Zekatın Edasının Vâcib (Farz)
Olmasının Şartı : 2
Saimelerin Zekatı Babı 2
Devenin Nisabı : 2
Sığır
İle Câmûsun Nisabı 3
Davarın Nisabı 4
At'ın
Nisabı 4
Malın Zekâtı
Babı 6
Altın
Ve Gümüşün Zekâtı 6
Aşir Babı 7
Maden
Ve Hazînelerin Zekâtı Babı 8
(Rikâz) 8
Öşr Babı 10
Zekât
Verilecek Kimseler Babı 11
Zekât
Vermek Caiz Olmayan Yerler 12
Fıtra
Babı 13
Fıtra
Verilen Maddeler : 13
Oruç Bölümü. 14
Oruca
Niyet 15
Orucu
Bozan Şeyler Babı 17
Oruçla İlgili Çeşitli Meseleler 20
İtikâf Babı 22
Hacc Bölümü. 23
Haccın Farz Olmasının Şartları : 24
Haccin Farzları : 24
Haccın Vâcibleri : 24
Umre
Ve Hükümleri : 25
İhramın Mîkatları 25
İhrâmlıya Yasak Olan Şeyler Ve İşler : 26
Kıran Ve
Temettü' Babı 31
Cinâyetler Babı 32
İhsâr Olunan
İhrâmlı Babı 38
Kendi
Yerine Başkasını Hacca Göndermek : 38
Udh
İyye Bölümü. 41
(Kurbân Bahsi) 41
Zekâtın edasının vâcib
olmasının (farziyyetinin) şartı, dirhemler ve dinarlar gibi, malın değeriyle
beraber bir yıl geçmesidir. Veya hayvanların sahrada otlayarak üzerinden bir
yıl geçmesi (havelân-ı havi) dir.
Ya da zekâtın şartı,
zikredilenlerden başkasında ticârete niyet etmektir. Şayet bu şeyler
bulunmazsa, İlâhî hitâb yönelmez. İlâhî hitâb yönelmeyeni de terk etse, günahkâr
olmaz.
Zekâtın edasının şartı
niyettir. Çünkü zekât ibâdettir, niyetsiz sa-hîh olmaz. Hattâ bir kimsenin
hizmetini görmeyen bir kölesi olsa veya kendi oturduğundan başka bir evi olsa ve
ticârete niyet etmese, her ne kadar onların üzerinden bir yıl geçse de, onlarda
zekât vâcib (farz) olmaz.
Zekâta edaya nıukârin
(birlikte) olduğu halde veya vâcib olan zekâtı ayırmaya nıukârin olduğu halde
niyet etmektir. ÇünkiLo kimse zekâta niyet
'ederek nisâbdan vâcib miktarı ayırsa ve bir fakire ni^ yetsiz tasadduk etse,
onun zekâtı düşer.
Vine zekâtın edasının
şarjı, nisabın hepsini tasadduk etmektir. Çünkü o kimse nisabın hepsini tasadduk
etse, vâcib olan cüz ona dâhil olur. İstihsânen, bunda ta'yîne hacet yoktur.
Eğer nisabın bir kısmını tasadduk etse, İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, zekâtı
düşer. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre düşmez.
Fakat «Zekâtın vâcib
olması önırîdir,» diyenler de vardır. Yâni gecikmek suretiyle (hemen değil
zamanla) vâcibdir. Çünkü ömrün tamâmı eda vaktidir. Bundan dolayı o-, çok
ertelenmesinden sonra nisabın yok olmasıyle onu ödemez. Bir kavle göre :
«(Zekâtın vâcib olması fevridir.» Yâni, alel-fevr (hemen) vâcibdir.'Çünkü
mutlak emrin gereği böyledir. Bu söz İmânı Rerhî' {F^h.A.j ııin sözüdür. Yine
O, «Muktedir ol-dukdan sonra zekâtı geciktiren nisâb sahibi günahkâr olur,»
demiştir. İmâm Muhammed' (Rh.A.) den de : «Bir kimse zekâtı özürsüz
gecik-tirirse, onun şehâdeti makbul olmaz,» dediği rivayet edilmiştir.
Bir kimsenin, ticâret
için satın aldığı köleyi, kendi hizmetinde kullanmaya niyet etmesi doğru
değildir. Sonra, eğer ona ticâret için niyet ederse, onu satmadığı müddetçe
ticâret için olmuş olmaz. Meselâ ticâret için bir câriye satın alıp, sonra ona
hizmet için niyet etse, niyet hizmet için tutmaya bağlandığı için zekât bâtıl
olur. Eğer ondan sonra ticârete niyet etse, o cariyeyi satıncaya kadar, ticâret
için olmuş olmaz. O cariyenin değerinde (semeninde), eğer dirhemler veya
dinarlar varsa, - üzerinden de bir yıl geçmişse, - zekât vâcib olur. Niyet amele
bitişik olmadığından ticâret için olmaz. Çünkü ticâret yapılmadığından ticâret
için niyete itibâr edilmez. Bundan dolayı, müsâfir sadece niyet ile mukîm olmaz
ve mukîm de niyet ile müsâfir olmaz, ancak yolculuk (sefer) ile olur.
Kişinin vâris olduğu
(irsen mâlik olduğu) şey, sadece niyetle ticâret için olmaz. Çünkü niyet amele
bitişik değildir. Zira rhevrûs (mîras) mal, vârisin sun'u (iradesi) yok iken ona
cebren mülk olur. Bundan dolayı cenîn (ana karnındaki yavru), her ne kadar onda
amel dü-şünülmezse de, vâris olur. Hattâ vâris, niyetin amele yakın olmasından
dolayı, vâris olduğu şeyde tasarruf eder, ancak altın ve gümüşde edemez.
Gâyet'luVBeyân'da böyle zikredilmiştir.
Hibe ile veya vasıyyet
ile veya nikâh ile veya hur ile
veya diyetten sulh ile mâlik olduğu maj, niyetle ticâret için olur. Çünkü niyet
amelle beraberdir. O da akdin kabulüdür. Bu, İmânı Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göredir.
İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, ticâret için olmaz. Çünkü ticârete niyet amelle
beraber değildir. İmâmeyn arasındaki ihtilâf aksinedir de denilmiştir.
İncilerde, la'l (kırmızı
sustası), yakut, zümrüt ve bunların benzerleri gibi mücevherlerde zekât yoktur.
Kâlî'de böyle zikredilmiştir. Ancak, eğer o inciler ve mücevherler ticâret için
olursa, zekât vardır. Ta-tarhâniyye'de böyle zikredilmiştir.
Sevâim, sâime'nin çoğuludur.
Sevâim, yılm çoğunda güdülmek ile yetinilen hayvandır. Hattâ yılın yarısı
miktarında yem «alef» verilip güdülse sâime olmaz, ve onda zekât vâcib olmaz.
Devenin nisabı beştir.
Yirmibeşe kadar her beşde bîr buht'tur. Buht, «Buhtiyy» nin çoğuludur. O da
Arabî ile Acemİ'den doğmuş olan iki hörgüçlü devedir. Buhtunasr'a
mensûbtur.
Veya ırâbdir. Irâb,
(Arabi) nin çoğuludur. Veya yirmibeşe kadar her beş Arabî develerde zekât bir
koyundur. Eserler bunun üzerinde birleşmiştir.Resûlüllah' (S.A.V.) in hükmü
bunun üzerine meşhur olmuştur. İki nisabın arasındaki afvedilmiştir. İleride
gelecek diğer nisâblarda da hüküm böyledir.
Yirmibeşde zekât, bîr
«bint-i mahâd» dır. Bint-i Mahâd : İkinci yıla girmiş olan dişi deve
yavrusudur. Bu, anası '(mahâd» yâni çok kere bir diğerine hâmile olduğu için bu
isimle adlandırılmıştır.
Deve otuzaltiya
ulaşınca, zekâtı bir «bint-i lcbûn»dur. Bint-i le-bûn : (İki yaşını tamamlayıp)
üçüncü yaşma basan dişi deve yavrusudur. Bu isimle adlandırılmasının sebebi;
anasının bir diğerini doğurup çok kere memesinin sütlü olmasıdır.
Develer kırkaltıya
varınca zekât bir hıkka'dır. Hikka : Dört yaşına girmiş olan dişi devedir.
Hıkka denmesinin sebebi; yük götürmeye, binilmeye ve çiftleşmeye elverişli
olmasıdır.
Develer altmışbir
olunca, zekâtı bir cezaa'dır. Yâni beşinci yılma girmiş olan devedir. Deveciler
onu dişlerinden tanıdıkları için cezaa demişlerdir.
Develer yetmişaltiya
varınca zekâtı iki bint-i lebûndur. Develer doksanbir olduğunda, yüzyîrmiye
kadar, zekâtı iki hıkkadır. Bundan sonra farizaya yeniden başlanır. '
Şayet develer yüzyirmi
üzerine beş ziyâde olursa, her beşde iki hıkka ile bir koyundur. Develer
yüzkırkbeş olunca, bir bint-i mahâd ve iki hıkka'dır. Develer yüzelli olunca,
zekâtı üç hıkka'dır. Bundan sonra farizaya yeniden başlanır. Devpler beş fazla
oldukça her beşde, bir koyun üç hıkkadır.
Yüzelliden sonra
yirmibeşde (üç hıkka île) bir bint-i mahâd'dır. Yüzelİiden sonra otuzaltıda (üç
hıkka ile) bir bint-i lebûn'dur. Yüzdok-sanaltı olduğunda, ikiyüze kadar, zekâtı
dört hikkadır. Bundan sonra farizaya dâima yeniden başlanır ki, yüzelliden sonra
olan ellide olduğu gibi, her ellide bir hıkka vâcib olur.
Musannifin bu kaydına sebeb;
birinci isti'nâfdan , yâni
yüz-yirmiden sonra olan isti'nâfdan ayirdetmek içindir. Çünkü onda bint-i lebûn
vâcib olmaz. Yine bu ikisinin nisâbları olmadığı için dört hıkka-da vâcib olmaz.
Çünkü o isti'nâfca : yüzyirminin üzerine yirmibeş eklenince, nisabın hepsi
yüzkırkbeş olur. O da iki hıkka ile bir bint-i ma-hâd'm nisabıdır. Onun üzerine
beş daha eklenip yüzelli olunca, üç hıkka vâcib olur.
Sığır ile cânuısun
nisabı otuzdur. Musannifin, sığır ile câmûsun ikisini bir araya toplamasının
sebebi, ikisinin arasında fark olmadığı içindir. Hattâ Fukahâ, sığır (bakar)
lafzı ikisini de içine alır, demişlerdir. Otuzdan aşağı olanda sadaka
yoktur.
Sığırın zekâtı :
Otuzda, bir tebî'dir. Tebî' : Üzerine bir yıl tamâm olan tosundur. Veya bir
tebîa'dır, yâni bir yıllık bir dişi danadır. Sığır ve câmûs, kırka tamâm olduğu
zaman zekâtı bir müsinn'dir. Müsinn : Üzerinden iki yıl geçen sığırdır. Veya bir
müsinne'dîr. Müsinne : İki yaşında düğe'dir. Bu iki nisabın arasında olanlar
afvedilmiştir. Kırktan fazla olan afveöilmez. Bilâkis altmışa kadar vâcib zekât
hesablanır. Kırk üzerine bir ziyâde olduğu zaman müsinne'nin değerinin kırkta
biridir (rub'u uşr*
dur). Kırk üzerine ziyâdede, müsinnenin değerinin yirmide biridir. Bu,
İmâm A'zam' (Rh.A.) dan asıl rivayettir. Çünkü afv, kıyâsın hilâfına nassla
sabit olmuştur. Afvın olmadığına nass yoktur.
Aitmışda, otuzda olan zekâtın
bir katı vardır. Yâni iki tebî' (tosun) vardır. Ondan sonra her otuzda bir tosun
zekât vardır. Her
kırkda, bir müsinne zekât vardır. Yetmişde bir tosun ve bir müsinne vardır.
Seksende iki müsinne vardır. Doksanda üç dişi dana (tebîa) vardır. Ondan sonra
yüzde, iki tebîa ile bir müsinne vardır. Yüzonda bir tebî ile iki müsinne
vardır. Yüzyirmide dört tebîa veya üç müsinne vardır. Bundan sonrası bu usûle
göredir.
Davarın nisabı, gerek koyun
olsun ve gerekse keçi olsun kırktır. Kırk koyunda zekât bir koyundur. Koyun ve
keçi yüzyirnıibir olduğu zaman zekâtı iki koyundur. İkiyüzbir olduğunda, zekâtı
üç koyundur. ResûİüHah (S.A.V.) 'in hükmünde ve
Ebû Bekir (R.A.) 'in hükmünde böylece vârid olmuştur. Ümmetin icmâı da bunun
üzerine mün'akid olmuştur. Dörtyüz tamâm olduğu zaman dört koyundur.. Bundan
sonra her yüz koyunda zekât bir koyundur. O vakit zekâtta alman, bir yaşında
koyundur. Ceza' alınmaz. Yâni o, üzerine
yılın çoğu geçmiş olandır. Çünkü vâcib olan vasattır. Ceza' ise küçüklerdendir.
At'ın (hayj'in) nisabı
beştir. «Üçtür» diyenler de vardır. Mecma'ul-Fetâvâ sahibi, «Hizânet'ul-Fetâvâ»
da ve ayrıca Ebû Cafer et-Tahâvt (Rh.A.); «Atın nisbâbı beştir, eğer beşden daha
az olursa zekât vâcib olmaz» demişlerdir. Ebû Ahmed el-Iyâdî (Rh.A.); «Atın
nisabı üçtür, eğer üçten daha az olursa, zekât vâcib olmaz» demiştir.
Erkekleriyle karışık olan dişi Arab atlarının her birinde zekât bir dinardır.
Veya değerinin kirkda biri (rub'u uşr) dir.
Mecma' sahibi, şerhinde
demiştir ki: Bu tahyîr (muhayyerlik) yâni dinar veya değerinin kırkda biri
olması, Arabi olan atlara mahsustur ki o, her atın (feresin) değerinin dörtyüz
dirhem, dinarın değerinin de on dirhem olduğu vakittedir. Bu durumda, her ikiyüz
dirhemden beş dirhem olur. Fakat değerleri farklı olan atlara değer biçilir.
Atın erkeklerinde,
yalnız oldukları halde, zekât yoktur. Çünkü dişisi olmayan erkek atlar
üremezler. Hattâ, bir rivayette dişilerinde de yoktur. Çünkü onlarda da, yalnız
iken üreme olmaz. Diğer bir rivayette dişilerinde zekât vâcib olur. Çünkü onlar
ariyet (emânet) erkek ile ürerler. Erkekler bunun aksinedir.
Yük getirmek için
hazırlanan atlarda, arazî sürmek gibi iş için hazırlanan atlarda zekât olmaz.
Çünlcü onlar bu durumda, aslî ihtiyaçlardandır.
Alûfe : Yem verilip
güdülmeyen attır. Bunda da zekât yoktur. Ticâret için olmayan1 katırda ve
eşekte de zekât yoktur. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«O ikisi (yâni katır
ile eşek) hakkında bana bir şey nazil olmadı.» buyurmuştur. Miktarlar
(ölçüler), Resûlüllah' (S.A.V.) dan işiterek (kıyâs yoluyla değil) sabit olur.
Ticâret için olan bunun aksinedir. Çünkü bu takdirde zekât, diğer ticâret mallan
gibi, maliyete müteallik olur. Yine bir yaşına girmeyen kuzuda, deve yavrusunda
ve buzağıda zekât yoktur. Ancak tebaiyyet yönüyle vardır. Meselenin suretinde
bir nev'i işkâl
vardır. Çünkü zekât bir yıl geçmedikçe sabit olmaz ve bir yıl geçtikten sonra kuzu, deve yavrusu (fasıl) ve
buzağı ismi artık kalkar.
Denilmiştir ki: Bu
meselenin sureti şöyledir : Bir adam deve yavrularından yirmibeşini ve
buzağılardan otuzunu satın alsa veya kuzulardan kırkını satın alsa ya da o
adama bunlar hibe edilse, üzerine sene (havi) bağlanmış olur mu, olmaz mı? İmâm
A'zam (Rh.A.) ve İmâm Muhammed' (Rh.A.) in kavline göre, sene bağlanmış
(mün'akid) olmaz. Bu ikisinden başkasına göre, sene bağlanmış olur. Hattâ mâlik
olduğu vakitte bir sene geçse, zekât icâb eder.
Denilmiştir ki: Şayet
bir adam için bir sâime nisabı olup da onların üzerine altı ay geçse, sonra
onlar, sayısı kadar doğurup kendileri ölerek yavruları kalsa, asıl olanların
senesi yavruları üzerine bakî kalır mı, yoksa kalmaz mı? İmâm A'zam (Rh.A.) ile
İmâm Muhammed (Rh.A.) e göre bakî kalmaz. Diğer imamlara göre, bakî kalır. Yine
Tağlebi Kabilesinden olan
çocuğun malında zekât olmaz. Tağlebî kadınına ise erkeklerine olan zekât
vardır.
Çünkü sulh,
Müslümanlardan alınan zekâtın dı'fı (katı) üzere câri olmuştur. Müslümanların
kadınlarından zekât alınır, çocuklarından ise alınmaz.
Zekâtta, âzâddan başka
keffârette, uşrda ve nezirde kıymetlerini vermek caizdir. Yâni zikredilen
suretlerde mansûs'un-aleyh'in
yerine kıymetini edâ etmek caizdir. Yoksa kıymet, vâcibden bedel olmak üzere
caiz değildir. Çünkü bedele izin (ruhsat), asıl bulunmadığında caiz olur;
mansûs'un-aleyh'in mülkünde varlığı ile beraber kıymetin edası da caizdir. İmdi
bize göre, vâcib olan ikisinden biridir : Ya mansûs'un-aleyh'in aynıdır <veya
kıymetidir. Bu konunun tahkiki usûl kitaplarında zikredilmiştir. İki tarafa
riâyet için, cebretmeksizin ancak vasatı (ortası) alınır. Yâni üzerine zekât
vâcib olan kimse zekâtın, edasından kaçınsa zor ile alınmaz. Çünkü zek*ât
ibâdettir. Ancak kendi isteği ile edâ edilir. İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre, zekât
zor ile alınır. Çünkü zekât fakirin hakkıdır. Bu durumda kul için kul üzerine
borç gibidir.
Terekesinden alınmaz.
Yâni üzerinde zekât borcu olan kimse ölse, terekesinden (bıraktığı maldan) zekât
alınmaz. Ancak, eğer vasiyet etmiş ise bu takdirde, üçtebirinden (sülüsden)
itibâr olunup alınır. İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre, terekesinden alınmaz.
Vâcib olan yaş sahibi
bulunmazsa, meselâ zekâtın farzıyyeti için vâcib olan bint-i lebûn bulunmazsa,
mâlik, ondan aşağısını bir deve yavrusu ile beraber verir. Ya da bint-i
lebûndan yukarısını (büyüğünü) verip, zekâtı alan kimse de ziyâdesini (deve
yavrusunu) mâlike verir. Veya mâlik o yaş sahibinin (zât-u sinn'in) değerini
verir. Hidâye'de, «Zekâtı alan kimse, o yaş sahibinden yukarısını alıp,
ziyadesini (deve yavrusunu) verir. Veya o yaş sahibinin aşağısını alıp,
ziyâdesini (deve yavrusunu) de alır.» denmiştir. Nihâye'de denmiştir ki :
Kitâbda zikredilenin zahiri, muhayyerliğin, zekâtı alan kimse için olduğuna
delâlet eder. Lâkin doğru olan şudur : Şüphesiz muhayyerlik zekât vâcib olan
kimseye yumuşaklıkla meşru olmuştur. Yumuşaklık (rıfk) ise, onu muhayyer
kılmakla gerçekleşir. Nihâye sahibi adetâ bu sözüyle; «Üzerine zekât vâcib olan
kimsenin nefsi buna müsaade ettiği zamandır» demek istemiştir. Çünkü Müslümanm
hâlinin zahirî fakirin haline göre en yumuşak olanım tercih eder. Kâfî'nin sözü
de buna uygundur. İşte bundan dolayı ben almak yerine, vermek (def) dedim.
Nisâb cinsinden, sene
esnasında istifâde edilen şey nisaba eklenir.
Yâni bir kimse için
nisâb olsa ve sene esnasında o nisâb cinsinden fay-dalansa, o faydayı nisaba
ekler, onunla beraber zekâtı edâ eder. Şu halde, bir kimse senenin başında
ikiyüz dirheme mâlik olup senenin ortasında yüz dirhemde fayda hâsıl olsa, o yüz
dirhemi ikiyüze katıp hepsinin zekâtını verir.
Zekât nisâbdadır, yoksa
afvda değildir. İmâm A'zam (Rh.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre; bir kimse
yüz koyuna mâlik olsa, onun üzerine vâcib olan,- kırkda bir koyundur. Bütününde
değildir. Hattâ bir seneden sonra altmışı ölse, vâ*cib, hâli üzere kırkdadır.
İmâm Mu-hammed (Rh.A.) ile İmâm Züfer' (Rh.A.) e göre, Ölen kadar sakıt olur
(zekâttan düşer). Seneden sonra nisabın yok olması vacibi ve nisâbdan bazısının
yok olması hissesini düşürür. Yok (helak) olan evvelâ afva sarf edilir (Sayılır,
hesab edilir). Eğer helak afvı tecâvüz etmezse, vâcib hâli üzeredir. Nitekim
seneden sonra altmış koyundan yirmibeşi helak olsa veya altı deveden biri helak
olsa, o zaman koyunun vucûbu bakî kalır. Ondan sonra helak afvı ta'kıb eden
nisaba, yâni afvdan sonra olan nisaba sarf edilir. ŞÖyleki : Eğer helak afvı
tecâvüz ederse, yâni afvdan fazla olursa, helak afvı tâkib eden nisaba sarf
edilir. Nitekim, şayet kırk deveden onbeş deve helak olsa, onbeşin dördü afva
sarf edilir. Ondan sonra, onbiri afvı tâkib eden nisaba sarf edilir. O,
yirmibeş ile otuzaltı ara-sındakidir. Hattâ bint-i mahâd vâcib olur. Biz, helak
nisaba ve afva sarf edilir, demiyoruz.
Hattâ kırkda bint-i lebûn vâcib olur, demek lâzım gelir. Halbuki kırkdan onbeş
helak olup, yirmibeşi kalmıştır. Şüphesiz bint-i lebûndan yarım ve sümn
(sekizdebir) vâcib olur. Biz,
afvı tecâvüz eden helak, nisâblarm mecmûuna (afvdan kat-ı nazar ederek) sarf
edilir, demiyoruz.
Helakin dördü afva sarf
edilir. Ondan sonra onbiri otuzaltımn mecmûuna sarf edilir. Yâni, otuzaltıda
vâcib olan bint-i lebûndur, demek lâzım gelir. Halbuki otuzaltımn onbiri (afvdan
kat-ı nazarla) helak olup yirmibeşi kalır. Şu halde vâcib olan bint-i lebûn'un
üçte ikisi ve dokuzun dörtte biridir. Nihayete kadar bu minval üzeredir.
Nitekim, eğer kırk deveden yirmisi helak olsa, yirmisinden dördü afva; onbiri
afvı ta'kib eden nisaba ve beşi bu nisabı ta'kîb eden nisaba sarf edilir. Hattâ
dört koyun geri kalır. Şayet yirmibeşi yahut otuzu, veya otuz-beşi helak olsa,
buna göre kıyâs et.
Sâİmelerin zekâtını,
öşr'ü ve arazî haracını bugât alsa, eğer onları, yerinde sarf etmemiş ise
harâcdan başkası iade edilir. Çünkü haracın alınmasının velayeti İmâma
(Sultana) âiddir. Yine, emvâl-i zahirede zekâtın alınması da - ki o, öşr-i
hâriç (hâricde yetişenlerin öşrü), dir -böyledir. Sâİmelerin zekâtı ve ticâret
mallarının zekâtı âşirin himâyesi altında iken bugât veya zamanın Sultanları
haracı alsa, mâlikin iade etmesi gerekmez. Çünkü haracın harcandığı yer
savaştır. Bugât ise, sava.'j ehlindendir. Zira bugât kâfirler ile savaşırlar. Şu
halde onlar mezkûr ze-.kâtı alsa, eğer zikri geçen masraflarına harcadılar ise,
mâlikin tekrar veımesi gerekmez. Eğer masraflarına harcamadılar ise, mâlikin,
müste-hakkına tekrar veımesi gerekir. Bu, onlar ile Allah (C.C.) arasındadır.
Yâni onları İmâm, tekrar vermeye zorlamaz.
Sultân bir kimsenin
malını gasben alıp kendi malına katsa, o mal Sultanın mülkü olur. Hattâ Sultan
üzerine o malın zekâtı vâcib olur ve o mal vârise geçer. Kâfide böyle
zikredilmiştir.
Tek nisâb sahibi olan
kimse, bir kaç sene için veya bir kaç nisâb için acele edip zekâtı verse caiz
olur. Şüphesiz malûmdur ki: Zekâtın vâcib olmasının sebebi, artması (neması)
olan maldır, ve sene geçmesi edasının vâcib olması için şarttır. Usûlde sabit
olmuştur ki, se-beb mevcûd olduğu zaman - her ne kadar edâ vâcib olmamış ise de
-edâ sahih olur. Şayet nisâb sene dolmadan önce mevcûd ve nisâb sahibi için de
bir nisâb olursa - meselâ ikiyüz dirhem, gibi - o kimse bû kaç senelik zekâtı
edâ etse caiz olur. Hattâ o senelerin her birinde bir nisaba mâlik olsa, önceden
edâ ettiği kâfidir. Yine, şayet o kimse için bir nisâb olsa da bir kaç nisâb için eda etse caizdir.
Hattâ sene içinde bir kaç nisaba mâlik olsa, sene tamâm oldukdan sonra, önceden
edâ ettiği ona kâfidir.
İtîâf sahibi olmayan kimse,
zekât vermekde kusur etmekle Ödeyici olmaz. Yâni üzerinde zekât olan kimse,
edada kusur etmekle nisâb yok olsa, ondan zekât düşer ve zekât miktarını Ödemez.
İmâm Şafiî (Rh.A.), «Düşmez ve öder» demiştir. Eğer o kendi irâde ve isteği ile
yok etti ise, öder. Çünkü nisâb, vâcib (zekât) hakkında hak sahibi için hak
olur. Bu durumda, yok eden hakka tecâvüz etmiş olur. O halde öder.
Mal ile murâd
sâimelerdcn başka olan maldır. (Elmâ-lü) lafzındaki (Lâm), Resûlüllah'(S.A.V.) m :
«Mallarınızın rub'u öşr'ünü
(kırkta birini) getiriniz.» kavlinde zikredilen mala işarettir. Şüphesiz
bununla murâd, sâimeden başkasıdır. Çünkü sâinıenin zekâtı «rub'u uşr» ile
takdir edilmiş değildir.
Altının nisabı, yirmi
miskâldir. Gümüşün nisabı, yedi vezin olarak ikiyüz dirhemdir. Yâni o ikiyüz
dirhemden her on dirhem yedi miskâl olur. Miskâl yirmi kırattır ve dirhem ondört
kırattır. Kırat, beş şaîr (arpa)
ağırlığıdır.
Ma'Iûm olsun ki:
Dirhemler, Hz. Ömer (R.A.) zamanına gelinceye kadar çeşitli idi. Onlardan
bazısının on dirhemi on miskâl vezninde idi. Bazısının, on dirhemi altı miskâl
idi. Bazısının, on dirhemi beş miskâl idi. Hz. Ömer (R.A.) her neviden üçte bir
aldı. Bunu da, alıp-vermede bir husûmet meydana gelmesin diye, yapmıştır.
On miskâlin üçtebiri,
üç miskâl ve üçtebir miskâldir. Altı miskâlin üçtebiri, iki miskâldir. Beş
miskâlin üçtebiri, bir miskâl ve üçteiki miskâldir. Toplamı yedi miskâldir.
Dilersen yekûnu topla yirraibir olur. Yirmibirin üçtebiri yedi miskâldir. Bundan
dolayı dirheme vezn-i seb'a (yedi vezn) adı verilmiştir.
Altın ve gümüşün
madrubunda ve ma'mûlunda, gerek zînet
olsun - ki o altın ve gümüşden süs edinilen şeydir gerekse kullanılması mubah
olandan olsun, gerekse olmasın, zekât vâcibdir. İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre,
kadınların zînetinde ve erkeklerin gümüş yüzüğünde zekât vâcib değildir. Çünkü
kullanılması mubahtır. Günlük elbiseye benzer.
Bizim delilimiz,
BesûlüIIah (S.A.V.) 'den rivayet edilen şu hadîs-i şerîfdir :
Resûlullah (S.A.V.),
kollarında altından bilezikleri olan iki kadına sordu : «O bileziğin zekâtını
veriyor musunuz?» O iki kadın da : «Vermiyoruz,» diye cevap verdiler. Bunun
üzerine BesûlüIIah (S.A.V.) : «İkiniz de o bileziklerin zekâtını verin,»
buyurdular.
Külçe altın, gümüş ve
kıymeti altın ve gümüşden birinin nisabı miktarı olan ticâret malında (arz'mda)
zekât, fakire en yararlı olan değer biçilerek rub'u öşrdür, yâni kırkdabirdir.
«Kıymeti» lafzı «nisâb» lafzı ile «arz» lafzının sıfatıdır.
Arz Bâ'nın sükûnu ile
meta' yâni (mal) demektir ki, ölçeğe
ve tartıya girmez, hayvan ve akar da olmaz. Sıhâh'da böyle zikredilmiştir.
Fakat, araz, râ'nın fethiyle, dünyâ malıdır ve bütün malları içine alır. Burada
râ'nın fethiyle olan arazı, musannifin al-tm ve gümüşe mukabil kılmasına hacet
yoktur.
Zeylaî (Rh.A.)
demiştir.ki:
«Ticâret mallarında»
sözü mutlak olarak carî değildir. Çünkü uruz
sahibi, bir harâc yeri satın alsa ve ticârete niyet etse, ticâret olmaz. Çünkü
onda harâc vâcibdir. Yine, öşr yeri satın alsa ve zirâat yapsa veya ticâret için
tohum alıp ekse, şüphesiz onda öşr vâcib olur. Zekât vâcib olmaz. Çünkü öşr ile
zekât, bir araya gelmezler.
Ben derim ki: Zeylaî'
(Rh.A.) nîn bu sözü, son derece ihtimal dışıdır (isabetsizdir). Evvelâ;
malûmdur ki, yeryüzü (arz)t araz'dan başkadır. Çünkü arz, akardır . Araz
ise, akara mukabil olur. Sonra; tohumda zekâtın vâcib olmaması ancak zirâattan
sonra meydana gelir. Bu ise zarar vermez. Çünkü yalnız hizmete niyet, ticâret
için satın alman kölede zekâtın vucûbunu düşürürse - nitekim daha Önce geçti -
zirâatta niyetten daha kuvvetli olan tasarrufun düşürmesi daha uygun olur.
Rub'u öşr (yâni
kırktabir), altında yarım miskâl ve gümüşde beş
dirhemdir. Yâni, eğer
dirhem ile değer biçmek fakire daha faydalı ise, ticâret malı dirhemler ile
değerlendirilir. Eğer dinarlar ile değer biçilmek daha faydalı ise dinarlar ile
değerlendirilir.
Bundan sonra, nisaba
göre ziyâde olan her beşde zekât kırkdabir (rub'u öşr) hesabı iledir. Çünkü bize
göre, küsurda zekât vâcib değildir.
Ancak beş, nisaba baliğ
olduğu zaman vâcib olur. Şayet ikiyüz dirhemden kırk dirhem fazla olsa, zekâtta
bir dirhem fazla olur. Fazlalık seksen dirhem olsa, zekât iki dirhem fazla
olur. Kırkdan daha az fazlalıkta bir şey yoktur.
Hâlisi gâlib (çok) olan
altın ve gümüş, hâlis hükmündedir. Karışığı daha çok olan altın ve gümüşe değer
biçilir. Yâni kıymet takdir edilir. Çünkü karışık olan, mal hükmündedir.
Hâlis ile karışığı eşit
olan altın ve gümüşde ihtilâf edilmiştir. Yâni karışan madde ile gümüş eşit
olursa, Ebu'n-Nasr (Rh.A.) : «Onda ihtiyaten zekât vâcib olur» demiştir. Bir
kavle göre; «Olmaz.» Diğer bir kavle göre; «İkibuçuk dirhem vâcib olur.»
Nisabın sene içinde
eksilmesi hükümsüzdür. Çünkü sene, ancak ni-sâb üzerine bağlanır ve zekât ancak
nisâbda vâcib olur. Şu halde, nisabın senenin başında ve sonunda bulunması
gerekir. İkisi arasındakine itibâr edilmez. Zira malın bir "sene hâli üzere
kalması nâdirdir. Lâkin nisâbdan bir şeyin kalması gerekir ki elde edilen fayda
ona eklensin. Çünkü nisabın hepsinin yok olması, senenin bağlanmasını ortadan
kal^ dırır. Zira, malsız bir sene geçmesine itibâr edilmez.
Malların kıymeti,.iki
değere eklenir. Yâni şayet bir kimse, yüz dirheme veya on miskâl altın (dinar)
a mâlik olsa; yine kıymeti yüz dirhem veya on miskâl (dinar) eden mala da mâlik
olsa, o kimseye zekât vâcib olur. Çünkü her ne kadar sayıları yönüyle çeşitli
ise de, hepsi ticâret içindir. Zira iki değer vaz'an ve mallar ca'len
ticaret içindir.
Altın, gümüşe kıymet yönüyle
eklenir, cüzler yönüyle eklenmez. İmâmeyn'e göre, cüzler yönüyle eklenir. Hattâ
bir kimse yüz dirheme ve kıymeti yüz dirhem olan beş dinara mâlik olsa, İmâm
A'zam' (Rh.A.) a göre, zekât vâcib olur. tmâmeyn'e göre, vâcib olmaz. Eğer bir
kimse yüz dirheme ve on dinara mâlik olsa veya yüzelli dirheme ve beş dinara
mâlik olsa veya onbeş dinara ve elli dirheme mâlik olsa icmâen eklenir. Cüzlerin
tekâmülü sırasında ihtilâf meydana gelmez. Çünkü ikisinden birinin kıymeti ne
zaman eksilirse, diğerinin kıymeti artar. Bu durumda, kıymeti eksileni artandan
tamamlamak mümkün olur. Böylece, zekât ihtilafsız vâcibdir. İhtilâf ise ancak
cüzlerin eksilmesi halindedir.
 ş i r ; tacirlerin
hırsızlardan emîn olmaları için, onlardan ticâret sadakasını (zekâtını) almak
maksadıyle İmâmın (Sultanın) yol üzerinde görevlendirdiği kimsedir. O
âşir, ticâret sadakasını görünen inallardan (enıvâl-i zahireden) aldığı gibi,
tacirlerin yanında olan gizli mallardan (enıvâl-i batmadan) da alır. Yakında
bunun açıklaması gelecektir.
Sene tamâm olmadı diyen
kimsenin (tacirin) yemininin doğrulanması gerekir. Yâni bu durumda, senenin
tamâm olduğunu inkâr edip, yemin eden taciri âşir tasdik eder.
Ya da (Tacir) «Benim
borcum vardır» dese, veya «Ben zekâtı foaşka âşire verdim», dese, eğer o senede
başka âşir var ise yeminiyle tas-dik. edilir. Çünkü O, emâneti yerine koyduğunu
iddia etmiştir. Eğer o senede başka âşir yoksa, yalanı kesinlikle anlaşıldığı
için tasdik edilmez.
Yine (Tacir) «Ben
fakire verdim» dese, yemini ile tasdik edilir. Ancak sâimelerin zekâtında tasdik
edilmez. Çünkü sâimelerin zekâtını almak hakkı Sultânındır. Nasıl ki, üzerinde
cizye veya harâc borcu olup savaşçı askerlere bizzat harcayanın hükmü de böyle
olduğu gibi; malının üçtebirini fakirler için vasiyet edip, bir adama da o
üçtebiri fakirlere harca diye vasiyyette bulunan kimsenin vârisinin o üçtebiri
kendisinin vermesi de caiz değildir. Tâc'uş-Şerîa1 (Rh.A.) nın Hidâye şerhinde
böyle zikredilmiştir.
Emval i bâtına,
çıkarıldıkdatı sonra emval-i zahire gibidir. Hattâ mal sahibi, «Ben malı
şehirden çıkardıkdan sonra zekâtını verdim» dese, tasdik edilmez. Çünkü o
emvâl-i bâtına çıkarılma sebebiyle emvâl-i zahireye katılmıştır, Ondan zekât
almak İmâma (Sultana) âiddir.
IUüslumanın tasdik
edildiği şeyde Zimmî de tasdik edilir. Çünkü Zimmîden alınan, bizden alman şeyin
katıdır. Hak olan şudur ki: Tad'-îf
vâcib olduğu zaman, tad'îfin ötesinde ondan bir şey değiştirilmez. Nitekim Benî
Tağleb kabilesinin tad'îfinde olduğu gibi.
Ancak, «Ben fakire
verdim», diyen kimse tasdik edilmez. Çünkü Zimmîden alınan şey cizyedir. Şayet,
«Ben verdim» dese, Zimmî cizyede tasdik edilmez. Çünkü Ehl-i Zimmetin fakirleri
bu hakkın harcanma yeri değillerdir, ve Zimmî için onu müstehıkkına harcama
izni yoktur. O, Müslümanların işlerine harcanır. Zeylaî (Rh.A.) de böyle
demiştir. Bu zikredilen istisna mutlaka lâzımdır.
Kitap metinlerinde bu yoktur.
Harbî,
zikredilen şeylerin hiç birinde tasdik edilmez. Ancak harbînin ümmü veledinde
tasdik edilir. Yâni harbî, bir cariyeye «Bu
benim ümmü veledimdir (yâni çocuğumun anasıdır)» dese, o harbî tas-dîk edilir.
Çünkü onun harbî olması, çocuk meydana getirmeye manî değildir ve onun elinde
olan nesebini ikrarı şahindir. Yine, çocuğun anası olduğunu (yâni analığını)
ikrarı da böyledir.
Bizden öşr'ün
dörttebiri (yâni kırkdabir) alınır. Zîmmîden öşrün yarısı ve harbîden öşr
alınır. Hz. Ömer (R.A.), vergi tahsildarlarına böyle emretmiştir.
Eğer harbînin malı
nisaba ulaşıp ve (Ehl-i harbin) bizden aldıklarının miktarı bilinmezse harbîden
öşr alınır. Eğer bizden aldıklarının miktarı bilinirse, (Harbîden) bizden
alınanın misli alınır. Eğer Ehl-i harbin bizden aldıkları bir miktar (ba'z)
olup, onun (Harbînin) malı da nisaba erişmemiş ise, her ne kadar nisabın geri
kalanını evinde ikrar etse de, ondan bir şey alınmaz. Çünkü vâcib olan elinde
bulunan şey husûsundadır.
Eğer Ehl-i harb bizden
bir şey almamışlar ise, almamalarına devam etmeleri için ve yine cömertliğe biz
onlardan daha lâyık olduğumuz için, harbîden bir şey alınmaz. Tâcü'l Mesâdir'de
harbîden öşr alınır, denmiştir.
Sonra harbî, yıl
tamamlanmadan önce bir daha (kendi memleketine girmeyip) İslâm memleketine
geçse, öşr alınmaz. Çünkü her geçiş-de almak, malın kökünü kesmektir. Halbuki
almanın hakkı malın korunması içindir.
Eğer harbî, dâr-ı harbe
(kendi memleketine) varıp tekrar bizim memleketimize gelse, Öşr alınır. Çünkü o
yeni emân ile dönmüştür. Ülkesine varıp geldikden sonra almak ise malın kökünü
kesmeye varmaz. Şayet Zimmî, içki (hamr) ve domuz ile geçse, içkisinin
değerinden öşr alınır, domuzundan alınmaz. Çünkü kıymet sahibi olan şeyde
kıymet için ayn'ın hükmü vardır. .Domuz ise kıymet sâhiplerindendir
(zevât'ül-kıyem). Emsal sahihleri (Zevât'ul-emsâl) bunun aksidir. îçki (hamr)
ise emsal sâhiblerindendir.
Bidâadan da öşr
alınmaz. Bidâa, tacirin beraberinde olup kazancı başkasının olan maldır. Öşr
alınmamasına sebeb, zekâtı vermede mâlik veya vekili olmamasıdır.
