CÂFERİYYE:

Hazret-i Ali'nin torunlarından Ca'fer-i Sâdık'a bağlı olduklarını iddiâ eden, bozuk

İmâmiyye fırkasının otuz ikinci kolu.

Ca'ferîlerin Ehl-i beyti seviyoruz demeleri, hıristiyanların hazret-i Îsâ'yı seviyoruz

demelerine benzer. Çünkü hıristiyanlar hazret-i Îsâ'nın dînini bozup değiştirdikleri gibi,

Ca'feriyyenin inanışları da İmâm-ı Ca'fer-i Sâdık'ın yoluna hiç uymamaktadır. (İmâm-ı

Rabbânî)

CÂHİL:

1. Allahü teâlâyı unutmuş olan; gâfil, bilgisiz. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen

buyurdu ki:

Câhiller, ahmaklar, dünyâdaki zevk ve lezzetlere kavuşmak için, dinlerini, îmânlarını

verdi. Âhiretlerini satıp, dünyâyı, şehvetlerinin istediklerini aldılar. Kurtuluş yolunu

bırakıp, helâke koştular. Bu alış-verişlerinde bir şey kazanmadılar. Bunlar ticâret ve

kazanç yolunu bilmedi. Çok ziyân etti. (Bekara sûresi: 16)

Âlim olduğunu söyleyen kimse, câhildir. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)

Âlimin uykusu câhilin ibâdetinden hayırlıdır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Âhir zamanda ibâdet edenlerin çoğu din câhili olacaktır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Aklın eremediği ve yanıldığı şeylerde akla uyarak doğru yoldan sapmış olan câhilleri,

hâkim, feylesof ve fen adamı sanan, bunları taklid eden, yalan yanlış sözlerini hikmet, fen

sanarak bunlara inanan kimseler felâkete düşerler. (İmâm-ı Rabbânî)

2.İlmiyle amel etmeyen.

Ne kadar okursan oku, ne kadar öğrenirsen öğren, ne kadar bilgi edinirsen edin, onunla

amel etmedikçe câhilsin. (Sa'dî Şîrâzî)

CÂHİLİYE DEVRİ:

İslâmiyet'ten önce hissin akla, kötülüğün iyiliğe hâkim olduğu, puta tapılan karanlık devir.

Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Onlar hâlâ Câhiliyye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Allah'tan daha güzel hüküm

verecek kimdir?Fakat bunu, gerçek anlayış sâhibi olan bir kavim (toplum) bilir. (Mâide

sûresi: 50)

Câhiliye devrinde en ileride olanınız, İslâm'a girince en ileriniz olur. (Hadîs-i

şerîf-Keşf-ül-Hafâ)

Eshâb-ı kirâmdan Huzeyfe radıyallahü anh, Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve

sellem; "Yâ Resûlallah! Biz câhiliye devrinde kötü kimselerdik. Allahü teâlâ senin şerefli

vücûdun ile, İslâm nîmetini, iyilikleri bizlere ihsan etti. Bu seâdet günlerinden sonra yine kötü

zaman gelecek mi?" diye sorunca; "Evet gelecek" buyurdu. Bu şerden sonra hayırlı günler

yine gelir mi dedi, yine; "Evet gelir. Fakat o zaman bulanık olur" buyurdu (Hadîs-i

şerîf-Buhârî)

Habeşistan'a ikinci hicret esnâsında Habeş hükümdârı Necâşî'nin kendisine bâzı soruları

üzerine kâfile başkanı Câfer bin Ebî Tâlib şöyle buyurdu: "Ey hükümdâr! Biz Câhiliye

devrinde putlara tapardık, ölmüş hayvan leşi yer, her türlü kötülüğü işlerdik. Kuvvetlilerimiz

zayıflara zulm eder ve merhamet nedir bilmezdik. Allahü teâlâ bize, kendimizden doğru,

emin, iffet sâhibi, soyu temiz bir peygamber gönderinceye kadar bu vaziyette kaldık." (İbn-i

Hişâm)

CAHÎM:

Cehennem'in dördüncü tabakasına verilen ad. Güneşe ve yıldıza tapanların azab göreceği

Cehennem.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Cahîm ise azgınlara apaçık gösterilmiştir. Ve onlara Allahü teâlâyı bırakıp ibâdet

ettikleriniz hani nerede? Size yardım edebiliyorlar mı? Yâhut kendilerini (azâbdan)

kurtarabiliyorlar mı? denir. (Şuarâ sûresi: 91-93)

CÂİZ:

1. Ruhsat, izin verilmiştir, olabilir, yapılabilir, günah değildir.

Kur'ân-ı kerîmi abdestsiz ezberden okumak câizdir. Günah olmaz. Fakat abdestli okumak

daha iyidir. (İbn-i Âbidîn)

Sabah namazında aldığı abdest bozulmadan, bu abdest ile, öğleyi, ikindiyi, akşamı ve

yatsıyı kılmak câizdir. Günah olmaz, fakat her namaz için abdest almak daha iyi olur. (İbn-i

Âbidîn)

2. Sahîhdir, doğrudur.

Bâyi' (satıcı) bu malı bin liraya sana sattım, dese, müşteri (alıcı) da bir şey söylemeyerek

alsa câiz olur. Bâyi' malı verse, müşteri parasını verse, hiçbir şey söylemeden câiz olur. (İbn-i

Hümâm)

3. Tenzîhen mekruh.

Amca, dayı kızı ile evlenmek câizdir. Bir mecbûriyet olmadıkça, yapılmaması daha iyi

olur, yapılırsa da günah olmaz. (İbn-i Hümâm)

Güneşte ısınan su ile abdest almak câizdir. Hıristiyanın kestiği hayvanın etini yemek de

böyle câizdir. (Tahtâvî)

Câiz Değil:

1.Sahîh değil.

Ağaçta belirmemiş olan meyveyi satmak, akıllı olmayan küçük çocuğun alış-verişi, yâni

pazarlık edip, söz kesmesi câiz değildir. (İbn-i Hümâm)

2. Mekruh.

Namaz kılmak için, Kâbe, câmi resmi bulunan seccâdeyi yere sermek câiz değildir.

(Seâdet-i Ebediyye)

3.Haram.

Alkollü içkilerin damlasını bile içmek câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)

4.Fâsid, bâtıl.

Yürüyerek namaz kılmak câiz değildir. (Fethu'l-Kadîr)

5-Küfür.

Allah göktedir, yerdedir demek câiz değildir. Şaka olarak da olsa, zünnar denilen papaz

kuşağını bele bağlamak câiz değildir. (Şeyhzâde Muhammed Efendi)

CÂMEKIYYE:

Hizmet karşılığı olarak alınacak ücretin veya maaşın çeki, bonosu.

Câmekıyyenin satışı câiz değildir. Çünkü ücret hak edilmiş ise de, kabz edilmemiş

(alınmamış), mülk olmamıştır. (İbn-i Âbidîn)

CÂMİ':

Toplayan.

1. Müslümanların ibâdet etmek için toplandıkları yer, mâbed. (Bkz. Mescid)

Hayızlı ve cünüp olanın Câmi'e girmesi harâmdır. Abdestsiz olanın girmesi mekruhtur.

(Molla Hüsrev)

2. Allahü teâlânın ism-i şerîflerinden. Çeşitli hakîkatleri ve enfüs (iç) ve âfâktaki (dıştaki)

zıt işleri birleştirici, kıyâmet gününde yeryüzünde olan cinleri, insanları ve mahlûkâtı bir

araya getirici insanların dağılmış bulunan et, kemik, kafa ve diğer organlarını tekrar

birleştirici.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

Ey Rabbimiz, muhakkak ki sen, geleceğinde hiç şüphe olmayan bir günde insanları

câmi'sin. Şüphesiz Allah vâdinden dönmez. (Âl-i İmrân sûresi: 9)

3. Hadîs kitaplarında yer alan sekiz bâbın hepsini içine alan kitaplar. Bu sekiz bâb

şunlardır: a) İlm-i tevhîd ve sıfat, b) Sünen, c) Rikâk, d) İlmü'l âdâb, e) Tefsîr, f) Sîre, g)

İlmü'l fiten, h) İlmü'l menâkib.

CÂRİYE:

Harbde esir alınıp İslâm memleketine getirilen kadın köle.

Sizden hiç biriniz, sakın memlûküne (kölesine) kölem, câriyem diye seslenmesin.

Yiğidim, oğlum, kızım desin. Onlar da size efendim, desin. (Hadîs-i şerîf-En-Nihâye)

Kölenin, câriyenin nafakasını vermek (geçimini karşılamak) efendisine farzdır. (İbn-i

Âbidîn)

CÂSİYE SÛRESİ:

Kur'ân-ı kerîmin kırk beşinci sûresi. Hâ-mîm de denir.

Câsiye sûresi, Mekke'de nâzil olmuştur (inmiştir). Otuz yedi âyet-i kerîmedir. "Korku ve

endişe yüzünden ayakta duramayıp diz üstü çökmek" anlamına gelen ve yirmi sekizinci âyette

geçen Câsiye kelimesi, sûreye isim olmuştur. Sûrede, Allahü teâlânın varlığını, kudret ve

azametini, büyüklüğünü gösteren eserlere dikkatler çekilmekte, kâfirlerin inkarcı tutumlarına

işâret edilmekte, İsrâiloğullarının Allahü teâlânın lütuf ve ihsânlarına kavuştukları halde

nîmete nankörlük ettikleri haber verilmekte, kıyâmet gününün dehşetli durumu ve o gün

insanlar hakkında amel defterlerinin şâhitlik edeceği, mü'minlerin, inananların âhirette büyük

nîmetlere kavuşacakları müjdelenmekte, inkarcıların inanmıyanların, inançları bozuk

olanların ise, şiddetli azâba uğrayacakları, Allahü teâlânın büyüklüğü, bütün kâinât (evren)

üzerindeki hâkimiyeti ve daha başka hususlar bildirilmektedir. (Fahreddîn Râzî)

Câsiye sûresinde meâlen buyruldu ki:

Kim sâlih (güzel, iyi) bir amel işlerse, (bunun sevâbı) kendi lehine; kim de kötülük

ederse (bunun cezâsı) kendi aleyhinedir. Sonra (hepiniz) Rabbinize döndürüleceksiniz.

