terk etmek. Böyle terk-i dünyâ çok kıymetli ve faydalı ise de çok güçtür.

2. Haram olan ve şüpheli olan (haram ve helâl olduğu belli olmayan) şeylerden sakınmak

ve yalnız mübahları kullanmak. Bu şekilde terk-i dünyâ, hele bu zamanda çok kıymetlidir.

İslâmiyet'in haram dediği, yasak ettiği şeylerden sakınmalıdır. Meselâ erkekler altın ve

gümüş eşyâ kullanmamalı ve hâlis ipek kumaştan elbise ve çamaşır giymemelidir. Böyle

yapmak terk-i dünyâ olur. Altın ve gümüş eşyâ süs için muhâfaza olunursa câizdir (dînen bir

mahzûru yoktur). Fakat bunları kullanmak haramdır. Meselâ bunlarla bir şey içmek, bunlar

içinden bir şey yemek, koku ve sürme kutuları yapmak sûretiyle kullanmak haramdır. (İmâm-ı

Rabbânî)

TERK-İ HÜKMÎ:

Dünyâyı hükmen terk etmek, (terk etmiş sayılmak) yâni her işte İslâmiyet'e uymak.

Meselâ zekâtı İslâmiyet'in gösterdiği yere seve seve vermek, komşu, akrabâ, fakir ve ödünç

istiyenin hakkını gözetmek ve başkalarının hakkına tecâvüz etmemek (saldırmamak) ve malı

zevk ve sefâya, eğlenceye vermemek. (Bkz. Dünyâ)

Din ile dünyâyı birlikte kazanmak imkânsızdır. Âhireti kazanmak istiyenin dünyâdan

vazgeçmesi lâzımdır. Bu zamanda dünyâyı tamâmen terk etmek, kolay değildir. Resûlullah'a

uymak şerefine kavuşmak için dünyâda olan her şeyden yüz çevirmek lâzım olmaz. Hiç

olmazsa terk-i hükmî ile terk etmek lâzımdır. Yiyecekte, giyecekte ve ev kurmakta İslâmiyet'e

uymak lâzımdır. O'nun emirlerini aşmamak lâzımdır. Altın ve gümüşün ve ticâret eşyâsının

ve kırda, çayırda otlayan dört ayaklı hayvanların zekâtını vermek farzdır. Eğer farz olan zekât

verilirse, dünyâ mallarının hepsi terk edilmiş demek olur. Böylece insan düyânın zararından

kurtulmuş olur. Çünkü bir malın zekâtı verilince, o mal zarardan kurtulur. Demek ki dünyâ

malını zarardan korumak için ilâç; malın zekâtını vermektir. (İmâm-ı Rabbânî)

TERTÎB:

Sırayı gözetmek. (Bkz. Sâhib-i Tertîb)

Namazdaki tertîb vâcibtir. Abdestteki tertîb Hanefî mezhebinde sünnet, Şâfiî ve

Hanbelî'de farzdır. (Halebî)

Tertîb Sâhibi:

Üzerinde kazâya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazâya kalmış namazların toplamı

beş vakti geçmemiş bulunan ve namazda sırayı gözetmesi gereken kimse.

Kazâ namazı kılarken cemâate başlanırsa, tertîb sâhibi olan namazını bozup cemâate

uymaz. Mâlikî mezhebinde de böyledir. (İbn-i Âbidîn)

TERTÎL:

Kur'ân-ı kerîmi tecvîdle yâni usûl ve kâidelerine uyarak, açık açık, tâne tâne, harfleri ve

kelimeleri birbirinden ayırarak okuma.

Kur'ân'ı (güzel sesle tegannî yapmadan) tertîl üzere oku. (Müzzemmil sûresi: 4)

Kur'ân-ı kerîmi tertîl üzere okumalıdır. (İbn-i Abbâs)

TERVİYE GÜNÜ:

Zilhicce ayının sekizinci günü. Arefe'den önceki gün. Hacıların sabah namazını kıldıktan

sonra, topluca Mekke'den Minâ'ya doğru hareket ettikleri gün.

Bir müslüman, Terviye günü oruç tutarsa ve günâh söylemezse, Allahü teâlâ onu

elbette Cennet'e kor. (Hadîs-i şerîf-Rıyâdünnâsihîn)

Terviye denmesinin sebebi, hacca gidenler umûmiyetle bu günde susuz bir sâhayı

katetmeye (gelmeye) hazırlık olmak üzere hayvanlarını bol bol suladıkları ve zemzem

suyundan çok içip kandıkları ve yanlarına gerektiği kadar su aldıkları ve böylece Minâ'ya

hareket ettikleri içindir. (S. Abdülkâdir Geylânî)

Terviye günü sabah namâzından sonra Arafat'a gitmek için Mekke'den çıkmak haccın

sünnetlerindendir. (İbn-i Âbidîn)

TESBİH:

1. Allahü teâlâyı, O'na yakışmayan her şeyden ve mahlûkların (yaratılmışların)

alâmetlerinden ve yok olmaktan tenzîh ve takdîs etmek, yâni uzak tutmak mânâsına

"Sübhânallah" sözü ve benzerleri.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:

Yedi gökle yer ve bunların içinde bulunan (melekler, cinler ve insan)lar Allahü teâlâyı

tesbîh ederler. Her şey, Allahü teâlâyı hamd etmekle tesbîh eder. Fakat siz, onların

tesbîhini anlayamazsınız. (İsrâ sûresi: 44)

Deccâl'in zamânında bulunan mü'minlerin gıdâsı, meleklerin gıdâsı gibi, tesbîh ve

takdîs etmek olur. Allahü teâlâ o zaman tesbîh ve takdîs edenlerin açlığını giderir. (Hadîs-i

şerîf-Dürret-ül-Fâhire)

Allahü teâlâ, ibâdetler içinde, Zilhicce'nin ilk on gününde yapılanları daha çok sever...

Bu günlerde çok tesbîh ediniz!.. (Hadîs-i şerîf-Rıyâd-un-Nâsihîn)

Tesbîh etmek, tövbenin anahtarı, hattâ özüdür. Tesbih atmek, günahların yok olmasına ve

kötülüklerin affolmasına sebeb olur. Namazdaki kusûrlar, tesbîh ile örtülür. (Ahmed Fârûkî)

2. Namaz kılmak.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:

Akşam ve sabah vakitlerinde Allah'ı tesbîh edin. Göklerde ve yeryüzünde onların

yaptıkları ve ikindi ve öğle vakitlerinde yapılan hamdler, Allahü teâlâ içindir. (Rûm sûresi:

17, 18)

3. Namazdan sonra, Sübhânallah, Elhamdülillah ve Allahü ekber cümleleri söylenirken

bunların sayısının anlaşılması için kullanılan, ipe dizilmiş tânelerin bütünü.

Resûlullah efendimiz, bir kadının tesbîhleri, çekirdeklerle saydığını görerek men

etme-miştir. Riyâ ve gösteriş için tesbih kullanmak mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)

TESBÎH NAMAZI:

Hadîs-i şerîfte, af ve mağfiret olunmak için kılınması tavsiye buyrulan namazlardan biri.

Resûlullah efendimiz, tesbîh namazını, amcası hazret-i Abbâs'a öğretmiş ve şöyle

buyurmuştur: "Ben, sana bir şey öğreteyim ki, onu işlediğin zaman, Allahü teâlâ, senin

günâhının evvelini ve âhirini, yenisini ve eskisini, kasıtlısını ve kasıtsızını, küçüğünü ve

büyüğünü, gizlisini ve açığını bağışlasın. Dört rek'at namaz kılarsın. Her rek'atta

Fâtiha'dan sonra bir sûre okuyup ayakta iken on beş defâ (Sübhânallahi velhamdülillahi

velâ ilâhe illallahü vallahü ekber) dersin. Rükûya eğilince bunu on defâ söylersin.

Rükûdan ayağa kalktığında, ayakta olduğun hâlde, bunu on defâ söylersin sonra secdeye

varır, orada on defâ söylersin. Secdeden kalkıp oturduğunda on defâ söylersin. Tekrar

secdeye vardığında on defâ söylersin. Sonra secdeden başını kaldırıp oturduğun hâlde on

defâ daha söylersin. Sonra ikinci rek'ate kalkarsın. Birinci rek'atteki gibi dört rek'atı da

kılarsın. Bu, her rek'atta yetmiş beş, dört rek'atte üç yüz eder. Artık senin günahlarının

Alic'in (yürümekle dört gecede katedilen kumluk bir yer) kumlarının sayısı kadar da olsa,

Allahü teâlâ seni bağışlar. Bunu her gün bir defâ kılmaya gücün yeterse kıl." Hazret-i

Abbâs; "Yâ Resûlallah, bunu her gün yapmaya kimin gücü yeter?" deyince Peygamber

efendimiz de; "Her gün kılmaya gücün yetmezse, her Cumâ bir defâ kıl. Her Cumâ

kılamazsan, ayda bir defâ kıl. Ayda bir defâ kılamazsan senede bir defâ kıl. Senede bir defâ

kılamazsan ömründe bir defâ olsun kıl." buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd,

Şir'at-ül-İslâm)

Tesbîh namazında efdâl (makbûl, kıymetli) olan odur ki, müsebbihâttan yâni; Benî İsrâil,

Hadîd, Haşr, Sâf, Cumâ, Tegâbûn ve A'lâ sûrelerinden dört sûre okumaktır. (Senâullah

Dehlevî)

TESELSÜL:

Burhân-ı tatbîk delîli ve benzerlerinde, Allahü teâlânın varlığının lâzım olduğunu isbat

etmekte kullanılan delillerden biri. Hâdislerin (sonradan var olan şeylerin) birbirinin varlığına

sebeb olarak geriye doğru sonsuza kadar zincirleme birbiri ardısıra gitmesi. (Bkz. Burhân-ı

Tatbîk)

