Vaaz Kategorileri
İman Konuları
İbadet Konuları
Sosyal Konular
Ramazan Vaazları
Dini Günler ve Geceler
DİB Örnek Vaazları
Kur'an'dan Öğütler
Genel Konular
islam ve Aile
Görev,Sorumluluk,Ahlak
Mevlid-i Nebi Vaazları
Ana Menü
Çocuklar İçin
Kur'an Öğreniyorm
Dinimi Öğreniyorum
Dini Bilgiler
Oyunlar
Ansiklopedi ve sözlük
Osmanlıca Sözlük
İslam Ansiklopedisi
Dini Sözlük
Dini Terimler
Küçük Lügat
Dini Kitaplar
P.Hayatı Salih Suruç
Kur'an ve Bilim
Günümüzde İslam
Kıssadan Hisse
Ehli Sünnet Yolu
İslam Tasavvufu
En Güzel Örnek
Gıybet Hastalığı
Adım Adım Kurtuluş
Mesneviden Öyküler
Gurer ve Dürer Tercümesi Molla Hüsrev

Cihâd   Bölümü. 2

Ganimet Ve Paylaştırılması Babı 5

Kâfirlerin İstilâsı Babı 8

Müste'men Babı 9

Dâr-I İslâm Ve  Dâr-I Harb İle İlgili Bir Tamamlama. 12

Vazifeler   Babı 13

Cizye Hakkında Bir Fasıl 14

Mürted Bâbı 16

(İslâm Dînînden Dönen Kimse) 16

Âsiler   Babı 19

Boş  Ve  Sâhibsiz  Arazînin İhyası Bölümü. 20

Sular  Hakkında  Bir  Fasıl 21

Şirb Suyu: 21

Şuf'a Suyu: 22

Kerâhiyyet   Ve   İstihsân Bölümü. 23

Yemek, İçmek, Altın Ve Gümüş Kap Ve Eşya Kullanmak  Ve  Bazı  Mahzurlu Şeyler Hakkında Bir Fasıl 23

İpek Elbise Giymek, Altın Ve Gümüş İle Süslenmek Ve  Yüzük  Takmak Hakkında Bir Fasıl 25

Kadın Ve Erkekde Bakılması, Dokunulması Caiz Olan Ve Olmayan Yerler Ve Azl Hakkında Bir Fasıl 26

Çeşitli Konular Hakkında Bir  Fasıl 28

Küfür Sayılan Ve Sayılmayan Şeyler Hakkında Bir Fasıl 34

Yahudi, Hıristiyan Ve Putperestin Müslüman Olmasi Hakkinda Bir   Fasıl 35

Nikâh Bölümü. 36

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Cihâd   Bölümü

 

Musannif, sonuncusu Hacc olan dört ibâdet ile Hacca uygun olan udhiyye (kurbân), av ve boğazlanan hayvanları anlattıkdan sonra, şimdi ibâdetlerin beşincisi olan cihâda âid hükümleri açıklamaya baş­lamıştır.

Cihâd [1] önce başlamak suretiyle farz-ı kifâyedir. Yâni kâfirler bizim ile savaşmasalar bile, kâfirlerin savaş açıp harbe başlamamız üze­rimize vâcib (farz) dir.

Zîrâ Resulü İlah (S.A.V.), başlangıçta afv ile ve müşriklerden yüz

Müşriklerle savaşa; haram aylarda olmamak kaydıyle 12 Safer 2 H/623 M gecesi nazil olan Hacc sûresi'nin 39 ve 40. âyet-i kerîmeleriyle ruhsat verilmiştir. Daha sonra Tevbe sûresinin 36. âyet-i kerîmesiyle bu kayd kaldırılıp, cihâd emri mutlak olarak kalmıgtır. çevirmekle emrolunmuştur. Nitekim bu hususta Allah Teâlâ (C.C.)

«Müşriklere karşı yumuşak ve iyi davran» [2]

«Allah'a ortak koşanlardan yüz çevir» [3], buyurmuştur.

Bundan sonra Resûlüllah (S.A.V.) kâfirleri her çeşit güzel yolla dîne da'vet etmekle eni rol un m ustu. Meselâ : Allah Teâlâ (C.C.) bunun­la ilgili olarak:

«Ey Muhammed Rabbinin yoluna (İslâm'a), hikmet (Kur'ân) le, güzel öğütle çağır, onlarla en güzel şekilde tartış (mücâdele et).» [4] buyur­muştur. Sonra eğer başlamak onlardan olursa, Allah Teâlâ' (C.C.) in :

«Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselere karşı koy­maya izin verilmiştir.» [5] kavliyle savaş emrolunmuştur. Yâni savun­ma hususunda onlara izin verilmi§tir. Bundan sonra Allah Teâlâ1 (C.C.) in:

«Haram aylar çılanca, Allah'a ortak koşanları (puta tapanları) buldu­ğunuz yerde öldürün.» [6] kavliyle bazı zamanlarda ibtidâen savaş emr­olunmuştur. Ondan sonra mutlak olarak, zamanların ve mekânların hepsinde (her zaman ve her yerde) savaş ile emrolunmuştur. Bu husus­ta Allah Teâlâ (C.C.) şöyle buyurmuştur:

«Fitne kalmaymcaya kadar onlarla savaşın.» [7]

«Toplu olarak Allah'a ortak koşanlarla (putperestlerle) savaşın.» [8]

«Allah'a ve âhiret gününe inanmayanlarla' savaşın»[9]. Bunlardan daha başka âyetlerle de aynı şey emrolunmuştur.

Cihâdın farz-ı kifâye olmasının vechi şudur: Cihâd farz-ı ayn ola­rak meşru olmamıştır. Çünkü cihâd aslında öldürme ve ifsâddır. Bîlâ-İtiş «i'lâyı kelimetullâh» yâni Allah Teâlâ' (C.C.) m adını yüceltmek ve O'nun dinini kuvvetlendirmek, kullardan feşâdı defetmek için^neş-rû olmuştur. Bu durumda, eğer insanlardan bir kısmı her zaman ci­hâd yaparsa, hepsinden sakıt olur. Zira bir kısmının yapmasiyle mak-sad hâsıl olmuş, demektir: Cenaze Namazı, cenazeyi defn ve selâma karşılık vermek gibi. Çünkü bunlardan birini cemâatin bazısı yaptığmda, diğerlerinden farz düşer. Eğer bazısı cihâda çıkmayıp dâr-ı İs­lâm'da, cihâda çıkılmamış zaman bulunursa, üzerlerine lâzım gelen farzı terk ettikleri için, Müslümanların hepsi günahkâr olurlar. Nite­kim, şayet cemâatin hepsi Cenaze Namazını veya defnini veya selâma karşılık vermeyi terk etmiş olsalar günahkâr olacakları gibi.

Cihâd ancak, çocuk [10], köle, kadın [11], a'mâ, kötürüm ve eli kesik kimselere vâcib olmaz. Çünkü bunlar âcizdirler. Teklif ise kudret­ledir.

Eğet- kâfirler İslâm'ın sınır bölgelerinden birine hücum ederlerse, o bölgeye yakın olup da cihâda kadir olanlar üzerine cihâd farz-ı ayın olur.

Nihâye sahibi Zahîre'deh şöyle nakleder:, Nefîr-i âm [12]  (Halîfe -Sultan tarafından savaş için umûmî seferberlik emri) geldiğinde, ci­hâd ancak düşmana yakın olanlar üzerine farz-ı ayn olur. O yakın olanların arkasında olup da düşmandan uzak olanlar üzerine ise farz-ı kifâyedir. Hattâ, eğer onlara ihtiyâç yoksa, onlar için cihâdı terke vüs'at (müsaade) vardır. Eğer düşmana yakın olanların cihâda kudretleri ol­makla beraber kâfirlere mukavemetten âciz oldukları için uzak olan Müslümanlara ihtiyâç varsa veya yakın olanlar mukavemetten âciz ol­mayıp da üşenip savaşmazlarsa, bu takdirde onlardan sonra gelen (ya-km) kimselerin üzerine cihâd farz-ı aynla farz olur. Oruç ve Namaz gibi onlar üzerine cihâdı terke izin verilmez. Doğudan batıya bütün Müslümanlar üzerine bu şekilde (tedricen) farz kılınır. Bunun ben­zeri, ölü üzerine kılınan cenaze namazıdır ki, şayet bir kimse şehrin bir tarafında ölse, o ölünün techîz işlerini yapmak onun komşuları ve mahalle halkı üzerine farz olur. Ölüden uzak olan kimselerin o techîz işletini yapmaları gerekmez. Eğer ölüden uzak olan kimseler;, mahalle halkının Ölünün hakların! yerine getiremeyeceklerini veya. techîz iş­lerini yerine getirmekten âciz olacaklarını bilirlerse, bu işleri yapmak o uzak olan (sonra gelen) kimselere düşer. Cihâd da böyledir. Bu durum­da, kadın kocasından ve köle efendisinden izinsiz olarak umûmî sefer­berliğe çıkar. Çünkü maksad ancak hepsinin çıkmasiyle hâsıl olur. Bu durumda, cihâd onlar üzerine de vâcib olur. Koca ve efendinin hakkı farz-ı ayında zahir olmaz; Oruç ve Namaz gibi. Fakat umûmî sefer­berlikten önce *olan cihâd böyle değildir. Zira onda kadın ve köleden başkası ile yetinilir. Koca ve efendinin haklarını iptale zaruret yoktur.

Cu'l mekruhtur. Cu'l: İşçiye işi için verilen ücrettir. Bununla mu-râd, îmâm (Sultan) in mal sahiplerine kendi rızâları olmaksızın, ga-zîleri takviye için koyduğu vergidir. Bu cul [13] (yâni harb edene ve­rilen ücret), Beyt'ul-Mâl'de bir şey (fey; mal) varfeen mekruhtur. Bey-tu'1-Mâi'de mal (fey*) bulunmadığı zaman cu'l mekruh olmaz.

Kâfirleri muhasara ettiğimiz zaman onları İslâm'a da'vet ederiz. [14] Eğer İslâm'ı kabul etmezlerse, onlan cizyeye da'vet ederiz. Eğer cizyeyi kabul ederlerse bizim için olan can ve malların korunma hakla onlar için de olur. Onların canlarına ve mallarına da taarruz edilmez; korunurlar. Bu hüküm umûmî değildir. Çünkü bu, ibâdetler hakkında sahîh olmaz. Bundan murâd şudur: Onlar cizyeyi kabul etmezden ön­ce biz onların kanlarına ve mallarına taarruz ederdik; yine, cizyeyi kabul ettikden sonra ise onlara taarruz edersek veya onlar bize taar­ruz ederseler, onlar için bize ve bizim için onlara vâcib olan şey taar­ruz zamanında birbirimize vâcib olan şeydir. Bunu ulemânın Hz. A1F-(R.A.) nin şu sözü ile istidlalleri teyîd eder: Hz. Ali (R.A.) demiştir ki :

«Kâfirlerin cizyeyi vermeleri ancak kanlan bizim kanımız gibi ve mal­ları bizim malımız gibi olması içindir.» ,

Kendilerine İslâm'a da'vet ulaşmamış olan kâfirlere savaş açmayız.

Bir kimse, İslâm da'veti kendilerine ulaşmazdan önce kâfirlerle sava­şırsa, bundan nehyedildiği için günahkâr olur. Lâkin o savaş ile gü­nahkâr olan kimse, onların kanlarını ve mallarını ödemez. Çünkü on­lar ma'sûm değillerdir.

İslâm da'veti kendilerine ulaşan kâfirler için İslâm da'vetini yeni­lemek mendûbdur. Eğer kabulden yüz çevirirlerse, onlarla (mancınık­la) taş atmak, ateşle yakmak, suyla boğmak ve ok atmak suretiyle mu­harebe ederiz. Velev ki beraberlerinde Müslüman bulunsun yahut Müs-lümanı kendilerine kalkan etsinler. Günahkâr olmak gerekmesin diye oku, Müslümanın niyetiyle değil, onların niyetiyle atarız. Eğer oklar Müslümana İsabet ederse, diyet ve keffâret gerekmez.

Ağaçlarını kesmek ve ekinlerini ifsâd etmekle muharebe ederiz.

(Bunu ahdi bozmaksızın ve hıyanet etmeksizin yaparız.) Çünkü, Resûlüllah (S.A.V.), gadr ve gulûldan menetmiştir. Bunun ikisi de hıyanet­tir. Lâkin gulûl özellikle ganimette kullanılır. Gadr ise umûmî olarak sözünde durmamaya şâmil olur.

Mesule; cezalandırmak ve başkasına ibret kılmak, demektir. Uzuv­ları kesmek, yüzüne kara sürmek gibi. Buhârî'nûı şerhinde: «Onları yendikden sonra mesule (işkence) yasaklanmıştır, zaferden önce me-sülede mahzur yoktun Zira kâfirleri zelil etmek için daha uygundur» denmiştir.Zeylaî' (Rh.A.) de, «Bu daha iyidir» demiştir. Bunun ben­zeri ateşde yakmaktır.

Kâfirlerin mükellef olmayanlarını: Çocukları, mecnûnları, pîr-i fâni, a'mâ, kötürüm olanları ve kadınları öldürmeksizin savaşırız. Çün­kü hadîs-i şerif de bunları öldürmek yasaklanmıştır. Ancak, eğer bun­lardan biri savaşırsa, o savaşan öldürülür. Ya da mal sahibi olup kâ­firleri mal ile savaşa teşvik ederse veya harb. hususunda görüş sahibi ise veya hükümdar ise bu takdirde yine öldürülür.

Oğul, kâfir olan babasını öldürmez. Yâni oğulun, kâfir olan baba­sını öldürmeye önce başlaması caiz olmaz. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :

«Ana - baba ile dünyada iyi geçin.» [15] buyurmuştur. Öldürmek için başlamak ma'rûf (iyi geçinmek) değildir. Bir der Baba oğlunun hayâtı­na sfebeb olmuştur. Şu halde oğulun, babasının yok edilmesine sebeb olması caiz olmaz. Musannifin «önce başlamak» sözüne sebeb şudur: Zira, baba oğlunu öldürmeye kasd eder de bunun defi babanın öldü­rülmesinden başka yolla mümkün olmazsa, babasını Öldürmek caiz olur. Çünkü bu öldürme, kendisini korumaktır. Şayet oğulun Müslü­man olan babası onu (oğlunu) öldürmeye kasdederse, ©ğulun babası­nı öldürmesi caiz olur. Bu durumda, kâfir olan babası kasdederse, onu öldürmek daha lâyıktır.

O kâfir olan babayı oğlundan başka kimse öldürür ve oğlu da onu menetmez.

Mushâf-ı Şerifi ve karısını, bunlar hakkında düşmandan korkulur-sa savaşan askeri birliklere çıkarmaz. Çünkü bunları çıkarmakda; Mus-hâfia alay edilmesinden ve kadının yitirilmesinden, iffet ve namusuna dokunulmasından korkulur.

Eğer barış Müslümanlar için hayr ise İmâm (İslâm devlet başkam) ehl-i harb ile banş yapar. Eğer barış Müslümanlar için hayr değil ise barış caiz olmaz. Çünkü banş sûreten ve ma'nen cihâdı terktir. Velev ki banş, Müslümanlar onlardan mal almak üzere yapılmış olsun. Zira ba­rış malsız câız olunca, mal ile olmak haydi haydi caizdir. Eğer o mala ihtiyâcımız var ise caiz olur. Eğer ihtiyâcımız yok ise barış caiz olmaz. Çünkü bu, sûreten ve ma'nen cihâdı terktir.

Alınan mal, cizyenin harcandığı yerlere harcanır. Çünkü o, cizye gibi Müslümanların, kuvvetiyle alınmıştır. Ancak eğer Müslümanlar sa­vaş için küffârm ülkelerine iner (gider) lerse, bu takdirde, zorla alın­dığı için, o mal ganimet olur. Bunun hükmü ma'lûmdur.

Eğer kâfirler Müslümanları kuşatırlar da Müslümanlardan mal alarak barış yapmak isteseler, İmâm o barışa razı olmaz. Çünkü bunda Müslümanları hor ve itibarsız kılmak vardır. Hadîs-i şerifde şöyle vârid olmuştur:

«Ölmek korkusu olmadıkça, mü'min için kendisini zelîl etmek yoktur. Çünkü ölmeyi defetmek hangi yolla mümkün olursa vâcibdir.»

Eğer barışı bozmak hayırlı ise banş (sulh) bozulur. Yâni eğer imâm kâfirler ile barış, yaptıkdan sonra barışı bozmayı daha uygun görür­se, kâfirlere bozma haberi gönderir ve savaşır. Eğer kâfirler hıyanetle başlarlarsa, onlara barışı bozma haberi göndermezden Önce savaş ya­pılır.

' Âsîler ve mürtedler ile de banş yapılıp onlann davran ıslan bekle­nir. Yâni onlara tutumlannı değiştirip önceki hallerine" dönmeleri için mühlet verilir. Zira bu, bir maslahattan dolayı savaşı terk etmektir. Nitekim bu ehl-i harb hakkında da caizdir.

Bunlar ile malsız banş yapılır. Çünkü bunlardan mal almak, on­ların âsîlîk ve mürtedliklerini kabul etmektir. Bu ise caiz değildir. Eğer onlardan mal almış isek, o malın geri verilmesi de caiz olmaz. Zi­ra malı onlara geri vermekde, onlara savaş için yardım etmek vardır.

Sulhdan sonra da olsa, onlara silâh, at ve demir satılmaz. Çünkü bu eşyayı onlara satmakda savaş için yardım etmek vardır.

Müslümanlardan hür bir erkek ve kadının emânı [16] sahih olur. Yâni bir kâfirin veya kâfirlerin veya bir kale halkının veya bir şehir halkının korkusunu gidermek sahîh olur. Hattâ bir Müslümanm onları öldürmesi caiz olmaz. Eğer banş (sulh) şer ise imânı onu bozar ve emânı veren kimseyi, -eğer o kimse onlara emân vermenin şer'an yasak olduğunu bilirse,- cezalandırır. Eğer yasak olduğunu bilmezse cezalan­dırmaz; ancak tenbîh eder.

Zimmînln emânı sahîh olmaz. Çünkü zimmi onlar ile beraber it­ham altındadır. Keza zimmînin Müslümanlar üzerine velayeti yani on­lann işini üzerine alması sahîh olmaz. Ancak eğer askerin emîri kâ­firlere emân vermek için zimmîye emir verirse bu takdirde caiz olur. Bunu Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.

Kâfirlerin İçinde olan bir Müslüman tutuklunun emânı sahih ol­maz. Kâfirlerle besaber bulunan bir Müslüman tacirin de emânı sahîh olmaz. Çünkü onlann ikisi de kâfirlerin elleri altında tutukludur. On­lardan kâfirler korkmazlar. Emân ise korku mahalline hastır.

Dâr-ı harbde Müslüman olup bizim ülkemize göç etmeyen kim­senin emânı da sahîh olmaz. Nitekim bunun sebebini zikrettik.

Savaştan men edilen çocuğun, kölenin ve mecnûnun emânı da sa­hih olmaz. Çocuk eğer emânı bilmezse mecnûn gibidir, emânı geçer­sizdir. Eğer bilir ve anlar (âkil) ise -halbuki o savaştan alıkonmustur-İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre hüküm yine aynıdır. Yani sahîh olmaz. İmâm Muhammed (Rh.A.) bunun aksi görüştedir.

Eğer âkil çocuğa savaş için izin verilmiş ise, esah olan kavle göre, onun emânı ittifakla sahîh olur. Fakat köle, şayet savaştan menedi-lirse, İmâm Â'zam' (Rh.A.) a göre, onun emânı sahîh olmaz. İmâm Mu­hammed (Rh.A.) ise aksi görüştedir. Eğer ona savaş için izin verilirse emânı sahîh olur. [17]

 

Ganimet Ve Paylaştırılması Babı

 

İmâm (îslâm devlet başkanı, halîfe) bir ülkeyi barış (sulh) yolu İle feth ettiğinde, o bansın gereğini yapar. O barışı imâm ve imânf-dan sonra gelen emirler de değiştirmezler. O ülkenin arazîsi ülke hal­kının mülkleri olarak kalır.                                     .

Eğer imâm o ülkeyi zorla feth etmiş ise, o arazî hakkında muhay­yerdir. Dilerse tahmis eder (beşe böler), sonra onu bizim aramızda tak­sim eder. Yani ehl-i ganimet arasında paylaştırır. O arazî bizim mül­kümü/ olur. Nitekim Resûlüllah (S.A.V.) m Hayber arazîsini (gani­met çilere) taksim edip üzerlerine öşr koyduğu gibi. Zira, Müslüman üzerine ibtidâen harâc koymak caiz olmaz. Yakında bunun açıklama­sı gelecektir.

Ya da imâm o beldenin halkını cizye [18] İle o belde üzerinde bıra­kır. Yani dilerse o beldenin halkına lütuf da bulunup Müslümanlara zımıni (tâbi olarak) olmak üzere kendilerini hür ve arazîlerini mülk bı­rakır. Canlan için cizye ve arazîleri için harâc koyar. Nitekim Hz. Ömer (R.A.) Irak'ın köy ve kasabalarını feth ettiği zaman halkına iyilik edip evlerini ve arazîlerini ellerinde bırakmış, başlan için cizye, bağları ve arazîleri için harâc koymuş, onları ganîmetciler arasında taksim et­memiştir.

Fukahâ demişlerdir ki: Ganîmetcilerin ihtiyaçları varsa, birinci şe­kil evlâdır. Ganîmetcilerin ihtiyaçları olmadığı zaman İkincisi evladır. Ta ki; o mallar başka zamanda zahîre olsun.

Ya da imâm o beldenin halkını o beldeden sürüp çıkarır ve yer­lerine başka bir kavmi yerleştirir. Eğer kâfir iseler, o yerleştirdiği kavm üzerine harâc koyar. Tuhfe'de de böyle zikredilmiştir. Yani üzerlerine arazî haracı ve canları için de cizye koyar. Musannifin «eğer kâfir ise­ler» sözü, yerleştirilen diğer kavm Müslüman İse, onlar üzerine ancak öşr konur, demeye işarettir. Zira öşr, ibtidâen Müslümanlar üzerine konur.

İmâm fethedilen yerin halkı hakkında da muhayyerdir. Eğer di­lerse esirleri öldürür. Zira Resûlüllah (S.A.V.) esirleri katletmiştir. Çün-kü bu öldürmede şirk maddesinin kesilmesi vardır. Ya da Müslüman­lara fayda sağlamak için onları köle yapar veya Müslümanlar için zim-mi (tabî) olmak üzere onları hür olarak bırakır. Ancak Arap müşrik­leri ve Mürtedler bırakılmaz. Onla/, ya Müslüman olurlar veya Öldü­rülürler.

Esirlerini mermi haramdır. Men [19]: Kâfir olan esiri ondan bir şey almaksızın bırakmaktır.. Fidâ'lan da haramdır. Fidâ : Esîr olan kâ­firden mal veya Müslüman esîr alıp onun karşılığında kendilerini sa­lıvermektir. Menn'de İmâm Şafiî (Rh.Â.) ayn görüştedir. Fakat savaş bitmezden önce malla fidâ caizdir, Müslüman esîre karşılık caiz de­ğildir. Savaştan sonra malla fidâ bizim bilginlerimize göre caiz olmaz. İmânı A'zam' (Rh.A.) e göre nefisle fidâ caiz olmaz, İmâm Muham-med' (Rh.A.) e göre caiz olur. Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan iki rivayet var­dır. İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre mutlak caiz olur.

Esirleri kendi yurtlarına geri göndermek de haramdır. Çünkü bun­da Müslümanlara karşı onları güçlendirme vardır.

İslâm ülkelerine nakl edilmesi güç olan hayvanları sekr (yarala­mak) haramdır. Yani şayet imâm, îslâm ülkesine dönmek istediği za­man, yanlarında hayvanlar olup dâr-ı İslâm'a nakl edilmesine güç yetiremese,o hayvanlar yaralanmaz. İmâm Mâlik (Rh.A.) bu konuda ayn görüştedir. O hayvanlar dâr-ı harbde terk de edilmez. İmâm Şafiî (Rh.A.) ayn görüştedir.

O hayvanlar boğazlanır ve yakılır. Boğazlamak, bu bir maslahâttan dolayı caizdir ve kâfirleri kızdırmak maslahatların en kuvvetli-lerindendir. Yakmak ise, kâfirler ondan faydalanmasın, diyedir. Bu, binalarını yakmak ve ağaçlarını kesmek gibidir. Hayvan boğazlamadan Önce~yakılmaz. Çünkü ateş ile azabı ancak Rabbisi yapar. Boğazlandık-dan sonra hayvanların yakılması gibi, silâhlan da yakılır. Demir gibi yakılamıyan eşya da gömülür.

Ganimeti dâr-ı harbde, İslâm ülkesine götürmeden önce taksim et­mek haramdır. İmâm Şafiî (Rh.A.), «Kâfirlerin yenilgisi kesin I eştik den sonra caiz olur.» demiştir. Bu bize göre haramdır. Bu bizce; İslâm ülke­sine naklden önce mülk sabit olmadığı esâsına göredir. İmâm Şâfii'-(Rh.A.) ye göre sabit olur. Bu asıl üzerine bir çok meseleler bina edilir. Ancak emânet vermek suretiyle olur ve orada vererek taksim eder.

- Bu şöyle olur: Beytü'l-mâlde ganimetleri yükletecek yük hayvanı yok İse ganîmetciler arasında ganimeti, dâr-ı İslâm'a yüklenip götür­mek için, emânet yoluyla taksim eder. Ondan sonra onlardan geri alıp paylaştırır. Eğer taşımaktan kaçınırlarsa misl-İ ecr ile taşınması için onları zorlar. Es-Siyer'ul-Kebîr'in rivayetinde böyledir. Çünkü bunda zarar-ı hâssın tahmili ile zarar-ı ânımın defi vardır. Nitekim bir kim­se bir aylığına bir binek hayvanı kiralayıp sahrada bir aylık müddet geçse veya bir gemi kiralayıp denizin ortasında müddet geçse, onun üzerine misl-i ecir ile diğer bir ücret akdeder. Es-Siyeru's-Sağîr'in riva­yetine göre, ganîmetcilere zor kullanmaz. Zirâ- ibtidâen kiralama akdi üzere zorlayamaz. Nitekim bir kimsenin binek hayvanı sahrada Ölse, yanında olan arkadaşının binek hayvanını kiralamak için zorlamaz. İstişhâd olunan emânet mes'elesi bunun aksinedir. Çünkü o kiralama binadır, ibtidâ değildir. Bina ise ondan daha kolaydır.

Taksimden önce, ganimet alman şeylerin satılması da haramdır. Zira hadîs-i şerîfde bu yasaklanmıştır. Çünkü dâr-ı İslâm'a getirip sağ­lama bağlamadan (ihrazdan) [20] önce mülk olmaz, Nitekim daha önce geçti.

Dâr-ı İslâm'a getirip sağlama bağladıkdan (İhrazdan) sonra da sa­tılması haramdır, Çünkü satıcının ganimet egyuamclan naaîbl kasln-likle bilinmez. Şu halde taksimden önce satılması mümkün değildir.

Savaşçılara hizmette yardımcı olan ve dâr-ı harbde ganîmetcilere katılmış olan yardımcı kimse, ganimeti hak etmede savaşçı gibidir. Savaşmayıp çarşı pazarla uğraşanlar savaşçı gibi değildir. Dâr-ı harbde ölen kimse dahî, temlik bulunmadığı için, savaşçı gibi değildir.

Dâr-ı İslâm'da ölen savaşçının payı, -her ne kadar onun payı ortak (müşâO [21] bulunuyorsa da,- mülk hâsıl olduğu için miras kılınır.

Dâr-ı harbde yiyecek, yem, odun, yağ ve silâha ihtiyâç olduğu za­man taksim edilmeden helâl olur. Nitekim İbn Ömer'den (Allah ikisin­den de razı olsun) şöyle dediği rivayet edilmiştir;

«Biz savaşlarımızda bala ve üzüme rast gelir onu yerdik, onu ver­mezdik.» Bunu Buharı rivayet etmiştir. Bu söz, onların muhtâc olduk­ları şeyden faydalanmak âdetleri olduğuna delildir. Helâl kılan şey ortadan kalktığı için dâr-ı harbden çıktıkdan sonra.helâl olmaz. Helâl kılan şey.zarurettir. Çünkü onların hakkı sağlamlaşmıştır. Hattâ payı miras kılınır. Şu halde onların rızâsı olmaksızın faydalanmak caiz ol­maz.

Ganimetin, yiyecek ile ve yiyecek benzeri şeyle satılması helâl ol­maz. Temevvülü de yani altın ve gümüş ile satılması da helâl olmaz.

Çünkü ganimete onu almakla mâlik olunmaz. Tenâvülün mubah ol­ması ancak zaruret içindir. Şu halde eğer ganîmetcilerin biri ganimeti satsa parasını ganimet malına geri verir.

Dâr-ı harbde faydalanmak için aldığı şeyden arta kalanı, İslâm ül­kesine çıktıkdan sonra ganimet malına geri verilir. Çünkü hacet orta­dan kalkmıştır. Bu, taksimden öncedir. O kimse zengin ise, taksimden sonra elinde kalan malın eğer aynısı duruyorsa, aynını tasadduk eder, eğer yitirilip yok olmuşsa, değerini tasadduk eder. Fakîr ayniyle fay­dalanır. Eğer yitirilip yok olursa, fakire bir şey gerekmez.

Ehl-i harbden bir kimse dâr-ı harbde Müslüman olsa, kendisi ve çocuğu ma'sûm olur. Çünkü çocuğu babasına uyarak Müslüman olmuş­tur. Şu halde kendisinin ve çocuklarının öldürülmeleri ve köle yapıl­maları caiz olmaz.

Yine o Müslüman kimsenin taşınır cinsden olan malı ma'sum (do­kunulmaz) olur. Veya bir dokunulmaz kimseye emânet koyduğu malı da dokunulmaz olur. Gerek o emânet koyduğu kimse Müslüman olsun ve gerekse zimmî olsun müsavidir. Çünkü o mal hükmen onun elin­dedir. Müslüman olmayan büyük çocuğu, karısı ve karısının hamli (kar­nındaki çocuğu) dokunulmaz, olur. Zira hami ananın cüz'üdür. Akan (ev ve tarla gibi mülkü) de ma'sîûm olmaz. Çünkü dâr-ı harb cümlesin-dendir. O ehl-i darın elindedir. Savaşan kölesi ve harbî ile beraber olan malı, gasb yoluyla olsun veya emânet olsun bunlara da dokunulmaz.

Atlının veya yayanın payı için istihkâkda, geçiş vaktine itibâr edi­lir. Yani dâr-ı harbe girilen yerin geçilmesi vaktine itibâr edilir.

Bir kimse kâfirlerin yurduna atlı olduğu halde girse ve atı ölüp olayda yaya olduğu halde hâzır olsa, o kimse için iki hisse vardır. Atlı olan savaşçı hissesi ki biri atı için, diğeri de kendisi içindir.

Bir kimse dâr-ı harbe yaya girse ve girdikden sonra bir at satın alıp olayda atlı olduğu halde hâzır olsa, o kimse için yaya hissesi vardır. Bir attan başka at için hisse olmaz. Yani iki at için hisse verilmez. Yükünü çeken at için ve katırı için hisse verilmez. Köle, çocuk» kadın ve zimmî için de hisse verilmez. Onlar için bahşiş    (r a d h)    verilir. R a d h: Az bir şey vermeye derler. Burada radh ile murâd, imâmın uygun gördüğü miktardır. Onları savaşa teşvik etmek için verilir. On­lara radh, savaşa başlandığı zaman verilir. Kadına, yaralı olanları te-dâvî edip onların işlerini gördüğü vakitte verilir. Kadının durumuna uygun olan şey cihâd olur. Zimmîye, dâr-ı harbde yol gösterdiği za­man verilir. Çünkü onun yol göstermesi Müslümanlar için menfaattir. Radh, hisse miktarına erişmez. Çünkü o radha lâyık olanlar, cihâd işin­de askere eşit olmazlar. Ancak zimmînin yol göstermesinde şayet delâ­letinde büyük menfaat olursa radh, hisse (sehm) den fazla olur. Çün­kü yol gösterme cihâd işinden değildir. Onu cihâdda müsâvî tutmak gerekmez. Zira onun yol göstermeye karşılık aldığı şey, ücret menzile-sindedir. Bundan dolayı kazandığı verilir.

Humus (beşte bir); yetîm, miskin ve ibn-i sebîl (yolda kalan)" İçin­dir. Zevi'l-kurbâ (akfaba) nın fakirleri onlar üzerine takdim olunur. Zevİ'l-kurbâ'nın  zengini  onlar üzerine  takdim  edilmez.  Allah  Teâlâ (C.C.) in : "§üPhesiz onuu içindir.» kavündeki Allah Teâlâ' (C.C.) in adim zikr, teberrük içindir. Yani sözü açmak için teberrüken Allah Teâlâ' (C.C.) in adı anılmış­tır. Yoksa bütün âlem O'nundur ve O bir şeye muhtâc değildir. Uz. Pey­gamber* (S.A.V.) in hissesi vefatından sonra düşmüştür. Çünkü Nebt-i Ekrem (S.A.V.) o hisseye risâlet ile müstehakdı. Hz. Muhammed'-(S.A.V.) den sonra ise artık resul yoktur. Nitekim safî'riin düştüğü gibi. «Safî» Resûlüllah' (S.A.V.) in kendisi için ganimetten ayırıp, onun­la Müslümanların işlerini gördüğü maldır.

Bir kimse dâr-ı harbe girip kâfirlerin malım yağma edip alsa, o malın beştebiri (humusu) alınır. Ancak eğer o kimsenin askeri ve imâm­dan izni olmazsa alınmaz. Çünkü humus ancak ganimet malından alı­nır. Ganimet malı ise kâfirlerden zorla alınan maldır. .Zorla alınan mal, ya asker'ile alınır, veya imâmın izni ile alınır. İzin ile alman asker ile alman hükmündedir. Çünkü izin vermekle ona yardımı iltizâm etmiş­tir.                                                                             

İmâmın tenfîl hakkı vardır. Tenfîl; savaş vaktinde askeri harbe teşvik için ganimet hissesinden daha fazla şey vermektir. Meselâ imâm; bir kimse bir kâfir Öldürürse selebi (soyulup alman eşyası) öldürenin­dir, der. Selebin anlamı yakında gelecektir. Bu teşvik, imâm için men-dûbdur. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :

«Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et.» [22] buyurmuştur.

Ya da imâm, her kim ne alırsa o şey alanındır, der. İmâm şayet bir kâfir öldürse; «bir kimse bir kâfir öldürürse selebi öldürenindir.» sö­zündeki nefele [23] istihsânen müstehak olur. Çünkü nefel kaza ba­bından değildir. Bu ancak ganimete müstehak olmak bâbındandır. Bun­dan dolayı sehmen veya radhan ganimete müstehak olan herkes ona dâhil olur. Bundan dolayı imâm nefel ile suçlanmaz. İmâm şayet: Ben kâfir Öldürürsem onun selebi benim içindir, derse, imâm nefele müs­tehak olmaz. Çünkü kendisine tahsis etmiştir. Şu halde imâm bu su­rette suçlanır. Yine imâm şayet: Sizden biriniz bir kâfir öldürürse onun selebi benimdir, dese; nefele müstehak olmaz. Çünkü kendisini onlardan ayırmıştır.

Selebe müstehak olmak ancak öldürülen kimse, Öldürülmesi mu­bah olan biri olduğu zamandır. Hattâ kâfirlerden kadınları, çocukları ve delileri öldüren nefele müstehak olmaz. Çünkü tenfîl savaşa teşvîktir. Bu ise savaş yerlerinde gerçekleşir. Hattâ bir çocuk savaş yap­sa, bir Müslüman da onu öldürse, savaş sebebiyle kanı mubah olduğu için, onun selebini hak eder.

Müslüman, kâfirlerden bir hastayı ve ücretle tutulan kâfiri ve as­kerleri içindeki taciri ve andlaşmayı bozup onlara giden zimmîyi öldür­se, o Müslüman onun selebini hak eder. Çünkü onların bünyeleri sava­şa elverişlidir. Veya onlar kendi arzuları ile savaşmışlardır.

Ya da imâm, bütün asker için değil de, seriyye [24] için: «Ben ta­mâmını veya tamâmından şu kadarım size hediye ettim» der.

Nihâye'de, es-Siyer'ul-Kebîr'den nakledilmiştirki: İmâm, şayet or­dunun hepsine, «Elde ettiğiniz şey humusdan sonra nefelen eşit şekil­de sizin olsun dese» bu caiz'olmaz. Yine, «Elde ettiğiniz şey sizin olsun» deyip, humus (beştebir) den sonrası» demese, eğer bu sözü seriyye için söylerse caiz olur. Bunun açıklaması şudur: Tenfîlden maksûd, Müslü­manları savaşa teşvîkdir. Bu ise ancak bazısına husûsî bir şey vermek­le hâsıl olur. Umûmîleştirmekte ise, atlı olanım yayan olan üzere tafdî-lin iptali vardır. Veya istisna etmediği zaman humusu da iptal vardır. Ganimetini dâr-ı İslâm'a çıkardıkdan (ihrazdan) sonca kâfirler savaş için dâr-ı İslâm'a girseler tenfil caiz olmaz. Ancak humus (beştebir) den caiz olur. Çünkü ganîmeteilerin hakkı, onda dâr-ı İslâm'a İhraz etmekle sağlamlaşmlştır. Bundan dolayı ganîmetcilerden ölenin payı vârisine geçer. Şu halde onların hakkını yok etmek caiz olmaz!

Öldürülen kâfirin selebi: Yanında bulunan giysisi, silâhı ve ke merinde olan malıdır. Hattâ bineği ve bineği üzerindeki eyer ve âle ve heybesinde bulunan şeyler selebidir.

Bu zikredilen selebi, eğer imâm tenfîl etmedi ise, askerin hepsim verilebilir. Öldüren kimse ve başkaları onda eşit hakka sâhibdir[25]

 

Kâfirlerin İstilâsı Babı

 

Şayet düşman savaşçıları (ehl-i harb), ehl-î zimmeti bizim yurdu­muzdan dâr-ı harbe sürseler, ehl-i harb o ehl-i zimmete mâlik olmaz­lar. Çünkü onlar hürdürler. Vakıâtu's-Sadn'ş-Şehîd'de böyle zikredil­miştir.

Şayet düşman savaşçılarının (yani ehl-i harbin) bazısı bazısını esîr etse ve mallarını alsalar veya bizden dâr-ı harbe bir deve kaçıp onu alsalar veya ehl-i harb bizim malımız üzerine gâlib olup o malı ihraz edip yurtlarına soksalar, her ne kadar bizim o malımız mü'min bir kö­le veya câriye de olsa, ehl-i harb o mala mâlik olurlar. Kâfî'de ve baş­kasında, aşağıda gelen mes'elenin şerhinde bunu zikretmişlerdir.

Mes'ele şudur: «Şayet bir müste'men yani emân ile bizim yurdu­muzda oturan kâfir, mü'min bir köle satın alıp yurtlarına soksa,,deni­len meseledir... ilâh.» Musannifin «onu yurtlarına soksalar (ihraz et­seler) a demesine sebeb şudur : Çünkü ehl-i harb o aldıkları eşyayı yurt­larına sokup ihraz etmezden önce eşyadan bir şeye mâlik olmazlar. Hattâ bir tacir ehl-i harbin aldığı eşyadan yurtlarına sokup kazan­madan önce bir şey satın alsa, sahibi de o şeyi satın alanın, elinde bul­sa, bir şey vermeden alır.

Bizim hâlis hürrümüze, nıüdebberimize, ümmü veledimize ve mü' kâtebemize mâlik olamazlar. Hattâ ehl-i harb (yâni düşman askerleri) zikredilenleri bizim yurdumuzdan alıp yurtlarına sokup ihraz etseler, sonra biz ehl-i harbe üstün geldikde; onlar taksimden önce ve tak­simden sonra bir şeysiz mâliklerinin olurlar.

Bunun açıklaması şöyledir: İstilâ mülkün sebebi olmaz. Ancak mülk için mahalle mülâki olursa olur. O mubah maldır. Hür ise mülk için mahal değildir. Yine hürden başka, müdebber, ümmü veled ve mü-kâtebde de, bir bakımdan hürriyetleri olduğu için hüküm böyledir.