(Âyet: 15)

Kim, Hâ-mîm (el-Câsiye) sûresini okursa, hesab günü Allahü teâlâ onun avretini

(utanılacak şeylerini) örter ve korkusunu giderir. (Hadîs-i şerîf-Envâr-ut-Tenzîl ve

Esrâr-üt-Te'vîl)

CEBBÂR:

1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarının hallerini ıslâh edip

tövbeye götüren, dilediğini yaptırmaya gücü yeten.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

... Allahü teâlâ Müheymindir (her şeyi gözetip koruyandır), Azîzdir (hükmünde gâlibdir),

Cebbârdır, Mütekebbirdir (kibriyâ ve azamete büyüklüğe ancak o müstehaktır). Allah

müşriklerin koştukları ortaklardan münezzehtir (uzaktır). (Haşr sûresi: 23)

Cebbâr (olan Allahü teâlâ) kıyâmet günü mülkü olan gökleri ve yerleri eline (kudretine)

alır ve buyurur ki: Cebbâr benim, Melik benim. Hani cebbârlar, mütekebbirler (kendilerini

büyük görenler) nerede? (Hadîs-i şerîf-Sünen-i İbn-i Mâce)

Sabah ve akşam el-Cebbâr ismi şerîfini okumaya devâm eden kimse zâlimlerin

zulmünden korunmuş olur. Yolculukta da olsa zarar görmez. (Yûsuf Nebhânî)

2. Kibirli, zorba, gaddâr.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

O peygamberler düşmanları üzerine Allah'tan zafer istediler ve her inatçı cebbâr da

hüsrâna uğradı. (İbrâhim sûresi: 15)

Cennet ile Cehennem şöyle münâkaşa ettiler. Cehennem; bende cebbârlar,

mütekebbirler var dedi. Cennet de bende Allah'tan korkan, zaîfler ve fakirler var dedi.

Bunun üzerine Allahü teâlâ bunların dâvâlarını şu sûretle halletti: "Ey Cennet! Sen

benim rahmetimsin. Seninle dilediğime rahmet ederim. Ey Cehennem, sen de benim

azâbımsın. İstediğime seninle azâb ederim. Her ikinizi de doldurmak bana âittir. (Hadîs-i

şerîf-Müslim, Riyâz-üs-Sâlihîn)

İnsanlar kibirlene kibirlene cebbârlar sırasına geçer. Cebbârın başına gelen azâb

onların da başına gelir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, İbn-i Mâce)

CEBEL-İ NÛR:

Nûr dağı. Mekke-i mükerreme yakınında Peygamber efendimize ilk vahyin geldiği

mübârek dağ. Hirâ, Hirâ Nûr dağı da denir.

Peygamber efendimiz, peygamberliği bildirilmeden önce yanına yiyecek alarak Cebel-i

Nûr'a gider burada bir kişinin kalabileceği büyüklükte olan ve Hirâ mağarası adı verilen yerde

tefekkür ve ibâdetle meşgul olurdu. Kırk yaşında Ramazanın on yedinci Pazartesi gecesi Hirâ

mağarasında yine tefekkür hâlindeyken Cebrâil aleyhisselâm kendisine Alak sûresinin ilk beş

âyetini getirdi. (Yûsuf Nebhânî, Kastalânî)

CEBEL-İ RAHMET:

"Rahmet dağı" mânâsına, Arafat ovasındaki tepe.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Vedâ haccında Arefe günü Cebel-i

rahmet denilen koyu yeşil taş yığınlarından meydana gelen tepenin eteğinde, yüzbini aşkın

müslümana Kusvâ adlı devesinin üzerinde Vedâ hutbesini okuyup, Eshâb-ı kirâmıyla

vedâlaştı. (Halebî)

Âdem aleyhisselâm ile Havvâ vâlidemiz, Cebrâil aleyhisselâmın yol göstermesiyle Arafat

ovasında buluştular. Âdem aleyhisselâm Cebel-i rahmet tepesi üzerinde iken, Allahü teâlâdan

rahmet ve mağfiret (bağışlanmasını) dileyip duâsı kabûl oldu. Onun için bu tepe Cebel-i

rahmet diye anıldı. (Altıparmak Muhammed Efendi)

CEBÎRE:

Kırık ve çıkığın iki yanına bağlanan tahtalar.

Gusülde ve abdestte cebîre üzerine mesh câizdir. (İbrâhim Halebî)

CEBR:

Zorlama, zor kullanma. İrâde ve ihtiyârın zıddı.

İnsanın hiç bir irâde ve ihtiyâra sâhib olmadığını, her şeyin cebr elinde esir olduğunu ve

varlığının otomatik, fakat zembereği kırık bir makina gibi olduğunu iddiâ etmek yanlıştır.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

CEBRÂİL ALEYHİSSELÂM:

Dört büyük melekten biri. Peygamberlere vahy getirmek, onlara Allahü teâlânın emir ve

yasaklarını bildirmekle vazîfeli melek. Buna Cibrîl, Rûh-ul-emîn, Rûh-ul-kuds, Nâmûs-ı

ekber de denir.

Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:

Gerçekten Cibrîl, Kur'ân-ı kerîmi, Allahü teâlânın izniyle senin kalbine indirdi (Bekara

sûresi: 97)

Allahü teâlâ Cebrâil'e (aleyhisselâm), filân şehri yerin dibine geçir, diye emr etti.

Cebrâil, yâ Rabbî! Bu şehirdeki filanca kulun sana bir ân isyân etmedi. Hep itâat ve ibâdet

ediyor deyince; Allahü teâlâ onu da berâber geçir! Zîrâ günâh işleyenleri görünce, bir

kerrecik yüzünü değiştirmedi buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

Cebrâil aleyhisselâm çok defâ Resûlullah'ın huzûruna, Eshâb-ı kirâmdan Dıhye-i Kelbî

sûretinde gelirdi. Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Benî Ümeyye'den üç kişiyi

üç kişiye benzetti ve şöyle buyurdu: "Dıhye-i Kelbî, Cebrâil'e; Urve bin Mes'ûd Sekafî,

Îsâ'ya; Abdül-üzza ise Deccâl'e benzer." (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

Şüphesiz Allahü teâlâ bir kulundan râzı olup, onu sevdiğinde, Cebrâil aleyhisselâmı

çağırır ve ona buyurur ki: "Ben falan kulumu seviyorum sen de onu sev." Cebrâil

aleyhisselâm onu sever. Sonra semâda seslenip der ki:"Allahü teâlâ falan kulu seviyor, siz

de onu sevin." Semâdakiler de onu sever. Sonra onun sevgisi yerdekilerin gönüllerinde

yerleşir. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)

Âdem aleyhisselâmın boyu ve ömrü kesin olarak bildirilmedi. Bir rivâyette, bin sene

yaşayıp beş yüz yaşında iken peygamber oldu. Allahü teâlâ, kendisine on kitap gönderdi.

Cibrîl aleyhisselâm ona on iki sefer gelmişti. (Nişancı Muhammed Efendi)

CEBRİYYE:

Hicrî birinci asrın sonlarında ve ikinci asrın başlarında Cehm bin Safvân tarafından ortaya

çıkarılan bozuk yol. Buna mürcie fırkası da denir.

Cebriyye fırkası; "İnsan aslâ bir iş yapmaz, cansızlar gibi hareket eder. İnsanın kudreti,

kastı, ihtiyârı (isteği) yoktur. İnsanlar iyi iş yapınca sevâb kazanmaz, kötü işlerine azâb

yapılmaz. Kâfirler günâh işleyenler mâzûrdur, mes'ûl olmazlar. Çünkü insanın her işini yalnız

Allah yapıyor. İnsan istese de istemese de günah yaratıyor ve insan günâh yapmaya

mecbûrdur. Günah insana zarar vermez. Âsî, fâsık kimseler azâb görmeyecektir." diyorlar.

Cebriyyenin bu sözleri küfürdür ve hepsi mel'undur. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve

sellem; "Mürcie mezhebinde olanlara yetmiş peygamber lânet etmiştir." buyurdu. (İmâm-ı

Rabbânî)

Cebriyye fırkası mensûblarının dediği gibi insanda irâde ve ihtiyâr olmasaydı, kötülükleri

günâhları Allahü teâlâ zor ile yaptırsaydı, eli-ayağı bağlanıp dağdan aşağı yuvarlanan kimse

ile yürüyerek etrâfını seyrederek inen kimsenin hareketlerinin birbirlerinden farklı olmaması

gerekirdi. Hâlbuki birincinin yuvarlanması cebr ile, ikincisinin inmesi irâde ve ihtiyâr ile

(kendi isteğiyle) olmaktadır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

CEDEL:

Münâkaşa, mücâdele, tartışma, kavga. Mantıkda, meşhur veya doğruluğu herkesçe kabûl

edilen kadiyye (önerme)lerden meydana gelen kıyas'a verilen ad.

CEFÂ:

İncitmek, eziyet etmek, kötülük.

Hayâ îmândandır. Fuhuş (çirkin şeyler) söylemek cefâdandır. Îmân Cennet'e, cefâ

Cehennem'e götürür. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

Şu üç günah, îmânın gitmesine sebeb olur: Birincisi, îmân nîmetine kavuştuğuna

şükretmemek. İkincisi, îmânın gitmesinden korkmamak. Üçüncüsü, müminlere ezâ ve cefâ

etmek. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Haksız yere bir müslümanı incitmek, Kâbe'yi

yetmiş defâ yıkmaktan daha büyük günahtır. (Hakîm-i Tirmîzî)

Peygamber efendimizin aklı o kadar çoktu ki, Arabistan Yarımadası'nda, sert, inatçı

insanlar arasında gelip, çok güzel idâre ederek ve cefâlarına sabrederek, onları yumuşaklığa

ve itâate getirdi. Çoğu eski dinlerini bırakıp müslüman oldu. (Yûsuf Sinânüddîn)

Her işe Besmele ile başla. Temiz ol. Dâimâ iyiliği âdet edin. Tembel olma. Namaza önem

ver. Nîmete şükr, belâya sabret. Dünyâ rahatına aldanma. Kimseye kızma. Eziyet ve cefâ

etme. (Akşemseddîn)

CEHÂLET:

Bilmeme, bilgisizlik. Din bilgilerini bilmeme. Câhillik.

Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Âyetlerimize îmân edenler sana geldiği zaman şöyle de: "Allah'ın selâmı üzerinize

olsun. Rabbiniz, size rahmet ve merhamet vaad buyurdu. Öyle ki, içinizden kim cehâletle

bir fenâlık yapmış da arkasından tövbe edip (hâlini) düzeltmişse (Allah'ın ona mağfireti

vardır.) Muhakkak ki Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir. (En'âm sûresi: 54)

Cehâletten daha şiddetli bir fakîrlik yoktur. (Hadîs-i şerîf-Nisâb-ül-Ahbâr)

Bilmediklerinizi sorunuz. Cehâletin ilâcı süâldir (yâni soru sorup öğrenmektir). (Hadîs-i

şerîf-Sünen-i Ebû Dâvûd)

Dârü'l-İslâm'da, İslâm memleketinde bulunan bir kimsenin meselâ namazın ve orucun

farz, içki, kumar ve zinânın haram olduğu konusundaki cehâleti mâzeret kabul edilmez. (İbn-i

Âbidîn)

Câhil, cehâletinden dolayı mâzur sayılsaydı, cehâlet ilimden üstün olurdu. (İmâm-ı Şâfiî)

On şey insanın varlığını öldürür: 1) Terbiye azlığı, 2)Cehâlet çokluğu, 3) Halktan nîmet

beklemek, 4)Şehvet azgınlığı, nefis kudurganlığı, 5) Baş olma sevdası, 6)Dünyâya düşkün

olmak, 7) Nefisle dostluk kurmak, 8)Çok yemek, 9) Çok uyumak, 10) Kabalık sertlik

yapmak. (Bâyezîd-i Bistâmî)

Kişiye ilim olarak Allahü teâlâdan korkması, cehâlet olarak ucub, kendini, yaptığı

ibâdetleri, iyilikleri beğenerek bunlarla övünmesi yetişir. Ucb artınca ahmaklık hâlini alır.

İnsanın kendi ayıplarını görmesine mâni olur. (Mâcid-ül-Kürdî)

CEHD:

Gayret, olanca gücü ve kuvveti sarf etmek.

İctihâd; insan gücünün yettiği kadar zahmet çekerek cehd etmek demektir. Yâni, Kur'ân-ı

kerîmde ve hadîs-i şerîflerde sarîh ve açık bildirilmemiş hükümleri ve meseleleri, açık ve

geniş anlatılmış meselelere benzeterek, meydana çıkarmak için cehd etmektir. Bunu ancak

Peygamber efendimiz, O'nun Eshâbının hepsi ve diğer müslümanlardan ictihâd makâmına

yükselen âlimler yapabilir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)

Akıllı kimse; dünyâ işini kanâat ile (ele geçenle yetinmekle), âhiret işini hırs ve acele ile,

din işini ise ilim ve cehd ile yapar. (Ebû Bekr Merâgî)

Genç kardeşlerim! Benim yaşıma gelmeden evvel cehd ediniz, Yoksa benim gibi zayıflar

ve benim gibi amel ve ibâdette kusûr edersiniz. (Sırrî-yi Sekâtî)

Sâlih (Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği) insanlar derecesine ulaşmanın bir yolu da,

rahatlık kapısını kapatıp, cehd ve gayret kapısını açmaktır... (İbrâhim bin Edhem)

CEHENNEM:

Kâfirlerin devamlı, günahkâr müslümanların ise, günahları kadar âhirette azab görecekleri

yer.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Kim Allahü teâlâ ve Resûlüne ısrarla isyân eder, inkar etmek sûretiyle Allahü teâlânın

koyduğu sınırları çiğneyip geçerse, onu içinde sonsuz kalıcı olarak Cehennem'e koyar.

(Allahü teâlânın ve peygamberi Muhammed'in (aleyhisselâm) emirlerine aldırış etmiyenler,

beğenmiyenler, asra, fenne uygun değildir, modern ihtiyâçlara kâfi değildir diyenler,

kıyâmette Cehennem ateşinden kurtulamıyacaklardır.) Bunlara Cehennem'de, çok acı azâb

vardır. (Nisâ sûresi: 14)

Ey müslümanlar topluluğu! Allahü teâlânın sizi teşvik ettiği şeye rağbet ediniz ve

O'nun yasak ettiklerinden kaçınınız. Allahü teâlânın korkuttuğu şeylerden korkunuz.

O'nun cezâsından, azâbından Cehennem'inden korkunuz. Şu bulunduğunuz dünyâda

O'nun ateşinden bir damla kıvılcım bulunmuş olsa, bu dünyâyı sizler için yaşanmaz hâle

getirir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn, Tezkîre-i Kurtubî)

Cehennem yedi tabakadır: Birinci tabaka en hafifidir. Fakat dünyâ ateşinden yetmiş kat

daha şiddetlidir. Adı Cehennemdir. Burada müslümanlardan bir kısmı yanıp, günahlarından

temizleneceklerdir. Kâfirlerin devamlı azab görecekleri Cehennemin diğer tabakaları ise;

Sa'îr, Sakar, Cahîm, Hutame, Lazy ve Hâviye'dir. (Bkz. İlgili maddeler) (Seâdet-i Ebediyye)

Bir şeyi arayan onun peşinden koştuğu ve bir şeyden korkan ondan kaçtığı halde, Cennet'i

arayıp, Cehennem'den kaçan kimselerin bunlara hiç aldırış etmeden uyuyup kalmaları ne

kadar şaşılacak şeydir. (Âmir bin Abdullah)

Cehennem'e girmek ve sonsuz olarak orada kalmak, îmânı duyduktan sonra şirk (Allah'a

ortak) koşanlar içindir. (Kâdızâde)

Cennet ve Cehennem hâlihâzırda vardırlar ve ebediyyen bâkidirler (kalıcıdırlar). (Ömer

Nesefî)

Cehennem'den en son çıkacak mü'min, yedi bin âhiret senesi yanacaktır. Âhiretin bir

günü, dünyânın bin senesi kadar uzundur. (Kâdızâde Ahmed Emîn Efendi)

Günahlar gaflete, Allahü teâlâyı unutmaya, gaflet ise, kalbin katılaşmasına sebeb olur.

Kalbin katılaşması, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Allahü teâlâdan uzaklaşmak ise,

Cehennem'e götürür. (Hâris el-Muhâsibî)

CEHL (Cehil):

İlimsizlik, bilgisizlik, dînî bilgilerden haberi olmamak. (Bkz. Cehâlet)

Cehl-i Mürekkeb:

Câhil olduğu hâlde, câhilliğini bilmeyip, kendini âlim zannetmek.

Sağırı, dilsizi, tedâvî ettim. Ölüyü dirilttim. Fakat cehl-i mürekkebin ilâcını bulamadım.

(Îsâ aleyhisselâm)

CEHMİYYE:

Cebriyye fırkasının bir kolu olup, Hicrî ikinci asırda Cehm bin Saffân tarafından kurulan

bozuk fırka.

Cehmiyye fırkasında olanlar, kulların amellerinde cebr (zorlama) ve mecbûriyet altında

olduklarını söyleyip, kulun yapabilme gücünü bütünüyle inkâr ettiler. Îmânın yalnızca yüce

Allah'ı bilmek, küfrün de yalnızca O'nu bilmemek olduğunu ileri sürdüler. Âhirette Allahü

teâlânın görülmeyeceğini söyleyip, kabir azâbını, sırat ve mîzânı inkâr etmişlerdir.

(Abdülkâhir Bağdâdî)

CEHRÎ:

Açıktan, alenî olarak, yüksek sesle söylemek, okumak.

Namazın vâciblerinden on dördüncüsü cehrî okunacak yerde cehrî okumaktır. (İbrâhim

Halebî)

Bayram namazını kılmak için câmiye giderken bayram tekbirlerini, Fıtr (Ramazan)

bayramında sessiz, Kurban bayramında cehrî söylemek sünnettir. (Mehmed Zihnî)

CELÂBİB:

Uzun ve geniş örtü, manto. Cilbâb'ın çoğuludur. (Bkz. Cilbâb)

CELÂL:

Allahü teâlânın kahr ve gazab sıfatlarından. Azamet, büyüklük, ululuk, hiçbir şeye muhtâç

olmamak.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Yeryüzünde bulunan her canlı fânîdir (yok olucudur). Ancak celâl ve ikrâm sâhibi olan

Rabbinin zâtı bâkîdir. Böyle iken Rabbinizin hangi nîmetlerini yalan sayabilirsiniz?

(Rahmân sûresi: 26, 27, 28)

Hiç şüphe yok ki, kıyâmet gününde Allahü teâlâ, nerede benim celâlim için birbirini

sevenler! Bugün ben onları arşımın gölgesinde gölgelendireceğim... buyuracaktır. (Hadîs-i

şerîf-Müslim)

Yâ zel-celâli vel-ikrâm'ı çok söyleyin, ona çok devâm edin. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

Melekler, Allahü teâlânın azameti, celâli ve büyüklüğünden korkudadırlar. Kendilerine

verilen emirleri yapmaktan başka işleri yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)

CELÎL (El-Celîl):

Celâl sâhibi mânâsına Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). (Bkz.

Celâl)

CELÎS-İİLÂHÎ:

Allahü teâlâya yakın kimse, velî.

Celîs-i ilâhî olanlarla birlikte bulunanlar, şakî (Cehennemlik) olmaz. (Hadîs-i

şerîf-Buhârî, Müslim)

CELLE CELÂLÜH:

"O yücedir" mânâsına Allahü teâlânın ismi-i şerîfi söylenince, yazılınca ve işitilince,

söylenilen ta'zîm (hürmet, saygı) ifâdesi. (Bkz. Azzeİsmuhû)

CELSE:

Namazda iki secde arasında hareketsiz bir miktâr oturma. (Bkz. Ta'dil-i Erkân)

Rükûda ve secdelerde ve kavmede (rükûdan kalkıp ayakta dururken) ve celsede beden

tumânînet (hareketsizlik) bulduktan sonra biraz durmalıdır ki, Hanefî âlimlerinin çoğu buna

vâcib demiştir. İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Şâfiî ve Mâlik ise farz demiştir. Bâzı Hanefî

âlimleri de sünnet demişlerdir. Müslümanların çoğu bunu yapmıyor. Bu bir ameli yapana ve

meydana çıkarana, Allah yolunda harb edip canını veren yüz şehid sevâbından çok sevap

verilir. (İmâm-ı Rabbânî)

Celse-i Hafîfe:

İkinci secdeyi yapıp kıyâma kalkmadan önce olan kısa oturma.