Teselsülün muhâl (imkânsız) olduğu, Burhân-ı tatbîk ile isbât olunur.Meselâ bir şeyin

sonsuz yaratıcılarını birinciden başlıyarak, sonsuz olarak, yan yana dizelim. İkinci yaratıcıdan

başlayarak, ikinci bir sıra daha düşünelim. Sonsuza giden ikinci sıra, birinci sıradan bir

noksan olduğu için, kısadır.Kısa olana sonsuz denilemez. İkinci sıra, sonsuz olamadığı için,

bundan bir fazla olan birinci sıra da, sonsuz olamaz. Yâni, bir ucu sonsuza giden yarım doğru

düşünülebilir. Fakat böyle bir şey mevcud olamaz. Dolayısıyla teselsül olamaz.Bu sebeble

sonsuz sayıda yaratıcılar olamaz. Sonsuz var olan bir yaratıcı olur. Bu tek yaratıcı, ezelîdir

(başlangıcı yoktur), ebedîdir (sonu yoktur), sonsuz olarak vardır. Varlığı kendindendir,

başkasından değildir. Âkıl ve bâliğ (akıllı ve ergenlik yaşına gelen) kimse, Allahü teâlânın

sonsuz var olduğunu ve başka her şeyin yoktan var edildiklerini işittikten sonra, aklını

kullanmayıp, düşünmeyip, buna inanmazsa veya aklını kullanıp, düşünüp de, bunu akıl kabûl

etmez, fenne uygun değildir diyerek inanmazsa îmânsız olur. Cehennem'de sonsuz azâb

görür, yanar. (Âsım Efendi)

TESETTÜR:

Örtünme. Dînin bildirdiği şekilde örtünme. (Bkz. Setr-i Avret)

Tesettür, İslâmiyet'te pek mühim bir konudur. Avret yerini örtmek, namazda da, namaz

dışında da farzdır, mutlaka lâzımdır. Mükellef olan yâni âkil (akıllı) ve bâliğ (ergen ve

evlenecek yaşa gelmiş olan) insanın namaz kılarken açması veya her zaman başkasına

göstermesi ve başkasının bakması haram olan yerlerine avret mahalli denir. Hanefî ve Şâfiî

mezhebinde erkeklerin namaz için avret mahalli, göbekten diz altına kadardır.Hanefî

mezhebinde, hür olan kadınların ellerinden ve yüzlerinden başka her yerleri, bilekleri, sarkan

saçları ve ayaklarının altı namaz için avrettir. (İbn-i Âbidîn)

TESLİM:

Kendini, başkasının irâdesine terketme (bırakma), onun emrine uyma, boyun eğme, itâat

etme.

İslâm, Allahü teâlânın emirlerine teslim olup kurtulmaktır. (İmâm-ı Birgivî)

Hocam Şems-i Tebrîzî'ye tam teslim oldum. Aklım ile hareket etmeyi bıraktım ve

kurtuldum. (Celâleddîn-i Rûmî)

İlim edinmenin ilk şartı, âlim bulmaktır,

Hiçbir şey düşünmeden, ona teslîm olmaktır.

(Yûsuf Sinânüddîn)

TESLÎS:

Üçleme; Hıristiyanların tanrı üçtür veya tanrı üç unsurdan (Baba-Oğul-Rûh-ul-kudüsten)

meydana gelmiştir şeklinde kabûl ettikleri bozuk inanış. Trinite.

Îsevîliğin zuhûrunda (ortaya çıkışında) teslîs inancı yoktu. Teslîs fikrini ilk defâ, felsefeci

Eflâtun düşündü. Pavlos ismindeki yahûdî hıristiyanlığa karıştırdı.

Bir rivâyete göre milâddan 200 sene sonra, Sibelius adlı bir papaz teklif etmiştir. O

zamâna kadar yalnız tek Allah'a ve peygamber olarak Îsâ aleyhisselâma inanılıyordu.

Sibelius'un teslîs inanışıyla ilgili teklifi pekçok hıristiyan tarafından şiddetle reddedilmiş,

kiliseler arasında kanlı kavgalar baş göstermiş ve çok kan dökülmüştür. 200 senesinde yalnız

baba ve oğul fikri öne sürülmüştü. Bunlara Rûh-ül-kudüs ilâvesi ise ondan 181 sene sonra

yâni; 381 yılında Bizans İmparatoru Theodasius zamânında İstanbul'da kurulan bir konsül

(rûhânî meclis) de kararlaştırılmıştır. Bu karâra karşı gelen pekçok papa vardı.Bunlardan Papa

Honorius hiçbir zaman teslisi kabûl etmemiştir. Honorius öldükten seneler sonra afaroz

edilmişse de, teslîsi kabûl etmeyen yeni mezhebler kurmuşlardır. (Elhâc Abdullah bin Destân

Mustafa)

Îsâ aleyhisselâmdan sonra yahûdîler ve hıristiyanlar hakîki İncîl'i yok ettiler. İncîl'e birçok

yeni parçalar ilâve ederek, Allahü teâlânın emirlerini değiştirdiler. İbrânice nüshayı

Yunancaya çevirirken birçok yanlış bilgiler ilâve edildi. Putperest Yunanlıların tek Allah

inancına karşı çıkmalarından ve İncîl'i, Eflâtun felsefesine uydurmak istemelerinden dolayı

akl-ı selîmin (bozukluk bulunmayan aklın) kabûl etmeyeceği teslis inanışı ortaya çıktı.

Hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâm; "Ben ancak sizin gibi bir insanım" dediği hâlde onu Allah'ın

oğlu olarak kabûl etmişler, buna bir de Rûh-ul-kudüs ekliyerek baba, oğul, rûh-ul-kuds adı

altında teslis inancını ortaya koymuşlardır. (Harputlu İshâk Efendi)

TESVÎF:

Hayırlı işleri yapmayı sonraya bırakma.

Uygunsuz işlerin hepsinden Allahü teâlâya tövbe etmeli, O'na yalvarmalıdır. Belki, tövbe

etmek için başka zaman ele geçmez. Hadîs-i şerîfte; "Tesvîf edenler helâk oldu" buyruldu.

Boş zamânı kıymetlendirmelidir.Bu zamanlarda Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmalıdır.

Tövbe yapabilmek Hak teâlânın büyük nîmetlerindendir. Hak teâlâdan her an bu nîmeti

istemelidir. (İmâm-ı Rabbânî)

TEŞEFFÜ':

Bir isteğin, dileğin yerine gelmesi için, peygamberleri veya evliyâyı vesîle ederek (araya

koyarak), onların hatırı için diyerek Allahü teâlâya yalvarma, duâ etme, isteme. (Bkz. İstigâse

ve Tevessül)

TEŞEHHÜD:

Namazın her ka'desinde (ilk ve son oturuşlarda) ettehiyyâtü duâsını okumak veya bunu

okuyacak kadar oturmak. (Bkz. Ka'de ve Tahiyyât)

Namazda ikinci rek'atten sonraki oturuşta teşehhüd miktârı oturmak ve ka'de-i ahîrede

(son rek'atteki oturuşta) teşehhüd okumak vâcibdir. (M. Zihni Efendi)

TEŞE'ÜM:

Bir şeyi uğursuz saymak, kötüye yormak.

İslâmiyet'te teşe'üm yoktur. Resûlullah sallallahü aleyhi ve selem teşrîf edince (peygamber

olarak gönderilince), günlerin mü'minlere (inananlara) uğursuz olmaları kalmadı. (İsmâil

Hakkı Bursevî)

Uğursuzluğa inanmamalı, te'sir eder sanmamalıdır. Fakirlikten korkmak ve teşe'üme

inanmak şeytandandır. (İmâm-ı Rabbânî)

TEŞMÎT:

Aksırdığı zaman Elhamdülillah diyen kimseye "Yerhamükellah: Allahü teâlâ sana

merhâmet etsin" demek.

Müslümanın, müslüman üzerinde beş hakkı vardır:Selâmına cevâb vermek,

hastalığında ziyâret etmek, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek ve teşmît etmek.

(Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)

TEŞRÎ:

Kânun koyma. Allahü teâlânın ve peygamberlerinin, insan hayâtının maddî ve mânevî

bütün yönlerine dâir emir ve yasaklar koyması.

Teşrî', Allah ve Resûlüne (peygamberine) âittir. Peygamber efendimiz devrinde teşrî', ilâhî

bir veche (durum) arzediyordu. Kur'ân-ı kerîm tedrîcî olarak (hâdiselere göre) inzâl oluyor

(iniyor), dînî ve dünyevî her türlü mes'elelerin çözüm şekli belirtiliyordu. Peygamber

efendimiz bizzât teşrî'î faâliyette bulunuyordu. Çünkü Kur'ân-ı kerîm, O'na teşrî' salâhiyeti

tanımıştı. Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: Peygamber size ne verdi ise onu

alın (ve emirlerini tutun). Size neyi yasak etti ise, onu da almayın (yapma dediğini

yapmayın). (Haşr sûresi: 7) (Serahsî, Pezdevî, Şa'rânî)

Peygamber efendimizin teşrî' vazîfeleri fiilî (bizzât yaparak) ve kavlî (söyleyerek) olduğu

gibi, dîne aykırı olmayan bir şey gördüklerinde de susarlar, o işe mâni olmazlardı. Buna

Peygamber efendimizin takrîrî sünneti denir.Bu da Resûlullah'ın teşrî' vazîfelerindendi. (İbn-i

Hatîb, Serahsî)

TEŞRİK GÜNLERİ:

Kurban bayramının ikinci, üçüncü ve dördüncü günleri. Bayramın birinci gününe yevm-i

nahr (nahr günü), ikinci ve üçüncü günleri de kurban günü olduğundan hepsine birden

"eyyâm-ı nahr" denir. Ondan evvelki güne Arefe günü denir. Ramazân-ı şerîf bayramında

arefe yoktur. Arefe, kurban bayramına mahsustur. (Bkz. Eyyâm-ı Teşrîk)

TEŞRİK TEKBÎRİ:

Arefe günü yâni Kurban bayramından önceki gün, sabah namazından, bayramın dördüncü

günü ikindi namazına kadar yirmi üç vakit her farz namazdan sonra getirilen tekbîr; "Allahü

ekber, Allahü ekber, lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lillahil-hamd" sözleri.

