Vaaz Kategorileri
İman Konuları
İbadet Konuları
Sosyal Konular
Ramazan Vaazları
Dini Günler ve Geceler
DİB Örnek Vaazları
Kur'an'dan Öğütler
Genel Konular
islam ve Aile
Görev,Sorumluluk,Ahlak
Mevlid-i Nebi Vaazları
Ana Menü
Çocuklar İçin
Kur'an Öğreniyorm
Dinimi Öğreniyorum
Dini Bilgiler
Oyunlar
Ansiklopedi ve sözlük
Osmanlıca Sözlük
İslam Ansiklopedisi
Dini Sözlük
Dini Terimler
Küçük Lügat
Dini Kitaplar
P.Hayatı Salih Suruç
Kur'an ve Bilim
Günümüzde İslam
Kıssadan Hisse
Ehli Sünnet Yolu
İslam Tasavvufu
En Güzel Örnek
Gıybet Hastalığı
Adım Adım Kurtuluş
Mesneviden Öyküler
Gurer ve Dürer Tercümesi Molla Hüsrev

 

 

 

 

Alım  Satımla İlgili Ba'zı Asıllar Hakkında Bir Fasıl 8

Şartın Muhayyerliği Ve Ta'yin Bâbı 10

Görme   Muhayyerliği   Babı 15

Ayb (Kusur) Muhayyerliği Babı 17

Fasid   Satış   Bâbı 23

Fâsid Satış : 24

Fâsid Satışın Hükmü : 28

Mevkuf Satış : 30

Mekruh Satış : 31

Satışı Bozmak (İkâle) Babı 32

Murabaha,  Tevliye Ve Vadîa Babı 34

Akâr'in Satılması Hakkında Bir  Fasıl 36

Ribâ (Fâîz) Babı 39

İstihkak  Babı 42


iniştir. Şu hâlde satış, mâzî sığaları ile mün'akid olur. îhibâr İçin mevzu olan lafzla geçmiş saman fiilini kasd etmiştir, çünkü ondaki «lâm» and İçindir. [1] Binâenaleyh; onun üzerine mutlaka bir şey eklemek ge­rekir. O da kullanılması geçmiş zaman fiili i'e olan, demektir. Eğer öyle olmazsa delîl tamâm değildir, şeklindeki i'tirâza sebeb yoktur.» Bundan sonra, Hidâye sahibi şunları söylemiştir: İki lafzın biri müs­takbel lafız olursa, satış mün'akid olmaz. Nikâh bunun aksinedir. Sa­tış ile nikâhın farkı «Nikâh Bölümü» nde geçmişti. Musannif, müstak­bel lâfzı ile emr sîgasım rnurâd eylemiştir. Meselâ alıcı; «Şu malı ba­na şu kadara sat.» deyip, satıcının da: «Sattım!» demesi gibi. Çünkü, «Nikâh Bölümü» nde geçen misâlde şöyle denmişti: Bir kadm; «Beni te2ewüc eyle!» dedikde, adamın da; «Seni tezevvüc eyledim!» demesi gibi. Böyle olunca sözü rnüzârîye hamletmeye sebeb (vech) [2] yoktur. Nitekim Hidâye sarihlerinden ba'zisı bunu kabul etmiştir. Evet, niy-yetle beraber olursa, bu sözle satış mün'akid olur. Nitekim Nihâye sa­hibi, Tahâvî ve Tuhfet'ul-Fukahâ'dan böyle nakletmiş tir.

Satış, iki mazı lâfzın ma'nâsında oian sözle de mün'akid olur. Me­selâ; «Razı oldum ve sana şu kadara verdim, onu şu kadara al!» demek gibi. Yâni her, «Sattım ve satın aldım!» ma'nâsma delâlet eden sözle de satış mün'akid olur.

«Şuhu, sana şu kadara sattım!» dese, müşteri-de «Razı oldum!» dese veya «Ben, bunu senden şu kadara satın aldım!» dedikde, satıcı da «Onu al!» yâni, «Sana, okadara sattım, onu al!» dese, satış mün'akid olur. Çünkü böyle demek, bedel ile almaya emrdir. Bu ise, ancak satış-*a olur. Sanki; «Bunu, sana sattım, al!» demiş olmuştur. Bu durumda satış, iktizâen takdir olunur. İmdi akd de bu i'tibârla sabit olur. Yok­sa, biri emr olan iki lâfzla mün'akid olmaz, ki yukarıda söylenene mü-nâfî olsun. Çünkü, her ne kadar lâfız; ba'zı akidlerde mu'teber olur­sa da, bu akidlerde mu'teber olan, ma'nâdır. Mitfâveze ortaklığı (şir-ket-i mufâveze) (16) gibi ki, akdin iktizâ ettiği şeyin hepsini o iki or­tak açıklamazsa, o zaman ortaklık sahih olmaz.

[3]Teatiyle bile satış mün'akid olur. Yâni, iki tarafın birbirlerine satı­lan şeyi (mebî'i) ve semeni vermeleriyle de satış mün'akid olur. Bura­da mâzî olmak şöyle dursun, satış lâfzı bile yoktur. Çünkü maksâd mevcûddur. O da iki tarafın razı olmasıdır. Teâtî mutlak, surette caiz­dir. Yâni, nefîsde ve hasisde (değerli ve değersiz şeylerde) münV akid olur. Siprhîh oîan kavi de budur. Yoksa İmâm Kerhî' (Rh.A.) nin, «Yalnız, sebze ve benzeri gibi değersiz şeylerde rnün'akid .olur.» dediği, doğru değildir.

Keza satış; iki mâzî lâfzı ile mün'akid olduğu gibi, bir tek lâfzla da mün'akid olur. Nitekim babanın; «Ben, şu şeyi çocuğuma şu kada­ra sattım.» diyerek çocuğun., satması böyledir. Yine, "Ben, şu şeyi oğ­lumdan satın aldım!» diyerek, çocuğundan satın alması da böyledir. Çünkü babanın sözü, «şefkati tam olduğu için» iki ibare yerine geçer. Şu hâlde, kabule muhtaç olmaz. Baba, kendisi hakkında asil ve küçük çocuğundan nâib olur. Hattâ o çocuk baliğ olunca (yâni erginlik ça­ğına erince), uhde (sorumluluk) ona âid olur. Babasına âid olmaz. Şu şey, bunun aksinedir ki; baba, küçük çocuğunun malını yabancıya sa­tar da, çocuk baliğ olursa, o zaman sorumluluk (uhde) babaya âid olur. Babanın satın alması suretinde, semeni baba ödemesi gerekin­ce; baba, borçdan beri olmaz. Hattâ kâdî, çocuk için kabza bir vekil ta'yîn eder, vekîl de teslim aldığı şeyi çocuğun babasına verir ve ba­banın yanında emânet olur.

Keza satıcı; «Ben, bu şeyi sana bir dirheme sattım!» der de; müş­teri teslim alır ve bir şey demezse, satış mün'akid olur. Kabul eden ta­raf o meclisde muhayyerdir. Çünkü muhayyer olmasa, hüküm akdi ceb­ren kendisine lâzım gelir. Bu ise, memnudur. Kabul eden bütünü, bü­tünüyle kabul etmek ile terk etmek arasında muhayyer olur. Yâni sa­tıcı bir şey hususunda icâto yapsa, satın alıcı da o şeyin ba'zısmda ka­bul etse veya satın alıcı (müşteri) bir şeyde cevâb verip, satıcı o şeyin ba'zısmda kabul etse caiz olmaz. Çünkü bunda, bir pazarlığı ayırmak vardır. Akdi yapanlar buna mâlik değildir. Zîrâ onda, satın alıcı veya satıcı için zarar vardır. Çünkü satılan şey (mebî1), bir tek şey ise; müş­teriyle ortaklık zararı, lâzım gelir. Eğer o şey, müteaddid ise; âdet, iyi­yi kötüye katmak ve kötünün değerini geçerli kılmak için iyinin bede­lini eksiltmektir. Müşteri iyide (ceyyidde) olan akdi kabul edip, kötü-dekini terk etmekle şayet bir kısmında akdi kabulün muhayyerliği sabit olsa, iyi (ceyyid), satıcının elinden çok az semenle çıkar. Halbu­ki bunda satıcıya zarar vardır. Bir kısmını bir kısmı ile almak caiz olmayınca, bütün bir kısmı ile almak, evleviyetle caiz olmaz. Eğer sa­tış   akdi  müteaddid   olursa,  satıcıdan  zarar kalkıp yok olduğu   için, bunu yapabilir. Musannif buna, e Ancak* satıcı, sattım lâfzım tekrar edip ve semeni tafsil ederse, satıcı için olur.» sözü İle işaret etmiştir.

Musannifin bu sözü, Kâfî'de zikredilen şu söze işarettir: «Hidâye sâhibi'nin Hidâye'deki sözü şudur; «Ancak satılan şeyin her birinin semenini beyân eylerse, o başka. Çünkü bunlar ma'nen ayrı satış akdle-ridir.» sözü, ancak akd lâfzının tekrarını araya sokmakla tamâm olur. Çünkü pazarlık bununla müteaddid olur. Mücerred her birinin seme­nini açıklamakla, müteaddid olmaz.»

Zeylav (Rh.A.) demiştir ki: Her ne kadar yemeni tafsil etse de, müşteri için satılan şeyin bir kısmını kabul edip, bir kısmını kabul et­memek hakkı yoktur. Ancak satıcı, «Sattım!» lâfzını satılan şeyin her biri için semenin zikri ile beraber tekrar ederse, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, olur. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre; eğer satıcı semeni tafsil ederse, meselâ; «Ben bu iki şeyin her birini sana şu kadara sattım!» «Ben, şu on şeyin her birini O'na şu kadara sattım!» derse caizdir. Yâ-hûd satıcının, «Müşterinin bu şeyi şu kadara satın aldım!» sözüme razı olmasıyla, satış m im'ak i d olur.

Kudûrî (Rh.A.) demiştir ki; Satıcı meclisde pazarlığın ayrılmasına razı olursa,, satış sahih olur. Akdi (safkayı) tefrik (ayırmak), hakikat­te müşteriden yeni îcâbdır, kabul değildir. Satıcının buna razı olması da kabuldür. Buna, şöyle i'tirâz edilmiştir: Bu söz; ancak müşterinin semenden hissesini kabul ettiği kısım içinse; sahih olur. Mezkûr suret­ler gibi ve on dirheme satılan iki kafîz [4] de olduğu gibi. Çünkü se­men, iki kafîz üzere cüzler i'tibâriyle bölünmüştür. Her kısmın hissesi ma'lûmdur. Ama akdi, iki köleye veya iki giysiye muzâf kılarsa; ikisin­den birinin kabûliyle, her ne kadar satıcı razı olsa da, akd sahih ol­maz. Çünkü, ilkin hisse ile satmak lâzım gelir. Bu ise, caiz değildir.

Ben derini ki: Bu i'tirâzın kaynağı, Kudûrî1 (Rh.A.) nin demek is­tediğini anlamamaktır. Çünkü O'nun, müşterinin sözüne «îcâb» ve sa~ tıcırun rızâsına «kabul» demesi, gösterir ki O, alıcı ve satıcının sözün­de semenin zikrini satılan şeyin ba'zısı karşılığında i'tibâr etmiştir. Çünkü müşterinin semen zikretmeksizin, sâdece «Satın aldım!» demesi îcâb olmadığı gibi, satıcının da «Razı oldum!» demesi kabul olmaz.

Çünkü, satışın ta'rifi buna uymaz. Satış, malı mal ile değiş-tokuştur. İmdi ilkin (ibtidâen) satışın hisse ile lâzım gelmediği ortaya çıkar. Bundan dolayı Ben; «veya satıcı, alıcının, ben bu şeyi şu kadara satın aldım.» demesine razı olursa, satış mün'akid olur, dedim. Kabul mu­hayyerliği, meclisin [5] sonuna kadar uzanır ve satış (bey') meclisin sonuna ertelenmekle, meclis ne kadar uzasa da bâtıl olmaz. Çünkü meclis, çeşitli işleri (müteferrikâti) câmi'dir. Nitekim «Temizlik Bölü­mü» nde geçti.

Çeşitli işler (umûr-u müteaddide), meclis sebebiyle bir tek §*ey sa-yüsa, meclisin saatlerini bir tek saat kabul etmek, güçlüğü savmak ve kolaylığı tahkik için evlâdır. Hul' ile mal üzre âzâdlığın böyle olma­yıp her ikisinde, îcâbm meclisin ötesine geçmesine bağlı kalması yu­karıda geçtiği vechle bunlar koca ve efendi tarafından yemine şâmil oldukları içindir. İmdi bu, meclisde dönmeye engel olur.

Mektûb ve elçi göndermek, hitâb gibidir. Yâni, satıcı mektûb yazıp, «Sana, kölem fülânı şu kadara sattım.» dese veya elçisine: «Ben, bu şeyi gâibdeki fülâna şu kadara sattım, git o adama haiber ver.» dese, mektûb, kendisine yazılan kimseye (mektubun ileyhe) ulaşıp, elçi de haberini, kendisine gönderilen kimseye ulaştırsa; o kimse de mektu­bun ve risâletin [6] yetiştiği meclisde, veya elçi gönderilen kimse; «Bu kadara satın aldım.» veya «Şu kadara kabul ettim.» dese, ikisi arasın­da alım-satım (bey1) tamâm olur. Çünkü gâibden gelen mektûb, hâ­zırın hitabı (konuşması) gibidir. Elçi (resul), ta'bîr edici ve sefirdir. O'mın sözü, gönderen kimsenin sözü gibidir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.), ba'zı vakitte mektûbla, ba'zan da hitâb ile tebliğ ederdi.

îcâb, kabulden önce dönmekle bâtıl olur. Yâni, îcâbi yapanın dön­mesiyle bâtıl olur. Çünkü dönmeye mâni olan, başkasının hakkını ibtâl lâzım gelmesidir. Burada, böyle bir şey yoktur. Çünkü îcâb, kabûlsüz hüküm ifâde etmez. Bu söze i'tirâz edilip, denilmiştir ki; «Hak, mülke münhasır değildir. Belki, temellük hakkı da bir haktır ve bunda onun ibtâli vardır.» Bu i'tirâz reddedilip denilmiştir ki: îcâb, müşteri için mülk ifâde etmezse, satıcının mülkünü yok edici (müzîl) değildir. Müş­teri için temellük hakkı, satıcının mülkünün hakîkatma muarız olmaz. Çünkü müşterinin temellükünden daha kuvvetlidir. Bir yıl geçmezden önce zekât rne'mûruna verilen zekâtın bozulmadığı (müntekız olmadı­ğı) şeyle bu bozulmuş olmaz, Çünkü zekâtı veren kimse, geri almaya kadir olamaz. Zîrâ, verilen zekâta başkasının hakkı taalluk etmiştir. Mülkün hakikati, zekâtı verenden zail olmuştur. İmdi, fakirin hakkın­dan daha kuvvetli olan şey ortadan kalkmakla fakirin hakkı amel et­miştir.

Cevâb veren kimse ile kabul eden kimseden her hangisi olursa od­sun meclisden, kabulden ünce kalkmasiyle de îcâb bâtıl olur. Çünkü, kalkmak, dönmenin delilidir. Delâlet ise, sarih olanın ameli gibi amel eder. Buna şöyle i'tirâz edilmiştir: Şübhesiz ki delâlet, eğer ona karşı olan sarih bir şey bulunmazsa, sarihin ameli gibi amel eder. Burada ise, müşteri kalktıkdan sonra; «Kabul ettim!» dese, sarîh bulunur. Ama, mu'teber değildir. Bu i'tirâz red edilip denilmiştir ti: Şübhesiz sarîh, delâletten sonra mevcûddur. Bundan dolayı sarih, delâlete zıd olmaz.

Satış; îcâb ve kabul ile ikisinden biri için meclisde muhayyerlik [7] olmaksızın lâzım gelir. İmâm Şafiî (Rh.A.) demiştir ki: Satıcı ile müş­teriden her biri için meclis muhayyerliği vardır. Çünkü, ResûiüHah (S.A.V.) :

«Satan ile satın alan, ayrılmadıkları müddetçe muhayyerdirler.» buyurmuştur.

Bizim delilimiz şudur: Feshde diğerinin hakkini ibtâl vardır. Bu ise, eâiz değildir. Ben derim ki: Bu sözün zahirine i'tirâz vârid olur. Şoyîe.ki; eğer diğerinin hakkı ile temellük hakkı murâd edilirse, mü: sellemdir. Lâkin, fayda vermez. Nitekim, sebebi daha önce geçti. Eğer mülkün hakikati murâd edilirse, bu memnudur. Belki bu, mes'elerün evvelidir. Onun def edilmesi şöyle mümkün olur: Temellük hakkı, ka­bulden önce sabittir. Eğer mülkün hakikati kabulden sonra sabit ol­masa, kabul için zâid bir fayda olmazdı. Belki kabulün varlığı ve yok­luğu, — kendisi rükün olmakla beraber— eşit olurdu. Kn güzeli, şöy­le demektir: Bizim delilimiz şudur: îcâb ve kabul, ikisi de mülkün ha­kikatim ifâde ederler. Çünkü, Allah Teâlâ (C.C.) :

«Ey îmâıı edenler! Ma Havınızı aranızda haksızlıkla yemeyin, ancak, karşılıklı rızâ ile yapılan ticâretle yiyebilirsiniz.» buyurmuş [8], ve iki tarafın rızâlaşmasmdan meydana gelen ticâret bulunduğu için, bir meclisde bile olsa, yemenin mubah olduğunu ifâde etmiştir. Satış, bir ticârettir. Mutlak olmasiyle, muhayyerliğin nefyine ve müşteri için  mülkün sahih olduğuna delâlet eder. Muhayyerliği kabul etmek, tak-yîddir. Takyîd ise, neshdir. Şu hâlde, caiz olmaz. IlatüVi şenle şöyle ce-vâb verilir; Bu hadîs-i şerif, kabul muhayyerliğine yorumlanmıştır. Yâ­ni akid sahibinden her birinin akdi meclisde kabulüne hami edilmişti.-. Bunun faydası, şu tevehhümü defetmektir: Cevâb veren kimse, cevâb verdikden sonra, onun için dönmek yoktur. Yoksa, îcâb ve kabulden sonra, fesh muhayyerliği değildir. Çünkü o, zahirdir. Açıklamaya muh-tâc değildir.

Hadîs-i şerîfde, buna İşaret vardır. Çünkü, hâller üçtür: Birinci halde; icâb ve kabul yoktur. İkincide; ikisi de vardır ve bitmişlerdir. Üçüncü hâlde; icâb ve kabulden biri vardır, diğeri mevkûfdur. [9] Bi-rinei hâlde, ikisine mütebâyian (alıcı ile satıcı) ismini vermek, netice i'tibâriyle mecazdır. İkincide; kevniyet (var olma) i'tibâriyle mecazdır. Üçüncüde hâl; hakikattir. Çünkü, yerinde anlatıldı ki;- ism-i fail hâlde hakikattir. Yâni mazinin sonlarından ve müstakbelin evvellerinden cüzler ma'nâsınadır. Bu üçüncü hâl, ikisinden biri meclisde kabul et­mekle ve diğeri onda mütevakkıf olmakla, mübaşeret [10] hâlidir. İm­di üçüncü teayyün etmiştir. Çünkü bu ikisi, mübaşeret hâlinde hakî­katen satıcılardır. Ondan önce ve sonra satıcı değillerdir. Ya da hâl, hakikate muhtemel olur ve diğerinin hakkının ibtâli Iâ2im gelmesin diye, hakikat üzere yorumlanır. Hadîs-i şerîfde zikredilen ayrılma (te-ferruk), sözlerin ayrılması nıa'nâsına alınmıştır. Meselâ: Biri, «Sattım!», diğeri «Satın aldım!» der, yâhûd bunun aksini yaparlar. Bundan sonra, artık muhayyerlik kalmaz:

Eğer, ayrılma ictimâ'dan sonra olur, içtimâ' (toplanma, biraraya gelme) ise, burada tasavvur olunmaz, denilirse; cevâbında biz deriz ki, ayrılma ile murâd başlangıçta toplanmamaktır- Bu; «Miftâh» ve «Keş-şâf»'da mukarrer bir kaideye dayanır. Çünkü, Arablar:

«Kuyunun ağzını dar ve giysinin yenini bol eyledi.» derler. Birin­cide murâd, kuyunun ağzını başlangıçta dar ve ikincide, giysinin ye­nini başlangıçta bol yaptı,  demektir.  Bundan gafil olma!

Satışın sıhhatinde, ribâ malından başka ivazlarda işaret kâfidir. İvazlar satılan şeyi ve semeni kapsar. Ribâ malından başka, denmesi; dirhemin, dînârm, buğdayın ve bunların benzerinin cinsiyle satılma­sından sakınmadır. Çünkü, bunlarda işaret kifayet etmez. Belki ribâ ihtimâlinden dolayı, miktar yönünden onların eşit olması gerekir. Ni­tekim, yakında açıklaması gelecektir.

İşaretin kâi'î gelmesi şundandır: Çünkü işaret, ta'rîf yollarının en beliğidir. İmdi, miktar beyânına ve vasfa ihtiyâç yoktur. Selem, bunun aksinedir. Zîrâ müsîemun fîh'in miktarının ve niteliğinin bilinmesi selemde vâcibdir. Çünkü müsîemun fîh, müşârun ileyh değildir. Ya­kında açıklaması gelecektir.

Teslim edilen mebî' (satılan şey)'in bilinmesi şartdır. Yâni tesli­me muhtâc satılan malın bilinmesi şartdır. Bu söz, şundan sakınmak içindir: Bir kimse, kendi yanında fülânm malı bulunduğunu ikrar et­se, sonra; o malı, ondan satın alsa ve her ikisi o malın miktarını bil-meseler, teslime hacet olmadığı için, satış caiz olur. Bunu Zâhidî (Rh. A.) zikretmiştir.

Satılan mal, cehalet kalmayacak şekilde bilinecektir. Çünkü, ce­halet (malı bilmemek) kavgaya, o da satışın bozulmasına müeddî olur. Meselâ mevcûd olmayan bir şeyi satıp, yerine işaret eder; halbuki o yerde, o isim ile müsemmâ bir şey bulunmaz. İşte, böyle cehaleti or­tadan kaldıran bir şey bulunursa, satış caizdir. Nitekim yakında, gör­me muhayyerliğinde açıklaması gelecektir.

Zimmette olan semenin miktarının bilinmesi de saridir. Zimmet sözü, daha önce geçtiği gibi müşârun ileyhden (yâni, kendisine işaret edilerek, gösterilerek satılan maldan) ihtirazdır. Zimmette hâsıl olan eşya, keyüyyât (veya mekîlât) tır, birbirine yakın olan adediyyâttır, dirhemler, dinarlar ve diğer tartılan şeyler gibi mevzûnâttır, ki kıyev-mî ayn'larla karşılaştırılırlar. Mukabil olsalar, semenin miktarının bi­linmesi şart kılınmıştır.

Satılan şeyhi niteliğinin bilinmesi de şart kılınmıştır. Meselâ satı­lan şeyin Buhara veya Semerkand malı olması gibi. Çünkü bunları bilmemek, çekişmeye götürür ve akd, maksûddan uzak olur.

Satış, peşin (semen-i hâi) ve veresiye semer, ile sahih olur. Çünkü, Allah Teâlâ'  (C.C.) nuı:

«Allah, alış-verişi helâl kıldı.» [11] âyet-i kerimesi mutlaktır. Re-sûlüllah (S.A.V.)'den rivayet edildiğine göre: Kendisi, bir Yahûdîden veresiye bir giysi satın almış ve zırhını rehin bırakmıştır.

Müddetin belli olması gerekir. Çünkü müddette bilmemezlik, akdle vâcib olan teslime mânidir. İmdi satıcı, müşterinin semeni yakın za­manda teslimini ister. Müşteri de, semeni uzak zamanda teslim etmek ister. «Hidâye» ve «Kâiî»'de ve bu ikisinden başkasında da böyle den­miştir.

Ben derîni ki: Bunda işkâl vardır. Çünkü, Fukahânm dedikleri gi­bi, satışın nassı mutlaktır. Aklî delil ile müddetin belli olmasını şart kılmak, mutlakı re'y ile takyîddir. Bu ise, sahih değildir. Çünkü, Fıkıh Usûlünde anlatılmıştır ki: Mutlakı takyîd, neshdir; Kitâb'ın re'y ile neshi ise, caiz değildir.

Bu işkâlîn savulması sununla mümkün olur: Nassm ıtlâkı ancak bizzat müddete bakaraktir. Müddetin (ecelin) kendisi ise, bilinmekle (ma'lûmiyyetle) takyîd olunmaz. Nitekim yakında, şartın muhayyerli­ğinde gelecektir ki; şayet satıcı, «Şu şeyi sana müddet ile «Veresiye sattım.» veya «Müeccelen sattım.» dese, satış sahih olur. Bu müddet yarım güne, üç güne veya bir aya sarf edilir. Bilinmek (ma'lûmiyyet) ile mukayyed olan, ancak müddetin vaktidir. Nass ise, müddetin vak­tine bakarak mutlak değildir. İmdi, bundan dolayı ben; «Vakti bilinen.» dedim. Hattâ müddetin (ecelin) vaktini bilmese, satış fâsid olur. Hasâd vaktine kadar ve benzeri sözlerle satmak gibi. Bunun tahkiki şudur: Satış, mutlaktır. Mutlak ise; zâta arızdır. Sıfatlara ne nefy ve ne is-bât ile arız değildir. Satışın zâtı ve hakikati — nitekim bilirsin — ma­lın mal ile değiş-tokuşu (mübadelesi) dur. Semen, satışın mefhûmun­da mu'teberdir ve te'cîl, semenin sıfatlanndandır. İmdi te'cîl, satışın sıfatlarından olur. Bundan dolayı, müeccel satış denir. İmdi, te'cîle bakarak, satış mutlak olur. Zannî delîl ile te'cîlin takyidi caiz olmaz. Ecelin (müddetin) vaktini ta'yin ise, satışın sıfatlarından değildir. Bel­ki onun sıfatına bir çeşit taalluku olan bir iş (emr) dir. Binâenaleyh, ona bakarak satış mutlak olmaz. Şu hâlde satışın re'y ile takyidi caiz olur. Böylece, işkâl savulmuş olur. Müddet bilindikden sonra eğer satıcı Ölürse, müddet bâtıl olmaz. Müşteri ölürse mal, hâl olur. Çünkü te'cîlin faydası, ticâret etmektir. Semen, malın üreyeninden verilir. Müddet verilen kimse ölünce, O'nun bıraktığı şey borcu ödemek için taayyün eder. Te'cîl fayda vermez. Satıcı ticâret malını bir yıl müddetince ver­meyip menetse, müşteri için ikinci yılın müddeti mu'teber olur. Yâni bir kimse belli olmayan bir- yıla kadar (semen-i müeccel ile) veresiye mal satın alsa ve onu (mebîi); satıcının menetmesi ile bir yıl geçin­ceye kadar teslim almasa, müşteri için, teslim aldıkdan sonra ikinci yılın müddeti mu'teberdir. İmâıneyn (Rh. Aleylümâ); «Müşteri için ikinci yılın müddeti (eceli) yoktur.» demişlerdir.

Sıfatı zikredilmeyen mutlak semenle satış sahih olur. Miktarı zik­redilmeyen mutlak semenle, sahih olmaz. Çünkü miktarın belirtilmesi,

bildiğin şeyden dolayı, vâcibdir. Bu takdirde (yâni sıfatı zikredilmeyen mutlak semenle yapılan) akd, ülkenin revâcda olan en geçerli para­sına göredir. Çünkü o, Örf olmuştur (müteârefdir). Eğer paralarda faz­la geçerli bulunmaz; revâcda müsavi olup, maliyette farklı bulunur­larsa, semenin hangi çeşitten olduğu açıklanmadığı takdirde sa­tış fâsid olur. Çünkü bilmemezlik çekişmeye yol açar. Nitekim, daha Önce geçti.

Ya da, revâc eşit olduğu gibi, maliyet de eşit olursa ve birli (ühâdî), ikili (sünâî) ve üçlü (sülâsî) gibi İsimle muhtelif olurlar da; her biri­nin üzerine dirhem adı ıtlak olunursa, satış sahih olur. Şöyle ki; birin­ciden, bire; ikinciden, ikiye ve üçüncüden, üçe dirhem adı ıtlak olunur. Çünkü maliyette ihtilâf bulunmayınca, çekişme olmaz. Cevaza mâni' olan da ihtilâftır. Her nev'îden takdir edilen şeye sarf edilir. Meselâ; bir köleyi bin dirheme satsa, müşterinin birli (ühâdî) den, bin dirhem veya ikili (sünâî) den, ikibin dirhem veya üçlü (sülâsî) den, üçbîn dir-hemvermesi caizdir. Bu, Kâtî'de zikredilendir. Hidâye sahibi de, — her ne kadar ibaresinde bir nev'î anlaşılmazlık varsa da — bunu murâd etmiştir.

İki nakd (altın ve gümüş) müteayyin olmaz. Gerek meşkûk olsun, gerekse olmasın, nakd; işlenmemiş altın ve gümüşdür. îmâdiyye'de bil­dirildiğine göre; Sahîh satışta geçerli madenî paralar ta'yîn edilse bi­le, ta'yîn kabul etmezler. Yâni iki âkid meselâ; bir dirhemi ta'yîn et­seler, ondan sonra müşteri başka dirhemle onu değiştirmek istese, bi­ze göre caiz olur. Satıcının i'tirâzı dinlenmez. İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre, iki nakd ta^yîn ile müteayyh» olur. Hattâ başka dirhem ile değiş­tirilmesi caiz olmaz. Eğer teslimden önce semen lielâk olursa veya tes­limden sonra veya önce ona müstehık çıkarsa İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre, satış bozulmuş olur. Bize göre; olmaz. Belki mislinin teslimi is­tenir.

Sahih satışta demeye sebeb şudur: Çünkü İmâdiyye'de zikredildi-ğine göre; dirhemler ve dinarlar fâsid satışta asıldan teayyün ederler. Sahîh olduktan sonra bozulanda teayyün etmezler.

Birincinin sureti şudur: Bir kimse, bir köle satar da semeni teslim aldıktan sonra bu semenin hür bir kimsenin semeni olduğu meydana çıksa, yâhûd bir câriye satıp, kendisinin ümm-ü veledi olduğu anlaşıl­sa, semenin dirhemleri geri verilmesi için müteayyin olur. Çünkü bu kabz için, gasb hükmü vardır.

İkincisinin sureti şudur: Bir kimse, bir köle satar da teslimden ön­ce ölürse, teslim alınmış bedel bir rivayette müteayyin olmaz. Esah olan kavi budur.

Satış, yiyecek maddesinde (taamda) de sahilidir. Yiyecek madde­si, buğday ve unudur. Çünkü taam, örfen buğday ve unu ma'nâsmda kullanılır. Yakında «Vekâlet Bölümü» nde açıklaması gelecektir.