Şâfiî mezhebinde Celse-i hafîfe sünnettir. (İbn-i Hacer)

CELVETİYYE:

Evliyânın büyüklerinden Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

Celvetiyye, Bayramiyye tarîkâtinin koludur. Çünkü Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin

yolu, Üftâde, Hızır Dede ve Akbıyık Sultan vâsıtasıyle Hacı Bayrâm-ı Velî'ye bağlanır. Bu

yol, hazret-i Ali'den geldiği için zikr-i cehrî (sesli zikir) esastır. Kelîme-i tevhîdin

söylenmesine devam bu yolun esaslarındandır. Celvetiyye yolu, Aziz Mahmûd Hüdâyî

hazretlerinden sonra, Selâmiyye, Hakkıyye, Fenâiyye ve Hâşimiyye adıyle dört kısma

ayrılmıştır. Onun bir duâsı şöyledir: "Yâ Rabbî! Kıyâmete kadar bizim yolumuza katılanlar,

bizi sevenler, ömründe bir kerre türbemize gelip rûhumuza fâtihâ okuyanlar, bize talebe

olanlar denizde boğulmasınlar. Ömrünün sonlarında fakîrlik görmesinler, îmânlarını

kurtararak gitsinler ve öleceklerini bilip haber versinler." (Hüseyin Vassâf)

CEM':

Birleştirme, bir araya getirme.

1. İkindi namazını öğle namazıyla, yatsı namazını akşam namazıyla birlikte kılma.

Seferî olmayan (104 kilometreden az giden) Hanefî mezhebindeki bir yolcu, Şâfiî

mezhebine uyarak iki namazı cem' edemez. (Şemseddîn Remlî)

Seferî olan (104 kilometreden fazla yola gitmeye karar veren) bir Hanefî, yolculuk

sırasında, diğer üç mezhebe uyarak, araba mola verdiği zaman, öğle ile ikindiyi ve akşam ile

yatsı namazlarını cem edebilir. (Hayreddîn Remlî)

Hanefî mezhebinde yalnız Arafat meydanında ve Müzdelife'de hacıların iki namazı cem'

etmeleri lâzımdır. (Abdullah Mûsulî)

2. Tasavvufta bir makam. Fenâ ve sekr (mânevî sarhoşluk) makâmı da denir.

Cem' makamında Cenâb-ı Hakk'ın varlığı zuhur ve istilâ edip, sâlik (tasavvuf yolcusu)

kendi mevhum olan varlığını yok bulur. Hallâc-ı Mansûr'un Ene'l-Hak, Bâyezîd-i Bistâmî'nin

Sübhânî sözleri ve benzerleri bu makamda, Allahü teâlâdan başka hiçbir şey görmeyince

söylenen sözlerdir. Allahü teâlâ mahlûkları (yarattıkları) ile birleşik değildir. Onların aynı ve

benzeri değildir. O hiçbir bakımdan yarattıklarına benzemez. Hallâc-ı Mansur; "Ene'l-Hak"

demekle, "Ben Hakk'ım, Hak teâlâ ile birleştim" demek istemedi. Böyle diyen kâfir olur.

Onun sözünün mânâsı: "Ben yokum. Hak teâlâ vardır" demektir. (İmâm-ı Rabbânî,

Muhammed Ma'sûm)

Cem'ul-Cem':

Tasavvufta bir makâmın adı. Sahv (uyanıklık) makâmı. Bekâ makâmı da denir.

Cem'ul Cem' makâmına kavuşanlar, hakîkî müslümanlıkla şereflenirler, insanlara Allahü

teâlânın emir ve yasaklarını anlatmaya, onları terbiye etmeye lâyık olurlar. (Muhammed

Ma'sûm)

Cem'ul Cem' makâmında olanların râhatı ubûdiyette (kullukta), lezzetleri tâattedir.

(Muhammed Ma'sûm)

CEMÂAT:

Topluluk.

1. İbâdet etmek için bir araya gelen topluluk.

Cemâatle kılınan namaza, yalnız kılınan namazdan yirmi yedi kat fazla sevâb verilir.

(Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

Güzel bir abdest alıp, mescidlerden birine cemâatle namaz kılmak için gidenin, Allahü

teâlâ her adımına bir sevâb yazar, her adımında amel defterinden bir günâhı siler ve

Cennet'te onu bir derece yükseltir. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergib vet-Terhîb)

Nâfile namazları cemâatle kılmak mekrûhtur. (İmâm-ı Rabbânî)

Ey kardeşim! Sizin için üç şeyi seviyorum. Kur'ân-ı kerîmi gece gündüz okumanızı,

cemâate devâmınızı ve kötü işlere mâni olmanızı. (Abdullah ibni Avn)

Açıkta, gizlide her zaman Allahü teâlâdan kork. Beş vakit namazı cemâatle kıl. Harama

yönelme. Böylece, Allahü teâlâya yakınlardan olursun. (Abdullah bin Dînâr)

Dünyâda, Allahü teâlânın sevdikleri ile berâber bulunmak ve cemâatle namaz kılmaktan

daha lezzetli bir şey kalmadı. (Câkîr el-Kürdî)

2. Peygamber efendimiz ve Eshâbının bildirdiği hak yol üzere bulunan müslümanlar, Ehl-i

sünnet vel-cemâat.

Şeytan, insanın kurdudur. Kenarda köşede kalmış, sürüden ayrılmış koyunu kurt

yakaladığı gibi, şeytan da cemâatten ayrılanları yakalar. Sakın cemâatten ayrılmayınız.

(Hadîs-i şerîf-Muhtasar fî İlm-il-Hadîs)

Cemâat rahmettir. Ayrılık azâbdır. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)

Cemâate yapışınız. Çünkü Allahü teâlâ bu ümmeti dalâlet üzere bir araya getirmez.

(Hadîs-i şerîf-Tirmizî)

Kim cemâatten bir karış ayrılırsa, İslâm ipini boynundan çıkartmıştır. (Hadîs-i

şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)

Cemâat-i İslâmiyye: Ebü'l-A'lâ el-Mevdûdî'nin Pakistan'da kurduğu bozuk teşkîlât.

Cemâat-i İslâmiyye reisleri, Ümmet-i Muhammediyye'yi parçalamak ve Ehl-i sünnetin

dışında sapık bir çığır açmak gâyesiyle yeni bir teşkîlât kurdular ve kendilerinden başkasının

doğru yolda olmadığını söylediler. (Mevlevî Ebû Ahmed)

CEMÂL:

1. Güzellik.

Kadın ya malı, ya cemâli veya dîni için alınır. Siz dîni için alınız. Malı için alan,

malına kavuşamaz. Yalnız cemâl için alan cemâlinden mahrûm kalır. (Hadîs-i

şerîf-Menâic-ül-İbâd)

2. Allahü teâlânın lütuf ve rızâ sıfatı.

Allahü teâlâ kıyâmet günü mahşer yerinde, kâfirlere ve günâhı olan mü'minlere, kahr ve

celâl, sâlih olan mü'minlere ise lütuf ve cemâl sıfatiyle muâmele edecektir. (Mevlânâ Hâlid-i

Bağdâdî).

3. Zât, yüz.

Resûlullah'ın mübârek cemâlini bir kere görmek ve biraz huzûrunda oturmak insanı öyle

derecelere kavuşturur ki, bunlar başka türlü hiç bir şeyle ele geçmez. (Ebû Tâlib-i Mekkî)

4. Çirkinliği gidermek, vakar sâhibi olmak ve şükr etmek için nîmeti göstermek.

Çirkinliğe, başkalarının iğrenmelerine, hakâret etmelerine sebeb olacak şeyleri yapmamak,

bunları gidermek.

Cemâl için temiz, güzel giyinmek mübahdır. Bunun için bulunduğu yerde âdet olan

şeylerden haram olmıyan en iyilerini kullanmak lâzımdır. Gösteriş ve öğünmek için nîmeti

göstermek, cemâl olmaz, kibir (büyüklenmek) olur. Nefsin zaîf, azgın olduğunu gösterir.

(Seâdet-i Ebediyye)

CEMÎL (El-Cemîl):

Allahü teâlânın isim-i şerîflerinden. Cemâl sâhibi. (Bkz. Cemâl)

Allahü teâlâ Cemîldir, cemâl sâhiblerini sever. (Hadîs-i şerîf-Bahr-ur-Râik)

CEM'İYYET:

Topluluk. Kalbde hâsıl olan mânevî toparlanma, huzur, Allahü teâlâ ile berâber olma hâli.

Beş vakit namazı cemâat ile kıldıktan sonra, bütün vakitlerinde Allahü teâlâyı zikretmek

(hatırlamak, anmak) lâzımdır. Kalbde başka hiç bir şeye yer vermemelidir. Zikr yapmakta

gevşeklik duyulursa, kalbin niçin dağıldığını araştırmalıdır. Bundan sonra kalbin cem'iyyetine

çalışmalı ve boyun bükerek, ağlayarak, kalbdeki karartının gitmesi için Allahü teâlâya

yalvarmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Namazda, ayakta iken secde yerine, rükûda iken ayaklara, secdede burun ucuna ve

otururken iki ellere ve kucağına bakılır. Bu söylenenler yapılır ve gözler etrâfa kaymaz ise,

namaz cem'iyyetle kılınmış olur. (İmâm-ı Rabbânî)

CEMRE:

Hacıların şeytan taşlarken attıkları taşlar veya bu taşların atıldığı yer. Çoğulu cimâr ve

cemerât'tır. Minâ'da birbirlerine birer ok atımı mesâfede bulunan üç taş yığını vardır.

Bunlardan birincisine Cemre-i ûlâ (birinci cemre), ikincisine Cemre-i vustâ (orta cemre) ve

üçüncüsüne Cemre-i Akabe adı verilir.

