VÂCİB:

Kur'ân-ı kerîmde açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin açıkça bildirmesi ile

anlaşılmış olan emirler. Şâfiîlere göre vâcib denince farz anlaşılır.

Vâcibin terk edilmesi, tahrîmen mekrûhtur. Yâni harama yakın mekrûhtur. Vâcibi

yapmayan, tövbe etmezse, Cehennem'de azâb çeker. (İbn-i Âbidîn)

Namazın vâciblerinden birini bilerek yapmamak namazı bozmaz. Fakat günâh olur.

Unutarak yapmayan secde-i sehv (unutma secdesi) yapar. Farzın ilk iki rek'atinde zamm-ı

sûreyi (Fâtiha'dan sonra okunan sûreyi) unutan, üçüncü ve dördüncü rek'atlerde okuyup, sonra

secde-i sehv yapar. Son rek'atte oturmayıp, ayağa kalkan secde etmeden hatırlarsa, hemen

oturur, oturmayı geciktirdiği için secde-i sehv yapar. (Tahtâvî)

Vâcib-ül-Vücûd:

Varlığı mutlaka lâzım olan Allahü teâlâ.

Vücûd var olmak demektir, yalnız Allahü teâlâ vâcib-ül-vücûddur. Hep vardır. Önceleri

ve sonsuz sonraları hiç yok olamaz. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

Îmânın altı şartından birincisi, Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîki ma'bûd ve bütün

varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmaktır. Dünyâ ve âhiret âleminde bulunan her şeyi,

maddesiz, zamansız yoktan var eden ancak Allahü teâlâdır diye kesin inanmaktır. (Mevlânâ

Hâlid-i Bağdâdî)

Allahü teâlâ vâcib-ül-vücûddur.Her şeyi var eden ve kendi varlığının sonu, sınırı

bulunmayan ve nasıl olduğu akıl ile anlaşılamayan, yalnız ulûhiyyet (ilahlık) ve hâlikiyyet

(yaratıcılık) için lüzumlu sıfatları bilinen bir varlıktır.Kendi kendine vardır ve bir tânedir.

O'ndan başka hiçbir şey kendi kendine var olamaz. Her şeyi var eden ve varlıkta durduran

yalnız O'dur. Kendi kendine var olmak demek, varlığı hiçbir şeye muhtaç olmamak demektir.

Bütün varlıkların var olması için, O'nun var olması lâzımdır.Her şeyi var etmesi ve böyle

düzgün hâlde durdurması için lâzım olan kemâl sıfatları vardır. Noksanlık, ayb ve kusur

O'nda olamaz. (İmâm-ı Gazâlî)

VÂCİD (El-Vâcid):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Ma'bûd, Rab, ilâh olan, zâtında

bulunması lâzım ve lâyık olan bütün sıfatları kendisinde bulunan, hiçbir şeye muhtaç

olmayan, kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan.

El-Vâcid ism-i şerîfini okuyanın kalbi kuvvet bulur. (Yûsuf Nebhânî)

VA'D:

Söz verme, söz verilen şey.

1. Allahü teâlânın; emirlerini yerine getirenleri çeşitli nîmetlerle mükâfâtlandıracağını,

karşı gelenleri ise, azâb ile cezâlandıracağını bildirmesi, söz vermesi. Buna va'd-ı ilâhî de

denir.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Allah mü'min (inanan) erkeklere ve mü'min kadınlara kendileri içinde ebedî kalıcı

olmak üzere ağaçları altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetinde güzel meskenler

(kalacak yerler) vâ'detti. Allahü teâlânın onlardan râzı olması (ise), hepsinden daha

büyüktür. (Çünkü bu her seâdetin başıdır). (Tevbe sûresi: 72)

2. Bir kimsenin, başka birisine bir husûsta söz vermesi.

Münâfıklık alâmeti üçtür. Yalan söylemek, va'dini ifâ etmemek (yerine getirmemek),

emânete hıyânet etmek. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)

Nifak yâni münâfıklık; zâhirin (dışın) bâtına (içe) uymaması demektir. Münâfığın sözü

özüne uymaz. İnanılacak şeylerde münâfıklık yapmak küfrdür, inançsızlıktır. Cehennem'de

sonsuz kalmayı gerektirir. İşlerinde ve sözlerinde münâfıklık yapmak haramdır, günâhtır.

Îmânı gidermez. İnanılacak şeylerde münâfıklık, diğer küfrden (inançsızlıklardan) daha

kötüdür. Îfâ etmek, yerine getirmek niyetiyle va'd yapmak câizdir, hattâ sevâbdır. Böyle va'di

îfâ etmek vâcib değildir, müstehâbdır. Va'di yerine getirmemek tenzihen mekrûhtur. Va'dinde

durmaya gücü yetmezse münâfıklık olmaz. Kendine mal veya söz yahut sır emânet edilen

kimsenin bunlara hıyânet etmesi, münâfıklık olur. (İbn-i Hacer)

VA'DE:

1. Bir iş için önceden tâyin edilen zaman, târih.

Taksitle mal alırken, paranın bir miktârını peşin ve geri kalanını eşit miktarlarda vâde ile

ödemek için, yâhut peşinsiz hepsini belli vâdelerde eşit taksitlerle ödemek için sözleşerek

satın almak câizdir. (İbn-i Âbidîn)

Ödünç verirken zaman tâyin etmemelidir. Çünkü zaman tâyin ederse, malı misli ile

veresiye satmış olur.Bu ise fâiz olur. Bir vâde ile ödünç vermek câiz olmadığı gibi, bu vakti

beklemeden alacağını istemek câizdir. (Hamzâ Efendi, Uşâkî, İbn-i Âbidîn)

2. Ecel.

Va'desi gelen ölür. Her ölen âhirette mutlaka diriltilecektir. Diriltildikten sonra mîzân ve

hesab vardır. Hesâbları görülenler Cennet'e veya Cehennem'e sevk olunacaktır. (İmâm-ı

Gazâlî)

VAD'I HAML:

Doğum yapmak.

Zinâdan hâmile kadını, vad'ı haml etmeden evvel nikâh etmek sahîhtir. Fakat vad'ı haml

edinceye kadar vaty etmek (yaklaşmak) câiz olmaz ve nafakası vâcib olmaz. (İbn-i Âbidîn)

VÂDİ-Yİ URENE:

Arafât ovasında bulunan bir vâdi.

Arefe günü Arafât'ın Vâdi-yi Urene denilen yerinden başka herhangi bir yerinde öğle ile

ikindi namazlarından sonra vakfeye durmak, haccın farzlarındandır. (Mevkûfâtî)

VAHDÂNİYYET:

Allahü teâlânın zâtî sıfatlarından. Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve işlerinde tek

olup, ortağı olmaması. (Bkz. Sıfat)

Vahdâniyyet sıfatı ve diğer zâtî sıfatların hiçbiri varlıkların hiçbirinde yoktur. Yalnız

Allahü teâlâya mahsûsturlar. Bunların sonradan yaratılan varlıklara hiçbir sûrette bağlantıları

yoktur. (Hâlid-i Bağdâdî)

VAHDET-İ VÜCÛD:

Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) muhabbetle zikir yapması esnâsında, Allahü

teâlâdan başka her şeyi unutup, yalnız O'nu bilmesi hâli.

"Vahdet-i vücûd vardır. Her şeyde Allahü teâlâyı görüyoruz ve her şey O'dur" diyen

tasavvuf büyükleri; her şey Allahü teâlâ ile birleşmiş, O, her şeyden ayrı değil, her şeye

benzer, bu âlem ile berâber ve birlikte var oldu, işte O görünüyor gibi şeyleri demek

istemiyorlar. Böyle söylemek îmânı giderir. Allahü teâlâ mahlûkları (yarattıkları) ile birleşik

değildir. Onların aynı değildir. Onlara benzer değildir. O, hep var idi, hep öyledir. O, hiçbir

bakımdan mahlûklarına, yarattıklarına benzemez, O'nun varlığı lâzımdır. O'ndan başkası olsa

da olur, olmasa da. O büyüklerin her şey O'dur demeleri, hiçbir şey yoktur. Yalnız O vardır.

Her şey Allahü teâlânın yaratması ile meydana gelmiştir demektir. Tasavvuf büyükleri

hâricde, eşyânın varlığını vehmî, hayâl olarak biliyor. Böyle vücûd devamlıdır.Yâni bizim

vehmimizin yok olması ile yok olmaz. Âhiretin sonsuz hayâtını bu vücûda (varlığa) bağlı

bilirler. Âlimler eşyâyı hâricde mevcud bilir, âhiretin sonsuz hayâtı, bu eşyâya göre olacaktır

der. Bununla berâber eşyânın hâricde varlığını Hak teâlânın varlığı yanında zaif, kuvvetsiz,

hattâ yok bilir. Görülüyor ki, her iki taraf da, eşyâya hâricde var diyor. Dünyâ ve âhiret

işlerini, bu varlık üzerine kuruyor. Vehmin, hayâlin yok olması ile yok olmaz, diyor. Yalnız,

sofiyye, bu varlığa vehmî diyor. Çünkü, bunlar, tasavvuf yolunda yükselirken, hiçbir şey

görmüyor. Hak teâlânın varlığından başka, bir şey gözlerine görünmüyor. Âlimler ise,

bunların varlığına vehmî demekten kaçınıyor, câhillerin, yanlış anlayıp, hayâlin yok olması

ile, yok olur sanacaklarından ve ebedî sonsuz azâbı ve sevâbı inkâr etmelerinden korkuyorlar.