Satış, tahıllarda (hubûb'da) da sahilidir. Hubûb; mercimek, no­hut ve bunların benzeri gibi buğday ile unundan başka tahıllardır.

Satış, mücâzefe [12] yoluyla, yâni götürü olsa da, cinsi cinsine ol­mamak şartiyle sahîhdir. Cüzâf, küzâf'ın A rabc al aştırılmış! (muarrebi) dır. Çünkü, Resûlüllah (S.A.V.) :

«Eğer iki nev'î muhtelif olursa, siz istediğiniz gibi satın.» buyur- muştur.

^ Cinsi, emsine götürü satmak bunun hilâfına d ir. Çünkü ribâ ihti­mâli olduğu için, bu sahîh değildir.

Ölçülen ve tartılan şeylerin (mekîlâtın ve mevzûnâtm), miktân bi­linmeyen muayyen bir kap veya taşla satışı sahîhdir. Çünkü satışın sıh­hatine mâni* olan şey, çekişmeye vardıran bilinmemezliktir. Burada ise, böyle bir şey yoktur. Çünkü, satılan şeyin teslimi peşindir. Kab ve taşın helak olması nâdirdir. Selem, bunun aksinedir. Çünkü, selemde teslim sonra olur. Onda helak, teslimden önce nâdir değildir. Şu hâlde, çekişme meydana gelir. İmâm Ebu Yûsuf (Rh.A.) dan rivayet edilmiş­tir ki: Satışın caiz olması; ölçek (mikyâl) kap ve benzeri gibi, doldur­makla hacmi büyümeyen ve artmayan şeylerden olduğuna göredir.

Ama ölçek, zenbiî ve benzeri gibi olursa, caiz değildir. Keza, taş ufala­nırsa yâhûd salatalık (hıyar) ve kavun gibi kurutulduğu zaman ha­fifleyen bir şeyle satarsa, caiz olmaz.

Satış belü miktar (müsemmâ) da, o miktar — gerek bir olsun ve gerek daha çok olsun — yığın hesabıyla satılır da, meselâ; Ölçeği yeyâ iki ölçeği şu kadara diye bildirilirce, sahih olur. Yâni satıcı; «Şu buğ­day yığmmm her bir ölçeğini veya iki ölçeğini veya üç Ölçeğini sana şu kadara sattım.» dese, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre; ölçeklerin ade­dinde belirtilen miktar satış caiz olur. Geri kalanda caiz olmaz. Ancak ölçeklerin hepsini belirtmekle (tesmiye) bütün yığın bilinerek, ceha­let ortadan kalkarsa, veya ayrılmadan önce o meclisde ölçülürse caiz olur. İmâıııeyn (Rh. Aleyhİmâ); mutlaka caiz olur, demişlerdir.

İki cinsten iki buğday yığınının satışı sahih değildir. Yâni İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre; müsemmâ (belirtilmiş) olan miktarda iki yığı­nın satışı, caiz değildir, Meselâ biri buğday, diğeri arpa yığını gibi, ki her ölçeği veya her iki ölçeği şu kadara dese, bir ölçekte İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre; satış sahih olmaz. Çünkü, iki .yığın farklıdır. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, ikisinde de sahih olur.

«Muhit» ve «îzâh» da zikredildiğine göre: Akd, buğdaydan ve ar­padan bir Ölçek üzere, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, sahih olur. Yine İmâm A'zam1 (Rh.A.) a göre, belirtilen (müsemmâ olan) miktarda sa­tış; sürü gibi farklı şeylerde de sahîh değildir. Sürüden murâd, koyun sürüşüdür. Koyunun tanesi; veya iki tanesi şu kadara, diye satmak caiz olmaz. Çeşitli giysilere şâmil olan denk de, böyledir. Her giysiyi veya iki tanesini şu kadara sattım dese, sahih olmaz. Çünkü bâ'zılanndaki fark, çekişmeye sebeb olan cehaleti gerektirir. Yığın, bunun hilâfmadır.

Her iki grubu, yâni satılanı ve semenini zikrederek; şu sürüyü sat­tım, bu yüzbin dirhemdir, veya şu dengi sattım, o on elbisedir, yüz dirhem eder, diyerek tafsilât vermese, yâni koyunun veya elbisenin tâ-nesi şu kadardır, demese satış, farklı olsun, olmasın, satılan şey (mebi) ve semen bilindiği için, hepsinde icmâen şahindir. Eğer o yığını, yüz ölçektir, diye yüz dirheme satar da yığın yüzden az çıkarsa, satış sa-hîhdir. Burada hüküm; her ölçek bir dirheme, diyerek her ölçek için semen tesmiye etmekle, etmemek arasında değişmez. Çünkü, ölçekler arasında fark yoktur. Sayılabilen farklı şeyler (adediyyât-ı mütefâvite) bunun aksinedir. Nitekim, yakında açıklanacaktır. Şu hâlde; müşteri az olan bu yığını ya semenden hissesiyle alır yâhûd akdi fesh eder. Yâni müşteri, iki şey arasında muhayyerdir: Çünkü, pazarlık (saf-ka) [13] ayrıdır. Müşterinin mevcuda rızâsı tamâm değildir. Ya da yığın yüz ölçekten daha çok bulunsa, fazlası satıcınındır, yüzü müşterinindir. Çünkü satış, muayyen miktar üzere vâki olmuştur. O miktar da mev-cûddur. Afcd sahîhdir. Miktar vasf değildir, ki satışda dâhil olsun. Ni­tekim, giysinin satışında dâhil olduğu gibi. Şu hâlde fazlalık, satıcının olur.                                                                           

Şayet arşınla ölçülen (mezru1) mal satılsa, o da yakanda geçen gi­bidir. Yâni mebîin ve semenin tümünü belirtip her zira1 [14] veya iki zira' şu miktara demese, satış sahih olur. Eğer müşteri onu tamâm bulursa, muhayyer olmaksızın o tamâmı semenin hepsi ile alır. Eğer daha az bulursa, müşteri muhayyerdir. Dilerse, o azı, semenin hepsi iîe alır veya terk eder. Çünkü ölçü, giyside vasfdır. Giysi için arazî ni­telik ma'nâsmda değil. Belki Fukahâmn ıstılahında nitelik (vasf), bir şeyin tabiî olup ondan ayrılmayanıdır. Şayet o nitelik, onda hâsıl olsa, glyecekde zira' ve evde bina gibi her ne kadar nefsinde cevher ise de, onun güzelliğini artırır. Nitekim, daha önce «Yeminler Bölümü» nde geçti. Çünkü on zira' olan ve on dirheme eşit olan bir giysi; şayet on­dan bir zira' eksik olursa, dokuz -dirheme eşit olmaz. Ölçülen ve sayılan şeyler (mekîlât ve adediyyât), bunun aksinedir. Çünkü onların ba'zısı, miktar (kadr) ve asi diye adlandırılır ve diğer ba'zısma eklenmesi mec­mu' için kemâl ifâde etmez. Çünkü on ölçek olan buğday, şayet on dir­heme eşit olsa.; dokuz ölçeği, dokuz dirheme eşit olur. Vasf m ve. aslın tefsirinde ihtilâf .edilmiştir. Hepsi bizim zikrettiğimiz şeye râcidir. Bu ma'nâya göre; semenin vasfından bir şey, ona karşılık olmaz. Hayvanın bacakları gibi. Ancak tenâvül ile maksûd olursa, olur. Nitekim, ya­kında açıklaması gelecektir.

Müşteri, daha çok olanı satıcının muhayyerliği olmaksızın alır.

Çünkü daha çok olmak (ekser), vasftır. Mebîi kusurlu diye satıp, hal­buki o satılan şeyin kusursuz çıkması gibi, olur. Eğer farklı olan şeyi (mütefâviti) satarsa, yine böyledir. Yâni mebî' ve semenin hepsini bir­den belirtip (tesmiye edip) tafsîlsiz satsa, satış tümünde sahih olur. Şayet mebî ve semen eşit olsalar; onlardan her biri bilindiği için, satış lâzım olur. Daha az ve daha çokda ise, satış sahih değildir.

Gayet'ül-Beyân'da, «îzâh» dan naklen denmiştir ki: «Şayet satıcı, şu sürüyü elli baş hayvan olmak üzere, sana şu miktara sattım.» dese veya «Şu yük dengini elli giysi olmak üzere, sana şu miktara sattım.» dese, satış caiz olur. Çünkü mebî' ve semenin hepsi adını koymakla ma'lûm olmuştur. Şayet satılan şey fazla veya eksik bulunsa satış fâ-sid olur. Çünkü fazlalığın üzerine akd vâki olmamıştır. Bu durumda, sanki ellibir giysiden bir giysi satmış gibi olur. Bu ise farklı mechûi (mechûl-İ mütefâvit) olduğu için fâsiddir. Eğer satılan şey eksik olur­sa, eksik olan giysinin hissesini indirmeye muhtaç olur. Bu da, bilin­mez. Şu hâlde, yine fâsid olur. Değer yönünden çeşitli olan diğer şeyle­rin satılması da bunun gibidir. Şayet ölçülen şeyin (mezrûun) satışın­da, mebîi ve semeni zikrettikden sonra her bir zira' bir dirheme, sözü­nü eklese, — yığın (subra) dan bahsetmemiştir. Çünkü yukarıda zik­rettik ki; burada hüküm, bu kaydı zikretmekle etmemek arasında fark doğurmaz. Çünkü fark yoktur. — zikredilen şeyin hepsinde satış sahih olur.

Eğer birinci surette müşteri, ölçülen mebîi daha az veya daha çok bulursa;   daha az olanı daha az olan semen ile  alır veya terk eder.

Zîrâ vasf, her ne kadar tâbi oiup semenden bir şeye karşılık olmaz ise de burada semen zikri ile ayınlmasiyle, asıl olmuştur. Çünkü Fukahâ: «Şayet, hakîkaten tenâvül ile maksûd olursa, vasf, semenden bir şeye karşılık olur.» demişlerdir. Nitekim satıcı, sattığı kölenin elini, müşteri teslim almazdan önce kesse; semenin yarısı düşer. Ya da satıcının hak­kı için hükmen tenâvül maksûd olursa, meselâ müşteri yanında kusur meydana gelirse böyledir. Veya Allah Teâlâ (C.C.) hakkı için tenâ­vül maksûd olursa; nitekim müşteri satılan giysiyi diktirdikden sonra kusurunu görse, semenden düşürmeye, vasfın semenden bir hissesi olur. Şayet vasf, asi olur ve müşteri satılan şeyi eksik bulursa, muhayyerlik sabit olur. Eğer dilerse eksiğini hissesi ile alır ve dilerse terk eder. Çün­kü pazarlık, ayrıdır veya onda istenilen nitelik yoktur.

İkinci surette daha çoğu (ekseri) daha çok semen ile ahr veya sa­tışı fesh eder. Çünkü müşteri için, eğer onun için satılan şeyde fazlalık hâsıl olursa, o satılan şeye semenin fazlalığı lâzım olur. Nitekim, sebebi daha önce zikredildi. Bu durumda o, kendisine zarar karışan bir fayda olur. Müşteri muhayyer kılınır. Eğer satılan şeyi daha az semen ile alırsa, lâfzın gereği ile amel etmiş olmaz.

Musannifin, birincide: «Veya terk eder.» deyip* burada «Veya fesh eder.» demesine sebeb şudur: Çünkü satılan şey birincide eksik olunca, mebî1 bulunmamış ve hakîkaten satış mün'akid olmamıştır. Ekalli, ekal (yâni daha az olanı, daha az semen) ile almak, teâtî [15] ile satış olur.

İkincide satılan şey, fazlasiyle beraber bulunmuştur. O da, hakikatte tâbi'dir. İmdi, gerisini sen düşün!

Şayet müşteri ölçülen şeyi onbuçuk veya dokuzbuçuk zira' bulsa, birincide muhayyer olmaksızın, on ile alır. İkincide, muhayyerlikle do­kuza alır. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) demiştir kî: Birinci fasılda müşte­ri o ölçülmüş şeyi (nıezrû'u) muhayyerlik ile onbire alır. İkinci fasıl­da muhayyerlikle on'a alır. İmâm Muhammedi (Rh.A.) de demiştir ki: Birinci fasılda, müşteri nıebî'i muhayyerlik ile onbuçuğa alır. İkinci fasılda, muhayyerlik ile dokuzbuçuğa alır. Çünkü zirâ'ın dirhemle kar­şılanmasının zarûretindendir, ki zirâ'ın yarısı, dirhemin yarısına kar­şılık olur. İmdi, hükmü onun üzerine câri olur. İmâm Ebû Yûsuf (Rh. A.) un delili şudur: Satıcı her zirâ'ı bir semen ile ayrı ayrı zikredince; her bir zirâ'ı, bir giysi menzilesine indirmiştir. Halbuki, giysi'eksilmiş­tir. İmâm A'zam' (Rh.A.) m delili şudur: Zira', asılda vasfdır. Miktarın hükmünü şart ile alır. Şart ise, zira' ile kayıdlıdır. Şayet zira' yok olur­sa, hüküm asl'a geri döner.

Ba'zilan demiştir ki: Yanlan farklı olmayan kirbâs'da, [16], meş­rut üzere ziyâde olan şey, müşteri için iyi ve hoş olmaz. Çünkü bez, bu takdirde mevzun gibidir. O vakit, fazlalık ona zarar vermez. O bezden zirâ'ın satışı caiz olur.

Eğer satıcı mezkûr kaydı, yâni her bir zira' bir dirheme kaydını eklerse, farklı (mütefâvit) olanın satışında, daha az olanda miktâriyle sahih olur ve muhayyer, olur. Çünkü satıcı, ondan her biri için semen beyân edince, onlardan her biri satılmış mal (rnebî') olur. İmdi satış, mevcûd olan sayıda sahîh olur. Lâkin müşteri, satış pazarlığı ayrı ya­pıldığı için muhayyerdir. Daha çokda satış fâsid olur. Çünkü satılan şey fazla olunca, reddedilen farklıda cehalet kalıp, çekişmeye yol açar.

Bir evin yüz hissesinden on hissesini satmak, icmâen sahilidir. Ev­den yüz zirâ'dan on zirâ'ım satmak; İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, sa-hîh olmaz. İmâmeyn' (Rh. Aleyhima) e göre, caizdir.

Gâyet'ül-Beyân'da; Sadrıı'ş-Şehıd'den ve İmâm Attâbî' (Rh.A.) den naklen zikredilmiştir ki: İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) in satışın cevazını1 kabul etmeleri ev yüz zira* (arşın) olduğu vakittedir. İmâmeyn' (Rh, Aleyhimâ) in tacillerinden de bu anlaşılır. Şöyle ki, İmâmeyn (Rh. A-leyhimâ): «Çünkü on zira', yüz zirâ'dan evin onda biridir. Bu durum­da, yüz hisseden on hisseye benzer.» demişlerdir. İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre; satış evin belli bir miktarı üzere vâki' olmuştur, müşâ' üzere vâki' değildir. Çünkü zira', aslında bir tahtanın adıdır, ki onunla ölçü­lür. Burada zira' ile ölçülen şeye istiare olunmuştur. O da, muayyen­dir, müşâ' değildir. Çünkü müşâ'm zira' ile ölçülmesi tasavvur olun­maz. İmdi, zira' ile Ölçülen şey kasdedilince, o şey muayyendir, lâkin yeri mechûi olduğundan akd bâtıl olur.

İki giysinin ikisi de herevî olmak üzere satılır da, biri mervî çı­karsa, her ne kadar tümün semenini beyân etmiş olsa da, sahih olmaz.

Çünkü satıcı, mervîde kabulü, herevîde akdin cevazına şart kılmıştır. Yok olan bir şeyin kabulünü akdde şart kılmak ise, akdi ifsâd eder. [17]

 

Alım  Satımla İlgili Ba'zı Asıllar Hakkında Bir Fasıl

 

Ma'lûm olsun ki, bu fasılda bir takım asılların açıklaması vardır. Birincisi şudur ki: örfcn mebî* (satılan mal) ismini kapsayan şeyin hepsi, her ne kadar açıkça zikredilmese de, satışd?. dâhil olur. İkincisi: İttisâl-î karâr ile mebîa muttasıl olan şeyin hepsi, satişda dâhil oldu­ğu hâlde, mebîa tâbidir ve zikredilen gibi olmayan tâbi değildir.

Fukalıâ demişlerdir ki: Kulun sonunculukla tafsil etmesi için ko­nulan şey, ittisâl-i karâr değildir ve kulun sonunculukla tafsil etmesi için konulmayan şey de, ittisâl-i karârdır. Üçüncüsü: Bu iki kısımdan olmayan şey; eğer mebîin hukukundan ve ınerâfikından  [18] olursa, sa­tışta, o hukukun ve faydaların zikri ile dâhil olur. Eğer o şey, mebiın hukukundan ve faydalarından olmazsa, satışda dâhil olmftz. İmdi, bu böyle kararlaşınca, biz deriz ki: Evin bütün hakkı ve müştemilâtı ile satın alınmasında, üstündeki kat dâhil değildir. Ya da, o evde olan veya o evden olan her az ve çoğun hepsiyle denilirse, üst kat dâhil ol­maz. Çünkü ev (beyt), içinde gecelenen şeyin adıdır. Ulv (yâni üst kat), onun mislidir. Bir şey, mislini 'kendine tâbi kılmaz. Şu hâlde, onda dâhil olmaz; ancak açıkça söylemekle (tansîs) olur.

Menzilin ulvü (üst kat), menzilin satın ahnmasiylc de dâhil olmaz, ancak mezkûr kayd ile dâhil olur. Çünkü menzil, dâr ile beyt arasında bir isimdir. Zîrâ onda süknânm faydaları, onda hayvanların menzili bulunmadığı için, bir nev'î kusurla hâsıl olur. İmdi dara benzerliği olup hukukun zikri sırasında tebaan onda üst kat dâhil olur ve beyte benzerliği olduğu için  üst kat, ta'yîn ve açıklama   (tansîs)  olmaksı­zın beytte dâhil olmaz.

UIv (üst kat), bina ve darın kapısına muttasıl olan galak [19] m anahtarı, evi (darı) satın almada dâhil olur. Ayrı olan, dâhil olmaz. O da, kilit (kufi) dir. Çünkü kilit ve kilidin anahtarı, bu kayd ile dâhil olmazlar. Hela, darın satın alınmasında, bu kaydı zikrctmeksizîu dâim hududu ile dâhil olur. Üst katın dâhil olmasının sebebine gelince; çün­kü dâr, üzerini hudûd çevreleyen şeyin adıdır ve üst kat da, o dardan­dır. Keza, bina dahî ondandır. Anahtara gelince; bitişik olan kilit, on­dan cüzdür. Anahtar, kilidin satışında tesmiyesiz dâhil olur. Çünkü, ondan cüz gibidir. Kilitten, ancak anahtarla faydalanılır. Kilit (kufi) ve onun anahtarı dâhil olmaz. Binaya muttasıl olan merdiven, gerekse ağaçdan olsun dâhil olur. Bitişik olmayan merdiven, dâhil olmaz. Se­dir, merdiven gibidir. Kâfî'de de böyle denmiştir.

Evin (dânn) satılmasında; gölgelik (zulle), yol, sudan nasib (şirb) [20] ve sel yatağı (mesîl) dâhil olmaz. Ancak, zikredilmiş kayd ile dâhil olur. Gölgeliğin dâhil olmamasına gelince; çünkü gölgelik yo­lun boşluğu üzere bina edilmiştir. Şu hâlde, yolun hükmünü alır. Yol, su hissesi (şirb hakkı) ve su arkı hudûddan hâriç oldukları için dâhil olmazlar. Lâkin bunlar haklardandır. Bunlar, hakların zikredilmesiyle dâhil olurlar ve bunları zikretmeksizin icârede dâhil olurlar. Çünkü icâre, intifa için mün'akid olur. İntifa ise, ancak in'ikâd ile hâsıl olur, Satış, bunun aksinedir. Çünkü, ba'zan ticâret için olur.

Dârm satışında ağaç, her ne kadar tesmiye olunmasa da dâhil olur.  Arazînin  satın  alınmasında ekin  ancak  tesmiye ile dâhil olur.

Çünkü ağaç, yerinde durduğu için arazîye bitişiktir. Şu hâlde, binaya benzer. Ekin ise, ayırılmak için arazîye bitişiktir. Şu hâlde o, evde olan eşyaya benzer.

Ağacın satın alınmasında meyve denil olmaz. Çünkü bitişme (itti­sal), her ne kadar yaradılışdan olsa da; kesip koparmak içindir, sürekli kalmak için değildir. Bu durumda meyve, ekin gibidir. Ancak ağaçta olan şeyin hepsi veya o ağaçtan olan şeyin hepsi ile satın alınırsa dâhil olur. Çünkü, bu ^akdîrde ağacın meyvesi satılan şey (mebî*) deri olur. Ağacın hukukuyla dâhil olmaz. Çünkü meyve, ağacın hukukundan de­ğildir. Ekilen şeyin, sebze (baki)   [21] olmasından önce satılması sahih olmaz. Çünkü ekilen şey (zer'), kendisiyle faydalanılan bir şey değildir ve arza tâbidir. Bu durumda, nitelik (vasf) gibi olur. Şu hâlde, ekilen şeyi ayırmakla onun üzerine akd yapmak caiz olmaz. Eğer sebzeyi id­râk vaktine kadar terk etmek üzere satarsa, caiz olmaz. Keza yaş yonca ve sebzeler de bu minval üzeredir. Eğer satın alman şeyin tahliyesi şart kılındı ise; sebze oldukdan sonra satmak (bey'), sahîh olur. Yâni, ke­sip biçmekle veya üzerine hayvanını salıverip yedirmekle, sebze yerini tahliyeyi şart kıldı ise; bu takdirde satış sahîh olur. Çünkü şart, akdin gereğidir. Onu ifsâd etmez.

Mukttzî bulunduğu ve engel bulunmadığı için hissesini ortağına satmak, mutlaka yâni, ge> ..i hasâd zamanına erişsin, gerekse erişme­sin caiz olur. Çünkü satıcı, ortağına nazaran asıl gibidir. Zîrâ, ikisinin mülkü karışmıştır. Eğer hasâd vaktine kadar müşteri ekileni bozmazsa, ortağından başkasına, ondan izinsiz satması da caiz olur. Çünkü, bu takdirde cevaza dönüşür. Nitekim, evin çatısından kirişi satıp hattâ onu çıkartıp teslim edinceye kadar satışı fesh etmese, caiz olduğu gibi. Şayet ekilen şey ve y*r ortak olsa, ortağın bîri yansım, ekilenin yarı-siyle beraber ortağına veya yabancıya, ortağının rızâsı olmaksızın sat­sa, caiz olur ve müşteri satıcının yerine geçer. Sonra, yeri satmadan ekinin yarısını satmanın caiz olmaması şu yerdedir ki; kendisi için orada karar hakkı vardır. Meselâ; kendi mülküne ekmiştir. Fakat, gâ-sıb gibi, zirâatte tecâvüzkâr olursa, ekilen şeyin yarısını. satmak caiz olur. Hulâsa'da da böyle denmiştir. Keza münferid olduğu hâlde, eki­len şeyin hepsini satsa, eğer hasâd vaktine kadar bozulmazsa, zikredi­len gibi satış caiz olur. Çünkü, bu takdirde fesâd ortadan kalkar.

Bir kimse karnında inci olan balığı satsa, inci satışda dâhil olmaz.

Yâni bir kimse, karnında inci olan bir balık avlasa, balığa ve karnın­daki inciye mâlik olur. Çünkü ikisinin üzerine- mâlikiyet sabit olmuş­tur. Eğer balığı satarsa, inci balığın satışında dâhil olmaz. Çünkü in­ci, balığın cüzlerinden değildir. Hidâye ve Kâfî'de «Mâden (Rikâz) Ba­bı j> nda böyle zikredilmiştir.

Buğdayın, başağında satılması sahilidir. Bakla (bâkıllâ) mn, [22] başağında satılması da caizdir. Pirinç ve susamı, birinci kabuğunda iken satmak .sahilidir. Ceviz, badem ve fıstık da, zikredilen gibidir. İmânı Şafiî (Rh.A.); «Zikredilenlerin hepsi caiz olmaz.» demiştir. İmâm Şafiî' (Rh.A.) nin, başağın satılmasında iki kavli vardır. Bize göre, zik­redilenlerin hepsinin satılması  (bey'i)  caiz olur. İmânı Şafiî'   (Rh.A.) nin delili şudur: Ma'kûdun aleyh, yâni buğday, menfaati olmayan şey­le örtülüdür. Bu durumda, kuyumcu toprağına benzemiştir. Yâni cinsi ile satıldığında, altın ve gümüş ile karışmış toprağa benzemiştir. Bizim delilimiz; Nebî-i Ekrem' (S.A.V.) den rivayet edilen şu hadîsdir: Resû-lüllah (S.A.V.), hurmanın kızarmadıkca satılmasını yasakladı ve başa­ğın ağarmadıkca ve âfetten emin olmadıkça satılmasından nehy etti. Bir şeyin gayeden sonra olan hükmü, gayenin önceki hükmünün aksi­nedir.

İnâye adlı kitabın sahibi, kitabında şöyle demiştir: «Bu, söz götü­rür. Çünkü bu, gayenin mefhûmu ile istidlaldir. (Hanefîlere göre, bu is­tidlal makbul değildir). Evlâ olan nehy kavlîle istidlal etmektir. Zira nehy, meşrûiyyeti gerektirir.» Ben derim ki: Bu da, söz götürür. Çünkü şer'î fiillerden nelıy iktizâ eden meşrûiyyet, vasim meşrûiyyetinin yok-. luğu ile beraber — bu ise fesadın aynıdır — aslın meşrüiyyetidir. im­di delîl, müddeâmn (iddia edilen şeyin) aksini ifâde eder. Çünkü müd-deâ, satışın sıhhatidir. Delîl ise, satışın fesadını ifâde eder. Belki doğ­ru olan: Nehy ile istidlal, Mccma' sahibinin Bedâyi'de: «Gaye, bize gö­re işaret kabîlindendir, mefhûm kabilinden değildir.» sözüne yâhûd Telvîh sahibinin muâraza ve tercih bahsinde: «Gayenin mefhûmu müt-tefakun alevlidir.»  sözüne mebnîdir, denilmekdir.

Kemâle ermese bile meyve satmak sahîhdir. Çünkü meyve, hâlen yâhûd ilerde mütekavvim (kıymeti hâiz) maldır. [23] Şayet müşteri, meyveyi mutlak satın alsa veya toplamak şartiyle satın alsa, toplama­sı lâzım gelir.

Meyvenin, satış hâlinde ağaç üzerinde bırakılmasının şart kılın­ması, satışı ifsâd eder. Çünkü bu bırakma şartı, akdin iktizâ etmediği bir şarttır. Onda, müşteri için fayda vardır. Satıcı, satılan şeyin seme­nini düşük kaliteli veya kalp (züyûf) bylsa, satıcının, malı geri alıp semenle onu habs etmek hakkı yoktur. Yâni bir kimse semenle mal sattıkda; o satıcı İçin, semenini alıncaya kadar malı habs etmek (alıkoymak) hakkı vardır. Eğer satıcı malı müşteriye teslim etti ise, habs etmekde hakkı bâtıl olur ve satıcının malı geri almak hakkı yok­tur. Satıcının, ancak semeni istemek hakkı vardır. Eğer satıcı semeni teslim alıp; satılan malı (mebî'i) teslim ettikden sonra semeni düşük kaliteli veya kalp (züyûf) buldu ise, geri istemek hakkı- yoktur. Ancak o, hakkım isteyebilir. İmâm Züi'er (Rh.A.), »Satıcı, malı geri alabilir.» demiştir.

Satıcı, hâlis yerine kalp (züyûf) parayı teslim alsa; yâni satıcının başka bir kimsede dirhemleri olup, hâlis zanni ile kalp olanı alıp har-casa, sonra o teslim aldığı dirhemlerin kalp veya düşük kaliteli olduğu­nu öğrense, eğer o kalp veya düşük kaliteli (züyûf) paralar dmııyorsa, onu geri verir ve hâlisini alır. Eğer o kalp paralar durmuyorsa, gerek helak olmuş (hâlike) ve gerekse helak edilmiş (müstehleke) olsun geri verilmez ve geri de alınmaz. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.); «Kalpın (züyû-fun) benzerini geri verip, hâlisi alır. Çünkü, ribâ lâzım geldiği için ek­silen farkı almak (noksan ile rüeû') bâtıldır. Rızâsı olmadığı için, pa­raların hâlis olmasındaki hakkını ibtâle sebeb^yoktur. Fâîde; satıcı ile müşterinin ta'yîn ettiklerindedir» demiştir.

İmâm A'zam ile İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) in delili şudur:

Borcu ödemek, hakkının cinsini teslim almakla hasır olur. Öğrendik-den sonra onun hakkı, o hükmü bozmaktadır. O ise imkânsızdır. Hü­küm giyen şey, helak olmuştur.

Musannifin, kalp veya kalitesi düşük {züyûf) demesine sebeb şu­dur: Çünkü o dirhemler; kurşun veya içi bakır, dışı gümüş kaplama olsa, ittifakla geri verilir. Yine, musannifin «sonra öğrense» demesine sebeb; çünkü, eğer teslim aldığı sırada; o dirhemlerin içi bakır, dışı gü­müş kaplama olduğunu bilirse, hakkı sakıt olur.

Bir kimse, bir şey satın alıp <ve onu teslim alsa ve semenini peşin vermezden Önce müflisen ölse; satıcı, alacaklılar (garîmler) ile eşit olur. Yâni bir kimse, bir şey satın alıp o şeyi teslim alsa ve semenini peşin vermese ve o kimse müflis olarak ölse, satıcı diğer alacaklılar ile eşit olur. O şeyi, alacaklılar aralarında taksim ederler..Satıcı, ona diğer alacaklılardan daha haklı olmaz. İmâm Şâl'iî' (Rh.A.) ye göre; satıcı, diğer alacaklılardan daha haklı (ehak)  olur.

