Vaaz Kategorileri
İman Konuları
İbadet Konuları
Sosyal Konular
Ramazan Vaazları
Dini Günler ve Geceler
DİB Örnek Vaazları
Kur'an'dan Öğütler
Genel Konular
islam ve Aile
Görev,Sorumluluk,Ahlak
Mevlid-i Nebi Vaazları
Ana Menü
Çocuklar İçin
Kur'an Öğreniyorm
Dinimi Öğreniyorum
Dini Bilgiler
Oyunlar
Ansiklopedi ve sözlük
Osmanlıca Sözlük
İslam Ansiklopedisi
Dini Sözlük
Dini Terimler
Küçük Lügat
Dini Kitaplar
P.Hayatı Salih Suruç
Kur'an ve Bilim
Günümüzde İslam
Kıssadan Hisse
Ehli Sünnet Yolu
İslam Tasavvufu
En Güzel Örnek
Gıybet Hastalığı
Adım Adım Kurtuluş
Mesneviden Öyküler
Gurer ve Dürer Tercümesi Molla Hüsrev

Mukaddime. 2

Temizlik    Bölümü. 5

Abdest (Vudû') İn Farzları 5

Abdestin Sünnetleri 9

Abdestin Müstehabları 10

Abdestin Edeblerı 10

Abdestin Mekruhları: 10

Abdesti Bozan Ve Bozmayan Şeyler 11

Abdestsiz Caiz Olan Ve Olmayan Şeyler : 13

Guslün   Farzları 14

Guslün Sünnetleri : 14

Guslü Gerektiren Durumlar : 15

Vâcib Olan Gusl: 16

Sünnet Olan Gusl: 16

Mendûb Olan Gusl : 16

Cünub Ve Hayızlıya Haram Olan İşler : 16

Kendileriyle Abdest Ve Gusl Caiz Olan Sular : 17

Kuyular   Faslı 20

Teyemmüm   Babı 23

Teyemmümün Farzları: 24

Teyemmüm Caiz Olan Maddeler : 24

Teyemmümü Bozan Şeyler : 25

İki Mest Üzerine Mesh Babı 25

Mest Üzerine Meshin Farziyyeti : 27

Meshi Bozan Şeyler : 28

Sargı Üzerine Mesh : 29

Kadınlara Mahsûs Olan Kanlar (Demler) Babı 30

Hayz Kanı: 30

Nîfâs Kanı: 31

İstihâza Kanı : 32

İstihazanın Hükmü : 33

Pislikleri Temizleme Babı 34

İstincâ Ve Istibrâ Hakkında Bîr Fasıl 36


Mukaddime

 

Kitâb'ının muhkemi (ma'nâsı açık olan âyeti) ile, doğru olan şeria­tın ahkâmını sağlam kılan ve yüce hitabı (Kur'ân-ı Kerîm'i) ile dos­doğru olan dînin alemlerini yükselten Allah' (C.C.) a hamd olsun.

Salât ve selâm, Efendimiz Muhammed (S.A.V.) ve âli üzerine ve O'nun kapısının toprağına yüzlerini sürmekle eksikliklerden temizle­nip kurtulan Ashabı üzerine olsun.

İrridi; Şüphesiz, idrâk sahipleri katında sabit olan mukaddimeler­den [1] ve basiret sahipleri yanında yazılı makbul olan şeylerdendir [2]ki, dünyâ ve âhîrette insanın şerefi ve onun iki âlemde kemâl derecele­rine nail olması; ancak İslâmî kesin akidelerle içi (bâtını) temizledik­ten sonra, dînî sâlih âmellerle de dışı  (zahiri)  donatmakla olur.

Üstün ve değerli olanın ta'rîfini, beyânını üzerine almış olan ilim; ilimier arasında hâline ihtimam gösterilmek suretiyle seçkinleşmiş bu­lunan ilimlerin uğraşmaya en uygunu, onların azmetmeye ve gönül vermeye en yaraşır olanıdır.

Bu ilim, temiz ve pâk olan ümmetin âlimlerinin, hâline itinâ gös­terdikleri ve doğru dînin büyüklerinin, esâslarını bağlayıp sağlamlaş-tırmakda çaba harcadıkları Fıkıh ilmidir.

Şüphesiz Yüce Allah (C.C.), Peygamberimiz Aleyhisselâmı Nebile­rin, Resullerin sonuncusu ve yolların en doğrusunu açıklayıcı kılın­ca; günlerin olayları sayısız ve o olayların hükümlerini bilmek de kı­yamet gününe kadar lâzım gelince, nasslarm [3] zahirleri onları açık­lamaya yetmedi. Hattâ o olayların hâline yeten bir yol lâzım geldi. İlâhî hikmet, âlimleriyle beraber bu ümmeti, Peygamberleriyle beraber İsrâiloğullarınm benzen gibi kılmayı gerektirdi [4] de, Yüce Allah (C.C.) bu ümmetin geçmişleri içinde, dağlar gibi âlimler yarattı. Onlar vâ-sıtasıyle şeriatın kaidelerini açıkladı ve kolaylaştırdı. İslâm binasını sağlamlaştırdı ve kıyamet gününe kadar, onlara tâbi olanların felaha kavuşmaları için, ahkâmın güç meselelerini onların görüşleriyle aydın­lığa kavuşturdu.

Onların ittifakı kesin bir delildir ve ihtilâfları ise geniş bir rah­mettir ki kalbler onların fikirlerinin nurlarıyle aydınlanır ve nefisler onların izlerine tâbi olmakla mutlu olur.

Allah (C.C.) onların derecelerini ve mevkilerini yükseltmeye, nam­larım ve mezheblerini sürekli kılmaya, onlar arasından bir zümreyi (Dört İmâmı) seçip görevlendirdi. Çünkü ahkâmın esâsı onların sözleri. üzerine kurulmuştur ve Fukahây-ı İslâm onların Mezheplerine göre fet­va verirler.

Yüce Allah (C.C.) onlardan, en büyük imâm ve en ileri himmet sahibi, milletin ve sabit dînin kandili, İmâm Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sabit' (Rh.A.) i seçti. Allâh-u Teâlâ, O'nun Mezhebine sarılan Mücte-hidlerirvçokluğu ve vaz'ettiği cüz'î hükümlerin bolluğu ve meşrebinin tatlılığı sebebiyle O'nu cennetlerin en yüksek odalarına yerleştirsin ve kabri üzerine gufran kovalarını akıtsın.

Şüphesiz, ahkâma âid O'nun ifâde ettiği şeyler, dalgalan birbirine çarpan bir deniz, hattâ sapıklığın karanlığını gidermek için alevli par­lak bir kandildir.

İşin başlangıcından ve ömrün evvelinden (yâni gençliğimden) be--ri bu denizden ve O'nun vaz'ettiği esâslardan avuçlamakda, O'na nıen-sûb olanlardan faydalanmakla ve O'na yönelen tâliblere anlatmakla bu ilmin bâblannın ve fasıllarının meselelerini araştırmakda idim.

Hu sırada, isteksiz ve nzâsız olarak, Kadılık belâsına tutuldum. Kadilıkda geçen ömrümü oyalanmak; halkın içine karışmayı, Müslüman olmayan kimselerle konuşmayı da değersiz bir şey sayardım. Hattâ, bu­nun hâlime uygun olmadığı dâima zihnimde dolaşırdı. Yüce Allah (C.C) dan ömrümün sonunu hayra çıkarmasını istiyordum. Bunun-' la beraber, bu ibtilâ hikmetten hâiî, fayda ve maslahattan uzak da olmadı. Çünkü, ufak tefek vak'a ve olayların hükümlerini araştırmaya ve meselelerin takririnde metinleri açıklamaya sebeb ve vesile oldu. Yi­ne benim, faydalı şeyleri içine alan, fazla şeyleri bırakan bir metin yazmama da sebeb oldu. Bu metin hitabesinde (girişinde) anılan özel­liklerle mevsufdur. Bu metinde, en üstün metod ve uslûb ile en güzel şekilde olan fen kitaplarının tertibi ele alınmıştır.

Meşguliyetler arasından fırsatlar yakaladım ve zihin dağınıklığı ile beraber bu fırsatlardan faydalandım. Kitabın tamamlanması yaklaş­tığı ve sonunu ihtimamla bitirme zamanı geldiği vakit, Yüce Allah (C.C.) beni Kadılık belâsından kurtardı. Çünkü ibtilâ ile murâd hâsıl olduktan sonra, belâdan kurtulmak mümkün olur. Bundan dolayı, benim üzerime iki nimetin; yâni Allah' (C.C.) in metni tamamlama ve be­lâdan kurtarma ihsan ve in'âmmın şükrü vâcib oldu. Sahibini iki devle­te ulaştıran iki nimete şükrederek «Gurer» in şerhine başladım ve Yüce Allah (C.C.) dan onu tamamlamaya beni muvaffak kılmasını ve onu bi­tirme yolunu selâmetle, benim için kolaylaştırmasını dilerim. Tamamla­dıktan sonra onu : «Düreru'I-Hukkâm fî Şerhi Gureril-Ahkâm» diye ad­landırmaya karar verdim. Şüphesiz, Allah (C.C.) Karîb (yakın) ve Mu-cîb (isteneni veren) dir. O'na güvendim ve O'na dönüp dayandım.

Besmeledeki  (bâ) mülâbese  (münâsebet ve yakınlık) içindir ve zarf (câr ve mecrûr) müstekardır.

(Ebtediü'I kitabe) yâni «Kitaba başlıyorum» sözünün zamirinden hâl­dir. Nitekim, (Dehaltü aleyhi bi siyâbi's seferi) «Onun huzuruna sefer elbisesiyle girdim» cümlesinde ol­duğu gibi.

Veya (bâ) istiâne (yardım dileme) içindir ve zarf lağvdır. Nitekim (Ketebtü bil kalemi) «Kalem ile yazdım.» sözünde olduğu gibi.

Birinciyi seçen, onun ta'zimde en uygun olduğuna bakar. İkinciyi seçen onun, Allah' (C.C.) in adiyle başlatılmadıkça işin tamâm olma­dığını, bildirdiğine bakar.[5]

«İsim» lafzının «Allah»a izafesi (eğer izafet tümüyle ihtisas için ise) Allah' (C.C.) 'm bütün adlarını ihtiva eder. Eğer izafet, Yüce Al­lah' (C.C.) m güzel sıfatlarla muttasıf olan zâtı için konulması itiba­riyle ihtisas için ise, «Allah» lafzından başkası bir takım mânâlara ve sıfatlara delâlet ettiği için, Allah (C.C.) lafzı tercih edilmiştir.

İsim ile feyizlenmede ve onunla istiânede (yardım istenmesinde), adlandırılan (yâni müsemmâ) için kemâl-i ta'zîm vardır ki bu, ikisinin (yâni Allah (C.C.) ile isim lafızlarının) birleşmesine delâlet etmez. Belki çok kere, izafet ile bu ikisinin birbirinden ayrıldığı ve başkalığı üzere^stîdlâl olunur.

(Er Rahman Er Rahîm)  (Ğadıbe) den gelen (Ğadbânü) ve (Alime) den gelen (Alîm) gibi;  (Rahîme)  (Rahîm) den mübalağa için bina edilmiş iki isimdir.

Birincisi, yâni Rahman daha mübalağalıdır. Zira lafzın ziyâ­de olması, mânânın ziyâde olmasına delâlet eder.. Rahman, Allah Te-âlâ'ya mahsûs kılınmıştır. Çünkü O, gâlib sıfatlardan değildir. Zi­ra O, konulusuna göre, Allah Teâlâ'dan başkası hakkında kullanılma­sının .cevazını gerektirir. Halbuki böyle değildir. Belki, Rahmân'ın mâ nâsı rahmette son derecesine ulaşan hakîki mün'im (nimet verici) de­mektir. Rahmân'ın Rahîm ile ta'kîb edilmesi, tamamlamak kabîlinden-dir. Çünkü Rahman nimetlerin büyüklerine ve onların asıllarına de­lâlet edince, Rahîm onlardan dışarıda kalanları içine almak için zik­redilmiştir. Şöyle derler: «Rahman» dünyada bütün kullarına rahmet eden; «Rahîm» ise; âhirette yalnız mü'min kullarına acıyan ma'nâsı-nadır. Yâni «Rahman» daha umûmî; «Rahîm» ise husûsî ma'nâ ifâde eder.

 (Elhamdülillâhi) ; «Hamd Allah'a mahsûsdur.»

 (Küllü emrin zîbâlin...) e yâni «Şerefli ve önemli olan her işin» başlangıcında Besmele ve hamd zikredilmesi hakkındaki hadislerin   hükmüne   uyarak,  musannif  [6]   başlangıçta,  Besmele  ile tahmidi bir arada zikretmiştir.

Çünkü başlangıç, örfe göre, tasnife başlama, zamanından konuya başlamaya kadar uzanır da ona Besmele ve tahmıd ve bu ikisinin benzeri şeyler yakın (beraber) olur.

Bundan dolayı, gerek zarf müstekar olsun veya lağv olsun, kitapların   başlangıçlarına,   mahzûf   yâni   «başlarım»   fiili takdir edilir. Çünkü bu takdirde, lâfzan ve ma'nen, hadîs-i şerife uy­mak vardır. «Eblediii  — başlarım» fiilinden başkasını takdir etmekde sâdece ma'nen uymak vardır.

Musannif, kitabın söylediğine ve akıl sahiplerinin üzerinde ittifak ettikleri şeye uyaraktan Besmeleyi başta zikretmiştir.

H a m d : İn'âm veya in'âmdan başka olan ihtiyarî lütûfdan do­layı dil ile övmektir.

M e d h : Mutlaka, lütûfdan dolayı dil ile Övmektir.   -

Şükr: Söz veya fiil veya itîkâd ile nimete mukabele etmektir.

Şükr, mevridi itibariyle hamd ve medhden daha umûmidir ve mü-tealîakma (âid olduğu şeye) göre de daha özeldir, (Çünkü yalnız nimet karşılığında olur.)[7]

Şükr ile hamd ve medh arasında, bir bakımdan da umumîlik ve özellik farkı vardır. Kitapların başlangıçlarında vâki olan, çok kere nimet karşılığında olur.

 (El hamdü) de ki  (lâm), cinsin tarifi içindir ve bulunduğu yerin karînesiyle istiğrak üzere[8] hami olunup fertlere in­hisarın mevcudiyetini ifâde eder.  (Lillâhi) m (lâın)ı onu ifâde etmez. Çünkü bu (lâm) istihkak içindir, [9] hasr için değildir. Bunu, İbn-i Hişâm (Rh.A.), Muğ-ni'1-Lebîb de zikretmiştir.

Tahsis, bulunduğu yerin karinesi ile,  (Elhamdü)  nün   (lâm)'inin istiğrak üzere hamlinden elde edilmiştir.

 (Ellezî fekkahe) yâni : «Fakih kılan Allah'a hamfTolsun.» (Fekuhe) : öt üre ile  (Fekuhe'r-racülü fekâheten) dendir. Yâni »anladı» demektir.

 (El Mücellîne ve'1-Müsallîne fî halbetin) : Mücellî; yarışa giren yarış atlarmdandır. [10] Musallî, mücellîyi takib edendir. Çünkü musallînin başı, mücellînin saleveyni yâ­ni kuyruğun iki tarafı yanındadır. Bu ikisi ile murâd, mümârese ve müzâvelenin çokluğudur.

Halbe : (Hâ) nın fethiyle ve (lâm) m sükûnuyle her taraf dan yarış için toplanan at topluluğudur. Burada halbe ile mizmâr yâni at meydanı kastedilmiştir.

 (Hılyeti'l-âlemîne'I-Müttakîyn)

Hılye : Zahiri, sâîih amellerle, bâtını da ilmî'hükümlerle ve nazarî hikmetlerle süslemektir. Yâni kim kendisi için şer'î hükümleri istinbât melekesi ye bu hükümlerin gereğince amel hâsıl oluncaya kadar, bu iki şeyi elde etmeye girişir ve çalışırsa, şüphesiz Yüce Allah (C.C.) onu, amel ile beraber mezkûr hükümleri bilmekten ibaret olan fakîhlik mer­tebesiyle rızıklandırır. Nitekim bu tarifi, İmânı Fahru'l-İslâm (Rh.A) kabul etmiştir. Biz de bunu, O'nun usûlünün şerhinde yeteri kadar açıkladık.

«Zillet toprağına burun ve alnı sürmekle yâni yalvarıp boyun eğ­mekle, fıkha yönelen kimse, azgınların mutsuzluklarının pisliklerinden temizlenip pâk olur.»

Burnun (yâni enf'in) Arabca ibaresinde ibtihâle izafesi, münâse­betin en aşağı derecesinden dolayıdır. Şüphesiz, tazarru' için secde hâ­linde yere ilk ulaşan burun ve alındır.[11]

«Zillet toprağına»; bu izafet de zikredilen gibidir.

İşte o kimse, mâridlerin (âsîlerin) yâni Yüce Allah' (CC.) a ita­atten çıkan azgın ve sapıkların, bedbahtlıklarının pisliklerinden temiz­lenir.

Nahs (yâni bedbahtlık), sa'd'in (yâni seâdetin) zıddıdır. Nitekim nuhuset, seâdetin zıddı olduğu gibi. Nuhuset (bedbahtlık) ile murâd, kötü fiiller, yeriîen sıfatlar ve bâtıl akidelerdir. Bunların pislikleri (en-câs) ile murâd da bunlardan helak edenlerdir.

Şöyleki, şayet bunlar devam etseler yâni zail olmasalar, insanı Ce­hennem ateşinde dâim kalmaya vardırırlar.

Salât ve Selâm, İslâm'dan başka dîne yönelmekten kalbini uzak tutan ve temizleyen Efendimiz Muhammed (S.A.V.) üzerine olsun.

Musannif, Yüce Allah' (CC.) m :

«Peygambere salât ediniz ve tam bir teslimiyetle de selâm veri­niz.» [12] âyetine uyarak, salât ve selâmın ikisini bir arada zikretmiştir. Yine salât ve selâm, O'nun âline ve hakk-ı mübînin hakîkatlannın dekâikimn âyâtının râyâtını (parlak şeriatının ince hakîkatlarını ve mucize sancaklarını) yükseltmek hususunda cihâd eden Ashabı üze­rine olsun.

Hakk-ı mübîn : Şerîat-i Muhammediyye'dir. O şeriatın hakîkatla-n; ameliyyât, itîkâdiyyât ve vicdâniyyât (Bâtınî ahlâk) tan ona nisbet edilen ahkâmdır.

Şeriatın hakîkatlannın dekâiki: Onu ifâde eden tafsili deliller (ki-tab, sünnet, icmâ, kıyas) dir.

^-"aekâikın âyâti: İbare, işaret, delâlet ve iktizâdan onun ile is­tidlal yollandır.  [13]

Onun râyâtını (yâni bayraklarını) yükseltmek: İstidlalde bulu­nanlar için bu yolların izhârı ve onlardan zahir olmayanı istihraca ka­dir oluncaya kadar müstenbıt (hüküm çıkaran) lar arasında onlann ifşası  (yayılması)  dır.

Musannifin, (Fekuha ve musallîne ve teyemmemehû) sözünde ve bunun benzerinde, beş çeşit ibâ­dete (Namaz, Oruç, Zekât, Hac, Cihâd) işaret edildiği ve güzel bir baş­langıç (Beraat'ül-İstihlâl)  [14] yapıldığı gizli değildir.

Bundan sonra ma'lum olsun ki: [15] şüphesiz Fıkıh ilmi; başında ve sonunda Müslümanların ömürlerini harcamaları gereken yüksek ih­tiyaçların en tam olanından ve yüce gayelerin en önemülerindendir.

Fıkıh ilmi, kazanç yeri (yâni dünyâ) nizâmı için ve âhîret kurtuIuşu için ve kıyamet gününde murada nail olmakla kulların felah bul­ması için bir sebebdir.

«Tenâdâ» nida kökünden olup tefâül bâbındandir. Nida ile adlan­dırılmıştır. Çünkü kıyamet günü, Cennet Ashabı Cehennem Ashabına seslenir (nida eder), ve Cehennem Ashabı da Cennet Ashabına seslenir.

Fıkhın hizmetçisi olmak için düşünmeye ve onun hakkındaki ki­tapları ve bâbları mütâleaya, gençliğin evvelinden bir kısmım harca­mış idim. (Bu söz, tasnife girişme sebebini açıklamaya dâir ilk izahtır.)

Nihayet, «Mirkâtu'l-Vusûl ilâ ilnıi'1-Usûl» de olduğu gibi, fıkıh hak­kında bir metin yazmak aklıma geldi. Ancak zamanın engelleri, met-, nin yazılması işini önledi. Hattâ zamanım, bana yapacağını yaptığı za­man (Bu söz, 872ıde büyük veba sermesinde, O'na isabet eden tâûn hastalığına işarettir ve fiilin zamana isnadı, mecazî isnâd kabîlinden-dir.) Beni şu işe .azmetmeye şevketti : Şanı yüce ve gücü büyük olan Allah (C.C.) eğer beni, O'nun maârif ve ulûm çöllerinde, idrâk ve fe-him sahralarında mesafe katetmeye kadir olacağım şekilde, bu âfet­ten kurtarırsa, ihsan edilmiş ömrümün kalan kısmını, mendıib bir yol ile, kalbimdeki şu şeyi ortaya koymaya harcıyacağım. Şöyleki : Fıkıh hakkında, sağlam, tertibi hoş bir metin tasnif etmeye ve muhkem, in­tizâmı güzel, zayıf rivayetlerden salim; metinlerin ıtlâkâtı için fetva­larda, şerhlerde zikredilmiş kayıtlarla ve metinlerde vâki olan mü­samahalar, kolaylıklar, devşirip bağlama kabilinden şerif ve lâtif işaretlerle donatılmış; meşhur metinlerin terkettikleri önemli mesele­leri muhtevi; bu meşhur metinlerde yazılı olmayan olayların hüküm--lerini dürüp devşiren, fasih edib, yâni Arapça ilminde mahir olup naz­mı beğenilen, ve fakîh erîb yâni âkil (aklî) olup mânâ ve hulâsası temiz olan (ki burada, fasîh'in edîb ile ve fakîh'in erib ile ifâde edilme­sinin güzelliği gizli değildir.) bir metin tertib edeceğim, diye azmettim.

Yüce Allah, (C.C.) bendeki hastalığı gidermekle bana ihsanda bu­lununca ve bana şefkat ve merhamet hazînelerinden selâmet elbisesi giydirince, arzu ettiğim işe giriştim, kasdettiğim şeye başladım ve bu husûsda el-Melikü'I-Mennân'dan (Allah' (C.C.) dan) yardım iste­yerek imkân ölçüsünde, zikrettiğim özelliklerle metnin vasıflanmasına riâyet ettim.

Bu eseri, Vech-i Kerîm'ine hâlis, yâni rızâsına uygun kılmasını ve onu bitirmeye beni muvaffak eylemesini Yüce Allah' (C.C.) dan niyaz ederek, Allah Teâlâ tamamlamayı benim için kolaylaştırdıktan sonra onu «Gureru'l-Ahkâm» diye adlandırmaya niyet ettim. Şüphesiz ki O, el-Berru'r-Rahîm'dir.

Metni bitirmeye beni muvaffak kılan; bir çok sıkı iş, meşgaleler, bana güçlük veren engeller ve meşguliyetlere tutulmuş iken, onu ta­mamlamaya manî olan engelleri benden gideren AHah' (C.C.) a hamd olsun. Yüce Allah' {C.C.) in lütfûndan istenen, bu şerhi de tamamla­maya beni muvaffak kılmasıdır. Şüphesiz, eğer benim için kolay olur­sa, bu, ancak sırf O'nun beni bu engellerden kurtarmasının eserlerin­dendir.

O'na; fazjîyle duamı kabul etmesini ve kalbimdeki ateşi lütfûnun soğuk su kovaları ile söndürmesini niyaz ederim. Şüphesiz O, dilediği şeye kadirdir ve dilek sahihlerinin dileklerine cevap vermeye en lâyık olandır.[16]

 

Temizlik    Bölümü

 

Kitâb, lügat yönünden cem' (toplamak) mânâsında masdardır. Mübalağa için bu masdarla mef'ûl (mecmu) adlandırılmıştır. Veya f i â I ölçüsünde, libâs gibi nıefiîl (melbûs) için konulmuştur. Her iki takdirde de mecmu' (toplanmış) mânâsında olur.

Istılah yönünden kitâb; nevîlere şâmil olsun veya olmasın, müs­takil sayılan bir takım meselelere denir.

Taharet, masdardır. (he) nin fethiyle ve zammiyle  (Tahare'ş-şey'u) denir. Birincisi yâni fethiyle olan daha faşındır.

Şer'an taharet: Özel bir temizlik (paklık) dir ki; abdest, gusttl, te­yemmüm, beden ve libâsı yıkamak ve bunlara benzer şeylerdir.

Çoğul sîgasıyle kullanılmayışının sebebi şudur : Taharet aslında masdardır. Azı da çoğu da içine(alır. Çoğul sîgasıyle kullanan kimse, açıklama yapmak istemiştir. [17]

 

Abdest (Vudû') İn Farzları

 

Vudû', lügat yönünden temizlik (paklık) nıânâsmdadır. Şer'ân  [18]yüzü, kollarla beraber iki elleri ve iki ayakları yıkamak ve başın dört­te birini mesh etmektir.

Farz, Iûgat yönünden kesmek (kat') ve takdir etmek manasınadır Şer'an, kesin delil ile lâzım gelen hükümdür.

Farzın hükmü; Özürsüz onu terk edenin azaba müstehâk olması, inkâr edenin kâfir olmasıdır.

Yine, Onun fevt olması (kaçması) ile cevazı fevt olan şeye de farz denir. Vitr Namazının fevtini hatırlayan kimseye Sabah Namazının cevazının fevt olması gibi.

Birincf^kısma itikadı farz [19], ikinci kısma amelî farz [20] adı verilir. Burada murâd olan, tevatür [21] ile sabit olduğu için itikadı farzdır.

Eğer, abdest âyeti ittifakla Medenîdir. Namaz ise Mekke'de farz olmuştur [22]. Şu halde, âyetin inmesine kadar, namazın abdestsiz ol­ması lâzım gelir diye sorulursa, cevâbında biz deriz ki: Sahîh-i Müs­lim ve başka yerde Câbir' (R.A.) dan sabit olan hadîs-i şerîfden do­layı namazın abdestsiz olması düşünülemez. [23] Nitekim Câbir (R.A.) abdest alıp iki mestleri üzerine mesh etmişti. Câbir' (R.A.) e;

  Niçin böyle yaptın? denildi. Câbir (R.A.) de;

  Beni mesh eylemekden ne meneder ki, ben Resûlüllah (S.A.V.)'-in mesh eylediğini gördüm, dedi. Câbir' (R.A.) e;

  O ancak Mâide sûresinin nüzulünden önce idi,  dediler.  Câ-bir (R.A.) de :

  Ben  İslâm'a ancak Mâide sûresinin  nazil  olmasından  sonra girdim, cevâbını verdi.

Yine Mecmau'I-Beyân adlı eserde rivayet edilmiştir ki: Resûlüllah (S.A.V.) bu âyet ininceye kadar namaz için abdest almadıkça amelle­rin hepsinden kaçınırdı. Hattâ sorulan soruya cevâb bile vermezdi.

Şu halde abdestin, vahyi gayri metlüv [24] ile veya eski şeriatlar­dan alınmış olmakla sabit olması caizdir. Nitekim Resûlullâh (S.A.V.) '-den rivayet edilen şu hadis-i şerif de buna delâlet eder. Resûlullâh (S.A.V.), mübarek yüzü ve ellerini üçer üçer yıkayıp abdest aldıkları zaman, «İşte bu abdest benim abdestimdir ve benden önce gelen Pey­gamberlerin abdestleridir», [25] buyurdular.

Eğer, abdest bu yol ile sabit olunca âyetin nüzulüne fayda nedir? denilirse, cevâbında deriz ki : Âyetin nüzulünde fayda; abdest emrini sabit ve mukarrer kılmaktır. Çünkü abdest müstakil bir ibâdet olma­yıp da namaza tâbi olunca, vahy zamanından müddetin uzamasıyle ve nakledenlerin de  günden  güne azalmasıyle,  Ümmet-i  Muhammed'in abdest işine önem vermeyip, şartlarına ve rükünlerine riâyette gev­şeklik göstermeleri muhtemeldir. Mütevâtir nass [26] ile sabit olan onun gibi değildir. O, her zamanda ve her lisanda bakîdir. Yine onun hak­kında vahyi metlüv vârid olunca aynı rahmet (bizzat rahmet) olan ulemânın ihtilâfı hâsıl olur. Bu meselenin bu şekilde açıklanması yal­nız benim yaptığım bîr iştir.

1- Abdestte   yüzü   bir   defa   yıkamak   farzdır.   Çünkü   âyette  (Fağsilû) emri tekrara delâlet etmez.

Yüz, ekseriyetle saç biten yerler arasında kalan kısımdır. Bu, ekse­riyetle (gâliben) kaydı, iki zülüfleri yüzün tarifinden çıkarır. İki zülüf, cephenin iki yanıdır ki saç onlardan sarkar. Şüphesiz bu iki zülfü abdestte yıkamak vâcib değildir, Çünkü saç biten yer (menbit-i şa'r) ile murâd, ekseriyetle saçın bittiği yerdir. İster saç bitsin, isterse bitme­sin. Yâni yüz, ekseriya saçın bittiği yer ile çenenin en altı ve iki kulak­ların arasıdır. Bu söz ile uzunluk ve genişliğine göre yüzün tarifi ta­mam olmuş olur.

Musannifin, «abdestha farzı yüzü yıkamaktır.» sözünden sonra bu ta'rîf, sakalı olan abdest alıcı (mütevaddf) üzerine; sakal başının, bıyı­ğın, kaş ve çene altına varıncaya kadar sakalın altlarını yıkamak vâcib [27] olmasını gerektirir. Halbuki bunların altlarının yı­kanmasının vâcib olmamasıyle Fıkıh Kitapları doludur. Bu sebeble, mu-

sannif bunun defini murâd edip (vel izâr) (yâni sakal başı...) demiştir. Sakalın izan, sakalın iki yanlarıdır. Bunlar binek hay­vanının iki izârından istiare [28] olundular. Bu ikisi, binek hayvanının iki yanları üzerinde olan (gemden) bir şeydir.

Izar, onun ötesinde kalan yerin hükmünü düşürmez. îzârm arka­sında kalan yer, izâr (sakal başı) ile iki kulakların arasında olan be­yazdır ki buna ânz adı verilir. Sakal başının arkasında kalan yerin hükmü, yıkanmasının vâcib olmasıdır. Çünkü sakal başı (izâr) o hük­mü düşürmez. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) bunun aksi görüştedir.

Bilâkis izâr, altında olan şeyin hükmünü (ki o yıkamanın vucûbudur) ieâra nakleder. Böylece izârm yıkanması vâcib olur. Nitekim bı­yık ile kaş da altlarında olanın hükmünü kendilerine nakl ederler ve bıyık ile kaşı yıkamak vâcib olur. Fakat altlarına suyun ulaştırılması vâcib olmaz.

Sakal da, altında olan şeyin hükmünü, derinin yüzünde, ona bi­tişen kısma nakleder. Bu, İmâm A'zam' (Rh.A.) dan gelen rivayetlerin en zahiridir [29]. Muhît ve Bedâyi' sahipleri de bunu seçtiler. Mi'râc'-üd-Dirâye'de de, esah (en sıhhatli) kavi budur, denmiştir. Fetâvâyı Za-hiriyyede, «Bununla fetva verilmiştir» denmiştir.

Veya sakal, altında olanın hükmünü -ki o yıkamanın vucûbudur-deri yüzüne bitişen sakala nakletmez. Bilâkis deriye mülâki olanın mes-hine tebdil eder. Kâdîhân (Rh.A.) demiştir ki: Ebû Hanîfe' (Rh.A.) den gelen iki rivayetin en meşhurunda, deriyi örten şeyin meshi farz-dır. Bu, muhtar olan (tercih edilen) esah kavidir.

Veya sakal, altında olanın hükmünü deriye bitişenin (mülâkinin) dörtte birini meshe tebdil eder. Bu, Ebû Hanîfe' (Rh.A.) den İmam Hasan' (Rh.A.) in rivayetidir.

«Muhît»' te, yüzün ta'rifinden sonra, eğer abdest alan tüysüz (em-red) ise, yüzün hepsini yıkar, eğer abdest alan sakallı ise, sakalın al­tında olanı yıkaması vâcib olmaz, denmiştir. İmâm Şafiî (Rh.A.), eğer hafif sakallı ise vâcib olur, demiştir.

Bıyık ve kaşın altlarına suyu ulaştırmak vâcib değildir. İmâm Şa­fiî (Rh.A.), vâcib olur, demiştir. Sahîh olan bizim sözümüzdür. Çünkü farz olan yer, engel ile örtülmüş ve gizlenmiştir. Ona karşıdan baka­nın altını göremiyeceği bir hal almıştır. Binâenaleyh ondan farz düşer ve başın derisi gibi onu perdeliy^ne tehavvül eder.

Bundan sonra, «El-Muhît» te denmiştir ki: Sakal başı (izâr) ile ku­lak arasında olan beyazın, İmâm A'zam (Rh.A.) ve İmâm Muhammed'-(Rh.A.) e göre, yıkanması vâcibdir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, vâcib değildir. Sakal başının yeri böyle değildir. Çünkü o, üzerinde biten kıl ile örtülüdür. Böyle olunca izârın yerine kâim olur.

2- Yine abdestin farzı, iki elleri teker teker yıkamaktır. El-Kâfî ve başkasında zikredildiği üzere, iki elleri yıkamanın keyfiyeti, sol eliy­le çanağı alıp sağ eli üzerine üç kere dökmektir. Ondan sonra çanağı sağ eli ile alıp yine böyle sol eline dökmektir.

Eğer çanak büyük olup ve büyük ile beraber küçük çanak da olursa, iki eli yıkama keyfiyeti yine yazıldığı şekildedir. Eğer çanak büyük olup küçük çanak bulunmazsa, sol elinin parmaklarını yumarak ça­nağa sokup sağ elinin avucu üzerine dökmektir ve parmakları birbir­leriyle, temizleninceye kadar ovmaktır. Ondan sonra sağ elini çanağa sokup sol eli yıkamaktır.