Şayet mudârib mudârebe
maliyle geçse, mudâribin malından da öşr alınmaz. Çünkü mudârib (yâni ortak)
mâlik değildir. Mâlikin ve-kîli de değildir. Mudârebe : Bir tarafın sermâye,
öteki tarafın emek koy-masıyle meydana gelen ortaklıktır.
Borçlu olan izinli
köleden de öşr alınmaz. Veya Efendisi beraberinde olmayan izinliden de öşr
alınmaz. Yâni eğer me'zûn (izinli) köle geçse, eğer borçlu ise bir şey alınmaz.
Borçlu değilse onun kazancı Efendisi içindir. Şayet Efendisi onun ile beraber
ise öşr alınır. Efendisi beraber değilse alınmaz.
Şayet tacir buğât'm
(âsîlerin) âşirine uğrayıp onlar öşrü alsalar, ondan sonra âdilin (Sultanın) âşirine uğradığında ikinci
defa öşr
alınır. Çünkü o, onlara
uğramakla kusurludur. Eğer âsîler Müslüman memleketine gâlib olup tacirin
zekâtını ve zekâttan başka malı alsalar, o tacirden ikinci defa öşr alınmaz.
Çünkü bu takdirde kusur İmâm (Sultan) dandır.
Rikâz; İster tabiî
olsun ve isterse insanlar tarafından gömülmüş olsun mutlaka yer altında olan
maldır. Maden, Allah' (C.C.) in yarattığıdır. Kenz ise, gömülmüş şey (define)
dir. Altın ve gümüş madeni tah-mîs edilir. Yâni beşdebiri alınır. Yine demir
madeni ve bunun benzeri olan tunç ve bakır gibilerinde de beştebir alınır. Bu
madenler harâc veya öşr arazisinde bulunursa, anlatıldığı gibi beştebir alınır.
Harâc ve öşr arazîsinin açıklaması yakında gelecektir.
Beşdebirden geri kalan
maden - eğer o yer kendisine temlik edilip mâlik olduysa - o yerin mâlikinindir.
Eğer o yer kimseye temlik edilmemiş ise, beşdebirden geri kalan (madeni) bulan
kimsenindir. Eğer madeni bulan kimse, onu kendi evinde bulmuş ise, ondan İm.şey
alınmaz. Arazisinde bulmuş ise, bu husûsda iki rivayet vardır : [«El-Asl'ın»
rivayetinde bulan kimseden evinde olduğu gibi, bir şey alınmaz.
Câmiu's-Sağîr'in rivayetinde, beştebir almak vâcibtir. Geri kalanı bulanındır.
Bu rivayet İmâmeyn'in sözüdür. Musannifin, «arazîsinde» sözünden maksadı; mubah
arzda beştebir almanın ittifâken vâcib olmasıdır.
Dağda bulunan yâkût,
züımüd ve fîrûzec madenlerinden de bir şey alınmaz. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Taşda beştebir
yoktur.» buyurmuştur. Bundan dolayı
bütün cevherlerde ve taşdan (hacerden) olan yüzük taşlarından beştebir vâcib
değildir. Ancak, eğer câhiliyet zamanından kalma define olul-sa, ondan
teeştebir alınır. Çünkü kenzde ganimet olduğu için ancak, maliyet şart
kılınmıştır. Zeylaî (Rh.A.) de böyle zikretmiştir, tnci ve anberde de
beştebir alınmaz. Yine denizden çıkarılan bütün
eşyadan, hattâ denizin dibinde kenz olan altın ve gümüşden de beştebir alınmaz.
Üzerinde kelime-i
şehâdet yazısı gibi, İslâm alâmeti olan bir kenz, bulunan eşya (lukata) gibidir.
Yakında yerinde hükmü açıklanacaktır. Üzerine sanem (put) nakşı gibi, küfr
alâmeti bulunan kenzde, beştebir alınır ve geri kalanım, eğer diri ise o fethin
evvelinde mâlik olan kimse alır. Diri değil ise vârisi alır. Eğer vârisi de yok
ise Beyt'ul-Mâla kalır. Eğer o yer mâlike temlik olunmuş ise, hüküm böyledir.
Eğer temlik olunmamış ise, yâni o kenz, bulan kimseye temlik olunmayıp sahra ve
dağlar gibi ise, beştebir alınır. Geri kalan - gerek hür olsun, gerek Müslüman
köle olsun, gerek Zimmî olsun; gerek küçük olsun, gerek büyük olsun; gerek
zengin olsun ve gerekse fakır olsun - bulan kimsenindir. Çünkü bunlar,
müste'min harbîden başka olan ganimet ehlin-dendirler.
Kenzi bulan, müste'min
harbî
olursa, onun aldırı şey, yerin mâlikine geri verilir. Ancak eğer o bulan kimse,
sahrada İmâmdan (Sultandan) izin alarak bir şarta göre iş yaptı ise, şart
koşulan (meşrut) İmâma (Sultana) âiddir. Geri kalan bulanındır.
Eğer kenzde hiç bir
alâmet bulunmazsa, bir kavle göre; O kenz câ-hiliyyete âiddir.
beştebiri alınır. Çünkü kenz, çok kere kâfirlerden kalır. Diğer bir kavle göre
de; «Bulunan şey, lukata gibidir.» Çünkü İs-lâmın devri uzamıştır.
Bir adam, dâr-ı harbe
girip, dâr-ı harbin sahrasında bir rîkâz yâni bir define veya altın ve gümüş
madeni gibi bir maden bulsa, o define veya o maden, bulan adamındır. O adam
dâr-ı harbe gerek emân ile girsin ve gerek emânsız girsin, ondan beştebir
(hums) alınmaz. O malın onun olmasına sebeb : Elinin mubah mala geçmiş
olmasındandır. Beştebir (hums) vâcib olmamasının' sebebi, o adamın o malı
sessizce, hırsızlık ile almış olmasıdır.
Şayet kuvvet ve
üstünlüğü olan bir topluluk, asker olarak dâr-ı harbe girip, kâfirlerin
kerizlerini ele geçirseler, beştebiri alınır. Eğer emân verilmiş Müslüman,
defineyi veya madeni, ehl-i harbin mülklerinde yâni mülkleri olan arazîde
bulsa, o malı, düşmanın hıyanetinden sakınarak yerin mâliki olan ehl-i harbe
geri verir. Eğer o emân verilen kimse, malı yerin mâlikine geri vermeyip İslâm
ülkesine çıkarırsa, o mala mâlik olur. Ancak o, fâsid satın alma ile mülk
edinilmiş, hoş olmayan (kötü) bir mala mâlik olmuş olur. Ya da dâr-ı harbden
mülk edinilmiş bir arazîde defineyi veya madeni müste'men olmayan başka bir
kimse bulsa, mâlikine bir şey vermez ve ondan beştebir de alınmaz. Çünkü O, onu
hırsızlık ile almıştır. Gâyet'ul-Beyân'da böyle zikredilmiştir.
Ehl-i harb, mallarını
bizim memlûk olmayan arazîmizde bulsa, beş-tebirİ alınır, geri kalanı
bulanındır. Vikâye'de : «Eğer ehl-i harb, mallarının definesini mülkleri
olmayan bir arazîde bulsa, beştebiri alınır, geri kalanı bulanın olum
denilmiştir.
Burada zahir
olan şudur ; Vikaye
sahibinin muradı, Hidâye'-
de babın sonunda
zikredilen : «Rikâz olarak bulunan bir mal, onu bulan kimsenindir. Ondan
beştebiri alınır,» mes'elesinin naklidir. Ancak, Vikâye'nin ibaresi o ma'nâya
müsâade etmez. Çünkü zahir olan şudur ki: Buldu (vecede) lafzı, fail için mebnî
olan sîgaya göredir. Ve (vecede) nin altında olan zamîr, siyak ve sibak
delili itibariyle müs-te'mene râcidir. (Minhâ) zamiri ise dâr-ı harbe râcidir.
Bu duruma göre manâ : «Eğer müste'men ehl-i harbin mallarının definesini dâr-ı
harbden memlûk olmayan bir arazîde bulsa, beşte biri alınıp, geri kalanı
bulanındır,» demek olur. Bu söz Hidâye'nin ibaresine uygun olmamakla beraber
aslında da doğru değildir;
Birincisi, yâ,ni Hidâye'nin
ibaresine uygun olmaması açıktır. İkincisi, yâni aslında doğru olmadığı ise,
Hidâye sarihleri ve daha başkalarına göre : Şüphesiz beştebir (hums), ganimet
mânâsında olan şeyde olur. Bu ise dârrı harb ehlinin'elinde olup da at ve deve
koşturmakla Müslümanların ellerine düşen şeydedir. Vikâye'de zikredilen ise
böyle değildir. Çünkü müste'men hırsızlık eden kimse gibidir. Arazî ise, dâr-ı
harbdendir ve Müslümanların ellerine de düşmemiştir. Şu halde doğru olan (Vecede)
lafzını kendinden öncekinden kesip
mef'ûl
için
bina olarak (meçhul) okumak ve (ıninhâ)
lafzım terkedip arz kelimesini Müslimîn kelimesine muzâf
kılmaktır. Bundan dolayı ben ibareyi gördüğün gibi değiştirdim.
Öşr; Öşriyye olan
arazînin balında veya dağın az da olsa balında; dağın meyvesinde vâcibdir.
Öşriyye arazîsinin açıklaması yakında «Ci-hâd Bölüm» ünde gelecektir.
Temurtâşî (Rh.A.) :
Eğer İmâm (Sultan) onu korumamış ise; dağlarda, kırlarda ve mâliki olmayan
yerlerde bulunan bal ve yaş meyve av gibidir. Eğer Sultan korumuş ise onda öşr
vardır. Çünkü o, maksûd (kasdedilen) maldır.» demiştir.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.)
dan; onda Öşr yoktur, diye rivayet edilmiştir. Zira o ibâha olarak bakîdir.'
Yağmur suyu ve derelerin suyu ile sulanan şeylerde, nisâb şartı olmaksızın öşr
vâcib olur. Nisâb beş veskdır. Vesk altmış sâ'dir. Sâ' sekiz ntldır. Rıtl oniki
Okıyye (Vâkıy-ye) dir. Okıyye kırk dirhemdir.
Bunlarda bir sene kalması şart olmadan öşr vâcib olur.
Hattâ sebzelerde de
öşr vâcibdir. İmâmeyn, sebzelerde (yeşilliklerde) öşr vâcib değildir, ancak eğer
onun devamlı meyvesi olup
beş vesk'a varırsa vâcib olur, demişlerdir. Fakat, eğer kuru ot ve kamış gibi,
odun benzeri olursa, öşrün yarısı vâcib olur ve fasıla da caiz olur. Yâni öşrün
yarısı vâcib olur.
Büyük kırbalar
(kovalar) veya hayvanın döndüğü dolap kovalan ile sulanan şeylerde gerekli
masraflarını çıkarnıaksizın vâcib olur. Yâni birincide, yağmur suyu ve derelerin
suyu ile sulananda tam öşr; ikincide, yâni büyük kovalarla veya dolap kovaları
ile sulananda öşrün yarısı (yirmidebir) vâcib olur. Hizmetkârın ücretini,
sığırın nafakasını, su yataklarının inşâ ve ıslâh masraflarını, bekçinin
ücretini ve yine bunların benzeri masraflarını kaldırmaksızın ve tohumunu
çıkarmaksızın öşr vâcib olur. Çünkü Hidâye sarihleri ve başkaları, hâriçte
yetişenin (arzın çıkardığının) hepsinde öşrün vâcib olduğunu açıklamışlardır.
Tağleb kabilesinin
öşriyye olan arazîsinde öşr'ün katı (dı'fı) vâcib-dir. Gerek o Tağlebî, çocuk
olsun, gerekse kadın olsun, gerek İslâm'a gelmiş olsun veya bir Müslüman onun
arazîsini satın alsın, gerekse Zimmî
satın alsın, o arazîden öşr'ün dı'fı (katı) alınır.
Bizim çocuklarımızın
arazîsinden Öşr alınır. Tağlebî çocuklarının arazîsinden onun katı alınır.
Tağlebînin, İslâm Dînine girmesiyle üzerinden katlanmış öşür düşmez.
Müslümamn öşriyye olan
arazîsini Zimmî satın alıp teslim alsa,
harâc vâcib olur. Vikaye ve Kenz'de teslim alma (kabz) zikredilmemiş ise de
Hidâye, kabzı şart kılmıştır. Çünkü harâc ancak zirâatın mümkün olmasıyle vâcib
olur. Bu ise kabz ile meydana gelir.
Müslümamn, şuf a
yoluyla Zimmîdeh aldığı arazîde kendisine öşr vâcib olur. Ya da o arazînin
satışı fâsid olduğu için kendisine geri
verilse veya şart, görmek, ayb (kusur) muhayyerliğine binâen kâ-dînin hükmü ile
geri verilse, öşr vâcib olur. (Kâdînın, hükmü ile : «Bi kâdâin» lafzında olan
harf-i cer (yâni bi) geri verilse (ruddet) sözüne âiddir.) Yâni bir Zimmî bir Müslümandan öşriyye arazî
satın alsa, ondan sonra onu bir Müslüman ş.uf a yolu ile alsa veya Müslümana,
satışın fâsidliğinden dolayı veya herhangi bir muhayyerlik ile geri verilse,
daha önce olduğu gibi, öşriyye olur.
Evini bostan yapan
Zimmî için harâc vardır. Yine Müslüman, arazîsini harâcî olan arazînin suyu ile
sulasa, o Müslüman için de harâc vardır. Eğer öşriyye olan arazînin suyu ile
sulamışsa, o arazîde öşr vardır. Suların açıklaması yakında, «Cihâd Bölümü» nde
gelecektir.
Zift ve petrol
kaynağında mutlaka, yâni gerek o zift ve petrol kaynağının yeri, öşriyye
arazide olsun ve gerekse harâciyyede olsun, bîrşey gerekmez. O zift ve petrol
kaynağının zirâata elverişli olan harîmin-de (içinde) eğer harâcî (harâc
arazîsi) mevcûd ise, harâc vardır.
Öşr'ün alınmasının vakti, İmâm
A'zanı' (Rh.A.) a göre; meyvenin belirdiği zamandır. İmâm
Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre; kemâle geldiği zamandır. İmâm Muhammed1 (Rh.A.) e
göre, anbara girdiği zamandır. Hilafın faydası, mahsûl yok edildiğinde
tazminatın lâzım olması hususunda görülür. Zeylaî (Rh.A.) de böyle demiştir.
Zekât verilecek
kimseler şunlardır:
1- Fakirler:
Malı nisâbdan eksik olan kimselerdir.
2- Miskinler:
Hiç bir şeyi olmayan kimselerdir.
3- Âmil: Zekât
tahsildarıdır. Ona işi
değerince verilir. Bu da kendisine ve yardımcılarına,
sekizdebir (sümn) ile takdir edilmiş kifayet edecek miktardır. Eğer verilecek
miktar, zekât miktarını aşarsa, (tahsil ettiği malın) yarısından fazlası
verilmez. Zeylaî (Hh.A.) de böyle
demiştir.
4- Mükâteb :
Kölelikten kurtulması için borçlu durumunda olandır.
5- Borçlu (Gârim) : Borcu olup borcundan fazla
nisaba mâlik olmayan veya insanlarda malı olup da alması mümkün olmayan
kimsedir.
.
6- Allah
yolunda (fî sebîli'ilâh) olan kimseler : İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre bunlar
İslâm gazilerinin, fakirlikleri dolayısı ile harbe katılamayanlarıdır. İmâm
Muhammed' (Rh.A.) c göre, Hac yolunda
(malını, parasını ve
vasıtasını kaybetmiş) fakîr kimselerdir. Musannifin; Allah (C.C.) yolunda
olanları, fakîr ve miskine dâhil iken, ayrıca zikretmesinin sebebi; bunların,
inkıta' (yâni işden ve kazançdan kesilme) sebebiyle ihtiyâçları fazla olduğu
içindir.
7- İbn-i
Sebîl: Malından ayrı düşen yolcudur. İbn-i sebîl diye adlandırılmasının sebebi,
yol (sebîl) ona gerekli olduğu içindir. Her ne kadar memleketinde malı varsa da,
o durumda ona ulaşmaya kadir olmadığından, yolda kalmış (ibn-i sebîl) in
ihtiyâcı kadar zekât alması caizdir. İbn-i sebîl'in ihtiyâcından fazla zekât
alması helâl olmaz. Her malından ayrı düşen kimse, her ne kadar kendi
memleketinde olsa da, ibn-i sebîle katılır, dâhil olur.
Zekât, zikredilen yedi sınıfın
hepsine ve bazısına temlik
yoluyla harcanır (verilir). Yoksa ibâhât
yoluyla harcanmaz. İmâm Şafiî (Rh.A.) «Ancak her sımfdan üç kişiye verilmesi
caiz olur» demiştir.
Zekât, mescidin
binasına harcanmaz. Yâni zekât malı ile mescid inşâ etmek caiz değildir. Çünkü
zekâtta temlik şarttır. Mescid binası ise temlik olunmaz. Nitekim köprüler inşâ
etmek, yolları ıslâh etmek ve su yatakları kazdırmak; hac, cihâd ve kendisinde
temlik olmayan her şeye zekât malı caiz değildir.
Zekât malı ile ölünün
kefenini almak ve borcunu ödemjek de caiz değildir. Eğer zekât malı ile sağ
olan bir fakirin borcu, o fakirin emri olmaksızın ödenirse, o ödenen borç
teberru' olur. Ödeyen kimsenin malının zekâtından verilmesi caiz olmaz. Eğer o,
borçlu fakirin emri ile Ödenirse caiz olur. Adetâ o, borçlu fakire tasadduk
"olunup, teslim alan kimse de, sadakayı almakda vekîl gibi olur.
Yine zekât malı ile
köle satın alıp azâd edilse, caiz olmaz. Çünkü onda temlik yoktur.
Aralarında doğumdan
mütevellit bağ olan kimselere, yâni ne kadar yukarı çıkılırsa çıkılsın asl'a, ne
kadar aşağı inilirse inilsin fer'e, veya ikisi arasında evlilik olan kimseye,
yâni kocanın karısına ve karının kocasına
zekât vermesi, âdcten menfaatlerde ortak oldukları için caiz değildir.
Yine zekât verecek
kimsenin, mülkü olan kölesine, yâni müdebber'i-ne ,
mükâteb'ine, ve ümm-ü veled'ine zekât
vermesi caiz değildir.
Zekât verecek olan
kimsenin, bazı {a'zâ) smı âzâd ettiği kölesine zekât vermesi caiz değildir.
Çünkü o köle mükâteb hükmündedir.
Bir kimsenin, fakır
olan ortağının kendi hissesini, âzâd ettiği köleye de zekât olarak vermesi caiz
değildir. Yâni bir köle iki kişi arasında ortak olup da ikisinden biri fakır
olduğu halde payını azâd etse, diğer ortağın o köleye zekâtını vermesi caiz
olmaz. Çünkü köle, o ortak için çalışmaktadır. Bu durumda mükâtebi gibi olur.
İmâmeyn, caiz olur, demişlerdir. Onlara göre, o köle borçlu hürdür.
Hidâyetle denmiştir kî:
İmânı A'zam' (Rh.A.) a göre, bazı (a'zâ) sı azâd olunan köleye zekât vermek caiz
değildir. Çünkü o köle, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, mükâteb hükmündedir.
İmâmeyn, «Zekât o kö-, leye verilir, çünkü o köle borçlu hürdür», demişlerdir.
Hidâye sarihleri, şüphesiz Hidâye'nin bazı
(a'zâ) sini azâd ettiği» sözünün fâüe mebnî olması ve (a'teka) nın
zamirinin zekât veren (nıüzekkî) e râci olmasının caiz olmaması hususunda
ittifak etmişlerdir. Zira «İmâmeyn, zekât o köleye verilir, çünkü O köle, borçlu
hürdür, demişlerdir» sözüne uygun değildir. Çünkü, şayet kölenin tamâmı zekât
verene âid olup da bazı (a'zâ) sini azâd
etse, o kölenin tamâmı borçsuz hür olur. Hattâ, (a'teka)
sözünün, mef ûle bina olması vâcib olur ve mesele, iki kişi arasında ortaklaşa
olup fakır olanın kendi payını azâd ettiği kölede tasvir olunur. Bu ta'lîl in
hâsıl olması için. Her ne kadar ta'lîl
sahîh değilse de (a'teka) nm lâile mebnî,
yâni ((ma'lûm» okunması kendinde sahih olunca mezkûr şekilde (yâni köle ikisi
arasında ortaklaşa olup onlardan biri payını azâd ettiği şekilde), (Kad
a'teka ba'zahû) sözünün delâleti son derece gizli
olduğu için - nitekim gizli kalmaz, açıktır - birinci meseleyi metinde zikredip
delillerini, Hidâ-ye'de zikredilenden, başka olarak şerhde zikrettim. İkinci
meseleyi yâni (a'teka) nm meçhul sîgasında olmasını, zahiren zikredilen
şekle delâlet eden bir ibare ile zikrettim. Onun
delilleri Hidâye'de zikre-dildiği gibidir.
Zekâtın zengine
verilmesi caiz değildir. [Çünkü Resûlüllah (S.A.V.):
«Zengin için sadaka
(zekât) helâl olmaz.» buyurmuştur.]
Zenginin kölesine de caiz değildir. Çünkü mülk o kölenin efendisinindir.
Zenginin çocuğuna da
zekât caiz değildir. Çünkü çocuk babasının malı ile zengin sayılır. Her ne kadar
nafakası babası üzerine ise de, büyük çocuk bunun aksinedir. Zenginin karısı da
böyledir. Çünkü eğer zenginin karısı fakır ise, kocasının zengin olmasıyle
zengin sayılmaz. Takdir edilmiş nafaka ile de zengin sayılmaz.
Hâşimoğullarına da
zekât caiz değildir. Onlar: Ali (R.A.), Abbâs (R.A.), Ca'fer (R.A.), Akîl (R.A.)
ve Haris bin Abd'il-Muttalib (R.A.) sülâlesidir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Ey Hâşimoğulları!
Şüphesiz Yüce Allah, insanların mallarının kirini ve onlann pisliklerini size
haram kıldı.» buyurmuştur.
Hâşimoğullannın
azâdlılarına da zekât vermek caiz değildir. Nitekim, kavmin azâdlılarının da
onlardan olduğu sabit bir husûsdur. Fakat sadakaların nafileleri ve vakıflar,
onlar (yâni Hâşimoğulları ve azâdlüarı) için caizdir. Çünkü zekâtta zikredilen
illet, nafileler ve ev-kâfda yoktur.
Zekâtın Zimmiye
verilmesi de caiz değildir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.); Muâz (R.A.)' a şöyle
buyurmuştur:
«Ey Muâz, sen zekâtı
onların zenginlerinden alıp (Müslümanların) fakirlerine ver.»
Fakat Zimnıîye,
zekâttan başka sadaka caizdir. Ayni şekilde onlara öşr ve harâc da caiz
değildir.
Zekât veren, zekâtını
bir kimseye araştırma sonucu, ona verilir zannıyle verse, sonra o zekât verdiği
kimsenin, kendinin kölesi veya mükâtebi olduğu anlaşılsa, o zekâtı tekrar
verir. Çünkü o malı kendi kölesine veya mükâtebine vermekle mülkünden çıkarmış
olmaz. Temlik ise rükündür. O zekât veren kimsenin, mükâtebinin kazancında
hakkı vardır. Bu durumda, temlik tamâm olmaz.
Şayet zekât verdiği
kimsenin, zengin olduğu veya kâfir olduğu ya da o kimse onun babası, oğlu veya
Hâşimî olduğu anlaşılsa, o zekâtı iade
etmez (yâni tekrar vermez). Çünkü bu zikredilen şeylere vukuf ictihâd iledir,
kesinlikle değildir. Bu durumda bu iş, onun yaptığı şekilde bina kılınır.
Nitekim o kimseye kıble yönü şüpheli olduğunda kıldığı namazı iade ile
emrolunsa, zikredilen gibi, vukuf müctehedün fîhdir. Bunda ise fayda yoktur.
Musannifin, «araştırma
sonucu» sözünde; Zekât veren kimsenin araştırma yapmadan-hatâ ederse zekât
vermesinin caiz görülmediği hususuna işaret vardır.
Zekât verilen kimseyi
zengin etmek mekruhtur. Meselâ, ikiyüz dirhem veya daha fazla vermek mekruh
olmakla beraber caizdir. Zira eda, fakirlikle karşılaşır. Çünkü zekât ancak
temlik ile tamâm olur. Zekât verilen kimse temlik hâlinde fakirdir. Ancak
temlikin tamâm olmasından sonra zenginleşir. Bu durumda zenginlik bizzarû-re
temlîkden geri kalır. Lâkin o, zenginlik kendisine yakın olduğu için, yakınında
pislik var iken namaz kılan kimse gibi mekruh olur.
Zekât veren kimsenin
zekâtım, yakını olmayan veya muhtâc olmayan için başka bir memlekete götürmesi
mekrûhdur. Çünkü o götürmede çevresinin hakkını yok etmek vardır. Yâni şayet
zekât veren kimse, zekâtı yakınına ve kendi memleketi halkından daha muhtâc
olan bir topluluğa götürse, o götürmede sıla-ı rahm veya
onda ihtiyâcı gidermek daha çok olduğu için, mekruh olmaz. Eğer onlardan
başkasına götürürse, mekruh olmasına rağmen caizdir. Çünkü zekât verilen
kimseler mutlak fukaradır.
(Fakire) bir gün için
onu dilenmekten kurtaracak kadar tasadduk
mendûbdur. İçinde bulunduğu
gün için yiyeceği olan kimsenin dilenmesi de helâl değildir.
Sadaka-ı fıtr, isterse
malının nisabı artmasın, hâcet-i asliyyesinden fazla zekât nisabı malı olan,
küçük de olsa, her hür Müslüman için vâcibdir. Daha
Önce açıklandığı gibi; bu nisâb ile, sadaka-ı fıtrin alınması haramdır,
Sadaka-ı fıtr, hür
Müslümanın kendisi için vâcibdir. Fakir olan küçük çocuğu için de vâcibdir.
Büyük çocuğu ve zengin olan çocuğu için vâcib değildir. Ancak o zengin çocuğun
kendi malından vâcib olur. Hizmetinde olan memlûk köle ve cariyesi için de
vâcibdir.
«Hizmetinde olan» sözü,
ticâret için olan köle ve cariyelerden ayır-detmek içindir. Çünkü onlar için
mâlike sadaka-ı fıtr vâcib değildir. O hizmetinde kullandığı köle ve câriye
müdebber olsun, ümm-ü veled olsun veya kâfir olsun vâcibdir.
(Erkeğin) karısı için
sadaka-ı fıtr vermesi vâcib değildir. Kaçak kölesi için de vâcib olmaz. Ancak
dönüşünde vâcib olur. Yâni kaçak köle fıtr vaktinde kaçmış olsa, kaçak olduğu
müddetçe onun için mâlikine sadaka-ı fıîr vâcib olmaz. Dönüp geldiği zaman
geçmiş olan şey edâ edilir. Velayeti olmadığından dolayı mükâtebi için de vâcib
değildir. Mükâtcbin kendisine de, fakir olduğundan dolayı fıtra vâcib değildir.
Çünkü onun elinde olan mal efendisinindir.
İki kişi arasında ortak olan
memlûk için, her birinin hakkında velâyet ve rızkın eksik olmasından dolayı,
ikisinden birinin üzerine sada-ka-ı fitr vâcib değildir. Yine ikisi arasında
ortak olan bir kaç köle için, İmâm A'zam' (Rh.A.) a gpre sadaka-ı fıtr vâcib
değildir. Eğer iki kişi arasında ortak olan memlûk, ikisinden birinin
muhayyerliği ile satılsa, yâni; şayet fıtr günü geçip muhayyerlik bakî kalırsa,
fıtra, mülk kendisine âid olan kimseye vâcib olur. Çünkü mülk mevkûfdur. Alıcı
olan kimse, memlûku geri verirse, satıcının eski mülküne geri döner. Eğer alıcı
caiz görürse, mülk alıcı için akd vaktinden itibaren sabit olur. Bu durumda
üzerine bina edilen şeye (fıtraya) tevakkuf olunur.
Sadaka-ı fıtr;
buğdaydan, buğdayın unundan, kavrulmuşundan veya kurumuş üzümden vâcibdir.
Zikredilen şeylerden fıtra bir « s â '» in yansıdır.
Sadaka-ı fıtr, hurmadan
veya arpadan bir sâ'dır. Arpanın unu da arpa gibidir. Binkirk dirhem sığan
(ihtiva eden) sâ' ile bir sâ'dır.
Muteber olan sâ' budur.
Mâş veya
mercimekten yarım sâ'dır. Sâ'm mâş ve mercimek ile takdir ve tâyin edilmesinin
sebebi; ikisinin de dânelerinin büyüklük ve küçüklük, toplanma, katılma
cihetinden de farklarının az olmasıdır. Diğer hububat bunların aksinedir. Çünkü
diğerlerinde fark çok fazladır.
Sadaka-ı fıtr, fıtr
gününün (yâni Ramazan Bayramının birinci gününün), fecrinin tulûunda (tan yerinin ağarmasıyla) vâcib olur. Bir kimse fıtr gününün fecrinin tulûundan önce vefat etse
veya bir çocuk fecrin tulûundan sonra doğsa veya bir kâfir fecrin tulûundan
sonra Müslüman olsa, bunların üzerlerine fıtra vâcib değildir. Çünkü her birine
göre sebeb yok olmuştur.
Eğer bir kimse vucûbun
vaktinden önce fıtrasim edâ etse (yâni Bayramın birinci günü fecr tulü* etmeden
önce fıtrayı yerse),-fUranın edası sahîh olur. Çünkü o, onu sebebin
kesinleşmesinden sonra edâ etmiştir. O sebeb, geçimini (kifayet derecesindeki
geçim masrafları) üzerine aldığı şahısdır. Bu durumda o, tam
nisâbdan sonra zekâtta ta'-cîl hususuna benzemiştir. Ve müddetle müddet (her
hangi bir müddet) arasında da fark yoktur.
Bir kimse fıtra vermeyi
vaktinden sonraya bıraksa sahîh olar ve üzeiinden fıtra düşmez. Onun üzerine o
fıtrayı çıkarmak vâcib olur. Çünkü onda ibâdetin şekli ma'kûldür
(aklî delille teyîd ed>Imişt:.r.) O da muhtacın ihtiyâcını gidermektir.
Fıtrayı edada vakit
mukadder (muayyen) değildir. Udlıiyye (kurban) bunun aksinedir. Çünkü udhiyyede
kurbetin
(yâni Allah' (C.C.) a yaklaşmanın) şekli kan akıtmaktır. Bunda ise, yakınlık
düşü-nülmeyip nassın esasına göre iktifa edilmiştir.
Fıtrayı hemen vermek
(ta'cîl) mendûbtur. Hemen vermek (ta'cît) den maksâd (Bayram Namazı için)
namazgaha çıkmadan önce edâ edilmesidir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Böyle güade sîz
fakirleri dilenmekten müstağni kılın, (yâni dilenmeye muhtaç etmeyin)»
buyurmuştur.
Resûlüllah (S.A.V.), bu
hadîs-i şerif ile; fakirlerin dilenmeye ihtiyâçlarının kalmaması ve ailelerinin
nafakasını düşünmeden Bayram Namazında bulunmalarını temîn etmek için, Namazgaha
çıkmazdan önce fıtra verilmesinin evlâ olduğuna işaret buyurmaktadır.
Her şahsın fıtrasını bir
fakire vermesi vâcibdir. Bir fıtrayı ayırıp iki fakire verse, caiz değildir.
Çünkü nass ile belirtilen, fakiri müstağni kılmaktır. Nitekim yukarıda geçen
hadîs-i şerifte : «Onları müstağni kılın» buyurulmuştur. Halbuki bir fıtranın
aşağısı (azı) ile müstağnî kılınmaz. İmâm Kerhî (Rh.A.) «Bir fıtrayı iki fakire
vermek caizdir. Lâkin evlâ olan b;r fakire vermektir.» demiştir. Zeylaî (Rh.A.)
ise; «Bir cemâatin, üzerlerine vâcib olan fitralarmı bir fakire vermeleri caiz
olur.» demiştir.
Musannif, Resûlüllah'
(S.A.V.) in :
«İslâm dini beş şey
üzerine kurulmuştur: Allah'dan başka ilâh olmadığına ve Muhanimed'in Onun Resulü
olduğuna şehâdet etmek, Namaz kılmak, Zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak ve
Hac etmektir.» hadîs-i şerifine uyarak orucu
zekâtın peşisıra zikretmiştir.
Savın : Lügat yönünden
imsak (tutmak) dır. Şer'an : Yemeyi, İçmeyi ve cinsî münâsebeti (cimâı) sabahtan
akşama kadar terk etmektir. Musannif, burada bazı fukahâmn dediği gibi,
gündüzün (nehâran) dememiştir. Çünkü ( n e h â r ), bazan güneşin doğmasından
batmasına kadar olan vakte denir. Nitekim Resûlüllah (S.A.V.) :
«Gündüzün nama»
sessizdir» buyurmuştur.
(Oruç) Niyet sahibinin,
oruca niyetle yemeyi, içmeyi ve cinsî münâsebeti terk etmesidir. Çünkü ameller
niyetlere göredir. «Niyet sahibi» kaydı, hayızlı, lohusa ve kâfiri bundan
ayırdetmek içindir.
Oruç, ya farzdır ya da
vâcibdir. Biri Ramazan orucunun edâ ve kazası gibi muayyen farzdır. Bunun
farzıyyeti Kitâb, Sünnet ve Ümmetin icmâı ile sabittir.
Bir çeşidi de; yemin
keffâreti, zıhâr keffâreti, kati keffâreti, ihramda av cezası ve eza fidyesi
misâli keffâret orucu gibi muayyen
olmayandır, tnşâallâhu Teâlâ yakında açıklaması gelecektir.
Vâcib olan : Muayyen
nezr ve mutlak nezr gibi oruçlardır. Veya oruç bu zikredilenlerden başkaları
gibi nafiledir.
Hidâye'de : «Şüphesiz
Ramazan orucu farzdır. Çünkü Yüce Allah (C.C.) :
«Oruç size farz
kılındı.» buyurdu, denmiştir.
Orucun farziyyetine
dâir İcmâ vardır. Bundan dolayı inkâr eden kâfir olur. Terk eden de fâsik olur.
Nezredilmiş oruç
vâcibdir. Çünkü Yüce Allah (C.C.) :
«Nezirlerini yerine
getirsinler» ve yine :
«And verdiğiniz zaman,
Allah'ın andını yerine getirin.»
buyurmuştur.
Eğer Ramazan orucu
gibi, nezredilmiş olan oruç da Kitâb ile sabit olduğu için farzdır, denilirse,
cevaben şöyle denir: Kitâb, âmm1 (umûmî) dır. Kendi cinsinden vâcib olmayan şey,
ondan tahsîs edilmiştir. (Yâni çıkarılmıştır.) Misâl olarak, hastayı ziyaret
etmek, her namaz vaktinde abdesti yenilemek ve bunların benzerleri
zikredilebilir.
Sadru'ş-Şerîa (Rh.A.)
buna itiraz edip : «Nezredilmiş olan şey; namaz, oruç ve hac ve bunların
benzerleri gibi, maksûd ibâdetlerden olduğu zaman, onun lüzumu icmâ ile
sabittir. Bu durumda, her ne kadar icmânın senedi zannî olsa da, sübûtu kat'î
olur. O da, mahsûs olan âmmdır. Öyleyse lâyık olan farz olmaktır,» demiştir.
Ben derim ki; onun
cevâbı şudur : Burada farzdan maksad, inkâr edeni kâfir olan itikadı farzdır.
Nitekim Hidâye'nin ibaresi buna delâlet eder. Bu mânâya göre farzıyyet mutlak
icmâ ile sabit olmaz. Bilâkis tevatür ile nakledilmiş olan farzıyyet, Ramazan
orucunda olduğu gibi icmâ ile sabit olur.
Nezredilmişde,' farzıyyeti ile
ilgili icmânın nakli tevâtüren sabit olmayınca, vücûb mertebesinde bakî
kalmıştır. Çünkü şöhret veya âhâd yolu ile nakledilmiş olan icmâ, bu mânâ ile
usûl kitaplarında açıklanan hadîs-i şerîfde olduğu gibi vücûb ifâde eder,
farzıyyet ifâde etmez.
Ramazan orucu, muayyen
nezr ve nafile orucu, geceden kuşluk vaktine kadar niyet ile sahih olur. Kuşluk
vaktinde sahih olmaz. Çünkü şer'i gündüz, sabahdan güneş batıncaya kadar geçen
zamandır. Kuşluk vakti ise gündüzün yarısıdır. Şu halde niyetin, gündüzün
çoğunda mevcûd olup gündüzün tamamında hükmen bulunması için kuşluk vaktinden
önce mevcûd olması vâeibdir. Esah olan kavi budur. Yoksa geceden zevale
varıncaya kadar sahîh olur, diyenin sözü doğru değildir. Çünkü zeval, güneşin
doğmasından batmasına kadar olan gündüzün yarısıdır.
Yine Ramazanın edasında
oruç, mutlak niyet ile, nafileye niyet ile ve vasıfda hatâ etmekle sahîh olur.
Nitekim usûl kitâblarmda sabittir, ki, Ramazan orucunun edası için vakit
muayyendir, ta'yin edilmiş olanda ıtlak (mutlâkiyet), teayyündür; hatâ ise,
vasıfdadır. Hattâ bâtıl olduğu zaman niyetin aslı bakî kalıp mutlak hükmünde
olur. Bunun benzeri, ev içinde yalnız bulunan bir kimse gibidir ki, şayet ona
«Ey adam!» diye seslenilse veya adından başka bir ad ile çağrılsa, o ad ile o
kimse kasd olunur. Vaktinde 'ta'yin bulunmadığı için Ramazanın kazası bunun
aksinedir.
Ancak, eğer oruca
niyet, hastadan veya müsâfirden olursa, bu durumda o
niyetin vakti ta'yine
muhtaç olur. Ramazandan
sayılmaz.
Hasta ve müsâfire göre
vakitte ta'yin bulunmadığı için, bilâkis o, onun niyet ettiği şeye âid olur.
Muayyen nezr, mutlaka
niyet ettiği vacibe âid olur. Yâni, şayet bir kimse muayyen bir günün orucuna
nezr edip bu muayyen günde mutlak olarak diğer bir vacibe niyet etse, o kimse
gerek müsâfir olsun, gerek mukîm olsun, gerek sağlıklı ve gerekse hasta olsun,
oruç o diğer vacibe âid olmuş, olur.
Geri kalan diğer
oruçlarda geceden niyet (tebyît) şart kılınmıştır. O oruçlar Ramazanın kazası,
mutlak nezir ve kef tarettir. Tebyît, bey-tûtet'dendir. Beytûtet'den maksâd,
geceden niyet etmektir. Bu oruçlarda ta'yin de şart kılınmıştır. Çünkü onlar
için muayyen vakit yoktur. Bu durumda, başlangıçda ta'yin etmek gerekir.
Şekk gününde oruç
tutulmaz. Ancak tatavvuan (nafile niyetiyle) olur. Şekk günü ,
Şaban ayının son günüdür ki Ramazanın birinci günü olması ihtimâli vardır.
Tatavvu'dan başkasının mekruh olmasına sebeb : Sünen sahihlerinin İbn Abbâs
(R.A.) dan rivayet ettiği ha-dîs-i şerîfdir. Resûlüllah (S.A.V.) :
«Ramazan ayını
öncesinden bir gün veya iki gün oruç tutarak karşılamayınız. Ancak sizden
birinin başka bir maksadla oruç tutmuş olması müstesna» buyurmuştur.
Zeylaî (Rh.A.) : Hîdâye
sahibinin, Resûlüllah' (SAV.) in kavli şerifi olarak rivayet ettiği:
«Her kim şekk gününde
oruç tutarsa şüphesiz, Kâsmı'ın
babasına asî olmuş olun) (Buharı, Ammâr b. Yâsir1 (R.A.) den.) ile «Ramazandan (olup olmadığında) şüphe edilen günde
tatavvu'dan başka oruç tutulmaz.» kavillerinin aslı yoktur, demiştir.
Bizim rivayet ettiğimiz
hadîse göre, şekk gününde vâcib niyetiyle oruç tutmak mekruh dur. Esah kavle
göre o, vâcibden sayılmış olur. Bu hususta; «O tatavvu olarak meydana gelir.
Çünkü tatavvu'dan başkası yasaklanmıştır. Vâcib niyeti ile vâcib edâ edilmiş
olmaz» diyen de vardır.
