Nafile Namazlar : 2
Teravih Namazı 4
Farz
Namaza Yetişme (İdrâk) Babı 5
Vakti Gecen
Namazların Kazası Babı 8
Hastanın Namazı Babı 10
Hayvan Üzerinde Namaz Babı 12
Gemide Namaz Babı 12
Müsâfirin Namazı Babı 13
Cuma Namazı
Babı 15
Cuma
Namazının Sıhhatinin Şartları : 16
Cumanın Vücûbunun Şartları: 18
Hutbenin Hükümleri : 19
Bayram Namazları Babı 21
Ramazan Bayramı Namazı: 21
Kurban Bayramı Namazı : 22
Teşrik Tekbîri : 22
Küsûf
Namazı Babı 23
İstiskâ Babı 24
Korku
Namazı Babı 24
Ka'be'de Namaz Babı 25
Şek
Ve Sehv Secdesi Babı Sehv Secdesi: 25
Namazda Şüphenin Hükümleri : 28
Tilâvet Secdesi Babı 28
Cenazeler Babı 31
Meyyiti Kefenlemek : 33
Cenaze Namazi Kılınmayan Kimseler ; 34
Cenaze Namazının Kılınışı Ve Duaları : 34
Şehid Bâbı 38
Zekât Bölümü. 40
Musannif, Vitr
Namazının hususiyetlerini açıklamayı bitirince, nafilelerin hususiyetlerini1
beyâna başlayıp dedi ki: Sabah Namazından önce ve Öğle Namazından sonra, Akşam
Namazından sonra ve Yatsı Namazından sonra iki rek'at namaz, sünnet-i müekkede
olmuştur. Yine Öğle Namazının farzından Önce ve Cuma Namazının farzından önce ve
sonra dört rek'at namaz kılmak, dört rek'atte bir selâmla sünnet olmuştur.
Hattâ Musallî dört rek'atı iki selâmla edâ etse, makbul olmaz. Bundan dolayı,
bir kimse bir selâmla dört rek'at namaz kılmayı adayıp iki selâmla edâ etse,
adakdan kurtulmuş olmaz. İki selâmla dört rek'at kılmayı adaşa ve dört rek'atı
bir selâmla edâ etse, adağı edâ etmiş olur, Kâfi'de böyle zikredilmiştir.
Bu zikredilen dört
rek'at sünnet, Öğle Namazından önce, Cuma Namazından Önce ve Cuma'nın farzından
sonra kılınan sünnetlerdir. Bunda asi olan, Resûlüllah' (S.A.V.) m şu kavlidir:
«Bir kimse bir gün bir
gecede oniki rek'at namaza devam etse, Allah onun için Cennette bir ev bina
eder.» Bunu
Resûlüllah (S.A.V.), yukarıda zikrettiğimiz şekilde tefsir etmiştir.
Salât-ı Evvâbin :
Dört rek'at namaz,
İkindi Namazından önce; dört rek'at namaz, Yatsıdan önce ve sonra bir selâmla;"
altı rek'at namaz Akşam
Namazından sonra bir selâmla mendûb olmuştur.
Gündüz kılınan
nafilenin bir selâmla dört rek'attan fazlası ve gece kılman nafilenin sekiz
rek'attan fazlası mekruh olmuştur. Çünkü sünnet, gece namazında altı rek'atten
sekize kadar, gündüz namazında ise dörde kadar vârid olmuştur. Öyleyse bunlardan
fazlası bir selâmla mekruhtur. Çünkü delili olmayan şey sabit olmaz.
Gece ile gündüzde efdal
olan dörder rek'at kılmaktır. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre; gündüz nafileleri
dörder, gece nafileleri ikişer kılınır. îmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre; gece ve
gündüz nafileleri ikişer rek'at kılınır.
öğle Namazının ve
Cuma'nın farzından önce, ve Cuma'mn farzından sonra kılman dört rek'at m
birinci ka'desinde, salevât duası okunmaz.
Musa 11 î, birinci
ka'deden üçüncü rek'ata kalkınca, Sübhâneke'yi okumaz. Çünkü bu Sünnet-i
Müekkede olduğu için farzlara benzer. Bundan dolayı, teşehhüd üzerine salevât
duasını ziyâde eden kimseye sehv secdesi vâcib olduğu hususunda ihtilâf vardır.
Zikredilen namazlardan
başka, dört rek'atlı nafile namazda, mu-sallî birinci ka'dede salevât duasını
okur ve Sübhâneke'yi de okur. Çünkü onlarda farzıyyete benzemek bulunmadığı
için, onlardan her çift müstakil namaz sayılır.
Kıyamın uzunu, sücûdun
çokluğundan evlâdır. Çünkü ResûlüIIah
(S.A.V.) :
(^Namazın efdali,
kıyamı (kunutu) uzun olandır.»
buyurmuştur, çünkü kıyamın uzununda kıraat çok olur, rükû ve sücûdun
çokluğunda teşbih çok olur. Kıraat ise tesbihden efdaldir.
Tahiyyet'ül Mescid
Namazı:
Tahiyyet'ül-Mescid
namazı sünnettir. Bu namaz, mescîdde oturmadan Önce kılınan iki rek'at
namazdır. Çünkü ResûlüIIah (S.A.V.)
«Sizden biriniz mescide
girdiği zaman, iki rek'at namaz kılmadan oturmasın.» buyurmuştur.
Farzı edâ etmek onun yerine geçer.
Zeylaî (Rh.A.) böyle zikretmiştir.
Abdest aldıkdan sonra
iki rek'at namaz kılmak mendûbdur. Çürkü Resûlüllah (S.A.V..) :
«Bir kimse abdest alır
ve abdestini (şartlarıyle) güzel yapar ve iki rek'-at namaz kılıp, o iki
rek'atta kalbiyle ve veçhiyle namaza yönelirse onun için Cennet vâcib olur.»
buyurmuştur.
Kuşluk Namazı :
Kuşluk vaktinde dört
rekat, ya da daha çok namaz kılmak men-dûbdur. Çünkü Hz. Aişe (R.Anhâ);
«Resûlüllah (S.A.V.) Kuşluk Namazını dört rek'at ve (daha fazla) dilediği kadar
kılardı» diye rivayet etmiştir.
Farzın iki rek'atmda
kıraat farz kılınmıştır. Yâni farzın iki rek'-atında, ta'yin edilmemiş olduğu
halde kıraat farzdır. Hattâ musallî farzın her rek'atmda okumasa veya yalnız
bir rek'atmda okusa, namaz fâsid olur.
İlk iki rek'atta kıraat
vâcibdir. Hattâ musallî ilk iki rek'atta okumayıp son iki rek'atta okusa, namazı
caiz olur. Eğer sehven terk etti ise, ona sehv , secdesi vâcib oLur. Eğer kasden
terk etti ise, günahkâr olur.
Nafilenin her
rek'atmda, Vitrde kıraat farz olmuştur. Nafilede farz olmasının sebebine
gelince, nafileden her çift, ayrı (müstakil) tarzda namazdır. Ondan üçüncü
rek'ata kalkmak, yeni tahrîme menzilesindedir. Bundan dolayı, bizim
müctehidlerimizden meşhur olan rivayete göre birinci tahrîme (açış tekbîri) ile
ancak iki rek'at vâcib olur. Vitrin her rek'atmda kıraatin farz olması ise
ihtiyat içindir. Nitekim daha önce geçti.
Kasden başlanılan
nafileyi tamamlamak gerekir. Kasden sözü, zan-nen başlanılanı ayırdetmek
içindir. Nitekim, şayet Öğle Namazının farzım kılmadı zannedip farza başladığı
zaman, kıldığı hatırına gelse, farz diye başladığı namaz, nafile olur.
Tamamlanması vâcib olmaz. Hattâ o namazı bozsa, kazası vâcib olmaz. Eğer o
namaz, güneşin doğma, batma ve zeval vaktinde olursa, bu takdirde ifsâd
ettiğinden kaza vâcib olur. Nitekim bunun incelenmesi, «Namaz Bölümü» nün
evvelinde geçmiş idi.
Dört rek'at nafileye
niyet eden musallî, eğer ilk çifti veya ikinci çifti bozarsa, iki rek'atı kaza
eder. Yâni şayet musallî, dört rek'at nafileye başlayıp ilk iki rek'atı
bozarsa, ancak ilk çifti kaza eder. Çünkü ilk çifti bozmuş ve ikinci çifte
başlamamıştır. Nafileden her çift, ayrı (müstakil) tarzda namazdır. Eğer ilk
çifti bozmayıp ikinci rek'atte oturup üçüncü rek'ata kalktığında bozarsa, ancak
ikinci çifti kaza eder. Çünkü ilk çift tamâm olmuştur. İkinci çifti ise
bozulmuştur. Öyleyse, yalnız ikinci çiftin kazası gerekir.
Ya da musallî iki
çiftte de okumadı ise, -çünkü İmâm A'zam (Rh.A.) a göre asi olan, eğer iki
rek'atta okumayı terk etti ise - tahrîme bâtıl olur. Eğer iki rek'atın birinde
terk etti ise, tahrîme bâtıl olmaz. Bilâkis edâ fâsid olur. Şu halde, ilk çiftte
kıraat etmediyse, tahrîme bâtıl olur. Öyleyse, ilk çiftte başlama sahîh olup
ikinci çiftte sahîh olmadığı için; yine, başlamanın fesadı ve tahrîmenin bâtıl
olması sebebiyle, ilk çiftin kazası lâzım gelir.
Ya da ilk çiftte kıraat
etmese, şüphesiz bu takdirde fâsid olur ve tahrîme bâtıl olur. Şu halde ilk çift
fâsid olduğu için kazası lâzım gelir ve tahrîme bâtıl olduğu için ikinci çifte
başlama sahîh olmaz.
Ya da ikinci çiftte
kıraat etse, yine iki rek'atın kazası lâzım gelir. Çünkü ilk çift şüphesiz
tamâmdır ve ikinci çift fâsid olmuştur. Öyleyse kazası lâzımdır.
Ya da ilk çiftten iki
rek'atın birinde kıraat etmedi ise, İki rek'atın kazası lâzım gelir. Çünkü ilk çift fâsid olmuştur. Şu halde kazası
gerekir. Tahrîme baki kaldığı için ikinci çift sahîh olmuştur.
Ya da ikinci çiftten
iki rek'âtın birinde kıraat etmedi ise, yine iki rek'atı kaza eder. Çünkü ilk çift tamâmdır ve
ikinci fâsid olmuştur. Öyleyse ikinci çiftin kazası gerekir.
Ya da ilk çiftte ve
ikinci çiftin bir rek'atında kıraat etmese, yine iki rek'atı kaza eder. Çünkü
ilk çift başladıkdan sonra bâtıl olmuştur. Öyleyse onun kazası gerekir. İkinci
çifte başlamakla tahrîme bâtıl olduğu için sahîh olmaz.
Eğer her çiftin bir
rek'atında kıraat etmedi ise, dört rek'atı kaza eder. Çünkü her çiftin birer
rek'atında okumazsa, hepsinin edası, başlamanın sıhhatiyle beraber fâsid olur.
Öyleyse rek'atların kazası gerekir.
Ya da kıraati ikinci
çiftte terk etse ve birinci çiftin bir rek'atında okumasa, yine dört rek'atı
kaza eder. Şayet birinci çiftin bir rek'atında okudu ise, edâ fâsid olup tahrîme
bakî kalır ve ikinci çifte başlama sahîh olur. Şayet ikinci çiftte de okumasa,
ayni şekilde bu da fâsid olur. Şu halde dört rek'atm kazası lâzım gelir. Eğer
ikisi arasında oturmaz ise, kaza yoktur. Yâni, şayet nafileden dört rek'atı
kılıp ve iki çiftin arasında oturmasa, uygun olan ilk çiftin fâsid ve kazasının
da vâcib olmasıdır. Çünkü nafileden her çift, bir (müstakil) namazdır. Bununla
beraber, farz üzerine kıyâs etmekle fâsid olmaz. Nitekim yakında Sücûd-ı sehv
Babında incelenmesi gelecektir.
Ya da teşehhüdden sonra
namazı bozsa, yâni musallî, nafileden dört rek'ata niyet edip, ikinci rek'atta
teşehhüd miktarı oturduğunda, namazı bozsa , onun
üzerine-kaza lâzım gelmez. Çünkü vâcib olanı edâ etmiş ve ikinci çifte
başlamamıştır ki kaza vâcib olsun.
Musallî, kudreti var
iken, başlangıçta nafileyi oturduğu yerde kılabilir. Eğer ayakda başlayıp,
ayakta kılmaya kudreti var iken oturduğu yerde kılarsa, mekruh olur. Eğer
ayakta kılmaya kudretle başladıkdan sonra, özür zuhurundan dolayı oturduğu
yerde kılarsa, mekruh olmaz.
Musallî, nafileyi
hayvana bindiği halde, şehrin dışında imâ île kılabilir. Bu durumda secdesi,
rükûundan daha alçak olur. Şehrin dışı; müsâfirin namazı kısaltması câız olan
her yerdir. Yakında açıklaması gelecektir.
Musannif, «şehrin dışında» diye
kaydetmekle, seferin şart olmadığını ve
şehir içinde râkiben (binici olarak) nafile kılmanın caiz olmadığını murâd
etmektedir. Yâni müsâfir olmaksızın, nâfüeyi imâ ile râkib (hayvana binici)
olduğu halde, ancak şehrin dışında kılar, şehrin içinde kılmaz.
Şayet hayvana binen o
musallî, namazı, kıbleden başka yöne doğru olsa da, kılabilir. Çünkü nafile
namazlar belli bir vakte tahsis edilmemiştir. Hayvandan inmeyi iltizâm eder de
Kıble'ye dönerse kafileden ayrılmış olması lâzım gelirdi. Farzlar nafilenin
aksinedir. Çünkü farzların belli vakti vardır. Hayvan üzerinde caiz olmaz,
ancak zaruret hâlinde caiz olur.
Vâcib olan Vitr Namazı,
Adanmış Namaz, başlandikdan sonra bozulan namaz, Cenaze Namazı ve yer üzerinde
okumakla vâcib olan secde, bunlar da farzlar gibidir. Hayvan üzerinde caiz
olmaz, ancak zaruretten dolayı caiz olur.
Revâtib denen sünnetler
ise, nafiledir. İmâm A'zam' (Rh.A.) dan şöyle rivayet edilmiştir: Musallî Sabah
Namazının sünneti için hayvandan iner. Çünkü Sabah Namazının sünneti, diğer
sünnetlerden daha kuvvetlidir. İnmek suretiyle (namazı) bina eder. Yâni: şayet
musallî sünnete, hayvana binici olduğu halde iftitâh etse, ondan sonra
hayvandan inse, iftitâhı üzere bina eder.
Rükûbu üzere değil. Yâni: Binici değil iken iftitâh tekbiri alıp ondan sonra
binip bina eylemez. JZirâ o musallî, başladığı namazı bozmuştur. Çünkü,
birincide yâni binici iken iftitâh edip inmesinden sonra, binada musallî,
üzerine vâcib olan şeyin en mükemmeli ile edâ eder.
İkincide, yâni binmeden önce iftitâhda tahrîme rükû ve sü-cûd için gerekli
şekilde akdolunmuştur. İmâ ile edası caiz olmaz. Yakında, hayvan üzerinde nama/
babında bu husus geniş şekilde açıklanacaktır. İnşâallâhu Teâlâ.
Teravih; tervîha'nın
çoğuludur. Tervîha, oturma «celse» mânâsında isimdir. Bu namazda her dört
rek'attan sonra insanlar oturup dinlendikleri için, bu ad ile
sıfatlandırılmıştır. Aynca, her dört rek'ata da, mecazen tervîha adı
verilmiştir. Çünkü, sonunda istirahat yardır.
Teravih, Resûlullâh'
(S.A.V.) in sünnetidir.
Çünkü Resûlullâh'-(S.A.V.) in, Ramazanın
bazı gecelerinde teravihi kıldığı sahîhdir. Bu namaza devamı bırakmada beyân ettiği özür, teravihin
bizim üzerimize farz olmasından korkmasıdır.
Bundan sonra, Teravihe,
Hulefâ-i Râşidîn (Rıdvânullâhi Teâlâ aleyhim ecmaîn) devam ettiler. Resûlullâh
(S.A.V.) :
«SAze, benim sünnetime
ve benden sonra râşid halîfelerin sünnetine sarılmanızı tavsiye ederim.»
buyurmuştur.
Teravih namazı,
erkeklere ve kadınlara sünnettir. Râfizîlerden
bazıları; bu namaz yalnız erkeklere sünnettir,
demişlerdir..
Terâvihde cemâatin,
kâfi miktarda olması sünnettir. Hattâ ehl-i mescid, (cami cemâati) bu namazı
terketse, günahkâr olurlar. Bazısı teravihi kılsa, kılmayıp geri kalanlar
Teravihin faziletini terketmiş olurlar ve günahkâr olmazlar. Çünkü bazı Ashâb bu
namazı zaman zaman terk etmiştir. -
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.)
dan rivayet edilmiştir ki; bir kimse teravihi, imâmla kıldığı gibi, evinde
cemâat ile kılmaya kadir olsa, evinde kıldığı namazı efdaldir.
Sahîh olan şudur ki:
Şüphesiz evde olan cemâat için fazilet vardır. Mescidde kılan cemâat için de
başka bir fazilet vardır. Öyleyse, Te-râvîhi cemâat ile evinde kılan musallî,
iki faziletin birini alıp fazla olanını terketmiş olur. Kâfî'de böyle
zikredilmiştir.
Bir kimse gerek
cemâatle ve gerekse münferiden Teravihi kaçırsa vakti geçeni asla kaza etmez.
Çünkü kaza; farzın ve farza tâbi olan mü-ekkedlerin özelliklerindendir.
Teravihi, gecenin üçte
birinin sonuna kadar te'hir etmek müste-habdir.
Teravih Namazı, beş
tervîha'dir. Her tervîha için iki selâm vardır. Böylece selâmlar on adet olur.
İmâm ve cemâat her iftitâh tekbirinde «Sübhânekeyi» okur. İki tervîha'nın
arasında bir tervîha kadar otururlar. Yine böylece; beşinci tervîha ile Vitr
Namazı arasında da bir ter-, viha kadar oturulur. Çünkü (o ikisi arasında bir
tervîha kadar oturmak) Ashâb (R.Anhüm) zamanından bizim zamanımıza gelinceye
kadar, bu şekilde devam edegelmiştir.
İmâm, teşehhüd
(ettehıyyâtü lillâhi...) den sonra salevât dualarını okur. Ancak, îmâm cemâate bıkkınlık verirse, bu
takdirde, salevât dualarını terkedebilir.
Terâvihde, (Ramazan
boyunca) bir kere hatm-i şerif sünnettir ve
yirmiyedinci gecede hatmi tamamlamak efdaldir.
Çünkü Ramazanın yirmiyedinci gecesinin Kadir Gecesi olduğuna dâir pek çok
haberler vardır. Hafız olan imânı, cemâatin tenbelliğinden dolayı bu namazda
yapacağı hatm-i şerifi terketmez.
«El-İhtiyâr» sahibi
demiştir ki; «Bizim zamanımızda efdal olan, cemâate ağır gelmiyecek kadar
okumaktır.»
Bîr kimsenin, Yatsı
Namazını yalnız edâ edip Teravihi imâm ile kılması caizdir. Eğer bir kimse
farzda cemâati terk ederek kumaşa, Te-râvîhi cemâat ile kılması caiz olmaz. Eğer
cemâat Teravihi imâmla kıl-masa bile, Vitr Namazını imâmla kılabilirler.
Ramazanın dışında, Vitr Namazı
cemâat ile kılınmaz. BU'icmâ caiz değildir.
Ramazanda kılınan Terâvîhden başka, cemâat ile tatav-vu' (nafile) da kılınmaz
Şemsü'I-Eimme el Kerderî (Rh.A.) den rivayet edilmiştir ki, cemâat ile tatavvu'
namazı, şayet cemâat birbirlerini da'vet ederlerse mekruhtur.
Fakat bir kimse bir kimseye iktidâ eder veya iki kimse bir kimseye uyarsa,
mekruh olmaz. Eğer bir kimseye üç kişi uyarsa, onda ihtilâf vardır. Eğer dört
kişi bir kimseye uyarsa, ittifakla mekruh olur. Kâfide böyle zikredilmiştir.
Ma'lûm olsun ki,
ibâdeti özürsüz bozmak haramdır. Çünkü Yüce Allah (C.C.) : «Amellerinizi
bozmayınız.»
buyurmuştur. Şüphesiz, tamamlamak için bozmak ma'-nen ikmâldir. Böyle olunca
caiz olur. Mescidi
tamir etmek için bozmak ve Cuma Namazı
için Öğle Namazım bozmak gibi.
Cemâat ile edâ edilen
namazın, tek başına edâ edilen namaza üstünlüğü vardır. Şu halde yâlnız kılınan
namazın bozulması cemâatin faziletini kazanmak için caiz olur. Bu söylenen söz
anlaşıldıysa, bilinsin ki; bir kimse yalnız namaza başladığı zaman, şayet o
farizayı kılmaya imâm başlamış ise ,
yalnız kılan kimse, o farizayı (farz namazı) keser. Eğer birinci rek'at için
secdeye varmış ise, imâma uyar. Musallî'nin bu durumda namazını terk ederek
imâma uyması tamamlamak için yapılan bozmadır. Eğer birinci rek'at için secde
ettiyse namazı kesmez. Çünkü birinci rek'at için secde, tamamlamak için olan
bozmaya manîdir. Namaza başlayan, birinci rek'at için olan secdeyi, dört
rek'atlı namazın gayrında yapsa, başladığı namazı keser; eğer kes-meyip diğer
rek'atı da kılsa, iki rek'atlı namazını tamâmlar. Ekser (çok) üçlüde bulunur ve
ekser için kül hükmü vardır. Şu halde ekserin üçlüde bulunmasında, bitirme
şüphesi vardır. Bitirmenin hakikati ise, bozmaya ihtimâl vermez. Keza bitirmenin
şüphesi de bozmaya ihtimâl vermez.
Ya da namaza başlayan
kimse, dörtlü namazda, birinci rek'atta secdeyi yapsa, yine kesebilir. Lâkin o
başlayan, iki rek'at nafile olsun diye diğer bir rek'at daha ekler. Ondan sonra
keser. Kesmesiyle cemâatin faziletini kazanır.
Eğer namaza başlayan
kimse, dörtlüden üç rek'atı kılmış olsa, onu tamamlar. Yâni o üç rek'ata diğer
bir rek'at katıp tamâm eder. Çünkü başladığı namazın çoğunu edâ etmiştir.
Çoğunluk için tüm hükmü vardır. Şu halde, bozmaya ihtimâl yoktur. Nitekim daha
önce geçti. Bundan sonra, nafile kılıcı olduğu halde imâma uyar. Ancak İkindi
Namazında uymaz. Çünkü İkindiden sonra nafile mekruhtur.
Nafile namaza başlayan
musallî, namazını kesmez. Çünkü bu sû rette kesmek, ikmâl için değildir.
İmâm, Öğle Namazını
kılmaya kalktığı zaman, öğle Namazının sünnetlerine başlayan musallînin, sünneti
kesmesinde ihtilâf edilmiştir. Hatib hutbeye başladığı zaman Curna'nın
sünnetinde de ihtilâf edilmiştir. Bir kavle göre; «İki rek'atm başında keser.»
Çünkü başlayan kimsenin başladığı Öğle Namazının ve Cuma'nın sünnetleri, sünnet
olmak bakımından nafilelerdir. Bu söz, Ebû Yûsuf dan rivayet edilmiştir. Bir
kavle göre; «Başlayan, o başladığı sünneti dörde tamâm eder.
Çünkü o sünnetler bir
tek namaz hükmündedir. Burada kesmek, tamamlamak için değildir. Öğle Namazı
bunun hilafıdır. Çünkü namaza başlayan kimse Öğle Namazına başlamış olsa, onun
kesilmesi ikmâl için olur.»
Ezan okunan bir
mescidde bulunan kimsenin, orada namaz kılmadıkça çıkması caiz değildir. Ancak
bir başka cemâatin işini düzenleyen kimse - ki o cemâatin müezzini veya imamıdır
- veya ayrı kalan ya da az kalan bir cemâatin işi ile görevli bulunan kimse
olursa o kimsenin ezan okunan mescidde namazını kılmadan çıkması caiz olur.
Nihâye'de
zikredilmiştir ki: Eğer o ezan okunan mescidden çıkan kimse, namazı kabilesi
mescidinde cemâat ile kılmak için çıkarsa, ister diğer cemâate müezzin veya
imâm olsun ve isterse olmasın, mutlaka (katiyyetle) onun çıkmasında mahzur
yoktur.
Bir defa Öğle ve İkindi
Namazlarını, yâni vaktin farzmı kılan kimsenin ezan okunduktan sonra mescidden
çıkmasında da beis yoktur. Çünkü Allah' (C.C.) in da'vetçisine (müezzine) bir
defa icabet etmiştir. İkinci defasında icabeti terketmesi zarar vermez.
Yine namaza ikâmet
esnasında mescidden bir kimsenin çıkması caiz olmaz. Çünkü çıkarsa, cemâate açık
muhalefet ile, itham olunur.^ O kimse hakkında ehl-i sünnet arkasında namazı
caiz görmediği sa-nılabilir. Ancak, diğer bir cemâatin mukîmi olan görevli
kimsenin çıkmasında mahzur yoktur.
Sabah, İkindi ve Akşam
namazını bir kere vaktinde kılan kimsenin ikâmetten sonra, çıkmasında da, mukîm
gibi mahzur yoktur. Çünkü Sabah Namazından sonra, gün doğuncaya kadar ve
İkindiden sonra güneşin batma vaktine kadar, nafile kılmak mekruhtur. Akşam
Namazından sonra üç rek'at nafile meşru değildir.
İkâmetten önce, öğle
Namazını ve Yatsı Namazını yalnız kılan kimsenin, ikâmet olunan mescidden
çıkması caiz olmaz. Çünkü Öğle ile Yatsıdan sonra nafile namaz kılınabilir!
Sabah Namazında
cemâatin fevt olmasından korkan kimse, sünnetini terkedip imâma uyar. Çünkü
cemâatin sevabı daha büyüktür. Ve terkinde vaîd (tehdid) elzemdir. Şu halde,
cemâatin faziletini kazanmak evlâdır.
Sabah Namazından bir
rek'ata yetişebilen kimse, sünneti kılar. Yânî Sabah Namazının farzından bir
rek'atın idrâkine hâzır olan kimse, her ne kadar ondan birinci rek'at geçip
gitse de, sünnetini kılar. Sabah Namazının sünnetini kaza etmez. Sünnetini farz
ile beraber geçirdiği vakitte ancak farza tebaan kaza eder. O Sabah Namazının
sünnetini cemâat ile beraber, veya tek başına kaza eder. Kaza vacibe mahsûs
olduğu için, sünnette kıyâs olan kaza edilmemektir. Lâkin zevalden önce farz ile
beraber kazasına dâir hadîs vardır. O rivayet edilen hadîs şudur:
«Resûlüllah (S.A.V.),
ta'rîs gecesinin
sabahı, sünneti farz ile beraber güneş yükseldikten sonra kaza etti. Gerisi aslı
üzere bakî kaldı.»
Zevalden sonra
kazasında, ulemanın ihtilâfı vardır. Fakat, şayet sünnet, farzsız fevt olsa,
İmâm A'zam (Rh.A.) ile tmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, kazası lâzım gelmez. İmâm
Muhammed (Rh.A.); Zevale kadar kaza edilmesi daha'iyidir» demiştir. Sabahdan
sonra nafile mekruh olduğu için, güneşin doğmasından önce bil'icmâ kaza
edilmez.
Kazaya kalan Öğle
Namazının sünneti, mutlaka terk edilir. Musallî gerek Öğle Namazından bir
rek'ate yetişsin, gerekse yetişmesin müsavidir. Çünkü Öğle Namazının sünnetinin
fazileti, Sabah Namazının sünneti gibi değildir. Hattâ Fukahâ : Eğer bir âlim o
hususta fetva mercii olsaydı, diğer sünnetleri terk eder, sâdece Sabah
Namazının sünnetini terk etmezdi.»
demişlerdir. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.
öğle Namazının ilk
sünnetim terk eden musallî, onu farzından sonra gelen iki rek'at sünnetinden
Önce kaza eder. Bu, İmâm Ebû Yûsuf {Rh.A.) a göredir. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e
göre, farzdan sonraki iki rek'atten sonra kaza eder. Sadru'ş-Şehîd (Rh.A.) bu
ihtilâfı aksine nakle t m iştir.
Sünnetlerden, Sabah ile
Öğlenin sünnetlerinden başkası kaza edilmez. Çünkü diğer sünnetler vakitten
sonra - yalnız sünnet - icmâen kaza edilmez.
Farza tebaiyetle diğer
sünnetlerin kaza edilmesinde ihtilâf edilmiştir. E sah kavle göre, onlar kaza.
edilmez.
Hulâsa'da denilmiştir
ki: Bir kimse Sabah Namazının sünnetini veya Öğleden önce dört rek'at sünneti
kılsa, ondan sonra alış-verişle veya yemek ile meşgul olsa, o kimse sünneti
iade eder. Fakat bir lokma yemekle veya içmekle sünnet bâtıl olmaz. Bir kavle
göre; «Zahir olan şudur ki, Musallî o sünnetleri iade etmez.»
Beş Vakit Namazın
sünnetlerini bir kimse terk eder de eğer hak görmezse kâfir olur. Eğer hak
görürse, terkinden dolayı günahkâr olur. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.
Öğle, İkindi ve Yatsı
Namazı gibi, dört rek'at olan namazların bir ıek'atma yetişen kimse, cemâatin
faziletine yetişmiştir. Fakat o kimse, o namazı cemâat ile kılmış sayılmaz. Üç
rek'ata yetişen kimse ile lâhık-da ihtilâf edilmiştir. Yâni bir kimse, o dört
rek'atlı olan namazlardan bir rek'atma yetişse (o namaza) onlar ile beraber
iştirak etmiş olduğundan cemâatin faziletine yetişmiş olur, fakat o kimse o
namazı cemâat ile kılmış olmaz. Çünkü rek'atinin çoğunu kaçırmıştır. Bundan
dolayı, eğer o musallî : Ben Öğle
Namazını imâm ile beraber kılmam, diye
yemin etse, eğer üç rek'ate yetişmemiş ise, yemininde hânis
olmaz. Çünkü yemininde hânis olmasının şartı, tmâm ile beraber Öğle Namazımı
kılmasıdır. Halbuki üç rek'atı imâmdan ayn kılmıştır. Eğer üç rek'-ata yetişip
bir rek'atı kaçırsa, cevâbın zahirine göre, o kimse yemininde hânis olmazdı.
Çünkü yemin eden kimse, üzerinde yemin edilen şeyin bir kısmiyle yeminini bozmuş
olmaz. Lâhık bunun aksinedir. Çünkü lâ-hık olan kimse, hükmen imâmın ardındadır.
Bundan dolayı, kaçırdığı rek'atlan kılarken okumaz.
Şems'üf Eimme (Rh.A.)
demiştir ki: Şüphesiz lâhık, üç rek'ate yetişen gibi, yemininde hânis olur.
Çünkü ekseriyet için kül hükmü vardır, tmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan rivayet
edilmiştir ki: Lâhık da hâ-ııis olmaz. Ancak eğer imânım namazıyle kılarsam
derse, hânis olur. Kıyâs da budur. Fukahâ bu şekilde açıklamışlardır. Halbuki,
iki rek'-ata yetişen hakkında söz etmemişlerdir.
Ben derim ki: İki
rek'ata yetişen hakkında söz etmemelerinin sebebi şudur: Onun hükmü iki tarafın
hükmünden anlaşılır.
Çünkü bir rek'ate yetişen kimse, şayet cemâatin faziletine yetişse, iki rek'ate
yetişen kimsenin, cemâatin faziletine yetişmesi evlâ yoluyla
olur. Şayet üç rek'ate yetişen kimsenin cemâat ile namaz kılmasında ihtilâf
edilse, İki rek'ate yetişen kimsenin cemâat ile kılmaması evlâ yoluyla olur.
İmdi ötesini sen düşün!
Bir kimse vaktin
çıkmasından emin olsa, farzdan önce tatavvu talar. İmdi, bir kimse cemâati
kaçırıp tek başına farzı kılmak istediğinde; önce sünneti mi Jsılar? diye
sorusuna, Meşâyihimizin bazısı; «Sünneti kılmaz, çünkü sünnet, farzı cemâat ile
edâ ederse kılınır.» demiştir. Lâkin esah kavle göre, her ne kadar cemâati
kaçırdı ise de, sünneti kılar. Ancak, eğer vakti dar olursa, bu takdirde sünneti
kılmaz.
Bir kimse rükûda imâma uyup,
imâm rükudan başını kal dirin caya kadar dursa, yâni imâm rükûda iken uymaya
niyet ederek tekbir alıp İmâm rükûdan başını kaldınncaya kadar ayakta dursa, o
rek'atın rü* kûunda ortaklık bulunmadığı için, o kimse imâmın rek'atına
yetişmemiş sayılır. İmâmı kendisine lâhık olan rükû edici, bu muktedînin
aksidir. Yâni imâma uyan kimse, imamından önce rükû edip, imâm kendisine
kavuşuncaya kadar dursa, bir cüz'de ortaklık bulunduğu için caiz olur. İmâm
Züfer (Rh.A.) bunun aksi görüştedir.
Beş vaktin farzları ile
Vitrin arasında, edâen ve kazaen tertib farz-ı amelîdir. Yâni onun fevtiyle
(geçmesiyle) cevaz fevt olur. Nitekim daha önce tekrar tekrar geçmişti. Yâni beş
farz namazın (ve Vitrin), hepsinin vakti geçse, beş farz arasında tertibe
riâyet gerekir. Yine böylece beş farz namaz ile Vitr .arasında da tertibe riâyet
gerekir. Keza, bazısının vakti geçmiş olup bazısı vaktinde olursa, tertibi
gözetmek gerekir. Şu halde, vakti geçmiş namaz, vaktiyyeden önce
kaza edilir.
îmâmeyn'e göre, farzlar
ile Vitr arasında tertib yoktur. Çünkü Vitr namazı, İmâmeyn'e göre, sünnettir ve
farzlar ile sünnet arasında tertîb yoktur. Farzlar arasında tertibin lâzım
olmasında asıl olan Resûlüllah (S.A.V.) 'in şu kavli şerifidir.
«Bir kimse namazdan
gafil olup uyuşa veya onu unutsa, hatırına ancak imâm ile namaz kılarken gelse,
evvelâ, içinde bulunduğu namazı kılıp
ondan sonra hatırına gelen namazı kaza etsin. Sonra imâm ile kıldığı namazı iade
etsin.»
Hidâyc sarihleri: «Bu
hadîs-î şerif, haber-i meşhurdur.» demişlerdir. Âlimler bu hadîs-i şerifi*
kabul edip almışlardır. Farz-ı amelî bununla sabit olmuştur. Nitekim muhâzâtda
vârid olan hadîs-i şerif gibi.
Tertib sahibi olan
kimse, farzlardan beş farz namazı - bu, yukarıda geçen «farzlar arasında tertib
farzdır» sözüne istinaden çıkarılmış bir hükümdür - vakti geçen bir farz namazı
hatırlayarak kılsa, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, o kıldığı beş farz, mevkûfen
fâsid olur.
îmâmeyn'e göre,
tevakkufsuz fâsid olur. Lâkin İmâm Ebû
Yûsuf (Rh.A.) a göre, farziyyetin vasfı fâsid olur.
İmâm Muhammed' (Rh.A.)
e göre, namazın aslı fâsid olur.
Eğer altıncı farzı edâ
ederse, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, farziyyetin vasfıyle beraber, altısı
(hepsi) da sahîh olur. Eğer o vakti geçen namazı, altıncı farzdan önce kaza
ederse, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, beşinin de farzıyyeti bâtıl olup, nafile
olur. Nitekim Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, altıncının kazasından önce nafile olduğu
gibi. İmâmeyn'e göre sebeb şudur : Şüphesiz beş namaz, azı ile beraber tertîbsiz
edâ edilmekle fâsid olur. Bu durumda, sahihe dönüşmez. Altıncı ile hâsıl olan
çokluk ise, altıncıda tesir eder ve altıncıdan sonrasında ancak ikisi ittifâken
sahîh olurlar. Yoksa geçen beşde sahîh olmazlar. Nitekim, öğretilmiş (muallem)
köpek üç kere, avı yemeyi terk etse, üçden sonra olan avın helâl olması sabit
olur. Üçde sabit olmaz.
Beş namazın fâsid
olduğunu söyleyen İmâm A'zam' (Rh.A.) m gösterdiği sebeb; altıdan aşağısında
tertibin vâcıb olması düşüncesidir. Tevakkufu
kabul etmesindeki sebeb; şüphesiz tertibin vâcib olması çokta (altıda) değil,
azda (altıdan aşağıda) olmasından dolayıdır. Altıncı farzı edâ etmek muhtemel
olunca, vakti geçen namaz (fâite) çokluğa ulaşır ve tertîb gözetilmez. Bu
surette beş namaz sahîh olur. Altıncı farzdan önce vakti geçeni kaza etmekle
azı baki kalır. Bu takdirde tertibe riâyet edilir. İmdi, kesinlikle fâsid olmak
ihtimalinden dolayı fesâd ile cezm (kesinlik) sahîh olmaz.
Bununla beraber
tertibin düşmesi için gerekli olan çokluk diğer müstenidler gibi evveline istinâd ettiği halde altı vaktin yekûnu ile
kâimdir. Ve o kimse adetâ, tertibin düşmesi halinde beş vakit farz namazı
kılmış gibidir. Bu durumda, o beş vakit namaz sahih olur.
İmâm A'zam (Rh.A.) ile
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, asıl bâtıl olmaz. Çünkü asla mahsûs olan vasfın
bâtıl olması, asim bâtıl olmasını gerektirmez. Nitekim fakîr olan kimsenin oruç
keffâreti, o kimse zenginleştiğinde keffâretin vâki olmayıp, bilâkis nafile
olması gibi.
Vitr Namazını
kılmadığım hatırlayan musallînin Sabah Namazını kılması caiz değildir. Bu
musannifin (farzlarla Vitr arası) sözüne göre çıkarılmış bir hükümdür. İmâmeyn
buna muhalif görüştedirler. Zira; İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, Vitr vâcibdir.
İmâmeyn'e göre ise, sünnettir.
Tertîb, altı farzın
vaktinin geçmesiyle (fevtiyle) düşer. Çünkü bu takdirde, çokluk haddine ulaşmış
olur. Altıncı farzın vaktinin çıkmasıy-le düşer. Hattâ farzlardan biri
tekrarlanmış olur, farzların kendi aralarında ve kendileriyle diğer vaktiyyât
arasında tertib, vâcib olan tertibin düşmesiyle, tahfif için sebeb olmaya
elverişli olur. Bu tahfif sebebinde asıl olan bayılmak suretiyle olan kazadır.
Şüphesiz, Hz. Ali (R.A.), bir gün bir geceden daha az baygın kalmış, ayılmca,
namazları kaza ettiği sabit olmuştur. Anımar bin Yâsir (R.A.) de bir gün bir
gece baygm kalmış. O da namazları kaza etmiştir. Yine Abdullah bin Abbâs (R.A.)
bir gün bir geceden daha fazla baygın dalmış, fakat O onları kaza etmemiştir.
Bu, şüphesiz tekrarın tahfîfde muteber olduğuna delâlet eder.
Tertîb, vaktin dar
olmasıyle düşer. Eğer
o dar vakitte, vakti geçenlerden bazısı için, vaktiyye ile beraber kılınacak
kadar genişlik varsa, genişlik miktârınca vakti geçenler vaktiyye ile beraber
kılınır. Nitekim Yatsı ve Vitr Namazının vakti geçse de fecr vaktinden güneşin
doğmasına kadar ancak beş rek'at namaz kılınacak kadar vakit kalsa, İmâm A'zam'
(Rh.A.) a göre, Vitr Namazı kaza edilir ve Sabah Namazı edâ edilir. Yine, eğer
Öğle ve İkindi Namazının vakti geçse, Akşam Namazı vaktinden ancak yedi rek'at
namaz kılınacak kadar vakit kalsa, Öğle Namazı ile Akşam Namazı kılınır.
Tertîb unutmakla da
düşer. Musallî Yatsı Namazı ile sünneti iade eder, Vitri iade etmez. Yatsı
Namazını abdestsiz, Sünnetle Vitri abdest ile kıldığını anlıyan kimse, yâni
vakit içinde Yatsı Namazını abdestsiz ve sünneti ile beraber Vitri abdest ile
kıldığını hatırlayan kimse, Yatsı Namazı ile Sünneti iade eder. Çünkü Farzdan
önce Sünnetin kazası, abdest ile edâ edilmiş olmasına rağmen, sahih olmaz.