Musannifin «onu teslim alsa» demesine sebeb; eğer müşteri, onu teslim almasa; satıcı p şeye ittifakla daha haklı olacağı içindir. [24]

 

Şartın Muhayyerliği Ve Ta'yin Bâbı

 

BU ki; satış ba'zı kere lâzım, ba'zı kere de gayr-i lâzım olur. Lâzım; sarılan bulundukdan sonra kendisinde muhayyerlik olmayan satıştır. Gayr-i lâzım; kendisinde muhayyerlik olan satıştır. Lâzım olan satış; daha kuvvetli olduğu için musannif onu önce anlatıp, ondan sonra şart muhayyerliğini [25] ve ta'yini zikretmiştir. Birincisi, yâni şart mu­hayyerliği ile, akdi yapanın asıl akdi kabulü ile reddi arasında muhay­yer olmasını murâd eylemiştir. İkincisi, yâni ta'yîn [26] ile iki şeyin ve­ya üç şeyin birini, her hangisini dilerse ta'yîn etmek üzere satın alma­yı murâd eylemiştir.. Bu ikisini, diğer muhayyerlikler (hıyârât) üzerine takdim etmiştir. Çünkü bunlar (şart muhayyerliği ve ta'yîn), hükmün ihtidasını menederîer. Musannif, ondan sonra görme muhayyerliğini zikretmiştir. Çünkü o, hükmün tamâmını meneder. Ayb.muhayyerli­ğini [27] ertelemiştir. Çünkü ayb muhayyerliği, hükmün lüzumunu meneder.

Şart muhayyerliği bir kaç çeşittir,

Birinci çeşit, ittifakla fâsiddir. Nitekim müşteri; «Ben, muhayyer olmak üzere satın aldım.», «Ben, bir kaç gün muhayyer olmak üzere satın aldım.» yâhûd «Ebeden muhayyer olmak üzere satın aldım.» de­se, ittifakla fâsid olur.

İkinci çeşit, ittifakla caizdir. Bu çeşit; «Ben bu şeyi üç güne kadar ve üç günden daha az muhayyer olmak üzere satın aldım.» demesidir.

Üçüncü çeşit, ihtilaflı (muhteleiun iîh) dır. Bu, «Ben, bu şeyi bir aya veya iki aya kadar muhayyer olmak üzere satın aldım.» demesidir. Bu çeşit, İmânı A'zam, İmâm Züfer ve İmâm Şafiî' (Rh. Aleyhim) ye göre fâsiddir. İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed' <Rh. Aleyhimâ) e göre, caizdir.

Şart muhayyerliği; satan ve satın alan için, yâni ikisinden her biri için beraber caizdir. İkisi de razı olmadıkları müddetçe, satış bulunmaz. Alan ve satanın ikisinden biri ve ikisinden başkası için üç güne kadar yâni üç günün sonuna kadar caizdir. Çünkü, Resûliülah (S.A.V.), Hıb-bân b. Munkız1 (R.A.) a:

«Satış yaptığın zaman; hile yok! Benim için üç gün muhayyerlik olacak, de!» buyurmuştur. Bu hadîs ile istidlalin vechi şudur: Muhay­yerlik şartı, akdin muktezâsına aykırıdır. O da lüzumdur. İmdi, akdi bozar. Lâkin, satmak ve satın alnıakda, muhayyerliğe delâlet eden bu nass ile kıyâsın hilâfına, «Satış yaptım!» lâfzıyîe (delâlet ile) cevaz vermiştir. Nassda mezkûr müddet — ki üç gündür — o müddet üzeri­ne münhasır kalır, Üç günden fazlası caiz görülmemiştir.' İınâmeyn (Rh. Aleyhimâ); «Şayet belli bir müddet belirtirse caiz olur.» demiş­lerdir.

Eğer üç günden fazlaya .muhayyer olan kimse; akdden sonra üç günde muhayyer olmayı caiz görürse, müfsid yerleşmeden ortadan kalk­tığı için satış, caiz olur.

Şayet bir kimse, üç güne. kadar semeni ödemezse, satış olmamak üzere satın alsa, sahih olur. Üç günden fazla müddette ödemek ü'zere satın alırsa, sahih olmaz. Ancak eğer üç günde semeni Öderse, sahih olur.

Fukahâ' demişlerdir ki: Çünkü bunda, muhayyerliği şart koşmak ma'nâsı vardır. Çünkü ödemenin (nakdin) bulunmaması katında, sa­tışın münfesih olmasına mecbur eden (götüren) hacet, feshde mümâ-tale [28] den sakınarak şartın muhayyerliğine müihak olur.

Ben derim ki: Bunun zahiri üzere şu i'tirâz vârid olur. Biliyorsun ki; şart muhayyerliği hakkında vârid olan nass, kıyâsa muhaliftir. Usûl Kitaplarında anlatılmıştır ki, kıyâsın hilâfına sabit olan bir şeye, baş­kası kıyâs edilmez.

Bu i'tirâz, şöyle savulur: Usûl Kitaplarında anlatılan; hafî kıyâsın [29] hilâfına sabit olan bir şeye, celi kıyâsın [30] caiz olmamasıdır. Çün­kü yine, Usûl Kitaplarında; kıyâsın hilâfına, nassın delâleti ve istih-sân yoluyla sabit olan hükmün başkasına ilhakının cevazı da takrir olunmuştur. İstihsân yolu, hafî kıyâsdır. Burada, ikisinden her biri muhtemeldir. Nitekim, düşünen kimseye gizh' değildir!

Satılan şey (mebî1), satıcının muhayyerliği ile mülkünden çıkmaz.

Çünkü, bu sebebin tamâmı, rızâlaşmak iledir ve muhayyerlik ile tamâm olmaz. Bundan dolayı satıcı, satılmış olan köleyi âzâd etse, geçerli olur. Her ne kadar satıcının izni ile teslim alsa da, müşteri onda tasarrufa mâlik olmajz. Eğer müşteri satılan şeyi teslim alıp; muhayyerlik müd­detinde satılan şey elinde helak olursa, satılan şeyin kıymetini öder. Çünkü helâkla, satış bozulmuştur. Çünkü satılan şey, mevkuf idi. Ma­hal olmaksızın geçerlilik yoktur. Şu hâlde müşterinin elinde, satın al­ma pazarlığı ile kalır. Bunda, kıymet vardır. Eğer satıcının elinde helak olursa, onun hesabına helak olur ve satış münfesih olup, müşteri üze­rine bir şey lâzım gelmez. Nitekim, mutlak satışda olduğu gibi.

Satılan şey (mebî') satıcının mülkünden müşterinin muhayyer olmasiyle çıkar. Yâni muhayyerlik yalnız müşteri için olsa, muhay­yerliğin kalkmasiyle satıcının tarafında satış lâzım olduğu için, satı­lan şey satıcının mülkünden çıkar.

Şayet satılan şey müşterinin yanında helak olsa, kıymetini öder. Çünkü helak, ayb mukaddimesinden hâlî olmaz. Yakında açıklaması

gelecektir ki, müşteri mebî'e kusur (ayb) [31] katsa, geri vermek müm­kün olmaz. Geri vermek mümkün olmayınca, akd lâzım ve satış ta­mâm olur. Şu hâlde, tesmiye olunan kıymet lâzım gelir. Muhayyerliğin satıcıya âid olması, bunun aksinedir. Çünkü, muhayyerlik satıcı için olup satılan şey helak olsa, satış mevkuftur. Nitekim, daha önce geçti. Şu hâlde, kıymet lâzım gelir. .

Müşteri, satılan şeye (mebî'e) mâlik olmaz. İmâıneyıı (Rh. Aley-hlmâ); «Müşteri satılan şeye mâlik olur.» demişlerdir. Çünkü satılan şey, satıcının mülkünden çıkmıştır. İmdi, eğer müşterinin mülküne girmese, o satılan şey mâliksiz bir mülk olur. Şeriatta ise, bunun ben­zeri yoktur. İmâm A'zam' (Rh.A.) m delili şudur: Semen, müşterinin mülkünden çıkmamıştır. Şayet satılan şey müşterinin mülküne girse; değiş-tokuş (muâveze) ile hükrn yönünden, bir şahsın mülkünde iki bedel toplanmış olur. Bunun, şeriatta benzen yoktur. İmdi, İmâm A'­zam' (Rh.A.) m bu sözü tercih edilip, muhayyerlik ancak müşteriye na­zaran meşru kılınmıştır, denilmiştir. Tâ ki düşünüp, taşınıp masla­hat [32] üzere vâkıf olsun! Eğer satılan şey, müşterinin mülküne girer­se, çok defa müşterinin lehine değil, aleyhine olur. Meselâ; satılan köle, satın alanın yakını olmakla, O'nun üzerine âzâd edilmiş olur.

Satılan şeye (mebî'e) müşterinin temellükü bulunmadığına dâir bir kaç fer'î mes'ele vardır:

Birincisi: Şayet müşteri karısını satın alsa, nikâhı bakî kalır. Çün­kü, nikâhı ortadan kaldıran mülk-ü yemin yoktur.

İkincisi: Müşteri muhayyerlikle satın aldığı (köle oîan) karısı ile cinsî ilişkide bulunsa, o kadının reddetmesi caizdir. Çünkü, cima1 ni­kâhladır; mülk-ü yemîn ile değildir, ki geri vermek mümkün olmasın. Ancak: kadın bikr [33] olup, satın alan O'nu cima' ederse, geri veremez, Çünkü, bikri kusûrîanuştır. Bunun, reddi (yâni geri verebilme hakkı­nı) ibtâl ettiği yakında açıklanacaktır.

Üçüncüsü şudur: Müşteri muhayyerlik ile, yakınını, yâni zî-rahm-i mahremini [34] satın alsa, muhayyerlik müddetinde müşteri üzere âzâd edilmiş olmaz. Çünkü, muhayyerlik müddeti içinde mülk yoktur. Âzâd ise, mülk üzerine mürettebdir.

Dördüncüsü: Keza, «Eğer bir köleye mâlik olursam, o köle hürdür.» diyen (kimse, muhayyerlik ile bir köle satın alsa, yine O'nun üzerine âzâd edilmiş olmaz. Çünkü, şartın vukuu yoktur.

Beşincisi: Satın alınan cariyenin muhayyerlik müddetinde hayzı, istibrâdan sayılmaz. Çünkü istibrâ, ancak mülkün sübûtundan sonra vâcib olur. Halbuki mülk, sabit değildir.

Altıncısı: Muhayyerlikle satın alman câriye geri verilse, satıcı üze­re istibrâ lâzım gelmez. .Çünkü O'na müşteri mâlik olmadı, ki mülk yenilenip istibrâ vâcib olsun.

Yedincisi: Muhayyerlik müddetinde nikâhla çocuk doğuran câri­ye, müşterinin ümm-ü veledi olmaz. Yâni bir kimse, câriye olan karı­sını muhayyerlik ile satın aldıkda, muhayyerlik müddetinde satıcının elinde (yed'inde) çocuk doğursa, müşterinin ümm-ü voledi olmaz. Şu hâlde, geri vermeye mâlik olur. Satıcının elinde dememize sebeb şu­dur: Çünkü o câriye, eğer müşteri elinde çocuk doğursa, satış lâzım olur ve muhayyerlik bâtıl olur. Çünkü doğurmak, kusurdur.

Sekizincisi: Eğer müşteri, satıcının izni ile mebî'i teslim alıp onu satıcının yanına emânet koydu ise; muhayyerlik ile satın alınan mebı', satıcı hesabına helak olur. Çünkü mülk bulunmadığı için, mebi'i sa­tıcıya geri vermekle müşterinin teslim alması (kabzı) ortadan kalk­mıştır,

Dokuzuncusu: Me'zûn bir köle, muhayyerlik ile bir şey satın alıp ve muhayyerlik müddetinde satıcı, mebî'in semeninden ibra [35] etse, me'zûn kölenin muhayyerliği bakî kalır. Yâni me'zûn bir köle mu­hayyerlik ile bir şey satın alsa ve o şeyin semeninden satıcısı; muhay­yerlik müddetinde ibra etse, kölenin muhayyerliği bakî kalır. Çünkü me'zûn köle, muhayyerlik sebebi ile satılan şeye mâlik olmayınca, onun muhayyerlik müddetinde mebî'i geri vermesi temellükden kaçınma olur. Me'zûn için, temellükün velayeti vardır. Çünkü, O'na bir şey hibe edil­se, kabul etmemek için velayeti vardır.   .

Onuncusu: Bir Zimmî, eğer İslâm Dînini kabul ederse, O'nun Zim-mîden muhayyerlik ile şarâb satın alması bâtıl olur. Çünkü Zimmî müşteri îslâmı kabul ederse, muhayyerliğini düşürdüğü için Müslüman olarak şarâbı temellük etmesi caiz olmaz.

Kendisine muhayyerlik sabit olan kimse, ister satıcı, ister müşteri veya ecnebi olsun, satışı fesh etmek hakkı vardır. Eğer caiz görmek is­terse, caiz de görebilir. Sahibinin bilgisi ve haberi olmaksızın izin ve­rir, ama onun bilgisi olmadan bozamaz. Velev ki; gâib ölsün. İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Şafiî (Rh. Aleyhimâ); sahibinin bilgisi olmaksızın, İzin verdiği gibi, onun bozmak hakkı da vardır, demişlerdir. Bir de; cevaz veren kimseye, sahibi tarafından, musallat olunmuştur. Bundan dolayı, satışa vekîl olan kimse gibi rızâsı şart değildir. Çünkü vekilin, tevkil olunduğu şeyde, müvekkilin haberi olmaksızın tasarruf etmek yetkisi vardır. Çünkü vekîl, müvekkil tarafından musallattır.

İmâm A'zam ile İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) in delilleri: Sa­tış akdini bozmak, başkasının hakkında ret' (ortadan kaldırmak) ile tasarruftur ve zarardan hâli olmaz. Çünkü muhayyerlik, eğer satıcı için olursa, müşterinin akdin tamâmına i'timâd etmesi caiz olur. İmdi, on­da mutasarrıf olur. Bu takdirde, mebi'İn helak olmasiyte kıymeti, müş­teri ödemesi gerekir. Eğer muhayyerlik müşteri için ise, satıcının malı için başka bir müşteri aramaması caizdir. Bu, bir çeşit zarardır. İmdi, kendisi için muhayyerlik olmayanın bilmesi (ilmi) üzere mütevakkıf olur. Vekilin azli gibi. İzin vermek (icazet), bunun aksinedir. Çünkü, izinde ilzam [36] yoktur. Halbuki izin, icazete muvafıktır. Biz, muhay­yerlik hakkı olan kimsenin, mucîz olmayan kimse tarafından akdi boz­maya musallat kılınmasını kabul etmeyiz. Nasıl kabûî edelim ki; mucîz olmayan kimsenin kendisi akdi bozmaya mâlik olmaz. Ancak akd, gayr-i lâzım olduğu için bozabilir.

Buna, şöyle muâraza [37] edilmiştir: Sizin zikrettiğiniz zararı il­zam mes'elesi; her ne kadar bilmenin şart kılınması üzere delâlet eder­se de ve lâkin bizim katımızda, iştirâtı (şart kılmayı) nefy eden şey vardır. O da, kendisi için muhayyerlik olan kimse; eğer tek başına akdi bozmadı ise, çok defa kendisi için muhayyerlik olmayan-kimse müd­det geçinceye kadar gizlenmiş olup, satış lâzım gelir.

Buna şöyle cevâb verilmiştir: Muhayyerlik, kaybolmasından kork­tuğu için kefü tutmakla istîsakı (yâni, işi sağlama bağlamayı) terk etmek bakımından kendisine razı olunmuş bir zarardır ve eğer- ken­disi için muhayyerlik olan- kimse akdi bozarsa; şayet diğeri muhay­yerlik müddetinde bozulduğunu bilirse, bozulduğu hakkında bilgi hâsıl olduğu için akd bozulmuş olur. Eğer diğeri akdin bozulduğunu muhay­yerlik müddetinde öğrenip bilmezse, belki muhayryerlik müddetinden sonra öğrenirse, feshden önce müddeti geçtiği için, satış akdi tamâm olur.

Şart muhayyerliği (hıyâr-ı şart) mîrâs olmaz. Yâni satış akdi, sağ iken murisin feshi ile münfesih olduğu gibi, vârisin fesh etmesiyle münfesih olmaz. İmdi, muhayyerlik satıcının olup ölse, müşteri satı­lan şeye mâlik olur. Satanın vârisi, müşteriyle çefcişeınez. Şayet muhay­yerlik müşterinin olup ölse, müşteri satılan şeye mâlik olup, satanın vârisi müşteriyle çekişemez. Şayet muhayyerlik müşterinin olup Ölse, müşterinin vârisi muhayyersiz mebî'e mâlik olur.

İmdi, eğer «Vâris nasıl mâlik olur? Halbuki muris mâlik olmadı.»

denilirse, cevaben deriz ki: Mülkü mûcib olan* akd, murisin hakkında mevcûd idi. lâkin, muhayyerlik mâni' oldu. Muhayyerlik, vâris hakkın­da bâtıl olunca, mülkü mûcib eseri zahir olur. İmdi gerisini sen düşün! İmâm Şâfü (Rh.AJ; «Muhayyerlik miras olur.» demiştir. Çünkü şart muhayyerliği, satış hukukundan bir haktır. Ayb muhayyerliği [38] ve ta'yîn muhayyerliği gibi.

Hanefîyye ile Şâfiîyye Fakîhlerİ icmâ' etmişlerdir ki; şayet aleyhin­de muhayyerlik olan kimse ölse — o da, kendisi için muhayyerlik ol­mayan kimsedir —  muhayyerlik bakî kalır.

Bizim delilimiz şudur: Mfrâs (irs), intikâl kabul eden şeydedir. Mu­hayyerlik ise, ancak istemek (meşîet) ve dilemek (irâde) dir. Halbuki hıyâr-ı ayb ve ta'yînde, miras (irs) yoktur. Nitekim, yakında sebebi ve delili gelecektir.

Zikredilen şart muhayyerliği gibi, görme muhayyerliği (hıyâr-ı rû-yet) de miras olmaz. Çünkü görme muhayyerliği de, ancak istemek ve dilemektir. Hattâ müşteri görmezden önce ölse, kendisi için olduğu gi­bi, vârisleri için 4e gördükden sonra red hakkı yoktur.

Tacili muhayyerliği de, zikredilen sebebdetı dolayı miras olmaz.

Belki, Ibtidâen vâris için sabit olur. Çünkü mülkü, başkasının mülkü ile karışmıştır. Muhayyerlik bâtıl olunca, satış lâzım va tamâm olur.

Ayb muhayyerliği de, miras olmaz. Belki muris satılan şeye (rae-bi'e) salimen müstehık olur. Keza murisin yerine geçtiği için, vâris de müstehık olur. Bundan dolayı vâris için muhayyerlik, teslimden önce satıcının elinde kusûrlanmış olan şeyde, murisin ölümünden sonra sa­bit olur.. Her ne 'kadar muris için sabit olmazsa da, vâris için sabit olur.

Satıcı ile müşteriden biri, İkisinden başka bir kimseye muhayyerligi şart etse, caiz olur. Satıcı, müşteri ve o başka kimseden her hangisi izin verir veya bozarsa, istihsânen, satış sahili olur. Kıyâs, sahih olma­mak idi. İmâm Züfer' (Rh.A.) in sözü de budur. Çünkü muhayyerlik, ak din ahkâmındandır. İmdi semen gibi, başkası için iştirâtı (şart kı­lınması) saıhîh olmaz. İstihsânm vechi şudur: Âkidd.en başkası için muhayyerlik, âkidden niyabetle [39] sabit olur. Muhayyerlik, âkid için iktizâen takdim edilir. O başkası, âkidin tasarrufunu doğrulamak için, âkidden nâib kılınır. Böyle olunca, asıldan ve nâibden her biri için mu­hayyerlik sabit olur.

Asıl ve nâibden birinin izin vermesi ve diğerinin bozması hâlinde, birincisi (yâni asıl) evlâdır. Çünkü asıl, kendisine başkasının ortak ol­madığı bir zamanda bulunmuştur. Mâiyyette, yâni ikisinden iki söz beraber çıkması hâlinde; bir rivayette, âkidin tasarrufu mu'teher olur. Çünkü nâib, tasarrufu âkidden alır. Diğer bir rivayette de; bozanın ta­sarrufu mu'teber olur. Çünkü mecaza, akdi bozma (nakz) lâhik olur, bozulana (menkûza) ise, izin verme (icazet) lâhik olmaz. Şayet akdi bozma ve akde izin verme bir araya gelse, bozma evlâdır. Nitekim hür kadının nikâhı, cariyenin nikâhiyle bir araya geldiği vakitte, hür ka­dının nikâhı evlâ olduğu gibi. Çünkü, cariyenin nikâhı üzere i'tirâz vârid olur. Aksi, yâni hür kadının nikâhı üzerine i'tirâz vârid olmaz. Bir de: İhtiyat bundadır. Çünkü fesh, müşteri üzerine hürmet (haram olmayı) gerektirir, izin verime (icazet) ise mubah olmayı (ibâhat) ge­rektirir. Haram kılan, mutoâh kılana tercih edilir.

Bir kimse, iki köleyi, ikisinden bfrinde muhayyerlik olmakla satsa; eğer semeni tafsil edip (belirtip) ve muhayyerlik mahallini ta'yîn etti ise, akd sahih olur. Eğer semeni tafsil etmeyip ve muhayyerlik mahal­lini ta'yîn etmedi ise, sahîh olmaz. Bu mes'ele dört vech üzeredir:

Birincisi: Semeni tafsil etmeyip ve kendisinde muhayyerlik bulu­nan köleyi ta'yîn etmemektir. Bu akd, İn si (İd ir. Çünkü satılan şey ve semen ma'lûm değildir. Zira kendisinde muhayyerlik olan köle, akd-den hâriç gibidir. Çünkü akd, muhayyerlik ile beraber hüküm hakkın­da mün'akid olmaz. İmdi ikisinden biri, akdde dâhil olup, bakî kalır. Halbuki, o ikisinden biri bilinmemektir.

İkinci vech şudur: Satıcı, semeni tafsil edip ve kendisinde muhay­yerlik olan köleyi ta'yîn etmesidir. Satılan şey (mebî') ve semen ma'­lûm oldukları İçin ve kendisinde muhayyerlik olan kölede akd makbul olduğu için, her ne kadar diğerinde akdin mün'akid olması için mu­hayyerlik şart olsa da, bu akd caizdir. Lâkin o şart, akdi ifsâd edici değildir. Çünkü o şart, satış için mahaldir. Kınn ile müdebberi bir araya getirmek gibi.

Üçüncü vech şudur: Semeni belirtip (tafsil edip), kendisinde mu­hayyerlik olan köleyi belirtmemek (ta'yîn etmemek) tir.

Dördüncü vech şudur: Semeni belirtmeyip, kendisinde muhayyer­lik olan köleyi belirtmek (ta'yîn etmek) tir.. Satılan şey (mebî') veya semen bilinmediği için akd, her ikisinde de fâsiddir.

Şayet bir kimse, keylî (ölçekle satılan) veya veznî (tartıyla satılan) bir şeyi veya bir köleyi; yansında muhayyerlik olmak üzere satın alsa, gerek semeni belirtsin (tafsil etsin).,-gerekse belirtmesin bu akd aahîh olur. Çünkü, bir tek şeyin yarısı farklı olmaz. Kıymeti de kendisi gibi farklı olmaz. Eğer bütününün semeni ma'lüm olursa, yansının semeni de ma'lûm olur. Satılan şey (mebî') ise, ma'lûmdur (bilinmektedir). Zîrâ şüyu', cevazı nıenetmez, Kâfî'de de böyle denmiştir.

Dörtten aşağı (az) olan şeyde ta'yîn sahih olur: Bu, ta'yin muhay­yerliği (hıyâr-ı ta'yîn) dir. Yâni, iki giysinin her hangisini dilerse; onu, on dirhem ile almak üzere satın alsa, caiz olur. Üç giysi olursa, yine böyledir. İstîhsânen, ta'yîn sahîh olur. Eğer giysi dört olursa, fâsid olur. Bu fâsid olmak, külde kiyâsdir. Çünkü satılan şey (mebî'), bilinmemek­tedir. Bu söz, İmâm Züfer (Rh.A.) ve İmâm Şafiî1 (Rh.A.) nin sözüdür. İstihsânın vechi şudur: Ta'yîn muhayyerliği, «muhayyerliğin şartı ma'-nâsmdadir. Çünkü muhayyerlik şartında cevaz, en uygun ve en iyi ola­nı seçmesi için, düşünmeye ihtiyâç olduğundandır. Bununla beraber, akdin muktezâsına muhaliftir. Onun için burada, yâni ta'yîn muhay­yerliğinde, kendisine güveneceği veya satılan şeyi {mebî') kendisine sa­tın alacak bir kimse seçmeye muhtaç olur. İhtiyâcı gidermek için, bu vech üzere satış caiz görülür. Bilmemea&iğin (cehaletin) fesadı gerek­tirmesi, ancak çekişmeye (nizâa) yol açtığı vakittedir. Muhayyerlik müşteri için kıhnsa, çekişmeye yol açmaz. Çünkü emir, ona havale (mü-fevvazan ileyh) olur. İmdi hangisini dilerse onu.seçip, diğerini redde­der. Ceyyidi (iyi olanı), redîi (düşük olanı) ve vasatı (orta nitelikde olanı) kapsadığı için, ihtiyâç üç ile giderilir. Dörtte çekişme bulunma­sa da, ihtiyâç da yoktur. Bu ruhsat  [40]  ise, ihtiyâç ve çekişmenin  (nizâm? ikisiyle kâimdir. İmdi, biri ile ruhsat hâsıl olmaz. Sonra, ba'zı Fukahâ': «Bu akdde şart muhayyerliği olması şart kılınır.» Ba'zıları; «Şart kılınmaz.» demişlerdir. Şart muhayyerliği zikredilmeyince; İmânı A'zam' (Rh.A.) a göre; ta'yîn muhayyerliğinin üç gün ile tevkîU (yâni, üç günlük vakit ta'yîni) mutlaka lâzımda-. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre; belli bir müddet ile tevkîti (yâni, vakit ta'yîn edilmesi) gerekir.

İki kimse muhayyerlik ile satın alıp biri razı olsa, diğeri onu red edemez. Yâni iki adam, bir köleyi üç gün muhayyer olmak üzere satın alsa, imdi biri razı olup diğeri râz'ı olmasa, îmânı A'zara' (Rh.A.) a gö­re; diğerinin- o köleyi geri verme hakkı yoktur. îmâmeyn (Rh. Aleyhi­mâ), «Diğeri, geri verir.» demişlerdir,. Kusur muhayyerliği de öyledir. Yâni iki kimse, bir köle satın alsa, kölenin kusuru ortaya çıkıp, biri razı diğeri razı olmasa, hüküm zikredilen gibidir. Görme muhayyerliği de böyledir. Yâni iki kimse, görmeden bir şey satın alıp biri gördükde razı olup diğeri razı olmasa, hüküm yukarıda geçen gibidir. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) bunda da ayrı görüştedir. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) in delili şudur: O iki kimse için muhayyerliğin isbâtı, ikisinden her biri­ne isbâtdir. Çünkü muhayyerlik, aldatmayı yok etmek için meşru ol­muştur. İkisinden her biri, kendisinden aldanmayı defetmeye muhtâc-dırlar. Eğer muhayyerlik, diğerinin, kendi muhayyerliğini ibtâl ile bâtıl olsa, maksûdu hâsıl olmayıp, bu sebeble ona zarar dokunur.

İmâm A'zam* (Rh.A.) m delili şudur: Meşrut, ikisinin muhayyer­liğidir. Yoksa ikisinden her birinin ayrı ve tek başına muhayyerliği de­ğildir. Şu hâlde ikisinden biri red ile münferid olmaz (yâni, tek ba­şına red edemez), ..-

Ben derim >i; Bunun tahfeîki şudur: Muhayyerlik bir tasarruftur, ki onda reye muhtâcolunmv,Satış, huT ve bunların benzerleri gibi. Böyle olan her şey iki adama havale edilirse, onlardan hiç biri müs­takil hareket edemez. Vekâlet gibi. Çünkü müvekkil, iki adamı satı­şa ve benzerine vekîl etse; o iki vekilin biri, diğeri olmaksızın tasarrufa kadir olamaz. Çünkü müvekkil, onların ikisinin reyine razı olmuştur. Yoksa, birinin reyine değil. İvazsız, karısının talâkına tevkil veya emâ­neti geri vermeye veya bunların benzerine tevkil, zikredilenin aksinedir. Çünkü talâka tevkîl, reye muhtâc değildir. Belki sâdece tâbir ve ifâ­deden ibarettir. Bu husûsda, vekillerden birinin ve ikisinin sözü ve ifâdesi müsavidir.

Kendisinde muhayyerlik şart kılman evin yanında satılan bir evi şuf'a [41]  ile alan kimse, şart muhayyerliğini ibtât eder. O da, satın alman (müşterât) evdir. Yâni bir kimse, üç gün muhayyer olmak üze­re bir ev satın alsa, o evin yanında bir ev satılsa; birinci evi muhayyer satın alan kimse şufa ile, o satılan evi alsa, imdi onun alınması birinci ev için rızâdır. Çünkü şuf ayı istemek; evde mülkü seçtiğine' delildir. Zîrâ şuf'a ile almanın sabit olması, araya girenin (dahilin) zararını savmak içindir. Halbuki o savmak, mülkün dâim olmasiyle olur. îmdi, muhayyerliğin düşmesinin bundan önce olmasını tazammun eder. Mülk, satın alma vaktinden istinâd ile sabit olur. İmdi böylece, cevazın sabit olduğu meydana çıkar. Görme muhayyerliği bunun aksinedir ki, bir kimse bir ev satan alıp ve o evi gormese ve onun yanında bir ev satıl-dıkda şufa ile onu alsa, o kimsenin birinci evi görme muhayyerliği ile red etmek hakkı vardır. Şayet evi satışa çıkarsa, zikredildiği gibi görme muhayyerliği bâtıl olmaz. Şartın muhayyerliği bâtıl olur. Çünkü o kim­se, «Şartı ibtâl ettim.» dese, muhayyerlik düşer. Eğer, «Görme muhay­yerliğini ibtâl ettim.» dese, bâtıl olmaz. Çünkü onun sübûtu, görmek üzere mevkuftur. Yakında açıklaması gelecektir. Gâyet'ül-Beyân'da da böyle denmiştir.

Yine, kendisinde muhayyerlik şart kılman şeyin, meselâ, (satılan kölenin) elini kesmek gibi giderilmesi mümkün olmayan bir kusurla kusûrlanması, şartın muhayyerliğini ibtâl eder. Bu takdirde geri ver­mek imkânsız, (mümteni') olur. Hattâ satılan şey hastalanıp ve o has­talık ortadan kalksa, geri verilmesi caiz olur. Şart muhayyerliğini, mu­hayyerlik müddetinin geçmesi de ibtâl eder. Çünkü muhayyerlik, onun için ancak o müddette sâbitdir. Meselâ, mukadder vakitte muhayyer bir kadın gibi (yâni, kendisini boşamaya muhayyer kılman kadın gibi). O muhayyer kadın' için, müddet geçtikden sonra muhayyerlik kalmaz. Şart muhayyerliğini, zikredilen gibi fesh edilmeyen bir tasarruf dahi ibtâl eder. Âzâd ve tedbîr gibi. Yâni muhayyer olmak üzere satın aldı­ğı köleyi âzâd veya müdebber etmekle muhayyerlik bâtıl olur. Veya ancak mülkde helâl olan bir tasarrufla da muhayyerlik bâtıl olur. Me­selâ-; cinsî ilişkide bulunmak, öpmek ve şehvetle dokunmak gibi. Ya ela, bir tasarruf, ki ancak mülkde geçerli olur. Meselâ; muhayyer satın al­dığı şeyi satmak, rehn koymak, kiraya vermek ve hibe etmek gibi. Çün­kü bunlardan her biri mülkü seçmenin ve onun kalıp devam etmesi­ni istemenin delilidir.