Bunun şekli, Tâc'uş-Şerîa şerhinde zikredilen şu sözlerdir: Şüphesiz iki elin veya iki ayağın birinden diğerine yaşlığın nakli abdestte caiz değildir. Fakat gusülde ise caizdir. Çünkü abdestin azası hakîkaten ve örfen muhtelifdir. Hakîkaten muhtelif olması açıktır, açıklama­ya ihtiyâç yoktur. Örfen muhtelif olması ise şudur: Çünkü abdest uzuvları bir defada yıkanmaz ve bir hitâb altında dâhil olduğu­na bakılınca hükmen bir tek uzuvdur. Böyle olunca ihtilâf-ı haTcikî, ittihâd-ı hükmî ile beraber çatışmış, örfle hakiki ihtilâf tercih edilmiş olur. Gusl bunun gibi değildir. Çünkü onda bütün uzuvlar hükmen ve örfen [30] müttehiddir. Şu halde örfle olan ittihâd-ı hükmî tercih edil­miştir. Bununla şu sözün fesadı meydana çıkar ki, iki avucun her bi­ri üzerine kuvvetle suyu dökmeye hacet yoktur. Çünkü iki avucun yıkanması sağ elin avucu üzerine dökülen su ile mümkündür. Ni­tekim âdet budur. Zira onda avamın âdetini şeriatın örfüne tercih var­dır. Artık, sen gerisini düşün!

YSne abdestin farzı, iki kolu dirsekleriyle beraber bir kere yıka­maktır. Çünkü  (Fağsîlû)  yâni  «yıkayınız» emri

tekrara delâlet etmez. Dirsek  (mirfâk) : Pazu ile kolun kemiklerinin kavuştuğu yerdir.

3- Yine abdestin farzı, iki ayaklan topuklanyle beraber yıka­maktır. [31]

Topuk (kâ'b) : Ayağın iki tarafından incik kemiğine [32] bitişen yüksek kemiktir. İmâm Hişâm' (Rh.A.) m tmâm Muhammed' (Rh.A.) den rivayet ettiği: «Kâ'b na'lin üzerine bağlanan na'lin tasması ya­nında ayağın ortasında olan mafsal kemiğidir» değildir. Çünkü o mafsal, kolda olan dirsek gibi, her bir ayakta bir kemiktir. Halbuki âyet-i kerîmede (kâ'b) tesniye (iki olarak) zikredilmiştir. Şu halde, burada murâd'm, bizim zikrettiğimiz olduğu belli olmuştur. Eğer böyle olmasa tesniyeye meyletmekde fayda görülmezdi. Eğer âyet-i kerîmede, cem'in cemi' ile mukabelesi, efrâd-ı cem'den her biri üzerine bir kolun ve bir ayağın yıkanmasının vâcib olmasını gerektirir denirse, cevâbında biz deriz ki: Nass-ı kerîmin delaletiyle diğerlerinin yıkan­masının sabit olması caizdir. Veya diğerlerinin yıkanması, tevatür ile nakledilen Resûlüllah' (S.A.V.) m fiili ile caiz olur, icmâ' ile olmaz. Çün­kü fiil Resûl-i Ekrem' (S.A.V.) in zamanında sabittir. İcmâ' [33] ise Re-sûl-i Ekrem' (S.A.V.) in. zamanından sonradır.

Eğer denilirse ki: Cer (esre) ile (Ercüliküm) okunması nasb (üstün) ile okunması gibi, mütevâtirdir. İki kıraatin arasını bulmanın iktizâsı, ya yıkamak ile mesh'in arasında muhayyer kılmaktır. Nitekim bazısı bunu kabul etmiştir. Veya nasbla okunması­nı, ayağın çıplak olan hâline ve cer (esre) ile okunmasını mestli olan hâline hami etmektir. Nitekim bazısı bunu kabul etmiştir. Cevâbın­da biz deriz ki; cer ile okumanın zahiri bil' icmâ terk edilmiştir. Çün­kü meshi kabul eden, onu kâ'beyne mugayyâ kılmadı. [34] (nihayetle sınırlandırmadı)                        Şüphesiz  meşhur  hadîsler   [35],   yıkamanın  vucûbuna  ve  terketmenin de azaba sebeb olacağına delâlet etmiştir. Şu halde yıkamak, fukahânın çoğunun kabul ettikleri gibi daha uygun olduğu abdestle maksûd olan temizliğin elde edilmesine de daha uygun olmuştur. Yıkamakda bulunan fayda sebebiyle de ihtiyata, meshden daha yakın olmuştur. Şu halde meshden yıkamaya dönmek aletta'yin lâzımdır. İmdi cer ile okumak, cerr-i bi'1-civâr (yâni yakınlık sebebiyle cer)  [36] olmuştur.  Nitekim  [37]  âyet-i kerîmesinde ve şâirin (Cuhru dabbin haribin veya haribün) ve «zurahmin mahremin» sözünde olduğu gibi. Bu cerr-i civâ-rînin Kur'ân-ı Kerîm'de ve şâirlerin şiirinde benzeri çoktur. Ma'nâ iti­bariyle bu kelime yıkanan uzuv üzerine atfedilmiştir.

Cerr şeklinin faydası; Uygun olanın suyu iki ayakların üzerine dökmeyi kasd edip meshe benzer hafîf yıkamak ile yıkama olduğu­na dâir bir uyarmadır. Cerr-i civârî iltibas 41e beraber gelmez, burada işe mültebistir, dendiğinde biz deriz ki, gayenin (ilel Kâ'beyni) sözüyle getirilmesi iltibası  (karışmayı) kaldırır. Nite­kim biz böylece zikrettik. Bu hususun böyle bilinmesi gerekir.

Abdest uzuvlarında hâsıl olan kir, sinek veya pireden çıkan şey, kına bitkisinin rengi - (kınanın maddesi ise çamur gibi olduğu için mânı olur.) - gerek abdest olsun, gerek gusl olsun, temizliğe manî ol­mazlar. Nitekim dişlerin aralığında kalan yemek de manî olmaz. Çün­kü bunlar suyun girmesini engellemezler.

Suyun girmesini engellemek ve engellememekdeki ihtilâfa binâen, hamur ve çamur gibi olan şeylerde ihtilâf edilmiştir.

Yüzük halkasının altındaki yere suyun ulaşması için, sıkı olan yüzük, parmaklardan çıkarılır veya hareket ettirilir.

4 - Yine ab d estin farzı, yeni su veya bir uzvun yıkanmasından arta kalan su ile, - tmâm A'zam' (Rh.A.) dan Tahâvî (Rh.A.) ve Kerhî' (Rh.A.)  nin rivayetinde - başın dörtte birini bir kere mesh etmektir.

Veya İmâm A'zam' (Rh.A.) dan Hişâm' (Rh.A.) m rivayetinde, el par­maklarının üçü miktarı mesh etmektir. [38]

Uzvun meshinden arta kalan su ile mesh caiz değildir. Ancak uz­vun meshinden arta kalan su, elden damla damla dökülürse, mesh caiz olur. O damlayan su bir uzuvdan alınmış ise, o uzuv gerek mes-hedilmiş olsun ve gerek yıkanmış olsun, onunla mesh caiz değildir.

Başı tıraş etmekle mesh iade edilmez. Nitekim abdestten sonra kaşı tıraş etmekle ve bıyığı kırkmakla ve tırnak kesmekle de tekrar yıkamak gerekmediği gibi. [39]

 

Abdestin Sünnetleri

 

Abdestin sünneti; nevîlerinin farklılığı ile beraber yapılması hâlin­de mükâfatlandırılan ve terki hâlinde kınanılan şeydir. Müstehâb ise, yapılması hâlinde mükâfatlandırılıp terki hâlinde kınanılmayan şey­dir.

1- Niyetle başlamaktır. Yâni abdeste kalb ile kasd (niyyet) et­mektir. Veya abdestin başlangıcında, hadesin giderilmesine ve emre sa­rılmasına kasd etmektir.

2- Abdestten önce Besmele çekmektir. Yani: (Bismillâhilazim velhamdülillâhi ala dînil İslâmi) demektir. Her ne ka­dar Hidâye'de, esah olan kavi Besmelenin müstehâb olmasıdır, denmiş ise de, bu Besmelenin, sünnet olması tercih edilmiştir. [40] Çünkü sünnet olması, Kudûrî'nin, Tahâvî'nin ve Kâfî sahibinin tercihleridir. İhtiyaten, istincâdan yâni pislikden temizlenmeden önce ve on­dan sonra niyetle ve Besmele ile başlamaktır. Çünkü bazı Meşâyihe göre, Besmele çekmek istincâdan sonradır. İmdi en ihtiyatlı olan, iki­sini birden yapmaktır. Fakat avretin açılması hâlinde değil.

3- Abdest alan kimsenin, gerek uykudan uyanmış olsun, gerek­se olmasın, iki elleri bileklere kadar yıkamakla başlamasıdır. Bu iki eli yıkamak, iki dirsekler ile beraber olursa farz yerine gelmiş olup iadesi lâzım gelmez.

4- Mis vâki anmaktır. Sivâk, misvâklanılan ağaç mânâsına ge­lir. Masdar mânâsına'da gelir. Burada murâd, masdar mânâsıdır. Sivâ-km isti'mâlini (kullanılmasını) takdire hacet yoktur.

Misvak sağ elle kullanılır. Çünkü tevarüs yoluyla bize nakledi­len, sağ elle kullanmaktır. Abdest alan, misvakı dilediği gibi yâni, ya üst, ya alt dişlerinden^ ya sağ tarafından veya sol tarafından başlayıp boyuna veya enine, veya hem boyuna hem enine dilediği gibi kullanır. Misvak bulunmadığı vakitte, parmaklarla oğar. Bunun hük­mü misvâkda geçen hüküm gibidir.

5 - Ağzı yıkamaktır. Yâni suyu ağzının tamamına ulaştırmaktır.

6- Burnu yıkamaktır. Yâni suyu burnun yumuşak yerine ulaş­tırmaktır.  Kullanılmamış sular ile yıkamaktır.  Şafiî   (Rh.A.)   bunun aksi görüştedir.

7- Ağzı ve burnu yıkamada mübalağa etmektir. Ağzı yıkamakta mübalağa, suyu boğazın başlangıcına kadar ulaştırmaktır. Burnu yıkamakta mübalağa ise, burnun yumuşak yerine suyun geçmesidir. Hulâsa'da böyle zikredilmiştir.

Ancak, eğer abdest alan oruçlu olursa, orucu bozulmak ihtimâli olduğu için mübalağa yapmaz.

8- Sakalı hilâllamakdır. Bu sakalı hilâllama (tahlil), sakal ile be­raber yüzü üç kere yıkadıktan sonra, elin parmaklarını sakalın altın­dan üstüne doğru sokmaktır.

9- Parmaklan  hilâllamakdır.  Yâni iki elinin  ve   iki ayağının parmaklarını üçer kere yıkadıktan sonra hilâllamakdır. İki ellerde hi-lâllamanın keyfiyeti, ikisinin parmaklannı birbirine kenetlemektir. İki ayakta hilâllamanın (tahlilin) keyfiyeti; sol elinin küçük parmağı ile sağ ayağının altından ve küçük parmağından başlayıp sıra ile sol aya­ğının küçük parmağında hilâllemeyi bitirmektir.

10- Abdest uzuvlarını üçer defa yıkamaktır.

11- Başının hepsini bir kere mesh etmektir. Bunun yapılışı şöy­ledir : İki elinin ayalarını ve parmaklarım başın önü üzerine koyup, başın tamamını kaplayacak şekilde kafasına (ense) varıncaya kadar çekmektir. Sonra iki kulakları, kullanılmamış su ile mesh etmektir. Çünkü başı bir tek su ile kaplamak, ancak bu yol ile olur.

Fukahâdan bazısının; isti'malden kaçınarak iki avuç içini boş bı­rakır, demesi fayda sağlamaz. Çünkü ellerin ayalarını koymak ve çek­mek lâzımdır. Eğer su, ilk koyuş ile müsta'mel (yâni kullanılmış) olur­sa, ikinci koyuş ile de müsta'mel olur. Geeiktirilnıesi fayda vermez. Ni­tekim Zeylaî (Rh.A.) de böyle demiştir.

Ben derim ki: Fukahâ, suyun uzuvda kaldığı müddetçe müsta'­mel olmadığında da ittifak etmişlerdir.

12- İki kulakların iç taraflarım baştan artan su ile şehâdet par­maklan dışarılarını da baş parmaklan ile mesh etmektir.

13- Abdest âyetinde belirtilen tertibe riâyet etmektir.

14- Vilâ da abdestin sünnetidir. Vilâ : Vâv'ın kesriyle uzuvları birbiri ardınca yıkamak demektir. Öyleki: Mutedil bir havada, ilk yı­kanan uzuv, abdest tamamlanmadan önce kurumamalıdır. [41]

 

Abdestin Müstehabları [42]

 

1- Sağ tarafdan başlamaktır.

2- Boynunu mesh etmek, hulkûmu ise mesh etmemektir. Hul-kûm çene altında olan çıkıntıdır (gırtlaktır). Çünkü hulkûmun meshi bid'attır. [43] Zahîriyye'de böyle zikredilmiştir. [44]

 

Abdestin Edeblerı

 

Musannif, abdestin edeblerinden bazıları demiştir. Çünkü abdestin, mufassal kitaplarda zikredilmiş daha nice edebleri vardır.

Abdestin edebleri şunlardır:

1- Abdest alırken kıbleye yönelmek.

2- Abdest uzuvlarım oğmak.

3 - Küçük parmağını kulaklarının deliklerine sokmak.

4- Özürlü olmayan kimsenin, abdesti vakitten önce almasıdır.

Çünkü özürlünün vakitten önce aldığı abdest, İmâm Züfer' (Rh.A.) e göre, vaktin girmesiyle bozulur. Şu halde, özürlü için evlâ olan, bun­dan kaçınmaktır.

5- Abdest alan kimsenin, parmağındaki geniş yüzüğü hareket ettirmesidir.

6- Başkasından, abdest için yardım istememektir. [45]

7- Abdest alırken dünya'kelâmı konuşmamaktır.  [46]

8- Kullanılmış sudan sakınmak için, abdest alırken yüksek bir yerde oturmaktır.

9- Kalbindeki niyetle dilindeki niyeti bir arada yapmaktır.

10- er bir uzvun yıkanması sırasında

(Bismillâhilazim velhamdülillâhi alâ dînil İslâm) demektir.    Nitekim daha önce geçmişti.

11- Her uzvun yıkanması sırasında şu me'sûr (selefden nakledi­len makbul) duaları okumaktır: Mazmaza sırasında : [47]

«Allahümme eınnî.alâ tilâvetil Kur'âni ve zikrikc ve şükrike ve hüsn-i ıbâdetike.»

İstinşâk sırasında : [48]

«Allahümme erihnî râyihate'lcenneti ve'r-züknî mih neîmihâ.» Yüzü yıkama sırasında:

«Allahümme İbeyyu vechî binûrike yevme tebyezzu vücûhün ve tes-veddü vücûh.»                               

Sağ eli  (kolu ) yıkarken :

«Allahümme a'tınî kitabî biyemin! ve hâsibnî hısâbcn yesîra.» Sol eli (kolu) yıkarken :

«Allâhümme lâ tu'tınî kitabî bişimâlî velâ min verâi zahri.» Başı mesh ederken :

«Allâhümme ezıllenî tahte zilli arşike yevme lâ zille illâ zıllük.» İki kulağı mesh ederken :

«AUâhümmec'alnî * minellezîne yestemiûnel kavle feyettebiûne ah-seneh.»

Boynu mesh ederken :

«Allâhümme a'tik unukî (yahut rakabetî) mine'n-nâri.» İki ayakları yıkamada:

«Allâhümme sebbit kademeyye ale's-sirâtı yevme tezillu fîhi'I-ak-dâm.»

Abdestten sonra Nebi aleyhissalâtu ve's-selâm için salevât duasını okumaktır.

Şu duayı da okumalıdır:

«Allâhümme'c-alnî mine'ttevvâbîne vec'alnî minel mütetahhlrîn.»

12- Abdestten sonra,  abdest suyundan arta kalan  sudan kıb­leye yönelerek bir miktar içmektir.

Vâv'm fethıyle   ( v e d.û ')   abdest alman suya derler. Fukahâ, «Ayakta su içmek caiz değildir. Ancak abdestten sonra fazla kalan su ve zemzem suyu için caizdir» demişlerdir. [49]

 

Abdestin Mekruhları:

 

Abdestin mekruhları şunlardır :

1 - Suyu yüzüne çarpmak,

2 - Suda israf eylemek,

3- Meshi, yeni su ile üçerlemektir. Yâni üç kere yapmaktır. Bu­nu Zeylaî  (Rh.A.)  zikretmiştir. Mi'râc'ud-Dirâye'de Ebû Bekr  (Rh.A.) in Mebsût'undan nakledilerek, bir su ile meshi üçerlemekde mahzur yoktur, kullanılmamış sular ile mesh ise bid'attir, denilmiştir. [50]

 

Abdesti Bozan Ve Bozmayan Şeyler

 

1- Abdestli olan kimseden pislik (neces) çıkması abdesti bozar.

Cîm'in fethiyle    (neces),    ayn-ı necasettir. Cîm'in kesriyle    (n e -c i s)    ise, pâk olmayan şeye denir.

2- Pisliğin, abdestte veya guslde kendisine temizleme hükmü Iâ-hık (dahil) olan yere çıkmasıdır. Pislik çıkması sözü, iki yoldan (yâni önden ve arkadan) ve bu ikisinden başka yerden pisliğin çıkmasını kap­sar. Nitekim Muhît'de;  çıknıafnın haddi, içeriden dışarıya intikâldir, denmiştir. Bu intikâl ise, pisliğin yerinden akmasıyle bilinir. Bu durum­da çıkmak, akıntı yerine kullanılmıştır. Eğer pislik, iki yolun (sebîley-nin) başı üzerinde görünürse, hüküm bunun tersinedir. Çünkü o, her ne kadar akmasa da, abdesti bozar. Çünkü iki yolun başı, pisliğin yeri değildir. Pislik  (necaset); ancak yerinden iki yolun başına intikâl ile bulunur.  İntikâl, görünme  ile bilinir.  Bu durumda, görünme çıkma yerine geçer.

Akmanın haddi, yükselip yaranın başından aşağı inmesidir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) böyle açıklamıştır. Çünkü kan yaranın başından aşağı kaymadıkca yerinden intikâl etmiş olmaz. Zira, yaranın yuka­rısından kana müvâzî olan şey onun yeridir. Bundan, iki yoldan baş­kasından çıkmanın, akmanın aynı olduğu malum olur ve Sadru'ş-Şerîa (Rh.A.) nın «İlâ mâ yutahharu» sözü sale'ye değil harace'ye taalluk etmesi icâbeder.» sözünün zayıf olduğu meydana çıkar. Çünkü ab-destli kimse kan aldırsa ye çok kan çıkıp yaranın başına bulaşma­dan aksa, bize göre, abdest şüphesiz bozulur. Bununla beraber kan, temizlemenin hükmü İâhik olan yere akmamıştır. Bilâkis temizleme­nin hükmü lâhık olan yere çıkıp ondan sonra akmıştır. Çünkü kanın temizleme hükmü lâhık olan yere akması bu şekilde mevcut olur. Her ne kadar o yere akmak bulunmadı ise de. Artık gerisini sen düşün!

Yine Sadru'ş-Şerîa' (Rh.A.) nın; «İbareyi hasene (yâni güzel iba­re) şöyle demekle olur : İki yoldan veya iki yoldan başkasından çıkan pislik, temizleme hükmü lâhık olan yere varmaktır, eğer pis ise akar»

sözünün zayıflığı açıktır. Çünkü bu sözün temeli, dışarı çıkmanın, ak­maya aykırı olmasıdır. Bu durumda onun fesadı belli olmuştur. Çünkü «dışarı çıktı» sözünden sonra, «aktı» sözü fazla ve gereksiz olur. Şu halde, ibareyi hasene Yüce Allah' (C.C.) in yardımı ile bizim seçtiği-mizdir.

«Pisliğin çıkması» sözü, şundan ayırdetmedir: Şayet abdestliye bir iğne batsa ve kan yaranın başı üzerine yükselip fakat akmasa, ab-desti bozmaz. Çünkü o, dökülüp akıtılmamış olduğu için pis değildir. Sadru'ş-Şerîa' (Rh.A.) nın (İlâ mâ yutahharu) sözü şu hususlardan korunmak içindir.

a - Sidik zekerin kamışına, ulaşsa da meydana çıkmasa abdesti bozmaz.

b- Yine ,abdestlinin gözünde kabarcık, yâni çıban olsa ve kanı gözünün diğer tarafına ulaşsa abdesti bozmaz. Yine kan burnun yu­muşağından yukarısına aksa, abdesti bozmaz. Ama burunun yumu­şak yerine aksa abdesti bozuctfdur. Çünkü istinşâk (burna su çekmek) cenabette farzdır.

3- Yelin veya kurdun veya küçük taşın arkadan çıkması abdes­ti bozar. Musannifin yeli zikretmesinin sebebi şudur: Çünkü yel arka­dan çıkar, halbuki pis değildir. Bununla beraber o, pisliğe komşu ol­makla abdesti bozucudur. Kurdu ve küçük taşı zikretmesinin sebebi şudur ; Çünkü onlar ile beraber olan pislik, her ne kadar az ise de, ön ve arka yolda (sebîleynde) hadestir.

4 - Yelin önden ve zekerden çıkanı abdesti bozmaz. Çünkü o pis­liğin yerinden çıkîmaz.

5- Yaradan çıkan kurd abdesti bozmaz. Çünkü yaradan çıkan kurdun üzerinde olan pislik az bir şeydir. Bu ise, ön ve arka yollardan başkasında hades değildir.

6 - Yaradan düşen et parçası da abdesti bozmaz.

7- Ağız dolusu safra kusmak abdesti bozucudur. Ağız dolmak, güçlükle tutmaktır. Hattâ, eğer güçlükle tutmasa çıkıverirdi. Bir kavi­de, «Ağızın dolması, konuşmaktan menetmesidir» denmiştir.

8 - Ağız dolusu aiâk kusmak da abdesti bozar. Alâk, lügat yö­nünden, donmuş kana derler. Fakat burada murâd, sevdadır. [51] Bun­dan dolayı, onda ağızın dolmasına itibâr edilmiştir.

9- Ağız dolusu, yemek veya su kusmak da abdesti bozar.

Musannifin buna itibâr etmesi; Hidâye'de söylenen şu sözden do­layıdır. Orada : şüphesiz hurûc yâni iki yoldan başkasından pisli­ğin çıkması temizleme hükmü lâhık olan yere akmakla tahakkuk eder. Kusmakda ise ağzın dolmasıyla gerçekleşir, deyip ondan sonra : Ağzın dolması, zabtı ancak güçlükle olur bir halde olmasıdır. Çünkü zahiren çıkmış olur. O hâlde çıkmış sayılmıştır, denmiştir,

Hidâye'nin; «Çünkü o, zahiren çıkar, o halde, çıkmış sayılır.» sö­züne itiraz edilmiştir. Şu bakımdan ki; gâlib olan zahiri tahakkuk et­miş gibi kılmak ancak zaptedilmeyen şeyde olur. Seferin güçlük yeri­ne geçmesi gibi. Veya üzerine ıttıla hâsıl olmayan şeyde olur. Erkeğin uzvunu kadının uzvu içine girdirmesinin inzal (boşalma) yerine geç­mesi gibi. Fakat zahir hulunan munzabıtta, gâlib olan zahir tahakkuk etmiş gibi kılınmaz. Nitekim bizim bahsimizde olduğu gibi. Çünkü kus­muğun ağızdan çıkmasını görmek güç olmaz. Şu halde ağız dolusunu, dışarı çıkmak (hurûc) yerine nasıl koyar? Bilhassa, kusma ağız dolusu olup ondan sonra güçlükle dışarı çıkmaktan menedilmesi suretinde çık­maması katidir. Ona nasıl bozar hükmü verilir? Kusmuk ağız dolusun­dan az, fakat ağızdan çıkarsa, çıkmak yüzde yüz malumdur. Bozulma­dığını söylemek illeti nakzdır.    

Ben derim ki: Bunun esâsı (Liennehû) nun zamirini kusma (kay') lafzına râci kılmasıdır. Halbuki öyle değildir. Bilâ­kis zamir, pisliğe (necese) râcidir. (Liennehû); (Ve bi mil'H femî fil kay' i) sözü için delildir. İmdi mânâ şudur : Pisliğin çıkması kusmada ağız dolusu ile tahakkuk eder. Çünkü bu takdirde neces (pislik) zahiren çıkar. Zira bu kusma ancak midenin dibindendir. Bu durumda zahir olan şudur: Kusmak pisliğe uğramıştır, (onunla birlikde bulunmuş­tur.) Az kusmak ise bunun hilafıdır. Çünkü o, midenin' yukarısındandır. Şu halde necese (pisliğe) uğramamıştır. Bu hususun böylece bilin­mesi gerekir. Zira Hidâye sarihleri bu hususun halline girişmemişler­dir. Halbuki bu hususun halli gerekir.

10- Zikredilen şeylerin, kusmada ağız dolusu olması, abdesti bo­zucu olduğu gibi, kan (dem) kusmak da abdesti bozucudur. Lâkin onun, sıvı olduğu için pisliği meydanda olduğundan, ağız dolusu olması şar­tı yoktur. İrin kusmak da abdesti bozucudur.

Her ne kadar, kan ve irin tükürük ile karışık olsalar da, abdesti bozucudurlar. Fakat kan ve irin tükürüğe gâlib olurlarsa veya eşit olurlarsa abdesti bozarlar. Eğer tükürük onlara gâlib olursa abdesti bozmazlar.

11- Balgam kusmak, abdesti mutlak surette bozmaz. Yâni o bal­gam, gerek başdan-insin ve gerek mideden çıksın, gerek ağız dolu­su olsun ve gerekse olmasın abdesti bozmaz. Çünkü kayganlığı oldu­ğu için pislik onun içine giremez. Ancak İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a gÖ-re, karından çıkıp ağız dolusu olan balgam, pisliğe yakınlığı sebebiyle, pislendiği için abdesti bozar. [52]

Eğer balgam, yesmekle karışık olursa, galibe itibar edilir ve kus­mak ağız dolusu olursa abdesti bozar. Eğer balgam yemeğe gâlib (daha çok) olursa bozmaz. Ancak, İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, ağız dolu­su olursa bozar.

İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, ayrı yerlerde olan kusmalar bir­birine eklenir. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre ise, kusmanın ayrı ayrı olan sebebi toplanır. Yâni abdestli kimse, toplandığı takdirde ağız dolusu olacak şekilde ayrı ayrı kussa, abdesti bozulur.

İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.),1 yerin (meclisin) birliğine itibâr eder. Bu durumda eğer kusma, bir yerde ağız dolusu hâsıl olursa, her ne ka­dar gaseyan (bulantı, kusma sebebi) çeşitli olsa da, ona göre, abdesti bozar. İmâm Muhammed (Rh.A.), sebebin bir olmasına itibâr eder. O da gaseyandır. Eğer ağız dolusu hâsıl olursa, her ne kadar ayrı ayrı olsa da, ona göre abdesti bozar.

12- Kusmuk ve kusmuğun benzerinden hades [53] olmayan şey pislik değildir. O hades olmayan şey, ya kusmuktur, nitekim bilirsin ki, kusmuğun azı midenin yukarısından çıkar ve midenin yukarısı ne­caset yeri değildir, veya o p.is olmayan şey kandır. Kanın azı mes-fûh   (akıtılmış)   olmamakla  âyet-i  kerîme  ile  haram  kılınmamıştır. Şu halde pis de olmaz. Amma, mesfûh olmayan kanın insanda haram ol­ması, etinin haram olmasına binâendir. Öyleyse pis olmasını gerektir-, mez. Çünkü bu haram olma, insanın kerameti (kıymeti) içindir. Yok­sa pis (necîs) [54] olduğu için değildir. Öyleyse, insanda mesfûh olan kan, haram kılınmış olmasıyle beraber, aslen temizdir.

13- Abdestlinin şuur gücünü yokeden uyku da zikredilenler gibi, abdesti bozar. Bu uyku, oturağı yerden ayrılmış şekilde uyumaktır. Bu da yanı üstüne yatıp uyumak yâni iki yanının birini yer üzerine ko­yarak uyumak veya iki oturağı (kaba eti)nm birisi üzere uyumak, ve­ya kafası üzere yattığı halde uyumak, veya yüzü üzere kapanıp uyu­maktır.

Şüphesiz şuur gücü yok olduğu zaman âdeten, uyuyan kimse ken­disinden çıkan bir şeyin farkına varmaz. Âdet ile sabit olan şey ise, teyakkun (kesin bilgi) gibidir.

Ayakta veya oturma hâlinde ya da rükû veya secde hâlinde karnını iki uyluğundan kaldırıp, pazularım iki yanlarından uzaklaştırıp uyu­şa, bu şekillerde olan uyku, eğer şuur gücü gitmezse, mutlaka abdes­ti bozmaz. İmâm Şafiî (Rh.A.) bunun aksi görüştedir.

Velev ki bir kimse namazda kasden uyumuş olsun. İmâm Ebû Yû­suf (Rh.A.) bunu benimsememiştir.

Uyuyan abdestli kimsenin dayandığı şey alınınca düşerse, onun uy­kusunda ihtilâf edilmiştir. Hidâfe sahibi, abdesti bozan şeyleri sayar­ken : «Abdestli kimse bir şeye dayanarak uyur da, o şey alınınca düşer­se, o uyku onun abdestini bozar.» demiştir.

Hidâye sarihleri; «Bu mesele İmâm Tahâvî' (Rh.A.) nin ihtiyar ey­lediği şeylerdendir, Mebsût'un rivayetinin aslından değildir,» demişler­dir.

Muhît'de «Eğer o şeye dayanıp uyuyan kimsenin oturağı yer üze­rine yerleşmiş değil ise, hades vâki olur. Eğer yer üzerine yerleşmiş ise, hades vâki olmaz. Esah olan söz budur» denmiştir.

Yine Muhît'de «Eğer abdestli olan, ayakta olduğu halde veya otur­duğu halde uyurken düşse, eğer düşmezden veya düşerken veya düş­tüğü anda uyanırsa abdesti bozulmaz. Uyurken düşüp karar kıldıktan sonra uyanırsa, abdesti bozulur. Eğer abdestli, bir çıplak hayvan üze­rinde uyuyorsa, eğer hayvan yokuş yukan ve düz yerde giderken uyu­muş ise hades vâki olmaz. Yokuş aşağı yerde giderken uyumuş ise hadesdir,» denmiştir,   ,

14- Bayılmak.ve yürümede sallantı meydana getiren sarhoşluk abdesti bozar.

15- Delirmek de abdesti bozar.

Bayılmak ve sarhoşluğun abdesti bozucu olmalarına sebeb, bunlar ile şuur gücünün yok olmasıdır. Delirmenin abdesti bozmasının sebe­bi, başkasından hadesi ayırdedejnediğinden dolayıdır.

16- Baliğ olup namaz için aldığı abdest (mübaşereti vudû') ile uyanık olarak kâmil bir namaz kılan kimsenin kahkahası abdesti bozar.

Kahkaha : Sahibinin ve yanında bulunan kimsenin işittiğidir.

Dıhk (gülmek) ise : Ancak kendisinin işittiğidir. Bu, abdesti boz­maz, ancak namazı bozar.

Tebessüm (gülümsemek) ikisini de bozmaz.

Namaz için aldığı abdest (mübâşeret-i vudû') demek, gusül (boy abdesti) sırasında alman abdeatten ayırdetmek içindir. Çünkü bu ab­dest, kahkaha ile bozulmaz. Kâmil namaz ile murâd, rükû ve sücûd" sahibi olan namazdır. Çünkü bu konuda vârid olan nass, Resûlüllah' (S.A.V.) in şu sözüdür:                     .              '

«Haberiniz olsun ki, sizden biriniz kahkaha ile gülerse, abdesti ve na­mazı iade etsin.» [55] Bu, mutlak olarak namaz hakkında vârid olmuş­tur. Şu halde onun üzerine hasrolunmuştur.

Kahkahadan başkası, yâni gülmek ve tebessüm abdesti bozmaz. Sabî'nin, uyuyanın, gusletmiş olanın kahkahası ve namazın dışındaki kahkaha abdesti bozmaz. Cenaze Namazında ve tilâvet secdesinde kah­kaha ile gülmek, her ne kadar Cenaze Namazı ile tilâvet secdesini if-sâd ederse de abdesti bozmaz.

Kâmil najmazda olan kahkaha, her ne kadar teşehhüdden sonra ve selâmdan Önce olsa da abdesti bozar. Çünkü bu takdirde kahkaha, na­maz içinde olmuş olur. Ancak, eğer musallî kahkahayı kasden yapmış olursa bozmaz, Zira bu surette kahkaha, kendi sun'iyle (fiiliyle) namazdan çıkış olur. Nasıl olursa olsun, şüphesiz namaz kendi sun'u ile çıkmakla [56] tamâm olur. Bunun açıklaması yakında gelecektir.

Şayet İmâm namazdan ka&den kahkaha ile çıksa, İmâjma uyan kimsenin kahkahası abdestini bozmaz. Çünkü imâmın kendi sun'iyle çıkması, imâma uyan kimse için de kendi sun'iyle çıkmak sayılır. Yok, eğer o imâma uyan kimse mesbûk (sonradan uyan) olursa, onun kah­kahası abdestini bozar. Çünkü bu takdirde onun kahkahası kendi na­mazı esnasında olur.

17- Mübâşeret-i fahişe de abdesti bozar. Mübâşeret-i fahişe : Er­kek ile kadın çıplak oldukları halde, erkeğin zekeri kabarıp kadının ter­cine dokunmasıdır. Bu takdirde, erkeğin ve kadının ikisinin de abdest-leri bozulur.

Erkeğin, kendi zekerine ve kadına dokunması abdesti bozmaz. Çün­kü zekere dokunmak (mess) ve kadına dokunmak, bize göre, abdesti bo­zucu değildir. İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre, abdesti bozucudur.

18 - Abdestlinin bedeninde bir kabarcık deşilip su veya suya ben­zer san su veya kan aksa, onun abdesti bozulur.

Eğer su akmayıp yaranın başına yükselse de o yükselen su gideril-se -öylekî, şayet o su giderilmeyîp bırakılsa akacaktır- o kimsenin abdes­ti bozulmuş olur. Eğer terk olunduğu zaman akmazsa, bozulmuş ol­maz,

19- Abdestlinin kulağından irin çıksa, eğer ağrı ile çıktıysa onun abdesti bozulur. Çünkü yaradan çıkmıştır. Eğer ağrısız çıktıysa bozul­maz.