Çünkü, Sünnet Farza tâbidir. Vitr Namazı
ise, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, müstakil namazdır. Öyleyse, edası sahîh olur.
Çünkü Vitr Namazı ile Yatsı Namazı arasında tertîb farzdır. Lâkin musallî,
Vitri ve Yatsıyı abdest ile kıldı zannıyle eda etmiştir» Yatsı Namazının
üzerinde olduğunu unutmuştur. Şu halde tertîb düşmüştür. İmâmeyn'e göre musallî
Vitri de Yatsı gibi kaza eder. Çünkü, îmâmeyn'e göre, Vitr Sünnettir.
Yine tertîb, mu'teber zan
ile de düşer. Zira musallî Sabah Namazını terk ettiğini hatırlayarak, Öğle
Namazını kılsa, Öğle Namazı fâ-sid olur. Şayet Sabah Namazını kaza edip Öğle
Namazını hatırlayarak İkindi Namazını kılsa, İkindi Namazı caiz olur.
Bu, «mu'teber zan ile»
sözüne dayanılarak çıkarılmış bir hükümdür. Zira, musallî Sabah Namazım terk
ettiğini hatırladığı halde Öğle Namazını kılsa, Öğle Namazı fâsid olur. Bu
durumda Sabah Namazını kaza edip Öğle Namazını hatırladığı halde İkindi'
Namazım kıîsa, İkindi Namazı caiz olur. Çünkü musallînin İkindi Namazını edası
hâlinde, zannına göre, üzerinde vakti geçmiş namaz yoktur. Bu ise mu'teber
zandır. Çünkü onda ictihâd edilmiştir.
Zeylaî (Rh.A.) böyle zikretmiştir.
Sonradan hâsıl olan
fâite ve eskiden kalan fâite, bir kimsede top-lansa, yeni vakti geçen namaz onun
hatırına gelmesiyle, vaktiyyenin edası caiz olur. Ve çokluğun azlık üzerine
dönmesiyle tertîb geri dönmez. Meselâ, bir ayın namazını terk eden kimsenin
vaktinde kıldığı farz namazı, tertîb düşünce sahîh olur. Bu, «Sonradan hâsıl
olan fâite ve eskiden kalan fâite, bir kimsede toplansa» sözüne dayanılarak
çıkarılmış bir hükümdür.
Yine o kimse vaktiyye
olanların edasına başlayıp bir farzı terk etse, bir ayın vakti geçen namazları
eski olur, eski namazlar tertibi düşürür.
O kimse bir farzı terk
etse, onu hatırlar hatırlamaz bir vaktiyyeyi edâ etmek caiz olur.
Bir ayın namazını kaza
eden kimsenin, farz-ı vaktîsi sahîh olur. Ancak o, bir ayın namazının birini
veya ikisini kaza etmezse, tertîb geri dönmez. Bu, «bir ayın namazım terk»
sözüne matuftur ve «tertîb avdet etmez.» sözüne dayanılarak çıkarılmış bir
hükümdür (tefridir). Öyleyse, vaktiyyenin edası sahîh olur. Bazı Meşâyihden
rivayet edilmiştir ki, eğer azlık, çoklukdan sonra olursa, namaza önem
verilmediğinden onu zorlamak için tertîb jgeri döner.
Birinci kavi,
Şems'ül-Eimme' (Rh.A.) nin ve Fahr'ul-İslâm' (Rh.A.) ro kabul ettikleridir. Ebû
Hafs el-Kebir (Rh.A.); fetva bunun üzerinedir, demiştir.
Şayet vakti geçen
namazlar çok olursa, kazâsıyle meşgul olduğu zaman Öğlenin ve İkindinin ve bu
ikisine benzeyenin ta'yinine ihtiyâcı olur. Falan günün Öğle Namazı diye niyet
eder. Çünkü zimmetinde olan iki Öğle Namazının toplanmasında, ikisinden biri
teayyün etmez. Vaktin ihtilâfı, sebebin ihtilâfı gibidir. Öyleyse, bir kimse,
kendisine işin kolay olmasını isterse, üzerinde olan Öğle Namazının ilkine niyet eder veya üzerinde
olan Öğle Namazının sonuncusuna niyet eder. Şayet ilk Öğle Namazına niyet edip
onu takibeden Öğle Namazını kılsa ilk olur. Yine Şöylece üzerinde olan son Öğle
Namazına niyet edip ondan önce olanı kılsa sonuncu olur. Böylece ta'yin hâsıl
olur.
Ramazan orucu da
böyledir. Yâni, namazda ta'yine muhtaç olduğu gibi, Ramazan'dan terk eylediği
oruçta da ta'yine muhtâc olur. Eğer bir kimsenin üzerinde olan kaza, iki
Ranıazan'a âid olsa, o kimse birinci Ramazan'dan veya ikinci Ramazan'dan
üzerinde olan orucun birincisine niyet eder veya birinci Ramazan'dan yada ikinci
Ramazan'dan üzerinde olan orucun sonuncusuna niyet eder. Eğer iki Ramazan'dan
olmazsa, ta'yine hacet olmaz. Hattâ bir kimsenin üzerinde, bir Ramazan'dan iki
gün oruç kazası olsa, bir gününü kaza edip ta'yin etmese, caiz olur. Çünkü
oruçta sebeb birdir. O da Ramazan ayıdır. Ve oruç tutanın üzerine vâcib olan,
sayıyı tamamlamaktır.
Namazda sebeb
niuhtelifdir. O da vakittir. Sebebin ihtilâfiyle vâcib de muhtelif olur.
Öyleyse, ta'yin lâzımdır. Hulâsa'da böyle zikredilmiştir.
Nisâb'da ve
Mecma'ul-Fetâvâ'da denmişdir ki: Şayet bir kimse vakti geçen namazı kaza etse,
uygun olan o vakti geçen namazı, insanların bilmemeleri için mescidde
değil.evinde kaza etmesidir. Çünkü namazı vaktinden sonraya bırakmak
ma'siyyettir. Şu halde, kendinden başkasının o suçu öğrenmesi doğru değildir.
Hulâsa'da zikredilmiştir ki:
Bir adam sıhhatli iken pek çok namazın vaktini geçirip sonra bir hastalığa
yakalansa; abdest o hastalığa zarar verdiği için teyemmüm etse; rükû ile sücûda
kadir olmadığından imâ ile kılsa, vakti geçen namazlarını da hastalığı hâlinde
bu şekilde edâ etse, caiz olur. Eğer sıhhat bulup kazaya kadir olursa, kaza
düşer.
Şayet musallîye, namaza
başlamadan önce veya namaz içinde kıyam zor gelse veya hastalığın artmasında
korksa veya kıyam sebebiyle hastalığın iyileşmesinin gecikmesinden ya da
başdönmesinden korksa veya kıyamda şiddetli ağrı bulsa, o namaz kılan kimse,
bağdaş kurup veya
başka şekilde dilediği gibi oturur. Rükû
ve sücûd ile, oturarak, namazı kılar. Eğer ayakta durduğu halde tekbîre veya
kıraatin bir kısmına kadir olursa, şüphesiz kıyâml ile emrolunur. Şems'ül-Eimme
(Rh.A.); «Sahîh görüş budur.» demiştir. Eğer kıyamı özürsüz terk ederse,
namazının caiz olmamasından korkulur.
Eğer hastaya rükû ile
sücûd zor gelip kıyam zor gelmezse, oturduğu halde imâ eder. Oturduğu halde
olan imâ, ayakta durduğu halde olan imâdan efdaldir. Lâkin sücûdunun imâsını
rükûunun imâsından daha alçak yapar. Çünkü imâ, rükû ile sücûdun yerine geçer.
Bu durumda imâ onların hükmünü alır.
Üzerine secde etmek
için yüzüne bir şey yükseltmek, başını alçalt-madıkca caiz olmaz. Çünkü
Resûlullâh (S.A.V.) ziyaret için bir hastanın yanına girdiğinde ona:
«Eğer sen yer üzerine
secdeye kadir isen secde et ve eğer değil isen imâ et.»
buyurmuştur.
Eğer secde etmek için
bir şey yükseltip başını o yüksek olan şeyin üzerine eğip secde ederse veya
hacmi bulunmayan ve alnı onda karar kılmayan bir şey üzerine secde ederse, imâ
bulunduğu için caiz olur.
Eğer o şeyin hacmi olup
alnı ona dayanırsa, îma bulunmadığı için, caiz olmaz.
Eğer hastaya oturmak da
zor gelirse, sırtı üzerine yattığı halde imâ eder. İki ayaklarını kıble tarafına
yöneltir.
ÇünkÛ Resûlullâh (S.A.V.) şöyle buyurmuştur.
«Hasta olan kimse gücü
yeterse, namazı ayakta kılar ve eğer gücü yetmezse, oturur halde kılar. Eğer
oturmaya da kadir değil ise, başıyla imâ ederek kılar. Eğer buna da kadir
değilse, Yüce Allah (C.C.) o kimsenin Özrünü kabule ehaktır.»
Uygun olanı, oturmaya
benzer durup ve imâ mümkün olması için başının altına yastık gibi bir şey
konulmasıdır. Çünkü sırtüstü yatmanın gerçek durumu sıhhatli olan kimseden
imâyı meneder. Şu halde zikrettiğimiz
husus hasta için nasıl mümkün olur?
Kâfî'de böyle zikredilmiştir.
Eğer hastaya imâ da zor
gelirse, namazı sonraya bırakır. Bu
sözde, namazın düşmemiş olduğuna işaret vardır.
Hastanın, ikî gözleri, iki kaşları ve kalbi ile
imâ etmesi caiz değildir. Bu da, bizim rivayet ettiğimiz, hakkında nass bulunan
imânın baş üe olduğu; iki göz, iki kaş ve kalb ile olmadığı sebepledir. Bu
hususta îmânı Züfer (Rh.A.) muhaliftir.
Namaz içinde hastalığa
yakalanan musallî, gücü yettiğiyle tamâm eder. Yâni, sağlıklı olan musallî
namazın bazısını kılıp, ondan sonra hastalık görürse, oturduğu halde rükû ve
sücûd ile veya imâ ile tamamlar. Eğer rükû ve sücûda kadir olmazsa, sırtı
üzerine yatıp imâ ile tamâm eder. Çünkü bu, alçağı yüksek üzerine bina
etmektir. Namazı imâ ile kılanın, sağlama uyabilmesi gibi. Kıyamdan âciz olan
kimse, oturduğu halde, namazı rükû ve sücûd üe kılarken o namazda sıhhatine
ka-vuşsa, ayakta olduğu halde bina eder. Çünkü bina iktidâ gibidir. Ayakta
durabilenin oturana iktidâsı- caizdir. Yine böylece, yalnız kılan kimsenin,
namazının- sonunu evveline bina etmesi caiz. olur.
Namazı imâ ile kılan
hasta, namazında sıhhatine kavuşsa, bina etmez. Bilâkis yeniden başlar. Çünkü
rükû eden ile secde edenin imâ ile kılana iktidâsı caiz değildir. Yine, tek
başına imâ ile kılan kimse, namazında sıhhatine kavuşursa, imâ âle binası caiz
olmaz.
Namazı, tatavvuan
(nafile olarak) kılan kimsenin sopa veya duvar gibi bir şeye dayanması caizdir.
Ya da
namazda yorulmaktan dolayı oturup kılması caiz olur. Çünkü yorulmak özürdür.
Burada iki mesele meydana gelir : Biri dayanmak meselesi, diğeri oturmak
meselesidir.
Her biri iki çeşittir :
Özürlü ve özürsüz. Fakat dayanmak özür ile olursa, icmâen mekruh olmaz. Özürsüz
olursa, İmâm A'zara' (Rh.A.) a göre, yine caizdir.
îmâmcyn'e gİ>re, mekruh olur.
Yorulmaktan dolayı
oturmak ise, eğer özürle olursa mekruh olmaz ve özürsüz olursa caizdir. Halbuki
İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, mek-rûhdur ve İmâmeyn'e göre, caiz değildir.
Bir kimse bir gün bir
gece deli olsa veya bayılsa beş vaktin namazını kaza eder.
Eğer beş vaktin üzerine
bir vakit namaz daha ziyâde olsa, kaza etmez. Esah olan budur.
Bunun sebebi Vakti
geçen namazların (kazası babında) zikrettiğimiz; Hz. Ali' (R.A,) in bir gün bir
geceden az baygın kalıp beşini de kaza etmesi, Ammâr bin Yâsir' (R.A.) in bir
gün bir gece baygın kalıp, .beşini de kaza etmesi, Abdullah bin Abbâs' (R.A.) in
bir gün bir geceden çok baygın kalıp, O'nun da kaza etmemiş olmasıdır. Bunlar
gösteriyor ki, vaktin tekrarı ile çokluk lâzım gelmediği için, tahfîfde tekrar
muteberdir. Delilik de - Ebû Süleyman' (Rh.A.) m
rivayetine görebayılma gibidir. Sahih kavi budur. Yoksa îmânı Ebû Yûsuf (Rh.A.)
dan, muteber olan ziyâde, saatler yönünden yâni zamanlar yönünden ziyâdedir.
Ehl-i nücûmun ,bildiği ziyâde değildir,
dîye nakledilen söz, sahih bir söz değildir.
Bir kimsenin, banotıı
yemekle veya içki içmekle aklı gitse, her
ne kadar aklın zail olması uzasa da, o kimseye kaza lâzım gelir. Çünkü kazanın
düşmesi, eser (hadîs) ile bilinir. Şayet semavî bir âfetle meydana gelmiş olsa,
kendi fiiliyle meydana gelen, semavî âfet ile olanın üzerine kıyâs edilmez.
Bir kimsenin iki elleri
dirseklerinden ve iki ayakları topuklarından kesilse, o kimsenin namaz kılması
gerekmez. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.
Bir kavle göre :
Eğer o kimse, kendisine abdest aldırmak için birini bulup kendi emri ile yüzünü
ve kesilen yerlerini yıkar, başına mesh ediverirse, o kimse oturduğu halde rükû
ve sücûd ile namazı kılar. Eğer abdestine yardım eden bir kimse bulamazsa
yüzünü ve başını suya sokar veya yüzünü ve kesilen yerlerini duvara sürer (sanki
teyemmüm ediyormuş gibi yapar) ve namazı kılar, Tatârhâniyye'de böyle
zikredilmiştir.
Müsâfir (seferi)
için namazın kasrı
(kısaltılması) caiz olan her
yer - o yer müsâfirin
ma'mûr olan ikametgâhının hâricidir - gerek mü-sâfirin oturduğu o yer şehir
olsun ve gerekse köy olsun, orada müsâfir için ve müsâfirden başkası için
hayvan üzerinde tatavvu' namazı imâ ile caiz olur. Hayvan, hangi yöne yönelirse,
yâni hayvan gerek Kıbleye yönelsin gerekse yönelmesin ; her
ne kadar özürsüz olsa da yâni özür olmadığı takdirde de nafile caiz olur.
Farzlar da özüre mebnî
(hayvan üzerinde) caiz olur. Kâdîhân (Rh.A.) demiştir ki: «Şayet bir kimse
hayvan üzerinde özür ile namazı kılsa, eğer o hayvanı durdurmaya kadir olamazsa,
o hayvan üzerinde namazı imâ ile kılmak, hayvan yürüse de, caiz olur. Eğer
musallî hayvanı durdurmaya kadir olursa, yürümesiyle yer değiştiği için, caiz
olmaz.»
Künyede denilmiştir ki:
«Eğer hayvan üzerinde iken hayvanı yü-rütse, o kimse için farz ve nafile caiz
değildir.»
Özür; (musallînin)
hayvanından indiği zaman, kendisine veya hayvanına yırtıcı hayvanlardan veya yol
kesicilerden zarar gelmesinden korkması dır. Veya yere indiğinde, çamurdan, kuru
bir yer bulanıama-sıdır veya ihtivarhkdan veya mizacının za"tından veya bunların
benzeri bir engelden dolayı âciz olmasıdır. Yine hayvan serkeş olduğu için,
indiğinde, yardımcısız binmeye gücü yetmemesi de özürdür. Ya da sahrada yüklü
deve üzerinde olup, kafile de yürümekde ise, o binen kimse inmekle kendi
şahsından ve libâsından korkarsa, bu da Özürdür. Zahî-riyye'de böyle
zikredilmiştir.
İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre,
Vitr namazı için (musallî) hayvandan iner. İmâmeyn'e göre, diğer sünnetler
gibidir, inmez.
Gemide kılınan namazda
asıl olan, Resûlullâh (S.A.V.) den rivayet edilen hadîs-i şerif dir. Şöyleki:
Resûlullâh (S.A.V.),
Ca'fer bin Ebî TâUV (R.A.) i Habeşistan'a gönderdiği zaman, gemide namazı ayakta
kılmayı, ancak boğulmak korkusu olursa, oturarak kılmayı emretmişlerdir.
Suveyd bin Gafele'
(R.A.) den, şöyle dediği rivayet edilmiştir :
«Ben, Hz. Ebû Bekr
(R.A.) ve Hz. Ömer' (R.A.) e, gemide namazdan sordum. Bana : (Eğer gemi
yürürse, namazı otururken kıl ve eğer gemi durursa, ayakta iken kıl) dediler.»
Gemi, hangi tarafa
dönerse dönsün, musallî gemide Kıbleye
yönelir. İftitâh tekbiri sırasında ve namazda Kıbleye yönelir. Zİrâ orada
musallî için güçlük olmadan Kıbleye yönelmek mümkündür. Hayvan üzerinde olan
namaz böyle değildir, çünkü hayvan yürürken kıbleye yönelmek mümkün değildir.
Gemide ayakta durmaya
ve gemiden çıkmaya kadir olan kimse, gemide namazı otururken kılsa, o otururken
kıldığı namaz caizdir. Yâni kaza lâzım gelmez. Çünkü gemide gâlib olan aczdir ve
göz kararması-dır. Gâlib ise, hemen olmuş gibidir. Fakat musallî ayakta
kılmamakla efdali terk etmiş olur. Efdal olan, birincide gemide ayakta durmak ve
ikincide çıkmaktır.
Irmak (deniz) kenannda
bağlı olan gemide, oturarak namaz, bîl'-icmâ caiz değildir. Ancak musallînin
başı dönerse, oturarak kılmak caiz olur.
Bir gemi halkının,
diğer gemide olan imâma uyması, yer ayn olduğu için, caiz değildir. Ancak, eğer
iki gemi birbirlerine yakın (yaklaşık) olurlarsa, bu takdirde, .hükmen mekânın
birleşmesi sebebiyle caiz olur. îki ayrı hayvan üzerinde olan iki kimse için
durum böyle değildir. Yâni o ikisinden birinin diğerine uyması caiz değildir.
Muktedî, ırmak (deniz)
kenarında ve imâm gemide olsa veya muk-tedî gemide ve imâm ırmak (deniz)
kenarında olsa, eğer muktedî ile imâm arasında yol gibi veya nehirden bîr kısım
gibi iktidâya bir engel var ise, namaz caiz olmaz. Eğer engel yoksa, caiz olur.
Müsâfir (yolcu), ikâmet
ettiği yerin evlerim geçip giden kimsedir.
Yâni ikâmet ettiği
yerden çıkıp gidendir. Bu söz, beldeyi (şehri) ve köyü içine alır. Çünkü
yolculuk için köyünden çıkan, şehirden çıkan kimse gibi, mü safirdir. Şu halde,
bu ibare «beldenin evleri» sözünden daha güzeldir. Büyût'u (yâni evleri) t çoğul
sîğasıyle söylemenin sebebi, şayet onun önünde geçmediği bir ev kalsa, müsâfir
olamıyacağı içindir.
Müsâfir orta bir
yürüyüş ile gidilen bir mesafeye gitmeyi kasdedi-ci olduğu halde çıkıp gidendir.
Şu halde, bir kimse oturduğu yerin evlerinden ileri geçip yol almayı kasdetmese
veya yol almayı kasdedip evleri geçmese müsâfir (seferi) olmaz.
Orta bir yürüyüş
(seyr-i vasat) a gelince : Karada olan seyr-i vasat, devenin ve yaya yürüyen
kimsenin yürümesiyle; denizde olan seyr-i vasat, rüzgârın itidali ile; dağda
olan seyr-i vasat, o dağa uygun olan yürüyüş ile itibâr olunur.
(Bu seyr-i vasat ile
sefer) istirahatlar ile beraber üç gündür. Bizim âlimlerimizin, sefer müddetinin
en aşağısı üç gün ve üç günün gecelerinin mesiresi (mesafesi) dir, sözlerinin
mânâsı; üç gün üç gece esnasındaki istirahat ile beraber olan yürüyüştür. Çünkü
yolcu için dâima yürümek mümkün değildir. Zira, bazı vakitlerde yürür ve
bazısında' istirahat eder. Bazısında da yemek yer ve su içer. Muhît'-de böyle
zikredilmiştir. Geceler dinlenme vakitleri olduğu için Fıkıh Kitaplarının
bazılarında terk edilmiş ve bazılarında zikredilmiştir.
Âsî (isyankâr) de olsa, mü safi re yolculuğunda ruhsat
verilmiştir.
Bu yol kesen kimsenin,
ana - babasına âsî olanın, Hacca mahremsiz giden kadının ve efendisinden kaçan
kölenin yolculukları gibidir. İmâm Şâfü'
(Rh.A.) ye göre, zikredilen kimselerin yolculuğuna ruhsat fayda vermez.
Dörtlü olan farzın
kasrına ruhsat verilmiştir. Farz ile
kayda sebeb, Sünnetlerde kasr (kısaltma) olmadığındandır. Dörtlü (rubâî) kaydına
sebeb, Sabah Namazı ile Akşam Namazı hâriç kılınması içindir. Çünkü Hz. Âişe'
(R.Anhâ) dan şöyle rivayet edilmiştir :
«Namaz aslında iki
rek'at olarak farz kılındı. Nebi (S.A.V.) Medine'ye geldiği zaman, Akşam
Namazından başka her namaza misli kadar ekledi. Çünkü Akşam Namazı gündüzün
Vitridir. Bundan sonra hazarda
ziyâde edildi ve seferde ash üzere kaldı.»
Mü safir ikâmet ettiği
yere girinceye kadar dörtlü olan farz namaz-lan kasreder. Ya da müsâfir bir
şehirde veya bir köyde yarım ay
kadar veya yarım aydan daha çok ikâmete niyet edinceye kadar, namazı kasreder
(kısaltır).
Musannifin, şehir
(beled) ve köy (karye) ile kaydı, sahrada ikâmete niyet sahîh olmadığını
bildirmek içindir. Nitekim Hidâye sahibi Hi-dâye'de zikretmiştir.
Lâkin Kâfi sahibi şöyle
demiştir: Fukahâ dediler ki: Sahrada ikâmete niyetin sahîh olmaması, müsâfir üç
gün gidip sonra ondan başka ikâmete niyet ettiği vakittedir. Eğer üç gün
gitmedi ise, ondan başka (köy ve belde gibi) yerde ikâmete niyeti, sahrada da
olsa sahih olur.
Müsâfir, namazı
kasreder. Yâni eğer ikâmet müddeti yanm ay île takdir edilmiş olursa, yanm aydan
daha az zamanda ikâmete niyet sahîh olmaz. Bu durumda, müsâfir namazı yine kasr
eder.
Eğer müsâfir yarım
aydan daha az zamanda veya yanm ayda ikâmete niyet ederse, ancak Mekke ile Mina
gibi, iki ayn yerde niyet ederse^bu takdirde
şüphesiz müsâfir namazı kasreder. Çünkü o, mukîm olmaz. Fakat, şehre yakın olup
sakinleri üzerine Cum'a vacip (farz) olan köy ve o şehirden biri diğerine tâbi
olsa, bu takdirde ikâmete niyet ile (müsâfir) ikisinde de mukîm olur ve
ikisinden birine girmekle namazı tamam kılar. Çünkü ikisi de bir tek yer
gibidir. Tuh-fe'de böyle zikredilmiştir.
Ya da müsâfir bir şehre
girip ikâmete de niyet etmese, hatta ertesi günü veya ertesi günden sonra çıkma
azminde olsa ve bu azimde bir
kaç yıl o şehirde kalsa, zikredilen bu müsâfir namazı kasr eder.
Dâr-i harbe
giren bir asker, dâr-ı harbde yanm ay miktarı veya daha çok ikâmete niyet etse,
dâr-ı harbden bir kaleyi kuşatmış da olsalar, namazı kasr eder. Çünkü dâr-ı
harb ikâmet yeri değildir. Zira küf-fâr kalmak (karâr) ile kaçmak (firar)
arasındadır. Fakat bir kimse dâr-ı harbe emân ile
girse ve bir yerde ikâmete niyet etse, ikâmeti sahih olur. Hâniye'de böyle
zikredilmiştir.
Ya da o askerler bizim
yurdumuzda (dâr-ı İslâm) ikâmet yerinden başkasında ikâmete niyet etseler ve
bâğîler bu askerleri kuşatsalar, şüphesiz zikredilen gibi, namazı kasr ederler
ve ikâmetleri caiz olmaz.
Ehl-i ahbiye, (Çadır
halkı) bir yerde onbeş gün ikâmete niyet etseler, esah kavide müsâfir olmazlar,
Ahbiye, « h ı b â »
kelimesinin çoğuludur. Hıbâ, deve ve koyun tüyünden olan eve (çadıra) derler.
Araplar ve Türkler gibi ehl-i ahbiye-deh göçebe olanlar namazı kasr etmezler.
Musannifin: «esah»
sözü, onlar bir yerde onbeş gün ikâmete niyet etseler, ikâmetleri caiz olmaz,
bilâkis namazı kasr ederler. Çünkü ikâmet ancak şehirlerde ve köylerde sahîh
olur, denileni ayırt etmek içindir. Müftâ
bih olan
esah kavil İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan rivayet edilen şu sözdür: «Şüphesiz
çobanlar, şayet sahrada göç hâlinde olsalar, müsâîir olurlar. Ancak eğer bir
otlağa konup da orada onbeş gün ikâmete azmetseler, onların mukîmlerden
sayılmalarını müstah-sen
görürüm.»
Eğer müsâfir namazı
kasretmeyip dört rek'ati tamam eder, birinci ka'dede de teşehhüd miktarı oturur
ise, farzı tamâm olur. Çünkü onun farzı iki rek'attır. Birinci ka'de ona
farzdır. Bu durumda, birinci ka'-de bulunduğu zaman onun farzı tamâm olur ve
geri kalan iki rek'-at nafile olur. Fakat o müsâfir selâmı geciktirdiği için,
nafilede vâcib olan iftitâh tekbirini terk etmesi ve yine Allah' (C.C.) in
sadakasını kabul etmemek şüphesi sebebiyle isâet (edepsizlik) etmiş olur. Çünkü
bize göre kasr, iskât için ruhsattır. Onun hükmü; âmilin o ruhsatı kabul
etmeyip azimet etmesiyle günahkâr olmasıdır.
Farz tamâm oldııkdan
sonra, üzerine eklenen o iki rek'at nafiledir.
Eğer musallî birinci
ka'dede teşehhüd miktarı oturmamış ise, farzı bâtıl olur ve hepsi nafileye
dönüşür. Çünkü malûmdur ki, o müsâfir farzı yâni birinci ka'deyi terketmiştir.
Hasan bin Hayy' (Rh.A.)
dan rivayet edilmiştir ki: «Bir müsâfir dört rek'ata niyetle iftitâh tekbiri
alsa, iade eder. Hattâ son iki rek'at için iftitâh tekbiri alır.»
İmâm Eâzî (Rh.A.)
demiştir ,kî: «Bu bizim kanaatimizdir. Çünkü o müsâfir şayet dört rek'ata niyet
etse, şüphesiz farza muhalefet etmiş olur. Bu aynen Sabah Namazına dört rek'at
niyet etmiş gibidir. Eğer namaza iki rek'at niyet edip iftitâhdan sonra dört
yapsa, o namaz geçersiz olmuş olur. Öğle Namazına iftitâh edip ondan sonra
İkindiye niyet eden kimse gibi olur. Zahidi şeyhinde de böyle zikredilmiştir.»
Sünnetlerde ihtilâf
edilmiştir. Bir kavle göre; «Müsâfire efdal olan sünnetleri ruhsat cihetiyle
terk etmesidir.» Diğer bir kavle göre : «Allah' (C.C.) a yaklaşmak ve sevâb için
sünnetleri kılmasıdır.» Hinduvâ-nî (Rh.A.) demiştir ki: «Konaklama hâlinde kılıp
yolculuk (yürüyüş) hâlinde terk etmelidir.» Yine bîr kavle, göre : «Yalnız Sabah
Namazının sünnetini kılar.» Bir kavle göre de : «Akşam Namazının sünnetini de
Sabah Namazınınki gibi kılar.» Muhît'de böyle zikredilmiştir.
Bir müsâfir, bir mukîme
iktidâ etse, vakit içinde iktidâsi sahih olur ve o, başladığı namazı o iktidâ da
tamâm eder.
Çünkü müsâ-firin mukîme iktidâ kasdı, tekmilin vâcib olması hakkında ikâmete
niyet menzilesinde olur.
Müsâfir mukîme,
vakitten sonra sefer ile değişmiş olan farzda iktidâ etmez. Çünkü o, dörtlü
olan farzdır. Musannif, dörtlü (rübâî) kay-dıyle Sabah ve Akşam Namazını
ayırdetmiştir. Çünkü müsâfirin, o namazın ikisinde de mukîme iktidâsı vakit
içinde ve vakitten sonra sahih olur. Vakitten sonra sefer ile değişmiş olanda
iktidâsının sahîh olmamasına sebeb, farzı farz olmayan üzerine hükmen bina lâzım
geldiği içindir. Farzı, farz olmayan üzerine bina, eğer müsâfir, mukîme birinci
çiftte iktidâ etmiş ise ya ka'de hakkındadır - çünkü ka'de ona farzdır, İmâma
farz değildir - veya eğer ikinci çiftte iktidâ etmiş ise, kıraat hakkındadır.
Çünkü ikinci çiftte kıraat imâma nafile, muktediye farzdır. Bu meselenin
tahkikinin tamâmı Câmiu'I-Kebîr'in Telhis şer-hindedir.
Bunun aksi sahîhdir.
Yâni mukîmin, müsâfire iktidâsı vakitte ve vakitten sonra sahîhdir. Çünkü
mukîmin hâli, vakitte olan iktidâdan değişmiş olmaz. Zira mukîm, rriüsâfire
vakitte iktidâ ederse, bu ka'de hakkında, nafile, kılanın farz kılana iktidâsı
gibi olur. Şayet vakitten sonra iktidâ ederse, yine böyledir. Bundan sonra,
müsâfire iktidâ eden mukîm, şayet tamamlamaya kadir olursa, esah kavide kıraat
etmez. Çünkü o muktedî, namazının evveline imâm ile beraber yetişmesi
bakımlından lâhık gibidir ve farzın kıraati imâmın kırâatiyle edâ edilmiş olur.
İlk çift ile mesbûk bunun hilafıdır. İmâm ikinci çiftte kıraat etmiş olsa da,
mesbûk onda kıraat eder. Çünkü o, nafile kırâata yetişmiştir.
Müsâfire iktidâ eden
mukîm, namazı tamâm eder. Çünkü Resûlul-İah (SAV.), yolculuğunda insanlar ile
namazı kılıp selâm verdiği vakitte :
«Namazınızı tamamlayın,
ey Mekkeliler. (Çünkü) Biz müsâfir bir topluluğuz.» buyurmuştur.
İmâm olan müsâfirin,
kendisine uyanlara : «Siz namazınızı tamamlayın, çünkü ben müsâfirim,» demesi
mendûbdur. Nitekim Resûlüllah (S.A.V.) böyle buyurmuştur.
Gerek sefer ve gerek
hazar, vakti kaçırılmış namazları değiştirmez.
Yâni musallî, seferde
vakti kaçmış olan namazı kaza etse, kasr eder ve hazarda vakti kaçmış olan
namazı seferde kaza etse, tamâm kılar.
Farzın değişmesinde
mu'teber olan vaktin sonudur. Eğer musallî vaktin sonunda müsâfir olursa, onun
üzerine iki rek'at vâcib olur. Eğer vaktin sonunda mukîm olursa, onun üzerine
dört rek'at vâcib olur. Çünkü, sebebiyyette mu'teber olan, edâ olmadığı vakitte
edanın öncesindeki şeydir. Nitekim bu, Usûl-ü Fıkhda sabit olan bir kaidedir.
Vatan-ı aslî, ancak
misliyle bâtıl olur. Vatan-ı ikâmet de misli ile, sefer ile ve vatan-ı aslî ile
bâtıl olur. Vatan-ı aslî meskendir ve vatan-ı ikâmet, müsâfirin mesken
edinmeksizin onbeş gün veya daha çok oturmaya niyet ettiği yerdir. Şayet bir
şahsın vatan-ı aslîsi olup bir diğer vatan-ı aslî daha edinse, gerek iki vatan
arasında sefer müddeti olsun, gerekse olmasın, birinci vatan-ı aslî bâtıl olur.
Hattâ müsâfirliği hâlinde oraya girse, ancak niyetle mukîm olur. Vatan-ı aslî,
sefer ile bâtıl olmaz. Hattâ müsâfirliği hâlinde oraya girse, sâdece girmek ile
mukîm olur. Vatan-ı ikâmet ise, misli ile bâtıl olur. Hattâ müsâfir birinci
vatan-ı ikâmetinden sonra edindiği vatan-ı ikâmete girmiş olsa ve vatan-ı
ikâmetle birinci vatan arasında sefer müddeti olmasa, ancak niyetle mukîm olur.
Yine böylece, şayet o vatan-ı ikâmetten sefer etse veya vatan-ı asliyyesine
geçse, ancak niyetle mukîm olur.
İtibâr aslın
niyetinedir, yoksa asla tâbi olanın niyetine değildir. Yânii şayet asıl, sefere
veya ikâmete niyet etse, asla tâbi olan da asıl gibi olur. Ve böylece, tâbi,
bağımsızlık cihetiyle niyete muhtâc olmaz.
Bu aynen, kocası ile
beraber yolcu olan kadın gibidir. Çünkü o kadın, mehrini tamâmiyle almış olduğu
zaman, kocasına tâbidir. Onun niyetine itibâr edilmez. Muhît'de böyle
zikredilmiştir.
Yine, efendisi ile
yolculuk eden köle gibi. Yine, komutanın (emîrin) idaresinde ve rızkı da komutandan olup onun ile,
beraber yolculuk eden asker gibi. Padişah ile beraber yolculuk eden emir de
asker gibidir.
Yine, ücretli tutulan
kimse gibi. Ücretli tutulan kimse, kendisini ücretle tutan kimse ile beraber
yolculuk edip rızkı da ondan olursa, onun niyetine itibâr edilmez. Askerin
komutanına tâbi olduğu gibi, o da ücretle tutana tâbidir.
Padişah, şayet yolculuk
etse, namazı kasr eder.
Ancak, eğer sefer müddetinde ulaşacak yere gitmeyi kasd etmeksizin vilâyetini
dolaşırsa, bu takdirde padişah müsâfir olmaz. Veya Padişah bir düşmanı aramak
için çıkıp ona nerede yetişeceğini bilmezse, bu takdirde de müsâfir olmaz.
Kâdîhân (Rh.A.) böyle zikretmiştir. Eğer kendisi ile menzili arasında sefer
müddeti kadar yol olursa, Sultan menziline dönüşünde namazı kasr eder.
Bir kâfir ile-çocuğu beraberce
üç gün veya üç günden çok yol gitmek kasdıyle çıksalar, kâfir İslama gelip çocuk
da baliğ olsa ve bunların ikisi ile menzilleri, yâni gitmeye kasd ettikleri yer
arası sefer müddetinden daha az olsa, Âmme-i Meşâyih (Ekseri Fukâha)
demişlerdir kî: «Müslüman olan, seferden arta kalan yerlerde namazı kasre-der
ve çocuk namazı tamâm kılar. Çünkü kâfirin niyeti muteberdir. Böylece, kâfir
önceden müsâfir olmuştur. Çocuk onun aksinedir. Çünkü o, bu vakitten (bulûğdan)
itibaren müsâfir olur. Geri kalan yol ise, sefer müddetine dâhil değildir.» Bu
hususta, Ulemâ arasında; «Kâfir iken niyetine itibâr edilmemesi sebebiyle ikisi
de yâni Müslüman olan da, bâ-liğ olan da namazı tamâm kılarlar» diyenler de
vardır. Yine bir kavle göre; «Çocuğun müsâfir olan babasına tâbi olması
sebebiyle ikisi de (Müslim ve sabî) de namazı kasr ederler.»
Cuma namazı farzdır. Çünkü
Yüce Allah (C.C.) «Allah'ı anmaya hemen
gidiniz.» buyurmuştur. Bir şeye
hemen gitmek (sa'y) ile emrolunmak, sârifden (manîden) hâlî olarak, ancak
vü-cûb için olur.
1- Cuma
Namazının -sıhhatinin şartı, şehirdir. Köyler (karyeler) de (Cum'a) caiz
değildir. İmâm Şafiî (Rh.A.) ayn görüştedir.
Şehir (mısr);
mescidlerinin en büyüğüne - mutlaka orada oturanlar değil - üzerine Cuma vâcib
olan
halkı sığmayan beldedir veya Müftüsü olan beldedir. Bunu Kâdîhân (Rh.A.)
zikretmiştir.
Yine şehir; emîri, ve
ahkâmı infaz edip cezaları uygulayan Kadısı olan beldedir. Bu iki ma'nâ, İmâm
Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan nakle (inmiştir. Birinci ma'nâ Kerhî' (Rh.A.) nin kabul
ettiğidir. İkinci ma'-nâ, Selcî' (Rh.A.) nin kabul ettiğidir.
Veya Cuma Namazının
sıhhatinin şartı, finây-ı mısr'dır. O finâ ,
şehrin işleri için hazırlanmış olmak bakımından şehre bitişik bir yerdir. Bu, at
koşturmak, asker toplamak, ok atmaya çıkmak, ölüleri gömmek ve cenaze namazı
kılmak ve bunlara benzer işler için hazırlanmış yerdir.
2- Yine
Cuma'mn sıhhatinin bir şartı da Sultân'dır. Veya Cuma Namazını kıldırmak için
Sultân'ın emrettiği kimsedir.
Şehrin Valisi vefat
etse, onlara ölünün halîfesi Cuma Namazı kıldırır. Veya «Sâhib-i Sarat»
kıldırır. Sarat; alâmet mânâsındadır. Ona Şıh-ne
(yâni Emniyet Âmiri) denir. Sarat adı verilmesinin sebebi şudur: Zira, onlar
kendilerine, bilinip tanınmaları için alâmet koyarlar.
Veya Cuma'yi Kadı
kıldırır. Çünkü halkın işi onlara verilmiştir. Kâdihân (Rh.A.) böyle zikretmiştir.
Cuma'mn kılınması için,
halkın bir kimseyi nasb (tâyin) etmelerine itibâr edilmez Ancak, eğer ölünün
halîfesi, sahibi sarat ve kadî bulunmazsa, o zaman halkın bir kimseyi tâyinine
itibâr edilir.
Cuma'yi Hac mevsiminde
Mina'da ancak Halîfenin veya Mekke'de olan Hicaz Emîrinin
kıldırması caizdir. Yâni Hac mevsiminin dışında Arafat'ta ve Mina'da; mevsimde
Mina'da, Mevsim Emîrinin - ki ona Hac
Emîri denir - Cuma'yı kıldırması caiz değildir. Ancak Halîfenin ve Hicaz
Sultanının kıldırması caizdir.
3- Yine, Cuma
Namazının sıhhatinin şartı, Öğle Namazının vaktidir. Öğle vaktinin çikmasıyle
Cuma bâtıl olur. Bu durumda, Öğle Namazı kaza edilir, Cuma yerine geçmez.
4- Cuma
Namazının sıhhatinin bîr şartı da,
tesbîha (Cenâb-ı Hakk'kı
teşbihler) miktarı hutbedir, tmâmeyn'e göre, hutbe denilebilecek uzun bir zikr
lâzımdır, İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre, iki hutbe lâzımdır, ki iki hutbeden her
biri tahmîd (hamd-ü sena) ve salevât (sa-lât-ü selâm) ve takva ile tavsiyeyi
ihtiva etmelidir. Birinci hutbe kıraate dâir ve ikinci hutbe mü'minler için dua
hakkındadır.
Hutbe, Cuma Namazından
önce, Cuma'mn vaktinde okunur. Eğer Cuma'yı hutbesiz kılsalar veya hatib hutbeyi
Cuma Namazından sonra okusa veya vaktinden önce okusa, Cuma bâtıl olur. Ve bu
durumda, vaktinde iade edilir.
.
,
5- Cuma
Namazının sıhhatinin bir şartı da cemâattir. Cemâatin en azı, imâmdan başka,
erkeklerden üç kişidir. Eğer cemâat, imâm secde etmeden önce dağılmış olsalar,
şartı mevcûd olmadığı için bâtıl olur, ve Öğle Namazım kılmaya başlamak gerekir.