(İmâm-ı Rabbânî)

Vahdet-i vücûd, tasavvufun ince mes'elelerindendir. Felsefecilerin akıllarına göre

bahsettikleri vahdet-i vücûddan tamâmen başkadır. Çünkü, tasavvuftaki vahdet-i vücûd

tatmakla anlaşılan bir hâldir.Bunu o yüksek makâma yükselenler bilir. Felsefecilerin

bahsettiklerine gelince, o akl ile anlaşılan bir şeydir. (Abdülhakîm Arvâsî)

VÂHİD (El-Vâhid):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Zâtında benzeri olmamakta tek

olan.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

(Habîbim!) De ki: Allah her şeyin yaratıcısıdır. (O'nun ortağı yoktur.) O, Vâhid'dir.

Kahhâr (her şeye gâlib)dir. (Ra'd sûresi: 16)

VÂHİME KUVVETİ:

His organları ile anlaşılamayan, fakat duyulanlardan çıkarılabilen mânâları anlayan iç

kuvvet.

Düşmanlık, doğruluk bir organla hissedilmez. Fakat dost, düşman olan kimse görülüp,

hissedilince, bunlardan dostluğu ve düşmanlığı vâhime kuvveti anlar. Vâhime kuvveti

olmasaydı, koyun kurdun düşmanı olduğunu anlamaz, ondan kaçmaz, yavrusunu da

korumazdı. Vâhime kuvvetiyle anlaşılan mânâlar hâfıza ile saklanır. (Ali bin Emrullah)

VAHY (Vahiy):

Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını, peygamberlerine melek vâsıtasıyla veya

vâsıtasız olarak bildirmesi.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

O (Muhammed aleyhisselâm) boş şey söylemez. Yalnız vahyedileni söyler. (Necm sûresi:

3)

Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını, îmânı ve ibâdet esaslarını, güzel ahlâkı içine

alan ilâhî kitablara inanmak, dînimizin üçüncü temel şartıdır.Yüce Rabbimiz peygamberleri

vâsıtası ile hepsini ilâhî kitablarda bildirmiştir. Allahü teâlâ bu kutsal kitabları, bâzı

peygamberlere melek vâsıtasıyla okutarak, bâzılarına ise yazılı olarak, bâzılarına da meleksiz

işittirerek vahyetti. Allahü teâlâ tarafından vahyedilen bu ilâhî kitabların hepsi O'nun kelâmı

(sözleri) dır. (M. Sıddîk Gümüş)

Vahy Kâtibi:

Peygamber efendimize gelen vahyi, O'nun emri ile yazan sahâbîlere verilen isim.

Eshâb-ı kirâm arasında kırk kadar vahiy kâtibi vardı.Meşhûr vahiy kâtibleri şu Sahâbîler

idi: Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman, hazret-i Ali, hazret-i Muâviye, Hâlid

bin Velîd, Abdullah bin Zeyd, Zeyd bin Sâbit ve diğerleri. (İbn-i Hacer Askalânî)

Vahy-i Gayri Metlûv:

Allahü teâlâ tarafından peygamberlerin kalblerine bildirilen vahyi, peygamberlerin

kendilerine âit kelimelerle yanındakilere bildirmesi. Hadîs-i kudsî. (Bkz. Hadîs)

Vahy-i Metlûv:

Cebrâil aleyhisselâmın, Allahü teâlâdan aldığı haberleri getirerek peygamberlere okuması.

Vahy-i metlûvun kelimeleri de, mânâları da Allahü teâlâdan gelmiştir. Kur'ân-ı kerîm

vahy-i metlûvdur. (İmâm-ı Süyûtî)

VA'ÎD:

Allahü teâlânın azâb yapacağına söz vermesi.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Şimdi, benim dünyâda ve âhirette va'îdimden korkanlara va'z-u nasîhat et! (Kâf sûresi:

45)

Mekke müşriklerinden önceki kavimler, Peygamberlerini tekzîb ettiler (yalanladılar).

Onlara va'îdim hak (vâcib) oldu. (Kehf sûresi: 14)

... Allah'ım, ey sağlam ipin ve dosdoğru işin sâhibi! Senden va'îd gününde, emniyet ve

sonsuzluk gününde Cennet'ini dilerim. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî)

VAKF (Vakıf):

1. Mükellef (akıllı, müslüman ve ergenlik çağına erişmiş)kimsenin kendi mülkü olan

mütekavvim (belli, kıymetli ve dayanıklı)malının menfaatini (faydasını) hiçbir şarta

bağlamadan, müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş), bütün veya belli fakirlere

bırakması. Vakfın çoğulu evkâftır. Vakfedene vâkıf, vakfedilen şeye mevkûf, vakfın menfaati

kendisine bırakılana mevkûfun aleyh, yapılan sözleşmeye de vakfiye denir.

Vakf dünyâda insanlara ihsân (iyilik) ve ikrâm etmek, âhirette de sevâb kazanmak

gâyesiyle kurulur. Vakf, ibâdet değil, kurbettir. Yâni sevâb kazanmak niyeti ile yapılan

mubâh bir iştir. (İbn-i Âbidîn)

Abdullah ibni Ömer buyurdu ki: Babam Ömer (r.anh) Hayber topraklarındaki mülkü olan

bahçesini, tasadduk etmek yâni sadaka olarak vermek istiyordu. Peygamber efendimize ne

yapmasını sormuştu. Peygamber efendimiz: Mülkünü vakıf yoluyla sadaka et ki satılmasın,

hîbe edilmesin, mîrasçılara kalmasın ancak gelirleri veya mahsûlü hayır işlerine

harcansın" buyurdu. Babam da böyle yaptı. O bahçenin mahsûlü Allah yolunda

harbedenlere, köle âzâd etmeye, misâfirlere ve yolculara, yolda kalmışlara, bahçeyi

işleyenlere ve idâre edicilerine harcandı. (İbn-i Âbidîn)

2. Kırâatte yâni Kur'ân-ı kerîm okurken duracak yerde durmak, kelimeyi kendisinden

sonra gelenden ayırmak.

Zellet-ül kârinin (yanlış okumanın) biri de, vakıf ve geçilecek yerde olur. Bu şekilde

hatâda, mânâ değişse de namaz bozulmaz. (Alâüddîn-i Haskefî)

VAKFE:

Durma; haccın farzlarından olup, Arefe günü Arafat'ta öğle ve ikindi namazından sonra

bir miktar durmak.

Vakfe, Arafat'ın Vâdi-yi Urene denilen yerinden başka herhangi bir yerinde yapılır. (İbn-i

Âbidîn)

VÂKIA SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin elli altıncı sûresi.

Vâkıa sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Doksan altı âyet-i kerîmedir. İsmini ilk âyette

geçen Vâkıa kelimesinden alır. Sûrede, kıyâmet ve âhiret hâllerinden, Cennet ve

Cehennemden vb. konulardan bahs edilmektedir. (Senâullah Dehlevî, Râzî)

Vâkıa sûresinde meâlen buyruldu ki:

Îmânları ileri olanlar, Allahü teâlâya yaklaşmakta olanlardır. Bunların hepsi

mukarreblerdir. (Âyet: 10)

Kim her gece Vâkıa sûresini okursa, ona fakirlik aslâ isâbet etmez. (Hadîs-i şerîf-Kâdı

Beydâvî Tefsîri)

VÂKI'ÂT HABERLERİ:

Hanefî mezhebinde, üç imâmdan (İmâm-ı a'zam, İmâm-ı Yûsuf ve İmâm-ı

Muhammed'den) bildirilmiş olmayıp, bunların talebelerinin ve talebesi talebelerinin ictihâd

ettikleri, bildirdikleri hükümler.

Hanefî mezhebinde vâkı'ât haberlerini ilk toplayan Ebü'l-Leys Semerkandî olup, Nevâzil

kitabını yazmıştır. (İbn-i Âbidîn)

Hanefî mezhebinde namazda hareketsiz olmak lâzım olduğundan, otururken parmakla

işâret edilmez. Vâkı'ât haberlerinde böyle bildirilmektedir. (İbn-i Âbidîn)

VÂKIF:

1. Mülkü olan belli ve kıymetli malının menfaatini bir şarta bağlamadan müslüman veya

zımmî (gayr-i müslim vatandaş) bütün veya belli fakîrlere Allah rızâsı için terkeden kimse.

(Bkz. Vakf)

Vâkıfın müslüman, hür, akıllı ve bâliğ yâni ergenlik çağına ulaşmış olması lâzımdır. (İbn-i

Âbidîn)

Şart-ı Vâkıf (Vâkıfın koyduğu şart), nass-ı şârî (din sâhibinin koyduğu kânun) gibidir.

(İbn-i Âbidîn)

2. Bir işten haberi olan.

Meşveret olunan kimsenin vâkıf olmadığı şeyi veya vâkıf olduğunun aksini söylemesi

günâhtır. Hatâ ile söylemesi günâh olmaz. (M. Hâdimî)

3. Arafât'ta vakfeye duran.

VAKT (Vakit):

1. Namazın dışındaki farzlardan birisi.

Namazın dışındaki yedi farzdan birisi olan vakt üç şeyle tamam olur.

1) Her namazın vaktinin evvelini bilmekle,

2) Her namazın âhir (son) vaktini bilmekle,

3) Namazı mekrûh olan vakte vardırmamakla. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)

Farzları vaktinde sünnetlerle birlikte kıl. (Fakîrullah)

Beş vakt namazı, vakitleri girer girmez kılmalıdır. Yalnız yatsı namazını kış aylarında

gecenin ilk üçte birine kadar geciktirmek müstehabdır. (İmâm-ı Rabbânî)

2. Zaman

Kim vaktini câmide geçirmeyi âdet ederse, Allahü teâlâ da ona ülfet eder (onu

himâyesine alır). (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

Vakitleri çok kıymetli ganîmet bilmelidir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem "Yârın

yaparım diyen helâk oldu" buyurdu. (İmâm-ı Rabbânî)

Vakt insanı havanda gibi döğer, ezer. (Üstâd Ebü'l-Kâsım)

Vakt keskin bir kılıç gibidir.Kıymetli ve şerefli şeylere sarfetmek gerektir. (Muhammed

Ma'sûm Fârûkî)

VÂLÎ (El-Vâlî):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin mâliki (sâhibi),

yaratıcısı, bütün işler tasarrufunda olan, her şey O'nun irâdesi, hükmü ile olan.