Muhayyer satın aldığı giysiyi  bir kere giymek veya hayvana bir kere binmek ve bunların benzerleri, şart muhayyerliğini ibtâ.l etmez.

Çünkü giymek ve binmek ile müşteri sınamış ve denemiş olur. İmdi bu, istibkâya (yâni, malın kendisinde kalıp devam etmesini istediğine) de­lâlet etmez.

Bir kimse ertesi güne katlar muhayyerlik ile bir şeyi satın alsa, er­tesi günde de muhayyer olur. İmdi bu günde muhayyer olduğu gibi, ertesi günde de muhayyer olur. Keza öğleye ve geceye varıncaya kadar deyip muhayyer satın alsa, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, öğle ve gece dâhil olur. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, öğle ve gece dâhil olmaz. Çünkü, ertesi gün ve onun benzeri gaye kılınmıştır. Gaye (sınır) ise, mugayyâ (sınırlanan) da dâhil olmaz. Orucda, gece dâhil olmadığı gibi. İmâm A'zam' (Rh.A.) in delili şudur: Gaye, şayet hükmü, gayeye uzat­mak için olsa, gaye mugayyâda dâhil olmaz. Orucda, gece dâhil olma­dığı gibi. Çünkü oruç, bir saatin (belirli bir vaktin) orucunu da kap­sar. Geceye kadar, denildiği vakit, hüküm gayenin yerine kadar uzatı­lır. Şayet gayenin .ötesini (maverasını) çıkarmak için olsa, gayenin yeri dâhil olduğu hâlde kalır. Nitekim, dirseklerde olduğu gibi. Çünkü kolların mutlak söylenmesi, koltuk altlarını da dâhil eder. Gayenin zikredilmesi, gayenin ötesini hükümden çıkarmak içindir. Bu takdir­de gayenin ,yeri, dâhil kalır. Burada muhayyerlik ile olmak üzere ikti-sâr olunsa, muhayyerlik müebbeden sabit olur. İmdi satış, fâsid olup gaye, ötesini (maverasını) ıskat eder. Te'cîl bunun aksinedir ki, şayet satıcı Ramazân'a kadar müeccel (veresiye) satsa, Ramazân dâhil ol­maz. Mutlak te'cîl yapsa; «Sana, müeccelen (veresiye) sattım.» deyip ve vakit zikretmese, müddet (ecel) müebbed olmaz. Belki yarım güne veya üç güne veya bir aya sarf olunur ve bir ay olmak üzere fetva ve­rilir. İmdi gaye, hükmü gayeye uzatmak için olur. Bu takdirde hüküm­de dâhil değildir.

Muhayyerükde söz, münkirindir. Yâni, iki âkid muhayyerliğin şart kılınmasında anlaşmazlığa düşseler, zahir rivayette söz, yeminiyle be­raber muhayyerliği inkâr edenindir. Çünkü muhayyerlik, ancak şartla sabit olur. Şu hâlde muhayyerlik arızî şeylerden (avarızdan) dir. Bu durumda söz, «Muhayyerlik yoktur.» diyenindir. Müddet (ecel) da'vâ-sında olduğu gibi.

Muhayyerlik müddetinin geçmesinde  anlaşmazlığa düşseler, söz münkirindir. Çünkü onlar, muhayyerliğin sübûtu üzere birbirlerini doğrulamışlardır. Bundan sonra, ikisinden biri müddetin geçmesiyle muhayyerliğinin düştüğünü iddia etmiştir. Bu durumda söz, münki­rindir.

Yine şartın ziyâdeliğinde ihtilâf etseler, yâni muhayyerliğin mik­tarında ihtilâf etseler; söz, iki vaktin en kısasını iddia eden kimsenin­dir. Çünkü diğeri, şart olan muhayyerlik müddetinin daha uzun oldu­ğunu iddia etmektedir, öbürü ise bunu inkâr etmektedir.

Bir kimse, bir köleyi ekmekçi veya kâtib olması şartiyle satın alsa, ve O'nu şartın aksine bulsa, O'nu semeniyle alır veya terk eder. Çünkü şart, kölede istenen niteliktir. İmdi, akdde şart ile müstehak olur. Bundan sonra, o istenen niteliğin bulunmaması muhayyerlik îcâb eder. Çünkü müşteri onsuz, o köleye razı değildir. Bunun açıkla­ması şudur: Şart koşulan bu niteliğin kölede bulunmaması, kölenin, kendisine ekmekçi ve kâtib denecek kadar, ekmekçilik etmeye ve yazı yazmaya kadir olmamasiyledir. Bu takdirde, köleyi semenin tümü ile kabul etmek ile O'nu geri vermek arasında muhayyer kılınır. Şayet geri verilmesini sebeplerden bir sebeb menetmezse, meselâ; sütlü olmak veya sağılır olmak üzere koyun satın alıp, bu niteliğin bulunmaması gibi. Zikredilen sebeblerden dolayı müşteri muhayyer olur.

Koyunun gebe olması veya bir ntl[42] sütü sağılması şartiyle sa­tın alınması, zikredilenin aksinedir. Akdi ifsâd etler (bozar). Çünkü bu, nitelik kabilinden değildir. Belki, fasid şart kabîlindendir. Zira, koyu­nun gebe olması ve bir ntl sütü çıkacağı gerçekten bilinmez.   -

Bir kimse muhayyerlikle bir câriye satın alıp, «Satın aldığım câri­ye budur.» deyip, O'nun yerine başka câriye geri verse, hu »edenle sa­tıcı ile müşteri çekişip, satıcı; «£Bu cariyeyi değiştirdin, sattığım câriye bu değildir.» deyip ve müşteri de değiştirdiğini inkâr etse; satıcının de-Hli de olmasa, söz yeminiyle müşterinindir.

Satıcının geri verilen cariyeyi cima etmesi caizdir. Çünkü müşteri Onu geri verince, o semenle satıcının cariyeyi temlikine razı olur. Şu hâlde, satıcının da temellük etmesi caizdir. Vâkıât'da da, böyle den­miştir. [43]

 

Görme   Muhayyerliği   Babı

 

Satıcının ve müşterinin görmedikleri şeyi satma ve satın almala­rı caizdir. Yâni bir adamın, görmediği bir şeye mâlik olup onu satması caizdir. Meselâ; O'na mîrâs kalan mal gibi. Keza, bir adamın görmedi­ği bîr şeyi satın alması da caizdir.

Nitekim, rivayet edilmiştir ki; Hz. Osman (R.A.J, Talha b. Abdul­lah' (R.A.) a Basra'da olan bir yerini (arzını) satmış. Bunun üzerine ba'zı kimseler, Talha' (R.A.) ya; «Sen, aldandın.» demişler. Talha (R.A.) da, «Benîm için muhayyerlik vardır. Çünkü ben, görmediğim şeyi sa­tın aldım.» demiştir.

Öz. Osman' (R.A.) a da; «Sen, aldandın.» denildi. Hz. Osman (R.A.) da, «Benim için muhayyerlik vardır. Çünkü ben, görmediğim şeyi sat­tım.» demiş, bunun Üzerine, Cübeyr b. Mut*im' (R.A,) i aralarında ha­kem ta'yîn etmişler. Cübeyr; Talha (R.A.) için muhayyerlik bulundu­ğuna hükmetmiş. Bu hüküm, Sahâbe'nin (Allah Teâîâ (C.C), onların hepsinden razı olsun) huzurunda vâki olmuştur.

Zeytin, tulumda; buğday, çuvallarda; inci, hokkada ve giysi yen içinde ve cariyenin yüzü peçeli olmakla görülmeyen mebf, gerek mec-lisde hâzır olsun —satıcı ile alıcı mebî'in satıcının mülkünde mevcûd olduğunda ittifak edip müşteri mebî'den bir şey görmese — gerekse satılan şey meclisde bulunmayıp mebî'in cinsinden* başka bir şey olma­yan yer işaret etsin, satış caiz olur. Yâni o işaret edilen yerde satılan şeyin (mebî'in) adıyla adlandırılan mebî'den başkası olmazsa, satış caiz olur. Miişteri satılan şeyi gordükde, O'nun için muhayyerlik vardır. Eğer dilerse alır, dilerse almaz. İmâm Şafiî (Rh.A.) .«Müşteri, satılan şeyi görmediği zaman, satılan şey bilinmediği için akd sahîlı olmaz.» demiştir.

Bizim delilimiz şudur; Satışı tecviz eden umûm atta, yâni genel nasslarda görme kaydı yoktur. Onun üzerine, görme kaydı eklenmez. Çünkü görme kaydını eklemek, nesh etmek gibidir. Resûlüllah' (S.A.V.) den şöyle dediği rivayet edilmiştir:

«Bir kimse görmediği şeyi satın alsa; o şeyi gördükde, onun için muhayyerlik vardır.»

Biti de; satılan şeyin bilinmemesi ancak çekişmeye vardınrsa o za­man, satış* ifsâd eder. Meselâ; bir sürü koyundan, bir koyunun satıl­ması gibi. Şayet çekişmeye vardırma/sa, satış fâsid olmaz. Buğday yı­ğınından bir ölçeğin (kafîzin) satılması gibi. Görmekle meydana gelen bilmemezlik, çekişmeye vardırmaz. Çünkü satılan şey müşteriye uy­gun gelmezse, müşteri onu (möbî'i) geri verir. Kendisine işaret edilip, görülmüş olan şeyde niteliğin bilinmemesi gibi olur. Meselâ; müşteri, bir giysi satın ahp arşın sayısını bilmese, her ne kadar görmezden ön­ce razı olsa da — yâni müşteri satılan şeyi görmezden önce razı oldum deyip, sonra görse— onun reddetme hakkı vardır. Çünkü muhayyer­liğin sübûtu, görmeye bağlanmıştır. Nitekim, bizim rivayet ettiğimiz Hadîs'e göre, görmezden önce muhayyerlik sabit olmaz. Fakîhler böy­le demişlerdir.

Ben, «Bu, söz götürür.»,derini. Şöyle ki: Evvelâ; Fıkıh Usûlü ki­taplarında tekarrur ettiğine göre; kendisine şart edatı dâhil olan her şey şart olmak îcâb etmez. Şu ma'nâya ki, bir şeyin mevcudiyeti ona bağlı olur. Hattâ o şartın yok olmas^le, meşrutun yok olması (orta­dan kalkması) lâzım gelir.

Saniyen; bu delil, şartın mefhûmu ile istidlaldir. Halbuki biz, buna kâü değiliz.

Uygun olan vech, şöyle denllmesidir: Şayet akd, görmezden ön­ce rızâ ile lâzım gelse, ondan muhayyerliğin imtinâı lâzım gelir. Hal­buki muhayyerlik, nass ile sabittir. İmdi, onun ibtâline götüren şey de bâtıldır.

Satıcı için, görme muhayyerliği yoktur. Nitekim, daha önce Cübeyr b. Mut'im' (R.A.) in hükmünde geçti. Onun, belli bir vakti yoktur. Çün­kü Hadîs-i Şerîf, müşteri için mutlak muhayyerlik ile vârid olmuştur.

İmdi onda vakit ta'yîni, nass üzere ziyâde etmektir. O im ibtâl edici bu­lununcaya kadar, vârid olan görme muhayyerliği bakî kalır.

Tevkît (vakit ta'yîni) ancak satın almada, icârede, taksimde ve mal da'vâsından belirli bir şey üzere sulh da sabit olur. Çünkü bunla­rın her biri değiş-tokuş (muâveze) dur.

Maksûdu bildiren şeyin görülmesi yeter. Satılan şeyin hepsinin gö­rülmesi gerekmez. Çünkü, hepsinin görülmesi imkânsızdır. Şu hâlde, maksadı bildiren şeyin görülmesi yeter. Eğer satılan şey (mebî1), bir cinsden olan çok şeyler is*; o şeylerin bireyleri ölçülen (mekîl) ve tar­tılan (mevzun) şey gibi farklı olmazsa, — ki onların alâmeti numune (örnek) arz etmektir. Yâni mislini göstermektir. — onlardan birinin görülmesi yeter. Ancak geride kalanı; görülen örnekdeıı daha kötü ise, bu takdirde müşteri muhayyer olur. Eğer satılan şeyler, giysiler ve hay­vanlar gibi farklı şey ise, her birinin görülmesi gerekir. İmam Kerhi' (Rh.A.) nin zikrettiğine göre; ceviz, badem ve yumurta bu çeşitlendir.

Hİdâyc sahibi demiştir ki: Uygun olan; ceviz ve bademin, buğday ve arpa gibi olmasıdır. Çünkü ceviz ve badem, büyüklükele birbirine ya­kındır. İmdi bu anlaşıldı ise; biz deriz ki; maksad kendisiyle bilinen şey, yığının yüzü gibidir. Çünkü yığının yüzü ile, geri kalanının duru­mu bilinir. Eğer geri kalan, yüzünden kötü bulunursa, müşteri mu­hayyer kılınır.

Kölenin yüzü de böyledir. Çünkü insanda maksini olan yüzdür. Yi­ne, meselâ hayvanın yüzü ve sağrısı (kaba eti) gibi. Çünkü hayvanda maksûd olan, bu ikisidir. Fukahâ'dan ba'zıîarı; hayvanın dört ayağının görülmesini şart kılmıştır. Yüzü ve sağrısını görmenin şart olması, İ-mâm, Ebû Yûsuf  (Rh.A.) dan rivayet edilmiştir.

Sağılır koyunun akan sütünü görmek de böyledir. Bu da, maksûdu belirten şeydendir. Onun görülmesi yeter.

Durulmuş, nişansız giyeceğin dışını görmek yeter. Çünkü dışı, ge­ri kalanını tianımlar. Şayet nişan (alem) [44] yeri gibi, maksûd olan §ey; giyeceğin içinde olsa, görülmesi gerekir Nişan yerini, nişanlanmış olduğu hâlde görmek lâzımdır.

Koyunun etine eliyle dokunmak yeter. Çünkü maksûd olan ettir.

Dokunmakla durumu bilinir. Yenilen şeyi tatmak yete_r. Çünkü tat­mak, maksadı bildirir. Konağın (darın) dışını ve sahnnıı (orta boşlu­ğunu)   FÖrnıek yetmez. Belki, bütün bölümlerini görmek gerekir. Konağm sahnını veya dışını gören kimse için muhayyerlik olmaması hak­kında rivayet edilen hüküm, ancak binalarda eskilerin (kudemânın) âdetine göredir. Çünkü onların konaklan (darları), o devirde farklı de­ğildi. Dışına bakıp görmek, içinin durumunu bildirildi. Fakat günü­müzde durum böyle değildir.

Şişenin içinde yağı görmek de yetmez. Çünkü şişetlp yağı görmek, engel bulunduğu için, gerçekden yağı görmek değildir

Müşterinin, satın almaya vekili gibi, teslim almaya vekîl kıldığı kimsenin mala bakması yeter. Müşterinin elçisinin bakması  yetmez.

Biline ki; burada satın almaya vekîl var, teslim almaya vekil var, elçi var. Satın almaya vekîl edilmenin sureti; müvekkilin bir başka' kimseye: «Şu şeyi satın almaya benim vekilim ol.» demesidir. Teslim almaya vekîl edilmenin sureti: Müvekkilin, «Benim satın aldığım ve gördüğüm şeyi teslim almaya vekîl ol.» demesidir. Elçiliğin sureti; «Be­nim satın aldığım şeyi teslim almaya tarafımdan elçi ol.» demesidir.

Birinci vekilin görmesi, bil'icmâ' muhayyerliği düşürür. İkinci ve­kilin görmesi; İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, o şeye bakarak teslim al­mışsa, muhayyerliği düşürür. O zaman, ne vekîl ve ne de müvekkil onu geri veremez. Ancak kusuru ortaya çıkarsa, verebilir. Fakat vekîl, o şe­yi örtülü olarak teslim aldıkdan sonra görüp muhayyerliği düşürse, muhayyerlik düşmez. ÇünKü vekîl onu örtülü olarak teslim alsa, tev­kil, eksik teslim almakla sona erer. Böyle olunca, artık onu düşürme­ye kasden mâlik olmaz. Çünkü vekü, yabancıdır. Şayet, o şeyi teslim almaya elçi gönderse; elçi de onu gördükden sonra teslim alsa, müş­terinin o şeyi geri vermek hakkı vardır. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) şöyle demişlerdir: Teslim almaya vekîl olan ve elçi şunda müsavidir ki, on­ların gördükden sonra teslim almaları, müşterinin muhayyerliğini dü-. sürmez.

A'mânın akdi sahilidir. Yâni satması ve satın alması şahindir. A'-mâ yoklamakla anlaşılan şeyde yoklayarak ve koklamakla anlaşılan şeyde koklayarak ve tatmakla anlaşılan şeyde tadarak satın alsa, akd sahih olur ve muhayyerliği sakıt olur.

Akarın (yâni tarla gibi malların) vasfiyle de akd sahih olur. (Yâ­ni, mümkün olduğu kadar en açık şekilde akarın nitelikleri a'mâya anlatıldıkda, a'mâ; «Razı oldum.» derse, onun muhayyerliği düşer. Çün­kü akârm niteliğini zikretmek, a'mâ için görmek yerine geçer.) A'mâ­nın, şayet gözü görür olsa, satın aldığı akan görebileceği bir yerde dur­ması mu'teber sayılmaz. Nitekim, İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan böyle rivayet edilmiştir.

A'mâmn vekilinin bakması ile de akd sahih olur. Çünkü vekilinin bakması a'mânın bakması gibidir.

Müşteri iki giyeceğin birini görüp ikisini beraber satın alsa, ondan sonra diğer giyeceği gördükde ayblı (kusurlu) bulsa, ikisini do geri ve­rebilir. Yalnız ayblı olanı, ttk başımı geri veremez. Yâni akd tamâm olmazdan önce ayırma, lâzım gelmesin diye sâdece aybh (kusurlu) olan geri verilmez. Çünkü satış akdi, görme muhayyerliği ile beraber, teslim almadan önce ve ondan sonra tamâm olmaz. Satın almazdan önce gör­düğü şeyi, bilâhare görmeden satın alsa, eğer o şey değişmiş ise müş­teri muhayyer kılınır.--Çünkü, müşteri, görmediği şeyi satın almıştır. Zira değişmekle, başka şey olmuştur. Eğer değişmediyse, onun için mu­hayyerlik yoktur. Çünkü, gördüğü ş&yr satın almıştır. Ancak müşteri o şeyin akiddeıı önce gördüğü şey olduğunu bilmezse, muhayyer olur. Çünkü, müşteri ona razı olmaz. Eğer değişmede anlaşmazlığa düşüp, müşteri «Değişmiş!» der ve satıcı «Değişmedi» derse, söz yeminiyle sa­tıcınındır. Müşterinin ise, delîl getirmesi gerekir. Çünkü akdin lâzım gelmesinin sebebi; —ki daha önce görmesidir— zahirdir ve değişme sonradan meydana gelmişdir. Söz, zahiri iddia eden kimsenindir. Bu hüküm, müddet yakın olup da, bu gibi müddette mebî'in değişmiyeceği bilindiği vakittedir. Müddet uzak olursa; meselâ, genç bir câriye gö­rüp, yirmi yıl sonra O'nu satın alır da, satıcı «Değişmedi.» derse, söz müşterinindir. Çünkü hâlin zahiri, müşteriye şâhiddir. Veya görmekde ihtilâf etseler, söz yeminiyle müşterinindir. Çünkü müşteri, sonradan meydana gelen bir işi inkâr etmektedir. O da, görmek (rûyet) tir.

Mjişteri bir giyecek balyasını (dengini) satın alıp teslim alsa ve o denkden bir giyecek- satıp veya hibe edip; teslim etse, o dengi «atıcıya görme muhayyerliği veya şart muhayyerliği ile geri veremez. Belki, ayb muhayyerliği İle geri verir. Çünkü mülkünden çıkan şeyde, geri vermek imkânsız (müteazzir) dır. Kalanın geri verilmesinde, satış ak­dinin tamâmından önce pazarlığı ayırmak (tefrik) vardır. Çünkü gör­me muhayyerliği ve şart muhayyerliği satış akdinin tamâmım meneder-ler. Nitekim, daha önce geçti. Ayb muhayyerliği ise, teslim almakdan sonra satış akdinin tamâmını menetnıez. Halbuki mes'elenin konulusu, teslim almadadır. Çünkü geri verme, teslim almadan önce olsa, bunda tasarruf caiz olmazdı. Şayet müşterinin sattığı giyecek, müşteriye bir sebeble geri dönse, bu feshdir. Meselâ, ikinci müşteri O'na kusurla ka­zaen geri vermekle veya birinci müşteri hibede geri dönmekle, fesh olur. İmdi müşteri, o muhayyerlik .üzere olur ve hepsini görme muhayyerli­ği ile geri vermek caiz olur. Çünkü, asıldan engel kalkmıştır. O da, pa­zarlığı ayırmanın lüzumudur. İmâm Ebû Yûsuf  (Rh.A.)  dan rivayet edilmiştir ki; görme muhayyerliği düşmesinden sonra şart muhayyer­liği gibi geri dönmez. Kudûrî (Rh.A.) de buna İtimâd etmiştir.

Şart muhayyerliğini bozan, görme muhayyerliğini de mutlak su­rette bozar. Nitekim, daha önce geçmişti. Yâni gerek, görmezden önce olsun ve gerek gördükten sonra olsun müsavidir. Görme muhayyerliği­ni, gördükten sonra başkasının hakkını îcâb etmeyen şey ibtâl eder. Mu­hayyerlik ile satmak, pazarlaşma (müsâveme) [45] ve teslîmsiz hîbe. gibi şeyler ibtâl eder. Görmeden önce ibtâl etmez. Çünkü bu tasarruf­lar, açık rızâdan daha fazla değildir.

Başkasının hakkım îcâb eylemeyen şey, ancak görme (rûyet) den sonra, onu ibtâl eder- tlk> tasarruflara gelince: Bunlar daha kuvvetli­dir. Çünkü ba'zılan feshi kabul etmez. Ba'züan da başkasının hakkını îcâb etmiştir. Şu hâlde, ibtâli mümkün.olmaz. Keza görmediği ev ile şuf'a istemek de böyledir. Yâni görme (rûyet) den sonra onu. ibtâl eder, görmeden Önce ibtâl etmez. [46]

 

Ayb (Kusur) Muhayyerliği Babı

 

Bir müşteri satın aldığı malda, tüccar yanında semeninden eksil­ten bir şey bulsa — ki şer'an mu'teber olan kusur {ayb) [47] budur. Bu­nunla murâd, satıcı yanında mevcûd olan kusurdur. Halbuki müşteri satış sırasında ve teslim alma sırasında onu görmemiştir. Çünkü tes-lîm ajma sırasında görürse, rızâ sayılır. — müşteri o şeyi semenin hep­si ile dilerse alır, ya da geri verir. Çünkü mutlak satış, satılan şeyin ku­surdan selâmetini gerektirir..Şayet selâmet yok olursa (bulunmazsa),x razı olmadığı şeyi alması lâzım gelmekle zarar görmesin diye müşteri muhayyer kılınır. Başka bir şey lâzım gelmez. Yâni kusurlu şeyi eksiği ile almak rneebûriyyeti yoktur. Çünkü niteliklere semenden bir şey karşılık olmaz. Ancak nitelikler tenâyül ile maksûd olursa, karşılık olur. Nitekim daha önce geçti. Yakında açıklaması gelecektir,   .

Kölenin kaçması gibi ki, gerekse bir günlük yolculukdaıı (seferden) eksik olsun, kusurdur. Döşeğe işemek ve hırsızlık etmek de kusurdur. Bunların hepsi, kölenin küçüklük ve büyüklüğü ile değişir. Çünkü bu şeylerden biri şayet temyize kadir olmayan küçük çöcukda bulunur­sa, kusur olmaz. Temyize kadir olan büyükde bulunursa, kusur olur. Bulûğ Üe ortadan kalkar. İmdi bulûğdan sonra tekrar yaparsa, sonra­dan meydana gelmiş bir kusur olur ve ikisi başka başka sayılırlar. Çün­kü, sebebleri başkadır.

Şayet kusur; satıcı yanında küçüklüğünde meydana gelse (hâsıl ol­sa) ve müşteri yanında büyüklüğünde meydana gelse, eski kusur (ayb-ı kadîm) olduğuna binâen, müşteri onu satıcıya, geri veremez.

Delilik de ayb (kusur) muhayyerliğindendir. Bu kusurun, küçük­lük ve büyüklük ile hükmü değişmez. Yâni satıcının elinde küçüklüğü hâlinde delilik hâsıl olup, müşteri elinde büyüklüğü hâlinde geri dön­se, bir tek kusur olur, müşteri bununla satıcıya malı geri çevirir. Çün-Kü delilik, içeride olan bozukluk sebebiyledir. Çünkü aklın ma'deni kalbdir ve şuası beyindedir. Delilik (cünûn), o şuanın kesilmiş olma­sıdır. Bu kesilme, sebebin değişmesiyle değişmez (muhtelif olmaz).

Ağzının kokusu çirkin ve koltuğunun kokusu kötü olması da ku­surdur. Yine, satırı alınan kölenin zânî olması ve zinadan doğmuş ol­ması da 'kusurdur. Bu zikredilen dört kusur cariyede olursa, kusur (ayb) seridir. Çünkü O'nun satın alınmasında gaye, ba'zan cima (is-tifrâş) için olur. Oysaki câriye, bu kusurla bozulmuş olur. Erkek kö­le (gulâm}, böyle değildir. Çünkü zikredilen dört kusur, erkek kölede kusur sayılmaz. .Zîrâ erkek kölede maksûd olan, hizmet etmesidir.. O erkek köle, bu kusurla bozulmuş olmaz. Ancak ilk ikisi, yâni ağzının ve koltuğunun kokusu, insanlarda onun benzeri seyrek görülür derece­de çok kötü olursa; bu takdirde o, bedende bir hastalıktan dolayı 'olur. Hastalık ise, semeni eksiltir.

O kölenin zina âdeti olursa, bu da kusurdur. Çünkü O'nun zinaya düşkünlüğü, hizmeti aksatır (bozar).

Câriye ve erkek kölede küfür de kusurdur. Çünkü Müslümânm hu­yu (tab'ı),'kâfir ile görüşüp konuşmaktan hoşlanmaz. Bir de; küfür, keffâretlerin ba'zısına kölenin sarfını meneder. İmdi bu, ona rağbeti bozar. Şayet müşteri köleyi kâfir diye satın alıp Müslüman bulsa, geri veremez. Çünkü İslâm, kusurun ortadan kalkmasıdır.

Müzmin (kadîm) öksürük de kusurdur. Çünkü, semeni eksilten bir hastalıktır. Satılan şeyin (mebî'in) borcu olması da kusurdur. Çünkü kölenin maliyeti, alacaklıların hakkı ile meşgul olur. Yine gözünde kıl ve -gözde su olması (yâni gözü sulanması) da kusurdur. Çünkü, ikisi de görmeyi zayıflatırlar. Onyedi yaşında olan kızın hayzâan kesilmesi ve müstehâza kanı da kusurdur. Çünkü bu ikisinden her biri, onun içinde bulunan hastahkdan olur.

Ayb-ı kadîm (satıcı yanında iken olan eski kusur) göriildükden sonra bir başka kuşûr da satın alanın yanında sonradan meydana gel­se, müşteri kadîm kusur sebebiyle noksanını satıcıdan geri .alır. Bu, köleye bir defa kusursuz olduğu hâlde, bir defa da kusurlu iken kıy­met biçmekle olur.

Şayet iki kıymetin arasında, olan fark, kıymetin on da biri olursa, müşteri semenin ondabirini geri alır. Eğer kıymetin yirmidebiri olur­sa, semenin yirmidebirini alır. Ya da; mefoîi, satıcının rızâsiyle satıcı­ya geri verir. Ancak müşterinin geri vermesine ve satıcının almasına bir engel bulunursa, meselâ müşteri bir giyecek satın alıp onu kesdikde kusuru ortaya çıksa, satıcının onu kesilmiş olduğu hâlde alması caiz­dir. Müşteri eğer o giyeceği sattı ise, satıcıdan bir şey isteyemez. Çünkü satıcı, «Ben kusurlu olarak onu alırım.» diyebilir. İmdi müşteri o giye­ceği satmasiyîe mebî'i habs etmiş olur. Şu hâlde, kusur nedeniyle ek­silmiş olanı isteyemez.

Yin© bir câriye gibi ki, müşteri O'nu satın alıp, kusurlarından te­mizlenmeden cima etse, —câriye gerek bakire olsun ve gerekse dul olsun — ya da ..şehvetle öpse veya şehvetle dokunsa, sonra O'nda bir kusur bulsa, o vakit eksik semenle rücû' eder.~ Cariyeyi, satıcıya ancak satıcının rızâsiyle geri verebilir. Çünkü satıcının, o kusurla, «Ben onu alırım.» demesi caizdir. Zîrâ, burada almaya engel yoktur. Nitekim, ya­kında zikredilecek olan mes'elede mâni* vardır.

Bundan sonra musannif, satıcının rızâsiyle geri vermeye engel olan şeyi şu sözüyle zikretmiştir: Eğer müşteri kesilmiş giyeceği dikti ise veya siyah renkden başka renkle boyadı ise —bu kayda sebeb, satı­lan şeyde (mebî'de) ziyâdelik ittifâkî olsun diyedir. Çünkü siyaha bo-yarsa, tmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre de cevâb, yine böyledir. Zîrâ Onlara göre, siyahlık, kırmızılık ve sanlık gibi ziyâdelikdir. İmâm A'-2am' (Rh.A.) a göre, siyah boya noksanlıktır. — ya da kavutu yağ ile karıştırsa, hâsılı müşteri mülkünü satıcının mülkü ile karıştırsa, son­ra o satılan şeyin eski kusuru (yâni satıcı yanında olan ayb-ı kadîmi) zahir olsa, satıcı, o satılan şeyi almaz. Müşteri, kusur sebebiyle eksilen farkı alır. Müşterinin mülkü satılan şeyle karışmış olduğu için —ki  giyeceği dikmek, boyamak ve kavutu yağlamaktır — satıcı, «Ben, ku­surla geri alırım.» diyemez.