Eğer cemâat üç erkek kalırsa veya imâmın sücûdundan sonra ayrılırlarsa, Cuma
Namazını tamâm ederler. Çünkü cemâat Cuma'mn kurulmasının (in'ikâdının)
şartıdır. Cemâat ise kurulmuştur. Devamı şart değildir.
6- Cuma
Namazının sıhhatinin bir şartı da izn-i âmmdır. Yâni Emîrin, insanlar içjn umûmî
müsâde vermesidir. Hattâ emîr, köşkünün kapısını kapayıp maiyyetiyle Cuma
Namazını kılsa, caiz olmaz. Çünkü Cuma Namazı, İslâm'ın şiarından ve Dînin
husûsiyetlerindendir. Bu bakımdan, kılınması, duyurulmak* ve yayılmak yoluyla
vâcibdir. Eğer Emîr köşkünün kapısını açıp maiyyetiyle birlikte Cuma'yı kılar ve
insanların girmesine izin verirse Cuma caiz olur. Fakat mekruh olur. Çünkü Emîr
cemeden (toplayan) mescidin hakkını yerine getirmemiştir.
1- Cuma
Namazının musallî üzerine vâcib olmasının şartı, şehirde ikâmet etmesidir.
2 - Yine
timsalimin sağlıklı, hür, erkek, âkil ve baliğ olması, iki gözü ve ayağı sağlam
olmasıdır.
Zikredilen bu şartlan
ve benzerini yitirene Cuma vâcib değildir.
Meselâ, zâlim sultandan
gizlenen kimse veya zindanda mahbûs olan kimse gibi. Eğer bunlar Cuma Namazım
kılsalar, vaktin farzı düşer. Çünkü Cuma'nın şartlarım "yitiren kimseden düşmesi
hafifletmek içindir. Bu bakımdan, şayet (şartlan) yitiren kimse o düşeni
(farzı) yük-lense, vaktin farzı yerine caiz olur. Müsâfirin (yolcunun) oruç
tutması gibi.
Cuma Namazı, şehrin bir
kaç yerinde caiz olur. 8u cevaz, İmâm A'zam' (Rh.A.) in ve İmâm Muhammed'
(Rh.A.) in sözüdür. Esah kavi
budur. Çünkü büyük bir
şehirde bir tek yerde insanların toplanmasında güçlük vardır. Güçlük ise
kaldırılmıştır. Cuma Namazından başka namazda imamete uygun olan kimse, Cuma
Namazında da uygundur.
Cuma Namazı müsâfir,
köle ve hasta için caizdir. İmâm Züfer (Rh.A.), caiz olmaz, demiştir. Çünkü Cuma
Namazı, çocuk ile kadına vâcib olmadığı gibi, onlara da vâcib değildir. Bizim
kanaatimiz şudur ki: Şüphesiz onlar imamete ehildir. Onlardan vucûbun düşmesi
ruhsatı tahfif içindir. Bu durumda, onlar şayet Cuma Namazında hâzır olsalar,
vaktin farzı yerine geçer. Müsâfirin oruç tutması gibi. Çocuk bunun hilafıdır.
Çünkü çocuk imamete ehil değildir. Kadın da, müsâfir, köle ve hastanın aksidir.
Çünkü kadın, ehil değildir. Yâni erkeklere imâm olmaya uygun değildir.
Cuma Namazı, müsâfir,
köle ve hastanın hâzır olmasıyle de yerine getirilir. Hattâ bunlardan başka
kimse hâzır olmasa, Cuma caiz olur.
Cuma gününde şehirde;
özürlü, tutuklu ve müsâfir olan ve şehir halkından Cuma Namazını kaçırmış
olanların Öğle Namazını cemâat ile kılmaları mekruhtur. Şehir (mısr) kaydı,
sevâd (şehrin kenarındaki köy) ı ayırdetmek içindir. Mekruh olmasının sebebi,
onda Cuma Namazını ihlâl bulunduğu içindir. Çünkü Cuma Namazı pek çok
cemâatleri biraraya toplayıcıdır. Köy halkı bunun aksinedir. Çünkü onlara Cuma
vâcib olmaz. Eğer Cuma'yı kaçıran özürlü, tutuklu ve müsâfir, Öğle Namazım
cemâat ile kılsalar, Öğle Namazının şartları toplandığı için namazları caiz
olur. Özürlü olanın hükmünden, özürlü olmayanın Öğle Namazının mekruh olması
daha iyi anlaşılır.
Özürlü, tutuklu ve
müsâfirden başkasının Öğle Namazını, Cuma Namazından önce kılması, yukarıda
geçen sebebden dolayı, Cuma Namazına halel verdiği için, mekruhtur. Eğer o
Cuma'dan önce Öğle Namazını kılan kimse pişman olup, imâm Cuma Namazında iken
Cu-ma'ya gitse, O'nun Cuma'dan önce kıldığı Öğle Namazı, sâdece o Cu-ma'ya
gitmekle bâtıl olur. Gerek o kimse Cuma Namazına yetişsin (başlasın), gerekse
yetişmesin (başlamasın) müsavidir.
înıâmeyn demişlerdir ki
: Onun Öğle Namazı, hattâ imâm ile beraber Cuma'ya.dâhil olsa da, bâtıl olmaz.
Çünkü Cuma'ya sa'y (yâni hemen gitmek) öğle Namazının aşağısıdır. Öyleyse Öğle
Namazının tamâm olmasından sonra sa'y (yâni hemen gitmek) Öğle Namazını, bozmaz.
Halbuki Cuma, Öğle Namazının üstüdür. Şu hâlde Cuma, Öğle Namazını bozar. Bu
durumda o kimse, imâmın ayrılmasından sonra Cuma'ya yönelmiş gibi olmuştur.
İmâm A'zam (Rh.A.) için
delîl şudur: Şüphesiz Cuma'ya hemen gitmek (sa'y) Cuma'nın husûsiyetlerindendir.
Bu durumda, o sa'y ihtiyaten Öğle Namazının bozulması hakkında Cuma menzilesine
indirilir. İmâmın Cuma'dan ayrılmasından sonra olan sa'y bunun hilâfınadır.
Çünkü ayrılmasından sonra olan sa'y (hemen gitme), Cuma'ya sa'y değildir. Sa'y
anlamına da değildir.
Cuma Namazına
teşehhüdde veya sehv secdesinde yetişen kimse, o Cuma Namazını tamamlar. Çünkü
Cuma gününde imâma yetişen kimse, yetiştiği namazı imâm ile beraber kılar, ve
Cuma'yı onun üzerine biriâ eder (tamamlar). Bu İmâm A'zam (Rh.A.) ile İmâm Ebû
Yûsuf-(Rh.A.) e göredir. Çünkü Resûlullah (S.A.V.) : i-
«Sizler namazdan
yetiştiğinizi kılın ve kaçırdığınızı da kaza edin.»
buyurmuştur.
İmâm Muhammed (Rh.A.) demiştir
ki: «Eğer musallî, Cuma Namazında imâm ile beraber ikinci rekatın çoğuna,
meselâ, imâm rükûda iken yetişse, Cuma'yı onun üzerine bina eder. Eğer ikinci
rek'atın daha azma, meselâ, imâm rükûdan başını kaldırdıkdan sonra yetişse,
Öğle Namazını onun üzerine bina eder.»
İmâm, hutbe için aslen
ve Cuma Namazı için ibtidâen yerine başkasını geçirmez. Yâni hutbe için
istihlâf aslen caiz olmaz ve namaz için de ibtidâen (başta) caiz olmaz. Ancak
imâma hades vâki oldukdan sonra namaz için başkasını yerine geçirmesi caiz olur.
Bu, Hidâye'-nin «Edeb'ül-Kâdî» bölümünde
zikredilenlerden
anlaşılandır.
Cuma Namazını
kıldırmaya memur olan kimse bunun hilâfmadır ki o (yâni görevlendirilmiş memur)
yerine başkasını bırakır. Çünkü Cu-ma'yı kılmak muvakkat olduğu için, vakti
geçmeye yakındır. Şu halde (Cuma'nın edası için) ona emir, vakit sebebiyle
istihlâfa izin olmuştur.
Hidâye sarihleri
demişlerdir ki : Me'mûrun, yerine başkasını bırakması caizdir. Zira Cuma'nın
edası vakti geçmeye yakındır. Çünkü belli bir,, vakitle sınırlı olduğundan, o
vaktin geçmesiyle Cuma'nın edası da geçer. Böylece, edâ emri, o vakit sebebiyle
halîfeden delâlet yönünden başkasını yerine bırakmaya izin olur. Lâkin
istihlâf,. bu başka kişi hutbeyi dinlediği vakitte caiz olur. Çünkü hutbe,
Cuma'mn iftitâhınm şartlarındandır. Bu istihlâfm caiz olmasının sebebi; şüphesiz
hutbe ve hutbeden sonra imametin, kaza (Kâdî tayini) gibi Sultanın işlerinden
olmasıdır. Öyleyse hutbe ve imamet başkası için caiz değildir. Ancak Sultanın
izni ile caizdir. Şu halde, şayet izin bulunmazsa caiz değildir. Bunun tahkiki,
Şeyh Ebû'I-Muîn (Rh.A.) in, El-Câmİ'ul-Kebîr şerhinde-ki şu sözüdür: «Kâdî'nîn,
yerine başkasını geçirmesi, ancak Sultân istih-lâfı Kâdî'ya bıraktığı zaman caiz
olur. Çünkü Kâdî, kazayı (Muhakeme etme işini -Kadılığı-) izin ile elde eder. Şu
halde izin verilmeyen Kâdî hakkında kaza, izinden Önce olan duruma göre bakî
kalır. Kâdî'nin, yerine başkasını geçirmesi, Sultan kâdîye istihlâfı
bıraktıkdan sonra caiz olur. Çünkü Kâdî, Sultânın izni ile istihlâfa mâlik
olmuştur. Nitekim insanlar arasında kâdînin, kendi hakkında kazaya (hüküm
vermeye) mâlik olması gibi. Kâdî'nin bu istihlâfı meselâ, satışa vekîl kılman
kimse, şayet başkasını vekîl etse, izinsiz caiz olmayacağı meselesi ile itibâr
olunur. Ödünç alan kimse (müsteîr) bunun aksinedir. Ödünç alan kimsenin ödünç
vermesi caizdir. Çünkü menfaatler ödünç alanın mülkü üzerinde meydana gelir. Bu
durumda, müsteîr, o menfaatleri başkasına temlike mfâlik olur. Böylece müsteîr,
mülk hükmüyle tasarruf da bulunur.»
Bizim üzerinde
konuştuğumuz, bunun aksidir. Çünkü kâdî, izin hükmüyle mutasarnftır. Ve izin
verildiği şey kadarıyle mâlik olur.
Bundan sonra Şeyh
Ebû'I-Muîn (Rh.A.) demiştir ki: Bu meseleyi bizim Ulemâmız açıklayıp dediler ki:
Bir kimse başkasının makamına başkası (üçüncü şahıs) adına geçse, O kimse için
kendi makamına başkasını geçirmesi caiz değildir. (İstihlâf meselesi gibi).
Fakat bir kimse başkasının makamına kendisi için geçse, kendi makamına
başkasını geçirmesi caizdir. (İstiare meselesi gibi).
Fıkıh ise, bizim
açıkladığımız şekildedir.
Eğer denilirse ki;
Sultân tarafından istihlâfa me'zûn olmayan asî-lin hazar olduğu sırada, naibin
hitabeti caiz olur mu? Nitekim istihlâfa me'zûn olmayan kâdî hâzır olduğu
zaman, naibin hükmü; ve izni olmayan müvekkilin hâzır olması sırasında vekilin
tasarrufu caiz olduğu gibi caiz olur mu? diye sorulursa, cevâbında biz, «Olmaz»
deriz. Çünkü onların (yâni hüküm ve tasarrufun) medarı (sebebi), reylerinin
mevcudiyetidir. Bu durumda, şayet rey bulunursa, caiz olur. Cuma bunun gibi
değildir. Çünkü Cuma'yı kılmada, reye lüzum yoktur. Kâdî ve hatibin, yerine
başkasını geçirmesi (istihlâf), ancak Sultân tarafından onlara (namaz ve
hutbeye) istihlâf için izin verildiği zaman caiz olur. y\ncak bu takdirde
istihlâf caiz olur. Bu ehemmiyetle bilinmesi gereken meseledir. İnsanlar bundan
gafildirler.
Birinci ezan ile
Cuma'ya sa'y (hemen gitmek) vâcibdir ve
alım - satım mekrûhdur. Çünkü Yüce Allah (C.C.)
«Cuma günü namaz için
ezan okunduğu zaman Allah'ı anmaya hemen gidin, alım - satımı bırakın.»
buyurmuştur.
Sa'y (yâni hemen
gitmek), ikinci ezanda vâcib olur, diyenler de vardır. Çünkü birinci ezan
(minarede okunan) Resûl-i Ekrem' (S.A.V.) in zamanında yoktu. Esah olan birinci
sözdür. Çünkü eğer musallî, ikinci ezan vaktinde yönelse, Cuma Namazımdan önce
sünneti kılmaya ve hutbeyi dinlemeye imkân bulamaz. Hattâ onun Cuma'yı
kaçırmasından korkulur.
Her ne kadar Hidâye
sahibi Hidâye'de; «Sa'yın vâcib ve alım satımın haram» olduğunu söylemiş ise
de, musannif «alım satım haramdır.» dememiştir. Zira ezan vaktinde alım - satım
caizdir. Fakat mekruhtur. Nitekim bu hususlar fürû ve usûl kitaplarında
yazılmıştır. Bundan dolayı bazı Hidâye sarihleri, kerahet lafzı harama delâlet
eder, demişlerdir.
İmâıiım minbere
çıkmasryle, Cuma Namazının
tamamlanmasına kadar namaz kılmak ve konuşmak haramdır. Musannif, burada,
Hidâye sahibinin Hidâyede dediği gibi «hutbe tamamlanıncaya kadar» dememiştir.
Nitekim Muhît'de ve
Gayet'ul-Beyân'da açıklanmıştır kî : Şüphesiz namaz ve konuşmak, imâmın minbere
çıkışı vaktinden Cuma Namazından ayrılıncaya kadar mekfûhtur. Bir kimse, imâm
minbere çıktığı zaman, namazda olsa, Cuma'nm sünneti de olsa, iki rek'atm
başında namazı keser. Eğer o kimse bir rek'atı kılsa, onun üzerine diğer bir
rek'-atı ekleyip selâm verir. Eğer üçüncü rek'atta olsa, dördü tamâm eder.
İmâm minber üzerine
oturduğu zaman, müezzin imâmın Önünde ezan okur.
Hatibin iki hutbe ile hitabet etmesi ve iki hutbe arasında oturması sünnettir.
Ayakta durarak temiz olduğu halde
okuması sünnettir. Çünkü Selefden mütevâtiren rivayet edilen budur.
Hutbenin tamâm
olmasından sonra ikâmet yapmak sünnettir. Hatibden başkasının Cuma Namazını
kıldırması doğru değildir. Çünkü Cuma, hutbe ile beraber bir tek şey gibidir. Şu
halde, o Cuma'yı iki kimsenin kıldırması doğru değildir. Eğer kıldırırsa, caiz
olur.
Bir çocuk Sultânın izni
ile hutbe okuyup Cuma'yı da bir baliğ kimse kıldırsa, caizdir. Hülâsa'da böyle
zikredilmiştir.
Cuma gününde yolculuğa
çıkmakta - eğer o yolculuğa çıkan kimse Öğle vaktinin çıkmasından önce şehrin
evlerinden çıkarsa - mahzur yoktur. Çünkü Cuma öğle vaktinin sonunda vâcib olur.
Halbuki o kimse, o vakitte müsâfirdir. Köylü olan kimse, şayet Cuma gününde
şehre girer ve o gün o şehirde kalmaya niyet ederse, o kimseye Cuma Namazı vâcib
olur. Eğer o köylü Cuma gününde vakitten önce veya vakitten sonra çıkmaya niyet
ederse, ona Cuma Namazı yoktur. Çünkü o köylü kalmaya niyet ettiği günde, şehir
halkından biri gibi olmuştur. Şehirden çıkmaya niyet ettiği günde ise, şehir
halkının biri gibi olmamıştır. Şayet bir müsâfir Cuma gününde şehre gelse, onbeş
gün o şehirde ikâmete niyet etmedikçe ona Cuma lâzım gelmez. Kâdîhân (Rh.A.)
böyle söylemiştir.
Kılıç zoruyla fethedilen her
şehirde, hatîb minber üzerinde kılıç ile hitabet edip onlara o beldenin kılıç
ile fethedildiğini, şayet onlar İslâm'dan dönecek olurlarsa, o şehrin ebedî
Müslümanların elinde kalacağını ve İslâm'a geri dönünceye kadar onlar ile
savaşacaklarını gösterir. Halkı sulhen İslâm'a giren her şehirde ise, hatîb
minberde kı-hçsız hitabet eder. Resûlüllah' (S.A.V.) in Medîne-i flîünevvere'si
kıhç-sız fethedilmiştir. Öyleyse hatif; orada kılıçsız hitabet eder. Mekke-i
Mü-kerreme kılıç ile fethedilmiştir, orada hatîb kılıç ile hitabet eder.
Ta-târhâniyye'de böyle zikredilmiştir.
İki Bayram Namazı ,
şartlanyle üzerine Cuma vâcib olan kimsenin üzerine vâcib olur .
Bayram Namazının vâcib olduğu, tmâm Ebû Hanîfe' (Rh.A.) den rivayet edilmiştir.
Esah olan kavi budur.
İmâm Muhammed' (Rh.A.)
in : Bîr günde iki Bayram biraraya gelse, birincisi sünnet± ikincisiJarzdır ,
dediği nakledilmiştir. Bu, Bayram Namazının vücûbu Sünnet ile sabit olduğunu
kasdetmiş olmasıy-le te'vil edilmiştir.
Bayram Namazının
hutbesi vâcib değildir. Şu halde, hutbe Bayram Namazının şartlarından değil,
sünnettir. Bayramın hutbesinin, Cumanın hutbesine muhalif olması, Cuma
Namazının hutbesiz sahih olmadığından dolayıdır. Bayram Namazı ise böyle
değildir. Yine ikisi arasındaki fark : Cuma'da hutbe namazdan Öncedir. Bayram
hutbesi ise, namazdan sonradır.
Eğer hatîb hutbeyi
Bayram'da, Cuma'd ak i gibi önce okursa, caiz olur. Namazdan sonra hutbeyi
tekrar okumaz. İnâye'de böyle zikredilmiştir.
Şayet Bayram Namazı ile Cenaze
Namazı bir araya gelse, Bayram Namazı - her ne kadar kıyâs aksine ise de -
Cenaze Namazından önce kılınır ve Cenaze Namazı da hutbeden önce kılınır,
Kunye'de böyle zikredilmiştir.
Ramazan Bayramı günü,
namazdan önce bir şey yemek mendûb-dur. Yine Ramazan Bayramı günü misvak
kullanmak, gusl etmek, güzel kokular sürünmek ve en iyi elbiseyi giymek
mendûbdur. Çünkü ResûlüUah (S.A.V.) böyle yapardı. Kurban Bayramı günü (yevm-i
nahr) ise, namazdan dönünceye^kadar bir şey yememek, namazdan dönünce
kurbanının (udhiyye'nin) etinden yemek mendûbdur.
Sadaka-ı fıtrayı edâ
ettikden sonra musallaya çıkmak mendûbdur. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Siz, bu gibi günlerde
fakirleri dilenmeye muhtaç etmeyin.» buyurmuştur.
Sadaka-ı fıtrayı acele
vermekde fakirlerin kalbini namaza yöneltmek vardır.
Her ne kadar mescidleri
geniş olsa da, musallaya (namazgaha) çıkmak sünnettir. Bizim zamanımızda
musallaya
minber çıkarmakta mahzur yoktur. El-İhtiyâr'da böyle zikredilmiştir.
. Ramazan (Fıtr)
Bayramında musallanın yolunda açıkdan tekbir okunmaz. İmâmeyn bunu kabul
etmemişlerdir.
Zeylaî (Rh.A.), Ebû
Ca'fer' (Rh.A.) den şöyle nakletmiştir: Ebû Ca\
fer (Rh.A.) : «Halkın
hayrlara rağbetleri az olduğu için onları, musallaya minber çıkarmakdan
menetmek doğru değildir,» demiştir.
Bayram Namazından önce
nafile namaz kılınmaz. Çünkü Resûlul-lah (S.A.V.), namaza karşı olan şiddetli
isteklerine rağmen bunu yapmamışlardır. Eğer caiz olaydı, cevazı öğretmek için
yaparlardı.
Bayram Namazının vakti,
güneşin yükselmesinden zevale kadardır. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.); güneş bir
mızrak veya iki mızrak boyu yükselmiş iken Bayram Namazını kılarlardı. Rivayete
göre : ResûlüHah (S.A.V.) zamanında bir topluluk zevalden sonra hilâli
gördüklerine şe-hâdet etmişler, Resûlüllah (S.A.V.) de : Ertesi gün musallaya
çıkılmasını emretmiştir. Eğer zevalden sonra edâ caiz olaydı, namazı te'hîr
etmezdi.
Zevâid tekbirlerinden
önce, imâm insanlar île beraber tekbir alıp sena ederek yâni (Sübhânekeyi
okuyarak) iki rek'at namaz kılmaya başlar. O zevâid tekbirleri her rek'atta üçer
tekbirdir.
İmâm iki kıraatin
arasım ayırır. Yâni imâm önce iftitâh için tekbir alır. Ondan sonra Sübhânekeyi
okur, sonra üç kere tekbir alır. Ondan sonra sûre ile beraber Fâtiha'yı okur.
Ondan sonra rükû için tekbir alır. İmâm ikinci rek'ata kalktığı zaman önce sûre
ile beraber Fâtiha'yı okur. Ondan sonra üç kere tekbir alır. Sonra rükû için
tekbir alır.
Zevâid tekbirlerde
eller kaldırılır. Çünkü Resul üll ah (S.A.V.)
«Eller ancak yedi yerde
kaldırılır.» buyurmuştur.
Bu İki Bayramın
tekbirleri onlardan zikredilmiştir. Bayram Namazları, büyük bir kalabalık ile
kılındığı için, her iki tekbir arasında üçer kere teşbih edecek kadar sükût
edilir ve tekbirler peşisıra, uzak olan kimselere aktarmayla ulaştırılır.
Bayram Namazından
sonra, iki hutbe okunur. Çünkü ResûluIIâh (S.A.V.) böyle yapmıştır. Cuma bunun
aksinedir. Şüphesiz hutbe, Cu-ma'da namazdan öncedir. Çünkü hutbe Cuma'nın
şartındandır. Şart ise önce gelir.
Hatip insanlara hutbede
sadaka-ı fıtrin hükümlerini öğretir. Çünkü hutbe, fıtranın hükümlerini öğretmek
için meşru olmuştur. Eğer; yukarıda geçen, «musallaya çıkmadan önce sadaka-ı
fıtr vermek men-dûbdur» hükümlerini bilmezden önce fıtrayı edâ muhaldir. Halbuki
hutbe ancak musallaya çıktıkdan sonradır. Öyleyse iki söz arasında çelişme
vardır, denilirse, cevâbında deriz ki: «Çelişme yoktur. Çünkü sadaka-ı fıtri
musallaya çıkmadan önce vermenin mendûbiyeti, çıkdıkdan sonra vermek için
ertelenmesinin cevazına aykırı değildir. Musallaya çıkanların bazısının,
fıtranın nasıl verileceğini bilmemesi caizdir. Şu halde onlar dikkate alınarak
öğretmek faydalıdır.»
İmâm, Bayram Namazını
cemâat ile beraber kılsa ve bazı insanlar namazı kaçırsa, o namaz, ne vaktinde
ve ne de vaktinden sonra, kaza edilmez. Çünkü bu namaz, Bayram Namazı olması
sıfatıyle, Onun bir kurbiyyet ve rahmet olduğu ancak şartlarla bilinir. Zira
Bayram Namazı şartları yalnız kılanda tamam değildir.
Ramazan Bayramı Namazı,
özür ile ertesi güne tehir edilir. Yâni, şayet bir özür, namazı kılmakdan
alıkoyarsa, Ramazan Bayramı Namazı ertesi güne bırakılır. Meselâ, insanlara
hilâlin bulutlu olması ve imâmın yanında zevalden sonra veya zevalden önce
hilâli gördüklerine şehâdet edecek kişiler bulunması fakat zevalden Önce
insanların toplanmasının mümkün olmaması ya da bulutlu günde insanların Bayram
Namazını kılması ve o namazın zevalden sonra kılındığının anlaşılması suretlerinde,
Ramazan Bayramı Namazı tehir
edilir.
Ramazan Bayramı Namazı, ancak
ertesi güne tehir edilir. Çünkü bu Bayram Namazında asi olan, Cuma gibi kaza
edilmemektir. Ancak şu kadar var ki, biz onu, KesûlüIIah' (S.A.V.) in ertesi
güne tehirine dâir rivayet ettiğimiz hadîsinin mefhûmu ile terk ettik.
Resûlüllah'-(S.A.V.) m ertesi günden sonraya tehîr ettiği ise rivayet
edilmemiştir. Öyleyse asi üzere bakî kalmıştır.
Musannif, Ramazan
(Fıtr) Bayramının hükümlerinden sonra Kurban Bayramının hükümlerine başlayıp
demiştir ki: Ramazan Bayramında zikredilen hükümler Kurban Bayramında da
vardır. Lâkin Kurban Bayramında (îd-i edhâ'da) namazı özürsüz, nahr günlerinin
üçüncü gününe kadar tehîr etmek kerahetle caizdir. Namazı nahr günlerinin
üçüncü gününe özür ile tehîr etmek ise, kerâhetsiz caizdir. Şu halde Kurban
Bayramı Namazının vakti, udhiyyenin vakti ile belirlenmiştir. Udhiyyenin vakti
devam ettiği müddetçe, namaz caiz olur. Udhiyyenin vakti çıktikdan sonra caiz
değildir. Çünkü bu namaz, kaza edilmez. Burada özür ise, keraheti kaldırmak ve
Fıtr Namazında cevaz içindir. Hattâ eğer insanlar o namazı, özürsüz ertesi güne
bıraksalar caiz olmaz.
Lâkin Kurban
Bayramında, yemeği namazdan sonraya bırakmak mendûfotur. Fıtr Bayramı bunun
aksinedir. Kurban Bayramında (îd-i edhâ'da), yolda açıkdan tekbir okunur. Fıtr
Bayramı bunun aksinedir.
Kurban Bayramında imâm, hutbede teşrik tekbirini ve udhiy-ye'yi (kurbânı)
insanlara öğretir. IJıtr Bayramında bu yoktur.
T A ' R î F ; Arafâtta vakfeye
duranlara benzemek için, insanların Arefe günü bir yerde toplanmalarıdır. Bu,
bîr şey değildir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) ile İmâm Muhammed' (Rh.A.) den Usûlün
rivayetinin gayrinde, ta'rîfin mekruh olmadığı rivayet edilmiştir. Sahih olan
birinci sözdür.
Teşrik tekbiri
vâcibdir. Çünkü Yüce Allah (C.C.)
«Allah'ı sayılı
günlerde (teşrik günlerinde) zikredin (tekbîr alın)»
buyurmuştur.
Teşrik, lügat yönünden,
eti kurutmaya derler. Halil bin Ahmed' (Rh.A.) den rivayet edilmiştir ki;
teşrik, tekbirdir. İzafet, beyân içindir. Bir
kavle göre; «Teşrik tekbiri» diye adlandırma, İmâmeyn'in sözüne göre vâkî
olmuştur. Çünkü İmâm A'zam*. (Rh.A.) a göre, tekbîrden bir şey, teşrik
günlerinde vâki olmaz. Nitekim yakında açıklaması gelecektir.
Kurb «yaklaşma»
itibariyle teşrik günleri «eyyâmu't-Teşrik» adını almıştır, demek de caizdir.
Teşrik günleri, Nahr gününden sonra üç gündür. Nahr günleri Bayram günüdür ve
Bayramdan sonra iki gündür.
Şu halde, o dört günden
birinci gün Teşrîksız Nahrdır ve dördüncü gün Nahrsız Teşriktir. İki gün nahrdır ve
teşriktir. Tekbîr :
(Allâhû - Ekber, Allâhu
- Ekber, La ilahe fflâ'll&hu Vallâhu Ekber, AUâ-hu Ekber ve li'llâhi'1-Hamd)
demektir.
Bu tekbîrin aslı, Hz.
İbrahim' (A.S.) den rivayet edilen şu olaydır: Şüphesiz, Cebrail (A.S.) kurbân
ile İbrahim' (A.S.) e geldiği zaman, İbrahim' (A.S.) in İsmail' (A.S.) i
kesmeye acele etme endişesi karşısında, Cebrail (A.S.) (Allâhu Ekber, Allâhu Ekber) dedi. İbrahim (A.S.) da onu görünce : (Lâ ilahe
illâ'llâhü Va'llâhu Ekber) diye karşılık
verdi. İsmail (A.S.) da fidâyı (yâni
bedel olan kurbanı) öğrenince : (AHâhu - Ekber ve U'llâhi'1-Hamd) dedi.*
Sonda gelenler için
vâcib olduğu halde, bizim naklettiğimiz şeyi, başından sonuna kadar bir kere
söylemek bakî kalmıştır.
Teşrik tekbiri bir kere
vâcibdir; Bir kere yâni (merreten) sözü, İmâm Şafiî' (Rh.A.) nin sözünden
ihtirazdır. Çünkü İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre, tekbir, üç kere «Allâhû Ekber,
Allâhû Ekber, Allâhû Ekber» demektir. Bu üçüncü üzerine ziyâde eylemez. Yine
İmâm Şafiî (Hh.A.) için, tekbirden sonra tehlîlde iki kavi vardır.
Üzerinde Sahabenin
(R.Anhûm.) büyükleri birleştikleri için, bu hu-sûsda bizim âlimlerimiz arasında
bir anlaşmazlık yoktur. Arefe gününün Sabah (fecr) Namazı vaktinden Bayramın
birinci gününün ikindi vaktine kadar, her farzın ardında bir kere teşrîk tekbiri
vâcibdir.
Tekbir, sekiz namaz
üzerine fasılasız binayı meneder. Musannifin «farz» kaydı ile Nafileler ve
Bayram Namazı hâriç kalmıştır. Yine, Musannifin «edâ edilen» sözüyle de kaza
hâriç kalmıştır. Çünkü kazada tekbir yoktur.
Musannifin; «Müstehab
olan cemâat ile edâ edilen farz akabinde vâcibdir.» sözü ile, şayet kadınlar ile
beraber bir erkek bulunmazsa, ka-duılar cemâati hâriç kalır. Çünkü kadınlar
cemâatinde de tekbir yoktur.
Tekbir, şehirde ikâmet
eden imâma vâcibtir. Münferid üzerine vâcib değildir. Müsâfir olan imâma veya
kadına veya köylerin ve çöllerin halkına da vâcib değildir.
Tekbir, Müsâfir olan
muktedîye veya köylü olan muktedîye veya kadın olan muktedîye vâcibtir.
İmâ m ey n, «Mutlaka
her farzın peş i sıra teşrik tekbiri vâcibdir.» demişlerdir. Yâni gerek namaz
cemâat ile edâ edilsin, gerekse edilmesin müsavidir. Gerek o mûsallî erkek
olsun, gerekse kadın olsun; gerek müsâfir olsun, gerekse şehirde veya köyde
ikâmet etsin tekbir vâcibdir.
Yine İmâmeyn; «Arafe
gününden beşinci günün İkindi vaktine kadar tekbir vâcibtir.» demişlerdir O
beşinci gün Zi'I-hîccenin onüçüncü
günüdür. O gün
teşıîkdir, Nahr değildir. Bu vakte gelinceye kadar ve Bayram gününün İkindisine
hasretmeden tekbir ile ibâdet babında ihtiyaten hâlen amel edilir.
İmâm tekbiri terk etse
dahi, imâma uyan kimseler onu terk etmezler. Çünkü tekbir namaz içinde değil,
namazdan sonra eda edilir. Bu durumda tekbirde imâma tâbi olmak vucûben
değildir. Tilâvet secdesinde olduğu gibi. Sehv secdesi ise bunun aksinedir/Çünkü
sehv secdesi namaz içinde edâ edilir.
Mesbûk da tekbîr getirir.
Çünkü mesbûk tahrîme'ye muktedîdir. Lâkin meşbûk imâm ile beraber tekbir
getirmez. Ancak, kazanın peşisıra getirir. Yâni geçeni kaza ettikden sonra
tekbir getirir. Bundan lâhı-kın hâli de malûm olur. Çünkü lâhık tamâmıyle imâmın
ardında olur.
Cuma imâmı veya bu
namazı kıldırmakla Sultânın emrettiği kimse, insanlar ile beraber, güneş
tutulduğu zaman nafile tarzında iki rek'at namaz kılar. Bu
namaz, ezânsız, ikâmetsiz, cehrsiz ve hutbesiz olarak her rek'atta bir rükû ile
kılınır. İmâm Şâfü (Rh.A.) ye göre, her rek'atta iki rükû ile kılınır.
İmâm, iki rek'atta da
kıraati uzatır. İki rek'attan sonra, güneş par-laymcaya kadar, duâ ederler. Eğer
Cuma imâmı ve Sultânın memur ettiği kimse bulunmazlarsa, insanların her biri
ayrı ayn kılarlar.
Nitekim; Husuf (Ay tutulması)
namazı da, şiddetli rüzgârda,
müthiş karanlıkta ve düşman korkusu gâlib olduğu zamanda kılınan namazlar da
böyledir.
tstiskâ Namazında,
cemâat ve hutbe yoktur.
İstiskâ, bir duâ ve istiğfardır. Çünkü Yüce Allah (C.C,) ;
«Rabbinizden bağışlanma
dileyin! Çünkü O doğrusu, çok bağışlayandır, size gökten bol bol yağmur
indirsin.»
buyurmuştur.
Yüce Allah (C.C.)
tstiskâ Namazını yağmur göndermek için sebeb kıldığından bir duâ ve istiğfardır.
Bu bakımdan, eğer insanlar onu ayrı ayrı kılsalar caiz olur.
tstiskâ Namazında
ridâyı (palto veya abayı) çevirmek yoktur.
İmâm Muhammed (Rh.A.); «İstîskâda imâm ridâsını
çevirir, cemâat çevirmez» demiştir.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.)
dan (bu hususta) iki rivayet vardır :
Ridâyı çevirmenin
hakikati'şudur ki; eğer o ridâ dört köşeli olursa, üstü altına ve altı üstüne
getirilerek döndürülür. Eğer ridâ yuvarlak yâni cübbe olursa, sağ tarafı sol ve
sol tarafı sağ yapılarak çevirilir.
İstiskâ Namazında ve
duasında Zimmî
hâzır olmaz. Çünkü bu istiskâ, rahmet (yağmur) indirilmesini istemek içindir.
Zimmîlerin üzerine ise, azâb ve la'net iner.
İnsanlar, peşipeşine üç
gün İstiskâ Namazına çıkarlar. Çünkü üç gün, özürleri çıkarmak için getirilen
bir müddettir.
Yine insanlar istiskaya
yaya oldukları halde, yıkanmış eski veya yamalı elbiseleriyle mütezellil,
alçakgönüllü; Yüce Allah (C.C.) için hu-şûdan başlarını aşağı eğerek ve korku
içinde çıkarlar. Her gün, çıkmadan önce sadaka verirler.
Bir kavle göre : «Bu istiskâda
namaz yoktur» Tuhie'de; istiskâda zahir rivayete göre namaz yoktur, denmiştir.
Korku Namazım İmâm Ebû
Yûsuf (Rh.A.), ResûlüUah' (S.A.V.) den sonra caiz görmemiştir. Çünkü Korku
Namazı ancak, Sahâbe-i Kiram' (R.A.) in, ResûlüUah' (S.A.V.) in ardında
onun faziletini kazanmaları için, kıyâsın hilâfına olarak meşru olmuştur. Bu
ma'nâ, Resul-i Ekrem Hazretlerinden sonra yok olmuştur.
Korku namazını,
İmânı A'zam (Rh.A.)
ije İmâm Mııhammed (Rh.A.) caiz görmüşlerdir. Çünkü Sahâbe-i Kiram
(R.A.), Resûlullâh' (S.A.V.) dan sonra onu kılmışlardır ve sebebi de korkudur.
Korku ise Resûl-i Ekrem' (S.A.V.) den sonra da meydana gelir.
Şayet hâzır olan
düşmandan veya yırtıcı canavardan korkulursabu kayıd, düşman gerçekten onlara
yakın bir yerde ve onların karşılarında ise, sözüne işarettir - dediğimiz
şekilde Korku Namazı caiz olur.
Fakat şayet düşman
onlardan uzak bir yerde ise veya karanlık ya da toz görmeleri sebebiyle düşman
sanıp Korku Namazını kılarsalar ve gördükleri de düşman olmazsa, onların
namazları caiz olmaz.
İmâm, cemâati iki bölük
yaparak bir bölüğünü korkulan düşmana karşı koyar, diğer bölük ile eğer müsâfir
ise veya Sabah vaktinde veya Cuma gününde ya da iki Bayramda İseler bir rek'at
kılar. Eğer imâm mukîm olursa ve iki rek'ath namazdan başkasında olursa, iki
rek'at kılar. Musannif bunu, Akşam Namazını da içine alsın diye böyle
söylemiştir. Şüphesiz Akşam Namazının hükmü dörtlü namazın hükmü gibidir.
Namazı kılan bölük
korkulan yere gider, diğer bölük gelir. Birinci bölük ile, dörtlü olan namazdan
geri kalan iki rek'atı, üçlüde geri kalan bir rek'atı kılarlar ve imâm yalnız
başına selâm verir.
O bölük, korkulan
düşmana karşı gider. Birinci bölük gelir ve namazlarını kırâatsiz tamâm ederler
ve selâm verirler. Çünkü onlar lâ-hikdırlar. Ve âdeta imâmın arkasında
gibidirler.
Ondan sonra diğer bölük
gelir ve namazlarını kıraat ile kılıp tamâm ederler. Çünkü onlar mesbûkdürlar.
Eğer onların korkuları şiddetli olursa, kadir oldukları yöne imâ ile ayn ayn,
hayvana binici olarak da kılabilirler.
Eğer kıbleye yönelmeye kadir
olurlarsa, kıbleye yönelirler. Eğer kıbleye yönelmeye kadir olamazlarda, kadir
olabildikleri tarafa doğru kılarlar. Savaşmakla, yürümekle ve hayvana binmekle
onların namazları bozulur. Çünkü bunların her biri amel-i kesirdir.
Ka'be'de nafile namaz
ittifakla sahihtir. Farz olan namaz da sahihtir. İmâm Şafiî (Rh.A.) bunun aksi görüştedir.
Münferid oldukları
halde ve cemâat ile namaz kılmaları sahîhdir.
Yüzleri çeşitli yönde
olsa da yine, sahîh olur. Ancak kafası imâmın yüzüne gelen kimsenin namazı
sahîh olmaz. Çünkü o kimse imâmın önüne geçtiği için namazı caiz olmaz. İmâm
ile beraber olan kimse imâmın önüne geçmiş olmaz ve kıbleye yönelir.
Yine, eğer Ka'be'de
halka olsalar, namazları sahîh olur. Şayet bazıları imâmın önünde, imâmın yüzü
de Ka'be'ye yönelmiş olduğu halde olursa, yine sahîh olur.
Cemâat, Ka'be'nin dört
tarafından imâma uysa, bazıları Ka'be' ye imâmdan daha yakın bile olsa,, iktidâ
caiz olur. Ancak imâmın tarafındaki kimsenin, imâmın önüne geçtiğinden dolayı
caiz olmaz. Diğer tarafında olan kimse, böyle değildir. Çünkü o kimse hükmen
imâmın ar-dındadır. Böylece, Ka'be'ye yakınlığı zarar yermez.
Cemâat Ka'be'nin dışından,
Ka'be'nin içinde olan imâma uysa, kapı da açık olsa, o cemâatin imâma uyması
caizdir. Çünkü Ka'be'nin kapısı açık iken, imâmın Ka'be içinde durması, diğer
mescidlerde imâmın mihrabda durması gibidir. Ka'be'nin üstünde namaz kılmak,
her ne kadar caiz ise de mekruhtur. Çünkü Ka'be'ye ta'zîme aykırıdır.
İki tarafa selâmdan
sonra Sehv secdesi vâcibtir. Bir kavle göre; «Sünnettin). Sahîh olan
bîrinrsidir. Bunu, Hidâye sahibi,
Şems'ül-Eimme (Rh.A.) ve tmîm Ebul-Yüsr (Rh.A.) ve İmâm Zahîr'ud-Dîn
el-Mergînânî (Rh.A.) kabul etmişlerdir.