El-Vâlî ism-i şerîfini söyleyen, yıldırım ve başka âfetlerden kurtulmuş olur. (Yûsuf

Nebhânî)

VALLÂHÎ:

Allahü teâlâya yemin ederim mânâsına, bir sözün, niyyetin, bir işi yapmak veya

yapmamak arzûsunun kuvvetli olduğunu gösteren, söylendiği şeye aykırı hareket edildiğinde,

yemin keffâreti lâzım gelen sözlerden birisi.

Yemin yalnız Allahü teâlânın isimleri ile olur. Başka şeylerle, müslüman yemîni olmaz.

Allahü teâlânın isimleri ile yemîn ya harf ile veya kelime ile olur. İsmin başında be, te, ve

harflerinden biri söylenip, ismin sonu esre okunursa, yemin olur. Meselâ billahî, tallahî,

vallâhî demek gibi. Birisi hakkında "Vallâhî dövmeyeceğim" diye yemîn eden kimse, bir

kerre döğerse yemîni bozulur, keffâret denen cezâyı verir ve yemin biter. İkinci defâ döğerse

bir daha keffâret vermez. (Alâüddîn Haskefî)

VÂRİDÂT-I İLÂHİYYE:

Allahü teâlâdan gelen feyzler ve ilhamlar.

Vâridât-ı ilâhiyyenin hepsi âdet-i ilâhiyye içinde yâni bir sebeb altında meydana

gelmektedir. (Abdülhakîm bin Mustafa)

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin çok kerâmetleri görüldü. En büyük kerâmeti, gelen sâdık

kimselerin kalblerine teveccüh (nazar) ederek feyz ve bereketle doldurmasıydı. Binlerce âşıkı

bir bakışta vâridât-ı ilâhiyyeye kavuştururdu. (Raûf Ahmed Müceddidî)

VÂRİS:

1. Mîrasçı, akrabâlık veya başka yolla, vefât eden kimsenin bıraktığı mîrâs denen maldan

almaya hak kazanan.

Bir kimse maraz-ı mevtte (ölüm hastalığında), vârislere veya başkasına hediye verse,

ölünce, alacaklıları geri alıp paylaşırlar. (Hacı Reşîd Paşa)

2. İlim ve ma'rifette mîrasçı.

Âlimler peygamberlerin vârisleridir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

VASÎ:

Bir kimsenin, mallarında veya çocuklarının işlerinde tasarruf etmek üzere tâyin ettiği

kimse.

Ölüm hastası, küçük çocuğuna bırakacağı malını, bu çocuğun ihtiyâçlarına sarf etmesi için

birini vasî tâyin edince, çocuk âkıl (akıllı), bâliğ (ergenlik, evlenme yaşına gelmiş)

olduğunda, reşîd olduğu (malını, dînin ve aklın beğendiği yerlerde kullandığı) görülmedikçe

vasîden malları alamaz. (İbn-i Âbidîn)

Emîn (güvenilir) olmayan, fâsık (açıkça haram işleyen) veya zımmî (gayr-i müslim

vatandaş) vasî yapılırsa, kâdı (hâkim) bunları değiştirir. (Kâdıhan)

Vasî muhtâc olunca, yetimin malından yiyebilir. Kimseye hibe edemez. Helâk

(telef)ederse, azl olunur (vasîlikten alınır). (Kâdıhan)

VÂSİ' (El-Vâsi'):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Rahmeti, ilmi, kudreti, ihsânı ve

nîmetleri her şeyi kuşatan ve her şeye kâfi olan, kudretinin ve ilminin nihâyeti olmayan.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Allahü teâlâ mülkün sâhibidir. Mülkünü dilediğine verir. Allah Vâsi'dir, her şeyi bilir.

(Bekara sûresi: 247)

El-Vâsi' ism-i şerîfini söyliyen, fakirlik sıkıntısına düşmez. Hırs, gayz ve hasedden

kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)

VASİYETNÂME:

Vasiyet yazılan kâğıt.

Her müslüman, ölüm hastalığında bir vasiyetnâme yazmalıdır. Vasiyetnâmeyi maraz-ı

mevtte (ölüm hastalığında) yazmak vâcib, sıhhatte iken yazıp yanında taşımak müstehaptır

(iyidir). (Senâullah-ı Dehlevî)

Hazırlanan vasiyetnâmede evlâdına, ahbâbına, son nasîhatini yapmalıdır. Kendinde hakkı

bulunanlardan, helallaşmalarını, alacaklarını, vereceklerini, borçlarının ödenmesini, iskat

yapılmasını, hac borcu varsa vekil gönderilmesini, cenâze hizmetindeki ve defnden sonraki

isteklerini bildirmelidir. Zevcesine olan (mehr-i müeccel) borcunun ödenmesi için vasiyet

etmeyi unutmamalıdır. (Senâullah-ı Dehlevî, Abdülhakîm-i Arvâsî)

Seyyid Abdülkâdir Geylânî'nin, oğlu Abdurrezzak'a vasiyetnâmesi şöyledir:

Ey oğlum! Allahü teâlâ bize ve sana ve bütün müslümanlara muvaffâkiyet ihsân eylesin.

Sana Allah'tan korkmanı ve O'na itâat etmeni, dînimizin emir ve yasaklarına riâyet etmeni ve

hudûdunu gözetmeni vasiyet ederim. Ey oğlum! İyilerle berâber ol. Âlimlere, evliyâya

hürmeti gözet. Din kardeşlerinle iyi geçin. Küçük ve büyüklere nasîhat et. İhlâs üzere ol.

İhlâs; insanların görmesini hâtıra getirmeyip, yaradanın dâimâ gördüğünü unutmamaktır.

VASİYYET (Vasiyet):

Bir kimsenin vefâtından sonra yapılmasını istediği şey veya sonraya bağlı olmak üzere bir

malı veya menfeatini (faydayı) bir şahsa veya bir hayır işine teberrû' (bağış) yoluyla temlik

etmek (sâhib ve mâlik kılmak). Vasiyet edene mûsî, vasiyet edilen şeye mûsâbih, kendisine

vasiyet yapılan şahsa mûsâleh denir.

Bir müslümanın üzerinden iki gece geçer ve bu gecelerde vasiyet edeceği bir şey olup

da vasiyetini yazmaması ona lâyık değildir. (Hadîs-i şerîf-El-Fıkhu Alel Mezâhib-i Erbea)

(Hadîs-i şerîfte sâdece iki gecenin bildirilmesi vasiyet yazmakta acele etmeği teşvik içindir.)

Her müslüman, ölüm hastalığında bir vasiyet yazmalıdır. Bir kimse vasiyetini iptal

edebilir. Vasiyetini inkâr etmesi iptal olmaz. Vasiyeti kabûl eden, öldükten sonra

reddedemez. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

Îmâ ile dahî kılması mümkün iken, kılmadan ölüm hâline gelen kimsenin, namazlarının

keffâreti yapılması için vasiyet etmesi lâzımdır. (Halebî)

VASL:

1. Kavuşma. Allahü teâlâya kavuşma; velî olma.

Vasl olanlar reisidir, o hocasının pîridir.

Mektûbât ki eseridir, câna can katar efendim.

(Muhammed Sıddîk bin Saîd)

2.Birleştirme.

İlm ile, irfân ile, sâhib olan Sıla'ya

İki temel bilgiyi vasl eden bir araya

Dalıp uçsuz bucaksız, o muazzam deryâya

Ve bu zikr deryâsından en büyük payı alan.

(Muhammed Sıddîk bin Saîd)

(Sıla:İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, şerîat ile tarîkati birleştiren mânâsına gelen, hadîs-i

şerîfle bildirilmiş ismidir.)

Vasl-ı Uryânî:

Tasavvuf yolculuğunun sonunda Allahü teâlâya kavuşma hâli. Nihâyete erme.

Vasl-ı uryânîde sâlik (tasavvuf yolcusu), vücûdunun her zerresi ile Allahü teâlâyı zikr

eder. (İmâm-ı Rabbânî)

Vasl-ı uryânî, nûrânî perdelerin tamâmen yanmasından sonradır. (İmâm-ı Rabbânî)

Ben tenden kurtulurum, o hayâlden kurtulur,

Gideyim, vasl-ı uryânî ancak böyle bulunur.

(Mevlânâ)

VATAN:

İnsanın yerleştiği, oturduğu yer, memleket.

Vatan sevgisi îmândandır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)

Hanefî mezhebinde üç türlü vatan vardır: Vatan-ı aslî, vatan-ı ikâmet, vatan-ı süknâ. (İbn-i

Âbidîn)

Vatan-ı Aslî:

İnsanın doğduğu veya evlendiği veya ayrılmamak niyeti ile yerleştiği yer.

Vatan-ı aslî birden fazla olabilir. Bir kimse, vatan-ı aslîye girince mukîm olur.

Namazlarını dört kılar. (İbn-i Âbidîn)

Sefere çıkmak, vatan-ı aslîyi bozmaz. Vatan-ı ikâmette veya vatan-ı süknâda bulunmak,

vatan-ı aslînin bozulmasına sebeb olmaz. Vatan-ı aslî ancak vatan-ı aslî ile bozulur. Bâliğ

(ergenliğe ulaşmış) çocuğun, ana-babasının bulunduğu yer, doğduğu yer bile olsa, buradan

ayrılıp başka yerde çıkmamak üzere yerleşse veya evlense orası vatan-ı aslîsi olur. Zevcesini

bir yerde yerleştirip, sonra kendisi başka yere devamlı kalmak üzere yerleşse ikisi de vatan-ı

aslîsi olur. (İbn-i Âbidîn)

Vatan-ı İkâmet:

Geçici olarak ikâmet edilen yer. Hanefî mezhebinde on beş gün veya daha çok kalıp sonra

çıkmaya niyet edilen yer.