Bu duruma göre, şayet
şekk gününde bir kimse tatavvu' olarak veya vâcîb olarak oruç tutup şekk
gününün Ramazan gününden olduğu iki niyette de belli olsa, gerek tatavvu'a niyet
etsin ve gerekse vacibe niyet etsin o, Ramazandan sayılır. Ancak, eğer onun
Ramazandan olduğu ortaya çıkmazsa, tatavvu' ve vâcibden hangisine niyet etmiş
ise ondan sayılır.
Eğer şekk günü,
oruçlunun mu'tâdına (âdetine) uygun düşerse, şekk gününde nafile oruç nıendûb
olur. Yâni oruçlunun âdet olarak tuttuğu Cuma, Perşembe veya Pazartesi günü
orucu şekk gününe rastlarsa; yine böylece Şaban'ın tamâmını veya son yarısını
ya da sonundan on günü veya üç günü oruçlu olursa, şekk gününde nafile oruç
mendûb olur.
Şekk gününde, havas
oruçlu olur. Yâni: Müftî ve kâdî gibi ileri gelenler ihtiyat yolunu tutarak
şekk gününde oruçlu olurlar. Yasağı işlemiş olmak suçundan uzak olması için,
havâsdan olmayanlar da zevalden sonra iftar ederler.
«Eğer yarınki gün
Ramazan ise ben oruçluyum, Ramazan değil ise oruçlu değilim.» diye niyet eden
kimsenin orucu, oruç olmaz. Çünkü, azimde kesinlik bulunmadığı için niyet de
bulunmamış olur. Yine, «Eğer yiyecek bulamazsam oruçlu olurum, bulursam iftar
ederim,» diye niyet ederse oruç olmaz.
Şekk gününde, «Eğer
yarınki gün Ramazan'dan ise ben oruçluyum, e&er Ramazan'dan değil ise başka
vâcib olsun» diye niyyet ederse bu. farz niyeti ile başka vâcib niyeti gibi, iki
mekruh iş arasında tereddüd olduğu için, mekrûhdur.
Ya da, «Yarınki gün
Ramazan ise ben oruçluyum, eğer değil ise nafile olsun», derse mekruh olur.
Mekruh olmasının sebebi; bunu diyenin bir bakıma' farza niyet etmiş durumda
olmasıdır. Eğer o günün Ramazan olduğu belli olursa, mutlak niyet bulunduğu
için, Ramazandan sayılır. Eğer Ramazan olduğu belli olmazsa, vâcib ve nafilede,
yine nafileden sayılmış olur.
Fakat birinci meselede
o, diğer vâcibde mütereddid olduğu için, ondan (diğer vâcibden) sayılmaz.
Mutlak niyet kalır, nafileden sayılır.
İkinci meselede ise,
zikredilen gibi, mutlak niyetin bulunmasından ve kaza ile mazmun (borçlu,
hükümlü) olmadığı halde nafileye kasden başlamak olmayıp bilâkis zimmetinden
vacibi düşürmek maksadıyla başlamak olduğundan o, nafileden sayılır.
Niyyete «İnşâ Ailâh-u
Teâlâ» yi eklemek, niyeti ibtâl etmez. Yâni, şayet niyyet eden, «Yarınki gün
oruç tutmaya niyyet ettim, İnşâ Al-lâh-u Teâlâ,» dese, Şems'ül-Eimme el-Hulvânî'
(Rh.A.) nin rivayetine göre: Bu oruç caiz olur. Hulâsada böyle zikredilmiştir.
Bir kimse Ramazan
hilâlini veya Kıtı hilâlini yalnız başına görse ve tek başına olduğu için hâkim
onun sözünü kabul etmese, o başında ve sonunda yâni Ramazan hilâlinde ve Fıtr.,
hilâlinde oruçlu olur. Birincide oruçlu olması Resûlüllah', (S.A.V.) in;
«Hilâli görmek
suretiyle oruç tutun ve (yine) onu görmek suretiyle iftar edin (Bayram edin).»
kavl-i şerifinden dolayıdır,
Fıtr hilâlinde bir
kimsenin oruçlu olmasında ise; ihtiyat olan, o gün oruçlu olup, iftarı insanlar
ile beraber yapmasıdır. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Sizin orucunuz
(vakti), insanların oruç tuttukları gündedir ve iftarınız da insanların iftar
ettikleri gündedir.» buyurmuştur.
Eğer o hilâli gören
kimse, mezkûr iki vakitte iftar ederse, keffâret-siz onu kaza eder. Çünkü kâdî,
onun şehâdetini şer'î delîl ile reddetmiştir. O red yanılmadan doğan töhmet
olup, (meseleyi) şüpheli bırakmıştır. Bu durumda, bu keffâret şüpheler ile
giderilir. Eğer O, kâdî şehâdetim^
reddetmemden önce iftar ederse, bunda ihtilâf edilmiştir : Bu hususta Sahih
olan, keffâretin olmamasıdır. Eğer Ramazan hilâlini gören kimse, otuz günü
tamam; ederse, orucunu ancak kâdî ile beraber bozar. Eğer iftar ederse,
(orucunu bozarsa) üzerine keffâret lâzım gelmez.
Şayet gökte bulut ve
toz gibi şey olursa, da vasız ve Eşhedü (Şehâ-det ederim)
süz haberi adi (adaletli
kimsenin haberi) kabul edilir. İsterse o adaletli
kimse köle, kadın veya hadd-i kazf vurulmuş tövbekar biri olsun, haberi kabul
edilir. Çünkü bu dinî bir mesele olduğundan haberlerin rivayetine benzer. Bundan
dolayı o, şehâdet lafzına mahsûs değildir. Adalet şart kılınmıştır. Çünkü
fâsıkm sözü dînî meselelerde kabul edilmez.
İftar etme hilâli için
gökte illet (bulut) olduğu zaman, şehâdet nisabı şart kılınmıştır. Şehâdette
lûsah (esâs ölçü) iki erkektir. Ya da bir erkek ve iki kadındır. Eşhedii
(şehâdet ederim) lafzı da şart kılınmıştır. Çünkü fıtr (iftar) konusu kulun
diğer haklarına benzediği için, kulun menfâati ile ilgilidir.
(Fıtr hilâli için)
da'vâ şart kılınmamıştır. Çünkü bu, câriye azâd etmek ve hür kadını boşamak
gibidir.
Fıtr hilâlinde, hadd-i
kazif ile cezalandırılmış olan kimsenin şehâ-deti, şehâdet olması sebebiyle
tövbekar da olsa, kabul edilmez.
Gökde bulut bulunmadığı
zaman, oruçta ve fıtrda cem'-i azîm şart kılınmıştır. Cem'-i azîm : Haberleri
ile ilim hâsıl olup, yalan hususunda anlaşmalarının mümkün olmadığına aklın
hükmettiği bîı- topluluktur.
Otuz gün orucdan sonra,
iki âdil kişinin sözüyle, şehâdet nisabı bulunduğu için, fıtr (oruca son
vermek) helâl olur. Bir âdil kişinin sözüyle helâl olmaz. Çünkü fıtr hilâli,
bir kişinin sözüyle sabit olmaz. Bu hususta İmâm Muhammed (Rh.A.) ayrı
görüştedir. Kurban Bayramı hilâli, zikredilen hükümlerde fıtr hilâli gibidir,
Doğuş yerlerinin
çeşitli olması hususunda «ihtüâf-ı mctâli'de» fa-kihler arasında ihtilâf vardır.
Bazı meşâyih bu mevzuda, metâli'a (ayın muhtelif doğuş noktalan) itibâr
etmiştir. Bazıları itibâr etmemiştir. Bunun ma'nâsı şudur : Şayet hilâli bir
beldenin halkı görse, diğer beldenin halkı görmese, görmeyenlerin, o
diğerlerinin görmeleriyle, nasıl olursa olsun (mutlaka) oruçlu olmaları vâcib
olur. Bu, metâli'a itibâr etmeyenlerin sözüne göredir. Metâli'a itibâr edenlerin
sözüne göre, bakılır : Eğer hilâl görülen belde ile görülmeyen belde arasında,
metali' çeşitli olmayacak kadar yakınlık var ise, oruçlu olmak vâcib olur. Eğer
metali' çeşitli olacak kadar uzaklık var ise vâcib olmaz. Ulemânın çoğu metâli'a
itibâr etmemiştir.
Zeylaî (Rh.A.) : Eşbeh
(en uygun) olan itibâr olunmasıdır. Çünkü her topluluk, kendileri nezdinde olan
şeyle muhâtabdır. Hilâlin güneş ışığından ayrılması, çeşitli bölgelere göre,
değişir. Nitekim vaktin girmesi ve çıkması da bölgelerin değişik olmasıyle
değişir, demiştir.
Ben derim ki: Namaz bölümünün
başında geçen şu şey bunu te-yid eder: «Yatsı ve Vitr namazlarının vakitlerini
yitiren kimseye bu namazlar vâcib olmaz.»
Bu bâb, yemek, içmek ve
bunların benzeri gibi orucu bozan sebeb-leri açıklar. Yine bu bâb, ahkâma dâir
olan, kaza, keffâret veya yalnız kaza gibi, ifsadın neticesinde ortaya çıkan
durumu açıklar. Bil ki; bu bâb ile ilgili olan şeyde oruçludan meydana gelen
tüller üç kısımdır.
Birincisi : Mü I si d (bozucu) olmadığı
halde nıüfsid sanılan şeydir.
İkincisi : Orucu bozup
keffâret gerektirmeyendir.
Üçüncüsü : Orucu bozup
keffâret gerektirendir.
Musannif, bu üç kısmı
sırayla açıklayıp birincisini şu sözlerle zikretmiştir : «Eğer oruçlu unutup
bir şey yese veya içse veya cimâda bulunsa.» Buradaki «unutmak» lafzı
zikredilen üç şeyin hepsine şâmildir.
Ya da ihtilâm olsa veya
bakmak ile inzal olsa veya yağlansa veya sürme çekinse veya hacâmet ettirse veya
bir kimsenin gıybetini etse veya boğazına toz veya duman veya sinek girse -
gerekse o oruçlu kimse orucunu hatırlar olsun - veya oruçlu cünup olduğu halde
sabahlasa veya zekerinin deliğine yağ veya su dökse - bunu Zeylaî zikretmiştir
-veya kulağına su girse - su kaydı yağdan ayırdetmek içindir. Çünkü kulağına yağ
dökse orucu bozar. Bunu Zeylaî «Hızânetül-ekmel» den nakletmiştir - veya kasden
de olsa burnuna inen sümüğü içine çekip de boğazına götürse - Hulâsa'da böyle
zikredilmiştir. - bunlar ile o kimsenin orucu bozulmaz, «...orucu bozulmaz.»)
cümlesi «...yese veya içse...» cümlesinin cezası
(cevâbı) olur.
Musannif ikincisini şu
sözleriyle zikretmiştir : Şayet hatâen iftar etse - yâni, oruçlu kimse orucu
hatırlar olduğu halde kasıtsız, hatâen iftar etse - Nitekim oruçlunun mazmaza
ettiği zaman boğazına su ka-çıvermesi böyledir - Veya zorlanarak iftar etse ya
da oruçlu orucunu unutup yediğinde, unutarak yemiek orucu bozar sanıp kasden
yese veya oruçlu ihtıkân
yaptırsa veya burnuna ilâç döküp ilâç burnunun kemiğine ulaşsa veya kulağına yağ
damlatsa veya içe ulaşmış yaraya ilâç
sürse veya beyne kadar varan haşin yarığına ilaç sürüp de ilâç oruçlunun içine
veya beynine ulaşsa; veya çakıl taşı yutsa, veya bütün Bamazan'da, ne oruçlu
olmaya ve ne de iftar etmeye niyet etmese veya oruç için niyet etmeden
sabahlayıp yese; veya boğazına yağmur suyu ya da kar girse, veya ölü bir kadınla
cinsî temâsda bulunsa veya dört ayaklı bir hayvan ile fiilî temasta bulunsa veya
uyluğuna meni akıtsa, veya oruçlu kimse öpmek ya da okşamak İle inzal olsa -
Burada Musannif «...veya ölü bir kadınla cinsî temâsda bulunsa...» sözleriyle
zikredilen bu suretlerde inzal olmadığı takdirde kaza lâzıni gelmeyeceğini
kayıdlamıştır - Veya Ramazan orucunun edasından başka orucu ifsâd etse -
Ramazanın kaza orucunu veya Ramazandan başka eda orucunu bozsa, keffâret
gerekmez. Zira keffâret Ramazan'ın hürmetini terk hususunda gelmiştir. Çünkü
Ramazanı oruçtan hâli kılmak caiz değildir. Ramazan'dan başka zaman, Ramazanın
hılâfınadır. - Veya deli bir kadına cima olunsa (yâni gece oruca niyet edip de
gündüz oruçlu olduğu halde deliren bir kadına bir erkek cima etse), burada ma'nâ
böyle1 olması lâzımdır. Yoksa; ibareye böyle bir ma'nâ verilmemiş olsa delirmiş
bir kadının oruçlu olması nasıl mümkün olur? Veya uyurken bir kadına cima
yapılsa veya gündüzü gece sanıp sahur yemeği yese veya gündüzün sonunda iftar
etse, yâni vakti gece sanıp bu iki işi işlese, ve birincide fecr tulü' etmiş,
ikincide de güneş batmamış olsa, yukarıda sayılanlar için yalnız kaza eder. Bu
ifâde (yâni kaza eder, sözü), hatâen iftar etse sözünün cezası (cevâbı) dır.
Son ikisi, yâni gece
sanıp sahur ve iftar eden kimseler, günlerinin geri kalanım oruçlu geçirirler,
yâni imsak ederler. Nitekim, Ramazanı Şerîfde ikâmete, niyet eden müsâfir;
(yolcu, seferi) temizlenen hayizlı ve lohusa; ifâkat bulan deli ve sıhhat bulan
hasta; baliğ olan çocuk ve Müslüman olan kâfir de geri kalan günlerini oruçlu
geçirirler.
Zikredilen kimselerin
hepsi, o geçen günleri kaza ederler. Ancak baliğ olan çocuk ve Müslüman olan
kâfir kaza etmez.
Asıl şudur ki, gündüzün
sonundaki durumda olan kimse, gündüzün evvelinde olsa, vaktin hakkı için, kaza
yönünden oruçlu olanlara benzeyerek ona imsak lâzım gelir. Nitekim günün
bazısında hilâli gördüklerine şâhidler şehâdet ettiklerinde imsak lâzım geldiği
gibi. Gâ-yet'ul-Beyânda böyle zikredilmiştir.
İki sonuncular ki,
onlar baliğ olan çocuk ve Müslüman olan kâfirdir, iftar da etseler kaza lâzım
gelmeyeceğine sebeb; orucda sebebin günden ilk cüz olmasıdır. Fakat, o ilk cüz
sırasında onların ehliyetleri yoktur. Namaz bunun tersinedir. Çünkü namazda
sebeb, edaya mukârin olan cüzdür. Veya bir
cüzdür ki o cüzden sonra taharet ve tahrîme caiz olur.
Musannif, üçüncü kısmı,
«şayet Ramazan orucunu edâ ederken cima etse» sözü ile zikretmiştir. «Edâ»
kaydı, Ramazanın kazasından ayırdetmek içindir. Ya da iki yoldan birine cima
edilse veya oruçlu, bir şey yese ya da bir ilâç içse - yiyecek ve ilâç kaydı,
toprak ve taşdan ayırdetmek içindir - bunları oruçlu kasden yapsa, veya hacâmet
ettirip orucu bozuldu zannı ile iftar etse, kaza ve keffâret eder.
(Boynuz yapıştırarak)
kan aldırma (ihticâm) suretinde keffâre-tin .vâcib olmasına sebeb; Orucun
bozulmasının oruçlunun içine bir şeyin
ulaşmasıyla
olmasındandır. Çünkü
Resûlüllah
(S.A.V.) :
«Fıtr yâni orucun bozulması, giren şeyden
olur.»
buyurmuştur. Bu meselede giren bir şey de mevcûd değildir., Ancak, eğer bir
müfti onun orucunun bozulduğuna dâir fetva verirse, bu takdirde onun üzerine
keffâret lâzım gelmez. Çünkü, avamdan olan kimseye gerekli olan müftînin fetvası
ile amel etmesidir. Bu durumda her ne kadar şüphe, bizatihi hatâ ise de, onun
hakkında fetva şüphe olur. Eğer hadîs-i şerifi işitmiş ise ki o da Kesûlüllah'
(S.A.V.) in : «Hacim ve mahcûm iftar etmiştir.»
kavlidir. Ve o onun zahirine itimâd ettiyse de İmâm Muhammed (Rh.A.) «Keffâret
vâcib olmaz» demiştir. Çünkü Resûlüllah' (S.A.V.) in sözü müftînin sözünden
daha aşağı derecede olmaz. Şayet müftînin sözü bir özre uygun olursa,
Resûlüllah' (S.A.V.) in sözü evlâdır.
Fakat bazıları hadîs-i
şerifi şu şekilde te'vîl edip : Resûlüllah (S.A.V.), hacim ile mahcûm'a (yâni
kan alan ile kan aldıran kimselere) uğradı. Hacim ile mahcûm bir başka kimseyi
gıybet ediyorlardı. Bunun üzerine
Resûlüllah (S.A.V.) : «Hacim ile mahcûm iftar etmiştir.» buyurmuştur. Yâni
«Bunların ikisinin de oruçlarının sevabının gıybet ile gitmiş olduğunu
buyurmuşlardır.» demişlerdir. Bazıları; «Hadîs gıybet hakkındadır. Nitekim buna
Resûlüllah' (S.A.V.) in, hacim ile mahcûmu eşit tutması delildir. Zira kan
almakla hâcimin, yâni kan alanın orucu bozulmadığmda hüâf yoktur.» demişlerdir.
Mezkûr keffâret
sahibine misâl : Zıhâr keffâreti lâzım gelen kimse gibi. Zıhârın keffâreti, köle
azâd etmektir. Eğer kadir değil ise, iki ay peşipeşine yâni araya fâşıla
girmeksizin oruç tutmaktır. Eğer ondan da âciz ise altmış fakiri doyurmaktır.
[Çünkü Yüce Allah (C.C.) Kur'-ârw Kerîm'de;
«Kanlanın annelerinin
yerine koyup haram sayarak onları boşamak isteyip, sonra söylerinden
dönenlerin, ailesiyle temas etmeden bir köle azâd etmeleri gerekir... Azâd
edecek köle bulamayanın, ailesiyle temâsdan önce iki ay birbiri peşinden oruç
tutması gerekir. Buna gücü yetipeyen, altmış düşkünü doyurur.» buyurmuştur.]
Eğer oruçluya yemek,
su, veya safra kusmak galebe ederek kusarsa, o yemek, < su veya safra oruçlunun
ağzının dolusu olsun, olmasın, önce orucu bozucu değildir. Çünkü Resûlüllah
(S.A.V.) :
«Kime kusmak galebe
ederse, ona kaza yoktur. Her kim de kasden kusarsa, kaza etsin.» buyurmuştur.
Bu hususta, ağız dolusu
olup olmamak müsavidir.
Eğer ağzı dolup, orucu
hatırında iken kusmuğu geri giderse, sahih kavle göre, o kusmak orucu bozmaz.
Bu, İmâm Muhammed' (Rh.A.) in sözüdür.
Nihâye'de böyle zikredilmiştir. Çünkü burada iftarın ki o yutmaktır, sureti
yoktur. Ma'nâsı da yoktur. Çünkü âdet olarak, o kusmuk ile gıdalanılmaz. .
Ya da oruçlu kimse,
ağzı dolusu olan kusmuğu kendi geri çevirse yâni yutsa, çıktıkdan sonra içeri
sokmak bulunduğu için bil'icmâ İftar etmiş olur. Bu durumda, iftar etme şekli
gerçekleşmiş olur.
Eğer o kusmuk oruçlunun
ağzını doldurmazsa, bizim rivayet ettiğimiz hadîsden dolayı, iftar etmiş olmaz.
Her ne kadar oruçlunun kendi geri yutsa da, sahîh kavilde orucu bozulmaz. Çünkü
o oruçlu kimse, eğer az bir kusmuğu geri çevirmiş ise - İmâm Muhammed' (Rh.A.) e
göre - kendi fiili bulunduğu için, orucu bozulmuştur. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a
göre, dışarı çıkma bulunmadığı için oruç bozulmamış tır. Sahîh kavi de budur.
Zeylaî (Rh.A.) böyle zikretmiştir.
Eğer oruçlu kendi fiili
ile ağız dolusu kussa, bizim rivayet ettiğimiz hadîs-î şerîfden dolayı, bü'icmâ
iftar etmiş olur. Çünkü ResûlülIah (S.A.V.) : «Her kim kusarsa kaza
etsin.» buyurmuştur. Onda dönme ve geri döndürme
(çevirme) hükmü tasavvur olunmaz. Çünkü oruçlu kusmuk ile iftar etmiş, yâni
orucunu bozmuştur.
Eğer ağız dolusundan az
kussa, İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, bizim rivayet ettiğimiz hadîs mutlak
olduğu için, iftar etmiş olur. Zikredilen dönme ve döndürme hükmü İmâm Muhammed'
(Rh.A.) in kavline göre meydana gelmez. Sahîh kavle göre, iftar etmiş olmaz. Bu
söz, İrrfâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) un sözüdür. Dışarı çıkma (hurûc). bulunmadığı
için oruç bozulmaz. ^Ebû Yûsuf (Rh.A.) un kavline göre dönme ve döndürme hükmü
meydana gelir. Bundan dolayı musannif, «eğer kusmuk kendiliğinden geri gider
(döner) se» demiştir. Bizim zikrettiğimiz şeyden dolayı iftar etmiş nlmaz. Yâni
orucu bozulmaz. Eğer oruçlunun kendi geri çevirirse, onda iki rivayet vardır ;
Bir rivayette, dışarı çıkma <hurûc) bulunmadığı için, iftar etmiş olmaz. Diğer
rivayette, kendisinin fiili çok olmasından dolayı, iftar etmiş olur. (Bu
zikredilen yemek, su veya safra olduğu zamandır.) Fakat kusmuk balgam olursa,
İmâm A'zam (Rh.A.) ve İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, iftar etmiş olmaz. İmâm Ebû
Yûsuf (Rh.A.) a göre, eğer ağzı dolu olursa, temizliğin bozulmasındaki ihtilâfa
binâen, iftar etmiş olur.
Eğer oruçlu, dişleri
aralığında kalan nohut mikdârı eti yese, o orucu kaza eder. Keffâret lâzım
gelmez. Nohut miktarından daha azmi yese, o orucu kaza etmez. Keffâret de lâzım
gelmez. Ancak eğer o nohud miktarından daha az olan eti ağzından çıkarıp yese,
kaza lâzım gelir. Susam ve susamın benzeri bir dâneyi yese, iftar etmiş olur.
Ancak eğer o susam veya dâneyi çiğnerse, çiğnemekle onu yok ettiğinden iftar
etmiş olmaz.
Özürsüz, bir şey tatmak
ve çiğnemek mekruhtur. Tatmanın keraheti ise orucun bozulmasına yol açtığı
içindir. Fukahâdan bazısı demiştir ki : Kadının kocası kötü huylu ise o kadının
yemeği dili ile tatmasında mahzur yoktur. Fukahâ demişlerdir ki : Bu, farz olan
oruçtadır. Nafile olan oruçta ise mekruh olmaz. Çiğnemenin keraheti ise
tatmanın keraheti gibi, kendisinde orucu bozmaya mâruz bırakmak olduğu içindir.
Eğer kadının, çocuğuna yiyeceği, çiğneyip verecek oruçlu olmayan kimsesi yoksa;
pişmiş aşı ve sağılmış sütü bulunmamakla da özürlü ise, çocuğuna yiyeceği
çiğnemesinde mahzur yoktur.
Eğer oruçlunun
çiğnediği sakız olursa yine mekruhtur. Çünkü onda - yemeyi tatmakda olduğu gibi
- orucu bozmaya mâruz bırakmak vardır. Bir de sakız, çiğneyen kimse oruç
tutmuyor sanılacağı için mekruhtur. Çünkü bir kimse onu uzakdan görse, bir şey
yiyor sanır. Hu hususta denmiştir ki: Bu zikredilen hüküm, çiğnenen şeyden bir
şey ayrılmadığı surettedir. Eğer çiğnenilen şey ayrılırsa, orucu bozar. Çünkü
çiğnenmeyen parça dağılıp da oruçlunun karnına ondan bir şey gidebilir.
Eğer oruçlu nefsinden emîn
değil ise, başkasını öpmesi mekruhtur. Oruçlunun bıyığını yağlaması ve misvak
kullanması, misvakı zevalden sonra kullansa da, mekruh değildir. İmâm Şafiî'
(Rh.A.) ye göre, zevalden sonra misvak kullanmak mekruhtur. Çünkü misvak
ağızda olan kokuyu giderir.
Kendinden veya
çocuğundan korkan gebe veya emzikli kadının, hastalığının artmasından korkan
hastanın ve yolcu olan kimsenin (mü-safirin) oruç tutmaması caizdir. Cevazın
sebebi; Özür bulunduğu içindir. Zikredilen kimselerin, geçen günlerin orucunu,
özrün ortadan kalktığı günlerden yetiştikleri miktarı kaza etmeleri gerekir.
Kaza lâzım gelmesinin faydası, kazanın kaybedilmesi zamanında yemek yedirmek
(ifâm) ile vasıyyetin vâcib
olmasıdır.
Özür ile iftar edildiği
için, yâni oruç tutulmadığı için, keffâretsiz ve fidyesiz kaza lâzım gelir.
Çünkü fidye, kıyâsa aykırı olarak şeyh-i fânî hakkında vârid olmuştur. Fidyeden
başkası fidyeye kıyâs edilmez. Fidye, buğdaydan yarım sâ'dır. Hurmadan veya
arpadan bir sâ'-dır.
Müsâfirin ona zarar
vermezse, oruç tutması mendûbdur. Çünkü Yüce Allah (C.C.) Kur'ân-i Kerîm'de :
«Oruç tutmanız sizin
için daha hayırlıdır.»
buyurmuştur. Resûlüllâh (S.A.V.) in:
«Yolculukda oruç
tutmak, birr (itaat ve iyilik) değildir.» sözü ise güçlük durumuna hamledilmiştir.
Eğer o özürlü olanlar
özürlü oldukları esnada öl sele r. fidye île vasıyyet vâcib olmaz. Eğer özür
ortadan kalktıkdan sonra ölseler, ölünün velisi ölü adına, ölünün sağlığında
kazasına kadir olduğu hâlde geçip giden günler kadar fidye verir. Çünkü ölenden
geçip giden günler, şayet on gün olup da Ramazan'dan sonra da beş gün yaşayıp
ondan sonra ölürse, eğer o kimse ikâmet günlerinde sıhhatli ise, onun üzerine
Ramazan'dan sonra sıhhatli bulunduğu beş günün fidyesi lâzım gelir,
diğerlerinde lâzım gelmez.
Eğer ölen kimse
vasıyyet etti ise, velîsi ölünün malının üçtebirin-den fidye verir. Eğer velîsi,
ölü için fidye verdiği şeyi teberru ederse caizdir. Eğer velî, ölü için oruç
tutup namaz kılarsa, caiz değildir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Bir kimse (başka) bir
kimsenin yerine oruç tutmaz. Yine bir kimse (başka) bir kimsenin yerine namaz
kılmaz. Lâkin onun için yemek yedirebilir.»
buyurmuştur.
Keza, köle azadından
başkasıyle, yemin keffâreti ve kati keffâre-tinde de teberru' zikredilen
^gibidir. Yâni şayet (velîsi) yemin ve kati keffâretinde yemek yedirmek ve
giydirmek ile teberru'da bulunsa, caizdir,
KÖle azâd etmek
suretiyle teberru' caiz değildir. Çünkü onda ölünün rızâsı olmaksızın ona velâ
(mütevelli tâyini) ilzam etmek vardır.
Ayırmak (fasl) ile de
olsa, Ramazan kaza edilir. Yâni ayrı ayrı (yâni aralıklı) veya ardarda tutmak
caizdir. Vacibi uhdesinden sür'atle düşürmek için, müstehab olan ardarda tutmak
(vasi) dır.
Eğer özürlü kaza
tutarken diğer Ramazan gelse, o gelen Ramazanın orucunu tutar. Çünkü o gün, o
gelen Ramazarim edasının vaktidir. Diğer Ramazan edâ edildikden sonra, Önceki
Ramazan'dan kalanları kaza eder. Çünkü o, kazanın vaktidir.
(O, önceden kalan kazaları) fidycsiz kaza eder.
Çünkü kazanın vâcib olması terâhî (mühlet) üzeredir. Hattâ onun için, kaza
etmezden önce tatavvuan oruç tutmak caizdir. İnıâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre,
özürsüz geciktirirse fidye vâcib olur.
Vitre varıncaya kadar
her vakti geçen namazın fidyesi bir günün orucunun fidyesi gibidir. Sahih kavi
budur. Bu hususta; «Bir günün namazının fidyesi bir günün orucunun fidyesi
gibidir» diyenler de vardır.
Oruç tutmaya gücü
yetmeyen pîr-i fâni iftar eder ve fidye verir.
Yâni her gün için
keffâretlerde doyurduğu gibi, bir yoksulu doyurur. Eğer oruç tutmaya gücü
yeterse, kaza eder. Zira fidyenin hükmü iptal olur. Çünkü yerine geçme şartı,
aczin devamlı olmasıdır.
Edâen ve kazaen, kasden
başlanılan nafile orucun tamamlanması vâcibdir. Nafile Namazı bölümünde bunun
tahkiki geçmiştir. Eğer başlayan kinifse o nafile orucu bozarsa, onun üzerine
kaza lâzım gelir. Ancak, eğer yasaklanmış günlerde başlarsa tamamlamak vâcib
değildir.
Çünkü o günlerde
başlamak gerekmez.
Oruç tutulması
yasaklanmış günler; fıtr yâni Hamazan Bayramının birinci günü ile edhâ yâni
Kurbân Bayramının dört günüdür.
Nafile oruca başlayan
kimsenin, bir rivayette, özürsüz iftar etmesi yâni orucunu bozması caiz
değildir. Çünkü bu, amelin ihlâlidir. Yüce Allah (C.C.) :
«Amellerinizi ibtâl
etmeyiniz.»
buyurmuştur.
Diğer bir rivayette iftar caizdir. Çünkü kaza onun halefidir. Bu durumda ibtâl
edilmiş olmaz. Ziyafet bir özürdür. Yâni azhar rivayete göre, böyledir. İmâm
Hasan' (Rh.A.) in, Ebû Hanîfe' (Rh.A.) den rivayetine göre, ziyafet özür
değildir. Bu hüküm, ziyafetin sahibine ve ziyafete gidene şâmil olur.
Müsâfir iftara niyet
edip mukîm olsa ve niyetin vaktinde - ki o vakit dahve-i kübrâya (kuşluk
vaktine) varıncaya kadardır, zevalden Öncesi değildir -
oruca niyet etse sahîh olur. Orucdan murâd,
farz ve nafileye şâmil olandır. Bundan dolayı musannif «sahih olur» demiştir.
Çünkü farz ve nafile sıhhatte muhtelif değillerdir. Ancak vu-cûbda ve vucûbun
yokluğunda muhtelif olurlar. Bu durumda ma'nâ : «O oruca n nisa fi r ve mukîmin
ııiyycti sahih olur,» demektir.
Zikredilen niyet, şayet
Ramazanda olsa, oruç vâcibdir. Çünkü yolculuk; mukîm olan bir kimsenin üzerine
Ramazanda müsâfir olduğu günün orucunu tamamlamak vâcib olduğu gibi, ovucun
vâcib olmasını ortadan kaldırmaz.
Müsâfirin ikâmetinde ve
mukîmin yolculuğunda iftar etmelerinden dolayı keffârel yoktur, çünkü başında
ve sonunda şüphe vardır.
O da seferdir. Nitekim
fâsid nikâhda şüpheden dolayı had (ceza) düştüğü gibi.
Baygınlık günleri, bir
ay bile olsa, hepsi kaza edilix\ Çünkü o bir çeşit hastalıkdır ki, güçleri
zayıflatır, aklı yok etmez. Vücûbu ve edayı ortadan kaldırmaz. Ancak, o bayılan
kimse bayılmanın meydana geldiği günde veya gecesinde oruçlu bulunduğu için, o
günü kaza etmez. Çünkü zahir olan şudur ki: Müslümamn faydası bakımından uygun
olan, geceden niyet etmesidir. Hattâ Ramazanın hepsim yemek mutadı olduğu için
fâsık olsa, niyet bulunmayıp, sebeb mevcûd olduğundan Ramazanın hepsini kaza
eder.
Ramazanda delilikten i
fakat bulan kimse, geçen delilik günlerini
kaza eder. Çünkü sebeb,
Ramazan ayı'dır, o da vardır. Vucûbun bizzat ehliyyeti ise zimmetledir. Bu da
mânîsiz gerçekleşmiştir. Şu halde, şayet vucûb mânîsiz gerçekleşse, kaza
belirlenmiş olur.
Tamâmı delirme (cünûn)
ile geçirilmiş olan Ramazan ayının tamâmı kaza edilmez. Çünkü bu, Sıkıntı ve
güçlüğe sebeb olur. Bayılma bunun hilafıdır. Çünkü bayılma, âdeten-ay'ı tamamen
kaplamaz. Delirme ise çok kere ay'ı tamamen kaplar.
Mutlaka, yâni gerek o
kimse deli olduğu halde âkil baliğ olsun, gerekse âkil baliğ olup sonradan deli
olsun, deliliği Ramazan ayını tamamen kaplarsa kaza "etmez.
Bir kimse yasaklanmış
olan günlerde veya yılın bütün günlerinde oruç tutmaya nezr etse (adaşa), o nezr
sahih olur. Çünkü o kimse meşru bir oruca nezr etmiştir. Yasak, bundan başkası
içindir. O da, Yüce Allah' (C.C.) in da'vetine icabeti terk etmektir. Onun nezri
sahih olur.
Lâkin o kimse o nezr
ettiği günlerde ma'siyete yakınlıkdan sakınarak iftar eder ve o nezredilmiş
günlerin orucunu, vacibi düşürmek için kaza eder. Eğer o yasaklanmış günlerde
oruç tutarsa, caiz görülür ve uhdesinden
çıkar. Çünkü o kimse orucu üzerine aldığı gibi edâ etmiştir.
Eğer bir şeye niyet
etmeyip «Allah için şu günlerin veya yılın orucu benim üzerime olsun» dese, bu
mesele altı şekilde mütâlea edilir:
Ya bir şeye niyet
etmemektir veya yalnız nezre niyet edip yemine niyet etmemektir. Veya yalnız
nezre niyet edip, yemin olmamaya niyet etmektir. Zikredilen üç şekil bil'icmâ
nezr olur. Çünkü bu söz, sîgasıy-le nezrdir. Gerçekliği nezredenin azîmetiyle sabit olmuştur.
Eğer yemine niyet edip
nezr olmamasını dilerse, sözü yemîn olur. Çünkü yemin O'nun sözünün ihtimal
mahallidir. Ayrıca yeminini ta'yin edip ondan gayrisini uzaklaştırmıştır. Bu
surette iftar ederse, üzerine keffâret lâzım gelir. Nitekim yeminin hükmü de
budur. Eğer ikisine veya nezri ta'yin etmeksizin yemine niyet ederse, yemîn ile
beraber nezr olur. Hattâ iftar etse nezr için kaza eder ve yemîn için keffâret
vâcib olur. Çünkü söyleyenin nezri sîğasıyle nezrdir ve sebebiyle yemindir.
Burada, Fıkıh kitaplarında zikredilmiş olan işkâl-i
meşhur vardır. Burada anlatılmasına ihtiyâç yoktur.
Şevvâl'den altı günün
orucunu aralıklı tutmak mendûbdur. Yâni altı günlerin orucunu iftardan sonra
ardı ardına oldukları halde tutmamalıdır. Fukahâdan bazısı, ard arda
tutulmasını kerih görmüştür. Kerih gören îmânı Mâlik' (Rh.A.) tir. Bazısı da
kerih görmemiştir. Eğer bir kimse altı gün orucun aralarını Şevval ayı içinde
ayırırsa, o ayırma kerahetten ve Nasârâ'yâ benzemekten uzak olur. Hâniyye'de
böyle zikredilmiştir.
Eğer bir kimse belirli
olmayan bir ayın ardı ardına orucuna nezr edip başladıkdan sonra, bir günü iftar
etse, yeniden başlar. Çünkü o nezir vasıfla muhteliftir. Belirji bir aya nezr
etse, yeniden başlamaz.
Yâni eğer ayniyle bir
ayın orucuna nezr etse, bir gün iftar etmekle yeniden başlamaz. Hattâ orucun
hepsi vaktin gayrında vâki olmasın diye, o iftar ettiği günü kaza eder. Kâfî'de
böyle zikredilmiştir.
Bağlı (muallâk) olmayan
nezr, zamana ve mekâna, dirheme ve fakire mahsûs olmaz. Zamana mahsûs olmayana
gelince : Nezreden kimse : «Allah için Receb ayını oruç tutmak benim üzerime
nezr olsun» der, veya «Receb'i itikâf etmek nezrim olsun»* der, Receb'den önce
bir ayı oruç tutar veya itikâf eder, ya da
zikredilen şekilde, namazı söylerse, nezri caiz olur. İmâm Muhammed (Rh.A.) ve
İmâm Züfer (Rh.A.) «caiz olmaz» demişlerdir.
Yine «Allah için yarın
şu kadar para tasadduk etmek benim üzerime nezrim olsun» dese de onu içinde
bulunduğu gün tasadduk ediverse, bize göre «caiz olur.», İmâm Züfer' (Rh.A.) e
göre olmaz.
Mekâna gelince : O
nezreden kimse Mekke* (Kâ'be) de namaz kılmaya, i'tikâf etmeye, oruçlu olmaya
veya tasadduk etmeye nezr etse, ve bu zikredilenleri Mekke'den başka yerde
yapsa, bize göre caiz olur. İmâm Züfer (Rh.A.), bunun ayrı görüştedir.
Dirheme ve fakire
mahsûs olmayan ise şudur: Onun «Allah (C.C.) için bu dirhemleri tasadduk etmek
benim üzerime nezr olsun» veya «Bu fakire tasadduk benim üzerime nezr olsunu
demesidir. İmtdi o kimse o dirhemlerden başka dirhem tasadduk etse veya nezr
ettiği fakirden başkasına tasadduk etse, bize göre caiz olur. İmâm Züfer (Rh.A.)
ayrı görüştedir.
Bağlı (muallâk) nezr,
bağlı olmayan nezrin aksidir. Nezreden kimse, «Eğer filân kimse gelirse, Allah
(C.C.) için tasadduk etmek veya oruç tutmak veya namaz kılmak ya da i'tikâf
etmek benim üzerime olsun» dese, onun o kimse gelmezden önce nezr ettiği işi
yapması caiz olmaz. Fark şudur : Şüphesiz nezr, halde sebebdir; ve nezrin
altında dâhil olan, kurbet (yakınlık) olan şeydir. O ta'yinin değil, tasaddukun
aslıdır. Bu durumda ta'yin bâtıl olur, ona kurbet lâzım gelir. Bağlı (muallâk)
olan nezr bunun aksinedir. Çünkü taiîk nezrin sebeb olmasını meneder. O halde
ta'lîkden önce ta'cîl caiz olmaz.
Bir kimse Receb ayı orucunu
nezr etse de Receb ayı girdiği zaman hasta olup gücü yetmföse, ancak dha
hastalığına zarar vermek suretiyle gücü yetse, o kimse iftar edip Ramazan orucu
gibi kaza eder. Yâni dilerse o kazayı Recebe bitiştirir (vasi eder), dilerse
ayırır (fasl eder).
İtikat, lügat yönünden
durmak ve bir şeye devam etmektir.
Şer'an : Bir adamın
bir cemaatin mescidinde
durup kalmasıdır. Ya da bir kadının kendi evinde i'tikâf niyetiyle durup
kalmasıdır.
î'tikâf, nezredilmiş
olanda vâcibdir. Ramazandın son on gününde
Sünnet-î Müekkede'dir. Son on
günden gayrısmda
ınüstchabdır. Vâ-cîl> olan i'tikâfın
sıhhati için oruç şarttır.
Müstehab olan i'tikâfın
en azı, orucun şart kılnımaınası üzere -ki o İ mâ ut A'zam' (Rh.A.) dan zahir
rivayettir ve İmûmcyn (Rh.Aley-hîma) in seçtiklerindendir - bir saattir.