Hacıların ve hacca gitmeyenlerin, erkek kadın herkesin, cemâat ile kılsın, yalnız kılsın,

yirmi üç vakit farz namazda veya bu bayramdaki farzlardan birini, yine bu bayram

günlerinden birinde kazâ edince, selâm verir vermez Allahümme entesselâmü... demeden

evvel bir kere tekbir-i teşrik okuması vâcibdir. Cenâze namazından sonra okunmaz. Câmiden

çıktıktan veya konuştuktan sonra okumak lâzım değildir. İmâm tekbiri unutursa, cemâat terk

etmez. Erkekler yüksek sesle okuyabilir. Kadınlar yavaş söyler. (Halebî, M. Zihni Efendi)

Teşrik tekbîri, Hanefî'de tehlil (Lâ ilâhe illallah)'dan evvel iki ve tehlilden sonra yine iki

tekbir ile bir hamdele (lillahil-hamd)den ibârettir. Şâfiî'de tehlilden evvel üç tekbir okunur.

(M. Zihni Efendi)

TEŞYİ':

Bir yerden ayrılıp gideni uğurlama, hürmet için biraz onunla birlikte gitme.

Vefât eden kul kabrine konduğu ve onu teşyi' edenler geri döndüğünde, daha onların

ayak sesleri kaybolmadan kabirdeki mevtânın (ölünün) yanına iki melek gelip onu

oturturlar ve derhâl; Muhammed aleyhisselâm hakkında îtikâdın (îmânın) ne idi. O'na ne

demekte idin? diye sorarlar. Eğer mü'min ise; "Şehâdet ederim ki (kesin olarak bilir ve

inanırım ki) O, Allah'ın kulu ve Resûlüdür (peygamberidir)" diye cevap verir. Kâfir ve

münâfık ise aynı soruya; "Bilmiyorum. Herkesin söylediğini söylüyorum" der. (Hadîs-i

şerîf-Buhârî)

Misâfirliğin edeplerinden birisi de; misâfir gideceği zaman, ev sâhibinin onu kapıya kadar

teşyi' etmesidir. (Muhammed Rebhâmî)

TETAVVU' (Tetavvû):

Farz ve vâcib olmayıp, sırf Allah rızâsı için yapılan nâfile ibâdet.

Tetavvu' namazlarının kendilerine mahsus sevâbları ve fazîletleri vardır. Tetavvu'

namazlarından bâzıları şunlardır:Tahıyyet-ül-Mescîd:Mescide girildiğinde kılınan namaz.

Duhâ namazı:Kuşluk vakti kılınan namaz. Teheccüd namazı:Gecenin üçte ikisi geçtikten

sonra, imsâk vaktinden önce kılınan namaz. Teheccüd ve duhâ (kuşluk) namazlarının en çoğu

on iki rek'attir. Nâfile namazlarda gece iki, gündüz dört rek'atte bir selâm verilir. (İbn-i

Âbidîn)

Farz olan zekâtı açıkça vermek riyâ olmaz, daha sevâb olur. Çünkü başkaları farz olan

ibâdetin yapılmasına teşvik edilmiş olur. Tetavvu' olan sadakayı gizlice vermek efdâldir (daha

iyidir). Gizli verilen sadaka açıktan verilen sadakadan yetmiş kat daha sevâbdır. (Harputlu

İshâk Efendi)

TETAYYUR:

Uğursuzluk, uğursuzluğa inanma.

Tetayyur eden ve tetayyur olunan ve kâhinlik yapan ve kâhine giden ve sihir, büyü

yapan ve yaptıran ve bunlara inanan bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır.

(Hadîs-i şerîf-Hadîkat-ün-Nediyye)

TEVÂ:

Havâlenin bozulma sebebi. Havâleyi kabûl edendeki alacağın telef yâni yok olması. (Bkz.

Havâle)

Havâlede tevâ iki türlü olup; birincisi, kabûl eden sözünden döner. İnkâr eder ve yemin

eder. Havâleyi veren ve alan da isbât edemez. Fakat ikisinden birisi sened veya şâhid ile isbât

ederse, tevâ olmaz. İkincisi; havâle kabûl eden, müflis (iflâs etmiş) olarak vefât edince de

tevâ hâsıl olur (meydana gelir.) (Ali Haydar Efendi)

TEVÂCÜD:

Vecd ve muhabbette kemâle ermeyenin (olgunlaşmayanın) isteğiyle vecde kavuşmaya

tâlib olması, istemesi. (Bkz. Vecd)

Bu yüksek yolun yâni Ahrâriyye yolunun büyükleri, yüksek sesle zikr etmekten bile

sakındırmışlardır. Kalb ile sessiz zikretmeği (Allahü teâlâyı anmayı) emir

buyurmuşlardır.Şarkı, raks, dans etmek gibi oyunları ve Resûlullah efendimizin ve dört

halîfesi zamanlarında olmayan vecd ve tevâcüdü, şuûrsuz hareket ve sözleri yasak etmişlerdir.

(Ahmed Fârûkî)

TEVÂTÜR:

Yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan, her asırda güvenilen kimselerin hepsinin bir

şeyi, bir haberi bildirmeleri.

Mûsâ'nın, Îsâ'nın ve diğer peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hârikalar, mûcizeler

gösterdiği haber verildiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın da mûcizeler gösterdiği haber

verilmiştir. Bu haberler tevâtür hâlindedir. Muhammed aleyhisselâm, mûcizeler göstermiş ve

bu mûcizeler bizlere tevâtür yoluyla bildirilmiştir. (Fahrüddîn-i Râzî)

Üç halîfeyi yâni hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osman'ı metheden hadîs-i

şerîflerin birkaçını bir sahabî bildirmiş ise de bunları çok kimseler çeşitli yollardan haber

vermiş, bu yüzden tevâtür derecesini bulmuştur. Bunlara inanmamak elbette küfür olur.

(Abdullah-ı Süveydî)

TEVÂZU' (Tevâdu'):

Alçak gönüllülük; kendisini başkaları ile bir görmek, başkalarından daha üstün ve daha

aşağı görmemek.

Allahü teâlâ, tevâzû üzere olmağı bana emreyledi. Hiçbiriniz, hiçbir kimseye tekebbür

etmeyiniz (büyüklenmeyiniz). (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)

Allah için tevâzû edeni, Allahü teâlâ yükseltir. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)

Nîmete kavuşmuş olanlardan, tevâzû gösterenlere ve kendilerini kusurlu bilenlere ve

helâlden kazanıp, hayırlı yerde sarf edenlere ve fıkıh bilgileri ile hikmeti (yâni tasavvufu)

birleştirenlere ve helâle harama dikkat edenlere ve fakirlere merhamet edenlere ve işlerini

Allah rızâsı için yapanlara ve huyu güzel olanlara ve kimseye kötülük yapmayanlara ve

ilmi ile amel edenlere ve malının fazlasını dağıtıp, lafının fazlasını saklayanlara müjdeler

olsun. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)

Tevâzû, insan için çok iyi bir huydur. Hadîs-i şerîfte; "Tevâzû edene müjdeler olsun"

buyruldu. Tevâzû sâhibi, kendini başkalarından aşağı görmez. Zelîl ve miskîn olmaz. Malını

helâlden kazanıp çok hediyye verir. Âlimlerle ve fen adamları ile tanışır. Fakirlere merhamet

eder. (Muhammed Hâdimî)

Tevâzû, dünyâ rütbelerinde kendinden aşağı olanlara büyüklük göstermemektir. Çünkü

eline geçenler, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânıdır. Kendi elinde bir şey yoktur. (Ali bin

Emrullah)

TEVBE (Tövbe):

Haram, günah işledikten sonra, pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir daha

yapmamaya karar vermek.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Ey mü'minler! Hepiniz Allah'a tövbe ediniz ki felâh (kurtuluş) bulasınız. (Nûr sûresi:

31)

Allahü teâlâ tövbe edenleri sever. (Bekara sûresi: 222)

En iyiniz, günâhtan sonra hemen tövbe edeninizdir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Tövbe eden, günah işlememiş gibi olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Rûh gargaraya gelmedikçe, Allahü teâlâ kulun tövbesini kabûl eder. (Hadîs-i

şerîf-İhyâ)

Günâhlarınız çok olup göklere kadar ulaşsa, tövbe edince Allahü teâlâ tövbenizi kabûl

eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Günahtan sonra hemen tövbe etmek, farzdır. Tövbeyi geciktirmek büyük günâhtır. Bunun

için de, ayrıca tövbe etmek lâzımdır. Farzı yapmamanın günâhı ancak kazâ etmekle affolur.

Her günâhın affı için, kalb ile tövbe etmek ve dil ile istiğfâr etmek (bağışlanmasını istemek)

ve beden ile kazâ etmek lâzımdır. (M. Hâdimî)

Ey oğlum! Bir hatâ işlediğin zaman hemen tövbe et ve sadaka ver. Tövbeyi yarına

bırakma. Çünkü ölüm, ansızın gelir. (Lokman Hakîm)

İnsanları iki şey helâk eder: Biri tövbe ederim diyerek günâh işlemeleri, diğeri de sonra

yaparım diyerek tövbeyi geciktirmeleridir. (Şakîk-i Belhî)

Her uzvun tövbesi vardır. Kalbin tövbesi, harâm işleri yapmaya niyeti terk etmesi; gözün

tövbesi, harâma bakmaması; ayakların tövbesi, harâma gitmemesi; kulakların tövbesi, haram

şeyleri dinlememesi; karnın tövbesi harâm yememesidir. (Zünnûn-i Mısrî)

Şartlarına uygun yapılan tövbe muhakkak kabûl olur. Tövbenin kabûl edileceğinde değil,

tövbenin şartlarına uygun olup olmadığında şüphe etmelidir. (İmâm-ı Gazâlî)

Tevbe yâ Rabbî hatâ râhına git tiklerime

Bilip ettiklerime bilmeyip ettikle rime

(Abdurrahîm Rûmî)

Tevbe Bi'atı:

Mürşid-i kâmil denilen velî bir zâtın, huzûrunda tövbe edip günâh işlememek üzere söz

vermek.