Bir kimse, okumak veya vazîfe yapmak için bir yerde senelerce kalmaya ve sonra buradan

çıkmaya niyet ederse, vatan-ı ikâmet olur. (İbn-i Âbidîn)

Vatan-ı Süknâ:

Hanefî mezhebinde on beş günden az kalmak için niyet edilen yâhut yarın çıkarım diyerek

senelerce oturulan yer.

Misâfir, vatan-ı süknâda farzları hep iki kılar. Burada iken mukim sayılmaz. (İbn-i Âbidîn)

VATY ETMEK:

Erkeğin hanımına yaklaşması; cimâ etmek.

Zinâdan hâmile kadını, vad'ı haml etmeden (doğum yapmadan) evvel nikâh etmek

sahîhtir, olur. Fakat doğum yapıncaya kadar vaty etmek câiz olmaz ve nafakası vâcib olmaz.

(İbn-i Âbidîn)

VA'Z (Vaaz):

Öğüt, nasîhat; emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yâni iyiliği emr, kötülükten menetme.

İnsanlara va'z edici olarak ölüm yetişir. Zenginlik isteyene, kazâ ve kadere îmân etmek

yetişir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Va'z edenlerin, din adamlarının, cemâatin anlayamayacakları şeyleri söylemeleri ve

yazmaları fitne olur. Herkese anlayabileceği kadar söylemelidir. (M. Hâdimî)

VECD:

Tasavvuf yolunda bulunan bir kimsenin çok zikretmesi (Allahü teâlâyı anması) veya bir

başka sebeb netîcesinde hâsıl olan mânevî lezzetleri tadarak rûhunun coşması, kalbinin gayr-i

ihtiyârî (elinde olmadan) kendinden geçmesi, taşması hâli.

Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) zâhirini (dışını, bedenini), dînin emir ve

yasaklarına uydurması, ibâdet ve tâatlerden tad almasına sebeb olduğu gibi, bâtın (kalb)

işlerine, Allahü teâlânın rızâsından başka düşünceleri kalbinden çıkarmaya, kibir, hased

(kıskançlık), kin gibi mânevî hastalıklardan temizlemeye çalışması da, kalbde ve rûhta vecd

hâlinin meydana gelmesine vesîle olur. (İmâm-ı Rabbânî)

Hâller ve vecdler, matlûbun (aranılanın) başlangıcıdır, maksad değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

VEDÂ HACCI:

Hicretin onuncu senesinde Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem yüz bin

kişiden fazla sahâbinin katılmasıyla yaptığı son haccı.

Peygamber efendimiz Vedâ haccında Arafât vâdisinin ortasında öğleden sonra, Kusvâ

adındaki devesinin üstünde Vedâ hutbesini okuyup Eshâb-ı kirâm ile vedâlaştı. Mekke'de on

gün kalıp vedâ haccını tamamladı ve vedâ tavâfı yaparak Medîne'ye döndü. Vedâ haccından

sonra Eshâb-ı kirâm geldikleri yerlere gidip Resûlullah'ın bildirdiği ve emrettiği şeyleri

oralarda anlattılar. (İbn-i Hişâm)

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Vedâ haccında, Vedâ hutbesini okuduğu

gün, Mâide sûresinin "Bugün dîninizi sizin için ikmâl eyledim. Üzerinize olan nîmetimi

tamamladım ve size din olarak İslâmiyet'i vermekle râzı oldum" meâlindeki üçüncü âyet-i

kerîmesi nâzil oldu. Peygamber efendimiz bu âyeti, Eshâb-ı kirâma okuyunca, hazret-i Ebû

Bekr ağlamaya başladı. Eshâb-ı kirâm ağlamasının sebebini sorunca; "Bu âyet-i kerîme,

Resûlullah'ın vefâtının yakın olduğuna delâlet ediyor. Onun için ağlıyorum" buyurdu.

(Altıparmak, Halebî, İbn-i Hişâm)

VEDÂ HUTBESİ:

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hicretin onuncu senesinde yaptığı Vedâ

haccı sırasında îrâd buyurduğu (okuduğu) hutbe.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hicretin onuncu senesi Zilhicce ayının

dokuzuncu (Arefe) günü Arafat vâdisinin ortasında öğleden sonra Kusvâ adındaki devesinin

üstünde 124 bini aşkın sahâbîye hitâben Vedâ hutbesini okuyup, Eshâb-ı kirâmı ile vedâlaştı.

Peygamber efendimiz Vedâ hutbesinde buyurdu ki:

... Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allahü teâlâdan

korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allahü teâlânın emâneti olarak aldınız, onların

nâmûslarını ve iffetlerini Allahü teâlâ adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin, kadınlar

üzerinde hakkınız; onların da sizin üzerinizde hakları vardır.

... Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir, hepiniz Âdem'in çocuklarısınız.

Âdem ise topraktandır. Allah katında en kıymetliniz, takvâsı (haramlardan, yasaklardan

sakınması) çok olanınızdır. Arabın Arab olmayana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak

takvâ iledir. (İbn-i Hişâm)

VEDÎ:

İdrârdan sonra çıkan, yapışkan, beyaz ve bulanık koyu sıvı.

Vedî çıkınca dört mezhebde de abdest bozulur. Hanbelî mezhebinde gusül (boy) abdesti

de lâzım olur. (Halebî)

Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî mezhebinde vedî, guslü (boy abdestini) gerektirmez. (Şa'rânî)

Vedî, Hanefî mezhebinde kaba necâsettir. (İbn-i Âbidîn)

VEDÎA:

Güvenilen kimseye saklamak için verilen mal. Emânet.

Vedîa söz veya hâl ile yapılan îcâb ve kabûl netîcesinde olur. Veren ve alan, diledikleri

zaman fesh edebilir (vazgeçebilir). (Mecelle)

Vedîa, sâhibinden izinsiz kullanılamaz; âriyet, kirâ ve rehin ve ödünç verilemez ve

sâhibinin borcu, onun izni olmadan ödenemez. Bunları izin ile yapabilir. (Ali Haydar Efendi)

VEDÛD (El-Vedûd):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Bütün yarattıklarına ihsân eden,

onlara iyilik ve ihsân etmeyi seven, beğenen Allahü teâlâ.

El-Vedûd ism-i şerîfini söyliyen karı-kocanın birbirine karşı sevgi ve muhabbeti çoğalır.

(Yûsuf Nebhânî)

VEFÂ:

Sözünde durmak. (Bkz. Ahd)

Muâz bin Cebel şöyle rivâyet etmiştir:Resûl-i ekrem bana; "Yâ Muâz! Allah'tan kork!

Doğru konuşmak, sözüne vefâ, emâneti edâ, hıyâneti terk, komşuyu himâye, öksüze

acımak, yumuşak konuşmak, herkese selâm vermek, kanatları alçaltmağı (tevâzu'u) sana

tavsiye ederim." dedi. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

VEHHÂB (El-Vehhâb):

Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden), mahlûkâtına (yarattıklarına)

ihsân hazînelerinden karşılıksız veren Allahü teâlâ.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Yâ Rabbî! Bizi doğru yola hidâyet ettikten (ilettikten) sonra kalblerimizi şek ve şüpheye

saptırma, meylettirme. Bize, kendi tarafından rahmet (tevfîk, îmân, hidâyet ve doğru yolda

devâm etmek) ver. Şüphesiz sen, Vehhâb'sın. (Âl-i İmrân sûresi: 8)

El-Vehhâb ism-i şerîfini kim duhâ (kuşluk) namazından sonra söylerse, başkasına muhtaç

olmaz. Kalblerde heybet hâsıl eder. (Yûsuf Nebhânî)

VEHHÂBÎLİK:

Sapık bir fırka. On sekizinci yüzyıl ortalarında Arabistan yarımadasında Necd bölgesinde

ortaya çıkan, Muhammed bin Abdülvehhâb tarafından kurulan dînî ve siyâsî bir yol. Bu yolda

olana Vehhâbî denir.

Vehhâbîliğin kökü hicrî dördüncü asırlara uzanır. Bu sırada, Hanbelî mezhebinden,

dolayısıyla Ehl-i sünnetten ayrılan bâzı kimseler, müteşâbih (mânâsı kapalı) âyet-i kerîme ve

hadîs-i şerîflere zâhirî (görünen) mânâlarına yapışarak, kendi akıllarına göre yanlış mânâ

verdiler. Teşbih ve tecsim (Allahü teâlâyı mahlûkuna benzetme)gibi bozuk bir inanışın içine

düştüler. Sözlerine inandırabilmek için selef-i sâlihînin (Eshâb-ı kirâm ve Tâbiînin) yolunda

olduklarını söyliyerek, kendilerine selefîler adını verdiler. Hanbelî mezhebinde olan

Ebül-Ferec İbn-ül-Cevzî ve diğer Ehl-i sünnet âlimleri onların selef-i sâlihîn yolunda

olmadıklarını, bozuk mücessime fırkasından olduklarını bildirerek bu fitnenin yayılmasını

önlediler. Hicrî yedinci asırda İbn-i Teymiyye aynı fitneyi tekrar alevlendirdi. Bu bozuk yol,

İbn-i Teymiyye'nin talebesi İbn-i Kayyım el-Cevziyye ve başkaları ile devâm etti. Nihâyet

hicrî on ikinci asırda (mîlâdî on sekizinci yüzyıl ortalarında) İbn-i Teymiyye'nin kitablarını

okuyarak te'sirinde kalan ve İngilizlere aldanan Muhammed bin Abdülvehhâb ile tekrar

ortaya çıkarıldı. Muhammed bin Abdülvehhâb, Vehhâbîlik denilen fikirlerini 1744 senesinde

Necd bölgesinde yaymaya başladı. Bu bölgenin ileri gelenlerinden Muhammed bin Suûd ona

yardımcı oldu. Bu sırada Ehl-i sünnet âlimleri vehhâbîliğin bozukluğuna dâir eserler yazdılar.