20- Abdestlinin gözünde ağrı veya zayıflık olsa,   (Ameş : mîm'in fethiyle, çok vakit, gözün yaşı akmasıyle beraber gör­me zayıflığına derler — Eğer o gözden yaş çıkarsa abdesti bozar. O yaşın çıkması devamlı olursa, o kimse özür sahibi olur. Bunun açıklama­sı ileride gelecektir. Nitekim gözde garb (gözyaşı kanalı) denen bir da­mar vardırki gözü sulandırır ve asla kesilmez. [57]

 

Abdestsiz Caiz Olan Ve Olmayan Şeyler :

 

1- Baliğ olup abdestsiz olan kimsenin, her ne kadar yazısız olan beyazı da olsa, Mushaf-i Şerifi elle tutması caiz olmaz. Ancak kılıfı ile tu­tarsa, kılıf Mushafa bitişik de olsa caiz olur.  «Kılıfı ayrı olursa caiz olur.» diyenler de vardır. Çanta ve çantanın benzeri gibi. Esah olan kavi, birincisidir.  Muhit'de ve Kâfî'de böyle açıklanmıştır. Hidâye'de ikinci kavi seçilmiştir.

2- Mushaf-ı Şerifi, yen  (yâni elbisenin kolu)  ile tutmak mek­ruh değildir. Mekruhtur, diyenler de vardır.

Muhît'de denmiştir ki: Bizim üstadlanmızdan bazıları, cünûb ile hayızlmm Mushafı yen'i ile tutmasını kerih gördüler. Âmmeyi fukahâ ise, mekruh olmaz, dediler. Çünkü haram olan tutmak, Mushafa eliyle yapışmaktır. Yâni hâilsiz (vasıtasız) tutmaktır. Kâfî sahibi de, yen ile tutmanın mekruh olmadığını tercih etmiştir. Hidâye sahibi ise mekruh olmasını tercih etmiştir.

3 - Şer'i   kitapları,   abdestsiz   olan   kimsenin   eliyle   tutmasına (veya dokunmasına) izin verilmiştir. Ancak tefsir kitaplarım tutma­sına izin verilmemiştir. Bunu Mecmau'l Fetâvâ sahibi ve diğerleri söy­lemişlerdir.

4 - Yine abdestli olmayan kimse için, üzerinde sûre olan parayı

(akçayı) elle tutmak caiz olmaz. Fukahâ, sûreden maksat âyettir, de­mişlerdir. Ancak, eğer kese ile tutarsa caiz olur. Her ne kadar abdestsiz olarak âyetin okunması caiz olmuş -ise de, abdestsiz olan kimsede, tut­mak ile okumak arasında fark vardır. Çünkü hades eli meneder, ağzı menetmez. Hattâ eli yıkamak vâcib olur, ağzı yıkamak vâcib olmaz. Cünüb ile hayızlıda el ile ağız müsavidir. Çünkü cenabet ile hayz, ele ve ağıza girmişlerdir. Hattâ cenabet ile hayzda, ikisinin de yıkan­ması vâcib olur. Göz için suâl vârid olmaz. Çünkü cünübün okumaksi-zın Mushaf'a bakması helâldir. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.

5- Abdestî olmayan kimsenin herhangi bir mescide girmesi ve Kâ'be'yi tavaf etmesi de mekruhdur. Tatârhâniyye'de böyle zikredilmiş­tir.

Mescide girmenin ve Kâ'be'yi tavafın abdestsiz kimseye haram olmamasının sebebi, bu ikisinin hürmetinin (haramiliğinin) hayz ve ce­nabet gibi hades~i ekber ahkâmından olmasındandır. [58]

 

Guslün   Farzları

 

Burada farz ile murâd, itikadı ve amelî farzı kapsayan şeydir. Ame­lî farz, fevt olmasıyle cevaz fevt olan şeydir.

Guslün farzı: Ağızı, burnu ve bütün bedeni yıkamaktır. Rattâ esah kavide, kulfe'nin içini, yâni sünnet derisinin içini de yıkamaktır.

Yine göbeği, kaşı, bıyığı ve sakalın hepsini yıkamak da gerekir.

Yâni sakalın aralığına suyu eriştirmek vâcibdir. Nitekim sakalın dip­lerine ulaştırmak vacip olduğu gibi. Çünkü bunda sıkıntı ve güçlük yoktur. Muhit'de böyle zikredilmiştir.

Fercin dışını da yıkamak gerekir. Hulâsa'da böyle zikredilmiştir.

Bunun açıklaması şöyledir; Yüce Allah' (CC.) in (

(Fetahharû «Tertemiz yıkanın.» emri, mübalağa sîgası ile bedenin za­hirinde olan şeyin -her ne kadar bu bir bakımdan zikredilen şeyler gibi ise de- yıkanmasının vâcib olmasını gerektirir.

Göz gibi ve kapanmış delik gibi, yıkanmasında güçlük olan şeyin yıkanması farz değildir. Çünkü sıkıntı ve güçlük veren şey, Yüce AHah' (CC.) in, «(Allah) dinde sizin için bir güçlük kılmamıştır.» [59] kavli şerifi ile hâ­riç bırakılmıştır.                 

Muhît'de zikredildi ki: Eğer küpenin deliğine su ulaşmayıp ancak güçlük ile girse ve yine küpeyi çıkardıktan sonra deliği, küpe ona güçlükle girecek şekilde kapanmış olsa, bunda sıkıntı ve güçlük oldu­ğu için yıkanması farz olmaz.

Yine gözü yıkamadaki güçlük gibi, kadının saç örgüsünü çözüp ıs-latmakda da güçlük vardır. Bunda, şayet örgü çözülmüş olursa, yıkan­masının vâcib olduğuna işaret vardır.

Güçlüğü gidermek için örgünün diplerini ıslatmak yeter. Fakat erkeğe; örgüsünü çözmesinde güçlük olmadığından, ihtiyaten yıka­ması vâcib olur. Kâfî'de böyle zikredilmiştir. [60]

 

Guslün Sünnetleri :

 

Guslün sünneti: Abdestin sünnetinde zikredilen; niyet, Besmele ve iki eli yıkamakla başlamaktır.

Yine guslün sünneti, ferci ve eğer bedende pislik varsa onu yı­kamak; Suyu abdest uzuvlarının hepsine kullanmaktır. Anca>: ayakları kullanılmış su toplanan yerde ise, iki ayaklan müstesnadır. Bu ifâde bazılarının, «İki ayakları müstesna, bütün abdest uzuvları yıkanır» sözünden daha güzeldir. Çünkü abdest uzuvlarının hepsi yı­kanmış değildir. Belki bazısı meshedilmiştir. Abdest almak (tevaddî) lafzında, namaz abdestinde olduğu gibi, gusülde de başına mesh ede­ceğine işaret vardır. Bu, zahir rivayettir.

Eğer gusleden kimsenin ayaklan kullanılmış su toplanan yerde ise yıkamaz. Eğer satıh üzerinde yâni yüksekçe bir yerde ise ayaklarını da yıkar.

Ondan sonra suyu dökmeyi üçerlemektir. Yâni her ne kadar pislik, giderilse de, döktüğü su bütün bedenini kaplayacak şekilde üçer kere dökmezse, gusl, mesnûn (yâni sünnet üzere) olmaz.

Esah kavilde, sağ omuzundan başlayarak, ondan sonra sol omuzu-na, ondan sonra .başına döküp üçerlemektir.

Musannifin «esah kavide» demesi, Mi'râc'ud-Dirâye'de; bazılarının sağ omuza üç kere döküp başlar, sonra başına, sonra sol omuzuna dö­ker. Bazılarının da, başdan başlayıp üçerler, dediği sözden ayırdetmek içindir.

Bundan sonra bedenin geri kalanına su dökmektir. Sonra abdes-ti tamamlamak için ve kullanılmış sudan temizlemek için ayaklarını yıkar.

Yine guslün sünneti, bedeni ovmaktır. Çünkü sünnetten murâd, farzı yerinde kâmil (tam) kılmaktır. Bedeni ovmak ise, tamamlamaktır.

Gusülde bir uzvun yaşlığını diğer uzva nakl, su damladığı zaman :sahîh olur. Yukarıda açıklanan sebebden dolayı bu, abdestte sahîh olma-imıştır. [61]

 

Guslü Gerektiren Durumlar :

 

Her ne kadar meninin çıkması uykuda da olsa, yerinden şehvet ile ayrılmış olan meninin çıkmasıyle gusül farz olur. Şehvet iîe kaydına sebeb şudur .: Eğer o ağır bir şey yüklenmek ve buna benzer bir şey sebe­biyle çıkarsa gusül farz olmaz. İmâm Şafiî (Rh.A.) aksini kabul edip «Farz olur» demiştir.

Yerinden şehvet ile ayrılmış olan meni, her ne kadar, bedenin dı­şına şehvet ile çıkmamış olsa da gusül farz olur. Musannifin defk'ı yâni fışkırtmayı zikretmemesinin sebebi İmâm A'zâm (Rh.A.) ve İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, fışkırtma şart olmadığı içindir.

Yine gusül âdeminin (yâni insanın) uzvunu diğer bir insanın uz­vuna girdirmesiyle (idhâliyle) farz olur. Âdemi kaydı, cinnî (yâni cin) nin idhâlinden ayırdetmek içindir. (Cinleri bu hükümden hariç kılmak içindir.)

Muhît'de şöyle zikredilmiştir : Şayet bir kadın; «Benimle beraber bir cin vardır ki bana gelir, kocam ile cinsî münasebette bulunduğum zaman bulduğum şeyi nefsimde bulurum» dese, guslün sebebi olan gir- > dirme veya ihtilâm bulunmadığı için, o kadına gusül vâcib olmaz.

Haşefeyi (sünnet yeri, kertik) veya haşefenin kesilen yerinden ha­şefe miktarını, diri olan insanın iki yolundan birine sokmakla gusül farz olur. Musannifin, insanın (âdeminin) iki yolu (sebîleyni) demesi, diğer hayvanlardan onu ayırmak içindir. Çünkü haşefeyi veya haşefe­nin kesilen yerinden haşefe miktarını hayvanâtın iki yolundan birine soksa, istek az olduğu için gusül gerekmez.

Musannifin, diri (hayy) kaydı, ölünün iki yolundan birine girdir-mekden ayırdetmek içindir. [62] -Çünkü (inzal olmadıkça) hayvanda gusül vâcib olmadığı gibi, ölüde de vâcib olmaz.

Her ne kadar meninin inzali olmasa da, âdemîden mükellef olan fail ve nıef'ûl üzerine girdirmekle gusül vâcib olur. Çünkü bunun ben­zerinde gâlib olan inzaldir. Şu halde ihtiyaten gusül vâcib olur.

Eğer uykudan uyanan kimse, menî veya mezî görürse yine gusül farz olur,

Mezî, ince bir suya derler ki, erkek, karısı ile oynaştığı zaman çı­kar.

Her ne kadar, o uykudan uyanan kimse, ihtiiâmı hatırhyamasa da, gusül farz olur. Çünkü zahir olan şudur ki; o gördüğü şey menidir. Ona hava isabet etmekle incelmiştir. Şayet ihtiiâmı hatırlar ve lezzetini de hatırına getirir, fakat yaşlık görmezse, gusül farz olmaz. Çünkü o ha­tırlama, inzâlsiz uyanıklıkdaki (tefekkür) gibi uyurken tefekkürdür.

Zahîre'de zikredildi ki; şayet bir kimse uykudan uyanıp uyluğun­da veya döşeğinde yaşlık bulsa, eğer ihtiiâmı hatırlarsa ve o yaşlığın menî veya mezî olduğunu kesinlikle bilirse, gusül vâcib olur. Eğer o yaşlığın vedî olduğuna kesin bilgi hâs i ederse, gun\ vâcib olmaz. Eğer ihtiiâmı hatırlamayıp o yaşlığın vedî olduğunu kesinlikle bilirse, gusl vâcib olmaz. Bu durumda, o yaşlığın menî olduğunu kesin olarak bilirse, gusl vâcib olur. Eğer, o yaşlığın menî veya vedî olduğunda şüphe ederse, yine böylece İmâm A'zam (Rh.A.) ve İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, gusl vâcib olur. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.); «İhtiiâmı hatırlamadıkça vâcib olmaz. Çünkü aslolan zimmetini berî etmektir. Zimmeti berî etmek de ancak yakın ile vâcib olur» demiştir. Kıyâs da budur.

İmâm A'zam (Rh.A.) ile İmâm Muhammed (Rh.A.) meseleyi ihti­yatla almışlardır. Çünkü uyuyan kimse gafildir. Menî ise bazan hava ile incelip mezî gibi olur. Şu halde ihtiyaten o kimseye gusl vâcib olur.

Keza, erkekde zikredilen ahkâm ne îse, kadın dahî esah kavide, erkek gibidir. «Esah kavi» denmesi, söylenen şu sözden ayırdetmektir: Şayet kadın ihtilâm olup ondan, menî çıkmaz da inzalin lezze­tini bulur ise, o kadına gusl vâcib olur. Çünkü kadının suyu, sadrın­dan (göğüs bölgesi) rahmine iner. Erkek bunun tersi olup gusl hak­kında meninin görünmesi şarttır. Zeylaî' (Rh.A.) de böyle söylemiştir.

Erkek, zekerinin ucunu, bîr bez ile sarılı olduğu halde soksa, eğer o adam cima lezzetini bulur ise/gusl vâcib olur.

Gusl, hayzın ve nifâsın kanı kesildiği vakitte farzdır. Mezî ve vedî-nin çıkmasıyle farz olmamıştır. Vedy : Dâl-ı mühmelenin sukûniyle si­diğin ardından çıkan galîz (koyu) sudur.

Hukne yâni makattan ilâç şırıngası, dübüre parmak, taş ve ağaç­tan parmak gibi bir şeyin sokulmasıyle de gusl vâcib olmaz.

İnzâlsiz, hayvanı vat* (temas) etmekle, istek az olduğu için, gusl vâcib olmaz. Nitekim daha önce anlatılmıştı.

Bir adamın, arsalık  [63] bir karısı olup cinsî münâsebette bulunduğu zaman bekâretini izâle edemese, inzal olmadıkça ikisinin de üze; xine gusl vâcib olmaz. Çünkü bakirelik, erkek ve kadının sünnet yer­lerinin kavuşmasına (iltikâ-ı hitâneyne) engel olur. El-Mübtegâ' [64] de böyle zikredilmiştir.

Ölüyü yıkamak, diri olan kimseye, kifâye yoluyla vücûben lâzım olur. Hattâ bazı kimseler ölüyü yıkasa, hepsinden vücûb düşer. Eğer bazısı yıkamazsa, hiçbirinden vucûb düşmeyip hepsi günahkâr olur. [65]

 

Vâcib Olan Gusl:

 

Cünub iken Müslüman olan adama ve hayızli olduğu halde Müs­lüman olan kadına gusl vâcib olur. Bazıları «İslâm'a giren cünûb ve hayızhnın guslleri mendubtur» demişlerdir.

înzâl ile baliğ olan kimseye de gusl vâcib olur. Bulûğuna yaş ile hükmedilen kimse için gusl vâcib olmamıştır.

Bir kavle göre : «Gusl, bulûğ ile vâcib olmaz. Vucûb, bulûğdan son­radır ve bulûğ ise inzalden sonradır. Bu durumda eğer bulûğ ile gusl vâ­cib olsa, hükmün sebebe takdim edilmiş olması gerekir.»

Biz deriz ki: înzâl, kuvvetlerin olgunlaşmasına delildir. Öyleyse vucûbu izhâr edici olur. Yoksa gusl lâzım gelmesi için vucûbu ispat edici olmaz.

Bir kadın çocuk doğurup kan gormese, gusl vâcib olur. Çünkü o ka­dın, eğer kan' görse gusl, vâcib değil farz olur. Zahîriyye'de böyle zik­redilmiştir. [66]

 

Sünnet Olan Gusl:

 

Sahîh olan kavle göre, Cuma Namazı için gusl sünnettir. «Cuma günü için», denilen sahîh değildir.

Bayram için, Hac yolunda ihram için, ve Arefe için gusl sünnettir.

Musannif, Bayram (id) lafzında, (için) mânâsına gelen (lam) ı, gusIün, Bayram Namazı için sünnet olduğu anlaşılmasın diye tekrarlamış­tır. [67]

 

Mendûb Olan Gusl :

 

Gusl, temiz olduğu halde İslâm'a giren kimse için veya yaş ile bu­lûğuna hükmedilen kimse için mendûbdur. Yakında (Kitâbu'1-Hıcr) da açıklaması gelecektir ki, fetva, küçük oğlan ve kızda bulûğ yaşının 15 yıl olduğu husûsundadır.

Delirmek (cünûn) hastalığından iyileşen kimse için de gusl men-dûbdur.

Mekke'ye girmek için, Müzdelife için, Küsûf Namazı ve İstiskâ Na­mazı için gusl rnendâb olmuştur.

Kadın ister zengin olsun, ister fakîr olsun, kadının gusl ettiği su­yun parasının kocası üzerine vâcib olmasında ihtilâf edilmiştir. [68]

 

Cünub Ve Hayızlıya Haram Olan İşler :

 

Mescide ginıiek, içinden geçmek için de olsa, cünub olan kimseye haramdır. İmâm Şâfü (Rh.A.) bunu benimsememiştir.

Cünub olarak mescide girmek, ResûlüUah' (S.A.V.) in,

«Şüphesiz ben, bayızh ve Cünub için mescide girmeyi helâl gör­mem.» [69] buyurmasından dolayı haram olmuştur. Ancak zaruretten dolayı haram olmaz. Meselâ evin kapısının mescid hareminde olması

gibi.

Cünub veya hayızlı kimsenin, Kâ'be'yi tavaf etmesi de haramdır.

Çünkü tavaf mescidde olmaktadır. [70]Vukuf, Haccın rükünlerinin en kuvvetlisi iken, cünüb için caiz olunca, tavafın da cünub kimse için en uygun yol olarak caiz ol­ması anlaşılmasın diye, Musannif, cünub ve hayızlmm mescide girme­si haramdır, dedikden sonra tavafı zikre ihtiyâç duymuştur. Kâfî'de böyle zikredilmiştir. Çünkü Mescid-i Haram, emr-i ânzdır (sonradan meydana gelmiştir.) Malûmdur ki: İbrahim Aleyhîsselâm zamanında Mescid-i Haram yoktu. Eğer mescidin olmadığı kabul edilse, cünub ve hayızlı için tavaf caiz olmaz. Müstasfâ'da böyle zikredilmiştir.

İmâm Serûcî' (Rh.A.) nin, Gâyet'ül-Beyân'mda zikredilen: «Bu sebeble, tavafa ahdi bozmak girdiği için, cünub ve hayızlı olanlar üze­rine dem (kurban) icâb etti, yoksa dem, cünub ve hayızlımn mescide girmelerinden dolayı icâb etmedi.» sözü bunu teyid eder,

Cünub ve hayızlımn Kur'ân okuması haramdır. Kur'ân okumanın miktarında ihtilâf edilmiştir. Bu hususta, «Bir âyet miktarı okumak haramdır» ve «Bir âyetten eksik okusa da haramdır» diyenler vardır.

Kur'ân okumak kâsdıyle okursa haramdır. Fakat cünubun zikr ve sena kâsdıyle okuması, meselâ,

(Bismillâhirrahmanirrahim; Elhamdülillah! rabbll âlemin) demesi ve Kur'ân'ı harf harf ta'lîm etmesi gibi ki, bu surette ittifâkan mahzur yoktur. Muhît'de böyle zikredilmiştir. [71]

İçinde Kur'ân olan levha ve evrak gibi şeyleri elle tutmak ve taşı­mak da harâmdîr. Cünub ve hayızlımn, duaları okumasında, onları el­le tutmasında ve taşımasında, Yüce Allah' (C.C.) m adını anmasında ve tesbihde, ellerini ve ağzını yıkadıktan sonra yiyip içmesinde mahzur yoktur. Uyurken duaları okumasında da mahzur yoktur.

Cünub olan kimsenin, gusl etmezden önce kansıyle tekrar cinsî münâsebette bulunmasında mahzur yoktur. Ancak eğer ihtilâm olmuş ise bu surette, yıkanmazdan (yâni guslden) Önce kansıyle cinsî münâ­sebette bulunması caiz değildir. EI-Mübteğâ'da böyle zikredilmiştir.

Cünubun, Kur'ân'ı yazması da mekruhtur. El-İzâh'da zikredilmiştir ki: İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, şayet sayfa veya levha ya da (sahîfenin üzerine konduğu) destek yer üzerinde olursa, [72] cünubun Kur'ân-ı yazmasında mahzur yoktur. Çünkü yazan, Kur'ân'ı taşıyıcı değildir ve yazmak da harf harf olmuştur. [73]

İmâm Muhammed (Rh.A.) : «Cünub için uygun olan harf harf de olsa, Kur'ân'ı yazmamaktır. Çünkü harfleri yazmak okumak yerine ge­çer» demiştir.

Cünubun, Tevrâti, Zebûru ve İncili okuması da mekruhdur. Kunut duasını okuması mekruh değildir. Çünkü o diğer dualar gibidir. [74]

Yukarıda geçtiği üzere, cünubun, Kur'ân'ı yen (yâni kol ağızı) ile tutması mekruh değildir.

MushaSı, çocuklara vermek mekruh değildir. Çünkü çocukların ab-dest ile tekliflerinde güçlük vardır. Bulûğ çağına kadar ertelenmesinde ise Kur'ân'm hıfzını azaltmak vardır. Şu halde zaruretten dolayı ço­cuklara Kur'ân'ı vermeye izin verilmiştir. [75]

 

Kendileriyle Abdest Ve Gusl Caiz Olan Sular :

 

Musannif, abdest ve guslün hükümlerini açıklamayı bitirince, ab-dest ve guslün yapıldığı şeyleri açıklamaya başladı ve dedi ki :

Abdest ve gfusl; deniz suyuyla, pınar, kuyu, yağmur ve eriyen kar sulan ile ve güneşin sıcaklığı ile kasden ısıtılmış su ile câîz olur.

Bu hususta, «Güneşde ısınan su ile abdest ve gusl mekruh olur» diyenler de vardır. Bunu söyleyen; İmâm Şafiî (Rh.A.) ve Ebu'I-Hasen et-Temîmî' (Rh.A.) dir. [76]

Musannifin (kasden) öemesinde şuna işaret vardır: Şayet ısıt­mak kasd olunmasa, ittifakla mekruh olmaz.

Kendisinden tuz çıkarılan su ile abdest ve gusl caiz olur. Uyûn'ul-Mezâhib de böyle zikredilmiştir. Tuzun suyu ile caiz olmaz. Hulâsa'da böyle zikredilmiştir.

İkisinin arasındaki fark şudur : Birinci sudan tuz meydana gelir bu, asli tabiatı üzere kalır. İkincisi, yâni tuzdan hâsıl olan su, başka bir tabiata dönüşür.

Yukarıda zikredilen suların her birinde; arı, akreb, bit, sinek ve bunların benzeri gibi, akıcı kanı olmayan hayvan düşüp ölmüş olsa da, bu sular ile abdest ve gusİ caiz olur.

Yine suda meydana gelen; balık, yengeç, kurbağa ve bun­ların benzeri hayvanlar, suda ölmüş olsalar, suyu bozmazlar. Kara kur­bağası, deniz kurbağası ile hükümde aynıdır. Bu hususta «Kara kur­bağası suyu bozucudur» diyenler de vardır.

Bu hayvanlar, suyun dışında ölüp suya atılmış olurlarsa, yine boz­mazlar. Yâni sahih kavide, suyun içinde ölmeleriyle suyun dışında ölüp suya atılmaları arasında fark yoktur.

Karada doğup suda yaşayan' kaz ve ördek gibi hayvanlar, suyun içinde ölseler, o su ile abdest ve gusl caiz olmaz. Çürikü bunlara ben­zeyenlerin suda, Ölmesi o suyu bozar. Sıvı olan diğer şeyler de, mezkûr

hükümdeki, su gibidir. .

Zikredilen sulardan birinin vasıfları yâni ; rengi) tadı ve ko­kusu, beklemekten dolayı değişse veya onu temiz, bir katı (câmid) madde değiştirse, o su ile abdest ve gusl caiz olur. Câmid kaydı, sıvı (mayi') dan ayırdetmek içindir. Yakında açıklaması gelecektir. Bir çok ulemânın ibaresi, «Yahut onun vasıflarından birini temiz bir şey değiştirse» diye vâki olmuştur.

Hidâye sarihlerinden bir kısmı, geçen ehad (bir) lafzını, ehad'm yukansındaki şeyden ihtiraz [77] sanıp hattâ bunlar  Şayet suyun iki vasfı değişmiş ve bozulmuş olsa, onunla abdest caiz olmaz, demişlerdir. Halbuki ehad lafzı, ehad'm mafevkinden (yukarısından) ayırdetmek için değildir.

Nitekim El-Yenâbî'de zikredilmiştir ki: Şayet suya nohut veya bak­la ıslatsa da suyun rengi, tadı ve kokusu değişse onun ile abdest caiz olur.

Nihâye'de denmiştir ki: Üstadlardan nakledilen, onunla abdestin caiz olmasıdır. Hatta sonbaharda ağaçların yapraklan havuzlara düşüp havuzların suyunu renk, tad ve koku bakımından değiştirir. Sonra halk onlardan abdest alırlar. Fakîhler bunu inkâr etmemişlerdir. Buna, Ta-hâvî (Rh.A.) şerhinde işaret etmiştir. Lâkin bunun şartı, o değişen su­yun berraklığının aynı kalmasıdır. Fakat, eğer sudan başka şey suya gâlib olup o galebe sebebiyle su koyulaşsa, onunla abdest caiz olmaz. Nitekim yakında açıklaması gelecektir. Esah kavide, [78] o suyu değiş­tiren temiz câmid; çöğen, za'ferân, meyve ve ağaç yaprağı gibi temiz şeydir.

Esah kavide (fi'I-esah) sözü, Yenâbî ve Nihâye'den nakledilen söze işarettir.

Ancak, suyun vasıflarından birini pislik (necîs) değiştirirse, onun­la abdest caiz değildir. Çünkü Resûlüllah' (S.A.V.) in ;

«Su temizdir, suyu ancak onun rengini veya tadını veya kokusunu de­ğiştiren şey pisletir.» kavli şerifinde «mevsfil mâ» sı ile murâd, pislik (necîş) dir. Çünkü temiz temizi pisletmez.

Gusl, akar su ile caiz olur. Akar suyun tefsirinde ihtilâf edilmiştir. Burada Hidâye ve Kâfî'nin kabul ettikleri ihtiyar [79] edilmiştir.

Hidâye ve Kâfî'nin seçmiş oldukları kavi; saman çöpünü götüren ve ona pislik düşüp o pisliğin eseri, yâni renk, tad ve kokusundan birini değiştirdiği anlaşılmayan sudur ki onunla abdest ve gusl caiz olur. Hattâ eğer eseri görülse caiz olmaz.

Abdest ve gusl, akarsu hükmünde olan su ile de caiz olur. Yâni

ona pislik düşüp eseri görünmezse caiz olur, görünürse caiz olmaz. O, yüzeyi ona on arşın (10 x 10) olan sudur. Yâni, akarsu hükmünde olan sudur ki kirbâs (pamuklu, ham bez) zirâ'ı ile uzunluk ve genişlikçe onar zirâ'dır. [80]

Bu, yüzeyi ona on olan suyun derinliğinde İhtilâf edilmiştir. Sahih olan kavi: «O sudan abdest için iki eliyle alındığında yani avuçlandı-ğında dibi meydana çıkmış olmamalıdır» Bu hususta; «Gusl için alın­dığında dibi meydana çıkmış olmamalıdır,» diyenler de vardır.

Eğer, ona on olan suyun hepsi pislenmemiş ise, pislik düşen yer pislenmiş olmaz mı? denilirse, deriz ki : Eğer pislik görünürse, o yer pislenmiş olur ve görünmezse olmaz. Irak ulemâsına göre, pislik düştüğü yerde görünse de, görünmese de, pislenmiş olur.

Bazan, ona on miktarında uzunluk ve derinliği olup genişliği ol­mayan, lâkin şayet yayılacak olsa, yüzeyi ona on olan suya da itibâr edilir. Zahir rivayette bunun hükmü zikredilmemiştir. Bilâkis, Ebû Süleyman el-Cüzcânî (Rh.A.), «Onunla abdest alınmaz. Çünkü pislik genişliğine ulaşır,» demiştir. Ebû Nasr (Rh.A.) da, «Onunla abdest alı­nır, zira her ne kadar genişlik itibârı, pis olmasını icâb ederse de, uzun­luk itibârı pis olmasını gerektirmez. Şu halde pislenmiş olmaz,» demiş­tir. Tercih olunan kavi, temiz olmasıdır. Ebû Süleyman' (Rh.A.) m sö­zü değildir. Uyûn'ul-Mezâhib'de böyle zikredilmiştir.

Zahîriyye de bildirildiğine güre : Genişlik, şayet ona on miktarın­dan daha az olup, fakat derin olsa ve ona pislik düşüp pislenmiş olduk­tan sonra yayıldığı zaman ona on olsa, o havuz pistir; eğer ona on olan havuza pislik düşüp ondan sonra toplanmış olur da, ona on miktarın­dan daha az olursa, o havuz temizdir. Tatârhânîyye'de de böyle zik­redilmiştir.

Yuvarlak olan havuzda otuzaltı zira' itibâr olunur. Sahih kavi bu­dur. Çünkü bu kadar olan havuz, dörtgen yapılsa ona on olur. Zira, dâire şekli, şekillerin en genişidir. Bu kaidenin, gerçekliği hesap uzman­larınca delil ile ispatlanmıştır. Zahîriyye'de böyle zikredilmiştir.

Ağaçtan sıkılan su ile abdest ve gusl caiz olmaz. Ağaçtan damla­yan suda ihtilâf edilmiştir. Hidâye'de «Bağ çubuğundan damlayan su ile .abdest caiz olur» denmiştir. Muhît'de ise «Bağ çubuğundan akan suyun kemûl-i imtizacından [81] dolayı onunla abdest alınmaz» denmiş­tir.

Abdest ve gusl, meyveden sıkılan su ile de caiz olmaz. Zira ağaçtan akan ve meyveden sıkılan suyun her biri mutlak su değildir. Çünkü mutlak su dendiğinde, zihne hemen bunlar gelmez.

Abdest ve gusl, kaynatmakla tabiatı değişen su ile de caiz olmaz.

Tabiattan maksad : Akması, kandırması ve nebat bitirmesidir.

Meselâ, rîbâs şerbeti [82] gibi ki (rîbâscİan şerbet yapılır ve bazı hastalıklar için şifalıdır.) ağaçtan sıkılan suya misâldir. Bu ibare yani şerbet (şarâb) denilmesi, şerbetler (eşribe) denilmesinden efdâldir. Çünkü öyle denilmesi, umûmî mânâda müşkildir.  .

Meselâ, sirke; meyveden sıkılan suya misâldir. Çorba da, tabiatı pişirmekle değişen suya misâldir.

Kendisine başka şeyin gâlib olmasıyle tabiatı değişen su ile de ab­dest ve gusl caiz olmaz. Buna misâl verilmemiştir.

Çünkü fıkıh âlimlerinin ibareleri çeşitlidir ve zahirde rivayetleri birbirine uymaz. Şu halde, işin hakikatini kendisiyle bilebileceğimiz bir kaide olması gerekir.

İmdi söylenen sözden sana okunana kulak ver ki, o söylenen, temiz­leyici mutlak su'dur. [83] Onun ıtlâkının zevali [84] şu iki durumdan hâlî değildir : Ya kemâl-i imtizâcdır. Yâni suyun başka bir şeyle onu, ayırmak mümkün olmayacak şekilde tam bir karışımıdır. Ya da su ile karışan şeyin suya gâlib olmasıdır. Birincisi, yâni suyun ıtlâkının tam bir karışma ile yok olması şu iki durumdan hâlî değildir : Ya kendisiy­le temizlik yapılması kasd olunmayan bir temiz şeyle pişirilmekle olur. Ya da nebatın o suyu içmesiyle olur ki ilâçsız çıkarılmaz. İkincisi -ki suyun ıtlâkının yok olması ve karışan maddenin gâlib olması sûretiyle olandır- bu da şu iki durumdan hâlî değildir : Ya suya karışan şeyin katı (câmid) olmasıyledir. Ya da sıvı (mayi') olmasıyledir. Birincisi, yâni suya karışan şeyin katı olması, eğer o suya karışan şeyle beraber a'zâ üzerinde akarsa gâlib olan sudur.

İkincisi, yâni suya karışan şeyin sıvı olması, bu da şu ikiden hâlî değildir: Ya o sıvı olan şey suya renk, tad ve koku yönünden, sıfatta muhalif olmamasıdır. Ya da sıfatların hepsinde veya bazısında muhalif olmasıdır. Evvelki yâni o sıvının renk, tad ve koku yönünden muhalif ol­maması, temizliğini kabul eden kimsenin sözüne göre, kullanılmış (müs-ta'mel) suyun temiz suya karıştırılması gibidir. Nebattan damlatılan suyun karışmasında ecza ile gâlib olmağa itibâr edilir.

İkincisi, yâni sıvının sıfatların hepsinde veya bazı sıfatlarda suya muhalif olması, eğer suyun üç sıfatını (niteliğini) veya iki sıfatını değiştirirse, o su ile abdest caiz olmaz. Eğer ikisini değiştirmezse caiz olur.

Eğer o sıvı, bir sıfatta veya iki sıfatta suya muhalif olursa, galebe o yönden muteber olur. Meselâ, süt gibi ki renkde ve tatda suya muha­liftir. Eğer sütün rengi ve tadı suda gâlib olursa, onunla abdest caiz ol­maz. Eğer süt, renk ve tatda suya gâlib olmazsa, onunla abdest caiz olur. Karpuzun ve karpuz benzeri olanların suları da zikredilen gibidir ki onlarda tatla galebeye itibâr edilir. Yâni karpuzun tadı, suya gâlib olursa, onunla abdest caiz olmaz. Eğer gâlib olmaz ise caiz olur.

Bu izaha göre Fukahâdafl rivayet edilen sözleri lâyık oldukları ma'nâya hamletmek gerekir.

Abdest ve gusl, sevâb taîebelmek için veya hadesi kaldırmak için, kullanılan su ile de caiz olmaz. îmânı Ebû Hanîfe (Rh.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, kurbet (ibâdet) ve hadesi gidermekten her biri ile su müsta'mel olur. Şu halde, şayet, abdestsiz olan kimse, niyetsiz abdest alsas o su müsta'mel olur. Yine abdestli olan kimse niyetle ab­dest alsa yine o su müsta'mel olur.

İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, ancak ikinci ile müsta'mel olur. Yani abdestli olan kimse, niyetle abdest alsa, o su müsta'mel olur.

Her ne kadar, müsta'mel su sahîh.kavilde temiz ise de, onunla ab­dest ve gusl caiz olmaz. (Sahîh kavide) sözü, îmânı Hasan' (Rh.A.) in İmâm A'zam' (Rh.A.) dan rivayet ettiği kaviden ayırmak içindir ki, şüp­hesiz o müsta'mel su, necâset-i galîza [85] olmakla pistir, demiştir.

Bir de; İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) un, İmâm Ebû Hanîfe' (Rh.A.) den rivayet edip : «Şüphesiz o müsta'mel su hafif pislik olmakla pistir» sözünden ayırmak içindir.

İmâm Muhammed (Rh.A.), İmâm Ebû Hanîfe' (Rh.A.) den rivayet edip, «Müsta'mel su temizdir, fakat temizleyici değildir,» demiştir. Fet­va da bunun üzerinedir.

Dibâgat olunmamış (tabaklanmamış) deri, tabaklanmakla temiz olur. Tabaklama; güneşe koymakla veya toprağa koymakla da olsa, kö­tü kokuyu ve bozulmayı gideren şeydir.

Sadece domuzun ve insanın derisi tabaklamakla temiz olmaz. Do­muzun insandan önce zikredilmesine sebeb, domuzun makamını kü­çümsemek ve aşağılamak içindir. Domuzun derisinin tabaklama ile te­miz olmaması, bizzat kendisinin pis olmasındandır. İnsanın derisinin tabaklama ile temiz olmaması ise kerameti (şerefliliği) içindir.

Tabaklamak ile temiz olan şey, boğazlamak ile de temiz olur. Çün­kü boğazlamak, pis olan rutubetleri yok etmekde tabaklamanın yaptı­ğı işi yapar.

Hidâye'de ve Vikâye'de :

 (Ve mâ yathuru cilduhu bid dibaği yathıuru biz zekâtı) «Tabaklama ile derisi temizlenen şey boğazlamakla da temizlenir.» denmiştir.

Ben derim ki: Bu sö^de tesâmuh [86]  vardır. Çünkü zahir olan; ikinci (Yathuru)  (temiz olur) nun altında ki zamir (mâ) lafzına râcidir. Bu ise fâsiddir. Zira bu aşağıdaki  (Ve kezâlike yathuru lahmuhâ) sözünün istidrâkini [87] gerektirir. Eğer zamir (cildûhû) sözüne râci kılınırsa, tefkîk [88] lâzım gelir. Şu halde doğru ibare bizim zikrettiğimizdir.

Sahîh kavide, derisi tabaklamak ile temiz olan her hayvanın eti zikredilenin tersinedir. Kâfi'de Esrâr'dan naklen böyle zikredilmiştir. Hidâye'de ise bunun aksi vâriddir.

İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan Hülâsa'da : «Domuz şayet boğaz-lansa, tabaklamakla derisi temiz olur» denmiştir.

Ölmüş hayvanın kılı, kemiği, siniri, tırnağı ve boynuzu; insanın kı­lı ve kemiği; balığın kanı temizdir. İlk yedi şeyin temiz olmasına sebeb, onlara hayat girmediği içindir. Balığın kanının temiz olmasına sebeb; balığın kanının, kuruduğu zaman beyazımtrak olması deliliyle gerçekde kan olmamasıdır.

İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, kullanılmasında zaruret olduğu için domuzun kılı da temizdir. Öyleyse suya düşmesiyle su pislenmiş ol­maz. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre pistir, suya düşse su pislenir.

Köpeğin ayn' [89]necîstir. Şemsu'l-Eimme Mebsût'unda böyle açıkla­mıştır. Mi'râc'ud-Dirâye'de : «Bize göre, mezhebden sahîh olan, köpeğin ayn'ı necîsdir. İmâm Muhammed (Rh.A,) bunu kitabında işaret etti» diye zikredilmiştir.

Meşâyihimizden bazıları, köpeğin ayn'ı pis değildir, derler ve de­risinin tabaklamakla temiz olmasına istidlal [90] ederler. Tecrîd'de; kö­peğin ayn'ı, İmâmeyn'e göre pisdir, İmâm A'zam (Rh.A.) ayrı görüşte­dir, denmişdir.

Bazıları, köpeğin derisi pistir ve kılı temizdir, demiştir. Ebu'I-Leys' (Rh.A.) in Fetâvâ'sında zikredilmiştir ki: Şayet köpek suya girdikten sonra çıkıp silkindiğinde onun suyu insanın libâsına isabet eylese, libâsı ifsâd edip o libâs ile namaz caiz olmaz. Eğer libâsa köpekten yağmur suyu isabet ederse, -ve meselenin geri kalanı hâli üzeredir- onu ifsâd etmez. Çünkü su, birincisinde köpeğin derisine isabet eder (dokunur). Köpeğin derisi ise pistir. İkincisinde yâni yağmur suyu, köpeğin kılma isabet eder. Köpeğin kılı ise temizdir.

Misk'in nâficesi - ki bu içinde misk toplanan torbadır - temizdir. (Misk, bir çeşit ceylandan elde edilen güzel kokudur.) Ancak, eğer o nâfice [91] yaş olur ve boğazlanmayan hayvandan olursa, temiz değil­dir. Eğer yaş olup fakat boğazlanan hayvandan olursa temizdir. Eğer boğazlanmayan hayvandan kuru olursa, zikredilen yaş gibi, o da te­mizdir.

Misk temizdir, helâldir. Tatârhâniyye'de böyle zikredilmiştir. He­lâl sözünü musannif ziyâde eylemiştir. Çünkü temiz olması, helâl olmasını gerektirmez. Nitekim toprak temiz olup onunla teyemmüm caiz iken helâl olması lâzım gelmediği gibi.

Etinin yenmesi helâl olan hayvanın idrarı pistir. İmâm Muhammed (Rh.A.) «Temizdir» demiştir. İdrar, deva olması için ve başka şey için asla içilmez. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) «Deva olması için içilmesi caizdir» demiştir. İmâm Muhammed (Rh.A.) «Mutlaka caizdir» demiş­tir. [92]

 

Kuyular   Faslı

 

Yüzeyi ona on (10 x 10) dan eksik olan kuyuya pislik düşse, her ne kadar güvercinin, serçenin pisliği ve iğne uçları gibi sidiğin damla­ması afv edilmiş ise de, eğer sidik iğne ucundan daha büyük olursa, afv edilmez.

(Ona ondan eksik) sözünde «eksik» kaydına sebeb şudur : Çünkü yüzeyi ona on olsa, suyunun rengi veya tadı veya kokusu değişmedikçe pislenmiş olmaz. Bunu Kâdîhân (Rh.A.) ve başkaları zikretmiştir.

Pisliğin tozu ve devenin ya da koyunun iki tane tersi de afv edil­miştir. Tesniye sığası ile (iki tane tersi) denmesi, üç olursa çok oldu­ğuna işarettir. Nitekim bu, İmâm Temurtâşî- (Rh.A.) den nakledilmiş­tir.

Afvın vechi şudur : Sahralarda olan kuyuların başlan örtülü değil­dir. Deve ve koyun çevresine pislerler. Rüzgâr da onu kuyulara atar. Eğer onun azı ifsâd ederse, güçlük lâzım gelir. Güçlük ise kaldırılmış­tır. Bu bakımdan o atılan şey, gerek kuru olsun, gerekse yaş olsun; gerek bütün olsun, gerek kırılıp ezilmiş olsun; gerek deve ve koyun ve gerekse sığır pisliği olsun; gerek at, katır ve eşek pisliği olsun, zaru­retin bunlara şumûlü olduğu için fark yoktur. Yine gerek şehir kuyu­su olsun ve gerekse sahra kuyusu olsun, sahîh kavilde, zaruretin şumû­lü sebebiyle, fark yoktur.

Nitekim devenin veya koyunun iki pisliği, süt sağılan kaba düşse ve hemen dışarı atılsa, süt pislenmiş olmaz.

Mebsûl'da : «Şayet, hemen atılıp rengi kalmazsa, zaruretten do­layı o pislenmiş olmaz. Çünkü hayvanların âdetleri, sütleri sağıldığı va­kitte pislemektir.» denmiştir.

Kuyuda, kanı olan bir hayvan (hayvân-ı demevî) ölüp şişmiş olsa, ve o kuyuda insan gibi bir varlık ölse, kuyuya düşen şey çıkarılıp suyun hepsi çekilir. O kuyuda olan suyun hepsini çekmek, kuyu için temizliktir.

Kanı olan (demevî) kaydına sebeb, yakında bahsî gelecek şu şey içindir: Şayet demevî olmayan hayvan suda veya üzüm şırasında ölüp şişse pislenmez. Musannif, dağılmasını zikretmemiştir. Çünkü onun hükmü, şişmekten evleviyyet [93] yoluyla ma'lûm olur.[94]

Nihâye'de: Pislik düşen kuyunun suyunun sadece çekilmesiyle, o kuyunun taşlarının yıkandığına ve çamurun nakline, tevakkufsuz te­mizlendiğine bunda işaret vardır.» denmiştir.

Eğer suyun hepsini çekmek güç olursa, kuyuda bulunan su kadar çekilir. Bu durumda o kuyuda olan suyun çekilmesi, su işinde uzman iki kişiye bırakılır. Yâni suyun durumu hakkında anlayış ve bil­gileri olan iki adama bırakılır. Onlar kuyuda ne kadar su vardır der­lerse, o kadar su çekilir. Fıkh'da esah ve eşbeh [95] olan budur. Çünkü o iki kişi gerekli olan şehâdetin nisabı (ölçüsü) dır. Asıl olan, bir işe müb-telâ olunduğu vakitte ilim sahihlerine baş vurulmasıdır. Yüce Allah (C.C.) Kur'ân-ı Kerîm'de :

«Eğer bilmiyorsanız zikir erbabına (âlimlere) sorun.» [96] buyurmuştur. Bazıları, «O kuyuda olan su takdir edilir» demiştir. İmâm Ebû Yû­suf (Rh.A.) dan yapılan rivayete göre; bu takdir iki şekilde olur. Birin­cisi, derinlikde ve genişlikde suyun yeri kadar olan bir çukur kazılıp kireç ile sıvanır ve kuyunun çekilen suyu o çukura dökülür. O kuyu­dan çekilen su, 6 çukuru doldurduğu zaman kuyunun suyu çekilmiş olur.

İkincisi, kuyunun suyuna bir kamış sokulup o kamışta suyun ulaş­tığı yere işaret konur. Sonra kuyudan, meselâ on kova su çekilir. Sonra ne kadar eksildiği görülmek için kamış yine suya sokulur. Eğer suyun ondabiri miktarı eksildi ise, yüz kova çekilmesi gerekir. Lâkin bu doğ­ru olmaz, ancak eğer kuyunun devri (yâni çapı veya iç çevresi) suyun üst yüzeyinden kuyunun dibine kadar eşit ölçüde olursa olur.

Bu hususta, «O pislik düşen kuyudan, ikiyüz kovadan üçyüz kova­ya kadar su çekilir» diyen de yardır. Bu, İmâm Muhammed' (Rh.A.) den rivayet edilmiştir. O, Bağdad'da gördüğü şeyle fetva vermiştir. Çün­kü Bağd-ad'ın kuyuları Dicle'ye yakın olduğu için suları çoktur. [97]

Eğer kuyuda güvercin veya tavuk gibi bir şey ölse, orta büyüklük­te kova ile kırk kovadan aUmişa kadar su çekilir. Kırk kovası vücûb yo­luyla ve yirmisi de müstehab olmak yoluyladır.

Eğer kuyuda İare veya setçe gibi bir şey ölse, yirmi kovadan otuza kadar su çekilir. Bunda da zikredilen gibi, yirmi kovası vücûb tari­kiyle (yoluyla) ve on kovası da müstehabtır.

Orta büyüklükden fazla olan kova ile çekilen su, orta büyüklükde kova ile hesâb edilir.

Sonra, fare ile güvercin arasında olan hayvan ölse, fare hükmüne tâbidir. Yâni yirmi kovadan otuza kadar su çekilir.

Tavuk ile koyun arasında olan hayvan ölse, tavuk gibidir. Yâni kırk kovadan altmış kovaya kadar su çekilir. Zeylaî' (Rh.A.) de böyle zikretmiştir.

Eğer, birden fazla fare ölse,  dörde kadar yirmi kova su çekilir.

Eğer beşi ölse, dokuza kadar kırk kova su çekilir. Eğer on tanesi birden ölse, o kuyunun bütün suyu çekilir.

Eğer tavuk büyüklüğü kadar, iki îâre ölse, kırk kova su çekilir. Eğer iki kedi Ölse,' o kuyunun bütün suyu çekilir. Zahîriyye'de böyle zikredilmiştir.

İçinde hayvan Ölen kuyunun pis olması eğer vakît bilinirse o hay­vanın kuyuya düşmesi vaktinden itibârendir. Şayet hangi vakitte düş­tüğü bilinmezse, ve o hayvan da şişmedi ise, abdest hakkında bir gün bir gece olmak üzere hükmedilir. Hattâ ondan abdest alanların namaz­larını iade etmeleri lâzım gelir. Fakat abdeştin gayrinde kullanma hak­kında, o kuyunun pis olmasına şimdi hükmedilir. Çünkü onu başka yerde kullanmak, libâsda pislik bulunmak bâbmdandır. Hattâ o kuyu­nun suyu ile libâs yıkamış olsalar, o libâsın temiz su ile yıkanmasından başka bir şey lâzım gelmez. Sahih kavi budur. Nitekim Zeylaî' (Rh.A.) de böyle demiştir. Mi'râc'ud-Dirâye'nin : Şüphesiz Sahbâgî (Rh.A.) bu­nunla fetva verirdi, demesi bunu destekler.

Eğer,o kuyuda ölen hayvan şişmiş olsa veya dağılmış olsa, suyun pis olmasına, üç gün üç geceden itibaren hükmedilir. Musannif bu­rada dağılmayı zikretmiştir. Zira dağılmanın hükmü burada şişmek­ten anlaşılmaz. Çünkü dağılmak, suyu şişmekten daha çok bozar. Şu halde uygun olan, dağılmak için takdir edilen müddetin, şişmek için takdir edilen müddetten daha çok olması idi. Eğer bu müddetin tak­dirinde şişmek hükmü üzere yetinilse, dağılmanın şişmek için takdir edilen müddetten daha çok olması gerekir, sanılır. Eğer dağılmak üze­re yetinilse, şişmenin bu müddetten daha az olması gerekir, sanılır, îşte, hükmü açıklamak ve zannı gidermek için, ikisi bir araya getiril­miştir. İmdi anlaşıldı ki, Vikâye'nin ibaresinin önce şişmek ile dağıl­mayı bir araya getirmesi, sonra şişmek üzere yetinmesi uygun değildir. Halbuki yapılması gereken bunun aksidir.

İmâmeyn demişlerdir ki: Kuyunun pis olması, pislik bulunduğu vakitten itibârendir. Hattâ ondan abdest almış olanlara, namazlanndah bir şeyin iadesi lâzım gelmez. Ancak, o kuyu suyunun isabet ettiği şeyin yıkanması gerekir.

Eğer o kuyuya ayn'ı pis olmayan hayvan düşüp diri olarak çıka­rılsa, yâni kendisi pisdir diyen kimseye göre, domuz ile köpekden baş­ka bir hayvan düşüp diri olduğu halde çıkarılsa, ve onun bedenine bir pislik bulaşmış olmasa, o hayvan o kuyuyu pisletmez. Hattâ, kuyuya dü­şen hayvan koyun ve emsali gibi temiz olsa veya eşek, katır, kedi vesair yırtıcı hayvanlar gibi ayn'ı necîs hayvan düşse bedeninde bir pislik ol­masa, diri olarak çıkarıldığı takdirde o hayvan kuyuyu pisletmez. Te­miz olanın pisletmediği açıktır. Ayn'ı pis olmayan hayvanın pisletme-diğine gelince, Muhît'de şöyle denmiştir : Eğer kuyuya düşen, eti yen­meyen vahşî yırtıcı hayvan ve yırtıcı kuşlardan olursa, Fukahâ onda ihtilâf etmişlerdir. Sahih olan pisletmemesidir. Keza eşek ve katır, o kuyunun suyunda şüphe meydarîa getirmez. Zira bu hayvanların bede­ni temizdir. Çünkü kullanma bakımından bizim için yaratılmışlardır. Bunlar, düştükleri kuyunun suyunu ancak içinde ölmeleriyle pisletir­ler. Ancak, eğer o hayvan ağzını suya sokmuş ise, o suyun hükmü o hayvanın ağzının salyası hükmünde olur.

Eğer o hayvanın ağzının salyası temiz ise, kuyunun suyu da te­mizdir. Eğer pis ise, o kuyunun suyu da pistir. Suyun hepsi çıkanîir.

Eğer o hayvanın ağzının suyu şüpheli ise, o kuyunun suyu da şüphe­lidir. Suyun hepsi çekilir. Eğer ağzının suyu mekruh ise o kuyunun su­yu da mekruhtur. Çekilmesi müstehab olur.

Ağzı temiz olan insanın; o insan gerek cünub veya hayızlı veya lo-huşa olsun; gerekse küçük çocuk veya kâfir olsun, içtiği suyun artığı ve keza bütün eti yenip ağzı temiz olan hayvanların artığı temizdir.

Çünkü bunların ağızlarının suyu (salyaları) temiz etten meydana gel­miştir. Şu halde onunla karışmış olan su da onun gibi temiz olur.

Domuzun, köpeğin, .yırtıcı hayvanların ve henüz fare yemiş kedi­nin artıkları ve henüz şarab (içki) içen kimsenin artığı pistir. «Henüz» kaydına sebeb şudur : Çünkü kedi, fareyi yemezden önce veya yiyip bir ya da iki saat geçtikten sonra içtiği suyun artığı pis değildir. Ancak, mekruhtur. Bu hususta «Eti haram olduğu için» ve bir kavle göre de «Pislikten korunmadığı için mekruhtur» demişlerdir. Bu, kerâhet-i ten-zîhiyye'ye işarettir. Evvelki, kerâhet-i tahrîmiyye*ye [98] işarettir. Fakat üç evvelkinin; yani domuzun, köpeğin ve yırtıcı hayvanların artığının pis olması, artığı, pis olan salyasıyle karıştığı içindir. Son ikisinin pis olması ise ağızdaki pislikle karışmasındandır.

Süprüntülükle başı boş gezen tavuğun içtiği suyun artığı; yırtıcı kuşların ve evlerde sakin olan yılan, akreb, fare ve kertenkelenin iç­tiği bütün su artıkları mekruhtur.

Başı boş gezen tavuğun artığının mekruh olması, pislik karıştır­dığı içindir. Eğer tavuk, gagası ayağının altına erişmeyecek şekilde bahsedilmiş ise, onun artığı mekruh olmaz. Yırtıcı kuşların artığının mekruh olması ise, leşleri yedikleri içindir. Bu durumda, süprüntülük-de başı boş gezen tavuğa benzemişl erdir. Hattâ eğer habsedilip sahibi, gagasının pislikden hâlî olduğunu bilse, artığı mekruh olmaz.

Evlerde sakin olanlara gelince; bunlarm etlerinin haram olması, artıklarının haram olmasını gerektirir. Lâkin onlar evlerde dolaştıkları için artıklarından haramlık düşüp kerahet bakî kalmıştır.

Eşeğin ve katınım içtiği suyun artığı şüphelidir. Ulemâdan çoğunun ibaresi böyledir. Bazıları, Yüce Allah' (C.C.) m ahkâmından olan bir şeyde şüphe edilmesini kabul etmeyip demişlerdir ki; eşeğin artığı temiz­dir, şayet o artık suya libâs batırılsa, o libâsla namaz caizdir. İhtiya­rî halde onunla abdest alınmaz. Eğer ondan başka temiz su bulun­mazsa, onunla abdest almak ile teyemmüm bir araya getirilir.

Ulemâ demişlerdir ki: Şüpheden, murâd, delillerin karşıtlığı (tearu­zu) veya zaruretteki tereddüdden dolayı, tevakkuftur [99]

Bu hususta, «Şüphe onun temiz olmasındadır» ve «Temizleyici olmasındadır» diyenler de vardır. Sahîh olan söz budur. Fetva da buna göredir. Kâfî'de ve Kunye'de. böyle zikredilmiştir.

Hidâye'de zikredilmişti* ki: Katır, eşekden hâsıl olmuştur. Şu halde, eşeğin hükmünü alır. Zeylaî (Rh.A.); şayet katırın anası eşek olursa, katır eşeğin hükmünü alır, demiştir. Çünkü hükümde muteber olan anadır. Şayet katırın anası kısrak olursa, zikredilen şeyden dolayı bu hususta müşkiilik vardır. Çünkü itibâr anayadır.

Malûmdur ki, kurt koyunla temas edip de, koyun ondan bir kurt doğursa, yenmesi helâl olur ve onu kurban etmek de caiz olur. îmâ-meyn'e göre, etinin yenmesi uygun olurdu. İmâm A'zam' (Rh.A.) a gö­re, anasına itibâr ile temiz olması uygun olurdu.

Gâyet'üs-Serûcî'de zikredilmiştir ki: Şayet eşek kısrağa temas etse, o ikisinden hâsıl olan katırın eti mekruh olmaz. İmâm Muhammed'-(Rh.A.) den rivayet edilmiştir ki: Bu surette onun artığı şüpheli olmaz/ Eğer şüpheli olursa, "başka temiz su bulunmadığı takdirde, onun ar­tığı ile abdest alınıp teyemmüm edilir. Murâd olan, bir namazın ikisinden hâlî olmamasıdır. Yoksa bir durumda abdestle teyemmümü birleştirmek şart değildir. Hattâ bir kimse eşeğin artığı ile abdest alıp namazı kıldıktan sonra abdestini bozup teyemmüm ederek o namazı iade etse, kat'i olarak uhdeden çıkıp edâ etmiş olur. Kîfâye'de ve Zahidi Şerhinde böyle zikredilmiştir.

Hurma ıslatılan tatlı su (nebîz), artık gibi değildir. Zira; İmâm A'zam' (Rh.A.) a.göre, onunla abdest alınır. Her ne kadar Ebû Yûsuf, (Rh.A.) yalnız, teyemmüm edilir, dedi ise de, İmâm Muhammed (Rh.A.) abdest ile teyemmümü cem'eylemiştir.

Nebîz'den maksad; su gibi akıcı, duru ve tatlı, hurma ıslatılan su­dur. Fakat, şayet kükremiş olup sarhoşluk verirse, ittifâkan onunla ab­dest alınmaz.                             .                                               .           .

Kâdîhân (Rh.A.) demiştir ki: «Hela çukurunu su kuyusu yapsalar, şayet pisliğin erişmemiş olduğu yere kadar geniş ve derin kazılırsa, te­mizdir. Eğer o hela çukuru daha derin kazılıp, fakat daha geniş yapıl­mazsa, bu durumda onun yanları pis ve dibi temizdir.

Bir kuyuya pislik düştükden sonra suyu kaybolsa, sonra suyu yine gelse, sahîh olan kavle göre, o geri gelen su temizdir. O suyun kaybol­ması kova ile çekilmek yerine geçer.

Keza, yirmi 'kova su çekilmesi icâb eden bir kuyudan on kova su çekildiği zaman kuyuda su kalmasa, sonra su gelse, o kuyudan bir şey çekilmez.                                                           >

Hela çukuruyla su kuyusunun arası, su kuyusuna pislik ulaşmaya­cak kadar uzak olmalıdır. Kudûrî'de beş zira' veya yedi zira' tak­dir edilmiştir. Bu gerekli değildir. Muteber olan pisliğin suya ulaşma-masıdır. Şu bir gerçektir ki yer, sertlik ve yumuşaklık bakımından çe­şitli olur. [100]

Sonra musannif, artığın ahkâmını beyân edip bunun gibi terin ah­kâmı da beyâna muhtâc olunca : «Zikredilen ahkâmda ter, artık gibi­dir» demiştir. Çünkü artık ile ter ikisi de etten meydana gelir. Bu durumda, o ikisinden biri diğerinin hükmünü alır. Bize, eşek ile katırın artığı şüpheli olup bununla beraber eşeğin teri temizdir, diye i'tiraz vârid olamaz. Çünkü terin hükmü, kıyâsa muhalif hadîs ile sabit ol­muştur. Hadîs şudur:

«Resûl-î Ekrem (S.A.V.), eşeğe eyersiz bindi. Bununla beraber ha­vanın sıcaklığı, Hicaz (Mekke) sıcaklığı ve ağırlık da Nübüvvet ağırlığı idi.»

Bizim; kıyâsa muhalif hadîs ile sabit olmuştur, dememize sebeb şu­dur : Çünkü kıyâs, eşeğin teri pis etten hâsıl olduğu için, terin pis olma­sını gerektirir. Başkasına hüküm, kıyâsın aslı üzere bakî kalmıştır.

Bununla beraber rivayetlerin en sahihine göre -aynı şekilde- onun artığının temiz olduğunu söyleriz, Gâyetü'l Beyân'da böyle geçer.

Bu hayvanların bedeninin temiz olduğu anlatıldı. İmdi terin pis etten hâsıl olduğu sözü nasıl doğru olur? denilirse, cevaben deriz ki: Evvelce anlatılan bedenin zahirinin hükmen temiz olması idi. Şu mânâya ki: Sıvıların hayvana ulaşanı kullanma zaruretinden dola­yı pis olmaz. Bu, hayvanın iç kısmının pis olmasına aykırı değildir. Çünkü ona nazaran zaruret yoktur.  [101]

 

Teyemmüm   Babı

 

Teyemmüm, lûgatta kasd etmeye derler. Şer'an, temizlenme kasdıy-le toprak kullanmak, demektir. [102]

Teyemmüm, namaz vakti girmezden önce de olsa caiz olur. İmâm Şafiî (Rh.A.) bunun aksi görüştedir.              

Teyemmüm, bir farzdan daha çoğu için caiz olur. Yâni teyemmüm ile farzlardan ve nafilelerden dilediğini kılmak caizdir. İmâm Şafiî'-(Rh.A.) ye göre, bir kimse her bir farz için teyemmüm eder ve nafileden dilediğini kılar.

Temizlenmesine yetecek kadar sudan âciz olan abdestsiz, cünub, ha-yızh ve Iohusa için, teyemmüm caiz olur. Hattâ, bir adam ihtilâm [103] olduğu halde uykudan uyansa ve onun için abdeste yetip gusle yetme­yecek kadar su olsa, teyemmüm eder. Bize göre, o kimseye abdest vâcib olmaz. İmâm Şafiî (Rh.A.) bunun aksi görüştedir.

Şayet, cünubluk ile beraber, teyemmümden sonra abdesti gerekti­ren hades vâki olsa, o kimseye abdest vâcib olur. Cünubluk için olan te­yemmümde ise tam bir görüş birliği vardır.

Şayet muhdis [104] için, bazı uzuvlarını yıkamaya yetecek su olsa, bu da önceki gibi ihtilaflıdır. (Yâni bize göre, cünubluk için te­yemmüm eder. O kimseye, teyemmümden Önce mevcûd olan su ile ab­dest vâcib olmaz. İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre, önce mevcûd su ile ab­dest alıp ondan sonra teyemmüm eder.)

Teyemmüm, su bir mil [105] kadar uzak olduğu için Muhdisin âciz ol­masıyla caiz olur. Mil; fersahın üçtebiridir. Fersah ise dört bin adımdır.

Teyemmüm, hastalıkdan dolayı da caiz olur. Yâni hastalık nede­niyle suyu kullanmaya gücü olmassa veya suyu kullandığında hastalığı şiddetlenirse, teyemmüm caiz olur. Bunda, Ölmekten korkmak şart kı­lınmamıştır. İmâm Şafiî (Rh.A.), «Ölmekten korku şarttır» diye aksi görüş ileri sürmüştür.

Ölüme veya hastalığa sebeb olacak soğuktan dolayı - isterse o kim­se şehirde olsun, İmâmeyn bunun aksi görüştedir - veya düşmandan dolayı veya kendisi ile suyun arasında yırtıcı hayvan bulunduğundan dolayı suyu kullanmakdan âciz olursa, teyemmüm caiz olur. Çünkü nefsi tehlikeye atmak haramdır. Bu durumda acz gerçekleşmiş olur.

Kendisi için veya hayvanı için su kalnııyacağından dolayı veya ko­va ve ip gibi âlet bulunmadığından dolayı mevcûd suyu kullanamıyan kimsenin teyemmüm etmesi caiz olur. Ya da imamete evlâ olan sul­tan veya kadı veya ölünün velîsi veya kabile imâmı olanlardan başka bir kimse, Cenaze Namazmın kaçması veya Bayram Namazının kaç­ması korkusundan dolayı suyu kullanamazsa, teyemmüm etmesi caiz olur.

Şayet teyemmüm, abdest üzerine bina edilirse (alınırsa), yine caiz olur. Yani bir kimse Bayram Namazına başladığında hades vâki olup abdest alıncaya kadar namaz kaçar korkusuyla suyu kullanamazsa o kimsenin, ikâme için teyemmüm etmesi caiz olur.

Vakit Namazı ve Cuma Namazının geçmesinden korkmakla teyem­müm caiz olmaz. Çünkü bunların geçmeleriyle yerlerine; Cuma için zuhr-i âhir ve vâktiyye için kaza kılınır. [106]

 

Teyemmümün Farzları:

 

Teyemmüm, namaz niyetiyle veya tilâvet secdesi niyetiyle caiz olur.

O halde muteber olan, ancak taharet ile sahîh olan maksûd ibâdete niyetle teyemmüm etmektir. Hattâ, bir kimse su bulunmadığı vakit­te, mescide girmek için veya ezan okumak için veya ikâmet etmek için teyemmüm etse, o teyemmüm ile namaz edâ edilmez.

Teyemmümde niyet şart kılınınca, kâfirin teyemmümü geçersiz olur, abdesti geçersiz olmaz. Çünkü kâfir niyet için ehil değildir. Ama abdeste niyet şart değildir. Şu halde, kâfir niyetsiz abdest alıp İslâm'a gelse, o abdest ile namaz caiz olur.

Teyemmüm, iki darbla (vuruşla) caiz olur. Her ne kadar o iki elde toz olmasa da, murâd olan, yer üzerine vurulan iki ellerdir. Şayet o iki darb, teyemmüm eden kimsenin yüzünü ve dirsekleriyle beraber iki ellerini ve kollarını kaplarsa caiz olur. Eğer kaplamayıp az bir şey geri kalırsa, caiz olmaz. Ancak, eğer iki darb (vuruş) kaplamazsa, toz ile kaplanılmış olmak için, veya toz olmasa da yer üzerine vurulan el ile kaplanılmış olmak için üçüncü darb lâzım gelir.

. Bu sözün üzerine Sadr'uş-Şeria' (Rh.A.) mn : Bundan sonra, şa­yet toz parmaklarının aralığına girmedi ise, o kimsenin parmaklarını hilâllemesi lâzımdır. Bu durumda parmaklarını hilâllemek için, üçüncü darbeye muhtaç olur, sözüne vârid olan itiraz bizim sözümüze vârid olmaz. Zira; Sadr*uş-Şerîa' (Rh.A.) nın sözü, tozun şart olmasını ge­rektirir. Halbuki musannif, teyemmümü açıkladıktan sonra, «her ne kadar o İki eîde toz olmasa da» demiştir. Artık, gerisini sen düşün! [107]

 

Teyemmüm Caiz Olan Maddeler :

 

Teyemmüm, arz cinsinden temiz bir şey üzerine iki darbe (vuruş) ile caiz olur. Toprak, kum, taş, sürme, zırnık ve toprak ile karışık altın, gümüş ve üzerinde toz olan buğday ve arpa gibi. Arz cinsi demek­le, sudan meydana gelen tuz hâriç kalır. Çünkü tuz arz cinsinden de­ğildir.

Eriyip şeklini değiştiren, yumuşamaya» madenler ile teyemmüm caiz olmaz. Bundan maksâd: (Toz ile karışmamış olan) altın, gümüş, demir ve bunların benzerlerini ayırdetrnektir. Odun gibi şeylerin yan­masından husule gelen külleri ile de teyemmüm caiz olmaz. Bunun açıklaması şudur : Çünkü (saf4), ehl-i lügatin (lügat âlimlerinin) ic-nıâina göre, yer yüzünün acftdır. Yeryüzü cinsinden olmayanı içine almaz. Veya eriyip şeklini değiştiren, yumuşayan ya da ağaç gibi yan­makla kül olan şeyleri içine almaz.

O arz cinsinden olan temiz şey, tozsuz olsa da, onunla teyemmüm caiz olur. Yine saîdden âciz olmasa da, temiz toz üzerine iki darb ile caiz olur. Nitekim, teyemmüm etmek isteyen kimse, ev süpürse veya bir duvar yıkmış olsa veya buğday ölçse, yüzüne ve kollarına toz isabet edip mesh etse, teyemmüm caiz olur. Eğer mesh etmezse, caiz olmaz.

Teyemmüm yapmak isteyen kimseye bir ok atsmı  (Galve)  kadar mesafede suyu aramak vâcib olur. Galve; bir ok atıma demektir ki zirâ'dan (400) e kadardır. [108]

İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan şöyle dediği rivayet edilmiştir : «Şa­yet su, o kimse, suya gidip abdest alıncaya kadar, kafile gidip gözünden kaybolacak miktarı yerde olsa, uzak olmuş olur. O kimse için, suyu ara­maksızın teyemmüm caiz ölür.» Muhît sahibi bu kavli beğenmiştir.

Eğer o kimse, suyun yakın yerde olduğunu sanırsa, aramak vâcib olur. Eğer suyun yakın yerde olduğunu sanmazsa, ona suyun aranması vâcib olmaz.

Suyu bulacağını ümit eden kimse için, namazı vaktin sonunda eda etmek mendûbdur. Namazı teyemmümle vaktin evvelinde edâ edip va­kit geçmemiş iken suyu bulsa, namazı iade etmek lâzım gelmez.

Bir kimse suyu yüküne koysa veya bir başka kimseye «at bu suyu yüke koy» diye emredip suyu yüküne koyduğunu veya koydurttuğunu unutup teyemmüm ile namazı edâ etse, namazı iade etmez. Ancak, Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, iade etmesi gerekir.

«Şayet bir başka kimse onun haberi yok iken yüküne suyu koy­muş olsa, ittifakla teyemmüm ona caizdir» diyen de vardır. Bazısı, bu mesele de zikredilen gibi ihtilaflıdır, demiştir.