Veya bir tarafına
selâmdan sonra sevh secdesi vâcibtir. Bunu Kâfi sahibi, Fahr'ul-İslâm (Rh.A.),
Şeyh'ul-İslâm Hâherzâde (Rh.A.) ve El-îzâh sahibi kabul etmişlerdir.
Hidâye şerhinde
Tâc'uş-Şerîa (Rh.A.) demiştir ki: Şems'ül-Eimme (Rh.A.), şüphesiz sehv secdesi
iki selâmdan sonra yapılır, demiş. Esah olan kavi budur. Çünkü bu kavi, Ömer
(R.A.), AH (R.A.) ve İbn-i Mesûd (R.A.) ve1 Cumhuru Ulemâ gibi, sahabenin
büyüklerinin sözüdür. Kesûlüllah' (S.A.V.) a yakın olan sahabeyi kirâm'ın
rivayetini almak ise daha doğrudur.
Diğer rivayet, Aişe
(R.Anhâ) ile Sehl Bin Sa'd' (R.A.) dandır. Âişe (R.Anhâ) kadınlar safmdadır. Sehl bin Sa'd (R.A.) ise çocuklardandır.
Şüphesiz ikisi de, ikinci selâmı işitmemiş olabilirler. Çünkü Resû-lüilah
(S.A.V.), ikinci selâmı birinciden alçak sesle verirlerdi. Meşhur kitaplarda
yazılı olan bunlardır. îki fırkanın sözünün şevki, şüphesiz iki sözün îmâm
A'zam' (Rh.A.) a âit olduğuna delâlet eder. Mecma'da ikinci söz İmâm Mu ha mm e
d (Rh.A.) a nisbet edilmiştir Birinci söz de İmâm A'zam (Rh-A.) ile Ebû Yûsuf
(Rh.A.) a nisbet edilmiştir. îmâm'ın Ki-tâb'ında ben ancak, Mi'râc'ud-Dirâye
sahibinin «kıl = dendi» ile nakIettiği şeyi buldum. Bundan dolayı iki sözün İmâm
A'zam' (Rh.A.) in sözü olmasına şu söylenen söz uygun düşer : Muhtar olan,
münferid için sehv secde, iki yanına selâmdan sonradır. İmâm için bir yanına
selâmdan sonradır. Çünkü imâm, şayet iki yanma selâm verse, çok kere cemâatten
bazısı imâm selâm verdikden sonra namaza aykırı şey yapar.
İki secde, teşehhüd,
sağa ve sola selâm, sehven bir vacibi terk ile vâ-cib olur. Çünkü musallî kasdde
günahkâr olur ve secde vâcib olmaz. Vacibi terke misâl; kıraatten önce rükû
yapmak gibi fiillerdir. Şüphesiz kıraati rükûdan önce yapmak vâcibdir, farz
değildir. İmâm Züfer (Rh.A.) bunun aksi görüştedir. Fakat kıyamı rükûdan önce ve
rükûyu secdeden önce yapmak farzdır. Nitekim bunun incelenmesi, namazın sıfatı
babında ayrıntılanyle geçmiştir.
Yine vacibi terke
misâl, mu salim in üçüncü rek'ata kalkması, teşehhüde bir şey eklemekle
geciktirmesi gibi fiillerdir. Bununla sehv secdesi vâcib olur.
Bir kavle göre; «Bir
harf eklemekle sehv secdesi vâcib olur.» Sahih olan, o ziyâdenin bir rükn eda
edilecek kadarıyle vâcib olmasıdır.
Yine musallî, iki rükû
yapmakla sehv secdesi vâcib olur. Şüphesiz bir rükû ile yetinmek vâcibdir. Rükû
üzerine- bir rükû daha eklemek ise, vacibi terkdir.
Gizli okunacak namazda
açık'dan okumak ve açıkdan okunacak namazda gizli okumak da vacibi terkdir. Bu
okuma miktarında ihtilâf edilmiştir. Esah. olan, iki fasılda da o kıraat ile
namaz caiz olacak miktardır.
Yine vacibi terke
misâl, birinci ka'deyi terk etmektir. Namazın sıfatı babında zikredilen diğer
vâcibleri terk gibi. Bunlar ile sehv secdesi vâcib olur.
Vacibi terk tekerrür
etse de, sehv secdesi bir kere vâcib olur.
Sehv secdesi münferide
vâcib olur. Eğer imâmı yanılarak sehv secdesi ederse, muktedîye de sehv secdesi
vâcib olur. Eğer imâm secde etmezse, imâma uyan da secde etmez. Teşrik tekbiri
bunun gibi değildir. Nitekim kendi babında zikredilmiştir.
İmâma uyan kimseye
kendi yamlmasıyle sehv secdesi vâcib olmaz. Çünkü eğer imâma uyan kimse yalnız
kendi secde etmeye kalksa, imamına muhalif olur. Eğer imâm kendisine uyan kimse
ile beraber secde etse, imamet iktidâya dönüşür.
Sehv secdesi yapması
gereken kimse, sehv secdesinin teşehhüdünde Nebî (S.A.V.) e tasliye eder, yâni
ikinci teşehhüdde salevât duasını okur. İhtiyata uygun olan, iki teşehhüdde de
salevât duasını okumaktır, Zahîriyye'de böyle zikredilmiştir.
Her ne kadar imâmın
sehvi, mesbûkun kendisiyle beraber kılmadığı kısımda olsa da, mesbûk onunla
beraber sehv secdesi eder. Bundan sonra mesbûk geçenleri kaza eder. Uygun olan,
imâmın sücûdun-dan önce mesbûkun ayağa kalkmamasıdır. Şayet mesbûk, imâmın
sü-cûdundan önce ayağa kalkar da,o rek'atı secde ile kaydlamazsa imâm ile
beraber secde etmek için geri döner. Eğer o rek'atı secde ile kaydlarsa dönmez.
Eğer mesbûk kaza ettiği
rek'atte yanılırsa, o yanılma için ikinci defa sehv secdesi eder. Aynen lâhik de
böyledir. Yâni imâmın yanılma^ siyle lahika sehv secdesi vâcib olur. İmâmın
muktedînin uyuması hâlinde yanılması veya muktedînin abdeste gittiği zaman
yamlmasıyla da vâcib olur. Çünkü o lâhik imâmın ardında namaz kılan
menzilesinde-dir.
İmâm, dört rek'ath olan
farz namazda veya üç rek'ath olan farz namazda birinci oturuşu unutsa - Burada
musannif farz lâfzıyle nafileyi ayırdetmiştir. Çünkü nafilenin birinci oturuşu,
farzın ikinci oturuşu gibidir - her ne kadar kıyama kalksa da, ikinci oturuşa
(ka'deye) mutlaka döner. İmâm, yerden dizlerini kaldırmayıp da oturuşa daha
yakın iken, birinci ka'deyi hatırlarsa, birinci ka'deye döner ve kendisine sehv
secde lâzım gelmez. Eğer oturuşa'yakın hatırlamazsa, ayağa kalkar ve sehv için
secde eder. Bir kavle göre; «Kıyama doğrulmadıkca oturuşa döner.» Esah olan
kavi budur. Zeylaî (Rh.A.) böyle demiştir.
Eğer imâm, son oturuşu
(ka'deyi) unutsa, hattâ dört rek'at olan namazda beşinciye, üç rek'at olanda
dördüncüye ve iki rek'atta üçüncüye kalksa, secde etmedikçe son oturuşa döner.
Zira bu dönüşde namazı ıslâh vardır ve ıslâhın imkânı dönmekledir. Çünkü
rek'atın gerisinde olan, farzı terk yeri değildir. Yanıldığı için de sehv
secdesi yapar. Zira bu yanılan, farzı geciktirmiştir.
Eğer namaz kılan kimse,
beşinci rek'at için secde ederse, onun farzı nafile olur.- Beş olan dörtlü
namazda, eğer dilerse altıncı bir rek'at daha ekler. Musannifin «eğer dilerse»
demesine sebeb şudur : Çünkü bu nafiledir. Ona kasden başlanılmamıştır; şu
halde, bunun tamamlanması vâcib değildir, dilerse ilâve eder. Yine üçlü olup
dörde geçen namazda bir rek'at daha eklemeye hacet yoktur. Çünkü üç rek'at olan
namaza dördüncüyü eklemekle onu nafileye çevirir. Böylece, onunla tam namaz
hâsıl olur.
İkili olup üçe geçilen
namazda - ki o Sabah Namazıdır - hepsinin nafile olması için dördüncü bir rek'at
daha eklemez. Çünkü, fecrin tu-lûundan sonra, Sabah Namazının sünnetinden daha
fazla nafile namaz kılmak mekruhtur.
Eğer imâm son ka'dede
oturur, ondan sonra selâm vermeyip unutarak ayağa kalkarsa, oturuşa döner ve
selâm verir. Ancak dörtlü olan namazda beşinci için ve üçlü namazda dördüncü
için secde ederse, son oturuş bulunduğu için farzını tamâmlar. Dörtlü namazda
altıncı rek'atı ekler. Musannif burada, ilk surette dediği gibi, «dilerse»
dememiştir. Eğer imâm altıncı rek'atı keserse, iki surette de kaza yoktur. Çünkü
burada altıncıyı eklemek, birinci yerde eklemekten sağlamdır. Zira, imâmın
farzı burada şüphesiz tamâmdır. Fakat selâmı geciktirmekle sehv secdesi vâcib
olur. Eğer o iki rek'ati sehv için secde etmemekle keserse, vacibi terk lâzım
gelir. Eğer kıyamdan dönüp oturursa ve sehv için secde ederse, sünnet olan
şekilde sevh secdesi edâ edilmez. Bu durumda altıncı rek'atı eklemek gerekir.
İki rek'at üzere oturur ve sehv için secde eder. Birinci mesele -bunun
aksinedir. Şüphesiz f arzıyyet bundan sonra, kendi noksanını tedârike muhtâc
olması için bakî kalmaz.
«Her ne kadar o namaz
İkindi de olsa.» Musannifin bu sözü, «İkindiden sonra nafilenin keraheti
sebebiyle İkindide eklenmez.» denilen sözün zayıflığına işarettir. Bir kavle
göre; «Eklenir.» Çünkü bu ekleme m aksu d (kasıdh) değildir. İkindiden sonra
nafile namaz kılmaktan nehy ise maksûdu kapsar. Bu durumda, ekleme kasıdsız
mekruh olmaz. Esah olan kavi budur. Zeylaî (Rh.A.) böyle demiştir.
Yine imâm, üçlü olan
namazda iki surette de, o iki rekatın nafile olması için, beşinci rek'atı ekler.
Her ne kadar bu iki fazla rek'at Öğle, Yatsı ve Akşamın sünnetleri yerine
geçmezlerse de, o beşinci rek'atı ekler. Çünkü Nebr; (S.A.V.) in bu'iki rek'at
nafile üzerine devamı başlangıç tahrîmesi ile olmuştur.
Selâmı geciktirdiğinden
dolayı imâm, sehv secdesi eder. İki surette, iki fazla rek'atta imâma uyan
kimse, iki fazla rek'atı imâma tâbi olarak kılar. O muktedî eğer ifsâd ederse, o
iki rek'atı kaza eder. Çünkü muktedî ona kasden başlamıştır.
Yine Sabah Namazında
üçüncü rek'ata geçen kimse, dördüncüsünü eklemez. Çünkü Sabah Namazından sonra
nafile mekruhtur. Nitekim Sabah Namazından önce nafile mutlaka mekruh olduğu
gibi. İkindiden sonra dahî nafile, eğer kasden başlanırsa, mekruh olur, İkindi
Namazından önce nafile mutlaka mekruh olmaz.
Musannif, oturuşda sehv
açısından farzın hâlini açıklamayı bitirince, sehv secdesinin kısımlarım
tamamlamak için oturuşda nafilenin hâ-':
imi açıklamak isteyip demiştir ki: Musallî, sehven nafile namazda
birinci oturuşu terk etse, sehv secdesi eder ve namazı bozulmamış olur. Kıyâs
olan, bozulmuş olmaktı.. Bu,' İmâm Züfer' (Rh.A.) in sözüdür ve İmâm Muhammed' (Rh.A.) den rivayet edilmiştir.
İstihsân cihetiyle ise
fâsid olmaz. Musallîye, unutarak birinci oturuşu terkden dolayı iki sehv
secdesi vâcib olur. Çünkü tetavvu', iki rek'at meşru olunduğu gibi, dört rek'at
da meşru olunmuştur. Şu halde, şayet musallî birinci oturuşu terk etse ve
ikinci çifte kalksa, onun hepsini bir tek namaz yapmamız bize mümkün olur.
Dört rek'atlı
namazlardan birinde ancak son oturuş (ka'de-i ahire) farzdır. O oturuş, bitirme
ve ayrılma oturuşudur. Nitekim Öğle Namazında olduğu gibi, Sabah Namazı bunun
aksinedir. Çünkü Sabah Namazı sadece iki rek'at olarak meşru kılınmıştır.
îkinci çifti eklemekle onun hepsi bir namaz olmaz. Bu zikredilen, son oturuşun
erkândan olmadığına dâir olan bir kıyamdır (Fıkıhdır). Ancak, son oturuş
bitirmek için farz kılınmıştır. Çünkü farz kılınmış olanı bitirmek farzdır. Bu
takdirde birinci oturuş farz değildir. Şu halde, şayet musallî birinci oturuş
yerinde üçüncü rek'ata kalksa, o namaz dört rek'atlı olur. İmdi, birinci oturuş
bitirmek için değildir. Farzda bakî kaldığı gibi farzıyyet yönünden bakî
değildir. Mi'râc'ud-Dirâye'de böyle zikredilmiştir.
Musallî, iki rek'at
nafile namaz kıldığında ilk çiftte yanılıp sehvine secde etse onu bina etmez.
Yâni o musallî başlama tahrîmesini yenüe-meksizin, o namazı kılmaz. Çünkü sehv
secdesi namazın arasında vâ-' kî olmuştur. Eğer musallî o namazı tainâ etse
(tamamlasa) tahrîmenin bekası sebebiyle sahîh olur. Fakat sehv secdesini tekrar
yapar. Çünkü musallînin yanılma (sehv) sebebiyle yaptığı secde, namazın arasında
vâkî olmuştur. BU durumda, o secde sayılmaz.
Üzerine sehv secdesi
lâzım olan musallînin selâmı kendisini namazdan mevkûfen
çıkarır, kat'î olarak çıkarmaz. Hattâ o musallîye uymak sahîh olur. Namaz içinde
kahkaha ile gülse onun abdesti bâtıl olur ve müsâfir ise ikâmete niyet ile farzı
dört rek'at olur. Eğer o musallî sehv için secde ederse sahîh olur.
Eğer o musallî secde
etmezse, üzerine mezkûr hükümler terettüb etmez. Yâni ona uymak sahîh olmaz,
kahkaha ile abdesti bozulmaz, ikâmete niyetle farzı dört rek'at olmaz.
Üzerine sehv secdesi
lâzım gelen musallînin namazı kesmek niyetiyle selâmı o namazı kesmez. Çünkü
onun niyeti meşrûyu değiştirmek için olduğundan o niyeti geçersiz olur. Nitekim,
eğer Öğle Namazına altı rek'at olarak niyet etse
geçersiz olacağı gibi. Hatta onun, tahrîme bulunduğu için sehvinden dolayı secde
etmesi gerekir. Ancak, şu namaz bunun hilâfınadır : Şayet musallî, namazın rüknü
olan secdeyi (secde-i sulbiyye)
terkettiğini hatırlayarak naitfazi kesmek niyetiyle selâm verse, o zaman namazı
fâsid olur. Aralarındaki fark şudur : Şüphesiz sehv secdesi, namazın ihtiramında
sehv sebebiyle yapılır. Ve o ihtiram da bakîdir. Sulbiyye olan secde ise, namaz
sebebiyle namazın hakikatm-da yapılır ve şüphesiz kasden selâm ile namaz bâtıl
olur.
Musallî Kıble'den
dönmedikçe veya bir söz konuşmadıkça namazı kesilmiş olmaz. Şu halde, Kıble'den
dönme ve konuşma tahrîmeyi iptal eder. Bir kavle göre; «Bir söz konuşmadıkça
veya mescidden dışarı çıkmadıkça, kıbleden dönme (tahavvül) ile kesilmez.»
Bu mes'elede asıl olan;
O mu sallın in, her ne kadar yürümüş ve KıJb-le'den dönmüş de olsa, konuşmazdan
önce veya mescîdden çıkmazdan önce secde etmesidir. Bunu bazı Meşâyih
söylemiştir. Nihâye'de de böyle zikredilmiştir.
Öğle Namazını kılan
musallî, namazı tamamladım zanniyle iki rek'attan sonra selâm verse, yâni o
musallî Öğle Namazını tamâm ettim sansa, o Öğle Namazını dört rekata tamamlar ve
sehv için secde eder. Çünkü Resûlüllah' (S.A.V.) in böyle yaptığı rivayet
edilmiştir.
Eğer musallî, müsâfir
olduğunu zannederek veya o namazın Cuma olduğunu sanarak selâm verse, bu
yukarıdakinin aksinedir. Ya da o musallî yakın zamanda İslâm ile
şereflendiğinden, Öğlenin farzı iki rek'-attır, sansa veya o musallî Yatsı
Namazında iken o Yatsı Namazını terâvihdir, sansa, o vakit o musallînin namazı
bunların hepsinde bâtıl olur. Çünkü o niusallî kasden selâm vermiştir.
imâm Cuma Namazında ve İki
Bayram Namazında sehv için secde etmez.
Âdeti şek olmayan
kimse, namazında şüphe etse, — Bu husus, Fu-kahânın ibaresinde «ilk defa şüphe
etse» olarak geçmiştir. Kâfî sahibi
Kâfî'de demiştir ki: Bu «ilk defa şüphe etse» ibâresindeki kimse, şüphe kendisi
için âdet olmayan bir kimse, demektir. Yoksa geçmiş zamanda ömründe yanılmayan
ve unutmayan kimse demek, değildir. O kimse kaç rek'at namaz kıldığında şüphe
etse, — o namazı yeniden kılar. Eğer musallînin şüphesi çok olursa, zanmn
gâlibiyle amel eder. Eğer zannı gâlib olmazsa, en az olanı alır. O musallî
zannettiği şeyin hepsinde, namazın sonunda oturur.
Musallî, namazda şüphe edip
kendisine kesin bilgi gelinceye kadar düşünse ve eğer o musallînin düşünmesi
namazın rükünlerinden birinin edası mümkün olacak kadar uzasa, üzerine sehv
secdesi vâcib olur. Eğer o musallînin düşünmesi namazın bir rüknünün edası
mümkün olacak kadar uzun olmayıp, ondan az olsa, sehv secdesi vâcib olmaz. Çünkü
uzun düşünme namazın rükünlerini yerlerinden geciktiren şeydendir. Az düşünmek
ise, kendisinden sakınma mümkün olmayan şeydendir. Bu durumda musallî, o
düşünmeyi sanki yapmamış gibi olur. Tuhfet'ul-Fukahâ'da böyle zikredilmiştir.
Tilâvet secdesi, İmâm
Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre ve İmâm A'zam' (Rh.A.) la ilgili bir rivayete göre,
vüs'at yönünden vâcibdir.
İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre ve yine İmâm A'zam' (Rh.A.) a ait bir rivayete
göre fevren vâcibdir. İnâye'de böyle
zikredilmiştir.
Bu tilâvet secdesinde
namazın şartlarıyle beraber secdelerin teşbihini okumak vardır. Yâni; (Sübhâne
rabbiye'l alâ) demek vardır. Onların şartları ise yukarıda geçmişti: ' Tekbir
alırken niyet etmek ve Kıble'ye yönelmek, avreti örtmek ve iki çeşit temizlik
gibi.
Elleri kaldırmak sızın
secde, iki tekbîrin arasında vâcibtir. Yâni tilâvet secdesi yapmak isteyen
kimse, önce ellerini kaldırmaksızın tekbir alır ve secde eder. Ondan sonra yine
tekbir alır ve başını secdeden kaldırır. Bu secde, namaz secdesi-gibi yapılır.
Bu söz, İbni Mes'ûd' (R.A.) dari mervîdir.
Yine tilâvet secdesi,
teşehhüd etmeksizin ve selâm vermeksizin iki tekbîr arasında vâcibdir. Çünkü
teşehhüd ve selâm tehallül
içindir. Tehallül de, tahrîmenin daha önce geçmiş olmasını gerektirir. Burada
tahrîme bulunmadığından teşehhüd ve selâm da yok olmuştur.
Tilâvet secdesi bilinen
ondört âyetten birinin okunmasiyle vâ-cib olur. O bilinen âyetler : A'râf
sûresinin sonunda; Ra'd, Nahl, Benî İsrail ve Meryem sûrelerinde; Hac sûresinin
ilk yarısında; Furkân, Nemi, Secde, Sâd, Hâ mim (es-Secde), Necin, İnşikâk ve
Ikra' sûrelerin-dedir.
Şayet, üzerine eda ve
kaza î'tibâriyle namaz lâzım gelen bir kimse secde âyetini okusa, ona secde
vâcib olur. Bu duruma göre tilâvet secdesi, secde âyeti okuyan sağıra vâcib
olur. Çünkü sağır edâ ve kaza ehlindendir.
Yine tilâvet secdesi;
secde âyetini, okuyan cünub, abdestsiz ve sarhoşa da vâcib olur. Çünkü onlar
kaza ehlindendir.
Tilâvet secdesi; kâfir,
mecnûn ,
çocuk, hayızh ve lohusaya vâcib değildir. Çünkü onlar edâ ve kaza için ehil
değillerdir.
Ondört âyetten bir
âyeti işiten kimseye, dinlemeyi kasd etmese de ,
tilâvet secdesi vâcibtir. İster o kimse secdeyi anlasın ve isterse anlamasın, şayet ona secde âyeli okunduğu haber
verilirse, secde vâcib olur. Kâdîhân
(Rh.A.) böyle zikretmiştir.
Yukarıda zikredilen
sağır, cüııub, abdestsiz ve sarhoşdan secde âyetini işitmekle de secde vâcib
olur. Yine tilâvet secdesini, uyuyan kimseden işitmekle secde vâcib olur.
Kâdîhân (Rh.A.)
demiştir ki: «Bir kimsenin, tilâvet secdesini, uyuyan kimseden işitmesi
meselesinde ihtilâl edilmiştir. Sahih olan, secdenin vâcib olmasıdır.»
Secde âyetini, kuştan ,
daimî deliden (mecnûn-ı mutbık), sadâ-dan (yankı) ve imâma uyan kimseden işiten
kimse üzerine tilavet secdesi, bunlar kırâata ehliyetleri olmadıkları için
vâcib değildir. Bunlar tarafından yapılan okuma, okuma olmamış gibidir. İşitilen
de dinlenmemiş gibidir. İlk üçün, yâni kuş, daimî deli ve sadânuı, ehil
olmadıkları açıktır. Dördüncüsü, yâni imâma uyanın ehil olmamasının sebebi ise
şudur : Çünkü imâma uyan kimse, imâmın tasarrufu kendisine ulaştığı için,
kıraatten menedilmiştir. Menedilıniş (Mahcur) in tasarrufu için ise hüküm
yoktur. Cünub, hayızlı ve bunlara benzeyenler bunun aksinedir. Çünkü onlar
kıraat tan nehyedilmişlerdir. Nehy ise, hıcr (menetme) den başkadır.
Câmi'ul-Kebîr'in
telhisinde denmiştir ki: «İmâma uyan kimseden secde âyetim işitmek, deliden,
kuştan ve sadâdan işitmek gibidir. Bir şey icâb etmez»
Yine Kâdîhân demiştir
ki: «Tilâvet secdesi, üzerine namaz vâcib olan kimseye, secde âyetini okuduğunda
vâcib olur. Ya da secde âyetini, üzerine namaz'vâcib olan kimseden işittiğinde
vâcib olur. Ya da hayz veya nifâs sebebiyle; cünûn sebebiyle; küfür sebebiyle
veya küçüklük sebebiyle üzerine namaz vâcib olmayan kimseden işittiğinde, secde
vâcib olur.» Bu ikisi arasında ise mecnûn hakkında açık bir muhalefet vardır.
Ben derim ki; bunda
uzlaştırma yolu şudur : Şüphesiz Kâdîhân' (Rh.A.) in mecnûn'daıı maksadı, daimî
olmayan «ayık olan» delidir. Telhis sahibinin maksadı ise, daimî delidir.
Nevâdİr'den Zahidi'
(Rh.A.) nin naklettiği şu şey bunu te'yîd eder :
«Delilik (cünûn), kısa
olurda, bir gün bir gece veya bir gün bir geceden daha az olursa, o mecnûna,
secde âyetini okumak veya işitmek ile secde lâzım gelir,» demiştir.
Bunun tahkik ve tedkiki
şudur : Şüphesiz delilik üç mertebedir :
Birinci mertebe kısa
delilikdir. Nitekim yukarıda anlatıldı. İkinci mertebe daimî olmayan kâmil
delilikdir. Bu delilik kısadan daha çok olur. (Üç gün üç geceden daha kısa.)
Lâkin bu delilik bazan gider. Üçüncü mertebe daimî olan kâmil (tam) deliliktir.
Bu delilik asla gitmez.
Şahıslar da, delilik
gibi tilâvet secdesine nazarla üç mertebedirler.
O mertebelerin ilki,
secde âyetini okumasıylc kendi üzerine ve kendinden secde âyetini işiten başka
kimsenin üzerine secde lâzım gelendir. «Kısa (Geçici) deli» bu kabildendir ki o
Nevâdir'de zikredilendir.
ikinci mertebe, secde
âyetini okıımasıyle üzerine secde lâzım gelmeyendir. Lâkin ondan secde âyetini
işiten başkası üzerine secde lâzım gelir. Dâimi olmayan kâmil deli bu
kabildendir. Bu, Kâdîhân' (Rh.A.) m zikrettiği deliliktir.
Üçüncü mertebe secde
âyetini okumasıyle kendi üzerine ve kendisinden işitmekle başkası üzerine bir
şey lâzım gelmeyendir. Bu, Telhis sahibinin zikrettiği deliliktir.
Bu araştırma,
Melik'ul-Allâm olan Yüce Allah' (C.C.) m yardımıy-le benim için burada
kolaylıkla tamâm oldu. Doğruyu ilham eden Allah' (C.C.)
a hamd olsun, dönülecek ye sığınılacak olan O'dur.
Namaz içinde olan
tilâvet için, tilâvet secdesi, namazuı rükûu ve sücûdundan başjsa, bir rükû ve
sücûd ile edâ edilir. Şayet rükû, secde âyetinin peşisıra yapılırsa - eğer
musallî, rükûun tilâvet secdesi ile olmasına niyet ederse - tilâvet secdesi
namazın rükûu ile edâ edilir.
Yine, tilâvet secdesi,
namazın rükûu ile edâ edildiği gibi, kıraatin peşisıra, - her ne kadar musallî
tilâvet secdesi olmasını niyet etmese de - namazın secdesiyle de edâ edilir.
Yâni şayet musallî, namazı içinde secde âyetini okursa, eğer dilerse tilâvet
için rükû eder, dilerse tilâvet için secde eder, ondan sonra doğrulup okur.
Çünkü secdeden maksûd, Ma'bûd (C.C.) için huşunun gösterilmesidir. O huşu,
secde ile hâsıl olduğu gibi, rükû ile de hâsıl olur.
Tilâvet secdesi, namaz
secdesi ile de edâ edilir. Çünkü namaz secdesi, her bakımdan tilâvet secdesine
uygun olur. Muhît'de böyle zikredilmiştir.
Hulâsa'da denmiştir ki;
Ulemâ, şüphesiz tilâvet secdesi, tilâvet için niyet edilmese de, namaz secdesi
ile edâ edilir, diye icmâ etmişlerdir. Fakat, rükûda ihtilâf etmişlerdir.
Hâherzâde (Rh.A.)
adiyle laııınan Şcyh'ul İslam; nRükûun tilâvet secdesi yerine geçmesi için,
rükûda l.ilâvet secdesi için niyet, lâzımdır» demiştir.
İmâm Mulıammed (Rh.A.)
bunu böyle lâyiıı ve tahdîd etmiştir.
Her ne kadar imâma uyan
kimse âyeti işi t meşe de, imâma uyması gerektiği ivin, imâma uyan, imâmın secde
âyetini ukımıasıyle secde eder.
Eğer secde âyetini
imâma uyan kimse (mü'tem) okursa, imâm da nıü'tem de asla secde etmez. Çünkü
malûmdur ki, imâma uyan kimse mahcurdur. (Yâni okumaktan menedilmiştir) ve
mahcurun i'iili için asla hüküm yoktur. Yâni ne namaz içinde, ne de namazdan
sonra, imâm ve imâma uyan secde etmezler. Namazın dışında bulunan kimse bunun
aksinedir. Eğer o namazın dışında olan kimse -secde âyetini, imâma uyandan
işitse, bu takdirde onun üzerine secde vâcibdir. Çünkü hıcr (menetme), namaz
Kılanlar'hakkında sabit olmuştur. Böylece, o namazın dışında olan kimse, namaz
kılanlardan sayılmaz.
Musaliî secde âyetini
namaz kılmayandan işitse, namaz içinde secde etmez. Zira o âyet namaza âid
değildir. Çünkü namaz kılanların bu secdeyi işitmeleri namazın nülerinden
değildir. O secdenin sebebi gerçekleştiği için, bii'akis o musallî namazdan
sonra secde eder.
Eğer musallî namaz
içinde secde etse caiz değildir. Çünkü musallî, namazın rükünlerinden olmayan
şeyi'namaza sokmaktan nehy olunmuştur. Ancak secde, namazın dışında bir sebeb
ile kâmil şekilde vâcib-dir. Şu halde, eğer musallî namaz içinde eda etse, nakıs
şekilde vâki olur. Bu durumda, o noksan sebebiyle uhdeden çıkmaz. Bilâkis
musallî, secdeyi îâde eder. Namazı iade etmez. Çünkü sâ,dece secde etmek,
namazın hürmetine aykırı olmaz.
İmâm ile beraber
namazda olmayan bir adam, secde âyetini imâmdan işitse ve hiç imâma uymasa veya
imâma bir diğer ıek'atta uysa, sebebin varlığından ve edanın yokluğundan dolayı
o adam namazın dışında secde eder.
Eğer o adam, secdeyi
işittiği ıek'atta, imâm secde etmezden önce imâma uysa, imâm ile beraber secde
eder. Çünkü o adam, şayet secde âyetini işitmese bile, imâm ile beraber secde
eder. Nitekim daha önce anlatıldı. Şu halde burada secde etmesi daha uygundur.
Eğer o adam secde
âyetini işittiği rekatta, imâm secdeyi yantıkdan sonra imâma uysa, mutlaka secde
etmez. Yâni gerek namazda ve gerekse namazın dışında secde etmez. Çünkü adam o
rek'ate yetişmekle o secde için müdrik olmuştur.
Yeri namaz içinde olan
bir tilâvet secdesi, namazın dışında kaza edilmez. Çünkü o secde namaza âiddir.
Ve o secdeye namazın meziyye-ti (üstünlüğü, tamlığı) vardır. O hâlde nakıs ile
edâ etmek lâzım gelmez.
Musannif, namaz içinde
vâcib olan ile edasının yeri namaz dışında olan tilâvet secdesini birbirinden
ayırmak için, «namaz içinde vâcib olan bir secde» dememiştir. Nitekim musallî
secdeyi kendisiyle beraber olmayan kimseden veya imamından işitse ve o imâma
bir başka rek'atta uysa, tilâvet secdesi vâcib olduğu gibi.
Bir kimse namazın
dışında secde âyetini okuyup peşisıra secde etse ve namaza başladığında, namaz
içinde secde âyetini tekrar okusa, tekrar secde eder. Çünkü o kimse, şayet
namazdan önce secde etse, namaz içinde vâcib olan secde meydana gelmiş olmaz.
Eğer o kimse namaza
başlamadan önce secde etmezse, namaz içinde bir secde yeter. Çünkü her ne kadar
meclis (yer) bir değil ise de, namaz içinde olan secde, namazın gayri olan
secdeyi tabî kılmıştır. Nitekim bir kimse secde âyetini bir mecliste tekrar
etse, bu takdirde bir secde yettiği gibi. Gerek o musallî secde âyetini bir
meclisde iki kere okusun, ondan sonra secde etsin veya bir kere okuyup secde
etsin, ondan sonra o meclisde secde âyetini yine okusun müsavidir. İki meclisde
okusa, bir secde yetmez. Şu halde eğer o kimse secde âyetini iki meclisde
tekrar etse, iki. secde vâcib olur. Eğer o kimse secde âyetini bir meclisde
tebdil etse, yâni bir meclisde birinci âyetin yerine başka bir secde âyeti
okusa, bir secde yetmez. Bilâkis, iki secde icâbeder. Asıl olan şudur ki :
Şüphesiz secdenin mebnâsı (esâsı), güçlüğü savmak için tedahül
üzerinedir. O secde sebebde tedahül
etmiştir, hükümde tedahül etmemiştir. O sebeb ,
ihtiyat için ibâdetlere daha uygundur. Hükümde tedahül ,
şeriat sahibinin keremini göstermek için ukûbâta (cezalara) daha uygundur.
Tedahülün mümkün oluşu, ayrı olanları ihtiva ettiğinden dolayı meclisin bir
olduğu zamandadır. Şu halde şayet meclis ayrı ayrı olsa, hüküm asl'a döner.
Hakikat yönünden
ayrılık bulunduğu ve fakat hüküm yönünden cemeden bulunmadığı için, bez
çözülmesi ve bir daldan diğer bir dala geçilmesi (bir yerden bir yere
geçilmesi)" tebdili mekândır.
Mescidin ve evin
köşeleri bunun aksinedir. Şüphesiz köşeler imâma uymanın sıhhatinin delili ile
bir tek yer hükmündedir.
Az bir iş mekânı
(meclisi) değiştirmek değildir. Otururken kalkmak gibi. Bu takdirde, bir secde
yeter. Gerek o secde az fiilden sonra vâkî olsun - meselâ bir kimse secde
âyetini okuyup peşisıra ayağa kalkıp ondan sonra secde âyetini tekrar okuyup
peşisıra secde etse - veya gerekse o secde az fiilden önce olsun - meselâ secde
âyetini okuyup peşisıra secde edip ondan sonra ayağa kalkıp peşisıra secde
âyetini tekrar okusa - bir tek secde yeter.
Yine bir adım veya iki
adım yürümek, bir lokma şey yemek, bir yudum şerbet içmek, az bir söz konuşmak
ve meclisi değiştirmeyen şeylerden bunlara benzeyen; oturmak, bir şeye
dayanmak, hayvana binmek ve inmek gibi şeyler meclisi değiştirmez.
Şu secde bunun
aksinedir: Şayet bir kimse bir başka secde âyeti okusa veya bir kaç adım yürümek
gibi çok bir işden sonra, secde âyetini tekrar etse ,
şüphesiz bir secde yetmez.
Bir kimse musallî
olmayıp hayvan üzerinde binici olduğu halde secde âyetini tekrar etse, secdeyi
de tekrar eder. Çünkü hayvanın yürümesi, hayvana binmiş olana izafe edilir.
Hattâ o binicinin, hayvanın zarar verdiği
şeyi ödemesi gerekir. Bu durumda, binicinin yeri, arza itibâr edilir. Yoksa
hayvanın sırtına değil.
Musannifin; «musalH
olmayıp», demesine sebcb şudur : Çünkü namaza hürmet, mekânları bir tek mekân
gibi yapar. Eğer tek mekân olmamış olsa, o binicinin namazı sahih olmaz. Çünkü
mekânın ihtilâfı namazın sıhhatini meneder.
Bir kimse secde âyetini
gemide iken tekrar etse - her ne kadar o kimse gemide namazda olmasa da -
secdeyi tekrar etmez. Zira gemi ev gibidir. Geminin yüzmesi, o kimseye izâle
edilmez. Yüce Allah (C.C.)
Kur'ân-ı Hakim'de :
«(Gemiler) onları götürdüler.» buyurmuştur.
Eğer musallj secde
âyetini bir rek'at namazda tekrar etse, meclis bir olduğu için, kıyâscn ve
istihsânen bir secde yeter. Eğer iki rek'-atta tekrar etse, İmâm Ebû Yûsuf1
(Rh.A.) a göre, yine bir secde yeter.
Secde âyetini işiten
kimsenin meclisinin değişmesi, üzerine diğer secdeyi gerektirir. Fakat okuyanın
üzerine diğer secdeyi gerektirmez. Aksi olmaz. Yâni okuyan kimsenin yerinin
değişmesi, işiten üzerine diğer secdeyi gerektirmez.
Secde âyetini işiten
kimse, secdeden hasını, okuyan kimseden önce kaldırmaz. Âyeti okuyan kimse
işitene âdeta imâm gibidir.
İmâmın gizli okuyuş i!e
kıldığı namazda secde âyetini açık dan okuması mekruhtur, Çünkü açıkdan okumak
cemâati okunan şeyin sıhhatinde şüpheye sevkeder. Ancak hemen peşisira rükûa
niyet ederse, mekruh olmaz.
Yine imâmın secde
âyetini terk edip, geri kalanını okuması da mekruhtur. Çünkü imâmın o sec"de
âyetini terketmesi, secdeden çekinmesi ve üzerine secdenin lüzumundan kaçması
kuruntusunu verir.
Yine secde âyetine bir
âyet veya bir kaç âyet eklemek, üstünlük kuruntusunu savmak için mendûbdur.
İşitene şefkat için secde âyetini okuyan kimsenin gizlice okuması da mendûbdur.
Ayağa kalkıp ondan
sonra secde etmek de mendûbdur. Bu, Âişe'
(R.Anhâ) den rivayet
edilmiştir. Çünkü tilâvet secdesine kıyamdan inmek daha kolay ve daha tamdır.
Cenâiz, cenazenin
çoğuludur. Cenaze, cîm'in îethiylc ölü (meyyit) demektir, ve cîm'in kcsriyle
tâbût'dur.
Ölüme hâzır olan
kimseyi kabre konulduğu şekilde, sağ tarafı üzere Kıbleye yöneltmek sünnettir.
Zira Kıbleye yöneltmek ölü için şereftir. Sırtı üzere yatırıp iki ayaklarını
Kıbleye yöneltmek de caizdir. Çünkü ruhun çıkması kolay olur. Birincisi
sünnettir. Yüzünün Kıbleye doğru olması, semâya doğru olmaması için başı bîr
miktar kaldırılır.
O ölüme hâzır olan
kimsenin yanında Şehâdeteyni zikrederek yâni :
(Eşhedü enlâ ilahe
illallah ve cşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlüh) diyerek telkin yapılır.
Çünkü birinci şehâdet ikinci şehâ-detsiz kabul edilmez. Ona bu iki şehâdeti
söyle, diye emredilmez. Çünkü cam sıkılıp reddetmesinden korkulur.
Ölmesinden sonra çenesi
bağlanır ve iki gözleri yumdurulur. Durum bize böylece intikal etmiştir. Burada
onun suretini güzelleştirme vardır. Böylece, istihsân olarak kabul edilir.
Bir kimsenin vefatını
insanlara i'lân etmekte mahzur yoktur. Teçhizinde acele edilir. Kefeni
buhurlandığı gibi, tek sayı olarak üç kere veya yedi kere buhurlanmış serîr
(teneşir, sedir) üzerine konulur. Çünkü güzel koku ile bühurlanmakta ölüye
ta'zîm vardır. Tek sayının seçilmesi
Resûlüllah' (SAV.) in
şu kavlinden dolayıdır.
Kesûl-i Ekrem (S.A.V.) buyurmuştur ki :
«Şüphesiz Allah
tck'dir, tek'i sever.» (Buhârî, Sünen-i Ebû Dâvûd Sünen-i Nesâî, Sünen-i Dâremî,
Ahmed bin Hanbel, Tayâlisî.)
Meyyitin giyecekleri
çıkartılır ve galîza olan avreti örtülür. Bir kavle göre; «Gerek galîza ve
gerekse hafife olan avreti örtülür.» Suyun çıkarılması güç olduğu için, mazmaza
ve istinşaksız abdest verilir. İyice temiz olsun diye üzerine sidr ve
çöven ile kaynamış su dökülür.
Eğer sidr ve çöven
bulunmazsa, maksadın aslı hâsıl olsun diye hâlis su dökülür.
Meyyitin başı ve sakalı
hatmi ile yıkanır. Çünkü kirin
çıkarılmasında hatmi en uygundur. Eğer hatmi bulunmazsa, sabun ile ve sabuna
benzer şey île yıkanır.
Bundan sonra,
yıkanmasında önce sağından başlanması için, meyyit sol tarafına döndürülür.
Hattâ meyyit, teneşir tahtasına yaklaşan yerine su ulaşıncaya kadar su ve si dr
ile yıkanır. Ondan sonra sağ tarafına döndürülür, aynı şekilde, tahtaya
yaklaşan yerine su ulaşıncaya kadar yıkanır. Bundan sonra, yıkayan kimse
(gassal), meyyiti kendine dayayarak oturtur.
