İnsanın Önemi Ve Değeri
Gönderen Kadir Hatipoglu - Ocak 15 2015 03:00:00

Düşünürün birisi, bir gün elinde fenerle gündüz vakti caddede yürürken dikkatli dikkatli yere bakarak bir şeyler arıyormuş. Gündüz vakti elinde fener ile yolda bir şeyler aramasına ve garip davranışlarına bir anlam veremeyen insanlar ona “Ne yapıyorsun” diye sormuşlar. Düşünür, cevap verir: “Adam arıyorum, adam!” der. Onun aradığı adamları bulup bulamadığını bilemiyoruz. Ancak her gün binlerce insanın gelip geçtiği sokaklarda bugünde adam gibi adamlar bulmaya hasretiz.

            Yaşadığımız dünyada birileri kendisini büyük ve önemli insan olarak görürken; başka bazı insanlarda küçük insan olarak değerlendirilebilmektedir. Büyüklüğün küçüklüğün ölçüsü nedir? İnsanlar neye göre büyük veya küçük adam olurlar?

            Büyüklük fiziki kuvvet ile mi?

            Büyüklük mal, mülk, servet ile mi?

            Büyüklük makam, mevki koltuk ile mi?

            Büyüklük yoksa şan, şöhret ile mi?

Küçük bir sivrisinek, ilâhlık dava eden Nemrud’un kafasını taşlara duvarlara çarpa çarpa öldürdü…

            Gözle göremediğimiz mikroplar, nice dev pehlivanları bir daha kalkmamak üzere yere serdi…

            Karınca, Firavunun sarayını başına yıktı…

            Kuşlar Kabeyi yıkmaya gelen o günün dev ordularına sahip Ebreheyi ve ordusunu yerle bir etti.

 Nice zenginler, servet sahipleri, bu gün toprağın altında garip garip çürümekte, servetleri onları ölümden ve çürümekten koruyamadı…

Nice şan Şöhret sahibinin bu gün ismi bile bilinmiyor, adı anılmıyor, mum gibi yanıp, eriyip, sönüp gittiler.

Öyle ise büyüklüğün ölçüsü nedir? Büyük insan kimdir? Küçük olan kim? İnsanların kıymetinin değerinin kaynağı nedir, nereden ve nasıl değer kazanırlar, kıymet alırlar? İnsanların kıymetinin kaynağını bilebilmek için önce insanı tanımlamak gerekmez mi?

 Nedir insan?

 Bazılarının söylediği gibi insan konuşan sosyal bir hayvan mı?

Eğer insan olmanın şartı canlı olmak, konuşmak ve sosyal olmak ise, her hayvan kendi lisanı ile konuşmakta ve anlaşmaktadır. İneğin, koyunun, merkebin, böceğin konuşmadığını kim söyleyebilir. Biz anlamıyoruz diye, konuşmadıklarını nasıl iddia edebiliriz? Karıncaların ve arıların arasındaki sistem, insanların karma karışık, sıkıntılarla, krizlerle, sorunlar ve çıkmazlarla dolu toplumsal düzenlerinden daha ahenkli işlemiyor mu? Eğer insan sadece konuşan sosyal bir hayvan ise böyle bir insan pek çok hayvandan daha aşağı bir hayat mertebesindedir. İnsan hayat sahibi, canlı bir varlıktır.

Peki nedir hayatın gayesi? Yemek, içmek, giyinmek, barınmak ve hayatını sürdürebilmek için mücadele etmek mi? Eğer insan hayatının gayesi bunlar ise; pek çok hayvan insanlardan daha iyi besleniyor, insanlardan daha iyi giyiniyor, insanlara göre daha konforlu ortamlarda barınıyor… Havyalarında kendilerince cinsel hayatları var. Eğer insan hayatının gayesi sadece daha iyi yemek içmek, daha iyi giyinmek, daha konforlu ortamda barınmak, ve cinsellik yani dünya pastasından dünyevi zevk ve lezzetlerden daha fazla pay almak olarak kabul edilirse; insanlar, hayvanlardan daha aşağı kalır ve asla hayvanlara yetişemezler. Zira hayvanlarda ne geçmiş zamanın elemi, kederi nede gelecek zamanın endişesi vardır. Sitresden, sıkıntıdan uzak, hazır anın lezzeti ile rahat bir hayat yaşarlar. İnsan bu cihetten hayvanlara yetişemez ve hayvanlardan daha aşağıda kalır.