Tevbe Sûresi:

Kur'ân-ı kerîmin dokuzuncu sûresi. Berâe sûresi de denir.

Tevbe sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). 128 ve 129. âyet-i kerîmeleri Mekke'de indi.

Yüz yirmi dokuz âyettir. Evvelinde Besmele nâzil olmamıştır. Sûre, müşriklerin Allahü teâlâ

ile alâkalarının kesildiğini, bundan sonra onların Kâbe'ye yaklaştırılmayacağını, müslüman

olmadıkları takdirde öldürüleceklerini bildiren bir ültimatom mâhiyetindedir. Sûre,

Peygamber efendimizin şefkat ve merhâmetini bildiren âyet-i kerîmelerle sona erer.

(Muhammed bin Hamza-Hüseyn Vâiz-i Kâşifî)

Tevbe sûresinde buyruldu ki:

Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe inanmayan ve Allahü teâlânın ve Resûlünün haram

ettiklerine haram demiyen ve hak olan İslâm dînini kabûl etmeyen kâfirlerle, cizyeyi kabûl

ettiklerini veya müslüman olduklarını bildirinceye kadar harb ediniz! Onları öldürünüz.

(Âyet: 28)

Kur'ân-ı kerîm bana âyet âyet, harf harf nâzil oldu. Ancak Tevbe ve İhlâs sûreleri

hâriç. Bunlar bana yetmiş bin saf melekle berâber nâzil oldu. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî

Tefsîri)

Tevbe-i İstigfâr:

Kendini kusurlu görerek, günâhlara tövbe etmek, Allahü teâlâdan af dilemek.

Tevbe-i istigfâr devâmlı olmalıdır. Haramları ve şüpheli şeyleri, öldürücü zehir bilmelidir.

(İmâm-ı Rabbânî)

Tevbe-i Nasûh:

Sâdık tövbe, işlediği günâhı bir daha yapmamak üzere tövbe etmek ve bu tövbesinde tam

kararlı olmak.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Ey îmân edenler! Günâhlarınızdan Allahü teâlâya tevbe-i nasûh ile tövbe ediniz.

(Tahrîm sûresi: 8)

Tevbe-i nasûh dört şey ile tamam olur.

1) Dil ile istiğfâr etmek (bağışlanmayı dilemek).

2) Günâhı işleyen âzâ ile günâhı terk etmek.

3) Bu günâhı bir daha işlemiyeceğine kalb ile kesin karar vermek.

4) Günâh işlemeye sevk eden her türlü vâsıta ve arkadaştan uzaklaşmak. (Ahmed-i

Nâmık-ı Câmî)

Bir kimse bir günâhı yapıp, sonra onu gözünün önüne getirip, ölünceye kadar, ben

Rabbimin emrine niçin karşı geldim, niçin bu günâhı işledim?diye pişman olup, bir daha öyle

bir günâha dönmemesidir. İşte bu tevbe-i nasûh yâni bir daha günâha dönmemek üzere

yapılan tövbedir. (Ahmed bin Âsım Antâkî)

TEVECCÜH:

Yönelme.

1.Peygamberleri aleyhimüsselâm veya evliyâyı vesîle (vâsıta) yaparak, onların hâtırı için

istenilen bir şeye kavuşturması için Allahü teâlâya yalvarmak. Buna, istigâse, tevessül ve

teşeffü' de denir.

Resûlullah'ın yanına bir âmâ (gözleri görmeyen) birisi geldi. Gözlerinin açılması için duâ

etmesini diledi (istedi). Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, ona; (İstersen duâ edeyim,

istersen sabret. Sabr etmek, senin için daha iyi olur" buyurdu. O kimse; "Duâ etmeni

istiyorum. Benim bakacak kimsem yoktur. Çok sıkılıyorum" deyince; "İyi bir abdest al!

Sonra; "Allahümme innî es'elüke ve eteveccühü ileyke bi-Nebiyyike Muhammedin

Nebiyyirrahme, yâ Muhammed innî eteveccehü bike ilâ Rabbî fî hâcetî-hâzihî, li takdiye-lî

Allahümme şeffi'hü fiyye" duâsını oku!" buyurdu. Duânın mânâsı şudur: "Yâ Rabbi!

İnsanlara rahmet olarak gönderdiğin sevgili Peygamberin ile sana teveccüh ediyorum. Senden

istiyorum. Yâ Muhammed aleyhisselâm! Dileğimin hâsıl olması (yerine gelmesi) için

Rabbime senin ile teveccüh ediyorum. Allah'ım! O'nu bana şefâatçi eyle!" (Merâkıl-Felâh,

Nesâî, Tirmizî, İmâm-ı Beyhekî)

2. Tasavvuf yolunda ilerleme, yükselme sebeblerinden en önemli olanı. Bir velînin,

Allahü teâlânın izni ile nazar etmek (bakmak) yâhut başka yollarla talebesinin veya

sevdiğinin yâhut başka birinin kalbindeki mâsivâ (Allahü teâlâdan başka her şey) ve dünyâ

sevgisini, günâh lekelerini temizleyip, yerini feyz, mârifet, ilim ve hikmetle yâni mânevî

ilimler, iyilikler, bereketler ve fâidelerle doldurması, yüksek derecelere kavuşturması.

Pîrin (tasavvuf büyüğünün) teveccühü, her ne sûretle ortaya çıkarsa çıksınlar, sâdık

talebeden, zulmet ve keder dağlarını kaldırıp, uzaklaştırır. (Muhammed Ma'sûm)

Tasarruf sâhibleri üç nev'idir (kısımdır). Bir kısmı Allahü teâlânın izni ile, her istedikleri

zamanda, diledikleri kimsenin kalbine tasarruf ederek, onu tasavvufta en yüksek derece olan

fenâ makâmına eriştirirler. Bâzısı, Allahü teâlânın emri olmadan tasarruf etmez. Emir olunan

kimseye teveccüh ederler. Bir kısmı ise kendilerine bir sıfat (hâl) geldiği zaman kalblere

tasarruf ederler. (Ubeydullah-ı Ahrâr'ın oğlu Hâce Muhammed Yahyâ)

Tasavvuf yolunda çok yüksekleri aramalı, ele geçenlere bağlanıp kalmamalıdır. Verâların

verâsını yâni öteler ötesini aramalıdır. Böyle bir istek, böyle çok çalışmak ancak vazîfe alınan

büyüğün teveccühü ile elde edilebilir. Onun teveccühü de mürîdin (telebenin)ona olan

sevgisi, bağlılığı kadar olur. (İmâm-ı Rabbânî)

3. Bir kimsenin, hayatta ve vefât etmiş, bir velîden feyz alabilmek, ondan mânevî olarak

istifâde etmek, faydalanmak için, kalbini ona bağlaması, hâtırına hiçbir şey getirmeyip, yalnız

onu düşünmesi.

Rûhu olgun bir velînin kabri yanına gidip, bir zaman durulur ve o tapraktaki velîye

teveccüh edilirse, rûhu o toprağa bağlanır. Meyyitin rûhu da bu toprağa bağlı olduğu için,

gelen insanın rûhu ile velînin rûhu buluşmuş olurlar. Bu iki rûh karşılıklı iki ayna olur.

Herbirinde olan meârif (ilimler) ve kemâlât (olgunluklar) ötekine aks eder, yansır.

(Fahreddîn-i Râzî)

Bâtındaki yâni kalbindeki nisbetin (bağlılığın) artmasına çalış. Allah ism-i şerîfini, bâzan

da kelime-i tehlîli (Lâ ilâhe illallah'ı) çok zikrederek (söyleyerek), bâzan salevât okuyarak,

Kur'ân-ı kerîm okuyarak Allahü teâlâya yaklaşmaya çalış. Bu çalışmalarda gevşeklik olursa,

bu fakîrin rûhâniyetine teveccüh ediniz. Yâhut, Mirzâ Mazhâr-ı Cânân'ın kabrine gidiniz, ona

teveccüh ediniz, çok terakkî edilir, ilerleme ve yükselme olur. Ondan hâsıl olan fayda, bir

dirinin faydasından daha çoktur. (Abdullah-ı Dehlevî)

TEVEKKÜL:

Allahü teâlâya teslim olma. Bir işe başlarken sebeplere yapıştıktan sonra O'na güvenme;

kalbin, her işte Allahü teâlâya îtimâd etmesi, güvenmesi.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:

Kim ki, Allahü teâlâdan korkarsa, Allahü teâlâ ona (darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu

ihsân eder ve ona ummadığı yerden rızık verir. Her kim, Allahü teâlâya tevekkül ederse,

Allahü teâlâ ona kâfidir. (Talâk sûresi: 2,3)

Eğer îmânınız varsa, Allahü teâlâya tevekkül ediniz. (Mâide sûresi: 23)

Allahü teâlâ, tevekkül edenleri sever. (Âl-i İmrân sûresi: 259)

Allahü teâlâya tam tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi, size de gönderirdi.

Kuşlar, sabah mîdeleri boş, aç gider. Akşam mîdeleri dolmuş, doymuş olarak döner.

(Hadîs-i şerîf-İhyâ)

Yâ Ebâ Hüreyre! Allah'tan başka hiçbir şeye ümid bağlama! Allah'a tevekkül eyle! Bir

arzun varsa, Allahü teâlâ hazretlerinden iste! Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi (işi, kânunu)

şöyledir ki; her şeyi bir sebeb altında yaratır. Bir iş için sebebine yapışmak ve sonra Allahü

teâlânın yaratmasını beklemek lâzımdır. Tevekkül de bundan ibârettir. (Hadîs-i şerîf-Ey

Oğul İlmihâli)

Sebeblere yapışmak, tevekküle mâni değildir. Bilâkis sebeblere yapışmak, sebebleri araya

koymak, tevekkülün en yüksek derecesidir. (Ahmed Fârûkî)

Tevekkül, iş yapmayıp tembel olmak için değildir. Bir işe başlamak ve başlanan işi

başarmak için tevekkül olunur. Güç bir işi başaramamak korkusunu gidermek için tevekkül

olunur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

Tevekkülün alâmeti üçtür:Kimseden bir şey istememek (dilenmemek), verileni

reddetmemek, ele geçeni biriktirmemek. (Sehl bin Abdullah)

Allahü teâlâya tevekkül ettim diyen kimsenin; cenâb-ı hakk'ın, kendisi hakkındaki

muâmelesine, yâni takdîr ettiği şeylere, başına gelen sıkıntı ve musîbetlere de râzı olması

lâzımdır. Aksi takdirde, yalan söylemiş olur. (Bişr-i Hafî)

TEVELLÎ:

Dostluk, birisini Allah rızâsı için sevme, dost edinme.

Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Allahü teâlânın

düşmanlarından teberrî etmedikçe (uzaklaşmadıkça) tevellî olmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

TEVERRÜK:

Kadınların namazda oturma şekli; kaba etlerini yere koyup, uyluklarını birbirine

yaklaştırarak, ayaklarını sağ taraftan dışarı çıkarıp, sol uylukları üzerine oturmaları.

Kadınlar, namazda teverrük ederek otururlar. (Alâüddîn-i Haskefî)

Namazda dizleri dikip, başını dizlerine koyarak, diz çökerek, bağdaş kurarak, teverrük

ederek uyursa, abdesti bozulmaz. (M. Zihni Efendi)

TEVESSÜL:

Bir isteğin, bir maksadın hâsıl olması için bir şeyi vesîle, sebeb yapmak. Allahü teâlânın

sevdiklerini araya koyarak; "Onların hâtırı, hürmeti için" diyerek duâ etmek veya bu sûretle

yapılan duâ. İstiğâse ve teşeffû' da denir (Bkz. İstigâse ve Teşeffû' ve Vesîle)

Peygamber efendimiz; "Allahümme innî es'elüke bihakkıs sâilîne aleyke" yâni "Yâ

Rabbî! Senden isteyip de verdiğin kimselerin hatırı için, senden istiyorum" diye tevessül eder

ve böyle duâ ediniz buyururdu. (İbn-i Mâce)

Ömer bin Hattâb radıyallahü anh kıtlık olduğu zaman Peygamber efendimizin amcası

hazret-i Abbâs ile tevessül etti. Yâni onu vesîle ederek Allahü teâlâdan yağmur istedi: "Yâ

Rabbî! Kıtlık olduğu zaman,Resûlullah efendimizle sana tevessül ederdik. Sen bize yağmur

verirdin.Şimdi sana, Resûlullah efendimizin amcası ile tevessül ediyoruz. Bize yağmur ihsân

et." diye duâ edince, Allahü teâlâ onlara yağmur verdi. (Buhârî)

Yüzyıllardır, doğru yolda olan müslümanlar, Allahü teâlânın sevgili kullarını vesîle

ederek duâ etmişler, böylece arzu ve isteklerine kavuşmuşlar, sıkıntılardan kurtulmuşlardır.

Duânın kabul olması haram lokma yememeğe bağlıdır. Bu ise, ancak cenâb-ı Hakk'ın

sevdiklerinde mümkündür. Ölü olsun, diri olsun Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak

yapılan duâ, onların bereketiyle ve hatırları için kabûl olmaktadır.Daha önce yapılmış olan

sâlih (iyi) ameller ile de tevessül yapılır. (M. Sıddîk Gümüş)

TEVFÎK:

Allahü teâlânın kullarının işini, rızâsına muvâfık (uygun) kılması, şer (kötülük) yolunu

kapayıp, hayır (iyilik) yolunu kolaylaştırması.

(Şuayb aleyhisselâm), kavmine şöyle dedi: "Benim tevfîkim, Allahü teâlânın hidâyeti ve

yardımı iledir. (Hûd sûresi: 88)

TEVHÎD:

1. Allahü teâlânın bir olduğuna inanmak, O'na kimseyi ortak etmemek. Yâni Lâ ilâhe

illallah (Allahü teâlâdan başka ibâdete lâyık bir ilâh yoktur. O'nun ortağı benzeri yoktur)

sözünü, mânâsına inanarak söylemek. (Bkz. Kelime-i Tevhîd)

İnsanların ilk dîni tevhîd dînidir. İlk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâmdır.

İnsanlar, peygamberlere aleyhimüsselâm uydukları müddetçe tevhîd inancı üzere devâm

ettiler. Fakat kendi başlarına gittiklerinde hep yanlış yollara saptılar, tevhîd inancından

ayrıldılar. Allahü teâlâdan başka şeylere, putlara taptılar. İslâmiyet geldiği sırada Kâbe-i

muazzamada 360 put vardı. İslâmiyet, putperestliği ve putları ortadan kaldırdı. Tekrar tevhîd

inancını yerleştirdi. (Herkese Lâzım Olan Îmân)

2. Tasavvufta kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere bağlılıktan kurtarmak.

Tevhîd-i Şuhûdî:

Mâsivâyı (Allahü teâlâdan başka her şeyi) görmemek ve düşünmemek.

Tasavvuf yolunda yürümekten, nefsin istemediği zor gelen şeyleri yapmaktan ve sıkıntı

çekmekten maksad, Allahü teâlâdan başka, her şeyin sevgisinden kurtulmaktır. Bu da tevhîd-i

şuhûdî ile hâsıl olmaktadır. Bütün bu uğraşmalar, kulluğun, aczin, zavallılığın meydana

çıkması ve hiç olduğumuzun anlaşılması içindir. (İmâm-ı Rabbânî)

Tevhîd-i Vücûdî:

Mâsivâyı (Allahü teâlâdan başka her şeyi) yok bilmektir.

Tevhîd-i vücûdîyi ilk açıklayan Muhyiddîn-i Arabî'dir. (İmâm-ı Rabbânî)

Büyük pederim Abdülehad, tevhîd-i vücûdda çok ileride idi. Bu yolda yüksek kitaplar

yazmıştı. Bununla berâber, dînin edeplerinden hiçbirini bırakmazdı. (İmâm-ı Rabbânî)

TE'VÎL:

1. Yorumlamak, açıklamak.

Bir müslümanın bir sözü veya bir işi birçok bakımdan kâfir (îmânsız) olacağını gösterse,

bir bakımdan ise, kâfir olmıyacağını gösterse, bu bir bakıma göre te'vîl edilmeli ona kâfir

dememelidir. (İbn-i Âbidîn)

2. Ehl-i sünnet âlimlerinin, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden ve Eshâb-ı kirâmdan

bildirdikleri tefsirlere (açıklamalara) bağlı kalarak âyet-i kerîmeleri açıklamak veya bu

şekilde yapılan açıklamalar ve îzâhlar.

Tefsîr âlimleri, tefsîre uygun olan te'villeri de tefsîr olarak kabûl etmişlerdir. Bunlara re'y

tefsîri denir. Te'vîl, nakle ve din bilgilerine uygun olmazsa, tefsîr değil, yazanın kendi

düşüncesi olur. Nitekim hadîs-i şerîfte; "Kur'ân-ı kerîmi kendi görüşü ile açıklayan hatâ

etmiştir" buyrulmuştur. Bunun içindir ki, Kur'ân-ı kerîmde mânâsı açık olmayan yerlerden,

yalnız akla güvenip, yanlış te'vîl yapılarak yanlış mânâlar çıkarılması netîcesinde yetmiş iki

bid'at ve dalâlet fırkası ortaya çıktı (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Te'vîllerin doğruluğu tefsîr ile ölçerek anlaşılır. Te'vîl tefsîre uymazsa atılır. Uyarsa

alınabilir denildi. (S. Abdülhakîm Arvâsî)

Ehl-i sünnet âlimleri, nassları, zâhirleri üzere almışlardır. Yâni âyet-i kerîmelere ve

hadîs-i şerîflere açık olan mânâları vermişler, zarûret olmadıkça, nassları te'vîl etmemişler, bu

mânâları değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile hiçbir değişiklik

yapmamışlardır.Sapık fırkalardan olanlar ve mezhebsizler ise, îmân bilgilerinde ve

ibâdetlerde değişiklik yapmaktan çekinmemişlerdir. (Seyyid Abdülhakîm)

TEVKÎFÎ:

İslâmiyet'in bildirmesine bağlı olan ve değiştirilmesi câiz olmayan.

Allahü teâlânın ism-i şerîfleri tevkîfîdir. Şerîatin bildirdiği isimler söylenir. Bunlardan

başka isimler ile zikretmeye, anmaya şerîat (İslâmiyet) izin vermemiştir. (Seyyid Şerîf)

TEVKÎL:

1. Vekîl tâyin etme. Kadına, kendini boşamak için seni vekil ettim demek. (Bkz. Vekîl)

İslâmiyet'te erkeğin talak (boşama) hakkını başkasına bırakması üç türlü olur:

1) Tefvîd: Erkeğin zevcesine (hanımına); "Kendini sen boşa" diyerek talağı (boşamayı)

zevcesinin arzûsuna bırakması. Buna temlîk de denir.

2) Tevkîl etmek.

3) Temlîk haberini başkası ile veya mektupla zevceye (kadına) ulaştırmaktır. Zevce,

haberi aldığı mecliste (yerde) kendini boşayabilir. (Ahmed Zühdü, M. Zihni Efendi)

2. Bir ibâdetin, bir işin yapılması husûsunda birini kendine vekîl tâyin etme.

Zenginin kesmesi vâcib olan kurbanı, fakîrlere veya hayır, yardım cemiyetlerine diri

olarak sadaka vermek kurbân olmaz. Kesmek vâcibdir. Kurbana verilen para sevâbı, yüz

misli sadaka sevâbından kat kat daha fazladır. Kurbanı satın alması, kesmesi ve etini

dağıtması ve bunları dilediğine de yaptırması için birini tevkîl etmek, parasını veya diri

hayvanı vekîle vermek câizdir. Fakat vekîl kılınan kişinin, keserken başında bulunması

müstehâbdır (iyidir). (Ebû Bekr Ali, M. Zihni Efendi)

TEVLİYE SATIŞI:

Bir malın alış fiyatını söyleyerek aynı fiyatla, satmak.