Kefene pislik
bulaşmasın diye meyyitin karnı hafifçe mesh edilir.
Dışarı çıkan yıkanır,
meyyit tekrar yıkanmaz. Abdesti de tekrarlanmaz. Çünkü yıkama nass ile malûmdur.
Şüphesiz nass da bir defa hâsıl olmuştur.
Sonra, kefenleri
ıslanmasın diye bir bez ile meyyitin yaşlığı kurulanır. Meyyitin tırnağı
kesilmez ve saçı taranmaz. Çünkü tırnak kesmek ve saç taramak süslenmek
içindir. Meyyitin ise buna ihtiyâcı yoktur.
Başı ve sakaiı üzerine
buhur konulur. Çünkü güzel koku
sünnettir. Secde yerlerine, yâni alnına, burnuna, dizlerine ve ayaklarına da
kâfur
konulur. Çünkü meyyit, sağlığında secde ederken bunlar üzerine secde ederdi.
Öyleyse onlara saygı için ve çabuk bozulmasından korumak için (meyyite bundan)
îazlasıyle tahsis edilir.
Şayet meyyitin üzerine su aksa
veya yağmur yağsa meyyit yıkanmış olmaz. Suda boğulan meyyit de yıkanır.
Kâdîhân (Rh.A.) böyle demi.1; tir.
Erkek için kefenin
sünnet olanı: İzâr, kamîs ve lifâledîr. İzâr ile 1İ-t'âfeden her biri başdan
ayağa varıncaya kadardır. Kamîs ise meyyitin iki omuzlarından iki ayaklarına
varıncaya kadardır. Yakasız, cebsiz, kolsuz olur ve etrafı meyyitin üzerine
dürülınez. Sarık dolamak müstahsendir.
Yâni başına sarık mesabesinde bir bez dolamayı sonraki âlimler caiz
görmüşlerdir.
Kadın için sünnet olan
kefen : (Dır') (gömlek üzerine giydiği libâs), izâr ve hınıâr (başörtüsü),
lîlâfe ve göğüslerini bağlamak için hırka (bez parçası) dır.
Erkeğin kefeninde
kifayet miktarı olanı, izâr ve Jifâfedir. Kadın için kifayet miktarı, yine izâr
ve lifâfedir, bir de hımârdır.
Erkek ve kadın için
kefenin zarurî olanı, elbiselerinden mevcûd olandır. Meyyit kefenlenmek
istendiği zaman : Lifâfe yayılır ve izâr li-fâfenin üzerine serilir. Meyyit
gömlcklenîr ve izâr üzerine konur. Hayatında olduğu gibi, önce izârın sol
tarafı, sonra da sağ tarafı meyyitin üzerine dürülür.
Ondan sonra lifûfe de
izâr gibi, önce sol tarafı sonra sağ tarafı dürülür. Kadının üzerine, (dır)
yâni gömlek giydirilir ve saçı iki bölük yapılıp (dır') in üstüne, göğsünün
üzerine konulur. Ilıman da (dır1) in üzerine Iifâfenin altına konur. Eğer
kefenin çözülmesinden korkulur ise iki tarafından bağlanır. Kefenin yıkanmışı
ile yenisi müsavidir. Yâni yeni olan için üstünlük yoktur. Meyyiti kumaş ve
keten ile ke-fenlemekde mahzur yoktur. Kadınları ipekli kumaş ile, za'ferân ve
usfûr ile
boyanmış bez ile kefeni emek de mahzur yoktur.
Malı olmayan meyyitin
keleni, hayalında nafakası üzerine
vâcib olan kimsenin üzerine vâcibtir.
Meyyitcniıı <vefat
etmiş kadının) kocası hakkında ihtilâf edilmiştir. Fukahâ arasında bazısı :
«Keleni, kocası üzerine vâcibdîr.» Bazısı da, «Vâcib değildir,» demiştir.
Halbuki esah kavi,
kadının keteninin kocası üzerine vâcib olmasıdır. Zahîriyye'de böyle
zikredilmiştir.
Eğer meyyitin, nafakası
üzerine vacib olan kimsesi bulunmasa, o meyyitin kefeni Beyl'ul-mâl (Devlet
Hazinesi) üzerine vâcib olur.
Meyyitin Namazı (Cenaze
Namazı), farz-ı kifâyedir. Yâni bir kısım
müslümaniar edâ ederse, bütün
cemâatten düşer. Eğer hiç kimse edâ etmezse, cemâatin hepsi günahkâr olur.
Vei'ât eden her
Müslüman üzerine namaz kılınır. Ancak Müslüman olan bâğiler ve
yol kesiciler, eğer çarpışmada öldürülürler-se, onların namazı kılınmaz.
Musannifin bu kaydı,
Kâdîhân' (Rh.A.) in zikrettiği şu şeye işârettir :
«Şüphesiz, zulüm ve isyan ehli, silâhlarını bıraktıkclan sonra öl-dürülseler,
onların Cenaze namazı kılınır. Yine böylece, yol kesicileri İmâm (Emîr)
yakalayıp ondan sonra öldürse, namazları kılınır» Yine, gece şehr içinde silâhla
başkaldıran kimse o vaziyette öldürülse, yıkanırsa da, namazı kılınmaz.
Kendisini öldüren kimse
yıkanır ve namazı kılınır.
Babasını veya anasını öldüren
kimsenin namazı, ona ceza olarak kılınmaz.
Meyyitin namazı dört
tekbîr ile kılınır. İki
eller yalnız ilk tekbirde kaldırılır. Şafiî' (Rh.A.) ye göre, iki eller
hepsinde kaldırılır. İlk tekbirden sonra, diğer namazlar gibi şu duâ okunur :
«Sübhânekellahünune ve
bihaindîk ve tebâieke'smük ve teâlâ ceddük ve celle senâüke ve lâ ilahe gayrük.»
Mânâsı : «Ey, Allahım!
Seni teşbih ve tenzih eder, Sana hanıd-ü senada bulunurum. Senin mukaddes ismin
mübarektir ve Senin azamet ve celâlin pek yüksektir; Sen'den başka hak ma'bûtl
yoktur.»
İkinci içkimden sonra,
Nebî (S.A.V.) üzerine, diğer namazlarda te-şclıhiiddm sonra okunan salavât
okunur. («Allahümme salli» ve «Alla-hümme bârik» duaları)
Üçüncü tekbirden sonra,
baliğ olan meyyitler için şu duâ okunur :
AUâhümma'gfir
li-hayyinâ ve meyyitinâ ve şâhidinâ ve ğâibinâ ve kebîrinâ ve sağîrînâ ye
zekerinâ ve ünsânâ.
AUâhümme men ahyeytehû
minnâ fe-ahyihi ale'l-İslâmi. Ve men teveffeytehû minnâ feteveffehû ale'I-îmâni.
Ve hussa hâze'l-meyyite bi'r-ravhi ve'r-râhati ve'r-rahmeti ve'I-mağfireti
ve'r-rıdvân.
AUâhümme in kâne
muhsinen fi'zid fî ihsan i hi. Ve in kâne müsîen fetecâ vez anini.
Velakkıhî'1-emne ve'1-büşrâ ve'I-kerâmete ve'z-züUâ bi-rahmetike yâ
Erhame'r-Râhimîn.»
Ma'nâsı: «Allah'ım! Bizim dirilerimizi,
ölülerimizi, hâzır ve gâib olanlarımızı,
küçük ve büyüklerimizi, erkeklerimizi
ve kadınlarımızı, afv-ü mağfiret buyur.
Yâ İlâhî! Bizden
yaşattıklarını İslâm üzere yaşat, bizden Öldürdüklerini imân üzere öldür.
Bilhassa bu ölüyü rahmet ve mağfiretine erdir.
Yâ Rabbi! Eğer bu Ölü,
muhsin ise ihsanını artır ve eğer yaramaz bulunmuş ise afvet, kendisine emniyet,
bişâret, keramet ve yakınlık nasîb eyle. Rahmetinle ey erhamerrâhimîn!»
Dördüncü tekbirden
sonra musallî iki tarafa selâm verir. İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre, bir tarafa
selâm verir, sağından başlıyarak solunda bitirir.
Cenaze Namazında kıraat
yoktur. İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre; Fatiha okunur. Teşehhüd de yoktur.
Eğer İmâm, beşinci bir
tekbir daha alırsa, ona uyulmaz. Çünkü mensûhtur.
Musallî, üçüncü
tekbirde, erkek ve kız çocuk ile mecnûn için mağfiret dilemez. Çünkü onların
günahları yoktur. Ancak şöyle duâ eder:
ccAIlâhümmec'alhü lenâ
feratan, vec'alhü lenâ ecren ve zuhrân. Al-lâhümmcc'alhü lenâ şâfian ve
müşeffean.»
Mânâsı : «İlâhî!
onu bize takdim edilmiş bir ecr kıl. Yâ Rabbi!
Onu bize bir sevab ve
sürekli hayr kıl, onu bizlere şefaatçi ve şefaati kabul edilmiş kıl.»
İmâm, mutlaka meyyitin.
göğsü hizasında ayakta durur.
Gerek o meyyit erkek olsun, gerekse kadın olsun. Çünkü göğüs, kalbin yeridir, ve
îmân nuru ondadır. Onun hizasında durmak, o meyyitin îmânı için şefaate bir
işaret olur.
Bir kaç cenaze
toplansa, her biri için ayrı ayrı namaz kılmak evlâdır. Sonra evlâ olan, o
meyyitlerden en faziletli olanının namazını önce kılmaktır.
İmâm, o meyyitlerin
hepsi üzerine bir kere namaz kılmakla yetinmek istese, cenazeleri, hepsinin
göğüsleri imâmın kendi önüne gelecek şekilde, ard arda Kıbleye doğru uzanan bir
saff yapar.
İmâm bunda tertibe
riâyet eder. Yâni, kendini takib eden tarafa önüne erkekleri, onların arkasına
erkek çocukları, onların arkasına hün-sâları, onların arkasına kadınları ve
onların arkasına kız çocukları koyar. Hür olan çocuk kölenin önüne konur.
Âlimler, mekân yönünden
sıraya koymanın keyfiyeti konusunda çeşitli görüşler İleri sürmüşlerdir.
İbn Ebî Leylâ (Rh.A.)
demiştir ki: Erkek diğer erkeğin arkasına konulur. Diğer erkeğin başı birincinin
başından daha aşağı olduğu halde bu şekilde derecelenerek konulurlar. İmâm Ebû
Hanîfe' (Rh.A.) den, İbn Ebî Leylâ' (Rh.A.) nın bu sözünün güzel olduğunu
söylediği rivayet edilmiştir. Çünkü Nebiyyi Ekrem (S.A.V.) iki arkadaşı
Hz. Ebû Bekir (R.A.) ve Hz. Ömer (R.A.) / ile zikredilen vaziyette
defnedildiler.
Eğer hepsinin başı arkadaşının başı hizasında konulursa, bu da güzeldir. Çünkü maksâd hâsıl olmaktadır. O maksad da
üzerlerine namaz kılmaktır.
İmâma uyan kimse,
imânıdan sâdır olan bir veya iki tekbiri kaçir-sa, imâmın son tekbirini gözetir,
imânı selâm verdiği zaman, tekbirden üzerinde kalanı, cenaze kaldırılmamdan önce
kaza eder. Çünkü Cenaze Namazı, o tekbirler olmadan tasavvur edilemez.
Musallî, cenazede hâzır
olup imâm ile beraber tekbir almasa, ikinci tekbiri beklemez. Çünkü bu surette
musallî müdrik gibidir.
Eğer musallî, imâm
dördüncü tekbiri aldikdan sonra gelse, İmâm A'zam (Rh.A.) ve İmâm Muhammed'
(Rh.A.) e göre, Cenaze Namazını kaçırmış olur. İmâm Ebû Yûsuf {Rh.A.) a göre,
sonra gelen o musallî bir tekbir alır ve imâm selâm verdikden sonra üç tekbiri
kaza eder. Nitekim, şayet o musallî imâmın arkasında hâzır olup imâm dördüncü
tekbiri alıncaya kadar hiç tekbir almasa, tekbirleri kaza etmesi gerektiği
gibi.
Sahîh kavi, İmâm A'zam
(Rh.A.) ile İmâm Muhammed' (Rh.A.) in sözüdür. Zira yalnız bir tekbir almakda
sebeb yoktur. Çünkü Cenaze Namazından bir tekbir, diğer namazdan bir rek'at
gibidir. Halbuki imâm dörtten sonra tekbir almaz ki ona tâbi olsun. İmâm A'zam
(Rh.A.) ile İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, bu mevzuda asıl olan şudur: Muk-tedî,
imâmın tekbirinde namaza dâhil olur. İmâm dördüncü tekbiri bitirince,
muktedirin girmesi imkânsız olur. Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, tahrîme bakî
kalırsa, muktedî dâhil olur. Bedâyi'de böyle zikredilmiştir.
Cenaze Namazında
imamete evlâ olan Sultandır veya Naibidir. Yâni beldenin Emîridir. İmâm Ebû
Yûsuf (Rh.A.), «Meyyitin velîsi evlâdır» demiştir. Birinci sözün sebebi şudur :
Hz. Ali' (R.A.) nin oğlu Hz. Hüseyin (R.A.), Hz. Hasan (R.A.^ vefat ettiği zaman
Saîd bin As* (R.A.) ı, Hz. Hasan' (R.Â.) in cenaze namazında öne geçirdi ve :
«Eğer sünnet olmasaydı, ben seni öne geçirmezdim,» dedi. O günde Saîd bin Âs
(R.A.) Medine valisi idi.
Sultan veya Beldenin Em
iri bulunmazsa, evlâ olan kâdîdir. Kâ-dî de
bulunmazsa, evlâ olan kabile imamıdır. Kabile imâmı da
bulunmazsa, meyyitin velîsidir. Evlâ olan kimsenin Cenaze Namazında velîden
başkası için izin vermesinde mahzur yoktur. Çünkü tekad-düm ,
evlâ olan kimsenin hakkıdır. Başkasını takdim ile iptaline de mâlik olur.
Musannifin «evlâ olanın
izniyle» deyip «velînin izniyle» dememesine sebeb, evleviyette Sultan ve
Sultandan başkası da dâhil olsun, diyedir.
Eğer evlâ olan kimsenin
izni olmadan başkası Cenaze Namazını kılsa, kendi hakkında başkasının tasarrufu
olduğu için, evlâ isterse o namazı iade eder ve dilerse iade etmez.
Eğer Cenaze Namazını
evlâ olan kimse kılsa, ondan sonra başkasının kılması caiz olmaz. Çünkü maksad
evlâ ile hâsıl olur. Bir daha nafile kılmak meşru değildir.
Meyyit namazı
kılınmadan gömülse, cesedi bozulduğu zannedilmedi kce, kabri üzere namazı
kılınır. Bunda mu'teber olan - sahih kavle göre - re'yin gâlib olmasıdır. Çünkü
meyyit, zamanın, mekânın ve kişilerin çeşitli olmasıyle muhtelif olur. Bir kavle
göre; «Üç güne kadar kılınır.»
Meyyitin namazını
hayvan üzerinde kılmak, istihsânen caiz değildir. Yâni bir kimsenin bindiği
hayvandan inmeye kudreti var iken Cenaze namazını hayvan üzerinde kılması caiz
olmaz. Cenaze Namazını, cemâatin ayakta kılmaya kudretleri var iken oturdukları
halde kılmaları da caiz değildir. Kıyâs olan, caiz olmasıdır. Çünkü o, duâdir.
Mescid İçinde olan
meyyitin namazını mescidde kılmak mekruhtur. Bir rivayete göre bu tahrîmen
mekruhtur. Diğer bir rivayete göre tenzîhen mekruhtur. Fakat Cenaze Namazı için
bina edilmiş yerde kılmak mekruh değildir. Mescidden dışarıda olan meyyitin
namazında Fu-kahâmn ayrı görüşte olmaları sebebiyle, ihtilâf edilmiştir. Çünkü
kerahet; ya pislik bulunduğu veya, mescidin, farz namazların kılınması için
yapılmış olup, :cenâze namazı için bina edilmemiş olduğu içindir.
Bir çocuk doğduğu
vakitte vefat etse, eğer o çocuk ağlamış durumda ise, (istihlâl etmiş ise) ona
isim konur, yıkanır ve Cenaze Namazı kılınır.
İstihlâl; o çocukdan
hayâta delâlet eden ağlama veya uzvunun hareketinden bir şey olmasıdır. Eğer
hayâta delâlet eden bir şey olmazsa, - Zahir rivayete göre - yıkanır ve bir bez
parçasına sarılıp gömülür. Namazı kılınmaz.
Babası veya anası ile
esîr olan çocuk da böyledir. Ancak, eğer babasından ve anasından biri olmaz ya
da ikisinden biri ile esîr olursa ve o
ebeveynden biri yahut çocuk İslâm'a gelirse , o
çocuk üzerine cenaze namazı kılınır. Çünkü o çocuk hükmen Müslümandır.
Bir kâfir
ölse, gerek köle olsun ve gerek hür olsun, onun mev-lâsından veya akrabasından
olan Müslüman velîsi onu yıkar. Fakat Müslüman gibi değil, yâni Müslüman
cenazenin yıkandığı şekilde yıkanmaz. O ölen kâfiri, Müslüman velîsi bir beze
sarar ve bir küçük çukura gömer.
Cenazeyi götürmelide
sünnet olan; önce baş tarafından sonra ayağı tarafından sağ omuz üzerine koymak
suretiyle yüklenmek (taşımak); önce baş tarafından, sonra ayağı tarafından sol
omuz üzerine yüklenmektir. Cenaze ile, koşmaksizın, hızlıca yürünür.
Cenaze götürenler,
cenazeyi omuzlarından indirmezden önce diğerlerinin oturması mekruhtur. Çünkü
Resûlüllah (S.A.V.) :
«Cenazeye tâbi olan
kimse, cenaze yere konuncaya kadar oturmasın.» (Buharı, Müslim, Ebû Dâvûd,
Tirmizî, Nesâî, İbni Mâce, Ahmed bin Hanbel, Tâyalisî) buyurmuştur.
Cenaze ile giden
kimselerin, cenazenin ardınca yürümesi mendûbdur. Çünkü Resûlüllah (SAV.) :
«Cenazenin ardınca gidilir.» buyurmuştur.
Yine cenazenin ardınca
yürümek, taşımakdan efdaldir. Çünkü o çe-nâze arkasından bakdıkca kendisiyle
irşâd olunmaya, nasihat almaya daha uygundur. Yine eğer ihtiyâç olursa,
taşınmasına yardım etmek için de daha uygundur.
Kabr, lâhd olunur, şakk
olunmaz yâni yarılmaz.
Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Lâhd bizim içindir, ve
şakk bizden başkası içindir.» buyurmuştur.
Ancak, eğer yer gevşek
olup lâhd (mezar) mümkün olmazsa, yarmakta ve taşdan veya demirden tabut edinip
kullanmakda mahzur yoktur. Onun içine toprak döşenir ve meyyit kabre kıble
tarafından sokulur.
Meyyiti kabre koyan
kimse şunu söyler-:
(Bismillah! ve ala
milleti Rasûlillâhi)
Yâni : «Allah Teâlânın
ismiyle ve Resûlüllahın milleti üzerine sem defnediyoruz, (teslim ediyoruz)
Meyyitin yüzü kıbleye
yöneltilir. Çünkü Rcsûlullah
(S.A.V.) böyle emretmiştir.
Kefenin dağılmasından
korkulduğu için bağlanan düğüm çözülür. Kabir, kerpiç ve kamış ile tesviye
edilir. Ağaçla, kiremitle ve alçı île yapılmaz. Eğer yer gevşek olursa, kiremit
ve alçı ile tesviye etmek caizdir. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.
Kadınların kabrinin içi
tesciye edilir (örtü çekilir) .
Erkeğin kabrine çekilmez. Çünkü kadınların hâline uyan örtünmektir.
Erkek-lerinki böyle değildir.
Kabrin üzerine toprak
yığılır. Çünkü âdet böyledir. Kabir deve hör-gücü gibi yapılır. Dört köşeli
yapılmaz, ve kireç ile düzeltilmez. Çünkü bu ikisi hakkında nehy vardır.
Meyyit kabirden
çıkarılmaz. Ancak, eğer yer gasbedilmiş. veya şüf a ile alınmış olursa, bu
takdirde, mâlikin isteği ile çıkarılır.
Gemide bir kimse vefat
etse, yıkanır, kefenlenir ve üzerine namaz kılınıp kefeniyle denize atılır.
Zahîriyye'de böyle zikredilmiştir.
Bir hâmile kadın vefat
edip karnındaki çocuğu diri olsa, o hâmile kadının karnı sol tarafından yarılıp
çocuğu çıkarılır. Hâniye'de böyle zikredilmiştir.
Yine Hâniyyc'de
zikredilmiştir ki: Öldürülmüş veya vefat etmiş kimsenin defninde nıüstehab olan,
bulunduğu yerde, Müslümanların mezarına gömülmesidir. Eğer gömülmezden önce, bir
mil veya iki mîl kadar bir yere nakledilse, mahzur yoktur. Vine böylece, meyyit,
memleketinden başka yerde vefat etmiş olsa, orada bırakılması müstehab olur.
Eğer başka şehre nakledilirse, bunda mahzur yoktur.
Yahudilerin ve benzerlerinin
kemikleri kabirlerinde bulunsa, kırılmaz. Kabirlerin üzerine oturmak ve
kabirlerin üzerinde sabit olan ağaçları kesmek, otları sökmek mekruhtur. Eğer
kuru ise, mahzur yoktur.
(Burada meyyitin) şehîd
diye adlandırılmasının sebebi: Onun için nass-i kerîmde (âyet-i kerimede)
Cennet ile şehâdet edilmesinden veya Meleklerin onun ölümüne ikrânıen hâzır
bulunduklarından veya Vücc Allah (C.C.) katında hâzır bir şekilde diri
olduğundan dolayıdır.
Malûmdur ki: Bu bâbda
asıl olan Uhud Gazasının
şehitleridir ki şüphesiz onlar
kefenlendiler, üzerlerine namaz kılındı ve fakat yıkanmadılar. Çünkü Resûlullah
(SAV.) onların hakkında :
«Siz onları
yaralarıyla, kanlarıyla tekfin edin ve onlan yıkamayın.»
buyurmuştur.
Bunların mânâsında
(hakikî şehitlik mânâsında) olan herkes, yi-kannıamakda onlara katılır. Bunların
mânâsında olmayan fakat, zul-men Öldürülmüş veya yanarak veya suda boğularak
veya tâûn
hastalığına tutularak ölmüş olanlar için şehîd sevabı vardır. Bununla beraber
yıkanırlar ve Resûlullah' (S.A.V.) in hadis-i şeriflerine göre şe-hîddirler.
Malûm ki, Hz. Ömer <R.A.) ve Hz. Ali' (R.A.) yaralandıktan sonra evlerine
götürüldüler ve yıkandılar. Resûl-i Ekrem' (S.A.V.) in kavl-i şerifi ile ikisi
de şehîd oldular. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.
Burada maksad,
yıkanmamak hususunda Uhud şehidleri mânâsında olan şehidi ta'rîfdir. (Allah
onların hepsinden razı olsun.)
Şehîd : Müslüman, temiz
ve baliğ olup zulmen öldürülen; katlin kendisiyle mal vâcib olmayan ve mürtes
olmayandır.
Burada, Müslüman ve
temiz ifadesiyle; cünub, hayızlı ve lohusa gibi, üzerine gusl vâcib olanlar
ayııdedilmiştir.
Baliğ ifadesiyle; çocuk
ile baliğ ayırdedilmiştir.
Zuîmen öldürülen
ifadesiyle; had ve kısas ile öldürülenler ayırde-dümişür.
Katlin kendisiyle mal
vâcib olmayan ifadesiyle; katlin kendisiyle mal vâcib olanlar ayırdedilmiştir.
Katlin kendisiyle denilmesine sebeb şudur: Şayet bir baba oğlunu zulmen öldürse,
o şehîd olur. Çünkü mal burada vâcib ise de katlin kendisiyle vâcib değildir.
Ancak babalık şüphesinden dolayı kısasın düşmesiyle vâcib olur. (Lem yürtes)
sözü mef'ûl için bina kılınmıştır. (Ürtüssel cerîhû) denir. Yâni : «Harbde
yaralanıp henüz canlı iken emin bir yere kaldırıldı.» demektir. Böyle olursa,
şehîd denilmez.
Şeriatta irtisâs, onun
hayâtın tealhıkatından (veya faydalarından) biriyle faydalanmasıdır. Ya da onun
için hayâtın ahkâmından bir hükmün sabit olmasıdır. Bunun açıklaması yakında
gelecektir.
Gerek o öldürülen
kimseyi âsî öldürsün ve gerekse yol kesici öldürsün veya harbî öldürsün veya
yaralayıcı âletten başkasıyla öldürülsün şehîddir. Çünkü şehîdde asi olan Uhud
şehidleridir. Nitekim malûmdur ki; onların hepsi kılıçla ve silâhla
öldürülmemiştir. Onların içinde başı taşla yarılmış olanlar ve sopa ile
öldürülmüş olanlar vardı. Resûlül-lah (S.A.V.) bu şehîdlcrin hepsinin
yıkanmamasını emretmişti.
Ya da zikredilen
katillerden başka kimse, yara açan âlet ile (âlet-i câriha ile) öldürülmüş
olsun, şehîddir. Çünkü âsî ve yol kesici olmayan bir Müslüman, bir Mü si umanı
ve bir Zİmmî bir Müslümanı zulmen Öldürse, öldürülen o kimse şehîd olur.
Ya da âsî ve âsîye
benzeyenlere karşı yapılan savaşta yaralı halde ölü bulunan, yine şehîddir.
Yaralanmanın şart kılınması, eceli ile ölmüş olmayıp, öldürülmüş olduğunun
bilinmesi içindir. O öldürülmüş kimseden kefene elverişli olmayan giyecekler
çıkarılır. Kürk, kaftan, tâc, silâh ve mest gibi şeyler üstünden alınır ve
kefenin tamâm olması için, eğer kefen eksik olursa eklenir, fazla olursa
eksiltilir. Nelıyedildiği için yıkanmaz. Nitekim daha önce anlatılmıştı.
Ona ta'zîmen ve ikrâmen
üzerine Cenaze Namazı kılınır ve kanı ile defnedilir. Çünkü bu Öldürülen
Müslüman, Uhud şehidleri manasınadır. Resûlüllah' (S.A.V.) m bunun gibileri
yıkamaktan nehyettiği daha önce anlatılmıştı.
Şafiî (Hh.A.), namaz
hususunda bize muhalefet eder.
Şehir içinde öldürülmüş
bulunan kimse, şayet şehir içinde kasâme vâcib olan yerde bulunursa ve katili de
bilinmezse, yıkanır.
«Kasâme : öldüreni
(katili) bilinmeyen kimsenin, bulunduğu yer halkından elli kişiye yemîn
ettirmektir.» Bu öldürülmüş kimse (maktul) yıkanır demekle camide- ve caddede
bulunan ölü ayırdedilir.
Hidâye'de denmiştir ki:
Bir kimse şehir içinde öldürülmüş bulunsa, yıkanır. Çünkü onda vâcib olan
kasâme ve diyettir. Ancak, o maktulün zulmen keskin şeyle öldürülmüş olduğu
bilinse, zulm eseri hafif olur. Çünkü onda vâcib olan kısâsdır.
Sadr'uş-Şerîa (Rh.A.)
şöyle demiştir : Ben derim ki, bu rivayet Za-hîre'de olan rivayete muhâlifdir.
Zira Hidâye'nin rivayeti, onun katili ma'lûm olmadığı zamandadır. Çünkü
kasâmenin vâcib olmasıyla illet-lendirmiştir. Halbuki kasâme ancak katili
bilinmediği zaman olur. Öyleyse katili bilinmediği surette, şayet maktulün bir
keskin şeyle Öldürüldüğü bilinse, Hidâye'nin rivayetine göre, yıkanmaz. Çünkü
bu katlin kendisi kısası gerektirir. Fakat diyet ve kasâmenin vâcib olması,
kısas yapmaktan acz arız olduğu içindir. Öyleyse o maktulü bu arız, şehîd
olmaktan çıkaramaz. Fakat Zahîre'nin rivayetine göre, o maktul yıkanır. Zahire
nin ibaresi şudur: Eğer öldürme bir keskin şey ile hâsıl olmuş ise ve eğer onun
katili de bilinmezse mahalle halkı üzerine diyet ve kasâme vâcib olur. Öyleyse
maktul yıkanır. Eğer katili bilinirse, bize göre yıkanmaz.
Zahire'de katlin
kendisine itibâr olunmamıştır, diyetin vücûbu, her ne kadar arızla oldu ise de
maktulü çehâdetten çıkarmıştır. Sadr'uş-Şerîa (Rh.A.) metinde bu rivayeti
almıştır.
Ben derim ki:
Sadr'uş-Şerîa ^(Rh.A.), Hidâye'nin ibaresini düşünmemiş ve şerhlerine dahî
bakmamıştır. Çünkü Hidâye sarihleri açıklamışlardır ki Hidâye'nin, «Ancak,
maktulün bir keskin şey ile zulmen öldürüldüğü bilinse», dediği sözü «Şayet onda
öldürme açıkça bilinse» demeye hamledilnıiştir. Kitabın lafzı da ona işaret
eder. Çünkü o, onda vâcib olan kısâsdır, kısas da ancak bilinen katil üzerine
vâcib olur, demiştir.
Sadr'uş:Şerîa' (Rh.A.)
nın ceddi Tâe'uş-Şerîa (Rh.A), «zulmen» sözünün şerhinde «yâni katili bilinen»
demiştir. Kitâb'da ona işaret vardır. Çünkü, şayet katil bilinirse, öldürme
zulmen olur. Eğer katili bilinmezse, o maktulün mu'tedî (mütecaviz) olup
öldürülmesinin zulmen olmadığı caiz olur.
Fakat Hidâye sahibinin
önce, «bir kimse şehirde öldürülmüş bulunsa» sözünün mânâsı - Sadr'uş-Şerîa'
(Rh.A.) nın itiraf ettiği gibi • «bir kimse şehirde öldürülmüş bulunup onun
katili bilinmese» demektir. Buna da delil onda vâcib olan kasâme ve diyettir,
sözüdür. Tuhaftır ki, Sadr'uş-Şerîa (Rh.A.), birincide, delilden anlaşılan
kayda itibâr etmiştir. İkincide, zikredilen gibi, delilden anlaşılan kayda
itibâr etmemiştir. Şu halde ina'lûm olmuştur ki, şüphesiz Hidâye'nin ve
Zahîre'-nin sözü meal itibariyle birdir. Buradaki herhangi bir rivayette
ihtilâf yoktur. Muhalefet ve ihtilâfın kaynağı Hidâye'de «illâ = ancak» dan
önce zikredilen ile «illâ» dan sonra zikredileni ayıramamaktır. Artık, ötesini
sen düşün. Doğru yola sevkeden Allah' (C.C.) dır. O bana kâfidir ve ne güzel
vekildir.
Had vurmakla veya kısas
ile öldürülmüş olan maktul yıkanır. Çünkü bu öldürme zulmen öldürme değildir.
Ya da bir yaradan ölmüş olup üzerine hayât hükümlerinden; yemek, içmek, uyumak
ve tedavi gibi, bir hükm sabit olmuş olsa veya bir çadıra inmekle ya da bir
namazın vaktinin geçtiğini anlayıp edasına kadir olmak suretiyle - ki hattâ terk
edilmesiyle üzerine kaza vâcib olarak bu şekilde dünya ahkâmından olur - veya
savaş alanından nakledilmek suretiyle mürtes olsa, bu suretlerde yıkanır.
Ancak eğer atların
çiğnemesinden korkulduğu için nakledilirse, bu takdirde şehitliğe aykırı olmaz.
Bu istisnayı Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.
Ya da o yaralı «dünyâ
işlerini veya âhiret işlerini vasiyet etmekle mürtes olur.» Bu söz, İmâm Ebij
Yûsuf (Rh.A.) undur. İmâm Muham-med (Rh.A.) bu görüşe karşıdır. Bir kavle göre :
«İkisi arasında ihtilâf, dünya işleriyle vasıyyettedir. Âhiret işleri ile
vasıyyette o yaralı bil'lcmâ mürtes olmaz.'
Ya da o yaralı bir şey
satmakla veya bir şey satın almakla veya çok söz söylemekle mürtes olur. Tîir
kavle göre : «Bir kelime söylemekle mürtes olur» Bunların hepsi şehitliğin
mânâsını bozar. Bu durumda öl-dükden sonra yıkanır. Çünkü o kimse bu zikredilen
şeyler ile şehâdetin hükmünde ahdi bozmuştur. Hayatın teallukatından (veya
faydalarından) bir şeye nail olur. Öyleyse Uhud şehidleri mânâsında değildir.
Çünkü üzerlerinde su kâsesi dolaştığı halde, Uhud Şehitleri şehâdetlerinin
noksan olacağı korkusuyla, susuz oldukları halde şehâdet şerbetini içmişlerdi.
İrtisâsda zikredilen şeyin
yıkamayı icâbtlürmesi, o §ey harbin bitmesinden sonra olduğu zamandır. Eğer
/ikroluııan şey hai'bde bulunursa, maktul o şeylerden bir şey ile nniıtes
olmaz. Zeylaî' (Rh.A.) de böyle demiştir. Bunlar yıkanacakları gibi üzerlerine
de Cenaze Namazı kılınır.
Musannif, Yüce Allah'
(C.C.) in
«Namazı kılın, zekâtı
verin» emr-i şerifine ve yine «Onlar namazı kılarlar, kendilerine rızık olarak
verdiğimizden de (Allah yolunda) harcarlar.»
kavl-i şerifine uyarak «Zekât Bölümü» nü «Namaz Bolümü» nün peşisıra
zikretmiştir.
Zekât; şâri'in ta'yin
etmiş oiduğu malın bazısını kesinlikle temlik, etmek (mülk edindirmek) tir.
Kenz'de : «Zekât, malı Hâşimİ olmayan Müslüman fakire temlik etmektir.»
denilmiştir.
Ben derim ki: Bu ta'rif
mutlak sadakayı içine alır, ta'rîfin zekâta tahsisi yoktur. Burada kabul edilen
ta'rîf ona karşıdır. Çünkü «şâri'in ta'yin
etmiş olduğu» sözü tahsis
ifâde eder. Çünkü sadakada ta'yin yoktur.
Zeylaî (Rh.A.) demiştir
ki : Şayet bir kimse kelfâret temlik etse, Kenz'in ta'rîfine göre bunun için
suâl vârid olur. Çünkü mezkûr vasıf ile temlik, keifârette mevcûddur. Eğer Kens
sahibi : «Mal için lâzım olan bir şekilde temlik etmektir.» demiş olsaydı,
keffârel o ta'rîfden ayrılmış olurdu. Çünkü zekâtta malı temlik vâcibdir,
«Cezmen = kesinlikle»
demem; kelfâret için soru sorulmasın, di-yedir. Çünkü «cezmen» lafzının mânâsı:
«Kendinde temlikin gayrına ihtimalsiz olarak ibâhat gibidir» demektir. Çünkü
keffâret kendinde (nefsinde) temlik
gerektirmez. Zekât onun gibi değildir. Çünkü zekâtın meşrûiyyeti, Yüce Allah'
(C.C.) in «Zekâtı verin» emri şerifidir.
İtâ-ı zekât. «zekâtı vermek» ise - müfessirlerin açıkladıkları gibi - temlik
gerektirir.
İbâhat ile zekâtın
hükmü hâsıl olmaz. Hattâ bir kimse bir yetime kefil olsa, ve o yetime zekât
niyetiyle infâk etse caiz görülmez. Keffâret bunun aksinedir. Eğer o yetimi
zekât niyetiyle giydirse, temlik mev-cûd olduğu için caizdir.
Zekâtı, Hâşimi olmayan
ve Hâşimî'nin azadlı kölesi olmayan Müslüman fakire temlik etmek gerekir.
Musannif bu sözde fakire, laf-zryle fakiri zenginden ayırdetmiştir. Müslüman
demekle de kâfiri ayır-detmiştir. Hâşimî olmayan ve Hâşimî'nin azadlı kölesi
olmayan ile Hâşimî ve Hâşimî'nin azadlı kölesi olanları ayırdetmiştir. Onların
Hâşimî olduğunu bilerek zekât vermek caiz değildir. Yakında bunun açıklaması
gelecektir.
Zekât, her bakımdan
maldan mâlikin menfaatinin kesilmesiyle beraber Müslüman fakır için temliktir.
Bu söz ile kendi mâlikin fürûuna - fürûu ne kadar aşağı giderse gitsin -
vermesini ayırdetmiştir. Usûiüne yâni baba ve dedelerine (ecdadına) - ne kadar
yukarı giderse gitsin -vermesini de ayırdetmiştir. Yine kocanın karışma ve
karının kocasına vermesini ayırdetmiştir. Nitekim açıklaması ileride gelecektir.
Zekâtı, Yüce Allah'
(C.C.) in emrine ilâat ve onun rızâsı için vermek gerekir. Zira zekât vermek
ibâdettir. Bu durumda, onda Yüce Allah (C.C.) için ihlâs lâzımdır. Çünkü Yüce
Allah (C.C.) :
«Halbuki onlar, ancak
Allah'a, O'nun dîninde ihlâs (ve samîmiy-yet) erbabı olarak ibâdet
etmelerinden... başkasıyle emrolunmamışlar-dı.»
buyurmuştur.
Zekâtın vâcib olmasının
(farz-iyyetinin) şartı, âkil ve baliğ olmaktır. Çünkü bu ikisi, olmayınca
teklif yoktur. Yine Müslüman olmaktır. Çünkü İslâm, bütün ibâdetlerin sıhhati
için şarttır. Yine zekâtın vâcib olmasının şartı, temlikin gerçekleşmesi için
hür olmaktır. Çünkü köle temlike mâlik olamaz.
Zekâtın vâcib olmasının
(farziyyetinin) sebebi - Mükâtebin malında olduğu gibi, yalnız mâlikiyyet
yönüyle olmayarak - boredan ayrı, nisâb
için tâm mülktür. Çünkü mükâtebin
malı, gerçekde efendisinin mülküdür. Her ne kadar bu Kenz'de zekâtın vucûbunun
şartlarından sayılmış ise de, şüphesiz usûl kitablarındaT zekâtın sebeb-i
vucûbunun mezkûr mülk olduğu yazılıdır.
(Burada) nisâb itibâr
olunmuştur. Çünkü Kesûlüllah (SAV.) zekâtın sebebini nisâb ile takdir etmiştir.
Zekât, borçtan hâlî olacaktır, Iîorc
(deyn) ile nıurâd :
Kullar tarafından istenilen boredur. Hattâ borç, nezr ve keüâreti mcnetmez. Nisabın bekası hâlinde
borç zekâtı meneder. Keza, nisabın istihlâkmdan sonra da zekâtı meneder. Çünkü
imâm (İslâm devlet başkanı), zekâtı emvâl-i zahire
(görünen mallar) den ister. Vekilleri ise emvâl-i bâtına «gizli mallar» dan
ister. O vekiller iş erbabıdır. Çünkü Hz. Osman (R.A.) zamanına kadar emvâl-i
batmadan zekâtı imâm (Halîfe) alıyordu. Hz. Osman (R.A.), emvâl-i batmada zulüm
yapılmasını gidermek için, onun zekâtını vermeyi sâ-hiblerine bırakmıştır. O
vazife Hz. Osman (R.A.) zamanından itibaren malların sâhiblerine bırakılmıştır.
Borcun asalet yoluyla
veya kefalet yoluyla olmasında fark yoktur. Bunu Zeylaî (Rh.A.) ve daha
başkaları da zikretmiştir.
Sadr'uş-Şerîa (Rh.A.)
zekâtı, nezr ve kefffârete eklemiştir. Bu ekleme Hidâye'ye ve ondan başkasına
da muhaliftir. Belki bu, kitabın kopyasını çıkaran ilk kâtibin hatasıdır.
Zekat, kişinin hâcet-i
asliyyesinden
hâriç (fazla) nisâb için tâm mülk olmasıdır. Oturulan evler ve benzerleri gibi.
Bunun yakında açıklaması gelecektir.
O (zekât), takdiren
bile olsa, neması hâsıl olan nisâbdır. Nema: Ya hakîkidir -ki bu doğma, türeme
ve ticâret ile olur- veya takdiridir. Nemanın meydana gelmesi, kendi elinde
veya naibi elinde olmakla mümkün olur. Şu halde, şayet o nema kaybolsa, zekât
vâcib olmaz. Bu, tam mülk sözüne
dayanılarak çıkarılmış bir hükümdür.
Miikâteb'e zekât vâcib
olmaz. Çünkü mükâteb, mala asla mâlik değildir. Ancak yed'en mâliktir. Bu söz,
borçtan ayrı sözüne göre çıkarılmış bir hükümdür.