İmâdiyye'de zikredilmiştir ki; geri vermek şeriat yönünden müm­kün değildir. Çijnkü müşteri satılan şeyi (mebî'i) geri verip satıcı onu kabul eder. Ancak faiz meydana geldiği için şeriat onu geri vermek­ten, feshdeh meneder. Nitekim müşteri, dikilmiş giyeceği ve bunun benzerini, kusurunu gördükden sonra satsa veya satın alınan köle ölse veya kusurunu görmezden önce köleyi meccânen âzâd etse veya müş­teri müdebber etse veya müşteri satılmış olan cariyeye çocuk doğurt-sa, müşteri bu suretlerde satıcıdan kusur nedeniyle eksileni alır (nok­san ile rücû eder). Gördükden sonra satışda rücû'una sebeb, satıştan önce geri çevirmek imkânsız olduğu içindir. İmdi müşteri o malı sat­makla habs etmiş olmaz. Hattâ satiş, dikmeden önce olsa, habs etmiş sayılır. Kölenin ölmesinde müşterinin rücû'una sebeb ise, mülk ölümle son bulduğu içindir. Geri vermenin imkânsız olması, ölüm nedeniyle hükmen sabit olur. Yoksa, müşterinin fiili ile olmaz. Şu hâlde rücû' (yâni satıcı elinde iken olan kusur nedeniyle kıymetten eksilmiş olanı satıcıdan müşterinin alması) imkânsız olmaz. Âzâdda rücû' edebilmesi­nin sebebine gelince: Bunda kıyâs, noksan i!e rücû etmemek (yâni satı­cı elinde iken kölede olan kusur nedeniyle kıymetinden eksileni satıcı­dan alamamak) idi. İmâm Şafiî' (Rh.A.) nin kavli de budur. Çünkü kö­leyi geri vermenin imkânsızlığı, müşterinin fiili iledir. Köleyi âzâd et­mek, Öldürmek gibidir. İstihsâna göre, müşteri rücû «der. Çünkü âzâd, mülkü tamamlamakdır. Giyeceği dikmezden önce satmak, bunun, aksi­nedir. Çünkü bu satış, satıcının mülkünü başkası adına kesmektir. Yok­sa, ondan değildir. Çünkü kölede mülk meveûddur. Bundan dolayı, ikinci müşteri ona mâlik olup, ikinci satıcı mülkünde bırakan olur. Şu hâlde, noksan ile rücû' edemez. Âzâd mülkü tamamlamaktır, dememi­ze sebeb; çünkü insanda mülk, delilin âzâdlığın sonuna kadar zıddiyeti üzerine sabit olmuştur. Bir şey, müddetinin geçmesiyle sona erer. Sona eren şey, hadd-i zâtında karar kılmıştır. Bundan dolayı velâ, âzâd ile sabit olur, Âzâd ise, mülkün eserlerindendir. Velânın bakî olması, mülkün aslının bekası gibidir. Şu hâlde âzâd, öldürmek (kati) gibi ol­maz. Belki, ölüm (mevt) gibi olur. Tedbîr ve çocuk doğurtmak (istî-lâd) da rücûuna sebeb ise; bunlar mülkü ortadan kaldırmadıkları içindir. Lâkin /bunların ikisinde de mahal bir mülkden bir mülke nak­li kabul etmekten çıkar. Böyle olunca hakîkaten veya hükmen satın al­makla elde edilmiş olan mülk kalkmakla beraber geri vermek imkân­sız olur. Şu hâlde, kusur nedeniyle kıymetten eksileni satıcıdan alır. Çünkü o, bu mülke, yâni satılan şeye selâmet, niteliği ile müstehık ol­muştu. Nitekim satıcının yanında kusûrlanmış. olduğu gibi.

Müşteri muhayyer satın aldığı köleyi mala karşılık âzâd etse veya kitabete kesse veya Öldürse veya satın aldığı yiyeceğin hepsini veya ba'zısım yese veya satm aldığı giysiyi giyip, giysi delinse, satıcıya rücû edemez. Âzâdda rücû edememesi; kölenin bedelini habs ettiği içindir. Bedelin habsi ise; mübdelin habsi gibidir.

İmâm A'zam' (Rh.A.) dan rivayet edilmiştir ki: Müşteri, âzâdda, kusur nedeniyle eksilen farkı satıcıdan alır (noksan ile rücû eder). Çünkü her ne kadar ivazla olsa da, âzâd mülkü tamamlamak içindir. Kitabette rücû edememesi; kitabet kendisinde ivaz hâsıl olmakla mala karşılık âzâd gibi olduğu içindir. Eğer mükâteb âciz olursa, uygun olan, engel ortadan kalktığı için, onu kusurla geri vermektir. Bu, şuna ben­zer ki: Fukahâ':   «Şayet satılan köle kaçsa, ondan sonra kusuru.ortaya çıksa, müşteri noksanla rücû edemez.» demişlerdir, çünkü rücû,. geri vermenin halefidir. Mademki köle diridir, halef ile amel' olunmaz. Çünkü kölenin geri dönmesi muhtemeldir. Binâenaleyh, geri verilme­si mümkün olur. Şayet köle geri dönse, engel ortadan, kalkmakla geri verir. Fakat öldürmekde ve öldürmenin sonrasında olanlarda; asi olan, müşterinin ödeyeceği bir fiille ise; geri vermenin imkânsızlığıdır. Bir şeyle rücû edemez. Çünkü fiil, şayet mazmun (ödenecek) olursa, ma'-nen satılan şeyi tutmuş olur. Halbuki tutmuş olmamak, noksanla rü-cû'un şartındandır. Geri vermek, kendinden olmayan bir fiil ile im-kânsızlaşmca; meselâ, mal kendiliğinden helak olunca veya müşteri­den ödemesi îcâb etmeyen .bir fiille telef olunca, yâni, elde tutmak ol­madığı için döner. Sonra, öldürmek mazmun (ödenir) fiildir: Çünkü, o fiili başkasının mülkünde yapsa öder. Burada ödemekten beri ol­maya sebeb, onda mülkü olduğu içindir. Ondan zararı ödemenin düş­mesi, mülk sebebiyledir. İmdi mülk ile Jvaz,almış gibi olur. Yemek* ve giymek ise ihtilaflıdır. İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre( rücû edemez. İmâ-meyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, rücû eder. Çünkü müşteri satılan şeyde (mebî'de) âdeten yapılanı yapmış ve.onun için satın almıştır. Binâen­aleyh âzâd etmek gibi, rücûdan-menedilmez. İmâm A'zam' (Rh.A.) in delili şudur: Geri vermek, müşteriden sâdır olan mazmun bir fiille imkânsız olmuştur. Şu hâlde, rücû edemez. Yakmak ve Öldürmek gibi.

Müşteri karpuz ve yumurta gibi bir şey satın alıp kırsa ve onu bozulmuş, fakat kısmen faydalanılır bulsa, — velev ki hayvanlara nis-betle olsun — noksanım ğ>eri almak hakkı vardır. Yâni müşteri o malı geri veremez. Çünkü kırmak, sonradan meydana, gelmiş bir kusurdur. Lâkin, imkân ölçüsünde zararı savmak için değerinden kusur nedeniy­le eksileni geri alır (yâni noksan-ile rücû eder). Aksi takdirde, yâni hiç faydalanılniazşa, semenin hepsini geri alır. Yâni müşteri için, seme** nin hepsini geri almak hakkı vardır. Çünkü kendisiyle faydalanılmayan . bozuk şey (meselâ.çürük yumurta gibi), mal değildir. Şu hâlde satış (bey1) bâtıldır.

Ba'zı I arının dediği gibi: Cevizde kabuğunun İyi olması mu*teber değildir. Çünkü cevizin mal olması, Özü bakımındandır. Bir kimse sa­tın aldığı şeyi sattıkda, kusur bulunduğu için kâdinm kazası' ile ken­disine geri verilse, o şeyi birinci satıcıya red, eder. Yani bir kimse, bir köle satar, müşteri de başkasına sattıkdan sonra, birinci müşteriye kusur nedeniyle geri verilse, bu mes'ele şu iki durumdan hâlî değildir: Geri verilmiş mebî'i, yâ kâdîmn kazâsiyle kabul eder, ya da kendisi ka­bul eder. Şayet kâdîmn kazâsiyle kabul etti ise, bu da şu iki dunundan hâlî değildir: Ya ikrâriyledir, şu nıa'nâya' ki; ikinci müşteri ikinci satıcınm kusuru ikrar ettiğini iddia edip, ikinci satıcı inkâr eder, ikinci müşteri onu açık delîl (beyyine) île isbât eder. Bu te'vile ihtiyaç du­yulmasına sebeb: Çünkü ikinci, satıcının ikrarım ikrar ettiği zaman geri vermek kadının hükmüne muhtaç olmaz. Belki, kusuru ikrar et? tiği için ona geri verilir. İkinci satıcının,.birinci satıcıya onu* geri ver­mesi caiz değildir. Çünkü geri vermek, satışı bozmak (ikâle) [48] dır. Geri verilen mebî'in kabulü, yâhûd açık delîl {beyyine) ile olur, ya da yeminden çekinme siyi e olur. Bu ikisinden her birinde, o kimsenin malı birinci satıcıya geri verme hakkı vardır. Çünkü birinci müşteriye ge­ri vermek, asilden f eshdir. İmdi bu durumda, ikinci satış yok (ma'dûm) gibi olmuştur. Birinci satış kâimdir. İkinci müşterinin da'vâ etmek ve malı kusur nedeniyle geri vermek hakkı vardır. Olmuş olacağı; müşteri kusurun kâim -olmasını inkâr etmiştir. Bu durumda, çelişme lâzım gelir. Lâkin müşteri, şer'an kâdînm hükmüyle yalanlamıştır. Böyle olunca, çelişme ortadan kalkmıştır. Bir şey satın alıp, satıcının kendisinin mülkünü sattığını ikrar eden, sonra müstehıkı çıkan kimse gibi olmuştur. Onun- ikrara, semeni satıcıdan alma hakkını yok etmez. Eğer İkincisi olursa, —ki o da geri vermenin, müşterinin nzâsiyle olmasıdır— müşterinin, o malı birinci satıcıya geri verme hakkı yok­tur. Çünkü bu geri verme, ikâledir. İkâle ise, üçüncü şahıs hakkında yeni satıştır. Birinci satıcı, o ikisinin üçüncüsüdür. Bu söz, ikinci müş­teri teslim aldık dan sonra birinci müşteriye geri verdiği surettedir. Şa­yet teslim almazdan, (kabzdan) önce geri yermiş olsa, ifc&si arasında fark kalmaz. Gerek kadının hükmü île ve gerekse başkası ile geri ver­sin müsavidir. Çünkü kusurla geri vermek, teslim almazdan Önce asıl­dan tümü hakkında feshdir. İmdi görme veya şart muhayyerliği İle geri vermek gibi olur. Bundan sonra müşteri hükümsüz, fazla parmak. gibi benzeri meydana gelmeyen bir kusurla satıcıya geri verse, birin­ci satıcıyı da'vâ etme hakkı yoktur. Sahîh söz budur.

Müşteri satın aldığı şeyi teslim alıp kusur iddia etse, kusur da'vâ ettikden sonra satılan şeyin semenini yermeye zorlanmaz. Çünkü se­meni geri verse, caizdir ki, kusur [49]ortaya çıkıp hüküm bozula. îşte, kâ-dî, hükmünü bozulmakdan korumak için zorlamak (cebr) ile hüküm  vermez. Belki, kusurun sübûtu üzere delil getirir. Eğer mümkün ise,. kusurlu olan mebîi, geri verir. Değil ise, kusur nedeniyle eksileni ahr (yâni noksan ile rüçû eder). Nitekim,, daha önce geçti.

Ya da, müşterinin şahidi yok ise, müşteri "kusuru olmadığına sâtıcıya yemin teklif eder ve yeminden sonra semeni verir. Eğer müşte­rinin şahidi olup ve lâkin gâib -ise, satıcısı yemin ettiği takdirde, ona yine semeni verir. Çünkü beklemekde, satıcıya zarar vardır. Halbuki vçrmekde, müşteriye çok zarar yoktur. Zîrâ müşteri, her ne vakit de­lil getirirse satılan şeyi red eder ve semenini alır. Eğer satıcı yeminden kaçınırsa, malın kusurlu sayılması lâzım gelir. Çünkü kaçınmak, ku­surun lâzım çelmesinde hüccettir. Hidâye'de vâki' olan ibare şudur: «Eğer bir kimse bir köle satın alıp, onu teslim aldıkda kusur iddia et­se; satıcı yemîn edinceye veya müşteri delîl getirinceye kadar semeni geri vermeğe zorlanmaz.» Sarihler, mezkûr ibarenin tevcihinde nice özentiler göstermişlerdir. Gerçek olan şudur ki, Hidâye'nin ibaresi leff ve takdiri neşr  kabîlindendir, Bunun takdiri şudur: Müşteri, se-meni geri vermeye zorlanamaz. Satıcı yemin edinceye veya müşteri de-IÜ getirinceye kadar müşterinin malı satıcıya geri çevirme hakkı yok­tur. Bu, bir fâldedir ki Keşf'ul-Keşşâf sahibi onu:

«Rabbinin bir takım mu'cizeleri geldiği gün, insan daha önce inan­mamış s a veya îmâniyle bir iyilik kazanmamışsa, îmânı ona fayda ver­mez.» [50] kavl-i şerifinin tahkikinde ifâde etmiştir. Şübhesiz bu âyet-i kerîme, leff ve takdirî neşr kabîlindendir. Ma'nâ şudur:

«Önceden îmân etmedi veya îmânında hayr kazanmadı İse, o gün hiçbir kimseye îmânı (ve ameli) fayda vermeyecektir.»

Müşteri bir köle satın alıp, kaçtığını iddia etse ve köle satıcının yamada kaçmadığına dâir satıcıya yemin ettirmek istese, müddei kö­lenin kendi yanında kaçtığını isbât edinceye kadar, satıcıya yemîn veril­mez. Çünkü söz, her ne kadar satıcının ise de, lâkin onun inkârı, ku­sur ancak müşterinin elinde ortaya çıktıktan sonra nıu'teber olur. Bu­nu bilmek ise; açık beyyine ile olur.

İsbât ettikden sonra, satıcı, bey-i betât [51] üzere tahlif olunur (yemîn etmesi istenir). Bununla beraber, o başkasının fiilidir.

Şems-'ül-Eimme el-Hulvânî (Rh.A.) demiştir ki: Başkasının fiiline tahlif (yemin ettirmek), bütün mes'elelerde yeknesak olarak, ilim üze­rine ise de, ancak kaçak köle da'vâsmda olduğu vakitte betâ'tedir. Çün­kü satıcı, satılan şeyi (mebî'i) selîmen (sağlam olarak) teslim ettiğini iddia eder. îmdi istihlâf, ıbinefsîhî ödediği şeye râci olur ve tahlîfde: «Billahi asla kaçmadı.» veya «Müşterinin -bu da'vâsından senin üzerin­de müşteri için geri vermek hakkı yoktur.» yâhûd «Müşteriye köleyi teslim ettikde, bu kusur onda yoktu.» diye yemîn ettirilir. «Billahi, köle senin yanında iken asla kaçmadı.» dedirtilmez. Çünkü bu ibare kitaplarda mevcûd ise de, müteahhirûn (yâni sonraki âlimler) şöyle de­mişlerdir: Bu tahlîfde (yemîn ettirmede) müşteri için faydalı olmayı terk vardır. Zîrâ satıcının köleyi satıp başkası yanında iken kaçması ve bununla ona red edilmesi ihtimâli vardır ki; bu sözde mezkûr ihti­mâlden gaflet vardır. «Billahi, köleyi sattığında, bu kusur onda yoktu.» diye de yemîn ettirilmez. Çünkü bu yeminde de zikredilen gibi müş­teri için faydalı olmayı terk vardır. Çünkü kusur ba'zari, satışdan son­ra, teslimden önce meydâna gelir. Bu ise, geri çevirmeyi gerektirir.

Yine «Billahi, sattığında ve teslim ettiğinde bu kusur onda yok­tu.» diye yemîn ettirilmez. Çünkü bu yemin, onun iki şarta tealluku kuruntusunu verir. İki hâlden birinde —ki teslîm' hâlidir.— bulunun­ca onu satıcı yeminle te'vîl eder. Şayet, müşteri yanında iken kölenin kaçtığını isbât edemezse, İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, kölenin satıcısına yemin ettirilir. Yâni satıcıya, kölenin müşteri yanında kaçtı­ğını bilmediğine dâir-yemîn ettirilir. Çünkü da'vâ sahihtir. Hattâ onun üzerine dclîl (beyyine) getirmesi terettüb eder. Keza, yemin de Öyledir.

İmâm A'zam' (Rh.A.) in sözü üzerinde Fukahâ' ihtilâf etmişlerdir.

İmâm A'zam' (Rh.A.) m ba'zı Fukahâ'nm sözüne karşılık delili'şudur: Da'vâ, ancak hasımla sahîh olur. Müşteri ise, ancak kusurun bulun­masından sonra hasım olur.

Şayet satıcı.yeminden kaçınsa, İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre; müşteri, malı satıcıya geri vermek talebi ile, ikinci kez yemin ettirilir.

Çünkü O'nun yeminden kaçınması ile kusur müşteri katında sabit ol­muştur. Şayet müşteri, malı satıcıya bu kusurla geri çevirmek istese, satıcıya betât üzere yemîn ettirilir. Nitekim daha önce.geçtiği gibi, «Billahi, senin üzerinde müşterinin geri çevirme hakkı yoktur.» diye yemin ettirilir, yemîn ederse geri verilmez. Eğer yeminden kaçınırsa, geri verilir. Bundan sonra, eğer da'vâ, büyük kölenin kaçması hususun­da olursa «Billahi, adamlık çağına ulaştığı günden beri kaçmadı.» diye yemîn ettirilir. Çünkü küçüklük hâlindeki kaçma, bulûğdan sonra onun geri verilmesini gerektirmez. Hidâye'de de böyle denmiştir.

Ben derim ki: Uygun olan, döşeğe İşemede ve çalmada <İa hüküm, zikredilen gibi olmasıdır. Çünkü bu ikisi, kölenin kaçması ile illette ortakdırlar. Buna, Gâyet'ül-Beyân'da:  «Çünkü, haletin birleşmesi üç, kusurda şarttır.» sözüyle işaret edilmiştir.

 Satıcı ile müşteri, teslîm almalarından sonra satılan şeyin mikta­rında ihtilâf etseler, yâni müşteri bir köle satın alıp, müşteri satılan şeyi ve satıcı semeni teslîm al dik dan sonra müşteri kölede bir kusur bulsa, bunun üzerine satıcı: «Ben, bunu sana bir diğeri ile beraber sat­tım.» dese ve müşteri: «Sâdece bunu sattın,» dese, satıcının da'vâsının faydası, geri verdiği takdirde kıymetini tahsis faydasını çekmektir. Bundan dolayı musannif «teslîm alsalar (tekâbazâ)». demiştir.

Ya da iki köle satın almakla, tesHm alınanı şeyin miktarında ihtilâf etseler, satıcı; «Kölenin ikisini de teslîm aldın.» deyip ve müşteri; «Yal­nız birini teslîm aldım.» dese, söz b,er iki durumda da müşterinintür. Çünkü müşteri, teslîm alıcı (kâbız) dır ve söz teslim alıcınındır. Nite kim, gasbda olduğu gibi. Müşteri ,,şaj:ka-ı vâhidede, jyâni bir pazarlıkla iki köleyi satın alsa ve ikisinden birini teslim aldıkda onda veya di­ğer kölede kusur bulsa, ya ikisini de alır veya ikisini de geri verir. Şa­yet başlangıçta ikisini de teslim alsa, ancak kusurlu olanı geri verir. Çünkü pazarlığın tamâmı, tamâm teslim almakla olur ve teslim almaz­dan önce tefriki caiz olmaz. Çünkü bu, ibtidâen hisse ile satmak olur. Bu ise, caiz değildir. Kabzdan sonra caizdir. Çünkü o, bekâen hisse ile satmak olur. Bu ise, caizdir. Nitekim bu, Fıkıh.Usûlü kitaplarında an­latılmıştır.

Müşteri, keylî veya veziri olan bir şey satın alıp, ba'zısında kusur bulsa, hepsini geri verir veya hepsini alır. Çünkü ölçülen (mekîl) ve tartılan (mevzun) şey, şây^. bir cinstense, bir tek şey gibi olur. Ba'zı Fukahâ' demişlerdir ki: Bu ikisi de, bir tek kabın içinde olduğuna gö-. redir. Eğer iki kabın içinde olurlarsa, iki köle menzilesinde olurlar. Kendisinde kusur olan kab geri verilir. Diğeri verilmez.

Ölçülen (mekîlj ve tartılan (mevzun) şeyin ba'zısmâ bir kimse müstehık çıksa, müşteri teslim aldikdan sonra geri kalanın geri veril­mesinde muhayyer kılınmaz. Çünkü bir kısmına hak sahibi çıkması ona zarar vermez ve hak sahibi çıkması pazarlığın tamâmını nıenetmez. Çünkü pazarlığın tamâmı, âkidin rızâsiyledir, mâlikin rızâsiyle değil­dir. "Şayet istihkak (hak istemek) teslim almazdan Önce olsa, tamâm olmazdan önce pazarlık ayrıldığı için, müşteri, geri kalanı geri vere­bilir.                              ...

Giyside, müşteri muhayyer kılınır. Çünkü giyside bölme (teb'îz), kusurdur. Halbuki, satış vaktinde o kusur vardı ve istihkakla meyda­na çıkmış, olur.

Müşteri bir câriye satın alıp, kusurlarından temize çıkmadan onu cima etse veya şehvetle Öpse veya şehvetle dokunsa, ondan sonra onda bir kusur bulsa, mutlak surette, yâni gerek bakire olsun ve gerekse dul olsun, gerek cima onun değerini eksiltsin ve gerekse eksiltmesin geri veremez. Zîrâ bunlardan her biri, sonradan meydana gelmiş kusurdur. Kusur nedeniyle, semenden eksileni satıcıdan alır. Geri vermesi ise, mümteni'dir. Ancak eğer satıcı cariyeyi almaya razı olursa,- geri vere­bilir. Çünkü geri almakdan kaçınmak, satıcının hakkıdır. Şayet satıcı razı olursa imtina' ortadan kalkar.

Yeni kusur ortadan kalktığı vakit eskisi reddi îcâb*der. Yâni, müş­teri bir say satın alsa, onunla beraber bir kusur meydana gelse, bun­dan sonra eski kusurunu (ayb-ı kadîmi) görse, müşteri onu geri vere­mez. Çünkü onun yanında kusur meydana gelmesi geri vermeye en­geldir. Sonradan meydana gelen kusur ortadan kalkınca, mâniin orta­dan kalkmasiyle memnu' avdet ettiği için geri vermek caiz olur.

Gaibin sattığı şeyin kâdî katında kusuru zahir oldukda, kâdî onu bir âdil [52] kişinin yanına koysa, o şey helak oldukda müşteri hesabına helak olur. Ancak, eğer kâdî satıcıya geri verilmesine dâir hüküm ver­miş ise, satıcı hesabına helak olur. Yâni müşteri bir adamdan bir câri­ye satın alıp satıcı gâib olsa, müşteri cariyenin kusurunu gördükde kâ-dîye durumu bildirse ve satın aldığını ve kusurunu kadının huzurunda isbât etse; kâdî o cariyeyi alıp bir âdil kişinin eline bırakdıkda, o âdil kişinin elinde câriye ölse, satıcı hâzır oldukda, müşterinin semeni geri istemek hakkı yoktur. Çünkü satıcıya geri çevirmek, satıcının gaybeti bulunduğu için, yerinde sabit olmamıştır. Şu hâlde, helak, müşteri he­sabına olur.                                                                     .

Huîâsa'da şöyle denilmiştir: Ben derim ki, uygun olan bunun Itâdî satıcıya geri verilmesine dâir hüküm vermeyip belki cariyeyi aldığı ve onu bir âdil kişiye bıraktığı surete mahsûs olmasıdır. Şayet kâdî satı­cıya geri verilmesine dâir hüküm yermişse, uygun olan, satıcının ma­lından helak olup müşterinin semeni geri almasıdır. Zîrâ bu bâbda ya­pılan iş, nihayet bu kazanın gâib kimse üzerine, bir hasım bulunmak­sızın hüküm verilmesidir. Lâkin bizim Ashabımızdan gelen iki rivaye­tin eahâr olanına göre, bu hüküm geçerli olur.

Kusurlu ş'eye (muayyebe) ilâç verip tedâvî etmek; satışa arz et­mek, onu giydirmek, hizmet ettirmek ve ihtiyâcı için ona binmek rızâ­dır. Çünkü zikredilenlerden her biri, onun kalmasını istemenin delili­dir. Eğer binmesi, geri vermek için, ise rızâ olmaz. Çünkü binmek, ge­ri vermeye vesiledir. Suvarmak ve yem satın almak gibi binmek, zaru­retten dolayı olursa, rızâ sayılmaz. Zîrâ bunların ikisi de, zaruretten olursa, rızâ olmaz. Meselâ; -hayvan sürülemez, sahibine rârn olmaz yâ-hûd alaf bir denkde bulunursa, her ikisi de rızâ olmaz. Şayet zaruret bulunmasa, suvarmak ve yem satın almak da rızâ olur.

Teslim alman mebî'in elini kesse veya satıcı yanında iken hâsıl olan bir sebeble öldürüİse, aynı bakî kaldığı için eli kesilmiş olan köle geri verilir. Eli kesilmiş olan kölenin ve öldürülmüş olan kölenin semenle­ri alınır. Yâni müşteri bir hırsız köle satm alsa da, bunu bilmese ve müşterinin yanında eli kesilse, onu reddederek semenini alabilir.

îmâaneyn (Rh. Aleyhimâ) demişlerdir ki: Müşteri, o köleyi eli ke-. silmiş olarak geri -vermez. Belki hırsız olduğu (hâldeki kıymeti ile hır­sız olmadığı hâldeki kıymertân arasındaki farkı satıcıdan alır. Bu hilafa göre, şayet köle müşterinin elinde, satıcının elinde (yed'Me) bulunmuş olan bir sebeble öldürülse, intdi o el kesme ve öldürme, îınâm A'zam' (Rh.A.) a göre,' istihkak menzilesindedir. İmâmeyn' (Rlı. Aley-himâ) e göre, kusur (ayb) menzîlesindedir. fmâmeyn1 (Rh. Aleyhimâ) in delili şudur: Satıcının elinde mevcûd olan, kesmek *veyâ öldürme­nin sebebidir ve o sebeb maliyete aykırı değildir. İmdi onda akd geçer­li olur. Lâkin köle kusûrlanmışdır. İmdi,, geri vermek imkânsız oldu­ğu için müşteri, eksileni satıcıdan alır.

İmâm A'zam' (Rh.A.) in delili şudur: Vücûbun sebebi olan kes­mek ve öldürmek satıcının elinde meydana gelmiştir. Vücûb ise, vü­cûda vardırır. Bu dıurumda vücûd geçmiş olan sebebe muzâf kılınır. Bizim; «Halbuki müşteri onun hırsız veya kaatil olduğunu bilmese» sözümüz, İmâmeyn' {Rh. Aleyhimâ) in mezhebine göre fayda ifâde eder. Çünkü küsuru bilmek, kusura rızâdır. İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre; sahih olan, fayda etmemesidir. Çünkü istihkakı bilmek, rücûu menetmez. Nitekim, yakında istihkak konularında gelecektir.

Satıcı, satılan şeyi her kusurdan beri olnıaH şartiyle satsa, fakat kusurları, sayısınca beyân etmese, bu durumda satış sahih olur. İmâm Şafiî (Rh.A.); «Sahih olmaz.» demiştir. Onun mezhebine göre, bilin­meyen haklardan ibra sahih olmaz. Çünkü ibrada, temlik ma'nâsı var­dır. Hattâ, geri vermek sahih olur. Bilinmeyenin temliki ise, sahîh ol­maz. Bizim için delil şudur: Düşürmekde (ıskatta) bilmenıezlik, her ne kadar temliki kapsarsa da çekişmeye vardırmaz. Çünkü teslime ha­cet yoktur. Şu hâlde bilmemezlik ibrayı bozmaz. Bu ibrada İmâm Ebu Yûsuf (Rh.A.) a göre; gerek akd hâlindeki kusur, gerekse akdden son­ra teslim almazdan önce meydana gelen yeni kusur dâhildir., İmânı Muhammed (Rh.A.); «AMdden sonra meydana gelen kusur dâhil de­ğildir.» demiştir. İmâm Züfer' (Rh.A.) in de kavli budur.

Kölenin müşterisi olan kimse; köleyi pazarlaşan. (müsâveme eden) kimseye; «Bu köleyi satın aJ, koısûnu yofctyır.» dese, bunun sureti şu­dur: Zeyd, Bekir'den bir köle satın alıp, onu B.işr'e satmak istese ve Bişr'le pazarlık ederken, «Bu köleyi satın al, kusuru yoktur.» dese ve köleyi Bişr'e satmasa, imdi Zeyd satın aldıkdan sonca oada küsur bul­sa» uygun olan; satıcıya geri çevirmesinin caiz olmaması İdi. Çünkü kusuru olmadığını ikrar etmişti. Lâkin, satıcısına geri çevirir. Eeyd'in «Kusuru yoktur.» diye daha önceki ikrarı geri vermeyi ibtâl etmez. Çünkü Zeyd'in sözü, terviçten mecazdır. Kölenin her (hangi bir ayb-dan hâlî olmadığı zahir olmakla, kadı, Zeyd'in sözünün zahiri, onun muradı olmadığına yakın iıâsdl eder. Eğer Zeyd, kusuru ta'yîn eder ve «Şaşı ve çolaik değildir.» derse, onu iyice bildiği için, satıcıya geri veremez. Ancak eğer benzeri meydana gelmez bir kusur olursa, g«ri verebilir. Meselâ; «Bu kölenin fasla parmağı yoktur.» dese, ondan son­ra bir fazla parmağı bulunsa,    müşterinin geri verme hakkı vardır.

^ü ikrarında yalanı kesinlikle bilinmiştir. Meselâ;-başkasına; «Ben, »enin elini kesdim.» deyip, eli sağlam olması gibi.

Kölesini başkasına satan biri, müşteriye; «Benim bu kölem ka-çakdır. O'nu benden satın al.» dedikdc, müşteri de satın alıp bir baş­ka kimseye satsa, ikinci müşteri köleyi kaçak bulsa, ikrar eden birin­ci satıcı yanında iken kaçtığına delil getirmedikçe; birinci satıcının daha Önce geçen ikrâriyle geri verilmez. Çünkü ikinci satıcının yap­tığı, birinci satıcının ikrarı katında susmasıdır. Birinci satıcının ik­rarı, birinci müşteriye hüccet olamaz, ki o da ikinci satıcıdır.