Bizim yurdumuzdan bir kaçak köle, gerek o köle Müsİümanın ol­sun ve gerekse zimmînin olsun onların yurtlarına girse - «Onların yurt­larına girse» kaydı, İslâm ülkesinde dolaşan kaçak köleden ihtirazdır böyle bir köleyi ele geçirirlerse ona mâlik olurlar - Kâfirler, şayet onu tutsalar ve ele geçirseler, o kaçak köleye mâlik olamazlar. Bunu Hidâye sarihleri söylemişlerdir.

Musannifin «şayet onu ele geçirseler» sözüne sebeb, İmâmeyn' (Rh. Aleyhımâ) in hilâfına işaret içindir. Çünkü kâfirler o köleyi ele geçir­seler ve ayağına bukağı taksalar, İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre, ona mâlik olurlar. İmâm A'zam (Rh.A.), înıâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) den ay­rı görüştedir.

İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) in delili şudur : Korumak (ismet) mâ­likin hakkı içindir. Çünkü, mal elindedir. Halbuki burada ismet orta­dan kalkmıştır. Bundan dolayı, eğer kâfirler o köleyi İslâm ülkesinden ele geçirseler, ona mâlik olurlar. Nitekim dafra önce geçti.

İmâm A'zam' (Rh.A.) m delili şudur: O kölenin, naâlikiyyeti (ye­di) bizim ülkemizden çıkmasiyle kendi nefsi aleyhine aâhir olmuştur. Çünkü itibârının düşmesi, onun üzerinde efendisinin zilyedliğî tahak­kuk etsin, diyedir. Bu ona istifâde için verilen bir imkândır. Halbuki bu ortadan kalkmıştır. Şu halde kölenin mâlikiyeti nefsi aleyhine biz-, zat dokunulmaz olarak zahir olmuştur. Öyleyse mülke mahal kalma­mıştır. Gidip gelen köle bunun aksinedir. Çünkü dâr-ı İslâm ehlinin köle üzerinde mâlikiyeti kâim olduğu için efendinin yed'i köle üze­rinde hükmen bakîdir. Şu halde kâfirlerin köleyi temellükleri efen­dinin mâlikiyetinin zuhurunu menetmiştir. Bundan dolayı o gidip ge­len köleyi küçük oğluna hibe etse, küçük oğlan o köleye mâlik olur. Eğer dâr-ı harbe girdikten sonra hibe etse, o küçük oğlan o köleye mâlik olamaz.

Biz kâfirlere galip gelmekle onların hür olanlarına, müdebberleri-ne, ümmü veledlerine, mükâteblerine ve mülklerine mâlik oluruz. Zira şeriat onların ismetlerini, suçlan üzere ceza için düşürmüştür. Çünkü onlar Allah Teâlâ' (C.C.) in birliğini inkâr edince ve Allah Teâlâ' (C.C.) a ibâdetten ayrılınca,» Allah-u Teâlâ onları, o İnkârlan sebebiyle kul­larının kullan yapmakla cezalandırmış ve malları rakabelerine tâbi olmuştur.

Bundan sonra kâfirler bizim üzerimize gâlib olup mallarımızı al-dikdan sonra şayet biz de onların üzerlerine galip olsak ve ehl-i gani­met onların bizden aldıkları şeyi alsa, bizden birimiz malını ganîmet-ciîerin elinde» ganimeti taksimimizden önce bulursa, karşılıksız (meccânen) alır. Taksimden sonra bulursa, değeriyle (kıymetiyle) alır. Çün­kü tbn Abbâs' (R.A.) dan rivayet edilmiştir ki: Müşrikler, Müslüman­lardan Öte adamın devesini yurtlarına alıp götürdüler Sonra o deve ga­nimete düştü- Sski sahibi o deveyi almak istedi.

Bunun üzerine Resûlüllah (S.A.V.) : «Sen o deveyi ganimetin tak­siminden Önce bulursan bir şey vermeden alırsın, eğer taksimden son­ra bulursan dilersen kıymetiyle alırsın» buyurmuştur.

Bu İki durumun arasını ayırmanın sebebi şudur: Zira devenin es­ki sahibi rızâsı yokken mülkünün kendisinden gitmesiyle zarar görür, ehl-i ganimetten devenin ayn'ı nasibine düşen kimse de elinden beda­va alınmakla zarar görür. Çünkü o kimse o devenin ayn'ına ganimet­ten, payına karşılık olmak üzere müstehak olmuştur.

Biz deriz ki; iki zararın hayırlısı olmak bakanından, mümkün olan miktarı alma hakkı kıymetlidir. Taksimden önce devede mülk, âmme­ye âiddir. Ve âmmeden her ferde, onun yok olmasıyle kayrılmak mik­tarı hisse isabet etmez. Şu halde zarar tahakkuk etmiş olmaz. oTak-Bİmimizden önce» dememizin sebebi, el-Mecma'da ve musannifinin el-Mecma' şerhinde vâki olan şeyi red içindir. Onda denilmiştir ki: Biz şayet kâfirler üzerine taksimden Önce gâlib olsaydık, bizden aldıkları eşya sâhibleri için helâl olur. Ya da kâfirler bizden aldıkları eşyayı tak­simlerden sonra gâlib olsaydık, o eşyayı sâhibleri, eğer dilerse kıyme­tiyle alırlar. Şerh'de şöyle denilmiştir: Şayet Müslümanlar kâfirler üze­rine gâlib Olsalar ve mallarını kâfirlerin elinde taksimlerinden önce bul­salar, o mal bir şey vermeksizin sahiplerinin olur. Eğer taksîm etmele­rinden sonra bulsalar, dilerlerse kıymetiyle alırlar. Çünkü taksimi kâ­firlerin taksimi üzere hami etmek bütün kitaplara muhaliftir. Nite­kim basiret sahibi olanlara gizli, değildir,

Eğer bir tacir o malı dâr-i harbde onlardan satın alıp bizim ülke­mize çıkardı ise, mal sahibi malmi Semeni [26] ile alır. Çünkü eski mâ­lik malını eğer özel mülkde buldu ise, imdi eğer zülyed (mâlikiyet. sa­hibi) ona sahih muâveze ile mâlik olduysa, o malı, eğer misliyyâttan ise, ivazın [27] misli ile ahr. Eğer kıymetleri olan şeylerden ise kıy­metiyle alır. Çünkü mâlikiyet sahibinden bedava almakla zülyede za­rar dokunur. Çünkü mâlikiyet sahibi bedeli (ivazı) o malın karşılığın­da vermiştir.

Eğer mâlikiyet sahibi o mala fâsid akd ile veya kâfirler o malı bir Müslümana hibe etmekle bedelsiz (ivazsız) mâlik oldu ise, eski mâlik o malt - eğer o mal kıymeti olan şeylerden ise, - kıymeti ile ahr. Eğer mis-liyyâttan ise almaz. Çünkü o malı misli ile alsa, bu takdirde fayda ver­mez.

Şayet kâfirler bir köleyi esîr etseler, onu bir Müslüman satın alıp bizim ülkemize çıkardıkdan sonra o kölenin gözü çıkarılsa ve o Müs­lüman, o kölenin gözünü çıkarandan gözünün diyetini (ersini) alsa, eski mâlik o köleyi, o Müslümanın düşmandan aldığı semeniySe ahr. Diyetini almaz. Çünkü eski efendinin hakkı, üzerine müstevli olduğu gözdedir. İstilâ o diyet üzerine vârid olmaz ve o hakkı gözden mey­dana gelmez.

Kâfirler bir köleyi esir edip bir adam o köleyi bin dirheme aldık-dan sonra kâfirler o köleyi ikinci kez esîr edip dâr-ı harbe sokdukda bir başka adam da o köleyi bin dirheme alıp bizini ülkemize getirmekle esirliği ve satın alınması tekerrür etmiş olsa, eski mâlikin o Köleyi ikin­ci müşteriden alması doğru olmaz. Çünkü esirlik eski mâlikin mülkü üzere vârid olmamıştır. Belki, mülkü üzere esirliğin gelmesinden do­layı, birinci müşteri, ikinci müşteriden semeniyle ahr. Ondan sonra eski mâlik ilk müşteriden iki semeni ile dilerse alır. Çünkü birinci müş­teri üzerine iki semen kâim olmuştur. Onun hakkını korumak için bir şey indirilmez. Eski efendi o köleyi birinci müşteri ikinci müşteriden almazdan önce almaz. Yani birinci müşteri gâib olsa yine birinci müş­teri hâzır olduğu halde alamadığına itibâr ile ikinci müşteriden eski mâlik alamaz. Şu halde eğer birinci müşteri razı olmasa eski mâlik ikinci müşteriden almaz. Çünkü iki semen ile almanın hakkı ancak birinci müşterinin mülkünün geri dönmesi zımnında eski mâlik için sabit olur. Şayet mütezammın sabit olmassa zımnında olan şey sabit olmaz.

Bîr köle mal ile kaçıp kâfirler onu ve malı ellerine geçirseler, sonra bir adam malı ve köleyi kâfirlerden satın alsa, kölenin mâliki o köleyi meccânen alır. Çünkü kâfirler o köleye mâlik olmazlar. Malı ise seme-ni île ahr. Çünkü kâfirler o mala mâlik olurlar.

Emân verilmiş bir kâfir, Müslüman bir köleyi satın alıp dâr-i har­be götürse, bunda beş mesele vardır ve hepsinde de köle, jâxâd edilme­den âzâd olur.

Bu beş meselenin biri şudur: Şüphesiz o köle, iki ülkenin zat ol­masını âzâd yerine geçirmek bakımından, sâdece dâr-ı harbe girmekle âsâd olur.

mesele ki musannif onu şu sözüyle zikretmiştir: Ya da kafirler o köleyi ele geçirip-ve onu dâr-ı harbe götürdükden sonra o köle yine onlardan kaçıp îsiâm ülkesine girse, yine âzâd olur.

Üçüncü meseleyi musannif şu sözü ile zikretmiştir: Ya da o köle dâr-ı harbde Müslüman olup bize çıkıp gelse yine âzâd olur.

Dördüncü meseleyi §u sözü ile zikretmiştir : Ya da biz kâfirler üze­rine gâlib olsaydık o köle yine âzâd olur.

Beşinci meseleyi şu sözü ile zikretmiştir: Ya da o köle Müslüman­ların askerine Müslüman olduğu halde çıkıp gelse, bu beş şeklin hep­sinde de o köle âzâd olur. Hiç kimse İçin mâlik olma hakkı sabit olmaz. Çünkü ba âzâdlar hükmî âzâddır. Gâyetu'l-Beyân sahibi bunu, Tahâvî şerhinden naklen zikretmiştir. [28]

 

Müste'men Babı

 

Müste'men [29], gerek Müslüman, gerek harbi olsun kendi ülkesin­den başkasına emân ile giren kimseye denir.

Bizim tacirimiz kâfirlerin ülkesinde onların kanlarına ve malları­na taarruz etmez. Çünkü Müslümanlar verdikleri şartlara göre dav­ranırlar. Emân istemekle onlara taarruz olunmamak şart kılınmıştır. Bundan sonra taarruz, gadr (yâni hıyanet) olur.

Tacir,  taarruz yoluyla çıkardığı mala haram olarak mâlik olur.

Mülk olmasına sebeb, mubah malı istilâ içindir. Haram olması ise, haram olan gadr sebebiyle hâsıl olduğu içindir. Şu halde zimmetini o haramdan ayırmak için, o aldığı malı tasadduk eder.

Ancak, eğer onların hükümdarları o tacirin malını alırsa veya kral o taciri hapsederse veya kraldan başkası onun bilmesiyle tacirin ma­lım alıp veya hapsedip kral o başkasını menetmezse, o tacirin taarruzu caiz olur. Çünkü ahdi bozmaya onlar başladılar. İltizâm bu şarta bağ­lı olur.

Esir olan Müslüman, tacirin hilâfına dır. Onun için dilediği vakit­te taarruz mubahtır. Her ne kadar Müslüman esîri isteyerek de salıver-seler, gadr sayılmaz. Çünkü esir müste'men değildir ve onda iltizâm yoktur.

Onların tereleri de mubah görülmez. Çünkü fere ancak mülk ile helâl olur ve İslâm ülkesine sokmazdan önce ise mülk olmaz. Nitekim daha önce geçti.

Ancak, esir olan karısını veya ümmü veledini veya müdebberesini orada bulursa, helâl olur. Çünkü kâfirler, onlara malili; olmazlar. An­cak onlan harbî cima etmemiş olmalıdır. Çünkü kâfirler onları cima eylemiş olsa ve mâlik de cima eylese, nesebde şüphe ve karışıklık mey­dana gelir.

Esir olan cariyesini bulsa, her ne kadar harbî onu cima eyle meşe de, onu mutlak surette cima caiz olmaz. Çünkü kâfirler ona mâlik ol­dular.

Harbî, müste'meni bir çeşit tasarruf ile borçlu kîlsa veya müste'­men harbiyi borçlu etse veya ikisinden biri diğerinin malını gasb etse ve ikisi de bizim ülkemize gelip harbî de müste'men olsa, borç ve gasb-dan ikisinden birine bir şey hükm olunmaz. Borç (deyn) ile hükm olunmamasının sebebi hükm velayete dayandığı içindir. Borç (alma veya verme) vaktinde ise asla velayet yoktur. Müste'men üzerine hükm vaktinde de yoktur. Çünkü müste'men geçen fiillerinde İslâmm bük müne uymamıştır: Ancak gelecekte uymuştur. Gasb olduğuna hüküm verilmemesine gelince; o gasb olunan şey, rna'süm olmayan maîa mü­sadif olduğu için ma'sûm malı ele geçiren gâsıbm mülkü olduğundan­dır. Nitekim daha önce geçti.

Keza borç ile gasbı iki harbî işleyip ikisi de müste'men oldukları halde bizim ülkemize gelseler, yine böyledir.

Eğer ikisi de Müslüman oldukları halde gelseler, ikisi arasında borç ile hükm olunur, gasb ile hükm olunmaz. Borç ile hükm, kendi nzâlanyla olduğu için sahîhdir. Hükm hâlinde yeîâyet sabittir. Çün kü ikisi de İslâm'a girmekle ahkâmı iltizâm eylemişlerdir. Gasba ge­lince; istilânın mubah mal üzere vürûdu (gelmesi) sebebiyle gâsıb ona mâlik olduğu içindir. Harbînin mülkünde murdarlık yoktur ki geri vermekle emrolunsun.

Müste'men olan bir Müslüman dâr-ı -harbde mislini yâni bizim müste'menimizi, isteyerek veya hatâen Öldürse, kasıdda ve hatâda malından diyetini verir.

Hatâ için keffâret verir. Keffâretin delili AUah Teâlâ' (C.C.) in :

«Bir mu'mini yanlışlıkla Öldürenin, bir mü'min köleyi âzâd etme si gerekir.» [30] kavli şerifidir. Bunu dâr-ı İslâm ve dâr-ı harb ile kayd-lamamıştır. Keffâreti hatâya tahsisin vechi ise, bize göre kasden öldür­mekte keffâret olmadığı içindir. Diyet ise, bizim ülkemize taşınmakla sabit olan dokunmazlık, müste'menliğin ânz olmasıyla bâtıl olmadığı iğindir. Kasden öldürmede kısas olmamasına sebeb; - ki bu zahir ri­vayettir. - Çünkü kısasın istifası ancak kendini müdafaa etmişse me nea [31] mümkün olur. Tek kişi (vâhid), çok kere tek kişiye karşı koyar. Karşı koyma gücü (menea) asker veya kuvvet de ancak İmâmda ve Müslümanlarda vardır. Bunların ikisi de dâr-ı harbde yoktur. Şu halde vucûbda fayda yoktur. Öyleyse hadd gibi vâcib olmaz.

Kasden öldürmede diyetin malından vâcîb olması âkıleler kasden Öldürmekde diyet vermedikleri içindir. Nitekim yerinde anlatılmıştır. Hatâda ise âküelerin, iki ülke biribirine zıt olduğu için sıyânete (koru­maya) güçleri olmadığı içindir. Onların üzerine diyetin vucûbu ise sı-yânete terk etmeleri itibariyledir.

İki esirde, şayet ikisinden birisi diğerim öldürse yalnız hatâda keffâret verir. Yâni İmâm A'aam' (Rh.A.) a göre, hatâda diyet yoktur ve kasıtta asla bir şey yoktur. Yine Müslüman tacir, kâfir bir esiri dâr-ı harbde öldürse, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre o Müslüman üzerine bir şey yoktur, ancak hatâda keffâret vardır. İmâmeyn (Eh.Aleyhimâ)  «İki esîrde, hatâda ve kasıtta katil üzerine diyet vardır. Çünkü ismet (dokunulmazlık) esirlik arıziyle bâtıl olmaz, istîmân (müste'menlik) arıziyle bâtıl olmadığı gibi» demişlerdir. Kısasın mümteni' olması (imkansızlığı)  müdafaa kuvveti bulunmadığı içindir. Diyet ise geçen se-bebden dolayı malından vâcib olur.

İmâıtı A'zam' (Rh.A.J m delili şudur: O kimse esir olmakla kâ­firlerin ellerine düştüğü için onlara tâbi olmuştur. Bundan dolayı on­ların ikâmeti ile mukîm olur ve seferleri ile müsâfir olur. Bu sebeble ihraz aslen bâtıl ve bize göç etmeyen Müslüman gibi olur. Yukarıda geçen sebebden dolayı, keffâret hatâya tahsis edilmiştir. Dâr-ı harbde İslâm'a gelen Müslümanı bir Müslümânın öldürmesi gibi ki, onun öl­dürülmesi ile, hatâda ancak keffâret vâcib olur.

Müste'men olduğu halde gelip bizim ülkemize giren harbîye, bir yıl oturmaya izin verilmez. O harbîye, eğer bizim ülkemizde bir yıl veya bir ay ikâmet edersen, üzerine cizye bağlarız, denilir. Eğer o tak­dir olunan yıl ve aydan, önce ülkesine dönerse ne a'lâ, dönmezse, o har­bî zimmî olur.

Bil m elisin ki, harbîye bizim ülkemizde sürekli oturmaya izin ve rilmez. Ancak köle olmakla veya cizye ile izin verilir. Tâkİ kâfirler için casusluk edip bizim zararımıza çalışmasın! Ancak az bir ikâmete izin verilir. Çünkü az bir ikâmetin menedilmesinde ihtiyâç maddele­rinin gelmesini kesmek ve ticâretin kapısını kapamak vardır.

Çok ikâmet ile az ikâmetin arası bir yıl ile ayrünuştir. Çünkü yıl içerisinde cizye vâcib olan bir müddettir.

Binâenaleyh, ikâmet cizye maslahatı için olur. Eğer İmâmın (Dev­let Reisi) sözünden sonra yıl tamâm olmadan önce vatanına dönerse, ona bir şey yoktur. Eğer imâmın sözünden sonra bir yıl tamamen ka­lırsa, o kimse zi mm id ir, cizyeyi iltizâm etmiş olur. İmâm bir ay veya iki ay gibi, bir yıldan az olan müddeti ta'yîn edebilir. Şayet harbî, imâ­mın sözünden sonra o ta'yin edi-Ien müddet kadar ikâmet ederse zimmî olur. Nitekim sebebi zikredildi.

Zimmînin dâr-ı harbe dönmesine izin verilmez. Zira zimmet akdi bozulmaz. Çünkü zimmet akdi İslâm'dan haleftir. İslâm ise bozulmaz. Keza halefi de bozulmaz. Keza harbî imâmın müddet takdirinden ön­ce bizim ülkemizde bir yıl otursa, zimmî olur, dâr-ı harbe (iönmesine izin verilmez. Zira imâm müddet takdîr etmeyince, mu'teber olan bir yıldır. Çünkü takdir, özrü denemek içindir. Bir yıl ise özrü denemeye uygundur. Nitekim cinsî münâsebetten âciz olan kimsenin te'cîlinde bir yıl takdîr edildiği gibi. Nihâye'de, Mebsût'tan naklen böyle zikredil­miştir.

Lâkin cizye iki surette, yâni takdirden sonra ve takdirden önce, yıl tamâm oldukdan sonra konulur. Ancak cizyenin yıl tamâm oldukdan sonra alınması, birinci surette yâni takdirden sonra olduğu su­rette şart kılınırsa ve yıldan veya aydan sonra alırız, denirse, bu tak­dirde cizye ondan birinci yıl tamâm olunca alınır.

Keza, harbi arazî satın alıp o harbî üzerine, satın aldığı arazînin haracı konulsa zimmî olur. Bunda şuna işaret vardır ki harâc arazîsi satın almakla, o harbî üzerine harâc konuluncaya kadar, harbî zimmî olmaz. Şayet üzerine harâc konulan müşteri zimmî olduysa, koyma vaktinden itibaren onun üzerine bir yılın cizyesi lâzım gelir. Bu du­rumda sene gelecek yıl olur.

Ya da harbiyye olan kadını bizim ülkemizde bir zimmî nikâh etse, o harbiyye zimmiyye olur. Çünkü kadın kocasına tâbidir. Bir zimnıiy-yeyi bir harbî erkek nikâh etmekle harbî zimmî olmaz. Çünkü kadını boşayıp vatanına dönmesi mümkündür.

Bir müste'meb yani bizim ülkemize emânla gelen harbî, dâr-ı har­be dönse, kanı helâl olur. Çünkü emâmnı, iptal eylemiştir. Onun dâr-ı İslâm'da olan malı tehlikededir

Eğer dâr-ı harbe dönen müste'men esîr olsa veya ehl-i harb üze­rine thl-i İslâm gâlib olsa da o müste'men öldürülse, onun ma'sûm olan Müslüman veya ziniraîdeki alacağı düşer. Çünkü onun üzerine hak is-bâtı, mütâlebe vâsıtasıyledir. Bu da düşmüştür ve borçlunun hakkı ise âmmenin hakkından önce gelir. Bu suretle borç o kimseye muh-tas olarak sakıt olur.

O öldürülen müste'menin bizim ülkemizde bir ma'sûmun yanında olan emâneti ganimet olur. Çünkü takdîren kendi elindedir. Çünkü emânet konulan kimsenin eli (yed'i) onun kendi eli gibidir. Şu halde o emânet konulan şey o müste'mene tebâiyet ile ganimet olur. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan rivayete göre : Emânet, 'emanetçinin mülkü olur. Çünkü emânet onun eline en önce geçmiştir. Şu halde ona emanetçi her­kesten ziyâde hak sahibidir. Ebû Yûsuf1 (Rh.A.) a göre; o müste'menin -koyduğu rehini alan kimse, rehini borç karşılığında alıkor. İmâm Mu-hammed' (Rh.A.) e göre, o rehin satılır, parası ile borç ödenir, borcdan fazla kalırsa Beytü'l-Mâlindir. Bunu Zeylaî (Rh.A.)  zikretmiştir.

Eğer o dâr-ı harbe giden müste'men eceliyle ölürse veya ehl-i İs­lâm kâfirlere gâlib olmaksızın Öldürülürce verdiği borç ve emâneti vâ­rislerinin olur. Çünkü emânın hükmü bâtıl olmadığı için bakîdir. Vâ­risleri onun yerine kâim oldukları için vârislerine verilir.

Bir harbî bizim ülkemizde olsa, dâr-ı harb d e karısı ve çocukları olup bir ma'sûm veya zimmî yanında emânet bırakıp kendisi burada Müslüman olsa, ehl-i îslâm kâfirler üzerine gâlîb olduğu zaman onun karısı ve çocukları hepsi ganimettir. Karısının ve büyük çocuklarının ve karısının karnında olanın ve akarının ganimet olmasına sebeb, aGa-nîmet Babında» zikredilen .sebebdir. Küçük çocuklarının ganimet ol­masının sebebine gelince: Küçük çocuklar babasına tâbi olup baba­sının İslâmıyle Müslüman olması, ancak babasının elinde ve velayeti altında olduğu vakittedir. Dâr-ı İslâm ile dâr-ı harb zıt ve ayrı olduğu için dâr-ı harbdeki küçük çocuklar babasma tâbi olmuş olmaz ve ba­ba kendisini dâr-ı İslâm'a getirmekle dâr-ı harbde olan mallarını da kazanmış olmaz. Şu halde hepsi ganimet olmak üzere bakî kalır. Bu meselede, eğer küçük çocuk esir olup dâr-ı İslâm'a gelse, ikisi bir ül­kede bulunduğu için, babasına tebâiyetle Müslüman olur. Fakat o çocuk dar-ı İslâm'a getirilmezden önce ganimet olması, iki ülke ayrı olduğu için bunun hilafıdır - nitekim sebebi zikredildi - ve dâr-ı harb­de hâli üzere ganimettir. Müslüman olması - yerinde öğrendiğin sebeb-den dolayı - köleliğe aykırı değildir. Bunu Zeylâi (Rh.A.) zikretmiştir.

Eğer harbî, dâr-ı harbde Müslüman olup bizim ülkemize gelse ve ehl-i İslâm kâfirler üzerine gâlib olsa, onun küçük çocuğu hür Müslü-mandır. Çünkü o dâr-ı harbde Müslüman olunca iki ülkenin birleşme­sinden dolayı küçük çocuğu ona tâbi olur. Onun ma'sûm olan Müslü-manda veya zimmîde olan emâneti de ona âiddir. Çünkü o emânet sahîh ve muhterem olarak elindedir. Sanki o kendi elinde gibidir. On­dan başkası, yâni büyük çocukları, karısı, akan ve harbî elinde olan emâneti ganimettir.

Bir harbî dâr-ı harbde Müslüman olsa ve onun dâr-ı harbde Müs­lüman vârisleri bulunsa ve bir Müslüman onu öldürse o katil üzerine bir şey lâzım gelmez. Ancak hatâda kef taret lâzım getir. Kasıtta bir şey lâzım gelmez. Bunu vechi daha önce öğrenilmiştir.

İmâm (Devlet Başkam) velîsi olmayan Müslümanın diyetini alır. Dâr-ı İslâm'da 3M(üslüman olan müste'menin de diyetini alır. Hatâen Öl­dürmede, öldüren kimsenin âkılesindçn alır. Çünkü o kimse ma'sûm bir nefsi öldürmüştür. İmdi hatâen öldürme hakkında vârid olan nassr lar onu kapsar.

«İmâm diyetini ahr» sözünün ma'nâsı: Beytü'1-Mâle koymak için­dir. Çünkü imâm Müslümanlar için nazır nasb olunmuştur. Bu da menfaatini gözetmektendir.

Şayet öldürmek kasden (âmden) olsa, imâm kısas yapmak ve sulh yoluyla diyet almak arasında muhayyerdir. Çünkü kasden Öldürmenin gereği kısâsdır ve imâmın velayeti nazarîdir. Ona bakar, hangisini da­ha uygun görürse onu yapar. Zahir olan şudurki, bu surette diyet kı-sâsdan daha faydalıdır. Onun için afvetmez. Çünkü hak, âmmenindir. Bedelsiz âmmenin hakkını düşürmek menfaat kollamaktan değildir. [32]

 

Dâr-I İslâm Ve  Dâr-I Harb İle İlgili Bir Tamamlama

 

Burada dâr-ı harbin dâr-ı İslâm olması ve aksi açıklanacaktır. İçinde İslâm'ın hükümleri uygulanmakla dâr-ı harb, dâr-ı İslâm olur. Cuma ve Bayram namazları kılınması gibi. [33]  Her ne kadar o dâr-ı harbde aslî kâfir bakî kalıp dâr-ı İslama bitişik olmasa da, yâni dâr-ı harble dâr-ı İslâm arasında ehl-i harbe âid diğer bir şehir, bulun­makla bitişik olmasa da dâr-ı İslâm olur.

Şu uç şeyle de dâr-ı İslam, dâr-ı harb olur;

Musannif birincisini «Orada şirk ahkâmı uygulanması...» sözüyle zikretmiştir.     .

İkincisini «DâVı İslâm'ın dâr-ı harbe, ilcisi arasında Müslümanlar için bir şehir bulunmamak suretiyle bitişik olması» sözüyle zikretmiş­tir.

Üçüncüsünü «O şehirde nefsi üzere emân-ı evvel ile emi» olucu bir Müslüman veya bir zinımî kalmamakla olur.» sözüyle zikretmiştir. Sî-yer-i Kebîrde böyle zikredilmiştir. Bu, Ebû-Hanîfe' (Rh.A.) ye göredir.

îmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre, şayet o dâr-ı İslâm'da ahkâm-ı şirk uygulansa, o ülke dâr-ı harb olur. Gerek dâr-ı harbe bitişik olsun ve gerekse ayrı olsun. Gerek orada Müslüman veya emân-ı evvel ile emîn olan zımmî bulunsun ve gerekse bulunmasın müsâvîdir. [34]

 

Vazifeler   Babı

 

VezâU, vazifenin çoğuludur. Vazife, insan için her gün yemekten veya nzıktan mukadder olan şeydir. Burada murâd, öşr ve harâcdır. Vazife adı verilmesi mecazdır. Varacağı netice itibariyle bir şeyin ad­landırılması kabîlindendir.      ;

öşriyye olan arazî, Arabın arzıdır. Boyca o, Uzeyb'den Yemen'deki en son taş ile Mihre adındaki köy arasıdır Genişliği ise,' Yebrîn ve Re-rael-i âlic arası ile Şam sınırına kadardır.

Halkı gönüllü (tav'an) İslâm'ı kabul eden arazî de öşriyyedir. Zi­ra Müslümanı zilletten korumak için harâc ile başlanmaz. Çünkü on­da cizye ma'nâaı vardır, öşrde ise ibâdet ma'n&sı vardır.

Veya zada feth olunup arazîsi gaziler arasında taksim edilen yer­ler öşriyyedîr. Şayet Devlet Reisi gaziler arasında taksim edip üzerine haf&c koysa, eğer harâc suyu ile «ulanıyorsa câia olur, Attâbî' (Rh.A.) nin el-Câmiu's-Sağîr'mde böyle zikredilmiştir.

Basra arazîsi de öşriyyedir. Zira Sahabe* (R.Anhüm) nin Öşriyye olduğuna İcmâı vardır. Kıyâs ise harâciyye olmasıdır. Çünkü kahren feth olunup arazîsi halkına bırakılmıştır. Basra, Irak'ın arazîsi cüm-lesindendir. Lâkin bu onların icmâı ile terkedilmiştir,

Mfislümanm bostanı veya duvarı olan bağı da Öşrivyedir. Zira Müs-lümanın üzerine tavzifin başlangıcında Öşr daha uygundur. Çünkü öşr­de ibâdet ma'nâsı vardır. Bir de, o daha hafîfdir, zira öşr hâricin nefsi­ne (yâni çıkan ürünün kendisine) tealluk eder:

HarÂcf olan araz!, Irak'ın çevresidir. Bu Irak çevresi (yâni Arab Irâlcı) genişliğine, Uzeyb ile Halvân akabesine kadar olan aradır. Boyca, Sa'lebiyye'den - bazısı, Ales'den demiştir - Abâdân'a kadar olan aradır.

Zorla feth edilip halkı, üzerinde bırakılan arazî veya halkı ile imâ­mın (Devlet Reisi) uzlaştıkları arazî harâciyyedir. Zira tavzif ile baş­layıp kâfire harâc koymak ihtiyâca daha uygundur.

Ya da imâm kâfirleri sürgün edip, onların yerlerine başka kâfirleri nakletse arzları harâciyyedir. Nitekim bilirsin ki, harâc, ancak nakle­dilen kavm kâfir olurlarsa, konur. Şayet kavm Müslüman olurlarsa, onların üzerine öşr konur.

İmâmın (Devlet Reisi) izniyle zimmînin ıhyâ ettiği ölü arâzt de ha­racıdır. Çünkü o ilkin kâfire verilmiştir. Veya zimmî Müslümanlar ile beraber ehl-i harbe karşı savaştığı için imâmın zîmmîye ganimetten bahşiş (radh) olmak üzere verdiği arz da haracıdır.

Müslümamn ıhyâ ettiği arz yakınlık ile itibâr olunur. Eğer o Müs­lüman m ıhyâ ettiği arz harâcî arazîye yakın ise harâcîdir. Öşriyye olan arza yakın ise o da öşriyyedir.

Öşriyye ve harâcî yy e olan arazîden her biri, eğer Öşr suyu ile su­lanıyorsa öşr alınır. Ancak öşr suyu ile sulanan kâfirin arzından Öşr alınmaz. Bu takdirde ondan harâc alınır. Eğer harâc suyu ile sulanır­sa harâc alınır.      .

El-Câmiu's-Sağîr'de deniliyor ki: Öşr ve harâc ikisi de nâmiye ar­za bağlıdır. Nâmiye arzın neması o arzın suyuyladır. Şu halde sulama öşr suyu ile yahut harâc suyu ile itibâr olunur, ,

Zeylaî (Rh.A,) demiştir ki,: Musannifin bu ayırımından muradı Müslüman hakkındadır. Kâfir hakkında ise hangi su ile sularsa sula-sıri onun üzerine harâc vâcib olur. Zira kâfire ibtidâen öşr konmaz. îb-tidâ hâlindeki tafsilât burada bil icmâ mümkün değildir. Kâfirde hı-lâf ancak beka hâlinde olurki: Kâfir öşriyye arzına mâlik olduğu va­kitte onun üzerine harâc mı vâcib olur, yoksa öşr mü? mes'elesinde ortaya çıkar.

Bundan sonra musannif suyu zikredince, suyu açıklamayı nıurâd edip şöyle demiştir: Öşriyye arzında olan yağmur suyu, kuyu suyu ve pınar suyu öşrîdir. Acemin kazdığı nehirlerin suyu jöşrîdir. Harâciyye arzındaki kuyu ve pınar suyu da harâcîdir. Muhît'te böyle zikredilmiş­tir. Şayet Müslüman veya zimmî arzı bir defasında öşr suyu ile ve diğer bir defasında harâc suyu ile sulasa, Müslüman öşre ve kafir de haraca lâyık olur. MFrâc'ud-Dirâye'de böyle zikredilmiştir.

Hacend ilinin nehri Seyhun, haracıdır. Tirmiz ilinin nehri Ceyhun, Bağdâd ilinin nehri Dicle, Küfe ilinin nehri Fırat İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, harâcîdir. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre öşrîdir.

Harâc iki çeşittir: Bunlardan biri harâc-i mukâseme'dir. Bunda vâcib olan; yerden çıkanın beşte biri ve benzeri cüzleridir. İkincisi ha-râc-ı vazifedir. Bunda vâcib olan yerden istifâde imkânına bağlı zim­mette bir §eydir. Nitekim Hz. Ömer (R.A.) suyun ulaştığı her bir cerib (dönüm) için bunu koymuştur. Cerîb : Kirbâs zirâi ile altmış kere alt­mış zirâ'dir. Kirbâs (bez) zirâi yedi kabzadır. Mesaha zirâi yedi kabza ve dikine bir parmak uzunudur. Hesabcılara göre, yirmi dört parmak­tır. Bir parmak ölçüsü, karınları birbirine eklenmiş olduğu halde altı arpadır.

Bazıları demişlerdir ki: Bu zikredilen, Irak'ın çevresinin cerîhidir. Irak'ın çevre yerlerinden başkasında cerib, onların katında mu'tâd olandır.

Buğdaydan veya arpadan, her bîr cerib için bir sâ' ve bir dirhem harâc konur. Yaş mahsûlün her bir cerîbi için beş dirhem harâc konur. Bağın ve hurmanın birbirine bitişik olduğu halde, bir cerîbi İçin beş dirhemin katı konur (ki on dirhem oiur).

Za'ferân ve bostana — Bostan, bir arzdır ki onu duvar çevrelemiş­tir, içinde çeşitli hurmalar, ağaçlar, üzümler vardır ve ağaçların ara­sında zirâat mümkündür. Eğer ağaçlar birikirine sarılmış olup orada zirâat mümkün olmasa, o yer bağdır. — taşıyacağı kadar vergi konur. Çünkü onda Hz. Ömer* (R.A.) in tavzîfi (koyduğu vergi miktarı) yok­tur. Hz. Ömer (R.A.) bu hususta tâkata itibâr etmiştir. Şu halde biz de tavzif olmayan arzda tâkata îtibâr ederiz. Fakîhİer, tavzif olmayan arzda, arzdan çıkan mahsûlün yarısı, takatin sonudur, bundan fazla olmaz, demişlerdir. Çünkü tansîf insafın sonudur. Eğer o arz vazifeyi taşımazsa bil icma eksiltilir. İmânı Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, taşırsa artırılraaz. Bu İmâm A'zam* (Rh.A.) dan da rivayet edilmiştir. İmâm Muhaznmed' (Rh.A.) e göre, noksana itibârla artırılır.

Ebû Yûsuf (Rh.A.) un delili şudur: Harâc-ı Tavzif (vergi haracı) şer'an mukadderdir ve bu hususta Sahabeye (Allah onların hepsinden râ-zi olsun) tabî olmak vâcibdir. Çünkü miktarlar ancak tevkîfî (delile bağlı) olarak bilinir, takdir ziyâdeyi meneder. Çünkü noksan icmâen caizdir. Binâenaleyh takdir faydadan hâlî olmasın diye ziyâde aletta1-yin men edilir.

Harâc konan arzın suyu kesilse veya su arza gâlib olsa yâni arzı su kaplasa harâc yoktur. Çünkü harâcda mu'teber olan takdirî nemadır - ki zirâatten temekkündür - o da yok olmuştur.

Ya da ekilen şeye bir âfet isabet etse yine harâc olmaz. Zira asıl helak olunca, asla bağlı olan şey de bâtıl olur.

Fukahâ: «Harâc seneden ancak arazîyi ikinci defa ekmek müm­kün olacak kadar zaman kalmazsa bâtıl olur. Eğer ikinci defa ekmek mümkün olacak kadar zaman kalırsa harâc düşmez.» demişlerdir.

Arzın mâliki arzı boş bıraktı ise harâc vâcib olur. Çünkü ziraata imkân vardı. Mâlik onu elden kaçırdı. Eğer arzın mâliki Müslüman ol­sa harâc bakî kalır. Çünkü onda meûnet (rizık) ma'nâsı vardır. Meûnet beka hâlinde İtibâr olunur. Şu halde meûnetin Müslüjnan üzerine bı­rakılması mümkün olur.

Ya da arzı, ehl-i harâcdan Müslüman satın aha, zikrettiğimiz se-bebden dolayı, harâc bakî kalır. Sahabenin (Allah Teâlâ (C.C.) onla­rın hepsinden razı olsun), harâc arazîsi satın alıp haracım ödedikleri sahîh olmuştur:            

Harâcî arzının mahsûlünde öşr yoktur. Çünkü ResûlüUah (S.A.V.):

«Öşr ve harâc bir Müslümanın aranda bir araya gelmez.» buyurmuş­tur.

Bir de; âdil ve zâlim hiçbir* hükümdardan Öşr ve haracı bir araya getirmemiştir. Onların icmâ'ı hüccet bakımından yeter.

Öşr, çıkan mahsûlün tekerriîrüyle tekrarlanır: Çünkü öşr her çı­kan mahsûlde vâcib olmakla tahakkuk eder. Muvazzaf har&cda değil. Zira muvazzaf harâc çıkan mahsûlün bir yılda tekerrürüyle tekrarlan­maz. Çünkü Hz. Ömer (R.A.) onu mükerreren muvazzaf kılmamıştır.

Musannifin haracı, muvazzaf ile kaydına sebeb : Mukâseme haracı çıkan mahsûlün tekerrürü ile tekrarlandığı içindir.

Vakf arazîsinde, çocukların» delilerin, mükâteb, me'zun ve borçlu-lann arazîsinde, eğer o arazî öşriyye. ise öşr, harâciyye ise harâc vâcib olur. Zira öşrün sebebi, çıkan mahsûlün hakîkatıyle üreyen yerdir. Haracın sebebi ise, temekkün (yâni mümkün olmak suretiyle) üreyen yerdir. Sahibine itibâr yoktur. [35]         

 

Cizye Hakkında Bir Fasıl

 

Cizye [36] iki çeşittir. Birincisi sulh ve rızâ ile konulan cizyedir. Bu cizye, üzerinde ittifak vâki olan şeye göre takdir edilir. İkinci çeşit ise, imâm (Devlet Reisi) kâfirlere gâlib geldiği zaman koyduğu cizyedir.

Sulh ile konulan cizye takdir edilmez. Yani onun için şâri'den bir takdir (miktar tâyini) yoktur. Belki sulh her ne şeyin üzerine vâki oldu ise ta'yîn olunur. Fazla ve eksik ile değiştirilmez.