(Zekât), Allah' (C.C.)
m kullarından borçlu olana da, borcu kadarı ile vâcib olmaz. Çünkü borçlu
kimsenin, dörtyüz dirhem
borcu olsa ve onun malı da dörtyüz dirhem olsa, ona zekât vâcib olmaz. Eğer
borcu ikiyüz dirhem olursa, ikiyüz dirhemin fazlasının zekâtı vâcib olur. Bu,
hâcet-i asliyye sözüne dayanılarak çıkarılmış bir hükümdür.
(Bir kimsenin) oturduğu evleri hâcet-i
asliyyeden olduğu İçin onda zekât vâcib olmaz. Yine; beden elbisesi, ev eşyası,
binecek hayvan, hizmet gören köle, ehli olanın kitabları ve zanaat ehlinin sanat
âletleri gibi şeylere de zekât vâcib olmaz.
Dımâr malından vâsıl
olana da zekât vâcib olmaz. Dımâr : Mülkün mevcûd olmasıyle beraber, kendisine
kavuşmak güç olan maldır. Bunlar : Kaçan köle, kaybolan mal, üzerine delîl
(beyyîne) bulunmayan gasbedilmiş mal, denize düşen mal, sahrada gömülüp yeri
unutulan mal, müsadere yoluyla Padişahın aldığı mal ve emânet edilip verildiği
kimsenin unutulduğu mal gibidir ki, burada emânet edilen kimse tanınan
kimselerden değil de yabancılardan biri olur. Yine üzerine delili olmayan inkâr
edilmiş bir alacak gibi ki bilâhare, birkaç yıl sonra o borçlu, insanların
yanında borcunu ikrar ederek beyyine hâsıl olursa ve o mala bir kaç yıldan sonra
kavuşursa, o malın zekâtı vâcib olmaz. Zikredilen mal, isterse takdiri olsun,
artışı olmadığından, geçmiş yılları için zekât vâcib olmaz. Borcunu ikrar
(kabul) eden borçlu üzerinde olan borç, inkâr (red) edilmişin aksinedir.
İsterse o mukir (kabul eden) fakır olsun. Çünkü o borcu inkâr eden zengin ise,
ona ibtidâen kavuşma mümkün olur. Veya fakîr ise tahsîl vasıtasıyle kavuşmak
mümkün olur.
Ya da borçlunun
iflâsına hâkim hükmetse veya borçlunun inkârına karşı delil (beyyîne) olsa veya
onu Kâdî bilse, bu zikredilen mallar mâtikine ulaşırsa geçmiş yılların zekâtı
vâcib olur.
Oturmak (mesken) için
olmayan evlerde zekât yoktur. Bu «tak-diren de olsa neması hâsıl olan» sözüne
dayanılarak çıkarılmış bir hükümdür. Yine bu zikredilenlerin benzerleri olan :
Giyilmeyen elbiseler,
kullanılmayan ev eşyası, binilmeyen hayvan, hizmette kullanılmayan köle ve
ehlinden başkasında olan kitab v.s. gibilerde ticârete niyeti yoksa, takdirî
nema bulunmadığı için, zekât vâcib olmaz.
Hidâye'de denmiştir ki:
«Ehli olan için ilim kitabları da bunun gibidir. Nihâye'de denmiştir ki: Burada
«ehl» demek bir mânâ ifâde etmez. Çünkü -o kimse o kitabların ehlinden olmasa
ve o kitablar da ticâret için olmasa, isterse çok olsun, nema olmadığı için ona
zekât vâcib olmaz. «Ehl» ifâdesi ancak zekâtı sarf eden kimse hakkında bir mânâ
ifâde eder. O kitab sahibinin, şayet ikiyüz dirheme müsâvî kitabları olsa,
tedris ve tedrîsden başka şey için onlara muhtâc olsa, ona zekât vermek caiz
olur. Fakat, o kitablara muhtâc olmasa ve o kitablar da ikiyüz dirheme müsâvî
olsa, ona zekât vermek caiz olmaz. Zanaat ehlinin âletleri de böyledir.
Zekâtın edasının vâcib olmasının sebebi İlâhî hitabın yönelmesidir. Yâni Yüce
Allah (C.C.) in «zekâtı verin» kavlidir. Zekâtın vucûbu fevridir, diyen kimseye
göre, o,'bir yılın geçmesi sonunda (akabinde) dır. Zekât, önırîdir, diyen
kimseye göre, ömrün sonundadır. Yakında açıklaması gelecektir.
Tİrmizî, Nesâî, İbni Mâce.
Akşam Namazının iki rek'at Sünneti Mückkedesinden sonra
kılınan bu altı rek'at namaza salât-ı Evvâbin denilir.
Bu hususta Peygamber
Efendimiz (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: «Akşamdan sonra konuşmadan altı rek'at
namaz kılanın elli senelik günahı mağfiret olunur.»
Başka bir Hadîsde: «Kim
Akşam Namazından sonra rek'atlar arasında hiçbir şey konuşmadan altı rek'at
namaz kılarsa, O'nun için ohîki senelik ibâdete muâdil olur.» buyurulmujtur. Bu
da delâlet etmektedir ki, Akşam Namazının iki rek'atı Sünnetten sayılmıştır.
Lâkin Eşbâh'da, bu hususun hilâfına işaret edilmiştir.
(Mecmaul Enhur)
Ahraed bin
Hanbel, (Müsned), Müslim, Tirmizî, İbn-i Mâce, Câbir (R.A.) den rivayetle.
Deyhâkî.
(Sünen), thn-i Adiyy (Kâmil).
Her gün için bir kere kâfidir. Hanefî Mezhebine göre,
olurmakla sakıt olmaz.
(Diirrii'l Muhtar)
Ni\ elsiz, olarak (Dürrül Muhtar). Veya başka bir Namaz
da olabilir. Nehr'de şöyle denmiştir:
«Girdiği zaman farz olsun sünnet olsun
kıldığı her Namaz onun yerine geçer.»
(Rcddül Muhtar)
Bcyhâkt (Şımbii'l İman) Ebû Hüreyre (R.A.) den
rivayetle.
İmâm Nevevî (Rh.A.) şöyle demiştir: «Kuşluk Namazının
en azı iki rek'attır, en
mükemmeli sekiz rek'altır. ortası ise dört vcva altı rek'attır.»
Kifâye'dc
denmiştir ki: Vitrin
sabit sünnet olmasındaki
şüphe bu husustaki
hadîs-i şeriflerin
ihtilâfından dolayıdır.
Peygamber Efendimiz'
(S.A.V.) den şöyle rivayet edilmiştir:
«Üç şey Bana farz
kılındığı halde sizin için sünnet olmuştur. Onlar da; Vitr, Kuşluk [Namazı ve
Kurban kesmekdir» Sünnetin rek'atında kıraati terketmek onu ifsâd eder.
Yâni, iki rek'atı tamamladıkta» sonra selâm verse.
Hayvan üzerinde namaz babında açıklaması gelecektir.
Eşkiyâ, yırtıcı hayvan korkusu ve yerin çamurlu olması
gibi hallerde olduğu gibi..
Onun üzerine vâcib olan imâdır. (Aımizfide)
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 200-205.
TERAVİH NAMAZI:
Teravih, müellifin
.beyânlarından anlaşıldığı üzere 20 rek'at olarak erkek ve kadın üzerine
Sünnot-i Müekkede bir namazdır.
Cemâatle kılınması Sünnet-i
Kifâyedir.
Peygamberimiz (S.A.V.)
Teravihi diğer nafileler gibi tutmayıp cemâat olarak Vitr ile beraber onbir,
rek'at kılmıştır. Butum ve Müslim'de H/~ Âişe (R.Anhâ) nin rivayetlerine göre;
Ramazânın 23, 25 ve 27 inci geceleri Mescid-i Şerife gelerek Sahâbeleriyle
birlikte Teravih Namazını onbir rek'at olarak kıldıktan sonra geri kalanını
yalnız başına evlerinde kılmışlardır. Ancak, ümmetine farz olur endişesiyle
cemâatle kılmayı terk etmişlerdir. Fakat Teravihi 20 rek'at olarak
kılmışlardır.
Terâvih'in 20 rek'at
olması Peygamberimizin (S.A.V.), Sahabc-İ Kîram'ın devamla-rıyla sabittir. Bu
hususta Uz. Ömer* (R.A.) in de bir rivayeti mevcuttur.
Kcşf'ül f.umme'de; Ebû
Zerr-i Gifârî' (R.A.) den rivayetle Teravih Namazına Bayram'a yedi gün kala yâni
Ramazan'ın 23.cü gecesi başlandığı yazılıdır.
İslâmda ilk defa Hicrî
14 senesi Ramazan ayında Übey bin Ka'b (R.A.) ı erkeklere, tbn-İ Ebi Hayseme
(R.A.) yi kadınlara cemâatle Teravih kıldırmak üzere tâyin eden Hz. Ömer' (R.A.)
dır. Fakat, kadınlarla ilgili cemâati sonradan kaldırmıştır.
(Nimct'i İstâın -
Mehmet! Zihni Efendi, Et - Terâtİbül
idâriyye - Şeyh Abdülhay el Keitâııî, İslâm Dini - Ahmet Hamdi Akseki, Büyük
İslâm İlmihâli - Ömer Nasûhî Bilmen)
RÂFİZÎ: Râfızâ fırkasından olan kimsedir.
Râfızâ : Hak Mezhepten ayrılmış, namaz kılmayan kimsedir.
H7. Ebû Bekir (R.A.),
Hz. Ömer' (R.A.) ve Hz. Osman (R.A.) İn halifeliklerini kabul etmeyen, onlara
karşı çıkan, Hz.. Âişe (R. Anhâ) ya tanda bulunan; >!/. Ali' (R.A.) ye ve
evlâdına aşın sevgi besleyen kimseler güruhudur.
Bir inanç kolu olan bu
taife Şiilerin bir koludur. RâsûluİIah' (S.A.V.) in vefatından sonra. İmamlık
(Halifelik.) hakkının Hz. Ali' (R.A.) ye âid okluğunu iddia eder.
Bunların bir kısmı Hz.
Ali' (R.A.) nin Tanrı olduğuna. Ölmediğine, tekrar dünyaya gelerek insanları
kurtaracağına ve yeryüzüne adalet dağıtacağına
inanırlar.
Rafızîlik; 7. inci asır
ortalarında Yahudi asıllı ibn-i Scbe tarafından kurulmuştur. Ve Sünni Mezhebinin
bütün görüşlerine karşı çıkan bir inançtır.
Vitir gibi amelî de olsa.
Zahîriyye'de söyle denir: Terâvih'de bir kere hatmetmek
sünnettir, tki kere hatmetmek fazilet'tir. Her onda birde olmak üfere üç kere
hatmetmek efdaldir, Uir kere
hatmetmek her rek'atta on âyet okumakla olur. İki kere hatmetmek her rek'atta
yirmi âyet okumakla olur. Üç kere hatmetmek her rek'atta otuz âyet okumakla
olur.
Kâdi İmâm Ebû Ali en
Nesefî (Rh.A.) der ki: İmâm cemâatin Terâvihde bıkkınlık hissetmelerinden
dolayı Kur'ân'ın bazısını okumasmda (yâni her rek'atta on âyetten az okumasmda)
bir beîs yoktur. Onlar için namaz sevabı hâsıl olur, Hatim sevabı hâsıl olmaz.
Ebû Hanife' (Rh.A.) den
rivayet edildiğine göre; kendisi Ramazan ayında 61 hatim yapardı, bunun 30'u
gecede, 30'u gündüzde,- biri de Teravihte idi.
Yine rivayete göre Ebû
Hanife (Rh.A.); 30 sene Sabah Namazını Yatsı abdesti ile kılmıştır.
îemâ
bulunmaması sebebiyle caiz
değildir. Şayet, cemâat
birbirlerini çağırmadan
ezânsız ve ikâmetsiz Mescidin nahiyesinde kılsalar mekruh değildir. (Hızanctü'l Fetâvâ)
Sadrü'ş Şehîd (Rh.A.) der ki: Şayet İmâm ezandan ve
İkâmetten önce Mescidin nahiyesinde cemâatle nafile kilsa mekruh değildir.
(Câmiul FetfvA)
Birbirlerini davetten maksad, çokluktur. (VânI)
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 206-208.
Bk. Muhammed sûresi (47); âyet: 33
ELÂMtYETTE İLK MESCİD.
Islâmiyette umûmî mânâda
ve Resûlüllah1 (S.A.V.) in Ashabı ile bir araya gelip ilk defa apaçık namaz
kıldıkları Mescid Kubâ Mescİdi'dîr,
Peygamber Efendimiz
(S.A.V.) Mekke'den Medine'ye hicretleri sırasında, Medine'ye bir saat mesafede
bulunan Kubâ Köyüne 8 inci günün Kuşluk vaktinde (12 Rebîulevvel 1. H / 23 Eylül
622: M.) vardılar.
Peygamber Efendimiz
(S.A.V.) Kubâ Köyüne varınca Ensârdan Külsüm bin HldW (R.A.) in Mirbed'i (hurma
kurutma yeri) nî satın almış ve bu yere kendisinin de bizzat çalıştığı KUBÂ
MESCIDİ'dİ 14 gün zarfında inşâ ettirmiştir. (26 Rebîulevvel 1. H / 7 Ekim 622
M.)
Kubâ Mescidinin
kuruluşunu bizzat görenlerden Şemus bint-i Nûman (R.Anhâ); mescid inşâ
edilirken Peygamber Efendimizin (S.A.V.) güçlükle kaldirabildiği ağır bir taşı
veya kayayı kucağına aldığını, Ashâbdan birisinin varıp; «Yâ Rasûiellah! Babam,
ananı Sana feda olsun! Elindekînİ bana ver!» dediğini ve Peygamber Efendimizin
(S.A.V.); «Hayırl Sen de başkasını al!» buyurarak Mescid yapılıp bitinceye kadar
çalışmaktan geri kalmadığını rivayet eder.
Kur'ân-ı Kerîm'deki
Allah' (C.C.) in Tevbe sûresi; âyet 108 «(Medine'ye Hicretin) ilk gününden,
takva temeli üzerine kurulan (Kubâ'daki) mescidde namaza durmak daha doğrudur.
'Orada temizliği seven adamlar vardır. Allab/da temiz olanları sever.» kavli bu
Mescidi şerife İşaret etmektedir.
Bu Mescidin İmâmı
Hanzala bin Ebî Hanzala (R.Â.), Müezzini de Sa'dül Kuraz (R.A.) idi.
(Üsdü'l Gâbe - İbn-i
Esîr, El Kâmil fit Târih - İbn-i Esîr, Vefa Semhûdî, El Me-vâhib - ül -
Ledünnlyye - İmâm Kastalâni, Peygamberimiz, İslâm Dîni ve Aşere-1 Mü-beşşere
Zekâi Konrapa)
Burada anlaşılan şudur ki; namaza başlansa. imâm da
namaza girmemi? ise, o namazı kılan diğer rek'atı - her ne kadar secde ile
kayıtlamadı ise de - icmâen ona ekler. Bunu Hulvânl (Rh.A.) zikretmiştir.
Ta'ris Gecesi (Leyle-i Ta'rîs):
Ta'rîs; yolcunun gecenin
sonunda uyumak ve istirahat etmek için konması, ko-naklam asıdır.
Ta'rîs gecesi; Peygamber
Efendimizin (S.A.V.) uyuyup kalmaları ile Sabah Namazını geçirdikleri gecedir ki
bu bir gazada meydana gelmiştir.
Sözü edilen bu gaza
Haybertn Fethi ile neticelenen gazadır, 7 Muharrem 7. II / Ağustos 628 M.)
Rivayet edilen hadîsde
cereyan eden vak'a şöyle olmuştu:
Peygamberimiz (S.A.V.)
ve Ashabı Hayber'İn Fethini müteakip dönerlerken yollarının bîr bölümünde ve
gecenin son kısmında İstirahat etmeyi buyurdular. Bunun üzerine;
«Gece uyuyup kalmamız
ihtimâli karşısında fecri bizim için kim gözetleyecek?» buyurdular.
Hz, Bilâl (R.A.); «Ben
size fecri gözetlerim!» cevabını verdi.
Bundan sonra
Peygamberimiz (S.A.V.) ve Ashabı orada konaklayıp, uykuya daldılar.
Hz. Bilâl (R.A.); bu
arada bir hayli namaz kıldı. En sonunda devesine yaslanıp fecrin doğuşunu
beklemeye başladı. Bir süre sonra gözleri kapanıp uyuya kaldı.
Peygamberimiz (S.A.V.)
ve Ashabını güneşin ilk ışıkları uyandırdı. Ve ilk uyanan da Fahr-i Âlem
Efendimiz (S.A.V.) oldu.
«Namaz benim
gözbebeğimdir, göz,nünündür» buyurup, bütün gecelerini mübarek ayakları
şişinceye kadar ibâdet ve namazla ihya eden Kâinatın Efendisi Peygamberimiz
(S.A.V.) güneşin doğuşunu ve Sabah Namazı vaktinin geçtiğini görünce, hüzünle
«Ne ettin bize, yâ Bilâl!» buyurdular. Bunun üzerine Hz. Bilâl (R.A.); «Sizin
üzerinize arız olan (uyku) bana da arız oldu. (Veya : Nefsimi Senin nefsini
kabzeden kabzetti!) dedi.
Peygamberimiz (S.A.V.);
«Doğru, haklısın!» buyurdular. Sonra develerini bir müddet sürüp çökerttiler:
Ashabı ile abdest alıp Hz. Bilâl' (R.A,) e ikâmet etmesini emrettiler. Sonra
Ashabına namaz kıldırdılar. Selâmdan sonra, onlara doğru dönüp; «Namazınızı
unutup da hatırladığınız zaman onu kılınızı. Çünkü Allah tebâreke ve tcâlii
(...Yalnız bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl) / Tahâ Sûresi; âyet. 14
/ buyurmaktadır.» diye buyurdular.
Kurtubî'de de şöyle
geçer: Dârc Kutnî (Rh.A.), İmrân b. Husayn' (R.A.) den rivayet edip demiştir
ki: Resûlüllah (S.A.V.) ile beraber bir gazaya - yahut bir seriyye'ye -çıktık.
Seher vakti olunca istirahat için konakladık (tarîs). Uyanmamız güneşin
harareti ile oldu. Her ferdimiz sıçrayarak uyandı. Resûlüllah (S.A.V.) uyanınca
emir buyurup göçtük. Güneş yükselinceye kadar yürüdük. Sonra durduk, topluluk
ihtiyâcını yerine getirdi. Bundan sonra Resûlüllah (S.A.V.) Bilâl' (R.A.) e
ezan okumasını emretti. Bilâl (R.A.) ezan okudu. İki rek'at namaz kıldık. Yine
Bilâl' (R.A.) e İkâmeti emretti. Bilâl (R.A.) ikâmet etti. Sabah Namazını
kıldık...»
(Kâmûs-u Okyanus,
Mütercim Âsim Efendi, Mulıammed Resûlülkılı, Muhammed Rıza, Beyrut 1975, Müslim,
Ahmctl b. Hanbel, ibııİ Mâcc. Muratta.)
Bu rivayetin benzeri
«Tcfsİr-i Kebîr» de Ebû Kalüdc (R.A.) den de nakledilmektedir.
Hânis: Ettiği yemini yerine getirmeyen, yeminini bozan.
İki taraftan maksâd; bir rek'ate yetişenle, üç rek'ate
yetişendir.
Evlfi: Daha (veya en) iyi, daha (veya en) uygun, daha
(veya en) üstün.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 209-214.
Vaktiyye: Vaktin namazı, vaktinde kılınan namazdır.
Buna Salât-ı hazıra da denir. Vakti geçmiş, vaktinde kılınmamı? olan namaza da fâite (çoğulu fcvâit) denir.
Mevkûfen fâsid olmak; Sabit olup kalmak ile yok olmak
arasında ntütcretklid olup sü-bûîu namazların adedinin azlık derecesinde
kalmasına, yok olması çokluk derecesine vanîı.ısma bağlı olmak, demektir.
Tevakkufsuz, kat'î olarak, demektir.
Nama/ııı aslı fâsid olmaz.
Tevakkuf: Şüpheli, kat'î olmayan,
Ruradaki vaktin dar olması; kaz:î ve edâ için olan
v;ıkit darlığıdır.
Burada «mu'teber zan» dan maksad; geçmiş namaz olmama,
harınıdır.
ictihâd edilmiş bir hükümdür. Hakkında bir ihtilâf
vardır. Çünkü Şafiî tcrtîb görmez.(Vâtıl)
Namazın şartları babında, zuhr-ı âhir'e niyette geçtiği
gibi, (Vânî)
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 215-219.
Ebû Hanife' (Rh.A.) ye gÖrc; o kimse İstediğini seçer,
yâni İsterse bağdaş kurar.
İmâm Muhammet!' (Rh.A.)
e göre; o bağdaş kurar. İmâm Ziifer' (Rh.A.) e göre, teşehhüdde olduğu gibi
oturur.
Fakîh Ebûl - Leys
(Rh.A.); bu meselede fetvanın İmâm Züfer' (Rh.A.) in görüşüne göre olduğunu,
çünkü bunun tevazu' ve huılûa daha yakın olduğunu söyler.
(Zahîriyye)
İlıtİbâ* (Dizlerini
dikip iki elini
kavuşturarak) ve iftirâş
(yayılarak oturmak) suretiyle
de oturabilir.
Bczzâr (Müsned), Beyhiikî (Ma'rifet)
Ancak şu kadar var ki; ayaklan Kıbleye doğru uzatmak
tcnzîhen mekruh olduğu için dizlerini diker. (Dürriil Muhtar)
Hasan
bin Hasan
el Aranî'den zayıf bir
senetle. Nesâî'de bir
ziyade ile Imrân bin Husavn'den.
Yâni hastadan namaz asla sakıt olmaz. (Azmizâde)
Şayet, bir kimsenin lisânı bir gündüz ve bir gece
tutulup da, dilsiz namazı gibi namazını kıldıktan sonra lisânı açılsa iade
lâzım gelmez. (Tahtâvî)
Bahr'de Sirâc'a göre bu mesele dört şekildedir;
a) Eğer hastanın hâli İmâdan âciz
olarak altı namaz devam eder ve hasta da kendini bilmez bir halde bulunursa
kaza ondan icmâen sakıt
olur.
b) Eğer âciz hasta ondan (beş vakitten) az
devam eder ve hastanın aklı bajında bulunursa o namazları sonra icmâen kaza
eder.
c) Âciz allı namaz devam edip aklı başında
ise,
d) Veyahut âciz altı namazdan az ve fakat
kendinde değil ise, bu iki surette Meşâyıh ihtilâf ederek bir kısmı: «Kaza etmek lâzım gelir» bir
kısmı da «lâzım gelmez» demişlerdir.
Pczdcvî
demiştir ki: Ebû Hanîfc' (Rh.A.) ye göre; özürsüz
olarak oturmak mekruh değildir. Yaslanmak mekruhtur. Çünkü, başlangıçta özürsüz
olarak oturmak meşrudur. Yaslanmak ise başlangıçta meşru değildir. Bundan
dolayı, latavvua (nafileye) yaslanarak başlamak mekruhtur, oturarak başlamak
mekruh değildir. (Zeylail
Yâni, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre; bu halde de mekruh
değildir. Çünkü Özürsüz olarak oturmak O'nun nazarında kerahetle beraber
caizdir. Dayanmak ise kerâhetsiz olarak caizdir. Çünkü bu onun fevkındadir.
Bir kavle göre ise; İmâm
A'zam (Rh.A.; ..«..utrıııda özürsüz olarak dayanmak mekruhtur. Çünkü, böyle
durumda sû-i edcb.fkötü davranış) mevcûddur. Ancak bu kavi Hidâye'dc zikirce ön
sıraya alınmıştır.
Burada zikredilen Ebû Süleyman (Rh.A.);
Muhammed bin Hasan' (Rh.A.) in
talebesi olan bir fakîhtir.
Bu zât bazı «Dürer»
(hattâ matbu olan) nüshalarında el Cürcânî diye geçmektedir.
Molla Hüsrev (Rh.A.) in
kendi elyazması nüshasında sâdece Ebû Süleyman (Rh.A.) olarak zikredilmektedir.
Bİr çok elyazma «Dürcr»
nüshalarında yaptığımız teshillere göre; adı geçen zât: Ebü Süleyman el Cürcânî
(Rh.A.) değil, Muhammcd bîn Hasan' (Rh.A.) m talebesi olan Mûsâ bin Süleyman
Ebû Süleyman el Ciizcânî' (Rh.A.) dîr.
Cüreânî lâkablı Ebû
Süleyman İsimli bir zât kaynaklarda tesbil edilememiştir. Çeşitli nüshalarda
görülen bu yanılma belki de Ebû Abdullah (Yûsuf) el Cürcânî (Rh.A.) (398/1007) /
Hİzânctu'l Ekmel Sahibi / ile Ebû Süleyman el CÜzcânî (Rh.A.) isimlerinin ilk
bakışta birbirine benzer gibi görünmesinden ileri gelmiştir.
Bu görüşümüzü Ömer Rızâ
Kehhâle'nîn «Mu'cemul Mii'ellifîn» ve Hayreddin Zirik-li'nin «El A'lam (Kâmûs-u
Terâcümi...))» mdaki eserlerinde görülen şu malûmat da teyîd eder:
Mûsâ bin Süleyman Ebû
Süleyman el Cüzcânî (Rh.A.); Hicrî 200/Milâdî 816 Bağdadî, Hanefî. Aslı
Horasanın Belh yöresin dendir. Fıkıh öğrenip şöhret bulmuştur.
Muhammed bin Hasan'
(Rh.A.) m sohbetinde bulunan bir fakîhtir. Fıkhı ondan almıştır. Abbasi Halifesi
Me'mun kendisine kadılık teklif ettiği halde, özür bildirip ka-bûl etmemiştir.
Hicrî 200'de vefat etmiştir.
Eserleri: Es Siyerü's
Sagîr, Es salât,
Er-Rehn ve
Nevâdirü'l Fetâvâ'dir.
Ehl-i nücûm : llm-i Nücûm sahihleri (âlimleri) tlîr.
İlm-i Nücûm (Yıldızlar
İlmi): a) Yıldızların hâl ve hareketlerinden bahseden İlim (Astronomi), b)
Yıldızların mevki ve hareketlerinden insanlarla ilgili hükümler çıkar-mak ilmi
(Astroloji, Müneccimlik. Yıldız falcılığı)
Metinde geçen cümlede,
«ehl-i nücûmun bildiği ziyâde değildir» söVünden raaksâd; Haşiyetii'd-Dürer
müelliflerinden Abdülhalîm'e göre; «gece ve gündüze âid 24 saat (zaman parçası)
dır.»
BANOTU (BANGOTU) Hekimlikte kullanılan bir bilki
türüdür. Baltalık ormanlarda ve
harabelerde yetişir.
Esrar, konca, ğubâr,
haşhaş, hayal yaprağı, tılây-i kalenderiyye ve müdâme-i hay-deriyye gibi
isimleri vardır.
Üç çeşidi vardır.
Siyah olanın çiçekleri
ergııvâni, kirmizt olanın çiçekleri san ve beyaz olanın çiçekleri beyazdır.
Bunların içinde
en kötüsü siyah
olanıdır. Bunu hiçbir şekilde kullanmak doğru değildir.
Yaprakları yumuşak ve
tüylüdür. Meyvesi kapaklı kapsül biçimindedir. Yaprak ve tohumları İçin yetiştirilir. Bol güneş gören serin
ve derin topraklan sever.
İsâbe adlı kitapta;
Bi'rastan adlı bir Hintlinin Kİsrâ zamanında Hindistan'da bu bitkiyi keşfettiği,
sonra İslâm memleketlerine gelip, oralarda bilhassa Yemen'de şöhret bulduğu
yazılıdır.
Kânûn-u Edcb müellifine
göre; 550, tarihlerinde Arabistan'da Şeyh Haydar İsimli bir zâtın bu bitkiyi
yaygınlaştırdığını Makrîzi'nin anlattığı belirtilmiştir.
Hekimlikte; Hyoscyamus
niger diye bilinir. Müsckkin olarak bugünkü tababetle kullanılır.
Bu bitkinin öğütülerek
toz hâline getirilen tohumlarından hiyosİyamin, yapraklarından haricen
kullanılmak üzere çeşitli merhem, toz, yağ, şurup v.b. şeklinde ilâçlar yapılır.
Eski tabîblcre göre bu
bitkinin hâssaları:
Usaresi kulak yaralarına
sürülürse yaralan tedavi eder.
Sirke, yağ ve gülsuyu
ile karıştırılarak elde edilen mayi diş etlerine sürülecek olursa, ağrıları
keser.
Kadınların memeleri
etrafında meydana gelen yaralara sürülecek olursa, tedavi eder. Ayrıca ntfâs
hâlindeki kadınların şişen memelerine sürülecek olursa; ağrı ve şişi indirir.
Yine, ateşli yaralardan
meydana gelen sızılan teskin eder.
GÖzbebeğini açma
hâssasına da sahiptir.
Kavudile karıştırılıp
ilâç yapıldığı zaman çok şiddetli ağrı kesici olur.
Ağrıyan dişe, tohumu
İmbik içinde ısıtılıp tütsü yapılırsa, diş ağrısını keser.
Beyaz tohumu,
şişmanlatmak, semizletmek İçin kullanılır. Kanı tesbit eder ve dondurur.
Uykuyu kaçırır. Bu
bitkinin siyah olanının 2 dirhemi (7 gram) derhal öldürür.
Uyuşturucu (dondurucu)
maddelerin adetâ üçüncü derecede olanıdır.
Öğütülerek toz hâline
getirilen tohumları alkolle karıştırılıp ilâç yapılırsa, el ve ayak parmaklarına arız olan jiş (Nİkrİs)
ve şişkin husyelere faydalıdır.
Hâsılı, kullanılması çok dikkat isteyen bu bitki yalnız başına kullanılacak
olursa; uykuyu kaçırır, aklı ifsâd eder, zihni karıştırır, dilde yaralar,
gözlerde kızarma meydana getirir. Nefes darlığı meydana getirdiği gibi ağzın
köpürmesine de sebep olur. Hattâ, kullanan kimseyi delirtir.
(El Mu'temet fil
edviyetll Müfrede, Kâmûs-u Okyanus (Muhit) Meydan Larousse.)
Bunu Kadlhân Ebû Muhammcd' (Rh.A.) dan rivayet
etmiştir.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 220-225.
ŞEHİR
(Mısr): İçinde Emîri (Valisi), Müftüsü
ve Kadısı (Hâkimleri) mevcûd
olan yerdir.
Ayrıca, en büyük
mescidine Cuma ile mükellef bulunan ahalisi sığmayan yerdir, diye tarif
olunabilirse de, bu tarifin içine köy (Karye) ler de girmektedir. Bu sebeble
muteber olan tarif birincisidir.
Beled, belde: Gerek
mâmur olsun ve gerekse olmasın, muayyen bir takım hududlan olan ve içinde
yaşıyanlann eseri bulunan her toprak parçasıdır. Yerin geniş mekânı olarak
adlandırılır. Bunun Kur'ân-ı Kerim'de misâli ise; «Güzel olan memleketin bitkisi
Rabbının izniyle çıkar.» (A'raf sûresi; âyet: 7) dir.
Şelıir mânâsına da
gelir. Hadîs-i Şeriflerde Mekke Şehri mânâsındadır ve Belediil Emin, Belediil
Haram, Beldetüllah şeklinde geçer.
Yâni, başlangıçta Kıble'ye yönelmek şart değildir. Zira
Kible'nin gayrı cihete dönerek namaz kılmak caiz olunca onun gayrı cihete karşı
iftitâh da caiz olur. Şafiî bunun aksi görüştedir. (Reddü'l Muhtar)
Zahîriyye'de denmiştir ki: Hayvan
üzerinde şehirde kılman nafile
namaz Ebû Hanîfe (Rh.A.) ye göre caiz değildir. Ebü Yûsuf (Rh.A.) a göre;
bir beîs yoktur.
Ebû Muhammed* (Rh.A.) e
göre; caiz ve mekruhtur.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 226-227.
Ariflere göre Kıble beştir. Birincisi:
Mihrabdır. İkincisi: Kâbedir.
Üçüncüsü: Bey-tü'1-mamÛrdur.
Dördüncüsü : Arşdir. Beşincisi: Kürsîdir.
Mihrâb, nefsin kıblesidir. Kabe, niyyetin
kıblesidir. Beytü'l-mnmûr,
fohmin kıble-sidir. Arş, kalbin kıblesidir. Kürsî, akim kıblesidir.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 228-229.
Ruhsat: Kulların Özürleri sebebiyle kendilerine bir
kolaylık ve müsaade olmak üzere ikinci
derecede meşru kılınan şeydir. Sefer hâlinde
Ramazan orucunun tutulmaması gihİ.
Gündüzün
Vitri diye isimlendirilmesinin sebebi;
Gündüzün akabinde vuku bulup
ona yakın olduğu İçindir. Yoksa o, geceye âiddir..
(Reddü'I Muhtar)
Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî, Muvatta', Ahmed bin
Hanbel.
Başka bir mahalle doğru çıkma azmi olmadığı zaman
tevali şart değildir.
Hacı şayet
Mekke'ye «Eyyâm-i Aşr» tle girse, niyeti sahîh değildir. Çünkü o Mina ve Arefeye
çıkar, mahallinin gayrında ikâmete niyet gibi olur. Mina'dan dönüşünden sonra
sahîh olur. Nitekim bu ikisinden birinde gecelemeye niyet tetse sahîh olduğu
gibi.
(Dürriil Muhtar)
Şayet, önce kendisinde
gündüz, kalmaya niyet ettiği mahalle girerse mukîm olmaz ve Önce kendisinde
gecelemeye niyet ettiği mahalle girerse mukîm olur. Sonra başka bir yere çıkmaya
niyet ederse müsâfir sayılmaz. Çünkü o adamın ikâmet mahalli, onun gecelemesi
İtibariyledir.
<Reddü1 Muhtar)
Azimet: Kulların Özürleri sebebiyle olmaksızın
bidayette meşru kılınan şeydir. Sefer hâlinde Ramazan-ı Şerîf orucunun
tutulmaması gibi.
Bir hâdisede azimet ile
ruhsat birleşince azimet yolunu tutmak, bir takva nişanesi sayılır.
Dâr-ı harb: Ehli İslâm ile aralarında mütâreke ve
anlaşma bulunmayan gayrimüslimlerin ülkesidir, (Harp yurdu).
Emân : Korkudan ve endişeden uzak olmak, emniyet
manasınadır. Böyle korkudan ve endişeden uzak, hayatı korunmuş kimseye de emîn,
âmin denilir.
Müftâ bİh: Bu kelime, fetva mevzuu ile ilgili bir
ıstılahtır. Bunu ve bununla ilgili bazı ıstılahları açıklamak icâbetmektedir.
Fetva: Lügatte, sorulan
bir müşkîl hakkında verilen cevab, hail ve beyândır.
Böyle bir suâle cevap
vermeye iftâ denir.
Bir müşkîl şeyin hail ve
izah edilmesini dilemek ise istif tâ dır.
istilanda Fetva; sorulan
dînî bir meseleye dâir Fakîh bir zâtın verdiği bir cevaptan, açıkladığı
hükümden ibarettir.
Çoğulu fetâvâ'dir.
Kendisiyle fetva verilen
kavle de muftâ bih denir.
Yine bir meseleyi
öğrenmek için ehlinden soran kimseye s:'»il, müstefit denildiği gibi. o meseleyi
bildiren ehliyetli zâta da miicîb, müfti denilir.
Müstahsen:
Dince güzel görülen, makbul
ve muteber olan .şey,
demektir. Bir başka
ifâdeyle; Dince iyi ve faydalı olarak kabul edilen şeydir ki Fıkıh'da fcr'İ
delillerdendir.
Yâni hu namaz hakkında, İmâma tâbi ve onun velayetine
dâhil olduğundan dolayı mukîm olur. Aslın ikâmeti tabiin ikâmetini icâbettirir.
Haklarındaki - tebâiyyetitı sübûtundan dolayı. Mevlâ (Efendi) ve Emîr niyetiyle
mukîm oJan köle ve asker gibi..
Tâbi olanda
hüküm; aslın şartıyle sabit olur.
Hattâ Mevlâ ikâmete niyet etse ve köle bilmeyİp bir kaç gün nanıa/ı
kasretse, sonra da durumu bilse, o namazı kaza eder.
(Kifâvc)
rbii Dflvûd, Ttrmizî, _lî|-mııvatla', Alımcd b,
llanbcl.
İLK KASREDİLEN NAMAZ:
Diirrül Muhtar
Hâşiyesindeki bir rivayete göre; Asr-t Scâdetteki İlk kasrolunan (kısaltılan)
namaz İkindi Namazıdır ki Peygamberimiz (S.A.V.) Hudeybiye Gazası (Mü-sâlahası)
nda Mekke'ye iki merhale mesafedeki Usfân mevkiinde (I Zilka'tlc 6 H. / 13 Mart
628 M.) kasretmİşlerdtr.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 230-236.
İLK CUMA NAMAZI i
Peygamberimiz (S.A.V.)
Mekke'den Medine'ye Hicretleri sırasında Küba'ya Kuşluk vakti geldiklerinde
Amnıâr bin Yâsir (R.A.) «Resûlüllah için, istediği zaman gölgesinde yatıp
dinleneceği, gölgeleneceği ve içinde namaz kılacağı bir yer yapsak olmaz mı?»
demişti. Bunun üzerine daha önce anlattığımız şekilde Kubâ Mescidini inşâ
etmişlerdi. (M. 622)
Peygamberimiz (S.A.V.)
Küba'da 14 gün Amr bin AvfoğuMarında ikâmet eylediler. Bu ikâmetleri sırasında
Pazartesi. Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri Kubâ Mescidinde namaz kıldılar.
Bu 14 günlük -ikâmetten
sonra bir Cuma günü Rasûl-i Ekrem (S.A.V.) devesine bindi, arkasına da Ebû
Bekir' (R.A.) i aldı. Karşılamaya gelen Muhacirlerden ve Ensâr-dan silâhlı 100
kişilik bir toplulukla Allah' (C.C.) in büyük iûtfuna şükrederek Kubâ köyünden
hareket edip Medine'ye doğru yola çıktı.
Yolda Avfoğlu
Sâlimoğullanna âid «Ranûnâ» vadisine varıldı. Öğle Namazı vakti gelmişti.
Devesinden indi ilk olarak orada- arka arkaya ikt hutbe okudu. Cemâatle Cuma
Namazını kıldırdı. Râsûl-i Ekrem'in Medîne'de kıldırdığı ilk Cuma Namazı işte bu
oldu. (Hicrî 1. sene Rebi'ülevvel'in ilk Cuma gönü.)
Peygamber Efendimizin
(S.A.V.) irâd buyurduktan Uk Cuma Hutbesinin özeti ise şudur:
Resûl-i Ekrem (S.A.V.)
Allah' (C.C.) a hamdü senada bulunduktan sonra şöyle buyurdu : «Ey insanlar!
Sağlığınızda Ahiretinlz için hazırlık görünüz, şüphesiz bilirsiniz ki kıyamet
gününde herkes sorguya «ekilecek ve çobansız bıraktığı koyunundan (mes'ul
olduğu kimselerden) sorulacak. Sonra Cenâb-ı Hak Ona tercümansız ve vasıtasız
olarak bizzat: (Sana benim Peygamberim gelip de bildirmedi mi? Ben sana mal
verdim, sana ihsan ve iyilikte bulundum. Sen kendin için ne hazırlık yaptın)
diyecek ve o kimse de sağma soluna bakacak, bir şey göremiyecek. önüne bakacak
Cehennemden başka bîr şey göre* miyecek. öyleyse kim kendisini yarım bir hurma
ile de olsa ateşten kurtarabilecekse, hemen o iyiliği yapsın. Onu da bulamazsa
«Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlülİâlı» kelinıe-i tayyibesî ile kendisini kurtarsın. Zira,
onunla bîr hayra on mislinden yedîyüz misline kadar sevâb verilir. Allah'ın
selâm, rahmet ve bereketi sizlere olsun.»
Peygamber Efendimiz
(S.A.V.) birinci hutbeyi böylece ikmâl ettikten sonra ikinci hutbeye kalkıp şöyle buyurdu:
«Allah'a hamd ve sena
eder, Ondan yardım dilerim. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden
Allah'a sığınırız. Allah'ın doğruluğa (hidâyete) sevkettiğİni kimse saplıramaz.
Allah'ın saptırdığını da kimse doğruluğa (hidâyete) sevkedemez. Allah' (C.C.)
dan başka İlâh olmadığına, birliğine ve O'nun ortağı bulunmadığına şahitlik
ederim. Sözlerin en güzeli AUah' (C.C.) in kitabıdır. Cenâb-ı Hakkın kalbinde
Kur'ân'ı süslediği, kâfir iken Müslüman olmayı nasib ettiği ve kendisinin de
Kur'ân'ı bütün sözlere tercih ettiği kimse kurtulmuştur. Doğrusu Allah' (C.C.) m
kitabı sözlerin en güzeli ve en üstünüdür. Allah' (C.C.) in sevdiğini seviniz.