Bir kimse aldığı bir malı kendisine kaça mal olmuş ise onu söyleyerek tam alış fiyâtına

satarsa, meselâ on bin liraya aldığı bir malı on bin liraya aldığını söyleyip, on bin liraya

satarsa, bu satış tevliye satışı olur. (Fetâvâ-i Hindiyye)

TEVRÂT:

Dört büyük kitabdan biri. Allahü teâlâ tarafından Mûsâ aleyhisselâma gönderilen ilâhî

kitab.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Biz, Mûsâ için Tevrât'ın levhalarında, mev'izaya (nasîhatlere) ve din hükümlerinin

açıklamasına âit her şeyi yazdık. (A'râf sûresi: 145)

Tevrât kırk cüz idi. Her cüzde bin sûre, her sûrede bin âyet vardı. Şimdi elde bulunan

Tevrât'larda bu kadar âyet yok. Çünkü Tevrât'ın ve İncîl'in sonradan tahrîf edildiklerini

(değiştirildiklerini) Kur'ân-ı kerîm haber vermektedir. Cebrâil aleyhisselâmın Mûsâ

aleyhisselâma getirdiği Tevrât'ı yalnız Mûsâ, Hârûn, Yûşâ ve Uzeyr ve Îsâ aleyhimüsselâm

ezberlemiştir. (Nişancızâde, Sa'lebî)

Âsûrî hükümdârı Buhtunnasar, Kudüs'ü alıp Mescid-i Aksâ'yı yıktığı zaman, Tevrât

nüshalarını yaktı. Tevrât'ı ezberlemiş olan yahûdîler de zamanla unuttular, azdılar. Nasîhat

için gönderilen peygamberlere inanmayıp, çoğunu şehîd ettiler. (Şemseddîn Sâmî)

Bugün elimizde bulunan Tevrât'ın içine birçok yabancı yazılar ilâve edilmiştir. Bunların

Mûsâ aleyhisselâma nâzil olan, inen hakîkî Tevrât ile bir alâkası yoktur. Hakîkî Tevrât'ta,

Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâm isminde bir son peygamber göndereceği yazılıdır.

(Nişâncızâde)

Bugünkü Tevrât, Mûsâ aleyhisselâmdan birkaç asır sonra yaşayan beş haham tarafından

kaleme alınmış ve Azrâ adındaki haham bunları tek tek toplayarak Ahd-i atîk'in asıl nüshası

olduğu iddiası ile çoğalttırmıştır. Günümüzde Tevrât'ın üç nüshası mevcuttur. Yahûdîler ve

protestanların kabûl ettikleri İbrânice nüsha, katolik ve ortodokslarca kabûl edilen Yunanca

nüsha; Samirîlerce kabûl edilen Sâmirî dilinde yazılan nüsha. Bunlar Tevratın en eski ve en

güvenilir nüshaları olarak bilinmelerine rağmen aralarında birçok tezatlar, tutarsızlıklar

vardır. Hiçbir ilâhî dinde bulunmayan insanlara zulüm telkinleri, peygamberlerden bâzılarına

karşı çok çirkin ve makamlarına yakışmayan isnadlar, yakıştırmalar vardır.Hakîki Tevrat'ta

tezatların ve böyle şeylerin bulunacağından söz edilemez. (Prof. Elliot Friedman)

TEVVÂB (Et-Tevvâb):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına tövbe etme

sebeblerini kolaylaştıran, şartlarına uygun tövbe edenlerin tövbesini kabûl eden.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Ve o zaman İbrâhim ve İsmâil (aleyhimesselâm) Kâbe'nin temellerini yükselttiler ve

şöyle duâ ettiler: "Ey Rabbimiz! Bizden bu hayırlı işi kabûl buyur. Hakîkaten sen duâmızı

işitici ve niyetimizi bilicisin. Ey Rabbimiz! Bizi sana teslîm ve ihlâs sâhibi olmakta sâbit

kıl. Soyumuzdan bir topluluğu da sana boyun eğen bir ümmet yap. Bize ibâdet yollarımızı

ve hac vazîfelerimizi göster, kusurlarımızı affedip, tövbemizi kabûl buyur. Muhakkak ki

sen, tevvâbsın ve rahîmsin (âhirette mü'minlere merhamet buyuransın). (Bekara sûresi:

127,128)

Onlar bilmediler mi ki, şüphesiz Allahü teâlâ kullarından tövbeyi kabûl edecek,

sadakaları alacak olan ancak kendisidir. Ve hakîkatte tevvâb ve rahîm yalnız O'dur. (Tevbe

sûresi: 104)

Bir kimse duhâ namazından sonra üç yüz altmış defâ et-Tevvâb ism-i şerîfini söylerse

tövbesi kabûl olur. On defâ bir zâlim üzerine söylendiğinde zâlimin zulmünden kurtulur.

(Yûsuf Nebhânî)

TEYEMMÜM:

Su bulunmadığı veya bulunup da özür sebebiyle kullanmak mümkün olmadığı takdirde;

temiz toprak veya taş, kum, kerpiç gibi toprak cinsinden bir şey ile hadesi yâni mânevî

kirliliği, abdestsizliği gidermek için, elleri toprağa sürüp yüzü ve kolları mesh etmek.

Hicretin beşinci senesinde Benî Müstalak Gazvesi sırasında mücâhidler yâni Eshâb-ı

kirâm su bulamadıkları için bir sabah namazını kılamama tehlikesi ile karşı karşıya

kalmışlardı. Bunun üzerine teyemüm ile ilgili âyet-i kerîme nâzil oldu (indi). Meâlen; "Su

bulamadığınız zaman temiz toprağa teyemmüm ediniz" buyruldu. (Mâide sûresi: 6)

(Senâullah Dehlevî)

Teyemmüm, suyu bulamadığı zaman müslümanın temizliğidir. (Hadîs-i şerîf-Nîmet-i

İslâm)

Gusül (boy) abdesti alınca, soğuktan ölmek veya hasta olmak tehlikesi varsa, şehirde dahî

olsa, hamam parası yoksa ve başka çâre bulamazsa, gusül abdesti için teyemmüm eder.

(Tahtâvî, M. Zihni Efendi)

Hastanın, abdest veya gusül ile veya hareket etmekle, hastalığının artacağı veya iyi olması

uzayacağı, kendi tecrübesi ile veya mütehassıs ve açıkça günâh işlemeyen müslüman bir

doktorun söylemesi ile anlaşılırsa, teyemmüm eder. (İbn-i Âbidîn, Tahtâvî)

Teyemmüm ile namaz kılmak ancak Muhammed aleyhisselâmın dînine mahsustur.

(Kutbüddîn-i İznikî)

TEZEKKÜR:

Hâfızadaki bilgileri, istenildiği zaman hatırlamak.

İnsanın bâtınında (içinde) hiss-i müşterek, hayâl, tefekkür, tezekkür ve hıfz kuvvetleri

vardır. Allahü teâlâ bu kuvvetleri yaratmasa, el, ayak ve kuvvetlerden hâli (mahrûm)

kaldıkları gibi beyin de boş kalır (İmâm-ı Gazâlî)

Tezekkür-i Mevt:

Ölümü hatırlamak. İnsanın kendini ölmüş, teneşir tahtası üzerinde yıkanmış, kefene

sarılmış ve tabuta konulmuş ve mezâra gömülmüş olarak düşünmesi.

Tezekkür-i mevt, lezzetleri yıkar, eğlencelere son verir. (Hadîs-i şerîf-Tebyîn)

Muhammed Behâüddîn-i Buhârî (kuddise sirruh) her gün yirmi kere tezekkür-i mevt

ederdi. (Abdülhakîm bin Mustafâ)

Tezekkür-i mevt edenler, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına sarılıp, günâhlardan

sakınırlar. Haram işlemeye cesâretleri azalır. (İbn-i Receb)

TEZELLÜL:

Bayağılık, kendini aşağı tutmak. Tevâzûnun aşırı derecesi.

Tezellül kötü huylardan biridir. Bir âlimin yanına câhil bir kimse geldiği zaman, âlimin

ayağa kalkıp, yerine bunu oturtması ve gideceği zaman kapıya kadar yanında yürümesi ve

kunduralarını önüne koyması tezellüle bir misâldir. Yalnız ayağa kalkıp otursaydı, ona yer

gösterseydi ve işini, hâlini ve niçin geldiğini sorsaydı, suâllerine güler yüzle cevap verseydi,

dâvetini kabûl etseydi ve sıkıntısını giderecek şey yapsaydı, tevâzû göstermiş olurdu. Hadîs-i

şerîfte; "Din kardeşini sıkıntıdan kurtarana hac ve umre sevâbı verilir" buyruldu. Bir

günlük yiyeceği, içeceği olan kimsenin dilenmesi, tezellül olup, haramdır. Bunun, bir günlük

nafakası olmayan için veya borçlu için yardım toplaması tezellül olmaz. Fazla hediye almak

için az bir şeyi hediye vermek de tezellül olur. Âyet-i kerîme, böyle hediye vermeyi men

etmektedir. (Muhammed Hâdimî)

TEZKİYE:

Pâk ve temiz etmek, kalbi temizlemek.

Bir sâlik (tasavvuf yolcusu), niyetini düzelttikten ve kendini dünyâ arzularından

kurtardıktan sonra, Allahü teâlânın ismini zikr etmeğe başlar. Güç riyâzetler (nefsin arzularını

yapmamak) çeker. Şiddetli, ağır mücâhedeler (nefsin istemediği şeyleri yapmak) yapar.

Böylece tezkiye hâsıl olur ve kötü huyları iyi huylara döner. (İmâm-ı Rabbânî)

Tezkiye-i Nefs:

1. Nefsi, İslâmiyet'in haram ettiği, beğenmediği şeylerden, kötü isteklerinden temizlemek.

Tezkiye-i nefs yapınca, kalb tasfiye bulur yâni kalbin Allahü teâlâdan başkasına,

mahlûklara bağlılığı kalmaz. Haramlara, günahlara meyletmez.

Haramları istemekten kesilme dikçe nefs,

Kalb ilâhî nûrlara, ayna olamaz hiç.