Buna rağmen vehhâbîler, Hicâz ve Irak taraflarını da hâkimiyetleri altına alınca, Sultan İkinci

Mahmûd Han zamânındaki Osmanlı Devleti'nin Mısır vâlisi olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa

ve oğlu Ahmed Tosun Paşa tarafından mağlûb edilerek, Mekke ve Medîne'den çıkarıldılar ve

büyük bir darbe yediler. Daha sonra Osmanlı Devleti'nin zayıflaması üzerine yirminci

yüzyılın başlarında tekrar ortaya çıkan vehhâbîler, 1932'de Suûdi krallığını kurdular. Vehhâbî

inanışını yaymak için çalışmaktadırlar. (M. Sıddîk Gümüş)

Vehhâbîliğin belli başlı husûsiyetleri şunlardır: Amel, ibâdet, îmânın parçasıdır. Farzı

yapmıyan meselâ farz olduğuna inandığı hâlde bir namazı kılmayan dinden çıkar. Allahü

teâlânın Kur'ân-ı kerîmde bildirilen sıfatları ile el, yüz v.b. ifâdeleri te'vîl etmezler, zâhirî

(görünen) mânâlariyle anlarlar. Bunun için teşbih ve tecsîme (Allahü teâlâyı yarattıklarına

benzetme inancına) düşerler. Onlara göre Allahü teâlâdan başkasından şefâat (yardım)

istemek şirktir (Allahü teâlâya ortak koşmaktır). Peygamberlerin aleyhimüsselâm ve evliyânın

rûhlarından şefâat istiyen onların mezarlarını ziyâret edip, onların hürmetine diye vesîle

ederek duâ eden İslâmiyet'ten çıkar. Tasavvuf yoluna girmek bid'attir, sapıklıktır. Kur'ân-ı

kerîm ve sünnet-i seniyyeden başka kaynak kabûl etmezler. İcmâ ve kıyâsı ve dört hak

mezhebden birine bağlanmayı red ederler. Peygamber efendimizin hırka ve sakal-ı şerîflerinin

ziyâret edilmesini şirk sayarlar. Amelde Hanbelî, îtikâdda selefî olduklarını söylerler. (Ahmed

Zeynî Dahlân, Ebû Hâmid bin Merzûk, Hamdullah Decvî)

VEHM:

İnsanın kalbinde bir şey hakkında iki ihtimâlden az, zayıf olanı.

Mü'minleri haram işleyici yâni fâsık zannetmek, sû-i zan olur. Sû-i zan haramdır. Haram

işlediğini öğrenerek, bilerek sevmemek, sû-i zan olmaz. Buğd-i fillâh olur, sevâb olur. Din

kardeşinin ayıbını görünce ona hüsn-i zan etmeli, te'vîline, iyi şeyle yorumuna çalışmalıdır.

Onu ıslâh etmelidir. Kalbe gelen düşünce, sû-i zan olmaz. Zan etmek, yâni kalbin o tarafa

kayması, sû-i zan olur. Sâlih veya fâsık olduğu bilinmeyen mü'mine hüsn-i zan etmelidir.

Fâsık (kötü) ve sâlih (iyi) olmasının ihtimâli müsâvî (eşit) ise, şek, şübhe olur. Müsâvî

değilse, vehm olur. Bunlardan kaçınmak lâzımdır. (Hâdimî)

Vehm Mertebesi:

Var olmayıp, var görünen.

Nokta-i cevvâleden (dönen nokta) meydana gelen dâirenin varlığı, vehm mertebesindedir.

Yâni, bir ipin ucuna bir taş bağlayıp, öteki ucundan tutup, elimiz etrâfında çevirirsek, dönen

taş, karşıdan dâire şeklinde görünür. Dönen taş nokta-i cevvâledir. Görünen dâire vehmde

vardır. Aslında dâire yoktur, yalnız bir görünüştür. Allahü teâlâ bütün mahlûkları bu

mertebede yarattı. Fakat görünüşlerini devâm ettirmektedir. Böylece var olmaları görünüş

değil, doğrudur. Mertebe-i vehm'den kurtulup, nefs-i emrî olmuşlardır. Yâni yalnız geçici bir

görünüş olmayıp, kalıcı bir varlık olmuşlardır. Vehm mertebesi şaşılacak bir varlıktır. Nefs-i

emr (hakîkat, gerçek) mertebesindeki varlığa benzemez. Onunla ilgisi ilişiği yoktur. Nokta-i

cevvâle nefs-i emr mertebesinde yâni gerçekten vardır. Bundan hâsıl olan dâire ise mertebe-i

vehmdedir, gerçek olarak yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

VEKÂHET:

Hayâsızlık, utanmazlık, edebsizlik, yüzsüzlük.

Vekâhet kalb âfetlerinden (hastalıklarından)dir. (Muhammed Hâdimî)

Vekâhet ile îmânın bir arada durmayacağını, bir gün belki ânında îmânı yok edeceğini

düşünmedin ise, nefs-i emmâreye hoş gelen şeylerin Allahü teâlâ tarafından gadab edilen

şeyler olduğunu hâlâ anlayamadınsa ve "Din, edebden ibârettir" mübârek sözünü tutmadın

ise, İslâm ipine, yâni baştan başa edeb olan İslâm dînine sarılmadın ise yazıklar olsun sana!

(Hâdimî)

VEKÂLET:

Bir kimsenin, bir veya birçok işi yapmak için, başkasını kendi yerine koyması yâni

başkasına iş havâlesi. Vekil edene sâhib veya müvekkil, vekâlet verilip yerine geçirilene vekîl

denir. (Bkz. Vekîl)

Vekâlet, îcâb ve kabûl ile olur. Yâni müvekkilin seni vekil yaptım ve vekilin de kabul

ettim sözleri ve yazıları ile olur. (Ali Haydar Efendi)

VEKAR (Vakar):

Ağır başlı olup yerine göre uygun davranmak, şahsiyetli olmak.

Mü'min vakar sâhibi olur, yumuşak olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Âlimlerin vakâr sâhibi olmaları, şereflerine uygun giyinmeleri lâzımdır. (Hâdimî)

Vakar sâhibi dünyâ işlerinde kolaylık gösterir. Din işlerinde sarp kaya gibi olur. (Hâdimî)

Her mubah iyi niyetle yapılınca tâat olur. Kötü niyetle yapılınca, günâh olur. Bir kimse,

sünnet olduğu için koku sürünür, şık giyinirse, câmiye saygı için, câmide yanında oturan

müslümanları incitmemek için, temiz olmak için, sıhhatli olmak için, İslâm'ın vekarını,

şerefini korumak için niyet edince her niyeti için ayrı sevaplar kazanır. (Seyyid Abdülhakîm-i

Arvâsî)

İlmin süsü ve kıymeti, vakardır. Âlim kişi, kibirli, sert ve kaba olmaz. (İmâm-ı Şa'bî)

Çok gülmek heybeti, çok şaka vakarı ve şahsiyeti giderir. İnsan neyi çok yaparsa onunla

bilinir. Meselâ çok güler ve şaka yaparsa hafif olarak bilinir. (Ahnef bin Kays)

Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde ahlâkınızla, sözlerinizle, giyinişinizle,

İslâm'ın vekarını, kıymetini gösteriniz. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)

VEKÎL (El-Vekîl):

1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mahlûkâtın dünyâda ve

âhirette işlerini hakkıyla yerine getiren, rızkları veren, tevekkül etmeye (kendisine

güvenilmeye) lâyık olan.

Bir kısım kimseler mü'minlere; "Düşmanlarınız size karşı toplandılar, aman onlardan

sakının" dediklerinde, bu, onların îmânlarını bir kat daha artırmış ve "Allah bize yeter. O

ne güzel vekîldir" demişlerdir. (Âl-i İmrân sûresi: 173)

Allah her şeyin yaratanıdır. O, her şeye vekîldir. (Zümer sûresi: 62)

Bir şeyden korkan el-Vekîl ism-i şerîfini söylerse, emniyet bulur.Kendisine hayır ve rızk

kapıları açılır. (Yûsuf Nebhânî)

2. Bir kimsenin, bir işi yapmak için kendi yerine koyduğu, işini havâle ettiği kimse.

Vekil asıl gibidir. (Atasözü)

Yemeğe çağrılan kimseye, malımdan istediğin kadar ye ve al ve dilediğine ver, hepsi helâl

olsun denilse yedikleri helâl olur. Aldıkları, başkasına verdikleri helâl olmaz. Çünkü, miktârı

bilinmeyen ta'âmın yemesini helâl etmek câizdir. Fakat miktârı bilinmeyen malı almak için

vekîl etmek ve meçhûl, belli olmayan ve ayrı olarak teslimi mümkün olan malı ayırmadan

hediyye etmek sahîh (muteber) değildir. (Muhammed Berdûsî-zâde)

Vekil edenin, işi yapabilecek kimse olması, vekîlin de âkıl (akıllı) olması şarttır. Bâliğ

(ergenlik çağına ulaşmış) olması şart değildir. (Ali Haydar Efendi)

Alış-verişe, borç vermeye veya ödemeye vekîl olan kimsenin teslim aldığı mallar

kendinde emânet olur. (Ali Haydar Efendi)

Vekîl, sâhibinden ayrıca izin almadıkça veya istediğini yap diyerek umûmî vekil

edilmedikçe başkasını kendine vekîl, yapamaz. Yalnız zekât vermek için olan vekîl, izinsiz

olarak başkasını vekil yapabilirler. (Ali Haydar Efendi)

Her şeye vekîlimsin denilen umûmî vekil, talak, hediye, sadaka ve vakftan başka her şeyi,

sâhibi adına yapabilir. (Ali Haydar Efendi)

Vekîlin vekil olmayı kabûl etmesi şart değildir. Red etmezse, kabûl ettiği anlaşılır.