Kurban bayramının birinci günü sabahı Meş'arilharâm denilen yerden güneş doğmadan

önce Minâ'ya hareket edilir. Minâ'ya gelince, Mescid-i Hîf'e en uzak olan ve Cemre-i Akabe

denilen yerde sağ elin baş ve şehâdet parmaklarıyla iki buçuk metreden veya daha uzaktan

cemre yerini gösteren duvarın dibine yedi taş atılır. Sonra buradan gidip kurban kesilir. Taşlar

atılırken Minâ'yı sağa, Mekke-i mükerremeyi sola almak sûretiyle önce Mescid-i Hîf'e en

yakın olan Cemre-i ûlâya (birinci cemre), sonra Cemre-i vustâya (orta cemre), daha sonra

Cemre-i Akâbe'ye taş atılır. Taşlar atılırken Bismillahi Allahü ekber denir. Bayramın ikinci

günü öğle namazında Minâ'da okunan hutbeden sonra, üç cemreye yedişer taş atılır. Bayramın

üçüncü günü de böyle yedişer taş atılır ki, hepsi kırk dokuz taş olur. Bunları öğleden önce

atmak câiz değildir veya mekruhtur. Dördüncü gün de, Minâ'da fecrden (tan yerinin ağarması)

güneşin batışına kadar dilediği zaman yedişerden yirmi bir taş daha atmak müstehâbdır

(sevâbdır). Böylece yetmiş taş atılır. Cemrelere hayvan üzerinde taş atmak câizdir. (İbn-i

Âbidîn)

CENÂBET:

Cünüplük. Gusül (boy abdesti) almayı gerektiren durum. (Bkz. Cünüb)

Soğuk, sıcak dedin abdest almadın,

Dünyâya daldın, namaz kılmadın.

Cenâbet gezip gusül etmedin,

Derse Allah, sen ne cevap verirsin?

(M. Sıddîk bin Saîd)

CENÂZE:

Ölü.

Acele etmek şeytandandır. Beş şey bundan müstesnâdır. Kızını evlendirmek, borcunu

ödemek, cenâze hizmetlerini çabuk yapmak, misâfiri doyurmak, bir günâh işleyince derhal

tövbe etmek. (Hadîs-i şerîf-Eşi'at-ül-Lemeât)

Cenâzeyi kırk adım taşıyanın kırk büyük günâhı affolur. (Hadîs-i

şerîf-Künûz-üd-Dekâik)

Cenâzeye ve cenâze çıkan yere siyah örtü örtmek ve siyah giyinmek câiz değildir. (Kâdı

Hindî)

CENNET:

Bahçe. Âhirette müslümanların nîmet ve mutluluk içerisinde sonsuz olarak yaşayacakları

yer.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Rabbinizden (af ve) mağfiret istemeye ve Cennet'e girmeğe koşunuz. Bunun için

çalışınız! Cennet'in büyüklüğü, gökler ve yer küresi kadardır. Cennet, Allahü teâlâdan

korkanlar için hazırlandı. Bunlar, az bulunsa da mallarını Allah yolunda verirler,

öfkelerini belli etmezler, herkesi affederler. Allahü teâlâ, ihsân edenleri sever. (Âl-i İmrân

sûresi: 133)

Dikkat edin, Cennet için hazırlanan yok mudur? Kâbe'nin Rabbi'ne (Allahü teâlâya)

yemîn olsun ki, Cennet'te tehlike diye bir şey yoktur. Cennet, parlayan bir nûr, etrâfa

yayılan bir kokudur. Binâları kuvvetlidir. Irmakları devamlı akar, bol ve kemâle ermiş

meyve yeridir. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)

Cennet, anaların ayağı altındadır. (Hadîs-i şerîf-Nesâî, Ahmed bin Hanbel)

Allahü teâlâ arş ve kürsî altında, yedi kat göklerin üstünde, arşın nûru ile birbirinden

yüksek sekiz Cennet yaratmıştır: Birincisi, Dâr-ül Cinân, beyaz incidendir. İkincisi,

Dâr-üs-Selâm, kırmızı yâkuttandır. Üçüncüsü, Cennet-ül-Me'vâ, yeşil zeberceddendir.

Dördüncüsü, Cennet-ül-Huld, kırmızı ve sarı mercandandır. Beşincisi, Cennet-ün-Naîm,

beyaz gümüştendir. Altıncısı, Cennet-ül-Firdevs, kırmızı altındandır. Yedincisi

Cennet-ül-Adn büyük beyaz incidendir. Sekizincisi Dâr-ül-Karâr, kırmızı altındandır.

(Peygamberler Târihi)

Cennet'e girmek îmâna bağlıdır. Îmân da Allahü teâlânın ihsânıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

Kalbinde zerre kadar îmânı olan kimse, Cehennem'de sonsuz kalmıyacak, Allahü teâlânın

rahmetine kavuşarak Cennet'e girecektir. (İmâm-ı Rabbânî)

Şol Cennet'in ırmakları

Akar Allah deyû deyû.

Çıkmış İslâm bülbülleri,

Öter Allah deyû deyû.

(Yûnus Emre)

CERBEZE:

İşleri incelemek, anlamak kuvvetini, lüzumsuz yerlerde kullanmak, ukalâlık etmek,

gereksiz aklî yorumlarda bulunmak. Hikmetin aşırısı.

Cerbeze sâhiblerinin ilim meclislerindeki yerleri herkesten geri olup, belki de kapıdan

dışarı olması lâzım gelir. Çünkü insanların zihinlerini karıştırırlar. Bozarlar. (Ahmed Rıfat)

Rûhun fen kuvvetini (aklı) aşırı kullanmak cerbeze olmaz. Kötü olmaz. Din bilgilerini,

fen bilgilerini ve matematiği ilerletmek için ne kadar çok inceler, araştırırsa, o kadar çok iyi

olur. Cerbezeli insan, mümkün olmayan şeyleri anlamağa kalkışır. Müteşâbih (mânâsı açık

olmayan) âyetlere mânâ verir. Kazâ ve kader üzerinde konuşur. Aklını, hîle, dedikodu ve

maskaralık yapmak için kullanır. (Ali bin Emrullah)

Cerbeze huylu kimse, rûhun kuvveti olan aklını hiyle, dedikodu, maskaralık yapmak için

kullanır. Belâdet (yâni kalın kafalı) huylu kimse, hakîkatleri anlayamaz. (Ali bin Emrullah)

CERH VE TA'DÎL:

Hadîs ilmine âit iki ıstılah (terim). Cerh, yaralamak. Bir hadîs âliminin, bâzı sebeplerle

râvînin (hadîs rivâyet eden kimsenin) rivâyetini (naklini) reddetmesi. Ta'dîl, düzeltmek. Bir

hadîs âliminin, bir râvinin rivâyetinin kabûl edilebileceğini açıklaması.

Hadîs âlimleri, din gayretleri ve müslümanların iyiliği için, bozuk ve yalancı olanları cerh

ve ta'dîl yapmışlardır. Yoksa onların maksatları müslümanları kötülemek, gıybetlerini

yapmak değildi. (Tirmizî)

CERRÂHİYYE:

Evliyânın büyüklerinden Nûreddîn Cerrâhî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.

Cerrâhiyye tarîkatı, Alâeddîn Ali Köstendilî ve Şeyh Ramazan Mahfî vâsıtasıyle

Halvetiyye'nin kollarından Ahmediyye'nin kurucusu olan Yiğitbaşı Ahmed Şemseddîn'e

ulaşır.Nûreddîn Cerrâhî, talebelerine, Ehl-i sünnet îtikâdı üzere olmalarını ısrarla tenbih

etmiş, bunun için Birgivî Vasiyetnâmesini okumalarını ve okutmalarını tavsiye etmiştir.

(Hüseyin Vassaf)

Cerrâhiyye yolunun büyüğü Nûreddîn Cerrâhî hazretlerinin bir beyti şöyledir:

Dil (gönül) beytini pâk (temiz) eden,

Dervişi anka (kuşu) eden,

Âlem-i ilâhiye (ilâhî âleme) giden,

Mevlâ zikridir zikri.

CEVÂD:

Çok cömert. Allahü teâlânın isimlerinden.

Allahü teâlânın isimleri tevkîfîdir, yâni İslâm dîninin bildirmesine bağlıdır. İslâmiyet'in

bildirdiği ismi söylemelidir. İslâmiyet'in bildirmediği isim söylenmez. Ne kadar güzel isim

olsa da, söylenmemelidir. Meselâ Cevâd denir. Çünkü, İslâmiyet Cevâd demektedir. Fakat

yine cömert mânâsında olan "Sahî" ismi söylenemez. Çünkü İslâmiyet, O'na sahî dememiştir.

(Seyyid Şerif, Bâkıllânî)

Yemîn, yalnız Allahü teâlânın isimleriyle olur. Başka şeylerle yemîn olmaz. Allahü

teâlânın isimlerinden; Halîm, Alîm, Cevâd gibi, insanlar için de kullanılan bir isim ile yemin

ederken, Allahü teâlânın ismi olduğuna niyet etmek lâzımdır. (Dâmâd)

CEVÂMİ-ÜL-KELÎM:

Az kelime (söz) ile çok şey anlatma özelliği.

Bana cevâmi-ül-kelîm verildi. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

CEVÂZ:

Câiz olma. (Bkz. Câiz)

CEVHER:

1) Mâhiyet, asıl, öz. Varlıkta kalabilmesi için başka bir mahlûka muhtâc olmayan, kendi

kendine varlıkta kalabilen.

Araz, sıfat demektir. Cevher üzerinde bulunur. Yalnız başına bulunmaz. (Seyyid Şerif)

2) Kıymetli, işlenebilir mâden. Mecâz olarak insanın istidâdı, yetişmeye elverişli olması

manasına da kullanılır.

Yavrum o zamanki tövbenin, bağlılığın bir netice vermediğini sen de biliyorsun. Çünkü,

Allahü teâlâyı seven ve unutmayanlardan uzak kalman, o seâdet tohumunun açılıp

büyümesine mâni oldu. Fakat, o tohumun çürümemiş olması, bu yavrunun yetişmeye elverişli

nefis bir cevher olduğunu göstermektedir. (İmâm-ı Rabbânî)

CEVR:

Zulüm, haksızlık; adâletin zıddı.

Yeryüzü cevrle dolduktan sonra, benim Ehl-i beytimden (evlâdımdan) mutlaka birisi

çıkar. Dünyâ daha önce nasıl zulüm ve cevr ile dolu ise o, dünyâyı adâletle doldurur.

(Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)

Dînimizde, cevr edenlere azâb yapılacağı bildirilmiştir. (Muhammed Hâdimî)

CEYYİD:

Başka mâdenle karışım hâlinde basılmış altın ve gümüş paralardan, karışımında altın ve

gümüş miktârı fazla olanlar.

CEZÂ:

İyi veya kötü karşılık.

Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:

İyiliğin cezâsı ancak iyiliktir. (Tâatleri yapıp, günah olan şeyleri terk etmenin karşılığı

pekçok sevâbdır.) (Rahman sûresi: 60)

Kim bir hayırlı ve güzel amelle (işle) gelirse, ona, on misli sevâb verilir. Kim de bir

günâh ile gelirse (eğer af olunmazsa), ona ancak misli ile (günâhı kadarla) cezâ edilir. Onlar

(sevapları noksanlaştırılmak veya cezâları artırılmak sûretiyle) haksızlığa uğratılmaz. (En'âm

sûresi: 160)

Allahü teâlâ onlara zulmetmez. Onlar kendilerine zulmedip, ağır cezâları hak ettiler.

(Nahl sûresi: 33)

Allahü teâlâ müslüman olmayanlara namaz kılmasını, oruç tutmasını emretmemiştir.

Bunlar, Allahü teâlânın emirlerini almakla (kabûl etmekle) şereflenmemişlerdir. Namaz

kılmadığı, oruç tutmadığı için bunlara cezâ verilmez. Bunlar yalnız küfrün (îmânsızlığın)

cezâsı olan Cehennem'i hak etmişlerdir. (Abdülganî Nablüsî)

Cezâ suçun büyüklüğüne göre değişir. Suç küçük olur ve suçlu boynunu büküp yalvarırsa,

bu suç dünyâ dertleriyle affolunabilir. Fakat, suç büyük, ağır olur ve suçlu inatçı olup

saygısızlıkta bulunursa, bunun cezâsı âhirette sonsuz ve çok acı olmak lâzım gelir. (Ahmed

Fârûkî)

Gördüğünüz her musîbet ve felâket, kızgınlığın, zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır.

(Abdülhakîm Arvâsî)

Hâşâ zulmetmez kuluna Hüdâsı,

Herkesin çektiği kendi cezâsı.

(Muhammed Sıddîk bin Saîd)

CEZBE:

Çekme, çekilme. Allahü teâlânın sevdiği bir kulu kendisine çekmesi, yüksek derecelere

kavuşturması. Bu da nefsi terbiye ederek, Allahü teâlâyı çok anmakla olur.

Rahmân'ın cezbelerinden bir cezbe bütün insanların ve cinnîlerin sevâbları gibidir.

(Hadîs-i şerîf-Sülûk Risâlesi)

Tasavvuf yolu iki kısımdır:Cezbe ve sülûk. Sülûk uğraşarak ilerlemektir. Sülûk

tamamlandıkdan sonra cezbe lâzımdır. Sülûk olmadan maksada kavuşulamaz. (İmâm-ı

Rabbânî)

Cezbe, Allahü teâlânın ismini çok anmakla, sülûk, Lâ ilâhe illallâh sözünü çok

söylemekle hâsıl olur. (İmâm-ı Rabbânî)

Cezbenin sülûktan önce olması için sevilmiş olmak lâzımdır. İstenmedikçe çekilmek

olmaz. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. (İmâm-ı Rabbânî)

Sülûk (tasavvuf yoluna girip ilerleme) yapmadan hâsıl olan cezbe noksan ve bozuk olur.

(Behâüddîn-i Buhârî)

CİBRÎL:

Peygamberlere vahy getirmekle vazîfeli melek Cebrâil de denir. (Bkz. Cebrâil)

CİDÂL:

Kavga, çekişme, münâkaşa.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Hacda kadına yaklaşmak, günâh işlemek ve (hizmetçileri, arkadaşları ve başkaları ile)

cidâl yoktur. (Bekara sûresi: 197)

Başka hiç bir kusurun olmasa bile, kusur olarak cidâl sana yeter. (Ebü'd-Derdâ)

Hikmet (ilim) sâhiplerinden biri; "Yumuşak, tatlı söz, insanda gizlenmiş kin kirini

temizler" demiştir. Cidâl ve inâd ise, bunların zıddıdır. Cidâl ve inâd sebebiyle söylenilen

kaba ve çirkin sözler, kalbi kırar, geçimi zorlaştırır, kızmaya sebeb olur, göğsü daraltır.

(İmâm-ı Gazâlî)

CİHÂD:

İnsanların, İslâmiyeti işitmeleri, müslüman olmakla şereflenmeleri veya müslümanların

dînine, vatanına ve nâmusuna saldıran düşmanı defetmek için yapılan muhârebe yâhut mal,

can, söz, neşriyat ve diğer vâsıtalarla İslâmiyeti anlatmak ve müdâfa etmek. (Bkz. Gazâ)

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Mallarını, canlarını fedâ ederek din düşmanları ile Allah rızâsı için cihâd eden

müslümanlar, oturup, ibâdet edenlerden daha üstündür. Hepsine de, Cennet'i söz

veriyorum. (Nisâ sûresi: 95)

Allah yolunda cihâd eden kimselerin hâli, gündüzleri oruçlu olup, gecelerini ibâdetle

geçiren, Allahü teâlânın âyetlerine itâat eden, namaz ve oruçtan dolayı hiç bir gevşeklik

hissetmeyen kimsenin hâli gibidir ki, yine Allah yolunda cihâd eden üstündür. (Hadîs-i

şerîf-Tergîb-ül-İbâd)

Cihâddan maksad, İslâm dînini yüceltmek ve din düşmanlarını zelîl etmektir. Cihâdda

gâzî ve şehîdler için bildirilen sevâblar, niyet iyi ve hâlis oluncadır. (İmâm-ı Rabbânî)

Cihâd üç türlü yapılır: Birincisi beden ile yâni her türlü harb vâsıtası ile yapmaktır.

İkincisi, her türlü neşriyât (basın ve yayın) vâsıtaları ile İslâmiyet'i insanlara yaymak ve

duyurmaktır. Bu cihâdı İslâm âlimleri yapar. Üçüncüsü ise, duâ ile yapılan cihâddır. Bütün

müslümanların bu cihâdı yapmaları farz-ı ayndır. (Muhammed Hâdimî, Birgivî)

Cihâd-ı Ekber:

Büyük cihâd. Nefsin, insan tabiatının, bedeninin kötü isteklerini yerine getirmemek için

yapılan mücâdele.

Küçük cihâddan cihâd-ı ekbere döndük. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât)

CİLBÂB:

Uzun ve geniş örtü, manto. Çoğulu Celâbîb'dir.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Ey sevgili Peygamberim! Zevcelerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına

cilbâblarını üstlerine giymelerini söyle... (Ahzâb sûresi: 59)

Haramdan olan cilbâb giyenin namazı kabûl olmaz (borçtan kurtulur, fakat sevâb

verilmez). (Hadîs-i şerîf-Kitâbul Fıkh alel Mezâhib-il-Erbea)

Hayâ Cilbâbını Çıkarmak: Açıkça günâh işlemek.

Hayâ cilbâbını çıkaran kimse hakkında konuşmak gıybet olmaz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

CİMRİLİK:

Dînin ve vicdânın, mürüvvetin (insanlığın) vermeyi emrettiği yerde vermemek. Vermek

kendisine zor gelmek. Bahillik, pintilik.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Allahü teâlânın ihsân ettiği malda cimrilik edenler, onun zekâtını vermiyenler, iyilik

ettiklerini zengin kalacaklarını mı sanıyor. Halbuki kendilerine kötülük yapmış oluyorlar.

O malları Cehennemde azâb âleti olacak yılan şeklinde boyunlarına sarılıp, baştan ayağa

kadar onları sokacaktır. (Âl-i İmrân sûresi: 180)

Cimrilikten sakınınız. Çünkü cimrilik, sizden öncekilerin helâkına sebeb oldu. (Hadîs-i

şerîf-Tebyîn-ül-Mehârîm)

Cimri olanlar, her ne kadar zâhid (dünyâya rağbet etmiyor) olsalar da, Cennet'e

giremezler. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)

İki huy mü'minde bir araya gelmez: Cimrilik ve kötü ahlâk. (Hadîs-i

şerîf-Hilyet-ül-evliyâ)

Dînin borç ettiğini vermeyenler daha çok cimridir. Zekâtı vermeyen, çoluk çocuğunun

nafakasını (geçimini) te'min etmeyenler veya bunları yük sayarak yapanlar böyledir. Bunlar

tabiatlarında cimridirler. Zoraki cömerd olmağa çalışırlar veya mallarının döküntüsünü yâhut

istemiyerek orta derecede vermek isterler. Yiyeceği çok olduğu halde, aç komşusuna

vermemek, önünde yemek varken uzaktan bir fakirin geldiğini görüp, yemeği saklamak,

mürüvvete aykırı olup, cimriliktir. (İmâm-ı Gazâlî)

Cimriliğin altında; mal sevgisi, uzun emel ve çoluk-çocuk sevgisi yatmaktadır. (Bâhilî)

Âlimlerden bâzıları cimriyi ipekböceğine benzetmişlerdir. Bu böcek gâyet kısa olan

hayâtında nefsini korumak için bütün çabasını harcıyarak bir koza yapar. Sonunda yaptığı

kozanın içinde ölür de o kozadan başkaları faydalanırlar. (Ahmed Rıfat)

CİN:

Ateşin alev kısmından yaratılan, her şekle girebilen; evlenme, yeme-içme, çoğalmaları

bulunan ve gözle görülmeyen varlıklar. Fârisî dilinde cine peri denir.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Cinleri ve insanları ancak beni bilip ibâdet etmeleri için yarattım. (Zâriyât sûresi: 56)

Ey Habîbim! Onlara de ki: "Cinlerden bir grubun Kur'ân-ı kerîm dinlediği bana

bildirildi. Onlar şöyle demişlerdi." Muhakkak ki biz doğru yola götüren, akıllara

durgunluk ve hayranlık veren bir Kur'ân(-ı kerîm) dinledik. O'na inandık. Rabbimize hiç

bir şeyi ortak koşmayacağız. (Cin sûresi: 1,2)

Cinler çeşitli şekillere girip şaşılacak işler yaparlar. Bunlar tenâsüh (rûhun başka bedene

geçmesi) değildir. Cinler insanlar gibi Peygamber efendimizin getirdiği İslâm dînine uymakla

mükelleftir. (İmâm-ı Rabbânî)

Cinlerin insanlara zarar verdikleri, yardım ettikleri, insanların isteklerini yerine

getirdikleri, çeşitli zamanlarda bir çok müslüman ve kâfir tarafından görülmüş ve haber

verilmiştir. İbn-i Sinâ, Kânun adlı kitabında Sar'a hastalığını anlatırken, cinden bahs

etmektedir. Diyor ki: "Hastalıklara bir çok maddeler (mikroblar) sebeb olduğu gibi, cinnin

hâsıl ettiği hastalıklar da vardır ve meşhûrdur." (Abdülhakîm Arvâsî)

Cin hakkında bilgi, her peygamberin kitabında vardır. Süleymân aleyhisselâmın emri ile iş

görürlerdi. İnsanların yanlarında bulunan Muhâfaza melekleri insanı cinden koruduğu gibi,

âyet-i kerîme ve duâ okuyup Allahü teâlâya sığınanlara da birşey yapamazlar. (Abdülhakîm

Arvâsî)

CİNNET:

Delilik, aklın baştan gitmesi. (Bkz. Cünûn)

CİNS:

Fıkıhta; çeşit, tür, kullanıldıkları yerler arasında çok fark bulunmayan şeylere ortak olarak

verilen isim.