O'nu (Allah' (C.C.) ı) candan ve gönülden seviniz. Allah' (C.C.) m kelâmından
ve zikrinden usanmayınız ve Onun kelâmından kalbinize kasavet gelmesin. Çünkü
Allah' (C.C.) m kelâmı herşejin en iyisini ayırıp, seçer. İşlerin iyisini,
seçkin kullar olan Peygamberleri ve en iyi kıssaları anlatır. O helâl ve haramı
bildirir.
Artık Allah' (C.C.) a
kulluk ediniz ve O'na bir şey ortak etmeyiniz. O'ndan hakkıyla sakınınız.
Allah* (C.C.) a yönelen güzel sözünüzle ve aranızda Allah' (C.C.) in kelâmiyla
sevişiniz. Şüphesiz biliniz ki, AllahÜ Teâlâ ahdini bozanlara gazâb eder. Selâm
sîzlerin üzerine olsun.»
Hicretin 1. ci senesi
Rebi'ülcvvel ayının İlk Cuma günü Medine'de kılınmaya başlanılan Cuma Namazı
daha sonra diğer Müslüman Devletlerinde de kılınmaya başlanmıştır.
İstanbul'da ise, fethi
müteakib yâni 29 Mayıs 1453 Salı (27 Cumâdel ulâ 857) gününden sonra kılınmaya
başlanmıştır.
Cuma Namazının
farzıyyelinden evvel de Cuma Namazı kılınmıştı.
Medînelilerden bir'
kısım halk Müslüman olunca, Peygamber (S.A.V.) Efendimizden bir muallim
İstemişler, Resûl-i Ekrem (S.A.V.) de Mus'ab bin Umeyr' (R.A.) ı göndermişti.
Mus'ab (R.A), Ebû Umâme Es'ad bin Zürâre3 (R.A.) in nezdİnde müsâfir olmuş ve
O'nun yardımıyla mevcudu 40'a varan ^Ehl-i îmâna Cuma günleri Medine hâricinde
Neki'ÜI Hadamât (yahut Neki'ül Hudmân) denilen mevkide namaz kıldirmistı.
MESCİDİ NEBEVİ VE İLK
MİNBER.
Resûl-i Ekrem (SAV.)
Efendimiz Kubâ Mescidini inşâ ettirdikten sonra bir Cuma günü Medîne-İ
MÜnevvere'ye teşrif etmişler ve Ebû Eyyûb'ÜI Ensârî (R.A.) nin evine teşrif
buyurmuşlardı. (622 M.)
Peygamber Efendimizin
(S.A.V.) hicrette bindiği devenin, Medine'de oturduğu yerin yanında bir mirbed
(hurma kurutmaya mahsûs yer) vardı. Burası Fhl-i İslama ma'bed olabilecek bir
bina inşasına müsâid idi. Bu arazi Râfi' bin Amr' (R.A.) ,n oğulları Sehl ve
Süheyl isminde iki yetimin mülküydü.
Resûl-i Ekrem (S.A.V.)
Efendimiz yetimlerin velîlerini celbetlirdi, mülklerini 10 altın bedel ile salın
aldırıp zeminini tesviye ettirdi. Sonra da taş getirmelerini ve kerpiç
kesmelerini Ashabına buyurdu.
Bk. Cum'a sûresi (62); âyet: 9 Kerpiçlerin çamurunun
Baki'ul Garkadır) sol tarafında ve Ebû Eyyûb' (R.A.) un kuyusu yanındaki Baki'i
Habhabede yoğurulduğu ve Hadramutlu bir zâtın nezâreti altında imâl olunduğu
Eyyub Sabrı Paşa'nın «Mir'at-i Medine» isimli kitabında anlatılır.
Kerpiçlerin imâline
nezâret eden zâtın da Talk bin Ali (veya Talk bin Sümâme) olduğu, İbn-i Hâcer-i
Askalânî'nİn «Kitab'iil tsâbe fi Esam'is Sahabe» isimli kitabında zikredilir.
Mescid-i Seâdet'in
arsasının eni ve boyu başlangıçta 70'er zira' (47.60 m.) idi, Kıble değiştikten
sonra Ölçüler 100'er zira' (68 m.) ya çıkarıldı. 3 arşın (2.04 m.) derinliğinde
açılan temeller tahkim edildi, zeminden 7 zira' (4.76 m) yüksek olan duvarlar da
kerpiçle Örüldü. Hurma ağacından yontulmuş direklere dayanan çatı, hurma
dallarıyla örtülüp üstüne de toprak atıldı.
Şimdiki HiicnM Seâdetin
Bâb'üt tevessül denilen kapısı yerine bir Mİhrâb ve biri şimdiki Mihrâb'iin Nebi
mevkiinde olmak üzere üç tane kapı yapıldı.
Başlangıçda Mescidin
zemini topraktı. Bir gece yağmur yağınca zemin çamur olmuş* tu. Bunun üzerine
Ömer (R.A.) ridâsına'hasba denilen küçük çakıl (aşlarından doldurup onları secde
edeceği yere yaydı. Bir süre sonra da mescidin tamâmına hasba yayıldı.
Keşf'iH Gumme'de,
Mescide ilk defâ hasır yaydıran zâtın Ömer (R.A.) olduğu yazılıdır. '
Mescid, ilk zamanlar
hurma yapraklan ve budakları yakılmak suretiyle aydınlatılıyordu, Hicrî 9
senesinde Medine'ye gelip Müslüman olan Temim I>arî Şam'dan getirdiği
kandilleri Mescide asınca da daimî surette tenvir edilmeye başlandı.
Mescİd-i Nebevî'nin
elektrik ile aydınlatılması ise; 25 Şaban 326'da Sultan İkinci Abdüihamid'
(Rh.A.) in tren yolunu Medine'ye kadar uzattırmasından sonra
gerçekleştirilmiştir.
İslâm Tarihinde ilk
minber de Mescid-i Nebevî içindeki minberdir.
Buhârî'nin Aynî
Şerhinde; minberi Ensârdan Ulâse (R.Anha) ismindeki bir kadının Câbe Ağaçlığında
yetişen Esi' (Ilgın Ağacı) den dülger olan kölesi Mcymûn'a yaptırdığı ve
Mescid-i Nebeviye gönderdiği yanlıdır. (2 H. / 623 M / Nübüvvetin 14.CÜ senesi)
Minber-i, Seâdetin
kapısına İlk defa olarak perde astıran zâtın Osman bin Affan (R.A.) olduğu
mervidir.
Mescid-i Nebevî'de hâlen
mevcûd olan mermer minberi ise Sultan Murad ÎTL îmâl ve irsal ettirmiştir.
(Hak Dîni - Kur'ân Dili,
Elmalılı Hamdi Yazır, C. 4 - Müsncd, Ahmed bin Hanbel -Sahih, Buhârî - Sünen,
Ebû Dâvûd - Kısâs-ı Enbiyâ, Cevdet Paşa - Nurii'i Yakîn, Mu-hammeıl el
Hudarî - Müslümanlıkta İbâdet Tarihi, Tâhir'ül Mevlevi)
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 237-238.
Eski
İstanbul'da Kâğıthane,
Davutpaşa ve Okmeydanı gibi semtler
buna benzer mahallerdir.
Osmanlı Devletinde şehirlerde Subaşı denilen zabıtadır
ki; Sultan tarafından tâyin edilir ve şehrin asayişini temin ederdi. Bugünkü
«Emniyet (Zabıta) Amiri» ne tekabül eder.
Subaşının mânâsı, imlâ
tarzı ve vazifesi muhtelif eserlerde başka şekillerde gösterilmiştir.
«Mecelle-i Pmûr-u
Belediye'» nin verdiği malûmata göre; Subaşı, Zabıta, daha ziyâde Belediye
memurlarının gördükleri işleri gören ve kaza itibar olunan kasabaların başında
bulunan memurun unvanıdır.
Selçuklularda Subaşı,
kumandap, serasker mânâsına olarak Zabıta işlerinde kullanılır îdi.
Selçuklularda bir de
fazla olarak Şahne vardı. Şahne, Kâmus'a göre (şm) in kes-resiyle (şıhne);
Şehirlerde Subaşv tâbir olunan zabite denir ki Sultan tarafından tâyin edilip
Şehrin inzibatı hususuna kefil olur. Hâlâ avam lisanında (şm) in fethasıyle
$ahn« olarak dolaşır.
Selçuklularda Subaşılık
Miri re Timur olmak üzere İki kısma ayrılırdı:
Mîri Subaşılar;
şehirlerde ihtisab (Polis ve Belediye işlerini yürütme) vazifesiyle mükellef
olan subaşılardır.
Bunların vazifesi;
gündüzleri kol gezerek çarşı, pazar ve mahalle aralarının temizliğini temin
etmek, kaldırımları tamir ettirmek, yıkılmak tehlikesine uğrayan evlerin
yaptırılması için Mimarbaşıya haber vermektir. Geceleri Asesbaşı (Polis Müdürü)
ile kol gezerek ahlâk dışı yaşıyan zümreyi teftiş ve kontrol İle meşgul olmak
gibi ZfiMa ve Belediyeye âid olan işlerdi.
Hulâsa; Subayları
Kâdl'nın emri altında bulunurlar, hem Belediye ve hem de Zabıta işlerine
bakarlardı.
Hicaz Emîri: Peygamberimizin neseb-i şeriflerinden
seçilip, Mekke'de oturan ve salahiyetli bulunduğu islerle meşgul olan zâta
verilen unvandır. Bu emir; Mekke, Medine ve sonraları Cidde'yi de içine alan bölgenin,
salahiyetli bulunduğu işlerine
bakardı.
Emiriil Hac (Hac Emîri,
Mevsim Emîri): Hac için Mekke'ye giden kafilelerin reisi hakkında kullanılan bir
tâbirdir.
Islâmiyette bu işe ilk
memur edilen Hz. Ebû Bekir' (R.A.) dır. (H. 9 / M. 630) Emîrü'l Hac olanların; kervanları
Hacca emniyet altında
getirip götürmelerinden ve;
Hac müddetince inzibatı Mekke'de temin etmelerinden başka Mekke'de Arafat'ta ve
diğer mübarek makamlarda yapılacak menâsİki
idare etmek gibi vazifeleri de vardı.
Mısır'ın Yavuz
Sultan Selim tarafından
Osmanlı ülkesine ilhakına
kadar Nfısır
Memlukleriyle OsmanJı Padişahları
ayrı ayrı Emîrü'l Hac nasbederlerdi.
Mısır Emîrü'l Haccı
Kahire hacılarını, Osmanls Emîrü'l Haccı da İstanbul hacılarını Şam yoluyla
Mekke'ye götürürlerdi.
Osmanlı hilâfetinde bu
memuriyet sonraları Siirrc Emînliğine tahvil edilmiştir.
EMİR : Bir kavmin, bir
yerin reisi mânâsına kullanılan bir tâbirdir.
Kâmûs'da: Kebîr vezninde bir
kavme fermanreva olan
âdeme denir ki
ıstılahımızda Bey tâbir olunur.
MüsUkİmzâde merhumun
beyânına göre; Bey lafzı Türkîde zengin âdeme denir.
Emîr, eski İslâm
Devletlerinde kumandan yerine de kullanılmıştır. Emîrü'l Ceyş o kabildendir.
Daha sonraları; Emîr-i
Mekke, Emîr-i Ahur,
Emîrül Hac, Emîrü'l
Ümerâ gibi tâbirler de
kullanılmıştır.
Osmanlı Devletinin
kurucusu Osman Bey'den
Yıldırım Bayezit'c kadar ve
hattâ sonrakilere kadar Padişaha «Emîr» denildiği gibi «Bey» de denirdi.
HALİFE: İlâhî
hükümlerin icrasında Peygamber Efendimize (S.A.V.)
vekil olan zât. Emîrü'l
Müminin yerinde kullanılan bir tâbirdir.
Çoğulu, Hulcfâ'dır.
Bu tâbir müfred ve cem'i
olarak Kur'ân-ı Kerîm'de de geçer.
Hilâfete, tmâmet de
denildiği için Halife'ye aynı
zamanda tmâm da söylenir. Yalnız, cemâate İmâm olandan ayırdetmek için buna
Imâmct-i Kübrâ denir.
İslâm Ulemâsı, Hilâfet
makamını işgal edecek zâtlarda; İlim, Adalet, Kifayet, Âza ve havasta selâmet gibi dört şartın tahakkukunu ararlardı.
EMİRÜX MÜMİNİN:
Padişahlar hakkında kullanılan bir tâbirdir.
Müminlerin Bey'i. İslamların Padişahı mânâsına gelen bu
tâbir aynı zamanda Peygamberimizin (S.A.V.) Halifesi demektir.
Islâmiyette bu unvan ilk
defa Hz. Ömer' (R.A.) e verilmiş, sonraları Emevî, Abbasî, Fatımî ve Osmanlı
halifeleri de bu tâbiri kullanmışlardır.
SULTAN: İbni Haldun'a
göre; Osmanlı Padişahları hakkında, diğer İslâm hükümdarları gibi unvan olarak
kullanılmış bir tâbirdir.
Bu unvanı ilk kullanan
Abbasî Vezirlerinden Cağfer bin Yahya'dır.
Bir zamanlar Bağdat ve
Şam valilerine de Sultan denilmiştir.
Bazan de Sultan
kelimesiyle bizzat Halîfe kasdedilmiştİr.
Islâmiyette İlk defa,
resmen Sultan unvanını kullanan Mahmud Gaznevîdir. Bu unvanı sonraları Selçukîler, Eyyubîler,
Kölemenler ve Osmanlılar kullanmıştır.
Bu unvanı ilk defa
kullanan Osmanlı Padişahı Çelebi Sultan Mehmeddir.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 239-242.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 242-244.
Hutbe için istihlâf (yerine birini geçirmek) şeklinde
olduğu gibi. (Azmizâde)
Bey' (Alım-satım) için tevkil (vekil tâyini)
meselesinde olduğu gibi. (Azmizâde)
ISLÂMDA İLK MİNARE:
Ezan ilk meşru olduğu
sıralarda minare olmadığından Hz. BİIâl (R.A.) Mescid-i Ncbevî'nin yanında
bulunan evlerin en yükseği olan Benî Neccârdan bir kadının evi üzerine çıkıp
ezan okumuştu. Sonra Mescid-i Şerifin üstünde kendisi için bir yer yapıldı.
Minareyi Mesddlerde ilk
defa Amr Camiinde ihdas eden Ashâb'dan Müselleme bin Muhlif (R.A.) dır ki Hz.
Muaviye zamanında Mısır Emîri idi.
İbni Âbidin bu hususta
şöyle der: Ezan okumak için Mısır minaresine ilk çıkan Şurahbil bin Amir'dir.
Çift ezanı ihdas eden Benî Ümcyye'dir. Ezandan sonra minarede Peygamber
Efendimize (S.A.V.) salâvat-ı şerife okunması 791 senesinde Mısır'da ihdas
edilmiş olup bir bid'at-ı hâsenedir.
Gecenin sonundaki sala
(tesbîh ve temcit) da böyledir. Bu Sultan Nasrüddin'in emriyle başlamıştır.
Yine öürrü'l Muhtâr'da;
ezandan sonra teslîm'in 781 senesi Rabî'ul-âhir'inde Önce Pazartesi gecesi,
sonra Yatsı Namazında, sonra Cuma gününde başlanıp Î0 sene sonra Ak^am ezanından
başka hepsinde okunmaya başlandığı
anlatılır,
Vefâ'da Scmûdî'nin
anlattığına göre; Ömer bin Abdülaziz ilk defa olarak Mescidin dört köşesine
birer minare yaptırmıştı. Bunlardan birisinin boyu 60 zira' (40,8 m) ikisinin
boyu 50'şer zira' (40'ar metre),
birininki de 53. zira' (36.04 m.) idi.
CUMA'NIN MÂNÂSI:
Cuma gününün Arapça eski
ismi ARÛBE dir ki açık ve güzel konuşmak mânâsına olan İrâbdan gelmektedir.
İnsanlar o günde süslenip bezendikleri için böyle denilmiştir.
Ona Cuma ismini İlk
veren Kâab bin Lüey'dir. Bu husustaki Hadîs-i şerife göre; Cuma günlerin en
şereflisi olup, Biirûc süresindeki «Yevm-i mcv'ûd» (kıyamet günü), «Yevm-İ
meşbûd» (Arcfe günü) ve «Yevm-İ $âh1d» (Cuma günü) diye tefsir olunmuştur.
Cuma günü müminlerin
Bayramı ve bîçârelerin Hacadır,
Bk. Cuma Sûresi (62), fiyct: 9
«İmâmın minbere çıkması» ibaresi Arap âdetine göredir.
Çünkü, onlar imâmın sânını tazim ve Onun istediği zaman çıkması gayesiyle, boş
bir yer yaparlardı.
(Mefâtîhiil Cinân)
Yâni, minberin önünde okur.
Evvelce Cuma gününde
Öğle Vakti için iç ezanından başka ezan okunmaz idi. Birinci ezanı Hz. Osman
(R.A.) ihdas etti. O günün ikâmeti de hesaba katılarak Hz. Osman (R.A.) bir
üçüncü nida ziyâde etmiş, denilmiştir. (Nimet-i tslâm)
«Temiz olduğu halde» sözünden maksâd abdesl ve
gusüldür, Bu bakımdan hatîbin hutbeyi abdestsiz ve çünüp okuması mekruhtur.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 244-248.
Bayram Namazının meşrûiyyeti Peygamber Efendimizin
(S.A.V.) Mekke'den Medine'ye Hicret
ettikleri birinci senede (bir kavle göre İkinci senede) vâki
olmuştur.
Uyûnül Eser sahibine
göre; ilk Bayram Namazı Peygamber Efendimizin (S.A.V.) Hicretlerinden 18 ay
sonra Şaban ayının başında Kıblenin Kabe'ye çevrilmesini müteakip Ramazan ayının
farziyyeti İle (yâni o seneki Ramazan ayında gelen Ramazan Bayramı ile) meşru
kılınmıştır. Bundan sonra Peygamber Efendimiz (S.A.V.) 10 sene Bayram Namazı
kılmıştır.
Bir kavle göre; Hicri 2.
ci senenin Ramazan ayı sonunda, yâni Bayrama 2 gün kala Resül-i Ekrem (S.A.V.);
erkek, kadın, büyük, küçük, hür, köle, bütün Müslümanların fıtr sadakası
vermelerinin vâcib olduğunu, buyurdu. Şevval ayının 1. ci gününü de Bayram
olarak İttihâz etti.
Bayram günü de meydanlık
bir mevki de (Dâr-ı Şifâ yakınında) Bayram Namazını kıldırdı. (1 Şevval 2. H.)
Resûl-i Ekrem (S.A.V.)
Efendimiz İkinci Bayram Namazını Devs mahallesinde, üçüncü Bayram Namazını da
Bayram Musallası denilen nurlu mevkide kıldırmıştir. Daha sonra, yâni üçüncü
Bayram Namazından sonra bütün Bayram Namazlarını Bayram Musallası (Musallây-ı
î'd) denilen bu Namazgahta kıldırmalardır.
Peygamher (S.A.V.)
Efendimiz böyle mescid. Namazgahlarda namaz kıldırdıkları vakit Kıble tarafına bir mızrak diktirir ve onu
sütre edinirdi.
(Mîr'ât-ı Medine, Eyyûb
Sabri Paşa - Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri, Tâhİ-rü'I Mevlevi)
Musannifin iki Bayram Namazı ile Cuma Namazını birarada
zikretmesinin sebebi şudur: Çünkü bunların her İkisi de büyük bir cemâat hâlinde
gündüzün ve cehren kıraat edilen namazlardır.
Bunların birindeki şart,
diğerinde de şarttır. Ancak, hutbe hâriçtir. Çünkü Cuma Namazının hutbesi
sıhhatinin şartıdır ve namazdan Öncedir. Bayram Namazında ise şart değil
sünnettir ve Namazdan sonradır.
Bizim ileri gelen Fakîhlerimize göre; İki Bayram
Namazında ve Cum'ada cemâatin fitneye düşmemeleri için tmâm sehv secdesi yapmaz.
(Kâdîhan)
İki Bayram 'Namazının biraraya gelmesinden maksad;
Ramazan veya Kurban Bayramı 'ile Cuma'nm bir güne tesadüf etmeleridir.
(Dürer Haşiyesi, Abdülhalîm)
Peygamber Efendimiz
(S.A.V.) zamanında İki Bayram yâni Ramazan Bayramı ile Cuma (yeya Kurban Bayramı
ile Cuma) nın bir güne tesadüf ettiği bazı Sahabeden (R.A.) rivayet edilmiştir.
(El Musannef, Hafız Ebû Bekir Abdürrezzak bin Hemmân es San'ânî, /Doğumu:
126, Vefatı: 211/)
Burada Bayram Namazının Cenaze Namazından Önce
kılınmasına sebeb; Bayram Namazının vâcib, Cenaze Namazının ise kifâye
olmasıdır. (Kerderf)
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 249-250.
Buradaki Musalla daha önce de zikrettiğimiz gibi,
açıkta namaz kılmaya mahsûs ve Kıble tarafında Mihrap yerine bir dikilitaş İkâme
edilen üstü açık namazgahtır. (Bir nevi mescid)
Ellerin kaldırılacağı yerler şunlardır:
a) Namaza iftitâhda,
b) Vitrin Kunûl'unda, c)
İki Bayram tekbirlerinde, <j)
Hâ-ecr-i Esved'i istilâmda,
el Safâ'da ve Merve'de, 0 *ki
Vakfede, g) İki Ccmre'dc.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 250-253.
Nahr Günleri üç gündür. Teşrik günleri de üç gündür. Bu
altı gün dört günde geçer. Zilhicce'nin
10 uncu günü
hassaten Nahr'dır, 13
üncü günü hassaten Teşrîk'dİr.
İki gün de Nahr ve Teşrîk'dİr.
(Kâfi)
Fakîh Ebû Ca'fer (Rh.A.) der ki; Meşayihimtzîn bunu bid'at olarak kabul ettiklerini
işittim. Nevâzil'de ise
Ebû Bekir: «Ibn-i
Ömer Eyyâm-ı Aşr'da
Medine sokağına girer, tekbir getirir ve
insanlara da tekbir getirmelerini hatırlatırdı» demiştir.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 253.
Bk. Bakara Sûresi (2); âyet: 203
İzüfet-İ beyâniyye: İzâfet-i Mânevİyyenin
kisımlarındandır. Bu izafette; Muzâf İle Mu-, zâfmileyh arasında bir bakımdan
umûm ve husus bulunmak suretiyle muzâfınileyh mu-
zâfa ve muzâfın gayrına
şâmil olan bir cins olur. Buna izâfet-i biraânâ «min» de denilir.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 254-256.
Küsûf Namazının Bayram Namazı ile beraber
zikredilmesinin sebebi; ikisinin de ezânsız ve ikâmetsiz cemâatle eda
olunmalanndandır.
Küsûf Namazının Bayram
Namazından sonraya alınması da esah kavide, daha önce yazıldığı gibi vâcib
olduğu içindir. (El Ekmel)
Küsûf (Güneş tutulması) Namazı: Peygamber Efendimizin
(S.A.V.) Mâriye-i Kibtiyye (R.Anhâ)
den doğan (H. 8) ve küçük çocuğu
olan Hz. İbrahim'in vefatları (H. 10) (bazı râvîlere göre 22 aylık
iken, Hz. Âişe' (R.Anhâ) nin rivayetlerine göre 17-18 aylık iken) sırasında
güneşin, tutulması üzerine bazı kimselerin güneşin tutulmasın: bu hâdiseye
yormaları ile Resûlullah' (S.A.V.) in güneş ve ayın tutulmasının bir İnsanın
ölümüyle alâkası olmadığını söyliyerck kıldıkları namaz ve yaptıkları duadır.
Küsûf ve Hiisûf Namazları sünnet ve icmâ üe meşrudur.
Bu namazların Peygamber
Efendimizin (S.A.V.) bir sünneti olduğuna işaret eden hadîs-i şeriflerden bir
tanesi Hz. Âişe' (R.Anhâ) nin, diğeri de Hz. Ebû Bekir' (R.A.) İn rivayet
ettiği, Buhârî'nin naklettiği aşağıdaki hadîs-i şeriflerdir.
Peygamber Efendimiz
(S.A.V.), oğlu Hz. İbrahim'in vefatı esnasında, güneşin tutulmuş olması
sebebiyle kıldırdığı namazdan sonra şöyle buyurmuştur:
Âişe' (R.Anhâ) den:
«Güneş ile Ay şüphe yok
kî, bir kimsenin ne ölmesinden ne de hayat bulmasından dolayı tutulmaz.
Bunların tutulduğunu gördüğünüz zaman namaz kılınız ve Allahü Azîmüşşan'a duâ
ediniz.»
Ebû Bekr' (R.A.) den:
«Bunlar Allahü Teâlâ'nın âyetlerinden iki âyettir, (yâni kudret ve hikmetine
âid iki alâmettir.)»
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 257-258.
İSTİSKÂ : Sünnet-i Müekkededir, Bunda tam bir ittifak
vardır. Yine ilk günkü Istiskâdan sonra
yağmur yağmazsa İkinci
ve üçüncü günlerde
yağmur duasına çıkılacağında; yağmurun çokluğundan dolayı zarar hâsıl olduğunda giderilmesini
Hak'dan niyaz etmenin sünnet 'olduğunda da ittifak vardır. Ancak,
duadan başka namaz,
hutbe ve elbiseyi çevirme meselelerinde Mezhep
İmamları arasında ihtilaf vardır.
Sünen-İ Ebû Dâvûd ile
Sahîh-1 İbn-i Hibbân'da; Hz. Âise (R.Anhâ) den rivayet edilen bir hadîste,
Peygamber Efendimiz Hîcrî 6. ci yılda minberini musallaya çıkartıp orada yağmur
duasında bulunmuşlardır.
Peygamber Efendimiz
(S.A.V.) istiskâda aynca, İki rek'at namaz da kılmışlardır.
Yine, Peygamber
Efendimiz (S.A.V.) Mekke devrinde de Medine devrinde de bu duayı (istiskâ) icra
buyurmuşlardır.
îmâmeyn, İmâm Mâlik
(Rh.A.), İmâm Şafiî (Rh.A.) ve İmâm Ahmed hin Hanbel (Rh.A.) gibi büyük Mezhep
İmamları istiskânın Bayram Namazı gibi iki rekV cemâatle kılınmasının sünnet
olduğuna kail olmuşlardır.
Hanefîlere göre tstiskâ
Kitab (Hûd Sûresi; âyet: 52) ve Sünnet ile sabittir, tstiskâ da yalnız bir
hadîsde zikredilmiştir o da şazdır.
(Buhârî - Tecrid-i
Sarih, Müslim - Tercüme ve şerhi)
Bk. Nûh Sûresi (71); âyet: 10 - 11
Ziramî:
İslâm zimmetini, ahİd ve emânını hâiz bulunan gayri müslimlerdir. Bunların kadınlarına da Zimmiye denir.
Harbî bulunan bir şahsın
veya bir cemâatin İslâm ahit! ve
emânıiıı yâni tâbîiyeiini kabul etmesine ise akd-i zimmet tâbir edilir.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 259-260.
KORKU NAMAZI: Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ve Ashabı
tarafından ilk defa, Hu-deybiye Umresi (yolculuğu) esnasmd^ (1 Zilka'de 6. H. /
13 Mart 628. M.) Usfân mev-kjindc kılınmıştır. Korku Namazı hakkındaki âyet de
burada nazil olmuştur. (Nisa Sûresi; âyet: 101 - 102)
.
Son Korku Namazının da
Batn-ı Nahle'de vâki olduğu rivayet edilir.
(lk Korku Namazının
Zâtü'rrika' Gazasında vâki olduğu da rivayet edilmiştir. Ancak; Zâtü'rrika',
Muharib-İ Hafsa, Necİd, Sa'lebe, Katafân diye geçen gazaların hepsi işaret edüen
vakanın geçtiği bir gazaya âid isimlerdir. Hattâ Ashâb arasında buna Gazvetül
Acîb de denir. Bu gazve Bedr, Uhud, Hendek, Kureyzâ, MürcysF ve Hayber-den sonra
meydana gelmiştir.
Zâtü'rrika' Namazı ile
de bu Namaz kaydedilmektedir.
Bir rivayete göre;
Usfânda iken nazil olan âyet-i kerime Namazı kısaltmaya (kasr) da âiddir.
Korku Namazının cemâatle
edası keyfiyeti sünnet ile sabittir. Kitabullahdan delili ise biraz evvel işaret
ettiğimiz Sûre-i Nisâ'dakİ 101 - 102 ci ve sûre-i Bakara'daki 239. uncu âyeti
kerîmedir.
(Buhâri - Tecrîd, Ebû
Dâvûd, Nurii'l Yakîn» Asr-ı Seâdet, Sahîh-i Müslim - A. Da-vudoğhı)
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 261-262.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 263.
Bu kavle Şeyh Hasen el Kerhî (Rh.A.) de İmâm Muhammed1
(Rh.A.) in: «İmâm yanıldığı zaman secde etmesi vâcibtir...» sözü ile istidlalde
bulunmuştur.
(Zahfriyye)
Mevkûfen:
Duraklamaya mahkûm bırakılmış,
tutuklanmış olarak.
Yahut müsâfir Öğleye dört rek'at olarak niyet etse.
(Zeylaî (Rh.A.)
Secde-i sulbiyye: Namazın kendi secdesi.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 264-269.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 269-270.
Vüs'at: Geniş zamanda, mühlet ile.
Hanefilerden başka bütün Ulemâ'ya göre, Secde-i Tilâvet
sünnettir.
Hanefîlere ve ŞâfiDere
göre secde için âyetin kasden dinlenmesi cart değildir. Rast-gele işitenlerin de
secde etmeleri gerekir. Yalnız Şâfiîlere göre, rastgele işiten bir kimseye,
secde etmek kasden dinleyene olduğu kadar kuvvetle sünnet değil, müstehâbdır.
Tilâvet secdesinin
vücûbiyetî Kitap (Necm sûresi; âyet: 62, Alâk sûresi; âyet: 19, Inşikâk sûresi;
âyet: 21) ve Sünnef ile sabittir. Hanefîler bu yukarıdaki üç âyet-i kerîme ile
istidlal ederler.
Secde âyeti okununca
hemen secde edilmesi, mümkün olmadığı takdirde okuyan veya dinleyenlerin
«Semi'nâ ve eta'nâ ğufrâneke Rabbena ve ileykelmasîyr» demeleri müstehâbây.
Secdeye, Secde-İ tilâvet
niyetiyle eller kaldınlmaksızın (AUahu Ekber) denilerek varılır, secdede üç
kere, «Sübhânc Rabbiyel alâ» veya bir kere «Sübhâne Rabbinâ in kâ-oe vâdu
Rabbinâ lemef'ûlâ» denilir. Sonra «AHahu Ekben> denilerek secdeden kalkılır.
Tüâvet secdesine ayaktan
inilmesi; bu secdeden kalkarken ayağa kadar kalkılmasi ve böyle ayağa kalkarken
de «Ğufrâneke Rabbena ve îleykel masîyr» denilmesi müste-hâbtır.
Fevren: Acele olarak, mühletsiz, hemen ve zamanında.
Zâhiriyye'de denmiştir ki; Ulemâ, Tilâvet secdesinin;
vücûbiyyete sebcb olduğu hususunda ittifak halindedirler. Dinleme hususunda
ihtifâdadırlar. Bazıları: Dinlemek 'iır sebebdir. Sarih olan sebebin tilâvet
olduğudur, demişlerdir.
Tehallül: Nama/ı bitirip çıkmak.
Tilâvet Secdesi:
A'râf (7); âyet: 206.
Nemi (27); âyet: 26.
Ra'd (13); âyet: 15
Secde (32); âyet: 15.
Nahl (16); âyet: 49. Sâd
(38); âyet: 24.
İsra' (17); ayet: 109.
Fussılct (41); âyet: 38.
Meryem (19); âyet : 58.
Necm (53); âyet: 38.
Hac (22); âyet : 18 ve
77. iııgikâk (84); âyet: 21.
Furkân (25); âyet: 60.
Ikra' (Alâk) (96); âyet: 19. olmak üzere, Hanefîlcre ve diğer bazı âlimlere göre
14 yerdedir.
Buradaki
mecnûndan maksad; kendini
kaybetmiş, baygın vaziyette
olmayan mecnûndur. Bu
şekilde olmayan bir mecnûn Tilâvet secdesini işittiği zaman, secde elmesi lâzım
gelir. Fakat muttuk yâni,baygın haldeki mecnûn bunun aksinedir..
«Her ne kadar kasd etmese de» sözünün sebebi şudur:
Çünkü Peygamberimiz (S.A.V.); «Secde «mu
işitene ve okuyana tcretltib eder.» (l)uhârî) buyurmuştur. Hu
lâfı/ vücûb ifâde
eıliT. k biletmekle sınırlı değildir. (Hİdâyo)
Zcylâî demiştir ki: Tulİ kuşu (İşittiği sesi taklid
eden, bazı sözleri ezberleyip tekrarlayan papağan cinsinden bir kuş) bir secde
âyetini tekrarladığı zaman, onu işiten kimseye secde sahih olarak gerekmez. Bir
kavle göre; «Gerekir.» (Vâcibdir)
(Keza Zahîriyye)
Radyo v.b. cihazlardan
işitilen secde âyeti için de ihtiyaten secde edilir.
(Ö. N. Bilmen)
Tedahül.:
liir şeyin diğer
bir şeye hacım
ve miktarı ziyâde
olmaksızın girmesinden
ibarettir.
(Ta'rilat, Seyyid-i ŞlıîO
Yâni hepsinin bîr lilâvel gibi kılınıp, bir ianesinin
sebeb olması, kalanının ila ona tâbi olmasıdır. Hu da ibâdete daha lâyıkdtr.
Çünkü onun sebebîyyetinin vücıibiyeıine rağmen terkctlilmesi kötü
bir fül (günâh)
dir. (Hâilimi)
Sebeb? Hükme ulaşmaya yol açan ve hükme lesirİ olmayan
şeydir.
İllet: Kemlisine hükmün
vücûbu izafe edilen şeydir.
Yine bir çok tilâvetin bir tilâvet gibi kılınıp birinin
onların evveline ve sonrasına sebeb ve nâib kılınmasıdır.
Hükümde tedahülde sebeb,
ancak evveline nâib olur. Şöyfeki; bir kimse bir kaç kere hattâ bir kaç yerde ve
muhtelif zamanlarda zina etse tek hadd'e (cezaya) müste-hâk olur. Şayet, o kimse
zina edip bir hadd görse, eğer sonra yine zina etse - bir mekânda da olsa -
ikinci defa hadd gerekir.
Kazif (ehli namus bir
kadına iftira ile zina islinâd etmek) bunun hilâfınadır. Bir kimseye, bir kere o
suçtan ceza tatbik «aliise sonra bir kaç defa ka/îf suçu işlese ona ceza. tatbik
edilmez. Çünkü ondaki âr yalanının ortaya tıkmamdan dolayı birinci ile yok
olmuştur. (Abdiilhalîm)
Hadd (çoğulu Hudûd):
Lûgalla menetmek mânÜMiiadır. Kulanda ise /inâ, içki \c hırsızlık gibi fiillerin
sebeblerini meneden manîlerdir ki bunların bazısı dayak, bazımı el kesmek,
kelle kesmek
gibi şeylerdir.
Bu hususu biraz daha açıklayalım:
Mekân değiştirilen
yerlerin her birinde secde âyeti okuı^a bir tilâvet secdesi kâfi gelmez.
Meselâ;' bir çözgücü (arışcı) çivinin birinin başında okuduğu secde âyclini
diğer çivinin başında da okusa, tilâvet secdesi yapması gerekir. Çözgücü, yani
ar işçi dokumacılıkta atkıların geçirildiği uzunlamasına iplerin bulunduğu
âletin ba.şmda iş yapan kişi, demektir.
Yine bir ağacın dalında
bulunan kimse secde âyeiiıû tilâvet
else, aynı âyeti ağacın diğer dalına geçip okusa, her
dalında okuduğu secde âyetinden
tilâvet secdesi
sapması gerekir. Çünkü her dal ayrı bir mekândır.
Câmi'ul Kebîrin Telhisinde de böyledir.
Bk. Yûnus sûresi (10); â\cl : 22.
Kı>âs: Dir sevin hükmünü diğer bir şeyin hükmüne
ben/etmek ve bıbıı/e>eııe de n hükmü i^pat etmektir. Meselâ, şarap içmek
sarhoşluk verdiği, içîn Vuranıdır. Kakı ila sarhoş eder. O halde Rakı içmek de
hanımdır,
gibi. I:ger hükmim haram
olmalına sebeb o!;ııı illet gâyel açık
ise o kıyâsa kıyâs-) celi denir.
Kıyâs denilince hu anlaşılır,
lllel birden anlaşılmaz da
çok dikkat ve inceleme ile anlaşılırsa ona kiyâs-ı hafi yahut istihsâli denir.
Hununla beraber kıyâs-ı celî'ye
mukabil olan delile ile istihsâli
denilir. Bu delil >â bir âyet veya bir hadis, yâ
İenıâ ve\a /arıırei olabilir.
Hüküm : Mükellef olan
kulların fiillerine teaîlük eden İlâhi hitabın sebebidir. Meselâ, «Namaz kıl» hitabının eseri,
nama/ın far/ ulusudur. Mahkûmunbih : Mükellefin
fiilidir. Mahkûm un aleyh :
Mükellef olan insandır,
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 271-279.
Ölmek Üzere olan kimseye nıuhiezar, Muhtezarın yanında
şehâdeteyııi zikretmeye ve kabrinde yapılacak muayyen hitabeye telkin, meyyitin
yıkanılmasın;! gaslimeyyîl, meyyitin yıkanılmazından kabrine defnedilmesine
kadar lâzım gelen şeylere ve bu şeyleri tedârik etmeye
techîz, meyyiti kefenlemeye
de tekfin denilir.
Veya kelimc-i
tevhîd «Lâ ilahe illallah»
yüksek sesle telkin edilir.
Vefat eden kimsenin
gözleri açıksa, yumulur ve kısaca; «lîİMnillûhi ve ala milleti Re*ü-lillah...»
denilir. Bu mesnûndur. Rcsûliillalı' (S.A.V.) ııı bunu Ebû Seleme' (R.A.) in
gözlerini yumduğu zaman buyurduğu rivayet edilir.
Sidr (Nabk): Yakındoğu'da yetişen bir çeşit hünnap
(eigde) ılır. Arabistan Kirazı da denir. İlmi adı, z£%yphus statüsüne İki çeşidi
vardır, Dikenli ve zararsız olanına Ubri, dikenli olanına da Dal denir.
Meyvesine Nabk denir. Huş kokuludur.
Ubri olanı nehirlerde,
Dal olanı karada yetişir. Boyları 2 - S metre arasında değişir.
Meyvelerinin şekli
zeytini andırır; önce yeşil, olgunhışınea kırmızı olur; eli beyaz, tatlı ve
glütenlidir. Taze ve kuru olarak yenir, reçeli yapılır.
Meyyitin talinde sidr
kullanmak müstchâbdır. Ane.ık sidr >aprağını suja atmak gereksizdir. Müstehâb
olan sidr i ilk yıkayışta kullanmaktır. Ba/j «ilimler; her yıkayışta sidr
kullanılması gerektiğini söylemişlerdir.
Ubri olanı yâni suda
yetişeni yıkanmak, gusletmek için kullanılır.
Kuru olanı yemekten önce
yenecek olursa iştahı acar. Yine kuru olanı mide ve bağırsakta bulunan fazla
sulan giderir.
Üçte bir şeker
karıştırılarak yapılan
reçeli yenilecek ulursa
harareti giderir. Yaprakları
kurutularak dövülür
ve yıkanılırken sabun
yerine kullanılacak olursa deriyi temizler,
cildi güzelleşlirir.
Yapraklarının suyu ile
saçlar yıkanacak olursa, rengini kırmızıya döndürür, sacdaki yağları alır,,
dökülmeyi
önler. Ayrıca başla
bulunan yaralara da iyi gelir.
F.czacılıkta, hafif
nıüshil ve göğüs yumuşatıcı İlâçlarla ba^ı merhemlerin bileşiminde bulunur,
(Lisâtıii'I Arab, İbn Manzûr, L-bu'l Fadl Cemalüddîu - IMtıccm u'i Buldan,
Şahabeddiıi Hamevî - Mutemet)
ÇÖVEN: (llurd - Üşnân): Kökü. dalları, sabun katılmış
gibi suyu köpürtme özelliği olan bir bitkidir. Kumlu topraklarda yetişir.