Bir kimse suyu arkadaşından istediği zaman, eğer arkadaşı suyu vermezse veya suyu mislinin değerinden daha pahalı vermek isterse veya suyu değeri olan parayla verip, onun da parası olmazsa, bu suret­lerde o kimse teyemmüm eder.

Eğer arkadaşı suyu vermek ister veya semen-i misli (mislinin de­ğeri) ile vermeye razı olur ve onun da yanında suyu semen-i misli ile satın almaya yetecek bir şey mevcûd olursa, o vakit onun için teyem­müm caiz, olmaz. Bir kavle göre; «Suyu istemezden önce teyemmüm caiz olur.» Hidâye sahibi bunu seçmiştir. Bu hususta «Caiz olmaz» di­yen de vardır. Mebsût sahibi de bunu seçmiştir.

Pislik düşüp eseri  kaybolan arz üzerine teyemmüm  caiz olmaz.

Çünkü o yer, her ne kadar temiz ise de  tayyibe  [109]  değildir. Na­maz böyle değildir. Çünkü namazda temiz olmak yeter. [110]

 

Teyemmümü Bozan Şeyler :

 

Abdesti bozan şey, teyemmümü de bozar. Çünkü teyemmüm abdes-tin naibidir, (makamına kâim olandır.)

Teyemmüm eden kimsenin temizlenmesine yetecek suya kadir ol­ması da teyemmümü bozar. Çünkü bu takdirde, geçen abdestsizlik or­taya çıkıp toprağın temizleyiciliği son bulur. Yoksa temizlenmeye ye­tecek kadar suya kadir olmak, bozma sebeblerinden değildir. Çünkü o, ne hakîkaten ve ne de hükmen kendisinde pisliğin çıkması değildir.

Eğer teyemmüm eden kimse, suya kadir olsa da abdest almadan ön­ce suyu yitirse, teyemmümü tekrar eder. Şayet cünub kimse gusl edip meselâ sırtına su ulaşmadan su bitse ve abdesti icâb eden had.es ile muhdis olsa, cenabet ve hadesin ikisi için teyemmüm edip ondan sonra ikisine yeter su bulsa, gusl ve abdestten her birinin hakkında te­yemmümü bâtıl olur. Eğer bulduğu su ikisinden birine yetmezse, teyem­müm ikisi hakkında bakî kalır. Eğer biaynihî (bizzat) ikisinden birine yeterse, hangisine yeterse onu yıkar ve diğeri hakkında teyemmüm ba­kî kalır. Eğer ikisinden her birine münferiden yeterse, lum'a'yı yâni ku­ru kalan yerleri yıkar. (Lum'a'dan maksâd, cenâbetlikten temizlenmek için gusl ettiği vakitte su yetinmeyip geri kalan kısımdır. Onu yıkar. Çünkü cenabetlik daha büyük pisliktir.)

Teyemmüm eden kimsenin- sı'rtına yetecek suya kadir olması, ih­tiyâcından fazla olduğu haldedir. Çünkü o suyu ihtiyâcı için, meselâ susuzluğunu gidermek için kullanacak olsa, sırtına yetmezse, yok hük­münde olur.

Uyuklayan kimsenin, teyemmüm ile su üzerinden geçip gitmesi de teyemmümü bozar. Hattâ, eğer teyemmümlü kimse, su üzerinden uyur­ken geçse, onun teyemmümü uyku ile bozulmuş olur. Yoksa su üze­rinden geçip gitmesiyle bozulmuş olmaz. Su üzerinden uyurken geçen teyemmümlü, uyanık geçen teyemmümlü gibidir. Yâni su üzerinden uyanık geçen kimsenin teyemmümü uyuklamakla bozulduğu gibi, uyuk-layanın da su üzerinden geçmesi, teyemmümü uyuklamakla bozar.

Hiddet (İslâm dîninden dönme) böyle değildir. Çünkü bu, teyem­mümü bozmaz. Hatta, Müslüman iken teyemmüm edip sonra, (Allah korusun) dinden dönse, sonra yine İslâm'a gelse, o teyemmüm ile onun namazı sahîh olur.

Eğer bir insanın abdest uzuvlarının çoğu küçük hadesde veya bütün bedenînin çoğu büyük hadesde yaralı olsa, o kimse teyemmüm eder.

Çünkü ekser (çoğunluk) için küllün (bütünün) hükmü vardır. Eğer çoğu (ekseri) yaralı olmazsa, abdestte ve guslde uzuvları yıkar. Yıka­mak ile teyemmümü bir arada yapmaz. Çünkü onda bedel ile kendi­sinden bedel kılınanın bir araya getirilmese vardır. Halbuki bunun şeri­atta benzeri yoktur.

Eğer abdest uzuvlarının çoğunda yara olup su o yaraya zarar ve­rirse ve yine teyemmüm uzuvlarının çoğunda yara olup teyemmüm o yaraya zarar verirse, namazı kaza eder. Ebû Yûsuf (Rh.A.) : t«Kâdir ol­duğunu yıkayıp namazı kılar ve iade eder.» demiştir. Zeylaî' (Rh.A.) de böyle demiştir.

Abdestte mânı, şayet Yüce Allah' (C.C.) m kullan tarafından olur­sa, meselâ, kâfirlerin abdestten menettikleri esir Müslüman gibi ve zin­danda olan tutuklu gibi ve eğer abdest alırsan seni öldürürüm denilen kimse gibi, bu takdirde onun için teyemmüm caiz olur. Engel kalktığı zaman teyemmümlü o teyemmümle kıldığı namazı iade eder, [111]

 

İki Mest Üzerine Mesh Babı

 

Mest (edik) üzerine mesh etmek, sünnet-i meşhûre ile caizdir. [112]

Bu, sünnet-i meşhûre ile sabit olup Allah' (C.C:) in kitabında açıklan­mayan bir tatbikattır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'in mucibi (hüküm), iki ayakları yıkamaktır.

Mest üzerine meshi caiz görmeyen kimse, mübtedi' (bid'atcı) olur. Fakat onu caiz görüp azimet (kasd) yolunu tutarak mesh eylemese se-vâb kazanır.

Kâfî'de denmiştir ki: Eğer, usûl-ü fıkhda bilinen şeyden dolayı bu mesh, farzı düşürme (ıskat) ruhsatıdır. Şu halde uygun olan, azime­ti yapmakla sevâb kazanmış olmamaktır. Çünkü şayet ruhsat, ıskat için olsa - nitekim namazı kasrda (kısaltmada) olduğu gibi - azimet [113] meşruiyyeti üzere kalmaz, denirse, cevâbında biz deriz ki: Mü­kellef olan kimse iki mesti giymiş olduğu müddetçe azimet, meşru­iyyeti üzere kalmaz. Sevâb olan, mestleri çıkarıb ayaklan yıkamak iti­bariyledir. Şayet o mestleri çıkarsa, azimeti meşru olur. [114]

Bu  mevzuda Kifâye kitabında şöyle bir vak'a nakledilir:

Zeylaî (Rh.A.) demiştir ki: Kâfî'nin bu cevâbı yanlıştır. Çünkü iki ayağı yıkamak, mestleri çıkarmaksızm da olsa meşrudur. Bundan dolayı, şayet mestlerine mesh eden kimse suya dalsa ve mestlerine su girip ayaklarının çoğu yıkansa, o kimsenin meshi bâtıl olur. Şayet mest­leri çıkarmaksızm yıkamak meşru olmasa, ayağın bazısını yıkamak ile mesh ondan bâtıl olmazdı. Bundan dolayı, eğer tekellüf edip mestle­ri çıkarmadan ayaklarını yıkasa, onları yıkamış sayılır. Hattâ müdde­tin bitmesiyle bâtıl olmaz.

Ben derim ki: Zeylaî' (Rh.A.) nin, Kâfi sahibinin sözüne yanlış-tır, demesi yanlıştır. Çünkü, Kâfi sahibinin meşrûiyyet ile muradı, şâ-rîin (şeriat sahibi) nazannda o kimsenin üzerine sevâb terettüb et­mek yönünden cevazdır. Yoksa üzerine ahkâm-ı şeriyyeden hükm te­rettüb etmek değildir. Onu, Namazı kasra benzetmesi buna delâlet eder. Çünkü azimetle âmil olan kimse, dört rek'at kılıp ve iki rek'at üze­re oturmakla günahkâr olur. Bununla beraber farzı tamâm olur.

Kâfî'nin cevâbının gerçek mânâsı şudur: Ruhsat verilen kimse mademki ruhsat halindedir, onun için azimetle amel caiz olmaz. Şüp­hesiz müsâfirin de müsâfir olduğu müddetçe namazı tamâm kılması caiz olmaz. Hatta dört rek'ate niyetle namaza başlasa, namazı kesmek ve iki rek'at ile başlamak ona vâcib olur. Nitekim yakında, yolcu na­mazında açıklaması gelecektir.

Şayet o kimse iki rek'at niyetiyle başlasa ve namaz esnasında ikâ­mete niyet etse, namaz dört rek!ata dönüşür. Bu durumda, mest giyen kimse, ayağında mesti olduğu müddetçe, onun için ayağını yıkamak caiz olmaz. Hattâ eğer, mestlerini çıkarmadan meşakkatle ayaklarını yıkasa, her ne'kadar bu yıkamadan sayılmış ise de, günâh işlemiş olur. Şayet mestler ayaktan çıkıp ruhsat zail olsa, yıkanma meşru olup onun üzerine sevab kazanır.       '     * '

Usûl kitaplarında maharet sahibi olan kimseye bunun açık olma-sıyle beraber, ileri gelen âlimlerden bir âlime gizli kalması tuhaftır.

Bir kere mesh eylemek caizdir. Zira meshde tekrar sünnet olmamıştır. Çünkü yıkamada tekrar, temizlikde mübalâğa içindir. Mesh ise, temizlemek için değildir.

Mesh eden, kadın da olsa caizdir. Çünkü meshin caiz olmasının delili, hitablarm umûmuna kadınlar da dâhil oldukları için, kadın üe erkeğin arasında ayırım yapmamıştır. [115]

Cünub olduğu halde mestler üzerine mesh caiz olmaz. Çünkü mesh, abdestte kıyâsın aksi şekilde sabit olmuştur. Cenabet, onun üzerine kı­yâs edilmez. Şüphesiz mübalağa sîğasıyle (Fettahherû)   (tam temizlenin), tam bir temizlemeyi gerektirir. Nitekim yukarıda geçti. Meshde tam bir temizlik ortadan kalkar,

Bundan sonra Fukahâ demişlerdir ki: Yer (bu mahal) olumsuzluk yeridir. Tasvire hacet yoktur. Çünkü bir kimse tam bir temizlik ile mestleri giydikten sonra cünub olsa, delil yok olduğundan mesh caiz olmaz.

Fakat denildi ki: Bunun sureti, bir kimse abdest île mestlerini giydikten sonra mesh müddeti içerisinde cünub olsa, o kimse mestlerini çıkarır ve ayaklarını yıkar. Müsâfir de böyledir. Eğer mesh müddeti içe­risinde cünub oîsa ve su bulamadığı için teyemmüm ettikden sonra ha­des vâki olup abdestine yetecek £adar su bulsa, onun için mesh caiz olmaz.                                                                          .

İki mestler, üzerine mesh, îıades sırasında tam temizlik ile gi­yilmiş oldukları halde caizdir. [116] Musannifin, (melbûseyni = giyilmiş oldukları halde) sözü, «şayet, iki mesti hades sırasında tam temizlik ile giyerse» [117] denilen sözdeh daha güzeldir. Zira burada murâd, İmâm Şafiî' (Rh.A.) nin hilâfına işarettir. Çünkü İmâm Şafiî (Rh.A.); başlangıçta iki mesti tam abdest. ile giymek gerekir, hattâ iki ayak­larını yıkayıp mestleri giydikten sonra abdesti tamamlasa mesh caiz olmaz, demiştir.

Biz deriz ki: Hades vaktinde abdestle mestlerin giyilmesinin mev-cûd olması,, her ne yolla olursa kifayet eder. Açıktır ki, o vakit mestlerin giyilmesinin bakî olması zamanıdır. Yoksa hudûsunun zamanı değildir. Beka ve devamlılık ifâde eden şey isimdir. Çünkü fiil teceddürl ifâde eder. Bizim sözümüz daha güzeldir, dememize sebeb; fıkh âlim­lerinin ibaresinde «tam temizlik ile» sözünü, «giymek» lafzının za-mîrinden hal, «hades sırasında» sözünü «tam» sözüne ilgili kılmakla tevcih caiz olduğu içindir. Mânâ : «Şayet mestleri tam temizlik ile giyse, o temizlik hades indinde tamdır.» demek olur. Şu halde, iki iba­renin mânâsı bir olur.

Mukîm için bîr gün bir gece ve müsâfir için üç gün üç gece mest­leri mesh etmek caizdir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :

«Mukîm, bir jgün bir gece (mestlerine) mesh eder. Müsâfir üç gün üç gece mesh eder.» [118] buyurmuştur.

Meshin müddeti, hades vaktinden başlar. Yoksa mestleri giydiği ve mesh eylediği vakitten değil. Çünkü meshe muhtâc olunan zaman, hades vaktidir. Mesh, iki mestlerin dışı üzerine caizdir.

Caiz olan mest (edîk), topukları örten mesttir veya topuktan dı­şarıda kalan, ayağın küçük parmaklan ile üç parmaktan daha az.olan mesttir. Fakat üç parmak miktarı topuk görünmesi, yırtık menzilesin-dedir. Mestin üstünden bakıldığı zaman ayak görünecek şekilde mes­tin geniş olmasında mahzur yoktur.

Musannif: «Mesh, iki mestlerin dışı üzerine caiz olur.» demiştir. Zira mestin içine, ökçesine ve koncuna mesh caiz olmaz. Çünkü mesh, kıyâs yollarından ma'dûlün bin[119] (sapma) dir. Onda şeriatın getirdiği herşeye riâyet edilir.

Hadesden önce mestlerin üzerine giyilen iki çizme üzerine mesh caiz olur.

Cürmûkayn; iki çizme veya potindir ki mestin üzerine, onları ko­rumak için giyilir. Şayet mesheden kimse, çizmesini mest üzerine ha­desden  sonra giyse, onların üzerine  mesh caiz olmaz.  İmâm  Şafiî  (Rh.A.); iki çizme üzerine mesh caiz olmaz. Çünkü bedel için, reyle (görüşle) bedel olmaz, demiştir. [120]

Bizim delilimiz, Hz. Ömer.' (R.A.) den rivayet edilen şu sözdür. Uz. Ömer (R.A.) :

«Ben, Peygamber' (S.A.V.) i gördüm, iki çizmeleri (cürmûkayn) üzerine mesh eyledi.»  [121] demiştir.

Sonra cürmûk (çizme veya potin) mestten bedel değildir. [122] Her ne kadar mest, çizmenin altında çizmeden başka ise de, sanki o ayağın üzerinde sâdece çizme varmış hükmünde olup çizme mestten bedel ol­maz. Çünkü vazife ayak ile olmuştur. Mestin, abdest uzuvlanndan ol­ması için mestle vazife olmamıştır. Çizme, meste belki ayağa ha-desin geçmesinden menedici bedel olmuştur. Bundan dolayı biz deriz ki: Şayet hades vâki olduğunda, meste mesh eylesin veya eylemesin, çiz­meyi mest üzerine giyse, çizme üzerine mesh olmaz. Çünkü meshin hükmü mest ile sabittir. Bu durumda, mest hükmen abdest uzuvların­dan olmuştur. Şu halde, eğer çizme üzerine mesh edilse, çizme mest­ten bedel olur. Bundan dolayı mesh caiz olmaz.

Ben derim ki: Bundan sonra malûm olur ki, hem bezden veya çuhadan veya üzerine mesh caiz olmayan bunlar gibi şeyden dikilmiş. şeyin üzerine giyilen mest üzerine mesh caiz olur. Zira çizme ayakdan bedel olup o çizme üzerine meshin caiz olmasıyle beraber mest yok hük­münde olsa, mest ayaktan bedel olmayıp üzerine mesh caiz olmayan şeyin yok hükmünde olması evi» olur. Nitekim sargı (lifâfe) da ol­duğu gibi.

Şu husus bunu teyîd eder: İmâm Gazâlî (Rh.A.), El-Vecîz'de ve Râfîî  (Rh.A.) ona yaptığı şerhinde, ikisinin de meselelerde İmâm Ebû Hanî-İe' (Rh.A.) nin hilafını zikretme lüzumunu duymaları ile beraber, bu meseleyi ittifak suretinde irâd etmişlerdir.

Bizim Âlimlerimiz (Müctehidlerimiz), meşhur olan kitaplarında, çizme meselesine dâir çizmenin ayaktan halef olduğunu söyledikleri şeyle yetinerek, bunu açıklamışlardır.

Mesh, meshedicinin sık örülmüş iki çorabları üzerine caiz olur. Yâ­ni bağsız, incik (baldır) üzere sarılan çorabdır. İmâm A'zam (Rh.A.) ön­ce, iki çorab üzerine meshi tecviz [123] eylememiş ve İmâmeyn (İmâm Muhammed (Rh.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.)) tecviz eylemiştir. Sonra İmâm A'zam (Rh.A.) da İmâmeynin sözüne dönüp cevaz ile fetva vermiştir.

Pabuçlanınış iki çorab (mün'al) üzerine mesh caiz olur. Mün'al: Pa­buç gibi altına deri dikilen çorabdır. Bu takdirde o, üzerinde devamlı yürümek mümkün olup mest gibi olur.

Mesh, deriyle kaplanmış olan iki çorab üzerine de caiz olur. De­riyle kaplanmış (mücelled) ile murâd, üstüne ve altına deri konan çorabdır. Buna âid hüküm de mest gibidir.

Sarık üzerine, şapka üzerine ve başörtüsü üzerine ve kuffaz üzerine mesh caiz değildir. Kuifâz : Soğuktan veya atmaca pençesin­den korunmak için iki ele giydikleri eldivendir.

Eldiven üzerine mesh caiz olmamasının sebebi şudur : Çünkü mesh sıkıntı ve güçlüğü gidermek içindir. Bunun çıkarılmasında ise güçlük yoktur. Fal^at, kadın başörtüsü üzerine mesh edip, yaşlık başına geç­se, hattâ başının dörtte biri miktarını ıslatsa, mesh caiz olur. Mi'râc-üd-Dirâye'de böyledir. [124]

 

Mest Üzerine Meshin Farziyyeti :

 

İki mest üzerine meshin farziyyeti ayrı ayrı her bir ayaktan elin üç parmaklan miktarıdır. Hattâ eğer bir ayağı üzerine iki parmak mik­tarı ve öbür ayağına beş parmak miktarı mesh etse, caiz olmaz. Eğer bir parmakla üç kere kullanılmamış su ile mesh etse, maksûd hâsıl ol­makla caiz olur. Fakat eğer suyu yenilemeden bir parmakla üç kere mesh etse caiz olmaz. Eğer mesh yerine üç parmak miktarı yağmur su­yu isabet etse caiz olur. Yine böylece, yağmur veya çığ ile ıslanmış otluk içinde yürümekle üç parmak miktarı su isabet etse veya mest'e vâcib ol­duğu kadar çığ isabet etse, caiz olur. Elin parmaklanyle demekten mak-sâd, ayak parmaklarından ayırdetmektir. Nitekim Kerhî (Rh.A.) : Mestler üzerine meshin sünneti, elin parmakları açılmış olduğu halde ayak parmaklarından inciğe doğru çekilmesidir, diye rivayet etmiştir. Bu ibare Meşâyihden nakledilmiştir. Tetebbu' (araştırma) bunu ispat­lar.

Binâenaleyh Sadr'uş-Şerîa' (Rh.A.) mn : Üç parmak miktarı üze­rine ziyâde olan ancak müsta'mel su ile olur, ona itibâr edilmez, demesi yersizdir. Bunun açıklaması şudur : Çünkü parmakları inciğine kadar çekmek sünnet olursa, sünnet de ancak temiz su ile hâsıl olur.

Fukahâ ittifak etmişlerdir ki: Şüphesiz müsta'mel su temizleyici değildir ve su uzuvda durduğu müddetçe kullanılmış olmaz. Şu halde zikredilen şey nasıl sahîh olur?

Ayak parmaklarının küçüklerinin üçü miktarı yırtık meshi mene-der. (mesh yapılmaz.) Ayak parmaklarına itibâra sebeb : Ayakda asıl olan, ayak parmaklan olmasıdır. Yâni ayaksız üç parmağın kesilme­siyle diyet vâcib olur. Çünkü ekser (çokluk) için kül (bütün) hükmü vardır. Üçü ise parmakların ekserisidir. Bir de ayağın üç parmak mik­tarı açılmış olması meshi meneder. Parmakların küçüklerine itibâr edil­mesi, ihtiyat içindir. Bu mesele, şayet mestin yırtığı, parmakların kar­şısında olmayan yerde ve ökçeden başka yerde olduğu surettedir. Fakat yırtık, parmakların mukabilinde olursa, muteber olan, yırtık karşısın­da olan parmakların görünmesinedir.' Çünkü her parmak, yerinde asıl­dır. Eğer yırtık, ökçe yerinde olursa, ökçenin çoğu görünmedikçe meshi menetmez. Topukdan yukarıda olan yırtık da meshi menetmez. Çünkü mestin topukdan yukarıda olanının giyilmesine itibâr yoktur. Parmak uçlarının görünmesi de esah kavide meshi menetmez. Ancak mânı olan, tamâmîyle üç parmak miktarının'görünmesidir. Büyük yırtığın, mes­hi menetmesi, açılmış olduğu halde, altı göründüğü vakittedir. Eğer derisi kaim olmakla altı görünmez lâkin ona parmak sokulduğunda gi­rerse, meshi menetmez. Eğer yürüdüğü halde görünüp ayağım bastığı halde açılmazsa, meshi meneder. Çünkü mest yürümek için giyilir.

Yırtıklar bir mestte toplanır, ikisinde toplanmaz. Yâni bir mestte inciği altında çok yırtıklar olsa, şöyle ki: Şayet o yırtıklar toplansa mezkûr miktar ondan görünürse, meshi meneder. Çünkü o toplanmış olan yırtık miktarı, yolculuğu meneder. Eğer o miktar yırtık iki mest­te toplansa meshi menetmez. Çünkü o miktar yırtık ile mest yolculu­ğundan alıkoymaz. Toplamada muteber olan yırtık, ona çuvaldız giren­dir. Bundan azı yok gibidir.

Ayrı ayrı yerlerde olan pislik, yırtığın aksinedir. Şöyle ki: O pislik her ne kadar, iki mestte veya iki libâsda veya bedende veya yerde veya zikredilen şeylerin hepsinde olsa, bir araya toplanır.

Avretin açılması da iki mestin yırtığının aksinedir. Nitekim kadı-n:n fercinden bir şey, sırtından bir şey, karnından bir şey, uyluğundan bir şey ve inciğinden bir şey açılmış olsa, bunlar toplandığı zaman na­mazın cevazını meneder. Özürlünün açılması konusu yakında gelecek­tir.

Özürlü olan kimse mestlerine vakit içinde mcsh eder. Vakit çıktık-dan sonra mesh caiz olmaz. İmâm Züfer (Rh.A.) bunu kabul etmemiş­tir.

Ancak, eğer mestlerini abdestle beraber giydiği vakitte özür kesi­lirse, vakit çıktıkdan sonra dahî mesh caiz olur. Hattâ Özrün kesilmiş olması abdest hâlinde bulunup mestlerini giydiği vakitte bulunmazsa veya aksine bulunursa veya iki durumda bulunmazsa, vakit çıktıkdan. sonra mesh caiz olmaz. [125]

 

Meshi Bozan Şeyler :

 

Abdesti bozan şeyler, meshi de bozar. Çünkü mesh abdestin parça­sıdır.

Mestin ayaktan çıkması da meshi bozar. Çünkü hadesin ayağa si­rayetini önleyen engel ortadan "kalkmıştır. O halde mestin bir ayaktan çıktıkdan sonra diğerinin çıkarılması vâcib olur. Zira bir vazifede, yı­kamak ile mçsh etmek bir araya getirilemez.

Mestin çıkmış sayılması, ayağın çoğu kısmının mestin sakına (koncuna) kadar çıkmasıyla^ olur. Çünkü mesh mahalli, mekânından ayrılmış ve sanki ayağı görünmüş gibi olmuştur. Sahîh kavi budur. Çünkü ekser için küllün hükmü vardır. Kâfî'de böyle zikredilmiştir. Ayağın azının-çıkmasından sakınmak ise imkânsızdır. Çünkü bazan bu kasıtsız, hâsıl olur. Şu halde bunda güçlük vardır.

Bu hususta «Ayak ökçesinin çoğunun çıkmasıyla mesh bozulur» denmiştir. Bu söz, Ebû Yûsuf (Rh.A.) un sözüdür. İmâm Muhammed' (Rh.A.) den rivayet edilmiştir ki: Mesh yerinde, ayağın üstünde üç parmak miktarı bakî kalırsa, meshi bozmaz. Ulemânın çoğu dahî bu ka­naattedirler. Eğer ayak yerinde durup ökçe çıkıp girerse mesh bozul­maz. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.

Müddetin çıkması da meshi bozar. Bir kimse yolcu olduğu halde, mesh müddeti bitip, o vakit mestlerini çıkardığı takdirde ayağının soğuktan teîef olmasından korkmazsa mesh bozulur. Mestlerini çıkardı­ğı takdirde soğuktan ayaklarının telef olacağından korkarsa mesh caiz olur. Kâfî'de ve Uyûnu'l-Mezâhib'de böyle zikredilmiştir.

Mestlerini çıkarıp, müddet bittikden sonra, hades-i sabıkın (geçen abdestsizliğin) ayaklara sirayetinden dolayı o kimse sadece ayak­larım yıkar.

Bir kavle göre «Suyun topuğa ulaşması meshi bozar.» Bu husus­ta, «Suyun ayağın çoğuna isabet etmesi meshi bozar» diyen de vardır.

Fetâvâyı Tatarhâniyye'de denmiştir ki: Şayet iki mestlerin üzerine meshden sonra meste su girip iki ayaklarından üçer parmak miktarı ve­ya üç parmakdan daha az miktarını ıslatsa, onun meshi bozulmaz. Eğer ayağın hepsini ıslatıp, su topuğuna ulaşsa, mesh bozulur. Bu İmâm Ebû Hanîfe' (Rh.A.) den rivayet edilmiştir. Öbür ayağını yıkamak vâ-cib olur. Bu, Zahîret'ül-Fukahâ'da zikredilmiştir..

Şeyh tmâm Ebû Ca'fer' (Rh.A.) den rivayet edilmiştir ki: Şayet iki ayaktan birinin çoğuna su değse, meshi bozar. Ve bu yıkamak maka­mında olur. Bazı âlimlerimiz bunu kabul etmişlerdir. Zahîre'de «Esah kavi budur» denmiştir. Âlimlerimizden bazısı: «Ne suretle olursa olsun meshi bozmaz» demişlerdir. Meşhur fıkh kitaplarında, meshi bozucu mezkûr üç âmil kâfî görülmüştür. Bu durumda Ulemâ Zahîre'nin gö­rüşünü kabul etmiş olmaktadırlar.

Şayet meshedici, iki cürmûkunu çıkarsa, iki mestleri üzerine mesh eder. Çünkü, cürmûklar mestlerden ayrı oldukları için, iki cürmûk üze­rine mesh, iki mestler üzerine mesh değildir. İki tâklı (iki katlı, kemer­li) mest üzerine mesh bunun aksinedir ki iki katın biri çıkarılsa veya mestler dışındaki deri soyulsa, o vakit, o çıkan katın ve soyulan derinin altına mesh iade edilmez. Çünkü bitişik oldukları için hepsi bir tek şey­dir. Meshden sonra tıraş olunduğu zaman başa mesh iade edilmediği gibi.

Eğer iki cürmûkun biri çıkarılsa, ikisinin de meshi bozulur. Bu takdirde, diğer cürmûkun meshi" iade edilir.

Üzerinden cürmûk çıkan mestin meshi iade edilir. Çünkü bir vazife de bozulma, bölünme kabul etmez. Bu duruma göre ikisinden birinde bozulsa, diğerinde dahî.bozulur. Bazıları, cürmûkun biri çıkarılsa, diğer cürmûk dahî çıkarılır, demiştir. Çünkü ikisinden birinin çıkarılması, bö­lünme olmadığı için, ikisinin çıkarılması gibidir. Esah olan kavi birin­cisidir.

Bir mukîm kimse, mestleri üzerine mesh edip mesh müddetinin tamam olmasından önce yolcu olsa, yolculuk müddetini tamamlar. Yâ­ni mukîmin meshi yolcunun meshine dönüşür. Şöyleki, toplamı üç gün üç gece olur.

Eğer bir gün bir geceden sonra müsâfir olsa, mestleri çıkarır. Çün­kü hades ayağa sirayet etmiştir. Sefer, o hadesi kaldırmaz.

Bir müsâfir de, bir gün bir geceden sonra mukîm olsa, mestleri çıkarır. Bir gün bir geceden Önce mukîm olsa, bir gün bir geceyi tamam eder. Çünkü yolculuk ruhsatı, sefersiz devam etmez. Sözün kısası şu­dur ki: Ya mukîm yolcu olur veya yolcu mukîm olur. Ve ikisinden her biri, ya bir gün bir gece tamam olmazdan önce (mukîm veya müsâfir) ya da bir gün bir geceden sonra (mukîm veya müsâfir) olur. [126]

 

Sargı Üzerine Mesh :

 

Cebire (kınk tahtası) üzerine mesh : Cebîre, bir tahtadır ki kın­lan kemik üzerine bağlanır. Çıbanın sargısı üzerine ve kan alınan yere bağlanan bez üzerine mesh, ve bez düşmesin diye bezi bağladıkları şey üzerine mesh, bunların altında kalan bedeni yıkamak gibidir. Bu mes-hin, yıkamak gibi müddeti yoktur.

Mesh yıkamak ile birleştirilir. Eğer, hükmen mesh olsa, yıka­mak onunla nasıl birleştirilir (cemedilir)? Nitekim, iki ayağın birini yıkayıp, iki mestin birini mesh etmek gibi.

Her ne kadar abdestsiz bağlansa da, cebîre üzerine mesh caiz olur. Çünkü bu durumda onun itibârında sıkıntı ve güçlük vardır.

Eğer mesh zarar verirse, cebîre üzerine mesh terkedilir. Eğer zarar vermezse, mesh terk edilmez.

Cebîre üzerine mesh ancak, cebîre konan yere suyun zarar vermesi veya bağlı olan Cebirenin çözülmesinin zarar vermesiyle meshden âciz olunduğunda caiz olur. Fakat, cebîre konan yeri meshe kadir olursa, o zaman cebîre üzerine mesh caiz olmaz. Muhît'de; «Bu bellenmclidir. Çünkü insanlar bundan gafildirler» denmiştir.

Cebirenin düşmesi, meshi bozmaz. Ancak, eğer cebîre konan yer iyileşmiş olursa bozar.

Eğer cebîre, namaz içinde, cebîre konan yer iyileşmiş olduğu hal­de düşse, mesh bâtıl olur, ve namaz yeniden kılınır.

Eğer cebîre, namaz içinde, cebîre konan yer iyileşmiş olduğu halde, düşmezse veya namaz içinde cebîre konan yer iyileşmiş olduğu halde düşerse, mesh bozulmaz, ve musallî namaza yeniden başlamaz.

Cebirenin, bez ve sargının meshinde üçerlemek ve niyet şart kılın­mamıştır. İmâm Zahidi (Rh.A.), «Bunlara meshde niyet bütün rivayetIerde şart kılınmadı» demiştir. Bazılarına göre, başa olmamak şartıyla meshde üç kere tekrar sünnettir.

Sargının çoğu üzerine mesh kifayet eder. Hepsini meshle kaplamak şart kılınmamıştır. Sahîh kavi budur. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.

Bir kimse damarı yarılıp kan aldırsa, üzerine bez koyup ve sargı bağlasa, bir kavle göre : «Sargı üzerine mesh caiz olmaz, ancak bez par­çası üzerine olur.» Bu hususta : «Eğer başkasından yardımsız sargıyı bağlamak mümkün ise mesh caiz olmaz ve eğer yardımsız bağlamak mümkün değil ise, sargı üzerine mesh caiz olur» diyen de vardır." [127] Bazısı da : «Eğer o, sargıyı çözüp altını yıkamakla yaraya zarar verir­se, sargı üzerine mesh caiz olur. Eğer zarar vermezse, caiz olmaz» de­miştir. Yine, yaranın yerini aşan her bez parçasında hükm zikr edilen gibidir. Eğer bez parçasının çözülmesi zarar vermeyip bilâkis bezi yara yerinden kaldırması zarar verirse, bezi çözer ve yara yerine kadar be­zin altını yıkar; bezi bağlayıp yara yerine mesh eder. Bütün âlimler, (daman yarılarak) kan aldıran kimsenin sargısı üzerine mesh etmesi­nin caiz olduğunu kabul etmişlerdir.                         :

Sargının iki bağı arasında, kolun görünen yerine, esah kavle göre, mesh yeter. Çünkü, o yer yıkansa sargı ıslanıp, olurki kan almak için kesilen yere su ulaşıp zarar verebilir. [128]

 

Kadınlara Mahsûs Olan Kanlar (Demler) Babı

 

Bu kanlar (demler) üç çeşittir : Hayz, nifâs ve istihâzadır. Hayz, bu­lûğa ermiş kızın rahminin, dışarı çıkardığı bir kandır. Bâliğa, dokuz ya­şında olan kızdır.

Musannif, rahm sözcüğü ile istihâzeyi birbirinden ayırmıştır. Çün­kü istihâze kam,damar kanıdır. Rahm kanı değildir. [129] Yine rahm ile, burun kanından, yaralardan çıkan kanlardan ve hâmile olan kadı­nın gördüğü kandan ayırmıştır. Zira hamilenin gördüğü kan, rahm-den çıkan kan değildir. Çünkü Yüce Allah (C.C.) şu âdetini icra eder şüphesiz kadın hâmile olduğu zaman rahminin ağzı kapanıp ondan bir şey dışarı çıkmaz.

Rahmde hastalık olmamalıdır. Musannif bununla rahmin hasta-lıkdan dolayı çıkardığı kanı ayırdetmiştir. Doğurmak ve benzeri gibi. Çünkü lohusalar hasta hükmündedirler. Hattâ lohusalık hâlinde olan­ların teberruları mallarının üçte birinden itibâf olunur.