(Fetâvâ-yı Hindiyye)

Kurbanını hayır cemiyetine hediye etmek isteyen bir kimse, kurbanını veya parasını

götürüp bu işle vazîfeli me'mura teslim ederken; "Allah rızâsı için bayram veya nezir (adak)

kurbanımı kesmeye ve dilediğine kestirmeye ve etini ve derisini dilediğine vermeye seni vekîl

ettim" demelidir. Vekil de kurban kesilirken sâhiblerinin ismini söyleyerek kasapları vekil

eder. (Fetâvây-ı Hindiyye)

VELED-İ ZİNÂ:

Nikâhsız evlenmeden meydana gelen çocuk.

Çocuğun dîni, yanında bulunan ana-babasından dîni daha iyi olanı gibidir. Veled-i zinâ

için de böyledir. Yalnız veled-i zinâya babası nafaka vermez ve baba tarafından mîrâs almaz.

(İbn-i Âbidîn)

Akıllı çocuğun, âmânın, veled-i zinânın, vakitleri ve ezân okumasını bilen câhil köylünün

ezân okuması kerâhetsiz (mekruh olmayıp) câizdir. (İbn-i Âbidîn)

Veled-i zinânın imâm olması mekruhtur. (Alâüddîn-i Haskefî)

VELÎ (El-Veliyyü):

1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mü'minleri seven, onlara

yardım eden, işlerini bitiren, sevdiklerini sevmediklerine gâlib, üstün kılan, kâfirleri

sevmeyen.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Allahü teâlâ mü'minlerin velîsidir. (Âl-i İmrân sûresi: 68)

Her Cumâ gecesi el-Veliyyü ism-i şerîfini söyliyenin işleri kolay olur. (Yûsuf Nebhânî)

2. Bir çocuğun veya kadının babası yoksa baba tarafından dedesi, yoksa kâdı veya

bunların vasî tâyin ettikleri kimse.

Eskiden müslümanlar dînî nikâhın dört mezhebe uygun yapılmasına çok dikkat ederlerdi.

Şâfiî ve Hanbelî ve Mâlikî mezheblerinde nikâhın doğru olması için, birinci şart, bâliğa olan

kıza da velînin izin vermesi lâzımdır. Velî bu üç mezhebde babadır. Baba yoksa, babanın

babası ve onun babasıdır. Bunlardan sonra erkek kardeşidir. Bundan sonra, erkek kardeş oğlu,

sonra onun oğludur. Sonra amca, sonra amca oğlu ve onun oğludur. (Saîdüddîn Fergânî)

3. Vasî. Meyyitin (ölünün) hayatta iken, öldükten sonra namaz keffâreti ve daha başka

işlerini yapması için vasiyyet ettiği kimse veya vârislerden (mîrâsçılarından) biri.

Bir kimse, ağır hasta olursa, öldükten sonra namaz keffâreti yapılması için vasiyyet

etmesi, velîsinin de bu vasiyyeti yerine getirmesi lâzımdır. (Tahtâvî)

4.Allahü teâlânın rızâsını kazanmış sevgili kulu; her şeyi Allahü teâlâ için seven ve her işi

O'nun rızâsı için yapan, her an Allahü teâlâ ile bulunan, gafletten uzak kimse, eren. (Bkz.

Evliyâ)

Bir velî kuluma düşmanlık eden, benimle harb etmiş gibi olur. (Hadîs-i kudsî-Mektûbât)

Allah'ın velîleri öyle kimselerdir ki, görüldüklerinde Allah hâtırlanır. (Hadîs-i

şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)

Farzların birincisi Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmektir. Bundan sonra

haramlardan sakınmak ve farz olan ibâdetleri yapmak ve evliyâyı sevmektir. Sevdiği velîden

feyz gelerek kalbi temizlenir ve Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)

Velîlerin kalbleri, Hakk'ın nazargâhıdır. O kalblere girmiş olanlara da o nazardan nasîb

erişir. (İmâm-ı Rabbânî)

Eğer insanlar velî zâtların kadrini, kıymetini bilip, iyice anlayacak derecede olsalardı,

herkes karşılaştığı bütün insanlara karşı edebli olurdu. Çünkü görünüş îtibâriyle velî de bizim

gibi bir insandır ve karşılaştığımız bir kimse de Allahü teâlânın bir velî kulu olabilir.

(Dâvûd-i İskenderî)

Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için en kısa ve kolay yol; bir velîyi tanıyıp,

onun sözlerinden Ehl-i sünnet îtikâdını, ibâdetlerini ve tasavvufun edeblerini kolayca

öğrenmek ve bunlara uymak ve onu sevmektir. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)

Velî hayatta iken kınındaki kılıç gibidir. Vefât ettikten sonra kınından çıkar, tasarrufu

daha kuvvetli olur. (Echûrî)

Üç nişan olur velîlerde demiş erbâb-ı dil,

Biri ol ki, görenin gönlü ona mâil olur.

Onun ikinci nişânı, oldur ki, iyi bil,

Her ne dese, dinleyenler, sözüne kâil olur.

Üçüncüsüne gelince, cümle a'zâsı onun,

Şer' ile âdâb ile her zaman âmil olur.

(Erbâb-ı dil: Gönül ehli. Mâil: Meyleden, akan Nişan: Alâmet Kâil olmak: Kabûl etmek,

Şer'i din: İslâmiyet. Âdâb: Edebler. Âmil olur: Yapar) (M. Sıddîk Gümüş)

VELÎME:

Düğün yemeği.

Peygamber efendimiz Abdurrahmân bin Avf'a (r.anh) "Bir koyun da olsa velîme yap"

buyurdu. (Hadîs-i şerîf-El-Fıkhü alel Mezâhib-il-Erbea)

Velîme sünnettir. (M. Zihni Efendi)

Velîme dâvetine gitmek için şartlar vardır. Çağıranın yemeği şüpheli ise veya İslâmiyet'in

yasak ettiği şey, meselâ ipek sofra örtüsü, gümüş kap ve tavanda, duvarda canlı resmi varsa

veya çalgı çalınıyorsa, oyun kumar gibi şeyler varsa çağırılan yere gidilmez. Bu yasakların

bulunduğu yemeğe gitmek harâm veya mekrûh olur. Çağıran zâlim ise veya Ehl-i sünnet değil

ise, fâsık (açıkça günâh işleyen) ise, kötülük yapan ise veya övünmek için, gösteriş için

çağırıyorsa gitmek câiz (uygun) olmaz. (İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî, Muhammed

Rebhâmî)

VERÂ':

Haramlardan ve helâl ve haram olduğu bilinmeyen şüpheli şeylerden sakınmak.

Hiçbir şey verâ gibi olamaz. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)

Dîninizin direği verâdır. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)

Kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûrunda kıymetli olanlar verâ ve zühd sâhibleri (dünyâya

düşkün olmayanlar)dir. (Ebû Hüreyre)

Bir kimse, şu on şeyi kendine farz bilmedikçe, tam verâ sâhibi olamaz: Gıybet etmemek,

mü'mine sû-i zân etmemek, kötü bilmemek, kimse ile alay etmemek, yabancı kadınlara,

kızlara bakmamak, doğru söylemek, kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın, kendisine

yaptığı ihsânları nîmetlerini düşünmek, malını helâl yere harc edip, harâmlara vermemek,

nefsi keyfi için, mevkî-makam istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri bilmek, beş vakit

namazı vaktinde kılmağı birinci vazîfe bilmek, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân ve

işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmak. (İmâm-ı Rabbânî)

Zerre kadar verâ sâhibi olmak, bin nâfile oruç ve namazdan daha hayırlıdır. (Hasan-ı

Basrî)

Verâ-ül-Verâ:

Ötelerin ötesi. Nasıl ve ne şekilde olduğu bilinmeyen. Allahü teâlânın nasıl olduğunun

bilinemeyeceğini ve akıl ile anlaşılamayacağını, idrâk olunamayacağını ifâde eden dînî bir

terim.

Allahü teâlâ verâ-ül-verâdır. Hiçbir şeye benzemez. Nasıl olduğu anlaşılamaz. Akıl neyi

düşünür ve neyi hayâl ederse etsin, O değildir. Bu husûsu en iyi anlatan, Şûrâ sûresi on birinci

âyet-i kerîmesindeki "O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur..." kelâmıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

VERÂSET:

Maddî ve mânevî olarak vâris olmak. (Bkz. Vâris)

VERESİYE SATIŞ:

Bedelini, parasını sonra ödemek üzere yapılan alış-veriş.

Veresiye satışta satılan malın bedelinin ödeneceği zamânı belirtmek lâzımdır. "Ne zaman

istersen ver, paran olduğu zaman ver." şeklinde ifâde ile veresiye satış yapılmaz. (İbn-i

Âbidîn)

Eskiden ticârette ihsân sâhipleri, fakirlere veresiye verip, parası olmayandan istememeyi

niyet ederlerdi. En iyi olanlar ise fakirler için, hiç defter tutmazlardı. Bunlar, fakir bir şey

getirirse alır, getirmeyenlerden bir şey istemezlerdi. (M. Sıddîk Gümüş)

Fâiz illeti bulunan yâni, ölçülen ve tartılan mallar aynı cinsten oldukları takdirde veresiye

satışları fâiz olup, câiz değildir. (Muhammed Rebhâmî)

VESENİYYE:

Putperestlik, puta tapma inancı. Taştan yapılmış heykellere tapınma. Taştan yapılmış

heykele vesen, bu heykele tapana vesenî denir.