(İmâm-ı Rabbânî, Mevâkıb Tefsîri)

2. Nefsini beğenme, insanın kendindeki nîmetleri, iyilikleri, kendinden bilip, Allahü

teâlânın verdiğini düşünmemesi. Bu nîmetlerin Allahü teâlâdan geldiğini bilip, kendinin

kusurlu olduğunu düşünmek ise, şükr olur.

TEZVÎC:

Evlendirme, kocaya verme.

Kadını, kendisi veya vekîli yâhut velîsi (babası, dedesi, sonra erkek kardeşi, amcası ...)

tezvîc eder. (Saîdeddîn Fergânî, M. Zihni Efendi)

Erkek velîleri bulunmayan yetimleri, Hanefî mezhebinde anaları tezvîc edebilir. (İbn-i

Âbidîn)

Hanefî mezhebindeki bir kimse, kolaylık olmak bakımından nikâhını tâzelemek,

yenilemek için, zevcesinden (hanımından) vekâlet almalı, iki şâhit yanında "Öteden beri

nikâhım altında bulunan zevcemi onun tarafından vekîl olarak ve tarafımdan asîl olarak

kendime tezvîc ettim" demelidir. (Kâdızâde Ahmed Efendi)

TEZYÎN:

Süslemek.

Dünyâ hayâtı, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü tezyîn etmekle uğraşmayın.

Hemen geçip gidin! (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme)

Yâ Ali! İnsanları görürsün ki dünyâyı tezyîn etmeye çalışıyorlar. Sen dînini tezyîn

etmeye çalış. (Hadîs-i şerîf, Miftâh-un-Necât)

Müslümanın her şeyden evvel kalbini temizlemesi lâzımdır. Çünkü kalb bütün bedenin

reisidir. Peygamber efendimiz; "İnsanın kalbinde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün

uzuvlar iyi; kötü olursa, bütün uzuvlar bozuk olur. Bu kalbdir" buyurdu. Yâni bu, yürek

denilen et parçasındaki gönüldür. Bunun iyi olması, kötü ahlâktan temizlenmesi ve iyi ahlâk

ile tezyîn edilmesidir. (İmâm-ı Rabbânî)

Herkes dışa kıymet verip, dışını süslerken siz içinizi tezyîn edin. İslâm'ın emir ve

yasaklarına uyarak kalbinizi tezyîn edin. (Ahmed-i Câmî)

TILA':

Tâze üzüm şırasının, ateşte veya güneşte ısıtılarak üçte birinden fazlasının uçmasıyla elde

edilen içki.

Tıla', gaz çıkararak kabarıp, tadı keskin olunca, sarhoş eder. Şarap gibi, damlası haram ve

kaba necs olur. (İbn-i Âbidîn)

TİCÂNİYYE:

Evliyânın büyüklerinden Ebü'l-Abbâs Ticânî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

Ticâniyye yolunun kurucusu olan Ebü'l-Abbâs Ticânî evliyânın büyüklerinden olup,

Ahmed bin İdrîs hazretlerinin halîfesi (talebesi)dir. Cezâyir'in güneyinde Ayn-ı mâdî denilen

yerde 1737 (H.1150)'de doğdu. 1815 (H.1230)'da Fas'ta vefât etti. Halvetiyye yolunun bir

kolu olan Ticâniyye yolunu kurdu. (Harîrizâde, Hüseyin Vassâf)

Ebü'l-Abbâs Ahmed Ticânî ve yetiştirmiş olduğu talebeleri Ticâniyye yolunu Afrika

içlerine ve Kuzey Afrika ülkelerine yaydılar.Müslümanların Peygamber efendimizin sünnet-i

şerîfine uygun bir şekilde yaşamalarına çalıştılar. Ebü'l-Abbâs Ahmed Ticânî hazretlerinin

talebelerinden Ali Arabî Mağribî Fâsî, hocasının yüksek hâllerini ve kerâmetlerini anlatan

Cevâhir-ül-Meânî isimli bir eser yazdı. (Yûsuf Nebhânî)

TİCÂRET EŞYÂSI:

Ticâret niyetiyle alınıp, ticâret için saklanılan eşyâ.

Eşyânın ticâret eşyâsı sayılması için ticâret niyetiyle satın alınması lâzımdır. Uşur vermesi

lâzım gelen topraklardan hâsıl olan ve mîrâs olarak ele geçen veya hediye, vasiyet gibi kabûl

edince mülk olan şeylerde ticârete niyet edilse de bunlar ticâret eşyâsı olmaz. Çünkü ticâret

niyeti alış-verişte olur. Bunları satınca veya kirâya verince eline geçen mal ticâret eşyâsı olur.

(İbn-i Âbidîn)

Canlı cansız her mal, meselâ yerden, denizden çıkarılmış tuzlar, oksidler, naft, yâni petrol

ve benzerleri, ticâret yapmak için, yâni satmak için satın alındıkları zaman ticâret eşyâsı

olurlar. Altın ve gümüş gibi zekâta tâbidirler. Altın ile gümüş her ne niyet ile olursa olsun,

hep ticâret eşyâsıdır. (İbn-i Âbidîn)

TİLÂVET:

Kur'ân-ı kerîm okumak.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

Onlar geceleri secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini tilâvet ederler. (Âl-i İmrân sûresi:

113)

Onlara Allah'ın âyetleri tilâvet olunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı.

(Meryem sûresi: 58)

Bu Kur'ân-ı kerîmi öğreniniz. Şüphesiz ki onu tilâvet etmekle her harfine bedel on

sevapla mükâfâtlandırılırsınız. (Hadîs-i şerîf-Dârimî)

Mahşer günü (insanlar ve bütün canlılar diriltilip bir yerde toplandıkları zaman);

"Muhammed aleyhisselâm nerededir?" diye bir nidâ işitilir. Peygamber efendimiz gelir.

Cenâb-ı Hak; "Yâ Muhammed! Cibrîl sana Kur'ân-ı kerîmi teblîğ ettim diyor" O da; "Evet yâ

Rabbî!" der. Cenâb-ı Hak; "Yâ Muhammed! Minbere çık ve Kur'ân-ı kerîmi tilâvet et"

buyurur. Peygamber efendimiz, Kur'ân-ı kerîmi tilâvet edip, gâyet güzel ve tatlı bir şekilde

okur. Mü'minleri müjdeler. Onların yüzleri güler ve sevinirler. Kur'ân-ı kerîme

inanmayanların, bu mübârek kitâba (hâşâ) çöl kânûnu diyenlerin ise, yüzleri gâyet çirkin olur.

(İmâm-ı Gazâlî)

Tilâvet Secdesi:

Kur'ân-ı kerîmdeki on dört secde âyetinden herhangi birini okuyan veya işiten bir

mükellefin yâni akıllı ve ergenlik çağına erişmiş bir müslümanın yapması vâcib (lâzım gelen)

secde. Secde âyetleri, Kur'ân-ı kerîmin; A'râf, Ra'd, Nahl, İsrâ, Meryem, Hac, Furkân, Neml,

Secde, Sâd, Necm, İnşikâk ve Alak sûrelerinde bulunmaktadır. (Bkz. Secde)

Namazda aranan şartlar tilâvet secdesinde de aranır. Hadesten (abdestsizlik ve

cünüplükten) ve necâsetten (gözle görülen pislikten)temizlenmek, setr-i avret (avret yerlerini

örtmek) ve istikbâl-i kıble (kıbleye dönmek) gibi şartları taşımıyan kimse, secde âyetini

duyduğu zaman bu şartları yerine getirdikten sonra secdesini yapar. (İmâm-ı Gazâlî)

Tilâvet secdesi şöyle yapılır: Niyet edilerek eller kaldırılmadan Allahü ekber diyerek

secdeye varılır. Secdede üç kere; "Sübhâne rabbiyel a'lâ" denir. Sonra Allahü ekber denilerek

ayağa kalkılır. (M. Zihni Efendi)

Tilâvet secdesinin hükmü, dünyâda bir vâcibi yerine getirip borcundan kurtulmak ve

âhirette de sevâba kavuşmaktır. (M. Zihni Efendi)

Fonografta (gromafonda, teybde, radyoda ve televizyonda) okunan secde âyetini işitenin

tilâvet secdesi yapması vâcib olmaz. (Muhammed Bahît el-Mutî')

Bir kimse hüzünden, sıkıntıdan kurtulmak için, Allahü teâlâya kalbinden yalvararak on

dört secde âyetini (ezberden ayakta) okuyup her birinden sonra, hemen tilâvet secdesi

yaparsa, Allahü teâlâ o kimseyi o derd ve belâdan korur. (İmâm-ı Nesefî)

TİMÂR:

Osmanlı Devleti'nin geçimlerine ve hizmetlerine âit masrafları karşılamak üzere bir kısım

asker ve memurlara, muayyen bölgelerde kendi nâm ve hesaplarına tahsîl selâhiyeti ile

birlikte tahsîs etmiş olduğu vergi kaynaklarına verilen isim. Dirlik.

Arâzi, timar verilen kimsenin mülkü değildir. Timar sâhibi arâziyi, reâyâya (vergi

vermekle mükellef olan vatandaşa) işletmek üzere verir, mahsûlden ve reâyânın şahsından

devletin alacağı vergileri toplar. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)

TİMSÂL:

Kumaşa, kâğıda, duvara ve başka yerlere yapılmış canlı resimler.

Saneme (odundan, altından, gümüşten yapılan insan heykeline), vesene (taştan yapılan

insan heykeline), sûrete ve timsâle tapınmak, onların fayda ve zarar yapacaklarına inanmak,

şirk (Allahü teâlâya ortak koşma) çeşitlerinden biri olup, böyle tapınanlara putperest ve

müşrik denir. (Tahtâvî)

Üzerinde timsâl bulunan elbise ile namaz kılmak tahrîmen mekruhtur. Cansız resimleri

bulunursa, mekrûh olmaz. (İbn-i Âbidîn)

Namazda giymese de üzerinde timsâl bulunan elbise giymek her zaman mekrûhtur.