Mağlûb olmalarından veya mülkleri üzerine bırakılmalarından son­ra konulan cizye, Kitabî, Mecûsî ve Acem! putperestler üzerine - ki zen­ginliği, onbin dirhem ve daha fazlaya mâlik olmakla zahir olur - her yü İçin kirksekiz dirhem takdir edilir. Ondan her bir ayda yedi vezin dört dirhem alınır. «Yedi vezin (vezni seb'a) on dirhemi yedi miskâl olandır ve her miskâli yirmi dört kırattır. Şu halde bir dirhem ondört kırat olur.»                                                                              

Zikredilen kâfirlerin ikîyüz dirhemden onbin dirheme kadara mâlik olan mutavassıtlarına yani orta karar zenginlerine kırksekiz dirhe­min yansı yâni 24 dirhem takdir edilir ki, her ayda iki dirhem alınmış olur.

İkiyüz dirheme mâlik olmayıp, lâkin kazanmaya kadir olan fakir­leri üzerine, kırksekiz dirhemin dorttebirî takdir edilir. Yani onlki dir­hem alınıp her ayda bir dirhem olur.

Putperest Arap üzerine cizye takdir edilmez. Eğer eh M İslâm onla­rın üzerine gâlib olsa, onların kanlan ve çocukları ganimettir. Mürtede de cizye takdir edilmez. Putperest ile mürtedden ancak tslâm kabul edilir. İslâm'a gelmezlerse öldürülür. Çünkü bu ikisinin küfürleri çok çirkindir.                                                                  .                                

Anıttın putperestliğinin çok çirkin olmasına seheh; çünkü Resûlül-Inh (S. A. V.) onların arasında yetişti, ve Kur'ân-ı Kerîm onların MıgM-lan ü/ere nazil oldu ve onların üzerine nnı'cize daha çok /ahir oldu. Buna rağmen imâna gelmedikleri için küfürleri çok çirkindir. Mürlediu küfrünün çok çirkin olmasına gelince; çünkü o İslâm'a hidâyet olun­dukları sonra ve İslâm'ın gü/.elliklerini öğrendikten soma Rahhisiııi (veya sâdece İslâm dinini) inkâr ettiği için küfrü çok çirkin olmuştur.

İnsanlar arasına karışmayan ve çalışıp kazanmayan râhlb (keşiş) üzerine de cizye konulmaz. İmâm Muhammed (Rh.A.), İmâm A'zam'-(Rh.A.) dan rivayet edip : Râhib eğer işe kadir olursa, onun üzerine cizye konulur, demiştir. İmam Ehû Yûsuf (Rh.A.) un sözü budur.

Çocuk, kadın, köle, a'mâ, kötürünı ve işi ve kazancı olmayan fakir üzerine de cizye konulmaz.

Cizye, ölmekle ve İslâm'a girmekle düşer. Çünkü cezanın dünyâda şer'î olması şerri defetmek içindir. Şüphesiz ölüm ve İslâm ile şer savul-mu§ olur.                                    

Cizye tekrar ile mütedâhil olur. Yani şayet /.immîden iki yıl geçin­ceye kadar alınmasa, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre düşer, İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre düşmez. Bu Şafiî* (Rh.A.) nin de sözüdür.

Dâr-ı İslâm'da bîa ve keti ise (içilişe ve havra) ve bey t-i nâr (ateş-gede) yeniden- yapılmaz. Onların ibâdet ettikleri yerlere, kenîsetu'1-ye-hûd ve kenisetu'n-nasârâ denir. Her ne kadar kenîse (havra) deyimi kullanılması Yahudilerin ibâdet ettikleri yer için ve bia (kilise) deyi­mi kullanılması "Hıristiyanların ibâdet ettikleri yer için gâlib ise de, aslında mutlak olarak «bia» denir. Savmea (manastır), içinde yalnız kalmak içindir ki bîa yerindedir, Evde olan namaz yeri bunun aksine­dir. Çünkü o meskene tâbidir.

Zimmînin, yıkılmış olan kenîselerini yeniden yapması caizdir. Yani onlar yıkılmış olan kenîsenin yerine Önceki bina kadar kenîse blnâ edebilirler. Bu kadan ondan menedilmez. Belki başka bir yere nakil­den menedilir. Çünkü nakil yeniden yapmaktır.

Şayet bir zimnıî şehir içinde bir ev satın almak istese, o evi ona satmak uygun değildir. Eğer satın almış olsa, Müslümana satması için o zimnıî zorlanır. Bazısı demişlerdir, ki: «Zimmînin şehir içinde ev satın alması caizdir ve satması için zor kullanılmaz, Ancak, eğer çok olursa zor kullanılır.» Bunu Kâdîhân (Rh.A.) zikretmiştir.

Zimmî kıyafetinde, bineğinde ve silâhında ehl-i İslâm'dan ayırd edilir. Ata binmesi ve silâh kullanması caiz değildir. Kestîc izhâr eder. K e s t i c : Parmak kalınlığında yünden veya kıldan bir kaba iptir ki zimmî onu beline bağlar. Bu zünnârdan başkadır. Çünkü zünnâr ibri­şimdendir.

Zimmî, palan gibi bir eyer üzerine biner. Zimmilerin karıları da, Müslümanların hanımlarından yolda ve hamamda ayırd edilir. Zimmî-lerin evleri üzerine alâmet konur ki onlar için istiğfar edilmesin.

Eğer bize karşı harlı etmek için bir yere gâlîh olurlarsa veya dâr-i harbe dâhil olurlarsa zimminin ahdi bozulur, hattâ öldürülmeye müs-tehak olur. Çünkü zimmî kavmi, bize karşı harbî olmuşlardır. Şu halde harbînin şerrini defetmek için olan zimmet akdi faydadan ârî olur.

Zimmî dâr-ı harbe kavuşması sebebiyle, ölümüne hükmedilmekde mürted hükmündedir. Lâkin eğer esîr olursa köle edinilir. Daha önce geçen sebebden dolayı mürted öldürülür. Yakında açıklaması gelecek­tir. Ancak geri dönüp Müslüman olursa öldürülmez.

Eğer zimmî cizyeden kaçınırsa veya bir Müslüman kadın ile zina ederse veya Müslümanı Öldürürse, veya Nebî' (S.A.V.) e söverse ahdi bo­zulmaz, îmânı Şâfü (Rh.A.), «Peygamberimize söverse ahd bozulur. Çünkü zimmet ahdi emân ifâde etmekle îmândan haleftir. En kuvvet­li aslı bozan şey, daha aşağı olan halefi haydi haydi bozar» demiştir.

Bizim delilimiz şudur ki: Öldürmenin kendisiyle nihayet bulduğu şey, cizyenin iltizâmı ve kabulüdür, edası değildir ve iltizâm bakîdir. Şu halde kıtal düşmüştür. Hidâye'de ve Kâfî'de böyle zikredilmiştir.

Beri derim kî: Bunda işkâl vardır. Çünkü cizyeden kaçınmanın ma'nâsı cizyeyi edâ etmemeyi açıklamaktır. Sanki o, bu günden sonra ben cizye vermem, demiş olur. Zahir olan şudur ki: Şüphesiz bu ma'-nâ, iltizâmın bekasına aykırıdır yani uymaz. Meğer ki, imtina ile ciz­yenin te'hîr ve edasında taallül (kaçınma) istenmiş ola. Bunun ihti­mâlden uzaklığı ise gizli değildir.

Nebi' (S.A.V.) e sövmek küfürdür. Mukârln küfür zimmet akdini menetmez. Şu halde küfr-i arız nasıl meneder? Bununla beraber defet­mek ref'etmekten daha kolaydır. Nitekim bir Yahûdî, BesûlüUah*- (S.A.V.) a     «Ölüm üzerine olsun» dedi. Bunun üzerine Ashâb-ı Kiram «Biz bu Yahûdîyi öldürürüz)) dediler. Bunun üzerine ResûKUIah (S.A.V.) «Hayır!» dedi. Bu hadisi şerifi İmâm Btt-hâri (Rh.A.) ve İmâm Ahmed (Rh.A.) rivayet etmişlerdir.

Bu hüküm, Hz. Muhammed/ (S.A.V.) e kâfir sövdüğü zamandır. Fa­kat Eesûl-i Ekrem' (S.A.V.) e veya Peygamberler (salavâtullâhi aley­him eemain) den birine bir Müslüman sövse, o kimse hadden (ceza ol­mak üzere) öldürülür ve onun tövbesi asla kabul edilmez. Gerek tövbe­si, ele geçtikten ve şehâdetten sonra olsun ve gerek kendiliğinden töv­be ederek geldikten sonra olsun müsavidir. Zındık gibi öldürülür. Çün­kü bu öldürme hadden vâcibdir. Tövbe ile düşmez ve aksi de tasavvur olunmaz. Çünkü bu ceza kul hakkı ile ilgili bir cezadır. Diğer kul hak­lan gibi tövbe ile düşmez, Kazf haddi tövbe ile düşmediği gibi.

Allah Teâlâ' (C,C.) ya sövse, sonra tövbe etse bunun aksidir. Çün­kü o, Allah Teâlâ' (C.C) ura hakkıdır. Bir de; Nebî-i Ekrem (S.A.V.) beşerdir. Beşer bir cinsdir, ona âr ulaşıp dokunur. Ancak Allah Teâlâ'-(C.C.) nın ikramda bulunduğu kimse müstesna. Bârı Teâlâ İse bütün ayıplardan arı durudur.

İrtidâd da bunun aksinedir. Çünkü mürted olmak bir ma'nâdır ki, mürted onunla ayrılır. Bir de: Bankasının hakkı olduğu içindir. Biz deriz ki: Şayet sarhoş olduğu halde ona sövse, afvedilmez. Zikredilen gibi hadden öldürülür. Bu söz'Ebû Bekr Sıddîk' (R.A.) m mezhebidir ve İmâm A'zam (Rh.A.), Sevri (Rh.A.), ehli Küfe ve İmâm Mâlik (Rh.-A.) ve Ashabının meşhur olan mezhebidir. Hattâbİ (Rh.A.) : «Ben, Pey­gambere söven kimse Müslüman olursa öldürülmesinin vâcib olmasın­da İhtilâf eden, Müslümanlardan bir kimse bilmiyorum» demiştir.

İbn Suhnûıı ei-Mâlikî (Rh.A,) de demiş ki: Mâliki âlimleri icmâ eylediler ki: Şüphesiz Nebi' (S.A.V.) e söven kimse kâfirdir ve hükmü onu öldürmektir Bir kimse onun azabında ve küfründe şüphe etse kâ­fir olur. Fetâvâ-i Bezzâziyye'de böyle zikredilmiştir. Bu konuda yazıl­mış olan, «Es Seyf el Meslul» adlı Uitapda bu mesele tamâmıyle anla­tılmıştır.

Tağleb kabilesinin baliğ ve bâliğâ olanından bizim zekatımızın kati alınır. Çünkü Hz. Ömer (R.A.) Sahabenin huzurunda onlar ile mez­kûr vech üzere anlaşma yapmıştır. Fakat çocuklarından alınmaz. Çün­kü sulh kat kat sadaka üzeredir. Sadaka ise çocuklara vâcib olmaz. Kadın, çocuklar gibi değildir.- Çünkü o ehl-İ vucûbdur.

Tağlebinin kölesinden, kendisi için cizye ve arazîsi için harâc alı­nır. Kureyş kabilesinin köleleri menzilesindedir. Çünkü onlardan ciz­ye ve haraç alınır.

Resûlüllah. (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:

«Bir kavmin kölesi onlardandır.» Bu hadîs ile sadaka hakkında amel edilir.

Bu hükümde Hâşinn'nin kölesi Hâşimî gibidir. Çünkü, muharremât şüpheli şeyleri ile sabit olur. Cizye ve harâc, Tağlebînin malı ve ehl-i harbin hediyesi ve harbsiz onlardan alınan şey, bizim masraflarımıza harcanır: Hududlan tahkim ve taş köprü bina etmek gibi. Yine köprü yapmak gibi ki bu, hudud tahkimi ve taş köprünün hilafıdır, gemileri birbirine bağlamak gibi. Alimlerin, kadıların, valilerin ihtiyaçları gibi ve savaşçıların ve çocuklarının rızkı gibi masraflara harcanır.

Bir kimse yılın yansında ölse, atadan mahrum olur. Bizim zama­nımızda ehl-i atâ; kâdî, müftî ve müderrisdir. Ata onlar İçin dîvânda yazılan şeydir. Bunlardan birisi yılın yansında ölse onun için atadan bir şey yoktur. Çünkü atâ bağıştır, almadan önce mâlik olmaz.

El-Umdc'de zikredilmiştir ki: Mescidin imâmı şayet gelirini alıp yil tamâm olmazdan önce gitse, yılın bir kısmının geliri ondan geri alınmaz. İtibâr hasâd vaktinedif. İmâm hasad vaktinde mescidde ce­mâate imamlık yaptıysa gelire (ücrete) müstehak olur. Şu halde ücret, cizye gibi ve kâdînin yılın içinde ölmesi gibi olur.

Sadru'l-İslâm Tâhİr b. Mahmûd' (Rh.A.) un « F e v â i d » inde zikredilmiştir ki: Bir kasabada mescidin imamına vakfedilmiş bir ara­zî olup mahsul kemâle erdiği vakit o arazînin geliri imâma harcansın. diye şart olundu İse, imâm geliri mahsul kemâle erdiğinde alıp o kasa­badan gitse, yıldan geri kalanın hissesi imâmdan geri alınmaz. Bu me­sele rızkı alıp ölen kâdînin benzeridir. Eğer imâm fakîr ise, imâmın yıldan geri kalan şeyi yemesi helâl olur. Medreselerde ilim öğrenen öğrenciler hakkında da hüküm böyledir.

Muhit sahibinin    « F e v â i d »    inde zikredilmiştir ki: İmâm ile müezzinin ikisi için vakf olsa ve alacaklarını almayıp ölseler, onlann o vakfdan paylan düşer. Çünkü bağış anlamındadır. Kâdî de böyledir. Bazısı: «Düşmez, çünkü ücret gibidir» demiştir. [37]

 

Mürted Bâbı

(İslâm Dînînden Dönen Kimse)

 

Allah korusun, bir kimse mürted olsa (yani İslâm dîninden çıksa) ona tslâm sunulur ve şüphesi giderilir. Eğer mühlet isterse üç gün hapsedilir. «Mutlaka, yani mühlet istemese de hapsedilir,» diyen de vardır.

Eğer İslâm'dan başka her dinden yüz çevirmekle veya girdiği dîni bırakmakla tövbe ederse ne alâ. Eğer tövbe etmezse öldürülür. Çünkü Resûiüllah (S.A.V.):

«Bir kimse dinini değiştirirse, siz onu öldürünüz.» buyurmuştur. Bu hadîsi tmâm Ahmed (Rh.A.) ve Buhârî (Rh.A.) ve başkaları rivayet etmişlerdir,

tslâm arz olunmazdan önce öldürülmesi mekruhtur. Burada kera­hetin ma'nâsı mendûbu terktir.. Öldüren kimseye bir şey gerekmez. Çünkü küfür Öldürmeyi mubah kılar. Da'vet ulaştıkdan sonra tslâmı arzetmek lâzım değildir. Her ne kadar dâr-ı harbe girse de mürted, köle edinilmez. Çünkü mürted de ancak tslâm veya kılıç meşrudur. Çünkü Allah Tealâ (C.C.) :

«Onlarla Müslüman oluneaya kadar savaşırsınız.» [38] buyurmuştur. Nitekim Sahabe (Allah onlardan razı olsun) Hz. Ebû Bekr (R.A.) zamanında bunun üzerinde icmâ etmişlerdir. Bir de; köle edinmek İslâm'a bir vâsıta ile yaklaşmak içindir. Mürtedi köle yapmak ise yak­laşma vâsıtası olmaz. Nitekim sebebi daha önce geçti.

İslâm'dan çıkan kadın (mürtedde), mürted erkeğin aksidir. Şayet nıürted kadın dâr-ı harbe girse, o mürted kadın köle yapılır. Çünkü mürted d en in öldürülmesi meşru değildir. Kâfirin küfrü üzere bıra­kılması ancak cizye ile veya köle yapmakla caizdir. Kadınların üzeri­ne ise cizye olmaz. Şu halde mürteddenin küfrü üzere kölelikle bıra­kılması, bir şeysiz bırakılmasından Müslümanlar için daha faydalıdır.

Küfür bir millettir. Şafiî (Rh.A.) buna muhaliftir. Yahudi Hıris­tiyan olsa veya Hıristiyan Yahudi olsa hâli üzere bırakılır. Eski dînine dönmesi için zorlanmaz.

Karı - kocadan birinin mürted olması, İmâm A'zani (Rh.A.) ve Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, nikâh için fesindir, talâk değildir. İmâm Muham-med' (Rh.A.) e göre, kocanın mürted olması, yüz çevirmesine kıyâsen talâktır.

Mürtedin malından mülkü mevkii £ en zail olur. Eğer o mürted İs­lâm'a gelirse, o mal kendisine geri döner.

O mürted irtidâdi hâlinde ölür. veya Öldürülürse veya dâr-ı harbe varırsa ve kâdî dâr-ı harbe ulaştığına hükmederse, o mürtedin müdeb; beri ve ümmü veledi azâd olur ve üzerinde olan borç (deyn) hâil olur. Çünkü dâr-ı harbe ulaşmakla ölü' hükmündedir. Müeccel borç ise borç­lunun ölmesiyle hâil olur. Müslüman iken kazandığı Müslüman vâri-sinindir.

Eğer; «Kâfir Müslümana vâris olmaz, Müslüman kâfire nasıl vâ­ris olur?» denilirse, cevâbında biz deriz ki: Mürtedin, dîninden dön-dükden sonra olan kazancında'mülkü bakîdir. Nitekim bilirsin ki, mür­tedin malı mevkûfdur. Şu halde onun Müslüman iken kazandığı vâ­risine geçer. Çünkü o mal onun dîninden dönmesinden önce mevcûd olduğu için istinadı mümkündür. Dîninden dönmesi hâlindeki kazan­cında istyıâd mümkün olmaz.'Çünkü dîninden dönmesinden önce kesb yoktur. Kazancın İslâm'dan dönmekten önce mevcûd olması istinadın şartındandır. Öyleyse Müslüman Müslümandan vâris olmuş olur.

İslâm'dan dönmesi hâlinde olan kazancı ganimettir. İslâm hâli ile İslâm'dan dönme (riddet) hâlinden her bir hâlin borcu o hâlin ka­zancından ödenir. Yani îslâmî hâlinde olanı İslâmî hâlindeki kazan­cından ve riddeti hâlinde olan borcu da riddeti hâlinde olan kazancın­dan ödenir.

Mürtedin talâkı sahih olur. Çünkü nikâh, İslâm'dan dönmekle fesh olunca kadın mu'tedde olur. Eğer o mu'tedde kadını boşarsa talâk vâki olur.

Keza. koca ile kan beraber mürted olsalar da koca karısını boşasa, sonra ikisi de beraber İslâm'a girse nikâh fesh olmaz ve talâk vâki olur.

Mürtedin çocuk hâsıl etmesi yani cariyesini gebe bırakması da sa­hih olur. Çünkü mürtedin cariyesi şayet çocuk doğursa ve o da çocu-ğumdur, diye iddia etse, o çocuğun nesebi sabit olur ve vârisleriyle be­raber vâris olur. Câriye de ümmü veledi olur.

Mürtedin hayvan boğazlaması caiz olmaz. Çünkü mürtedin dîni yoktur.

Mürtedin malda ortaklığı da mevkuf kılınır. Çünkü ortaklık din­de eşitlik gerektirir. Mürtedin ise dinî yoktur. Şu halde mevkuf olur. Lâkin mürtedin geri dönme ihtimali vardır.

Mürtedin sattığı, satın aldığı, bağışladığı, kiraya verdiği, müdeb-ber eylediği kölesi» kitabete kestiği kölesi ve vasiyeti mevkuf olur.

Çünkü bunlar mukarrer mülk iktiza" eder.

Eğer mürted, Müslüman olursa kurtulur ve tasarrufları sahîh olur. Eğer öldürülür veya ölürse veya dâr-ı harbe girdiğine ve ulaştığına kâdî hükmederse bu hükümlerden her biri bâtıl olur. Eğer dâr-ı harbe ulaştığına hükmedilmeden önce gelirse, sanki o mürted olmamış gibi­dir. Hattâ müdebberi ve ümmü veledi azâd olmaz, ve vârisi harcadığı ve yok ettiği malı öder. Çünkü kâdînin hükmü bu ahkâmın bâtıl ol­ması için şarttır. Zira mürtedin dâr-ı harbe ulaşması ile ölü hükmün­de olması ictihâd götürür (müetehedun fîhtir). Çünkü Şafiî (Rh.A.) muhaliftir. Şu halde o içtihadın sağlamlaşması için kâdînin hükmü lâ­zımdır. Eğer mürted kâdînin hükmünden sonra ve malı vârisinin elin­de iken Müslüman olup gelirse o malı alır. Çünkü vârisin o malda ona halef olması mürtedin dâr-ı harbe ulaşmasıyle Ölü hükmünde olmasın­dan dolayı o maldan müstağni olduğu içindir. Şayet Müslüman olup dönse o mala muhtâc olur. Eğer vâris o malı mülkünden yok ettiyse Müslüman olup gelen mürted o yok olan malın kıymetini alamaz. Çün­kü mubah mal yok edilmesiyle ödenmesi gerekmez.

Müslüman olan mürted, mürtedliği hâlinde terkettiği İslâm'daki ibâdetlerini kaza eder. Şemsu'l-Eimme el-Hulvânî (Rh.A.) demiştir ki:

Müslüman olan mürtedin, İslâm'da terk ettiği ibâdetleri kaza etmesi gerekir. Çünkü namaz ve orucu terk etmek ma'siyettir ve ma'siyet rid-detten sonra bakî kalır. Bunu Kâdîhân (Rh.A.) zikretmiştir.

İbâdetlerden İslâm'da edâ ettiği bâtıl olur ve kaza edilmez. Ancak lıacci kaza edilir.-Çünkü mürteci İslâm'dan dönmekle sanki kâfir olarak devam etmiş de zengin iken Müslüman olmuş gibidir. Binâenaleyh zen­gin ise ona hacc farzdır. Diğer ibâdetleri kaza etmesi gerekmez. Hulâ-sa'da böyle zikredilmiştir.

Üzerine kısas, hadd veya diyet vâcib olan bir Müslümana mal veya bir şey isabet etse, ondan sonra o Müslüman  Allah korusun - mürted olsa, veya mal ona dâr-ı İslâm'da mürted olduğu halde isabet etse, on­dan sonra dâr-ı harbe ulaşsa ve bir zaman Müslümanlara karşı savaş­sa, ondan sonra Müslüman olup dâr-ı İslâm'a gelse, elde ettiği malın bütünü alınır. Eğer o malı, mürted olduğu halde dâr-ı harbe ulaştık-dan sonra elde etse, Müslüman olduğunda o maldan bir şey alınmaz. Belki o malın bütünü ondan sâkıtdır. Çünkü o mal dâr-ı harb'da harbî iken isabet etmiştir. Harbî ise, Müslümanlara muhârib olduğu halde elde ettiği şeyle, Müslüman oldukdan sonra muaheze olunmaz. Bunu Kâdîhân (Rh.A.) zikretmiştir.

Bir kadına kocasının mürted olduğu haber verilse, o kadının iddet-ten sonra başkası île evlenmesi caiz olur. Nitekim kocasının Ölümü ve­ya boşadığı haber verildiği zaman caiz olduğu gibi.

İslâm dîninden çıkan kadın  (mürtedde) Öldürülmez. İmâm Şâfİî (Rh.A.) ajyı görüştedir. Eğer bir kimse o mürteddeyi öldürse, gerek o mürtedde hürre olsun ve gerekse câriye olsun bir şey ödemez. Niiıâye _ sahibi Mebsût'da da böyle demiştir.

O mürtedde İslâm'a gelinceye kadar hapsedilir. Çünkü Allah Teâlâ' (C.C.)  in hakkını ikrardan sonra yerine getirmekten kaçınmıştır. Şu

halde hapis ile onu ifâya zorlanır. Nitekim kulların haklarında hapisle zorlandığı gibi. Gerek o mürtedde hürre olsun ve gerek câriye olsun. Cariyeyi efendisi zorlar. İslâm üzere teşvîkde mübalağa için her gün dövülür diye rivayet edilmiştir..

İslâm'dan dönen kadının tasarrufu ve iki haldeki kazana vârisleri için geçerlidir. Yani îslâmî hâlinde ve riddetinde olan kazancı vârisleri için geçerlidir.

Bir mürtedin cariyesi çocuk doğursa, gerek o câriye Müslüman ol­sun ve gerekse Hıristiyan olsun, eğer mürted o çocuğu iddia etse, yani çocuk benimdir diye ikrar etse, o çocuk Müslüman kadından doğdu ise, babası öldüğü veya dâr-ı harbe gittiği takdirde mutlak surette hür ve ona vâris olur. Yani gerek irtidâd ile doğum arasında altı aydan daha az olsun ve gerek daha çok olsun müsavidir. Çünkü çocuk ana - .babaniH din yönünden hayırlısına tâbi olur. Şu halde Müslüman olan ana­sına tâbi olup Müslüman olur. Müslüman ise mürtede vâris olur.

Keza mürtedin Hıristiyan olan cariyesi çocuk doğursa ve d mürted de bu çocuk bendendir dese, çocuk hür olduğu halde mürtedin oğludur, ona vâris olur. Ancak Hıristiyan câriye o çocuğu mürtedin mürted ol­duğu günden itibaren altı ayda veya altı aydan daha fazlasında doğur­sa i§ değişir. Çünkü, altı aydan daha azında doğurursa, ulûk (döllenme) İslâm hâlinde olur. O çocuk mürtede vâris olur. Eğer altı aydan daha çokda doğurursa ulûk mürtedin tohumundan olur. Yine mürtede tâbi olur. Çünkü mürted İslâm'a çocuğun anasından daha yakındır. Zira mürted İslâm dînine girmeye zorlanır. Onun hâlinden zahir olan Müs­lüman olmasıdır. Şayet mürted olursa vâris olmaz. Çünkü mürted mür­tede vâris olamaz.

Mürted malı ile beraber dâr-ı harbe ulaşsa ve Müslümanlar dâr-> harbde ona gâlib gelse, o mürtedin malı ganimettir. Kendisi ganimet olmaz. Çünkü mürted köle yapılmaz. Ya İslâm-ı kabul eder veya öldü­rülür. Malının ganîmet olması caiz olur. Kendisi ganimet olmaz. Ara-bın müşrik olanları gibi Müslüman olmazsa öldürülür.

Mürted malsız dâr-ı harbe ulaşsa ve Kâdî dâr-ı harbe ulaştığına hükmetse ve dâr-ı İslâm'a geri döndükden sonra ikinci defa dâr-ı harbe malı ile kaçsa, ehl-i İslâm onun üzerine gâlib olduğu zaman malı, ga-nîmetciler arasında taksim edilmezden önce vârisinindir. Çünkü birin­ci ulaşmada vâris olmak caiz değildir. İkincide kâdînin dâr-ı harbe kaçtığına hükmetmekle vârislerine geçmiştir. Şu halde vâris eskiden mâlik olur. Şayet mürted dâr-ı harbe ulaştıkda mürtedin kölesi o mür­tedin oğlunun mülkü olduğuna hükmedilse, mürtedin oğlu da o köleyi mükâteb yapsa, mürted de Müslüman olup gelse, o kitabetin bedeli ve velayet hakkı babasımndır. Çünkü kitabetin bâtıl olmasına sebeb yok­tur. Zira o kitabet geçerli bir delîl ile nafiz olmuştur. Binaenaleyh, ha­lefi olan vâris tarafından vekü gibidir ve onda akd olan hukuk müvek­kile râcî olur. Velâ hakkı da kendisinden âzâd vâki olan kimse içindir.

Bir mürted bir adamı hatâen öldürüp dâr-ı harbe kaçsa veya katil olan mürted dâr-ı harbe kaçmadan önce öldürülse, mürtedin öldürdü­ğü adamın diyeti mürtedin İslâm î hâlindeki kazandığı malından veri­lir. Zira âkıleleri mürted için bir şey vermezler. Çünkü onlara yardım borç değildir. Diyet Müslüman iken kazandığı malından verilir. Çün­kü onda tasarrufu geçerlidir. Riddette kazandığı malından verilmez. Çünkü onda tasarrufu mevkuftur.

Bir Müsİümanın eli kasden kesilse, eli kesilen Müslüman - Allah korusun - mürted olup bu durumda o kesikden dolayı Ölse, veya ölmeyip dâr-ı harbe kaçsa ve kaçtığına da hükmedilse, sonra dâr-ı harbden Müslüman olduğu halde gelip o kesikten dolayı ölse, kesen kimse diye­tin yansını Öder. Kesen kimse kendi malından eli kesilenin vârisine öder. Çünkü kesmek, ma'sûm bir mahalde vâki olmuş, sirayet ise gayri ma'sûm mahalle hulul etmiştir. İmdi kesmeye itibâr olunup sirayete itibâr olunmamıştır. Şu, halde diyetin yarısı kesen kimsenin kendi ma­lından vâcib olur. Çünkü kesen kimsenin âkıleleri, kasden öldürmekte diyeti yüklenmezler. Nitekim daha Önce geçti. İrtidâd şüphesinden do­layı kısas da vâcib olmaz.        

Eğer eli kesilen Müslüman mürted oldukda, dâr-ı harbe kaçmayıp dâr-ı İslâm'da Müslüman olup ölse, eli kesen kimse diyetin tamâmını öder. Çünkü ölen kimse kesme ve sirayet vaktinde ma'sûmdur. İmânı Muhammed (Rh.A.) ile İmânı Züfer' (Rh.A.) e göre diyetin yine yansı vâcib olur.

Bir mükâteb mürted olup dâr-ı harbe kaçsa ve biraz mal kazanıp malı İle beraber yakalandıkda İslâraı kabulden yüz çeviise ve öldürül-se, onun kitabetinin bedeli efendisinin ve geri kalanı vârisinin olur.

Çünkü mükâteb kazandığı şeye kitabetle mâlik olur. Mürted olmak ki­tabette te'sîr etmez. Keza kazandığı şey de te'sîr etmez.

Kan ve koca ikisi de mürted olup dâr-ı harbe kaçsalar ve kadın dâr-ı harbde hâmile olsa ye bir çocuk doğursa, ondan sonra o çocuk-dan da bir çocuk hâsıl olsa ve Müslümanlar dâr-ı harbe galib olup karı İle kocayı ve çocuğu ve çocuğun hepsini elde etseler, iki çocuk yani kan kocanın çocuğu ve onların çocukları ganimettir. Yani bu iki çocuk köle olurlar. Çünkü îslâm dîninden dönen kadın köle yapılır. Çocuk ise anaya tabidir. Yine çocuğun çocuğu da ona tâbi olur.

Birinci çocuk İslâm dînine girmeye zorlanır. Çocuğun çocuğuna zor kullanılmaz. Çünkü çocuklar dînde babalarına tabidirler. Şu halde babası İslâmı kabule zorlandığı gibi çocuk da zorlanır.

Bazdan demiştir ki: İkisi de İslâm dînini kabule zorlanırlar. Yani çocuğu ve çocuğun çocuğu ikisi de İslâm'ı kabule zorlanırlar. Bu, İmâm Hasan* (RhJV.) m İmâm A'zam' (Rh.A.) dan rivayetidir. Çocuğun ço­cuğu dedesine tebâiyetle İslâmı kabule zorlanır.

İslâm'ın kurtuluş yolu olduğuna akıl erdiren çocuğun mürted ol­ması şahindir. İslâmı da sahilidir. Kâfir olanı anasına ve babasına vâ­ris olmaz. O çocuk İslâm dinine girmeye zorlanır. Eğer kabulden kaçı­nırsa öldürülmez. Bu, İmam A'zam (Rh.A.) ve İmam Muhammed'-(Rh.A.) e göredir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.); «Çocuğun mürted olması mu'teber değildir, İslâm'ı muteberdir,» demiştir. İmâm Züfer (Rh.A.) ve İmâm Şafiî (Rh.A.) «Mürted olması da, İslama girmesi de mu'teber değildir» demişlerdir.

Biz deriz ki: Hz. Ali (R.A.) çocukluğunda Müslüman oldu. Nebî-ı Ekrem (S.A.V.) onun Müslüman olmasını sahîh gördü ve Hz. Ali (R.A.) bununla övünürdü. Hattâ şöyle derdi:

«Bıyığı henüz terlememiş, erginlik çağına ermemiş bir çocuk iken İs­lâm'a girmekte sîzi geçtim.» [39]

 

Âsiler   Babı

 

Bâğîler İmâma (Devlet Reisi) itâattan çıkan Müslüman bir toplu­luktur. [40] Devlet Reisi bunları itâata dönnıeleri için da'vet eder ve şüphelerini giderir.

Eğer bunlar bir yer edinip o yere topl antlı la rsa, Önce bizim onlara savaş açmamız helâl olur. İmâm ŞâÜî (Rh.A.) bunu kabul etmemiştir. Çünkü Müslümamn öldürülmesi ibtidâen caiz değildir.

Bizim delilimiz şudur: Hüküm delile dayanır ve o delil onların askerlenip toplanmalarıdır. Eğer İmâm (Devlet Reisi) onların başlama­sını, sabredip beklerse, çok defa onların kötülüklerini savmak müm­kün olmaz. Yaralanmış olanları Öldürülür. İmâm Şafiî (Rh.A.) bunu da kabul etmemiştir. Eğer onların kalabalık toplulukları varsa kaçan­larım tâkib eder. İmâm Şafiî (Rh.A.) bunu da benimsememiştir. Eğer toplulukları yoksa, zikrettiğimiz şeyleri yapmaz. Çünkü öldürmenin ca­iz olması onlardan korkulduğu içindir. Bu takdirde, kalabalık olma­dığı için korku olmaz. Şu halde .âsiyi - Müslüman olduğu için - korku olmayınca öldürmek de caiz olmaz. Zürriyetleri de esîr edilmez. Tövbe edinceye kadar mallan hapsedilir. Çünkü İslâm nefsi ve malı ma'sûm kılar. Haps ise onların kötülüğünü savmak içindir. İmâm (Devlet Rei­si) onların silâhlarım ve binek hayvanlarım ihtiyâç duyulunca kulla­nır. Çünkü İmâmın (Devlet Reisi) ihtiyâç duyulunca âdilin malını kul­lanması caizdir. Âsînin malını kullanması ise daha evlâdır.

Âsî kendisi gibi bîr âsîyi öldürmekle, üzerlerine gâlib gelindikde bir şey lâzım gelmez. Çünkü imâmın velayeti onlardan kesilmiştir.

Âsîler bir şehre gâlib gelip zaptetseler, o şehir halkından bir kim­se kendi gibi şehir halkından bir kimseyi kasden Öldürse, ehl-i adi o şeh­re gâlib olduklarında, âsîler o gâlib oldukları şehirde hükümlerini İcra edemedikleri zaman, katil kendi gibisini öldürmek sebebiyle öldürülür.

Çünkü bu takdirde imâmın (Devlet Reisinin) velayeti o şehirden ke­silmiş değildir. Şu halde ahkâmını icra edip o katili kısâsen öldürür. Fakat âsîler o şehirde hükümlerini uygularlarsa öldürülmez.

Bir âdil bir âsîyi veya bir âsî bir âdili Öldürse o âdil veya âsî öldür­menin haklılığını iddia ederek yâni katil: «Ben maktulü hak üzere öldürdüm ve ben şimdi haklıyım».diye iddia etse, katil gerek âdil olsun ve gerek âsî olsun hakkıyyet iddiâsıyle maktule vâris olur.

Birincisine gelince, yani âdil âsîyi öldürüp ve mahm telef etse, âdil o İtlaf ile günahkâr olmaz ve ödemez. Çünkü muharebe, ismeti (doku­nulmazlığı) ortadan kaldırır.

Biz âsîler ile savaşa Allah Teâlâ' (C.C.) nın ; «Âsî olanla savaşın...» [41] âyet-i kerîmesi İle emrolunduk. Şu halde onların öldürülmesi, ehl-i harbin öl­dürülmesi gibi bihakkındır. Öyleyse mirâsdan mahrum olmak gerek­mez. Nitekim bir kimse, murisi üzerine kısas lâzım gelmekle onu öldür-dük4e taahrûm olmadığı gibi. Çünkü mirâsdan mahrum olmak ya­saklanmış katlin cezasıdır. Mubah olan öldürmek ile mirâsdan uzak olmaz.

İkincisine, yani âsînin âdili öldürmesinde vâris olmasına gelince âsi âdili öldürse bize göre günahkâr olur ve bir şey Ödemez. Ehl-1 harbin te'vîli gibi kuvvet (asker) eklendiği vakit, tâsid te'vÜ ödemenin defi hakkında sahih menzilesine indirilir. Fâsid te'vil ile Öde­mek (kefalet) vâcib olmayınca, mirâsdan mahrum olmak da vâcib ol­maz ve miras karabet ile hak edilir.

Âsi» öldürmenin bâtıl olduğunu ikrar ederek âdili öldürse, vâris olamaz. Çünkü âsî, öldürmenin haksız olduğunu İkrar edince, diyeti ödemesi vâcib olur ve mirâsdan mahrum olması da gerekir.

Ehli fitneye silâh satmak mekruhtur. Çünkü ma'siyete yardım et­mektir. Eğer silâhı alanın onlardan olduğunu bilmezse mekruh değil­dir. Çünkü asıl olan» silâhın satılmasında kerahet olmamasıdır. Bu hükmü değiştirecek bir §ey de yoktur.

Mecmau'i-Fetâvâ'da denmiştir ki: Ebû Hanîfe' (Rh.A.) ye göre:

Şayet insanlar Müslümanlardan bir imâmın (Devlet Reisinin) emrin­de toplansalar; hem kendileri ve hem yollar emîn olsa; diğer bazı Müslümanlar o cemaatin imamına isyan etseler, Müslümanlar için uy­gun olan, yardıma güçleri yettiği takdirde imâma yardım etmeleridir. Eğer yardım edemezlerse, bu durumda her Müslümanm üzerine vâ­cib olan, fitneden uzak durup kendi evinde oturmaşıdır. [42]

 

Boş  Ve  Sâhibsiz  Arazînin İhyası Bölümü

 

Musannif, bazı bâblarında, boş ve sahipsiz arazînin ihyâsı zikre­dilen Cihâd Bölümünü açıklamasını bitirince, arkasından boş ve sahip­siz arazînin ihyâsı bölümünü getirmiştir.

Mevât, lügat yönünden «ölmüş hayvana» derler. Burada müsteâf-dır (mecazdır). Mecaz alınıp kullanılan ma'nâsi: Dâr-ı İslâm'da mülk edinilmemiş arazidir. Ya da maliki bilinmeyen arazidir veya suyu ke­silmekle zirâati zor olan arazidir. Ya da üzerine su galebe etmesiyle zî-râati güç olan arzdır. Veya zikredilenlerin benzeri olan arzdır. Nitekim suyu çekilip çorak olsa arz-ı mevâttır. Yâni o boş arazî, ma'mûr (ba­yındır) arazîden uzaktır, öyleki, onun en uzak yerinden ses işitilmez.

Ebû HanüV (Rh.A.) ye göre, İmâmın (Devlet Reisinin) izni ile o arazîyi shyâ eden kimse o araziye mâlik olur. İmâraeyn' (Rh.Aleyhiraâ) e göre, İmâmın İzni olmadan da mâlik olur. Velev ki; o boş araziyi ıfayâ eden zimm! olsun.                    ,

Arazîyi tahcîr eden (yâni taştan işaret koyan) mâlik olmaz. Tah-clr, cîm'İn fethiyle hacer veya cimin sükûniyle hacıdandır. Bununla adlandırılmasına sebeb şudur: Çünkü bu işi yapanlar o boş arazinin çevresine taşlar koymakla işaretlerlerdi. Ya da o arazinin ihyasından, başkasını menetmek için taşlan işaretlerlerdi. O işaret konulan arz ev­velce olduğu gibi kimsenin mülkü olmaksızın kalır. Sahih olan da bu­dur. Sonra işaret koymak bazan taşdan başka şeyle de olur. Meselâ, kuru otu, dikeni ve çalı çırpıyı biçim boş arazînin çevresine dizmek ve üzerine toprak koymak gibi.