Musannif (iyâs) dememiştir. Çünkü âyise (yâni hayzdan ve nifâs-dan kesilmiş olan kadm) için ihtilâf vardır. Yakında açıklaması gele­cektir. Onun hayzın ta'rifine alınması için sebeb yoktur. [130]

 

Hayz Kanı:

 

Hayzın en az müddeti, geceleriyle beraber üç gündür. Nitekim za­hir rivayet de budur.'İmâm. Hasan' (Rh.A.) in rivayetinde, üç gün ve içinde bulunan iki gecedir. Hayzın müddetinin en çoğu on gündür. Çün­kü ResûlüUah  (S.A.V.) :

«Hayzın en azı üç gün, en çoğu on gündür.» [131] buyurmuştur.

Bu hadîs, İmâm Şafiî' (Rh.A.) nin, hayz müddetinin en azını bir gün ile ve en çoğunu da onbeş gün ile takdirine karşı bir hüccettir.

Kadının,, hayz müddetinde gördüğü beyazdan başka renk ve hayz müddetinde araya giren temizlik hayzdır. Yani şayet hayz müddetinin iki tarafını (başını ve sonunu) kan ihata etse, İmâm Muhammed' (Rh.A.) in İmâm A'zam' (Rh.A.) dan rivayetinde aralıksız akan kan gibi olur. Bunun vechi şudur : Şüphesiz kanın hayz müddetini kapla­ması bil'icmâ şart değildir. Binâenaleyh onun başına ve sonuna itibâr edilir. Zekât bâbındaki nisâb gibi.

İki hayzın arasında olan temizliğin en az müddeti, onbeş gündür.

Çünkü Sahabenin icmâlan bunun üzerinedir. Bir de bu, lüzumunun müddetidir, ikâmetin müddeti gibidir.

Eğer; hayz müddetinin en azı üç gün ve en çoğu on gün olduğu sabit olmuştur, imdi temizliğin en azı onbeş gün olursa bir ayda, içinde hayz ve temizlik olmayan iki gün bulunması gerekir denilirse, cevâbmda biz deriz ki: Bu soru, şayet bir ayda, bir temizlik ve bir hayz olması vâcib olursa, lâzım gelir. Halbuki böyle değildir. Bundan dolayı Bedâ-yi'de denmiştir ki: Şüphesiz kadın bir ayda mutlaka on gün hayızlı ol­maz; ve eğer on gün hayzlı olsa, -mutlaka yirmi gün temiz olmaz. Ancak üç gün hayz görür ve yirmi gün temiz olur. Bazan on gün hayızlı olur ve onbeş gün temiz olur. Bunun etraflıca araştırılması yakında gele­cektir. İnşâallâhu Teâlâ.

Temizlik müddetinin en çoğu için sınır yoktur. Çünkü temizliğin en çoğu, bazan bir yıla ve iki yıla kadar uzar; bazan ebediyyen hayz görmez. Şu halde, sınırın takdiri mümkün olmaz. Ancak, eğer kan de­vam ederse, âdetin tâyini (nasbi) nda sınır vardır.

Âdetin tâyini hususunda Fukahâ ihtilâf etmişlerdir. Esah olan kavle göre; âdetin tâyini, bir saat müstesna, altı ay takdir edilir. Çünkü âdet, hâmile olmayanın temizliğinin hâmile olanın temizliğin­den eksik olmasıdır.

Hami (hamilelik) müddetinin en azı altı aydır. İmdi hami müdde­tinden bir şey ile eksik kılınmıştır ki o, bir saattir. Bunun şekli: Hayz görmeye başlayan kadın, on gün kan, altı ay temizlik görse, ondan son­ra kan devam etse, o kadının iddeti, ondokuz aydan üç saat eksikde bitmiş olur. Çünkü bu takdirde, her bir hayzı on gün olan üç hayza ve her temizlik de altı aydan bir saat eksik olduğundan üç temizliğe muh­taç olunur. İmdi ma'lûm olsun ki, temizliğin başını, sonunu kanın kuşat­ması ittifakla şarttır. Fakat İmâm Mahammed' (Rh.A.) e göre, hayz müddetinin başını ve sonunu ve İmâm Ebû Yusuf (Rh.A.) a göre, ara­ya giren temizlik müddetinin başını ve sonunu kan kuşatması şarttır.

Onbeş günden daha az olan temizlik, iki kan görmenin arasına gir­se, eğer üç günden daha az olursa, iki temizliğin arasını ayırmaz. Bilâ­kis o, icmâen sürekli kan gibidir.     *

Eğer üç gün veya üç günden daha çok olursa, Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre - ki o İmâm A'zam' (Rh.A.) in diğer sözüdür - her ne kadar on günden daha çok olsa da ayırmaz. Hattâ, bu da, İmâm Ebû Yûsuf -(Rh.A.) a göre, sürekli kan gibidir. Çünkü o fâsid (bozuk) temizliktir. İki hayzm arasını ayırmaya elverişli olmaz. Nitekim, temizliğin en azı­nın onbeş gün olduğu yukarıda geçti. Keza iki kan arasını ayırmaya elverişli olmaz. Çünkü faside şer'an sahîh ahkâm bağlanmaz^ Binâena­leyh hayzm temizlikle başlaması ve bitmesi, bu söze göre caiz olur. Yoksa aşağıda gelecek beş sözle caiz olmaz.

İmâm Muhammed' (Rh.A.) in İmâm A'zam' (Rh.A.) dan rivayetin­de, temizliğin başını ve sonunu kan kuşatsa, on günde veya on günden daha azda temizlik ayırmaz. İbni Mübarek' (Rh.A.) in, İmâra A'zam' (Rh.A.) dan rivayetinde, temizliğin başını ve sonunu kanın on günde veya on günden daha azda kuşatmasıyle beraber, iki kanın nisâb olması şart kılınmıştır. 'İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, iki kanın nisâb olmasıyle beraber temizliğin iki kana eşit olması şart kılınmıştır. Sonra, temizlik sürekli kan gibi olduğu için, İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, temizlik kan olunca, eğer bu araya giren temizliğin bulundu­ğu o günde bir başka temizlik bulunursa, bu diğer temizlik onu kuşa­tan iki kana gâlib olur. Fakat bu hükmî kan, eğer kan sayılırsa, mağlûb olur. O hükmî kan şüphesiz, kan sayılır. Hattâ birinci temizlik gibi hayz kılınır. Ancak Ebû Süheyl' (Rh.A.) in sözüne göre, kılınmaz. Di­ğer temizliğin, birinci temizlikden önce veya sonra olmasında fark yoktur.

Hasan bin Ziyâd* (Rh.A.) a göre, üç olan veya üçden daha çok olan temizlik, mutlaka ayırır. Bu altı kavidir ki, fukahâ bu altı kavli (gö­rüşü) bir araya toplayan şu misâli vermiştir: Hayz görmeye başlayan bir kadın, bir gün kan (dem) gördü ve ondört gün temizlik gördü, ondan sonra bir gün kan ve sekiz gün temizlik gördü, ondan sonra bir gün kan gördü ve yedi gün temizlik gördü, ondan -sonra iki gün kan gördü ve üç gün temizlik gördü, ondan sonra bir gün kan gördü ve üç gün temizlik gördü, ondan sonra bir gün kan gördü ve iki gün temizlik gör­dü, ondan sonra bir gün kan gördü. Böylece bunlar kırk beş gün ol­muştur.

İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) un rivayetinde, zikredilen kırkbeş gün­den ilk on'u ki, birinci günü hayz onuncu günü temizliktir ve mezkûr günlerden dördüncü on ki başı ve sonu temizlikdir, hayzdır.

İmâm Muhammed' (Rh^A.) in rivayetinde, ondört gün temizlikden sonra vâki olan on gün de hayzdır. İbn Mübarek' (Rh.A.) in rivaye­tinde, sekiz gün temizlikden-. sonra vâki olan on gün de hayzdır. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, yedi gün temizlikden sonra vâki olan on gün de hayzdır. îbn Süheyl' (Rh.A.) e göre, (bu yedi gün te­mizlikden sonra vâki olan) on günden ilk altı gün hayzdır. İmâm Ha­san' (Rh.A.) a göre, hayz zikredilen kırkbeş günün sonundaki dört gün­dür. Her, müctehidin hayz olarak kabul ettiği bu dört günün gayn ise o hüküm sahibi İmâm Hasan' (Rh.A.) a göre, istihâzedir. İmdi her suret­te - Ebû Yûsuf (Rh.A.) un görüşü müstesna - nakıs (eksik) temizlik bu görüşlerin hepsinde ayırıcı bir âmil olur.

Eğer iki kanın birisi nisâb olursa, hayz olur. Eğer kanın ikisi de nisâb olursa, birinci kan hayzdır. Eğer ikisi de nisâb olmazsa, birinci ve ikinciden her biri istihâze olur. Şimdi burada bir şekil çizdim ki, ondan bu sözler Yüce Allah' (C.C.) in yardımı ile kolaylıkla anlaşılır.

Birinci 10

14'den sonraki 10

S'den sonraki 10

7'den socraki 10

    oooooooooooooo

• oooooooo

  ooooooo

  000    • oöo      9 oo • Dördün   son cü on       öörd

(Şekildeki siyah (•) dem'i (kanı) göstermek İçin kullanılmıştır.)

(Birinci on Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre hayzdır. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre ondört gün temizlikten sonra temizliktir. İbn Mübarek' (Rh.A.) e göre üçüncü on, sekiz temizlikten sonra hayzdır. Ebû Yûsuf (Rh.A.) e göre dördüncü on hayzdır.)

Allah' (C.C.) m lütfuyla bu makamda bana müyesser olan budur. [132]

 

Nîfâs Kanı:

 

Nîfâs, çocuğun peşisıra akan kandır. Bu nifâs, aslında kadının do-ğurmasıdır. Tekilinde (Nüfesâ) denir. Yâni loğusa demektir. Çoğulunda (Nisvetü nifasin) (nifaslı kadınlar) denjr. Arapçada (Nüfesâ) ve    (Uşerâ) dan başka, tekili (Fualâ) olup  (Fuâl, fiâl) vezninde çoğul olan kelime yoktur. Sıhâh-i Cevheri'de böy­le zikredilmiştir.

Nîfâs (loğusalık) denilen kanın en azında sınır yoktur. [133] Çünkü çocuğun çıkması, nifâs kanının rahimden olduğuna açık bir alâmettir. Şu halde, rahimden olması tarafını teyid eder bir şeye hacet yoktur. Hayz onun gibi değildir. Çünkü hayzın rahimden olmasına delâlet eder şey yoktur, onun için imtidâd müraccah [134] kılınmıştır.

Nifâsın en çoğu kırk gündür. Çünkü Resûlullah (S.A.V.);

«Lohusa kadın için kırk gün müddet vardır.» buyurmuşlardır.

Hayz ve nifâsdan her biri, içdonu altında olan şeyden faydalanmak arzusunu meneder. Mübaşeret ve tefhîz gibi. Peştamalın (izârın) üstün-den ellemek ve öpmek helâldir. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, yal­nız kan yerinden sakınılır.

Hayz ve nifâs, namazı ve orucu da meneder. Çünkü bunun üze* rinde icmâ-ı ümmet [135] vardır. Yalnız orucu kaza eder, namazı kaza etmez. Çünkü namazın vâcib olmasını ve edasının sıhhatini hayz me­neder. Ama, orucun vâcib olmasını menetmez. Onun nefsi vücûbu sa­bittir, edasının sahîh olmasına manîdir. Şu halde, kadm temizlendiği zaman orucunu kaza eder.

Hayz ve nifâsın ekser müddetinde, kanı kesilen kadının yıkanma­dan cinsî münâsebette bulunması helâldir. Daha azda kanı kesilen kadının vat'ı helâl değildir. Yâni hayz kanı on günden daha azda ve nifâs kanı kırk günden daha azda kesilen kadının yıkanmadıkça yahut üzerinden bir vakit namaz geçmedikçe cinsî münâsebeti he­lâl değildir. Ancak, eğer kanın kesilmesinden itibaren onda gusl ve tahrîme sığacak kadar bir namaz vakti, geçmiş olursa, bu takdirde, her ne kadar gusl etmedi ise de, cinsî münâsebeti helâldir. Çün­kü namaz, kadının zimmetinde borçtur. Şu halde, kadın hükmen temiz sayılır. İmdi eğer kân on günden daha azda, üç günden sonra veya üç günden daha fazla geçtikden sonra kesilse, eğer kanın kesilmesi âde­tinden eksik ise, guslünü namaz vaktinin sonuna kadar tehir etmesi vâ-cibdir. Eğer namaz vaktinin geçmesinden korkarsa, gusl eder ve namazı kılar. Murâd olan, vaktin müstehâb olan sonudur. Yoksa kerahet vakti değildir. Eğer kanın kesilmesi, âdetinin başında veya âdetinden daha çokda olursa veya hayzı yeni başlayan kadın olursa, istihsânen [136] gusl etmeyi tehir eder. Guslü geciktirmesi müstahab olur. Eğer üç günden daha azda kesilirse, namazı vaktin sonuna kadar tehir eder. Eğer na­mazının geçmesinden korkarsa, âbdest alıp namazı kılar.

Sonra zikredilen durumlarda kesilen kan, on gün içinde yine gelse, o kadının temizlenmesiyle hüküm bâtıl olur; gerek yeni hayz görmeye başlayan bir kadın olsun ve gerekse âdet sahibi olsun. Eğer onuncu günde veya on günden daha fazlada kesilse, on günün geçmesi sebebiy­le o kadmin temizliğine hükmedilir ve o kadına gusl vâcib olur.

Zikredilmiştir ki: On güne kadar, bir gün kan görüp ve bir gün temizlik görmek, kadınların âdetlerindendir. Eğer kan görürse, namazı ve orucu terk eder. Eğer ikinci gün temizlenirse, abdest alır ve na­mazı kılar. Sonra üçüncü günde, namazı ve orucu terk eder. Dördün­cü günde gusl eder ve namazı kılar. On güne kadar böyle amel eder.

«Hayızlı kadınla cinsî münâsebet helâldir» diyen kâfir olur. Çün­kü haram olması, kesin nass ile sabittir. [137]

 

İstihâza Kanı :

 

Bu hayzın en az müddeti olan üç günden eksik olanı ve en çok müd­detinden fazlası veya nifâsm en çok müddeti olan kırk günden fazlasını; ya da hayz ve nifâs için belli âdetleri olan günün ekserisini aşan, yâni hayz için bilinen âdeti - ki on gündür - onu aşan veya nifâs için bilinen âdeti - ki kırk gündür - onu aşandır. Bunlar için âdet, meselâ hayzdan yedi gün iken, oniki gün kan görse, yedi günü. aşan o beş gün istihâza-dır. Şayet onun için âdet, nifâsda otuz gün iken elli gün kan görse, otuz günden sonra olan yirmi gün istihâzadır. Bu, âdet sahibi olan kadının hükmüdür.

Bundan sonra musannif, mübtedie [138] olan kadının hükmünü açıklamak isteyip şöyle dedi:

Müstehâza [139] olarak bulûğa eren kadının hayzları on günden fazla olsa veya belli âdeti olmayan kadının nifâsı kırk günden fazla olsa ya da hâmile olan kadın kan görse, bunların hepsi istihâzadır.

Zikredilen evvelki üç durumun sebebi şudur : Çünkü şeriat, hay-zın en fazla ve en az müddetini; nifâsın en fazla müddetini açıkla­yınca, bilindi ki, en azdan eksik olan ve en çokdan fazla olan, hayz ve nifâs olmaz. Şu halde, *>izzarûre istihâza olur. Dördüncü hâlin sebebi ise, onun hakkında vârid olan hadîslerdir. Bu da, kan gördük­leri günde namaz terk edilip gayrisinde kılmalarıdır. İmdi kan gör­dükleri günlerden fazla olanın istihâza olduğu ma'lûmdur. Beşinci ve altıncı hallerin sebebine gelince : Önce istihâza olduğu halde bâliğa olan kadının hayzı her ayda on gündür. On günden fazla olan istihâ­zadır. Onun temizliği yirmi gündür. Fakat, eğer kadın için nifâsda âdet [140] olmazsa onun nifâsı kırk gündür. Kırk günden fazlası isti-hâzadir. Yedinci halin sebebi ise, babın başında öğrendiğin şeydir. [141]

 

İstihazanın Hükmü :

 

Bundan sonra musannif, Istihâzanın hükmünü açıklamaya başla­yıp şöyle dedi : İstihâza; namazı, orucu ve cinsî münâsebeti menetmez. Çünkü Resûlullah (S.A.V.) müstehâza için şöyle buyurmuştur :

«Abdest al, ve kan hasırın üzerine damlasa da namaz kıl.» [142]

Bununla namazın hükmü ibare yönüyle, oruç ve cinsi münâsebe­tin hükmü delâlet yönüyle sabit olur. Çünkü rahmin kanının, namaz, oruç ve cinsî münâsebeti menettiğine dâir ümmetin icmâı vardır.

İstihâza kanı namazı menetmeyince, damardan akan kan da zik­redilenlerden bir şeyi menetmez. Bu istihâza kanının, rahim kam ol­mayıp damar kanı olduğu ma'lûmdur. İmdi diğer iki hükm, delâlet yö­nüyle sabit olmuştur.

İkiz do&an çocuklar (tev'emeyn) m anasının nifâsı, İmâm A'zam (Rh.A.) il(> Kbû Yûsuf (Rh.A.) a göre, birinci çocukdan itibârendir. İmâm Şafiî (Rh.A.), İmâm Muhammed (Rh.A.) ve İmâm Züfer (Rh.A.) bunu kabul etmemişlerdir. [143]

Tev'emeyn :(Bir karından çıkan iki çocuktur ki, İkisinin doğmala­rının arasındaki müddet, altı aydan daha az olur.

Fukahânın icmâlarına göre, o kadının iddeti, diğer çocuğun doğmasıyle biter: Onların delili şudur : İkiz çocuğun anası, diğer çocu­ğa hâmiledir. Şu halde, onun kam- rahimden gelmiş olmaz. Bundan dolayı, iddet ancak ikinci çocuğun doğması ile biter. Bizim delilimiz de şudur : Şüphesiz nifâs, doğumun ardından akan kandır. Bu da öyledir. Bu takdirde o, hemen birinci çocuğun ardından akan kan gibi olur. İddetin bitmesi ise, hamileye izafe edilen hamileliğin doğumla sona er­mesine bağlıdır. Şu halde hepsine şâmildir.

El, ayak, parmak, tırnak veya saç gibi teşekkül emarelerinden biri görülen bir düşük, çocuk sayılır. Onun anası bu düşük ile lohusa olur ve iddeti biter. Câriye onunla ümmii veled olur. [144] Eğer sahibi yemi­nini doğuma bağlamış ise bununla yemini bozulmuş olur.

İyâs'a gelince bazıları demiştir ki: Bu bir müddet ile sınırlanmaz. Bilâkis müddeti, kadının yaşının, hayzını görmeyen kadının yaşı misli­ne ulaşmasıdır. [145] Eğer o yaşa ulaşıp kanı kesilse, onun iyâsına hükm olunur. Kanın kesilmesinden sonra gördüğü, hayzdır. Yâni tahdid olunmamışsa, hayzdır. Eğer bundan sonra kan görürse, hayz olur. Eş-hür (aylar) ile i'tidâd (iddet görme) bâtıl olur ve nikâhları bozulur.

Bu iyâs meselesinde"ihtilâf edilmiştir. Bir kavle göre: «îyâs yaşı, elli ile sınırlanır.» Bu, Hz. Âişe' (R.Anhâ) nın mezhebidir. İddetin uza­ması ile hayzmın ilerlemesine mübtelâ olana kolaylık olmak için, «H ü c-cet» adlı kitapta bugün bununla fetva verilir, denilmiştir. Bazı Âlim­ler : Ellibeş yıl ile sınırlandırmıştır. Buhara, Harzem ve Merv Ulemâsı bununla fetva vermişlerdir. Bazıları da, «Altmış yıldır» demiştir. Bu söz, İmâm Muhammed' (Rh.A.) den mervîdir. Âlimlerin çoğuna göre, altmış yıl muteberdir.

Âdet kanı umumiyetle 45 - 50 yaşlarında kesilir. Buna Âdet kesimi (yaş dönemi, Menopoz) denir.

Kadının bünyesine göre, bu yaşlardan evvel veya sonra ela âdet kanı kesilebilir. Fakat kadın 55 yaşından sonra İyâs yaşına girmiş, gebe kalmak ümit ve ihtimâli kal­mamış kabul edilir. Bu yaştan sonra kadından gelen kan, şer'an hayz sayılmaz, istihâzadir.

Âdet kesimine gelen kadında çeşitli organik ve psikolojik belirtiler görülür. Kadın­lar bazen anî olarak, fakat umumiyetle, aralarının uzaması şeklinde âdetten kesilir. Bu durumda, bazan hiçbir belirti görülmeyebilir, ba2an de sıcak basmaları, aşın kana­malar, depresyon görülebilir.

Kadında, âdetten kesildikten sonra görülecek kanama, acilen hekime başvurulma­sını gerektirir.

Âdet kesilmesi süresi içinde  kadında görülen belirlilerin çoğu. hormon tedavisi ve­ya miisekkin ilâçlarla giderilir.

Normal  bir şekilde âdetten  kesilen   kadında   depresyon   (ruhî bozukluk)  görülmez, görülecek olursa hekim kontrolü  gerekir.

İyâsın müddetinden sonra gördüğü kanda ihtilâf edilmiştir. Zahir görüşe göre, o kan hayz olmaz. Muhtar olan şudur ki, eğer âyise, siyah ve koyu kırmızı kan görürse, hayz olur; iddet tamam olmazdan önce ve sonra eşhür ile i'tidâd bununla bâtıl olur. Eğer sarı, yeşil ve toprak renginde kan görse, istihâzadır.

İbtidâ halindeki özür sahibi; özrü namaz vaktinin tamamını velev ki hükmen olsun kaplayan kimsedir. Namazın vaktinde abdest alıp na­maz kılacak kadar hadesten hâli bir zaman bulamazsa hükmen kap­lamış olur.

Özrün bakî kalması için, vakitin bir kısmında özrün bulunması yeter. Özrün zevali için, özrün kesilmesinin gerçekten bütün vakti kap­laması şart kılınmıştır.

Fâzıl Serûcî (Rh.A.), El Gâye'de demiştir ki: Zahîre'de, ftlergînâ-nî' (Rh.A.) nin Fetâvâ'smda; Vâkıât'da, Hâvî'de, Hayr-ı Matlûb, CâmiıT-l-Halâtî, Menâfi' ve Havâşî'de tahkîk-i kelâm (meselenin tahlili) şöy­ledir : Bir namazın kâmil vaktine kadar kadında kan devam edip vak­tinin tamâmını kaplamadıkca, istihâza hükmü kadında sabit olmaz. Sübût, kaplamanın şart kılınmasında kesilme gibi olur.

Zeylaî (Rh.A.), El-Gâye'nin sözüne ve nakline muttali oldukdan sonra şöyle demiştir: Hâfız'ud-Dîn' (Rh.A.) in El-Kâfî'sinde zikredilmiş­tir ki: Şayet namaz vaktinde abdest alıp, namaz kılacak kadar hades-den hâlî bir zaman bulunmazsa,, ancak o zaman özür sahibi olur. Bun­dan sonra demiştir ki; İmdi bu kitaplar tamamen Hanefîlerin kitapla­rıdır. Nitekim bu malûmdur. Şu halde, azhar [146] olan husus bu olmuş­tur. Bununla Zeylaî, (Rh.A.) Kâîî'nin sözünü mezkûr kitaplara muhalif olur diye reddetmiştir. Ben derim ki: İkisi arasında muhalefet yoktur. . Çünkü namaz vaktinin tamamıaa kadar Özrün sübûtunun kaplamasına dâir mezkûr kitaplarda zikredilen söz, Kâtf'cte zikredilen sözün aynı­dır. DeliU şudur : Şüphesiz Câmiu'l-Halâtî'nin sarihleri

«Çünkü, vaktin kaplam asiyle özrün zail olması sübût gibidir.» sözünün şerhinde demişlerdir ki: Şüphesiz tam kesilme, özürlünün ruhsatını kaldırmada muteberdir. Eksik kesilme, bi'1-icmâ muteber değildir. İrn-di, bir hadd-i fasıla [147] ihtiyâç duyulmuştur. Haddi ise namaz vaktiyle takdir ederiz. Nitekim, başlangıçta özrün sübütunu namaz vaktinde tak­dir ettiğimiz gibi. Çünkü özrün başlangıçta sübûtu için vaktin başından sonuna kadar kanın akmasının devam etmesi şart kılınmıştır. Zira, ab-dest alıp namaz kılacak kada'r, mühteîâ olduğu hadesden hâli bir za­man bulunmazsa, başlangıçtan özür sahibi olur. İmdi, bu itirazın def­ine işaret için önce «hükmen olsun», sonra «hakîkaten» dedim.

Özürlü, her farzın vakti için abdest alır ve o abdest ile o vakitte farz ve nafileden dilediği namazı kılar, imâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre, her farz için abdest alır ve nafileleri farza tâbi olmakla kılar.

Özürlünün abdestini vaktin çıkması bozar, girmesi bozmaz. İmâm Züfer' (Rh.A.) e göre, vaktin girmesi bozar. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, vaktin çıkması ve girmesi bozar. Şu halde zevalden önce abdest alan özürlü kimse, öğle namazının vaktinin sonuna kadar namazı kı­lar. Çünkü vaktin çıkması değil de, vaktin girmesi mevcuttur. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) ile İmâm Züfer (Rh.A.) bu hususa muhaliftirler.

Fecrin tulûundan sonra ve güneşin doğmasından önce abdest alan Özürlü, güneşin doğmasından sonra namaz kılmaz. Çünkü burada vak­tin girmesi değil, çıkması mevcuttur. [148]

 

Pislikleri Temizleme Babı

 

Pislenen şey, libâs olsun, başka şey olsun, eğer onun giderilme­si, sabun ve sabuna benzer şeye muhtâc olmaksızın güç olmazsa, gö­rünen o pisliğin ayn'ı,.renk ve kokusu gibi eseri, su ile giderilmekle pis­lik temizlenmiş olur. Çünkü pislikleri yok etmek için hazırlanan (tayin edilen) madde sudur. Eğer başka şeye ihtiyâç olursa, pisliğin çıkarıl­ması ona güç olur. Ya da o şey libâs sıkıldığı zaman damlamakla pisliği gidermek özelliği olan sirke ve gülsuyu gibi bir sıvı ile de temizlenmiş olur. Süt ve süte benzer şeyler bunun zıddı olup bunlarla temizlenmiş olmaz. Çünkü sütte v-e yağda kirletme özelliği vardır. Libâsdan sıkılsa, sirke gibi akmaz. Bizzat libâsda kalır ve başka pislikleri gidermez.

Gözle görünmeyen pislikden libâsın temizlenmesi, temizlendiğine zann-ı gâlib hâsıl oluncaya kadar yıkamakla olur. Çünkü zannın gâlib olması serî delillerdendir.

Fukahâ, libâs ve benzeri gibi sıkılması mümkün olan şeyin, görü­nen pislikden temizlenmesi için., üç kere yıkayıp sıkmayı takdir etmiş­lerdir. Üçüncü yıkamada, bir kimse gücü yettiği kadar sıktığında on­dan su akmayacak şekilde mübalağa eder {iyice sıkar.) Eğer libâsı ko­rumak için mübalağa etmezse, libâs temiz olmaz.

Sıkılması mümkün olmayan libâs da, üç kere yıkayıp üç kere ku­rutulmakla ( c e f â f ) temiz olur. Yapılan bu iş, sıkmak yerine geçer. Yâni Fukahâ, sıkılamayan şeyde temizliği üç kere yıkamak ve kurut­mak olarak takdir etmişlerdir. Kurutmakla (cefâf) murâd, suyun dam­lamasının kesilmesidir. Yoksa kurumak değildir. İmdi Fukahâ, damla­manın kesilmesini, sıkmak yerine koymuşlardır. Nitekim suyu akıtmayı yıkamak yerine koydukları gibi. Yakında açıklaması gelecektir.

Ma'lûm olsun ki, sıkılması mümkün olmayan şey, şayet pislenmiş olsa, tmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, katiyyen temizlenmiş olmaz.

Çünkü pislik ancak sıkılmakla giderilir. Halbuki burada sıkmak mev­cut değildir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, onda renk ve koku kal­mayacak , şekilde üç kere yıkayıp kurutmakla temiz olur ve bununla

fetva verilir.

Şayet buğday pis su ile şişmiş ve et pis su ile kaynamış olsa, bun­ların yıkanması ve kurutulmasının yolu, temiz buğdayı suyu için-ceye kadar su ile ıslatmak, sonra kurutmaktır. Eti de temiz su ile kaynatmak sonra soğutmaktır. Her ikisinde bu iş, üç kere yapılır.

Pis su ile su verilen bıçak, üç kere temiz su ile su vermekle temiz olur. Eğer bal pislenmiş olsa, onun temizlenmesi için üzerine kendisi ka­dar temiz su konur ve o su gidip önceki miktarına geri dönünceye kadar kaynatılır. Yağ pislenmiş olsa, üzerine temiz su döküp kaynatılır, yağ su üzerine çıktığında bir şeyle alınır ve bu usûl üzere üç kere tekrar edi­lir.

Temizlik hususunda itibar, temizliğe dâir kanaatin hasıl olması ve o temizliğin yerine göre muhtelif olmasıdır.

Musannif, bunların bazısını yukarıda açıkladı ve diğerlerini de açıklamayı murâd edip şöyle dedi: Menî ile pislenen, libâs olsun veya beden olsun ve o menî gerek yaş ve gerekse kuru olsun, yıkamakla te­mizlenmiş olur. Veya eğer haşefenin [149] başı [150] temiz ise, meninin kurumuşunu ovmak ile temiz olur. Eğer temiz değilse, ovmak yetmez. Bilhassa yıkamak vâcib olur. Libâs ile bedenin arasında, zahir rivayette fark yoktur. İmâm Hasan' (Rh.A.) m rivayetinde beden ovmakla temiz olmaz.

Mest, üzerinde kurumuş olan hacimli pislikden toprakla ovmak su­retiyle temizlenir. Pisliğin yaşı da böyledir. Yâni mest üzerindeki ha­cimli yaş pislik de ovmakla temizlenir. Ancak ovmakda mübalağa (iyi­ce ovmak) gerekir. Mest, hacmi olmayan pislikden yıkamakla temiz­lenir.

Ayna, kılıç, bıçak ve bunların benzeri gibi cilâlı şeyler pislenmiş olsa, silmekle temiz olur. Cilâlı denmesinin sebebi; pislenmiş olan şey sâdece sert olursa veya nakışlanmış olursa silmekle temiz olmadığı içindir.

Yaygı, üzerine suyu akıtmakla temizlenir. Bu hususta «Bir gün bir gece su akıtılırsa temiz olur» diyen de vardır. Tatârhâniyye'de böyle zikredilmiştir. Bir kavle göre «Bir gün bir geceden fazla su akıtılır-sa, temiz olur.» El-Hucce'de böyle zikredilmiştir.

Bir kavle göre de; «Bir. gece su akıtılırsa temiz olur» El-Vikâye'de böyle zikredilmiştir.

Yaygının (veya döşemenin) etrafının bazı yeri pislenmiş olsa, o yaygı (veya döşeme) nin temiz olan tarafında mutlak surette namaz kı­lınır. O müsallî, o yaygı (veya döşeme) nin bir tarafını hareket ettir­mekle diğer tarafı hareket etsin veya etmesin, temiz olan tarafında namaz kılar. Musannifin bu sözünde, şayet diğer tarafı hareket etmez­se, ancak o zaman namaz kılınır, diyen kimsenin sözünü red vardır.

Pislik düşen yer kurumakla ve pisliğin eseri gitmekle namaz için temiz olur. Yoksa, teyemmüm için temiz olmaz. Çünkü teyemmüm, tertemiz bir yer gerektirir. Namazda ise temiz olması yeter.

Döşenmiş kiremit, kamıştan damlar üzerinde olan örtü, yeryüzü üzerinde bulunan ağaç ve otluk, bunlara düşen pislik, kurumakla ve eseri gitmekle temiz olur.

Kesilmiş olan ağaç ve otluk yıkanır.[151] Bu ikisinde, kurumak ve pis­liğin eserinin gitmesi kâfî değildir.

Bundan sonra musannif, pisliklerin temizlenmesi mevzuunu açık­lamayı bitirip, pisliği: Galîza ve Hafîfeye taksime ve ikisinden her bi­rinin mahzurlu görülmeyen miktarını açıklamaya başlayıp şöyle dedi: Kesif [152] olan pislikde galîz olanından bir dirhem [153] miktarı - ki o miskâldir [154] - mahzurlu görülmemiştir. Dirhem ile murâd büyük dir­hemdir. Bu da miskâldir. Hidâye'de böyle zikredilmiştir. Yoksa, on dir­hemi yedi miskâl olan dirhem değildir. Nitekim meşhur olan odur.

İnce pislikde el ayasının -iç tarafının genişliği miktarı mahzurlu görülmemiştir. Yâni parmakların eklemlerinin iç tarafının enliği mik­tarı mahzurlu görülmemiştir.

İmâm Muhammed' (Rh.A.) den rivayet edilmiştir ki: O bir defasın­da pisliğe, vezn [155] -ki büyük dirhemdir- yönüyle ve bir defasında da mesaha - ki o parmakların iç yüzünün genişliği miktarıdır - yönüyle itibâr etmiştir. Ebû Ca'fer el-Hinduvânî (Rh.A.), zikrettiğimiz kesif ve rakîkle [156] bu ikisi arasında uygunluk sağlamıştır.

Musannifin galîz   (katı)  olan pislik;  «şayet küçük de olsan – eti yenmeyen hayvanın sidiği gibi - sözü, eti yenmeyen küçük hayvanın sidiğinin temiz olması zannını ortadan kaldırır.

Yine galiz olan pislik : İnsan pisliği, kan, şarap, tavuk dışkısı, at, katır ve eşek tersi, sığır dışkısı gibi. Bunların her birinden dirhem miktarı mahzurlu görülmemiştir.

Bir kavle göre; pislenmiş olan libâsın dörtte birinden eksiği mah­zurlu görülmemiştir. Bununla murâd, kendisine namaz caiz olan libâsın dörtte birinden aşağısının mahzurlu görülmemesidir, denilmiştir. Göm­lek ve etek gibi libâsların pislik isabet eden yerinin dörtte biri mahzur­lu görülmedi de denilmiştir. [157] İmâm Ebû XûsuP (Rh.A.) a göre, libâ­sa isabet eden bu pislik boyu ve eni bir karış hacminde olan pisliktir.

