Dua ve Dünyevileşme
Gönderen Kadir Hatipoglu - Şubat 25 2021 11:00:00

                                                          Vaaz Resimleri: w.jpg

       İnsan bilhassa modern zamanların bir hastalığı olarak kutsaldan, maneviyattan uzak, kendisine ve yaratıcısına yabancılaşmış, süfli bir hayat tarzına düçar olmuş durumdadır. Hakikat ve hikmet âdeta geçmişin raftlarında unutulmaya bırakılmıştır. Bu anlamda modern insan dünya girdabında kendisini yalnızlığa bırakmış gibidir. Her şeyin merkezine insanın yerleştirildiği, insan egosunun âdeta ilahlaştırıldığı, tanrının yerini üstün insanın (süpermen) aldığı bu yitik dünyada insan, varlıkla yokluk arasında çözmek zorunda olduğu epistemolojik ve ontolojik sorunlarla karşı karşıyadır. Bu sorunlardan olmak üzere dünyevileşme modern insanın en hayati sorunları arasında yer alır. Dünyevileşme dinin, felsefenin, siyasetin ve sosyolojinin ortak alanına giren kapsamlı bir sorundur. Kimilerine göre “Dinin toplumsal hayat ve bireysel bilinçten iradi ve gayriiradî olarak tecrit edilmesi olarak ifade edilmekteyken, kimilerine göre de “İnsanın kendini Allah’tan bağımsız bir şekilde algılaması sonucunda kendi öz benliğine yabancılaşması” hâlidir. Bizim burada dünyevileşmeden kastettiğimiz, birinci yaklaşımdan çok ikinci yaklaşımla alakalıdır. Yani, din-siyaset bağlamında 19. asırdan itibaren bilhassa Batı’da yaşanan sekülerizm tartışmalarından öte, burada dünyevileşme ifadesiyle daha çok, apolitik, var oluşsal anlamda birey-tanrı ilişkisinde yaşanan yozlaşma, bunun psiko-sosyal yansımaları; kutsalın/dinin kişinin hayatında anlamını yitirerek bağlayıcı bir değer olma vasfını kaybetmesi süreci kastedilmektedir.

     Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere dünyevileşme, dünyada var olma, dünya hayatının icaplarını yerine getirme değil, bilakis insanın hayat serüveninde anlam arayışını bir tarafa bırakarak, aşkın olanla, öteler âlemiyle, bir başka ifade ile mavera ile bağını koparması, yüz çevirerek ondan uzaklaşması ve buna uygun bir değerler dizisi (paradigma) bağlamında bir hayat tarzına dönüştürmesi anlamına gelmektedir.

     Allah dünyamızı tabiatı itibarıyla güzel ve cazip yaratırken, insanı da bu dünyevi güzelliklere karşı iştiyak duyacak şekilde donatmıştır. Dünya, insanın sahip olma, haz alma, başkalarına tahakküm etme arzu ve hissiyatını tatmin edebileceği bir zemini ifade etmektedir. Nitekim yüce Allah bu hususu Kur’an’da çeşitli vesilelerle dile getirir:

زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَآءِ وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَاْلاَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذَلِكَ مَتَاعُ الْحَيَوةِ الدُّنْيَا وَاللهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَاَبِ

     “Kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, güzel cins atlar, davarlar ve ekinlere olan istekler/arzular insanlar için süslendirilmiştir.” (Âl-i İmran, 14)

     Dünyevileşmeye dair Kur’an’da geçen birtakım örneklerden bahsetmek gerekirse, bunlar arasında öncelikle Firavun ve Karun zikredilebilir. Firavun dünyada elde ettiği güç ve kudreti insanları baskı altında tutmak için kullanan, Allah karşısında büyüklük (tekebbür) ve bir anlamda ilahlık taslayan, emri altındakilere karşı son derece baskı uygulayan zalim bir hükümdar örneğini temsil etmektedir.