«Su bentleri tamâm olmaksızın.» Bu söz tehaccürün mülk İfâde et­mediğini belirtmektedir. Yani, şayet o tahcîr. ettiği (tag ile işaretlediği) boş arazîye mâlik olmayıp taş ile işaretlemiş olsa ve işâretledikden son­ra o arazîyi üç yıl terk etse, İmâm (Devlet Reisi) o arazîyi başka birine verebilir. Çünkü Hz. Ömer (R.A.) :

«Muhaccir için üç yıldan sonra hak yoktur.» demiştir.

Fakîhler demişlerdir ki: Bu zikredilen şey diyanet yönündendir. Amma muhaccirden başka bir kimse, o tahrîr olunan arâ2îyi üç yıl geçmeden ıhyâ etse ihyayı gerçekleştirdiği için arazîye mâlik olur. Tah-cîr eden yani işaretleyen kimse mâlik olmaz.

Bîr yerden su çekilip yeri açılmış olsa ve suyun o yere geri dönme­si de imkânsız olsa, o açılmış olan arz, eğer bîr nıa'mûr arazînin hârîmi değilse, boş ve sâhibsizdir. Eğer suyun o açılmış olan yere geri dönmesi mümkün olursa onun ihyâsı caiz değildir. Çünkü onda Müslümanların hakkı vardır.

Bir kimse bir miktar boş ve sâhibsiz arazî ıhyâ etse, ondan sonra onun dört tarafını aynı şekilde birbirinin ardınca ıhyâ ederek kuş a t sa­lar, evvelâ ıhyâ eden kimsenin yolu - İmâm Muhammed' (Rh.A.) den rivayet edildiği üzere - kuşatanların dördüncüsünün arandadır. Çünkü ıhyâ eden kimse, kuşatanlardan birincisine, ikincisine ve üçüncüsüne ses çıkarmasa, geri kalan onun için yol olur. O geri kalanı dördüncüsü ıhyâ etse, birinci ıhyâ edenin yolunu ma'nâ itibariyle ıhyâ eder. Bu durumda birinci ıhyâ edenin orada yolu olur.

Bir kimse arz-ı mevâtta, İmâmın (Devlet Reisi) izni ile bir kuyu kazsa. o kimse için o kuyunun etrafı hayvan istirahatı için mülk olur. Bu kuyuya (atan) [43] denir ki çevresinde deve çöker ve su içer.

Nâdih kuyusu ise, deve ve benzerlerinin yürümesiyle suyu çıkarı­landır.

Esah olan kavle göre, her tarafdan kırk zira' (20 metre) hurimi (çevresi) vardır. Musannifin, «esah olan kavle göre» deniesi, bazıları­nın; «Dört tarafının toplamı kırk zira-'dır.» dediği sözden sakınmak içindir.

Pınarın harîmi her tarafdan beşyüz zira* (250 m.) dır. Çünkü Re-sûiüllah (S.A.V.) :

«Pınarın harîmi beşyüz zirâ'dir» buyurmuştur.

Bir de; zirâat için çıkarılan pınarın suyunun akması için, içinde suyun toplandığı bir havuz ve içinden suyun tarlaya aktığı bir yer lâ­zımdır. Bundan dolayı pınarın etrafı fazlaca takdir olunmuştur. Beşyüz zira1 ile takdir tevkif iledir ve esah olan pınar etrafı her ta raf d an beş­yüz zirâ'dir.

O harîmde başkasının pınar kuyusu kazması menedihniştir. Çün­kü o harûn zaruretten dolayı sahibinin mülkü olmuştur. Ondan isti­fâde etmek mecburiyetindedir. Binâenaleyh o kuyu sahibinden başka­sı, kuyu sahibinin harîminde tasarrufda bulunmakla başkasının mül­küne tecâvüz etmiş olur. Eğer bir başkası kuyu sahibinin harîmini kaz-sa, birinci kuyu sahibi İçin o kuyuyu kapattırmak hakkı vardır. Fakat eksileni ödettirmek yoktur. Lâkin kazdığın m süpürüntüsünü kaldır­mak için eksileni alır. Çünkü o başka kimsenin kazmakla işlediği suçun izâlesi onunla olur. Nitekim bir kimse başkasının, evine süpürüntü attıkda süpürüntünün kaldırılması için alındığı gibi. Bazıları, «Eksiği­ni ödettikden sonra kendisi süpürüntüyü kaldırır,» demiştir. Nitekim bir kimse başkasının duvarını yıktıkda ödettiği gibi. Sahîh olan da bu sözdür.

Eğer ikincisi (yâni kuyuyu birinciden sonra kazan) İmâmın (Devlet Reisi) emri ile birincinin harîmlnden başka fakat ona yakın bir yerde ku­yu kazsa da birinci kuyunun suyu kaybolsa ve suyun kaybolması ikin­ci kuyunun kazılmasından dolayı olduğu bilinse ikinciye bir şey lâzım gelmez. Çünkü yaptığı işte bîff hakka tecâvüz etmiş değildir. Yerin altında olan su bir kimsenin mülkü değildir. Şu halde ilk kazanın ku­yusunun suyunun ikinci kuyuya geçmesi hususunda ikinci ile çekişip ona düşmanlık etmesi doğru olmaz. Nitekim bir tacirin bir dükkânı olsa ve bir başka kimse de onun yanında onun ticâreti gibi ticâret için bir dükkân açsa, birinci tacirin alışverişi, ikinci tacirin ticâreti sebe­biyle azalsa, birinci tacirin ikinci tacire muhâsama etmesi caiz olma­dığı gibi. KâfS'de böyle zikredilmiştir.

O birinci kuyunun harîmine bitişik harîmin arkasında kuyu kazan kimsenin,  birinci kuyu tarafından, birinci daha önce mülk edindiği için - birinci kuyunun harîm inden başka üç tarafdan harîmi vardır.

Eğer ikinci kazan kimse kuyusunun elört tarafını genişletmek isterse, birinci kuyunun harîminden uzak kazar.

Kanal (su kanalı) için harim, kanala elverişli olduğu miktardır. Kanal, yerin altında suyun aktığı yerdir (mecrayıdır). Mecranın harî-mi, zabtı mümkün olan bir şeyle takdir edilmemiştir. İmâm Muham-med* (Rh.A.) den rivayet edilmiştir ki; «Suyun mecrası, harîme müs-tehak oîmakda kuyu rnenzilesindedir.» Bazdan demişlerdir ki: «Bu zikredilen, İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e göredir. İmâm A'zam' (Rh.A.)a göre, yerin yüzünde görülmedikçe yerin altında su için harim yoktur.»

Nehir için harim ancak hüccetle vardır. Yani bir kimsenin başka­sının arazîsinde nehiri olsa - İmâm A'zam* (Rh,A.) a göre • o nehir için harîm yoktur. Ancak harîm olmak üzere beyyine ikâme ederse vardır. tmâmeyn (Rh.Aleyhimâ) demişlerdir ki: Şayet o nehirin ancak hüc­cetle harîmi varsa, nehir sahibinin üzerinde yürüdüğü ve üzerine ça­mur koyduğu nehir barajı (müsennât) onundur.

Bir adamın nehri İle diğer bir adamın arazisi arasında olan ve bir kimsenin mülkiyetinde bulunmayan baraj (müsennât), yani ikisinden biri İçin, üzerinde diktiği ağaç ve koyduğu çamur bulunmayan bu ba­raj, arazi sahibine âiddir. Fakat ikisinden birinin onun üzerinde dikili ağacı veya emeği varsa, bu takdirde orayı işgal eden evlâdır. Çünkü o kimse mülkiyet sahibidir. [44]

 

Sular  Hakkında  Bir  Fasıl

 

Ma'lûm olsunki su iki çeşittir. Biri şirb diğeri şnf a suyudur. İki­sinin arasındaki fark kitaplarda, karıştırılmıştır. Burada musannif iki­sinin arasını ayırıp önce şirbi ve ahkâmını, ondan sonra şurayı ve ah­kâmını açıklamıştır. [45]

 

Şirb Suyu:

 

Şlrbİn ma*nâsı, su hîssesidir. Mülk edinilmemiş olan derelerin su­yunda herkes ortaktır. Meselâ Dicle nehrinin suyu ve benzeri gibi. Menfaatlerinin genel olması; kanal açmak ve değirmen bina etmek gi­bidir. Şayet o kanal açmak kendi toprağında olursa caizdir. Eğer ben­dinden başkasının toprağında olursa caiz değildir. Ammeye zarar ver­meden kazar. Çünkü su aslında mubahtır. Lâkin âmmeye zarar verirse, o kimse için kanal açmak ve değirmen bina etmek câlz olmaz. Çünkü âmmeden zararın savulması vâcibdir. Zarara misâl: Nehrin bir tarafı yarılmış olsa, suyu halk tarafına meyletmekle köyleri ve arazîyi su basmasıdır.

Bit kimsenin arazîsi yok iken, yalnız şirbe ortaklık da'vâsı istihsâ-nen sahih olur. Çünkü müddeî bazan şirbe, arâzîsiz miras yoluyla mâ­lik olur. Bazan da araz! satılır, §irb onun için bakî kalur. Bu makbul bir şeydir.

Halkın birbirleriyle husûmet eyledikleri şirbde, şirb halkın arzları mikdâriyle taksim edilir. Yani kavmin aralarında bir nehir olup ve şirbde birbirleriyle anlaşamasalar ve şirbin aslının keyfiyeti de ara­larında bilinmemiş olsa, o şirb kavmin aralarında yerlerinin mlkdârına göre taksim edilir. Çünkü maksûd olan arzın sulanmasıyle intifâidır. Şu halde intifa* kadânyle taksim edülr. Fakat yol taksimi bunun afcsilir. Çünkü maksûd yoldan geçmektir. Ve yoldan geçmek hususunda, geniş olan evin yolu ile dar olan evin yolu bir şekildedir.

Nehrin yukarısında olan kimse, kavmin rızâları olmaksızın nehre set çekmekten menedîlir. Her ne kadar set çekmedikçe nehirden nasib almak mümkün olmasa da. Yâni onlardan yukarıda olan kimse nehre set çekmedikçe sudan nasîb almak mümkün olmasa da onlardan izin­siz nehre set çekmesi caiz değildir. Çünkü nehre set çekmekde diğer­lerinin haklarını iptal yardır. Eğer kamv-, yukarıdaki payım alıncaya kadar set çekmeğe razı olsa veya her adam nöbetinde set çekmek üze­re sözleşse, set çekmek caizdir. Çünkü hak onlara âiddir. Nehrin aslın­dan kol çıkarıp kanal aç m ak d an kavimden her bîri menediHr, ve orta­ğından izinsiz o nehir üzerine değirmen veya su dolabı veya ağaç köp­rü kuramaz. Çünkü bunda nehrin kenarını yarmak ve müşterek olan yeri bina ile işgal vardır. Ancak nehre ve suya zarar vermeksizin ken­di mülkünde değirmen kurarsa menedilmez. Çünkü o değirmeni kuran kimse kendi mülkünde tasarruf etmiştir. Kendinden başkasının hak­kına zarar vermemiştir.

Bir kimse kendi arzında olan nehrin ağzım genişletemez. Çünkü nehrin temel tarafım yarar ve hakkı olan mikdardan fazla su almış olur.

Su günler ile de taksim edilmez. Taksim kivâ ile caiz olur. Kivâ; kâfin kesriyle ve fethiyle kevvenin çoğuludur. Bazan tekilinde kâf Ötü-re olur ve urvenîn çoğulu urâ gibi küvâ şeklinde gelir. Bu kevve, evin rûzinesi ma'nâsındadir. Burada, tarlalara ve arklara su akması için ağaçta delinen delik için istiare olunmuştur. Menedilmesinin sebebi şudur : Kadîm kıdemi üzere terk edilir.

Şirb sahibi, nehirden nasibi, olmayan diğer arzına şirbi sevk et-mekden menediimiştir. Çünkü ahdin tekâdümü ile o diğer arzın hakkı olmak üzere delildir. Yani o diğer arzın sahibi ihtimaldir ki ahdin te­kâdümü ile diğer arz için şirbde hakkı olduğunu iddia etsin.

Şirb hakkı rnîrâs olur ve faydalanılması vasiyet edilir. Suyun ken­disi vasiyet edilmez, satılmaz, kiralanmaz, hibe edilmez, tasadduk edil­mez ve mehir kılınmaz, hur bedeli, sulh bedeli de yapılmaz. Fark şu­dur : Vârisler ölünün yerine geçen kimselerdir. Ölünün hukukunda ve emlâkinde onun yerine geçerler. Yine temliki caiz olmayan muâvezât (değiş - tokuş) ve teberruât (bağışlar) gibi şeyde ölünün yerine kâim olmaları da caizdir. Diyet ve kısas gibi. Çünkü bunlar mîras ile te­mellük olunurlar. Keza şirb ve vasiyet mirasın kardeşidir, miras ile temellük olunurlar. Satmak, kiraya vermek, hibe, sadaka ve suyun kendisini vasiyet ve bunlara benzeyenler buna muhaliftir. ŞÖyleki: Garar (meçhul alışveriş) olduğu, veya bilinmediği ve onda şimdi mülk bulunmadığı veya şirb karar bulmuş bir mal olmadığı için caiz olmaz.

Eğer bir kimse arazî olmadan, şirb üzere bir kadın ile evlense o nikâh caizdir. Fakat o kadına şirb hakkı yoktur. Çünkü o şirbin, arâ-zîsiz muâveze akdi ile temliki muhtemel olmaz ve o kadın için mehr-i misil vâcib olur. Çünkü mehr aşın şekilde bilinmemektedir. Şu halde tesmiyesi sahih değildir.

Arzını nehrin suyu ile doldurduğu için komşusunun arzı su çekse veya arzını su bassa zararı ödemez. Çünkü o am dolduran kimse, ku­yu kazan ve taş koyan kimse gibi hakka tecâvüz etmemiş sadece sebeb olmuştur. Çünkü onun bu işi kendi arzında yapması mubahtır. Zararı ödemez.

Fakîhler demişlerdir ki: Zararı ödememek, âdeten yeri taşıyacağı su ile suladığı zamandır. Eğer âdeten yerini, taşıyamayacağı muhtemel olmayan su ile sulasa zararı öder. Çünkü o kimse suyu tak d î ren kom­şusunun yerine akıtmıştır. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.

Keza bir rivayette, başkasının şirbinden yerini sulayan kimse de zararı ödemez. Bu «Asi'» in rivayetidir. Diğer bir rivayette zararı ödeç. Bu, Fahru'l-İslâm' (Rh.A.) in tercih ettiğidir. Bunu Kâfî de zikretmiş­tir.

Mülk olmayan bir nehrin kazılması Beytül-mâlden olur. Çünkü Beytü'1-mâl kamunun ihtiyacını karşılar. Eğer Beytül-mâlde bir şey bulunmazsa nehri kazmak halka düşer. İmâm (Devlet Reisi) nehri kaz­maya halkı zorlayabilir. Çünkü İmâm nazır ta'yin edilmiştir o nehrin kazılmasını terkde genel zarar vardır.                                   

Memlûk olan nehrin kazılıp yarılması sahiplerine düşer. Suyu tak­sim altına giren memlûk nehir, ya umûmîdir veya özeldir. İkisi arasın­daki fark şudur : Sahibi kazıp yarmakla şu fa ya müstehak olan nehir -nitekim yakında babında açıklaması gelecektir - özeldir. Sahibi kazıp yarmakla şuf'aya müstehak olmayan nehir de umumîdir. Bu ikisinin kazılıp yarılması sahibine âiddir. Beytü'1-mâle âid değildir. Çünkü men­faat hassaten onlara âiddir. Şu halde nehri kazıp yarmanın masrafı da öyledir.. Çünkü masraf istifadeye göredir. [46]

 

Şuf'a Suyu:

 

Musannif şirb ve ahkâmım açıklamayı bitirince, şuf'a suyu ve ah­kâmını açıklamaya başlayıp şöyle dedi: Şuf'a insanoğlunun ve hayvan­ların hissesidir. İnsanoğlu ve hayvanlardan her biri için şuf'a hakkı vardır. Kap ve mahfaza ile ele geçirilip ayrılmış olmayan suyun hepsin­de insanlar yalnız, yâni şirbde ortaklıkları olmaksızın, şuî'ada ortak-dirlar. Çünkü onda asıl olan ResûlüIIah' (S.A.V.) İn :

«İnsanlar şu üç şeyde ortaktırlar: Suda, otta ve ateşte» kavli şeri­fidir.

Bu hadîs-i şerif, şirbi ve şuf'ayı içine alır. Ondan sonra icmâ-ı üm­met ile suyun, su taksim edilen yerlere (savaklara) girmesinden sonra şirb tahsîs olunup şuf a suyu bakî kalmıştır. Bir de; kuyu ve kuyu ben­zeri olanlar İhraz için konulmamıştır. Mubah olan ise ihrâzsız temellük olunmaz. Meselâ geyik denilen hayvanın bir kimsenin arazîsinde yer­leşmesi gibi.

O kap içinde elde edilmemiş su ki onda insanlar yalnız şuf'ada or­taktırlar, o mülk olmuş nehirlerde, kuyuda, havuzda ve kanaldadır.

Şuf a hayvanların içtiği suya da şâmil olunca ve ortaklığı kabul, zikredilen sulardan hayvanların sulanması cevazım gerektirince mu­sannif : «Lâkin,. eğer hayvanların çokluğundan dolayı nehrin tahri­binden korkulursa, hayvanların sahibi hayvanlarını başkasının nehrin­den sulayamaz.» sözüyle istidrâk eylemiştir.

Başkasının nehrinden arazîsini ve ağacını sulamak da caiz olmaz. Başkasının kanalından ve kuyusundan sulamak da caiz olmaz. Ancak sahibinin izni ile caiz olur. Esah olan kavilde, evinin avlusunda olan ağacını ve sebzesini, testileri (kova) ile taşıyarak sular. Belh İmamla­rının bazıları: «Bu sulama ancak nehir sahibinin izni İle caiz olur,» demişlerdir. 

Şuf ayı isteyen, eğer suyu bulamayıp ancak bir şahsın mülkünde bulursa o şahıs suyu tahliye eder, yani o talibe onu alması için izin ve­rir veya o talibe suyu çıkarır. Yani kuyu veya pınar veya havuz veya nehir bir adamın mülkünde olduğu zaman, şayet bu suyun yakının­da başka bir su bulursa şuf'ayı isteyen kimseyi mülküne girmekten menedebilir.

Eğer yakınında başka su yoksa, nehir sahibine: «Ya guf'ayı İste­yen kimseye verirsin yahut bırakırsın, kendi alır» denir.

Musannifin, «bir şahsın mülkünde» demesinin sebebi şudur: Çfin-fü kuyu sahibi kuyuyu boş ve sâhibsiz arazide (arz-i mevâtta) kazsa, o kimse suyu alanı menedemez. Çünkü arz-ı raevât müşterektir. Kaz­mak, müşterek hakkı ıhyâ içindir. Şu halde şuf'ada ortaklığı kesmez.

Eğer suyun sahibi suyu bırakmaktan ve onu çıkarmaktan kaçınır­sa ve suyu isteyen kimse de, kendisinin ve hayvanının ölmesinden kor-karsa su sahibi ile silâhla çarpışır. Çünkü su sahibi, şuf ayı isteyenin hakkını menetmekle - ki o şut'adır - talibi telef etmeyi kasdetmiştir. Halbuki kuyudaki su mülk edinilmiş, olmayıp mubahtır.

Kap içinde veya kap benzeri olan eşyada elde edilip ayrılmış olan sudan menederse silâhsız kavga eder. Belki değnek ve değnek gibi eş­ya İle dövüşür. Çünkü su sahibi suç işlemiştir. Şu halde o dövüşmek su sahibi için cezalandırma (ta'zîr) yerine geçmiştir. Açlık sırasında yiye­cek isteyen kimse gibi. Çünkü açlığım gidermek için yiyecek isteyen kimse silâhsız didişir. [47]

 

Kerâhiyyet   Ve   İstihsân Bölümü                              

 

Musannif, beş ibâdeti ve onlarla ilgili olan şeyleri açıklamayı biti­rince, onları bu bölüm ile ta'kîb etti.,Çünkü bu bölümün meselelerinin bazısı beş ibâdete tezâd ile ve bazısı da aynı cinsden olma suretiyle tenâsüb göstermiştir.                                     

Kerâhet-i tahrîmiyye ile mekruh olan şey, İmânı Muhammed'-(Rh.A.) e göre, haramdır. Kesin nass bulunmadığı için haram lafzı kul­lanılmamıştır. İmâm Muhammedi (Rh.A.), kitaplarında «kerahet» i kul­landığı zaman bununla haramı murâd eder. İmâm A'zam (Rh.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, kerâhet-i tahrîmiyye harama daha ya­kındır. Kerâhet-i tahrîmiyye ile mekruh olan şeyin harama nisbeti, va­cibin farza nisbeti gibidir. Kerâhet-i teıızîhiyye ile mekruh olan ise helâle daha yakındır. [48]

 

Yemek, İçmek, Altın Ve Gümüş Kap Ve Eşya Kullanmak  Ve  Bazı  Mahzurlu Şeyler Hakkında Bir Fasıl

 

Ölmeyi defedecek kadar yemek farz kılınmıştır. [49] Namazı ayak­ta edaya kadir olacak kadar ve orucu edâ edecek kadar yemek ınüste-habdır. Kuvveti artması için doyuncaya kadar yemek mubahtır. Doy­manın üzerinde yemek haramdır. Ancak eğer yarınki orucuna kuvvet kazanmak kasdı için doydukdan sonra yerse veya konuğunun utan­masını savmak için doyumluktan fazla, yerse haram değildir.

Etâmn eti ve sütü mekruhtur. E t ân, ehli eşeğin dişisidir. Süt etten çıkar. Şu halde onun gibidir. Yaban eşeği bunun aksinedir. Çün­kü yaban eşeğinin eti ve sütü helâldir.

Musannif, ehlî eşek için haramdır, dememiştir. Çünkü ehlî eşekde İmâm Mâlik' (Rh.A.) in hilafı vardır.

Keza İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, atın da eti ve sütü mekruhtur.

Bazıları: «Kerâhet-i tahrîmiyye ile mekruhtur.» Bazıları da; «Kerâ-het-i tenzîhiyye ile mekruhtur» demişlerdir. İmâmeyn (Rh.Aleyhimâ) bu meselede ayrı görüştedir.

Devenin sidiği haramdır.

Erkek ve kadın için, altın ve'gümüş çanaktan yemek, içmek, yağ­lanmak ve buhurlahmak haramdır. Bazıları demiştir ki: Haram olan yağlanmak şekli, altın ve gümüş çanağı alıp ve yağı onunla başı üzerine dökmektir. Eğer o altın ve gümüş çanağın içine elini sokup ve yağı alıp ondan sonra başı üzerine elinden dökse bu surette kerahet-i tahrîmiyye ile mekruh olmaz. I^ihâye'de Zahîre'den nakl İle böyle zik-redilmiştir. Buna şöyle itiraz edilmiştir: Şüphesiz bu delîl ile altın ve gümüş sahandan yemeği kaşık ile alıp ondan sonra yese mekruh ol­mamak gerekir ve yine böylece eliyle alıp eliyle yese, uygun olan mek­ruh olmamaktır. Ondan sonra denilmiştir ki: Lâkin uygun olan; altın ve gümüş sahanı kullanma kapısı açılmasın diye bu rivayetle fetva vermektir.

Ben derim ki: Bu ihtilâfın kaynağı Meşayıhın ibaresinin ma'nâ-sından gaflettir ve onların ne demek istediklerini anlamamaktır. Birin­cisi, yani Meşâyihin ibaresinin ma'nâsmdan gaflet şudur ki: Me§âylhin; «altın kaptan» sözündeki (Min) lafzı İbtİdfiİyyedir. İkincisi, yani onlann ne demek İstediklerini anla­mamak şudur ki: Meşayihin demek istediği; haram olan eşyadan ya­pılan kapların kullanılması ancak, eğer İnsanlar arasında bilindiği üze­re kullanmak için yapılan kaplarda kullanırsa haram olur. Çünkü al­tından ve gümüşten, yemek yemek için yapılmış büyük kapların kul­lanılması haram değildir. Ancak ondan eliyle veya kaşıkla yerse, onun kullanılması haram olur. Çünkü o büyük kaplar insanların örfünde, yemenin başlangıcı ondan eliyle veya kaşıkla olmak için konulmuştur. Eğer adam o altın ve gümüşden yapılan büyük kaplardan yemeği alsa ve mubah bir yere koyup oradan yese kullanmanın başlangıcı o altın ve gümüş kaplardan olmadığı için haram değildir.

Keza yağlanmak için altın ve gümüşten yapılan küçük kaplar ve bunun benzerinin kullanılması, ancak adam kabı alıp ve yağı başı üze­re ondan döktüğü zaman haram olur. Çünkü o kaplar ancak ondan o şekilde yağlanmak İçin yapılmıştır. Şayet adam elini o küçük kaba so­kup ve yağı alıp başı üzere dökse, kullanma ilkin o kaplardan olmadığı için haram olmaz. Şu halde zahir oldu ki: Meşayihin muradı, müteâref (âdet) olan kullanmanın başlangıcının o haram olan şeyden olmasıdır. Yakında gelecek gümüşlenmiş çanak ve gümüşlenmiş serîr (karyola, divân) jneselesi Meşâyihin«Gümüş konulan yerinden sakınarak» sözle­rinin mülâhazasiyle beraber bizim zikrettiğimiz şeyi te'yîd eder. İmdi gerisini sen düşün!

Keza altından ve gümüşten kaşıklar ile yemek ve onlardan yapılan miller ile sürme çekmek ve bunlara benzer olan âdetler haramdır.

Kurşundan, sırçadan, billurdan ve akik (siyah taş) den yapılan kaplardan yemek helâldir. Gümüşlenmiş kapdan yemek de helâldir.

Erkeğin gümüşlenmiş serîr (yani karyola veya divân) üzerine otur­ması, eğer gümüş konulan yerinden sakınarak oturursa helâl olar. Zira

gümüş kapdan yemek ve içmek, gümüşlü serîr üzerine, gümüşlü eyer üzerine oturmak ve bunun benzeri şeyler kullanmak; ancak yerken ve içerken gümüş, ağız yerine gelmezse ye elin tuttuğu yerde gümüş ol­mazsa ve serîr üzerine oturacak yerde gümüş olmazsa, yani gümüş ye­rinden sakınırsa helâl olur. Bu takdirde o adam bu kaplan mezkûr şekil üzere kullanmış olmaz. Fakat elin, ağızın ve oturağın yeri altın ve gü­müşten hâlî olmasa, bu takdirde helâl olmaz.

Yine, altın ile veya gümüş İle yaldızlanan sandalyenin kullanılma-sı helâl olmaz. Bunîann hepsi İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. Ebû Yû­suf (Rh.A.) a göre hepsi mekruhtur, tmâm Muhammed' (Rh.A.) İn sözü İmâm A'zam (Rh.A,) ile beraber rivayet edilir. Ebû Yûsuf (Rh.A.) ile de rivayet edilir. Bu ihtilâf hâlis olan altın ve gümüştedir. Fakat kanşık olursa onun kullanılmasında bilittifak mahzur yoktur.

Rivayet edilmiştir ki: Bu mesele yani yaldızlanmış kap, serîr ve eyer, tmâm Ebû Ca'fer ed-Devânikî' (RüJL; nin meclisinde olmuş, tmâm A'zam (Rh.A.) ve o asrın imamları o rneclisde bulunuyorlannış. îmâmlar mekruh olur, demişler. İmâm A'zam (Rh,A.) susuyormuş. İmâm A'zam (Rh.A.) hazretlerine siz ne buyurursunuz, diye sormuş­lar. O da «Eğer ağzım gümüşlü yere korsa mekruh olur; koymazsa -mek­ruh olmaz,» diye cevap vermiş. İmâm A'zam' (Rh.A.) a senin delilin nedir? diye sorulmuş. İmâm A'zam (Rh.A.) : Söyle bana, adamın par­mağında gümüş yüzük olsa da, o adam avucundan su içse mekruh olur m|i? demiş. İmamların hepsi duraklamışlar. Ebû Ca'fer (Rh.A.), İmâm A'zam' (Rh.A.) m cevâbına hayret etmiş. Bu cevâb da zikrettiğimiz şe­yi te'yîd eder.

Kâfirin - isterse Mecûsi olsun - ben bu eti Müslümandan veya Kitâ-bîo^u satın aldım demesi kabul edilip o etin yenmesi helâl olur. Ama Mecftsîden satın aldım demesi kabul edilmeyip o etin yenmesi haram olur,

Kenz sahibi kitabında; «Helâl ve haramda kâfirin sözü makbul olur» demiştir. Zeylai (Rh.A.); «Bu yanlıştır. Çünkü helâl ve haram di­yanettendir. Kâfirin sözü ise diyanette kabul edilmez. Ancak zaruret İçin, özellikle muamelâtta kabul edilir,» demiştir.

Ben derim ki: Kenz sahibi yanılmış değildir. Çünkü helâl ye haram üe muradı, muamelât konusunda hâsıl olan şeydir. Zeylaf (Rh.A.> nin sandığı gibi mutlak helâl ye haram değildir. Detfl şudur; Kenz sâ-hİbl, Kâft'de, kâfirin helâl ve haramda sözü makbul olur deyip hattâ eğer o adamın bir Mecûsi işçisi veya bir Mecûsi hizmetçisi olsa, o kâttr^ hizmetçiyi et satın almak için gönderse, o Mecûsi hizmetçi de ben bu" eti bir Yahüdîden veya Hıristiyandan veya Müslümandan satın aldım dese, o adam için etin yenmesi caiz olur. Eğer satın alma zikredilen­lerden başkasından olursa, o etin yenmesi caiz olmaz.

Ondan sonra demiştir ki: Bunun aslı şudur; Şüphesiz kâfirin ha­beri muamelâtta bi'1-icmâ makbuldür. Çünkü akıldan ve'yalana mâni dinden sâdır olmuştur. O kâfirin haberini kabul etmek zarureti, mua­melâtın çokluğundan dolayı ve kâfir genellikle ehl-İ şehâdetten oldu­ğu içindir. İmdi, Zeylaî' (Rh.A.) nin muradının bizim zikrettiğimiz şey olduğu anlaşılmıştır.

Tuhaftır ki; Zeylaî (Rh.A.), Kenz sahibine bu nuaz. ra Kâîi'nin sözünün hulâsasını nafcletmisiiv. İmdi " ZeylaT (RhA.) ye itiraz yerine, helâl ve hatâmla muamelât zımnında hâsıl olan şeyi mu-râd etti demesi ve Kâti'nin sözünü onun üzerine karine kılması lâzım gelirdi îmdi gerisini sen düşün!

Bir tek kimsenin sözü - gerekse o kimse kâfir olsun veya kadın ol­sun veya fasık olsun veya köle olsun - muamelâtta kabul edilir. Çünkü bu zikredilen kimseler insanların cinsleri arasında çoktur. Şu halde eğer.zâid olan şart, şart kıhnsa güçlüğe yol açardı. Güçlüğü savmak için mutlaka q f erdin sözü kabul edilir.

Bu zikredilen kimselerin her birinin sözü tevkil (vekil etme) de de kabul edilir. -«Ben şu şeyin satışında falan kimsenin vekiliyim» diye haber vermek gibi. Öyleki, o tevkili haber, veren kimseden satın almak caiz olur,                             

Kölenin ve çocuğun hediyede ve' İzinde sözü kabul edilir. Nitekim çocuk hediye ile gelse ve «şu hediyeyi sana falan kimse gönderdi.» dese, o hediyyenin ondan kabulü helal olur. Veya köle i<\ten ticârete me'zû-num» dese, sözü kabul edilir.

Bir tek kimsenin haber vermesinde, diyânât-ı mahzada adalet şart kılınmıştır. Suyun pis olmasından haber vermek gibi. Eğer salih bir HÜMüman - gerekse köle olsun - suyun pis olduğunu haber verse, sözü kabul edilir, ve suyu soruşturan kimse teyemmüm eder. Ve suyun pia olduğunu haber veren kimse fâsik veya mestur (hâli -bilinmeyen) bir kimse olsa, suyu soruşturan kimse arattırır ve kendisinin zann-ı galibi üe amel eder. Evjâ olan o suyu dökmektir. Teyemmüm, haber veren kimsenin 'doğru olması ihtimâli gâlib olduğu zamandır. Abdest almak ve hem de teyemmüm etmek ise haber veren kimsenin yalancı olması ihtimâli gâlib olduğu zamandır.

Bir adam içinde münker bulunan bir düğün yemeği (velîme) ne da'vet edilse ve o adam orada münker işlendiğini bilse, o da'vete git­mez. [50] Eğer o adam velîmede münker olduğunu bilmese veya adam oraya vardıktan sonra ortaya çıksa, şayet o adam insanların uyduğu kimse olup bu takdirde o münkerin menfine kadir olsa, menetmesi ge­rekir. Eğer men'ine kadir olmazsa o velîmeden mutlaka çıkar. Eğer o adam insanların uyduğu (muktedâyı nâs) bir kimse değil ise, oturup düğün yemeğinden yese caiz olur. Çünkü onun da'vete İcabeti sünnet­tir. KesûlüSIah (S.A.V.) :

«Her khn da'vete icabet etmezse, Ebıs'l-Kâsim'a (Yâni Resûlüllah'a) âsî olmuştun; buyurmuştur Kendinden başkasında olan bid'atm kendi­sine yakın olmasından dolayı da'vet terkedüraea. Yüksek sesle başka­sının ağlamasından dolayı Cenaze Namazı terk edilmediği gibi. [51]

 

İpek Elbise Giymek, Altın Ve Gümüş İle Süslenmek Ve  Yüzük  Takmak Hakkında Bir Fasıl

 

Erkeğin ipek elbise giymesi caiz değildir. [52] Ancak dört parmak miktarı genİşUğtade giymesi caiz olur. Fakat İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre, harb vaktinde ipek elbise giymek helâl olur.

Erkek İpekten yastık ve döşek kullanır. Erkeğin, dlrazîsi (uzunlu­ğu veya boyu) ipek ve argacı ipekden başka şey olan libâsı giymesi ca­izdir. Çünkü Sahâbe-i güzîn (Rıdvânu'llâhi aleyhim ecmaîn) hazz gi­yerlerdi - ki o ipek (ve yün) ile dokunmuş bir kumaştır. Çünkü libâs ancak dokunmak ile libâs olur. - Nitekim malûmdur ki, ibret, illetin iki cüz'tinün son cüz'ündedir. Dokunmak ise argaç ile olur. Şu halde mu­teber olan argaçtır, dirâzî değildir. Erkek, arğâcı İpek olup dirâzîsi baş­ka şey olan libâsı ancak zaruretten dolayı harbde giyer. Harbden başka yerde giymek zaruret olmadığı İçin mekruhtur.

Erkek altın veya gümüş İle süslenmez. Ancak gümüşten yüzük [53]

gümüşten kuşak, ve gümüşten kümem ztneti ile süslenir. Altın ile süs­lenmez.

Yüzük kaşının deliğine sokulmuş altın çivi ile süslenebilir, çünkü

o çivi tâbidir. Erkek onu takmış olmaz. ,

Kadın için, zikredilenlerin hepsi helâldir. Çünkü Sahabeyi güzin-den nice kimse ~ ki Hz. Ali (R.A.) onlardan biridir - rivayet etmişlerdir ki: Nebiyyi Muhterem (S.A.V.), mübarek iki elinin biri ile ipek ve di­ğeri ile altın alıp:    

Bu iki şey benim ümmetimin erkekleri için haramdır ve kadınları için helâldir.» buyurmuştur.

Erkeğin demirden veya tunçdan yüzük takınması caiz olmaz. De­mirin caiz olmamasının sebebi şudur: Çünkü Besûlüllah (S.A.V.) bir adamda demir bir yüzük görüp;

«Bana ne olduki ehl-i nârın, süsünü senin üzerinde görüyorum.»

buyurdu, ve o adama o demir yüzüğü çıkarmasını emretti. O adam da parmağından o demir yüzüğü çıkarıp attı. Tunç yüzüğün caiz olmadı­ğına gelince; çünkü Resutüllah (S.A.V.) bir adamda tunç yüzük gördü ve:

«Bana ne oldu ki, sende putların kokusunu buluyorum.» buyurdu ve o adama o tunç yüzüğü çıkarmasını emretti. O adam da o yüzüğü çıkarıp attı.

Hacer (taş) ve yeşb (yağmur taşı) de ihtilâf edilmiştir. El-Câmiu's-Sagîr sahibi kitabında «Yüzük takınmak ancak gümüş ile caizdir.» de­miştir.

Hidâye sahibi: «EMJâmiuVSagîr sahibinin bu sözü hacer, demir ve tunçtan yüzük tatananm haram olduğuna nasstır. Kâfi sahibi ona muvafakat etmiş ve bu söz üzerine:

 «İnsanlardan balcısı yeşb ta'bîr edilen taşı ıtlak eder.» sözünü eklemiştir. Şemsu'l-Eimme es-SerahsS' (Rh.A.) de Kâft sahibine meyletmiştir. Çünkü o şöyle demiştir:

«Esah olan kavi şudur ki; yeşb, akîk (yüzük taşı) gibidir. Çünkü Resû-lüllah aldkden yüzük takındılar ve buyurdular ki:

«Sİz akîkden yüzük takının. Çünkü akik mübarek bir taştır.»

Ben derim ki: Hidâye sahibi ve Kâfi sahibi üzerine şu suâl vârid olur: Biz «yüzük takınmak ancak gümüş ile caizdir.» ibaresinin onla­rın zikrettiği §ey üzerine nass olmasını kabul etmiyoruz. Nasıl kabul edelim M; Kadîhân (Rh.A.), eî-Câmiu's-Sağîr şerhinde şöyle demiştir: Kitabın lafzının zahiri yeşb denilen taşdan yüzük takmanın kerahetini gerektirir. Esah olan kavi şudur ki: O yeşb denen taşdan yüzük tak­makta mahzur yoktur. Çünkü yeşb; altın, demir ve tunç değildir. Nebt-i Ekrem' (S.A.V.) den, akîkden yüzük taktığı rivayet edilmiştir. Kâdîhân (Rü.A.) Fetâvâ'sında demiştir ki: Lâfzın zahiri yeşb denilen taşdan yüzük takmanın kerahetini iktizâ eder. Sahih olan kavi, yeşbden. yüzük takmakta mahzur olmamasıdır. Çünkü taş, altından, demirden ve tunç­tan değildir. Belki o yeşb bir taştır. BesûlüUah' (S.A.V.) m akik taşlı yüzük taktığı rivayet edilmiştir» Lafzın zahirinin nass olması kabul* edilse, lâkin mezkûr lafız - ki «yüzük takınmak ancak gümüş ile caiz­dir.» sözüdür, - te'vîl ile tahsisin ihtimâline aykırı olmaz. Nitekim Usûl-u Fıkhda takrîr olunmuştur. Binaenaleyh «Yüzük takınmak an­cak gümüş ile caizdir.» sözündeki kasr ile altına izafetle kasr murâd etmek muhtemel olur. İmdi bu ihtimâl o sözün zikri sırasında akla ge-lendirki hattâ iki taş (hacerân) altın ve gümüş murâd olunmaz. Kabul edelim ki, mezkûr söz, taş (hacer) m nefyi hakkında açıktır. Lâkin Re-sûlüilah' (S.A.V.) m, taş olan akikten yüzük taktıkları ve : «Siz akikten yüzük takın, zira mübarek bir taştır.» buyurdukları sabit olunca, taş­tan yüzük yapmak Resûlüllah' (S.A.V.) in kavli ve fiili ile caiz olmuş olur.

Şu halde el-Câmiu's-Sağir'in; «Yüzük takınmak ancak gümüş ile caizdir.» ibaresi buna nasıl karşı olabilir?

Sözün kısası, erkeklerin gümüş yüzük takınmaları hadis-i şerif İle helâldi];. Altın, demir ve tunç yüzük taşımaları yine hadis-i şerif ile haramdır. Taştan yüzük takmalar* Şemsu'l-Eİmmç es-Seralısî' (Rh.A.) cin ihtiyarı üzere helâldir.