Hafîf olan pislik : Atın sidiği, eti yenen hayvanın sidiği ve eti yen­meyen kuşun dışkısı gibidir.

Yine eti yenmeyen hayvanın iğne uçları gibi saçılıp isabet eden sidiği, galiz olandan dirhem miktarı ve hafîf olandan libâsa isabet eden hacmin dörtte birinden az olanı mahzurlu görülmemiştir.

Dirhem miktarından fazla galîz pislik ve libâsın dörtte birinden fazla hafîf pislik mahzurlu görülmemiştir.

Üzerine pislik gelen su, pis olduğu gibi, pisliğin üzerine gelen su dahî pisdir. Çünkü bunlar pis olmak sebebinde ortakdırlar. O da pisli­ğin su ile karışmış olmasıdır.

Pisliğin külü ve tuzlada ölüp, tuz olan eşek, pis değildirler. Çünkü bu ikisinde, hakikat değişmiştir. Zira a'yân (özler - zâtlar) değişmekle temiz olur. Ölünen tuzlada tuz, pisliğin toprak ve şarabın sirke olduğu zaman temiz oldukları ve bunların benzerleri gibi. [158]

iç tarafında pislik olan nıudarrabsiz (astarsız, dikişsiz) libâs üze­rinde namaz kılınır. [159] Eğer libâs, mudarrabh (astarlı, dikişli) olursa, onunla namaz caiz olmaz. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, mutlaka caiz olmaz. Nitekim bir kimsenin giydiği libâsın içinde durulmuş pis libâsın yaşlığı, o libâsda zahir olmuş iken onunla namaz caiz olduğu gibi. Fakat o yaşlığın eseri olmamalıdır. Nitekim, şayet o libâs sıkılır, ondan bu yaşlık damlarsa, onunla namaz caiz olmaz.

Yine içinde pislenmiş yaş libâs durulmuş olan libâs üzerinde na­maz caiz olur. Libâs yaş olduğu halde, hayvan tersiyle sıvanmış kuru duvar üzerine konulsa, onunla dahî namaz caiz olur.

Libâsın bir tarafı pislenip, yerini unütsa ve o libâsın diğer tarafı, araştırmaksızın yıkansa, onunla dahî namaz caiz olur. [160] Nitekim eşekler buğday ve buğdaya benzer şeyin harmanını döğerken idrarını yapsa, o buğday taksim olunduğu (ayrıldığı) nda; veya bir kısmı yı­kandığında - her ne kadar araştırma bulunmasa da - geri kalanın te­miz olduğu gibi.

Libâsda görünen pislik, libâsdan gidinceye kadar teknede yıkanır. Veya görünmeyen pislik, üç kere üç teknede yıkanır veya bir teknede, tekne iki kere yıkandıktan sonra yıkanır ve sıkılır.

O libâs, istihsânen temiz olur. Her ne kadar kıyâsa göre, o, suyun pisliğe ilk bulaşmasryle pislenip sonra tekne pislendiği için üzerine ancak su dökmekle veya akar su ile yıkamakla temiz olur ise de, (o libâs istihsânen temiz olur.)

Çamaşır suları, pisliğin suya geçmesinden dolayı pistir. Fakat azhar rivayette, o suların pis olmaları pislenmiş olan libâsla buluşma­ları ve onunla birleşmeleri anında mahal gibidir. Yoksa libâsdan ay­rılması anında mahal gibi değildir.

Musannifin, «azhar rivayette» demesi, bazısının kabul ettiği sözden ayırdctmek içindir. O da Tahâvî'nin, «Şüphesiz suyun pislenmesi, su­yun mahalden ayrılması anında, mahallin pislenmesi gibidir.» diye rivayet ettiğidir. İmdi azhar rivayete binâen birinci pislik, üç kere yı­kamakla temiz olur. Yâni suyun, o yıkamalarda libâsa veya uzva isa­bet ettiği suya geçen birinci pislik üç kere yıkamakla temiz olur. Orta pislik, iki kere yıkamakla temiz olur. Yâni suyun ikinci yıkamada libâ­sa veya uzva isabet ettiği vakitte suya geçen orta pislik iki kere yıkan­makla temiz olur. Diğer pislik bjr kere yıkamakla temiz olur. Yâni su­yun, sonuncuda libâsa- veya uzva isabeti vaktinde suya geçen son pis­lik bir kere yıkamakla temiz olur. Nitekim suyun isabeti anında mahallin hükmü budur. Bunun gibi, evvelki tekne ancak üç kere yı­kamakla temiz olur ve ikinci tekne iki kere yıkamakla temiz olur. Üçün­cü tekne bir kere yıkamakla temiz olur. Azhar rivayetin gayrına göre, birinci su ile pislenmiş olan iki defa yıkamakla, ikinci suyla pislenen bir defa yıkamakla, üçüncü su ile pislenen mücerred (sadece, sırf) su sı­kılmakla temiz olur. Yıkananın hükmü suyun ayrılması esnasında ol­mak üzere yine böylece birinci tekne iki kere yıkamakla, ikinci bir kere yıkamakla, üçüncü tekne suyu dökmek ile temiz olur. [161]

 

İstincâ Ve Istibrâ Hakkında Bîr Fasıl

 

Mücmerül-Lûgat'a göre, (necv), karından çıkan şeydir. İstincâ, o Çıkan şeyden ve onun eserinden su ile veya toprakla kurtulmak iste­mektir. Karından çıkan pislik; idrar, dışkı, menî, mezî ve iki yoldan çı­kan kan gibi şeylerdir. Bunlardan istincâ yani temizlenmek sünnettir. Tatârhâniyye'de böyle zikredilmiştir.

Yelden istincâ sünnet değildir. Çünkü her ne kadar karından çı­karsa da pis değildir. İki yoldan başka yerden çıkan şeyin temizlenme­sine ise istincâ adı verilmez.

Kerpiç, kuru ağaç ve toprak gibi taşa benzeyen şeylerle istincâ sünnettir [162]. Aded hususu sünnet değildir, mendûbdur.

Vikâye'de, (bilâ adedin) yâni «adedsiz» sözünden sonra, (Yüdberu bil hacer'il evveli) «İlk taşı arkaya doğru çeker.» denmiştir. Bunun üzerine şöyle suâl vâ-rid olur : Bu söz kendinden öncesine bağlı değildir. Çünkü aded eğer nefy olunursa ve her ne kadar murâd adedin sünnet olduğunu nefy ise de, ondan sonra <biı hacer'*l evveli) yâni, «birinci taş ile» sözüyle aded zikri münasip değildir. Bundan dolayı musannif burada, «aded sünnet değildir,» demiştir. Bundan sonra, «bilâkis müs-tehabdir» sözüyle o sözden dönmüştür. Müstehab (veya mendûb) de­mek doğru olurdu.

Bundan sonra musannif, «Birinci taş ile idbâr olunur ve ikinci taş ile ikbâl olunur.» demiştir.

Idbâr : Dübür, yâni arka tarafına gitmektir. İkbâl: Öne doğru gitmektir.

Üçüncü taş "ile yaz günlerinde idbâr olunur. [163] Birinci ve üçüncü ile ikbâl olunur. İkinci taş ile kış günlerinde idbâr olunur. Çünkü ikbâ-len ve idbâren silmekte temizlikde mübalağa (a'zamî riâyet) vardır.

Yaz günlerinde birinci taş ile idbâr olunur. Yâni taş arkaya doğru çekilir. Çünkü yaz gününde husyeler sarkar. Dışkı bulaşmasından sa­kınarak ikbâl olunmaz. Yâni öne doğru çekilmez. Ondan sonra ikbâl olunur. Ondan sonra temizlikde mübalağa için arkaya çekilir. Kış gün­lerinde böyle değildir. Yâni husye sarkmaz. Birinci taş ile Öne doğru çekilir (ikbâl olunur.) Çünkü birinci taş ile ikbâl, temizlemede eblağ.-dır (müessirdir). Ondan sonra arkaya doğru çekilir. Ondan sonra, iyi­ce temizlenmesi için" tekrar öne doğru çekilir.

Kadın, yaz ve kış, erkeğin yazın istincâsi (büyük pislikten taharet) gibi yapar. Yâni fercinin pisliğe bulaşmaması için, dâima birinci taş ile önden arkaya doğru çeker.

Eğer avret mahallini açmaksızın yıkamak mümkün ise, taş ile is-tincâdan sonra su ile yıkamak evlâdır. Önce (istincâ yapan), iki ellerini yıkar. Ondan sonra, eğer oruçlu değil ise, mahrecini (yâni pislik çıkan yeri) iyice açar (Zahîriyye'de de böyle geçer); eğer bir parmakla temiz­lemek mümkün ise, parmağının içi ile mahrecini yıkar. Veya çok muh-tâc ise, iki parmakla veya eğer yine ziyâde muhtâc ise üç parmakla yı­kar.

Erkek, istincânın başlangfcında, orta parmağını diğer parmakla­rından biraz yüksek tutar ve mahrecini yıkar. Ondan sonra, üç kere yıkadığı vakitte yüzük parmağını kaldırır. Ondan sonra serçe parma­ğım kaldırır. Ondan sonra şehâdet parmağını kaldırır, yâni yüksek tu­tar ve kalbine kanaat gelinceye kadar yıkar.

Kadın, yüzük parmağı ile orta parmağını beraberce kaldırır, ondan sonra erkeğin yaptığı gibi yapar. Çünkü kadın, erkek gibi bir parmağı ile başlasa, ihtimaldir ki, parmağı fercine gidip istemeden de olsa, iş-tahlanırsa üzerine gusl vâcib olur. Zahîriyye'de böyle zikredilmiştir.

Ellerini (istinca yapan), ikinci defa yıkar. Dirhemden fazla pislik mahreci etrafına taşarsa, mahrecini temizleyinceye kadar yıkaması vâ-cib olur. Yıkamak (su ile) üç kereden fazla da-olsa, muteber olan temiz yapmaktır, sayı değildir. Hattâ bir kerrede temiz olursa, yeter. Eğer te­mizlik üç kerrede olmazsa, ü'çden fazla yapılır.

İstincâ eden kimse, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, Mahrecini (bü­yük pislik mahallini) önce yıkar. İmameyn'e göre, Mahrecini ikincide yıkar. Fetva, İmâm A'zam' (Rh.A.) m görüşüne göredir, Kemik île istincâ yapmak mekruhtur. [164] Çünkü bu cinlerin azı­ğıdır. Nitekim bu husus hadîs-i şerîfde belirtilmiştir. İnsan için olan yiyecek ile de mekruhtur. Çünkü onda, şer'an hürmete lâyık olan malı tahkir vardır. Hayvan için olan yiyecek ile de mekruhtur. Meselâ ot gibi. Çünkü onda, zarûretsizce temiz bir yiyeceği pis etmek vardır. At, katır, eşek gibi hayvanların tersiyle istincâ da mekrûhdur. [165] Çünkü ken­dileri pistir, temizliğe aykırıdır. Sırça çanak, alçı, kiremit ve kömür ile de istincâ mekruhdur.' İnsanlar arasında değerli olan şeyle de istin­câ mekrûhdur; İpekli kumaş parçası ve bunun benzeri gibi. Çünkü bu şeyler ile istîncâ yapmak haklarında yasak bulunmakla beraber ihtira­ma aykırıdır.

Hakkında yasak bulunduğu için sağ elle istincâ mekrûhdur. An­cak, sol elin kesilmiş olması veya sol elde yara olması gibi bir zaruret­ten dolayı mekruh değildir. Eğer zikredilen şeyler ile istincâ edilse, caiz olur. Çünkü istincâhın gayrında herhangi bir mânâdan dolayı yasak bulunması, bazıla'nnda meşrûiyyete aykırı olmaz.

Küçük abdest ve büyük aljdest bozarken kıbleye karşı durmak, kıbleye arkasını dönmek mekruhdur. Fakat her halükârda değil, an­cak avret yerinin açılmasıyla olursa, mekruh olur. Çünkü Resûlullah (S.A.V.) :

«Büyük abdest bozmaya hâzır olduğunuzda, Allah'ın kıblesine say­gı gösterin, kıbleye önünüzü veya arkanızı dönmeyin. Ancak doğu veya batı taraflarına doğru durun.» [166] buyurmuştur.

Bununla, El-Encâs'da zikredilen şu şeye işaret vardır: Şayet istik­bâl ve istidbâr (yâni önü veya arkayı kıbleye dönmek) hades için ol­mayıp ancak hadesin giderilmesi için olursa, mekruh değildir.

Avret yeri açık halde, kıbleye önünü veya arkasını dönerek abdest bozmak, bina içinde 4e olsa mekruh olur. [167] Çünkü delîl bina için­de olanı ayırmamıştır.  [168]

Su üzerine veya insanların istirahat ettikleri gölgeliğe küçük ab­dest ve büyük abdest bozmak, mekruhdur. Yine yola ve meyve veren ağacın altına abdest bozmak da mekruhdur. Meyve vermeyen ağaç için mahzur yoktur. Çünkü hadîs-i şerif ile yukarıda geçenlerin hepsi yasak edilmiştir. Yasağın sırrı açıktır.

Yine küçük ve büyük abdest bozarken konuşmak mekruhdur. Özür­süz, ayakta durup küçük su dökmek de mekruhtur. [169] Tatârhânİyye'-de böyle zikredilmiştir.

Küçük abdest bozdukdan sonra, kalb, damlamanın kesilmesine dâir kanaat getirinceye kadar, yürümekle veya öksürmekle veya sol taraf üzere yatmakla istibrâ (idrarın- sonunu almak) vâcibdir. Zahîriyye'de böyle zikredilmiştir.

Bir kavle göre; «Zekeri üç kere silmek ve çekmekle yetinilir.» Şurası bir gerçektir ki; insanların tabiatları ve âdetleri çeşitlidir. İmdi bir kimsenin kalbi, kendinin temizlendiğine kanaat etse, o kimse için is-tincâ caiz olur. Çünkü herkes kendi hâlini daha iyi bilir, Tatârhâniyye'-de böyle zikredilmiştir.

Yıkanan şeyin temiz olmasıyle beraber eî de temiz olur. El-Mülte-kat'da böyle zikredilmiştir. [170]



[1] Mukaddime  (Mukaddeme):  Bazan  gelecekteki  bahislerin üzerine kurulduğu şeye,  ba-zan kıyâsın  cüz'ünün  kurulduğu  kaziyyeye bazan da delilin  sıhhatinin  üzerine kurul­duğu şeye söylenir.

Kitabın Mukaddimesi: Maksada başlamadan önce kitapla irtibatından dolayı orada zikredilen şeylerdir.

timin Mukaddimesi: Başlayışın üzerine kurulduğu şeydir. Kitabın mukaddimesi ilmin Mukaddimesinden daha umûmîdir, tkisi arasında umûm, husus ve mutlâkiyet vardır.

Mukaddime ile mebâdî arasındaki fark şudur: Mukaddime, mebâdtden daha umû­mîdir, Mebâdî vasıtasız olarak meselelerin üzerine kurulduğu şeydir, Mukaddime ise; meselelerin vasıtalı ve vasıtasız olarak üzerine kurulduğu şeydir.

[2] «Makbul olan şeylerdendir» diye tercüme edilen kelimenin aslı müseHcmât'dır.

Müsellemât; hasım tarafından kabul edilip müdafaa için sözün üzerine kurulduğu bir takım hükümlerdir. Bu hükümler ister iki hasım arasında kabul edilen şeyler olsun isterse ehl-i ilim arasında kabul edilen şeylerden olsun fark etmez.

Meselâ, altın ve gümüş zînetler hususunda zekâtın vâcibliğine dâir Rasûlullah Efen­dimiz" (S.A.V.) in hadis-i şerifine istinad ederek Fakihin delil getirdiği şekilde, Usul-ü Fıkıh mcs'el elerin in   Fukahâca kabul edilmesi gibi.

Şayet hasım «Bıı haber-i vâhîddir, biz bunu hüccet olarak kabul etmeyiz» derse O'na: «Bu Usuİ-ü Fıkıh ilminde sabittir. Buradan alnımı gerekir.» cevabım veririz.

{Ta'rifât, Scyyid-i Şerif)

[3] Nass : Tc'vile ihtimali olmayan söz veya delil. Mânâsı açık ve kat'İ olan lâfız. Kur'ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerifte bir iş ve mesele hakkında olan açıklık, bu şekilde açık kelâm ve âyet.

[4] Burada anlatılmak îstenen, bir hadîsin mefhûmudur.

Bahsedilen hadîs «Benim ümmetimin alimleri, Benî İsrâilin Peygamberleri gibidir.» kavlidir. Ancak bu hadîsin sahih olup olmadığı hakkında söz edilmiştir. «Mcvzûât-ı Aliyyülkârî» de Demiri, Askalânî ve Zerkeşî böyle bir hadisin olmadığını söylemek­ledirler.

[5] Zarf-ı müstekâr: Miiteallâk (kevn. husul: Meydana gelmek, olmak) gibi umûmi manâlı fullerden sonra olur da ibarede cümle, Şibh-i cümle bulunmazsa kelimedeki harf-i cer mecruru ile beraber bu adı alır. Yâni her ikisine birden zarf-ı müstekâr denilir. Müste­kâr diye adlandırılmasına sebeb de mahzuf olan müteallikinin çok defa istekarra mâ­nâsına  gelmesindendir.

Zarf-ı lagv: Şayet müJeallâk umûmî manâlı fiillerden olmaz veya mahzuf bulunmazsa o kelime harf-i cer ve mecruru ile beraber bu adı alır. Yine, müteallâk husûsî fiillerden olduğunda mahzuf da olsa cer ile mecruru zarf-ı lağv olur. Bu hazif daha çok «ilâ» «mın», «an» harflerinden sonra olur.

Buradaki «Birinciyi seçen» sözünden kasdedilen Keşşaf sahibi (Zemahşerî) dir. «İkinciyi seçen» sözünden kasdedilen Kadı Beydâvî'dir.

[6] Musannif:   Müellif,   muharrir,   kitap  yazan   mânâlannadır. Burada  Molla  Husrer ken­dini  kasdclmektedir,

Mahzûf; Mevcûd olmayan, kaldırılmış.

Her işe Besmele ile başlanmasına dâir olan Hadîsi:

Erbain, Ruhâvî (Rh.A.): Ebû Hüreyre' (R.A.) den rivayetle. Hamdeie (hamd) ile başlanmasına dâir olan Hadis:

Emsal,  Askerî (Rh.A.):  Ebû Hüreyre (R.A.) Sünen, Beyhakî (Rh.A.): Ebû Hüreyre (R.A.)

Deyicmİ: Ebû Hüreyre' (R.A.) den (salât ile birlikte olarak), bu zaîfdir.

[7] Burada mevrid (çıkış yeri - esâsı) dan maksat jükr'ün ifâ mahalli olan Usan, a'iâ ve kaîb'tir.

[8] İstiğrak üzere: İhâlalı bir şekilde; cinsin bütün ferilerini İçine alacak şekilde (Cins-i İs-tiğrâkiyye). Cinsin hakikatini beyân  için (cins-i hakikiyye)

[9] Mümârese ve miizâvele : Bir işe girişip üzerinde devamlı çalışma.

İstinbât : Müctehid veya büyük bir âiimin gizli bir mânâyı içtihadı ile meydana çıkar­ması. Bir söz veya işlen gizii bir mânâyı çıkarmak.

[10] Toplamı   on   aded   ulan   bir   at   yarışında   ilk   ala:   Mücellî   denir.   İkincisine:   Musallî, üçüncüsüne:   Müscliî,   dördüncüsüne:   Talî,  beşincisine:   Mürtâh,   alımcısına:   Atıf.   ye­dincisine :   Miiemmil, sekizincisine:  Hatıy,  dokuzuncusuna:  Sükkeyt,  Onuncusuna:  La-tim denir.

(Ahtu-i-i Kebir, Kâmûs Tercemesi, Lisânu'I-Arab)

[11] Ibtihâl: Tazarru ve niyaz, yalvarıp yakarmadır.

Fakih : Amellerle ileni Şer'i hükümleri tafsili delilleriyle bilip kavrayan İslâm Alimidir.

Fıkh: Amellerle ilgili şer'i hükümleri bilip kavramaktır. Bu ahkâmı bu şekilde bilmeye

Fekâhet (Fakîhlik) denir.

Usûl-i Fıkh: Fıkıhdaki  umûmi hükümlerin  çıkarıldığı  delillerin  hallerinden  bahseden ilimdir.

[12] Bk. Ahzâb Sûresi (33), âyet:  56

[13] Nassın ibaresi; sevk edildiği mânâya o mânâ mevzüunlehin ayn'ı veya cüz'ü veya müte-ahhar lâzımı olsun, delâletidir.

Nassın   işareti, Onun geçen üç mânâya,  sevkedilmemiş de olsa,  delâletidir.

Nasstn delâleti, kendisinde manen mevcud, lügaten mefhûm bir şeyin hükmüne de­lâletidir ki, p hüküm konuşmada o sdbeble olur.

Nassın iktizâsı, Onun kendisine muhtaç bulunduğu mevzuun lehin lâzımı üzere delâletidir.                                                                                                            «Tavzih»

[14] Beraat'ül-İstihlâl:   Bir eserdeki   «başlangıcın»   anlatılmak   istenene (maksada)  uygun   ol­masıdır. Bir eserin içindekileri güzel bir başlangıçla baştarafta anlatmaktır.

[15] imdi, bundan sonra gibi mânâlarına gelen (Emmâ ba'dii) sözü va'z, Cuma, Bayram hut­belerinde   ve  eserlerin   Önsözlerinde   müstahap şekilde   kullamlagelmiştİr.   Hatla, Buhâri onun   istihbâbına  dâir bâb teşkil  etmiş ve onunla ilgili ehâdis zikretmiştir. Ulemâ bu sözü ilk defa kimin  kullandığına dâir ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına göre Onu ilk söyle­yen :   Dâvud  Aleyhİsselâm'dır.   Bazılarına   göre:   Y.   bin   Kahtân,  bazılarına   göre  de: Kuss bin  Sâide'dir.   Bazı -  ya  da çoğu   -   müfessirlerce:  Kendisine  fasl-ı hitâb verilen Dâvud   Aleyhİsselâm'dır.

Muhakkıklarca fasl-ı hıtâb: Hak  ile hatılı  ayırmadır.(Şerh-ı Nevcvî)

[16] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi 1, Eser Neşriyat: 1-11.

[17] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi 1, Eser Neşriyat: 12.

[18]  Şemandan maksad, Fukaha IstıJâhmcadir.

Ahkâm-ı şer'iyye  kulların  menfaati   İçin Allah  (C.C.) tarafından   bir  lütuf ve ihsan olarak  vaz'edilmiştir.   Ahkâm-ı   şer'iyye;   ya  ibâdetlerle   ilgili  olarak   «dînî»  olur.   Ya mübâycât,   münâkehât v.s.   ile  İlgili  olarak «dünyevî» olur.

Dînî olan bunların en şereflisidir. Çünkü, dünya ehlinin halkından maksûd odur. Ve ebedî scâdete ulaştıracak vesile de yine odur.

Burada Namaz, diğer ibâdetlerden Öne alınmıştır. Çünkü o, diğer ibâdetlerin en fazîletlisidir, günde beş defa tekrarlanmaktadır. Ancak o da abdeste bağlı olduğu için abdest bölümü diğer bölümlerden önce ele alınmıştır. (Kirmanı - Şerh-i Buhâri)

[19] Itikâdî Farz: Kat'i delille sabii olup kendisinde şüphe olmayan, inanılması ve yapıl­ması zaruri olan; lerkedene i'kab (ceza) lâzım gelen ve ayrıca inkâr eden tekfir olunan farzdır. Beş vakit Namaz, Zekât ve Ramazan Orucu gibi.

[20] Amelî Farz: Buna Farz-ı zannî'de denir. Müctehidlercc, kat'i bir delile yakın dere­cede kuvvetli gürülen zanni bir delil ile sabit olan vazifedir ki, amel hususunda farz-ı kat'i kuvvetinde bulunur. Başın dörtte birini meshetmek gibi.

[21] Tevatür: Birbiri ardından aralıksızca devam etmek. Yalan söyleyeceklerini aklın kabul edemiyeceği bir cemaatin verdiği yalandan uzak kuvvetli, sağlam haberdir.

[22] Abdest âyeti, Mâide sûresinin 6 inci âyetidir.

[23] Resûlüllah (S.A.V.): «Abdesti bozulan kimse abdest almadıkça namazı kabul olunmaz»

(Buhârî - Ebû Hüreyre' (R.A.) den rivayetle) buyurmuştur. Zira taharet (abdest) na­mazın anahtarı, namaz imânın anahtarı, imân da cennetin anahtarıdır.

imam ÎNevevî (Rh.A.) de, «Bu hadîsi şerif namaz için taharetin vücûbuna delildir. Taharetin namazın sıhhatında şart olduğuna dâir ümmetin icmâı vardır» demiştir.

Kâdî lyâz (Rh.A.); «Ulemâ namaz için taharetin ne zaman farz olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. İbn'iil Cehm {Rh.A.); abdest İslâmın başlangıcında sünnet idi. Te­yemmüm âyetinde (M: 626/H : 4, Müreysî gazası sırasında Hz. Âişc' (R.Anhâ) nin ger­danlığının kaybolduğu hâdisede) farziyyetİ sonradan nazil oldu, der. Cumhûr-u Ulemâ'nı/ı görüşü ise. daha önceden farz olduğu, merkezindedir» demiştir.

[24] Vahyi gayri metlüv (okunmayan vahy): Şerîat lisanında tilâvet suretiyle olmayarak sa­dece kalbe iiham yoluyla olan vahy-i ilâhîdir. Bunun mukabili İse mellüvdür (Kur'ân-ı Kerîm gibi). Kur'ân-ı Kerîm vahyi metİüvdür. Çünkü manâsıyla birlikte lafzı da Pey­gamberimizin (S.A.V.) Kalbine inzal buyurulmuştur.

Hadîs-i İlâhi -" Hadîs-i Rabbani: Hadîs-i Kudsî şeklindeki Hadîs-i şerifler ise Resülüllah' (S.A.V.) a vahy ve ilham yoluyla, mânâ itibariyle ulaştırıldığından vahy-i Gayr-i Metİüvdür. Bunlar, namazda Kur'ân âyetleri yerine okunamaz, tahareti olma­yan bir kimse bu kelâmın yazılı bulunduğu kitabı ele alabilir. Hattâ, onu inkâr eden kâfir de sayılmaz.

Bazı Usûl Ulemâsı Kitap ve Sünnetin' her ikisine de vahy derler. Tilâvet olunan (metlüv) vahy'e kitap, tilâvet olunmayan (gayr-i metlüv) vahy'e de sünnet demek sure­tiyle bir tefrik yaparlar.

Sünnete vahy denmesinin sebebi, onun hakiki vahyin yâni kitabın cüziyâtina dâhil olmasındandır. Bu itibarla da kitabın külüyetinde sünnetin bütün hükümleri bulunmak­tadır ki böylece vahyin külli menşeİne dâhil olması sebebiyle zımnen sünnete vahy de­nilmiştir. Ancak kitab doğrudan doğruya vahy-i ilâhî neticesi ve aslî ahkâm olduğundan kendisine : Tilâvet olunan vahy (vahy-i metlüv) denmekte; sünnete de Nübüvvet Melekesi, Fehm-i neıicesi ve mânâca vahy olup lafızlarının tâyini de Allah (C.C.) tarafından ol­madığından tilâvet olunmayan vahy (vahy-i gayri metlüv) denmiştir.

(Asr-ı Saadet, Süleyman Nedvî; Bazı Hadîs Meşaleleri Üzerine Tetkikler M. Tayyib Okiç)

[25] Rczîn (535 H.) - Osman (R.A.) rivâyetiyle.

Teysîrü'l-Vusul ilâ Câmiil Usûl; Abdurraiunân Şeybânî.

[26] Kfşf'üİ   Keşsâf'da Rûm   Sûresinde   geçtiği gibi   Mi'rac Hadîsi   hu   hususa  açıkça delâlet eder.

[27] Vâcib: Şeriat sahibi tarafından  emrolunduğu zann-i delil ile sabit ohm  vazifedir. Her namazda  Fatihâ-i Şerîfe'nin okunması  gibi,

Vâcib. vecîbe tâbirleri bazan Fıkıh ilminde farz mânâsında kullanılır.

[28] Bir kelimenin mânâsını muvakkaten başka bir kelime hakkında kullanmak.

[29] Arfjar (en zahir) rivayet: Başkasına nazaran daha açık olan sahîh kavidir. Zahir ri­vayet: İmâm Muhammed' (Rh.A.) in Hanefî Mezhebinde en muteber rivayet­ler olan — El Mebsût, El Ziyâdât, El Câmi'ul Kebîr, El Câmi'us Sagîr, El Siyer'i! Kebîr, El Sİyer'üs Sagîr v.s. gibi kitaplarındaki — üç İmâm (Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf, Muham­med b. Hasan) a âİd meselelerdir. İmâm Muhammed' (Rh.A.) in bu kitaplarına da Zâhîr*iir Rivâye kitapları denir. Hanefi Mezhebinde evvelâ İmâm A'zam1 (Rh.A.) m, sonra İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) un, sonra İmâm Muhammed' (Rh.A.) in, sonra da İmâm Züfer' (Rh.A.) in kavli, içtihadı tercih edilerek o şekilde âmel olunur.

[30] Örf: Akılların şehâdetiyle şöhret bulup tabiî şekilde kabul edilen herhangi güzel (müs-tahsen) şeydir. Bu her tarafta mevcûd ve vaz'edeni de muayyen olursa örf-ü âm (umûmî örf), bir mahalle mahsûs ve muayyen bir taifeye âid bulunursa buna da örf-ü hâs (husû­sî Örf) denir. Örf, âdet ile aynı mânfilı gibidir. Âdcl'e de aynı zamanda teamül denir.

[31] Bİzİm üç Ulemâmız  Ebû Hanife (Rh.A.), Ebû Yûsuf (Rh.A.) Muhammcd bin  Hasan' (Rh.A.) e göre, iki topuk yıkamaya dahildir. (Tatarhâaiye)

[32] İncik (Sâk): Diz kapağından topuk mafsalına kadar olan kısım; İncik kemiği veya ka-lenü, diz kapağından topuk mafsalına kadar olan kemiktir.

[33] İcmâ: Lûgatta, ittifak, kasd mânâsmdadır. istilanda, bir asırda bulunan îslâm mücte-hidlerinin bir sert hüküm üzerine ittifak etmeleridir. Buna da Icmâ-ı Ümmet denir.

[34] Çünkü burada tahdid «dirseklere kadar...» sözünde olduğu gibi yıkama içindir. Mesh için İse gaye (nihayet) ile tahdide ihtiyaç yoktur «Başlanmzi meshediniz...» de olduğu gibi.

Burada   meshi   topuklara   muğayyâ   kılmadı   demek,   topukları   meühin   hudûdlan içine dahil etmedi, demektir.

[35] Meşhur hadîs: Evveli âhad gibi olup ikinci ve  üçüncü asırlarda şöhret bulmuş olan hadıst.r. Böyle olan hadîsleri Peygamber (S.A.V.) den ilk rivayet eden bir cemâat değil bir veya bir kaç kişi olduğundan birinci asırda (âhad) gibidir. Fakat ikinci ve üçüncü asırlarda cemâatler tarafından tevatür suretiyle nakl ve rivayet edilmiş olduğundan bu hadıs şöhret bulmuş ve bu asırlarda tevatür derecesine kavuşmuştur. Makbul hadîsler­dendir.

[36] Cerr-i bi'l  civar: El cerr'ül civârî (yakınlık  cerri):   Sıfat,   te'kîd,   matuf durumundaki bazı kelimeler mecrûra yakınlıkları dolayısıyle mecrûr olurlar ki bunlar sadece şeklen mecrûr durumundadırlar. Mânâ bakımından harf-İ cerre bağlı olmazlar.

«Hâıâ Cnhru dabbin haribin» (veya haribün): «Bu harap bir keler kovuğudur» misâlinde, «harib» kelimesi «cuhra» sıfat olduğu için «merfu», «dabba» komşu, olduğu için «mecrûr» okunabilir. îşte. «Vemsehû bi ruûsiküm ve ercüleküm (veya ercüliküm)...» de böyledir.

[37] Bk. HÛd Sûresi (11); âyet:  84

[38] İMÂM: Önder, başkan, halîfe demektir, Çoğulu Eİmme'dİr.

Fıkıhta İmam: Geniş bir topluluk, tarafından otoriter sayılan, ad t m adım takip edilen ve görüşlerinin gereği ile amel edilen büyük müctehid zattır.

tmâm tâbiri mutlak olarak söylenince FIKIH'ta Ebû Hanife (Rh.A.) TEFSİR ve KELÂM'da Fahruddİn Râzî (Rh.A.), NAHİV'de Sibeveyh (Rh.A.) kasdedilir.

Bunlardan başka:

Dört İmam: Ebû Hanife (Rh:A.), Şafiî (Rh.A.), Mâlik (Rh.A.) ve Ahmed bin Hanbel' (Rh:A.) dir.                     

Üç İmam: Ebû Hanife (Rh.A.), Ebû Yusuf (Rh.A.) ve Muhammed bin Hasan1 (Rh.A.)  dır.

Hasan (Rh.A.) mutlak söylenince; Fıkıhta Hasan bin Zîyâd (Rh.A.), Tefsirde ise Hasan Basri (Rh.A.) kasdedilir.

Usûlde Üç İmam: Ebû Zeyd Debbûsî (Rh.A.), Fahr'ûl-tslâm Pezdevî (Rh.A.), Şems'ül Eimme Serahsi' (Rh.A.) dir.

hnameyn: Ebû Yusuf (Rh.A.) ile İmam Muhammed" (Rh,A.) dir. Bu iki zâta «SÂHtBEYN» de denir.

Ebû Hanife (Rh.A.) ile İmam Muhammed' (Rh.A.) e «TARAFEYN» denir.

ŞEYHAYN: Fıkıhta Ebû Hanife (Rh.A.) ile Ebû Yusuf (Rh.A.), usûlde Pezdevî (Rh.A.) ile Serahsi (Rh.A.), hadîste Buhârî (Rh.A.) ile Müslim (Rh.A.), tarihte Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer' (R.A.) dir.

ÎMAM'ÜL HAREMEYN: Şafiî (Rh.A.), Ebû'l Meali AbdüLmelik (Rh.A.) ile Hanefilerden Ebu'l Muzaffer Yûsuf bin İbrahim el Cürcânî' (Rh.A.) dir.

[39] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi 1, Eser Neşriyat: 12-20.