Beş sınıf kâfir vardır: Dehriyye (dinsizler), seneviyye (iki ilâh olduğuna inanan

mecûsîler), felâsife (felsefeciler), veseniyye ve ehl-i kitâb (hıristiyanlar, yahûdîler). İlk dördü

kitâbsız kâfirdir. Yâni semâvî kitabları yoktur. Bugün Hindistan'da yayılmış olan Brehmen ve

bunun, mîlâddan 542 sene evvel ölmüş olan Budda Guatama tarafından değiştirilmesi ile

hâsıl olan Buda dinlerinde olanlar Veseniyye inanışına sâhibdirler. (İbn-i Âbidîn)

Mecûsîler yâni ateşe tapanlar ve veseniyye inancında olanlar ve bütün müşrikler kitablı

kâfirlerden fenâ (kötü)dır. (Alâüddîn Haskefî)

İdris aleyhisselâm diri olarak Cennet'e çıkarılınca, onu çok sevenler, ayrılık acısına

dayanamadılar. Resmini yapıp seyr eylediler. Daha sonra gelenler bu resimleri tanrı sandı.

Çeşitli heykeller de yapılıp tapıldı. Böylece veseniyye meydana çıktı. Veseniyye inanışı

İslâmiyet'in zuhûruna kadar devâm etti. İslâmiyet gelince veseniyyenin kökünü kazıdı.

İslâmiyet zâtında ve sıfâtlarında aslâ Allahü teâlâya şerîk, ortak kabûl etmez. (Mirhaund,

Nişâncızâde)

VESÎLE:

Kişiyi Allahü teâlâya yaklaştıran, Allahü teâlânın nezdinde (katında) yakınlığa ve

hâcetlerin yâni ihtiyâçların giderilmesine sebeb olan her şey.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:

Ey îmân edenler! Allahü teâlâdan korkunuz! O'na yaklaşmak için vesîle arayınız!

(Mâide sûresi: 35)

Hazret-i Ömer, kuraklık sebebiyle kıtlık olduğu zaman, Resûlullah efendimizin amcası

hazret-i Abbâs'ı vesîle ederek; "Allah'ım! Biz kıtlığa düştüğümüz zaman, Resûlullah'ı vesîle

ettiğimizde, sen bize yağmur verirdin. Şimdi Resûlullah'ın amcasını vesîle ediyoruz, bize

yağmur ver" der, Allahü teâlâ da onların bu dileklerini kabûl edip, yağmur verirdi. (Enes bin

Mâlik)

Duânın kabûl olması için; Peygamberleri ve sâlih (makbûl, kıymetli) kulları vesîle

etmelidir. (İbn-ül-Cezerî)

İbâdetler, duâlar, mübârek zâtlar, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için hep vesîledirler.

(Senâullah Dehlevî)

VESK:

Bir deve yükü miktârında bir hacim ölçeği.

İmâm-ı a'zam'a göre, her sebzenin ve meyvenin, az olsun çok olsun mahsul topraktan

alındığı zaman öşrünü vermek farz olur. İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e göre uşr

(topraktan alınan mahsûlün zekâtını) vermek için, topraktan çıkan mahsûlün, bir sene

dayanıklı olması ve miktârının beş veskten çok olması lâzımdır. Fetvâ, İmâm-ı a'zam'a göre

verilmiştir. (Abdurrahmân İmâdî)

VESVESE:

Zararlı olan şüphe, kuruntu.

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Cinden olsun insanlardan olsun insanların göğüslerine (kalblerine) vesvese veren

hannâsın (şeytânın) şerrinden (kötülüğünden) insanların Rabbine... sığınırım. (Nâs sûresi)

Şeytan kalbe vesvese verir. Allah'ın ismi zikredilince, söylenince kaçar. Söylenmezse

vesveselerine devam eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Melekten gelen ilhâm, İslâmiyet'e uygundur. Şeytandan gelen vesvese İslâmiyet'ten

ayrılmaya sebeb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Vesvese şeytandandır. Abdest alırken, gusül (boy) abdesti alırken ve necâset (pislik)

temizlerken, şeytanın vesvesesinden sakınınız. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Çamaşır yıkarken, su kullanırken, acaba temiz mi diye vesvese etmek verâ değildir.

Sıddıklar böyle vesvese yapmazdı. Her buldukları su ile abdest alırdı. Elbisenin, suyun

temizliğinde vesvese etmek gösteriş yapmağa yol açar ve nefsin hoşuna gider. (İmâm-ı

Gazâlî)

Helâl yiyen kimse, ilhâm ile vesveseyi birbirinden ayırır. Vesvese; duâ ederek, zikr ederek

azalır ve yok olur. Vesvese ve ilhâm devamlı olmaz. (Muhammed Hâdimî)

VEYL:

Vay hâline, yazıklar olsun.

1. Bir kimse veya topluluğun işledikleri kötülükler sebebiyle karşılaşacakları azâbı, kötü

hâlleri ve acınacak bir hâlde bulunduklarını ifâde eden bir söz.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Ölçüde ve tartıda hîle yapanlara veyl olsun. (Mutaffifîn sûresi: 1)

(Ey Habîbim!) De ki: "Ben ancak sizin gibi bir insanım. (Yalnız) bana şu vahy

olunuyor; sizin ilâhınız ancak tek ilâhtır. Onun için hepiniz O'na (îmân ve tâatle) yönelin.

O'ndan mağfiret isteyin. O Allah'a ortak koşanlara veyl olsun. (Fussilet sûresi: 6)

2. Cehennem'de bir vâdinin adı.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Hayır biz hakkı bâtılın tepesine atarız da onu parçalar. Bir de bakarsın o anda (bâtıl)

mahv olmuştur. (Allah çocuk edinmiştir, melekler Allah'ın kızlarıdır gibi) Allah'a isnâd

ettiğiniz (noksan) vasıflardan dolayı sizin için veyl vardır. (Enbiyâ sûresi: 18)

Çok müslüman evlâdı, babaları yüzünden veyl ismindeki Cehennem'e gideceklerdir.

Çünkü bunların babaları, yalnız para kazanmak ve keyf sürmek hırsına düşüp ve yalnız

dünyâ işleri arkasında koşup, evlâdlarına müslümanlığı ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmediler.

Ben böyle babalardan uzağım. Onlar da benden uzaktır. Çocuklarına dinlerini

öğretmeyenler Cehennem'e gideceklerdir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

VİLÂYET (Velâyet):

Evliyâlık, velîlik makâmı, Allahü teâlâya yakın olma, gafletten uzak bulunma.

Vilâyetin hâsıl olması için, hârikaların, kerâmetlerin meydana gelmesi lâzım değildir. Din

âlimlerinin hârikalar göstermesi lâzım olmadığı gibi, evliyânın da hârikalar göstermesi şart

değildir. (Muhammed Bâki-billah)

Vilâyete kavuşmak için mâsivâyı (Allahü teâlâdan başka şeyleri) kalbden çıkarmak

lâzımdır.Tasavvuf büyüklerinin hepsi Ehl-i sünnet idi. Bid'at sâhiplerinden (bozuk, sapık

kimselerden) hiçbiri, Allahü teâlânın mârifetine (O'nu tanıma şerefine) yaklaşamamıştır.

Vilâyet nûrları bunların kalblerine girmemiştir. (Abdülhak-ı Dehlevî)

Evliyâ, vilâyetten, muhabbetten, mârifetten ve kurb-i ilâhîden (Allahü teâlâya yakın

olmaktan) kazandıkları her şeyi, peygamberlere tâbi olmak sâyesinde elde ederler. Bu yolun

dışı dalâlet (sapıklık) yoludur. (Muhammed Ma'sûm)

Vilâyet Yolu:

Bir vâsıtanın yâni yetişmiş bir velînin yol göstermesi lâzım olan, insanı Allahü teâlâya

kavuşturan evliyâlık yolu.

Vilâyet yolundan vâsıl olanların (kavuşanların) önderi ve en üstünleri ve ötekilere vâsıta

olanı hazret-i Ali Murtezâdır. Bu yoldan gelen feyzlerin kaynağı odur. (İmâm-ı Rabbânî)

Bütün peygamberlerin eshâblarının hepsinin nefsleri mutmainne olmuş yâni îmân etmiştir.

Böyle nefsin îmân etmesi ya tasavvuf ve vilâyet yolundan ilerleyenlere veya bütün sünnetlere

yapışarak bütün bid'atlerden kaçanlara nasîb olur. (Fudayl ibn Dükkîn)

Vilâyet-i Âmme:

İslâmiyet'in yalnız sûretine uyanların kavuştuğu evliyâlık makâmı.

Vilâyet-i âmmeye kavuşanlar tasavvuf yolunda ilerleyerek vilâyet-i hâssaya (seçilmiş

olanların evliyâlığına) kavuşabilirler. (İmâm-ı Rabbânî)

Vilâyet-i Hâssa:

Tasavvufta, nefsin îmân ve itâate geldiği ve bütün ibâdetlerin hakîkî ve kusursuz olduğu

makam.

Kulun dileği ve isteği sâdece sâhibi ve sâhibinin dileği olmalıdır. Başka hiçbir dileği

bulunmamalıdır. Böyle olmazsa, kulluk bağını koparmış, kölelikten kaçmış olur. Allahü

teâlâya kul olmak nîmetine kavuşmak, ancak vilâyet-i hâssa hâsıl olunca ele geçer. (İmâm-ı

Rabbânî)

Vilâyet-i Kübrâ:

Vehimden ve hayâlden kurtulma makâmı. Bu vilâyete, Vilâyet-i enbiyâ da denir.

Vilâyet-i Muhammediyye:

Peygamber efendimizin kendine mahsûs vilâyetle birlikte bütün peygamberlerin

vilâyetlerini (evliyâlık derecelerini) kendisinde toplamış olması. Vilâyet-i Mustafaviyye de

denilir.