İmâm Kadîhân (Rh.A.), Besûltillah' (S.A.V.) in kavlinden ve fiilin­den bu ma'nâyı çıkarmıştı*. Çünkü akik taşının helâl olması bu iki ha-dîs-i şerîfile sabit olunca, diğer taşların helâl olması da bu İki hadîs-i şerîf ile sabit olmuştur. Zira taş ile taş arasında fark yoktur.

Hidâye sahibi ve Kâfi sahibinin ihtiyarları üzere taştan yüzük ta­kınmak haramdır. Bunu, el-Câmiu's-Sağîr'in, altına izafetle kasr mu-râd olunmak ihtimâli olan ibaresinin zahirinden almışlardır. Bu İM kaynağın arasında olan fark gizli değildir.

Kadı (hâkim) den başkasının yüzüğü terk etmesi evlâdır. Çünkü kâdî, yüzüğe ihtiyâcı olduğu İçin yüzük takınır. Kâdîden başkası ona muhtâc olmaz.

Erkek oynayan dişini ancak gümüş ile bağlar. [54] Yani bir kim­senin dişi oynamış olsa, o dişi gümüş ile bağlayabilir. İmâm Muham-med' (Rh.A.) e göre, altm ile bağlamamda da mahzur yoktur.

Küçük oğlana altın ve ipek giydirmek mekruhtur. Çünkü ipek libas giymenin erkekler hakkında haram olması sabit olunca, giydirmek de haram olmuştur- Şarab gibi, ki içmesi haram olduğu gibi içirmesi de ha­ramdır.       .

Erkeğin abdest ve sümkürmek ve bunların benzeri ihtiyaçlar için bez parçass ktsllanmas* caizdir. Çünkü Müslümanlar bütün şehirlerde abdest için mendiller, sümkürmek ve ter silmek İçin bez parçalan kul­lanırlar. Müslümanların "güzel gördükleri şey Allah Teâlâ (C.C.) katın­da da güzeldir. Eğer erkek zikredilen mendilleri ve bezleri ihtiyâcı ol­madan taşısa, ba'ğdaş.kurup oturmak ve dayanarak oturmak gibi mek­ruh olur. Bağdaş kurup oturmak ve dayanarak oturmak, ihtiyâç duyul­duğunda mekruh değillerdir. Hâcetsiz yani Özürsüz mekruhtur.

Retm de caizdir. R e t m : Hatırlamak için parmağa bağlanan bir iptir. Yani bir şeyi hatırına getirmek için bağlanır. Retrri hakkında şair göyle demiştir:                                   .

«Bizim İsteklerimiz onların kalbi e rinde olmayınca Retm bağlamanın sana bir faydası yoktur.» [55]

 

Kadın Ve Erkekde Bakılması, Dokunulması Caiz Olan Ve Olmayan Yerler Ve Azl Hakkında Bir Fasıl

 

Erkek erkeğe bakabilir. Ancak avretine bakamaz. Erkeğin avreti göbeğinin altından dizinin altına kadavdır. Diz avrettir, göbek avret

değildir. Sonra dizde avretin hükmü uylukda avretin hükmünden da­ha hafîfdir. Uylukda avretin hükmü ise sev'ette yâni göbek ile uyluk arasında olan avretin hükmünden daha hafîfdir. Hattâ dizin açılmasın­da erkek hoş karşılanmaz. Uyluğun açılmasında erkek azarlanır. Sev'-etin (yani ayıp yerin) açılmasında, eğer erkek isrâr ederse dövülür.

Kadının kadına ve erkeğe bakması, erkeğin erkeğe bakması gibi­dir. Hattâ kadın için, erkek ve kadından, erkeğin erkeğe bakması caiz olan yerine bakması, eğer kadın şehvetten emîn olursa caiz olur. Çün­kü avret olmayan şeyde kadınlar ve erkekler muhtelif değildir.

Erkek, zevcesinin ve haram olmayan cariyesinin fercine bakabi­lir. [56] Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) : «Cariyenden ve zevcenden başkasına gözünü yum (bakma).» bu­yurmuştur.

Musannifin, cariyeyi helâl iie kaydmn sebeb şudur i Çünkü câriye o erkeğe, Mecûsiyye ve Müşrike câriye gibi haranı olsa, veya bakılan kadın, bakanın anası veya süt kız kardeşi veya kendi kızı olsa, onların fercine bakmak helâl olmaz.

Erkek, zevcesinin ve cariyesinin fercine mutlak surette yani şeh­vetle ve şehvetsiz bakabilir.

Erkek, mahreminin yüzüne, başına, göğsüne, inciğine ve pazusuna bakabilir. Çünkü izin istemeden birbirilerinin yanına girebilirler. Ka­dın âdeten evinde eski ve iş elbisesi içindedir. Eğer zikredilen yerlere bakmak haram olsa, güçlüğe yol açardı.        ;

Eğer bakan şehvetinden emin olursa başkasının cariyesine de ba­kabilir. Çünkü başkasının cariyesinin hükmü mahreminin hükmü gi­bidir. Çünkij onları iş elbisesi içinde görme.zarureti vardır. Bu söz baş­kasının müdebberesi, iimmü veledi ve mükâtebesi olan cariyeleri de kapsar.

Şayet erkek şehvetinden emîn değilse, başkasının cariyesi gibi, mahreminin sırtına, karnına ve uyluğuna bakamaz. Çünkü arka ve ka­rın uyluğun açılmasında zaruret yoktur. Yukarıda zikredilen yüz, baş, göğüs ve incik ve pazunun açılmasında zaruret bulunduğu için bunun aksinedir.

Yolculuk ve görüşmede tutma ve dokunmaya ihtiyâç olduğu için, mahreminin ve başkasının cariyesinin bakmak helâl olası yerine do­kunmak da helâldir.

Cariyenin bakılması caiz olan uzvuna erkeğin dokunması, eğer o cariyeyi satın almak isterse, her ne kadar kendi şehvetinden korksa da zaruret için caiz olur.

Kendisine iştihâ (istek) duyulan yani misli mîicâmaat olunan câ­riye bir tek izâr ile satışa arz olunma?. Bir tek izâr ile murâd, göbek ile diz aralığını örten giysidir. Çünkü o cariyenin1 sırtı ve karnı avrettir. Bundan bâliğarun hâli ma'lûm olur.

Erkek yabancı kadının ancak yüzüne ve avuçlarına bakabilir. Çün­kü yüz ve avuca bakmada erkekler ile muameleye o kadının almak ve vermek bakımından ve bunların benzeri haceti için zaruret vardır.

Keza seyyide (Hanımefendi) kadın da zikredilen yabancı kadın gi­bidir. Yani seyyidenin erkek kölesi, Hanımefendinin ancak yüzüne ye ellerine bakabilir, ayaklarına bakamaz.

Eğer erkek yabancı kadına ve köle Hanını efendisine bakmada şeh­vetten korkarsa, kadının yüzüne bakmaz, ancak hacet için bakar. Çün­kü Resûlüllah (S.A.V.) :

«Bir kimse bir yabancı kadının güzelliklerine şehvetle bakarsa, kıyamet gününde onun gözlerine kurşun dökülür.» buyurmuştur.

Şayet bir kimse şehvetten korkarsa, haramdan sakınmak için, ihti­yâç olmadan yabancı kadının yüzüne bakması caiz olmaz. İhtiyâca mi­sâl : Kâdînin o kadın üzere hükmü ve şahidin şehâdeti gibi. Kâdi ve şâhid yabancı kadının yüzüne baksa, bu takdirde caiz olur. Her ne ka­dar şehvetten korksa da kaza ve şehâdeti edâ ile insanların haklarını ihyaya ihtiyâç olduğu için. caiz olur. Lâkin uygun olan, bakmakla o kadına hüküm veya şehâdeti edâ kasd etmektir. Yoksa şehveti kaza etmeyi kasdetmek değUdir.

Bir kimse bir kadım nikahlamak istese, her ne kadar o zaman şeh­vet duymaktan korksa <la, o kadına bakması caiz olur. çüiikü Resû­lüUah' (S.A.V.) in Muğtre* (R.A.) ye şöyle dediği rivayet edilmiştir :

«Sen bir kadınla evlenmek istediğin zaman o kadını gör. Çünkü görmek ikinizin kaynaşmanıza daha uygundur.»

Bir erkek bir kadını tedavi etse, zaruret miktarı o kadının hasta­lık yerine bakabilir. Uygun olan, erkek tabibin, tedavi etmeyi bir baş­ka kadına öğretmesidir. Çünkü cinsin cinse bakması daha hafîfdir.

Görülmezini ki, Öldükden sonra kadın kadını yıkar, erkek yıkamaz.

Erkeklik uzvu kesik (mecbûb), yumurtaları çıkarılmış (hadım) ve muhannes (kadımınsı erkek), yabancı kadına bakmakta erkek gibidir.

Hasiyy (yani yumurtaları çıkarılıp hadım olan) ise Hz. Âişe' (R.An-hâ) nin şu sözünden dolayıdır :

«Hasıyy olan erkek gibidir. Hasıyy olmazdan önce haram olan şey helâl olmaz.»

Bazıları demiştir ki: Hasıyy: Cima' yönünden insanların en şid-detlisidir. Çünkü onun âletine inzal İle gevşeklik gelmez. Mecbûb (ya­ni erkeklik uzvu kesik olan) ise sürtüştürüp inzal olur. Eğer suyu ku­rumuş mecbûb olursa, bizim Şeyhlerimiz onun hakkında, kadınlar ara­cına karışıp görüşmesine izin vermişlerdir. Esah olan kavle göre, mec-bûbun kadınlar arasına karışıp, görüşmesi helâl olmaz.

Erkek, cariyesinin izni olmadan menisini azleder. A z I: Kadını cima* edip inzal yakın olduğu zaman çıkarıp dışarı akıtmaktır. [57] Çünkü Resûlüllah (S.A.V.), cariyenin efendisi için : .

«Eğer dilersen ondan azledebilirsin» buyurmuştur.

Karısından  ancak  onun  izni  ile azledebilir.  Çünkü  Resûlüllah (S.A.V.) hür kadından azli, onun izni olmadıkça, yasak etmiştir. [58]

 

Çeşitli Konular Hakkında Bir  Fasıl

 

Erkek, bir cariyeye satın almak ile veya hibe, vasiyet, miras, hulT ve sulh bedeli gibi satın almanın benzeri bir şey ile mâlik olsa, gerekse o câriye bakire olsun veya bir kadından satın alınsın veya köleden satın alınsın yahut kadının mahreminden veya çocuğun malından satın alın­mış olsun alan kimsenin cima etmesi ve dokunmak, Öpmek, iercine bak­mak gibi cimâın mukaddimeleri haram olur. Cariyenin satıcısı olan kö­le başkasının kölesi ise hüküm zahirdir. Eğer satın alan kimse cariyeyi kendi kölesinden satın alsa, yine hüküm zikredilen gibidir. Şu şartla ki; O köle İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre borca batmış olduğu halde onun izin verdiği kölesi olmalıdır.

İmâmeyn* (Rh.Aleyhimâ) e göre izin vermesi icâbetmez. Çünkü Ebû Hanîfe' (Rh.A.) nin kaidesindendir ki, şayet köle borca batmışsa, efendisi onun kazandığı şeye mâlik olmaz. İmâmeyıı' (Rh.Aleyhimâ) e göre mâlik olur. Eğer mükâtebinden satıh alsa, hüküm yine böyledir. Çünkü mükâtebin efendisi onun kazandıklarına mâlik olmaz. Çocuğun maundan satm alması, çocuğun babası veya vasisinin satmasıyla olur.

Şayet o kimse, o cariyeyi küçük çocuğunun malından satın alsa hüküm yine böyledir. Bunu Gâyetu*l-Beyân sahibi zikretmiştir. Bazıları, «cimâın mukaddimeleri haram olmaz.» demişlerdir. Çünkü cimâ'nın haram olması ancak iki meninin karışmaması ve nesebin şüpheli olma­ması içindir. Devâî (cimâın mukaddimeleri) de bu yoktur. Bu söz reddedilmiş ve denmiştir ki: Cima başkasının mülkünde vâki olması ihtimâlinden dolayı da haramdır. Meselâ, satış sırasında câriye hâmile olup ve satıcı çocuğu da'vâ edip geri alsa, alıcının cimâı başkasının mülküne müsadif olduğu zahir olur. Bu ma'nâ ise devâîde (cimâın mu­kaddimelerinde) mevcûddur. Şu halde devâî haramdır.

Hattâ mâlik istibrâ etmedikçe, yani o cariyenin rahminin başka­sının menisinden temiz olduğunu bilmedikçe, cimâı haramdır. İstibrâ hayz gören cariyede bir hayzla ve zıddında yani küçük kızda ve âyisede ve hayzı kesilmişde bir ay beklemekle olur.

Çünkü ay (şehr), iddette hayz yerine geçer. Keza istibrâ d a dahî böyledir. Şayet ay esnasında hayızlı olursa, eyyamla olan istibrâ bâtıl olur. Çünkü maksûdun bedel ile husulünden önce asıl üzere kadir ol­mak, bedeli bâtıl kılar. Aylarla iddet bekleyen kadının hayz görmesi gibi. Şayet câriye hayz görenlerden olur da, temizlik müddeti uzamakla bayzı ortadan kalkarsa o cariyeyi, hâmile olmadığı belli oluncaya ka­dar terk eder. Ondan sonra o cariyeyi mâlik cima edebilir. Zahir riva­yete göre burada, müddet takdiri yoktur. Lâkin İmâm Muhammed (Rh.A.) sahibi o cariyeden iki ay beş gün uzak durur» demiştir. Fetva da İmâm Muhammed' (Rh.A.) in sözü üzeredir. Çünkü bu müddet ca­riyelerde, nikâhla tevehhüm olunan gebeliği bilmeye yarayınca; ni-kâhdan daha aşağı olan milk-i yemîn (satın almak) ile tevehhüm edi-len gebeliği bilmeye haydi haydi yarar. Kâfî'dc böyle zikredilmiştir.

Hâmile olan câriye çocuğu doğurmakla berî olur. Bu bâbda asıl olan Resûlüllah' (S.A.V.) in, Evtâs denen yerin esirlerinde, yani gaza sırasında esir olan cariyeler hakkındaki şu kavl-i şerifidir:

«Ey Ashâb, siz biliniz ki: Hâmile olan esir alınmış cariyeler çocuk­larını doğuruncaya kadar cima olunmaz. Hamli bilinmeyen esir cari­yeler de bir hayz ile istibrâ oluncaya kadar cima olunmaz.»

Hadîs-i şerif, esir olan câriye hakkında vârid olmuştur. Lâkin istib-rânın sebebi mülkün ve mâlikiyetin (yedin) hudûsüdür. Çünkü o hu-dûs mansûsun aleyhde mevcuttur. İstibrâ, mâlikin menisi başkasının-kine karışmasın diye, rahmin temizliğinin bilinmesi içindir. Çünkü ca­riyenin rahminin berâeti bilinmezden önce mâlik cariyeyi cima etse, cariyenin doğurduğu çocuk mâlikden midir, yoksa başkasından mıdır bilinmez. Şu halde menileri karışmaktan ve neseblerî şüpheli olmak­tan ve çocukları helâkdan korumak için rahmin temiz olmasının bilin­mesi vâcib olmuştur. Çünkü şüpheli olursa çocuk iddia edilmez, o çocu­ğun terbiyesini veren kimse de bulunmadığı için çocuk helak olur. Bu, çuğlun (gebelik) hakikati veya tevehhümü katındadır. Lâkin teveh­hüm gizli bir İştir. Hüküm zahire göre verilmiştir. O da mülkün yenft lenmesidir. Eğer efendinin cima etmediği ma'lûm olursa - nitekim sa­yılan islerde olduğu gibi •< hükmün hikmeti cinsinde gözetilir. Yoksa ferd ferd her birinde gözetilmez.

Eğer efendinin cima etmediği bilinse, rahmin şuğlü, meninin ka­rışması ve nesebin şüpheli olması lâzım gelmesin diye nasıl tevehhüm olunur? diye sorulursa biz cevâbında deriz ki: Gebeliğin câriye sahibin­den olması lâzım değildir, başkasından olması da caizdir.. Keza teveh-hüm bekârda dahî sabittir. Çünkü gebelik kızlık bozulmadan da ta­savvur edilebilir. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.

Ben derim ki: Bu cevâba dahî suâl vârid olur. ŞÖyleki: Şuğl, şa­yet efendiden başkasından olsa, zinadan olur. Takarrür etmiştir ki, zina eden kadının nikâhı ve cimâı, îmânı A'zam (Rh.A.) ve İmâm Ebû Yû­suf (Rh.A.) a göre istibrâsız caizdir. Şu halde zinadan şuglün tevenhü-mü nasü İstibrâ icâb eder? Bu sorunun defi şöyle mümkün olur: Şugl efendiden başkasından olursa, zinadan olması icâb etmez. Çünkü efen­dinin o cariyeyi başkası ile evlendirmesi caizdir. Nitekim yakında açık­laması gelecektir.

Sadr'üş-Şerîa (Rh.A.) Fukahâ'nın; «Hükmün hikmeti cinsinde gö­zetilir, ferd ferd hepsinde gözetilmez,» dedikleri söze; «Hükmün hikme­ti ferd ferd hepsinde gözetilmez. Lâkin belli türlerde gözetilir,» demek­le itirâ2 etmiştir.

Şayet câriye bekâr olsa veya çocuğunun nesebi kendisinden sabit olmayacak kimseden satın alınsa meselâ çocuğun nesebi başkasından sabit olsa şöyle ki; efendi cariyesini bir erkek ile evlendirip câriye o erkekden hâmile olup ondan sonra adam cariyeyi boşayıp ve iddeti bit-tikden sonra o cariyeyi bir başka" adama satsa, bu durumda uygun olan, alıcıya istibrânın vâcib olmaması gerekirdi. Çünkü hami (cenîn) in, nesebi sabittir. Binâenaleyh menilerin karışması ve neseblerin şüpheli olması lâzım gelmez.

Bu itiraza şöyle cevâb verilmiştir : îstibrâ - bilindiği gibi - Evtâs'ın esirlerinde ancak hadis-i şerif ile sabit olmuştur. Aşikârdır ki; Evlâs'-m esirleri bekârdan» esîr kadından, hür kadından ve benzerlerinden hâ­li değildir. Bununla beraber Resûlüllah (S.A.V.), genel bir hüküm veç-miştir. Sadece hikmete mahsûs değildir. Nitekim Allah Teâlâ (C.C.) şa­rabın haram oluşunda hikmeti şu âyetiyle açıklamış ve:

«Şüphesiz şeytan (içki ve kumar yüzünden) aranıza düşmanlık sok­mak istiyor...» [59] buyurmuştur. îmdi bir kimsenin : «Ben şarabı öy­le İçerim ki düşmanlık vâki olmaz ve beni namazdan alıkoymaz» deme­si mümkün değildir. Maslahat şarabın haram kılınmasında gâlib olunca, bu takdirde şeriat onu umûm üzere haram kılmıştır. Çünkü tah-sîsde olan şey, hikmet ortadan kalkması bakımından, yanılmaktan ve insanların baş kaldırmasından gizli kalmayan şeydir. îmdi hüküm esîr-de umûm üzere sabit olunca, keza kıyâsen, mülkün diğer sebeblerinde de sabit olmuştur. Çünkü bu takdirde sebeb (illet). malûmdur. On­dan sonra hüküm icmâ' ile te'yîd edilmiştir. Cariyenin satıldığı vakit­te olan hayzı, yetmemiştir. Çünkü o cariyeye vâcib olan bir hayzdır. Hayz, kâmil olan hayzm adıdır. Eksik olanın değil. Mülkden sonra ve teslim almazdan önce vâki olan hayz yetmez. Çünkü o hayz illetinden önce bulunmuş olur. O da mülk ve sâhiîi olmanın her ikisidir. Şu hal­de ikisinden biri mu'teber, olmaz.

Ya da fuzûlînin satışında, satıştan sonra ve icazetten önce vâki olsa, her ne kadar o câriye müşterinin elinde ise de, bir hayz yetmez. Veya fâsid satın almada, teslim aldıkdan sonra sahi han satın almaz­dan önce vâki olan hayz da yetmez. Zikredilen hayzlar yetmediği gibi, keza doğurmak dahî yetmez, yani doğurmak mülkün sebebinden son-. ra ve teslim almakdan önce hâsıl olmuştur. Çünkü illet yoktur. Nite­kim daha önce geçti.

Teslim aldıkdan sonra bir hayz yeter. O hayızlı kimse, Mecûsî ka­dın veya Mükâtebe olsa, ondan sonra o Mecûsî kadın Müslüman olup ve Mükâtebe Kitabetten âciz olsa, yani bir adam bir Mecûsî câriye sa­tın alsa veya bir Müslüman câriye satın alıp istibrâdan önce o cari­yeyi mükâtebe etse, ondan sonra Mükâtebe kitabeti hâlinde hayızlı ol­sa veya Mecûsî câriye Mecûsî iken hayızlı olsa, ondan sonra Mükâtebe Kitabetten âciz olsa ve Mecûsî kadın îslâmı kabul etse, zikredilen o bir defa hayz, istibrâ nâmına kâfîdir. Çünkü o hayz, sebebinden son­ra bulunmuştur. Cimâın haram olması bir manîden dolayıdır, nitekim hayz halinde böyledir.

Bir adam kendi me'zûn kölesinden onun yanında hayz görmüş bir câriye satın alırsa yanında eğer o köleyi deyni istiğrak etmedi ise, o hayz istibrâ İçin yeter. Çünkü o câriye efendinin mülküne ve sâhibliği-ne satın alma vaktinden itibaren girmiştir. Eğer o köleyi borç (deyn) istiğrak etti ise, İmâm A'zanı* (Rh.A.) a göre, o hayz yetmez. îmâmeyn (Rh.Aleyhimâ) bunda ayrı görüştedir.

Ortak olan cariyeden ortağının payını satın almakla istibrâ vâcib olur. Çünkü sebeb o vakitte tamâm olmuştur. Hüküm ise illetin tamâ­mına muzâf olur.

Kaçak cariyenin geri dönmesinde ve gasb olunan cariyenin ve hiz­met için kiralanan cariyenin geri verilmesinde ve rehin konulan cari­yenin serbest bırakılmasında, mülkün yenilenmesi bulunmadığı için, istibrâ vâcib olmaz.

Bu istibrânın düşürülmesi için hileye, İmâm Ebu Yûsuf (Rh.A.) a göre, ruhsat verilmiştir, İmâm Muhammed (Rh.A.) ayrı görüştedir. Eğer o tuhr içinde satıcının cariyeyi cima etmediği ma'lûm olursa, fet­va Ebû Yûsuf (Rh.A.) un sözü ile verilir. Eğer satıcının cariyeyi cima ettiği bilinirse, fetva İmâm Muhammed' (Rh.A.) in sözü ile verilir.

İstibrâyı düşürmenin hilesi, eğer müşterinin nikâhı altında hür kadın yoksa, o cariyeyi satın almazdan Önce tezevvüc etmektir. Nikâhı altında hür kadın var ise cariyeyi nikâh etmek caiz olmaz. Nitekim yakında Nikâh Bölümünde gelecektir.

O cariyeyi tezevvüc ettikden sonra satın almaktır. Çünkü nikâhla istibrâ vâcib olmaz. Ondan sonra zevcesini satın alsa nikâh bâtıl olur. Cima helâl olur ve istibrâ düşer.

Fetâvâyı Suğvâ'da beyan edildiğine göre : Zahîrüd'dın (Rh.A.) de­miştir ki: Bazı Meşâyihin istibrâ kitabında gördüm ki, onlar cariyenin cimâ'mı müşteri için helâl kılmamıştır, ancak şu suretle ki, eğer ca­riyeyi tezevvüc etse ve cima etse, ondan sonra satın.alsa helâl saydı. Çünkü bu takdirde cariyeye kendinden olan iddeti beklerken mâlik, ol­muştur. Ama müşteri cariyeyi cima etmezden önce satın alsa, hemen nikâh bâtıl olur. Mülk sabit olunca nikâh yoktur. Binâenaleyh sebebi ta­hakkuk ettiği için istibrâ vâcib olur. O da mülk-i yemin ile .cimâın he­lâl olmasını yeni olarak meydana çıkarmaktır.

Fetâvâ sahibi demiştir ki: Bu söylenen şey Kitâbda zikredilmemiştir. Bu dakîk (ince, nâzik) ve güzel bir mes'eledir. Fetâvây-ı Suğra'mn sö-. zü burada sona erer.                                                                     

Eğer müşterinin nikâhı altında hür kadın var ise bu takdirde hile, satıcı cariyesini satmazdan önce evlendirmektir. Veya müşteri cariye­yi teslim almazdan önce, kendisine itimâd edilir bir kimse ile evlendir­mektir. Yani cariyeyi boşayacağına güvenilir bir kimse ile evlendirmek­tir. Ondan sonra müşterinin o cariyeyi satıcıdan satın alması ve sahih olmasıdır. Ondan sonra birinci kocanın o cariyeyi boşamasıdır,

İstibrâ vâcib olmaz. Çünkü müşteri başkasının nikâhlısını satın almıştır. Cinsî münâsebet de helâl olmaz. Şu halde istibrâ yoktur. Şa­yet koca o cariyeyi duhûlden önce boşasa müşteriye helâl olurdu. Bu takdirde mülkün yenilenmesi bulunmamıştır; Şu halde istibrâ da yok­tur.            .                        >

Veya müşterinin, o cariyeyi teslim almazdan önce güvendiği bir kimse ile evlendirmesidir, ve teslim alıp kocanın o cariyeyi boşamasıdır. Çünkü bu takdirde istibrâ kabzdan sonra vâcib olur ve cinsî münâsebet helâl olmaz. Kocanın boşamasından sonra helâl olduğu zaman, mül­kün yenilenmesi yoktur. Binâenaleyh «Kocası boşar» sözü de yukarı­ya bağlıdır.

Bir adam şehvetle, cinsî münâsebet mukaddimelerinden birini, nî-kâhen bir araya gelmeleri caiz olmayan iki câriyesiyle yapsa - gerek o cariyeler iki kardeş olsunlar ve gerekse nikâhen bir araya gelmeleri caiz olmayan iki kadın olsunlar - o adama ikisinden biri ile cinsî münâ­sebet haram olmuştur ve ikisinden birini kendisine haram kıhncaya kadar cima mukaddimeleri (yani öpmek, okşamak gibi cinsî ilişkiye çağıran şeyler) de haram olur. Yani iki cariyesi olan kimse, meselâ iki­sinden birini şehvetle öpse, o adamdan başka" bir kimse diğer cariyenin fercine mülk-i yemin ile veya nikâh ile mâlik oluncaya veya o adam diğerini azâd edinceye kadar, şüphesiz o adam o cariyelerin ikisinden biri ile cima edemez, ikisinden birini şehvetle öpemez ve şehvetle yapı-şamaz. Bunda asıl, Allah Teâlâ' (C.C.) nın:

«Size analarınız ve kızlarınız... h«râm kılındı.»  [60]   âyetinde olan,  üzerine «iki kız kardeşi bir arada almanız.» kavlî şerifidir. Ondan sonra onla­rın tahrîmlerinden murâd bi'1-icmâ şehveti kaza ve şehveti kazanın se-bebleri hakkında tahrîmleridir.

Erkeğin erkeği bir tek i zât ile öpmesi ve kucaklaması mekruhtur. Eğer erkeğin üzerinde gömlek veya cübbe olursa, onun öpmesi ve ku­caklaması mekruh olmaz. Atâ'dan nakledildiğine göre :

İbn Abbâs' (Rh.A.) a kucaklaşmak (muânaka) dan soruldu. İbn Abbâs (R.A.) dedi ki: Muânaka edenlerin ilki Hz. İbrahim halîlu'r-Eah-mân'dır. O kucaklaşma Mekke'de vâki olmuştur. Mekke'ye Zü'1-Kameyn geldi. Ebtah denen yere ulaştığı zaman, Zü'I-Karneyn'e, bu beldede Hz. İbrahim halil ur-Rahmâıı vardır, dediler. Bunun üzerine Zü'1-Karneyn; benim, içinde İbrahim halîlu'r-Kahmân olan bir beldede hayvana bin­mem uygun değildir, dedi. Zü'1-Karneyn atından indi ve İbrahim Aley-his-salâtu ve's-selâma yaya gitti. Hz. İbrahim Zü'1-Karneyn'e selâm ver­di ve onu kucakladı ve muânaka eden kimselerin ilki oldu.

Muânakadan nehiyde ve caiz görülmesinde bir çok hadîs-i şerîf vâ-rid olmuştur. Şeyh Ebû Mansûr el-Mâturîdî (Rh.A.), ikisi arasını bulup demiştir ki: Mekruh olan rnuânaka şehvet veçhiyle olan muânakadır. İkram ve ağırlamak veçhiyle olan muânaka ise caizdir.

Şeyh İmâm Şemsü'd-Dîn es-Serahsî (Rh.A.) ve Müteahhirînden ba­zısı teberıük için âlimin veya ehl-i takvanın elini Öpmeye izin vermiş­lerdir. [61]

Eğer erkeğin üzerinde gömlek veya cübbe olursa, onun Öpmesi ve kucaklaması, takolaşmasi (musâfanası) gibidir. Çünkü tokalaşmak mekruh değildir. Zira Enes İbra Mâlik' (R.A.) dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Biz ResûlüUah' (S.A.V.) e,'«Bizim bazılarımızın bazılarımız için eğilmesi caiz midir?» dedik, ResûlüUah, «Hayır!» buyurdu. «Bazı­mızın bazımızı kucaklaması caiz midir?» dedik. Resûlüllah, «Hayır!» bu­yurdu. Yine; «Bazımızın bazımızla tokalaşması caiz midir?» dedik Re­sûlüUah, «Evet!» buyurdu.

Hâlis azirenin satılması mekruhtur. Azire, insan tersidir. Sahih ka­vilde toprak ile veya azireye gâlib kül ile karıştırılmış olduğu halde, hayvan tersinin satılması gibi, satılması sahîh olur. Nitekim sahih kav­le göre, hayvan tersinin satılması sahilidir. Azirenin karıştırılmış ola-myle faydalanmak sahîh kavilde caizdir. Hidâye'de âahî böyledir. Zey-laî (Rh.A.) demiştir ki: «Sahîh olan, İmâm A'zanV (Rh.A.) a göre, hâ­lis insan tersi ile faydalanmak caizdir.»

Alacaklı olan Müslümanm borçlu olan kâfirin şarap parasından borcu alması caizdir. Müslüman bunun aksinedir. Yani bir Müslüma-nın bir kâfirden alacağı olsa, borçlu olan kâfirin şarabı satması ve ala­caklı Müslümanm o parayı borcu için alması caizdir. Eğer şarabı satan borçlu, Müslüman olsa, o şarap parasının borç için alınması caiz ol­maz. Çünkü şarabın satışı bâtıldır. Parası Müslifmana haramdır:

Mushaf-ı şerifin süslenmesi caizdir. [62] Çünkü bunda Mushafa ta'zîm vardır. Aşrlenmesi ve noktalanması da caizdir. Çünkü kırâetler ve âyetler tevkifidir. Onda reye yol yoktur. Şu halde aşrlenmesi ile âyet hıfz olunur ve nokta ile i'râb.hıfz olunur. Çünkü Kür'ân'ı ezberlenme­miş olan Acemî onu ancak nokta ile okuyabilir. İbn Mes'ud' (R.A.) dan, Resûlüllah (S.A.V.) in «Kur'ân'ı tecrîd ediniz.» dediği rivayet edilmiştir. Bu onların zamân-ı şeriflerinde idi. Çünkü onlar Resûlüllah' (S.A.V.) dan, ona indirildiği biçimde naklederlerdi. Okumak onlara kolay idi. Onlar noktalan i'râb hıfzına ve_ ta'şîri âyetlerin ezberlenmesini bozacağını sanırlardı. Bizim zamanımızda olan Acemî (yani Arab olmayan kimse) ise onlar gibi de­ğildir. Şu halde noktalamak ve aşirlemek güzel bulunup beğenilir. Bun-clan dolayı sûre adlarını ve âyetlerin sayısını yazmakta mahzur yok­tur. Her ne kadar sonradan ortaya çıkmış ise de güzel bulunup beğe­nilmiştir ve nice şey vardır ki zaman ve mekânın değişmesiyle değişir. Nitekim İmâm Temurtâşî (Rh.A.) de böyle demiştir.

Zimmînin mescide girmesi caizdir. [63] Mekruh değildir. İmâm Mâ­lik (Rh.A.) ve İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre, mekruhtur. Hasta olan zim­mînin ziyaretine gitmek de caizdir.

Hayvanların hayalarını çıkarmak, eşeği kısrağa çekmek ve hasta­ya şırınga (hukne) yapmak, câriye, ümmü veled ve mükâtebem'n mah-remsiz yolculuk yapması caizdir. Çünkü bunları bineğe bindirirken uzuvlarını tutmak, mahremi tutmak ve dokunmak gibidir. Kâfî'de den­miştir ki: Bu mesele Sahabe zamanında ehl-i salâh çok olduğu için caiz olmuştu.. Bizim zamanımızâa ise ehl-i fesâd çok olduğu için caiz değildir. Nih.âye'de de Şeyhu'l-İslâm' (Rh.A.) a nisbetle böyle zikredil­miştir.

Amcanın, kardeşin, ananın ve sokakta bulunan ma'sûmun mü-rebbîsinin, himayelerinde olan çocuk için, o çocuğa lâzım olan şeyi sa­tın ahvermesi caizdir. Bunun aslı şudur: Küçük çocuk için olan tasar­ruflar üç çeşittir.

Birinci çeşit, sırf faydadır. Elinde küçük çocuk olan kimse, o kü­çüğü o hâlis faydaya mâlik kılar. Gerekse o kimse, küçüğün velîsi ol­sun, gerekse olmasın. Meselâ hibe ve sadakanın kabulü gibi. Eğer kü­çük çocuk mümeyyiz olursa bizzat kendisi mâlik olur.

İkinci çeşit, sırf zarardır. I'tâk ve talâk gibi. Küçük çocuk ve onun elinde olduğu kimse o talâk ve itâka mâlik olmaz.

Üçüncü çeşit, fayda île zarar arasında mütereddiddir. Tefecilik (is-tirbâh) için satmak ve kira gibi ki buna ancak küçük çocuğun babası ve dedesi mâlik olur ve onların vasileri mâlik olur. Her ne kadar o küçük çocuk babasının ve dedesinin ellerinde değil ise de. Çünkü o çocuğa velî olmaları, hükmüyle mutasarrıftırlar. Küçük çocuğun kendi elle­rinde olması şart kılınmamıştır. Kâfi'de böyle zikredilmiştir.

Küçük çocuk için süt ana kiralamak birinci çeşittendir. Bunda dördüncü bir çeşit daha vardır ki nikâh etmektir. Nikâh etmek asabe-nin hepsinden ve asabe olmadığı vakitte zevü-erhâmdan caiz olur. Ni­kâh bölümünde inşâallâh açıklaması gelecektir,

O küçük çocuğu yalnız anasının, başkasına kiralaması caizdir. Zik­redilen kimseler bu kiralamaya mâlik olamazlar. Çünkü ana onu is­tihdam etmekle karşılıksız (bedelsiz) onun menfaatlerini yok etmeye mâlik olur. Bu mesele el-Câmiu's-Sağîr'in rivayetidir. Tahâvî şerhinde denmiştir ki: Küçük çocuğun malında velilik babanındır ve babanın vasisinindir. Ondan sonra vasînjft vasisinindir. İmdi eğer baba vefat etse ve bir kimseyi vasî eylemese velayet dedesintndir. Ondan sonra o vasinin vasisinindir. Eğer bunlardan biri yoksa velayet kâdînindir ve kâdînin ta'yîn ettiği kimsenindir. Bu zikredilen velîlerin hepsi için kü­çük oğlan ve kızın malında rna'rûf ile ticâret velayetleri vardır. Onla­rın, nefs ve malın hepsinde kiraya vermek velayeti vardır. Onların menkûlât ve akârattaki satışları ve kiraya vermeleri kıymetinin misli ile olursa veya insanların aldana geldikleri miktarın benzerî kıymetin­den daha az olursa caiz olur. Eğer çok aldanma ile olursa caiz olmaz ve küçük çocuğun idrâkinden sonra icazet üzere tevakkuf olunmaz. Çün­kü bu bir akddir ki onun için icazet veren yoktur. Zikredilen kimselerin ' küçük çocuk için kiralamaları ve satın almaları da böyledir. Eğer ma'-rûf miktar üzere olursa velîler için geçerli olur. Küçük oğlan ve kıza olmaz. Eğer küçük oğlan ve kız kira müddetinde, müddet bitmezden önce idrâk ederse hüküm böyledir. Eğer kiraya vermek nefs üzere olur­sa o küçük çocuk için muhayyerlik vardır. Dilerse icâreyi iptal eder, dilerse hoş görür ve eğer icâre, emlâki üzere olursa o küçük çocuk için muhayyerlik yoktur.

Muhit sahibi Fevâid'inde : Şayet baba veya dede veya kâdî küçük çocuğu işlerden bir işde icar eyleseler, bu icar ancak ecr-i misi ile olur­sa caiz olur, denilmiştir. Hattâ onlardan biri o küçük çocuğu ecr-i mis­linden daha az ile kiraya verse caiz olmaz. Sahih olan kavi şudur ki daha az ücret ile de olsa icâre caiz olur.

Şemsu'l-Eimme (Rh.A.), «Vekâlet Bölümü» nde şöyle demiştir: Baba küçük çocuğunu ödünç verebilir. Küçük çocuğun malını ödünç veremez. Yine demiştir ki: Bunun yorumu; şayet bu ödünç verme za­naat öğrenmek için olursa, onu ustaya verir ve o küçük çocuk ustasına hizmet eder. Fakat bunun aksi olursa caiz olmaz, El-Fusûl el-İmâdiyye'-de böyle zikredilmiştir.

Sıkılmış üzüm şırasını, şarab yapan kimseye satmak caizdir. Çün­kü ma'siyet ayniyle kâim olmaz. Belki değişmesinden sonra olur. Ehl-i fitneye silâh satmak bunun aksinedir. Nitekim daha önce geçti.

Zimmînin şarabını ücretle götürmek caiz ölür. İmâmeyn (Rh.Aley-himâ) aksi görüştedir.

Kentlerde ve köylerimizde Meçûsîye, Beyt-i nâr (ateş-gede); Yahû-dî ve Nasârâya Havra ve Kilise edinmeleri için ev kiraya vermek câîz değildir.

Musannif «köylerimizde» demiştir, çünkü İmâm A'zam' (Rh.A.) in, zikredilen şeyi çevre yerlerde (sevâdda) caiz gördüğü nakledilmiştir. Fukahâ demişlerdir ki: İmâm A'zam' (Rh.A.) m sevâd ile muradı Küfe çevresi (sevâdı) dir. Çünkü halkının çoğu ehl-i zimmettir. Fakat bizim ülkemizin çevresinde İslâm alâmetleri zahirdir. Şehir gibi orada da otu­ramazlar. Sahîh olan söz de budur. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.

Mekke-i Mükerreme'nin evlerinin binasını satmak bi'1-icmâ caizdir.

Çünkü Mekke'nin evleri bina edenin mülküdür. Görülmezini ki, bir kim­se vakî arazîsi üzerine bina yapsa satılması caiz olur. İmdi Mekke-i Mü­kerreme'nin evleri de böyledir.

Mekke'nin arazîsinin satılmasında ihtilâf edilmiştir. Ebû Yûsuf ve Muhammed (Rh.Âleyhimâ), arazînin satılmasına cevaz vermişlerdir. Bu söz İmâm A'zam' (Rh.A.) dan iki rivayetin biridir.

Kölenin kaçmaması ve karşı gelmemesi için ayağına bukağı takmak caizdir. Boğazına halka ve zincir takmak caiz değildir. Çünkü bu zâlimlerin âdetidir.

Künye adlı kitabda denmiştir ki: Boğazına bukağı koymak yani kölenin boğazına demir halka takmakda - zamanımızda çok kere kaç­tıkları için - özellikle Hintlilerde mahzur yoktur.