Müstehab olan i'tikâf için belli bir sınır yoktur. Hattâ eğer bir kimse mescide
girdiği zaman, mescid-den çıkışma kadar i'tikâfa niyet etse, i'tikâf sahih olur.
Çünkü nafilenin temeli kolaylık üzeredir. Hattâ nafile namazda,_ kıyama gücü
var iken oturarak kılmak caiz olur. Vâcib böyle değildir. İmâm Hasan' (Rh.A.) in
İmâm A'zam' (Rh.A.) dan rivayetine göre; «Müstehab olan i'tikâfda da oruç
şarttır.»
Vâcib i'tikâfın en az
süresi bir gündür. Şu halde i'tikâfa giren kimse o günde i'tikâfı kesse, o günün
i'tikâfını kaza eder. Çünkü o kimse i'tikâfa kasden başlayıp iptal etmiştir.
Mu'tekif, mescidden
ancak büyük ve küçük abdest gibi, insanın ihtiyâcı olan şeyler için çıkar. Çünkü
zarurî olarak sabit olan, miktâ-rınca takdir olunur. Yahut Cuma Namazı için
çıkar ki; o da onun en önemli ihtiyâcıdır. Bu durumda namaz için çıkması
zarûreten mubah olur.
Mu'tekif Cuma
Namazında, güneşin zevalini beklediği takdirde, i'tikâfda bulunduğu mescid
camiye yakın olursa, hutbe kaçmıyacak şekilde, güneşin zevali vaktinde çıkar.
Eğer i'tikâfa girdiği
yer camiye uzak ise, Cumaya yetişecek kadar vakitte çıkar. Güneşin zevalini
beklemez. Ancak, camiye ulaşıp iki rek'-at tahiyyet'ül-mescid ve dört rek'at
sünnet kılmak mümkün olacak vakitte çıkar. Cuma Namazından sonra hilaf üzere
olan sünnetleri kılacak kadar kalır. Yâni o sünnetler, İmânı A'zam' (Rh.A.) a
göre, dört rek'at ve İmâmeyn' (Rh.Aleyhima) e göre, altı rek'attır. Bundan fazla
kalmaz. Zira hacet için çıkmak sünnet hakkında bakîdir. Çünkü sünnet farza
tâbidir. Onları bitirdikten sonra kalmaya ihtiyâç yoktur.
Zikredilenden çok
kalmak, isterse bir gün bir gece olsun, i'tikâfı bozmaz. Çünkü i'tikâfı bozan,
mescidden çıkmaktır, camide kalmak değildir. Lâkin camide kalmak müstehab olmaz.
Zira mu'tekif i'tikâfı bir mescidde yapmayı kararlaştırmıştır, iki mescidde
tamamlamak uygun değildir. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.
Eğer mu'tekif mescidden
özürsüz, bir saat çıksa i'tikâfı bozulur. Çünkü çıkmak kalmaya aykırıdır. Bir
şeye aykırı olan şeyde, oruçta yemek, temizlikde hades gibi az ve çok eşittir.
İmâmeyn (Rh.Aleyhima); «Mu'tekif yarım günden çok çıkmadıkça bozulmaz»
demişlerdir.
î'tikâfda yemek, içmek,
uyumak, satmak ve satın almak caizdir.
Yâni i'tikâfda olan
kimse, mescidde bu işleri yapabilir. Yâni yer, içer, alır ve satar, bunu
mescidden başka yerde yapamaz. Lâkin alıp sattığı şeyi mescidde bulundurması
mekruhtur. Çünkü bunda zaruret yoktur.
Susmak (samt) orucu da
mekruhtur. Çünkü Resûlüliah (S.A.V.), susanın orucundan nehyetmiştir. Ebû Hamle'
(Rh.A.) ye susmak orucuna dâir sorulduğunda; «Oruçlu olup hiç kimse ile
konuşmamaktır» diye cevab vermiştir. İmânı Hamîdüddîn' (Rh.A.) de : «Susmanın
mekruh olması; mu'tekifin, susmanın Allah' (C.C.) a yaklaşma olduğuna inandığı
vakittedir. Aksi
halde mekruh olmaz.
Çünkü Rcsûlüllah (S.A.V.) :
«K»" susarsa kurtulur.» buyurmuştur. Bu hadîsi Abdullah İbn Ömer
(RAnhümâ) rivayet etmiştir.»
demiştir.
Konuşmak da mekruhtur.
Ancak hayr ile konuşmak mekruh değildir. Çünkü Yüce Allah' (C.C.)
«Habîbim, kullarıma
söyle, sözün en iyisini konuşsunlar.»
kavli şerifi, ma'nâsındaki umumîliğinden dolayı, mescidin dışında, mu'tekif
olmayanın ancak hayr ile konuşmasını gerektirir. (Ey Müslüman) sen mu'tekifi ne
sanırsın ki, mescidde hayırdan başkasını konuşması caiz olsun?
Gerek mescidde ve
gerekse mescidin dışında, her ne kadar geceleyin de olsa, cima, f'tikâfı ibtâl
e^der. Çünkü gece, i'tikâf mahallidir. Oruç böyle değildir: Veya mu'tekif,
i'tikâfı unutup eşi ile cimâda bulunsa, i'tikâfı bozulur. Zira i'tikâf,
mu'tekif olanların hâlini hatırla-tıcıdır. Unutmakla özürlü sayılmazlar.
Eğer inzal olursa,
fercden başkasında bile temas,
i'tikâfı ibtâl eder. Çünkü inzal, cima
ma'nâsınadır. Onunla oruç da bozulur. Eğer inzal olmazsa orucu bozmadığı gibi,
i'tikâfı da bozmaz. Yine i'tikâf öpmek ve dokunmakla bâtıl olmaz. Yâni
i'tikâfda iken öpmek ve dokunmakla inzal olursa, mutekifin i'tikâfı bâtıl olur.
Çünkü bu ikisi de cima ma'nâsınadır. Eğer inzal olmazsa i'tikâf bâtıl olmaz.
Cima, öpmek ve dokunmanın hepsi cinsî münâsebette bulunmanın sebeblerin-den
oldukları için, inzal oimasa dahi mu'tekife haramdır.
Bİr kimse, bir kaç
günün i'tikâfına nezr etse, geceleriyle beraber i'tikâf etmesi gerekir. Çünkü
günlerin toplu bir şekilde söylenmesi geçelerini de içine alır. Araplar arasında
«Ben bir kaç gündür seni görmedim» dendiğinde gece ile gündüz birlikte
kasdedilir. Her ne kadar ardı ardına yapmak şart kılınmadı ise de, bu i'tikâfı
ardı ardına yapmak gerekir. İki günün i'tikâfına nezrde ikisinde de geceleriyle
i'tikâf lâzım gelir. Çünkü ikişerde (tesniyede) çoğul ma'nâsı vardır. İbâdette
o, ihtiyaten çoğula dâhil edilir. İki şekilde de gündüzlerin i'tikâfına hassaten
niyet etmek sahihtir. Çünkü o gerçekten niyet etmiştir. Eğer bir kimse
Ramazan-ı şerifin i'tikâfına nezr edip o Ramazânı i'tikâfsız oruç tutsa, o nezr
ettiği i'tikâfın kazası maksûd (kasdedilen - kasdî) oruç ile vâcib olur. Hatta
p, nezr edilmiş olan i'tikâfı oruç ile beraber terk etse, ayın orucuna bitişmek
(ittisal) hükmen bakî olduğu için, bu orucun kazasında i'tikâf ile so~
rumlulukdan çıkar. «Câmlu'l-Kebir» de ve Şems'ül-Eimme'nin Usulünde böyle
açıklanmıştır. İ'tikâfın kazasının maksûd oruç ile vâcib olmasına sebeb :
Resûlüllah (S.A.V.) in :
«İ'tikâf ancak oruç ile
beraber vardır.»
kavliyle, i'tikâfın şartı olan oruç, aslî kemâle geri döndüğü içindir. O aslî
kemâl, i'tikâfı gerektiren nezr ile kasdedilen orucun müstekıllen vâcib
olmasıdır.
Musannifin, Hacc
bölümünü «Kitâb'ul-Haccı» ertelemesine sebeb; haccın, ibâdetlerin dördüncüsü
olup, mâlî ibâdet ile bedenî ibâdeti bir araya getirmiş olmasındandır.
Hacc, lügat yönünden
bir şeye kasd etmektir. Şer'an : Belli bir yeri (mekân-i mahsûsu), belli zamanda
(zamân-ı mahsûsda), i ili mahsûs ile ziyaret etmektir. İnşâ Allah-u Teâlâ
yakında açıklaması gelecektir.
Hacc, bir kere farz
kılınmıştır. Çünkü Yüce Allah' (C.C.)
«Ona bir yol
bulabilenlerin (gücü yetenlerin) Beyt'i hacc ve ziyaret etmesi Allah'ın
insanlar üzerinde bir hakkıdır.»
âyeti nazil olduğu zaman, Resûlüllah (S.A.V.) şöyle buyurmuştur :
«Ey-insanlar
haccediniz!» orada bulunanlar: Biz her yıl mı, yoksa bir kere mi haccedeceğiz?
diye sorduklarında Kesûlüllah (S.A.V.); «Hayır,
(ömürde) bir kere (haccedeceksiniz)» buyurmuşlardır.
Haccm vücûbunun
(farzıyyetinin) sebebi, Beyt'uHâh'dır. Nitekim usûlde şöyle anlatılmıştır : Hacc
için teaddüd (birden çok olma) yoktur.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.)
a göre, Hacc fevrî (hemen/imkân bulur bulmaz) farzdır. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e
göre ise ömrî (ömür boyunca) dir.
Usûliyyûn'un ıstılahında Hacc vakti, müşkil (şüpheli, muğlâk, zor) diye
adlandırılır. Çünkü onda mi'yârlık ve
zarflık yönü vardır.
«Hacc fevrî'dir», diyen
kimse; «Haccı geciktiren kimsenin fi'li kaza olur,» demez. «Terâhî iledir»,
diyen kimse de; «Haccı, farz olduğu ilk yıldan erteleyen kimse asla günahkâr
olmaz», demez. Aynen, bir kimsenin, namazı ilk vaktinden geciktirmesi gibi.
Belki mi'yârlık yönü, fevrî
olduğunu kabul eden kimseye göre üstündür. Hattâ bir kimse Haccı geciktirse,
fâsıktır, denilir ve şehâde reddedilir. Lâkin sonradan haccetse, Hacei edâ etmiş
olur, kaza c maz. Zarflık yönü, bunun aksini kaimi edene göre üstündür. Hatt
farz olduğu ilk yıldan' sonra haccı edâ etse, geciktirmek ve ertelemek] günahkâr
olmaz. Lâkin eğer hacc etmeden ölürse, o zaman günahkâ olur.
Hacc; hür, Müslüman,
mükellef ve sıhhatli kimse üzerine farzdu
Onun için lâzım olan eşyası yâni: Oturduğu ev, hizmetçi, e eşyası, elbise ve
bunların benzerlerinden ve dönünceye kadar âilesinii nafakasından fazla, yol
güvenliği ile beraber azık ve zahiresi, binecel ve yükünü yükletecek hayvanı
veya devesi olmasıdır. Kadın için, bi sefer mesafesinde (18 saatlik mesafede)
mahremi veya kocası bulun maşıdır. Mahrem : Kadının karabet veya süt emmek veya
müsâhere (yâni evlenme ile olan akrabalık) bakımından kendisiyle evlenmesi ke
sinlikle helâl olmayan kimsedir.
Bir çocuk ihrama
girdiği zaman baliğ olsa veya bir köle ihrama girdiği zaman azâd olunsa ve
haccın vakti böylece haccin ef'âli ile geçse, ikisinin de farzları sakıt olmaz.
Çünkü bunların ihramları nafile hacc yapmak için akdolmuştur, nafileyi edâ,
farzı edaya dönüşmez.
Baliğ olan çocuğun, vakfe
yapmazdan Önce ihramını farz için yenilemesi, üzerine vâcib olan haccı düşürür.
Azâd edilen köleninki böyle değildir. Çünkü onun ihramı yenilemesi, üzerine
vâcib olan haccı düşürmez. 'Zira çocuğun ihramı, ehliyeti olmadığı için lâzım
değildir. Kölenin ihramı lâzımdır. Kölenin, o ihramdan başkasını giyip hacca
bağlamakla o birinci ihramdan çıkması mümkün olmaz.
İhram giymek, Arafat'ta vukuf
(yâni durmak) ve ziyaret tavafıdır. Şayet bunlardan biri yok olsa, hacc bâtıl
olur ve gelecek yılda kaza vâcib olur. Birincisi, yâni ihram namazda olan
tahrîme (açış tekbiri) gibi şarttır. Geri kalan ikisi, yâni vukuf ve tavaf,
haccin rükünleridir. İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre, ihram dahî onlar gibi
rükündür. Hilafın faydası, hacc aylarından önce ihrama girmenin bize göre caiz,
İmâm Şafiî* (Rh.A.) ye göre, caiz olmadığında görülür.
Haccın vacibi,
Müzdelife'de vukuf d ur. Müzdeüfe'ye «cem'» adı da verilir. Bu
ikisiyle adlandırılmasının sebebi; Âdem Aleyhissa-lât-u ve's-selâm'ın, Hz. Havva
ile orada bir araya gelip Havva'ya yakın olmasıdır.
Yine, sa'y etmek, taş
atmak ve âfâkî yâni Mekke halkından olmayanlar için tavaf-ı s a der ve
tıraş olmak vâcibdir. Şayet bunlardan birini bir kimse terk ederse, haccı caiz
olur fakat ona kurban kesmek lâzım gelir.
Zikredilen farzlardan
ve vâciblerden gayrisi, sünnetler ve edebler-dir. İnşâAllâhu Teâlâ, hepsinin
açıklaması yakında yerlerinde gelecektir.
Hac ayları; Şevval, Zilka'de
ve Zilhicce'nin ilk on günüdür. Hac ayları
bunlar olduğundan, bunlardan önce hacc için ihram giymek mekruhtur.
Umre sünnettir. O, Ka'be'yi
tavaf ve Safa ile Merve arasında sa'y etmektir. Umre yılın tamamında caizdir.
Umre, Araf e gününde ve Ara-feden sonra gelen dört günde ise mekruhtur. Çünkü o
günler haccın ve ona bağlı olan şeylerin vakitleridir.
İhramın inikatları;
insanın ancak ihramlı olarak geçtiği yerlerdir. Mîkâtlar şunlardır :
Zü'MIuleyfe :
Medînelilerin mîkatıdır.
Zât-ı Irk :
Iraklıların mîkatıdır.
Cuhfe :
Şam, Mısır ve Mağriblilerin raikatıdır.
Kara :
Muğrib'ül-Lüga'da râ'nın sükûniyle ve Sıhâh-ı Cev-herî'de râ'nm fethiyledir.
Burası, Necidli
lerin mîkatıdır,
Yelenılem :
Yemenliler ve bu yerlerin halkından olanlar için mîkattır.
Bu yerler, buraların
halkından başka, bu yerlere uğrayanlar için de inikatlardır.
İhramı, zikredilen
inikatlara gelmeden önce giymek caizdir. Yoksa Mekke'ye girmek isteyen kimse
için, gerek Hacc ve Umre ve gerekse başka ihtiyâç için olsun, o mî katlarda
ihramı tehir etmek caiz değildir.
Girmek istemek ( k a s
d ) ile kaydın sebebi şudur : Mekke'ye girmeyi kasdetnıeyenin ihrâmh olması
gerekmez. Nihâye'de böyle zikredilmiştir.
Ma'lûm olsun ki:
Beyt'ullâh muazzam (ta'zîm, azamet sahibi) ve müşerref (teşrif, şeref sahibi)
olunca kendisine Mekke bir kale, harem bir
hisar, harem'e de mîkatlar avlu (harem) olarak kılınmıştır. O mîkatlara ulaşan
kimse için, oraları ancak ihrâmh geçmek caizdir. ,
.
.
Ancak, eğer Mekke'ye
girmek isteyen kimse nrîkatten içeride olursa, onun nıîkâti jhıll'dır. Yâni
şayet mîkattan içeride ve Mekke'den dışarıda olursa onun için mîkat denen
yerdir ki o da mîkatlar ile harem arasındadır.
Mekke halkından olan
kimseye Hacc için mSkat, haremdir. Umre İçin mll'dır. Çünkü Hacc Arafâttadır.
Arafat ise hıll'dadir. Bu durumda o kimsenin ihramı haremdendir. Umre ise
haremdedir. Bu şekilde onun ihramı hıll'dandır. Bu da o kimse için bir çeşit
yolculuk meydana gelmesi içindir.
İhrama girmek isteyen
bîr kimse, abdest alır. Gusl etmesi daha iyidir (müstehabdır). Temiz izâr ve
ridâ giyer, güzel koku
sürünür, ve iki rek'at namaz kılar.
Yalnız Hacca niyet eden
kimse şöyle der:
«AUâhümme innî üridüi
hacce feyessirhü Iî vetekabbelhü minni»
«Yârabbi, ben Haccetmek
istiyorum. Bunu bana kolay kıl ve benden kabul buyur.» Bundan sonra Telbiye
okur ve Hacca telbiye ile niyet eder. Telbiye «lebbeyk» demektir. Lebbeyk
«Tesniye — ikil» laf-zıyle gelmiştir. Bundan maksâd birbiri ardına icabeti
çoğaltmaktır. Ma'-nâsı: «Ben, ikâmetten sonra ikâmet etmek suretiyle tâatmda
mukîm olurum» demektir. Bu «Elebbe bil mekânı ve lebbe bihî» den gelir. Bir
kimse bir yerde durup ayrılmaz şekilde ona bağlandığı zaman, böyle denir.
Telbiyeden murâd şu
duayı okumaktır:
«Lebbeyk AUâhümme
lebbeyk; lebbeyke lâ şerîkeîeke lebbeyk, in-nelhamde venni'mete leke vel'mülke
lâ şerîkeîeke.»
«Allah'ım, ben Sen'in
emrine her zaman itaat ederim. Sen'in için ortak yoktur. Da'vetine dâima saf
kalblilikle ve doğrulukla uyarım. Şüphe yok ki hamd de, nimet de, mülk de; San'a
mahsûstur, Sen'in ortağın yoktur, Allah'ım.» demektir. Hacca niyet bununla
başlar.
Bu duadan bir şey
eksiltmek caiz değildir. Eğer bundan fazla olursa caizdir.
Hz. Ömer' (R.A.) den rivayet .edilen telbiye şudur
;
«Lebbeyk zenna'mâi
velfadli'l haseni, Iebbcyk mağruben ve mer-hûben üeyke.»
Ma'nâsı: (Tekrar tekrar
icabet Sana... Ey nimet ve güzel fazilet sahibi. Senden korkarak ve Sana can
atarak tekrar tekrar icabet Sana.)
Şayet muhrint olan
kimse Hacc veya Umre için niyet edici olduğu halde telbiye etse veya nafile bir
bedene taktîd etse, O kimse telbiyede muhrim olduğu gibi, bununla da ihrama
girmiş olur. Taklîd : Bedenenin boğazına kilâde bağlamaktır. Bedene, Mekke'de
kurbân edilen de-* veye veya sığıra derler. Ya da nezr ettiği bir bedeneye veya
bir avın cezası olan bir bedeneye kurbanlık nişanı taksa veya av cezasına
benzer yâni geçmiş yılda cinayet sebebiyle vâcib olmuş kurbân gibi bir bedeneye
gerdanlık (kılâde) taksa ve o bedene ile beraber Haccı murâd ederek yoneîse
veya o bedeneyi ileri göndererek sonra yönelip bedeneye yetişse veya o bedeneyi
mut'a yâni Umre ile Haccı beraber yapmak için gönderip ihram niyetiyle yönelse,
her ne kadar o mut'aya yetiş-mese de o kimse şüphesiz ihrama ^girmiş (muhrim)
olur. Burada, «...İhrâm'a girmiş olur.» cümlesi, «...Niyyet edici olduğu halde
telbiye etse...» cümlesinin cevâbı (cezası)
dır.
Bunun aslı şudur :
Hacca başlamak sadece niyet ile hâsıl olmaz. Çünkü niyet ancak fiil ile beraber
olursa sahîh olur. Bu durumda, eğer niyet telbiyeye bitişik (beraber) olursa, o
kimsenin niyeti sahîh olup, muhrim olur. Eğer hayvana nışân koyma, Hacca
yönelmek ile beraber bitişik olursa, onun niyeti fiile bitişik olduğundan
başlamış olur. Fiilin niyete bitişik olması, ihramın Özelliklerindendir. Çünkü
nişan koyma (taklîd), şevkle beraber Haccın fiülerindendir. Vikaye sahibinin :
«Veya nafile bir bedene taklîd etse (nişan koysa)» sözünü babın sonunda îrâd
etmesinin yeri uygun değildir. Nitekim bu husus aşikârdır.
Eğer bedenenin hörgücünü,
kurban olduğu bilinmesi için yararsa veya
sırtına bir çul atarsa ya da bedeneyi Hacc mut'asından gayrisi için gönderip
kendisi ona yetişmezse veya bir koyuna nışân korsa, o kimse muhrim olmaz.
Muhrim ihramdan sonra
refes'den sakınır. Refes cimâ'dır. Çünkü, Yüce Allah (C.C.) :
«Oruç tuttuğunuz
günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size helâl kılındı.»
buyurmuştur.
Bazıları : «Refesden
maksâd, çirkin sözdür. Çünkü çirkin söz, ci-mâın sebeblerindendir. Cima' gibi o
da haram olur,» demişlerdir. İh-rânıh yasaklardan ve suç sayılan şeylerden
sakınır. Yasaklar (menâhî) mutlak olarak haramdır. Ancak ihramda haram olması
namazda ipekli libâs giymek ve Kur'ân kıraati ile coşmak (çığlık atmak) gibi
daha şiddetlidir. Hacda cidalden de sakınmak gerekir. Cidal: Arkadaştan,
hizmetkârları ve kiracıları ile çekişmektir.
İhrâmh kimse deniz avı
değil, kara avı öldürmekten sakınır. Çünkü Yüce Allah (C.C.) :
«İhramda bulunduğunuz
müddetçe size kara avı haram kılındı.»
buyurmuştur.
O ava eli ile işaretten
ve avcıya delil olmaktan da sakınır. İşaret, huzurda olan av için; delâlet
hâzırda bulunmayan için gerekir.
Muhrim ihramdan sonra
güzel koku sürünmekten, tırnaklarını kesmekten, yüzünü ve başını örtmekten,
başını ve sakalını hatmi çiçeği ile yıkamakdan sakınır. Hatmi nebatı yâni « h 11
m î » ile kay'dolmasının sebebi: O çiçeğin güzel kokusunun olmasıdır. İmâm
A'zam' (Rh.A.) a göre, o, güzel koku hükmüne girer. İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e
göre, başda olan zararlı böcekleri öldürür. Bu durumda ondan kaçınılır. Hilafın
fâidesi (semeresi), dem (kan akıtmak, kurban) vâcib olmakda ortaya çıkar. İmâm
A'zam' (Rh.A.) a göre, kurban vâcib olur. İmâ-meyn' (Rh.AIeyhimâ) e göre sadaka
vâcib olur.
Yine muhrim, sakalını
Jkırkmaktan; başını tiraşdan; bedeninin kılını tıraşdan; gömlek, don, dikilmiş
katlan, sank ve mestlerini giymek-den sakınır. Ancak, eğer pabuç bulamayıp
mestlerin topuğundan aşağısını keserse olur. Güzel kokulu şey ile boyanmış olan
Hbâsdan da sakınır. Ancak güzel kokulu boya ondan gittikden sonra giyebilir.
Hamama girmekden, Beyt'in gölgesinde oturmakdan ve mahmude gölgelen-mekden
sakınmaz.
Mahmil: Birinci mîm'in
üstünüyle ve ikinci nrîm'in esiresiyledir. Birinci mîm'in esiresiyle ve
ikincinin üstünüyle olursa, büyük hevdec'e
derler, büyük mahfedir.
Beline kemer
bağlamakta, yâni muhlimin dikilmiş olsa da onu böğrüne bağlamasında mahzur
yoktur.
Namaz kıldıkdan sonra
yüksek sesle telbiyeyi çokça söyler. Ya da yüksek bir yere çıkarken veya bir
dereye inerken veya râkiblere (binek-lilere) rasladığında veya seher vaktinde
yüksek sesle çokça telbiye eder.
Mekke'ye girdiği zaman,
Mescid-i Haram ile başlar. Beyt-i Şerifi (Ka'be'yi) gördüğü vakitte tekbîr ve
tehlîl eder. Ondan sonra, tekbir ve tehlîl edici olduğu halde ve namazdaki gibi
iki ellerini kaldırarak Ha-cer-i Esvede yönelir (istikbâl eder) ve onu istilâm
eder. Yâni iki elleri ile Hacer-i Esved'e yapışır ve öper. İstilâm : Fukahâya
göre, iki avuç içini taşın üzerine koyup ağzı ile öpmeğe derler. Eğer öpemez
ise, iki avuç içi ile mesh eder.
Eğer Müslümanlara ezâ
etmeksizin istilâma kadir olursa yapar» eğer kadir olmazsa eli ile mesh edip
elini öper. Eğer bu ikisini de yapamazsa, tekbir, tehlîl; Yüce Allah' (C.C.) a
hamd ve Nebî-i Ekrem' (S.A.V.) e salevât okuyarak Hacer-i Esvede yönelir.
Muztabi' olduğu halde, yâni ridâsını sağ koltuğu altına alıp ucunu sol omuzu
üzerine atmış şekilde, kudüm tavafını yapar. Hatîm'in arkasından tavaf eder.
Hatim, altın oluk tarafında duvardan bir parçadır. Hatîm, «kırmak» ma'nâsına
gelen «hatm» dendir. Hatîm denmesinin sebebi, Beyt'den kırılmış bir parça
olduğu içindir. Çünkü başlangıçta ö, Beyt; yâni (Ka1-be) 'den idi. Böyle olduğu
için arkasından tavaf edilir.
Hattâ, bir kimse
tavâfda hatîm ile Beyt-i şerîf aralığına girse, ihtiyâten caiz olmaz. Lâkin,
eğer bir musallî yalnız hatime yönelse yine caiz değildir. Çünkü Ka'be'ye
yönelmenin farzıyyeti Kitâb'ın (Kur'ân'-ın) nassı ile sabit olmuştur. Bu durumda
ihtiyaten, haber-i vâhid ile sabit olanlarla edâ edilmez.
Ka'be'nin kapısını
takib eden yönü tutarak yâni tavaf eden kimsenin sağ tarafını takîb eden yönü
alarak - ki Hacer-i Esved'e yöneldiğinde tavaf edenin sağı kapı yönüne oîur, -
Hacer-i Esved'den başlar. Bu yöne giderek, Hacer-i Esved'den Ka'be'nin kapısına
kadar olan aradaki şeye mültezemı denir.
(Hacı) yedi kere tavaf
eder. Ancak Ük üç tavâfda
Hacer-i Esved'den Hacer-i Esved'e kadar remel eder. Remel; iki saf fin arasında
salına salına yürüyen bahâdır (yiğit) gibi, yürürken İki omuzu silkmektir. Bu
üç tavaf, ıztıbâ ile
olur. Bu silkinme, Müşrikler; Yes-rib (Medine) humması, Müslümanların
bedenlerini zayıflatmış, dedikleri vakitte, müşriklere, yiğitlik göstermek
sebebiyle yapılmıştı. Bilâhare, sebebin ortadan kalkmasından sonra, Resûlüllah*
(S.A.V.) in zamanında ve ondan sonra hükmü bakî kalmıştır. Tavafın geri kalan
dördünde, tavaf eden kimse kendi yürüyüş biçimi üzere yürür.
Tavaf eden, Hacer-i
Esved'e her uğrayışinda, yukarıda anlatılan istilâmı yapar. Rükıı-ü yemânî'yi
istilâm mendûbdur. İmânı Muham-med' (Rh.A.) den, rükn-ü yemânî'nin istilâmı
sünnettir, diye rivayet edilmiştir. Bu ikisinden başkası istilâm olunmaz. Tavafı
bitirmek, Hacer-i Esved'in istilâmı İle olur. Bundan sonra Makâm-ı İbrahim
yanında veya Mescid-i Harâmfm bir başka yerinde her yedi şavttan sonra iki
rek'at namaz kılmak vâcib olur. Bu tavafa, tavaf-ı kudüm ve tavâf-ı tahiyye adı,
verilir. Âfâkî olanlar (yâni Mekke halkından olmayıp dışarıdan gelenler) için
sünnettir.
Tavaf eden, namazdan
sonra dönüp Hacer-i Esved'i selâmlar. Mes-cid'den çıkıp Safâ'ya'gider.
Beytullâh'a yönelerek tekbîr, tehlîl; salâtü selâmda bulunur ve iki ellerini
kaldırıp dilediği duayı eder. Ondan sonra Merve tarafına doğru yürür ve iki
yeşil milin (işaretin)
arasında sa'y eder, Merve üzerine çıkar ve Safa üzerinde yaptığı işi Merve
üzerinde de yapar. Zikredildiği üzere bunu yedi kere yapar. Safâ'-dan başlayıp
Merve'de bitirir. Yâni Safa'dan Merve'ye
kadar bir şavttır. Sonra Merve'den Safâ'ya kadar diğer bir şavttır. Sa'yın
başlanılması Safa'dan ve bitirilmesi - ki o yedinci sa'ydîr - Merve üzerinde
olur. Sahih olan kavi budur.
Diğer bir rivayette :
Safa'dan Merve'ye ve Merve'den Safâ'ya bir şavt' (bir tur) dır. Bu takdirde
bitirme Safa üzerinde olur. Ondan sonra (hacı) Mekke'de ihramU olarak oturur.
Beyt'ullâh'ı dilediği kadar nafile tavaf eder. İmâm yâni halîfe veya naibi,
Zi'1-hiccenin yedinci günü zevalden ve Öğle Namazından sonra hitabet eder.
Malûm olsunki : Hacda
üç hutbe vardır.
Birisi, terviye gününden bir gün öncedir. Bu yukarıda zikredilendir. İmânı bu
hutbede insanlara haccın menâsikini, Mina'ya çıkmayı, Arafât'da kılınan namazı
ve Arafât'dan geri dönmeyi öğretir. Zi'I-hicce ayının sekizinci günü Sabah
Namazını Mekke'de kılınca, Mina'ya çıkılır. Sekizinci günün fecri, terviye
gününün tan vaktidir. Terviye diye adlandırılmasına se-beb, Hacılar o günde
develeri suya kandırdıkları yâni suladıkları içindir.
Arafe gününün Sabah
Namazı vaktine kadar Mina'da kalınır. Ondan sonra Arafat dağına gidilir. Arafat
dağının tamâmı mevkıf (durulacak yer) dır. Ancak, hadîsde rivayet edilen şeyden
dolayı Batn-ı Ura-ne
durak (vakf) yeri değildir.
Zevalden sonra, Öğle
Namazından önce imâm (Halîfe) iki hutbe okur. Bu hutbe Haccıtı ikinci
hutbesidir. Cuma Namazının hutbesi gibi okur. Yâni iki hutbe arasında imâm
oturur. İmâm bu hutbede Arafât'-da ve Müzdelife'de vukufu, cemre atmayı, kurbân
kesmeyi, tıraş olmayı ve ziyaret tavafını öğretir. İmâm Öğle Namazı vaktinde bir
ezan ve iki ikâmetle, Öğle Namazını ve İkindi Namazını kılar. Zeylaî (Rh.A.)
böyle zikretmiştir.
Şayet bir kimse Öğle
Namazını yalnız veya imâm veya naibinden başka bir cemaat ile kılsa - bu tefrî
(hüküm) Vikaye sahibinin tefrî'in-den daha güzeldir. Nitekim bu husus dirayet
(ilim) ehline gizli değildir - ondan sonra o Öğle Namazını kılan kimse Hacc
için muhrjm olsa, Öğle ile İkindinin arasını bir vakitte birleştirmesi caiz
olmaz. Ancak İkindi Namazını vaktinde kılmak caiz olur.
Ondan sonra imâm,
sünnet olan bir gusl ile vakfeye gider. İmâm, devesinin üzerinde, Cebel-i
Rahmet'in yakınında Ka'be'ye
yönelerek vakfeye
durur. Cehd ile duâ eder ve Haccın menâsikini insanlara öğretir. İnsanlar da
imâmın ardında, yakınında Ka'be'ye yö-nelip imâmın sözüne kulak verip dinleyerek
vakfeye dururlar. Güneş battıkdan sonra Müzdelife'ye
gelirler. Müzdelife'nin hepsi durak yeridir. Ancak Muhassir
deresi, durak yeri (mevkıf) değildir. İmâm, Cebel-j Kuzah yanına iner. Akşam
Namazı ile Yatsı Namazını ezan ve ikâmetle kılar. Burada Akşam ile Yatsı Namazı,
Yatsı vaktinde bir arada kılınır. Akşam Namazı yolda veya Arafat'ta eda
edilirse, fecr tülü1 etmediği müddetçe iade edilir. Eğer Akşam Namazı, Yatsı
Namazı vaktinden önce kıhmrsa, İmâm A'zam (Rh.A.) ve İmâm Mu-hammed' (Rh.A.) e
göre caiz değildir. Fecrin tulûundan önce iadesi vâ-cibdir. Çünkü cevazın
yokluğuna dair hükm, Yatsı ile bir arada kılmanın faziletine yetişmek içindir.'
Bundan dolayı onun vakti, fecrin tulûuna varıncaya kadardır. Şayet onu Yatsı
Namazı ile beraber bir arada kılmanın imkânı yok olursa kaza düşer. Çünkü kaza
vâcib olsa, ya bir arada kılmanın (cem'in) faziletinin kazası vâcib olur - bu
ise muhaldir, çünkü bunun benzeri yoktur. - veya namazın kendisinin kazası
vâcib olur. Namazın kendisi ise vaktinde eda edilmiştir. Onu kaza etmenin de bir
sebebi yoktur. Sabah Namazını gales'de yâni gecenin sonundaki alaca karanlıkta
kılar. Ondan sonra vakfe yapıp tekbir, tehlîl, telbiye ve tasliye edip duâ
yapar. Müzdelifc'de bu vakfe vâcibdir. Hattâ özürsüz terk etmekte dem (kan
akıtmak, kurban) vâcib olur. Sabah ortalık ağardığı vakit Mina'ya gelinir.
Batn-ı Vâdî'den
yedi aded ufak taş cemret'ul-akabeye atar. Yâni hazfen yedi çakıl taşı atılır.
Hazf; parmaklar ile çakıl taşı atmaya derler. Muğrib'ul-Lüga'da : Atarken baş
parmağı şehâdet parmağının ucuna koymaktır, denmiştir.
Her bir çakıl taşını
atmada tekbir alınır ve şu duâ okunur :
Bismîllâhi Allâhu
Ekberu rağmenliş'şeytani vehizbihî AUâhüm-mec'al haccî mebrûren ve sa'yı
meşkûren ve zcnbî mağfûren.»
Ma'nâsı : «Büyük olan
Allah'ın adıyla başlayarak şeytanı kahır ve Allah'ın rızasını murâd ederek bu
taşı atarım. Yâ Kabbi! Haccımı makbul, sa'yımı meşkûr ve günâhımı mağfur
(bağışlanmış) kıl.» demektir.
Hacc-ı ifrâdı yapan
kimse telbiyesini, cemre-i akabenin
taşlarından ilk taş ile keser, ondan sonra, dilerse kurban keser. «Dilerse»
denmesine sebeb; hacc-ı ifrâd yapan kimsenin kurbânının tatavvu' olmasındandır.
Söz ise hacc-ı ifrâd yapan hakkındadır. Ondan sonra başının kılını parmak ucu
miktarı kırkar. Tıraş olması efdaldir. Kadınlardan gayrisi Hac'da yasaklananlar
helâl olur.
İmâm, Zi'1-hiccenin
yedinci gününde yaptığı gibi, hutbe okur. Bu, üçüncü hutbedir. Bu hutbede,
Mina'dan çıkışı ve sader tavafını öğretir. Ondan sonra ziyaret için tavâî eder.
Ziyaret tavafının farz olduğu daha önce geçmişti. Eğer o Nahr günlerinin birinde
remel ve sa'yi evvelki tavâfda yaptı ise, remelsiz ve sa'ysiz, yedi şavt ile
tavaf eder. Eğer evvelki tavâfda remel ve sa'yi yapmadı ise, ziyaret tavafını,
zikredil-diği üzere, remel ve sa'y ile beraber yapar. Eğer ziyaret tavafını nahr
günlerinden sonraya bırakırsa, dem vâcib olur. İnşâAllâhu Teâlâ, bunu yakında,
cinayetler babında açıklıyacağız. Ziyaret tavafının ilk vakti nahr gününün
fecrinin tulûundan sonradır. O nahr gününde tavaf, diğer nahr günlerinden
efdaldir. Bu ziyaret tavafını yapmakla nikâhlı kadınları ona helâl olur. Ondan
sonra yine Mina'ya gelir ve nahr günlerinin ikinci gününün zevalinden sonra
üçüncü cemreyi taşlar. Hayf mescidini takib eden cemreden başlanır. Ondan sonra
Akabe'yi takib eden cemre taşlanır. Yedişer yedişer çakıl taşları atılır. Her
taş atışta tekbir alınır. Durur, Yüce Allah' (C.C) a hanjd ve sena, tehlîl,
tekbîr ve Nebi (S.A.V.) Hazretlerine salavât okur. Bu duruş öyle bir taşlamadan
sonra olur ki, ondan sonra yalnız bir taşlama kalır. Yâni birinci taşlamadan ve
ikinci taşlamadan sonra durur. Üçüncü taşlamadan sonra durmaz. Nahr gününün
taşlamasından sonra da durmaz. (Hacı), ellerini kaldırarak haceti için dua eder.
Ondan sonra ertesi günü, yine böyle ertesinin ertesi günü, eğer eğlenirse
zikredildiği şekilde amel eder. Bu eğlenme müstehabdır.
Eğer dördüncü günde,
zevalden önce taşları atsa caiz olur. O kimsenin dördüncü günün fecrinin-
tulûundan önce Mina'dan Mekke'ye çıkması caizdir. Fecrinin tulûundan sonra
çıkmak caiz değildir. Eğer fecrinin tulûuna kadar durursa, ona cemreleri
taşlamak vâcib olur.
Binici olduğu halde taş
atmak caizdir. İki evvelki cemrelerde yâni hayf mescidini takib edende ve sonra
onu izleyende yaya olarak taş atmak efdaldir. Cemre-i akabede ise yaya olarak
taş atmak efdal değildir.
Taş atma gecelerinde
Mina'da yatmamak mekruhtur. Çünkü Re-sûlüllah (S.A.V.) taşlama gecelerinde
Mina'da yatmıştır. Hz. Ömer (R.A.), taşlama gecelerinde orada kalmayı terk edeni cezalandırırdı.
Yine.malını ve
ihtiyâçlarını kendinden önce Mekke'ye gönderip kendisinin Mina'da taş atmak
için kalması da mekruhtur. Çünkü bu durum kalbinin malı ile meşgul olmasına yol
açar.
Mekke'ye döneceği zaman
muhassaba iner. Muhassab bir
yerin adıdır. Ona Ebtah'da derler. Resûlüllah (S.A.V.) oraya inmişti. Ondan
sonra sader için yedi şavt üzere, remelsiz ve sa'ysiz tavaf eder. Bu vâcibdir.
Yalnız Mekke'lilere'vâcib değildir" Sonra zemzemden
içer ve Ka'be'nin eşiğini öper. Göğsünü ve
yüzünü rnültezem üzerine koyar. Mültezem, Hacer-i Esved ile Beyt'ullâh'ın
arasıdır. Ka'be'nin örtüsüne yapışıp bir müddet ihtimamla duâ edip Ka'be'den
ayrılacağı için ağlar. Mescidden çıkıncaya kadar geri geri yürüyüp döner.
Mekke'ye
girmezden önce Arafat'ta vakfe eden kimse için kudûm tavafını terk etmek
caizdir. Terk etmekle üzerine bir şey lâzım gelmez. Çünkü kudüm tavafı
sünnettir.
Bir kimse Arafe gününün
zevalinden sonra Nahr gününün sabahına kadar olan zaman içinde bir müddet
vakfeye dursa veya gece uyku ile veya gece bayılma ile geçse ya da bulunduğu
yerin Arafat olduğunu bilmese vakfesi sahih olur. Çünkü Haccın rüknü olan vukuf
mevcuttur.