Deve hayvan sınıfının bir cinsidir. Tüylü deve, bu cinsten bir nevidir. Aslı, kaynağı başka

olan veya kullanıldığı yer çok farklı olan yâhut başka isim alacak kadar değiştirilmiş bir mal

başka cinsten olur. Sığır eti, koyun eti ile, keçi kılı koyun yünü ile ve ekmek, un ile başka

cinstendir. Keçi eti veya sütü ise, koyun eti veya sütü ile bir cinstendir. (İbn-i Âbidîn)

Kile (ölçek) ile satılan bir şey, kendi cinsine meselâ buğday buğdaya peşin satılırken,

birinin hacmi fazla olursa fâiz olur. (Ömer Nesefî)

Tartarak satılan bir şey, kendi cinsine (meselâ beşi bir yerde denilen bir büyük altını, altın

liralar karşılığında) peşin satılırken, verilen ile alınanın ağırlığı müsâvî (eşit) olmazsa fâiz

olur. (İbrâhim Halebî)

CİRCÎS (Aleyhisselâm):

Îsâ aleyhisselâmdan sonra gönderildiği rivâyet edilen peygamber veya velî. Şam diyârında

ve Filistin'de yaşadı. Îsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini insanlara bildirdi.

Circîs aleyhisselâm, ticâretle uğraşır, her sene zekâtını verir, bütün kazancını fakir

mü'minlere sadaka olarak dağıtırdı. Musul civârında yaşayan Dâdı Veyh veya Dâdıyan adında

bir kralı putlara tapmaktan vaz geçirmek için Allahü teâlâya inanmaya dâvet etti. Circîs

aleyhisselâmın dâvetini kabûl etmeyen kral, ona çok işkence ve eziyet ettirdi. Ağaçtan direk

diktirip Circîs aleyhisselâmı bağlattı, soyup vücûdunu demir taraklarla tarayıp lime lime

parçalattı. Sirke ve tuz getirip, iplik gibi baştan başa dilinmiş vücuduna döktürdü. Büyük bir

demiri ateşte kızdırıp Circîs aleyhisselâmın başı üzerine koydu. Kızarmış demir beynini

kaynattı ve beyni yüzüne aktı. Allahü teâlâ ona acı hissettirmedi ve eski hâline çevirip

korudu. Kral, büyük bir kazanın altına ateş yaktırıp, içinde bakır erittirdi. Circîs aleyhisselâmı

kazanın içine attırdı. Allahü teâlâ Circîs aleyhisselâmı bu işkenceden de korudu. Kral, Circîs

aleyhisselâmın el ve ayaklarından çivileterek zindana attırdı. Allahü teâlânın yardımıyla

zindandan da kurtulan Circîs aleyhisselâmı, ağacı ikiye yarıp arasına sıkıştırttı. En sonunda

zâlim kral ve avânesi Circîs aleyhisselâmı şehîd ettiler. (Taberî, İbn-i Esîr)

CİSM:

1. Boşlukta yer kaplayan şekil almış veya başka bir şekle giren madde.

Bu dünyâda her cisim kendine mahsus sıfatları, özellikleri ile tanınmaktadır. Her cism,

birer elementler ve bileşikler yığınıdır. Elementler, bileşikten bileşiğe geçerek yer

değiştirmekte, her cismin terkîbi bozularak, sıfatları yok olmakta, başka sıfatlı başka cisim

hâline dönmektedir. Bu devamlı değişmelerde, madde yok olmuyor ise de, cisimler zamanla

değişmekte, yok olup başka cisimler meydana gelmektedir. (Seyyid Şerîf)

Cisimlerin, maddelerin durmadan değişmeleri, birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz olarak

gelmiş değildir. Yâni böyle gelmiş, böyle gider denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı

vardır. Değişmelerin başlangıcı vardır demek, maddelerin var oluşlarının başlangıcı vardır

demektir. Yâni hiçbir şey yok iken, hepsi yoktan yaratılmıştır demektir. (Ahmed Âsım Efendi)

2. Beden, vücûd.

Dünyâ lezzetleri ve elemleri iki türlüdür. Birincisi cismin, ikincisi rûhun lezzetleri ve

acılarıdır. Cisme lezzet veren her şey rûha elem verir. Cismi inciten herşey, rûha tatlı gelir.

Görülüyor ki, rûh ile cesed birbirinin zıddı, aksidir. (İmâm-ı Rabbânî)

CİZYE:

İslâm devletinde zımmî denilen gayr-i müslim vatandaştan, can ve mal güvenliklerinin

korunmasına karşılık seneden seneye alınan vergi. Buna harâc-ur-ruûs (baş vergisi) de denir.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:

Kendilerine kitab verilenlerden Allahü teâlâya ve âhiret gününe inanmayan, Allahü

teâlânın ve Resûlünün haram (yasak) ettiği şeyleri haram tanımayan, hak olan İslâm

dînini kabûl etmeyen kimselerle; zelîl, hakîr ve kendi elleriyle cizyelerini verinceye kadar

muhârebe edin. (Tevbe sûresi: 29)

Müşrikler (putperest) den olan düşmanınıza rastladığınız zaman onları şu üç şeye dâvet

ediniz: İslâmiyet'e dâvet edin. Kabûl ederlerse onları öldürmeyin. Kabûl etmezlerse, cizye

vermelerini isteyin. Kabûl ederlerse öldürmeyin. Kabûl etmezlerse, Allahü teâlânın

yardımına sığının ve onları öldürün. (Hadîs-i şerîf-Fedâil-ül-Cihâd)

Kâfirlerden cizye alınmasını emretmekten maksat, onları sıkıştırmak, aşağı tutmaktır. O

kadar aşağı düşerler ki, cizye vermemek için kıymetli elbise giymezler. Süslü eşyâ

kullanamazlar. Çok vergi vermemek için, korkarlar ve titrerler. Allahü teâlâ, kâfirlerin

düşkün olup horlanmaları için cizye vermelerini emretti. Böylece onların aşağı,

müslümanların da üstün, izzetli ve şerefli olmalarını sağladı. (İmâm-ı Rabbânî)

CÖMERDLİK:

Dînin, vicdânın ve mürüvvetin (insanlığın) vermeyi emrettiği yerde vermek kendisine zor

gelmemek.

Cömerdlik, Cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Dalları dünyâya uzanmıştır. Kim ondan

bir dal tutarsa, o dal onu Cennet'e çeker. (Hadîs-i şerîf-Et-Tarîk-üs-Sâlim)

Cömerdin yemeği şifâ, cimrininki hastalıktır. (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî)

Cömertlik bütün ayıpları örter. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)

Peygamber efendimiz insanların en cömerdi idi. Bir şey istenip de, yok dediği

görülmemiştir. İstenilen şey varsa verir, yoksa cevap vermezdi. O kadar iyilikleri, o kadar

ihsânları vardı ki, Rum imparatorları, İran şahları o kadar ihsân yapamazlardı. Fakat kendisi

sıkıntı içinde yaşamayı severdi... (Muhammed Rebhâmî)

Cömerdlik, isrâf ile cimrilik arasında orta bir durumdur. Âzâlarla vermek kâfi değildir.

Ayrıca kalbin de verme işinden râzı olması, buna karşı çıkmaması lâzımdır. (Yûsuf

Sinânüddîn)

Bir kimsenin Allahü teâlâya muhabbetinin (sevgisinin) gerçek olup olmadığının alâmeti,

kendisinde deniz misâli cömerdlik, güneş misâli şefkat, toprak gibi tevâzu (alçak gönüllülük)

olmasıdır. (Bâyezîd-i Bistâmî)

CÛD:

Cömerdlik, eli açık olmak. (Bkz. Cömerdlik)

CÛKÎ:

Hindistan'da yayılan ve bozuk bir yol olan Brahmanizmin, cûk denilen dört rûhânî

sınıfından birine mensûb olan kimse. Hind kâfirlerinin dervişlerine verilen ad.

İslâmiyet'e uygun olmayan riyâzet (nefsin isteklerini yapmamak) ve mücâhedeler (nefsin

istemediklerini yapmak) nefsin isteklerini artırır. Onu azdırır. Hindistan'daki Brehmen

papazları ve Cûkî ismindeki sihirbazlar riyâzet ve mücâhedede çok ileri gitmiş, fakat hiç

faydası olmamıştır. Hattâ nefislerinin kuvvetlenmesine, azmasına sebeb olmuştur. (İmâm-ı

Rabbânî)

CUM'A (Cumâ):

Müslümanlara mahsûs mübârek, kıymetli bir gün.

Cumartesi günleri yahûdîlere, Pazar günleri hıristiyanlara verildiği gibi, Cumâ günü,

müslümanlara verildi. Bugün, müslümanlara hayır, bereket, iyilik vardır. (Hadîs-i

şerîf-Rıyâdün-Nâsihîn)

Güneş, Cumâ gününden daha iyi bir gün üzerine doğmaz. Âdem (aleyhisselâm) Cumâ

günü yaratıldı. Cumâ günü Cennet'e girdi. Cumâ günü Cennet'ten çıktı. Kıyâmet Cumâ

günü kopar. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)

Cumâ günü gusl edip, namaz için câmiye gidip nâfile namaz kılan ve imâm hutbeden

ininceye kadar sessizce oturup, sonra imâmla berâber Cumâ namazını kılanın, bir hafta

sonraki Cumâya üç gün daha ekleyerek olan gün miktârı işlediği günâhları af ve mağfiret

olunur. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)

Cumâ günü gusül abdesti alınız. Her akşam abdestli olarak yatınız! Her hâlinizde Allahü

teâlâyı hatırlayınız, anınız. (Ebû Ali Dekkâk)

Cumâ günleri duânın kabûl olunacağı bir zaman vardır. Bu zaman, hutbe ile, Cumâ

namazı içindedir diyenler çoktur. Hutbe dinlerken duâ kalbden olur. Ses çıkarmak câiz

değildir. Bu zaman, her şehir için başkadır. Cumâ günü, gecesinden daha kıymetlidir.