Bir kölenin veya bir cariyenin müşterisi; satıcı bu köleyi veya bu cariyeyi âzâd etti veya müdebber ettâ veya şu cariyeden satıcının ço­cuğu oklu v&yp. bu kölenin aslı hürdür, deyip satıcı inkâr etse; müd-deS isbâttan âciz olmakla inkâr eden satıcıya, yemîn ettirilip müşteri üzere âzâd ile veya- tedbîr ile veya istîlad ile hükmedilir. Çünkü müş­teri bu zikredilen §eyi ikrar etmiştir.

Eğer kusuru bilinirse, müşteri kusurla satıcjya rücû eder. Çünkü rücûu (dönmeyi) bozan, satılan şeyi mülkünden başkasına, ya yeni­den satmakla veya ikrâriyle gidermektir. Halbuki, giderme yoktur. Hattâ, eğer; «Bu fülânın mülküdür.» diye sattı, dese, ve o fülân onu tasdik edip alsa, noksanla rücû edemez. Çünkü ızâhirde, ikrâriyle mül­künden çıkarmıştır. Sanki O'na hîbe etmiştir. el-Câmiü'1-Kebîr'de de böyle denmiştir.

İmânı (Pâdişâh) veya O'nun emini, nnuhrez olan ganimeti satsa — hattâ muhrez olmasa, satılması câias olmazdı.. Çünkü muhrez ol­mayan ganimet mülk olmaz. Nitekim Kitâb'üs-Siyer'de geçmiştir. — ve müşteri satılan şeyde kusur bulsa, îmânı (Pâdişâh) ve eminine ge-'ri veremez. Çünkü emkı, .da'vâ edilemez. Beliki İmâm, müşteri için hasm nasb eder ve o hasma yemin ettirilmez. Çünkü yeminin faydası,-ondan kaçınmak (nukûl) dır. [53] Onun kaçınması ve İkrarı ise sahih olmaz. O satılan şeyin üaerine kusur isbât edip, reddedince satılır ve semeni verilir ve eksiği yâhûd fazlası yerine geri döner. Yâni, sonun­cu semen; birinci semenden eksik olursa, satılan, şey   beşte dörtten (erbaatü ahmâs'dan) ise, ondan noksanı verilir. Eğer beştebir. (hu­mus) den ise, yâni Beyt'ül-mârin hissesinden ise, ondan verilir. Keza ziyâde satış nedense ona ,va'aedüir. Çünkü ganimet, garâmete göre-. dir. Yâni ni'metten yarartaan, külfetini de yüklenir! [54]

 

Fasid   Satış   Bâbı

 

Her ne kadar bu bâbda fâsid bey' [55] zikredildiği gibi, bâtıl, [56] mevkuf [57] ve mekruh satış varsa da, fâsid satışın sebebleri çeşitli olmakla çok vaki1 olduğu için, fâsid lâkabı verilmiştir.

Bâtıl satış, aslen ve vasfen sahih olmayan satış [58]dır ve hiçbir vechle mülk İfâde etmez. Hattâ müşteri bir köleyi meyte [59] ile satın alıp teslim alsa ve âzâd etse, âzâd edilmiş olmaz.

Fâsid satış ise, aslen sahih olup vasfen sahih: olmayan satıştır. Teslim almaya bitiştiği zaman, mülk ifâde eder. Müşteri, Hamr (şarâb) ile bir köle satın alıp,- teslim aJsa ve hemen âzâd etse, âzâd edilmiş olur.

Mevkuf satış, asliyle ve vastıyle sahih olur ve çekimserlik yoluyla MAL OLMAYAN ŞEY HÜKMÜNDE OLANLAR : Bu hükümde olan­ların satışı da bâtıldır. Yâni ümm-ü veled, mükâteb ve müdebber gibi şeylerdir. Çünkü, bunların da satılması bâtıldır. Lâkin, hürrün satılma­sının bâtıl olması gibi değildir. Çünkü hürrün satılması ibtidâen ve ba-kâen bâtıldır. Zîrâ, satışa asla mahal değildir. Onda hürriyetin hakikati sabit olmuştur. Bunların satışı ise, bakâen hürriyet hakkı için bâtıldır. İbtidâen bâtıl değildir. Çünkü, hakikatlan yoktur. Bundan dolayı, ken­diliklerinden satışları caizdir. Söylenen şu söz bâtıldır: «Eğer onların satışı bâtıl olsa, hürrün satılması gibi olurdu. Satışta onlara eklenen kölenin satılmasının bâtıl olması, hürre eklenen gibi olması lâzım gelirdi.» Şunun için ki, onlar kısmen satışa mahal oldukları için ibti­dâen satışda dâhildirler, Sonra haklarının taallukundan dolayı satış­tan hâriç kalmışlardır. İmdi köle, semenden hissesiyle bakî kalır. His­seyi satış, bekâen caizdir. Nitekim, daha önce geçti. Hür, bunun ak­sinedir. Çünkü mahalliyet bulunmadığı için. hür satışa dâhil olma­yınca, ibtidâen hisseli satış lâzım gelir. Bu ise, bâtıldır. Nitekim, da­ha önce geçti ve yakında yine gelecektir.

Şarâb (hamr), domuz ve kendi eceliyle ölmeyen hayvan gibi, mü-tekavvim (kıymeti hâiz) olmayan malın semenle; yâni dirhemler, di­narlar ve râyic paralar ile satılması da bâtıldır. Eceliyle ölmeyen di­ye kaydianması; şarâb ve domuz gibi mal olması içindir.. Hattâ ece­liyle ölürfee, Ztmrnîlerce de mal olmaz.

Bunları semenle satmanın bâtıl olması satış, satılan şeyin tara­fında hüküm ifâde etmediği içindir. Çünkü mebî', satışda asıldır. Zîrâ satış, onun varlığına bağlıdır. Semen, bunun aksinedir. Asi, temel­lüke mahal değildir. Satış da öyledir. Çünkü satılan şeyin se­meninin zimmette sabit olması, ancak başka malın temellükü karşı­lığında satıcının temellükü hükmü ile olur. Temellük bulunmayınca, o başka mal zimmette sabit olmaz ve onda mülk sabit olmaz. Çünkü ma'dûmda mülkün siibûtu imkânsızdır. Şayet semenden başka bir mal­la karşılık verilse, satış fâsid olur. Hattâ satıcı, her ne kadar hamr  (şarâb) ve domuzun aynına mâlik olmazsa da ona karşılık olana mâ­lik olur. Nitekim, yakında açıklaması gelecektir.

Yine, hür kadına eklenen kölenin satılması ve kendi eceliyle Ölen hayvana eklenen boğazlanmış hayvanın satılması da, her ne kadar hepsinin semeni tesmiye olunsa da bâtıldır. Bu kayda sebeb, hür gibi olsun diyedir. Kölenin ve boğazlanmış hayvanın satılmasının bâtıl olmasına sebeb; Çünkü hür, as!â satımda dâhil değildir. Kira, mal de­ğildir. Hürrü, köleye eklemekle kölenin kabulü için şart kılmıştır. Ma! olmayanı, satılan şeyin kabulü için şart kılmak ise, satışı ibtâl eder.

Köleyi, mütlebbere veya bankasının kölesine eklemekle salmak ve mülkü vakfa eklemekle satmak şahindir. Çünkü bu eklenen şeyler, ba'zısma göre, satışa mahaldir. İmdi onların butlanı başkalarına geç­mez. Akd hâlinde cevaz vereni bulunmayan şeyhi satılması -ki kü­çük çocuğun veya vasisinin onun malını gabn-ı fahiş ile satması böy­ledir. — bâtıldır. (Gabn-ı fahiş ile olmazsa sahih olur.)

İmâdiyye'dc denmiştir ki: Onların, yâni babanın, dedenin ve bu ikisinin vasilerinin ve kâdîmn, kıymetinin misli ile satmaları ve ki­raya vermeleri veya benzerinde insanların aldandıkian kadarından da­ha azla satmaları ve cevaz vermeleri caizdir. Eğer insanların aldan-madıkları miktar olursa, caiz değildir; bulûğdan sonra izin vermeye (icazete) mütevakkıf olmaz. Çünkü bu akdin, akd hâlinde mucîzi (ce­vaz vereni) yoktur.

Semeni ortadan . kaldırılan satış da sahih değildir. Çünkü seme­ni nefy edince, rüknü nefy etmiş olur. Bu takdirde, satış olmaz. Ba'zı Fukahâ'; «Mün'akid olur.» demiştir. Çünkü, onun nefyi sahih olmaz. Çünkü, o akdi nefy etmiştir. Nefyi sahih olmayınca, sanki'o semeni söylemeyip sükût etmiş gibi olur. Malı satsa ve semeni söylemeyip sükût etse, satış mün'akid olur ve teslim almakla mülk sabit olur. Nitekim, yakında açıklanacaktır.

Bâtıl satışın hükmü, satılan şeyin bununla müşteri için mülk ol­mamasıdır. Çünkü, bâtıl üzerine hüküm terettüb etmez. Fâsid satış bunun aksinedir. Nitekim, daha önce geçti.

Satılan şey  (mebî')  müşteri yanında helak olsa, müşteri Ödemez.

Çünkü teslim alman şey, onun yanında emânettir. Zîrâ akd, bâtıl olunca, mâlikin izniyle sâdece teslim almak bakî kalır. Bu ise, zaran ödemeyi gerektirmez. Ancak tecâvüzle olursa, gerektirir. Ba'zı Fukahâ1; . «Öder, çünkü o sevm-i şirâ [60] üzere teslim alman mal gibi olur.» de­mişlerdir. Sevin-i şirâ, semeni söylemektir ki; mal sahibi; «Bu semeni al git!», «Eğer bu semenle razı olursan.»-. «Zikredilen semen üzere sa­tın aldın.» der. Şayet semeni söylemez de, o da tesmiyesiz alıp giderse, satılan şey onun yanında helak olduğu takdirde, ödemez. Fakîh Ebû'1-Leys (Rh.A.) bunu nassân beyân etmiştir. Fetva da bunun üze­rinedir, diyenler olmuştur. İnâye'de de böyle denmiştir.

Bundan sonra musannif,  bâtıl  satışı açıklamayı  bitirince,  lâsld. satışı açıklamaya bağlayıp şöyle demiş'tir: [61]

 

Fâsid Satış :

 

Semen söyleruneyip, sükût edilen satış fâsiddir. Zîrâ satış, sükût­la bâtıl olmaz. Belki mün'akid olup ve teslim almakla mülk sabit olur. Çünkü satışın mutlakı değiş-tokuşu (muâvezeyi) gerektirir. Şayet se­meni söylemeyip susarsa, onun maksadı kıymettir. Sanki kıymetiyle. sat­mış gibi olur. Bu durumda satış fâsid olur, bâtıl olmaz.

Yine, bir malı, hamr (şarâb) ile satmak ve şarâbı anal ile satmak da fâsiddir. Çünkü malın müşterisi, onu şarâb ile temellük etmeyi kasd eder. Bunda şarâba değil, mala saygı gösterme (i'zâz) vardır. İmdi şa­râbın zikredilmesi, şarâbın kendisi hakkında değil,- malın temellükün­de mu'teber olarak kalır. Hattâ tesmiye fâsid olur ve şarâbın değil, malın kıymeti vâcib olur. Keza, şarâbı mal ile satsa, bu takdirde ma­lın satın alınması mu'teber olur. Şarâbın satın alınması mu'teber ol­maz. Çünkü bu mukâbazadır.   (Çünkü iki taraftan teslim almadır.)

Yine, malın; ümm-ü veled, mükâteb ve müdebber ile satılma­sı da fâsiddir. Hattâ mükâbaza eyleseler, müşteri malla, mala mâ lik olur; Çünkü onlar, akdde dâhil olurlar. Hattâ onlardan birine ek­lenip, onunla beraber satılan şeyde akd bâtıl olmaz. Eğer onlar hür gibi olsalar, satış bâtıl olurdu.

Avlanmış olmayan balığın satılması da fâsiddir. Çünkü bu, mâlik olmadığı şeyi satmaktır. Ya da avlanıp bir hazîrede su içinde, yani su toplanmış bir yerde olursa ve balık oradan ancak bir vâsıta ile alı­nabilirse, bunun da su içinde satılması fâsiddir. Çünkü, teslimine ka­dir olunan şeyden değildir. Eğer balığın vasıtasız yakalanması müm­kün ise, satılması sahih olur. Çünkü, bu takdirde o balık teslim edilebi­lir. Ancak balık nazireye kendi girip ve girdiği yer kapatılmış olmaz­sa, mülk bulunmadığı için satılması fâsid olur.

Havada uçan kuşun satılması da fâsiddir. Çünkü havada uçan kuş, yakalanıp elde edilmezden önce memlûk değildir. Bu takdirde fesâd, butlâri ma'nâsma gelir. Yakalandıktan sonra ise, teslimi kudret dâ­hilinde değildir.     '                       

Musannif burada; «Geri dönmeyen kuş» demiştir. Çünkü, Zoylai (Rh.A.) de şöyle demiştir: Şayet kuş havada uçup geri dönmezse satılma­sı caiz olmaz. Ama kuşun, satıcının yanında yuvası olup, havaya o yu­vadan uçar sonra yine geri dönerse, onun satılması caiz olur.

Güvercinin dönüşü bilinirse ve teslimi de mümkün olursa, satıl­ması  caizdir. Çünkü  güvercin,  teslim  edilebilen  maldır,

Hamlin satılması da fâsiddir. Nitâc'ın «atılması bâtıl ve hamlin satılması fâsiddir. Çünkü birincinin yokluğu (ademi), kesindir. İkin­cinin yokluğu, şübheliclir. Yine cariyeyi satıp, hamli (yâni karnındaki dölü) satmamak da fâsid satıştır. Nitekim, daha önce anlatıldı ki; ay­rı olarak tek başına satış akdi yapılması sahih olmayan şeyin akdden istisnası da sahih olmaz. Hami de böyledir. Çünkü hami, hayvanın, et­rafı (yâni el, ayak gibi uzuvları) menzîlesindedir. Çünkü hamlin ca­riyeye hilkat yönüyle ittisali vardır. Asim satılması, o hamli de kap­sar. İmdi istisna, mucibin aksine olur. Şu hâlde sahih olmayıp, fâsid bir şart olur ve satış, o fâsid şart ile fâsid olur.

Koyunun memesinde olan sütün satılması da fâsiddir. Çünkü, memede şişlik ve kabarma ihtimâli bulunduğu için bu meçhul alış-ve-' riştir.

Sadefde olan incinin satılması da fâsiddir. Çünkü, mechûl alış-ve-riştir. Koyunun'sırtında olan yününün satılması da fâsiddir. Çünkü, Re-sûlüllah (S.A.V.) onu yasaklamıştır.

Şayet tavandan bir merteği (veya çatıdan bir ağacı) ve, giysiden bir zira' satsa, yâni ham bezi değil, gömlek gibi bölmek zarar veren bir giyeceği satsa, satış caiz olmaz. Musannif, evvelâ kesmeyi zikretmiş­tir. ÇünKü onun teslim edilmesi ancak akdin icâbetmediği bir zarar­la mümkün olur ve böylesi de lâzım olmaz. Bu durumda rücû' hâsıl olur ve çekişme meydana gelir. Bölünmesi zarar vermeyen şey, bunun aksinedir. Meselâ; gümüş külçesinden on dirhemin ve ham bezden bir zirâ'm satılması gibi. Engel bulunmadığı için bunun satılması caizdir. Bu takrir ile, «Bu, zarara razı olunmuştur (bu zarar merdiyyun bin­dir). Binâenaleyh müfsid olmaması gerekir.» sözü defedilmiş olur. Şa­yet mertek (yâni çatıdaki ağaç) belirli olmasa, zarar lâzım geldiği için ekiz olmaz. Yine, bu satışda bilinmemezlik (cehalet) bulunduğu için caiz olmaz. Şayet satıcı, müşteri satışı fesli etmezden önce, ham bez­den zirâ'ı kesse veya ağacı (merteği) çatıdan koparsa, satış sahihe dö­ner. Çünkü, tekarrür etmezden önce müfsid ortadan kalkmıştır.

Yine; avcının, bir atışım satmak da fâsiddir. Bu, balık avcısının, ağı bir kere suya atmasiyle çıkacak balığı satmasıdır. Bu satış fâsiddir. Çünkü, meçhuldür.

Müzâbene de fâsiddir. Müzâbene: Hu rina ağaçlan üzerinde olan yaş hurma meyvelerinin (semer'in), kesilmiş olan kuru hurma (temr) ile satılmasıdır. O, hurmanın takdir yönünden keylî (yâni miktarım tahmin ederek ölçülmesi) gibi fâsiddir.'Çünkü bu, yasaklanmıştır. Bir de, ribâ şübhesi vardır.

Mülâmcse (dokunma), iııünâbeze (atma) ve ilkâ-ı hacer (taş koy­ma) : Bunlar satış çeşitleridir ki, Câhiliyyet zamanında olurdu. Mese­lâ iki adam birbirleriyle bir kumaş (veya ticâret malı) üzerine pazar­lık ederler ve müşteri o kumaşa dokunurdu, yâhûd satıcı, müşterinin üzerine onu atardı veya müşteri malın üzerine bir taşcağız koyarsa, satış lâzım gelirdi. Banlardan birincisi mülâmese, ikincisi rnünâbezel üçüncüsü ise ilkâ-l hacerdir. Halbuki Resûliillah (S.A.V.), ilk ikisin­den menetmişür. Nassın delâleti ile üçüncüsü de onlara katılmıştır.

Kele'în satılması da fâsiddir. Kele': Arzın çimenidir (ot). Kele'in kiraya verilmesi de, satılması gibi fâsiddir. Satılmasının fâsicl olması, malı olmayan şey üzerine yapıldığı içindir. Çünkü ot, sâdece satıcının arzında bitmekle ondan insanların ortaklığı kalkmaz ve onun mülkü olmaz. İhraz bulunmadıkça aslı mubah olarak kalır. Rcsıilüllah (S.A.V.): ulnsanlar üç şeyde ortakdırlar: Suda, otta ve ateşte.»'buyurmuş­tur. Kiraya verilmesinin fâsid olması ise; icâresi aıynm istihlâki üze­re vârid'olduğu içindir. Halbuki icâre mahalli bir takım menfaatler­dir, aynlar değildir. Boyacıyı ve süt anayı kirâlamakda, boya ve süt -lâzım gelmez. Çünkü burada ayn, icâreye müstehık olan amelin ikâ­mesi için bir âlettir. Otun satılmasında çâre şudur: Arzdan bir yeri, on­da çadır kurmak veya davarına ağıl yapmak için kira ile tutmaktır. Bu takdirde kiralama (icâre) sahih olur. Mer'a sahibi, otîakdan yarar­lanmasını mubah kılar. Bu durumda ikisinin de maksûdu hâsıl olur. Kâfî'de de böyle denmiştir.

Arının satılması da fâsiddir. Çünkü arının satılması, İmâm A'-zam (Rh.A.) ve Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre fâsiddir. İmâm Muham-med1 (Rh.A.) e göre; şayet muhrez olursa, sahilidir. Çünkü an, her ne kadar katır ve eşek gibi yenmezse de, hakîkaten ve şer'an kendi­sinden faydalanılan bir hayvandır. İmânı A'zam ile Ebû Yûsuf (Rh.Aley-himâ) un delili şudur: Arı hevâmdandır (böceklerdendir). Şu hâlde sa­tılması caiz değildir,. Eşek arıları gibi. Yararlanma arıyla değildir, belki andan çıkan şeyledir. İmdi ondan bal çıkmazdan önce kendisinden yararlanılan hayvan değildir. Ancak, iğinde balı olan kovanları ile be­raber olursa, bu takdirde o kovanlara tebaiyetle satılması caiz olur. Kudûrî (Rh.A.), bunu şerhinde zikretmiştir. 'İmâm Kerhî (Rh.A.); «Kovansız caiz olmadığı gibi; kovanları ile beraber de caiz olmaz. Çün­kü bir şeyin, başka şeye tâbi olarak satışda dâhil olması, şayet o şey başkasının hukukumdan olursadır. Şirb ve yol gibi. An ise balın hu­kukundan değildir.-» demiştir. Kâfi'de böyle zikredilmiştir.

İpek böceğinin ve yumurtasının satılması da fâsiddir. Çünkü, iki­sinin de satılması İmâm A'zanl' (Rh.A.) a göre, caiz değildir. Ebû Yû­suf (Rh.A.) kurdunda İmâm A'zaın' (Rh.A.) la; yumurtasında İmâm Muhammed (Rh.A.) ile beraberdir. Ba'zıları yumurtasında dahî İmâm A'zarn (Rh.A.-) ile beraber olduğunu söylerler. İmâm A'zam' (Rh.A.) m delili şudur: İpek böceği hevâmdanchr ve yumurtası kendisinden fay­dalanılan şeyden değildir. Domuzlan böcekleri [62] ve kelerlere ve on­ların yumurtasına benzer. İmâm Muhammed' (Rh.A.) in delili ise şu­dur: İpek böceği, kendisinden yararlanılan bir hayvandır ve yumur­tası da ilerde yararlanılır hâle gelir. Şu hâlde eşeğin sıpası ve atın ta­yı gibi olur. Çünkü insanlar, onunla iş görürler. İmdi, ona zaruret mess edip san'at işlemek gibi olur. Bununla fetva verilir. Kâfi'de de böyle denmiştir.

Kaçak kölenin satılması da fâsiddir. Çünkü Rcsûlüllah (S.A.V.), onun satılmasını yasak etmiştir. Bir de kaçak 'köle, teslim edilebilen şey değildir. Ancak, kaçak köleyi, yanında sandığı kimseye satarsa olur. Çünkü satılması yasak olan, mutlak kaçak olandır. O da, akdi yapan iki kimsenin hakkında ikaçak olmasıdır. Bu ise, müşteri hakkında ka­çak değildir. Eğer müşteri; «Kaçak köle, fülânm yanındadır. O'nu bana sat.» dese, caiz olmaz. Çünkü köle, iki âkid hakkında kaçaktır. Şayet kaçak -köleyi sattıkdan sonra, köle kaçmakdan geri dönse, akd tamâm olmaz. Ba'zısı; «Tamâm olur.» demiştir.

Kadının sütünü satmak;  gerek hür, gerek câriye olsun, fâsiddir.

Çünkü kadının sütü, insanın cüz'üdür. İnsan ise, bütün cüzleriyle mü-kerrerndir. Satılmakla ibtizâlden masundur. İmâm Ebû Yûsuf (Rh. A.)  dan, cariyenin sütünün satılmasına cevaz* verdiği ııakl edilmiştir.

Çünkü, cariyenin kendisi üzere akdin iradı caiz olur( yâni alınıp satilması caiz olur,) Keza cüzleri üzere de caiz olur.

Biz deriz ki; cariyenin kendisi Kölelik (rıkk) için mahaldir. Çün­kü o, köleliğin zıddı olan kuvvetin mahalline ımıhtasdır. O da, diri olmaktır. Sütte ise, hayat yoktur.

O kadının sütü kapta olduğu hâlde — ve kap gerek kadeh, gerek­se kadehden başkası olsun— satılması fâsiddir. Bu (kap) kaydı; «Ka-dınm sütünün satılması, diğer hayvanât sütleri gibi, memede olduğu hâlde caiz olmayıp, kapta olduğu hâlde caiz olur.» vehmini def etmek içindir.

Domuzun kılını satmak da fâsiddir. Çünkü domuzun kılı, aynı ne-cesdir. Satılması caiz olmaz. Ayakkabı dikmek ve benzeri şeyler için, zaruretten dolayı domuzun kılından faydalanmak caizdir. Çünkü ayak­kabı yapıcısı ve tamircileri, terlikleri ve mestleri dikmekte ona muh-tâc olurlar. Zîrâ onlar, ancak onunla dikilir. Aslı mubah bulunduğu için, satın alınmasında zaruret yoktur.

Şayet domuzun kılı az bir suya düşse, İmâm Ebıi Yûsuf (Rh.A.) a göre, o suyu ifsâd eder. İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, ifsâd etmez. Çünkü onunla faydalanmanın mutlak olması, onun temizliğine delil­dir. Ebû Yûsuf (Rh.A.) un delili şudur: Mutlak zikredilmesi zarûret-den. dolayıdır. Zaruret ise, ancak kullanma hâlinde zahir olur. Domu­zun kılının suya düşme hâli, kullanma hâline aykırıdır.

İnsanın kılının satılması da fâsiddir. Çünkü, insan mükerremdir. Mübtezel değildir. Şu hâlde insanın cüzlerinden bir şeyin hakir, önem­siz ve hor olması caiz olmaz. İnsanın kılının satılması caiz olmadığı gibi, onunla faydalanmak da caiz olmaz.

Ölmüş hayvanın derisinin, dibâğat olunmadan önce, satılması da fâsiddir. Çünkü, kendisinden faydanılan şeyden değildir. Zîrâ, Resû-Iüllah (S.A.V.) :

«Siz ölmüş hayvanın derisinden faydalanmayın.» buyurmuştur. O da, onun dibâğat olunmayan ham derişidir.

Ölü hayvanın derisi, dibâğat oluııdukdan sonra satılır ve faydala­nılır. Çünkü o ham deri, dibâğatla temiz olur. Ölü hayvanın kemiği, si­niri, yünü, tiftiği ve boynuzu gibi, ki bunlardan her biri satılır ve onun­la faydalanılır. Çünkü bunlar, aslî yaradılışdan temiz olup, onlara ha­yât girmemiştir. Nitekim «Taharet Bölümü» nde geçti.

Fil, yırtıcı hayvan gibidir. Hattâ kemiğinin satılması ve kemiğin­den faydalanmak caiz olur. -İmâm Mnhammed' (Rh.A.) e göre, aynı necesdir.

Yine, kabı ile tartılıp ve ondan her kabın (zarfın) karsılığında şu kadar ntl çıkartılmak üzere, zeytinyağının satılması da fâsiddir. Ka­bın ağırlığı çıkartılmak şartiylc satılırsa, satış sahih olur. Çünkü bi­rinci şartı, akd iktizâ etmez. İkinci şartı, iktizâ eder. Çünkü akdin muktezâsı, kabın ağırlığı, zeytinyağından çıkmasıdır. Şayet şu ka­dar ntl çıkarılsa, kabdan daha çok veya daha az olmaya muhtemel olur. Ancak zeytinyağının ağırlığı (tartısı) şu kadar ntl olduğu bilinirse, bu takdirde satış caiz oluv. Çünkü bu, akdin muktezâsıdır.

Satıcı ile müşteri tulumda ihtilâf etseler, yâni, bir kimse tulum île yağ satın alıp, kabı satıcıya geri verdikde, müşteri tartıp o tulum­dan kab on ntl gelse, ve satıcı, «Kap, başka kaptır ve kap beş ntldır.» dese, söz müşterinindir. Çünkü bu ihtilâf, ya teslim alman tulumun ta'yîninde veya yağın miktarında i'tibâra alınır. Eğer birincisi i'tibâ-ra alınırsa, müşteri teslim alıcıdır. Bu durumda söz, teslim alanın sö­züdür. Zararı ödeyici (zâmin) olduğu hâlde, gâsıb gibi olur veya emin olduğu hâlde mûda' gibi olur. Eğer ikincisi i'tibâra alınırsa,'bu ihti­lâf gerçekde yağda ihtilâftır. Söz, müşterinin olur. Çünkü müşteri, faz­layı inkâr etmektedir. Söz ise, yeminiyle beraber münkirindir.

Satıcının saltığı şeyi, birinci semenin ödenmesinden (nakdinden) önce, sattığı semenden daha azı ile satın alması fâsiddir. Bunun sureti şudur: Bir kimse, bir pâriyeyi bin akçaya peşin veya veresiye satın alıp ve O'nu teslim aldıkdan sonra yine satıcıya beşyüz akçaya [63], birinci semeni peşin vermezden önce satsa, ikinci satış fâsid olur İmâm Şa­fiî (Rh.A.) «Caiz olur. Çünkü cariyede mülk, teslim almakla tamâm olur. Satıcıya satmakla, başkasına satmak müsavidir. Nitekim, şayet birinci semenin misli, yâhûd fazlasiyle veya malla satsa onun gibi olur.» demiştir.

Bizim delilimiz şudur: Semen, satıcının garantisinde değildir. Sa­tıcıya, satılan şey (mebî') ulaşıp, takas vâki' olsa, onun için beşyüz ak­ça karşılıksız (ivazsız) kalır. Bu ise, ribâdır. Şu hâlde, caiz olmaz. Malla satsa, bunun aksinedir. Çünkü fazlalık, ancak bir cinsten olduğu vakit zahir olur. Cariyeyi mala ekleyip peşin semenden önce, mecmuu­nu birinci semen ile satsa, bu yukarıdakinin aksinedir.   Bunun sureti şudur: Müşteri, beşyüz akçaya bir. câriye salın alır. Ondan sonra, ona bir diğer câriye ekleyip birinci semenin peşin ödenmesinden önce sa­tıcıya beşyüz akçaya satarsa; bu satış, satıcıdan satın aldığı cariyede fâsiddir, satıcıdan satın almadığı cariyede şahindir. Çünkü, semenin ba'zısını ondan satın almadığı câriye karşılığında kılmak gerekir. Müş­teri o diğer cariyeye, sattığından daha az ile müşteri olur. Bu ise, fâ­siddir. Halbuki bu ma'nâ, diğer cariyede yoktur ve fesadı şayi' olmaz. Zîrâ fesâd, ribâ şübhesi i'tibâıiyledir. Eğer ona eklenen cariyeye i'tibâr olunsa, şübhenin şübhesi i'übârı olur. Bu  ise,  mu'teber değildir.

Yolun, sınırlanarak, yâni uzunluğu ve genişliği belirtilerek satıl­ması sahilidir. Sınırlanmadan satılması da sahilidir. Birincinin satıl­masının sahîh olması, açık ve besbellidir. Sınırlanmadan satılmasının sahih oiması ise, şundan dolayıdır ki yolun genişliği ve uzunluğu beyân orunmamışsa, yolun genişliği, evin (dâr'ın) en büyük kapısının ge­nişliği ile takdir edilir. Nilıâye'dc de böyle denmiştir. İki takdire göre. de; yol ma'lûm bir ayn olur. Şu hâlde, satılması sahih olur.

Yolun hibe edilmesi de sahîh olur. Tatârhâniyye'de denmiştir ki: Yol, üç çeşittir: Birincisi; en büyük yola (tarik-i a'zam'a) ulaşan yol­dur. İkincisi; ilerisi, çıkmaz sokağa ulaşan yoldur. Üçüncüsü de; insa­nın kendi mülkündeki özel yolu (tarîk-i hâss) dur, İmdi, insanın mül­künde olan özel yol, zikretmeksizin, nass cihetiyle veya hukuku zik­retmekle yâhûd merâfıkı (evin iç ve dış müştemilâtını) zikretmekle satışda dâhil olmaz. Diğer iki yol, satışda zikretmeksizin dâhil olur­lar.                                                                                        .