Kölenin tacir olduğu halde hedîyyesini kabul ve da'vetine icabet ve hayvanını ödünç almak caiz olmuştur. Kıyâsen hepsi caiz olmamak idi. Çüntfü hediyye teberrudur. Köle ise teberru ehli değildir. Lâkin is-tihsânen, zaruret için az bir şeyde cevaz verilmiştir. Çünkü o köle o az bir teberrudan. kurtulamaz. Meselâ ziyafet gibi ki, ona yol hazırlığı ya­pan kimseler gelip toplanırlar ve nice âmillerin kalblerini çeker. İmdi bunlar ticâretin zarûretlerindendir. Bir kimse bir şeye mâlik olsa, ~ o şeyin zarûrâtmdan olana da mâlik olur.

Köleye elbise giydirmek, altın ve gümüş hedîyye etmek, zaruret bulunmadığı için mekruh olmuştur.

Hadım kullanmak da mekruhtur. Zira onda insanları hadım istih­damına teşvik vardır. Çünkü hadımın kadınlar arasına karışması uy­gun görülmez.

Bakkaldan dilediği şeyi almak için bakkala borç para vermek mek­ruhtur. Çünkü bu borç (ödünç) menfaat çeken borçtur. Halbuki bu ya­sak edilmiştir. Uygun olan şudur ki-: Bakkala bir miktar para emânet koyup dilediği şeyi parça parça bakkaldan almaktır. Çünkü bu borç de­ğildir. Hattâ kaybedilse veya yitirilse, bakkaldan bir şey alamaz.

Satranç ve tavla île oynamak ve her oyun, yani nefsin arzu ettiği oyunlar mekruhtur. Çünkü îtesûiüllah (S.A.V.) :

«Âdem oğlunun her oyunu haramdır. Ancak üç oyun haranı değil­dir : Karısı üe oynaşmak, atını ta'lîm etmek ve yayı Âle ok atışmak.»

buyurmuştur.

İmâm Şafiî (Rh.A.), kumarsız ve vâcib olan şeylerin korunup gö­zetilmesini bozmaksızın, satranç İle oynamayı mubah görmüştür Çünkü satrançta aklı keskinleştirmek vardır. Bunun üzerine hüccet bizim rivayet ettiğimiz hadîs-i şeriftir.

Ok atyp yanşmakda, at ve deve yarışı yapmakda mahzur yoktur.

Eğer ikisinden biri diğerine,* sen beni geçersen sana şu kadar şey veri­rim ve eğer ben seni geçersem benim için bir şey lâzım değildir, de­mekle bir taraftan mal şart kılındı ise mahzur yoktur. Çünkü Resûlül-lah (S.A.V.) :

«Yarışma ancak devede olur veya ok atmada olur veya atta olur.»

buyurmuştur.

İkisinden biri diğerine; «Eğer senin atın geçerse ben sana şu kadar vereyim ve eğer benimki geçerse sen bana bu kadar şey ver» demekle yarışma haramdır.

Ancak o ikiye üçüncü bir kimse katılıp bu ikisi ona; «Eğer sen bi­zim ikimizi geçersen malın ikisi de senin olsun ve eğer biz seni geçer­sek senin bize bir şey vermen gerekmez.» demekle haram olmaz. Lâkin o ikisinden hangisini geçerse şart kılınan malı o alır. Keza Fıkıh oku­mak için bahse girişmek de böyledir. Hangisi doğruyu bilirse malın ona verileceği şart kıhmrsa sahilidir. Eğer malı ikisinden her biri için şart kılarlarsa, yarışmada caiz olmadığı gibi, burada da caiz olmaz.

Dua eden kimsenin:                         .

«Senden arşının şeref kürsîsi hakkına istiyorum.»

demesi mekruhtur. (Ma'kad) lâfzı iki ibare ile rivayet edilir: Birinci rivayet (Akd) dan (ma'kad) şeklinde ve ikinci rivayet (Kuûd) dandır. Ma'nâsı, Allah Teâlâ (C.C.) üzerine muhal olduğu için, ikinci rivayetin kerahetinde şüphe yoktur. Yine böylece birinci rivayet de mekruhtur. Çünkü o Allah Teâlâ' (C.C.) nın izzetinin arşa müteallik olduğu vehmini verir. Halbuki arş hadîstir. (Sonradan meydana gel­medir.) Buna göre arşa müteallik olan da bizzarûre hadîs olur. Allah Teâlâ' (C.C.) nın izzeti ise kadîmdir. Ondan ezelen ve ebeden ayrılmaz. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) : «Bu duada mahzur yoktur.» demiştir. Fakîh Ebu'1-Leys (Rh.A.) de: Mahzur Qlmamayı tercih etmiştir. Çünkü riva­yet edilmiştir ki:       .

«Allahım ben Senden arşının şeref noktası, kitabının rahmetinin sonu, yüce kudretin ve tam kelimelerin hakkı için istiyorum.» duası, Resûlüllah' (S.A.V.) in duasından idi. Belki bu iki duanın caiz olmasın­daki sır, izzeti arşı sıfat kılmak caiz olmasıdır. Çünkü arş, Kur'ân'da mecd ile ve kerem ile mevsûftur. Keza izzet Ue de nıevsûftur. Bir kim­seye gizli değildir ki şüphesiz, her ne kadar Allah Teâlâ (C.C.) arşdan müstağni ise de, o heybet ve keraâl-i kudret yeridir.

Yine duâ eden kimsenin «Fülânm hakkı için» demesi mekruhtur.

Keza, Peygamberlerin hakkı için veya Velîlerin veya Resullerin hakkı için veya Beyt'in ve Meş'ar-ı Haram hakkı için demesi mek-rûhtur.Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) üzerinde halk için hak yoktur. Allah Teâlâ (C.C.) dilediği kimseyi, üzerine vâcib olmaksızın rahmetine muh-tas kılar.

Eğer bir adam başkasına «Allah hakkı için veya Allah için şöyle yapasın» dese, her ne kadar o şeyi yapmak evlâ ise de, o şeyi yapmak şer'an onun üzerine vâcib olmaz.

Bir şehirde olan insanın ve hayvanın azığını alıp o şehrin halkına zarar yerecek kadar habsetmek mekrûtftur. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.):

«Alıp getiren (câlib) merzûktur ve muhtekir (karaborsacı) mel'" undur.» buyurmuştur. Çünkü o azıkda kamunun hakkı vardır ve o azı­ğı satmakdan kaçınmakda da o belde halkının haklarını ibtâl olduğu için ihtikâr mekruh olmuştur. Şu halde kâdînin, o muhtekirin kendisi­nin ve .ehlinin azığından fazlasını satması için emir vermesi vâcib olur. Eğer satmazsa kâdî o muhtekiri cezalandırır. Sahih kavi şudur ki, eğer satmakdan kaçınırsa, kâdî onu - İmamların ittifakı üzere - satar.

O azığı hapsetmenin müddeti kırk gündür. Bazısı «Bir aydır» demistir. Bu müddet muhtekirin dünyâda cezalandırılmış olması hakkın­dadır. Lâkin müddet her ne kadar az olsa da günahkâr olur.

Kendi arazîsinin ürününü ve başka kentten kendisinin getirdiği ürünü satması ihtikâr değildir. Çünkü bu kendisinin hâlis hakkıdır.

Ona kamu hakkı tealluk etmez.

Kâdî fiat koyma/, ancak eğer satıcılar maiın kıymetinden çok faz­la aşırı fiatla satarlarsa, ehl-i reye (Bilirkişi) danışarak fiat koyar.

Güvercin kuşlarını tutup alıkoymak, eğer insanlara zarar verirse mekruhtur. Bunu Kâdîhân (Rh.A.) zikretmiştir. El-Künye'de zikredil­miştir ki: Bir kimsenin mülkünde güvercinleri olup dam üzerine çı­kar, Müslümanların gizli hallerine muttali' olduğu halde o güvercinleri uçursa ve bu güvercinleri uçurmakla insanların camlarmı kırarsa, o kimse cezalanır ve şiddetle menedilir. Eğer bu işi bırakmazsa, o güver­cinleri muhtesib (kolcu) keser.

Müslüman olan kimseye, tırnakların! Cuma günü kesmek müste-habdir. Kâdîhân (Rh.A.) der ki: Bir adam tırnaklarını kesmek ve ba­şının tıraşı için Cum'a gününü vakit ta'yîn etse, Fukahâ demişlerdir ki; O kimse tırnaklarını kesmeyi ve traş olmayı Cuma'dan başka günde ca­iz görüp, o güne aşın bir geciktirme ile ertelese mekruh olur. Çünkü tır­nakları uzun olan kimsenin rızkı dar olur. Eğer haddi tecâvüz etmeyip Cumayx seçmekle teberrüken ertelerse müstehab olur. Çünkü Hz. Âise (R.Anhâ) Resûl-i Ekrem' (S.A.V.) in şöyle dediğini rivayet etmiştir :

«Bir kimse tırnaklarını Cuma günü keserse, Allah Teâlâ o kim-şeyi diğer Cumaya kadar ve Cumadan da üç gün fazla belâdan emîn kılar.»

Bir Müslüman, her haftada bir kere etek traşi olup ve bedenini yıkanmakla temizlenmesi müstehabdır. El-Kunye'de denmiştir ki: Ef-dal olan, her haftada tırnaklanın'kesip ve bıyığım kırkıp ve bedenini yıkamakla temizlenmektir. Eğer her haftada yapamazsa on beş günde bir kere yapmak gerekir. Kırk günden sonra terkinde özr olmaz. Şu halde efdal olan, her haftada ve ortası onbeş gündedir. En, uzağı kırk gündedir. Kırk günden fazlasında özür olmaz. Vaîde (azab tehdidine) müstehak olur. [64]

Muhît'de zikredilmiştir ki : -Ömer 1). el-Hattâb   (R.A.)  hazretleri:

Eğer düşman arazîsinde tırnaklarınızı uzatırsanız, şüphesiz uzun tır­naklar silâhtır, diye yazmış. Her ne kadar tırnakları kesmek temizlik-den ise de, mücâhidin dâr-ı harbde tırnak uzatması mendûbdur. Çün­kü eğer mücâhidin elinden silâh düşerse ve ona düşman yakın olursa, bazan mücâhid tırnakları ile düşmanı savmaya kadir olur. Tırnakları dâr-ı harbde uzatmak, bıyığı kırkmamanın benzeridir, ki sünnettir ve gâzî hakkında dâr-ı harbde uzatması, düşmanın gözüne çok heybet­li görünmek için mendûbdur.

Bîr adam namaz ilmini veya ibâdetlerle ilgili olan şeyleri insanlara öğretmek için öğrense ve diğer bir adam da onlar ile amel etmek için Öğrense, birinci adam ikinciden efdaldir. Çünkü halka öğretmenin fay­dası daha çoktur. Haberlerde vârid olmuştur: Bir saat ilim müzâkeresi bir geceyi (nafile ibâdetle) ıhyâ etmekten efdaldir. Fetâvây* Kâdîhân'-da böyle zikredilmiştir. Yine adı geçen Fetâvâ'da denmiştir ki: Bîr adam ana - babasının izni olmadan ilim öğrenmeye çıksa bunda mah­zur yoktur. O kimse ana - babasına âsî olmuş olmaz. Bazıları demiştir ki: Ana - babasının izni olmadan ilim Öğrenmeye çıkması sakallı adam olursadır. Eğer tüysüz genç olursa, çıkmaktan menedilmesi gerekir. Kâdıhân* (Rh.A.) in ilim ile muradı şer'î ilimdir ve şeriatta kendisiyle faydalanılan ilimdir. îlm-i kelâm ve ,onun benzeri değildir. Nitekim İmâm Şafiî (Rh.A.) : «Allah Teâlâ' (C.C.) nın bir kulunu kebâirin en büyüğüne atması, ilm-i kelâma atmasından hayırlıdır» demiştir. On-larm zamanında kullanılan ilm~i kelâmın hâli böyle olduysa, felâsife-nin hezeyanları ile karışık, yaldızlı, boş ve faydasız şeylerin arasında viran olan kelâmı ne sanırsın!       

Yine Kâdîhân (Rh.A.) demiştir, kî: Bir adam, fülân kimsenin kö­tülük (münker) işlediğini bilse, bu hâli onun babasına yazıp bildirse caiz midir? Fukahâ demişlerdir ki: Eğer babasına yazılsa, babası o kim­seyi o münkerden menedeceği ve men'ine kadir olacağı bilinirse, onun için babasına yazılsa helâl olur. Eğer babasının menetmeye kadir ol­duğu bilinmezse, ikisi arasında düşmanlık vâki olmasın diye, yazmak caiz değildir. Yine iki adam arasında ve sultân ile tabası ve hizmet­çileri arasında da böyledir. Emr bi'1-ma'rûf ancak, eğer onların ada-ını dinleyecekleri bilinirse vâcib olur.

Şayet bir adam oruç tutar, namaz kılar da eliyle ve diliyle de halka zarar verirse, onun kötülüğünü söylemek gıybet olmaz. Eğer onun azar­lanması ve menedilmesi için Sultâna ihbar edilse, ihbar eden günahkâr olmaz. Bir adam bir Müslüman kardeşinin kötülüklerini, Önem vererek ansa bu gıybet olmaz. Ancak öfke ile anıp sövmeyi murâd ederse gıy­bet olur.

Hafız'EbüTLeys' (Rh.A.) den şöyle dediği hikâye edilmiştir: Ben uç şeyin hakkında fetva verir idim, onlardan döndüm. Birincisi şudur: «Muallimin Kur'ân öğretmek üzere ücret alması helâl olmaz.» İkin­cisi; «Âlim olan kimsenin sultânın yanına girmesi uygun olmaz.» Üçün­cüsü de, «Köy halkı ona bir şeyler toplamaya kalkıştıkları için, âlim olan kimsenin köylere çıkıp gezmesi ve onlara hatırlatması uygun de­ğildir» diye fetva verir idim. Bu üç fetvanın hepsinden döndüm, de­miştir.

Akrabayı ziyaret (sıla-ı rahm), gerekse bir selâmla ve tahiyyâtla ve hediyye ile de olsa, vâcibdir. Bir kimsenin akrabasına yakınlık gös­termedi onlara ihsan edip lütufla muamele etmesi ve onlar ile oturup konuşması ve yakınlarını, günden güne ziyaret etmesi vâcibdir. Çünkü baları ziyaret, ülfet ve sevgiyi artırır. Belki akrabasını her Cuma veya ayda bir ziyaret eder.

Her kabile ve aşiret kendilerinden başka kimse üzerine hak izhâr etmekte, yardımlaşıp ve azıklaşmada bîr tek el gibi olur ve bazısı ba­zısının hacetini reddetmez. Çünkü reddetmek insanlar arasında ilgi ve ilişkiyi keser.

Hadîs-i şerüde vârıd olmuştur ki: «Akrabayı ziyaret (sıla-ı rahm) ömrü uzatır.»

Diğer bir hadîsde, «Akraba ile ilgiyi kesen kavm üzerine melâike inmez.» Bazı hadîslerde de vârid olmuştur ki: «Şüphesiz Allah Teâlâ (C.C.) hazretleri rahmini sıla eden kimseye sıla eder ve rahmini (yani akraba ile ilgisini) kesen kimseden de ilgisini keser.» AUahu a'lem. [65]

 

Küfür Sayılan Ve Sayılmayan Şeyler Hakkında Bir Fasıl

 

Zahire'de şöyle denmiştir : îmânın [66] sıfatını insanlara öğretmek, ehl-i sünnet ve cemâatin özelliklerini açıklamak en önemli işlerdendir. Eski bilginlerin (Allah onlara rahmet eylesin) bu konuda tasnifleri var­dır. İmânın sıfatının özeti: Allah Teâlâ' (C.C.) nm bana emrettiği şeyi ben kabul ettim, bana yasak ettiği şeyden de kaçındım demektir. Şa­yet bir kimse bu söze kalbiyle inanıp Ve dili ile de ikrar ederse onun îmânı sahih olur ve mü'm in olur. Hepsine inanmış olur.

Yine Zahîre'de denmiştir ki: Şayet bir adanı: «Benim îmânım sa~ hîh midir, yoksa değil midir bilmiyorum?» dese, hatâ etmiş olur. Ancak, eğer o şüpheyi gidermeyi murâd ederse hatâ etmez, «İyi ve güzel bir şey için, ben bilmem bu şeye bir kimse rağbet eder mi, yoksa etmez mi?» diyen kimse gibi.

Bir kimse îmânından şüphe etse ve «Ben mü'minim inşâallâhu Te­âlâ» dese, kâfirdir. Ancak, eğer te'vîL edip; «Dünyâdan mü'min oldu­ğum halde çıkarmıyım, bilmiyorum?» dese bu takdirde küfür olmaz.

Muhilde denmiştir ki: Bir kimse, küfür olduğunu bilmekle bera­ber, küfür olan lafzı söylese, eğer inanaraktan telaffuz etti ise, kâfir oİur. Eğer inanmadan veya o lafzın küfür olduğunu bümeyip söyledi ise ve fakat lafzı kendi isteği ile söyledi ise, Âmme-i Ulemâya göre, kâ­fir olur. Bilgisizlik (cehl) ile özürlü olmaz. Eğer o lafzı telaffuzu kasd etmeyip bir başka lafız söylemek isterken dilinden küfür olan lafız çık­tıysa, meselâ eğer, «Hak şudur ki, Sen Allah'sın ve biz Sen'in kulları­nız» demek isterken dilinden bu sözün aksi çıksa, kâfir olmaz.

el-Ecnâs'da, İmâm Muhammed' (Rh.A.) den nassan şöyle rivayet edilmiştir: Bir kimse «Yedim» demek isteyip «Küfrettim» dese, o kimse kâfir olmaz. Fukahâ demişlerdir ki:-Bu söz onunla Allah Teâlâ (C.C.) arasındaki niyyet üzere mahmuldür. Fakat kâdî onu tasdîk etmez.

Bîr kimse küfrü içinde gizler yahut da kâfir olmak isterse o kimse kâfirdir. Bir kimse kendi isteyerek diliyle küfür etse, halbuki kalbi îmân ile mutmain olsa kâfir olur. Kalbindeki ona fayda vermez. Çün­kü kâfir, sözüyle bilinir. Şayet kâfir olduğunu söylerse, bizim nezdi-mizde de Allah Teâlâ (C.C.) nezdinde de kâfir olur. Muhît'te böyle zik­redilmiştir.                                                   

Siyeru'l-Ecnâs'da şöyle denmiştir : Bir kimse başkasına küfr ile emretmek için azmetse, azmetmesiyle kâfir olur. Bir kimse kelime-i küfrü söylese ve bir başka kimse de ona gülse, gülen kimse kâfir olur. Ancak, eğer o başkasının gülmesi güldürücü söz olmakla zarurî olur­sa, bu takdirde gülen kâfir olmaz. Şayet bir kimse kelime-i küfrü ko-nuşsa ve bir topluluk da o konuşanın sözünü kabul etse, o topluluğun hepsi kâfir olur.

Kendi nefsinin küfrüne rızâ ittifakla küfürdür. Fakat başkasının küfrüne rızâda ihtilâf edilmiştir. Şeyhu'l-İslâm IJâher-zâde (Rh.A.) Si­yer şerhinde zikretmiştir ki: Başkasının küfrüne rızâ - ancak küfre ica­zet verir veya onu beğenirse - küfür olur. Amma böyle değil de ve tabi-atiyle şerir ve eziyet veren kimsenin küfr üzere ölmesini veya öldürül­mesini, hatta Allah Teâlâ (C.C.) ondan intikam alsın diye severse, bu takdirde küfür olmaz .

Bir kimse Allah Teâlâ' (C.C.) nın :

«Rabbimiz! Mallarını yok et, kalblerini sık; çünkü onlar inanmaz­lar..» [67] kavli şerifini iyice düşünse, bizim iddia ettiğimiz şeyin doğruluğunu anlar. Bu kıyâs üzere, şayet bir kimse bir zâlime beddua edip : «Allah Teâlâ seni küfür üzere öldürsün ve Allah senden îmânı alsın» dese ve bunun benzeri söz ile beddua etse; o kimse o zâlimin zul­mü ve halka ezası Ü2ere Allah Teâlâ* (C.C.) nuı ona intikamını murâd eylese, bu beddua onu yapan kimseye zarar vermez.

Zahire sahibi demiştir ki: İmâm Ebû Hanîfe' (Rh.A.) den edilen rivayetten Öğrendik ki; başkasının küfrüne rızâ küfürdür.

Yine bir kimsenin hatırına küfür icâb eden şeyler gelse, eğer bun-iarı kötü görerek söylerse, bunlar ona zarar vermez. Bu hâlis îmândır.

Bh kimse helâlin haram olduğuna veya haramın helâl olduğu­na inansa kâfir olur. Eğer helâl olduğuna inandığı şey haram liaynihî (kendiliğinden) ise kâfir olur. Eğer haram ligayrihî (hafâmhğı başka­sından) ise, her ne kadar helâl olduğuna inansa da kâfir olmaz. An­cak o şeyin harâmlığı kesin delîl ile sabit olursa kâfir olur. Eğer o şe­yin harâmlığı bir kimsenin ihtiyariyle olursa kâfir olmaz. Şüphesiz bu konuda söz «Fetâvâ» da yeteri kadar söylenmiştir. Talibe gereken ona müracaat etmektir.

Müslümana yaraşan, sabahta ve akşamda şu duaya sarılmak­tır. Çünkü bu duâ küfürden korunmaya sebebdir. Bu dua Peygambe­rimiz' (S.A.V.) in duâsıdır:

«Allahümme innî eûzü bike min en üşrike bike şey'en ve ene a'le-mü vestağfiruke limâ lâ a'lemü inneke ente allâmü'l guyûb.»

«Allah'ım, şüphesiz ben, bildiğim halde, Sana bir şeyi ortak koş-makdan Sana sığınır ve bilmediğim şey için Sen'den afv dilerim. Şüp­hesiz Sen gaybları hakkıyle bilensin.»

Sonra bir meselede küfrü gerektiren sebebler olsa ve onu meneden tek bir sebeb bulunsa, âlim o meneden sebebe meyi eder. O sebebleri tek sebebe tercih etmez. Çünkü tercih delillerin çokluğu ile olmaz. Bir de şu ihtimâl için ki, konuşan kimse küfrü gerektirmeyen .sebeb murâd eylemiş olabilir.

Sonra Kâdîhân'ın Fetâvâ'sında yazılmış olan meselelerdendir ki; Ye's hâlinde tövbesi makbuldür. Yâni ümidini kesmiş kimsenin Ye's îmânı makbul değildir. Çünkü kâfir yabancı (ecnebi) dir. İptidâen Al­lah Teâlâ' (C.C.) yi bilen ve tanıyan değildir. îmân ve irfan yönünden mübtedîdir. Fâsık ise bilendir ve hâli beka hâlidir. Beka ise ibtidâdan daha kolaydır. Fâsıkın tövbesinin kabulüne mutlak delîl Allah Teâlâ (C.C.) nm :

«Kullarının tevbesini kabul eden O'dur.»  [68] kavl-i şerifinin ıtlâ-kıdır. [69]                                                      

 

Yahudi, Hıristiyan Ve Putperestin Müslüman Olmasi Hakkinda Bir   Fasıl

 

Fetâvâ'da zikredilmiştir ki; bir kimse tevhidi ikrar edip risâleti inkâr etse ve o kimse «Lâilâhe illallah» dese, Müslüman olmaz. Şayet «Lâüâhe illallah» ile beraber «Muhammed'un-Resûlüllah» deseydi, Müs­lüman olurdu. Yine önce «Muhammed'un ResûlüHah» Veya «Ben İs­lâm'a girdim» dese yine Müslüman olur.

Yahûdî ve Nasârâya gelince; Şayet bunlar bugün; «Lâ ilahe illallah Muhammed'un Resûlüllah» deseler, Müslüman ol-duklarına hükmedilmez. Çünkü onlar  derler, şayet ondan bunun açıklanmasını istersen, «Hz. Muhammed Al­lah'ın size resulüdür» derler. Şu halde bulunduğu dinden beri olduğunu kelime-i şehâdete eklemedikee bu onun îmânına delâlet etmez. [70]

Şayet Nasrânî «Ben Allah'dan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim, Hıristiyanlıktan da beri olduğumu açıklarım» deyip Hıristiyanlıkdan da teberri etse, bu sözle Yahudiliğe girmesi caiz olduğu için tslâmına hükmedilmez. Çün­kü bunu Yahûdî dahî söyler. Eğer İslâm dînine girdim sözünü eklerse, ihtimâl ortadan kalkıp Müslüman olduğuna hükmedilir. Yine şayet, ben Müslümanım dese Müslüman olınaz. Çünkü bunun ma'nâsı «Ben hakka inkıyâd ederim (teslimim)» demektir ve her dinin sahibi inan­cına göre kendisini öyle kıyâs eder. İmâm A'zam' (Rh.A.) dan şöyle ri­vayet edilmiştir: Eğer bir Nasrânî veya Yahudi: «Ben Müslümanım» dese veya «Müslüman oldum» dese, ne demek istediği sorulur. Eğer, ben bu söz üe Hıristiyan dinini ve Yahûdî dinini terk edip İslâm dini­ne girmeyi murâd ederim derse, o kimse Müslümandır. Eğer, ben hak dinde Müslümanım, derse, böyle demekle Müslüman olmaz. Eğer sorul­madan cemâatle namaz kılarsa Müslüman olur. Eğer sorulmazdan ön­ce veya cemâatle namaz kılmazdan önce ölürse Müslüman olmaz., Eğer   'putperest:

derse Müslüman olur. Çünkü putperest bu iki şeyi birden inkâr eder. Binâenaleyh, hangisine şehâdet ederse İslâm'a girer.

Bir Müslüman ve bir Nasrânl, bir şeyi satın almada çekişse de, o şey Müslümana satılır, Nasrânjye, satılmaz, denilse, Nasrânî «ben Müslümanım» dese, böyle demekle Müslüman olmaz. Ancak eğer Nas­rânî «ben de senin gibi Müslümanım» derse, Müslüman olur.

Fukahâ demişlerdir ki: Uygun olan onun Müslüman olmasıdır. Çünkü sözü, başkasının sözüne cevâb olarak çıkarmıştır.

İmâm A'zam' (Rh.A.) dan bir rivayete göre : Nasrânî «Ben Müslü­manım» demekle Müslüman olur.

İki Nasrânî bir Nasrânî için, «Bu Nasrânî Müslüman oldu» diye şehâdet etseler v« Nasrânî Müslüman olduğunu inkâr etse, o iki Nas-rânînın şehâdetieri makbul olmaz. Yine Müslümanlardan bir erkek ve iki kadın şehâdet etseler, şehâdetieri makbul olmaz. O Nasrânî dini üzere bırakılır. Bütün ehl-i küfür bunda müsavidir. Eğer iki Nasrânî bir Hıristiyan kadın için «Bu kadın Müslüman oldu» diye şehâdet etseler caiz olur. O Nasrânî kadın Müslüman olmaya mecbur edilir. Bunla­rın hepsi İmâm A'zam' (Rh.A.) in sözüne göredir.

Nevâdir adlı kitâbda şöyle denmiştir: «Bir erkek ile iki kadının İslâm üzere şehâdetleri kabul edilir. İki Nasrânînin de bir Nasrânî için, «Şüphesiz bu Nasrânî Müslüman oldu.» diye şehâdetleri kabul edi­lir.» [71]

 

Nikâh Bölümü

 

Musannif, kerahet ve İstihsâmn açıklamasını bitirince, nikâhın hü­kümlerini' açıklamaya başladı. Çünkü nikâh bazı kere güzel bulunup beğenilir, bazı kere de kerih görülür. [72]

Lügat yönünden nikâhın ma'nâsında ihtilâf edilmiştir. Muhit sa­hibi ve ona tâbi olan Kâfi sahibi ve diğer muhakkikin nikâhın lûğavî ma'nâsını, zam ve cem (eklemek ve toplamak) olmak üzere ihtiyar ey­lemişlerdir. $air demiştir ki:

«Şüphesiz İd kabirler, bekârları, kadınları, dul karılan ve yetim­leri toplar.»

Yani kadını kendi nefsine zam ve cem eder ma'nâsınadır. Nikâha, nikâh denmesinin sebebi; onda şer'an iki zevcin, yani koca ile kannın biri diğerini kendisine, ya cinsî münâsebet yönünden veya akd yönün­den katıp eklediği için bir kapının iki kanadı ve ve bir çift mest gibi olduğundandır.

Şer'an nikâhın ma'nâsi: Mut'a mülkü için konulmuş akddir. Yani erkeğin kadından faydalanmasının helâl olmasıdır. Bu muta mülkü, satmak (bey1) den ihtirazdır. Çünkü her ne kadar bazı suretlerde mülk-ü yemin, mülk-ü mut'aya tâbi olduysa da, satma (bey1) mülkü yemîn için konulmuş akiddir.

Binâenaleyh bizim sözümüzde «fî mahallihâ» yani «yerinde» laf­zının eklenmesine hacet yoktur. Nitekim Nihâye'de köle ve hayvan sat­maktan (bey'den) ihtirâzen ziyâde edilmiştir. Çünkü köleler ve hay­vanların temliki mülkü mut'aya - ki cinsî münâsebettir - sebeb değil­dir.

Akd île murâd, masdar ile hâsıl olan akddir. Yoksa konuşanın fiili ile olan masdarî ma'nâ değildir. Bu akd, şer'î tasarrufun icrası olan İcâb ve kabulün irtibatıdır. Belki akd bağlanmış cüzlerdir. Yani icâb ve kabuldür. Meselâ; «Tezvîc ettimn, «Tezevvüc ettim» gibi. «Sattım ve sa­tın aldım» sözleri de böyledir. Zira Sâri' bazı mürekkebât-ı ihbâriyye-yi [73] inşâ kılmıştır. ŞÖyleki: Şayet inşâ bulunsa üzerine şer'î hüküm terettüb eder ve şer'î ma'nâ onunla beraber bulunur. Meselâ «Evlendir­dim ve evlendim» denilse, şer'î bir ma'nâ bulunmuş olur, o da nikâhtır. Onun üzerine şer'î bir hüküm terettüb eder, O şer'î hüküm mut'a mül­küdür. Keza «Sattım ve satın aldım» denilse, şer'î bir'ma'nâ bulunur. O da alış veriştir. Üzerine şer'î bir hüküm olan mülkü yemîn terettüb eder. înşâî lafız ile nıa'nâsı arasında alâka kuvvetli olduğu için ma'nâ o inşâî lafızdan ayrılmaz. Çünkü inşâ bir ma'nânın lâfızla icadıdır ki o ma'nâ vücûdda lafzla beraberdir. İnşâî lafızlar ma'nâlannın isim­leriyle-adlandırılmıştır. Şöyleki: Bey' ve nikâh zikredilmiş ve bu ikisi ile icâb ve kabul murâd edilmiştir. Bundan dolayı burada akde, nikâh ıtlak olmuştur. Halbuki akd şer'an nikâh için konulmuştur. Sanki ni­kâh bir ma'nâ için konulmuş bir akddir ki, o ma'nâ üzere mut'a mülkü terettüb eder. Şüphesiz burada dört illet vardır

a) Fâiliyet: Akdi yapanlar, b) Maddiyet: îcâb ve kabul, c) Sûri' yet: İrtibat, d) Gâiyyet: İstifâde.

İmdi, bu sözler, Sadru/ŞvŞerîa' (Rh.A.) nın söylediklerinin tahkiki­dir. Her ne kadar ibaresi ifâdeden noksan ise de Ü2erine vârid olan şey bu tahkikle savulmuş olur. Sadru'ş-Şerîa (Rh.A.) önce nikâhı, «mut'a mülkü için konulmuş bir akddir» sözüyle tefsir etmiştir. İkinci olarak: Nikâhın zikredilen irtibatla beraber icâb ve kabul olduğunu açıkla­mıştır. Bundan lâzım geldiki icâb ve kabul irtibatla beraber nikâhın ma'hâsı ola. Sonra,

«Şüphesiz şeriat, hükmî bağ ile bağlı, hissen mevcûd olan îcâb ve kabul ile hükmedip ondan şer'î bir ma'nâ hâsıl olur ki müşterinin mül­kü onun eseri olur. İşte bu ma'nâ satışdır.» sözünden, îcâb ve kabulün ma'nâsı heyetiyle beraber nikâh olması- anlaşılır. Halbuki ikisi arasın­da zıddiyet vardır,

«İşte bu ma'nâ bey'dir. Bu ma'nâ ile murâd, bu şer'î bağ ile beraber icâb ve kabulden meydana gelmiş toplam (mecmu') dır.» sözünün mef­hûmu, bey' ve nikâhın ikisi birleşmiş olmalarıdır. Yoksa ikisinden bi­rinin diğerinin ma'nâsında olmak değildir. Bu da birbirine zıt olan iki şeye zıddır. Zıddiyeti ortadan kaldırmanın vechi, bizim takrir ettiğimiz sözden zahirdir. Sen gerisini etraflıca düşün!

Nikâh yani evlenmek, i'tidâl hâlinde sünnettir. Yani cimâa kuv­vetli istek İle cimâ'dan gevşeklik arasında sünnettir. Kuvvetli istek hâ­linde vâcib olur. Haksızlık korkusundan dolayı mekruh olur. Yani karı -kocalık haklarını gözetmeme korkusu bulunursa mekruh olur.

Nikâh, îcâb ve kabul ile meydana gelir. Yani gerçekleşmiş olur. îcâb ile murâd, iki âkiddeıı ilk konuşanın sözüdür. Buna îcâb denmesinin se­bebi; buna kabul bitiştiği zaman- akdi icâbettiği yahut karşı tarafa ka-bûl muhayyerliği isbât ettiği içindir.

Scâb ve kabul, lügatin aslında mazi için konulmuşlardır. Yâni geç­miş zamanda meydana gelen şeyden haber vermek için konulmuş söz­lerdir. Bunun şart kılınmasına sebeb : Çünkü alış - veriş şer'î bir tasar­ruf yapmaktır. Nikâh da böyledir. Şer'î tasarruf ise ancak şeriatla bili­nir. Şeriat, lûgaten maziden haber vermek için konulan lafızları tahak­kuk ve sübûta delâlet etsin diye inşâda kullanmıştır. Bu takdirde ih­tiyâcı görmeye daha elverişli olur. Hâzırda yazışmakla nikâh mün'akid olmadığına bunda işaret vardır. Çünkü bir kimse bir şey üzerine bir kadına «Kendini bana tezvîç eyle.» diye yazsa ve kadın da o şey üzeri­ne erkeğin yazdığı sözün ardına «Kendimi sana tezvîc ettim.» diye yaz­sa nikâh münâkid olmaz. Mi'râcu'd-Dirâye'de böyle zikredilmiştir,

Meselâ «Tezvîc ettim» lafzı gibi. Yani eğer bu lafız kadından sâdır olursa, «kendimi tezvîc ettim» ma'nâsmadır. Veya «Kızımı tezvîc et­tim» ma'nâsmadır. Veya «Müvekkilimi evlendirdim (tezvîc ettim)» mâ'-nâsınadır. Ve bunun benzerleri gibi.

Erk ek don sâdır olursa «Tezevvüc (aidim) ettim.» lafzı gibi. Biri mâ-zî için ve diğeri istikbâl için konulmuş olan iki lafız ile dâhi nikâh mün'akid olur. Yani emir sığası için koaulan lafız istikbâl ile konul­muştur. İstikbâle misâl «Beni tezvîc eyle» gibi. Mâzîye misâl: «Tezvîc eyledim» lafzı gibi. «Konulmuş olan iki lafız ile» sözü, îcâb ve kabul üze­re att' olmasında istikbâl için konulan îcâb ve kabulden olmadığına işa­ret içindir. Çünkü Hidâye sahibi demiştir ki: Nikâh îcâb ve kabul ile mün'akid olur. İki lafızlaki, o iki lafız ile mâzî anlatılır. Yine : Nikâh iki lafız ile mün'akid olur kî, ikisinin biriyle mâzî anlatılır ve diğeri ile gelecek anlatılır. Biri mazi ve diğeri müstakbel olan, iki lafız icâb ka­bul olmadığına tenbîh için «İki lafız ile mün'akid olur.» kelimelerini tekrarlamıştır.

Belki «Beni tezvîc eyle» sözü tevkildir ve «Tezvîc eyledim» sözü hükmen icâb ve kabuldür. Çünkü bir kişi nikâhda iki tarafa velî olur. Satış (bey1) bunun aksinedir. Nitekim yakında yerinde gelecektir.

Vikaye sahibi île Kenz sahibi zannetmişlerdir ki: Hidâye'nin, sa­niyen «iki lafız ile mün'akid olur» sözü gereksizdir. Şuna binâen ki;  mâzî ve müstakbel için konulan lafız îcâb ve kabuldür, İradi ikisi de ihtisar kasdetmişlerdir. Vikaye sahibi: «Nikâh, ikisinin de lafızları mâ­zî olan îcâb ve kabul ile yapılır.» demiştir.

«Tezvîc eyledim ve tezevvüc eyledim» gibi. Veya o lafzın biri mâzî ve biri müstakbel (gelecek zaman) dır. Meselâ : «Beni tezvîc eyle ve tezvîc eyledim» demesi gibi.

Kenz sahibi: «Nifcâh, ikisi de mâzî için konulan veya ikisinden bi­ri mâzî için, diğeri istikbâl için konulan lafızlar ile yapılır. İmdi ge­lecek zaman için konulan lafzı, îcâb ve kabulden saymışlardır. Bu ise kitaplara aykırıdır.»

Tuhaftır ki, Zeylaî (Rh.A.) bundan sonra şöyle demiştir: Bu ma1-nâ, ikisinden biri mâzî olup diğeri gelecek zaman olduğu vakitte dahî mevcuttur. Meselâ, ikisinden biri : «Beni tezvîc eyle» deyip, diğeri de «Seni tezvîc eyledim» demek gibi. Çünkü «beni tezvîc eyle» sözü, vekîl etmek (tevkil) dir ve başkasının yerine geçirmek (inâbet) tir. «Seni tezvîc eyledim» sözü, onun emrini yerine getirmektir. İmdi bununla nikâh kıyılmış olur. Çünkü musannif, «beni tezvîc eyle» lafzını akdin yarısî. kabul etmiş ve şârih de bu hususta ona uymuştur. Ondan sonra, «beni tezvîc eyle» lafzını tevkil ve inâbet yapmıştır.

Bundan daha tuhaftır ki, Hidâye sahibi, bu ince fikir üzere uyar­mış İken, bu faziletli zevat bunu nasıl anlamadılar.

«Doğruyu ilham eden Allah'a hamd olsun. Dönülecek ve geri gidi­lecek olan O'dur.»                          ,

İstikbâlden, müzârîye delâlet eden sözler de kasd edilebilir. Nite­kim Mi'râcu'd-Dirâye'de, Şeyh Hamîdü'd-Din' (Rh.A.) den şöyle dediği nakledilmiştir: Müstakbel ve mâzî ile nikâhın kıyılmasının benzeri, erkeğin «Ben seni tezevvüc ederim» yani seninle evlenirim, demesi, ka­dının da, «Ben kendimi sana tezvîc eyledim» demesidir. Bununla nikâh sahîh olur. Her ne kadar iki âkidin her biri zikredilen lafızların ma'nâ-sım bilmeseler de nikâh sahîh olur.

Fetâvâyı Zahiri yy e'de denmiştir ki: Bir erkek bir kadını Arabi la­fız ile veya ma'uâsım bilmediği bir lafızla tezevvüc etse, veya kadın o lafızla kendisini tezvîc etse, eğer ikisi de bu lafızla nikâhın kıyıldığını bilirlerse, her ne kadar o lafzın anlamını bilmeseler de, bütün ulemâya göre nikâh sahîh olur. Eğer ikisi de bu lafızla nikâhın kıyıldığını bil­mezler ise, uygun olan nikâhın kıyılmış olmasıdır. İmdi bu bilmemek meselesi; talâk, ıtâk, nikâh, tedbîr, hul' ve hukûkdan ibra, bey' ve temlik meselelerinin hepsinde carîdir. İmdi talâk, ıtâk ve tedbîr hü­kümde vâkidir. İmâm Muhammed (Rh.A.) onu «Asi»m ıtâk bahsinde zikretmiştir. Talâk ve ıtâkda cevâb bilinince, uygun olanı nikâhın da­hî onun gibi olmasıdır. Çünkü lafzın kavramını bilmek ancak kasd için itibâr edilir. Ciddîsi ve şakası müsâvî olan şeyde bilmek şart kılın­mamıştır. Satış (bey1) ve satışa benzeyen bunun aksidir.