وَاِذْ نَجَّيْنَاكُمْ مِنْ آلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُوءَ الْعَذَابِ يُذَبِّحُونَ اَبْنَآءَ كُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَآءَ كُمْ وَفِى ذَلِكُمْ بَلآءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظِيمٌ

     “Ey israiloğulları! Oğullarınızı boğazlayıp, kadınlarınızı hayâsızlaştırıp sağ bırakarak sizi azapların en kötüsüyle azaplandıran, Firavun taraftarlarının elinden sizi kurtardığımızı hatırlayın. Bu işte Rabbinizden büyük bir imtihan vardı sizin için” (Bakara, 49)

لَهُمْ مِنْ جَهَنَّمَ مِهَادٌ وَمِنْ فَوْقِهِمْ غَوَاشٍ وَكَذَلِكَ نَجْزِى الظَّالِمِينَ

     “Onlara cehennem ateşinden bir döşek, üstlerinde de yine ateşten örtüler vardır. Biz işte varoluş gayesine aykırı hareket edenleri böylece cezalandırırız.”(Araf, 141)

فَمَا  اَمَنَ لِمُوسَى اِلاَّ ذُرِّيَّةٌ مِنْ قَوْمِهِ عَلَى خَوْفٍ مِنْ فِرْعَوْنَ وَمَلاَئِهِمْ اَنْ يَفْتِنَهُمْ وَاِنَّ فِرْعَوْنَ لَعَالٍ فِى اْلاَرْضِ وَاِنَّهُ لَمِنَ الْمُسْرِفِينَ

     “Firavun ve onun seçkin çevresi, kendilerine kötülük yapar korkusuyla, başkaları geri dururken, kavminden az bir kısmı Musa’ya inandı. Çünkü Firavun, o ülkede gerçekten nüfuz ve iktidar sahibiydi ve üstelik ölçüsüz ve acımasız biriydi.”(Yunus, 83)

     Kur’an’da Karun, Hz. Musa'nın kavmine mensup, hazinelerinin anahtarlarını ancak güçlü bir topluluğun taşıyabildiği, zenginliğiyle mağrur bir kişi olarak takdim edilir.

اِنَّ قَارُونَ كَانَ مِنْ قَوْمِ مُوسَى فَبَغَى عَلَيْهِمْ وَاَتَيْنَاهُ مِنَ الْكُنُوزِ مَا اِنَّ مَفَاتِحَهُ لَتَنُوءُ بِالْعُصْبَةِ اُولِى الْقُوَّةِ اِذْ قَالَ لَهُ قَوْمُهُ لاَ تَفْرَحْ اِنَّ اللهَ لاَ يُحِبُّ الْفَرِحِينَ

     “Şimdi hesap gününde, bu duruma düşmek istemeyenler bil-sinler ki, şu ünlü Kârûn da Musa’nın kavmindendi. Zenginliğiyle böbürlenerek toplumuna karşı şımardı da şımardı. Biz kendisine öyle hazineler vermiştik ki, sadece anahtarlarını taşımak bile bir topluluğa zor gelirdi. Toplumu ona de-mişti ki, servetinden dolayı böyle şımarma, Allah şımarıkları sevmez!” (Kasas, 76)

وَابْتَغِ فِيمَا اَتَيكَ اللهُ الدَّارَ اْلاَخِرَةَ  وَلاَ تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا  وَاَحْسِنْ كَمَآ اَحْسَنَ اللهُ اِلَيْكَ وَلاَ تَبْغِ الْفَسَادَ فِى اْلاَرْضِ اِنَّ اللهَ لاَ يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ

     “Öyleyse Allah’ın sana verdiklerinden yararlanarak, yalnızca ahiret yurdunda iyi bir yer tutmanın yolunu ara; bunu kazanmak için dünyada yapman gerekenleri de unutma ve Allah sana nasıl iyilikte bulunduysa, sen de başkalarına öyle iyilikte bulun; yeryüzünde bozgunculuk etmeyi isteme. Çünkü Allah, bozguncuları sevmez!”(Kasas, 77)

قَالَ اِنَّمَآ اُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ عِنْدِى اَوَلَمْ يَعْلَمْ اَنَّ اللهَ قَدْ اَهْلَكَ مِنْ قَبْلِهِ مِنَ الْقُرُونِ مَنْ هُوَ اَشَدُّ مِنْهُ قُوَّةً وَاَكْثَرُ جَمْعًا وَلاَ يُسْئَلُ عَنْ ذُنُوبِهِمُ الْمُجْرِمُونَ

     “Kârûn onlara: “Bu servet, bendeki bilgi sayesinde bana verildi” dedi. Oysa Allah’ın ondan önceki kuşaklardan, ondan daha güçlü ve ondan daha fazla servet toplamış nicelerini, kibirleri yüzünden yok ettiğini bilmiyor muydu sanki? Ama şu bir gerçektir ki; Allah her suçlunun günahını bilir. Böyle azgın suçlular, günahlarından dolayı sorguya çekilmezler, suçluların suçlarını bile sormaya hacet yoktur zaten.” (Kasas, 78)

     Karun gösterişi seven, kavminin arasında ihtişamla dolaşan bir kişiliktir. Kavminin servetiyle böbürlenmemesi gerektiği yönündeki uyarılarına karşı, bu serveti kendi bilgisi sayesinde biriktirdiğini ileri sürmektedir. Buradan da anlaşıldığı üzere, Karun malın-mülkün mutlak sahibi olduğunu iddia ederek, sahip olduğu maddi güçte Allah’ın katkısını, yardımını, hikmetini inkâr etmektedir.