Öyle ise insan hayatının çok daha önemli gayeleri olmalı ve insanı değerli kılan daha önemli kıstaslar olmalı. Mevlana Hazretleri, “insanın değeri aradığı şeye göredir.” Dermiş. İnsan neyin peşinde, hayattan beklentileri nedir, bu dünya hayatını yaşamakla elde etmeyi umduğu fayda veya ulaşmak istediği hedef nedir? İşte insanı değerli veya değersiz kılan hususlar, bu sorulara verdiği cevaplara ve o cevaplara göre şekillenen hayata bakış açısı ve yaşadığı hayat tarzıdır.[1]

Değerli kardeşlerim;

İnsan, ucu bucağı bilinmeyen varlık âlemi içinde, eşsiz bir konuma sahiptir. Ruhuyla, cesediyle Allah’ın en antika bir san’at eseridir. Kur’ân-ı Kerim, insanın bu özellikteki yaratılışını “Ahsen-i takvim”  ile ifade eder.

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ

“Biz elbette insanı en güzel biçimde yarattık.”[2]

En güzel konumda yaratılan insan, arzın halifesidir.

وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَئِكَةِ اِنِّى جَاعِلٌ فىِ اْلاَرْضِ خَلِيفَةً ‏ 

“Bir zamanlar Rabbin meleklere: Bakın ben yeryüzünde benim hükümlerimi uygulayacak bir halife, bir temsilci yaratacağım dedi.”[3]

 Yani, içinde yaşadığımız şu dünya sarayının halifesi, sultanı insandır.

İnsanın Allah’ın halifesi olarak yaratılmış olması insana verilen değeri göstermektedir. Ancak bu değer, insanın kendiliğinden kazandığı değer değildir. İnsan halife sıfatını ve yaratıkların en üstün ve şereflisi olma niteliğini Allah’a kul olmasıyla kazanmıştır.[4]

İnsan, akıl, ilim ve iradeyle beden ve ruhtan ibaret olan bir varlık olduğu için bu yaratılışın bir gayesi olması dâ doğaldır. İnsan bedenî olarak maddî tarafını, rûhî yönüyle de maneviyatını eşit tutacak bir yaşantı içerisinde hayatını sürdürmek zorundadır. Ve insanın hayat mücadelesi ancak yaratılış gayesi ile paralel olduğu sürece insan mutlu olabilir. Çünkü insan Allah'a kul olmak ve O'nun kanunlarını yeryüzünde yaşamak ve uygulamak üzere verdiği sözü yerine getirme sorumluluğuyla yaratılmıştır.

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ

"Cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[5]  İbadetin anlamı doğrudan doğruya insan varlığının gayesini teşkil etmektedir. İbadet aynı zamanda insanın yapması gerekli olan bir görevdir. Dolayısıyla ibadet, belirli hareketlerden çok daha geniş ve şümûllüdür. Kesin olarak bilinmelidir ki ibadet derken bunun içeriği, hilâfet görevini de kapsar. İnsanın yeryüzünde tek hedefi Allah'a itaat ve ibadettir. Bundan başka amacı olmayan insanoğlu yaptığı ameller karşısında huzur ve güven hissedecektir. Bu sayede insanoğlu tek ilâh olan Allah'a yönelmiş demektir. Öyle ki, insanın bu amaçla yaptığı her çalışma bir karşılık, bir mükafat görecektir.

Allah'a ibadet, insanoğlunun şartları aşıp O'na yönelmesi ve O'nun kanunları çerçevesinde tavizsiz, engellemelere aldırmadan yalnız Allah'ın kulluğunun şuuruna ererek yapılabilir... Aksi halde bahşedilmiş sınırlı özgürlüklerle nefs, şeytan tuğyandan oluşan bir yaşamla ne Allah'ın kulluğunu ne de insan olduğumuzun şuuruna erebiliriz.