Hacc-ı ifrâd yapan
kimsenin arkadaşı, onun için tehlîl ederse sahih olur. Çünkü o arkadaş,
arkadaşlık yapmaya aralarında anlaşmış-larsa, her birinin diğerinden bizzat
yapmaktan âciz oldukları şeyde yardım isteyebilir. İhram bu seferde maksûd.
(kasdedilmiş) dur. Onunla izin delâlet yönünden sabit olur. Çünkü şayet bir
insan dostu için ihrama girmeye izinli kılınıp da sonra o dostu bayılsa veya
uyuşa onun için ihrama girdiğinde ittifakla sahih olur. Bu da onun gibidir:
Şayet o bayılmış olan kimse ayılsa veya uykudan uyansa ve Haccın fiillerini
yerine getirse câîz olur. O arkadaş bü'asâle (asaleten) kendisi için ve
binniyâbe (vekâleten) diğeri için muhrîm olur. Bir kimse Arafat'ta vakfe
yapmasa, onun Harcının vakti geçer. Gelecek yıl tavaf eder, sa'y eder ve
tehallül edip (İhramdan çıkıp) kaza eder.
Kadın da, zikredilen
hallerin hepsinde erkek gibidir. Lâkin kadın yüzünü açar, başını açmaz. Açıkdan
telbiye etmez, remel etmez ve iki mil (işaret) arasında sa'y etmez. Başını da
tıraş etmez. Ancak saçının ucundan keser. Dikilmiş libâs giyer. Kalabalıkta
Haceı-i Esved'e yaklaşmaz.
Kadının ha'yzı ,
tavâfdan başka menâsiki menetmez. Çünkü tavaf mescidde olur. Hayızlı için
mescide girmek caiz değildir. Hayz, Haccın iki rüknünden sonra, yjini Arafat'ta
vuku! ve ziyaret tavafından sonra sader tavafını yâni veda tavafını düşürür.
B ü d n : (bâ)
nın ötmesi ve (dâl) in sükûnu ile
bedene'nin çoğuludur. Şeriata göre, deve ve sığırdan olur. Hedy ise; deveden,
sığırdan, ve davardan olur. Nitekim, inşâallâhu Teâlâ, yakında açıklaması
gelecektir.
Kıran, lügat yönünden
iki şeyin mutlak bir şekilde bir araya gelmesidir. Fukahâ'nm örfünde ihlâl
demektir. İlüâl : Hac ile umreyi beraber yapmak için tekbir ile sesi
yükseltmektir. Kenz'de, ihlâl : Umre ve Hac ile mikâttan ihlâldir,
denmiştir. Zeylaî (Rh.A.) : «İhlâlin şart kılınması rastgele vâki olmuştur.
Hattâ bir kimse ehlinin dâiresinden veya memleketinden çıktıkdan sonra mîkâta
varmadan önce Hac ve Umre için ihrama girse caizdir. O kimse kırana niyet etmiş
olur,» demiştir. Bundan dolayı ben burada; «Hac aylarında veya Hac aylarından
önce, mîkâttan veya mîkâttan önce, Hac ve Umre için tekbir ile sesi
yükseltmektir.» dedim. Kâfî'de de böyledir.
İhramla girmek isteyen
kimse, kıldığı iki rek'at namazdan sonra şöyle der :
«Allahümme inni ürîdül
hacce vel umrete feyessirhümâ lî ve ta-kabbelhümâ minnî.»
«Ey Rabbîm! Ben Hac ve
Umre yapmak istiyorum. Bu ikisini bana müyesser kıl ve bu ikisini benden kabul
eyle.»
Umre için yedi şavt ile
tavaf eder. İlk üç şavtta remel yapar. (Yâni omuzlarını silkerek çalımlı
yürür.) ve tıraş olmaksızın, sa'y eder. (Hedy sevk etmemiş olan) Mutemetti'
bunun aksinedir. Bundan sonra Haccın işlerine başlar. Kudüm tavafını yapar ve
ifrâd Haccmda açıklandığı üzere sa'y eder. Yedisi Umre için, yedisi haccın
kudüm tavafı için olmak üzere ondört şavt
edip ondan sonra o ikisi için sa'y etmek suretiyle Hac ve Umre için iki tavaf ve
iki sa'y yapmak mekruhtur. Bunun mekruh olması, Umrenin sa'yini geri bıraktığı
ve kudüm tavafını öne geçirdiği içindir.
(Hacı) Nahr gününün
remyinden (yâni taş attıkdan) sonra kıran için kurban keser. Eğer kurbandan âciz
olursa, üç gün oruç tutar ki o üç günün sonu Arafe günüdür. Yedi gün de teşrik
günlerinden sonra, ne vakit dilerse oruç tutar. Bu orucu gerek Mekke'de tutsun
ve gerekse Mekke'den başka yerde tutsun müsavidir (fark etmez). Eğer o üç gün
geçip gider de oruç tutmazsa dem (kurban) gerekir.
Umreden önce vukuf ile
Umre bâtıl olur ve o kaza edilir. Umrenin terkinden dolayı dem vâcib olur ve
kıranın demi düşer.
Temettü' : Hac aylan
içinde bir yılda, bir kimsenin ailesi ve kendisi arasında sahih ilmâm ile
ilmâmsız Hac ve Umrenin arasım bir-leştirmesidir.
Hidâye'de, temettü':
Bir seferde ailesi ile ikisi arasında sahih ilmâm olmaksızın iki nüskün edasını
terfiktir. Yâni iki ibâdeti birbirine arkadaş (beraber) etmektir, denmiştir.
Gâyet'ül-Beyân'da
denmiştir ki : Hidâye sahibinin dediği sözle te-mettu'un mânâsı tamam olmaz.
Çünkü iki ibâdetin edasının terfiki (beraberliği); şayet ailesi ve kendi
arasında sahih ilmâm ile ilmâmsız hâsıl olsa, ve o iki ibâdetin biri Hac
aylarından başkasında ve diğeri Hac aylarında olsa ona temettü1 adı verilmez.
Yine, şayet iki ibâdet
Hac aylarında olup, biri o yıhn Hac aylarında, diğeri başka yılın Hac aylarında
olsa; ehli ve kendi arasında da sahih ilmâm ile ilmâmda bulunsa, yme temettü'
adı verilmez. Bu İmâm Ebû Bekr er-Râzî' (Rh.A.) nin sözü ile te'yid edilmiştir.
Bundan sonra; bu takdirde temettü', ailesi ile sahih ilmâm bulunmaksızın bir
yılda, Hac aylarında, Hac ile Umreyi bir araya getirmektir, demekle kayd etmek
gerekir, denmiştir.
İnâye sahibi, ona cevap
verip : «Gâyet'ül-Beyân sahibinin bu sözü, Hidâye sahibinin zikrettiği ve onun
tefsiridir. Terfikin Hac aylarında, bir yılda olması ise şarttır. Biz onu
yakında zikredeceğiz» demiştir.
Ben «Bu husus
tartışmalıdır,» derim. Çünkü lafzın ıstılah! ma'nâsına göre açıklaması, ancak
ismi ta'rif olur. Bu durumda onun (efradım) cami ve (ağyarını) mâni olması
vâcib olur. Nitekim bu, yerinde anlatılmıştır.
Şayet
sınırlandırılmışın efradından olmayan ta'rîfe dâhil olursa, mâni* olmaz ve o
ta'rif sahih olmaz. Bundan dolayı burada, zikredilen ibareyi seçtim.
Bu durumda, Hac ile
Umreyi bir araya getiren mutemetti' Hac aylarında Umre niyeti ile mîkattan
ihrama girip Umre için ilk tavafında telbiyeyi keserek tavaf eder ve sa'y yapar.
Tıraş olur veya saçını kırkar. Umrenin işlerini bitirdikten sonra haremden
ihrama girer. İhramın mescidde olması şart değildir.
Terviye gününde Hac
niyetiyle ihrama girer. Onun terviye gününden önce ihramlı olması efdaldir.
İfrâd Haccı yapan gibi Hacceder. Lâkin o kimse ziyaret tavafında remel yapıp
tavâfdan sonra sa'y eder. Zira bu tavaf Hac için ilk tavaf olur. İfrâd Haccı
yapan bunun gibi değildir. Çünkü ifrâd Haccı yapan, bir kere sa'y eder ve
ayrıca; kurbân keser; o kurbân da temettü' kurbânıdır. Udhiyye kurbânı,
temettü' kurbânı yerine geçmez. Eğer temettü' için kurbandan âciz olursa,
Kıranda olduğu gibi, üç gün Hacda ve yedi gün döndüğü vakitte oruç tutar.
Umrenin ihramından
sonra üç gün oruç tutmak caizdir. İhramdan önce caiz değildir. Orucun Arafeye
kadar ertelenmesi mendûbtur. Çünkü Hac ayları, üç gün oruç için vakittir. Lâkin
sebeb tahakkuk et-tikden sonradır. O da ihramdır. Yine, Kıranda da hal böyledir.
Lâkin ertelemek efdaldir. O üç gün ardı ardına yâni aralıksız oruç tutmaktır ki
sonu Arafe günüdür. Çünkü oruç, kurbânın bedelidir. Bu durumda, kurbân için
takdir olunînası dileği ile vaktinin sonuna kadar oru-cu^ertelemek müstehab
olur. Eğer mutemetti' hedyini (kurbanlığını) sevk etmek isterse ihrama girip de
sevk eder. Sevk etmek yâni önünce göndermek, yedmekten efdaldir.
Ancak hedyi sevk mümkün
olmadığı takdirde onu yeder (tutup götürür).
Bedene'nin boynuna
kılâde (alâmet, gerdanlık) bağlar. Kılâde, bedenenin üzerine çul örtmekten
evlâdır. Çünkü kılâdenin Kur'ân'da zikri geçmektedir. Yüce Allah (C.C.) :
yâni «Haram olan ayları
(Hac aylarını) da gerdanlıksız ve gerdanhklı kurbanlıkları da...»
diye buyurmuştur.
Bedenenin hörgücünü sol
tarafından yarmak mekruhtur. Bu doğruya en yakın (uygun) olandır. Çünkü Nebi
(SAV) : Sol tarafından onu kasden yaralamış, sağ tarafından ise tesadüfen
yaralamıştır, Ebû Hanîle' (Rh.A.) nin bu yapılan şeyi kerih görmesine sebeb :
Bedenenin hörgücünü yarmak, işkence olduğu içindir. Nebîyyi Ekrem' (S.A.V.) in
bu işi yapmasına sebeb şudur: Müşrikler o bedeneye taarruzdan kaçınmazlar,
ancak bedenenin hÖrgücü yarılmışsa çekinirlerdi.
Denmiştir ki: İmâm
A'zam (Rh.A.), ancak kendi zamanının
insanlarının işaretlemelerini kerîh görmüştür. Çünkü işaretlemede ileri
gittikleri için, yarmaktan dolayı hayvanın ölmesinden korkulurdu.» Bîr kavle
göre de : İmâm A'zam' (Rh.A.) in kerîh görmesi, gerdanlık takmayı tercih
etmesindendir.»
Mutemetti', Umreye âit
işleri yapar. Şayet o bedeneyi sevk etmişse, Umreden çıkmaz. Fakat, eğer
bedeneyi sevk edici değilse Umreden çıkar. Nitekim bu husus daha önce geçmiştir.
Bundan sonra, Temettü'
Haccı yapan kimse, tervîye gününde ihrama girer. Onun, Terviye gününden önce
ihrama girmesi etdâldir Nitekim bu, daha önce geçmiştir. O, Nahr gününde tıraş
olmakla iki ihramından da çıkar. Çünkü Onun Hacda tıraş olması, namazdaki selâm
gibi, onu ihramdan çıkarır.
Mekke halkı ancak İfrâd
Haccı yapar. Yâni onlar için Temettü' ve Kıran yoktur. Çünkü Temettü' ve Kıranın meşrûiyyetleri, iki yolculuğun
birini düşürmek suretiyle rahatlık içindir. Bu ise âfâkî hakkındadır. Bir kimse
hedy sevk etmeksizin, Umrenin işlerini eda ettikden sonra memleketine dönerse,
ehli ve kendi arasında sahih ilmâm ile ümâm bulunduğundan temettü'u bâtıl olur.
Bu ifâde (elemme..), melzûmun zikredilip lâzımın kasdedilmesi kabîlindendir.
Çünkü sen temettu'-un ma'nâsını biliyorsun : Hedy sevk etmeksizin umrenin
işlerini edâ eden kimse, memleketine döndüğü zaman ilmâmı sahih olup temettü'u
bâtıl olur. Hedyi sevk ile beraber mutemetti' olur. Çünkü o kimse hedyini sevk
etse, ehli ile ilmâmı sahîh olmaz, Bu durumda onun temettu'dan çıkması caiz
olmaz. Böylece, Mekke'ye dönmesi vâcib olur. Şayet dönüp Hac için ihrama girse
mutemetti' olur,
Eğer o kimse Umre için,
Hac aylarından önce dört şavttan az tavaf edip Hac aylarında o tavafı
tamamlayarak Haccetse, mutemetti' olur. Çünkü bize göre, ihram şarttır. Onun Hac
aylarından önce olması sahîh olur. Onda muteber olan fiillerin edâsıdır. Burada
fiillerin edasının çoğu da mevcuttur. Bir şeyin çoğu için bütün hükmü vardır.
Eğer Hac aylarından Önce dört şavt tavaf etse, mutemetti' olmaz. Çünkü o fiilin
çoğunu Hac aylarından önce edâ etmiştir.
Bir Kûieli, Hac
aylarında Umre işlerinden çıkarak Mekke'de veya Basra'da oturup o Umrenin
yapıldığı yılda Hacc etse, o kimse müte-melü'dir. Çünkü birinci yolculuk,
Basra'ya dönmekle son bulmamıştır, sanki o mikâttan çıkmamış gibidir. Eğer
Umreye niyet edip Umre işleri bitmeden cima' ile Umreyi ii'sâd etse, Basra'dan
ela Mekke'ye dönüp Umresini kaza ederek Haccetse, mutemetti' olmaz. Çünkü ilk
yolculuğun hükmü, Basra'dan dönmekle bakî kalmış olduğundan, o Mekke'den
çıkmamış, gibidir. Mekke'de oturan kimse için temettü' yoktur. Eğer ehli ve
kendi arasında sahîh ilmâmla, ilmâmdan sonra dönüp Hac ve Umrenin ikisini de
edâ etmiş ise mutemetti' olur. Çünkü o kimsenin, ilmâm edip ondan sonra Mekke'ye
dönerek Hac ve Umrenin ikisini de edâ etmesi, yolculuk esnasında olmuştur. Zira,
ilk yolculuk ilmâmla son bulmuştur. Bu durumda, bir yolculukda iki ibâdet
(misk) bir araya geldiğinden o kimse mutemetti' olur. Ve o bunlardan hangisini
ifsâd ederse, demsiz (kurbânsız) onu tamâm eder. Yâni bir kîmbe Hac aylarında
Umreye niyet edip o Umrenin yapıldığı yılda Haccettiğinde o yılda geçen Umre ve
Hacdan hangisini ifsâd ederse, kurbânsız tamâm eder. Zira ihramın
sorumluluğundan çıkmak onun için ancak fiillerle mümkün olur. Ve müteıiıetti'in
demi de düşer. Çünkü bir seferde iki sahîh ibâdetin edası bir arada olmamıştır.
Kıran Haccı, Temettü'
Haccıııdan cidaldir. Temettü' Haccı da if-râd
Haccından efdaldir. Şu halde Kıran
Haccı ikisinden de etdaldir.
Kıran Haccının efdal olmasına gelince; şüphesiz,
Kıranda iki ibâdetin bir arada yapılması vardır. O, oruç ile itikâfı, Allah
(C.C.) yo-, lunda bekçiliği ve gece namazını bir arada yapmaya çok benzer.
İkincinin efdal olmasına gelince : Temettu'da bîr defada iki ibâdetin kısmen
bir arada yapılması vardır. Böylece o Kırân'a benzemiş durumdadır.
Musannif, ihram
giyenlerin hükümlerini açıklamayı bitirince, onlara aid arızaları (arız olan
şeyleri) açıklamaya br.şladı. O arızalar (bozukluklar) : Cinayetler, ihsâr ve
fevât (Haccın geçirilmesi) dır.
Cinâyât, cinâyet'in
çoğuludur. Bu cinayet ile kasdedilen : İhrâmlı-nın yapamayacağı bir iştir. Sonra
bu cinayet sebebiyle vâcib olan : Bazaıı bir kurbân, bazan iki kurbân ve bazan
da sadaka olur. Baza ti sadaka veya dem (kurbân) olur, bazan ise bunlardan başka
bir şoy olur. Musannif bunları açıklamayı dileyip demiştir ki: Baliğ olan bir
îhramlı, eğer bir tam uzvuna ve daha fazlasına güzel koku sürerse, bir dem
vâcib olur.
Tam uzuv : Baş, incik,
uyluk ve bunların benzeri olan uzuvlardır.
İhrâmlı, başına kına
yaksa - çünkü kına güzel kokulu şeylerdendir - veya bir uzvuna, zeytin ya da
susanı yağı kullansa - eğer bunlar hâlis olursa - dem (kurbân) vâcib olur.
Şüphesiz menekşe yağı gibi güzel kokulu ve bunun benzeri olan yağlarda
ittifakla dem vâcib olur. Fakat, hâlis yağ, İmâm A'zamf (Rh.A.) a göre, dem
gerektirir. İmâ-meyn' (Rh.AIeyhimâ)
e göre sadaka gerektirir.
Ya da dikilmiş libâs
giyse veya başını tam bir gün örtse, o kimse üzerine dem vâcib olur.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.)
dan : Şayet bir kimse yarım günden fazla başını örtse ona dem vâcib olur, diye
rivayet edilmiştir.
Ya da ihrâmlı, başının
dörttebirini tıraş etse veya hacâmet yerini veya iki koltuğunun birini veya
kasığını veya boynunu tıraş etse ya da iki elinin ve ayağının tırnaklarını bir
meclisde (aynı yerde) veya bir elinin ve bir ayağının tırnaklarını bir meclisde
kesse, o ihrâmlıya dem vâcib olur. Çünkü elinin biri ve ayağının biri, iki eli
ile iki ayağının dörttebiri olur. Bu
durumda o bütün yerine geçer. Zikredilenlerin hepsi bir meclisde (aynı yerde)
olursa bir dem vâcib olur. Bir demden fazla olmaz. Çünkü cinayet bir
çeşittendir. Eğer iki eli ile iki ayağının tırnaklarını bir kaç meclisde
(mahalde) keserse ve eğer her bir meclisde bir elini veya bir ayağını keserse,
onun üzerine dört dem vâcib olur. Çünkü onda gâlib olan ibâdet ma'nâsıdır.
Meclisin bir olması sebebiyle o ibâdetin ma'nâsı tedahül ile
kayıtlanır. Nitekim secde âyetinde olduğu gibi.
Eğer bir elin veya bir
ayağın tırnaklarını bir meclisde kesse, üzerine bir dem vâcib olur. Çünkü
tıraşda olduğu gibi, dörttebiri bütün yerine geçer. Eğer beş parmaktan daha
azını keserse sadaka vâcib olur. Yakında bunun açıklaması gelecektir.
Ya da cünub olduğu
halde kudüm tavafını veya sader tavafını yapsa veya abdestsiz olduğu halde farz
için tavaf etse, - eğer farz ta-vâfda cünub olsa, bedene vâcib olur. Yâni farzda
cünub olarak tavaf etse vâcib olan, bedenedir. Çünkü cenabet hadesden daha büyük
pisliktir. İkisi arasında fark olsun diye cebr-i noksanı (noksan kıymetinin
tamamlanması) bedene ile vâcib olur. Veya tavafın çoğunu cünûb olarak yapsa,
yine bedene vâcib olur. Çünkü bir şeyin çoğu için bütün hükmü vardır - veya
Arafat'tan, imâmdan önce çıksa veya farz olan yedi tavafın azım terk etse, yâni
ziyaret tavafından üç şavtı veya iiçden azını terk etse, dem vâcib olur. Üç
şavttan fazlasını terk ettiğinde, yâni dört şavtını veya dörtten fazlasını terk
.ettiğinde o kimse ihrâmlı olduğu halde, tavaf edinceye kadar kalır.
Ya da sader tavafını
terk etse, veya sader tavafından dört şavtı terk etse veya Safa iie Merve
arasında sa'yi terk etse, veya Müzdelife'-de vakfeyi terk etse veya remyin
tamâmını veya bir gününü veya birinci remyi (taşlamayı) veya birinci remyin
çoğunu terk etse, yâni nahr gününde cemre-i akabenin taşlanmasını veya çoğunu
terk etse veya şehvet ile zevcesine dokunsa veya şehvet İle öpse veya tıraş
olmayı ya da farz tavafı nahr günlerinden sonraya bıraksa veya bir ibâdeti diğer
ibâdetten önce yapsa, - remyden Önce tıraş olmak gibi ve kırana niyet eden
kimsenin remyden önce nahrı ve zebhden önce tıraş olması gibi - Ya da nahr
günlerinde Ilaccedici olduğu halde veya Umre yapıcı olduğu halde tıraş olsa dem
vâcîb olur. Fakat nahr günlerinde haremden çıkıp haremden başka yerde tıraş
olsa, İntanı A'zam' (Rh.A.) a göre, onun üzerine iki dem vâcib olur. Zeylaî
(Rh.A.) böyle zikretmiştir.
Ya da süreyi'bitirmeden
önce Haccedici olduğu halde haremden çıksa, ondan soma dönse, dem vâcib olur.
Umre yapan, Haccedenîn aksinedir ki, haremden cıktıkdan sonra dönüp saçını
kırksa, o zaman dem lâzım gelmez.
Vikâye'de : «HnTde Hac
ve Umre için tıraş olsa, dem vâcib olur. HılJ'den dönüp ondan sonra saçım kırkan
veya zevcesini öpen veya ona dokunan mu'temire dem vâcib olmaz» denmiştir. Ben
derim ki : Bunda birkaç sebebden lekellüf (zorlanarak cevap vermeye çalışma)
vardır.
Birinci sebeb şudur :
Onun (»Hac veya Umre ile» sözünden kasdı, Haccm veya Umrenin ihramından çıkmak
dolayısıyladır. Lafzın onun üzerine delâleti de tekellüften hâlî değildir.
Bundan dolayı Fukahâdan bazısı demiştir ki: Her ne kadar vâki olana uygun
değilse de «veya tıraş olsa» sözü babın başındaki «şayet ihramlı güzel koku
sürünse» sözüne bağlıdır.
İkinci sebeb şudur :
«Mu'temire dem vâcib olmaz» sözü için ma1-tûfun aleyh
zâhirdeğildir. Velev ki onun kasdettiği ma'nâ açık olsun. Çünkü, «Mu'temir
haremden çıkıp ondan sonra hareme dönüp saçını kırksa ona dem lâzım gelmez.o
ma'nâsınadır. Gerçek ibare : "Veya Hacceden, süreyi bitirip çıkmadan önce
haremden çıksa, ondan sonra hareme dönse, dem vâcib olur. Süreyi bitirmeden önce
haremden çıkıp ondan sonra hareme dönen mu'temir saçını kırksa veya zevcesini
Öp-se veya ona dokunsa, onun üzerine dem vâcib olmaz,» şeklinde olacakdı.
Üçüncü sebeb şudur :
«Veya zevcesini Öpse» sözünün zahiri «saçını kırksa» sözünün -üzerine atf
(râcî) edildiği zannını veriyor. Halbuki, «veya tıraş olsa» sözü üzerine
rna'tûîdur (râcidir). Bundan dolayı, burada ben ibareyi gördüğün şekie
çevirdim.
Kurban kesmeden tıraş
olaa Kıran sahibine iki kurban vâcib olur.
Bu söz babın başında
«bir dem vâcib olur» sözündeki «dem» sözüne atf-dır. Zebhden (kesmek) önce tıraş
olan kârin (Kıran sahibi) üzerine demin birisinin gerekmesi, kıran vaktinden
önce tıraş olduğu içindir. Çünkü kıranın vakti zebhderı sonradır. Birisi de
zebhi tıraşdan sonraya bıraktığı içindir.
Rükn tavafını ciinûb
olarak yapan kimse üzerine veya teşrik günlerinin sonunda temiz olarak sader
için tavaf eden kimse üzerine - velev ki rükn için tavâfda hadesli olsun - bir
dem vâcib olur. Yâni eğer-o, ziyaret
tavafını cünûb olarak yapsa ve teşrik günlerinin sonunda sader tavafını temiz
olarak yapsa, İmâm A'zam' (Rh.A.) a
göre, iki dem vâcib olur. İmâmeyn
(Rh.AJeyhimâ) bir dem vâcib olur, demişlerdir.
Eğer ziyaret tavafını
abdestsiz olarak yapsa ve sader tavafını teş-rîk günlerinin sonunda temiz olarak
yapsa itLifâkan bîr dem vâcib olur.
Aradaki fark şudur:
İkinci sebebte sader tavafı ziyaret tavafına intikal etmez. Çünkü sader tavafı
vâcibdir. Ve hades ile olan ziyaret tavafının iadesi müstehabdır. Vacibe intikâl
etmez. Birinci se-bebde, sader tavafının ziyarete nakli vâcib olmuştur. Çünkü
iade vâcibdir. Bu sader tavafının ziyaret tavafı yerine geçmesinde,
kendisinden bedenenin düşmek faydası vardır. Halbuki ihramın başlangıcında
meşru olan tertîb üzere fiiller için azimet mevcuttur. Öyleyse onun meşru
tertibin hilâfına olarak niyeti bâtıl olur. Şu halde tavafı meşru tertîb üzere
sarf etmek vâcib olur. Üzerinde aslî secde olan kimse şayet sehv için secde
etse, o aslî secdeye sarf olunup (sayılıp) sehve sarf olunmadığı gibi. Ve âdeta
o kimse, teşrik günlerinin sonunda ziyaret tavafını yapmış ve sader tavafı için
tavaf etmemiş gibidir. İmdi İmâm A'zaın' (Rh.A.) a göre, sader tavafını terk
ettiği için ona bir dem vâcib olur. Bir dem de ziyaret tavafını nahr günlerinden
sonraya bıraktığı için vâcib olur. İmâmeyn (Rh.AIeyhimâ), «sader tavafının terki
için bir dem vâcîb olur, ziyaret tavafı için ise bir şey yoktur,» demişlerdir.
Eğer bîr uzuvdan daha
azına güze! koku sürerse, buğdaydan yarım sâ' tasadduk ona vâcib olur. Ya.da bir
günden daha az vakitte başını örter veya dikilmiş libâs giyerse veya başının
dbrttebirinden daha azını tıraş ederse veya beşden daha az tırnağını keserse
veya ayrı ayrı oldukları hatde beş parmağının tırnaklarını keserse, yine
buğdaydan yarım sâ' tasadduk ona vâcib oiur.
Ya da o kimse, kudüm
tarafım ve sader tavafını abdestsiz olduğn halde yapsa veya sader tavafının yedi
çav tının üçünü terk etse veya üç cemrenin bîrini terk etse veya diğer
ihraınlımn başını tıraş etse, buğdaydan yanın sâ1 sadaka vermek ona vâcib olduğu
gibi zebh de vâcib olur. Ya da altı yoksula zebh'in etinden veya üç sâ'
buğdaydan yiyecek sadaka vermek vâcib olur, veya üç gün qruc tutmak vâcib olur.
(Yâni bu üç şeyin arasında muhayyerdir.)
Eğer ihrâmlı olan kimse
özürlü olduğu için güzel koku kullanırsa veya tıraş olursa da böyle yapar.
İhrâmlmın cimri] -
unutmakla da olsa - farza vukuf dan önce Hac-cını ifsâd eder. Haccı tamamlaması
ve bir kurbân vâcib olur. Onun, gelecek yılda Haccı kaza etmesi gerekir. O
kimsenin ifsâd ettiği şeyi kaza vaktinde, karısından ayrılması vâcib değildir.
Farza vukûfdan sonra
vat'ı (karısı ile cimada bulunma) Ham it-sâd etmez. Bir bedene kurbân etmek
vâcib olur. Tıraşdan sonra vat' ederse, bir koyun kurbân etmek vâcib olur.
Umresinde, dört
tavâfdan önce vat' etse Umresini ifsâd eder. O, bozulan Umresini tamamlar,
kurbân keser ve Umresini kaza eder.
Umresinin dört şavtını
tavaf ettikden sonra cimâda (cinsî münâsebette) bulunsa bir kurbân keser. (Cima)
Umresini bozmaz.
Ya da ihrâmlı olan
kimse bir av öldürse veya ihrâmlı, avı öldürene yol gösterse, gerek o gösterme
ilk defa olsun, gerekse olmasın ve gerek unutarak olsun ve gerekse kasden olsun
eşittir. O ihrâmlı üzerine avın cezası lâzım gelir.
Şayet av, saldırıcı
olmayan yırtıcı bir hayvan olursa, ceza vâcib olur. Saldırıcı ve yırtıcı hayvanı
avlamjakda bir şey yoktur. Yâni ceza vâcib olmaz. Yahut av insana alışmış hayvan
olursa veya paçalı (mü-servel) güvercin olursa, avın cezası vâcib olur.
Müservel; bir güvercindir ki iki ayağında pantolon gibi tüy vardır. İmâm Mâlik
(Rh.A.), «Paçalı güvercin insana alışmış kuşdur, kaz gibidir,» demiştir. Biz
deriz ki: O, yaradılışının aslında avdır. Ancak ağırlığından dolayı uçmaz.
Yahut ihrâmlı, açhkdan
veya bir başka zaruret Üe avı yemeye mecbur kalırsa yine avın cezası vâcib olur.
O ceza ise, avın öldürüldüğü yerde veya öldürüldüğü yere yakın yerde iki âdil
kimsenin takdir ettiği şeydir. Her ne kadar yırtıcı av hayvanı koyundan daha
büyük olsa da, cezası koyundan fazla olmaz.
Sonra ihrâmlı o av için
bir hedy satın alıp Mekke'de o hedyi keser. Veya o ihrâmlı yiyecek satın alıp
her fakîre buğdaydan yarım sâ' veya hurmadan veya arpadan bir sâ''sadaka verir.
Bir fakire bundan daha az tasadduk olmaz. Veya her fakirin yiyeceği için bir gün
oruç tutar.
Eğer fakirin
yiyeceğinden fazla geriye kalırsa, fakirin yiyeceği yarım sâ'dır. Fazla kalan
ondan daha azdır. O fazlayı da tasadduk eder. Veya o fazla yerine bir gün oruç
tutar.
O ihrâmlı avcıya avı
yaralamasıyla veya onun tüyünü yolmasıyle veya uzvunu kesmesiyle (kıymetinden)
eksilen şey vâcib olur. Yâni ihrâmlı kimse bir avı yaralasa veya tüyünü yolsa
veya avın bir uzvunu kesse, ba'z (cüz) e kül ile itibâr olunması yönünden
(kıymetinden) eksilen o şeyi Öder. Nitekim kulların haklarında bu böyledir.
Hayvanın kanadını
yolmakla ve ayaklarını kesmekle o, korunma durumundan çıkmış olur. Çünkü avcı o
avdan korunma âletini kaybettirrnesiyle hayvanın güvenliğini yok etmiştir. Bu
durumda onun cezasını öder.
Avın yumurtasını
kırmasıyle, ilırâmlı üzerine yumurtanın kıymeti vâcib olur. Çünkü yumurta avın
aslıdır. O yumurtanın av olma imkânı vardır. O yumurta bozulmuş olmadığı
müddetçe ihtiyaten av sayılır.
Eğer o kırılan yumurta
bozulmuş ise, kıran kimse üzerine bir şey lâzım gelmez. Avın yumurtası
kırılmakla ve içinden ölü yavrusu çıkmakla o yavrunun diri olduğu haldeki
kıymeti vâcib olur. Bu mesele şu üç durumdan hâlî değildir : Ya o yavrunun diri
olup yumurta kırıldığı için öldüğü bilinir. Ya da o yavrunun yumurta
kırılmazdan önce ölmüş olduğu bilinir. Veya o yavrunun ölümü yumurtanın
kırılmasıyla mıdır, yoksa kırılmakla değil midir, bilinmez. O yavrunun diri
olup yumurta kırılmakla öldüğü bilinirse, yumurtanın kıymetini kıran öder. Eğer
kırılmazdan önce yavrunun ölü olduğu bilinirse, yumurtayı kırana bir şey lâzım
gelmez. Eğer yavrunun ölümü yumurtanın kırılmasıyle olduğu bilinmezse, kıyâsa
göre, o, yumurtadan başkasını ödemez. Çünkü yavrunun yaşadığı bilinmiyor.
İstihsânen, o yumurtayı kıran kimseye yavrunun diri olduğu haldeki kıymeti
vâcib olur. Çünkü yumurta yavru diri çıkmak için hazırlanmıştır ve vaktinden
önce kırmak Ölümüne sebeb olmuştur. Bu sebeple onun cezası, ihtiyaten o yavrunun
diri olduğu haldeki kıymetine nakledilir.
Yine - İnâyede de
geçtiği gibi - Hacdan çıkmış bir kimsenin haremin avını kesmesi ile de
ihrâmlıya avın kıymeti vâcib olur. Ve o kıymeti tasadduk eder. ,Helâl ile kaydın
faydası yakında açıklanacaktır.
Yine haremin avının
sütünü sağan kimse üzerine sütün kıymeti vâcib olur. Çünkü süt avın
cijzlerindendir. Böylece o, avın bütününe benzer.
Haremin kuru otluğunu
ve kendi biten - insanların yetiştirdiği ve bitirdiği cinsden olmayan - ağacını
kesmek de ceza gerektirir. İsterse o ağaç bir kimsenin mülkü olsun.
Musannifin bu sözü,
Vikâye'de ve Vikâye'den başkasında bulunan c.mülk edinilmemiş == gayri memlûk»
sözlerine işarettir. O söz faydalı değildir. Çünkü Hidâye sarihleri ve daha
başkaları demişlerdir ki: Şüphesiz Harem'in kuru otluğu ve ağacı iki çeşittir:
Bir çeşidi insanların yetiştirmesiyle meydana gelen ağaçtır. Bir çeşidi de
kendi biten ağaçtır. Bu ikisinden her biri de iki çeşittir: Ya insanların
yetiştirdiği şeyin cinsindendir, ya da değildir.
Birinci çeşit için;
insanın yetiştirdiği iki nevi sebebiyle ceza icabetmez, İnsanın yetiştirdiği
cinsten olmayan birinci nevi için de ceza icâ-betmez. Ceza ancak ikinci çeşidin
ikinci sınıfıncladır. O da kendi bitip ve insanların yetiştirdiği cinsden
olmayandır. Onda, insanın kendi mülkünden yetiştirdiği memlûk olması ile
mülkünde kendiliğinden biten memlûk olması hükmü müsavidir ve kıymeti lâzımdır.
Hattâ Fukahâ : «Bir adam mülkünde ümmüğaylân (müğaylân)
ağacı yetiştirse bir insan da onu kesse, o insanın o ağacın kıymetini mâlikine
ödemesi gerekir. Şeriat hakkı için de bir kıymet ödemesi gerekir. Ancak eğer o
ağaç kurumuş olursa, o vakit tazminsiz kesilmesi caiz olur.»
demişlerdir.
Şu dört şeyde oruç
olmaz : Ha re m in helâl olan avının boğazlanmasında, sütünü sağmakda, kuru
otunu ve ağacını kesmekde; bunlarda kıymetin yerine oruç tutmak lâzım gelmez.
Çünkü burada vâcib olan, kıymeti tazmin (bedelini ödemek) dir. Keffâret
değildir. Malların borcuna benzer. Öyleyse bu, oruç ile edâ edilmez.
Musannifin, «Haccdan
çıkanın kesmesi» demesine sebeb; «Boğazlayan kimse eğer ihrâmlı olursa,
kefaretinin oruç ile edâ edilir» olmasıdır. Nihâye'de böyle zikredilmiştir.
Harem'in kuru otları
otlatılmaz ve kesilmez. Ancak ayrığı kesilir ve otlatılır. Çünkü Resûlüllah
(S.A.V.) :
«Harem'in otluğu
biçilmez ve dikeni kesilmez.»
buyurmuştur. Ayrığını ise Resûlüllah (S.A.V.) istisna kılmıştır. Onun kesilmesi
ve otlatılması caizdir. Mantarın da kesilmesi caizdir. Çünkü mantar bitkiden
değildir.
Bitin ve çekirgenin
öldürülmesiyle ihrauılı için az da olsa sadaka vâcib olur.
Karganın, dölengeç
(çaylak) kuşunun, akrebin, yılanın, iarenin ve kuduz köpeğin öldürülmesiyle
ihramhya bir şey lâzım gelmez.
Bazı rivayetlerde kurt da bunlar arasında zikredilmiştir. «Kuduz köpek ile
murâd kurttur,» diyen de vardır.
Sivrisineğin, pire,
kene ve kaplumbağanın Öldürülmesi ile de bir şey lâzım gelmez.
İhrâmUmn, sığırı,
koyunu, deveyi, tavuğu ve ev kazını boğazlaması caizdir.
Yine helâlin yâni
ihrâmh olmayan kimsenin, bir ihramimin ona avı göstermeksizin ve kesilmesi için
ona emretmeksizin avladığı ve boğazladığı avın ihrâmh tarafından yenmesi caiz
olur.
İhrânılı olmayan bir
kimse elinde av ile Harem'e girse, o avı salıvermesi gerekir. Hidâye'de
denilmiştir ki: Bir kimse Harem'e av ile girse, eğer o av, o kimsenin elinde
ise, o kimseye o avı salıvermesi lâzım gelir. İmâm Şafiî (Rh.A.) bu görüşte değildir.
Nihâye sahibi:
«Şafiî'nin hilafının zahir olması için, o hareme av ile giren kimse ihrâmlı
olmayan kimsedir. Çünkü ihrâmlı olan kimseye o avın salıverilmesi, yalnız
ihramla bü'ittifâk vâcib olur» demiştir. Bundan dolayı Ben; «İhrâmlı olmayan
bir kimse (elinde av iie) Harem'e girse» dedim. «Elinde» sözünden murâd; onun
yaralayıcı olan hakîkî elidir. Hattâ o kimse, av ,ile Harem'e girdiği zaman, av
onun yükünde veya kafesinde olsa, o avı salıvermesi vâcib olmaz. Bunu
Tâc'-uş-Şerîa (Rh.A.) zikretmiştir.
İhrâmlı veya ihrâmlı
olmayan kimse getirdiği av ile beraber Harem'e girdikden sonra, eğer satılan
av, alıcı elinde mevcûd ise, o avın satılması reddedilir. Çünkü satış fâsiddir
veya bâtıldır. Eğer av, alıcı elinde durmuyor ise, satıcı alıcıdan aldığı
kıymeti verir. Yâni ihrâm-lının sattığı av, eğer duruyor ise geri verilir. Eğer
zayi oldu ise, kıymeti vâcib olur. Gerek ihramhya satsın ve gerekse ihrâmlı
olmayana satsın müsavidir.
İhrâmh olan kimsenip
evinde veya beraberinde olan kafesindeki avı ihrâmh olduğu için salıvermesi
gerekmez. Çünkü ihram, avın mâlikiyetine ve muhafazasına karşı (muhalif)
değildir. Birinci mesele bunun aksinedir.
Şöyle ki: Gerek ihrâmh
ve gerekse ihrâmlı olmayan kimsenin av ije beraber Harem'e girdikten sonra o avı
salıvermesi gerekir. Çünkü o av Harem'in avı olmuştur. Eğer ihrâmlı olmayan bir
kimse, ihrâmlının elinde olan avı alıp salıverse, o avın kıymetini öder. Eğer
alıp salıveren kimse ihrâmlı olursa, ödemesi gerekmez. Bir ihrâmlı kimse,
kendisi gibi bir ihrâmlının avım öldürse, o avın cezası ikisine de lâzım gelir.
Yâni her birine avın bütün kıymeti lâzım gelir. Çünkü avı almış olan ihrâmlı
kimse, avın güvenliğini yok etmeye kalkışmıştır. Öldüren kimse o güvenliğin yok
olmasını sabit kılmıştır. Sabit kılmak ise ödemek hakkında başlamak gibidir.
Duhûlden önce talâk şâhidlerinin şehâdet-ten dönmelerinde olduğu gibi. Bu
durumda o avı tutan, öldürene tazmin ettirir. Çünkü öldüren kimse öldürmek
sebebiyle almak işini sebeb kılmıştır. Bu durumda o, illetin illetine mübaşereti
(vukuu, cereyanı) ma'nâsına olmuştur. Böylece, o ödemek ona havale edilir.