Kendisi ve külü elbise v.s, yıkamakla sabun gibi kullanılır. Buna sabunoiu
diyenler de vardır, İlmî adı Salsola
kalidir. Çiçekleri kırmızı, sarı veya pembe olur. Boyu 2 santimetre kadardır.
Bilhassa, köksapı kaynatılacak olursa sabun gibi
köpürür. Ayrıca helvacılıkta
da kullanılır.
HATMİ (Hıtmİ) :
İlmî adı AUhaea cıfficinaHsdir.
KÖkü çok sene] un m iş.
pembe beyaz çiçekli, uzun boylu, yumuşak ot gibi bir nebattır. Sulak yerlerde
yetiştiği gibi özel olarak da yetiştirilir. Çiçeği güle benzer.
Eczacılıkta ve
hekimlikte yumuşatıcı olarak
kullanılır.
Çiçeği kaynatılır, ağman
yerlere sürülürse.
ağrıları giderir.
Hatmî suyu" apseli
yaraya tatbik edilecek olursa,
apseyi dağılır, cerahati
söker.
Dalları taze olduğu
müddetçe kökü de yapraklarının hassasına sahiptir.
Halini tohumu kaynatılıp, suyu içilecek
olursa böbrek taşlarını
döker.
Kaynatılmış halmi suyu
bağırsak iltihaplarına şifâdır. Midedeki gaz ağrılarını giderir. Kan deveranını normal hâle döndürür.
Göz kapaklarındaki
şişlere hatmî suyu ile baiıjo japılacak olursa, şişlikleri giderir. Hatmi
yaprağf suyu ciğer ve yan ağrılarına
faydalıdır. Hatmî su>u
kadınların terleme ve titremelerine de iyi gelir.
Hatmi suyundan bir
miskal (4,807 gram) içilecek olursa, kulunç ağrılarına iyi gelir. Merhem yapılıp, sürülecek olursa
sinirden mütevellit adale
ağrılarını keser,
BUIIÛH
(Bahr): Bir çeşit tütsüdür.
Hindistan'da ve daha çok
Afrika'da yetişen bir çeşit ağacın kabuklanın çizmekle elde edilen Zamk -
reçine, günlük. Yakıldığı zaman güzel kokar, fena kokulan defeder.
Kâfur (Kâfûrî) Kâfur ağacından vınlan bir maddedir.
Hindistan'da yetişen
defneye benzer bir küçük ağacın /anıkından ibaret olan çok beyaz ve güzel, ve
.seri kokusu olan bir tıbbi maddedir.
Bir çok çeşitleri
vardır. Hıı iyileri kaysuri ve rİ>âlıi olanlardır. İlmî adı canıphanıdır.
Mikrop öldürücü hassası
okluğu gibi, akciğer ilıilıabı, kalb ve Miıir ilâçlarının terkibinde de bulunur.
Ayrıca kan durdurmakla kullandır.
Kâfûr'u ilk kullanan
Rabâh isimli bir Melektir. 11/.. Âdem" (A.S.) i gaslettiklerinde sıcak su ile
bundan kullanmışlardır.
Meyyit için kâfur
kullanılmasının hiiUmii şudur: Kâfur ci-mi kaüUıştırır, kokucundan da sinekler,
böcekler
kaçar. Ayrıca, onu
kullanmak Meluike-i Kirama bir ikram sayılır.
Ekseri ulemâ, misk kullanmayı
da eâi/ görmüşlerdir.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 280-283.
Müslim'de,
Câbİr (R.A.) Peygamber
Efendimi/.' (S.A.V.1) den 5u h;ıdî\-i şerifi rivayet eder: Bir. gün
Peygamber (Sr.A.V.) hutbe okudu
ve hutbe esnasında
Ashabından bir /âtın vefat
ederek kifayetsiz bir
kefene sarıldığını, geceleyin
defnedildiğini söyledi.
Müteakiben namazı kılınmamızın geceleyin Cenaze defnedilmesini menedip, ancak
İnsanın buna mecbur kalmasını
müstesna saydı ve ayrıca «Kiriniz din kardeşini kefenlediği vakit unun kefenini
güzel yapsın, buyurdular.»
* Cenazelerin gündü/ün
defni m iisleh âlıdır. Ceceleyin definleri de mekruh değildir. Nitekim Rcsûlüllah1 (S.A-V.) m
geceleyin kabr-İ şerifle t in e tevdi
edildiği İkrinı*'' (it. A. den mervîdir. Yine Hz.
Fatma' (R.Aııhâ) in da geceleyin kabirlerine tevdi edildiği rivâ yet edilir.
,.
* Bir meyyit yıkanmadan
veya unutarak yalnız bîr uzvu yıkanmadan kelene sarılacak olsa kefen açılır,
yıkanma» tamamlanılır. Üzerine nama/ kılınmış ise. i .ide edilir. K.ıhıc ko
nulup da üzerine henüz toprak atılmamış olduğu
takdirde de hükiım böyledir.
Ancık toprak atılmış bulunursa, artık kabirden çıkarılması haramdır.
Yıkanılma*,! sakıt olur
sadece kabri
üzerinde tekrar namaz kılınır.
Azhâr olan budur. Kefensiz oiarak kabri konulmuş
olduğu halde de artık kabri açılmaz.
Bazı
Âlimlere göre; meyyit tanınmış
bir âlim veya eşraftan bir
kimse İse sarık dolanır.
Şayet, meyyit sıfatsız bir
kimse ise sarık dolanmaz.
* «Meyyitin alnına veya
sargısına veya kefenine alulnâme yani kemlisinin îmân üzere, ahd-i ezelî üzere
sabit ;bulunnuış olduğuna ılâİr bazı riıukadties kelimeler yazılması takdirinde
Allahu Teâlâ'ııın mağfiretine nail olacağı umulur,» denilmiştir, Ancak bu
kelimelerin meselâ Kelime-i Tevhid'in kabir içinde kalıp, bilâheıc çiğnenmesi
veya meyyitten akacak mayiler içinde kalması muhtemel olduğundan mahzurlu
olduğu meydandadır. Fakat, meyyitin gaslinden .sonra, tekfininden evvel alnına
mürekkeple değil yalnız şeha-det parmağı ile Bismitlahirrahnmııirralıim, gögsu
üzerine de La ilahe illallah yazılması uygun
görülmüştür.
ZA'FERÂN (Safran): Soğanlı ve güzel çiçekli bir
bitkidir. İlmî adı Crucıısdur.
Çayır safranı, Hint
safranı ve Kır safranı gibi çeşitleri vardır.
Safran bitkisinin
tepeciklerinden yapılmış toz,
suda kaynatıldığı zaman
rengi çok güzel sarı bir sıvı
elde edilir. Katıldığı şeylere Özel bir tad ve güzel bir koku verir.
Bİr çok ilâcın' içinde
boya maddesi olarak kullanılır.
Ayrıca, uyarıcı, idrar ve âdet kanı söktürücüdür.
USFÛR
{.ASPUR): Yalancı safran
veya Papağan yemi
alarak da bilinir,
ilmi adı Carthamus'dur.
Akdeniz Bölgesinde
yabani olarak yelidir. Mavi, turuncu veva san çiçe-kleri vardır.
Çiçeklerinden boya elde
edilir. Bilhassa ipekli elbiseleri boyamakta çok iyi netice verir. Ayrıca,
tohumlarından yağ da
çıkarılır.
Usfûr tohumu ezilir ve
balla karıştırılıp kullanılırsa bilhassa çocukların ağzımla, dilinde veya
boğazında görülen iltihaplara,
pamukçuk hastalığına iyi gelir.
Cenaze yıkama Hanelilere göre Sünnet ve İcmâ İle vâcibtir.
Sünneiten delilleri;
Peygamber Efendim i/in (S.A.V.) «MiisUinıamn Müslüman üzerinde altı hakkı
vardır...» buyurması ve öldükten sonra yıkamasını da bu haklardan saymasıdır.
Bu hususta tcmâ-İ Ümmet
de vardır.
Cenaze yıkamanın Farz-ı
Kifâye olduğuna İcınâ-i Ümmet'în bulunduğunu İmâm Nevevî (Rh.A.) naklctmistir.
Cenaze yıkamak Hz. Âdem'
(A.S.) den kalmıştır.
Yeryüzünde ilk cenaze
namazı Hz. Âdem (A.S.) için kılınmıştır,
Übey bin Kâ'b (R.A.) dan
rivayet edildiğine göre; Hz. Âdem (A.S.) vefat edeceği sırada Melâike-i Kiram
yanlarında kefen ve koku ite kazma, kürek ve zenbit olduğu halde Ha. Âdem'
(A.S.) in yanına geldiler Hz. Âdem' (A.S.) in ruhunu kabzettikten sonra O'nu
yıkadılar, kefenlediler, kokuladılar, kabrini kazdılar, Meleklerden biri öne
geçti, Öteki Melekler onun arkasına durdular. Hz: Âdem' (A.S.) in oğulları da
onların arkasında saff oldular. Cenaze Namazını kıldılar. Melekler kabrin içine
girip, Hz. Âdem' (A'.S.) i kabrine koydular. Üzerini 'kerpiçle kapattılar ve
kabrin içinden çıktılar. Üzerine toprak çektiler. Sonra da; «Ey Âdem oğullan,
işte ölüleriniz hakkında tutacağınız yol bu» dediler.
Abdullah bin Ahnıed'
(Rh.A.) in Müsned'inde de aynı mealde Hadîs-i şerif mev-euddur.
Peygamber Efendimiz
(S.A.V.) tarafından ilk defa kabrin üzerinde Cenaze Namazı kılman Ensâr
nakîblerinden ilk Çefât eden Berâ' bin Ma'rûr (R.A.) dur. Berâ' bin Ma'-rûr
(R.A.) Ensârın Reislerinden ve
oniki nakîbinden biridir.
Berâ' bin Mâ'rûr (Rh.A.)
Safer ayında Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Medîneye gelmeden bir ay önce vefat
etmiştir. (622 M.) Resül-ü Ekrem (S.A.V.) Medine'ye gelince Ashabı ile birlikte
Berâ' bin Ma'rûr' (R.A.) un kabrine gitti. Kabrinin üzerinde saff bağlayıp
Cenaze Namazını kıldılar. «A!lalımı, O'nu mağfiret et, Ona rahmet lütfet ve
O'ndan hoşnud ol» diye duâ buyurdular.
ibn-i Hişâm' (Rh.A.) m
ibn-i İshâk' (Rh.A.) dan nakline göre: Mescid-i Nebevi inşâ edilirken Ashâbdan
Ebû Umâme Es'ad bin Zürâre (R.A.) vefat etti. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz
tarafından kılman ilk Cenaze Namazı zikrettiğimiz iki zâttan birinin ya na'şına
yahud kabrine olmuştur.
(İbni Hişâm (Rh.A.),
İbni İshâk (Rh.A,), İbni Sa'd (Rh.A.))
Müslim'de geçen bir
hadîs-i şerife göre; gıyâbta kendisine Peygamberimiz (S.A.V.) ve Ashabının
Cenaze Namazını kıldığı zât Habeş İmparatoru Adhama'dır. (Taberî'ye göre
Hicretin 9. cu yılında Mekke'nin fethinden önce diyenler de vardır.) Ancak Ulemâ
arasında gaibe namaz kılınması hususunda ihtilâf vardır. Hanefilere göre, gaibe
namaz memnudur.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 283-286.
BÂĞÎ; Çoğulu lîugâldır. Meride kemli bölümünde de
anlatılacağı gibi; İslâm Memleketinde âdil Devlet Başkanına (İmânı) karsı
haksız direnişe geverek O'na itaatten çıkmış bir takını Müslüman topluluğa
verilen isimdir- Fakat bu topluluk direnişleri sırasında Müslüman kanı
dökülmesini ıııübâh I görmezler. Bugâl'ın idaresi altında bulunan yerlere Dâr-i
Iîîîği (Âsîler Yurdu) denir.
(Zeylaî, Şürünbilâlî,, Hukuku Islâmiyye Kamusu)
* İrfidâd etmiş olarak öldürülen bir şahsın (mürted'in) namazı
kılmnuyacağı gibi cesedi de
ne İslâm Kabristanına ne de döndüğü Millet nıakberesine defnedilir. Sadece, boş
bir yerde kazılacak bir çukura gömülür.
Mürted; irtidâd etim",
demektir. Irtidâd; İslâm Dînini kabul etlikten sonra dönmektir. Yani, esasen
Müslüman olan veya sonradan İslâm Dînini kabul elmiş bulunan bir şahsın sonradan
dönüp bı;şka bir dîne intisâb etmesi ya da hiç bir Dine intisâb etmeyip sırf
İnkârda kalmasıdır. Buna riddet de denir. İrtİdâdın sıhhatinin şartı; küfür ve
inkârı aklı başında ve zorlanmayarak söylemiş ulnıakdır.
* Müslümanlar
ile Gayr-i Müsliuıfcrİıı cenazeleri
birbirine karışık bir
hâlde bulunursa, dununa
bakılır : Eğer Müslümanlara âid bir alâmet var ise, ona göre hareket edilir. Bîr
alâmet bulunmadığı taktirde hepsi yıkanır ve Müslümanlara niyyet edilerek, hepsi üzerine namaz kılınır.
'Faka!, Gayr-i Müslimler çok bulunursa, yalnız vıkanırlar, hiç birinin üzerine
namaz kılınmaz.
Çünkü, ekser için kül hükmü
vardır. Müsavi, gördükleri
takdirde ise, bir kavle göre üzerlerine namaz kılınır, bir kavle göre ise,
kılınmaz. Bunların defnedilmeleri
m ese leşinde, de ihtilâf vardır.
Bir rivayete göre, bunlar ayrıca
bir mak-bereye defnedilirler.
Kabirleri yükseltilmez, düzeltilir.
İntihar eden bir kimse hatâ neticesinde ve>a şiddetli
bir ağrı sebebi ile intihar etlî ise namazı ittifakla kılınır. Böyle bir sebebe
dayanmaksızın intihar eden kimse; İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) un kavline göre yıkanır
ve namazı da kılınır.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 286-287.
Kâdî
Bedreddin' (Rh.A.) e: «Ccnû/e
Namazının fiir/iyyetîni inkâr etkn k-kfîr ulunur
mu?» diye sorulduğundu :
Evet, olunur. Çünkü,
O uıııâi inkâr el m iştir.» dımııjlir.' "" Cenaze
Namazının farzİyyetİ icıııâ
ile sabittir. Bu
itinânın senedi do
«Tc^bc- Sûresi:
âyet 103» deki «...ve
sallı aleyhim...» «Onlara duâ et..» ilâhi kavli İle Resülüllah' (S.AV,)
m fiilidir.
* Cenaze
Namazım Kabristanda kılmak
doğru değildir. Yine Cenâ/e.
N.uıuı/mı caddelerde ve halkın mülkü olan arazi dahilinde kılmak
mekruhtur. Caddelerde umûmim
hakkını, mülk olan arazide de mülk
sahibinin hakkını meşgul etmek vardır.
* Gâib bîr
meyyit üzerine namaz kılmak
caiz değildir. Çünkü
Kıble cihetinden inhiraf meydana gelir. Meselâ, meyyit
doğu tarafında olsa nama/da Kıble>c dönülünce, meyyit arka tarafda kalır. Meyyit
tarafına dönülecek olursa, Kıble arka tarafda kalmış olur.
* Cenazeyi teşyi'
edenlerin, namazını kılmadan dönmemeleri gerekir. Cenaze namazını kılmalarına
manî olan bîr halleri varsa, cenaze sahibinden i/İn almaları evlâdır.
* Bir kısım Müslümanlar
Cenaze Namazı kılarken, diğerlerinin nama/a iştirak etmemeleri düşünülecek,
açınılacak bir durumdur.
Duayı bihneyenler:
«AUâhümma'ğfir H velehü
ve Ul mii'minînc ve'Unü'minât» (Allah'ım! Beni ve onu, erkek ve kadın bütün imân
edenleri mağfiret et.) duasını okurlar.
Bazı Âlimler duâ yerinde
:
«Rabbena âtlnâ
fl'd-dünyâ haseneten ve fi'l-âhîretİ haseneten ve kına azâbe'n-nân^ duasını veya
«Rabbena Iâ tiiziğ Lulûbenâ ba'de iz hedeytenâ ve heblenfl nıinledünLe rah'
meten, inneke entelvehhâb.» okunmasını güzel görmüşlerdir.
Bımtan da bilmeyen bir
kimse, kendine kolay gelen bir duayı okur.
Meyyit, müennes (dişi)
ise zamirler müennes (hâ - veya gözlü tâ) ile okunur.
Klfâje'de göyîe denmiştir: Dörtten ziyâde olan
tekbirde, tekbir İmâmdan işitildiği zaman
ona tâbi olunmaz.
Fakat Bayram Tekbirlerinde olduğu gibi
münâdîden işitilirse tâbi
olunur.
Mebsut'da da böyle
geçer.
Cenaze Namazında. Üç saf olmak efdaldrr. Hatla, cemâat
yedi kişi bile olsa, biri imâm olup, geri kalan altının, üçü bir saf, ikisi bir
saf, biri do bir saf olarak, dururlar. Hadîs-i Şerifte: «Kİmİn üzerine
müminlerden Üç saf olursa, o mağfur olur» buyurulmuştur.
El Menhel, Şerhu Sünen-i Ebû Dâvûd'da; Peygamber
(S.A.V.) Efendimiz ile iki arkadaşının defin şekilleri aşağıdaki şekilde
gösterilmiştir:
Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz
Hz. Ebû Bekir (R.A.)
Ha. Ömer (R.A.)
Şekilde görüldüğü gibi:
Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz önde; Hz. Ebû Bekir (R.A.) O'nun iki omuzu
hizasında; Hz. Ömer (R.A.) de başı hizasına gelecek şekilde Hiicre-İ Seâdet'de
medfûndurlar.
Devrimizde Mahalle İmâmı.
Tckaddüm: Öncelik sırası.
Kâidiyye'dc şöyle denmiştir: Çocuğun Müslüman olması
beş şekilde olur.
a) Aklı erdiği hâlde (yâni yedi yaşlarında)
İslâm ile mutiâsıf olur.
b) İslâm
Memleketine (Dâr-ı
tslâma) gider,
oraya tâbi olarak Müslüman olur.
c) Babası Müslüman olur, O'na uyarak, O da
Müslüman olur.
d) Annesi Müslüman olur, O'na uyarak, o da
Müslüman olur.
e) Ona bir Müslüman mâlik olur, mâlik olan o
Müslüman vasıtasıyla O da Müslüman olur.
Kâfir: Küfür sahibi kimsedir. Küfür; nimet verenin
nimetini, inkâr suretiyle veya amel yolu ile ona muhalefet hâlinde örtmektir.
Küfür; İmânın zıddı
olduğu gibi kâfir de Mü'minîn zıddıdır.
Bir Müslumandan hâmile kalan Zimmî bir kadın
öldüğü zaman (çocuk kamında olarak) nereye gömülür?
Bunun hakkında en doğru
cevâb şudur: Müslüman ve kâfir mezarlığı arasına, ayn bir yere defnedilir. Ancak
- çocuk anadaki henüz bir cü2 bulunduğu için - onun dindaşları (milleti)
arasına defnedilip, kadının sırtının Kıbleye doğru olması - zira çocuğun yüzü
annesinin sırtına dönüktür - görüşünde olan da vardır.
Diğer bir kavle göre;
çocuğa tâbi olarak tslâm Kabristanına defnedilir. Ancak, kadının namazı
kılınmaz.
Bir Müslümânın hâmile
olmayan zimmî (Hıristiyan veya Yahûdî gibi gayr-i müs-lim olan) karısı öldüğünde
kâfir mezarlığına gömülür.
(El yazma bir Dürer
Haşiyesi, Tarif âl, Mühekâ)
Ancak, tâbut içinde, meyyiti sarsılacağı derecede
sür'atlo götürmek, mekruhtur.
* Cenaze için sadece
ayağa kalkmak mekrûhdur, memnudur. Eğer bir mâni yok ise ayağa kalkıp cenazeyi
takİb etmek evlâdır,
* Cenazeyi teşyi' etmek
sünnettir. Bunda büyük sevablar vardır.
* Kadınların cenazeleri
teşyi' etmeleri tahrîmen mekrûhdur.
* Cenazeyi taşımakta
sünnet olan, dört kişinin dört tarafından taşımasıdır. Her tarafından on adını
miktarı taşımak müstehâbdır. Toplam olarak kırk adım taşımak lâyıktır.
* Cenazeyi teşyi'
ederken, arkasından yürümek efdaldir. Fakal, önünden yürümek de mekruh
değildir.
* Cenazeyi iakibedenlerîn
hayatın akıbetini düşünmeleri ve huşu ile hareket etmeleri mü-nâsibdir.
* Cenazeleri
buhurlar, gürültüler ile teşyi' etmek mekrûhdur. Cenaze için ağlamakda ve kalben mahzun olmakda bir
beis yoktur. Ancak, lüzumsuz şeyler söylemekten sakınmak gerekir. Cenazenin
ardından saç yolmak,
üst bas yırtmak
haramdır, takdir-i ilâhî'ye karşı bir İsyandır.
Bir Müslüman kabrine defnedildikten sonra kabri başında
bir deve boğazlayıp paylaşılabileceği kadar oturarak Kur'ân-ı Kerîm okumak
müstahsendir. Çok kere; Sûre-i Mülk, Sûre-i
Vakıa, Sûre-i İhlâs ile Muavvizclcyn sûreleri, sonra
Fâtiha-i Şerife ile Bakara Süresinin evveli okunur,
sevabı cenazenin ve şâir Ehl-i İslâm'ın ruhlarına bağışlanır, cenazenin mağfiret-i
İlâhiyyeye mazhariyyeti İçin
dua edilir,
* Cemâatin, meyyiti
defnettikten sonra hemen dağılmaları muvafık değildir.
Çünkü, Re-sûl-i Ekrem
(Ş.A.V.) Efendimiz, bir
cenazenin defnini
müteâkib hemen dönmez,
bîr müddet kabir yanında durur ve cemâate : «Kardeşiniz için Allah
Teâlâ'dan mağfiret isteyiniz ve kendisine temkin ihsan bu vurulmasını,
dileyiniz, o şimdi suâl görecektir.» diye buyururlardı. ^
* Kabre defnedilen ve
teklif çağına yetişmiş olan bir İslâm meyyiti hakkında telkin verilmesi meşru
görülmüştür. Hanefi Fukahasından bir kavle göre de; definden sonra telkin
yapılması ne emroluııur ne de nehy olunur.
* Meyyitin
velîsinin, definden sonra
birinci günden yedinci
güne kadar kolayına
gelen Şeyi fakirlere vererek sevabını meyyite bağışlaması sünnettir. Buna
kadir olamayan cenaze sahibi iki rek'at namaz kılarak sevabını bağışlamalıdır.
Zivâfeı vermek mekrûhdur.
* Cenaze
sahihlerinin, ta'ziyelleri kabul
itin üç gün
kadar evlerinde oturmaları
caizdir. Fakat, oturulmaması evlâdır.
Lâhd; bir
çukurdur ki. Kabrin Kıble larafından
açılıp (ortasından yana doğru)
içine meyyit konulduktan sonra, ağzı
kerpiç ile kapatılır. Şakk; bir çukurdur ki, kabrin derinliği istikâmetinde açılır
ve içine mevyit yerleştirildikten sonra,
üzerine tahta veya kamış
örtülür, sonra da toprak
atılır.
Kabrin bir boy miktarı
derin ve yarım buy miktarı enli olması güzeldir, fakat yarım boy miktarı derin
olması da kifayet eder. Kabirde efclal olan lâhddır. Fakat kabir yeri yumuşak
veya rutubetli olup da lâhd kazılması mümkün olmazsa, o zaman dere gibi bir
çukur kazılır ki buna şakk denir. Bu
durumda eğer 1üzûf\ görülürse kerpiç. tuğla gibi bir şey ile örülür, meyyit
bunların arasına konulur, üzerine de, meyyite dokunmayacak bîr şekildi: kerpiç
veya tahtalar ile tavana benzer bir şey yapılır, sonra üzerine toprak atılır.
* Bir kimsenin kendisi
için kabir hazırlatması bir kavle göre mekruh d ur. Çünkü, hiç kimse nerede ve
ne zaman öleceğini bilemez. Fakat, kefen hazırlamakda kerahet yoktur.
* Kabir ve Kabristanları
iyi bir şekilde muhafaza etmek, hayatta olanlar için vazifedir.
* Kabirleri
çiğneyip üzerinden geçmek mekruhtur.
* Kabirlerin yanında
uyumak, çevresini kirletmek, yaş allanın koparmak mekruhtur.
* Kabirlerin haftada bir
gün bilhassa Cuma ve Cumartesi günleri ziyaret edilmesi erkekler için
nıondübdur. Yaşlı kadınların da kabir ziyaretleri hakkında
fime korkusu bulunmadığı müddetçe, bir beis yoktur.
* Kur'an okumak kasdıyla
kabir kenarına oturulmasında muhlûr olan kavle göre, kerahat yoktur. Kabir
kenarında oturup <*Yusın-i Şerif» okumak pek sevabtır.
* Kabirlerin
ü/f r in e kubbe gîbî
şeylerin yapılması ve
yazı yazılması İmâm
Ebû Yûsuf' (Rh.A.) a göre*
mekruhtur. Ancak, Ulemâdan, Sülehâdan, Sâdaddan olun /âlların kabirlerine;, kay bul mamaları için,
yanlarına taş konulmasında, isimlerinin
yazılmasında bir beis
yoktur. Kabirlerin dikdörtgen şeklinde yapılması da doğru
değildir.
* Meyyiti, vefat ettiği
ev içinde gömmek
mekruhtur.
* Bir zaruret
bulunmadıkça iki üç cenazeyi bir kabirc koymak caiz değildir. Zaruret hâlinde
ise defnetmek caizdir.
* Meyyitin
cesedi tamamen toprak
kesilip, kemikleri de kalmamış olmadıkça, yerine başkasını defnetmek eâiz
değildir. Zaruret hâlinde ise, evvelki meyyitin kemikleri toplanır, kendisi ile
diğer meyyit arasına bir mânîa olmak üzere toprak veya kerpiç doldurulur.
(FVimet-i İslâm, Büyük
İslâm İlmihâli, Dû'rer Haşiyesi: Hadimi, Lisân ül-Arab)
Metinde geçen
«jüseccâ» kelimesinin masdarı
olan «tesciye», «tediye»
vezninde olup, meyyitin üzerini
(seccade ve bez gibi şeylerle)
Örtüp bürümek manasınadır.
(Kamus Tercümesi)
Hz. Yâkub1 (A.S.) un. Mısır'dan Şam'a nakledildiği
rivayet edilmiştir.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 287-296.
Bakara Sûresi; âyet: 154. «Allah yolunda öldürülmüş
olanlar için ölüler demeyin, hakî-katta onlar diridirler. Fakat siz an)ayıp
bilemezsiniz.»
Uhud Gazası; tslâmın Bedirden sonra yapılan ikinci
büyük savaşıdır. Hicretin 3. üncü senesinde Şevval ayının İl. inci Cumartesi günü Medine civarında
bulunan Uhud dağı eteğinde vuku bulmuştur. (27 Mart 625)
700'ü zırhlı, 200'ü
süvari ve 3000'i de develi olan Mekkcli Müşriklerin ordusuna Ebû Süfyân kumanda
ediyordu. Buna karşılık İslâm ordusu 100'ü zırhlı ve 2'si atlı (Atlının biri
Resûlüllah (S.A.V.) diğeri Ebû Bürde İdi) olmak üzere 700 kişi itli. Rcsûl-i
Ekrem (S.A.V.> ordunun ortasında bulunuyordu. Ordunun sağ kolunda Ukkâşe
(R.A.), aol koluna da Ebû Meslemc (R.A.) memur edilmişti.
Savaş sonunda İslâm
ordusu 70 şehit vermiş, Kureyşten ise 20 kişi ölmüştü.
Rivayete göre; Âl-İ
tmrân Sûresinuı yandan fazlası (120 âyet kadarı) Uhud Harbini tasvir etmektedir.
'
Peygamberimiz (S.A.V.)
Uhud dağı hakkında : «O bir dağdır, o bizi sever, biz de onu severiz.» buyurmuştur.
lbni tshâk' (Rh.A.) a
göre; Âli İmrân sûresinin 60 âyeti Uhud Harbî hakkında inzal olmuştur.
Bu harb hakkında
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle bir rüya görmüştü: Rüya-smda kılıcında bir
gedik açılmış, yanında bir sığır boğazlanmış, mübarek elini zırhının içiue
koyup muhafaza etmişti. Bu rüyâsındaki kılıç gediğini Ehl-İ Bey t'inden
birisinin / Hz. Hamza (R.A.) / şehîd olmasıyla, sığır boğazlanmasını Ashabından
bir kısmının şehâdetîylc, zırhı da Medine ile tâbir etmişti.
Uhud şehidleri hakkında
da Âli İmrân Sûresinin İ69 uncu âyetinin nazil olduğu rivayet edilmiştir. Âyetin
meali şöyledir. «Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma, doğrusu onlar
Rableri katında diridirler, Cennet meyvalalından nzıklanirlar.»
(Buhârî, Tecrîd-i Sarih
- Peygamberimiz, İslâm Dini ve Aşere-i Mübeşşere, Zekâi Konrapa - Uyûnü'l Eser)
Şchidlcr üç kısma ayrılır:
a) Şelıid-i Kâmil: Bunlar hem
dünya hem de âhîrtt
itibariyle şehiddirler. Bunlardan herbirinc
şohİd-î- hükmi ilenir. Hu
kısım şehidîcrin hükmü;
yıkanılmadan yalnız namazları kılınıp
libâslariyle
defnedilmektir.
b) Dünya Ah'kâmı itibariyle şehid: Kalbinde
nifak bulunduğu halde zahiren Müslüman
görünüp harplerde
Müslümanların saflarında bulunduğu
halde düşman tarafından Öldürülen her hangi bir şahıstır.
Bu kısım şehİdlerin
hükmü; yıkanılmadan yalnız namazları kılınıp libâslanyla defnedilmektir.
c) Yalnız Âhiret Ahkâmı itibariyle'$ehîd: Şehîd-i Kâmilde aranılan şartlardan bazılarını cami' olmayıp vefatı yalnız âhiret ahkâmı
itibariyle şehâdet savılan
her hangi bir Müslümandır.
- Bu kısım şehidler yıkanır,
kefene sarılır ve namazları kılındıktan sonra defnedilirler.
Mâmda ilk şehid Hz.
Ömer' (R.A.) in azadlısı Mihca' (İt.A.) dır.
Büyük Bedir Gazvesinde,
17 Ramazan 2. H/13 Mart 624 M. Cuma günü, Batıı-ı Nahle'de öten Amr'ın kardeşi
Âmir, Ebû Cehl'in teşvikiyle, attığı bir okla Mihca' (R.A.) yi şehid etmiştir.
MÜRTES, Gayr-i Müslimler
veya yol kesicilerle harb ederken yaralanıp harb bittikten sonra bir tarafa
çekilerek biraz yiyip içlikten veya konuştuktan vc\a ilâç kullandıktan veya
aklı başında olarak üzerinden bîr namaz vakti geçtikten sonra vefat eden
Müslümana denir.
Mürtesler âhiret ahkâmı
itibariyle şehiddirler. Yıkanır, kefene konulur ve namazı kılındıktan sonra
defnedilirler,
Uhud Gazasında (11 Şevval 3. H / 27 Mart 625 M.
Cumartesi) harb başlayınca, günün ilk yarısında galebe İslâm ordusunda devam
etmiş ve düşmana yirmiden fazla telefat verdirilmişti. Bu arada düşman
alemdarlarından Talha bin Ebî TaJha, Ali (R.A.) tarafından; Talha'nın kardeşi
Osman da Hamza (R.A.) tarafından öldürülmüşlerdi.
Hamza (R.A.), Ali (R.A.)
ve Sa'd Ibn-i Ebî Vakkâs (R.A.) gibi harb erlerinin mü-teaddid hamleleri düşmanı
bozguna uğratmış, Kureyş askerlerini teşci' İçin gelen rniiş- rik kadınlar da
dağa kaçmışlardı. Bu durum karşısında İslâm Ordusundan bazıları ga-nîmet elde
elmeye yöneldiler. Kumandanları Abdullah İbn-i Ciiboyr (R.A.),. Resûlüllah'
(S.A.V.) in emir ve tenbîhini hatırlattıysa ıhı dinlememişler Peygamber
Efendimiz* (S.A.V.) in tâyin edip muhafazasını şiddetle tcnbîh buyurduğu Ayneyn
Boğazım terket-mişlerdi. Abdullah (bn-i Cübeyr' (R.A.) in yanında sekiz kişi
kalmıştı. Bu durumu gören Hâlîd İbn-i Vclîd'in süvari fırkası bu mühim noktayı
işgal etmiş, buradaki okçulan şehîd ettikten sonra da İslâm Pİyâtic
kuvvetlerinin arkasını çevirmişti. İslâm ordusu bir taraftan Halid'İn
süvarileri, diğer taraftan Ebû Süfyân'ın piyadeleri arasında sıkışıp kalmıştı.
O sırada Rcsûl-i Ekrem' (S.A.V.) in amcası İfanıza (R.A.) harb meydanında mu>
rikleri dağılmaya çalışıyor, elinde kılıç her tarafa ölümler saçıyordu.
Kureyş'in ileri gelenlerinden sekizini yere sermişti. Bu esnada ifanıza' (R.A.)
da olanca gücüyle Önüne gelen KureyşlİIeri deviriyordu. Tanı o sırada, Vahşî'nin
önüne gelmiş, Abdül'uzzâ oğlu Sibâh'j bir kılıçla yere sermişti. Hu durumu
fırsat hilen Vahşî (Vahşî bin Harb el Habeşî, Ebû Deşme) de harbesini,
gizlendiği yerden atıp, ilanıza' (R.A.) yi iki ujluğu üstünden vurarak şehîd
etmişti. Hamza' (R.A.) yi şehîd eden Vahşî, Mekke'nin Kahinde Müslüman
olmuştur.
Hamza' (R.A.) in
şehadeti İslâm ordusunun dağılmasına sebeb olmuş, kargaşalık gittikçe artmıştı.
Kureyş'in azılıları1
yani İbn-i Şİhâb, Ut be, İbn-i Kamie ve Übcyy İbn-i Halef, her ne pahasına
olursa olsun Resûl-i Ekrem' (S.A.V.) i Öldürmeye karar vermişlerdi. Bunun için
Müslümanların dağıldığı ve KesûlüHah' (S.A.V.) m yalnız kaldığı bir sırada,
yanına kadar sokulmuşlardı, l'lbey. Kcsûiülldh' (S.A.V.) i öldürmeye teşebbüs
edince, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) davranıp, onu okuyla yaralamış ve Übey de
aldığı bu yaranın tesiriyle ölmüştü. O sırada, Utbe de Peygamber Efendimiz'
(S.A.V.) e bir taş almış, Resûl-İ Ekrem' (S.A.V.) in ait dudağı yarılıp, bîr
dişi kırılmış, İbn-İ Hişâm'ın altığı bir okla da alnından yaralanmıştı.
Harbin en şiddetli bîr
zamanında İbn-İ Kanıİe, İslâm alemdarı Mus'ab' (R.A.) t Re-sûlüllah (S.A.V.)
zannıyla şehîd etmiş, bunun üzerine de Peygamber Efendimiz' (S.A.V.) in şehîd
edildiği şayiası çıkmıştı.
Resûl-i Ekrem' (S.A.V.)
in şehîd olduğu şayiası Medine'ye kadar yayılınca kızı Fâ-tıoıa (R.Anhâ) yanma
ondcİrt Müslüman kadın almış, Uhud'a kadar gelmij ve Aise' (R.Anlıâ) nin
yardımıyla Peygamber Efendimiz (S.A.V.) i bulup, yaralarım sarmışd.
Müslüman kadınların
harblerde yaralıları icdâvi etmeleri, jehidleri savaş meydanı dışına çıkarmaları
ve gazilere su taşımaları gibi ordunun geri hizmetlerinde bulunmaları Uhud
Gazasında başlamış ve bu gazadan sonra da devam etmiştir.
Bîr çok İslâm kadını
Uhud Gazasına iştirak etmişlerdi. Bunlardan Âişe (R.Anhâ) Enes' (R.A.) in anne»
Ümm-İ Siileynı (R.Anhâ) gazilere kırbalarla su taşımışlardı.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 297-302.
Bk. Bakara Sûresi; âyet: 4.1
Bk. Bakara Sûresi; âyet : 3
Zekât; Hicretin ikinci yılında (M. 624) Ramazan aynı
dan evvel (Şaban aynını sonlarına doğru) farz kılınmıştır.
Bu yılın Ramazan ayında.
Ramazan orucu, ardından da sadaka-i fıtr meşru olmuştur.
Zekât, kitab, sünnet ve
İcmâi ümmet ile sabittir. Bu bakımdan inkârı küfürdür..
Tahsis:
Ânım bir sözün delâlet
ettiği mânâlardan bazılarını
hükümden çıkarmaktır.
Çıkarmaya yarayan delile mulıassıs denir.
Âtnm: Delâlet etliği
bütün fertleri sınırsız olarak içine alan' lât>a denir. Âmm'm hükmü hâss gibi
katiyyet ifâde etmektir.
Hâss bir tek mânâya
vaz'edilen sözdür. Hâss'ın hükmü delâlet ettiği mânâyı kat'i, yâni yüzde yüz
ifâde etmektir ki, bu katiyyete şeriat dilinde vücûb, denilir.
Hâss ile Âmm. kuvvet
itibariyle birbirlerine denk oldukları için tarihleri bilinirse şöyle
hüknıolunur: İkisi beraber vârid olmuşsa hâss, âmm'ı tahsis eder. Amm önce hâss
sonra gelmişse hâss âmm'ı nesheder, yâni hükmünü kaldırır. Hâss önce âmm sonra
ise, âmm hâss'ı nesheder.
Zekât,
Öşür, nezr ve keffâret gibi
vâcib olan sadakalar, Âl-i Muhammed'
(S.A.V.) c, Hâşimîlere verilmez. Ama
nafile kabilinden olan sadakaları
vermekte bir beis yoktur.
Hâşimî Kabilesinin zekât
ve sadaka alamayacaklarına dâir Peygamber' (S.A.V,) in hadîs-i şerifleri vardır.
Müslim'de zikredilen bir
hadîs-i şerifte: Hasan (R-A.) sadaka hurmalarından bir tanesini ağzına attığında
O'nu gören Peygamberimizin (S.A.V.); «Kötü, kötü! At onul Bizim sadakadan bir
şey yemediğimizi bilmiyor musun?» buyurduğu nakledilir. Bu hadîs-i şerife göre
Hâşimî'nin Haşimî'ye zekât vermesi caizdir. Peygamberimizin (S.A.V.) Al-i
Hâşimîlerin zekât, sadaka gibi şeyleri alamayacakları hususunda haram, mekruh ve
cevaz yönünden bazı görüş farkları vardır.
Benî Hâşim Kabilesinden
maksâd; Ali (R.A.), Abbas (R.A.), Cafer (R.A.) Akîl (R.A.), Abdülmuttalib oğlu
Haris' (R,A.) in aileleri ve âzadlılaridır. Bu zâtların ihtiyâçlarına göre
Beytü'l-mâl'e âid ganimetler kısmından
hisseleri vardır.
(Kûdûrî, Müslim
Tercümesi)
Bk.
üeyyinc Sûresi (8); âyet :
5
Nisâb : Şeriatın bir şey hakkındaki mi'yar ve alâmet
lâv in etmiş olduğu miktar, ölçüdür.
Mükâteb: Belli bir para ödedikten sonra
hür olmak üzere sahibi ile
anlaşan köledir.
Mallar, emvâl-i zahire ve eınvâl-i bâtına olmak üzere
İki kısma ayrılır.
Nakit paralarla evlerde,
mağazalarda bulunan ticâret mallan emvâl-i bâtınadır.
Sâinıe denilen hayvanlar
ile bir kısım arazi mahsulâtı; madenlerle yer altındaki hazîneler ve
gümrüklerden gecen ticâret malları ile nakidler de emvâl-i zahiredendir.
Bunların hepsi birer muayyen nisbetlerde zekâta tabidirler.
Hâcet-i
Asliyye; Mesken
ile haneye lüzumlu
eşyadan, kışlık yazlık elbiseyle lüzumlu sılandan, âlelten,
kitabdan ve binek hayvanları İle
hizmetçi, köle ve cariyeden
ve bir aylık - sahih olan diğer bir görüşe göre bîr senelik - naFakaya
mahsûs erzâkdan ibarettir.
Dirhem: Şeriatta 14 kır'attan ibarettir. Bir kır'at da
5 aded orta boy arpa ağırlığından İbaret olup 0,2 gramdır. O halde, bir dirhem,
3,207 gramdır.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 303-308.