Sel akan yerin (jnesîlin) [64] satılması ve hibe edilmesi sahih ol­maz. Çünkü, bu meçhuldür. Zîrâ, orada suyun ne kadar yer kaplayaca­ğı bilinmez.

Arza tebâiyetle geçme (mürur) hakkının [65] satılması bi'1-icmâ sahilidir Arza tebaiyetsiz, yalnız satılması ise, bir rivayette sahîhdir. O da, İbn Semâa' (Rh.A.) nın rivayetidir. Ziyâdât'ın rivayetinde caiz ol­maz. Ebû'I-Leys (Rh.A.), bunu hukûkdan bir hak olmakla sahîh gör­müştür. Hukukun, ayrı olarak satılması ise, caiz olmaz. Keza şirb hak­kının satılması da, arza tebâiyetle sahîhdif. Yalnız satılması da, bir rivayette sahîhdir. O da, Beî'h Meşâyihinin seçtikleri rivayettir. Çünkü şirb hakkı,- sudan nasib almaktır. Diğer bir rivayette, sahih değildir.

Buhara. Şeyhlerinin seçtikleri ile budur. «Bilmemezlik bulunduğu için sahîh olmaz.» demişlerdir.

Tesbîl (sebil yapma hakkı) hakkının satılması ve hîbe edilmesi de

sahîh olmaz. Çünkü' tesbîl hakkı, eğer sath üzerinde olursa teallî hakkı olur. Teallî hakkının satılması bâtıl olduğu daha önce geçti. Eğer tes­bîl hakkı yerde olursa, yerinin biünmemesiyle meçhul olur. İki rivayetin birine göre, geçme (rnurûr) hakkı ile teallî hakkı arasındaki farkın vcehi şudur: Tealiî hakkı, b&kî kalmaz bir aıyn'a bağlı olur. O da bina­dır. Şu hâlde o, menfaatlere benzer. Geçme hakkı ise, baki kalan bir ayn'a bağlı olur. O da, arzdır. İmdi o, a'yâna benzer.

Nîrûza kadar, diye satmak sahîh değildir. Nirûz, Nevruzun [66] muarrebidir. Bu da, İlkbahar'm ilk günüdür.    .

Mihrecâıı'a [67] kadar, diye satmak da- sahih delildir. O da, Son­bahar mevsimidir. Caiz olmamasına seheb: Çünkü, Sultânın Nirûzu ile dehâkînin [68] Nîrûssu arasında ve Mecûsilerin Nînızu arasında fark vardır. Kifâye'de de böyle denmiştir.

Yine, Hıristiyanların orucuna veya Yahudilerin fıtrına kadar, di­ye satmak da caiz olmaz. Yâni, şayet Nasârânın orucunun ve Yahudi­lerin fıtrinin belli gününü satıcı ve müşteri bilmezlerse, müddet bi­linmediği için satış caiz olmaz. Bilirlerse, caizdir.

Hıristiyanlar oruçlarına başladıkdan sonra (ıtırlarına kadar, di­ye satmak, zikredilenin aksinedir, ki bu satış sahih olur. Çünkü onun müddeti, Temurtâşî' (Rh.A.) nin dediğine göre, belli günler olup, elli günden ibarettir.

Hacılar gelinceye veya hasada kadar, diye satmak da caiz olmaz. Hasâd, (hâ) nın fetihiyle ve kesriyle ekinin biçilmesidir. Harmana ka­dar (yâni hayvanların harmanda ekini çiğnemelerine kadar), bağ bo­zumuna kadar-yâni hurmanın ve üzümün kesilmesine kadar ve yine koyun kırkımına (yününün kesilmesine) kadar, diye satmak da caiz olmaz. Caiz olmamasına sebeb: Çünkü bunlar ba'zan önce gelir, ba'zan da gecikir. Bu zikredilen vakitlere kadar kefü olunur. Çünkü az bil-memezlik (cehalet), kefalette muhtemeldir. Bu bilnıemezlik (cehalet) azdır. Çünkü Sahabe  —Allah onların hepsinden razı okun—  bunun, satışın caiz olmasını men edip etmediğinde ihtilâf etmişlerdir.

Eğer hulul etmezden önce eceli (müddeti) düşürürce, satış sahih olur. Çünkü, mukarrer olmazdan Önce müfsid ortadan kalkmıştır. E-ger mutlak olarak satıp ondan sonra bu vakitlere kadar semeni erteler­se, satış sahih olur. Çünkü bu te'cil, borcun ertelenmesidir. Borçlarda ise, bilmemezlik muhtemeldir.

Akdin gerektirmediği şart ile de satış sahih olmaz. Halbuki onda, satıcı ve müşterinin ikisinden birine fayda vardır. Ya da satılan şey için onun müstehık olduğu bir fayda vardır. Yâni satılan şey insan ol­makla sabit bir hak olursa (Meselâ; bir köleyi, müşteri mülkünden çıkar­mamak şartiyle satmak gibi veya bir cariyeyi çocuk doğurtmamak şar-tiyle veya mükâteb veya müdebber eylememek şartiyle satmak gibi) bunlarjn her biri satışı ifsâd eder. Bu zikredilen şartlar ile satışın fâ-sid olmasına sebeb şudur: Çünkü iki müteâkid (yâni satıcı ve müşte­ri) satılan şey ile semen arasında mukabele kasd etseler, şart ivazdan hâlî kalır ve onda satış, şart ile vâcib olur. Muâveze akdi ile ivazdan hâlî olan hak edilmiş fazlalık ribâ olur. Ve ribâ şart olan her akd; fâsid akid olur. Meselâ satıcının, giyeceği ve diktirip kaftan yapmak şartiy­le satması gibi. İmdi bu, akdin gerektirmediği bir şarttır. Bunda satıcı ve müşterinin ikisinden birine fayda vardır. Ya da, satılan deriyi ayak­kabı yapmak şartiyle satmak gibi. Ya da, ayakkabı (veya nalın) üze­rine tasma yapmak şartiyle satmak gibi. Şirâk: Ayağın sırtı' üzerine gelen, deriden yapılmış sının (seyr) dır. Muğrib'ül-Lûğa'da böyle zik­redilmiştir. Ayaikkabıda satış, istihsânen sahîiıdir. Çünkü, bu hususta teamül vardır. İmdi giyeceğin boyanması gibi olur. Ya da, satıcının; satılan şeyi —ki o mebî' köledir— bir ay kullanmak şartiyle satması gibi. Bu, akdin gerektirmediği şartın benzeridir, ki bunda satıcı için fayda vardır. Bir ay demesine sebeb, daha önce geçen, şu şeyden dola­yıdır: Muhayyerlik şayet üç gün olsa, onda hizmet ettirmek şartı caiz olurdu.

Ya da, müşteri satılanı (mebî'i) müdebber veya mükâteb eylemek veya çocuk doğurtmak veya gerek erkek köle (abd) olsun ve gerekse câriye (eme) olsun kınm mülkünden çıkarmamak şartiyle satması caiz değildir. Bu misâl, akdin gerektirmediği şarta ve kendisinde satılan şey için fayda olduğuna misâldir, ki satılan şey o faydaya müstehık olur. Çünkü kınn'a, elden ele geçmesi (tedavülü) [69] hoş gelir. Bu durumda, ivazdan hâlî faizlalık bulunup satış fâsid olur.

Musannif mezkûr asla şu fer'i eklemiştir: Binâenaleyh satış, ak-din iktizâ ettiği şartla sahih olur. Mesela, satılan şey müşterinin mül­kü olmak şartiyle satmak gibi. Ya da, akdin iktizâ etmediği ve kendi­sinde biline fayda bulunmayan şartla satmak gibi. Meselâ, sattığı hay­vanı müşterinin satmaması partiyle satmak gibi. çünkü hayvan, fay­da için ehil değildir.

Müslümanın, Zimmîye içkinin ve domuzun satılmasını ve satın alınmasını emretmesi caizdir. İhramda olan kimsenin, kendisinden baş­ka kimseye kendi avını satmasını emretmesi de caizdir. İmâmeyn, (Rh. Aleyhimâ), «Caiz olmaz.» demişlerdir. Çünkü müvekkil kendisi satma­ya velî olamaz. Şu hâlde, başkasını velî edemez. Meselâ; Müslümanm, bir Mecûsîyi, bir Mecûsi kadını tezvîc için vekil etmesi caiz olmadığı gi­bi. Çünkü vekil için sabit olan şey, müvekkile intikâl edip sanki o ken­disi yapmış gibi olur.

İ 111x1111 A'zanV (Rh.A.) m delili şudur: Bu bâbda mu'teber olan iki ehliyettir. Biri vekilin ehliyetidir, ki emredildiği şeyde tasarruf ehli­yetidir. Bu tasarrulda, Nasmnî için ehliyet vardır, iki ehliyetten biri de, müvekkilin ehliyetidir. O da, müvekkil için hükmün sübûtunun ehliyetidir. Akd için hüküm yönünden melzûmun, lâzımdan ayrılması lazım gelmesin diye müvekkil için bu ehliyet vardır.

Görülmez mi ki, Müslüman için jırfrâs yoluyla içkinin (hamım) mülkü sabit olur. Yâni,- Nasrânî olan murisi Müslüman olup öldükde, içki ve domuzunu bıraksa ve yine Müşlümanın, Nasrânî olan me'zûn .kölesi, şâjyet içki ve domuz satın alsa, o içkide mülk Müslüman efendi için itUfâkan sabit olur. İki ehliyet sabit olunca akd, İslâm sebebiyle mümteni' olmaz.,Çünkü tslâm celbeder, defetmez. Bundan sonra, mü-vekkelün bih (mal) eğer şarâb ise, onu sirke yapar. Eğer domuz ise, ormana salıverir. Fukahâ', «Bu vekâlet, en şiddetli kerahetle mekruh­tur.» demişlerdir. [70]

 

Fâsid Satışın Hükmü :

 

Müşteri, satılan şeyi, satıcının açıkça veya delâlete ti mâsiyle tes­lim aldığında ona mâlik olur. Meselâ, satıcının huzurunda, akd mec­lisinde malı teslim alır ve satıcı o teslim almayı menetmezse, satılan şeye mâlik olur. İmâm Şafiî (Rh.A.): «Her ne kadar müşteri o satılan şeyi teslim alsa da, mâlik olmaz. Çünkü o haramdır, onunla mülkün ni'metine nail olamaz.» demiştir. Bir de: «Nehy ile meşrûiyyetdn ara­sında birbirine karşıtlık bulunduğu için nehy, meşrûiyyeti nesh eder. Bundan dolayı teslim almazdan önce mülkü ifâde etmez. Satılan şeyi (mebî'i) meyte veya içkiyi (hamn) dirhemlerle satmış gibi olur.» demiştir.

Bizim delilimi/ şudur: Satışın rüknü ehlinden sâdır, mahallinde vâki olmuştur. İmdi satış müıı'akld oldu, demek vâcib olur. Ehliyette ve mahalliyyette şübhe yoktur. Onun rüknü, malı malla değiş-tokuş (mübadele) dur. Bu ise, meydana gelmiştir. Şer'î fiillerden nehy, meş-rûiyyetin tekarrürünü gerektirir. Çünkü nehy, menhiyyün annin (ya­sak edilen şeyin) tasavvurunu gerektirir. Çünkü tasavvur olunmayan şeyden nehy, hükümsüzdür. Bunun tahkiki, Mir'âL'ui-UsiH'de benini zikrettiğim şeydir ki emr ve nehyin medarı makdûriyettir (kudret bu­lunmaktır). Hissî fiillerden nehy, o fiillerin hissen makdûr olmasını gerektirir. Aklî umurdan nehy, aklen makdûr olmasını gerektirir. Şer'î fiillerden nehy ise, şer'an makdûr olmasını gerektirir. Aksi hâl­de sırf faydasız olur. Zira uçmak, hissî umurdandır. Şayet bir şahısa ((Uçma!» dersen, uçmaya kudreti bulunmadığı için, her ikiden kim­se yadırgar. Keza, a'mâya, «Bakma!» demek de, böyledir.

Bey' (alım-satım), şeı*'î fiillerdendir. Şayet satışdan nehy olunsa, şer'an makdûr olması vâcib olur. Bizim âlimlerimizin: «Şer'î fiilden nehy, aslının meşru olmasını,.vasfının meşru olmamasını gerektirir.)» dediklerinin ma'nâsı budur. Zîrâ, birincisi, şer'an makdûriyyete nazır­dır. İkincisi, nehye nazırdır. Satışın kendisi meşrudur. Müşteri, mülk ni'metine bununla nail olur. Hürmet, ancak ârizî bir şeyden'dolayıdır. Teslimden önce mülkün sabit olmaması, mücavir olan fesadı kabulden kaçınmak içindir. Çünkü fesadın, geri aimak (istirdâd) ile savulması vâcibdir. İmdi mütâlebeden çekinmekle savulması evleviıyyette kalır. Çünkü def, ref'den (yâni gelmeden karşılamak, geldikden sonra kar­şılamaktan) daha kolaydır.

Olü, mal değildir, imdi,, rükn yoktur. Eğer içki (hamr), ölçülen ve tartılan şeyler gibi semen karşılığında satılmış olursa, onun ve eh i daha önce geçti. Teslim alman şey, müşteri elinde helak olursa, hakî­katen o şeyin misli müşteriye lâzım gelir. Eğer helak olan şey misli ise; hem sûreten ve hem ma'nen misli lâzım gelen odur. Ya da, sâde­ce ma'nen misli lâzım gelir. Eğer helak olan şey kıymeti olan şeyden (kıyemî) ise, kıymettir. Çünkü o, gasb gibi, teslim almak (kabz) ile mazmundur. Her ne kadar müşterinin elinde kıymeti artıp müşteri onu itlaf etse de, kıymeti teslim alma gününde mu'teber olur. Çünkü o, teslim almakla onun garantisine dâhil olmuştur. Binâenaleyh, gas-bedilen şey gibi mu'teber değildir. Kâfî'de de böyle denmiştir.

Satan ile satın alanın (mütebâyiân'm) her biri üzerine, teslim­den Önce fesadı ortadan kaldırmak için satışın feshi vâcib olur. Mu­sannifin, «Her biri üzerine» deyip «Her biri için» dememesi; feshin vâ-çib olduğuna işaret içindir. (İçin) ma'nâsına gelen (lam) ise, cevazı ifâde eder.

Keza, satılan şey müşterinin elinde okluğu müddetçe, teslimden sonra da feshi vâcib olur Musannif; «Fesâd, akdin kendisinde (sul­bünde) olursa; meselâ; bir dirhemi, iki dirheme satmak gibi- Yine zâid şart ile olursa, şart kendisine âid olan kimse için fesh hakkı vardır.-) dememiştir. Çünkü Sadr'uş-Şeıîa (Rh.A.), «Zahire» den ve Hulâsa sa­hibi, «Tecrîd» den naıkletmişlerdir ki, bu kavi; İmânı Muhamıutd1 (RH.' A.) indir. İmâın A'zam ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a göre ise; iki âkidden her biri için fesh hakkı vardır. Çünkü fesh, şeriatın hakkıdır. İki âkiddçn birinin hakkı için değildir. Çünkü iki âkid, akde razıdırlar. Eğer müşteri, teslim aldığı malı fâsid satışla satar veya hibe ve teslim ederse veya âzâd eylerse, o müşterinin satışı, hibesi' ve aza­dı geçerli olur. Çünkü müşteri ona mâlik olunca, onda tasarrufa da mâlik olur. Artık onda fesh tasavvur edilemez. Çünkü ikinci tasarrufla ona kul halckı taalluk etmiştir. Birinci yatışın feshi, şeriatın hakkı için­di. Kulun hakkı, şeriatın hakkından önce gelir. Çünkü kul muhtâedır. Birinci müşterinin, satılan şeyin kıymetini ödemesi, gerekir. Nitekim daha önce sebebi geçti ki, o, gasb gibi, teslim almakla ödenir. Kitabet ve relin, satış gibidir. Çünkü kitabet ve rehn lâzımdırlar. Bu durumda ayn'ı geri vermekden aczi sabit olur. Şu hâlde müşterinin, kıymeti öde­mesi gerekir. Ancak şu kadar fark vardır ki: Mükâtebin âciz olmasiy-le, geri alma (istirdâd) hakkı avdet eder. Rehni çözmek (fekk-i rehn) ise [71].; hak, kıymete dönüşmezden önce engel ortadan kalktığı için­dir. Kâfî'de de böyle denmiştir.

Fâsid satışın feshinde, kâdî'mn hükmü şart kılınmamıştır. Çün­kü şer'an vâcib bir şey, hükme muhtaç olmaz. Satıcı ile alıcıdan biri­nin ölmesiyle fesh hakkı bâtıl olmaz. Fetva, bununla verilir. Hulâsa'tla da böyle denmiştir. Bu kitabda çokça açukîama vardır. İsteyen kimse Hulâsa'ya baksın.

Satılan şeyin (mebi'in) satıcısı, semenini müşteriye geri verme­dikçe, fesliden sonra satılan şeyi alamaz. Çünkü satılan şey, semenin karşılığıdır. İmdi satılan şey, rehn gibi semen için mahbûs olur. Eğer satıcı ölürse, satılan şeyin semenini alıncaya kadar müşteri o satın al­dığı şeye daha haklıdır. Çünkü müşteri, satıcının hayâtında ona ta­kaddüm ederdi. Keza- ölümünden sonra vârisleri ve alacaklıları üzeri­ne de takaddüm eder. Zîrâ müşteri, rehin alan gibidir. (Şayet râhin öl­se, vârisleri ve alacaklıları üzerine tekaddüm eder.) Bundan sonra, eğer semenin dirhemleri mevcûd ise, müşteri ayniyle onları alır. Çün­kü dirhemler — esah olan kavle göre —  fâsid satışda teayyün ederler. Semenin dirhemleri helak olmuş ise, mislini alır. Çünkü dirhem­ler, mislidirler.

Semende hâsıl olan fayda ve kâr (ribh) [72], satıcıya helâl olur. Satılan şeyde müşteri için helâl olmaz. Bunun sureti şudur: Bir kimse fâsid satış ile bir câriye satın alsa ve satıcı ve müşteri karşılıklı, se­meni ve cariyeyi teslim - alsalar, sonra müşteri cariyeyi satarak kâr (ribh) etse, müşteri o kân tasadduk eder. Satıcı için semende "kazan­dığı kâr helâl olur. Hidâye'de denmiştir ki: Fark 'şudur; câriye aynen belli (müteayyin) olan şeydendir. O cariyeye akd müteallik olur. Bu durumda kâra haram karışır. Dirhemler ve dinarlar akdlerde müteay­yin olmazlar. İmdi ikinci akd, ayn'ma taalluk etmez. Şu hâlde, onlara haram karışmaz. Tasadduk da îcâb etmez.

Sadr'uş-Şerîa (Rh.A.) demiştir ki: Geçen mes'elede Hidâye'de zik­redilmiştir ki, şayet semenin dirhemleri mevcûd olursa, müşteri onun aynını alır. Çünkü dirhemler, fâsid satışda ta'yîn ile müteayyin olur. Esah olan kavi de budur. Çünkü fâsid satış, gasb menzîlesindedir. Bu söz, dirhemler ve dinarların ta'yîn edilmediğine dâir söylediğiniz şeye aykırı olur, denilirse, biz deriz ki: İkisi arasını bulmak (tevfîk) müm­kündür. Şu yönden ki, bu akd için iki şübhe vardır. Biri gasb, diğeri de satış şübhesidir. Şayet dirhemler nîevcûd olursa, fâsid akdin ortadan kaldırılmasına çalışmak yönünden gasb şübhesine i'tibâr edilir. Eğer dirhemler mevcûd olmayıp onunla bir şey satın.aldı ise, bedeline fesâd sirayet etmesin diye, satış şübhesine i'tibâr edilir.. Çünkü yukarıda zikrettik ki, şübhenin şübhesinden dolayı satış şübhesine i'tibâr edilir.

Ben derim kî: Zikredilen şey; Hidâye'nin iki sözünün arasını bul­mayı ifâde etmediği insaflı düşünce sahibine gizli değildir. Ancak, mes'eleye delil olmayı ifâde eder. Hidâye'ye vârid olan i'tirâz, Sadr'uş-Şerîa' (Rh.A.) ya vârid değildir. Doğrusu; İnâye'de söylenen şu söz­dür: Hidâye sahibinin sözü ancak sahih rivayete göre doğru olur. O sahîh rivayet de şudur: Dirhemler esah kavle göre değil, zâten teayyün etmezler. Esah kavi, yukarıda geçtiği üzere; dirhemler fâsid satışda mü­teayyin olurlar.

Biline ki, malda haranı iki çeşittir. Bir çeşidi, zahiren mülk olma­dığı için haramdır. Bir çeşidi de, mülkde fesâddan dolayı haramdır. Mal da, iki çeşittir. Bir çeşidi, müteayyin olandır. Eşya gibi. Bir çeşidi de, müteayyin olmayandır. Paralar gibi. İmdi mülkün yokluğu sebe­biyle olan haram, iki çeşitte ele etki yapar. Yâni müteayyin olanda ve olmayanda te'sîr eder. Eimânet konulan kimse ve gâsıb gibi, ki şayet bunlar eşyada veya parada tasarruf edip kâr ve kazanç (ribh) elde et­seler, İmâm A'zanı ve İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e göre, kân tasadduk ederler. Çünkü afcid zahiren teaytyün eden şeyde, başkasının malına taalluk etmiştir. Bu durumda haramın hakikati (hakikat-ı hubs) meydana gelir. Teayyün etmeyende ise; haram, şübhesi karışır. Çünkü satılan şeyin selâmeti onunla olduğundan aıkid ona taalluk eder veya semenin taikdîr edilmesi bakımından haram şüfohesi karışır. İm­di bir bakımdan, başkasının mülkü, kâr ve kazanca (ribha) vesile olur. Bu durumda, onda haram şübhesi hâsıl olur. Mülkün fesadından do­layı haram, müteayyin olan şeyde amel eder, mıüteayyin olmayan şey­de amel etmez. Çünkü mülkün fesadı, mülkün yokluğundan daha eh­vendir. Binâenaleyh, müteaıyyin olan şeyde haramın hakikati, burada şübheye dönüşür ve mu'teber olur. Orada teayyün etmeyendeki şübhe burada §übhenin şübhesine dönüşür ve mülkün fesadında mu'teber olmaz.

Nitekim müddeî, bir kimseden bir mal iddia edip, o kimse malı verdikden sonra; o mal müddeâ aleyh üzerinde olmadığına birbirlerini tasdik ederlerse, müddeînin o ımalda hâsıl ettiği kâr ve kazancı helâl olur. Mes'elenin sureti şudur: Bir adam, foir adamdan mal iddia eder de, o da verirse, sonra dâvâlının bu malı borçlu olmadığına birbirle­rini tasdik ederlerse, kazanç helâldir. Çünkü burada haram, mülkün fesadından dolayıdır. Zîrâ borç, ikrar ile vâcib olur. Bundan sonra, birbirlerini doğrulamakla istihkak olunmuştur. Müstehıkkın bedeli memlûktur. İmdi, müteayyin olmayan şeyde amel etmez,

Bir kimse fâsid satış ile satm aldığı darda bina yapsa veya fâsid satış ile satm aldığı arazîye ağaç dikse, müşterinin, dâr ve arazînin kıy­metlerini ödemesi gerekir. îmâmeyn (Bh. Aleyhimâ), «Bina yıkılıp dâr sahibine geri verilir. Keza, dikilen ağaçlar sökülüp arazî sahibine geri verilir.» demişlerdir. Çünikü şefî'in [73] hakkı, satıcının hakkın­dan daha zayıftır. Zîrâ şefî'in hakkı, hükme veya rızâya muhtaçtır. Geciktirmekle bâtıl olur ve mîrâs olmaz. Satıcının hakkı bunun aksi­nedir. Daha zayıf (ed'af), olan hiçbir şeyle bâtıl olmazsa, daha kuv­vetli (akvâ) olan evleviyyetle bâtıl olmaz. Şefî'in hakkı, bina veya ağaç dikmekle bâtıl olmaz. İmdi satıcının hakkı da, onun gibidir. İmâm A'zam' (Rh.A.) in delili şudur: Bina yapmak veya ağaç diikmek müş­teri için satıcı tarafından sebefoiyyet vermek (teslît) ile hâsıl olmuş­lardır ve bunun gibi olan her şey ile geri alma hakkı kesilmiş olur. Müşteriden hâsıl olan satış gibi. Şefi', bunun aksinedir. Çünkü şefî'den sebebiyyet «yıoktur. Bundan dolayı, eğer müşteri o malı başkasına hibe etse, şefî'in hakkı bâtıl olmaz. Keza başkasına satsa, şefi' şuf'a ile alır. Her ne kadar fâsid satışda şuf'a olmasa da, ikinci satışda semenle veya birinci satımda kıymetle alır. Çünkü satıcının hakkı burada kesilmiş idi. Bu îzâha göre; şefî'den teslît olmadığı için şefî'in hakkı satıcının hak­kından daha kuvvetli olur. Çünkü, satıcıdan teslît vardır. [74]

 

Mevkuf Satış :

 

Bundan sonra musannif fâsid satışın beyânını ve ahkâmını biti­rince, mevkutun beyânına ve ahkâmına başlayıp şöyle demiştir: Baş­kasının inalını satmak, onun iznine bağlıdır (mevkûfdur). Mahcur olan kölenin ve mahcur olan küçük çocuğun satışları, kölenin efendisinin iznine ve küçük çocuğun babasının veya vasisinin iznine bağlı (mev­kuf)  dır.

Satıcının kendi malını aklı bozuk olup reşîd [75] olmayan kimse­ye satması kâdî'nın iznine bağlıdır. Merhûnun, kiraya verilenin ve baş­kasının tarlasındaki yerin satılması rehn alanın, kiracının ve ekicinin iznine ıbağlıdır. Şayet kiralamayı, karşılıklı fesli ederlerse, satıcının, satılan şeyi müşteriye teslim etmesi gerekir. Keza râhin malı edâ etse veya rehin olarak alan (mürtehiri) onu ibra edip, rehni geri verse, satış tamâm olur.

Bir Işeyi rakamlyle satmak, eğer satıcı o rakamı bilip ve müşteri bilmezse tevekkül olunur (çekimser kalınır). Eğer. satış meclisinde müşteri bilirse, o satış geçerli olur. Eğer müşteri bilmezden'önce ay-nhrlarsa, satış bâtıl olur.

Satılmış olan şeyi müşteriden başkasına satmak mevkûfdur. Yâni bir şeyi iZeyd'e satıp ondan sonra Bekr'e satsa, ikinci satış geçerli ol­maz. Hattâ birinci satışda bozuşsalar, ikinci satış geçerli olmaz. Lâkin ikinci satış, eğer satıcı birinci müşterinin teslim almasından sonra sat­tı ise, birinci müşterinin iznine bağlıdır (tevakkuf eder). Müşterinin teslim almasından önce ise, menkûlde müşterinin iznine bağlı değildir. Akarda ise; yakında zikredilecek olan ma'rûf hilafa göredir.

İmâm A'zaim' (Rh.A.) a göre, mürtedin satışı da mevkûfdur. Nite­kim (Mürted Babı) nda geçti. Satıcı bilip müşteri bilmezse, fülân kim­senin sattığı şeyle satmak mevkûfdur. Eğer satış meclisinde müşteri

bilirse sahîhdir, aksi hâlde bâtıldır. İnsanların sattığı şeyin benzeri (misli) ile satmak veya fülâh kimsenin aldığı şeyin benzeri ile satmak mevkûfdur. Şâfî Şerhi'nde, «Şübhesiz, bu satış caiz olmaz.» diye zik­redilmiştir. İmâm Serahsî' (Rh.A.) niri nüshasında zikredilmiştir ki: Bu mes'ele, müşteri bilmediği vakittedir. Eğer müşteri meclisde onu bilirse, İmâm A'zam' (Rh.A.) dan bu mes'clede iki rivayet vardır. Bir şeyi kıymetiyle satmak bilmemezlikden dolayı caiz olmaz. Eğer mec­lisde ta'yîn edilmiş olursa, caiz olur. Kendisinde meclis muhayyerliği olan satış da mevkûfdur. Alım-satımlar (Büyü' Bölümü) nün baştara-fında geçti.

Gâsıbın satışı da mâlikinin iznine bağlıdır. Eğer gâsıb onun, mâ­likin olduğunu ikrar ederse, satış tamâm olur. Eğer gâsıb inkâr eder­se, kendisinden gasb olunan kimsenin beyyine getirmesi gerekir. Delil (beyyine) bulundukda satış tamâm olur. Eğer delil yok ise satılan şeyi helak oluncaya kadar teslim etmedi ise, satış bozulmuş olur.

Mevkuf satışın hükmüne gelince: Mevkuf satışın icazeti kabul et­mesi ancak, satıcı, müşteri ve satılan şey mcvcûd olduğu vakittedir. Satılan şeyin mevcûd olmasından murâd, başka şey sayılacak kadar değişmiş olmamasıdır. Çünkü satıcı, başkasının giyeceğini izni olmak­sızın satsa, satın alan kimse de onu boyasa ve giyeceğin sahibi satışa izin verse, o satış caiz olur. Şayet satın alan kimse o giyeceği kesip dik­se, ondan sonr,a giyeceğin sahibi izin verse, caiz olmaz. Çünkü o giye­cek (sevb), başka şey olmuştur. Keza semen mal olursa, semenin de bulunması şart kılınmıştır. Yâni satılan şeyin bulunması şart kılındı­ğı gibi, şayet semen eşya olursa, semenin de .bulunması şaft -kılınmış­tır. Mal sahibinin de bulunması şarttır. Yâni zikredilen mebî' ve se-rnenin mevcûd olması şart kılındığı gibi, satılmış olan malın sahibinin de mevcûd olması şarttır. Hattâ bir kimse başkasının malını satsa, ma­lın sahibi satışa izin vermezden önce ölse ve vârisi ona izin verse, sa­tış caiz olmaz.

Yine mevkuf satışın hükmü; mal sahibinin semeni alması veya T semeni müşteriden istemesi, mevkuf satış için izin sayılmamasıdır. Mal sahibinin satana «İyi yaptın!» demesinde ihtilâf edilmiştir. Ba'zılan; «İzindir.» Ba'zıları da; «Değildir.» demişlerdir. Mal sahibinin: «Ben, bu satışa izin vermem!» demesi, mevkuf satış için reddir. Müste'cir, bu­nun aksinedir. Zîrâ o;  «Çırağın  (ecîrin)   [76]  satışına izin vermem.» dese, ondan sonra izin verse, satış caiz olur. Bu zikredilenlerin hepsi Hulâsamdan alınmıştır. [77]

 

Mekruh Satış :

 

Bundan sonra musannif, mevkuf satışı ve hükümlerini bitirince, mekruh satışı açıklamaya başlayıp şöyle demiştir: Cıım'anın birinci ezanında alun-satim (bey') mekrûhdur. Çünkü bunda, vâcib olan sa'yi terk vardır. Şayet satan ile satın alan otursalar veya ayakta durup alış­veriş yapsalar sa'yi [78] terk etmiş olurlar. Fakat yürürlerken ahş-ve-rlş yaparlarsa bunda kerahet yoktur.