     Firavun ve Karun örneğinin yanında Kur’an zihinsel ve ruhsal olarak dünya hayatına müptela olmuş bir başka tiplemeden bahseder.

وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ الَّذِى اَتَيْنَاهُ اَيَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا فَاَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاوِينَ

    “Onlara şu adamın haberini de anlat ey peygamber! Ona ayetleri-mizi lutfedip, öğrettiğimiz halde, onlardan sıyrılıp çıktı, şeytan onu peşine taktı da, böylece azgınlardan olmuştu.”(Araf, 175)

وَلَوْ شِئْنَا لَرَفَعْنَاهُ بِهَا وَلَكِنَّهُ اَخْلَدَ اِلَى اْلاَرْضِ وَاتَّبَعَ هَوَيهُ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ الْكَلْبِ اِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ اَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْ ذَلِكَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِاَيَاتِنَا فَاقْصُصِ الْقَصَصَ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ 

      “Şimdi biz eğer dileseydik, onu ayetlerimizle yüceltir üstün kılardık; fakat o hep dünyaya sarıldı ve yalnızca kendi arzu ve heveslerinin peşinden gitti. Bu bakımdan böyle kimsenin durumu, kışkırtılan bir köpeğin durumu gibidir. Öyle ki, onun üzerine korkutarak varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da… Bizim ayetlerimizi yalanlamaya kalkan kimselerin hali işte böyledir. Öyleyse bu olayı onlara nakledip anlat ki, belki derin derin düşünürler.” (Araf, 176)

       Söz konusu şahsiyete Yüce Allah tarafından hayatın anlamı, gayesi ve mahiyetiyle ilgili bilgiler (âyât) verildiği halde, o dünyaya saplanıp kalmış, arzularının, günübirlik olanın peşine düşerek mümin insanın eriştiği zihni berraklık ve ruhi dengeden yoksun kalmıştır.

     Kur’an’ın bu üç farklı örnekle bize tanıttığı dünyevileşme problemi tarih boyunca farklı düzeylerde olsa da birçok toplumda görülen bir durumdur. Dünyevileşme genel anlamda büyüklenme, kendini yeterli görme/istiğna, sınırsız üretim ve sınırsız tüketim/israf, cinsel sapkınlılar, adaletsiz paylaşım ve sömürü şeklinde ortaya çıkmaktadır. Hayatın farklı düzeylerinde görülen bu türden maddi manevi sapmalara karşı yapılacak olan, ilahi hikmetten nasibini almış din ve öğretilerde tavsiye değerleri hayata geçirmek olmalıdır. Bu değerler yaşamın nihai anlamına ilişkin gerekli kodları sunmakta, tevazu ve alçak gönüllülüğü, adalet ve dayanışmayı, tutumlu olmayı ve paylaşımı, aile hayatını ve sadakati telkin etmektedir.

     Bilindiği gibi İslam orta yol dini, Müslümanlar da itidal üzere yaşayan bir topluluktur (ümmeten vasatan). Aziz peygamberin ifade ettiği şekliyle insan, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için; yarın ölecekmiş gibi de ahiret için çalışmalıdır. Dolayısıyla mümin, hayatını bir denge üzerine devam ettirmeli, aşırılıklardan kaçınmalıdır. O bir taraftan sürekli olarak rabbiyle olan ilişkisini sürdürürken, diğer taraftan dünyada kendisine bahşedilen nimetlerden hakkıyla faydalanmalı, yaşamını sürdürmelidir. Burada din kişinin hayata dair bakış açısının nasıl olması gerektiğine dair esaslı bir ölçü sunmaktadır: Yeryüzünde yaşayan bir varlık olarak ifrat ve tefrikten uzak yaşamak.