Ama bütün bunlara karşı Allah insanoğlunun cahil, aceleci, zalim, zora dayanamayan, nankör, gözü doymaz, şımarık birisi olduğunu Kur'an'da açıklamaktadır. Bu zâfiyetlerine karşılık insan Allah'ın kendisine verdiği irade sayesinde bütün bunlardan sıyrılarak Allah'ın rızasına ulaşabilir. Çünkü "İnsan sadece yaptığı ameller sayesinde Allah'ın rızasını kazanabilir." [6]

Kur'an, insanı yeryüzünde kula kul olmaktan çıkararak yalnızca Allah'a kul olmaya çağıran ve O'na ebedi saadet bağışlamak için Allah tarafından indirilmiş bir hayat kaynağıdır.

İslâm, insanın temel özelliğinin yaradılmış bir varlık olduğunu bildirir. İnsan kendiliğinden, tesadüfen veya sebeplerin birleşmesiyle varolan bir canlı değil, bilâkis Allah'ın yaratmış olduğu bir varlıktır. Böylece insandaki yaratılma özelliğini de ortadan kaldırmaktadır. O'nun ilâhlık veya kendiliğinden olma özelliğini de ortadan kaldırmaktadır. Çünkü Ezelî ve Ebedî olan sadece Allah'tır. Diğer canlı-cansız bütün her şey sonradan varedilmiştir. İnsanın yaradılışı O'nun gereksinimi olan bütün her şeyin yaradılmasından sonra gerçekleşmiştir. Böylece insan, yeryüzünde bulunan bütün yaradılmışların üzerine halife tayin edilmiştir.

Değerli Kardeşlerim

Bir devlet başkanı nereye gitse, basın mensupları onun peşindedirler. Ağzından çıkan her şeyi kaydederler. Onun gibi, yeryüzünde halife olarak gönderilen her insan, bu yüce rütbesinden dolayı      كِرَامًا كَاتِبِينَ   “Kirâmen kâtibin”[7] denilen meleklerce yakın takip altındadır. Bu melekler, o insanın her sözünü ve amelini kaydederler.

مَا يَلْفِظُ مِنْ قَوْلٍ اِلاَّ لَدَيْهِ رَقِيبٌ عَتِيدٌ

            “İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen, dediklerini zapt eden bir melek hazır bulunmasın”[8]

İnsan, Emanet-i Kübranın hâmilidir.

اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا اْلاِنْسَانُ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً

“Gerçek şu ki biz, akıl ve irade ile yerine getirilecek dini sorumluluk emanetini göklere, yere ve dağlara sunmuştuk; ama sorumluluğundan korktukları için, onu yüklenmeyi reddettiler. O emaneti insan üstlendi, zaten o, her zaman kendisine haksızlık etmeye yatkın bir yaratık olup, işlerin sonucu hususunda da, sağlam bilgiden yoksundur.”[9]

Vücut olarak zayıf ve ömrünün kısalığı sebebiyle fani olan insanın yüklendiği sorumluluk gerçekten büyüktür. Eğer bu sorumluluğun farkında olur ve kendisini Allah'a götüren ilmi öğrenirse Allah yolunda yürüyerek O'na ulaşır. Bu da Allah'la kendi arasındaki tüm engellerin kaldırılması ile mümkündür. Şüphesiz ki Allah insanın bu sorumluluğunu yerine getirebilmesi için âciz bırakmamış ve onu ilim, irade ve akılla destekleyerek yaratılmışların en üstünü kılmıştır. Zaten insanın sorumluluğu bahsedilen bu üç özellikten dolayıdır. Yoksa Allah insanı gücünün yetmeyeceği ve aklının almayacağını yüklememiştir.

Gökler, yer ve dağlar, o büyüklükleriyle beraber, Allah’ın emanetini taşıyabilecek kabiliyetten uzaktırlar. Onlar, ancak insan için birer tefekkür sayfası olabilirler. Şu hadis-i kudsi’de de, bu mânâyı te’yid eder:

 

“Ne gökler ne de yer beni içine alamadı. Fakat mü’min kulumun kalbine yerleştim.”[10]

İnsanın Kalbi Nazargâh-ı İlahidir.