İfrâd Haccı yapan
kimseye bir dem gerekmesine sebeb olan şey, kârin yâni Haccı Kıran yapan kimse
üzerine iki dem lâzım gelmesine sebeb olur: Biri Hac için ve biri de Umre için.
Ancak eğer o, ihrâmlı olmadığı halde mîkâtı geçerse, kârin için bir dem vâcib
olur. Çünkü kârin üzerine mîkâtta vâcib olan bir tek ihramdır.
Zeylaî (Rh.A.),
Şeyh'ul-İslâm'dan şöyle nakletmiştir: Kârin üzerine iki demin vâcib olması,
Arafede vukûfdan önce vâki olduğu vakittedir. Arafe'de vukûfdan sonra ise,
cima' hususunda kârin üzerine iki dem vâcib olur ve mahzûrât (Hac esnasında
yasaklanmış diğer şeylerde) dan bir
dem vâcib olur.
İhrâmlı iki kimsenin
öldürdüğü bir avın cezası, İki olur. Çünkü bu ceza fiilin cezasıdır. Fiil birden
çok olunca, ceza dahî birden çok olur.
Eğer Harem'in bir avını
ihrâmlı olmayan ifai kimse öldürseler, ceza birleşmiş olur. Çünkü Harem'in
avının cezası, yerin cezasıdır. Yer İse birdir. Ceza da bir olur.
İhrâmlının avı satması,
satın alması bâtıldır ve boğazlanması haramdır. O, yediğinin kıymetini öder.
Boğazlamayan başka ihrâmlı yese kıymetini ödemez.
Bir geyik Harem'de
doğursa, bir kimse o geyiği yavrusuyla beraber Harem'den çıkardığı zaman ikisi
de Ölse, çıkaran kimse onları öder. Yâni geyiğin ve yavrusunun kıymetini öder.
Çünkü av Harem'den çıktıkdan sonra, şer'an emin olmaya müstehıktır. Bundan
dolayı o geyiği yerine bırakmak gerekir. Bu bırakma, bir şer'i sıfattır ki
yavrulara da sirayet eder. Nitekim hür olmakda, köle olmakda, kitabette ve
bunların benzerinde olanda sirayet ettiği gibi.
Eğer geyiğin cezası edâ
edildikden sonra doğursa, o kimseye yavrunun cezası lâzım gelmez. Çünkü
anasının cezası ödendikden sonra güvenlik bakî kalmaz. Zira halefin ulaşması
aslın ulaşması gibidir.
Âfâkî olan kimse, Hac
ve Umre yapmak istese, — Hac ve Umrenin irâde edilmelerinin sebebi şudur; çünkü
bu ikisinden birini murâd etmese mîkâtın geçilmesiyle onun üzerine bir şey
vâcib olmaz. — Hac ve Umreyi yapmak isteyen o âfâkî mî kâtı geçtiğinde ona bir
dem lâzım gelir. O mîkâtı geçen âfâkî, mîkâta geri dönse veya yolda ihrama
girdiği halde geri dönse, menâsikden bir nüske
başlamadan ilk defa olduğu halde telbiye de etse, ona lâzım gelen dem düşer.
Musannifin, «tel-biye de etse» sözü, İnıâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) in sözünden
ayırdetmek-tir ki, İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre, İhı ânı 11 olduğu halde bir
kimsenin mîkâta geri dönmesi, demin düşmesine yeter. İmâm 'A'zam* (Rh.A.) a
göre, İhrâmlı ve telbiye edici olduğu halde geri dönmesi gerekir. Eğer mîkâta
geri dönmezse veya menâsikden bir nüske başladık-dan sonra geri dönse, tavaf
veya Hacer-i Esved'i istilâm (selâmlamak; ona elini ve yüzünü sürmek)
başlayıp ondan sonra geri dönse, dem düşmez. Bu aynen Hac yapmak isteyen Mekkî
ve Umresini bitirip çıkan mutemetti' gibidir ki bunlar Harem'den çıkıp ihrama
girseler dem lâzım olmakda birinci meseleye benzerler. Çünkü Mekke'linin ihramı
Harem'dendir. Umre ile mutemetti' olan da Mekke'ye girip Umre yaptığı zaman
Mekkî olur; ihramı Harem'den olur. Bu durumda, bunların üzerine mikâtı ihrâmsız
geçtikleri için dem vâcib olur.
Bir Kûfeli, bir ihtiyâç
için bahçeye girse, onun için ihrâmsız Mekke'ye girmek caizdir. Onun mîkâtı,
bahçıvan gibi, bahçedir. Benî Âmir Büstânı (Bahçesi) inikattan içeride ve
Mekke'nin dışındadır. Kûfeli olan kimse ihtiyâcı için oraya girse, ona ihram
vâcib olmaz. Çünkü bahçe, tazimi vâcib olan bir yer değildir. Şu halde Kûfeli
ona girse, o bahçe halkına katılmış olur. Bahçe halkı için ise ihrâmsız Mekke'ye
girmek caiz olur. Lâkin eğer Haccetmek isterse, onun mîkâtı bahçedir. Yâni
bahçe ile Harem arasında olan Hıll'ın hepsi bahçe gibidir. Bahçıvan ile oraya giren kimselere, eğer Hıll'dan ihrama girip
Arafât'da vakfe yaparlarsa, bir şey lâzım gelmez. Çünkü onlar inikatlarından
ihrama girmişlerdir. Bu durumda, eğer o ihrâmsız Mekke'ye girse, ona Hac ve
Umre lâzım gelir. Mekke'ye ihrâmsız girmesi sebebiyle lâzım gelen şey ondan
sahîh olur. Eğer o Mekke'ye girdiği yılda mîkâta çıkıp ihrama girer ve o yılda
üzerine lâzım gelen Haccı yaparsa, sahîh olur. O yıldan sonra sahîh olmaz. İmâm
Züfer (Rh.A.), «Sahîh olmaz, kıyâs da budur. Nezr sebebiyle ona lâzım gelen
şeyden dolayı o, yıl değiştiği vakitte yapmış gibi olur.» demiştir.
Bizim için sahîh
olmasına sefteb şudur : Şüphesiz o kimse terket-tiği şeyi vaktinde elde
etmiştir. Çünkü onun üzerine vâcib olan, Mekke'ye girişi vaktinde, bu mahalle
saygı göstererek ihrâmlı olmaktır. Yoksa onun ihramı ta'yin edilerek Mekke'ye
girmek için olmak değildir. Yıl değiştikden sonra olan bunun aksinedir. Çünkü
zimmetinde borç olmuştur. O ancak ihram ile, maksûd olduğu halde edâ edilir.
Nitekim nezr edilmiş i'tikâfda olduğu gibi. Çünkü i'tikâf ayni yılın
Ra-mazan'mda oruç ile edâ edilir. İkinci yılda olmaz. Nitekim bu daha önce
geçmişti.
Bir kimse mîkâtını
ihrâmsız geçse, Umre için ihrama girip Umresini ifsâd etse, Umre vakti
geçtikden sonra kaza eder. Mîkâtı terk ettiği için ona dem yoktur. Çünkü o
kimse kazasında, mîkâtm hakkını ihram sebebiyle mîkâttan kaza edici olmuştur.
Bir Mekkeli kimse, Umre
için bîr şavt tavaf ettiği zaman Hac için ihrama girse, Haccı terk eder. Yâni o
kimsenin Haccı terk etmesi gerekir. Çünkü İmâm A'zam' (Rh.A.} a göre,
Mekkelinin iki ihramı bir araya getirmesi yasaklanmıştır. İmâmeyn'
(Rh.Aleyhimâ) e göre o, Umreyi terk eder. O kimseye dem lâzım gelir. Hac ve
Umrenin kazası da lâzım gelir. Çünkü o kimse, başladıkdan sonra Hacda devam
etmekten âciz olduğu için, Haccı kaçırmış gibidir. Bu durumda, Haccı kaçıran
kimseye Hac ve Umrenin kazası lâzım gelir. Eğer o, Hac ve Umreden birini terk
etmeyip ikisini de tamâm ederse sahîh olur. Çünkü o kimse, o ikisini gereken
şekilde edâ etmiştir. Lâkin o ikisini birleştirmek yasaklanmıştır. Şer'î
fiillerden nehy, meşrûiyyeti gerçekleştirir. Fakat, amelinde yasaklanmış şeyi
işlemekle eksiğinden dolayı dem lâzım gelir. Bu dem Mekkeli için cebr
(tamamlama) demidir. Âfâkî için şükür demidir. Bir kimse Hac için ihrama girse,
ondan sonra Nahr Gününde diğer bir Hac için ihrama girse, eğer o birinci Hac
için tıraş olmuş ise, diğer Hac ona lâzım gelir. Hatta o, gelecek yılda demsiz
kaza eder. Eğer birinci Hac için tıraş olmamış ise, diğer Hac ona dem île lâzım
gelir. İkinci ihramdan sonra saçını, gerek
kırksın, gerekse kırkmasın.
Bunun aslı şudur:
Şüphesiz Hac ile Umrenin iki ihramını birleştirmek bid'attır. Eğer o kimse
birinci ihramda tıraş olmuşsa, iki Haccı bir araya getirmemiştir. Onun için, bir
araya getirmekten (cem) dolayı dem vâcib olmaz. Eğer birinci ihramda tıraş
olmamış ise, Hac ve Umrenin ihramlarını bir araya getirmiş olur. Bundan sonra
eğer tıraş olmasa, birinci ihramdan çıkar ve ikinci üzerine cinayet işler.
Çünkü o, vakitlerinin dışında ihrâmlı olmuştur. Böylece, ona icmâen dem lâzım
gelir. Eğer ikinci yılda Haccedince tıraş olmamış ise, İmâm A'zam (Rh.A.) a
göre, tıraşı birinci ihramdan geciktirdiği için o kimseye, icmâen dem lâzım
gelir.
Bir kimse Umrenin
işlerini tamâmpyle yerine getirip, sâdece tıraş geri kaldığı zaman, diğer Hac
için ihrama girse, o kimseye dem lâzım gelir. Çünkü o kimse Hac ve Umrenin iki
ihramını bir araya getirmiştir. Bu ise mekruhtur. Bu durumda, ona dem lâzım
gelir. Afakî olan bir kimse Hac için ihrama girip ondan sonra Umre için de
ihrama girse, ikisi de lâzım gelir. Çünkü âfâkî için Hac ile Umreyi bir araya
getirmek, - kıran gibi - meşrudur. Umrenin işlerini yerine getirmeden önce
Arafat'ta vakfe yapmakla Umre bâtıl olur. Ancak yönelmekle bâtıl olmaz. Eğer
Hac için kudüm tavafını edâ etse, ondan sonra Umre için ihrama girse ve Umrenin
fiillerini hac fiillerinden öne alsa onun üzerine dem lâzım gelir. Çünkü'o kimse
Umrenin işlerim, Haccın işleri üzerine bina edici olmuştur. Bu durumda, Umreyi
terk mendûb olmuştur. Çünkü ihram, Hac işlerinden bir şeyle
sağlamlaştırılmıştır. Hac için tavaf etmeyen kimse bunun aksinedir. Eğer Umreyi
terk ederse Umreye başlamanın sıhhati için kaza eder ve Umreyi terk ettiği için
kurbân keser. Bir kimse Haccedip Nahr Gününde veya Nahr Gününü takib eden üç
günde Umrede yüksek sesle telbiye etse, o kimse için Umre lâzım gelir. Çünkü
Hac ile Umrenin ihramlarını birleştirmek sahîh-dir. -
Umreyi terk etmek de lâzım
gelir. Çünkü o kimse Haccın rüknünü - ki o vukûfdur - edâ etmiştir. Bu durumda,
Umrenin işlerini Haccın işleri üzerine her bakımdan bina etmiş olur. Halbuki bu
günler içinde Umre mekrûhdur. Terk ettiği Umreyi dem ile beraber kaza eder.
Eğer Umreyi terk etmeyip Umreye devam ederse sahîh olur. Mekruh işlediği için
dem vâcib olur. Haccı geçiren kimse şayet Hac veya Umre için ihrama girse,
ihramı terk etmek vâcib olur ve o, Umrenin fiilleriyle ihramdan çıkmış olur.
Çünkü Haccı kaçıran kimsenin böyle yapması vâcibdir. Ondan sonra Hac ve Umreden
hangisi ile ihrama girmiş ise, onu kaza
eder ve kurbân keser. Haccın ihramını terke sebeb şudur : Çünkü o kimse Hac ve
Umrenin ihramlarını bir araya getirmiştir. Bu durumda o, Umreyi terk eder.
Umrenin ihramını terke sebeb şudur : Çünkü o kimse Haccı kaçırdığından onun
üzerine Umre vâcib olmuştur. Şu halde o, ihram ile iki Umreyi bir araya
getirmiş olur. Bu durumda, ikinci Umreyi terk eder. O kimseye dem vâcib olmasına
sebeb; odasından önce terk etmek suretiyle ondan çıktığı içindir.
İhsâr lüğatta mutlak
olarak « m e n'» demektir. Bu ma'nâda : (Hasarahül adüvvü) «Onu düşman me-
netti (kuşattı)» ve
(Ahsarahul maradu) «Onu hastalık menetti (alıkoydu)» denilir. Şer'an : thrâmh
olan kimseyi, Hacc veya Umresinin tamâmına erişmesinden, düşman veya bir
hastalık korkusunun menetmesine, derler.
Eğer ihrâmlı, düşman
veya hastalık korkusuyla muhasara olunsa, onun ihramdan çıkması caizdir. Bu
durumda, ihsâr olunan kimse, îf-râd Haccı yapıyorsa bir koyun veya bir koyunun
kıymetini; Kıran Hac-cı yapıyorsa, iki koyun veya iki'koyunun kıymetini gönderir
ve o koyunun Harem'de boğazlanacağı günü ta'yin eder. Hıll'de ta'yin etmez.
Yâni koyun gönderdiği kimse Harem'de boğazlamaya ayniyle bir gün ta'yin eder.
Kıran Haccı yapanın iki koyun göndermesinin sebebi, iki ihramdan çıkmaya muhtâc
olduğu içindir. Ta'yin ettiği o boğazlama günü, nahr gününden önce 'olsa da
olur. İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre o, Umre ile muhsâr (ihsârlı) olmuş ise,
zikredilen gibidir. Eğer Hac ile muhsâr olursa, onun için, boğazlama ancak nahr
gününde caiz olur. Muhsâr olan kimse, o koyunun boğazlanmasıyle, tıraş
olmaksızın ve saçını kırkıp kısaltmak sızın ihramdan çıkmış olur. Bu söz
Vikaye'-nin «saçım tıraş ve kısaltmazdan önce» sözünden daha muvafıktır. Eğer o
kimse Hacdan muhalin (ihramdan çıkmış) ise, ona Hac ve Umre lâzım gelir. Başlama
sebebiyle Hac lâzım gelir ve ihramdan çıkıştan dolayı Umre gerekir. Çünkü o
ihramdan çıkış Haccı kaçıran ma'nâsmadır. Eğer Umre ihramından çıkmış ise Umre
lâzım olur. Bu, Umrenin kazasıdır. Eğer muhsâr Kıran Haccmdan ise, bir Hac ile
iki Umre lâzım gelir. Hac ile Umrenin birine sebeb, îfrâd Haccı yapanda olduğu
gibi, Haccı kaçıran ma'nâsında olduğundandır.
Umrenin ikincisine sebeb ise,
başlamanın sıhhatinden sonra ondan çıktığı içindir. Eğer kârin olan ihrâmhmn
ihsan zâü olup onun, Hedy'e ve Hacca yetişmesi mümkün ols«, ona Haccı edâ etmek
için teveccüh (yönelmek) lâzım gelir. Onun İçin ihramdan çıkmak caiz değildir.
Çünkü onun hedy (kurbân) göndermesi, hedye yetişmesinden aczinden dolayıdır. Bu
durumda o, yetişmekten bedel hükmünde olmuştur ve şüphesiz bedel ile maksûdun
meydana gelmesinden önce asla kudret hâsıl olmuştur. İmdi böylece bedel
itibârdan düşmüştür. Bu, azâd etmekten âciz- olduğu için oruç ile keffâret eden
kimse gibidir ki, şayet o, orucdan fariğ olmazdan önce bir köleyi azâd etmeye
kadir olsa, onun üzerine köleyi azâd etmek vâcib olur. Bu da aynen öyledir. O,
hedy için dilediğini yapar. Çünkü o hedy onun mülküdür ve onu bir cihete ta'yin
etmiştir. Bu durumda o, ondan müstağni olur. O muhsâr ihrâmhmn, ihsan yok
olduğu zaman, Hac ile hedyin ikisinden birine yetişmekle veya ikisine de
yetişememekle onun için ihramdan çıkmak caizdir. Şu halde eğer hedye yetişip
Hacca yetişmez ise, ihramdan çıkar. Çünkü o asıldan âciz olmuştur. Yine Hacca
yetişip hedye yetişmezse, istihsânen ihramdan çıkar. Çünkü o, ihramdan çıkmasa
malı meccânen zayi' olur. Malın hürmeti ise nefsin hürmeti gibidir. Öyleyse o,
ihramdan çıkar. Nitekim nefsi için de korksa onun ihramdan çıkması caizdir.
Yine, ikisinden birine yetişmek mümkün olmayıp maksûd fevt olduğundan dolayı
ihramdan çıkmak caizdir.
İhrâmlının, Mekke'de Haccı n
iki rüknünden m en edilmesi, yâni tavaf dan ve vukûfdan menedilmesi onun için
ihsârdır. Eğer onun efâle (hac fiillerine) erişmesi güç olursa, muhsâr olur.
Nitekim Hıll'de erişmek güç olduğu gibi
Haccın iki rüknünün birinden men ile o, muhsâr olmaz. Yâni eğer o, tavaf ile
vukûfdan birinin ef'âline erişmeye kadir olursa, muhsâr olmaz. Fakat, tavafa
kadir olursa/" muhsâr olduğu Haccı geçirmiş olması sebebiyle ihramdan çıkar.
Hac demi de ihramdan çıkmaya bedel olur. Ama vukufa kadir olursa, muhsâr olduğu
fevâtten (haccın kaçırılmasından) emniyetin vukuundan dolayı muhsâr olmaz.
Bir kimse kendisi
Hacdan âciz olup, başkasına kendisi
için Hac yapmayı emretse (istese), o
başkasının yaptığı Hac, eğer o âciz kimse
aczinde devam ettiği halde ölürse ve o Hacca memur olan kimse de onun için niyet
ederse, o âciz kimse için sahih olur. Bu iki şart bulunursa, ihcâc yâni kendi
yerine başkasını Hacca göndermek sahih olur. Eğer bu iki şart bulunmazsa sahih
olmaz.
Kâdîhân (Rh.A.)
demiştir ki: Bu zikredilen şey, emreden âciz kimse aczinin ortadan kalkacağım
umarsadır. Bunlar hastalık, hapis ve benzeri şeylerdir. Eğer aczin ortadan
kalkmasını ummazsa, - kötürüm olmak ve a'mâlık gibi - yerine Haccetmesi için
başkasına emretmesi caiz olur.
Ölmüş bir kimse için,
onun emri ile Hac edilse, o Haccın sevabı ölü için - sahîh kavle göre - vâki' olur. Bazısı, «Ölü için Hac yerine
geçmez, onun için sevâb olur,» demiştir. Sahih olan kavi birincisidir. Çünkü
eserler (hadîsler) ona delâlet etmektedir. Bundan dolayı, Haccın âmiri olan
kimse için niyet edilmesi ve Haccı eda eden kimsenin telbiyede onu zikretmesi
şart kılınmıştır. O kimse :
«Allahümme innî üııdül
hacce fcyesslrhü lî vetekabbelhü minnî ve min fülânin» «Yâ Rabbi, ben Haccetmek
istiyorum. Bunu bana kolay kıl ve bunu benden ve fülândan kabul et.» der.
Şayet Hac ile me'mûr
olan kimse, yolda hasta olsa, o memurun, ölünün yerine Hac edivermesi için malı
başkasına vermesi caiz değildir.
Ancak eğer mal o memura
verildiği zaman dilediğin gibi yap denilirse, - o memur gerek hasta olsun ve
gerekse olmasın - o zaman caiz olur. Çünkü o memur mutlak şekilde vekîl
olmuştur.
Bir kimse Hac için
çıkıp yolda ölse ve o mekândan Hac ile vasiyet
etse, eğer bir şey
açıklamış ise, iş onun açıkladığı şekildedir. Eğer bir şey açıklamamış ise, İmâm
A'zam' (Rh.A.) a göre, malının üçtebiri o Hacca yettiğinde o Ölü için
memleketinden Hac edilir. İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre, onun öldüğü yerden Hac
edilir. Bu meseleler, Fe-tâvâyı Kâdihân'dandır.
Bir kimse Hac ile
vasiyet edip onun için bir adam tetavvuan Hac etse, onun Haccı o vasiyet eden
kimse için caiz görülmez. Tecrîd'-de de böyle zikredilmiştir.
Bir kimseye iki adam,
bizim için Hac ediver, diye emretseler, o kimse de onlar için Hac ediverse, o
Hac onlar adına meydana gelmiş olmaz. Bilâkis o Hac memur için meydana gelmiş
olur. Memur eğer o maldan nafakalanmış ise, o iki âmirin mallarını öder. Çünkü o
memur başkasının nafakasını kendisi için Hacda harcatmıştır. O memur o Haccı,
âmirin ikisinden birisi için yapmaya da kadir olmaz. Lâkin o Haccı ana-babasmdan
birisi için yapması caiz olur. Çünkü o memur ana - babası için Hac etse, hangisi
için isterse, o memur için caiz olur. Çünkü o teberru edicidir. Amelinin
sevabını biri veya ikisi için yapabilir. Evvelki meselede âmirin hükmiyle
(kararıyla) iş görür. Bu durumda, âmire muhalefet etmekle Hac onun kendisi için
olmuştur.
Mu Jısârin edâ ettiği
dem (kurbân) âmire a iddir. Âmir Ölü olursa o, âmirin malındandır. Çünkü âmir,
memuru bu çıkmaza sokan kimseair. Şu halde çıkmazdan kurtarmak âmire vâcibdir.
Kıran ve cinayet demi Hacceden memura âiddir. Kıran deminin memur üzerine
olmasının sebebi, şükren vâcib olduğu ve Yüce Allah (C.C.), iki nüsku
(ibadeti) bir arada yapmaya muvaffak kıldığı içindir. Bu nimet ise memura
mahsûsdur. Çünkü fiilin hakikati memurdandır. Bu mesele, âmir kırana izin
verdiği vakittedir. Eğer izin verilmemiş ise, memur muhalefet etmiş olur.
Nafakayı öder. Cinayet deminin memur üzerine lâzım gelmesi ise, memurun cinayeti
işleyici olmasındandır. Şu halde cinayetin keffâreti de ona âiddir.
Başkası için Hac eden
kimse eğer vukuf dan önce cima*
ederse, nafakayı Öder ve gelecek yılda kendi malı ile Hac etmesi gerekir.
Eğer, başkasının yerine
Hac eden kimse yolda ölürse veya nafakası çalınırsa, âmirin geri kalan malının
üçtebiri ile âmirin bulunduğu yerden Hac
ettirir. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, memura Hac için ayrılıp verilen inalın -
eğer bir şey kalmış ise - geri kalanı ile Hac edilir. Eğer geriye bir şey
kalmamış ise vasiyet edene (mûsîye) vasiyet edilenin (vasinin) kısmeti
itibariyle vasiyet bâtıl olur. Çünkü vasiyet eden, eğer hayâtında bir miktar mal
ta'yin edip kendisine Hac edi-vermesi için bir adama verse, vasiyet eden ölüp de
malı o naibi elinde helak olsa, vasiyet edenin malından o helak olan maldan
başkası alınmaz. Yine, vasî (yâni vasiyeti yerine getiren kimse), ölünün
malından ayırıp verse, yine hüküm zikredilen gibidir. Çünkü vasî, mûsînin
(vasiyet edenin) yerine geçer. İmâm Ebû Yûsuf' (Rh.A.) a göre, ilk üçte-birden
geri kalan mal ile Hac edilir. Çünkü vasiyetin geçerli olmasının yeri üçtebir
(sülüs) dir. Ondan geriye ne kadar kalırsa yerine getirilir. İmânı A'zam (Rh.A.)
için buna sebeb şudur: Şüphesiz vasinin taksimi ve malı ayırması sahih olmaz.
Ancak vasiyet edenin ta'yin ettiği şekle göre teslim etmek suretiyle sa"hîh
olur. Halbuki o, burada o şekilde teslîm de etmemiştir. Çünkü o mal zayi'
olmuştur. Bu durumda, ölünün vasiyeti, geri kalanın üçtebirinden yerine
getirilir.
Hac, memurun öldüğü
yerden değil, âmirin bulunduğu yerden yapılır, fmanjeyn' (Rh.Aleyhimâ) in sözü
ise, memurun öldüğü yerdendir. İ mâ mey n' (Rh.Aleyhimâ) in sözünün sebebi
istihsândır. Şüphesiz o memurun yolculuğu, Yüce Allah* (C.C.) in :
«Evinden, Allah'a ve
Peygamberine hicret ederek çıkan kimse...»
kavli şerifinden dolayı bâtıl olmamıştır.
Resûlüllah (S.A.V.) :
«Her kim Hac yolunda
ölürse, onun için her yıl makbul bir Hac yazılır.» buyurmuştur.
İmâm A zam' (Rh.A.) m
sözünün şekli kıyâstır. Şüphesiz yolculuk-dan mevcûd olan miktar dünya ahkâmı
hakkında bâtıl olmuştur. Zira, Resûlüllah (S.A.V.) :
«Âdemoğlu öldüğü zaman
ameli kesilir.»
buyurmuştur.
Vasiyeti yerine
getirmek dünyâ ahkâmmdandır. Şu halde, vasiyet mûsînin vatanından bakî
kalmıştır. O vasiyet de sanki vatanından çıkmaktır. Halbuki vatanından çıkış
mevcûd değildir.
Hedy, Harem'e hediye
edilen şeydir ki, o, Hareni'de Allah' (C.C.) a yaklaşma (tekarrüb) hâsıl etmek
için, deveden, sığırdan ve davardan olur. Bu hedyin Arafat'a gitmesi vâcib
değildir. Bir kavle göre :. «Mak-sâd, Kılâde takmak gibi ilâmdır.»
Hedyde ancak, udhiyyede
câîz olan caizdir. Udhiyyenin açıklaması yakında gelecektir. Koyun her şeyde caizdir. Ancak farz
olan tavafı, cünub olduğu halde tavaf ederse ve yine vukûfdan sonra cima'
ederse, bû ikisi için koyun caiz olmaz, bedene caiz olur.
Hedyden yemek caizdir.
Hattâ müstehabdır. Ancak tetavvu', mut'-a ve kıran için olan hedyden caizdir.
Çünkü o nüsk demidir. Şu halde, udhiyye yerinde oldukları için bunlardan yemek
caiz olur. Diğer hedy-ler bunların aksinedir. Çünkü diğer hedyler keffâret
demleridir. Cinayet için ceza olarak meşrudurlar. Yenirse, onlardan
faydalanmanın me-nedilmesi ile alâkalı olur. Şiddetle menedildiği için yenmez.
Şüphesiz Nebî-i Ekrem'den (S.A.V.), onların yenmesini nehyettiğine dâir sahîh
haber (hadîs) vârid olmuştur.
Diğer ikisinin yani
mut'a ile kıranın hedyi nahr gününde boğazlanır. Yani boğazlayıcılarına nahr
günü teayyün eder. Mut'a ve kırandan başka hedyler onun dilediği vakitte
boğazlanır. Hedylerin hepsi için Harem-i Şerifi ta'yin gerekir. Harem'in
fakirine sadaka edilmesi için ta'yin gerekmez.
Vikâye'de : «Nahr
gününün ta'yini son ikisinin boğazlanması içindir. İkisinden başkası o ne vakit
dilerse boğazlanır. Çünkü Harem hepsi için ta'yin edilmiştir. Harem'in fakirine
sadaka için değildir.» denilmiştir.
Ben derim ki:
«İkisinden başkası ne vakit dilerse boğazlanır.» sözünün kendinden öncesine
bağlanması tekellüfe ve i'tisâfa yâni yoldan çıkmaya muhtaçtır. Nitekim bu husus
ehl-i ma'rifet ve-ehl-i insafa gizli değildir. Burada seçilmiş olan ibare daha
özlüdür ye maksûdu ondan daha iyi gösterir.
Hedy, çulu ve yuları
ile tasadduk edilir. Kasabın ücreti hedyin etinden verilmez; zaruret olmadıkça
hedyin üzerine binilmez ve sütü de sağılmaz. Soğuk su serperek- memelerinin
sütünün kesilmesine çalışılır.
Yolda Ölen, ya da ayağı
sakat veya a'mâ olmak gibi büyük bir kusur (ayb) ile kusurlanan hedyin vâcib
olanında, ölen başkası ile değiştirilir. Büyük kusur (ayb) ile kusurlanmış
olanı o, dilediği gibi yapar. Hedyin nafile olanında, ölmüş olsun, kusurlanmış
olsun, sahibine bir şey gerekmez. Nafile olan bedene yolda ölmeye yakın olursa
kurbân edilir ve küâdesi kanı ile boyanır.
Yine, ancak fakir yesin
dîye hörgücünün bir yüzüne kam sürülür.
Bunun faydası, hedy
olduğu bilinip fakirlerin yemesi içindir.
Bir grub bîr günde
vakfe yapsa diğer grub da, onlar vakfeye vukuf gününden sonra durdular, yâni vukuf gününde durmadılar, diye şehâ-det
etse, onların şehâdetleri kabul edilmez. Eğer vakfeye vaktinden önce durdular,
diye şehâdet ederlerse, şayet tedârik mümkün olursa, şe-hâdetleri kabul edilir.
Yâni Hacılar bir günde vakfeye dursa, bir topluluk da onların vakfe gününden
sonra durduklarına şehâdet etse, şe-hâdetleri makbul olmaz ve Hacıların Hacları
istihsânen caiz görülür. Kıyâs ise caiz görmemeyi gerektirir. Çünkü Hac zaman ve
mekâna mahsûs bir ibâdet olarak bilinmiştir. Bu durumda, zamansız ve mekansız
ibâdet olmaz. Nitekim onlar vakfeye terviye gününde durmuş gibi veya Arafât'dan
başka yerde durmuş gibi olmuşlardır.
İstihsâlim sebebi
şudur: Şüphesiz bu topluluğun şehâdetleri olumsuzdur. Çünkü onların maksatları
Hacıların Haclarının olmadığını söylemektir. Yine hatâdan sakınmak mümkün
olmayıp tedârik zor olduğu ve iade ile enirde güçlük görüldüğü için onların
şehâdetleri makbul olmaz. Bu durumda, şüphe zamanında şehâdetlerinin olumsuz
(nefy) olmasıyla yetinilmesi vâcib olmuştur.
Terviye gününde onların
vukuflarına şehâdetleri zikredilenin aksinedir.
Nahr günlerinin ikinci
gününde cemre-i vustâ (orta cemre) ve cemre-i sâlise (üçüncü cemre) yi atsa ve
cemre-i ulâ (birinci cemre) yi terk etse.bu durumda eğer tamamlamayı kasd edip
ancak birinciyi taşlasa, tertipsiz de olsa, bütün hâsıl olması için caiz
olmuştur. Çünkü tertib şart değildir. O, sünnet olan tertibi gözeterek hepsini
sıra ile atarsa, güzeldir.
Bir kimse, farz tavafı
edâ edinceye kadar yaya Hac etmeyi adaşa, yâni kendi üzerine yaya Hac etmeyi
vâcib kılsa, yaya Hac eder ve ziyaret tavafını edâ edinceye kadar binici olmaz.
Hacılardan biri bir câriye
satın alsa, o câriye efendisinin izni ile ihrama girer. Hattâ efendisinden
izinsiz ihrama girse, ihrama girmiş olmaz. Satın alan kimsenin, saç kesmek veya
tırnak kesmekle cariyeyi ihramından çıkartıp onunla cima' etmesi caizdir. Böyle
yapmak, Hac işine saygı için cima yapıp da ihramdan çıkartmakdan daha uygundur.
Bu bölümün
«Kitâb'ul-Hacc» ile ilgisi, Udhiyyenin Hac günlerinde vâki olmasındandır.
Udhiyye, kuşluk
vaktinde kesilen hayvanın ismidir. « E f â î 1» vezninde « E d â h î » şeklinde
çoğullanır. Kelime, (Adhâ yudhî) dendir. Bir kimse kuşluk vaktine girdiği zaman
böyle denir. Nahr günlerinde boğazlanan şey «udhiyye» diye adlandırılır. Çünkü
nahr günlerinde boğazlanan şey, kuşluk vaktinde boğazlanır. Bundan dolayı vaktin
adı ile adlandırılmıştır.
Şeriatta, udhiyye;
belli yaş ile, belli günde, tekarrüb (ibâdet) niyetiyle, şartları ve sebebleri
bulunursa vaktinde boğazlanan (kesilen) hayvandır.
Şartları: İslâm, ikâmet
ve sadaka-ı fıtranın vucûbunun tealluk ettiği zenginliktir. Sebebi, vakittir. O
da Nahr günleridir.
Rüknü; boğazlanması
caiz olan şeyi boğazlamaktır.
Udhiyye; bir ferdden
bir koyundur. Bir kişi için bir koyundan daha azı caiz olmaz. Yine bir kişiden
yedi kişiye kadar bir deve veya bir sığırdır. Nitekim bu husus daha önce
geçmiştir.
Kıyâs, bedenenin
hepsinin ancak bir kişiden caiz olması hususun-dadır. Çünkü kan akıtmak bir tek
kurbet (ibâdet) tir. Bir tek kurbet İse bölünme kabul etmez. Ancak biz, kıyâsı
eser (yâni Sahabenin sözü) ile terk ettik, Bu eser, Hz. Câbir' (R.A.)
den mervîdir ki: Hz. Câbir (R.A.); «Resûlüllah (S.A.V.)
İle Beraber Bir Sığırı Yedi Kişi, Bir Deveyi De Yedi Kişi İçin
Boğazladık.» Demiştir.
Koyun Hakkında Nass
Bulunmadığı İçin Kıyâsın Aslı Üzere Kalmıştır.
Sığır Veya Deve, Altı
Veya Beş Veya Üç Kişiden Caiz Olur. Bunu İmâm Muhammet! (Rh.A.) «Asi»
Adlı Kitâbda Zikretmiştir.
- Yedi Kişiden Olması,
O Yedi Kişinin Birisi İçin Yedide Birden Daha Az Olma/Sadır. Hattâ Bir Adam Ölüp
Bir Oğlu, Bir Karı Ve Bir De Sığır Bıraksa, Oğlu İle Karısı O Sığırı Udhiyye
(Kurbân) Etseler, Kurbet Vasfı Bazısında Yok Olduğu Ve Bu Fiilin Kurbet
Olmasında Bölünme Bulunduğu İçin, Oğlunun Payında Caiz Olmaz.
Kâfi De De Böyle Zikredilmiştir. Bir Kimsenin Udhiyye (Yani Kurbân) İçin Satın
Aldığı Bedenede Altı Kişiyi Kendisine Ortak Etmesi İstihsânen Sahilidir. Kıyâs
Bakımından İse Caiz Değildir. Bu İmâm Züfer' (Rh.A.) İn Sözüdür. Çünkü Ona Göre,
Bedene'yi Satın Alan Kimse Onu Kurbet İçin Hazırlamıştır. Bu Durumda Onun
Satılması Caiz Değildir.
İstihsânın Sebebi İse
Şudur : Şüphesiz O Kimse Bir Semiz Sığır Bulmuş, Satın Alırken Ortak
Bulamamıştır. Şu Halde Hacet, Ortaklığa Mecbur Etmiştir.
Rücû Suretinden Ve
Hılâfdan Daha Uzak Olması İçin Kurbette Ortaklığın Satın Almadan Önce Olması
Mendûbdur.
Ortaklaşa Olan
Udhiyyenin Eti, Ölçü İle Taksim Edilir. Tartısız Ve Ölçüsüz, Yalnız Tahminle
Taksim Edilmez. Ancak Eğer Taksim Edilen Parça İle Beraber, Paçalarından Veya
Derisinden Eklenir; Yâni Bir Tarafda Etinden Ve Paçalarından Bulunur Ve Diğer
Tarafda Etinden Ve Derisinden Bulunursa, Bu Takdirde Cinsi Cinsin Hilâfına
Şekilde Sarf Etmek (Saymak) Caiz Olur.
Udhiyye Vâcibdir.
Cevâmi'de Ebû Yûsuf (Rh.A.) Dan : «Udhiyye Sünnettir» Diye Rivayet Edilmiştir^Bu
Şafiî' (Rh.A.) Nin De Sözüdür. Ta-Hâvî (Rh.A.) Zikretmiştir Ki: «Udhiyye; İmâm
Ebû Yûsuf (Rh.A.) Ve İmâm Muhamined' (Rh.A.) İn Kavline Göre, Sünnet-İ
Müekkededijr. Vâ-Cib Olmasının Delili; Resûlüllah' (S.A.V.) İn
«Bir Kimsenin Hâli
Vakti Yerinde Olurda Kurbân Kesmezse Sakın Bizim Namazgahımıza Yaklaşmasın.»
Kavli Şerifidir. Bu Hadîsi, İmâm Ah-Med (Rh.A.) İle İbn Mâce (Rh.A.) Rivayet
Etmişlerdir. Bunun Gibi Vai-De (Tehdid) Ancak Vacibi Terk Eden Lâyık Olur..
Udhiyye : Hür Kimse
Üzerine Vâcibdir. Çünkü Udhiyye Mâlî Bir Kur-Bettir (İbâdettir). Mâlî İbâdet
İse, Ancak Mülk İle Hâsıl Olur. Mâlik De Hür Olandır.
Hür Müslümana Vâcibdir.
Çünkü Kurbet Ancak Müslümanda Tasavvur Edilir.
Mukîm Olan Hür
Müslümana Vâcibdir. Çünkü Udhiyyenin Edası Mü-Sâfir (Seferi) E Meşakkat Sayılan
Sebeblere Mahsustur. O Sebebler Vaktin Geçmesi İle Yok Olur. Bu Durumda,
Müsâfir Üzerinden Güçlüğü Kaldırmak İçin O, Cuma Namazı Gibi, Vâcib Değildir.
Fıtra Zenginliği (Maddi
İmkânı) Kadar Zenginliği Bulunan Hür Ve Mukîm Müslüman Üzerine Vâcibdir. Çünkü
İbâdet Ancak Gücü Yetene Vâcib Olur. Gücü Yeten İse Zengin Kimsedir. Zenginliğin
Miktarı, Üzerine Sadaka-I Fıtra Vâcib Olacak Kadardır.
Müslümamn Kendi Şahsı
İçin Vâcibdir. Çocuğu İçin Vâcib Değildir. Yâni Küçük Çocukları İçin Kendi
Üzerine Udhiyye Vâcib Olmaz. Çünkü Udhiyye Sırf İbâdettir. İbâdetlerde Asi Olan
Bir Kimse Üzerine Başkası Sebebiyle Vâcib Olmamaktır. Sadaka7ı Fıtra Bunun
Aksinedir. Çünkü Onda Meûnet
Ma'nâsı Vardır. Onda Sebeb, Bir Baştır Ki O Başın Meû-Netini Görüp Üzerine Velî
Olmaktır. Bu Ma'nâ İse, Çocuk Hakkında Gerçekleşmiş Olur: İmâm A'zam' (Rh.A.)
Dan İmâm Hasan (Rh.A.) Rivayet Ederki; Udhiyye, Baba Üzerine Küçük Çocuğu İçin
Vâcibdir. Çünkü O Küçük Çocuk Bir Bakıma Âdeta Kendi Nefsidir. (Yâni, Bizzat
Kendi Ma'nâsında Mevcûddur.) Ancak, Eğer O Çocuğun Malı Varsa, Onun Malından
Kendisi İçin Babası Udhiyye (Kurbânı) Kesiverir. Veya O Çocuğun, Babasından
Sonra Onun Vasisi Kurbânını Kesiverir. O Kurbândan Çocuk Da Yer. Yedikden Sonra
Geri Kalanını, Babası Ev Âleti Ve Benzeri Şeylerden Aynen Faydalanılacak
Şeylerle Değiştirir. Hidâye'de Denilmiştir Ki: «Babası, Çocuğun Malından Kurbân
Keser. Mümkün Olduğu Ka-Dannı Yeyip, ,Geri Kalanını Ayniyle Faydalanacağı Şey
İçin Satar.»