     Bununla birlikte bu dengeyi korumak her zaman mümkün olmamıştır. Tarihin değişik dönemlerinde görüldüğü üzere, insanoğlu menfaatleri uğruna akla hayale gelmeyecek zulümler, katliamlar yapmıştır. Elbette ki insan yaşamını sürdürmek için dünya nimetlerinden faydalanmak zorundadır. Bunun aksini düşünmek hem akla, hem de ilahi hikmete aykırıdır. Dolayısıyla insan yaşamak için dünyaya muhtaçtır. Bu husus, insanın dünyayla olan yaşamsal ilişkisine işaret etmektedir. Burada önemli olan dünya nimetlerini belli bir toplumun, zümrenin, sınıfın tekeline hapsetmeden adil bir biçimde paylaşmak, dünya ve insanlık barışına katkıda bulunmaktır.

     Sonuçta böyle bir ortamda insanın kendisini dünya hayatına kaptırarak, tehlikeli bir yola girmesi her zaman muhtemeldir. Böylece kişinin dünyayla ilişkisi, faydalanma boyutundan çıkıp, gaye edinmeye dönüştüğünde dünya hayatı farklı bir anlam kazanmakta, her türlü ilahi amacın önüne geçmektedir.

     Dünyevileşmenin bütün bu sakıncaları karşısında bir çözüm yolu, bir uyanıklık hâli, hakikatle ilişkinin canlı ve sürekli tutulması anlamında dua özel bir önem taşımaktadır. Dua bir anlamda Allah’ın yüceliği karşısında kulun bütün benliğiyle yüce Yaratana yönelerek aczini itiraf etmesi, sevgi ve tazim duyguları içinde lütuf ve yardımını talep etmesidir. Böylece dua kul ile Allah arasında gerçekleşen bir diyalog; aynı zamanda Allah'ın rahmet ve şefkatinin kulları tarafından tanınma iradesinin galip geldiği canlı bir ilişki ve haberleşme olarak ifade edilebilir.

     Dua, her an bizimle olan Allah’ı anmak, yaratıcı ile ilişki kurmak ve bu şuura yükselmektir. İlahi rahmet ve ilginin gerçekleşmesi için ilk adımın insan tarafından atılması gerekmektedir. Yüce Allah:

وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادِى عَنِّى فَاِنِّى قَرِيبٌ اُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُوا لِى وَلْيُؤْمِنُوا بِى لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ

     “Kullarım beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm.” (Bakara, 186) buyurmak suretiyle, duanın kendisiyle girilen manevi bir ilişki olduğunu ve bu ilişkiyi insanın başlatması gerektiğini vurgulamaktadır.

     Öyleyse dua, kâinatın dehşet verici sessizliği içinde, insanoğlunun kendisine bir cevap bulmak için hissettiği derin hasret ve iştiyakın ifadesidir.

     Dua, herkesin kurtarıcısı ve koruyucusu olan yaratıcı ile irtibat kurmak için gösterilen gayret ve Allah’ın durmadan dolup-taşan sevgi ve alakasına insanın verdiği bir cevaptır.

     Dua zihnin maddi olmayan âleme doğru çekilmesi, bazen her şeyin değişmez ve üstün prensibinin huşu içinde bir temaşası, ruhun Allah'a doğru yükselişi, hayat denilen mucizeyi yaratan varlığa karşı aşk ve tapınma ifadesi; her şeyi yaratan, en üstün kemal, kudret, kuvvet ve güzellik kaynağı bir varlıkla irtibata geçmek için gösterilen bir çaba Allah'ın durmadan taşan sevgi ve alakasına kulun verdiği bir cevaptır.

    Kâinatın dehşet verici sessizliği içinde insanoğlunun kendisine bir cevap bulmak için hissettiği derin hasret ve iştiyakın ifadesidir dua. Nitekim Yüce Allah bu hususa şu şekilde işaret etmektedir.

اِنَّ فِى خَلْقِ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لاَيَاتٍ لاُولِى اْلاَلْبَابِ

اَلَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِى خَلْقِ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

      “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için ayetler vardır. Onlar Allah'ı ayakta, otururken ve yatarken zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde derin derin düşünürler ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın; sen münezzehsin. Bizi cehennem azabından koru.” (Âl-i İmran, 190-191)

    Dua sadece yerine getirilmesi gereken bir formalite ya da icabet edilip edilmeyeceği belli olmayan bir tılsım, ne demek olduğu bilinmeyen ya da üzerinde hiç düşünülmeden birtakım cümleleri, klişe ifadeleri, süslü cümleleri sıralamak değil, insanın Allah ile samimi bir bağlantı kurmasıdır. Her insanın içinde bulunduğu ruh hâli, istek ve arzuları, sıkıntıları farklı olabileceğinden, duanın şekli de farklı olabilir. Dolayısıyla dua sırasında önemli olan şekil ve sözcükler değil, samimiyet ve içtenliktir. Allah'ın azametini hisseden, O'nun azabından korkan ve rızasını kazanmayı isteyen insan, kalbinden gelen samimi ve dürüst ifadelerle ona yönelir, dost ve yardımcı olarak onu benimsemiş olan insan, her türlü sıkıntısını ve derdini ona açar.