(Abdülganî Nablüsî, Tahtâvî)

TÎN SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin doksan beşinci sûresi.

Tîn sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Sekiz âyettir.Tîn, dağ adı veya incir

demektir.Sûrede dört şeye yemîn edildikten sonra, insanoğlunun yaratılışı, kâinâtın en güzel

yaratığı olduğu, buna rağmen günâh ve isyânı yüzünden aşağıların aşağısı hâline geldiği

bildirilmektedir. (Râzî, Kurtûbî)

Tîn sûresinde meâlen buyruldu ki:

Biz insanın rûhunu, güzel bir sûrette yaratıp, sonra en aşağı dereceye indirdik. (Âyet:

4,5)

Kim Tîn sûresini okursa, sağ olduğu müddetçe Allahü teâlâ ona (dünyâda) yakîn ve

âfiyet verir. Vefât ettiği zaman da bu sûreyi okuyanların adedince sevâb verir. (Hadîs-i

şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

TİVELE:

Bir kadına kocası buğzedip (gizli düşmanlık edip) kendisinden soğuduktan sonra, kadının,

kocasının sevgisini tekrar celbetmek (çekmek) için mutlak te'sir edeceğine inanarak sihir

yapması.

Tivele şirktir (Allahü teâlâya eş, ortak koşmadır). (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)

Hadîs-i şerîfte tivelenin şirk sayılması, tivelenin Allahü teâlânın takdîrinin ve dilediğinin

aksini yapabileceğine inanıldığından dolayıdır. (İbn-ül-Esîr)

Kadının tivele yapması bir çeşit sihirbazlıktır. Sihir ise haramdır. (İbn-i Vehbân)

Kadının yapmış olduğu rukye, âyetlerin ve Resûlullah'tan gelen duâların yazılması değil

de; bunlardan başka şeyler de orada yazılır veya okunursa, o tivele sihir hükmünde olur.

(İbn-i Âbidîn)

TRİNİTE:

Hıristiyanların teslîs (üç tanrı) inancı. (Bkz. Teslîs)

TÛBÂ:

Kökleri yukarıda, dal ve budakları aşağıya doğru sarkan cennet ağacı.

Tûbâ bir ağaçtır. Allah onu kudret eliyle dikmiştir. Cennet ehlinin elbiseleri ondan

dikilir ve dalları Cennet surlarından taşar. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

Salınır Tûbâ dalları,

Kur'ân okur hem dilleri,

Cennet bağının gülleri,

Kokar, Allah deyû deyû.

(Yûnus Emre)

TÛL-İ EMEL:

Uzun emel; zevk ve safâ sürmek için çok yaşama arzusu. İbâdet yapmak için çok

yaşamağı istemek tûl-i emel olmaz.

Cennet'e gitmek isteyen, tûl-i emel sâhibi olmasın. Dünyâ işleri ile uğraşması ölümü

unutturmasın. Haram işlemekte Allah'tan hayâ etsin (Hadîs-i şerîf-İbn-i Ebid-Dünyâ)

Tûl-i emel sâhipleri, ibâdetleri vaktinde yapmazlar. Tövbe etmeği terk ederler. Kalbleri

katı olur. Ölümü hatırlamazlar. Vâz ve nasîhattan ibret almazlar. Tûl-i emelin sebepleri;

dünyâ zevklerine düşkün olmak, ölümü unutmak ve sıhhatine, gençliğine aldanmaktır. Tûl-i

emel hastalığından kurulmak için, bu sebepleri yok etmek lâzımdır. Ölümün her an geleceğini

düşünmelidir. Sıhhatin, gençliğin ölüme mâni olmadıklarını unutmamalıdır. Çocuklardaki ve

gençlerdeki ölüm sayısının, yaşlılardaki ölüm sayısından çok olduğunu istatistikler

göstermektedir. Çok hastaların iyi olup yaşadıkları, çok sağlam kişilerin çabuk öldükleri her

zaman görülmektedir. Tûl-i emel sâhibi olmanın zararlarını ve ölümü hatırlamanın faydalarını

öğrenmelidir. (Muhammed Hâdimî)

TUMÂNÎNET:

Namaz kılarken rükû' ve secdelerde ve kavmede (rükû'dan kalktıktan sonra ayakta

durmakta) ve celsede (iki secde arasında oturmada) bütün âzânın (uzuvların) hareketsiz

kalması. Sübhânallah diyecek kadar bir miktar durması ise, ta'dîl-i erkândır.

Sizlerden biriniz namaz kılarken rükû'dan sonra ve iki secde arasında tumânînet

yapmadıkça namazı tamâm olmaz. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

Bir gün Peygamber efendimiz birinin namaz kılarken namazın şartlarına dikkat etmediğini

ve kavmede ve celsede tumânînet yapmadığını görüp buyurdu ki: "Eğer namazlarını böyle

kılarak ölürsen, kıyâmet günü sana benim ümmetimden demezler." Başka bir yerde de

buyurdu ki: "Bu hâl üzere ölürsen Muhammed'in (aleyhisselâm) dîninde olarak ölmemiş

olursun." (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

Bir kimse, terk edilmiş, unutulmuş bir sünneti meydana çıkarırsa, yüz şehîd sevâbı

kazanır. Ya bir farzı veya vâcibi meydana çıkarmanın sevâbı ne kadar çok olur. O hâlde,

namazda, ta'dîl-i erkâna dikat etmelidir. Yâni rükûda ve secdelerde ve kavmede ve celsede

tumânînet bulduktan sonra biraz durmalıdır ki, Hanefî mezhebi âlimlerinin çoğu buna vâcib

demiştir. İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Şâfiî ve Mâlik ise, farz demiştir. Bâzı Hanefî âlimleri

de sünnet demişlerdir. Müslümanların çoğu bunu yapmıyor. Bu bir ameli (işi) meydana

çıkarana Allah yolunda harb edip canını veren yüz şehîd sevâbından çok sevap verilir.

(Ahmed Fârûkî)

TÛR SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin elli ikinci sûresi.

Tûr sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). İsmini birinci âyette geçen Tûr kelimesinden alır.

Kırk dokuz âyet-i kerîmedir. Sûrede; kıyâmetin kopması sırasında olacak bâzı olağan üstü

hâdiseler, inkarcıların Cehennem'e atılacağı, takvâ sâhibi (Allahü teâlâdan korkup,

haramlardan, dinde yasaklanan şeylerden sakınan) mü'minlerin âhirette kavuşacakları

mükâfâtlar, Kur'ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı olduğu, cenâb-ı Hakk'ın varlığı, birliği

ve kudretinin sonsuzluğu bildirilmektedir. (Râzî, Kurtubî)

Tûr sûresinde meâlen buyruldu ki:

Allahü teâlânın azâb yapacağı gün elbette gelecektir. Onu kimse önleyemez. (Âyet: 7)

Şüphesiz ki takvâ sâhipleri cennetler (ve) nîmetler içindedirler. Rablerinin kendilerine

verdiği şeylerle zevk duyarak... Rableri, onları Cehennem azâbından korumuştur. (Şöyle

denilir: İyi) amel (ve hareket) etmiş olduğunuz için âfiyetle yiyip için. Sıra sıra dizilmiş

koltuklara yaslananlar olarak... Biz onlara şâhin gözlü hûrîleri eş yaptık. Îmân edip de

zürriyetleri de îmân ile kendilerine tâbi olanlar yok mu? Biz onların nesillerini de

kendilerine kattık. (Birlikte Cennet'e koyduk). Kendilerinin amelinden bir şey de

eksiltmedik. Herkes kazancı mukâbilinde bir rehindir. Onlara canlarının istiyeceği,

meyveleri, etleri de bol bol verdik. (Âyet: 17-22)

Kim Tûr sûresini okursa, Allahü teâlânın onu azâbından emîn kılması ve Cennet'te

nîmetlendirmesi hak olur. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

TÛR-İ SÎNÂ:

Tûr dağı. Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâmı peygamberlikle müjdelediği ve sonra

Tevrât'ı indirdiği, Kızıldeniz'in kuzeyinde, Asya ve Afrika kıtalarının arasındaki Sinâ

yarımadasının güney kısmında yer alan dağ.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Biz Mûsâ'ya Tûr-i Sînâ yanında, sağ tarafından nidâ ettik ve münâcât ettiği

(yalvardığı) hâlde kendisine yüksek mertebe verdik. (Meryem sûresi: 52)

Vaktâ ki, Mûsâ (aleyhisselâm, kararlaştırılan) vakti tam olarak yerine getirdikten sonra

(Hazret-i Şuayb'dan izin alıp) hanımıyla birlikte (Mısır'a gitmek üzere) yola çıktı. Yolda

Tûr-i Sînâ tarafında bir ateş gördü. Hanımına; "Siz burada bekleyin ben bir ateş gördüm,

ümid ederim ki o ateşin bulunduğu yerden size bir haber veya o ateşten bir parça getiririm.

Umulur ki, onunla ısınırsınız. Vaktâki Mûsâ (aleyhisselâm) o ateşe vardığında sağ

tarafındaki vâdiden, bereketli yerdeki ağaç tarafından nidâ olundu ki: "Yâ Mûsâ!

Muhakkak ki ben âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâyım. Asânı yere bırak..." (Kasas

sûresi: 29-31)

Mûsâ aleyhisselâma Allahü teâlâ tarafından Medyen dönüşünde Tûr-i Sînâ'ya gidişinde

peygamber olduğu, kardeşi Hârûn aleyhissselâmın da peygamber olarak vazîfelendirildiği

bildirildi. Mûsâ aleyhisselâma daha sonraki Tûr-i Sînâ'ya gidişinde Tevrât-ı şerîf ve on emrin

yazılı olduğu levhalar verildi. (Kisâî, Sa'lebî, Nişâncızâde)

Allahü teâlâ Tûr-i Sînâ'da Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki: "Bir kimseye, Hak teâlâdan

kork deseler, o kimse de Allah'tan kormağı bana mı öğretiyorsun, sen Allah'tan kork derse en

fenâ insan odur." (Süleymân bin Cezâ)