Ne dağlar, ne sahralar güneşi kemaliyle gösterir. Fakat küçük bir ayna, net bir şekilde güneşi yansıtır. Mekândan münezzeh olan Allah’ın mü’min kulunun kalbine yerleşmesini bu misalle daha iyi anlayabiliriz. Demek ki, mü’minin kalbi Allah’ı bilebilecek hassas ve şeffaf bir aynadır. Kalb için “Nazargâh-ı İlahi” denilmesi de bu noktadandır.

إِنَّ اللّهَ َ يَنْظُرُ إِلَى صُوَرِكُمْ وَأَجْسَادِكُمْ، وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ وَأَعْمَالِكُمْ

“Allah sizin suretlerinize ve kalblarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar.”[11]

Cismen küçük olan insan, mânen bir âlemdir. Bu hakikat şöyle ifade edilir:

“İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır.”[12]

Âlemde ne varsa nümuneleri insanda vardır. Ruhu ruhlar âleminden, hafızası levh-i mahfuzdan, hayali âlem-i misalden haber verir. Elementleri kâinattaki elementlerdendir. Vücudundaki tüyler yeryüzündeki ağaçlardan; kemikler yeryüzündeki taş ve kayalardan; bedeninde cereyan eden kan; ve gözünden, kulağından, burnundan ve ağzından akan ayrı ayrı sular yeryüzündeki nehirlerden ve çeşmelerden, madeni sulardan izler taşır.[13]

İnsan, mahlukatın en şereflisidir.

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِى اَدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِى الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى كَثِيرٍ مِمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيلاً

“Andolsun ki, biz ademoğullarını üstün ve saygıdeğer kıldık. Karada ve denizde onların ulaşımını sağladık, tertemiz şeylerle onları rızıklandırdık ve yarattıklarımızın pek çoğundan da üstün ettik onları.”[14]

Ayetin ilk bölümünde  adem oğlunun  mükerrem kılındığını ilân ederken. Âyetin devamında, bu mükerremiyete nümune olmak üzere, insana verilen nimetlerden ikisine dikkat çekilir:

1. İnsanın karada ve denizde taşınması,
2. En güzel (tayyib) rızıklarla rızıklandırılması.

Evet, at ve deve gibi hayvanlar, insandan daha büyük olduğu halde, insana itaat etmektedirler. O büyük deve, küçük bir çocuğun bile önünde diz büküp, onu sırtına almaktadır. Ayrıca, insanlığa bir nimet olarak sunulan otomobil, tren gibi vasıtalar; kayık, gemi gibi deniz araçları âyetin işaret ettiği nimetlerdendir.

İnsanın “tayyib” yiyeceklerle rızıklandırılması hususu da, gerçekten çok düşündürücü bir olaydır. Yeşil ot veya sarı samanla gıdalanıp süt veren hayvanlar, insana süt gibi latif bir gıdayı takdim ediyorlar. Hattâ, canlarını sunmaktan kaçınmıyorlar. Gagasıyla yerden her türlü tanecikleri kursağına indiren tavuk, yumurta gibi lezzetli bir hediyeyi insana getiriyor. Balarısı, çiçekten çiçeğe dolaşıp, şifalı bir balı insana yediriyor...

İşte, bütün bu gibi durumlar, insanın ne kadar nazik ve nazenin bir varlık olduğunu gösterir. İnsanların Rabbi olan Allah, onlara çok iyi bakıyor, ikram ediyor. Halbuki insan, kendi zatında çok fakir bir varlık.

يَآاَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَآءُ اِلَى اللهِ وَاللهُ هُوَ الْغَنِىُّ الْحَمِيدُ

“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz, ama O hiç kimseye, hiçbir şeye muhtaç değildir ve O övülmeye çok layıktır.”[15]

Âyeti insanın bu yönüne dikkat çeker. Evet, isterse dünyanın en zengin kişisi olsun, herkes Allah’a muhtaçtır. Onun yaratmasına, Onun rızıklandırmasına, Onun ebediyet yurduna muhtaçtır.

Böyle fakir bir varlığın muhatab-ı İlahi olması ne büyük bir lütuftur. Bazı büyük makam sahipleri, alt derecedeki insanları muhatap almaktan kaçınırken, bütün âlemlerin Rabbi, insanı kendine “özel muhatap” seçmiştir. Kur’ân-ı Kerim'de, “Ey insan! Ey Âdemoğulları! Ey iman edenler!” şeklindeki seslenişler insana yapılmıştır.