Nikâh, iki âkidin Fârisî dili ile «Verdin mi ve aldın mı?» sözlerinden sonra «mîm» siz, «verdi ve aldı» sözleriyle kıyılmış olur. Yani, kadına : «Kendini fülân kimseye karılığa ^zevceliğe) verdin mi?» denilse, kadın da (mîm) siz «verdi» dese, ondan sonra erkeğe «Kabul eder misin?» denilse, erkek de «mîm» siz, «Kabul etti» dese, nikâh sahîh olur. Böy­le demekle örf câri olduğu için nikâh kıyılmış olur. el-Mudmarât adlı eserde zikredilmiştir ki: İhtiyaten «mîm» ile «verdim» ve «kabul et­tim» demek gerekir.

Nccmüddîn Nesefî' (Rh.A.) den rivayet edilmiştir ki: Nesefî (Rh.-A.) uygun olan kadını isteyenin, «Kendini zevceliğe verir misin?» de­mesi ve kadının da «Kendimi zevceliğe verdim.» demesi gerekir, der­miş. Çünkü nikâhın, «zevceliğe» lafzını zikretmeden kıyılmış olmasında Ulemânın ihtilâfı vardır. Şu halde, meselede oy birliği olsun diye «zev­celiğe veya karılığa» lafzını zikretmeli; gerekir. Zahire'de böyle zikredil­miştir.

Satmak ve satın almak gibi. Yâni satıcıya «Satar mısın?» denilse, satıcı da «sattı» dese, ondan sonra, alıcıya «satın alır mısın?» denilse, alıcı da «satın aldı» dese, her ne kadar (mîm) ile «Sattım ve satın aldım» demediler ise Üe Örf carî olduğu için bey' (satış) sahîh olur.

Şahitlerin huzurunda «Biz karı kocayız» demeleriyle nikâh kıyılmış (mün'akid) olmaz. Keza şâhidler huzurunda bir adam bir kadın için «bu kadın benim karım (zevcem) dır», dese ve kadın da «bu benim kocam (zevcim) dır» dese, nikâh olmaz. İmâm Kâdîhân (Rh.A.) demiş­tir ki: Uygun olan cevâbın tafsil üzere olmasıdır. Eğer erkek geçmiş bir akdi ikrar etse, halbuki ikisi arasında akd olmasa, bu nikâh olmaz. Eğer kadın, erkeğin kocası olduğunu ikrar etse ve erkek de o kadının karısı olduğunu ikrar etse, bu nikâh olur. İkisinin bu sözleri ile ikrar­ları ikisi arasında yeni nikâhın inşâsı olur. Aslı olmayan akdi ikrar etmeleri bunun aksinedir. Çünkü o hâlis yalandır.

Teâtî üe de nikâh mün'akid olmaz. Teâtî: İki taraf îcâb ve kabul­den bir şey zikretmeyip belki mehrden bir miktar üzere anlaşsalar, koca veya vekîli o miktarı gönderip kadın veya vekili de o miktân alıp kendini teslim etse, nikâh kayılmış olmaz.

Bununla nikâhın kıyılmış olmamasına seheb, tereleri hiçe saymak­tan korumak hususunda titizlik içindir. Ferçlerin sânına ihtiram için teâtî ile nikâh caiz değildir.

Bu teâtî ile, satış mün'akid olur.'Çünkü satışda bu ma'nâ yoktur. Bundan dolayı bazıları demiştir ki: Âdi ve değersiz satışda mün'akid olur, değerli satışda mün'akid olmaz. Yani teati ile alış - veriş ufak tefek işlerde caiz olur. Kıymetli mallarda olmaz.

Nikâh ancak, nikâh lafzı ile ve, tezvîc ile ve temlîk-i ayn için konu­lan lafız ile sahîh olur. Hibe, temlik, sadaka, satmak ve satın almak gibi. Şu halde nikâh, icâre (kiraya verme) lafzı ile ve iare (ödünç ver­me) lafzı ile sahîh olmaz. Çünkü bu ikisi, halde menfaati temlik için-. dir. İstikbalde değil. Vasiyet lafzı ile de sahîh olmaz. Çünkü vasiyet ölümden sonra malın temliki içindir.

Gâyetu'İ-Beyân'da şöyle denmiştir : Bunun sahih olmaması, vasi­yet ölümden sonra diye kayd olunduğu vakittedir. Amma : «Ben kızım fülâneyi senin için şimdi şâhidler huzurunda vasiyet eyledim» dese ve kızı alacak erkek de^ «kabul ettim» dese, nikâh olur.

Tatârhâniyye'de denmiştir ki: Eğer mehr zikrederse temlik için konulan lafzın hepsiyle nikâh kıyılmış olur. Yani eğer vasiyet eden kim­se, mehr zikretti ise, mehr-i müsemmâ yâcib olur. Eğer mehr zikretmezse niyet ile mün'akid olur. Yani eğer mehr zikretmediyse mehr-i misi niyet ile vâcib.olur.

İki âkidin her birinin diğerinin sözünü işitmesi şarttır. Çünkü bir­birlerinin sözünü işitmezlerse iki tarafın rızâları anlaşılmaz. Bu tak­dirde nikâh kıyılmış olmaz. Daha önce bildirmiştir ki; nikâh hâzırda yazı ile kıyılmış olmaz. Şu halde birbirlerinin sözlerini işitmeleri ge­rekir.

Hür mükellef iki erkeğin, yani âkil, baliğ iki hürrün veya bir hür mükellef erkek ile iki hür mükellef kadının, beraberce iki âkidin söz­lerini işittikleri halde hâzır olmaları şarttır.

Bazıları demiştir ki: İki şahidin hâzır olması şarttır. İki âkidin sözlerini işitmeleri şart değildir. Sahîh olan kavi, işitmeleridir. Şu hal­de nikâh iki sağırın huzurunda kıyılmış olmaz. İki âkidin sözlerini anlamayan, meselâ iki Hindlinin hâzır olmasıyle de nikâh kıyılmış ol­maz. İki sarhoşun huzuru ile, söylenenleri anlarsa nikâh kıyılmış olur. Velev ki ayıldıktan sonra hatırlamasınlar.

İki şahidin biri işitse ve diğerine söz tekrariandıkda diğeri işitip, önceki şâhid tekrarlanan sözü işitınese nikâh sahîh olmaz. Ancak îmanı Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan bir rivayette, meclis bîr olursa İstihsânen sahih olur.                          

Eğer iki şahidin biri sağır olsa, sağır olmayan şâhid ona işidincc-ye kadar tekrar etse caiz olmaz.

Şayet iki şahidin biri kocanın sözünü işitse ve diğer şâhid karının sözünü işitse, ondan sonra tekrariandıkda kocamn sözünü işiten şâhid karnım sözünü ve karının sözünü işiten şâhid de kocamn sözünü îşit-se. âlimlerin çoğuna göre, caiz ol/naz. Ebü Suhey! (Rh.A), meclis bir olursa caiz görmüştür.

Musannifin, «iki âkidin sözü» demesi, Vikâye'nin «zevceynin laf­zı» demesinden evlâdır. Çünkü Vikâye'nin sözü karı - kocanın (zev­ceynin) vekillerini kapsamaz. O iki şahidin şâhidlikleri, gerek kâfirin nikâhı için olsun ve gerek Müslümanın nikâhı için olsun müsavidir,

İki şahidin, Müslüman kadının nikâhı için Müslüman olmaları şarttır. Çünkü kâfirin Müslüman için şahitlik etmesi caiz değildir. Ge­rekse o şâhidler fâsık olslın veya hadd-i kazf cezası yemiş olsunlar veya a'mâ veya karı -kocanın oğullan veya karı - kocadan birinin iki oğlu olsunlar, caizdir. Çünkü bunların her biri ehl-i velayettir. Şu halde ta­hammül yönünden ehl-i şehâdet olurlar. [74] Ancak şehâdetin edâsının semeresi elden gider, o semerenin kaçmasına da önem verilmez.

Amma, da'vâcı onların yakını olursa, yâni kan - kocanın oğullariy-le veya ikisinden birinin iki oğlu ile, nikâh sabit olmaz. Çünkü yakının (akrabanın) yakma şâhidliği caiz değildir. Aleyhine şâhidlik ederse caiz olur.

Şayet karı - koca (zevceyn), kocanın iki oğullan huzurunda nikâh-Iansalar, eğer adam da'vâ ederse onların şâhidlikleri kabul edilmez. Eğer karı da'vâ ederse şâhidlikleri kabul edilir. Eğer karının iki oğulla­rının yanında nikâhlansalar, da'vâcı kadın olursa oğullarının şâhidlik­leri kabul edilmez. Eğer koca dava ederse, şahitlikleri kabul edilir.

Nitekim Müslümamn, Zimmiyye kadını iki Zinımî huzurunda - her ne kadar Müslüman inkâr ettikde o Zimmîlerin şahitlikleri makbul ol­mazsa da - nikâhı sahîhdir. Çünkü kâfirin Müslüman aleyhine şâhidliği kabul edilmez. Da'vâcı Müslüman olursa kabul edilir.

Küçük bir kızın babası, bir başka kişiye, küçük kızını nikâh etmek için emretse, o kişi de onu bir erkek veya iki kadın huzurunda nikâh etse, eğer küçük kızın babası o meclisde hâzır bulunursa nikâh sahih olur. Bulunmazsa sahîh olınaz. Çünkü baba orada hâzır bulununca, ve-kîlin sözü ona intikâl eder. ve hükmen baba âkid olur. Vekil o erkek ile beraber veya iki kadın ile beraber iki şâhid olmuş olur. Meselâ baba gibi ki, bâliğa olan kızını bir erkeğin huzurunda evlendirse, eğer o mec­lisde o bâliğa hâzır ise nikâh sahîh olur ve eğer hâzır olmazsa nikâh sahîh olmaz. İmdi bâliğa sanki âkid ve baba ve o hâzır olan erkek iki şâhid olurlar.

Erkeğin aslını - ne kadar yukarı giderse gitsin - tezevvüc etmesi ha­ramdır. Ve ne kadar aşağı giderse gitsin fer'ini de tezevvüc etmesi ha­ramdır.

Yine erkeğe, kız kardeşini ye kız kardeşinin kızını, ne kadar aşağı giderse gitsin tezevvüc etmesi haramdır.

Teyzesini ve halasım ve erkek kardeşinin kızını, ne kadar aşağı giderse gitsin, hangi yönden olursa olsun tezevvüc etmek haramdır. Fakat amcanın ve halanın, dayının ve teyzenin kızlarım, tezevvüc ya­ni almak helâldir. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :

«Bunlardan başkası size. helâl kılındı.» [75] buyurmuştur. Bunlar muharremâtta (haramlar arasında) zikredilmiş değillerdir.

Cinsî münâsebette bulunduğu karısının kızı ve cinsî münâsebette bulunmasa bile, karısının anası ile evlenmek haramdır. Çünkü, tekar-rur etmiş bir kaidedir ki, annelerle cima etmek kızlarım haram kılar. Kızları nikâh etmek, anneleri haram kılar.

Aslının ne kadar yukarı giderse gitsin, ve fer'inin ne kadar aşağı giderse gitsin karısını almak haramdır. Yukarıda zikredilenler ndâ (süt emme) yönünden de haramdır. Yani asıldan ve fer'den ve başkaların­dan zikredilen haramlar, ndâ yönünden olsa da evlenmek haramdır.

Bu bir kaç kısma şâmil olur. Meselâ : Kızkardeşinin kızı gibi ki ne-seben kız kardeşinin süt kızma ve süt kız kardeşinin neseben kızma ve üüt kız kardeşinin süt kızına şâmildir.

Zina ettiği kadının aslını da, ne kadar yukarı giderse gitsin, tezev-vüc edemez, yani evlenmesi haramdır. Yine erkeğin şehvet ile hailsiz do­kunduğu kadinm aslı da haramdır. Erkeğe şehvetle dokunan kadının aslı ve erkeğin zekerine (erkeklik organına) bakan kadının aslı da ha­ramdır.

Erkeğin şehvetle, tercinin dâhiline baktığı kadının aslı da haram­dır. Gerekse o erkeğin bakması camdan olsun ve gerekse kadının içinde bulunduğu sudan olsun aslı haram olur.

Keza zikredilen kadınların fürûlan da haramdır. Çünkü bize göre, hürmet-i müsâhere zina ile sabit olur. İmâm Şafiî (Rh.A.) ayrı görüşte­dir. Fakat kadının ferci dâhiline bakmak aynadan veya kadının içinde olmadığı sudan yansıma ile olursa o kadının usûlü ve fürûu haram ol­maz. Yâni, erkek kadının ferci dâhiline camdan veya kadının içinde ol­duğu sudan bakarsa o kadının aslı ve f'er'i bakana haram olur. Fakat bakan kimse, kadının ferci dâhiline aynadan veya sudan yansıması ile bakarsa o kadının aslı ve fer'i bakan kimseye haram olmaz. Kâdinân' (Rh.A.) in «Fetâvâ» sın da ve «Hulâsa» da böyle zikredilmiştir.

Erkek, karısının anasını Öpse, şehvet ile öpmediği zahir olmadıkça,' karısı o adama haram olur. Erkek karısının anasına dokunsa, şehvet ile dokunduğu bilinmedikçe haram olmaz. Çünkü kadınları öpmek çok kere şehvet ile olur. Sarılmak da öpmek menzilesindedir. Kâdîhân'- (Rh.A.) in «Fetâvâ»sında böyle zikredilmiştir.

Dokuz yaşından eksik olan kız müştehât değildir. Zira dokuz yaşın­da olan kız hazan müştehât olur ve bazan müştehât olmaz. Çünkü do­kuz yaşında olan kız bedenin büyüklüğü ve küçüklüğü ile çeşitli olur. Fakat dokuz yaşma varmadan Önce müştehât [76] olmaz. Fetva bu-nunladır.

Erkeğin zina ettiği kadının aslı ve benzerleri ile evlenmesi haram olduğu gibi, nikâhda ve iddette iki kadının cem'i, gerekse o iddet bâ-yin talâkdan olsun haramdır. Bunda İmâm Şafiî (Rh.A.) ayrı görüşte­dir.

Yine cima yönünden mülkü yemin ile iki kadının - ki her hangisi erkek olarak düşünülse diğeri .o erkeğe helâl olmaz - arasım cenı'etmek yani nikâhı altında bulundurmak haramdır. Diğer bir ifâde ile o iki kadını bir akd ile veya her birini bir akd ile nikâhı altında toplamak veya birini diğerinin iddetinde cem' etmek haramdır. Gerek o iddet, bâ-yiu talâkdan olsun ve gerek ricl talâkdan olsun müsavidir. Yine iki memlûke câriye ki ikisinden biri erkek farz edilince, diğeri ona haram olsa, onların ikisi arasını cima yoluyla cem' haramdır. Çünkü bu şekil­de cem etmek, rahim ile ilgiyi (akrabalık bağını) kesmeye götürür. Çünkü kumalar atasında düşmanlık âdettir.

Bir kadın ile o kadının Önceki kocasının kızını nikâhı altında top­laması caizdir. Yani kadının Önceki kocasının başka -karısından hâsıl olan kızı ile bir arada nikâhına almak caiz olur. Zira kadın ile o kızın arasında neseben ve rtdâen yakınlık yoktur. Çünkü kocanın kızı erkek farz edilse kocanın oğlu olur. Bu ise haramdır. Fakat diğer kadın, er­kek farz edilse o kadına haram olmaz.

Eğer erkek, cima ettiği cariyenin kızkardeşini ni katılasa, nikâh sahih olur. Çünkü nikâh ehlinden sâdır olmuş mahalline izafe edilmiş­tir. Lâkin nikâh edilenle cima edilenden birini, kendisine haram kıl­madıkça, hiçbiri ile cinsî münâsebette bulunamaz. Çünkü menkûha (nikahlı) yi cima etse, ikisinin arasını .hakîkaten cima yönünden cem' etmiş olur. Eğer memlûke (câriye) yi cima ederse hükmen cima et­mek suretiyle ikisinin arasını cemetmiş olur. Çünkü nikâhlı olan hük­men cima edilmiştir. Şayet memlûke olan câriye, satış ve teslim ile hibe gibi ve i'tâk ve kitabet gibi sebeblerden bir sebeb- ile erkeğin ken­disine haram olsa menkûhamn cimâı helâl olur. Şayet menkûhayı yânf nikâhlı karısını cimâ'dan önce boşasa memlûkenin yâni câviyenin ci-mâ'ı helâl olur. Eğer memlûke yâni câriye cima edilmiş değil ise, ne hakîkaten ve ne hükmen çimâ yönünden cem' olmadığı için menkû­hayı yani nikâhlı kadını cima eder. Eğer erkek iki kız kardeşi iki akd ile tezevvüc etse.- musannifin iki akd diye kaydına sebeb ; ikisini bir akd ile tezevvüc edip, iki kız kardeşin arasını c^metmesidir - nikâh bâ^ tıl olur. İkisi de mehrden bir şeye müstehık olmazlar.   

Birinciyi unutsa. Bu kayda sebeb şudur ki, birinciyi bilirken akd yapsa ikinci nikâh bâtıl olur. O erkek ile o iki kız kardeşlerin araları ayırılır. Çünkü ikisinden birinin nikâhı yakînen bâtıl olur ve evleviyet bulunmadığı için bâtıl olan hangisi olduğunu ta'yine imkân yoktur. Tercih edilecek bir şey bulunmadıkça tercih bâtıldır. Fayda olmadığı için cehaletle tenfîze de imkân yoktur. Çünkü, kazayı hacetten başka, ikisinden biriyle faydalanmak mümkün olmaz. Kocanın, karıya nafaka ve giyim sağlamakda zararı olduğu için ve kadının muallâka gibi olma­sından dolayı terelerde araştırma caiz olmaz. Muallaka: Kocası kendi­sinden yüz çevirmiş olan kadındır. Şu halde ayırmak gerektiği belli olmuştur:

Eğer bu ayırüan iki kadın mehr isteyip, «Biz önceliği (evveliyye-ti) bilmeyiz,» deseler, onlara mehrden bir şey verilmez. Ancak iki kadın anlaşırlarsa verilir. Çünkü hak meçhule (bilinmeyen) içindir.' Şu halde öncelik da'vâsı lâzımdır. Veya kâdînin onlar hakkında hüküm vermesi için anlaşırlar. Anlaşmanın şekli şöyledir: tki kadın kâdî huzurunda, «Bizim kocamızda bir mehr hakkımız vardır. Bu hak bizden öteye geç­mez. Yarım mehr almaya ikimiz razı olduk» derler. Bu takdirde kâdî hüküm verir.                                                ,       .

Şayet iki kadının her biri beyyinesiz öncelik da'vâ ederse, ve koca duhûldan sonra aynldıysa, ikisi için iki mehrin tamâmı vardır. Çünkü mehr duhûl ile- müstekar (yerleşmiş) olmuştur. O mehrden bir şey düş­mez.

Eğer koca duhûldan önce ayırıldı ise, mehr-i m üsı:m mâlarının eşit­liği katında iki kadın için mehrin yansı gerekir. Çünkü sonuncu nikâh bâtıldır, mehri gerektirmez.

Birinci nikâh şahindir. Birinci kadın, cinsî münâsebetten önce ay­rılmıştır. Şu halde mehrin yarısı vâcib olur. Hangisi için olduğu ma'-lûm değildir. Şu halde mehrin yarısı ikisi arasında yarı yarıya bölüş­türülür.                             

Eğer o iki kadın mehr-i müsemmâlarmda anlaşamazlarsa, şayet ikisinin de mehr-i müsemmâlanmn mikdân bilinirse, ikisinden her bi­ri için mehr-i müsemmâsuun dörttebirİ gerekir. Eğer mehr-i müsem-mâları bilinmezse her biri için iki müsemmânın az olanının yarısı veri­lir. Çünkü bu yüzde yüz malûmdur. Eğer o iki kadının mehrleri tes­miye olunmazsa, ikisi için mut'a-ı vahide (bir mut'a) vardır. Bu, yarım mehrin yerini tutar. Yine ikisinin bir arada nikâh edilmesi haram olan­lardan diğer muharremler de dahî hüküm zikredilen gibidir;

Bir hak Peygamberi, kabul edip kitâbiyye olan kadının nikâhı sa-hîh olur. Sâbienin zikrine hacet yoktur. Çünkü sâbie, eğer kitabiye ise Peygamberi ikrar eder. Bunu söylemek boşuna olur. Eğer sâbie, ki­tabiye değil ise yakında onun açıklaması gelecektir.

Hac veya umre için ihrama girmiş olan kadının nikâh», gerekse o nikâh bir ihrâmlı erkek için olsun, şahindir. Çünkü ihram nikâhın sıh­hatini menetnıez.

Bir cariyeyi nikâh etmek, gerek câriye kitâbiyye gerekse o erkek Küı- kadın nikâh etmeye kudretli olsun, şahindir. İmâm Şafiî (Rh.A.) ikisinde de ayrı görüştedir. Çünkü İmâm Şafiî (Rh.A.), hür Müslüman için, kitâbiyye olan cariyeyi tezevvüc etmeyi caiz görmez. Câriye Müs­lüman olursa, hür kadın ile evlenmeye gücü olmamak şartı ile cevaz verir.

Hür kadına gücü yetmek demek, mehriııi ve nafakasını vermeye gücü yetmekle hür kadının nikâhına kadir olmaktır.

Câriye üzerine hür kadının nikâhı şahindir. Fakat hür kadın üze­rine cariyenin nikâhı, her ne kadar cariyenin nikâhı hür kadının idde-tinde olsa da, akde mâni olan nikâhın eseri bakî kaldığı için, sahih değildir.                      

Hür erkek için, hür kadınlardan ve cariyelerden ancak dört kadı­nın nikâhı şahindir. Yani hür erkeğin dörtten fazla kadını nikâhında bulundurması caiz olmaz. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :

«Hoşunuza giden kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsi­niz.» [77] âyet-i kerîmesinde açıklamıştır. Şu hâlde aded üzerine tah-sîs, o adam için daha fazlayı meneder.. İmâm Şâfü' (Rh.A.) ye göre, o kimse ancak bir câriye daha teeevvüc edebilir.

Köle için hür kadınlardan ve cariyelerden dördün yansı caizdir. Zinadan hâmile olan kadının, nikâhı caizdir. Yani onunla evlen­mek caizdir. Çünkü Allah Teâlâ' (C.C.) nın:

{(Bunlardan başkası size helâl kılındı.» [78] kavl-i şerifi altına girer. Lâkin o kadının çocuğunu doğurmazdan Önce cima olunması caiz de­ğildir. Çünkü bu, o kadını cima eden kimsenin menisi ile başkasının ekimi sulanmasın diyedir. Yoksa zânînin menisine saygı için değildir. Bu hüküm, kadını tezevvüc eden kimse zânîden başkası olduğu va­kittedir. Eğer o kadını tezevvüc ecien kimse zânînin kendisi olsa, hep­sine göre, nikâh sahih olur. Hepsine göre, o kadın nafakaya müstehak olur. Bütün Fukahâya göre, o kadınla cinsî münâsebette bulunmak o er­keğe helâl olur. Nihâye'de böyle zikredilmiştir.

Mülkü yemin ile cima olunmuş cariyenin efendisi onu cima etmek­le nikâhı caiz olur. Musannifin, «mülkü yemîn ile cima olunmuş cari­yenin nikâhı» sözüne ümmü veled de dâhil olur. Ümmü veledin hamli belli olmadıkça nikâh caiz olur. Çünkü cariyenin döşeği zayıftır. Bunun için cariyenin çocuğu efendisinin sâdece inkârı ile reddedilmiş olur. Efendinin kendi suyunu (menisini) koruması için o cariyeyi istibrâ etmesi (temize çıkarması) müstehabdır. Zina ile cima edilmiş olan ka­dının nikâhı caizdir. Hattâ bir erkek bir kadını zina eder görse de onu kendisi tezevvüc etse caiz olur. İmdi o erkeğin o kadını cima etmesi caizdir. İmâm Muhammed (Rh.A.) ayrı görüştedir. «Yâni o adamın o kadını cima etmesi caiz değildir.»

Nikâhı haram kılınmış olan kadına (muharreme) eklenmiş kadı­nın nikâhı da caiz olur. Bir erkek şayet, kendisi için haram kılınmış ol­makla veya koca sahibi veya putperest olmakla ikisinden birinin ni­kâhı helâl olmayan iki kadm ile evlense, o erkek için diğer kadının ni­kâhı helâl olur. Helâl olan kadının nikâhı sahîh olur ve diğerinin ni­kâhı bâtıl olur. Çünkü iptal eden şey ikisinden birindedir. Şu halde diğer kadın kalır.

Satış (bey') bunun aksinedir. Çünkü satılmış olan şeyden başkası şayet satılmış olan şeye (mebî'a) eklense, satılmış olandan başkasının kabulü satılmış olanın kabulü^, için şart olur. Şu halde şart fâsiddir. Halbuki fâsîd şart ile satış fâsid olur. Nikâh bunun aksidir.

Mehrden tesmiye olunan şeyin hepsi o eklenen kadın içindir. İmâmeyn (Rh.Aleyhimâ), «İkisinin mehr-î misli üzere taksim edilir,» demişlerdir. Şu halde katılana isabet edeni ona vermek gerekir, diğeri­ne isabet edeni vermek gerekmez.

Efendinin cariyesini ve kölenin hanımefendisini nikâh etmesi ca­iz olmaz. Yani efendinin kendi -cariyesini nikâh etmesi sahîh olmaz. Gerek o câriye müdebbere, ümmü veled, mükâtebe veya ortak olsun sa­hîh olmaz. Kölenin de hamm-efendisini nikâh etmesi, ikisinin butlanı üzere icrnâ' bulunduğu için sahîh olmaz.

Mecûsiyyenin ve putperestin nikâhı da sahîh olmaz. Çünkü ınecûsiyye veya putperest kadın müşriklerdendir. Şüphesiz ki Allah Teâlâ (C.C.) :«İnanmalarına kadar, Allah'a eş koşan kadınlarla evlenmeyin.» [79] buyurmuştur.

Kitabı olmayan ve yıldıza ibâdet eden sâbieyi de nikâh etmek sa-hîh olmaz. Sâbie'nin açıklamasında meşâyih ihtilâf etmişlerdir. İmâ-meyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre, sâbîe puta tapanlardır. Onlar yıldızlara ibâdet ederler. İmâm Ebû'Hanîfe' (Rh.A,) ye göre, onlar putlara tapıcı değillerdir. Çünkü onların yıldızlara ta'zîm etmeleri ancak Müslüma-îım Ka'be'ye ta'zîmi gibidir. Eğer Sâbie İmâm A'zam' (Rh.A.) m teisîr ettiği gibi ise, bi'l-icmâ nikâhı sahîh olur. Çünkü İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, Sâbie ehl-i kitâbdir. Bu takdirde yukarıda geçen şeye dâhil olur. Eğer İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) in teisîr ettiği gibi ise, bi'1-İcmâ nikah­lan sahîh olmaz. Çünkü İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre, onlar müş­riklerdir. Bundan dolayı zikredilen şey burada kayd olunmuştur. Ke­za zikredilen mecûsiyye, ve senîyye (putperest) ve sâbie'nin mülkü ye-mîn ile cimâları da caiz olmaz. Çünkü nikâh onların elmaları üzere mahmuldür. Veya biz deriz ki, nikâh nefy yerinde yâkîdir. Şu halde ci-mâa şâmil olur. Bunu Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.

Hür erkek için dördüncü kadının iddeti içinde beşinci kadını ve kö­le olan erkek için ikinci kadının iddeti içinde üçüncü kadım nikâh et­mek caiz olmaz. Yani eğer hür erkek, nikâhında olan dört kadının bi­rini bâyin talâk ile boşasa, o boyadığı kadının iddeti bitinceye kadar, diğer dördüncü kadım tezevvüc* etmek o hür erkek için caiz olmaz. Bunda İmâm Şafiî (Rh.A.) ayrı göçüştedir. Bunun benzeri, bir kız karr deşin iddeti içinde diğer kız kardeşin nikâhının cevazıdır.

Karnındaki çocuğun nesebi zevcinden sabit olan bir hâmile har-biyye kadının nikâhı caiz olmaz. Dâr-ı harbde hâmile iken esir edilen harbiyye gibi. Yani kocasından dâr-ı harbde hamlinin nesebi sabit olan bir hâmile harbiyye kadın esîr edilse, esîr eden kimsenin o harbiyyeyi, çocuğu doğurmadıkca tezevvüc etmesi caiz olmaz. İmdi o harbiyyenin hamlinin nesebi dâr-ı harbde sabit olmuştur. Nitekim bizim ülkemiz­de şâbit olduğu gibi. Şu halde bu ibare kailin «esîr eden kimsenin hâ­mili gibi» sözünden daha güzeldir. Çünkü bu ibareden akla gelen, esîr edildikden sonra hamilin husulüdür. Bu ise bâtıldır. Çünkü bu tak­dirde neseb sabit olmaz. Veya hamlinin nesebi efendisinden sabit olan bir hâmile cariyenin nikâhı, o efendi bu cariyenin hamli bendedir diye, iddia etmekle caiz olmaz. Veya hamlinin nesebi efendisinin tezvîc ey­lediği başka kimseden sabit olan bir hâmile cariyenin nikâhı da caiz olmaz. Şüphesiz bu hamlin efendide olduğu gibi nesebi sabittir.

Mut'a nikâhı da caiz değildir. [80] Mut'a nikâhı: Bîr erkeğin bir kadın için, maldan şu kadar şeyle şu kadar müddette ben senden fay­dalanayım, demesidîr.                                    .

Muvakkat nikâh da caiz olmaz. Yani bu muvakkat nikâh, bir er­keğin bir kadım iki şahidin şehâdetiyle o güne dek tezevvüc eylemesi gibidir.  [81]

Bir kadın bir erkeğin kendisini tezevvüc ettiğim iddia edip ve iki şâhiu de o erkeğin o kadını tezevvüc ettiğine şâhidlik edip ve karısı ol­duğuna hükmedilse, halbuki o erkek o kadım tezevvüc etmemiş olsa, o erkeğin o kadını cima etmesi helâl olur. O kadın için bu meselenin aksinde nefsini teınkîn dahî vardır. İmdi bu «aksinde» sözü İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. İmâm EM Yûsuf (Rh.A.) un ilk sözü de budur. Ebû Yûsuf (Rh.A.) un ikinci kavline göre ki, İmânı Muhammed* (Rh.A.) in kavli de budur, o erkek için cimâa cevaz yoktur Bu söz İmâm Şafiî' (Rh.A.) nin de sözüdür. Çünkü kâdî hüccette yanılmıştır. Zira şâhidler yalancıdır. Nitekim şâhidlerin köle veya kâfir olduğu belli ol­sa, hüküm budur.                                                         

İmâm Ebû Hanîfe' (Rh.A.) nin delüi şu rivayettir : Bir adam bir kadın üzerine delil getirip Hz. Ali' (R.A.) nin (Allah Teâlâ (C.C.) onun yüzünü ağartsın) huzurunda, bu kadın o adamın karışıdır, diye iki kişi şâhidlik ettiler. Hz. Ali (R.A.) de şâhidlerin şahâdetiyle hüküm verdi. O kadın Hz. Ali' (R.A.) ye; «Eğer bu adamdan benim için kurtuluş yok ise, beni ona tezvîc edin (evlendirin),» dedi. Hz. Ali (R.A.) de «Se­nin iki şahidin seni evlendirdiler (tezvîc ettiler).» dedi. Eğer nikâh kı­yılmış olmasaydı, o kadının istediği şeyi Hz. Ali (R.A.) yapardı.

Şart ile nikâhın bağlanması sahih olmaz. Yani bir adam kızı için : «Eğer sen şu eve girersen, ben seni fülân kimseye tezvîc ettim (ev­lendirdim).)) deyip ve fülân da, «Ben de o kızı tezevvüc ettim» demesi gibi. Çünkü, her ne kadar nikâh sahîh olursa da, ta'lîk sahîh olmaz. Nitekim tekarrur etti ki, şart ile bağlamak (ta'lîk) sırf ıskatlara mah-sûsdur, talâk ve ıtâk gibi bunlarla yemin edilir. Iskatlar bunlardan öte­ye geçmez. Nikâh bunlardan değildir.

Nikâhı gelecekte bir emre izafe etmek sahîh olmaz. Meselâ bir ada­mın Muharrem ayında; ben onu Saferde fülâna tezvîc ettim, deyip ve fülân da ben onu kabul ettim, demesi gibi ki, nikâh sahîh" olmaz. Yani şart bâtıl olur, nikâh bâtıl olmaz. Ancak o şart mevcutsa bâtıl olmaz.

Mecmûu'n-Nevâzil adlı kitâbdan İmâdiyye'de nakledilmiş ki: Şim­di ma'lûnı olan bir şart ile nikâhı bağlamak caiz olur, ve bu ta'lik değil, hakîki nikâh olur. O bağlama, *bir kimsenin diğer bir kimseye, sen kı­zını bana tezvîc eyle demesiyle olur. Diğeri de, ben o kızı fülân kim­seye bundan önce tezvîc ettim, der, kızı isteyen de o sözü tasdik et­mezse, imdi kızın babası, eğer ben bu kızı bundan önce fülân kimseye tezvîc etmedim ise ben bu kızı sana tezvîc ettim, demesi ve o kimsenin de kabul ettim, demesiyle olur. Halbuki o babanın bundan önce o kızı tezvîc etmediği anlaşılsa, bu nikâh kıyılmış olur. Çünkü mevcut şarta nikâhı bağlamak, gerçekleştirmektir. O nikâh tamamlanmış olur. Bu­nun tahkiki   «Büyü'   Bölümü»   nün sonunda gelecektir. [82]

 

 



[1] Cîbâd: Kâfir veya âsîlerle çarpışmak için gücünü kuvvetini sarfetmeye gerîatte cihâd denir. Cihâd; fazileti pek' büyük olan hâlis bir ibâdettir.

Cihâd farz-ı kifâyedir; ancak umûmî seferberlikte eli silâh tutan herkese farz-ı «yn olur.

Müslim' (Rh.A.) in; Ebû Hüreyre' (Rh.A.) den rivayet ettiği hadîs-i jerîfte Resû-liiUah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

«Her kim harb etmeden veya harbetmeyi gönlünden geçirmeden ölürse nifakın bir şubesi üzerine Ölür.

Ahmed (Rh.A.) ve Nesâî' (Rh.A.) nin Enes' (R.A.) den rivayet ettikleri bir hadls-i şerifte Peygamber (S.A.V,) Efendimiz:

«Müdriklerle mallarınız, canlarınız ve dillerinizle mücâdele edin» buyurmuştur.

Bu hadîs-i şerifteki ma'nâ Tevbe sûresinin 89. âyet-i kerimesinde de mevcuttur.

[2] Bk. Hicr sûresi (15); âyet: 85

[3] Bk. En'âm sûresi (6); âyet: 106

[4] Bk. Nahl sûresi (16); âyet: 125

[5] Bk. Hacc sûresi (22); âyet: 39

[6] Bk. Tevbc sûresi (9); âyet: 5

[7] Blc. Enfâl sûresi (8); âyet: 39

[8] Bk. Tevbo sûresi (9); âyet: 36

[9] Bk. Tevbe sûresi (9); âyet: 29

[10] Cumhûr-u ulemâ'ya göre; ebeveyn veya onlardan birisi evlâdını harbe gitmekten me-nederse, evlâdın harbe gitmesi haram olur. Ancak, ebeveynin Müslüman olmaları (arttır.

Çünkü Müslüman olan ana - babaya itaat umûmî olarak farz-ı ayn, cihâd ise farz-ı kıfâyedir. Fakat, cihâd farz-ı ayn, yâni umûmî seferberlik mâ'nasında olursa,  evlâdın ebeveyni  bırakıp  cihâda  koşması  gerekir.   Çünkü,   bu  durumda cihâdın  te'min  ettiği faydalar umûmîdir. Âmmeyi alâkadar eden maslahatlar ise dâima tercih olunurlar. (Selâmet.Yolları, Ahmed Davudoğlu, C. IV.)                .                               .

[11] İmâm Nesâî? (Rh.A.) in Ebû Hüreyre' (R.A.) den tahrîç ettiği hadîs-i şerifte Resuldü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz:

«Büyüğün yâni âcizin ve kadınla zailin cihâdı hacedir.» buyurmuştur.

Hadîs-i şerifler; kadına cihâdın vâcib olmadığına, Hacc veya Umre yapmaları ken­dilerine cihâd sevabı kazandıracağına delildir. Bununla beraber, hâdis-i şeriflerde ka­dınlara cihâd caiz olmadığına delâlet yoktur.

Buhârî'nin «Kadınların harbe çıkmaları ve harbetmeleri babında» İmâm Müslİm'-(Rh.A.) in Eries' (R.A.) den rivayet ettiği hadîsten; kadınların harbe katılabilecekleri ama yalnız müdâfaa harbi yapabilecekleri  anİaşılabilfrıektedir.

Buhâri'de; kadınların harbe gittikleri takdirde yapacakları cihâdın askere su ve erzak taşımak, yaralılara bakmak gibi şeylerden ibaret olacağını bildiren rivayetler vardır. (Selâmet Yollan. C. 3, Ahmed Davudoğlu)

[12] N e H r: Lûgatta topluluk ma'nâsmadır.  Istılahda,  canlarına,  mallarına çoluk ve ço­cuklarına saldırmak üzere düşmanın gelmekde olduğundan bir beldede bulunan halkın

haberdâr edilmesidir ki, bu halde o belde ahâlîsinden gücü yeten. Müslümanlar üzerine Cihâd farz olur. Çoğulu: Enfârdır.

Gazaya çıkılmasını ilân ve taleb eden kimseye (müstenfîr) denir. Savaşa sürükleoib götürülenlere de (nefr) adı verilir.

Nefîr-i âmm: Savaş bölgesinde bulunan bütün efrâdm savaş için seferber hâline gelmesi demektir ki buna, düşmanın bir İslâm beldesine ansızın saldırdığı ve düşmanı bir kısım islâm kuvvetlerinin defedemjyeceği takdirde müracaat olunur ve bunun dâiresi ihtiyâca göre genişler, İslâm âleminin imkân ölçüsünde doğusuna ve batısına kadar yayılır. Bu, genel bir seferberlik, demektir.

Nefîr-i hâss: Savaş. için yalnız bir kısım fertlerin seferber hâline gelmesi demektir. Bu kısmen seferberlik hâlidir. Bu, fazla kuvvet toplamaya lüzum görülmediği takdirde iltizâm edilir. Meselâ, sınırlardan birinde zuhur eden bir haıb olayını savmak için o bölgede bulunan İslâm kuvveti yettiği takdirde diğer efradın silâh altına celbine lüsura görülmez.

[13] Cnl alel'cihâd: Gazada bulunmak üzere alınıp verilen ücrettir. Cihâdına yardım olmak üzere mücâhidlere verilen atiyyeye cul denilmiştir,

[14] Fahr-İ Kâinat' (S-A.V.) in küffârdan istenmesini tavsiye buyurduğu üç şey: İSLAMA DA'VET, VERGİ ve

HARP'tir.

Süleyman b. Büreyde'den o da babasından (Rh.Anhümâ) işitmiş olarak rivayet olun-mufftur.

Baban demlgtlr ki:

Resûlüllah (S.A.V.) bîr orduya veya müfrezeye kumandan ta'yin ettiği zaman, ona yakınları hakkında Allah'tan korkmasını tavsiye eder; yanında bulunan Müslümanlara da hayn tavsiyede bulunur; sonra:

«Allah'ın adile Allah yolunda gaiâ edin; Allah'a küfredenlerle çarpışın. Gaza edin,

fakat «anime* hususunda hıyanette bulunmayın; hem gadîretmeyin, kimsenin bir yerini kesmeyin; hiçbir çocuğu Öldürmeyin. (Kumandan!) Müşriklerden dan düşmanınla kar-SÛagUğm zaman onları üç haslete da'vet et. Bunların hangisi hususunda sana icabet ederlerse hemen kabul eyle; ve kendilerini serbest bırak. Onları İslama da'vet et; eğer sana İcabet ederlerse derhal kabul et. Sonra onları kendi yurtlarından muhacirler di~ yârma göçmeye da'vet eyle. Eğer kabul etmezlerse kendilerine haber ver ki, Müslüman­ların yerlileri gibi olacaklar; onlara ganimet ve yağmadan bir şey verilmeyecektir. An­cak Müslümanlarla birlikte mücâhede ederlerse o başka. Eğer İslâmiyet! kabul et­mezlerse o halde kendilerinden cizye iste. Sana icabet ederlerse bunu onlardan kabul et Kabul etmezlerse artık Allah'tan yardım dileyerek kendUeriie harbet. Bir kal'a ahâ­lisini muhasara altına alır da sana Allah ve Resulüne ahd-ü peymân vermeni teklif ederlerse bunu yapma; lâkin onlara kendi zimmetinde ahd-ü peymân ver. Çünkü sii kendi ahd-ü peymânınızg bozarsanız bu Allah'a verilen ahdi bozmanızdan ehvendir.