Gecesinde veya gündüzünde Kehf sûresini okumak çok sevâbdır. (Senâullah Pâni-pütî)

Cum'â Gecesi:

Perşembe'yi Cumâ'ya bağlayan gece.

Allahü teâlâ Cumâ gecesinde bütün müslümanları mağfiret eder, günahlarını bağışlar.

(Hadîs-i şerîf-Ebû Ya'lâ)

Cumâ gecesi ve günü bana çok salevât okuyunuz. (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)

Cumâ gecesi, Cumâ gününe tâbidir. (Abdülkâdir-i Geylânî)

Cum'â Hutbesi:

Cumânın ilk dört rek'atlik sünnetten sonra ve iki rek'atlik farzdan önce, imam tarafından

cemâat huzurunda minberden Arabça olarak okunan hutbe.

Cumâ hutbesi okunurken, bir kimsenin başka bir kimseye, sus yâhut iyi dinle demesi

lüzumsuzdur. (İbn-i Âbidîn)

Hatîbin, Cumâ hutbesinde emr-i ma'rûftan, dînin emirlerinden başka şeyleri, Arapça bile

söylemesi harama yakın mekrûhtur. İmam efendi, içinden E'ûzü okuyup, sonra yüksek sesle,

hamd ve senâ ve kelime-i şehâdet, salât ü selâm okur. Sonra vâz eder, yâni sevâba ve azâba

sebeb olan şeyleri hatırlatır ve âyet-i kerîme okur. Sonra oturur. Kalktığında, ikinci hutbede

vâz yerine, mü'minlere duâ eder. Dört halîfenin isimlerini söylemesi lâzımdır, müstehâbdır.

Hutbeye dünyâ sözü karıştırmak haramdır. Namaz kılarken yapması haram olan şeyler, hutbe

dinlerken de haramdır. (Abdülhayy Lüknevî)

Cumâ hutbesini Arapça'dan başka dil ile okumak, namaza dururken, başka dil ile iftitâh

tekbîri almak gibidir. Bu ise, namazdaki diğer zikirler ve duâlar gibidir. Namaz içindeki

zikirleri ve duâyı Arapça'dan başka dil ile söylemek ise tahrîmen (harama yakın) mekrûhtur.

Hazret-i Ömer yasak etmiştir. (Abdülhayy Lüknevî, İbn-i Âbidîn)

Cum'â Namazı:

Cumâ günü öğle vaktinde câmilerde hutbeden sonra, cemâatle kılınan iki rek'atlik farz

namaz.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

Ey îmân etmekle şereflenen kullarım! Cumâ günü, öğle ezânı okunduğu zaman, hutbe

dinlemek ve Cumâ namazı kılmak için câmiye koşunuz. Alış-verişi bırakınız! Cumâ

namazı ve hutbe size, başka işlerinizden daha faydalıdır. Cumâ namazını kıldıktan sonra,

câmiden çıkar, dünyâ işlerinizi yapmak için dağılabilirsiniz. Allahü teâlâdan rızık

bekleyerek çalışırsınız. Allahü teâlâyı çok hatırlayınız ki, kurtulabilesiniz. (Cum'a sûresi:

9-10)

Bir kimse, mâni yok iken, üç Cumâ namazı kılmazsa, Allahü teâlâ, kalbini mühürler.

Yâni iyilik yapmaz olur. (Hadîs-i şerîf-Mesâbih)

Cumâ namazından sonra yedi defâ İhlâs ve (yedi) Mu'avvizeteyn (Felak ve Nâs

sûrelerini) okuyanı Allahü teâlâ, bir hafta kazâdan, belâdan ve kötü işlerden korur.

(Hadîs-i şerîf-İbn-i Sünnî)

Cumâ namazı için gusül abdesti almak, güzel koku sürünmek, yeni ve temiz giyinmek,

saç, tırnak kesmek, câmide buhur (koku) yakmak, câmiye erken gelmek sünnettir. (İbn-i

Âbidîn)

Cum'â Sûresi:

Kur'ân-ı kerîmin altmış ikinci sûresi.

Cumâ sûresi, Medîne-i münevverede nâzil olmuştur (inmiştir). On bir âyettir. Cumâ

namazının farz oluşunu bildirdiği için, dokuzuncu âyet-i kerîmede geçen Cumâ kelimesi

sûreye isim olmuştur.Cumâ sûresinde; bütün varlıkların Allahü teâlânın yüceliğini,

büyüklüğünü anıp durdukları, Peygamber efendimizin Allahü teâlânın emir ve yasaklarını

ümmetine öğrettiği, Cumâ ezânı okununca, müslümanların ticâretlerini bırakıp namaza

gitmeleri, namazdan sonra dağılıp meşrû (günâh olmayan) işleri ile meşgûl olmaları

istenmekte, Allahü teâlâyı çokça anmaları tavsiye edilmektedir. (Râzî, Alâüddîn Hâzin)

Cumâ sûresinde meâlen buyruldu ki:

De ki: Sizin kendisinden kaçmakta olduğunuz ölüm muhakkak sizi bulacaktır. Sonra

da gizliyi ve âşikârı bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O, size bütün yaptıklarınızı haber

verecektir. (Âyet: 8)

CÜBN:

Korkaklık.

Cübn, kötü huydur. (Muhammed Hâdimî)

Cübn sâhibi olan kimse, zevcesine ve akrabâsına karşı gayretsizlik ve hamiyetsizlik

gösterir. Onları koruyamaz. Zillete ve zulme boyun eğer. Harâm işleyeni görünce susar.

Başkalarının malına göz diker. İşinde sebât etmez. Verilen vazîfenin ehemmiyetini anlamaz.

(Muhammed Hâdimî)

CÜHÛD:

Yahûdî.

Bir kimse kendi isteğiyle; filân şey, filân kimsededir, yâhut yoktur, kâfir olayım, cühûd

olayım, diye yemîn etse; o şey, o kimsede olsun veya olmasın, o kimsenin îmânı gider.

Îmânını ve nikâhını tecdîd etmesi (yenilemesi) lâzımdır. (Muhammed Hâdimî)

CÜNÛN:

Delilik.

Âhireti verip dünyâyı almak. Hak'tan halka yüz çevirmek. Cünûn ve sefâhettir. (İmâm-ı

Rabbânî)

Cünûn hâlindeki kimse yirmi dört saatte ayılamazsa iyi olunca namazlarını kazâ etmez.

(İbrâhim Halebî)

Cünûn hâlindeki kimsenin namaz kılmaması için altı namaz vakti, oruç tutmaması için bir

gece ve gündüz, zekât vermemesi için bir yıl aralıksız o halde olması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

CÜNÜB:

Gusletmesi (boy abdesti alması) gereken kimse. (Bkz. Gusl)

Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:

Eğer, cünüb iseniz (yıkanmak, gusül abdesti almak sûretiyle) temizleniniz... (Mâide

sûresi: 6)

Kirlenince çabuk gusül abdesti alın! Çünkü Kirâmen kâtibîn melekleri cünüb gezen

kimseden incinir. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)

Resim, köpek ve cünüb kimse bulunan eve rahmet melekleri girmez. (Hadîs-i

şerîf-Müslim, Zevâcir)

Namaz kılan ve kılmayan herkes, bir namaz vaktini cünüb geçirirse, çok acı azâb

görecektir. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)

Cünüb ve hayızlı iken câmiye girmek, hattâ câmi içinden geçmek, Kur'ân-ı kerîm

okumak, dokunmak ve tutmak, Kâbe-i muazzamayı tavâf etmek haramdır. (Hadîs-i

şerîf-İbn-i Âbidîn)

Bir kimse cünüb olsa, gusül abdesti almadan bir namaz vakti geçse, o kimseye ateşten

gömlek giydirilecektir. (İmâm-ı Gazâlî)

Cünüb olan her kadın ve erkeğin ve hayız ve nifâstan kurtulan kadınların, namaz vaktinin

sonunda o namazı kılacak kadar zaman kalınca, gusül abdesti alması farzdır. (İbn-i Âbidîn)

CÜRM:

Suç, günah, kabahat. (Bkz. Mücrim)

İnsanlar arasında benden üstün olanlara hürmet eder, haklarına riâyet ederim. Benden

aşağı olanların sözlerine aldırış etmez, onlardan sakınırım. Emsâllerimin kusurlarını bağışlar,

olgunluk ve anlayış gösteririm. Çünkü yumuşaklık fazîlettir, üstünlüktür. Cürm sâhibi

olanların ise cürmleri aleyhimde çoğalsa bile, onlara katlanmayı, aldırış etmemeyi kendime

bir vazîfe bilirim. (Muhammed el-Verrak)

Rahmetin mücrimedir, kusûrum pek çok benim

Edemem cürmüm inkâr, hâlim mâlûmun senin

Yüz karası ile geldim sürüyerek zincirim

Rahmetini umarım yoksa da istidâdım

Sana güçlük mü var? Ey keremi bol Allahım!

(M.Sıddık Gümüş)

CÜZ':

1- Bir bütünü meydana getiren parçalardan her biri.

Her cüz aslına gider. (Celâleddin Rûmî)

2- Kur'ân-ı kerîmin yirmi sayfalık bölümlerinden her biri.

Meyyit için, çeşitli kimselerin, sessiz olarak çeşitli cüz'ler okuyup, Kur'ân-ı kerîmi hatim

etmeleri ve herbirinin okuduğunun sevâbını ölünün rûhuna göndermeleri veya birinin hepsi

için hediye etmesi, yâni hatîm duâsını yapması, okuyanların da âmin demeleri câiz ve çok

faydalı olur. (Abdullah-ı Rûmî)

Cüz-ün Lâyetecezzâ:

Maddenin yapı özelliğini taşıyan en küçük parçası, atom, zerre.