[40] Çünkü Resûlüllah' (S.A.V.) dan. bu hususla devam şöhrel bulmamdır.

Peygamberimizin (S.A.V.) tsmııllah (Besmele) ile Abdcstc başladığına dâir çok ri­vayet vardır. Bu rivayetlerden biri Dârekulnîdc Rebih b. Abdurrahmân b. Ebî Said'in rivayet ettiği Peygamberimiz' (SAV.) in «Üzerine Allah ismi (Besmele) zikretmeyenin abdesli yok demektir.» hadfc-İ şerifleridir.

[41] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi 1, Eser Neşriyat: 20-22.

[42] Müstehab:   Peygamber   Efendimizin   (S.A.V.)   bazen   yapıp   bazen  terk   buyurdukları şeydir. Kuşluk Namazı gibi. Bu bir nevi gayri müekket sünnet demek, olur.

[43] Bid'at:  Peygamber  Efendimizin (S.A.V.) zaman-ı saadetlerinden sonra meydana gelen kitap ve sünnete aykırı, Sahabe ve Tabiînin söylemediği ve dinin aslımla olmayıp sonra­dan ortaya çıkarılan dîne aykırı âdetlerdir.

Bid'at-ı Hasene; Güzel bid'at, Bid'aU Seyyie; kötü bid'at diye iki kışıma ayrılır. Bid'at-ı Hasene'ye cevaz verilmiştir.

791  senesinde Mısır'da,  ezandan  sonra  Minarede Peygamber Efendimize (S.A.V.) salât-ü selâmın  ihdas edilmesi Bid'at-ı Hasene'yc bir misâldir.

[44] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi 1, Eser Neşriyat: 23.

[45] Çünkü Rasûlullah (S.A.V.) «Biz abdest esnasında yardım istemeyiz» buyurmuştur. (Zahîriyye)

[46] Abdest esnasında konuşmamak gerekir.   Zira abdest hali namaza benzer. (Zahîriyye)

[47] Maznıaza: Suyu ağza alarak çalkalamak ve sonra ağızdan atmaktır.

[48] İstinşâk:   Suyu  nefesle birlikte  burunun  nihayetine   kadar  çekmektir. lstinsâr: Suyu burundan atmaktır.

[49] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi 1, Eser Neşriyat: 23-26.

[50] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi 1, Eser Neşriyat: 26.

[51] Hekim Calinos'un «Dört lıılt ve Mizaçlar Nazariycsi»ne göre. İnsan mizacında: a) Kan, b) Safra, c) Sevda, d) Balgam gibi vücûddakİ dört unsurun tcsi.ri vardır. Bunlara Ahlat-i Erbaa denir. Bu nazariyeye göre, dört hılt önce .midede sonra karaciğerde imal olunur. Burada zikredilen Sevda;  dört hıHten biri  olup,  dalakta bulunan  bir  karışımdır.

[52] Balgam : Üst solunum yolları (burun boşlukları, burun arka boşluğu, sinüsler) veya alt solunum yolları (soluk borusu, bronşlar) tarafından salgılanan ve ağızdan dışarı atılan sümük, irin ve kan karışımı maddedir.

[53] Hiides: Bazı   ibâdetlerin yapılmasına şer'i yönden manî olan  ve hükmen necaset sayı­lan bîr haldir. îki kısma ayrılır, a) Hades-i asğar, b) Hades-İ ekber.

a)  Hades-İ   asğar:   Abdestsizlik halidir.  Yani  sadece   abdest  ile yok olan  tahâret-sizliktir:   Revletmek   ve   ağız,   burun   gibi   bir  uzuvdan   kan   gelmekle   meydana   gelen tahâretsbtiktir.

b)  Haâcs-i   ekber:   Cünüplük,   hayz   ve   nifas   denilen   arızalardan   meydana  gelen tahârcisizlik hâlidir ki bu hades ağzı, burnu ve bütün bedeni yıkamakla giderilebilir.

[54] Necaset: Esasen veya ânzî olarak temiz bulunmama halidir. Böyle maddeye necîs veya noces denilir. Çoğulu encâsdır. Meselâ,  idrar esasen bîr necasettir. İdrar bulaşmış bir elbise de necîstİr.

[55] lbn-i Adiyy, Kâmil, Dâre Kutnî; Ma'bed el Cühenî, Ebû'l Âliye, İmrân bin Husayn'dcn rivayetle.

[56] Kendi  sun'Jyle çıkış  (Hurûc  bi  sun'ihi):   Bir   kimsenin  namazdan   kendi   isteği   ile olan  fiillerle çıkmasıdır.

[57] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 26-33.

[58] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 33-34.

[59] Bk. Hacc Sûresi (22); âyet: 78.

[60] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 34.

[61] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 35.

[62] Ölü İle cinsî münâsebette bulunmaya Tıp dilinde Nekrofili denir.

[63] arsalık: Bakire, kızoğlan kız.

[64] Kitab ismi olan bu «Mübteğa» kelimesi; Molla Hüsrcv' (Rh.A.) in biz/at yazdığı nüshada «Müntckfi» olarak yazılıdır. Ancak, «Dürer» üzerine güvenilir haşiye sahiplerinden- Vânt (Vankûlî) (Rh.A,), «Mübtegâ» nın doğru olduğunu, «Müntcka» nın ise yanlış olduğunu tbni Emîr-i Hacc' (Rh.A,) dan rivayetle belirtmekledir. Biz de, tercümede Vânî' (Rh.A.) ye itibar ettik,

[65] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 36-38.

[66] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 38.

[67] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 38-39.

[68] Hidâye şerhinde tbn-i Hümâm (Rh.A.); kadın zengin de olsa gusl suyunun bedelinin er­keğe (kocasına) âid olduğunu zikreder.

Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 39.

[69] Ühû Dâvûd. Zaîf bir sencdle.

[70] Hidâve'ye   göre:'Hades   sahibi   bir   kimseye   kudüm   tavafı   yaptığında   bir   sadaka;   zi-yâret  tavafı  yaptığında bir koyun; Cünûp halinde tavaf yapan   kimseye  ise  «bedene» gerekir, Bedene, deve ve sığır gibi büyük kurbana denir.

[71] Kerhî* (Rh.A.) nin rivayetine göre, bu hususta âyet ile daha aşağısı arasında fark yoktur. Tahâvî' (Rh.A.) nin rivayetine göre, âyetten daha aşağısını okumak mubahtır. Doğ­ru olan görüş birincisidir.

[72] Bu ibarenin doğrusunun şöyle olması lâzımdır: «Şayet sahife veya levha, yastık ya da yer üzerinde olursa...»

Bunun bu şekilde söylenmesinin sebebi şu olabilir: Mümkündür ki, ba'zı yazıcı (hattat) hır küçük yastık üzerine koyarlardı. Eğer yazıcı o yastığı dizine korsa mckrûhlıır. Yere korsa mekruh değildir.                                                                                             (Vânî)

[73] Sadr'iiş Şcriâ' (Rh.A.) ya göre,  cünubun  bu şekilde Kur'ân-ı Kerîm'i yazması,   yazdığı sayfa, levha ve benzerlerine dokunmamak suretiyledir.

[74] Zahîriyye'de denir kî: «Hayızlınm ve cünubun (Vilr Duasını) okuması mekruhtur. Çün­kü Übcy bin Kâb (R.A.) onu Kur'ân'dan kılıp, iki sûre olarak isimlendirerek, Mush.ı-fında:   «BismiİIâhirrahrnanİrrnhim, Allahümme   jııııâ nesieînüke...  ve netnıkü  men  ycf-cünık, sonra Bismillâhirrahmanirrahim, iyyâke nabüdü...» yazmıştır. Zahiri Mezheb ise bunun mekruh olmayışı ve fetvanın da böyle oluşudur.               

[75] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 39-41.

[76] tmam Şafii' (Rh.A.) >e göre «Ancak tıp yönünden mekruh olur.»

Tehzîb'de şöyle denir: «Ateşte ısıtılmış suyla taharet mekruh değildir. Güneşle ısınmış su mekruhtur. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.): Hz. Âişe (R.Anhâ) su ısıttığı zam;m «Gafil olma (dikkatli ol) ya Humcvrâ (Hz. Âişe) çünkü o bnras hastalığı meydana getirir» buyurmuştur.

Buras hastalığı: Vücüdda yer yer beyaz ve alaca lekeler meydana getiren ve teda­visi kabil olmayan bir hastalıktır. Tıp dilinde «Abraşlık» veya «Leke hastalığı» şeklin­de adlandırılır.

[77] İhtiraz: Başka şeyleri tarif edilen şeyden ayirdedip çıkarmak; Esas maksâddan başka şeyin anlaşılmasını Önlemektir.

[78] Esah kavi: Bir kaç kavi arasında en doğru, illet ve kusurdan en uzak söz (veya tarif).

[79] ihtiyar: Tercih ve tensîb etmek.

[80] zira: Dîr uzunluk ölçüsüdür. El, kol uzunluğudur ki 24 parmak kadardır. Buna arşın denir. Bir kolun dirseğinden orla parmak ucuna kadar uzanan (75 - 90 santimetrelik) bir uzunluk ölçüsüdür.

[81] ıtlâkının zevali: Mutlak oluşunun kayboluşu.

[82] kemâl-i imtizaç: Tam mânâsıyle karışma.

[83] Mutlak su: Sular şer'an iki kısma ayrılır. Biri «mutlak su» diğeri «mukayyet su» dur. Mutlak sular; kendilerine hiçbir şey karışmamış ve tabiî halini muhafaza eden yağ­mur,  kar sulan, deniz, göl,  ırmak,  pınar ve kuyu suları  gibi  sulardır.

Mukayyet sular; Göl suları, çiçek suları, asma, üzüm ve et sulan gibi herhangi bir maddenin karışmasıyle tabii hallerini kaybetmiş sulardır. Bunlar da iki kısma ayrılır. Birincisi; kavun, karpuz, asma ve gül sulan gibi aslî olanlar, ikincisi de mutlak su İken bir arızadan dolayı mukayyet su haline gelen - içine çürümüş yaprakların v.s.'nİn düş­mesiyle incelik ve akıcılığını kaybederek bozulan - sulardır.

[84] rîbâs (rîbâc): Farsça Eş/hûn denen ekşice ve suyu içilen bir nebat.

[85] Hakikî necasetler; Namazda afvolunacak miktarlarına göre «necâset-i hafife», «necâset-i galîza»; akıcı olup olmamalarına göre «mayi» ve «câmid»; görülüp görülmemelerine göre «necâset-i  mer'iyye» ve «necâset-i gayr-i mer'iyye» şeklinde kısımlara ayrılır.

Necâset-i hafife: Pis olduğuna dair başka bir delil ile muarız olmak üzere şer'i bir delil bulunan şeydir. Bu gibi necasetler bir delile göre murdar görülmekte ise de, diğer bîr delile göre murdar sayılmaması gerekmektedir. Eti yenen hayvanların idrarları gibi.

Necâset-i galîza: Pisliği hakkında şer'i bir delil olup hilâfına başka bir delil bu­lunmayan şeydir. Lâşe gibi.

Necâset-i mer'iyye: Hacmi olan veya kuruduktan sonra görülen herhangi bir pis maddedir. Akmış kanlar gibi.

Necâset-i gayri mer'iyye: Katı bir hacmi olmayün veya bulaştığı yerde kuruduktan sonra görülmeyen herhangi bir murdar maddedir. Bevl (idrar) gibi.

[86] tesâmuh: Bir laf7J aslî mahallinden başkasında bir alâka veya karine bulunmadan kul­lanma; veya, maksada âid sözün anlaşılmaması, ya da eksik olmasıdır.

[87] tstidrâk; bir şeyi diğer bir şeyle idrâk etmeğe (anlamaya) çalışmak, yanlış olan söz ve görüşünü doğru ile anlayıp telâfisini temine gayret etmek. Bir şeyi diğer bir şey ile ye­rine getirmek. Dinleyenin idrâkini taleb etmektir..

istilanda; geçmiş bîr sözden meydana gelen vehmi ortadan kaldırmaktır.

Istidrâk üe Idrâb'ın arasında şu farklar vardır: Istidrâk, daha önce geçen bir söz­den meydana gelen bir vehmi istisnaya benzer bir kaldırış ile kaldırmaktır. Misâl; «Zeyd bana geldi lâkin Amr (müstesna, gelmedi)» gibi.

Yine, sözü dinleyen muhatabın vehmini gidermektir, Meselâ, «Ömer Zeyd gibi geldi.» Bu durum aralarındaki bir karışma (benzeşme) dan dolayı olur.

Idrâb; metbûun, hükmün kendisine karışması ve karışmaması ihtimâli ile sükût edi­len hükümde kılınmasıdır. Meselâ. «Zeyd bana geldi, belki Amr (gelmedi).» Burada Zeyd'in gelmesi ve gelmemesi muhtemeldir. İbn-ü Hâcib'in kelâmında bu, kat'İ şekilde gelmemeyi   gerektirir.

(Ta'rifât,  Seyyİd-i  Şerif,   Kâmûs  Tercümesi,   Asım   Efendi)

[88] tefkîk: Ayırmak, iki şey arasını ayırmak, kurtarıp -çıkarmak.

[89] ayn: Bir şahıs veya şeyin kendisi, aslı, zâtı.

[90]  istidlal: Delil getirmek, bir delile dayanarak netice çıkarmak, delil ile anlamak.

[91] Nâfice: Misk torbası, buna misk göbeği <Ie denir. Farsça «nâfomin Arapçalaşrmş şek­lidir,

[92] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 41-49.

[93]  Evleviyyet: Daha lâyık ve münâsib olma, üstün tutulmaya lâyık olma, öncelikle.

[94] esah ve eşbeh: En doğru ve en uygun.

[95] tevakkufsuz: Kat'iyyetle.

[96] Bk. Nahl Sûresi (16); âyet: 43

[97] Mebsût'da şöyle denir:   İmam Muliıuıımed' (Rh.A.) in   felvâsi Hağdat'la kuyuların çok olmasına binaendir.

İmâm Ebû IlanîfV (Rh.A.) den rivayet edilen de şudur: «Küfe kuyularının suları­nın azlığından dolayı o kuyudan yit/, kova su çıkarıldığı zaman kâfidir.» Kifâye'dc de höy-le geçer.

[98] Kerahet: Şer'an terkedılmesi mutlaka iyi olan bir şeyin terkedilmeyerek yapılmasıdır. İki kısma ayrılır. Biri, harama yakın kerahet mânâsına gelen kerâhct-t tahrîmjyye, di­ğeri de helâle yakın olan kerahet mânâsına gelen kerâhei-i tenzlhîyye'dir.

[99] tevakkuf: Durma, sükût, tereddüd, karar ve hükme varamama hâli,

[100] Kâdîhân' (Rh.A.) in ibaresi burada son bulmaktadır.

[101] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat:50-56.

[102] İmam Neyevi (Rh.A.) Müslim şerhinde şöyle der: «Teyemmüm, kitap, sünnet ve icmâ-i ümmetle sabittir.  Bu Aliah Sübhânehû tarafından   bu  ümmete bas  kılınmış bir özellik ve lütûftur. Allah (C.C.) bize şerefini arttırsın.»

[103] İhtilâm: Rüya hâlinde cünub olmaktır.

[104] Muhdls: Abdestsiz kimse; Namaz abdesti bulunmayan veya cünûb, hayz. ve nifâs arı­zalan ile hükmen kirli.sayılan abdestsiz kimse. Böyle hâle de Hades denir.

[105] Bir mil; 2500 zirâ-ı mimarî olup 1895 metredir. Fersah, üç mil olup 5685 metredir. (Hlsâb-ı Amelî, Dahiliye Nazırı Muhammed Celal.)

[106] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 57-58.

[107] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 58-59.

[108]  Galve; 225 - 360 metre arasında değişen uzaklıktır.

[109] Bununla ilgili olarak AHahu Teâlâ Nisa sûresinin 43. âyet-i kerîmesinde «... felem te-cidû mâen feleyemmemû saîdeıı tayyiben...» (... Bîr su bulamazsanız o vakit pâk bir top­rağa teyemmüm edin...) buyurmuştur.

Buradaki tayyibe âyet-î kerîmede de belirtildiği gibi «pâk toprak» manasınadır.

[110] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 59-60.

[111] Teyemmüm ve aynı zamanda gusl ile ilgili âyet-i kerîme (Mâide sûresi, âyet: 6) Müreysî Gazvesi (Benî Müstalik Harbi) 6. H / 627 M) esnasında nâzü olmuştur.

Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 61-62.

[112] Mest üzerine ıtıesh yapmak Resûlüllah1 (S.A.V.) in  kavli ve fi'l! meşhur sünnetiyle sa­bittir. (Kâfi)

[113] Azimet; kulların özürlerine bakmayarak başlangıçta meşru olan şeydir. Diğer bir Lâhiriü azîmet; namaz ve oruç gibi aslî hükümlerdir. Ruhsat; özürden dolayı ikinci defa mcjrû olay şeydir ve dört kısımdır. İkisine hakikaten ruhsat, ikisine de mecazen ruhsat denilir.

[114] Ebû Katâde (R.A.) Kûfe'ye geldiği zaman Ebû Hanîfe (Rh.A.) O'nun huzuruna vardı. Ve Ebû Hanîfe (Rh.A.) o zaman gençti, Ebû Katâde (R.A.) Ebû Hanîfe' (Rh,A.) ye «Nerelisin?» buyurduğunda, «Küfedenim» cevabını verdi. Ebû Katâde (R.A.) bunun üzerine, «Sen dinlerini fırkalara ayıranlar (parselleyen ler) topluluğ undansın değil mi?» buyurdu. Ondan sonra Ebû Hanîfe (Rh.A.) şu cevabı verdi: «Hayır, Ben Şeyhaynİ (Hz. Ebû Bekir (R.A.) ve Hz. Ömer (R.A.) üstün (utarım. HateiK-yni (Hz. Osman (R.A.» ve Hz. Ali £R.A.) severim. Namazı iyinin (fâzıl) ve kötünün (fâcir) arkasında kılarım. Ben- inkâr ile dinden çıkmadığı takdirde - Şahadet ile tslânı'a girmiş bir kimseyi günâhından dolayı İslam'dan çıkarıp küfre nisbet etmeni. İki mest üzerine mesh yaparım.»

Bundan sonra Ebû Katâde (R.A.) üç kere: «İsabet ettin.» buyurmuştur.

Zahîrîyye adlı kitapta şöyle denir; «İki mest üzerine mesh yapmayı inkâr edenin küfre girmesinden korkulur. Çünkü iki mest üeerine mesh yapmak meşhur ve mü-tevâiir hu herlerle sabittir.»

Ilidâye'de de denir ki: «İki mest üzerine mesh yapmak sünnet ile caizdir. Sünnet ile caizdir, ibaresiyle; bir şahısın asla meshetmeyip iki mestini çıkararak iki ayağını yıkadığı   /aman günahkâr olmayacağı   kasdedilmİştir.» (Gayetü's-sâde)

[115] Yânı, mesh temizlik için vaz'edİlmemİştir.

[116] Bu, «giyme vaktinde» değil de «hades vaktinde» şartını ifade eder. Bizim Mezhebimiz de budur.

[117] Bu söz Hidâye Sahibinindir.

[118] Ömer (R.A.), Ali (R.A.), Safvan bin Assâl (R.A.). Hüzeyme bin Sabit (R.A.), Avf bin Mâlik (R.A.) ve Âişe' (R.Anhâ) dan rivayetle. Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ebü Dâvûd, Nesâî.

[119] Cürmûk; mest üzerine giyilen ayakkabı, çizme, potin v.b. gibi şeylerdir.

[120] Hâherzade (Rh.A.) şöyle der: «Bu deriden olan cürmûk husûsundadır. Kirbastarı olana ise mesh caiz değildir. Ancak ıslaklık altına ulaştığı zaman müstesnadır» «Hakâyık»

[121] Ahmed bin Hanbel, Müsned. Bilâl' (R.A.) den rivayetle (mûkayn olarak); Ömer' (R.A.) den de (cürmükayn) olarak. (Fet hu'İkadır)

[122] Bilâkis istimal ve gaye yönünden meste tâbidir. İstimal yönünden; o çizme veya potin mestin üzerine giyilir.  Gaye yönünden de;  o,  necaset kendisine isabet  etmemesi için mesti koruyucudur. Bu bakımdan o mutlak şekilde tâbi olmaz, bilâkis gaye ve istimal yönünden tâbi olmuş olur. Şayet mutlak şekilde tâbi olsaydı, cürmûk çıkarıldığı zaman mest  üzerine  mesh  vâcib olmazdı. Aynen  tıraş edildiği zaman başın meshedilmeai ve yıkandıktan sonra cildüı üzerinden ufak cilt parçalarının düşmesi gibi.

Tâc'üg Şerifi

[123] tecviz: Caiz görmek, demektir. Caiz; yapılması dinen men edilmeyen şeydir. Bu bazan sahih (sıhhatli) yerinde, bazan de mubah yerinde kullanılır.

[124] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 63-68.

[125] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 68-70.

[126] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 70-72.

[127] Sadruş-Şerîa (Rh.A.) demiştir ki; tmâm Hasan' (Rh.A.) in tmâm El>û Hanİfc' (Rh.A.) den olan rivayetinde, cebire ve sargı üzerine mesh hususunda tam kaplamak jart de­ğildir. Esrâr'da zikredilen ve bazısına göre kabul edilen de budur.

[128] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 72-73.

[129] tmâm Nevevî (Rh.A.) Sahih-i Müslim Şerhinde şöyle demiştir. «(Hayz kanı, kadının rah­minin derinliklerinden çıkan kandır. Jstihâza, azilden akan kandır, Azil, rahmin derinlik­lerinde değil de aşağılarında kanın kendisinden aklığı ranm ağzı damarıdır,» Başka bir ifadeyle istihâza, rahimden değil de, bir damardan gelip, tenasül cihazı yoluyla akan kokusuz bir kandır,

Sıhiih-ı Cevheri adlı lûgatla azil, isli haza kanının aktığı damardır, diye tarif edil­miştir.

Rahm ise, çocuğun tıpkı bir nebat gibi bittiği ve doğuncaya kadar muhafaza edil­diği mahâldir.                                                                                   (Muhtasar'ul Mağrib)

Hayz kanına halk arasında aybaşı kanaması (menstrüasyon) da denilir.

Hayz kanı. insan dişisinin normal bir vücûd fonksiyonudur ve gebeliğin yokluğun­da, her ay, mehbîl (vagina) dışına kanama olması mânâsına gelir.

Rahmin (uterus'un) iç yüzüne endometrium adı verilir. Kadife gibi görünen bir ta­bakadır, Bu tabaka, her ay, yumurta dÖllenecekmiş gibi hazırlanır ve gebelik meydana gelmediği takdirde, belirli bir miktar kanla birlikte, tekrar yenilenmek üzere, vücûd dışı­na atılır, yâni kanama olur. Bu hâdise ise şu şekilde gelişir, tik önce. endomefrium, hem hücre sayısının artması, hem de bezlerin ve kan damarlarının dolması sonucu, kalın­laşır. Sonra uterus boşluğuna kan sızar ve bir süre sonra bu kanla birlikte, endomet­rium dokusu' dışarı atılır. Kanama biter bitmez, endometrium'un tamiri başlar.

Normalde 28 gün süren bir âdet devrinin 5 gününde Van damarları dolar, 4 gününde kanama olur. 7 gün süreyle endometrium tamir olur; geriye kalan 12 gün ise sakin devredir. Bu olayların hepsi, yumurtalık ve hipofiz hormonlarının, hipofiz bezi İse; .   beyin  tabanındaki hipotalamus'un tesiri  altındadır.

Çoğu kadında aybaşı kanaması öncesi sanet, şişkinlik hissi ve asabiyet görülür. Bu durumda müsekkin ve A vitamini kullanmak faydalıdır.

[130] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 74-75.

[131] Dâre Kutııî; Vâile bin el Eskâ'dan rivayetle. Ayrıca Ümâmetü'l Dahilî, Âişe, Enes ve İbn-i Ömer' (R.Anlıüm) den de mervîdir.  (Fethin Kadîr)

[132] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 75-78.

[133] Muhİt'de ve diğerlerinde böyle zikredilir. Sİrâcİyye'de onun en azının bir saat de olsa mevcudiyetidir. Fetva da buna göredir. (Câmiu'r-Rumûz)

[134] imtidâd:   Uzama,   (•)   müraccah:   Tercih   olunan,   (*) mübaşeret:   Erkek   ile   ka^nır şehvet hissiyle tenlerini birbirine sürmesi. (*) vat': Cima, cinsî münâsebet. (*) tefhîz: Erkek tenasül organını kadının uylukları arasına sürmek.

[135] tcmâ (tcmâ-ı Ümmet): Fikir birliği, bir asırdaki İslâm âlimlerinin (müctehidlerm) her­hangi bir mesele üzerinde delile dayanarak varmış oldukları görüş birliğidir.

[136] istihsân: Bir jeyi güzel ve iyi görmek. Fıkıh terimi olarak, zahir kıyasın hükmünü bı­rakıp, tesir bakımından daha kuvvetli olan gizli (hafi) kıyası kabul etme prensibidir.

[137] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 78-80.

[138] mübtedie: Âdet görme çağına gelip ilk defa kan görmeye başlayan kız.

[139] müstehâza : Istihâza kanı gören kadın.

[140] âdet: Bir kadının muayyen müddetler İçinde gördüğü hayz halidir.

[141] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 80.

[142] Ncsâî, İbni Mâce, Daremî. Ahmed bin Hanbel.

[143] Zahîriyye'de şöyle anlatılır:

«Ebü Yûsuf(Rh,A.) Ehû Hanife' (Rh.A.) ye «Bir kadın bir batında iki çocuk do-ğursa nifası birinci çocuktan mıdır, yoksa ikinci çocuktan mıdır?» diye sormuştur. Ebû Hanife (Rh.A.) «Birinci çocuktandır» cevabını vermiştir. Ebû Yûsuf (Rh.A.) «İki doğum arasında kırk gün olursa nasıl olur?» diye sordu­ğunda Ebû Hânife (Rh.A.) «Bu olmaz» cevabını vermiştir. Tekrar Ebû Yûsuf (Rh.A.) «Yâ olursa?» dediğinde bu defa EbÛ Hanîfe (Rh.A.): «Ebû Yûsuf (Rh.A.) un inadına da olsa nîfâs birinci çocuktandır» diye cevaplamıştır.

Şeyh İmâm Hâhcrzâdc (Rh.A.) «El cami fil îmân» da der ki : «Şayet iki doğum arasında kırk gün olursa kadın ikinci doğumdan nüfesâ olur.»

[144] Ümmü   Veled:  Hamileliğini  veya   doğurduğu  çocuğunu   Efendisinin  bendendir diye ik­rar ettiği  câriyedir.   Şer'i  hüküm   itibariyle köle cinsinden   müdebbere gibidir.  AnCak, ümmü veled bütün  maldan, müdebbere  ise malm üçte birinden hür olur.

[145] Böyle   çocuk   doğurmaktan   kesilmiş   olan   kadının   devresine   sinn-i   iyâs  denir.   Kadı­na da âyise denir.     

[146]  azhar: En açık, en sahîh.

[147]  Ayırıcı sınır.

[148] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 81-84.

[149] haşefe: Erkek tenasül âletinin sünnet yerine kadar olan baş kısmı.

[150] Burada «zekerin başı» demeyip de «haşefenin başı» demesinin sebebi, diğer kilaplarda da olduğu gibi Haşefenin sünnet yerinin üst tarafı olmasındandır. Çünkü «zekerin başı» tabirinden ilk akla gelen haşefedir. Ancak haşefe temiz olduğundan tahareti şart de­ğildir. Şart olan haşefenin başı bulunan ve bevlin çıkmış olduğu etrafın temizliğidir.

[151] Kesif: Yoğun,

[152] Rakik : İnce,

[153] Dirhem-i şer'i: 3.365 gr. (130 ntl)

[154] Miskâl: 4.80 gram,

[155] vezn: Ağırlık.

[156] mesaha : Herhangi bir şeyin yüzölçümü, miktarı. Büyük dirhem: Imiskal - 20 kırat - 4 gram 80 santigram.

[157] Bu  rivayet  Ebû Hantfe' (Rh.A.) ye âiddir ve sahîh bir rivayettir.  Fetva da buna gö­redir. (Hakâyik)

[158] Zoylaî'de de hüküm böyledir.

[159] Mudarrab:  Nigendcli (legendeli) yâni kalın  dikişli  ve yorgan gibi arası  pamuklu veya yünlü, (aslar).

Mudarrabe; içi pamuklu ve İegendeli (kaim dikişli) iki kaili kaftan.

[160] Şeyh İmâm   Hâher/âde (Rh.A.) demiştir  ki:   Araştırmaksızm elbisesinin  bir yerini yı­kadığı zaman temizlenmiş olur,   muhtar olan   budur. Tatarhâniyye'de de böyledir.

[161] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 85-89.

[162] Hanefî MezJıebine göre taşlarla istincâ sünnet-i müekkedcdİr. Bir kimse istincâyr ter-kederek namaz kılmış olsa namazı caizdir. Şafiî Mezhebinde bîr farizadır. Bir kimse taşlarla yah'ut onun yerine kâim şeylerle istincâyı terketse namazı caiz olmaz. Bu me­sele aslında bir başka meselenin fer'idir.

Eğer necaset dirhem miktarı yahut daha az olursa namazın. cevazı için onun izâ­lesini gerekli (farz) kabul edecek miyiz, yoksa etmiyecek miyiz? Bizim mezhebimizde gerekli değildir. Şâfİî Mezhebine göre gereklidir. Nitekim, bu necaset başka bîr ma­halde de olsa, aynı şekilde olduğu gibi. Ancak.bu mahalde taşla, kerpiçle temizlenir. sair mahallerde ise ancak su ile temizlenir. (Kifâyc)

[163] Üç ta? ile her halükârda istincânın sünnet olması Şafiî'ye göredir. Hanefî Mezhebine göre bir taş ile temizlenmek kâfidir ve sünnet yerine getirilmiş olur. (Mebsût)

[164] Gaye kitabında şu on şeyle istincâ yapmanın mekruh okluğu anlatılır. O on şey de;

Kemik.   Hayvan   tersi,   İnsan   ve diğer   yaratıkların   necaseti   (dışkı   gibi).   Yenecek maddeler, Et. Cam, Kâğıt, Kiremit (tuğla), Ağaç Yaprağı ve Bitki yaprağıdır.

[165] Çünkü bunlar necîstir. necaseti gidermezler bilâkis nrttınılar. Hayvan tersi cinlerin hayvanlarının azığıdır. Hafız Ebû Nuâym (Rh.A.) «Deliîilü'n-Nübüvve» de şöyle der: «Cinler Peygamber Efendimi/ !en hediye talebettiler. Peygamberimiz de onlara kemik ve revs (hayvan (ersi) verdi. Kemik cinlerin gıdası, revs do onların hayvanlarının gıda­sıdır. Buhâri Şerhinde Kirmanı (Rh.A) de böyle söylemiştir.»

[166] Ebû Eyyûb el - Ensârî' (R.A.) den rivayetle. Bııhârî, Miislîm, Ebû Dâvûd, Tİrmi/i. Nesâî, İbn-İ Mâce.

[167] Bu kavi Sahâbe-i Kîrâm'dan EbÜ Eyyûbel Ensârî (R.A.), Mücahid (R.A.), İbrahim en-Nehai (R.A.), Süfyân es-Sevrî (R.A.) ve Ahmed' (R.A.) e âiddir İNevevîde de böyle geçer.

[168] Sirâciye'de şöyle denir. Helada (istincâda) ferci (avref mahallini) Kıbleye döndürmek: mekruhdur. Fakat elbisenin arka kısmını kaldırmamak şartıyla arka dönmekte bir beîs yoklur. Abdesti tamamlamak için avret mahallini açmak ve aynı şekilde avret ma­halline bakmak da mekruhdur.

[169] Kİmıünî (Rh.A.) şöyle der: «Ulemâ demişlir kî; özürsüz olarak ayakta küçük mi dök­mek tahrîmen değil tenzîhen mekruhdur.»

[170] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 90-94.

Online Bağış
Hediyen Dünyanın En Güzel Hediyesi Olsun
Haftanın Hutbesi
16.02.2024 Dünyayı Barış Ve İtidale Çağırıyoruz
09.02.2024 Hayatı Değerli Kılan Ölçü: İman
02.02.2024 Rabbimiz, Müminleri Yalnız Ve Yardımsız Bırakmaz
26.01.2024 Mülk Sûresinden Mesajlar
19.01.2024 Bizi Güçlü Kılan, Birlik Ve Beraberliğimizdir
12.01.2024 Allah’ın Rahmet Ve İnayetine Sığınmanın Adı: Eûzü-Besmele
Kur'an-ı Kerim Dinle
DİB Kur'an Portalı
Ramazan Pakdil Sureler
Bünyamin Topçuoğlu
Bünyamin T.oğlu Aşirler
İlhan Tok Hatim
Abdussamed Hatim
Abdul Rahman Al Sudais
Ahmed Al Ajmi Hatim
F.Çollak Görüntülü Hatim
İshak Daniş Hatim
5 Hafız OK takipli Hatim
Mehmet Emin Ay Hatim
İsmail Biçer Ok Takipli
İsmail Biçer Aşr-ı Şerifler
114 Sure 114 Hafız
S.Hafızlar Görüntülü
Kur'an International
Tefsir
Cüz Cüz Kur’an Özeti
Her Cüzden Üç Mesaj
Elmalı Tefsiri
Elmalı Meali
Fizilali Kur'an
DİB Kuran Meali
Kur'an-ı Nasıl Anlayalım
Fıkıh
K.İslam Fıkhı
R. Muhtar-İbn-i Abidin
Gurer Ve Dürer
Mülteka El Ebhur
Kuduri Tercümesi
Nûru'l-îzâh Tercümesi
Büyük Şafi Fıkhı
Detaylarıyla Namaz
Hadis
Kütübüs-Sitte
Sahihi Buhari
Riyazüs Salihin
Ellü'lüü vel-Mercan
Hadis El Kitabı
40 Hadis ve izahı
Uydurma Hadisler
Üye Adı
Parola

Şifremi unuttum -
Sayfa oluşturulma süresi: 0.02 saniye 14,839,475 Tekil Ziyaretçi
Copyright © 2012 islamda Hayat
Sitemizdeki Vaaz, Hutbe ve Yazılar kaynak göstermek şartı önceden izin Almadan Ticari Amaçlar Dışında Kullanmak Serbestir.

Tüm Bilgiler Ümmete Vakıftır copyright © 2002 - 2024