Kâfi'de Şöyle Denmiştir
: Esah Olan Kavi Şudur Ki: O Çocuk İçin UdHiyye Vâcib Değildir. Babasının Da,
Çocuğun Malından Udhiyye Kesiver-Mesi Gerekmez.
Udhiyye, Şehirde Bayram
Namazından Önce Boğazlanmaz. Şehirden Başka Yerde, Nahr Günü Fecrinin Tulûundan
Üçüncü Gününün Gurubuna Kadar Boğazlanır. Çünkü Udhiyyenin Başlangıç Vakti,
Şehirli Hakkında Bayram Namazından Sonra Ve Şehirliden Başkası Hakkında Fecrin
Tulûundan Sonradır. Son Vaktin Nahr Günlerinin Üçüncü Gününün Güneş Batışından
Önceki Vakte Varıncaya Kadardır. Fakirlik Ve Zenginlik İçin, Doğum Ve Ölüm İçin
Vaktin Sonuna İtibâr Edilir. Çünkü Nahrin Başında Zengin Olup Sonunda Fakirlik
İsabet Ederse, O Kimsenin Üzerine Udhiyye Vâcib Olmaz. Aksi Durumda Olan İçin
Vâcib Olur. Eğer Çocuk Son Günde Doğarsa, Udhiyye Vâcib Olur. Yâni Babası,
Udhiyye (Kurbânı) Kesiverir. Eğer Son Günde Ölse, Vâcib Olmaz.
Udhiyyeyi Geceleyin
Boğazlamak Mekruhtur. Her Ne Kadar Caiz İse De, Gecenin Karanlığında Yanlışlık
Vukuu İhtimâli Olduğu İçin Mekruh Olmuştur.
Bir Kimse Udhiyyeyi
Terk Edip Günlerini De Geçirirse - Ma'lumdur Ki Nahr Günleri Üç Gündür, Teşrik
Günleri De Böylece Üç Gündür. Hepsi Dört Günde Geçer. Başlangıcı Nahr Günüdür,
Sonu Da Teşrîkdir. Ortada Kalan İki Gün Nahr Ve Teşriktir. Bu Günlerde
Udhiyyesini Edâ Etmek, Udhiyyenin Parasını Tasadduk Etmekten Efdaldir. Çünkü
Udhiyye Vâcib Veya Sünnet Olur. Tasadduk İse Sâdece Tatavvu'dur. - Bu Durumda
O Udhiyyenin Kendisini Diri Olarak Tasadduk Eder.
Muayyen Nezr Yapan
Kimse De Nahr Günleri Geçtikden Sonra Nezr Edilmiş Olan Şeyin Kendisini Tasadduk
Eder. Yâni Bir Kimsenin Mülkünde Mevcûd Bir Koyunu Olup Da Allah (C.C.) İçin Bu
Koyunu Udhiyye (Kurbânı) Edeyim Diye Nezr Etse, Nahr Günleri Geçip Gittikden
Sonra Artık O Koyunu Diri Olduğu Halde Tasadduk Eder.
Yine Birinci Mesele
Gibi.Bir Fakır Udhiyye İçin Bir Koyun Satın Alsa, Kurbân Kesme Günleri Geçtikden
Sonra O, Satın Aldığı O Udhiyyenin Kendisini Diri Olduğu Halde Tasadduk Eder.
Çünkü Bizim Mezhebimizde Fa-Kîrin Kurbân Kesmek Niyeti İle Satın Aldığı
Udhiyyenin Edası Vâcibdir. Zengin Olan Kimse, Gerek Satın Alsın Ve Gerekse Kendi
Mülkünde Mevcûd Olsun, Vakti Geçmiş Udhiyyenin Kıymetini Tasadduk Eder. Yâni
Eğer Zengin İse, Gerek Satın Alsın Ve Gerek Satın Almasın, Udhiyyenin Kıymetini
Tasadduk Eder. Çünkü Udhiyye Zengin İçin Vâcibdir. Şu Halde, Şayet Kurbân Kesme
Zamanı Geçse, Uhdesinden Çıkarmak İçin Onun Üzerine Tasadduk Vâcib Olur. Cuma
Namazı Gibi Ki, Onun Vaktinin Geçmesinden Sonra Öğle Namazı Kaza Edilir. Ya Da
Oruç Gibi Ki Aczden Sonra Fidye Vâcib Olur.
Kurbân, Altı Aylık
Kuyruklu Koyundan Sahih Olur. Kuyruğu Olan Koyuna (Da'n) Derler. Altı Aylık
Koyuna İse (Ceza) Derler.
Deveden, Sığırdan Ve
Koyundan Da Seniyy Ve Seniyy'den Ziyâde Olan Sahih Olur. Seniyy, Deveden Beş
Yaşında Olandır. Sığırdan İki Yaşında Olandır. Koyundan İse Bir Yaşında Olandır.
Sö2Ün Kısası, Seniyy Ve Seniyy'den Ziyâde Olanların Hepsinden Udhiyye (Kurbânı)
Caizdir. Ancak, Da'n Yâni Tokludan (Gösterişli Olup) Altı Aylık Olanı Kurbân
Etmek, Resûl-İ Ekrem' (S.A.V.) İn Şu Kavli Şerifinden Dolayı Kifayet Eder :
«Siz Senâyâ İle Kurbân Kesin,
Ancak Sizden Biriniz Fakir Olursa, Tokludan Altı Aylığını Boğazlasın.»
Havelân-ı
havi: Mal üzerindi: Kamerî
bir senenin dolmuş olması (yıllanması)
Uir Kamerî sene de 1 Mu har re m'den diğer 1
Muharrem'e kadar geçen
müddettir ki -154 gün, 8 saat, 53 dakikadan
ibarettir.
Yâni, zekât verecek kimsenin zekâtı verirken zekât
niyyeıi île vermesidir. Yâlıuf
malın zekâtını daha evvel
ayırıp, zekât olarak
verileceğini
kararlaştırarak ya kendisi
ve>a vekili Olan kimsenin vermesidir. Bu
bakımdan ne verirken ne de
daha evvel zekâttık olarak
ayrılma hâlinde niyyet olmadığı
takdirde zekât verilmiş
olmaz. Niyyet mutlaka jarttır.
HUL' (Mühâlca):
Nikâh mülkiyetini zevcenin kabulüne talik ederek, özel lafızlardan biriyle
gidermektir.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 308-309.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 310.
Buhtu'nasr (Nabuchodoııosor); Milâdda.ı Önce yaşamışı
bir Hükümdarın kullandığı bir deve cinsidir.
Nabufhodonosorı ismiyle
Aşarîlerde iki hükümdar gelmiş olup, birincisi M.Ö. 667 -647 seneleri arasında
ISİnova'da hüküm sürmüş; Midyâ (yâni A'cem İrak'ı ve Azerbey-can) Hükümdarı (Er
Falışâd) ı mağlûb edip, kendi eliyle Öldürmüştür. Suriye ve Filistin'in zabtına
(Hclefren) isminde bir ve/îrini memur etmiş ise de, bu adam (Betolye) şehrinin
muhasarasında (Yodİs) isminde bir Yahudi kızı tarafından öldürülünce bunun
öldürülmesinden sonra Buhtu'nasr .bütün fetihlerini kaybederek rivayete göre
kendisi de (Kîahşâr) ve (Napopolasar) a karşı Ninova'yı müdafa etmekte iken
Öldürülmüştür.
İkiiîcjsİ «Büyük
lakabıyla da bilinen meşhur (Buhtu'nasr) dır ki, Asûriyye ile Ba-biiistan'm
birleştirilmesinden sonra bu iki memleketin hükümdarı olup M.Ö. 606 tarihinde
Filistin'in üzerine asker sevketmiş ise de Benî İsrail hükümdarı olan
(YuhûyâkîyirO karşı durmayarak itaati altına girince iktidar makamında
bırakılmıştı. Üç sene sotıra Yahûyâkîym itaatten dönünce Buhtu'nasr asker
göndererek kendisini yakalatmış; Yahûyâkîym yolda korkusundan vcfâl edince
Buhtu'nasr onun oğlu (Yah-niyû)yi Benî İsrail'e hâkim tâyin etmiş ise de yüz gün
sonra bu zâtı bir çok Benî İsrail âlimleri, Hz. Oaniyal ve Hazkal ile beraber
esaret altında Babil'e nakledip Benî İsrail'e bunun amcası (Satkîyâ)yı hâkim
tâyin etmişti. Hz. Ermiyâ bunun zamanında ortaya çıkıp Benî İsrail'i Hak'ka
davet eder ve Buhtu'nasr ile tehdid ederdi. Dokuz sene sonra
(Satkiyâ) da Buhtu'nasr'ııı itaatinden
çıkınca hal tercümesi
sahibi ikin ci defa
olarak Filistin üzerine asker sevkedip bir sene, bir rivayette de ikibuyuk
senelik muhasaradan sonra Kudüs'ü zabtederek Beyl-i Makdîs'j tahrib edip Benî
İsrail'i esaret altında Babil'e sevketmiştir. Sonra (Sûr) şehrini muhasara ve
zabtedip Mısır'a da asker sevkederek Aşağı Mısır'ı istilâ etmiş; zabtetliği
yerlerden pek yok ganimet alıp, naklettiği bir çok sanat eserleri ile Babil'i
bir kat daha genişletip tezyin etmiştir. Hu fetihlerin üzerine ulûhiyyet
davasına kalkışınca Allah (C.C.) tarafından bir ce?â olmak üzere aklını
yitirince kendini öküz zannederek yedi sene ormanlarda gezmiş; bu müddet içinde
zevcesi mülkü idare etmiştir. Sonra aklı başına gelip ulûhiyyet davasından da
vazgeçince tahtına dönerek bir sene daha hükümrân olmuş; M.Ö. 562 tarihinde
vefât etmiştir.
Mes'udî'ye göre;
Buhtu'nasr onsekizbin (bir rivayete göre de yelmişbin) Yahudi katletmiştir.
(Kâmûs'ul A'lâm.
Şemseddin Sami - Kâmûs Tercümesi,
Asım Efendi)
İsti'nâf:
Üç türlüdür.
Birincisi, mutlak olarak
hükmün sebebinden sorulur ve akabinde cevah verilir.
İkincisi, bu hükmün özel sebebinden sorulur ve cevabı
verilir.
Üçüncüsü, ya da bunun
dışında bir şey sorulur ve cevabı verilir.
Bir görüşe göre
isti'nâf, mukadder bir suale verilen cevabdır.
Diğer bir görüşe göre
isti'nâf, sözü sual elrafında dolaşan sözden
kesmektir.
Yine bir görüşe göre
İsti'nâf, yeniden söze başlamaktır.
(Ta'rifât-i Sevyid-i
§erîf)
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 310-312.
Burada
sadaka, zekât mânâsına
kullanılmıştır.
Nitekim, Buhârî'de
geçen Encs (R.A.) in rivayet
ettiği bir badîsde;
Peygamber Efendimiz (S.A.V.)
tarafından Zekât,
sadaka olarak ifâde buyurulmuştur.
Rub'u
uşr: Onda birin
dörtte bfirİ demektir. O
da kırkda bir
eder. 111
Yâni
v- x ----- = -------
'
10 :
4
40
Nısf'u uşr : Onda birin yansı demektir. O da yirmide
bir eder.
Yâni -----
x----- = - —
10
2
20
Bu husûsda
Hidâye'de zikredilen dalıa başka
rivayet de vardır.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 312-313.
Buradaki
hükümle Resûlüllah
(S.A.V.) ve Ebû
Bekir' (R.A.) in
zekâlın farayyetine
dâir olan yazılan (nüshaları)
kasd edilmekledir.
Buhârî'deki bîr hadîs-İ
şerifte. Enerden rivayet olunduğuna göre, Ebû Bekr-i Sıddîk (R.A.) kendisine
(Bahreyn Valisi bulunduğu sırada) şunu yazdırmıştır:
«Bu, Resûlüllah
sallellahü aleyhi ve sellenıin Müslümanlara farz kıldığı, Allah'ın da Resulüne
emir buyurduğu zekât farizası (nüshası) dır.
Deveden her yirnıidört
başta ve daha azında zekât koyundur...» buyurulmaktadır.
Ceza': Deveden 4 yaşım tamamlayarak 5 \ .ışına basmış
olandır. Al ve sığırdan 2 yaşım tamamlayıp 3
yaşına basmış olandır. Kovundan
8 yahut 9 aylık olandır.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 313.
İşkâl (Müşkil): Bir lafzın kentlisinden ne murâıl
edildiği teemmülü üz bilinemeyecek derecede mânâca kapalı olmasıdır. Bu
kapalılık onun ya mânâsmdaki incelikten, derinlik-ten veya kendisindeki bir
İstiâreİ bediiyeden İleri gelir. Böyle lâfızlara da müşkil denir. Meselâ;
gusülde tatahhur (temizlenme) ile memuruz. Bu temizlenme ağızm içine de şamil
midir? Teemmül neticesi anlaşılıyor ki bunda işkâl mevcuttur.
TAĞLEBt
KAVMİ; Hıristiyan Arab
Kavimlerinden biridir. Ömer (R.A,)
zamanında cizye vermek istememişler, daha
sonra sulhen «Biz
cizyeyi Müslümanların zekâtıma katıyla veririz»
demirlerdir. Ömer (R.A.) de; «İşte sizin cizyeniz, bunu istediğiniz şekilde
isimlendirin.» buyurmuştur.
Müslümanların zekâtının
katı olarak sulh cereyan edince, onların çocuklarından bu durumda cizye
alınmamaktadır. Bunların kadınlarından ise Müslüman kadınları gibi alınmakladır.
Ancak Müslüman kadınları için cizye söz konusu değildir.
(Hadimi, Dürer Hafiyesi)
Mansûs'un-aleyh: Açıklanıp tâyin edilen.
Çünkü yirmi,
kırkın yarısıdır. Beş de onun
sekizde biridir.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat:314-318.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 319.
Vczn :
Ağırlık, miktar, Ölçü. Miskâl: 4,807 gram.
(*) Dirhem: 3,27 gram
Kırat: Şer'i ölçüsü 0,2 gram, Örfî ölçüsü
0,20208 gram.
Nisâb: Şer'î şerifin bir
şey hakkındaki miyar, alâmet tâyin etmiş olduğu miktardır.
Madrûb: Darbolunmuş; darbolunmuş gümüş akçe. Yâni
vaktiyle mütedâvil bulunm.;ş bir küçük gümüş sikke.
İlk islâm sikkesi H, 75
senesinde Abdülmelİk İbni Mervan (Rh.A.) zamanında ba-silmiştir.
tslâm parası evvelce
hurma çekirdeği şeklinde idi. Ömer (R.A.) zamanında yuvarlak şekle konuldu ve
üzerine de «Lâ ilahe illallah Muhammediin resûlullah» yazıldı.
Abdiilmelik (Rh.A.)
zamanındaki sikke ise; devrin meşhur Ulemâsı ile görüşülerek ve bilhassa Muhammed İbni Bakır (Rh.A.) m
rey'i alınarak darbedilmiş İslâm Devletinin İlk sikkeyidir. Bu sikkenin
darbından sonra diğer paralar tamamen tedavülden kaldırılarak, bunları
kullananlara ağır cezalar tâyin ve tamim edilmiştir.
İstanbul Topkapı Sarayı
Müzesinde bulunan bu paranın bir tarafında «Lâ ilahe illalla-hû vahdehû lâ
şerîkeleh» cümle-i şerifesi, öbür tarafında da «thlâs-ı şerif» sûresi yazılıdır.
Bu yüzünün kenarında da Şam'da darbedildiği ve darp tarihi olan 79 senesine
işaret edilmiştir. O halde, bu paraların basımına daha sonra da devam edilmiş
olduğu ortaya çıkar.
Vaktiyle kullanılan
paralardan Dinar, altın sikke; Dirhem İse gümüş sikkedir.
Uruz: Araz ve arzın çoğuludur. Burada dinarlar ve
dirhemlerin gayrı mallar manasınadır.
Akar: Fıkıhda, gayrimenkul demektir. İnsanlar arasında
İse, kiraya verilip irâd getiren şeylere denir.
Vaz'an: Aİlahu Teâlâ'nm vaz'ı itibariyle. Ca'len:
İnsanların işlemesi itibariyle.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 319-322.
ÂŞİR: Bîr zamanlar; tacirleri hırsızlardan, yol
kesicilerden, eşkıyadan ve sâireden korumak ve bu hizmetin karşılığında bir
kısım zekâtlarını almak için münâsip mahallerde â$ir nâmtyle Sultan tarafından
tâyin edilmiş bir takım memurlar bulunuyordu.
Bu memurların
toplayacakları vergi 'umumiyetle öşr, nısfı öşr, rub'u öşr nisbetin-de
olduğundan âşir denilmiştir. Çoğulu uçşar dır.
Bu memurlar, yoldan
geçen tüccardan'yanındaki malın miktarını sorarlar, nisâb miktarı ise ve o mal
yanında bir sene kalmış ise, aynı zamanda ticâret malı ise, her çeşit maldan,
Müdümandan kırkta birini, Zİmtnfden yirmide birini, Harbîden ondabîri-ni
alırlardı.
Bu malların sahihleri,
bunların zekâtlarını yola çıkmadan önce bulundukları memlekette vermiş
olduklarını veya bunların mukabilinde borçlu olduklarını veya bu malların
ticâret malı olmadığını veya zekâtlarının başka bir âşir tarafından alınmış
olduğunu iddia ederlerse, bu iddianın hilafı anlaşılmadıkça zekâtları
alınmazdı.
Bu memurlar, tacirlerin
yanında bulunup çabucak bozulacak sebze, yaş hurma ve yaş üzüm gibi şeylerden,
kıymetleri nisâb miktarından fazla olmadıkça, zekât almazlardı.
Zamanımızda tacirler
İslâm Gümrüklerinde, ticâret malları için verdikleri gümrük rüsumunu, bu
malların zekâtına mahsûb edebilirler.
(Büyük İslam İlmihali,
Hukuk-u Islamiyye Kâmûsu. Ömer Nasûhî Bilmen.)
Tad'îf: İki kat etme, bir o kadar daha arttırma.
Bu zikredilen İstisna, yukarıda «ancak» ile başlayan
cümlede belirtilen husûsdur.
Harbî:
Ehl-i İslâm ile aralarında mütâreke
ve sulh bulunmayan
gayrimüslimlere âid memleket
ahâlisinden her biri.
Câriye:
Bir kimsenin tasarrufu
altında bulunan genç veya
ihtiyar kadındır. Çoğulu cevâridir.
Câriye, esasen denizde
cereyanı itibariyle gemi manasınadır. Cariyeler de Efendilerinin emir ve
hizmetleri dâiresinde hareket edecekleri sebebiyle bu adı almışlardır. Bununla
beraber hür kadınlara da câriye dendiği vâkîdir. Vakıflar gibi umûmî menfaat
hakkında devamlı sadakaya da sadakati câriye denilir.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat:323-326.
Fîrûzec (Feyrûzec): Bu kıymetli taş halk arasında
fîrûzc olarak bilinir. Fîrûzec kelimesi Farscadir.
Rengi, gök mavisi veya
yeşili andırır. Görünüşü güzeldir. Tabiatta, büyük kütleler içinde dağılmış
ince damarlar hâlinde veya serbest olarak küçük yumrular hâlinde bulunur. Hamlaç
(teknol-şalumo) alevinde erimez. Asit içine atılacak olursa, köpürmeden ve
tortu bırakmadan, bakır rengini andıran eriyikler vererek çözülür,
Firuze taşlan, doğu ve
batı olmak üzere ikiye ayrılır. Doğu fîrûze [aşları İran, Hindistan ve
Türkiye'de çıkar. En kıymetli
olanları gök mavisi olanlardır. Ayrıca ye şile,\ sarıya çalan mavi
renklileri de vardır.
Bazılarının rengi, parlak maviden
donuk yeşile \ayar ki;
onlara «Ölü» veya «sönük» taşlar denir.
GÖz hastalıkları ile
ilgili ilâçların terkibinde bulunur. Terkibinde firuze bulunan göz ilâçları;
gözbebeğinin kusurlarını izâle eder. Göz perdesinde meydana gelen arızalan da
giderir.
<EI Mutemed)
Anber (Amber): Anber Balığının bağırsaklarından
çıkarılan veya dışkısı ile denize dökülen, küt renkli güzel kokulu bir
maddedir.
Japon ve Hind denizleri
gibi Tropik denizlerde yaşayan ve boyları 20 metreyi bulan, 100 ton
ağırlığındaki Anber Balığı; siyah bir mayi çıkaran Mürekkep Balığını yer, bu
siyah' mayi, Anber Balığının bağırsağında gri anber denilen katı bir madde
hâlini alır. Bu madde balığın dışkısıyla dışarı atılır ve deniz üstüne birikir.
Bu biriken madde katı ve mumlu olup kurşun rengindedir. Kokusu miske benzediği
için güzel koku imâlinde kullanılır.
Bir rivayete göre;
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Seyf Nahiyesine bir Seriyye gönderdiğinde, orada
bir Anber Balığı elde etmişler ve bir ay boyunca yemişler. Bu balıktan
Peygamber (S.A.V.) Efendimizin de yedikleri rivayet edilir.
Bir kavle «Öre; anber
denizde bulunan bir pınardan zift gibi kaynayarak deniz üstüne çıkan bir
maddedir. Suyun üstüne çıktığında katı bir madde hâline gelip, daiga-ların çarpmasıyle sahile dökülür.
Anber hakkında eski
âlimlerle sonra -gelen âlimler arasında görüş ayrılığı doğmuştur. Eski âlimlere
göre; deniz içindeki bir pınardan kaynayarak su yüzüne çıkan mezkûr maddeyi
batıklar yutar; kendilerine zararlı gelerek helak olurlar, dalgaların vurması
İle sahilde bulunduktan sonra karınları yarılıp çıkarılır. Son devir âlimlerine
go-re; bu madde Hindistan'ın bazı dağlarında olan bal arılarının hoş kokulu
nebatlardan yemek suretiyle meydana getirdikleri bir baldır ki, şiddetli
yağmurlar sebebiyle anların kovanlarınr sel suları denize götürdüğünden, ballı
kısımları mahvolup; mumlu kısımları bakî kalır, dalga onu sahile atarak orada
bulunmuş olur, Bu kavi tabiata daha uygundur. Çünkü bazı anberlerde arı
kanadı,- ayağı ve kuyruğu müşahede edilmektedir. Aflberin en iyisi eşbeh olan
nev'idir ki, akı karasından fazladır. İbn-i Abbas (R.A.) in rivayet ettiği bir
hadîsde; anberin denizin attığı bir şey olduğu anlatılır.
Eski Hekimlikte İse,
aşağıdaki dertlere deva olarak kullanılırdı.
Bir miktar Anb«r; su ile
kanştınlıp İçilecek olursa; üşütmekten mütevellid mide ağrılarını, bağırsak
tıkanıklığını ve yine bağırsaklarda hâsıl olan gazları İzâle eder. Bel ve karın
bölgesindeki ağrılara dıştan sürülecek olursa, buralardaki ağrıları da giderir.
Buhur yapıldığında veya
merhem gibi sürüldüğünde başağrılannı keser, ayrıca başka azalara da sürülecek
olursa, o azalan kuvvetlendirir.
Buhur ile koklanmasında
bîr çok faydalar vardır. Bu şekilde tatbik edilecek olursa nezle, soğuk
algınlığı ve dimağ yorgunluğunu izâle eder.
Anber ile yağlanılacak
olursa, damar, sırt ve kaburga ağrıları için devadır.
2,40 gram anber
sulandırılıp ağrıyan mide üzerine veya bir başka azaya sürülecek olursa ağnları
giderir, azayı kuvvetlendirir.
<E1 Mutemed, Kâmûs
Tercümesi, Lisanül Arab)
Müste'min: Gerek Müslim gerek Zimmî ve gerekse Harbî
olsun bir milletin ülkesine
eman ile, müsaade ile dâhil olan kimse demektir.
Böyle bîr müsaade ve
izin ile başkasının yurduna giden bir yabancı canı, malı ve namusu hakkında
emin, korkudan uzak bir halde bulunacağı cihetle kendisine müste'min
denilmektedir. Buna müste'tnen de denilir. Buna göre «kendisine eman verilmiş
kimse» mânâsını ifâde eder.
Yâni, kenzin bulunduğu memlekete İslâm'iyyetin
gelmesinden önceki küffâra âiddir.
Siyak: Söz gelişi, ifâde tarzı, uslûb, tarz.
Stbâk: Bir şeyin öncelik
hâli, bir çeyin geçmişi, bafc, bağlantı. Siyak ve sibak: Sözün evveli ve
sonrasıyla uygunluğu.
Mef'û!: Tümleç; bir failin fiilinin tesir ettiği şey.
Muzaf: Tamlanan (belirtilen) demektir. Nfuzâfunileyh: Belirten, tamlayan
demektir.
Mustâf: îzâfet-i
mâneviyyede kendisine muzâfunileyh ilâve olunmaktan dolayı ma-rifelik ve
husûsiyyet kazanan, mutlaka isim ve lafziyyede hafiflik elde eden ism-i fail.
ism-i mef'ût ve sıfat-i
müşebbehedir.
Muzâfunileyh; lafzan
yahut takdîren bir harf-i cerr vâsıtası ile iki şey birleştirildiğinde muzâfın,
kendisinden zikredilen halleri kazandığı isimdir.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 327-331.
Vesk (vesak): 60 sâ\ yâni 62400 dirhem miktarıdır.
Bir deve, bir katır veya
bir merkeb yüküne de vesk denilir.
Bir vesk, 204,2742
kilogramdır.
Sâ',: 1040 dirhem buğday
veya arpa alır bîr ölçektir ki, sekiz Ritl-ı Bağdadî'yc eşittir. Buna «Sâ'i
Irakî» de denilir. Hanefî Mezhebine göre muteber olan da budur.
Şer'i dirheme göre bir
sâ' 2,917 kilogramdır. Örfî dirheme göre 3,333 kilogramdır.
Rıtl: 130 dirhemlik bîr
ölçektir ve bir sâ'nm sekizde birine eşittir. Bir ntl 437,45 gramdır.
Okıyye (Vakiyye, Okka)':
400 dirhemlik bir ölçek olup 1,30945 kilogramdır.
Sebze
diye ifâde ettiğimiz hadrâvât;
elma, armut gibi
meyveler ve pırasa, patlıcan, karpuz, acur, hıyar gibi
sebzelerdir.
Yeşillikler de meyveleri dâimi (bakî) olmadığından öşr
vâcib olmamaktadır. Burada bâkt yâni devamlı olmaktan maksad bir sene devam
etmesidir.
Bir kavle göre;
İlgilenmeden meyvesi devam edendir.
ŞUF"A: Satılan veya ivaz şartıyla hîbe edilen bir akan
ya da o hükümde olan bir malı müşteriye veya mevhûbünleh'e (kendisine mal hediye
edilene) her kaça mâl olmuş ise o miktar
ile müşteriden veya bayiinden
veya mevhûbünlehden cebren alıp temellük etmektir.
Bey'i fâsid: Esasen sahih olup vasfı itibariyle sahih
olmayan, yâni zât itibariyle akdedilmiş olup da ban haricî vasıfları bakımından
meşru olmayan satıştır.
İmâm Ebü Yûsuf' (Rh.A.) a göre: meyvenin yetişmesi;
İmâm Muhammed1 (Rh.A.) e göre toplanacak olgunluğa gelmesi vaktidir.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 332-334.
Zengin de olsa o âmilin kendisine
ve yardımcılarına kifayet
miktarı ve tahsil ettiği malın yarısını tecâvüz etmeyecek derecede zekât mal
verilir. Böyle bir kimsenin
zenginliği onu almasına manî değildir. Hizmeti
müddet ince kendisine kifayet miktarı verilir. Çiînkü o,
kendisini bu işe adamıştır.
Yiyecek, içecek ve
giyecek hususlarında zevklerine tabî olmak ona caiz olmaz. Sırf israf olduğundan
o haramdır. Emîr (Sultan) e lâzım olan, vasata razı olanı bu İşe memur etmektir.
Mükâteb; bir köledir (veya câriyedir) ki, Efendisi ona:
Şu kadar para veya eşya getirdiğin veya şu işi yaptığın takdirde hürsün, der de
köle de bu şartı yerine getirirse hür olur. Bir başka ifâdeyle, mükâteb;
efendisiyle kitabet akdinde bulunmuş olan köle veya câriyedir. Müennesi,
mükâtebe'dir.
Temlik: Mülk edindirmek suretiyle.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 335-336.
Müdebbcr köle: Sahibinin ölümünden sonra serbest
bırakılma şartına bağlı olan kölelik çeşididir.' Meselâ, Efendisi kendisine:
«Ben ölünce sen serbestsin» derse, bu kölenin hürriyete kavuşması sahibinin
Ölümüne bağlıdır.
Ümmü
veled: Efendisinden çocuğu
olan cariyeye denir. Bu köle satılamaz ve hibe edilemez.
Sahibi hayatta iken onu serbest bırakırsa hür olur.
Şayet hayatta iken onu serbest bırakmazsa, öldüğü zaman kendiliğinden
serbest ve hür olur.
Talfl: Bir şeyin illetini, sebebini bulup çıkarmakdır.
Sıla-ı rahm: Ana, baba ve akrabayı ziyaret etme
vazifesidir ki, bu bir sünnet-i şerîfdir ve İslâm'ın kârındandır.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 336-340.
Sadaka-ı Fıtr; zekât ve oruç gibi Hicret-İ Senİyyenin
2. senesinde, orucdan evvel vâcib olmuştur.
Buna yalnız Fıtra da
denir ki; fıtrat sadakası, yâni; sevab İçin verilen yaradılış atiyyesi demektir.
Resûlüllah (S.A.V.) tarafından emir buyurulmuştur.
Fıtra, bîr yardımdır,
orucun kabulüne ve kabir azabından kurtuluşa bir vesiledir. Diğer tarafdan;
fakirlerin ihtiyaçlarını gidermeye ve Bayram gününün neşesinden onların da
faydalanmasına bir yardımdır. Bu cihetle de sadaka-ı fıtr, insanî bir hayr, bir
vazifedir.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 341-342.
Sâ'; 1040 dirhem buğday veya arpa alan ölçekdir.
Bir sâ'i Iraki 1040
dirhem-i şer'î olarak itibar olunur ki, 910 dirhem-i örfîye eşinir. O halde 520
dirhem-i şer'î de 455 dirhem-i örfîye eşil olur.
Küsurlar dikkate
alınmazsa; 1040 dirhem-i şer'î 2.917 kilogram; 1040 dirhem-i örfî de 3.333
kilogram eder. O halde, 520 dirhem-i şer'î 1.458 kilogram, 520 dirhem-i örfî de
1.667 kilograma eşittir.
Bir kilogram 357
dirhem-i ser'î ve 312 dirhem-i örfîye eşittir.
Sadaka-ı fıtr; metinde
zikredilen dört cins şeyden muayyen miktarda verilir. Bunların yerine
kıymetlerinin verilmesi de caizdir, hattâ efdâldir. O halde, meselâ bir
kilogram buğdayın fiatı 350 kuruş olsa, dirhem-i Örfîye göre, bir kilogram
miktarının fiatını Şu şekilde hesaplarız:
350 kuruş x 1.667
kilogram — 583.45 kuruş (yâni 5 lira 83 kuruş, 45 santim)
Mâş: Fasulyenin börülceyi andıran iki çeşidine verilen
isimdir. Bitkileri inceleyen ilim dalında; Phaseolus aureus; PhaseOlus mungo
diye bilinirler.
Sadaka-ı
fıtPın vücûbumın sebebi: Mükellefin
kendi nefsi (şalisi), tam ve mutlak bir velayetle idare ve velayeti
altında bulunan müdebber veya ünun-t veledi olsa da köle ve
cariyeleri ile fakir olan küçük çocuklarıdır.
(Nûr-ül îzâh)
Sadaka-ı
fitr, ma'kûl malî bir ibâdettir. Vücîib
vaklinden sonra sakıt
olmaz. Zekât gibi ancak edâ
etmek suretiyle sakıt olur. Yoksa vaktinin geçmesiyle edası da geçmiş olmaz.
Meselâ, kurban bunun aksidir. Çünkü kan akıtma gayr-ı ma'kûldür yâni kurbîy-yet
olması ancak o kurbanın vaktinde olur. Vakti geçince de aynı şekilde sakıt
olmaz.
(Zeylaî)
Kurb (Kurbiyyet): Allah' (C,C.) a yaklaşmak, ibâdet
demektir.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 342-344.
ORUCUN FARZIYYETİ.
Onıc; Ümmet-i Muhammed'e
Hicrî 2. ci senenin Şaban ayı içinde, Bedir Gazasından (17 Ramazan Cuma 2. H. /
İ3 Mart 624 M.) bir ay ve bir kaç gün önce farz olmuştur.
Ramazan orucu üe
mükellef olan Müslümanlar başlangıçta; oruç tutmak veya oruç tutulmayan gün için
bedel fidye vermekte muhtar bırakılmışlardı. Aynca, hasta ve yolcuların,
sıhhate kavuştuktan sonra ve yolculuk bittikten sonra, gününe gün oruç
tutmaları hususunda müsaade olunmuştu. Fakat, daha sonra gücü yetenlerin ve
ikâmet edenlerin fidye vermeleri nesh edilerek mutlak oruç tutmaları farz
kılınmıştır.
Müslümanlıktan Önce
Kureşllerde Onıc:
Âije (R.Anhâ) dan
rivayete göre; Muharrem ay'ının 10. cu günü oruç tutmak Ku-reşîlerce mu'tad idi.
Bundan başka, (Recebül esam) ve (Şehr-i Mudar) dedikleri ve bu aylar içinde
putların ziyaretine gidip «Atîre kurbanı» kesdikleri Receb ay'inda da oruç
tutarlardı.
Yine, Aişe (R.Anhâ) dan
rivayete göre; Peygamber (S.A.V.) Efendimiz; nübüvvet gelmeden ve hicretten Önce
Âşûrâ orucuna devam etmiş olduğu gibi, Hicret'in 2. ci senesi Muharrem ay'min 10
uncu günü de, çocuklara varıncaya kadar bütün Müslümanlara oruç tutturmuş
fakat, Ramazan orucunun farzıyyetinden sonra; «Âşûrâ günü oruç tutmak isteyen
tutsun, terketmek dileyen de terk etsin.» buyurmuştur.
Mu'âz bin Cebel (R.A.)
dan rivayete göre: Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Medine'de her ay 3 gün oruç tutar ve
Ashabına da tavsiye ederdi.
(Tcfsîr-i Hâzin, Câmi'üs
Saglr, Sahîh-i Müslim)
Keffâret: Lûgatta mahv ve izâle manasınadır. Allahu
Teâlâ' (C.C.) nın bazı kusurları, günâhları bir
takım vesilelerle afv
edip örttüğünden dolayı bu
vesilelerin her birine «keffâret» denilmiştir.
Nitekim günâhları afv etmeye de «tekfir-i zünûb» denilir.
Bk. Bakara sûresi (2), âyet: 183.
Bk. Hacc sûresi (22), âyet: 29.
Bk. Nahl sûresi (14), âyet: 91.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 345-347.
ŞEKK GÜNÜ (Yevm-i şekk): Şüpheli gün demektir.
Hanefi'lere göre; şekk
günü Şaban ayının son günü olup, havanın bulutlu olması sebebiyle, Şabaiı'm son
günü mü, yoksa Ramazan'ın ilk günü mü olduğu kestirilemiyen gündür.
Eimrae-i selâse'ye göre;
şekk günü Şaban ayının otuzuncu günüdür ve hilâlin görülmemesi sebebiyle Şaban
ayından mı, yoksa Ramazan ayından mı olduğu bilinemeyen gündür.
Şâfİîlere göre; şekle
gününde oruç lutmak; bazan mekruh, baza ti mendub, bazan da bâtıl olur. Meselâ,
o gün Ramazan ayındandir diye oruç tutulursa, kerâhet-i tahrîmi-ye ile
mekrûhdur. Farzla vâcib arasında tereddüd ederek niyetlenilir ve oruç tutulursa,
kerâhct-i tenzıhiyye ile mekrûhdur. Şekk günü, oruç tutmak, âdet edinilen
günlere rastlarsa mendubdur. Oruç tutmakla tutmamak arasında mütereddid olunduğu
halde tutulursa, bâtıldır.
Yine Şâfiîlfcre göre;
şayet şekk gününden önceki gece halk arasında hilâlin görüldüğü haberi yayılmış
fakat isbât edilememişse, o gün oruç tutmak haramdır. Hilâlin görüldüğü haberi
halk arasında yayılmamışla, o gün kafi olarak Şaban ayındandır. Ancak, âdil bir
kişinin, o günün Ramazandan olduğuna dair şehâdeti, onu kat'i şekilde Ramazandan
kılar.
Mâlikîlcre göre; şekk
günümle nafile olarak oruç tutulur veya o gün, oruç tutmak âdet edinilen günlere
rastlarsa oruçlu olmak mendub olur. Şekk gününün Ramazandan olduğu anlatamazsa,
niyet edilen pruc sahih olur. O günün Ramazandan olduğu anlaşılırsa, tutulan
oruç kaza edilir. O gün için oruca ihtiyaten niyet edilirse, mekruh olur.
Hanbclîlere göre; şekk
gününde nafile oruca niyet etmek mekrûhdur. Ancak o gün, oruç tutulan günlere
rastlar veya ondan önce bir iki gün oruç tutulmuş ise mekruh değildir. Sonradan,
şekk gününün Ramazan ayından olduğu anlaşılırsa, tutulan oruç Ramazan orucu
yerine geçmez. Bir gün kaza etmek icâbeder.
Şekk günü hakkında
Ashâb-i Kiram da ihtilâf etmişlerdir. Bİr kısmı, o gün oruç tutmanın caiz;
olduğunu kabul etmişler, bir kısmı da o gün oruç tutmayı Peygamber (S.A.V.)
Efendimize isyan etmek saymışlardır.
«Ramazandan bir veya iki gün önce oruç tutmayınız.
Ancak bir kimse (âdet edindiği) bir orucu tutuyorsa, onu tutsun.»
(Revâhü'l hamse, Ebû Hüreyre' (R.A.) den, TÂC)
Hz, KASIM, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin ilk
çocuğudur.
Resûl-İ Ekrem (S.A.V.)
Efendimizin Nübüvvetinden onbir sene önce doğmuş olduğu rivayet edilir. (S99.:
M.)
Annesi Hz, Hadîce'
(R.Anhâ) dır. tbni Sa'd (Rh.A.); Hz. Kâsmı'ın iki sene yaşamış olduğunu rivayet
eder. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin vefat eden ilk evlâdıdır. Umû-miyyetle,
kabul olunduğuna göre; Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimizin Nübüvvetinden önce
veiât etmiştir.
Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz, bu oğlunun adına izafeten Ebû'l Kasım künyesi ile anılmıştır. Resûl-i
Ekrem (S.A.V.) de bu künye ile çağırılmaktan hoşlanır, Ashâb'da Peygamber
Efendimizi (S.A.V,) bu künye İle çağırırlardı.
PEYGAMBER (S.A.V.)
EFENDİMİZİN ÇOCUKLARI: Resûl-i Ekrem (SAV.) Efendimizin üçü erkek (Kasım,
Abdullah, İbrahim), dördü kız olmak üzere yedi çocuğu doğmuştur. Bunlar doğuş
sırasıyla (Kasım, Zeynel), Rukayye, Ümm-û Külsûm, Fatma, Abdullah, İbrahim)
isimlerini taşımışlardı.
Bu yedi çocuğun altısı
Hz. Hadîce' (R.Anhâ) den, yedincisi yâni Hz. İbrahim Mısırlı Hz. Mârİyye'
(R.Anhâ) den idi.
lbni İsnat, Peygamber
(S.A.V.) Efendimizin (Tâbir) ile (Tayyib) adında iki evlÂdı daha olduğunu
söylemektedir.
Sahîh-i Müslim, Kitâbü's siyam.
Ebû Dâvûd, Tirmizî, Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ (Ebû Hüreyre1 (R.A.) den
rivayetle).
Sakıt olur. Usûlde ise; hudûd şüphelerle sakıt olur.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 348-353.
İhtikân : Kabızlık ve idrar zorluğu İçin aşağıdan
şırınga ile yapılan tedavi; veya şırınga kullanma.
Ebû Ya'lel-Mûsılî (Müsned), Hz. Âişe (R.Anhâ) dan rivayetle.
Ahmed (Müsned), ibn-i Hıbbân (Sahih),
Beyhakî, Üsâme' (R.A.) den.
Dârekutnî. Ta-berânî (Evsat), Enes'
(R.A.) den.