Şayet senden kendilerini Allah'ın hükmüne havale etmeni İsterlerse bunu da yap­ma. Bilâkis kendi hükmüne bırak. Zira sen onlar hakkında Allah'ın hükmüne İsabet edip edemeyeceğini bilmezsin»» buyururdu.

(Selâmet Yollan, Ahmed Davudoğhı, C. 4)

[15] Bk. Lokman Sûresi (31); âyet:  15

[16] Emân: Korkusuzluk, rahatlık, endişeden beri olmak ma'nâsınadır. Karşıtı: korku (havf) dır. Emen, emene, imn kelimeleri de emân ile eşanlamlıdır. Korkusuz, endişe­den bert, hayâtı mahfuz kimseye de («mln), (âmin) denilir.

Savaş terimi olarak emân: Emniyete ve güvenliğe kavuşması hakkında düşmana verilen söz veya yapılan işâretden ibarettir, îsti'mân da emân İstemek ve emâna nail olmak "demektir. Emâtım bir çok çeşitleri vardır. Meselâ Emân-i sarih: Bir kimseye karşı; Sana emân verdim, siz eminsiniz, size bir zarar yoktur gibi bir tabir ile verilen

emândır.

Emân bUTdtâbe: Ehl-i harbe emannârae gönderilmek suretiyle verilen emândır. Şu kadar var ki, bu emannâmeyi gönderen zâtın emin, müslüman, diğer şartları hâiz bir kimse olduğu malûm olmalıdır. Bu, açık delil ile bilinmedikçe emân tahakkuk etmez.

[17] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 3-11.

[18] HanefOere göre cizye; Arap olsun, Acem olsun, ehl-i kitap denilen Hiristİyanlarİa, Ya­hudilerden ve Mecûsîlerle Acem putperestlerinden alınır. Arap putperestlerde Mürted-lerden alınmaz. Bunlar ya Müslüman olur yâhud kılıçtan geçirilirler. Kadın, jjpcuk ve sakatlara da cizye yoktur.

Cizye Hicret'in 9. yılında (M. 630) meşru' olmuştur. «S. yılda meşru' olmuştur.» di­yenler de vardır.

(Selâmet Yollan. Abmed Davudoğİu. C. 4)

[19] Men:   Esirleri  bir lütuf olarak  mcccânen  salıvermek, düşmanın   dâr-ı  harbe dönüp gitmesine bedelsiz müsaade etmektir. Bu kelime esasen  lütf  ve  ihaân  ve minnet ma'nâlaruıa da gelir.

[20] t h r â z (muhrez): İhraz, bir malı harz denilen mahfuz bir yere koymak, ma'nâsın«fir. Düşmandan alınan bir mal, alanların mahfuz olan ülkesine sokulmakla İhraz edilmif <muhrez) olur.

İhraz lafzı, maddî veya manevî bir şeyi kazanıp elde etmek ma'nâsında da kullanılir. Ganimetlerin ihrazı, zafer ihrazı gibi.

[21] M ü s û': Şayi hisseleri ihtiva eden ortaklasa şeydir. Meselâ:. İki kimse arasında yarı yarıya ortak olan bir mal müşâ'dır. Başka bir ta'rîf ile: Ortaklaşa olan bir maldaki yarım, dörtte bir, üçte bir gibi, şayi' hisselerden her hangi biridir. Hisselerden her biri bil malın cüz'üne yayılıp şâmil bulunmuştur.

[22] Bk. Enfâl sûresi (8); âyet: 65

[23] Nefel: Gaza eden askere ganimet hissesinden fazla olarak verilen mükâfattır.

[24] Seriyye: Ordudan çıkıp yine orduya dönen 500 kişi kadar asker kit'asıdır.  Geceleyin vazifeye çıkanlarına seriyye; gündüz çıkanlara sâriye denir.

Kamus Tercümesine göre; Seriyye düşman üzerine sevkedijen en az 5 en çoğu 300 veya 400 kişilik asker topluluğuna seriyye denir. Gece vakti yol aldıkları için bu isim verilmiştir. Dilimize Çete olarak girmiştir.

(Selâmet Yolları. Ahmed Davudoglu. C. 4)

Hadîscilerle Sîyerciler Peygamber (S.A.V.) Efendimizin bizzat kumanda ettikleri harblere Gazve; Ashâbdan birisinin kumandasında sevk ettiği kuvvetlere de seriyye derler. îslâm Tarihinde 27 Gazve vardır. Seriyyelerin en meşhuru 47 tanedir.

Gazvelerin ilki; «Ebvâ» gazvesi diye de anılan «Veâdan» gazvesidir. Hicret'in II. ayının başlarında Sefer ayında vuku' bulmuştur.

Ebvâ; Furu' Üe Cuhfe arasında; Medine'ye 23 mil (43585 m.) mesâfe'de bir karyedir.

İlk Seriyye ise; Hicretten 7. ay sonra Raraazan'da Cühenîlerin arazîsinde bulunan Sîf-Ül-Bahr mevkiinde vuku' bulmuştur. Hı. Hanım (R.A.) kumandasındaki 30 kişilik lalam seriyyesi; 300 kişilik Kureyş süvârisiyle karşılaşmış, fakat iki tarafın da dostu ve müttefiki olan Mecdî b. Amr b. Ciihenî'nin arabuluculuk etmesi sonucu, kan dö­külmeden, sulh yapılmıştır.

(îslâm Tarihi. CİM. Âsun Koksal)

[25] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat:  12-19.

[26] Semen: Satılan şeyin bahâsıdır.

[27] İvaz: Bir şeye karşılık olarak verilen veya alman şeydir.

[28] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 20-24.

[29] (I)   Müste'men   (Müste'min):   İsti mân,   emân   istemek,   emâna   nail   olmak   ma'nâsına

gelir. Bİr şahsın yabancı bir milletin ülkesine girmek İçin o milletin hükümetinden müsaade istemesi, ma'nâsmda kullanılır. Bu halde başka, bir milletin, ülkesine emân ile, müsaade ile giren kimseye de «müzemin» denir.  çerek müsiim,» gerek zirnmî veya harbi olsun.

Böyle bir müsaade ve kin ile başkanının yurduna giden bir yabancı; canı, malı ve namusu hakkında emin, korkudan âzâde bir halde olduğu için kendisine «müste'min» denilir. Buna «Müste'men» de denilir. Bu takdirde «kendisine emân verilmiş olan kim­se» ma'nâsııiı ifâde eder.-

Müste'minler dört kısma ayrılır:

1- Dâr-i  harbe (bir  yabancı memleketine) emâ  ile.   yâni,  Özel   bir   müsaade ile gitmiş olan Müslumanlardır.

2- Dâr-ı harbe emân ile gitmiş olan Zimmîler.

3- Dâr-ı İslâm'a emân ile gelmiş olan Harbîler.

4-- Bir dâr-ı harbden diğer bir dâr-ı   harbe, yâni  bir gayri  mıi-djm eaıebî mem­leketinden   diğer gayri  müslim  bir ecnebi memleketine   müsaade  ile   gitmiş olan   gayri

müslimler,

(Hukûk-î  islâıniyye  ve  lsOlahât-ı   rıkhiyye Kamusu,  C.   3  Ömer  Nasûlıi   bilmen)

[30] Bk. Nisa sûresi (4); âyet: 92

[31] Menea: Kuvvet, cemâat. Bu kelime, hem isim, Kem mascİar, hem de mâm'iıı çoğulu olabilir. Çoğul olduğuna göre : «Bir şahsın hâmisi ve aşireti olan kimseler» demek olur ki, o   şahsa   başkalarının  tecâvüz etmelerine   mâni   olurlar.   Kuvvet   ve   cemaata   sâhib olduğu için asker veya, orduya da menea denebilir.

En az on ve bir kavle göre dört kişiden müteşekkil bir kuvvete mâlik olan kim­seye «zî menea», (sahibi menea) denir.

[32] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat:  25-30.

[33] Müslümanların eli  altında hâkimiyetleri dâiresinde bulunan  yerler  birer dâr-ı  Islâra1-*    dır ki, Müslümanlar oralarda güvenlik içinde yaşayarak dinî görevlerini yapmaya muk­tedir olurlar,

Müslümanlar ile aralarında barış ve andlaşma bulunmayan gayr-İ müslimlerin hâ­kimiyetleri altında bulunan yerler de birer dâr-ı harbdir. Bunların gayri müslim ahâ­lisinden her birine «harbî» denir.

Bîr dâm harbin dâr-ı İslâm hâline gelebilmesi için yalnız bir şart vardır ki, o da, o darda İslâm ahkâmının uygulanmaya başlanmasından ibarettir. O ülkenin içinde eski gayr-i müslim ahâlisinden bazıları  mukîm bulunsa  da ve  o  ülke  dâr-ı  îslâma bitişik olmasa da dâr-ı İslâm sayılır.

Bundan dolayı İslâm mücâhitleri gayr-i müslimlere âid bir ülkenin her hangi bii beldesini feth ederek İçinde Cuma, Bayram vesaire gibi İslâm ahkâmını uygulamaya başlasalar, o belde bir dâr-ı İslama dönüşmüş olur. Bu husûsda bütün hanefî müetehid-leri müttefiktir.

Bîr dâr-ı İdamın - Allah korusun - bir dâr-ı harbe dönüşmek, İmâm A'uun' (Rh.A.) a güre gu üç şartın tahakkuk etmesiyle olur;

t —Dâr-ı harbe bitişik olmalıdır.

2  — İçerisinde $kk ahkamı uygulanmalıdır.

3  — teinde evvelki emân ile emin bir Müslüman veya zîmmî kalmamış olmalıdır,

Evvelki (ilk) emândan maksad, Müslüman İçin İslâmiyet i bakımından, zimmî için . de zimmet akdi sebebiyle İslâm hükümetinin kuvvetine dayanarak sabit bulunan em­niyet ve selâmettir.

Bu aç şart tahakkuk etmedikçe bir belde veya bir ülke dâr-ı harb sayılmaz.

Bu kavle göre, bir' İslâm ülkesi sadece ehî-İ harbden birinin galebe ve istüâsıyle veya ahâlîsinin İslâm dîninden çıkarak ahkâmı küfrü uygulamasıyle^veya içindeki ehl-i zimmetin ahdi bozarak tegallübde bulunmasıyle dâr-ı harbe dönüşmüş olmaz. Meğerki mezkûr üç sattın üçü de tahakkuk etsin.

Zikrettiğimiz üc şartsa tahakkuku ile dâr-ı harbe dönüşen bir İslâm beldesi tekrar İslâm mücâhitleri tarafından feth edilip geri alınınca önceki hükmüne rücû eder. Yâni: Arazîsi öşriyye İse yine öşriyye, harâciyye ise yine harâciyye olur. Kadîm ahâlîsi, tak­simden Önce geri  dönünce   mallarını   meccânen   alırlar, taksimden  sonra  gelince  de yalnız kıymetleriyle alabilirler.

hnâmeyn1 (Rh. Aleyhimâ) e göre, herhangi bir İslâm beldesinde ahkâmı küfr İcra edilmeğe bağlandığı, yâni; Harbi olan, hükmü geçerli bir hükümdarın istilâsına uğradığı takdirde dâr-ı fearb h&line gehniş olur. Çünkü bir ülkenin dâr-ı harb olması, gayr-ı müs­limlerin kuvvet ve üstünlüğü ve ordusu itibarîyledir. Bunları da hükmü geçerli olan hükümdarları ve hükümetleri temsil eder.

Bundan dolayı, dâr-ı İslama bitişik de olsa, hükümdarları harbî olan her hangi bir ülke, bir dâr-ı harb bulunmuş olur. Müftâ bih olan da budur. Şafiî fukahâ&ımn beyânına göre, dâr-ı İslâm şöylece üç kısmıdır;

1  — Müslümanların ikâmet etlikleri  beldeler.

2  — Müslümanların feth edip eski ahâlîsini içerisinde bir cizye karşılığında iskân ey­ledikleri beldeler. Bunların arazîsi, gerek kendilerine temlîk edilsin ve gerekse edilme­sin. İslâm hükümetinin istilâsı altında bulunması yeter.

3  — Evvelce Müslümanların ikâmet edip sonraları gayri müslİmkrîn zaM ettikleri bel­delerdir. Müslümanların bu beldelere olan  kadîm istilâsı, bunlarda dâr-ı  İslâm olmak hükmünün istimrarı için yeter.

Demek oluyor ki: Bir belde bir kerre dâr-ı İslâm oldu mu, artık ondan sonra mut­laka, yâni: Gerek sonraları orayı gayr-i müslimler ele geçirsinler ve gerekse ele geçir­mesinler ve orada Müslümanların İkâmetine gerek müsâde etsinler ve gerekse etme­sinler, orası dâr-ı küfr ve dâr-ı harb hükmünde olamaz.

 

[34] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 31-32.

[35] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 33-36.

[36] Müslümanlar düşman memleketine girip de bir cehri veya kal'ayt muhasara ederlerse; ordu komutanının yapacağı Ük is, o yer halicini İslâm Dinine da'vettir. Bunu kabul ederlerse maksad hâsıl olduğundan muharebeden vazgeçilir.

Eğer tsîâm Dînine dVvetl kabul etmezlerse ötejc ödemeye da'ı-et edilirler. Çün­kü Peygamber (S.A.V.) Efendimiz ordu komutanlarına bunu emretmiştir. Bunu da kabul etmezlerse; Allan1 (CC) tan yardım dileyerek harbolunur. Harbte Müslümanlar muzaffer olurlarsa komutan İki şey arasında muhayyer olur:

a)  İsterse alınan esirleri öldürür veya köle yapar yahud Müslümanlara zimmî ola­rak bırakır.

b)  Dilerse mallarını gâzîlcr arasında taksîm eder; yahud mallarını mülklerini ken­dilerine bırakarak arazilerinden harâc, kendilerinden de cizye alır.

CiKye Hicretin 9. yılında (M. 630) meşru' olmuştur. «H, 8 yılda meşru1 olmuştur.» diyenler de vardır.

[37] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat:37-42. 

[38] Bk. Feth sûresi (48): âyet: 16

[39] Resûl-i Ekrem' (S.A.V.) e nübüvvet geldiği zaman ona ilk İmân eden Hz. Hadice (R.An-hâ) dır. Bir gün sonra da Hz. Ali (R.A.), erginlik çağına yakm olduğu halde Müslüman olmuştur. Bundan dolayı Hz. Alî (R.A.) mü'rain olduğu halde bulûğ yaşına ulaşarak asl| putlara tapmamıştır. Yukarıda geçen şiirinin devamı, Firuzâbâdî'nİn Kamusunun Âsun Efendi tarafından yapılan tercemesinde, « s ı h r » kelimesinin açıklamasında (Kamus Tercemesî, C: I) şöyle, geçmektedir:

«Bıyığı henüz terlememiş, erginlik çağına uîagnuunif bir çocuk İken İslâm'a (gir­mekle) sizi geçtim.

Allah Tealâ' (C.C.) nın Peygamberi olan Hz. Muhammed (S.A.V.) benim kardeftm tc kayınpederlmdir.

$ehtdlerin efendisi olan Hz. Jtsamza (R.A.) benim amcamdır.

Sabah, akçam meleklerle beraber ucan Hz. Ca'fer (R.A.) benim anamın oğludur.

Hz. Muhammed' (S.A.V.) in kızı olan Hz. Fâtıme (R.A.) benim can yoldaşım reercemdir. Onun eti, beolm kanun ve etimle kanpnıştır.

Ahmed'in (yâni Hz. Muhammed' (S.A.V.) in) iki torunu (Hz. Hasan (R.A.) ile Hz. Hüseyin (R.A.)) Hz. Faüme' (R.A.) den doğmu; benîm İki cocuğumdur. Bundan dolayı o benim hissem gibi hisse iddi* ederj»

Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat:  43-49.

[40] Bâğî (Bağy): Zulüm, isyan, cinayet, fesat ve doğru yoldan sapmak gibi ma'nâlara gelir. Istılahta ise: Hükümete isyan eden kimselere bâğî, denir.

Bâğîler, kendilerini koruyacak ordu ve silâhlan olan bir taifedir. Bunlar kendi­lerini haklı görerek te'vil yolu ile Müslümanlara karşı harbederler.

Âsî tc bâğilerle muharebe etmek caizdir. İcmâ' da budur. Allah Teâlâ (C.C.) Haz-reüeri de Hucurât sûresinin 9. âyet-i kerîmesinde; «Siz bâğîlik eden taife Ele çarpıcın...» buyurmuştur.

Ulemâ'dan bir cemâate göre; «Asîlerle çarpışmak kâfirlerle muharebe etmekten efdâidir,» Fakat, onlarla çarpışmaya başlamadan önce kendilerini bu isyandan vaz geç­meğe da'vet îcâbettiğini unutmamak gerekir. Nitekim, Uz. Ali (R.A.) Haricîlere kar|i böyle hareket etmiştir.

[41] Bk. Hucurât sûtesi (49); âyet:  9

[42] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 50-52.

[43] Atoı: Su başlarında hayvanların yatıp istirahat ettiği yer.

[44] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 53-56.

[45] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 57.

[46] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat:  57-59.

[47] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 59-61.

[48] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat:62. 

[49] Yemeğe ballarken «Beâncle» çekmek müstehâbtır. Su içerken de buna kiyâsen mtiste-hâb olur.

Besmeîe'yi sebebli veya sebebsiz olarak yemeğin başında çekmeyen, yemek es­nasında çekmeli ve; «Bacında da sonunda da Allah Teâlâ' (C.C.) m adı ile...» deme­lidir.

Hadîs-i şerifte buyurulduğuna güre: «Yemeği sağ el ile yemek gerekir.» tbni Ömer* (R.Anhümâ) dan rivayet olunduğuna göre Resûliillah (S.A.V.): «Biriniz yediği zaman sağ elile yesin; içtiği zaman -da sağ elile İçsin; zira şeytan sol clile yer İçer.» buyurmuşlardır.

Araf sûresinin 30. âyet-i kerîmesinde Allah Teâlâ (C.C.) Hazretleri: «Yeyin, İçin fakat İsraf etmeyin.» buyurmuştur.

[50] İmâm Ahmed' (Rh.A.) e güre; velîme' denilen düğün ziyafeti sünnet; Cumhûrtı gfcc famendûbtur.

Ulemâ; veUme'nin vakti hususunda da ihtilâf. etmişlerdir. Bilhassa, bunun  zifaf zamanında mt yoksa zifaftan sonra'mı olacağı hususu ihtilaflıdır. fi>afg>Sübkl be «Pey­gamber1 (S.A.V.) in nakledilen fiili zifaftan sonra olduğunu gösterir» diyerek Eesûltü* lah' (S.A.V.) İn Zcyneb bb^ti Cafaj fle evlenmesine işaret etmiştir.

İbnt Abdilberr, Kâdi lyaz ve NcvctÎ düğün da'vetine icftbetin vâcib olduğuna mâ'ın ittifakı bulunduğunu^ nakletmişlerdir. Ancak Hanef&ere sflre; v&cîb değil, kuvvetinde bir sünnettir. Fakat ona münkerât (şer'an caiz olmayan şeyler) tan bir şey bulunursa mâni' ile muktezi tearuz etro^ oîur. Bu takdirde hüküm mâni'a göre verflir.

Düğün davetlerinde yenilmesi icâbedcn en az miktar bir lokmadır. Fazlast vftcib değildir.

Ekseri Ulema'nm Mezhebine göre; düğünde İki gün ziyafet vermek mezrudur. De­lili; tbni Mes'ud' (R.A) den rivayet edilen hadîs-i jerîftir. Düğün ziyafetinde; ilk gün hak (yâni vâcib yahud mendûb), ikinci gün sünnet (yâni devamlı âdet); üçüncü gün/ riya ve gösteriştir. Jtmâm Bufaârî (Rh.A.); yedi gün bile devam etse, düğün da'vetiode hiç bir beîs olmadığına meyletmiştir.

[51] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 63-67.

[52] Elbisenin kol, etek, cep, paça, yaka gibi yerlerine; dört parmak enine kadar geniş ipek şerit dikmek caizdir.

İpek takke giymek ve boyuna İpek kaşkol koymak mekrûhdur. İpek seccadede na­maz kılmak caizdir. İpek yorganla örtünmek caiz değildir.

Saat, anahtar, teşbih ipleri ve cebe konan kese, çantalar, raushaf kesesi ve bohça­nın İpekten olması caizdir.

Duvarlara İpek halı asmak, kibir ve zinet için olmazsa caizdir. Jpek yemek peşkiri ve içdonu mekrûhdur. Abdest avlusu ise caizdir.

[53] ErkeJdcrin altın yüzük takmaları, Dört Mezhebte de caiz değildir.

Resûlüllah (S.A.V.) Efendimiz akik taşlı gümüş yüzük takardı.

«HatUka» da denmiştir ki: Peygamber (S.A.V.) Efendimizin yüzük tasının; birinci Satırında «Muhammed», ikincisinde «Resul», üçüncüsünde «Allah» yazılı idi.»

TinnizTnüı «Şemaili Şerife» sinde Ali' (R.A.) den rivayete göre:

«ResûlüUah (S.A.V.) yüzüğünü sağ eline takardı» Ancak, sol eline taktığı da gö­rülmüştür. Binâenaleyh, yüzüğü sağ ele de sol ele de takmak caizdir.

Yüzük küçük parmağa veya yarımdaki parmağa takılır. Üzerinde yazı bulunan yüzüğü, hetâya girerken, sol elden sağ ele geçirmek müstehâbdır.

Gösteri? ve övünmek İçin yüzük takmak haramdır.

Ni^an yüzüğü takmak emr olunmamıştır. Adete uyarak takılmaktadır.

[54] İmâm Mabamnıed' (Rh,A.) in «Siyeri Kebîr» adlı eseri; 30 ciltlik Mehsfit sahibi Şera-süT-Eünme İmâm SerahsS (Rh.A.) tarafından şerhedilmiştîr. Bu şerhin 1. didinin 132. sayfasındaki 127 numarada diş yaptırma ve kaplatmaya dair açık hüküm vardır.

Sözünü ettiğimiz numarada zikredilen «Altından Burun Edinme Bölümü» nde ifade edildiğine göre:

Takma veya kaplama < yaptırmakta herhangi bir mahzur yoktur. Gümüş, plastik re bunlara benzer m&âddenien yapılmasında ûa ihtilâf yoktur. Ancak, <Hg yapımında altın kullaiuimasmı yaîmz îm&m-ı A'zam (Rh.A.) mekruh saymıştır. Diğer İmamların hükmü 0e amel ederek «liglerde altın kutlanmak, dînin hükümlerine rîâyefcsfeük olmaz. Şu kadar rar ki, gö^eri^ ve süs igm Si$ kapiatma.mahâır. Zk&t bu maksatlarla dîj yaptırmak c&fst değildir.

Çıkarılıp takılabilen di* ve protezlerin gusûl esnasında, ağzı yıkarken çıkanlnus oî-

(/'c,.V!unaİi - MuİmtîâÜı İslim IknİhalI, A. Ffkri Varuz)

[55] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat:68-72. 

[56] Ebû Hüreyre' (R.A.) nin rivayet etliği bir hadis-ı şerifle Resûlüllah (S.A.V.) göyle bu­yurmuştur :                                         

«.Eğer bir kimse izinsiz senin gizli bir mahalline bakar da ona bir taş atarak gözünü çıkarırsan sana bir günah olmaz.»                                      

Hadîs miittefckun aleyhtir, tbni Hibban'ul sahîhledigi; Ahnıed ile Nesâî'nİn tah-rîc ettikleri bir rivayette: «Ona diyet de yoktur, kısas da.» buyurmuştur.

Hadîs-i şerif, izni olmadan başkasının gizli bir mahallini görmeğe çalışmanın haram olduğuna ve görmeğe çalışanın taşla gözü çıkarılabileceğine delildir. Fakat izni olursa bakabilir. Ekserî Mezheb tmâmlan ile diğer Ulemâ'nın fe'yi budur. Burada yalnız Mâlîkîler muhalefet etmişlerdir.

Hâsılı: Başkasının avlusu veya evinin içi gibi gizli yerlerine bakmak haramdır. Fukâhâ, böyle mahrem yerlere bakan ibadethanelerle evlerin yıktırılmasına kail olmuş­lardır. Hz. Ömer1 (R,A.) in re'yi de budur. Hattâ Mısır fethedildiği zaman orada yük­sek bir ev yapan Hârice b. Hüzâfe'nin bu işini Jjiaber alınca derhal Mısır valisi Amr b. As'a bir mektup yazdırarak'o binayı yıktırdığı meşhurdur.                  '

(Bülûğ'ül-Merâm Tercümesi ve Şerhi»-ti  3. Ahnıed Davudoğlu.)

[57] Azl (Azil): Cinsi münâsebet esnasında erkeğin menisini fercin dışına akıtmaktır.

İki sebeble yapıl'r: Ya câriye gebe kalmasın diye yapılır. Çünkü hâmile câriye satılmaz. Yâhud, hür olan karısı gebe kalmasın veya memedeki çocuğa zarar verme­sin diye yapılır.

Cumhûr-u Ulemâ'ya göre: hür olan karısının İzni ile, cariyesinin ise izni olmak­sızın dahî azil yapmak caizdir:

Hâsılı azil; ancak fakirlik, hastalık, doğacak çocuğu Müslüman olarak yetiştireme­mek korkusu gibi bazı ahvâl ve şartlarda caizdir. (Selâmet Yollan C. 3, Ahmed Da-vudoğlu)

El ite istimna (masturbation): Azildeki şartlarla câUdir. Zevk için olursa haramdır. Sükûnet bulmak için caiz, zina tehlikesi olursa vâcib olur.

Zinaya zorlayan bir sebeb olmadıkça istimna bil-yed haramdır. (E!-lcâbet'ül-muhtasarat'üş-$erîa fi mesâjl'İş şeriâ. Çüz,  1, s.  34)

[58] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat:73-76. 

[59] Bk. Mâide sûresi (5); âyet: 91.                                                

[60] Bk. Nisa sûresi (4); âyet: 23

[61] Mübarek bir zatın elini öpmeğe «tchiyye Öpmesi» denilir.(Büyük îslâm İlmihali, Ömer Nasûhî Bilmen)

Mü'minler birbirleriyle karşılaşınca selâmlasınlar ve rnusahafa ederler. Bu sünnettir. Gayri" rnüslimlere selâm vermek mekruhtur. Onlar selâm verirlerse «ve aleyküm» denilir.                                                                (İslâm ilmihali. A. Fikri Yavuz)

[62] Mushaf-i şerîfi ta'zîm için öpmek de caizdir. Buna «Diyanet Öpmesi» denir.

Bîr Kur'ân-ı Kerîm, okunamayacak bir hâle gelince temiz bir bez içine konup ayak basılmayacak bir mahalle defnedİlm'elidir. Bu Kur'ân-ı Kerîm'e ihanet değil, bir İkram­dır. Malıaza tam üzerine toprak atılmaması için orada bir lâhd veya tahtalardan bir tavan yapılmalıdır. Bu gibi mushafları yakmak caiz değildir.

Okunamayacak. bir hâle gelmiş şâir dîni kitaplar ise defnedilebüir, akar suya bı­rakılabilir ve hem de içindeki mukaddes isimler silindikten sonra yakılabilir. Bu gibi kİ-tap kâğıtlarına bir şey sarmak, dîne, ilime karşı hıyaneti dolayısıyla anlatmak olaca­ğından caiz değildir.

(Büyük İslâm İlmihali. Ö. Nasûhî Bilmen)                                              ,

[63] Mabetlere karşı hürmette bulunmak da bir vecibedir. Bir camii şerife, bir mescide hürmetle girilir; içinde tâzîmkârane bir vaziyette oturulur, laubali hareketlerden, lü­zumsuz sözlerden kaçınılır.

 Mesddlere abdestli olarak girilir.  Bir mescide  girerken  evvelâ sağ ayağı  atarak .   girmeli   ve   derhal   Resûl-ü   Ekrem   (S.A.V.)   Efendimize   salât-ü   selâmda  bulunmalı; «Allahümmeftah aleyna ebvabe rahmetike» diye duâ etmeli; dışarı çıkarken de önce sol  ayağı  dışarı  atmalı, «AUahümmef'tah  aleyna  ebvabe fadlike.» diye duada bulun­malıdır.

Mescidleri pis, kötü kokulu şeylerden korumak da bir vecîbedir. Hâsılı;  mescidlere gerekli hürmeti göstermek vâcib, aksi' ise İslâm âdabına mu­haliftir, (Büyük İslâm ilmihali. Ö. Nasûhî Bilmen)

[64] Kol altındaki ve kasıklardaki tüyleri yolmak veya tıraş etmek müstehabtır. Bunları kırk gün kadar hâli üzere bırakmak talırîmen mekrûhdur.

Erkeklerin veya kadınların temizlenmek için kendilerine mahsûs hamamlara git­melerinde bir beîs yoktur. Elverir ki avret mahallerini örtsünler.

Erkeklerin ve kadınların kendi aralarında peştemal' tutmiyarak açık bîr hâlde yı­kanmaları haramdır. Hattâ, bir kimse yalnız başına yıkanırken bile peştemal tutma­lıdır. Edebe muvafık olan da budur. Tenhâ bir mahalde peştemah sıkmak veya temizlik yapmak için az bir müddet peştemalsız durmak caiz olabilir.

Hamamda vücûdun baştan göbeğe ve dizlerden topuklara kadar olan kısmını del-lake oğdurmakta bir beîs yoktur. Fakat bazı zevale göre; bir zaruret bulunmadıkça mekruhtur. Göbek İle dizler arasındaki kısmı oğdurmak. ise caiz görülmez. (Büyük İslâm İlmihali. Ö. Nasûhî Bilmen)

[65] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 77-92.

[66] îmân,  lûgatta; bir  şeye  inanmak,  bir  şeyi tasdik etmek  «bu  şey  böyledir,  şöyledir» diye hüküm vermektir.                                

istilanda: Allah  Teâlâ' (C.C.) nin dînîni  kalb  ile kabul etmek,  yâni; Resûlüllah (S.A.V.) m bildirdiği şeyleri kat'î surette kalben tasdik eylemek» dir. îmân, asıl bu tasdikten ibarettir: Fakat, böyle inanılıp kalb ile samimî surette tasdik edilen şeyleri, bir manî yok ise dil ile ikrar etmek, bunlar hakkında şahadette bulunmak da lâzımdır.3

İslâm dîninde; «Allah Teâlâ' (C.C.) ya, Meleklere» Kitaplara, Peygamberlere, âhiret gününe, kaza ve kadere» îmân etmek birer esastır. Bunları bilip tasdik etmek îmânın başlıca şartlandır. Bu cihetledir ki; «îmânm şartları altıdır» denir. Bunlar tasdik edil­medikçe îmân tahakkuk etmez. Böyle zarûriyyâtı dîniyye'den olan herhangi bîr şeyi inkâr etmek ise - Allah korusun - insanı derhal dinden mahrum bırakır. Biz bu hu­sustaki İmânımızı «Amentü billahi...» kavli şerifini okumakla daima izhar ve isbat et­miş oluyoruz.

(Büyük islâm İlmihali. Ö. Nasûhî Bilmen)

[67] Bfc. Yûnus Sûresi (10), âyet:

[68] Bk. Şûra sûresi (42); âyet: 25

[69] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat:  93-96.

[70] İslâm dînine girmek İsteyen bir İnsana ne yapmalıdır?

Müslüman soyundan gelmemiş olan bir adam Müslüman olmak arzu ederse: «Al­lah'ın birliğine, O'ndan b&gka tapılacak olmadığına ve Hz. Muhammed' (S.A.V.) İn Peygamber olduğuna îmân etmesi, b(inu kabul ve tasdik eylemesi» îcâb eder. Müslü­manlık dâiresine girmesi için bu kadarı kâfidir. Ona başka bir merasim de Uzun de­ğildir. Bu iki esâsı kabul eden bir insan mü'mindir.

Ancak bu îmân ve tasdikim şöylece açıklarsa daha İyidir: «Ben İslâm Dîninden başka her dinden uzaklaştım. Ben Allah'ın Birliğine, Meleklerine, Kitaplarına, Peygam­berlerine, Hı. Muhammeâ (Aleyhi's-selâm) Allah'ın kulu ye Peygamberi olup, O'nun Peygamberliğinin umûmî olduğuna ve Hz. tsâ' (A.S.) nuı da diğer Peygamberler gibi sadec* Allah Tealâ' (C.C.) nuı kulu ve Peygamberi olduğuna, Âhlret Gününe, KazA ve Kadere, Hayr ve Şer her şey Allah Teâlâ' (C.C.) nuı yaratmasile vukua geldiğine İnandım ve îmân ettim.»

Bundan sonra tepeden tırnağa kadar bedenini yıkamak suretiyle bir temizlik yap­ması ve İslâm'ın diğer hükümlerini de yavaş yavaş öğrenmesi tavsiye olunur.

(İslâm Dîni. A. Hamdi Akseki)

[71] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat:97-99. 

[72] Nikâhın «eri dûi ve sebebleri: Kitap, Sünnet ve temfi-i Ümmet'tir.

Nikâh; ahlâkı düzenlemek, soydaşlarla geçinmeğe tahammül göstermek suretiyle iç âlemini olgunlaştırmak, çocuk terbiyesi ye kendi işlerini görmekten âciz Müslümania-1 nn işini görmek, yakınlarına, bî-çâreler'e nafaka vermek, kendisinin ve ailesinin na­musunu korumak, fitneleri defetmek, nefsini terbiye ederek kulluğa yaraşır bir hale getirmek ve şâire gibi bir çok vazâif'e şâmil bulunmaktadır.

Nİkfifa İbâdet olduğu içindir ki, câmİ İçinde kıyılması ve Cuma gününe rastlanması müstehabdır.

(Selâmet Yolları, C. 3,, Ahmed Davudoğlu)

İtidal hâlinde (normal bir durumda) evlenmek, müekked bfr sünnettir.

Şiddet ve şehevî bir taşkınlık hâlinde vâcibdir.

Harama düşme korkusu hâlinde evlenmek (gücü yeten için) farzdır.

Eziyet ve zulüm etmek korkusu (kadın haklarını gözetememek) hâlinde ise, evlen­mek mekrûhdur.

(islâm İlmihali, A. Fikri Yavuz)

[73] Mürekkebât-ı thbâriyye; İhbar cümleleri demektir. Geldim, gittim gibi geçmişten haber veren cümlelere ihbar cümlesi derler. Edebiyat dilinde bunlar şöyle ta'rff edilir:

Sözü söyleyen kimse için «Yalancıdır» veya «Doğrucudur» denilebilirce böyle cüm­lelere; ih&ftrî cümle, denİtmezse îngâi cümle derler. «Yap!.» veya «Yapma!» gibi emir ve nehy cümleleri inşâ! cümlelerdendir.

[74] Tiihammül'den maksad; işi üzerine almaktır,,

[75] Bk. Nisa sûresi (4); âyet: 24

[76] Miijtehât; erkeklerde şehveti çeken kadındır.

[77] Bk. Nisa sûresi (4); âyet: 3

[78] Bk. Nisa sûresi; âyet: 24

[79] Bk. Bakara sûresi (2); âyet: 221

[80] Mut'a nikâhjjıın ebediyyea ncshedildiğine icmâ-ı sahabe vardır.

Mul'a nikâhına altı yerde ruhsat verilmiş; sonra tekrar neahed il mistir. Bu yerler: Hayher Vak'asi, Umra-1 Kaza, Mekke'nin Fethi, Evtâs Gazası, Tebük Gazası, Hacca-lü'l-Vedâ'dır. Yalnız bunların bazısının sübütu ihtilaflıdır.

CÂHİLİYYE DEVRİ NİKÂHLARI:

Câhiliyye Devrinde 4 çeşit nikâh vardı.

a)  Bir erkeğin bir kadım veya kızı veli veya babasından istemesi; onun da bunu kabul edip, nikâhlamasıyla yapılırdı.

b)  Koca olacak adam; karısının aybaşL hâli kesildikten sonra, asil bir adamın dö-liinü almak gayesiyle, karısına; «Filâna git, onunla yat!» der ve ondan ayrı durur, karısının hâmile olduğu belli oluncaya  kadar onunla cinsî temâsda bulunmazdı.  Bu nikâha İstibda Nikâhı denirdi.

c)  10'dan az erkek, bir kadınla düşer, kalkar ve bu cinsî münâsebetler sonucun­da, katlın hâmile kalıp, doğurduğunda, münâsebette bulunduğu erkekler arasından ho-çuııa gidene «Bu senin çocuğundur,» der,  adam da o çocuğu  alırdı.

d)  Fahişe, evinin kapısına bir bayrak asardı. Sayısız erkeklerle cinsî münâsebette bulunur; çocuk doğurduğu zaman da bir Kaif (iz, şekil ve .kıyafetten anlayan  adam) çağırır, çocuğun tipinden kimin dölü olduğunu ta'yin ettirir, çocuk da benzediği ada­ma mâl edilirdi.                                           

 tınâm Buharî (Sahîh), Ebû Dâviıd  (Sünen)

[81] Mul'a nikâhı ile muvakkat nikâh arasında fark lâfzı gibi görünüyor. Bununla beraber muvakkat nikâhda şâhid bulundurmak ve müddetin muayyen olması şarttır. MutVda bunlar şart değildir.

Mut'a ile muvakkat nikâhın ikisi de bâtıldır. (Selâmet Yolları, Ahmcd Davudoğlu C.  3)                                        

[82] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat:  100-115.

Online Bağış
Hediyen Dünyanın En Güzel Hediyesi Olsun
Haftanın Hutbesi
16.02.2024 Dünyayı Barış Ve İtidale Çağırıyoruz
09.02.2024 Hayatı Değerli Kılan Ölçü: İman
02.02.2024 Rabbimiz, Müminleri Yalnız Ve Yardımsız Bırakmaz
26.01.2024 Mülk Sûresinden Mesajlar
19.01.2024 Bizi Güçlü Kılan, Birlik Ve Beraberliğimizdir
12.01.2024 Allah’ın Rahmet Ve İnayetine Sığınmanın Adı: Eûzü-Besmele
Kur'an-ı Kerim Dinle
DİB Kur'an Portalı
Ramazan Pakdil Sureler
Bünyamin Topçuoğlu
Bünyamin T.oğlu Aşirler
İlhan Tok Hatim
Abdussamed Hatim
Abdul Rahman Al Sudais
Ahmed Al Ajmi Hatim
F.Çollak Görüntülü Hatim
İshak Daniş Hatim
5 Hafız OK takipli Hatim
Mehmet Emin Ay Hatim
İsmail Biçer Ok Takipli
İsmail Biçer Aşr-ı Şerifler
114 Sure 114 Hafız
S.Hafızlar Görüntülü
Kur'an International
Tefsir
Cüz Cüz Kur’an Özeti
Her Cüzden Üç Mesaj
Elmalı Tefsiri
Elmalı Meali
Fizilali Kur'an
DİB Kuran Meali
Kur'an-ı Nasıl Anlayalım
Fıkıh
K.İslam Fıkhı
R. Muhtar-İbn-i Abidin
Gurer Ve Dürer
Mülteka El Ebhur
Kuduri Tercümesi
Nûru'l-îzâh Tercümesi
Büyük Şafi Fıkhı
Detaylarıyla Namaz
Hadis
Kütübüs-Sitte
Sahihi Buhari
Riyazüs Salihin
Ellü'lüü vel-Mercan
Hadis El Kitabı
40 Hadis ve izahı
Uydurma Hadisler
Üye Adı
Parola

Şifremi unuttum -
Sayfa oluşturulma süresi: 0.09 saniye 14,858,892 Tekil Ziyaretçi
Copyright © 2012 islamda Hayat
Sitemizdeki Vaaz, Hutbe ve Yazılar kaynak göstermek şartı önceden izin Almadan Ticari Amaçlar Dışında Kullanmak Serbestir.

Tüm Bilgiler Ümmete Vakıftır copyright © 2002 - 2024