قَالَ اِنَّمَا اَشْكُو بَثِّى وَحُزْنِى اِلَى اللهِ وَاَعْلَمُ مِنَ اللهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ

    “...Ben, dayanılmaz kahrımı ve üzüntümü yalnızca Allah'a şikâyet ediyorum...” (Yusuf, 86)

    İnsanın ihtiyaç ve sıkıntılarının giderildiği, kendini emniyet içinde ve başarılı gördüğü durumlarda, Allah’tan yüz çevirerek kendi gücünü olduğundan fazla görerek bencilleşebilir.

وَاِذَا مَسَّكُمُ الضُّرُّ فِى الْبَحْرِ ضَلَّ مَنْ تَدْعُونَ اِلاَّ اِيَّاهُ فَلَمَّا نَجَّيكُمْ اِلَى الْبَرِّ اَعْرَضْتُمْ وَكَانَ اْلاِنْسَانُ كَفُورًا

    “Denizde bir tehlikeyle karşılaştığınız zaman, O’ndan başka bütün yalvarıp yakardığınız şeyler, sizi yüzüstü bırakarak yok olup giderler, ancak O kalır. Sizi kurtarıp, sağ salim karaya çıkarınca, hemen yüz çevirip unutuverirsiniz O’nu. Çünkü insanoğlu gerçekten nankördür.”(İsra, 67)

وَاِذَا غَشِيَهُمْ مَوْجٌ كَالظُّلَلِ دَعَوُا اللهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ فَلَمَّا نَجَّيهُمْ اِلَى الْبَرِّ فَمِنْهُمْ مُقْتَصِدٌ وَمَا يَجْحَدُ بِاَيَاتِنَا اِلاَّ كُلُّ خَتَّارٍ كَفُورٍ

    “Denizde dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman, dini yalnız O’na has kılarak, samimi bir biçimde, Allah’a yalvarırlar. Onları kurtarıp karaya çıkardığı zaman, içlerinden bir kısmı, orta yolu tutar. Ayetlerimizi zaten, sözünde durmayan nankörlerden başkası, bile bile inkâr etmez.”( Lokman, 32)

    Dolayısıyla insanın bu zafiyetinin önüne geçilebilmesi için, dinî duygu ve inancın sürekli olarak canlı tutulması anlamında duanın son derece önemli bir yeri vardır. İnsanın her fırsatta Rabbine yönelmesi, onunla olan münasebetini koparmaması gerekmektedir. Böylece kişi birtakım sıkıntılı anlarda Allah’a yönelirken

وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونِى اَسْتَجِبْ لَكُمْ اِنَّ الَّذِينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِى سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِرِينَ

    “Ama Rabbiniz buyuruyor ki: “Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Şüphesiz ki, bana kulluk etmekten ululuk taslayarak çekinenler, aşağılık bir halde cehenneme gireceklerdir.” (Mümin, 60), diğer taraftan bilhassa sıkıntılarından kurtulduğu rahatlık durumlarında insanın Allah’ı hatırlaması ve bencil isteklerine kapılmaması hedeflenmiştir.

    İnsanın ahlaki ve kutsal yönelişlerinin ihmal edilmesi onu manen kör bir varlık hâline getirmekte ve bu durum onun toplumun yapıcı bir bireyi olmasını engellemektedir. İşte bu noktada dua ve ibadet insanın yaratıcısıyla baş başa kalarak huzur bulması, rahatlaması, modern hayatın altından kalkılması zor çetin yaşam şartlarına tahammül etmesi için büyük bir imkândır. Kısacası dua, insanın yalnızlığını anlamlandırma sürecidir. Bir tükeniş ve çaresizliğin ifadesinden çok, bir varoluş ve yeniden doğuştur. Dua, tümüyle bir “oluş”tur.

 

 

Dr. Muzaffer Tan

Ankara Üniv. İlahiyat Fak.

https://dosya.diyanet.gov.tr/DYYSDosya/Dergiler/Aylik/2010/ocak_2010.pdf

https://dergi.diyanet.gov.tr/MakaleDetayAramaSonuc.aspx?ID=10491&M=dua-ve-dunyevilesme-uzerine



islam ve Hayat,Güncel Vaaz ve Hutbeler