Enes b. Malik Hazreti Peygamberin insanlara verdiği değeri şöyle anlatır:

 “Resulullah biriyle karşılaşıp konuşmaya başlayınca kişi yüzünü çevirmedikçe o kişiden yüzünü çevirmezdi. Biri ile karşılaşıp da elini tutunca adam elini bırakmadıkça elini çekmezdi. Ashabı ile otururken ayaklarını asla uzatmazdı.

İnsan ilişkilerinde muhataba değer vermenin büyük önemi vardır. Çünkü her insan çevresinde sevilen biri olduğunu bilmek ister. Hazreti Peygamber insanlarla konuşurken onların ruhlarına hitap eder ve onlarla iç içe yaşardı. İnsanlarla karşılaştığında selam verir, hal hatır sorar bir sorunları varsa yardımcı olmaya çalışırdı. Hazreti Peygamber öncelikle insana insan olduğu için değer verir ve bu konuda insanlar arasında ayırım yapmazdı.

Bir gün Resulullah sahabeden bir grupla otururken yakınlarından bir cenaze geçmiş ve Peygamberimiz (SAV) cenazeyi görünce ayağa kalkmıştı. Yanında bulunanlar onun bir Müslüman cenazesi olmadığını Yahudi cenazesi olduğunu söyleyerek ayağa kalkmanız gerekmezdi” demişlerdi. Onların bu sözü üzerine Hazreti Peygamber, “Müslüman değilse insan da mı değil? Cevabını vermiştir.

* Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:     "Kıyamet günü aziz ve celil olan Allah şöyle buyuracak:     "Ey ademoğlu! Ben hasta oldum beni ziyaret etmedin!" Kul diyecek:    "Ey Rabbim, Sen Rabbülâlemin iken ben seni nasıl ziyaret ederim?" Rab Teâla diyecek:     "Bilmedin mi, falan kulum hastalandı, fakat sen onu ziyaret etmedin, bilmiyor musun? Eğer onu etseydin, yanında beni bulacaktın!"     Rab Teâla diyecek:     "Ey ademoğlu ben senden yiyecek istedim ama sen beni doyurmadın?" Kul diyecek:     "Ey Rabbim, ben seni nasıl doyururum. Sen ki alemlerin Rabbisin?" Rab Teâla diyecek:     "Benim falan kulum senden yiyecek istedi. Sen onu doyurmadın. Bilmez misin ki, eğer sen ona yiyecek verseydin ben onu yanımda bulacaktım." Rab Teâla diyecek:     "Ey Ademoğlu! Ben senden su istedim bana su vermedin!" Kul diyecek:     "Ey Rabbim, ben sana nasıl su içirebilirim, sen ki Alemlerin Rabbisin!" Rab Teâla diyecek:     "Kulum falan senden su istedi. Sen ona su vermedin. Bilmiyor musun, eğer ona su vermiş olsaydın, bunu benim yanımda bulacaktın!" 

İnsan Muhteremdir;

Bir İnsan Öldüren Bütün İnsanlığı Öldürmüş Gibi Olur:

مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى الْاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَميعًا وَمَنْ اَحْيَاهَا فَكَاَنَّمَا اَحْيَا النَّاسَ جَميعًا

“..her kim bir şahsı, bir şahıs mukabilinde veya yerdeki bir fesattan dolayı olmaksızın öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur ve her kim de bir şahsın hayatını kurtarırsa sanki bütün insanları ihya etmiş gibi olur.”[16]

Merhamete ve Merhamet Etmeye Layıktır;

عن جرير رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: قالَ رسولُ اللّه: لاَ يَرْحَمُ اللّهُ مَنْ لاَ يَرْحَمُ النَّاسَ

    Hz. Cerîr (r.a) anlatıyor: "Resûlullah (a.s) buyurdular ki: "Allah, insanlara merhamet etmeyene rahmette bulunmaz."[17]