Mücâdele sûresi (58), âyet: 3 - 4.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 354-359.
Bk. Bakara sûresi (2), âyet: 184.
Ahmed bin Hanbel.
Müttefekun aleyh
(Buhârî, Müslim),
Ebû Dâvûd, Nesâî.
Nesâî (Sünen), lbjıi Abbas' (R.Anhümâ) dan rivayetle.
Bk.
Muhammed sûresi (47), âyet :.13
Hidâye'de de böyle geçer.
İşkâl: Bilinen bir lafzı kapalı kılma; bir lafzın
ma'nâsımn anlaşılamayacak derecede kapalı olmasıdır.
Zahirî işkâl; hakikat
ile mecazın bir ifâdede birleştirilmesi
lüzumudur.
Müşkil: Ma'nâsı
kendisinden ne kasdedildiği, teemmüisüz bilinemiyecek derecede kapalı olan bir
lafızdır ki, bu kapalı ofmak, ya ma'nâsındaki incelikten, derinlikten veya
kendisindeki bir isliârei bedîiyeden ileri gelir.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 360-365.
Diğer bir ifâdeyle İ'tikâf; bir yerde mutlak bir
şekilde durmak demektir.
Şer'î ıstilahda; bir
kimsenin özel bir sıfat ile mescîılde durması demektir ki, bu Özel sıfat da
ibâdettir. Bu şekilde i'tİkâfda bulunan bir kimseye ise mu'tekif yahut âkif
denir.
Erkekler hakkında
i'ıikâfm kuvvetle müstahab olduğu hususunda ulemâ ittifak etmişlerdir. Ancak bu
hususta, kadınla* hakkında ihtilâf vardır. Hanefî Mezhebine göre; kadının
İ'tikâfı ancak evinin mescidinde sahîh olur. Evinin mescidinden maksad namaz
kılmaya tahsis ettiği yerdir.
Erkek ise,
evinin mescidinde i'tikâfa giremez.
İ'tikâf, tmâm A'zam'
(Rh.A.) a göre namaz kılınan bütün mescidlerde yapılabilir.
Oruç, vâcib i'tikâfın
şarllanndandır. EbüT berekât Hanbelî İbni Teymiyye'ye göre, oruç şartı Dört İmâm
ile Tâbi'Ierinîn mezhebidir. Ali, İbni Ömer, İbni Abbas, Âişe, Şa'bî, Nehâî,
Mücâhid, Kasım, İbni Muhammed, Nâfi\ İbni Müseyyeb, Evzâî, Zührî, Sevrî,
Hasen İbni
Hay'den rivayet olunan da böyledir.
Abdullah ibni Mes'ud,
Tavus, Ömer ibni Abdü'aziz, Ebû Sevr, Dâvûd, İshâk, bir rivayetle Ahmed ibni
HanbePe göre i'tikâfta, nafile olsun, vâcib olsun oruç şart değildir.
İ'tikâfa nİyyet: «Allah
rızâsı İçin şu mescidde şu kadar gün i'tikâf ve İkâmete nîyyet ettim» demek,
yahut kalben tasdik etmek veya her ikisini birlikte yapmaktır.
İ'tikâf, yalnız İslâm
ümmetine mahsûs değildir. İbrahim (A.S.) ve İsmail (A.S.) zamanlarında teşri1
buyurularak devam edcgelmiş bir sünneti kadîmedir. Nebîyyİ Zişân Efendimizin
i'tikâflarına âid
hadîsi şerifler mevcûddur. Bu
cümleden olarak,
Hz. Âişe (R.Anhâ) dan
rivayete göre; Resülülhıh (S.A.V.) Efendimiz Ramazan ayının son on gününde
î'tîkâfa girerdi.
(Sahîh-i Buhârî
Muhtasarı, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, Kâmil Miras. Sahîh-İ Müslim Tercüme ve
Şerhi, A. Davudoğiu.)
Bk. Isra sûresi (17); âyet: 53.
Bcrcendî' (Rh.A.) ye göre; insanın fercinden maksad; ön
ve arka avret uzvudur.
(Abdülhalim, Dürer
Haşiyesi)
Hâkim (Müstedrek), Beyhakî (Sünen); Âige' (R.Anhâ) den
rivayetle.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 366-369.
Bk. Al-i tmrân BÛresi (3); âyet: 97
Bu hadîsi; Müslim ve Nesâî lafızlarında biraz farklı
rivayet etmişlerdir.
En meşhur rivayetlere ve
Kurtûbî'ye göre Hacc 9. H.'de Âl-i İmrân sûresinin 97. âyetinin nüzulü ile farz
olmuştur. Farzın hükmü; işleyene sevab, terkedene ceza, İnkâr edene küfür
terettüb etmesidir. Farz olmasına sebeb: Kâ'be-î Muazzama'dır.
Bakara sûresinde
Ka'be'nin İbrahim (A.S.) ve İsmail (A.S.) tarafından İnşâ edildiğine dâir ihbar
vardır.
Peygamberimiz' (S.A.V.)
in risâletten sonra ve hicretten önce 10 defa haccettiği Ahmed Zeynî Dahlân'ın
«Es-Sîr-etü'n Nebevİyye»
sinde yazılıdır.
Resûli Ekrem (S.A.V.)
hicretten sonra Umre İçin üç, Hacc ve Umre için de bir defa sefere çıkmışlardır.
Bu seferleri;
Umretü'l Hudeybiye
(zilka'de 6 H.), Umretü'l Kaza (Zilka'de 7 H.), Umretü'l Ci-nâne (Zilka'de 8 H.)
ve Hıccetü'l Veda' (Veya Haccetû'I-Vedâ') (Zilhicce 10 H.) dır.
Hacc yoluna Peygamber
(S.A.V.) Efendimize uyarak Perşembe günü çıkmalıdır. Bu mümkün değilse, ayın İlk Pazartesi günü çıkmalıdır.
(Müslümanlıkta İbâdet
Tarihi, Tâhirü'l Mevlevi (olgun); Bülüğ'ül-Merâm Tercümesi ve Şerhi, Ahmed
Davudoğlu; Sahîh-i Müslim Tercüme ve şerhi, A. Davudoğlu.)
İslâm Fıkhında bir İbâdetin farz olur olmaz hemen ilk
vaktinde yapılma mecburiyetine «fevri» denmektedir. O ibâdetin istenildiği,
zaman yapılabilme serbestliğine de «terâhî» veya ömrün her hangi bir zamanında
yapılabilmesi anlamında «ömrî» adı verilir.
Usul-ü
Fıkıh'da ibâdetlere
nazaran vakit;
«müvesse1», «mudayyak», «meşkûk»
olmak üzere üç kısma ayrılır.
a) Müvesse':
Genişletilmiş demek olup,
içinde yapılacak ibâdete
vakit yeter de artar. Buna, «zarf» da derler. Namaza
nisbetle vakit böyledir. Bu gibi ibâdetlerde niyeti tâyin etmek behemahal
lâzımdır.
b) Mudayyak:
Daraltılmış demek olup zaman
ancak içinde yapılan ibâdete
yetecek kadardır. Eksiği ziyâdesi yoktur. Bu, adetâ ibâdetin bir Ölçeği
mesabesinde olduğun-dan buna, mi'yâr da denir. Oruca nisbetle vakit böyledir.
Bir güne ancak bir oruç sığdığından, Ramazanda niyyetin tâyini şart değildir.
Mutlak şekilde oruca niyyet kâfidir.
c) Meşkûk: Şüpheli demektir. Yâni vaktin
ibâdete yetip artması veya sımsıkı gelmesi şüphelidir. Hacc; bir senede yalnız
bir kere yapılabildiği dikkate alınırsa, mi'yâra benzer. Fakat hacc; fiillerinin
bütün hacc zamanını doldurmasına bakılırsa, zarfa benzemektedir.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 370-372.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 372.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 372.
Cem': Müzdelİfe'dir. Kelimenin asıl ma'nâsı bir yere
toplamaktır. «Nİhâye» adlı eserde bildirildiğine göre :* Hz. Âdem (A.S.) ^le Hz. Havva cennetten çıktıktan sonra burada buluştuklarından
Müzdelife'ye bu şekilde «Cem» denilmiştir.
Bİr rivayete göre
Arafat'a arafât denmesinin sebebi bir süre ayrılıktan sonra, birbirlerini
tanımaz halde İken Hz. Âdem İle Havranın orada bir araya gelip görüşüp
tanışmalarıdır. Bu süre bir rivayete göre allı saat, bir rivayete göre altı
gün, bir rivayete göre altı ay, bir rivayete göre attı senedir.
Tavâf-ı
sader: Mekke-i Mükerreme
ile civan sakinlerinden olmayıp,
taşradan .hacca gelerek âfâkî nâmını alan hacılara mahsûstur ki, bir
dönüş, veda tavafından ibarettir.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 372-373.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 373.
Mîkât:
İbâdet için tahdid
olunan zaman ve mekân
demektir. Hacca niyyet edilmek için durulan yer ma'nâsına gelir.
Burada mekân için istiare olunmuştur. (Vânî)
Zü'l-Hukyfe: Bu yer Mekke ile Medine arasında olup Medine'ye 4 mil (7.580 km.), Mekke'ye ise 200 mile
(379 km.) yakın mesafededir. Mekke'ye en uzak olan mîkâttır.
Fahr-i Kâinat (S.A.V.)
Efendimi/, burada ihrama girmişlerdir.
Vaktiyle burada bir ağaç
olduğu, Peygamber (S.A.V.)
Efendimizin oraya iki nıescid
inşa ettirdiği rivayet edilir. Bi'ri Ali diye bilinen kuyu oradadır.
Bu mrîkat; Medînelilerin
mîkatı olduğu gibi, ba;;ka memleketlerden olup da oradan geçen Hacı adaylarının
da mîkatıdır.
Zât-ı Irk:
Mekke'ye 2 merhale (90,480.m.) uzaklıkta bulunan bir yerdir.
Cuhfe: Mekke-i Mükerreme'ye 3 konak (136.440 m),
Medîne-i Münevvere'ye 8 konak (363.840 m), denize ise 6 mil (11.370 km)
uzaklıkla olan bir köydür.
Cuhfe'nin eski adı
Mehya'dır.
Kam: (Karn'ül-Menâzil): Mekke'ye 2 konak (90.960 m)
mesafededir.
Necid: İç
Arap Yarımadasının Kuzey ve
Batı taraflarım içine
alan, üç tarafı
çötle Çevrili, diğer taraftan Hicaz ve Yemen'e açık olan bölgedir.
Yelemlem: Mekke'ye 2 konak (90.960 m) mesafede olan
bir dağın ismidir. Bu dağ Tihâme dağlarına
dâhildir.
Harem: Mekke-i Mükerreme ve etrafının bitkilerinin
kesilmemesi, hayvanlarının avlanmaması İçin etrafından sınır tâyin edilmiş ve
işaretlenmiş mahallin adıdır.
Harcm-i Mekke: Medîne-i
Münevvere (Taybe) tarafından 3; Irak, Tâif ve Yemen taraflarından 7; Cidde
tarafından 10; Tâİf yolunun üzerinde olup Mekke-i Mükerreme'ye 6 fersah (34.110
m.) mesafede bulunan Ci'râne tarafından 9 mil mesafedir. Bu hududun dışında ve
mîkat yerlerinin İçinde kalan yere Hill denir. "
izâr; peştemal şeklinde olup aşağıya doğru sarkıtılan
ihram parçasıdır.
Ridâ; Omuzdan örtülen ihram parçasıdır.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 373-377.
Bk. Mârde sûresi (5), âyet: 96.
Hcvdcc: Deve üstünde
kadınların binmesi ivin üslü
kubbeli küçük mahfil. Bu
mihaf-feden ayrıdır.
Musannif; .tavaf edenin sağına* gelen taraftan
bağlıyacağını söylüyorsa da, bu hesap Hacer-i Esved'in karşısına dikildiğine
göredir. O anda hacmin yüzü Ka'he'ye gelir, sağ omuzun un baktığı taraf tavafa
başlıyacağı yerdir. Tavafa başlayınca Ka'be dâima hacının sol tarafında kalır.
Gayetülbcyân'da da böyle geçer.
Iztıbâ;
ihramı sağ koltuk altına alıp
ucunu sol omuz ü/erine atmaktır.
Hacer-i Esved: Ka'be-İ
Muazzamanm doğusunda ve kapısının yanındaki
köşededir.
Ka'bti-i Muazzama'nin
dört rüknü vardır. Hâcer-t Esved'in bulunduğu köşeye riikn-ü esved,; ondan
sonrakine rükn-ü yemânî denir. Bu iki rükne vemâniyvAn d;ı denir. Diğer iki
rükne ise, şâmiyyân denir.
Rükn-ü esved'de; hâcer-i
esved'in bu rükünde bulunması \e Hz. İbrahim1 (A.SJ in attığı temeller üzerine,
kurulmuş bulunması sebebiyle iki fazilet vardır.
Rükn-ü Yemânî'de ise;
Hz. İbrahim1 (A.S.) m attığı [emeller üzerine kurulmuş olması fazileti vardır.
Şâmî rükünlerde ise bu faziletler yoktur. Bundan dolayı, rükn-ü esved öpmek, e!
veya sopa ile istilâm olunmak suretiyle iki sünnetle husûsiyyet kazanmıştır.
Rükn-ü Yemânî İse; fazileti bir olduğu için. yalnız el ile istilâm edilir,
öpülmez.
İki
mil: Bunlar Bain-r Vâdîdc
hervele mahalli için alâmet
kılınmak maksadıyla biri diğerinden uzakta;
biri ye^il diğeri
kırmızı olmak üzere,
mil şeklinde ma'ruf
iki işarettir.
(Nihâye)
Safa île Merve: Ka'be, civarında bulunan iki
küçük dağdır. Sa'y denilen Hacc ibâdeti bunların arasında
yapılır. Safa'dan başlıyarak
Merve'ye gitmek bir
sayılmak şartıyla bu
iki dağın arasında yedi defa gidip gelmeye sa'y derler.
Nemire; Arafat civarında
bir yerdir. Ajafâttan sayılmaz.
Cemrtri Kübrâ: Şeytan
taşlanan üç yerden birinin ismidir. Vaktiyle burada bir ağaç bulunduğu rivayet
edilir.
Mcş'ari-Harâm :
Müzdelife denilen yerde bulunan bir dağdır. Ulemâdan bazılarına, göre
Müzdeiife'nin her yeri Meş'ari Harâm'dır. Câhilİyyet devrinde Araplar Hacc
esnasında Müzdelİfe'ye iner, orada
vakfe yaparlardı.
Ci'rânc: Mekke ile Tâif
arasında bir yerdir. Mekke'ye daha yakındır.
Arcfe günü
İmâmın hacılara hutbe okuması
eunıhûr-u ulemânın ittifakı ile sünnettir. Bu hususta mu hâl
ek't edenler yalnız Mal ikilerdir.
İmâm Şafiî' (fth.A.) ye
göre; hacc esnasında dört yerde hutbe okumak mesnûn olmuştur. Bu dört yer
şunlardır:
a) Zi'1-hicce'nin yedinci
günü 'Beyt-i şerîf'de Öğle
Namazı kılındıktan sonra,
b) Arafât'da Batn-ı Urane denilen yerde, e)
Bayram günü,
d) Teşrik günlerinin
ikincisinde, okunur.
Hanefilere göre; haceda
üç yerde hutbe meşru olmuştur. Bunlar; Zi'1-hicce'nin yedisinde, Arafe günü
Arafât'da, Zi'1-hicce'nin onbirinci günü Mina'da okunur.
Urane: Ayn'ın Ötüresi ve râ'nın üstünüyle Arafat'ın hizasında bir vadinin
adıdır. Ne-bîyyi Ekrem (S.A.V.),
şeytanı orada görmüştü.
Bundan sakınarak., o
yerde hiç
kimsenin vakfeye durmamasını emretmiştir.
Ccbcl-i
Rehmet; Arafat in ortasında
bulunan bir dağdır.
Vakfeyi burada yapmak müstehâbdir.
Vakf e:, İbâdet yapmak için durmaktır.
Müzdelife; Arafâltan dönen hacıların geceleyip vakfe
yaptıkları yerdir.
Batn-ı Muhassir (Muhasser): Vaktiyle Ebabil kuşlarının
Allah (C.C.) emriyle üzerlerine taş
atmaları sebebiyle Ebrehe
ordusunun fillerinin geçmekten
âciz kalarak hezimete uğradığı vâdîdir. Böyle isimlendirilmesi, orasının
bir tehassur ve nedamet mahalli olmasındandır.
Ya da «Orada durmadan
koşularak yomlunduğundandır.» Kuhist^nî Muhassire'ye, vââi'cf-nâr da derler.
Batn-ı Vâdî: Urâne (Arene) vâdîsidir. Buna Kuzah da
denilir. Bu yer Arafat'tan de-ğîldİr. Ulemâdan yaîmz İmâm Mâlik (Rh.A.) onu
Arafâitan saymıştır.
Cemre: Ufak taşların toplandığı yerdir.
Cemre-i akabe'den
maksâd; Büyük Cemre'dİr. Bu yer Mİna'nın Mekke tarafındaki hududunda olup
ResûlüÜah' (S.A.V.) in Hicret için Ensârla bey'at akdettiği yerdir.
Muhassab:
Ebtah'a bitişik bir yerdir.
Resûlüllah (S.A.V.) ikinci
gün öğleden sonra tuşlarını atmış
ve öğle namazını nıuhassab'a
varıncaya kadar geciktirmişti.
Ulemâ, tahsîbiıı >âııİ
muhassabda konaklamanın sünnet olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir.
Mancfîler'le diğer btuı ulemâya göre sünnettir. Bazılarına göre sünnet
değildir.
ZEMZEM :
Hz. İbrahim (AS), oğlu Hz.
Ismûil (AS.) doğduktan
iki sene
kadar sonra, Hz, İsmail' (A.S.) İ kucağına ve Hz. Hâeer'i de. terkisine
alıp Cebrail' (A.S.) in delaletiyle
Mekke'deki Mescid-i Rarâm'm
bugün bulunduğu yerin
ve Mescid'İn yüksekçe bir yerinde ve Zemzem
kuyusunun yukarısında bulunan büyük
bir ağacın yan mu bırakmıştı. O tarihlerde Mekke'de hiç bir kimse bulunmadığı gibi,
İçecek su da yoklu. Yanlarında içi
hurma dolu meşin bir
dağarcıkla içi su dolu bir kırba vardı.
Hz. İbrahim (A.S.),
dönerken Hz. Hâcer arkasından koşmuş ve «Ey İbrahim! Bizi bu vâdîde bırakıp da
nereye gidiyorsun? Burada ne görüşecek bir kimse var, ne de hayat eseri!»
demişti. II?,. İbrahim bu sözlere aldırış etmeyip, yoluna devam etmek isteyince,
Hz. Hâcer, «Bizi burada bırakmayı sana Allah mı emretti?» diye sordu. Hz.
İbrahim (A.S.) de «Evet, Allah emretti.» diye cevab verdi. Bunun üzerine de Hz.
Hâcer, «Öyle ise, Allah, bize yeter, O, bizi korur!» dedi.
Daha sonra da Hz. Hâcer,
Ka'be'nin bugün bulunduğu yere
döndü.
Hz. İbrahim (A.S.) de
oradan ayrılıp Seniyye mevkiinde görülmeyecek bir yer kadar ilerleyip, yüzünü
Ka'be'nin bulunduğu yere döndürdü ve ellerini semâya doğru kaldırarak, tbijâhim
sûresi'nin 27. inci âyetinde nâzü olan duayı
etti.
Diğer taraftan Hz. Hâcer
ve çocuğu kırbadaki su ile bir süre idare ettiler, ama su tükenince çaresizlik
içinde kaldılar. Hz. İsmail susuzluktan kıvranmaya başladı. Annesi Hz. Hâcer'de
son derece üzülerek Ka'be'nin yerine en yakın mesafedeki Safa tepesine çıktı.
Bir kimseler görebilirim düşüncesiyle etrafına bakınmaya başladı. Fakat, hiç
kimseler görünmüyordu. Bunun üzerine Safa'dan inip Mervc tepesine kadar hızla
gitti. Oradan da etrafa bakındı. Hiç kimseleri göremedi. Bu iki tepe arasında
yedi kere gitti geldi. Son defasında Merve'de iken, kulağına ard arda bir ses
geldi. Hz. Hâcer, «Ey seslenen kişi! Sesini bize duyurdun; eğer bize yardım
edebilirsen, yardım et.» dedi. O sırada Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde Cebrail
(A.S.) göründü. Ve iki ayağının ökçesi İle veya kanadı ile yeri kazdı; en
sonunda su çıktı. Hz. Hâcer'de avuç avuç kırbasını doldurdu, diğer taraftan da
su boş yere akmasın diye bir gölcük yaptı. Fakat, su alındıkça yerinden
kaynıyordu. Kaıdi hâline bırakılsa bir nehir olacaktı. Sonra, Hz. Hâcer bu sudan
hem kendi içti ve hem de oğlu Hz. İsmail' (A.S.) e içirdi. Cebrail (A.S.):
«Sakın helak oluruz diye korkmayın! İşte, şurası Beytûllâh'm yeridir. O Beyt'i
şu çocukla babası yapacaktır. Muhakkak ki Allah, bu İşi yapacak olanları zayi
etmez.» dedi, (Hz. Muhammcd (A.S.) ve İslâmiyet, M. Âsim Koksal)
Ka'be'ye otuzsekiz arşın
(215.84 m.) kadar mesafede bulunan Zemzem kuyusuna bu ismin bazılarına göre
suyunun çokluğundan dolayı, bazılarına göre de Hacıların kalabalık oluşları
sebebiyle verildiği rivayet edilir. Diğer bir rivayete göre de; Hz.
İsmail'-(A.S.) in annesi Hz. Hâcer'İn suyun yerden fışkırması sırasında, üzerini
örtmesi, etrâ-fini çevirmesi sebebiyle bu ismi almıştır. Bu soo görüş, İbn-i
Abbâs (R.A.) indir ki, hu hususta fföyle söylemiştir: «Eğer o zaman zemzembı
etrafı çevrilip, ürtülınesevdi, yeryüzüne taşar, hcrşcyi doldururdu.»
Zemzem'e; Zemmem,
Zümmiznı, Zümâzîm, Rakdaîu Cebrail, Hamıetül Melek (Meleğin (Cebrail'in) yere
vurarak çıkarttığı su) de denilir.
Cenâb-ı Hak bu mübarek
Miyu (zemzemi) Hz. İsmail (A.S.) e içirtmek ve O'ıîu suya kandırmak için
halketmişti.
Zemzem'in çok
meziyetleri (üstünlükleri) vardır. Bu mevzuda bazı rivayetleri naklediyoruz :
Cafer-i Sâdık (R.A.) der
kî:
«Zemzem, suların »n
tatlısı, en hoşu, eıı lezzetlisi, en soğuğu idi. Diğer suları istilâ etti; Allah
(C.C.) orada safî bir pınar halketti, u, diğer suyu ifsâd eni.»
İba-İ Abbas (R.A.) der
ki:
«Zemzemden kana
kana içmek., nifaktan
kurtuluş vesilesidir.»
Mücâhİd (R.A.) der ki:
«Zemzemi şifâ için
içersen Allah Teâlâ şifâ verir. Susuzluktan kurtulmak için içersen susuzluğunu
giderir. Açlıktan kurtulmak için içersen açlıktan kurtarır. (Ne iyin İçersen
yerine gelir.)»
Muhammed b. Ahmed
el-Hemezânî der ki:
«Zemzem (kuyusu)
yukarıdan aşağıya altmış zira idi. Dibinde üç göz (kaynak) vardı: Gözün biri :
Rüknü Esved'in hizasında, ikincisi : Ebû Kubeys ve Şafii'nin hizasında,
üçüncüsü: Merve hizasında idi. Sonra suyu azalıp toplandı. (H. 223 / veya 224)
Bu arada, Ömer b. Ferec er-Ruhhaci'nin Mekke'deki işlerle ilgili Halifesi
(vekiii) Muhammed b. Dahhâk, onu dokuz zira kazdırdı. (H. 225). Yağmur ve sel
sularının da katılmasıyla Zemzem'in suyu
oldukça çoğaldı...»
Haber (Hadîs) de şöyle
geçer:
Hz. İbrahim (A.S.),
İsmail' (A.S.) ı Ka'be mahalline koyup da geri dönmek istediğinde Hz. Hâcer:
«Bizi kime bırakıyorsun?» dedi. Hz. İbrahim (A.S.) da «Allah'a» diye cevab
verdi. Bunun üzerine Hz- Hâcer: «Hasbünâllah!» diyerek dönüp çocuğu (îs-mail)
nun yanına geldi. Bir müddet sonra suyu tükendi, sütü kesildi. Hz. Hâccr'İ
üzüntü bastı. Çocuğu için tasalanmaya başladı. Çocuğu (Hz. Ismaîli) orada
bırakıp Safa'ya çıktı. Bir su kaynağı veya şahıs görebilmek İçin bakındı durdu.
Hiç bir $ey göremeyince Rabbına dua etti ve Rabbı O'nu suladi. Nitekim Hz. Hâcer
Merve'yc gelince aynı şeyi tekrarladı. Bu arada yırtıcı hayvanların sesine
benzer bir ses duydu. Oğlu İsmail (A.S.) için korkup yanına gittiğinde O'nu bir
göz (kaynak) den su çıkarır vaziyeti* buldu ki, o su yanağının yanından
fışkırmaktaydı. Bir rivayete göre, topuklarının altından fışkırmaktaydı. Hz.
Hâcer bunu görünce hemen taşıp dağılmaması için etrafını toprakla çevirdi...
Eğer böyle yapmasaydı, <ıkıp giden bir kaynak olurdu...»
(Mu'cemü'l-Buldan,
Yâkûtel-Hamevi)
Zemzem kuyusu elan,
Mescid-i Haram içinde, Hâv:er-: Esved kösesi karşısında ve köşeden sekiz metre
uzakta bir odada olup 1.8 m. yüksek olan bir taş bileziği vardır. Bu odayı
istanbul'da Beylerbeyi Camü'ni yaptırmış olan Birinci Sultan Abdülhamîd Hân
yaptırmış olup, zemini mermer döşeli ve duvarlara doğru meyillidir. Duvar
diplerinde olukları vardır. Kuyuya su sızmayacak şekilde ustalıkla yapılmıştır.
Kuyu ağzı, bu hi-. zâdan birbuçuk metre kadar yüksektir.
(Seâdet-İ Ebediyye, H.
Hilmi I$tk)
MEKKE : Hz. HAcer ile oğlu, zemzem kuyusu babında
yaşarlarken gunim birinde oraya Yemenli Cürhümîlerden bir topluluk geldi ve
Mekke'nin alt tarafına yerleştiler. Onların da suya ihtiyacı vardı. Zemzem
kuyusunun bulunduğu^ yere bir kuşun gelip gittiğini görünce, durumu tahkik için
iki kişi gönderdiler. Bunlar da orada suyun bulunduğunu topluluklarına haber
verdiler. Bunun üzerine, Mekke'ye geldiler. Hz. Ha-cer'i Zemzem kuyusunun
başında görünce : «Çevrene inmemize müsâde eder misin?» dîye sordular. Hz. Hâcer
: «Bu suda bir hak İddia etmemek şartıyla inebilirsiniz» diye cevap verdi. Bunun
üzerine Cürhümîler buraya yerleştiler. Hz. Hâeer'de böylece ıssızlıktan
kurtulmuş oldu. Cürhümîler orada ev bark yaptılar ve böylelikle de Mekke bir
şehir haline gelmeye başladı.
Hz, İsmail (A.S.)
büyüyünce, Cürhümîlerden Arabca da öğrenmiş ve onlardan bir kızla da
evlendiriliriişti. Bîr süre sunra 90 yasına varan .Hz. Hâırer vefat etti ve
Ka'be'nin yanındaki «Hıcr-ı İsmail» denilen yere gömüldü.
Bir zaman sonra Hz.
İbrahim (A.S.) Mekke'ye geldi. O sırada Hz. İsmail, Zemzem Kuyusunun yakınında
büyük bir ağacın allında okunu yontuyordu. O sırada babasını görünce ayağa
kalkıp karşıladı. Birbirlerine sarıldılar, Öpüştüler. O zamanlar Hz. İsmail otuz
yaşında idi.
Hz. İbrahim, oğluna:
«Yüce Allah, burada bîr Beyt yapmamı emretti!» diyerek, bugün Ka'be'nin
bulunduğu yeri işaret etli.
KA'BE :
Hz. İsmail (A.S.), on
dağdan taş taşıdı, Hz. İbrahim (A.S.) de Ka'be'nin duvarlarını Ördü. Duvarlar
epeyce yükselince Hz. İsmail (A.S.) bugün de ziyaret edilen ve Hz, İbrahim'
(A.S.) in, oğlunu ve ailesini görmeğe geldikçe, hayvanına inip binerken üzerine
bastığı taşı (Makam-ı İbrahim) getirdi. Hz. İbrahim (A.S.) bu tası ayağının
yanına iskele olarak koydu. Ve böylece inşâata devam etti. İnşâat bİtinee baba
oğul Yüce Allah' (C.C.) a dua ettiler.
O zaman Ka'be'nin
uzunluğu 30 zirâ, eni 22 zira, yüksekliği 7 zira idi; üzeri de tavan sızdı.
Ka'be-d Muazzama, bugün
Mescid-i Haram ortasında olup 17 m. yüksektir. Kuzey duvarı 8.8, güney duvarı 7,
doğu duvarı 11.9, batı duvarı 12.8 metredir. Kapısı yerden 1.7 m. yüksekte olup
genişliği 1.7 m., yüksekliği ise 2.7 metredir. Duvarlarının iç yüzü ve zemini
renkli mermerlerle kaplıdır.
Daha sonra Hz. İbrâhfrn
(A.S.) insanları Hacca davet emrini aldı. (Hac sûresi, âyet: 27). Bunun üzerine
Hz. İbrahim (A.S.) Makâm-ı İbrahim'deki taşın üzerine (başka bir rivayette Ebû
Kubeys dağma) çıktı, ^hadet parmaklarını kulaklarına tıkadı ve dört tarafa
yönelerek : «Ey insanlar! Beytullâh'ı Tavaf ve ziyaret etmenizi Rabbiniz size
farz kıldı! Rabbinizİn dâvetine icabet'ediniz!», diye seslendi. Hz. ibrahim'
(A.S) in sesini dünyanın dört bucağında olup da Hac etmesi mukadder olan
kimselerden ana karnında, baba sulbünde İşitmeyen ve «lebbeyk Allahümmc lebbeyk
= Buyur Allah'ım buyur! Emrine
a'mâdeyim) nidalarıyla icabet etmeyen kalmadı.
Ka'be'nin inşâsı
hakkındaki diğer rivayetler de şöyledir :
Bir rivayete göre Ka'be
ilk önce Melekler veya Hz. Âdem (A.S.) tarafından, ikinci defa da Hz. İbrahim
(A.S.) ve Hz. İsmail (A.S.) tarafından yapılmış. Amâlika, Cür-hüm. Kureyş,
Abdullah b. Zübeyr ve Haccac b. Yûsuf Sakafî tarafından, temellerinden itibaren
yenilenmiş, Osmanlı Padişahları tarafından da hizmet muhtelif tarihlerde
tekrarlanmıştır.
(Hz. Muhammed (A.S.) ve İslâmiyet, M. Âsim Koksal)
Bir keresinde Hz. Âişe (R.Anhâ) Mekke'ye 8-10 mil
mesafede bulunan Şerif denilen yere geldiklerinde hayz görmüş ve Haccdan mahrum
kalıyorum (.'[Klişesiyle ağlamıştır. Bu durumu gören Peygamber (S.A.V.)
Efendimiz yanma giderek, teselli it,"iu : Bu, Allah'ın Âdem kızlarına takdir
ettiği bir şeydir» buyurmuştur.
Buharı bu hadisle
istidlal ederek hay/tn Âdem' (A.S.) in kızlarına şâmil oiduğunu söylemiş; Onu
ilk defa Benî İsrail kadınlarının gördüğünü iddia edenlere red cevâbı vermiştir.
Aslında Hakemin sahîh
bir isnâdla Hz. İbn-i Abbâs' (R.Anhünıâ) dan rivayet ettiği bir hadîsde:
«Hayz Hz. Havva cennetten çıkarıldıktan sonra
onunla başlamıştır» denilmiştir. (Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi. Ahmed
Davudoğlu)
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 377-388.
İhlâl: Lebbeyk, diyerek sesi yükseltmektir.
Umara:
Nüzul (inmek, gelmek, ziyaret) dir.
Sahih Umâm:
Bir kimsenin ihram
sıfatı taşımaksızın bir
müddet İçin vatanını (ailesini) ziyaretten
ibarettir,
(Nihâye; Dürer Haşiyesi, Hâdİraî)
Bk. Mâide sûresi (5), âyet: 97.
Sadr'tiş-Şerîâ' (Rh.A.) ya göre de; Kıran, Temettü ve İfrfulcian daha faziletlidir.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 389-393.
Tedahül; daha önceki bölümlerde de izah edildiği gibi :
Bir şeyin, diğer bir şey'e, hacim ve
miktarı fazla olmaksızın, girmesine
(giriftliğine) denir.
Yani muhrim haremin
avını öldürdüğü zaman ona bir kıymet kâfidir. Eğer cinayet harem ve ihrama
beraberce olursa o cinayetin esası o şekildedir.
Ma'tüfuJi aleyh;
f3ağlat,"; bir rabl edatı ile kendisine bağlı olan kelime, metbû.
Mîıyayiân:
Çölde yetişen bir çeşit dikenli
çalı, devedikeni (Carduus).
Harem ağact dört nevidir. Onlardan üçünün
kesilmesi ve faydalanılması
cezasız halâl-dır. Birinin kesilmesi ve onunla faydalanılması
cezasız halâl değildir. Yani
kesilmesine ceza gerekmez. Bunlardan
üç evvelkiler: İnsanların
yetiştirir oldukları
cinsden olan ve onların
yetiştirdikleri bulunan her
ağaç; insanların yetiştirdikleri cinsten
değil ise de onların yetiştirmiş oldukları her ağaç; insanların
yetiştirdikleri cinsden
olduğu halde kendiliğinden biten
her ağaçtır. Halâl
olmayan ağaç: İnsanların
yetiştirdikleri cinsten olmayan ve
hüdây-ı nâbit olandır. (Hindiyye)
üuhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî* Dâremî, Ahmed b.
Hanbel.
Hz. Âişe' (R.Anhâ) den rivayet edilen bir hadîs-i
şerifte Resûlüİlah (S.A.V.) bu raev-2Ûda şöyle buyururlar:
«Hayvandan beş nevî vardır.
Bunların hepsi fâsıklardır.
HıIE'de de haremde de
öldürülürler. Akrep, çaylak, karga, fare ve kuduz köpek.» (Müttefekunaleyh/
El, ayak tırnaklarını kesmek gibi.
Nüsk (men&rtk): Erkân ve usûl, ibâdet.
İstilâm:
Selâmlamaktır ki, gerek
tavafa başlarken, gerekse tavaf
esnasında Hâcer-İ Esved önüne
gelindikçe ona yüzünü döndürerek namaza durur gibi el kaldırıp, tekbîr ve tehlü
ile el (avuç içi) sürmek, (sonra iki avuç içini) öpmek, bu mümkün olmadığı
takdirde maktan el sürme (koyma)
işareti yapmaktır. Tavaf namazından sonra
da Hâcer-i Esved istilam olunur.
Hıfi: Harem'İn dışında kalan bölgeye verilen isimdir.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 394-406.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 407-408.
Hacc'a bedel çıkarmaya (ihcâc) denir. Hacc anil-gayr:
Başkası tarafından hacc etmektir ki, hac ibâdetinde niyabet etmek demektir.
Niyabet edene nâib yahud fail yahud me'mur; Niyabet edilene: menûb, yâhud
mahcûcûn anh yâhud âmir, denir.
Hacc'da niyabete dâir Lübâbülmenâsik'dc yirmi;
Hindiyye'de İse altı kadar şart zikredilmiştir.
Altı şarün da içinde
mevcüd olduğu Lûbâbülmenâsİkin
zikrettiği yirmi şart şunlardır :
1 — Haccın niyabet edilene vâcib (farz)
olmasıdır.
2 — Niyabet edilenin mal sahibi olduğu
halde bizzat haccı edadan âciz olması ve aczinin başkasına Iıaccettirmekteı
ölümüne kadar devam etmesidir.
3 — Haccettirmezden önce özrün mevcûd olmasıdır.
4 — Haccettirenin, haccı naibe emretmiş
olmasıdır.
5 — Ücretin şart kılınmamasıdir.
6 — Naibin, haccettirenin parasıyla
haccetmesidir.
7 — Mal üçte bir müsâid olduğu halde binici
olarak haccetmesîdir.
8 —Üçde bir mal müsâid olduğu halde
meyyitin vatanından haccetmesidir.
9 — İhram anında yahut - hacc fiillerine
başlamazdan önce olmak üzere - ihramdan sonra kendisine haccedileni niyet edip
lisanla da «lebbeyke bihaccetin an fûlânin» demesidir. Kalben de olsa olabilir.
10 — Naibin, emredenin
mîkâtından ihram etmesidir.
11 — Memur oian kimsenin bizzat
haccetmesidir.
12 — Haccını ifsâd etmemesidir.
13 — Âmire (emredene) muhalefet etmemesidir.
14 — Bir hac için ihram etmesidir.
15 — Telbiyeyi yalnız
bir kişi
için yapmasıdır.
16 — Âmir ve memurun Müslüman olmalarıdır.
17 — İkisinin âkil olmalarıdır.
18 — Memurun hacca âİd işleri anlar ve bilir
olmasıdır.
19 — Memurun haccı geçirmemelidir.
20 — Haccedilen kimsenin «Benim tarafımdan
sadece falan kimse haccetsin» diye tayin ettiği kimsenin haccetmesidir.
Hiç haöca gitmemiş ve
bizzat hacc yapmamış kimse ile kadını hacca bedel olarak ■ göndermekten, hacca
gitmiş olanı ve kadından başkasını göndermek efdaldir. Zira hiç haccetmemi?
kimse Ka'be'yi görünce onun kendisine de hacc farz olur.
Bu bakımdan, onun o
yaptığı haccın hangisinden sayılacağında ihtilâf edilmiş; fakat bedel giden
kimse gelecek seneye kadar orada (Mekke'de) durup gelecek sene kendisi için
hacc yapar veya memleketine dönünce gelecek sene fakir dahî olsa gitmesi
lâzımdır, denilmiş ve insanlar bundan gafillerdir, diyerek dikkat çekilmiştir.
(Dâmad ve îbni Âfaidin)
Bu mevzuda Şeyhul tmâm Ebû Beler b. el-Fazl' (Rh.A.) a
sorulduğunda: «Bu mes'ele Allah' (C.C.) m dilemesine bağlıdır, demiştir.
Nitekim, İmâm Muhammed (Rh.A.) başkası yerine hacca gidecek olan kimsenin bir kere hacc etmiş kimse olması
ge.ekir» demiştir. Fetâvây-ı Kadîhân'da da böyle geçer.
Bu husûsda, hacc edecek
kimsenin Önceden bir kere hacc etmesi gereğine dâir Mesâbihm «Menâsiki hacc»
bölümünde ve sair hadis kitaplarında hadîs-i hasen mevcuttur.
Hacc vasiyyetleriyle
ilgili geniş malûmat tnşâ Allah bu kitabın (Vasiyyetler kitabı) bölümünde
gelecektir.
Hacca bedel gönderilecek kimse, gönderenin kendi
beldesinden hareket edecektir. Onun kendi beldesinin adamlarından olması şart
değildir. Başka beldeden olan kimse de bedel tutulup vasiyyet edenin kendi
beldesinden gönderilebilir. Vasiyyei etmeden ölen kimse için vereseleri mümkün
olan yerden Hacca bedel tutsalar ve hacc ettirseler caizdir. Ancak, az bir para
vasiyyet ederse, yeteceği yerden bedel gönderilir. (Behce)
Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî.
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 408-414.
Kitabın İsmi «El Aşl Fil Fürû» Dur.
Nitekim, Kadın Da Böyledir. Onun Da Nasibi Sekizde Bir
Olup Yedide Birden Az Olduğu İçin, Onun Nasibinde De Caiz Değildir.
İbn-İ Mâce, Ahmed B. Haııbel, Hâkim (Sahih
Addeîmistir).
Meûnet: Bir İnsan İçin Ölmeyecek Kadar Olan Azık
(Rızk).
Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser
Neşriyat: 415-419.