Peygamberlerden birinin vilâyetine kavuşmak, Vilâyet-i Muhammediyye'nin bir parçasına

kavuşmaktır. (Hâce Behâeddîn Buhârî)

Vilâyet-i Sugra:

Vehimden ve hayâlden kurtulamadan ilerlenen evliyâlık yolu. Buna Vilâyet-i evliyâ da

denir.

Vilâyet-i sugrada, vehmden ve hayâlden kurtuluş yoktur. Vilâyet-i kübrâda vehmden ve

hayâlden kurtuluş vardır. (İmâm-ı Rabbânî)

VİLDÂN:

Allahü teâlânın cennettekilere hizmet için nûrdan yarattığı güler yüzlü ve tatlı dilli

hizmetçiler.

Sen o vildânları görünce, onları Cennet'e saçılmış inci zannedersin." (İnsan sûresi: 21)

Ehl-i Cennet'in içtikleri şaraptan, başları ağrımaz ve akıllarına halel gelmez. Onlara

hizmet eden vildân, istedikleri ve arzu ettikleri kuş etlerini getirirler. Onlar da istedikleri

kadar yerler. (Vâkıa sûresi: 19-21)

VİRD:

Nâfile olarak devamlı yapılan ibâdet, tesbih ve duâlar. Çoğulu evrâddır.

Kulun duâ, zikr, Kur'ân-ı kerîm okuma ve tefekkür (mahlûklardaki ve kendi bedenindeki

ince san'atları, düzenleri birbirine bağlılıklarını düşünerek, Allahü teâlânın büyüklüğünü

anlaması, insanın günahlarını hatırlayıp, bunlara tövbe etmesi lâzım geldiğini, ibâdetlerini ve

tâatlerini düşünerek bunlara şükretmesi gerektiğini hâtırına getirmesi), sabah namazından

sonra âhiret yolcusunun virdi olmalıdır. (İmâm-ı Gazâlî)

Okunmalarında fazîlet olduğu bildirilen bâzı âyet-i kerîmeleri vird edinip, okumak da

müstehabdır. Fâtiha, Âyet-el-kürsî ve Âmenerresûlü bunlardandır. Kaylûle, öğleye doğru bir

miktâr uyumak da, gündüz virdlerindendir. (İmâm-ı Gazâlî)

Hazret-i Ömer, gece virdinden bir âyet-i kerîme okuyamadığı zaman, gündüzleri bayılırdı.

Hattâ bu yüzden bir hasta ziyâreti gibi günlerce ziyâret edildiği rivâyet edilmiştir. (İmâm-ı

Gazâlî)

Bir gece uyuya kaldım ve virdlerimi yerine getiremedim.Rüyâmda birisi karşıma çıktı ve

okur-yazarlığın var mı dedi. Var dedim. Şu yazıyı okur musun dedi ve elime bir kâğıt parçası

verdi. Kâğıtta: "Dünyânın geçici ve aldatıcı nîmetleri, ölümsüz olarak yaşayacağın Cennet'in

zevk ve safâsından seni alıkoymuştur. Yâni geçici olarak zevk aldığın bu uyku, ebedî

seâdetine yarayacak ibâdetine mâni olmuştur. Uyan, namaz kıl ve Kur'ân-ı kerîm oku. Zîrâ

bunlar, uykudan hayırlıdır" yazılıydı. (Mâlik bin Dînâr)

VİTR NAMAZI:

Yatsı namazından sonra kılınan üç rek'atlik vâcib namaz.

Vitr namazının vâcib olduğu şu hadîs-i şerîf ile bildirildi: "Rabbim bana farz kıldığı

namazlara bir namaz daha ekledi; bu vitr namazıdır. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed)

İmâm-ı a'zam vitr namazı vâcibdir, buyurdu. (Mâlikî ve Şâfiî mezheblerinde sünnettir).

Bunda ezân ve ikâmet okunmaz. Vaktinde kılamayanın kazâ etmesi lâzımdır. (Muhammed

Mevkûfâtî)

Vitr namazında üçüncü rek'atte rükûa eğilmeden önce Kunut duâsını okumak vâcibdir.

Bunları bilmeyen üç kerre (Allahümmeğfir lî) istiğfâr okur. (Muhammed Mevkûfâtî)

Vitr namazı tek başına kılınır. Ancak Ramazanda, cemâatle kılınan terâvihten sonra o da

cemâatle kılınır. (M.Zihni Efendi)

VUKÛF-İ ADEDÎ:

Nakşibendiyye yolunun on temel esâsından biri. Tasavvuf yolunda ilerlemek ve yükselip

olgunlaşmak için yapılan zikri, bildirilen adede (sayıya) göre yapmak. Meselâ bir nefeste 1, 3,

5, 7, 11 kerre Allah demek gibi teke riâyet ederek zikretmek.

VUSLAT:

Erişmek, kavuşmak, gönlün devâmlı olarak ve kıl kadar istikâmet değiştirmeyerek Allahü

teâlâya bağlı kalması.

Tasavvuf yolunun âşıkları, yakınlık görünen uzaklıkla sevinmezler. Onlar uzak görünen

bir yakınlık ve ayrılık görülen bir vuslat ararlar. İşin geciktirilmesine, sonraya bırakılmasına

râzı olmazlar. Tembelliği, gericiliği çirkin bilirler. Kıymetli dakikaları, yaldızlı pislikler için

elden kaçırmazlar. (İmâm-ı Rabbânî)

Emrine baş eğenlerin

Vuslatına erenlerin

Bülbül gibi ötenlerin

Kimse dilin bilmez imiş.

(M. Sıddîk Gümüş)

VÜCÛB ŞARTLARI:

Bir ibâdetin bir kimseye farz olmasının şartları.

Haccın vücûb şartları, İmâm-ı a'zam'a göre sekizdir: 1) Müslüman olmak, 2) Kâfir

memleketinde olanın, haccın farz olduğunu işitmesi, 3) Akıllı olmak, 4) Bâliğ (ergenlik, yâni

evlenecek çağa gelmiş) olmak. 5) Hür olup, köle olmamak, 6) Geçim ihtiyâcından fazla

olarak hacca götürüp, getirecek ve geride kalanlara yetecek kadar helâl parası olmak, 7) Hac

vakti gelmiş olmak. Hac vakti Arefe ve bayram günleri olmak üzere beş gündür. 8) Hacca

gidemeyecek kadar; kör, hasta, çok ihtiyar ve sakat olmamak. Haccın vücûb ve edâ (haccı

yapabilmek için lâzım olan) şartları kendisinde bulunan kimsenin, o sene hacca gitmesi farz

olur. Vücûb şartlarından birisi bulunmayan kimsenin hacca gitmesi farz olmaz. Vücûb

şartlarını temin etmek lâzım değildir. (İbn-i Âbidîn)

VÜCÛD:

Var olmak.

Allahü teâlânın zâtı hakkında, bilmemiz vâcib olan sıfatlar beştir: 1) Kıdem: Allahü

teâlânın varlığının evveli olmamak, 2) Bekâ: Varlığının sonu olmamak. 3) Kıyâm bi-Nefsihî:

Zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde kimseye muhtâç olmamak. 4) Muhâlefetün lil-havâdis:

Zâtında, sıfatlarında kimseye benzememek. 5) Vahdâniyet: Zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde

ortağı ve benzeri olmamak. (Âlimlerin çoğuna göre, vücûd, ayrıca Allahü teâlânın bir

sıfatıdır. Böylece Allahü teâlânın zâtına âit (zâtî) sıfatları altı olmaktadır.) (Kutbüddîn-i

İznikî)

Vücûd-i Adem:

Tasavvufta cezbe denilen makâmda kendini yok bildikten sonra, hâsıl olan bir hâl,

makam.

Vücûd-i adem, fenâ makâmından öncedir. Bu hâl yok olabilir. Yok olduğu görülmüştür

de. Zaman olur ki, bu hâl ondan alınır. Sonra geri verilir.Tam fenâdan sonra hâsıl olan bekâ

hiç yok olmaz. Hiç sarsılmaz. (İmâm-ı Rabbânî)

Vücûd-i Vehmî:

Tasavvuf ehlinin, eşyânın gördüğümüz varlığına verdikleri isim.

VÜCÛH İLMİ:

Kur'ân-ı kerîmin çeşitli okunuş şekillerini bildiren ilim.

VÜCÛH ŞİRKETİ:

Sermâyesiz olup, halk arasında emniyet ve îtibârları ile veresiye alıp-satmak üzere kurulan

şirket.

Vücûh şirketinde kâr, malın helâki veya ziyandaki tazmin nisbeti şartına göre taksim

edilir. Kâr nisbeti, tazmin nisbetinden başka olamaz. (Mecelle)

Vücûh şirketlerinde, ortaklardan herbirinin satın alınan malda hissesi ne kadarsa kârdaki

hissesi dahi o kadar olur. Eğer birine satın alınan maldaki hissesinden fazla şart edilse şart

lağv olur. Ve kâr, aralarında satın alınan maldaki hisselerine göre taksim olunur. (Mecelle)

Vücûh şirketi ile ortak olan iki kimse, alıp vermelerinde mutazarrır oldukları (zarar

gördükleri) sûrette, eğer satın alınan mal aralarında yarı yarıya olmak şartı ile sözleşilmiş ise,

zarar ve ziyan dahi müsâvat (eşitlik) üzere taksîm olunur. Eğer satın alınan malda sülüs (üçte

bir) ve sülüsân (üçte iki) şekliyle hissedar olmak şartıyla sözleşmişlerse zarar ve ziyan dahi

ikili birli olarak taksim olunur. Zarar ettikleri malı gerek birlikte satın alsınlar ve gerek yalnız

birisi şirket için almış olsun. (Mecelle)