لَا يُؤْمِنُ أَحَدُكُمْ حَتَّى يُحِبَّ لِأَخِيهِ مَا يُحِبُّ لِنَفْسِهِ

"Sizden biriniz nefsi için sevdiğini mü'min kardeşi için de sevmedikçe gerçek mü'min olamaz."[18]

لَا تَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتَّى تُؤْمِنُوا وَلَا تُؤْمِنُوا حَتَّى تَحَابُّوا أَوَلَا أَدُلُّكُمْ عَلَى شَيْءٍ إِذَا فَعَلْتُمُوهُ تَحَابَبْتُمْ أَفْشُوا السَّلَامَ بَيْنَكُمْ

"Allah'a yemin ederim ki; sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçek iman etmiş olamazsınız. Yaptığınızda birbirinizi seveceğiniz bir şey öğreteyim mi? Aranızda selamı yayınız."[19]           

Şüphesiz hoşgörü, müsamaha ve yüksek ahlâk örnekleri İslâm Peygamberi’nin de hayatını süslemektedir

Kendisine ve yakınlarına karşı işlenmek istenen alçakça cinayetlerin faillerini affettiğine dair sahih haberler vardır. Meselâ, Bedir Savaşı’ndan sonra kendisini öldürmeye gelen Kureyş elçisini; Hayber’de kendisini zehirlemek isteyen bir Yahudi kadını ve Hicret esnasında, hamile olan büyük kızı Zeyneb’i; şiddetli bir şekilde iterek çocuğunu düşürmesine sebep olan bir başkasını affetmiştir. Masumiyeti Kur’ân’la tescillenen zevcesi Hz. Aişe hakkında iftirada bulunanları da bağışladığı bilinmektedir.

"Dünyada Allah'ın kullarına hoşgörülü davrananlara Allah'ın kıyamette görevli meleklerine hoşgörülü davranmalarını emredeceğini"[20] haber vermektedir.

Yaradılanı Hoşgör Yaradandan Ötürü (her şeye):

            Hoşgörü, bir insanın güzel/müsbet yanlarını öne çıkarmak ve ondan hareketle o insanda güzelliğin ve iyiliğin hakim olmasını sağlama yöntemidir

“Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü

  Yaratılanı hoş gördük / Yaratan’dan ötürü”[21]

Müslümanı Kötülükleriyle Anmak

Gıybet, su-i zan yasaklanmıştır.

Allah resulü kişinin  öldüğü zaman arkasından konuşmayı da men etmiştir.

وإذا مَاتَ صاحِبُكُمْ فدَعُوهُ

“Arkadaşınız öldüğü zaman (kusurlarını zikretmeyi) terk edin.”[22]

İşte Kur’ân’ın âyetleri ve hadisi şeriflerin  ışığında bakıldığında insanın mahiyeti bu tarzda iken, Kur’ân’ın nuruyla insana bakmayanlar, bu mahiyeti görememişlerdir. Kimi onu bir madde yığını sanmış, kimi maymunun bir üstünde yer alan bir hayvan kabul etmiş, kimi onu “ekonomik bir canlı” şeklinde değerlendirmiş...[23]

       


[1] Hatice EFE / Beşinci Mevsim Dergisi – Haziran 2008 – Sayı: 10

[2] Tin, 95/4.

[3]Bakara, 2/30.

[4] EL Mafrey, s.17

[5] ez-Zâriyât, 51/56

[6] Muvatta, Vesaya, 7

[7] İnfitar, 82/11

[8] Kaf, 50/18

[9]Ahzab, 33/72

[10] Acluni, Keşfü’l-Hafa, II/195

[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/104-105

[12] Said Nursî, Lem’alar, s. 79.

[13] a.g.e., s.337.

[14] İsra, 17/70

[15] Fatır, 35/15

[16] el-Maide, 5\32

[17] Buhârî, Tevhîd 2, Edeb 27; Müslim, Fedâil 66, (2319); Tirmizî, Birr 16, (1923).]

[18] Buhari, İman, 12

[19] Müslim, İman,  81

[20] İbn Hanbel, I, 5

[21] Yunus Emre

[22] Tirmizî, Menâkıb: 85

[23] Sorularla İslamiyet sitesi



islam ve Hayat,Güncel Vaaz ve Hutbeler