Necş de mekrûhdur. Necş; kendisi satın almak istemeyip, başka­sını istek tendi rm ek için, semende artırma yapmaktır. Çünkü, Resûlül­lah (S.A.V.) :

»Satın almak istemediğiniz hâlde semende artırma yapmayınız!» buyurmuştur.

Satan kiınse ile satm alan kimse belli bir semene razı oldukdan sonra, başkasının pazarlığı üzerine pazarlık etmek mekrûhdur. Çünkü, Resûlüllah (S.A.V.) :

«Kimse kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık etmesin ve-kardeşi­nin evlenmek için istediği kızı istemesin.» buyurmuştur.

Resûlüllah (S.A.V.); bunu yapmayı olumsuzluk kipi (nefy sigası) ile menetmiştir. Çünkü olumsuzluk kipi ile yasaklamak eblağdır (daha beliğdir.)

Fakat müşteri bir şeyi satın almak için pazarlık etse ve satıcı ile müşterinin ikisinden biri arkadaşına meyi etmese, başka kimse için o şeyi pazarlık edip satın almakda mahzur yoktur. Çünkü o satış, fiatı artıran kimseye satmaktır. Bundan dolayı musannif, «Artıran kimseye satmak) yâni artırma ile ahm-satım bunun aksinedir.» demiştir. Çün­kü bu, caizdir. Zîrâ, hakkında eser vâriddir. O eser; «Artıran kimseye satmak» kaidesinde olduğu gibi, lııtbe (dünürlük) mes'elesinde de nehy bununla yorumlanmıştır.

Mal getirenlere karşı gidip celb eylemek de mekrûhdur. Yâni şe­hir halkından ba'zısı, şehirin dışından şehre getirilen yiyeceğe karşı çıkıp almak, eğer şehir halkına Karar verirse mekrûhdur. Bunu yap­mak yasak edildiği ve bunda hâzır olanlara sıkıntı ve zarar olduğu için mekruh olmuştur. Eğer şehir, halkına zararlı olmazsa, bunda mah­zur yoktur. Ancak karşılayan kimse, gelenlerden fiatı gizleyip kıyme­tinden daha azı ile satın alırsa mekruh olur.

Şehirde oturan kimsenin ,Bedevinin malını kıtlık zamanında sat­ması mekrûhdur. Çünkü, Resûlüllah (S.A.V.) :

«Şehirde oturan kimse, Bedevi (nin malını onun) için satmasın.» buyurmuştur.    Bu, şehir halkı kıtlık zamanında olursa, mekruh olur.

Bu satış, mukîmin, Bedevilere yüksek fiat sağlamak amaciyle onların mallarını satmasıdır ve mekrûhdur. Çünkü bunu yapmak, halka zarar vermektir. Eğer kıtlık zamanında değil ise, zarar vermek bulunmadığı için mahzur yoktur. Ba'zı Fukahâ' demişlerdir iki: Bu mes'elenin su­reti, Bedevinin şehre yiyecek getirmesi, şehirde oturan kimsenin de ona vekil olup yiyecekleri yüksek fiatla satmasıdır. Bu satış yasaklan­mıştır. Çünkü mukîm şayet onu toıraksa, Bedevi kendisi satar ve fiat ucuz olur.

Küçük çocuğu, O'nım zî-rahm-i mahreminden ayırıp  satmak da mekrûhdur. Çünkü, Resûlüllah (S.A.V.) :

«Bir kimse, anayı çocuğundan ayırırsa, Allah onu kıyamet günün­de sevdiği kimselerden ayırır.» buyurmuştur.

Resûlüllah (S.A.V.), Hz. Ali' (R.A.) ye iki küçük oğlan köle (gu-lâm) hîbe etmiş; sonra Hz. Ali' (R.A.) ye; «O oğlanları ne yaptın?» di­ye sormuş. O da; «Birini sattım!» demiş. Bunun üzerine Resûlüllah (S.A.V.); «Yetiş, yetiş!» Bir rivayette; «Geri al, geri al!» buyurmuş­tur. Bir de: Küçük çocuk, küçük çocuğa ve büyüğe alışmış olduğu için ayırıp satmak mekrûhdur. Büyük, 'küçüğe infâk eder ve karabet ya­kınlığından meydana gelen şefkat i'tibâriyle büyük, küçüğün ihtiyâç­larını giderdiği için bunları birbirinden ayırıp satmak mekruh sayıl­mıştır. İkisinden birinin satılmasında alışıklığı (isti'nâsı) kesmek ve ona bakiiş-görüşten menetmek vardır. Yine bunda, küçük çocuklara karşı merhameti terletmek vardır. Merhametin terki üzerine. Resûlül­lah' (S.A.V.) in:

«Küçüklerimize acımayan kimse, bizden değildir.», hadisiyle teh-dîd (vaîd) [79] vârid olmuştur.

Kölelerin ikisi de büyük okluğu takdirde, hüküm küçüğün aksine­dir. Çünkü burada onlar için merhameti terk yoktur. Karı-koca da bunun aksinedir. Çünkü nass, nikâh için mahrem olan karabetle ma1-lûldür. Hattâ onda, (süt 'kardeşi ve süt annesi gibi) yakın olmayan mah­rem ve mahkem olmayan yakını dâhil olmaz.

Satıcının mülkünde, İkisinin bir arada bulunması gerekir. Hattâ iki küçüğün biri satıcının ve biri başkasının olsa, ikisinden birini sat-m&kda mahzur yoktur. Şayet ayırma müstehıkkın hakkiyle olursa, onu satmakda mahzur yoktur. İkisinden birini cinayet sebebiyle vermek veya borç sebebiyle satmak veya kusur sebebiyle geri vermek gibi. Çün­kü dikkat edilecek cihet, başkasından zararı defetmektir. Başkasına za­rar vermek değildir.

Mekruh satışın hükmüne gelince: Mekruh satış, fâsid olmaa;. Çün­kü neîiy, satışa mücavir olan ma'nâ i'tibâriyledir. Yoksa satışın men'i hususunda değildir. Şartlarının sıhhatinde de değildir. Böyle nehy, fe­sadı gerektirmez, belki kerahet gerektirir.

Mekruh satışın feshi de vâcib olmaz. Çünkü feshin, fâsid satışda vâcib olması hürmeti savmak içindir. Mekruh satışda ise, hürmet yok­tur.

Müşteri, satılan şeyi (mebî'i) teslim almazdan Önce mâlik olur. Ni­tekim daha, önce geçti ki, fâsid satışda teslîmlden önce mülkün sabit ol­maması mücavir olan fesadın yerleşmesinden sakınmak içindir. Bu­rada ise, fesâd yoktur. Şu hâlde, teslimden önce mebî'a müşteri mâlik olur..Şayet teslim alman niebî', müşteri elinde helak olursa; semen vâ­cib olur,.kıymet vâcib olmaz. Çünkü mislin veya kıymetin, fâsid satış­da vâcib olması, gasb hükmünde olduğu içindir. Bu ise, öyle değildir. [80]

 

Satışı Bozmak (İkâle) Babı

 

ikâle, lügat yönünden düşürmek ve ortadan kaldırmak demektir. Şer'an; satışı kaldırmak, yâni bozmaktır. [81]

İkâle iki lafızla sahîh olur. O iki lafzın biri, gelecek zaman (mÜF-takbei) dır. Kudûrî Şerhinde; «İkâle, iki lafızla sabit olur. Biri kendi­siyle geçmiş zaman (mâzî) ifâde edilir. Diğeri ile gelecek zaman ifâde edilir.» denmiştir. Bir adamın, «Bana ikâle eyle!» demesi gibi. Onun arkadaşı da, «İkâle ettim!» der. [82]

İmâm Muhammed (Rh.A.) demiştir ki: «İkâle etmek, satış (bey1) gibidir. Ancak iki lafızla sahîh olur. O iki lafızla geçmiş ifâde edilir. Adamın; (îkâle ettim!) deyip, arkadaşının da; (Kabul ettim!) deme­leri gibi.» Fetâvâ'da İmâm Muhammed' (Rh.A.) in kavli tercih edil­miştir. Hulasa'da da böyle denmiştir.

İkâle, meclisde diğerinin kabulüne bağlı (mütevakkıf) olur. Tec-rîd'de zikredilmiştir ki: İkâlenin kabulü, meclise bağlı olur. [83] İkâ-lenin kabulü nassan sözle meclisde sahîh olduğu gibi. Delâleten fiil ile kabulü de sahîh olur. Nitekim, satıcı, satılan kumaşı müşterinin sözü­nün peşisıra gömlek kesmesi gibi.

İkâle, akdin mûceblerüıden olan şeyde feshdir. Yâni şart bulun­maksızın akdin kendisiyle sabit olan şeyde feshdir.

Zeylaî (Rh.A.) demiştir ki: «Ulemânın; "İkâle, alıcı ile satıcı hak­kında feshdir.,, sözleri ale'l-ıtlaık değildir. Çünkü ikâle, ancak şart bulunmaksımın, akdin mûceblerinden olan şeyde fesh olur. Amma akdin mûcebatindan olmayan şeylerde; belki fazla bir şart ile vâcib olsa, on­da ikâle, zikredilen gibi, iki âkid. hakkında yeni satış (bey'-i cedid) i'tibâr olunur. Nitekim 'bir kimse va'deli borç (deyn-i müeccel) [84] ile yâni müşterinin satıcıya sabit borcu ile o borcun va'desi dolmazdan önce bir ayn satın alsa; ondan sonra satıcı ile müşteri ikâle edişseler, borç hâle geri döner. Sanki müşteri, o malı satıcıya satmış gibi olur.

Yine, satıcı ile müşteri ikâle edişdikden sonra bir adam, o satılan şeyin (mebi'in) mülkü olduğunu iddia ettikde; müşteri ona şâhidlik et­se, O'nuıı şâhidiiği kabul edilmez. Sanki müşteri, o şeyi kendisi satıp ondan sonra satılan şeyin .başkasının malı olduğuna şâhidlik etmiş gi­bi olur, İkâle fesh olmuş olsa, şâhidlik kabul edilirdi. Görülmez mi ki; müşteri satılan şeyi (mebî'i) bir kusurla kâdi'mn hükmüyle geri ver­se ve bir adam da satılan şeyin kendisinin olduğunu iddia edip müş­teri şâhidlik etse, şâhidiiği kabul edilir. Çünkü fesh ile eski (kadîm) mülkü geri dönmüştür. Bu durumda, müşteri yönünden ikâle edilmiş olmaz. Çünkü bu, her bakımdan fesh olmuştur.

Musannif, onun fesh olduğuna dâir birçok fer'i mes'eleler (bölüm­ler) ayırıp onlardan birincisini şu sözüyle zikretmiştir: Satılan malın (mebîanm) doğurmasından sonra ikâJe bâtıl olur. Çünkü, doğurmakla meydana gelen fazlalık nedeniyle fesh imkânsız olmuştur. Şayet hâlis satış (Bey'-i mahz) olsaydı, caiz olurdu, fukahâ' demişlerdir ki: Bu ikâlenin bâtıl olması teslîm edildikden sonra doğurursadır. Şayet tes­limden önce doğurursa; İmâm A'Sam'  (Eh.A.)  a göre, ikâle sahilidir.

Musannif, ikinci bölümü şu sözüyle zikretmiştir: İkâle, birinci se­menin nüsü ile sahih olur. Ancak mütevelli veya vasî kıymetinden da­ha çokla bir şey satın almış ise, o vakit ikâle caiz olmaz. Her ne kadar, birinci semenin misli ile satsa da vakf tarafına ve küçük çocuğun hak­kına riâyeten caiz olmaz. Her ne kadar birinci semenin cinsinden baş­kasına şart etse de veya birinci semenden daha çoğa veya daha aza şart etse de, 'birinci semenin misli ile ikâle sahih olur. Birinci semen­den daha çoğu ile sahih olması, ikâle fesh olduğu içindir. Fesh ise, an­cak birinci semen üzere olur. İkinci ile sahih olması, (yâni birinci se­menden üaıha az olanın nedeni ise), şart fâsid olduğu içindir. İkâle ise, fâsid şartla fâsid olmaz. Yakında anlatılacaktır. Ancak satılan şeyin müşteri katında kusuru ortaya çıkarsa, bu takdirde ikâle birinci semen­den daha azı ile caiz olur. Çünkü, semenin eksilmesi, satılan şeyden ku­sur nedeniyle yok olana karşılık olur.

Musannif üçüncü bölümü şu sözüyle zikretmiştir: İkâle, şartla fa-sid olmaz. Çünkü satışın şartla fesadı, ribâ lâzım gelmemesi içindir. Nitekim daha önce geçti. Feshde ise, ribâ yoktur.

Musannif, dördüncü bölümü şu sözüyle zikretmiştir: Satıcının, mebî'i teslim almazdan önce satması caizdir. Yâni satıcı İle müşteri sa-tışda bozuşup (ikâle edip) ve satılan şeyi müşteri geri Vermese, hattâ satıcı, 'mebî'i müşteriye ikinci kez satsa caiz olur. İkâle, satış olsa, fâsid olurdu. Çünkü, teslim almazdan önce satmıştır. Eğer müşteriden baş­kasına satsa, caiz olmaz. Çünkü ikâle satıcıyla müşteriden başkası hak­kında yeni satışdır.

Musannif, beşinci bölümü şu sözüyle zikretmiştir:ÖIçü ve tartı ile satılan şeyi tekrar ölçüp tartmadan satmak caizdir. Yâni, satılan şey, ölçülür (mekîl) veya tartılır (mevzun) olsa, satıcı ondan ölçüyle veya tartıyla satıp sonra ısatışı bozsalar, ve satılan şeyin ölçüsünü ve tartı­sını yenilemeden müşteri mebî'i geri verse, caiz olur. İkâle, satış olsa, caiz olmazdı.         

Altıncı bölümü musannif şu sözüyle zikretmiştir: İkâleden sonra teslim almazdan önce satılan malı müşteriye hîbe etmek caizdir. Yâni, satıcı, satılan şeyi (mebî'i) ikâleden sonra ve teslim almazdan önce müşteriye hîbe etse, caiz olur. Satış olsa, caiz olmazdı. Çünkü satış, satılan şeyin teslim almazdan Önce satana hîbe edilmesiyle bozulur. Satıcı ile müşterinin üçüncüsü hakkında ikâle, satıştır. Nihâye'de şöy­le denmiştir: Burada hılâf; fesh ikâle lafzı ile zikredildiği zamandır. Şayet müfâsehe (iki taraftan fesh, bozuşma) veya mütâreke (iki tara­fın terketmesi) lafziyle zikredilse, lûgavî ma'nâsım işletmek için itti-fâkan satış sayılmaz.

Musannif, ikâlenin satış olduğuna dâir de birçok fer'i mes'eleler zikretmiştir. Birincisi şudur: Satılan şeyde (melbî'de) şuf'ayı teslim, Ikâlede şuf'amn alınmasına aykırı değildir. Yâni, satılan şey akar ol­sa ve şefi' şuf'ayı teslîm etse; ondan sonra satışı bozsalar (ikâle etse­ler), şefî' için şuf'a ile hükmedilir. Çünkü o, şefî' hakkında yeni satış (bey'-i cedîıd) olmuştur. Sanki satıcı onu, müşteriden satın almış gi­bi olur.

Musannif, ikinci fer'î mes'eleyi şu sözüyle zikretmiştir: Kusuru İkâleden sonra öğrense, ikinci satıcı birinci satıcıya, kusur sebebiyle malı geri veremez. Yâni, müşteri mebî'i başkasına satsa, ondan sonra satışı bozsalar (ikâle etseler), bundan sonra müşteri mebî'in, birinci satıcının elinde iken meveûd olan kusuruna muttali olup onu birin­ci satıcıya geri vermek istese, o malı geri vermesi caiz olmaz. Çünkü bu muamele, birinci satıcı hakkında satıştır. Sanki, ikinci satıcı me-bî'i ikinci müşteriden satın almış gibi olur.

Musannif, üçüncü fer'î mes'eleyi şu sözüyle zikretmiştir: Kendi­sine Uîbe edilen kimse o malı başkasına satıp îkâle yaptıktan sonra, hibe eden kimsenin geri dönme hakkı yoktur. Yâni, kendisine hibe edilen kdmse (mevhûbun leh), hibe edilen şeyi başkasına satsa; on­dan sonra satışı bozsaîar, hibe edenin, hibesinde geri dönme hakkı yok­tur. Çünkü kendisine hîbe edilen kimse (mevhûbun leh), hibe eden kimse (vâîıiıb) hakkında müşteri gibidir..

Musannif, dördüncü .fer'î mes'eleyi şu sözüyle zikretmiştir: Müş­teri, semeni ödemeden önce ınebi'i başkasına satsa, satıcının müşteri­den semenden daha azı ile satın alması caiz olur. Yâni, müşteri bir şey satın alıp onu 'teslim alsa ve semeni ödemezden önce başkasına satsa, ondan sonra satışı bozsaîar ve o şey müşteriye geri dönse; imdi birin­ci satıcıdan semenini ödemeden önce birinci semenden daha azı ile satın alsa, caiz olur. Mebî', birinci satıcı hakkında ikinci müşteriden yeni satın alım (şirâ-yı cedîd) ile mülk edinilmiş gibi olur.

Musannif, beşinci fer'î mes'eleyi şu sözüyle zikretmiştir: Şayet müşteri ticâret malıyla, üzerinden bir yıl geçtikden sonra, hizmet et­mek İçin bir köle satın alsa ve onda bir kusur bulup kâdî'nın hükmü olmadan satıcıya geri verse ve o malı geri alsa; imdi o mal müşterinin elinde helak olsa, ondan zekât düşmez. Çünkü o, üçüncü kimse hak­kında yeni satıştır. Halbuki fakirdir. Zîrâ, kâdî'nın hükmü olmaksızın geri vermeik ikâledir.

Satılan şeyin (mebî'in) helak olması, ikâleyi meneder. Semenin helak olması menetme-/ [85]. Çünkü ikâle, satışı kaldırmıştır. Onda asi.olan, satılan §ey (mebî') <iir, semen değildir. Bundan dolayı, şa­yet teslimden önce rnebî' helak olsa, satış bâtıl olur. Semenin helak olması, bunun aksinedir. Çünkü, bütüne kıyâsen, satılan şeyin ba'zısının helak olması onun miktâriyle ikâleyi meneder. Şayet karşılıklı teslim alsalar (mukâbaza etseler), ikisinden birinin helak olmasından sonra ikâle caiz olur. İkisinden birinin helak olmasıyla bâtıl olmaz. Çünkü ikisinden her .biri, satılan şey (mebî') dir. Binâenaleyh, satış (bey1) ba­kîdir. [86]

 

Murabaha,  Tevliye Ve Vadîa Babı

 

Birincisi, yâni murabaha:  [87]  Mâlik olduğu şeyi salmaktır.

Musannif; «Gasbedilen mal, gâsıbın elinde zayi olup, kıymetini ödedikden sonra, gâsıto o zâyî olan -malı buldukdaf gâsıbın o malı — her ne kadar onda satın alma .yok ise de — ödediği şey üzere mu-râbahaten ve tevliyet en satması caiz olduğunu kapsasın diye «Satın alman şeyi (müşterâyı) satmaktır.» demiştir.

Murabaha: Mâlikin kendisine kaça mâl olduysa, onun misliyle sat maşıdır. Musannif; «Birinci semen ile» dememiştir, Çünkü mâlikin müşteri olan kimseden aldığı semen, müşterinin birinci semeni değil­dir. Belki, birinci semenin mislidir. Musannif; «Kendisine kaça mâl olduysa, onun misli ile. satmasıdır.» demiştir. Çünkü, ileride gelecektir ki, mâlikin semene çamaşırcının (kassâr'm) ücretini ve benzerini ek­lemesi caizdir. O mâlik; «Bana şu kadara mâl oldu.» der. Bundan do­layı musannif; «Kendisine kaça imâl olduysa, onun misli ile.» demiş­tir.

Her ne kadar fazlalık, sattığı şeyin cinsinden olmasa da, mâlikin üzerine kâim olandan fazlası ile satmaktır.

İkincisi, yâni tevliye, mâlik olduğu şeyi, kendine mâl olan fiyatla, /.i yâ d esiz satmaktır.

Üçüncüsü, yâni vadîa; mâlikin, kendine mâl olduğu Hattan daha aza satmasıdır. Bu zikredilen üç nevi satışın şartı; murâbalıa ve ben­zeri ile sattığı malı birinci müşterinin satıcıdan mevzûnât   (tartılabilen şeyler), mekîlât (ölçülebilen şeyler) ve adedivyût-i müteknribe'-den [88] inişli olan şeyle satın almasıdır.

Ya da müşteri için memlûk, birinci satıcıdan memlûk olan şeyle satın alınmasıdır. Halbuki ribh, ma'lûm olan inişli [89] dir. Yâni zikre­dilen bu satışlar, ancaik satıcının sabıkan satın aldığı mebî'in ivazı, kıyemî [90] olursa sahih olmaz. Çünkü satın aldığı mebî'in dayanağı, hıyanetten ve hıyanet şüphesinden sakınmak üzeredir, Kıyemiyâtta hı­yanetten sakınmak mümkün olursa, hıyanetin şübhesinden sakınmak mümkün olmaz. Çünkü müşteri o malı ancak ona verdiği kıymetle sa­tın alır. Zîrâ, o mala verdiği semenin aynını vermek mümkün değil­dir. Müşteri ona mâlik değildir. O aynın mislini de vermek mümkün değildir. Çünkü maksâd, onun yokluğudur. İmdi biz'zarûre kıymet belli olur. Halbuki o kıymet, bilinmemektedir. Müşteri kıymeti zanla ve tahminle ibilir. Bu takdirde onda hıyanet şübhesi hâsıl olur. Ancak müşteri sebeblerden bir sebeble, yâni satın almak ve benzeri ile birin­ci satıcıdan o bedele mürâibahaten mâlik olan kimse olursa, «übhe hâsıl olmaz. Bu suretle, o kimse belli bir kârla (ma'lûm ribh) dirhemler mu­kabilinde yâıhûd ölçülen (mekîl) veya tartılan (mevzun) ve nitelenen (mevsûf) şeylerden 'bir şeyle onu satın alır. Çünkü üzerine aldığını ifâya muktedirdir. Amma onu, ondabir kazançla satın alsa, bu satın alma caiz olmaz. Çünkü semıâye ve onun kıymetinin bir kısmı ile sa­tın almıştır. Çünkü onun kıymetinin bir kısmı zevât'ül-emsâlden değil­dir. İmdi satıcı malı, o kıyemî semenle satmış olur. Meselâ giysi gibi M, giysinin onbir cüzüne kâfi gelir, ama onbirincl cüz ancak kıymetle bilinir. Halbuki o kıymet meçhuldür. Şu hâlde caiz olmaz.

Satıcının, çamaşırcı ücretini satılan şeye eklemesi caizdir. Sabğ (boyamak) fetha ile masdardır. Kesre ile sıbğ ise, boyadır. Boya ücre­tini; tırâz, yâni «Giyeceğin çizgisi» için verdiği ücreti, bükme ücreti­ni, yükün kirasını ve satılan şeyin (mebî'in) yiyecek ve giyecek ücre­tini, davarı sürme ücretini ve satılan şeyin akdinde simsarın şart kı­lınan ücretini eklemesi caizdir. Zîrâ simsarın  [91] ücreti, eğer akde meşrut ise eklenir. Meşrut değil ise, tnıeşâyihin (bilginlerin) çoğu ek­lenmemesini kabul etmişlerdir.  Dellâl'm   [92]   ycreti bunun aksinedir.

Çünkü dellâlın ücreti ittifakla, satılan şeye eklenmez. Bunlar satılan şeyin semenine eklenir. Semenine eklenmesine sebeb; çünkü semen satılan şeyin aynında ziyâde olur. Boyamak ve .benzerleri gibi. Ya da, yükleyip götürmek ve sevk etmek gibi kıymetinde ziyâde olur. Çünkü kıymet, yerin değişmesiyle değişir. İmdi, onun ücreti sermâyeye ka­tılır. Eğer müşteri, bükmek ve 'benzerleri gibi şeyleri kendi eliyle yapar­sa, eklenmez. Kısacası, satılan şeyi veya kıymetini arttıran her şey ek­lenir, Eğer satılan şeyde veya kıymetinde ziyâde olmazsa eklenmez. Zeylaî (Rh.A.) de böyle demiştir.

Satıcı mala, tabibin ücretini ckleyemcz. Çünkü bu, aynda ve kıy­metinde bir şey ziyâde etmez. Muallimin ücretini de satılan şeye «kleyemez. Çünkü muallimin ücreti, satılan şeyin maliyetine bir şey ekle­mez. Zîrâ öğrenme, satılan şeyin zihninde hâsıl olmuş ve onu meş­gul etmiştir. Olsa olsa, öğretmek şart edilebilir. Bu ise, zam için yet­mez.

Dellâlın ve çobanın ücretleri ile satıcının kendi nafakası, satılan şeye eklenmez. Çünkü bunlar satılan şeyde bir şey artırmaz. Meşrut olan simsarın ücreti ve mebfin nafakası bunun aksinedir. Nitekim, yukar­da geçti. Kaçak köleyi tutup getirene verilen ücret (cu'l) ve satılan şeyi içinde koruduğu evin kirası da eklenmez. Çünkü bu ikisi bir şey artırmaz. Mebî'in kirası bunun aksinedir. Zîrâ, mebî'in kıymetinde ar­tış ifâde ettiği için bu eklenir. Satıcı, satış vaktinde ve eklenmesi caiz olanı eklediği vakitte; «Bana bu kadara mâl oldu.» der. Yalandan sa­kınmak için, «Bu miktara satın aldım.» demez.

Satıcı murabahada hıyanet etse; yâni, delil veya ikrarı yahu d ik­rardan dönmekle hıyaneti 'meydana çıksa, müşteri, İmâm A'zam' (Rh. A.) a göre, muhayyer kılınır. Dilerse satılan şeyi semeni ile alır veya geri verir. Eğer satıcının hıyaneti tevliyede zahir olursa, semenden aşağı düşer. Zîrâ tevliyede semenden aşağı düşmezse, tevliye kalmaz. Çünkü, birinci sekmen üzere ziyâde olur. Bu takdirde murabaha olur ve tasarruf bununla değişmiş olur. Murabahada aşağı düşmezse, hâli üze­re kalır. Her ne kadar kâr ve kazanç (ribh) müşterinin zannettiği şey­den fazla ise de, tasarruf değişmez. Rızâ ortadan kalkmakla muhay­yerlik de sabit olur. Şayet müşteri murâibahada satılan şeyi geri ver­mezden önce helak olsa veya müşteri satılan şeyi (mebî'i) helak etse veya müşteriye geri vermeye, bir engel meydana çıksa, müşteriye semen-i müsemmâ {konan fiyat) nın hepsi lâzım gelir ve muhayyerli­ği de düşer Çünkü, sâdece ihbardır. Semenden bir şeye karşılık olmaz. Görme ve şart muhayyerliği gibi. Kusur muhayyerliği, bunun aksine­dir. Çünkü müşteri için kusur muhayyerliğinden hak edilmiş olan, yok olan cüzdür. Teslim etmekden âciz kaldıkda, o yok olan cüz'e kar­şılık olan şey düşer.

Satıcı, mebî'i kârla sat tıkılan sonra ikinci kez onu satın alsa, eğer müşteri murâbahaten satış isterse, o satışdan önce olan kârın hepsi çıkarılır. Eğer kâr semeni kaplarsa, kârla satmaz. Bunun sureti şudur: Bir kimse, bir giyeceği yirmi akçaya saUn alıp ondan sonra kârla onu otuz akçaya satsa; sonra onu yirmi akçaya satın alsa, o satıcı, o giysi­yi kârla on akçaya satar. Bu giysi, bana on akçaya mâl oldu, der. Şa­yet yirmi akçaya satın alıp kâr.la 'kırk akçaya satsa, bundan sonra o giysiyi yirmi akçaya satın alsa, onu asla kârla satamaz. Çünkü birinci kârın, ikinci aıkd ile hâsıl olması şübhesi sabittir. Zîrâ birinci kâr yok olmak üaere iken kusura'vâkıf olmakla, birinci kâr (ribh), İkinci akd ile kuvvet bulmuştur. Murabahanın satışında şübhe ihtiyaten hakikat gibidir,. Birinci satıcı murâbahaten müşterinin müşterisinden satın almakla üçüncü şahıs araya girerse, bu yukarıda geçenin aksine olur. Çünkü te'kîd başkası ile hâsıl olmuştur.

Borcu rakabesini kuşatmış olan nıe'zûn kölenin efendisi, ondan satın aldığı şeyi kârla satması caizdir. Musannifin, «Borcu rakabesini kuşatmış olan rne'zûn köle» diye kayd etmesi; köle üzerinde borç ol­masa ve efendisine bir şey satsa, sahih olmayacağı içindir. Çünkü efendisine satışdan önce, kendinin olmayan bir, şey vermiş olur. Raka-besinin veya tasarrufun mülkünü vermiş olmaz. Me'zûn kölenin sa­tın aldığı şey üzere murâbahaten satış caiz olur. Bunun sureti şudur: Bir kimsenin ticârette me'zun kölesi ıbir giyeceği on akçaya satın al­sa ve o kölenin rakabesini kuşatan borcu olsa ve o giyeceği efendisine onbeş akçaya satsa, efendi o satılan şeyi (mebî'i) murâbahaten on ak­çaya satar. Aksi de böyledir. Aksi şudur: Efendi on akçaya bir giye­cek satın alıp borçlu olan me'zûn kölesine onbeş akçaya satsa; o köle, o giyeceği murâbahaten on akçaya satar. Çünkü bu akdde, her ne ka­dar hadd-i zâtında sahih ise de, yokluk şübhesi (şübhe-i adem) vardır. Zîrâ köle kendi mülküdür. Onun elinde olan şey, kendi, hakkı olmak­tan hâli değildir. İmdi murabaha hakkında yok'i'tibâr edilir. Çünkü murabaha emânet üzerine kurulmuştur. İ'tibâr birinci satış için bakî kalır. İmdi sanki köle, birinci fasılda efendisi için on akçaya satın alıp ve ikinci fasılda efendisi için satmış gibi olur ve birinci semen mu'teberdİr. Mal sahibinin, yarını hisseyle mmlûrilû [93] ohm kimsenin ev­velâ satın aldığı şeyi murabaha ten (kârla) sa tıpası caiz olur. Mudâri-binden ikinci kez satın aldığı şeyin kârının yarısını da murabaha ile satabilir. Yâni -yarıya ortak olan 'kimsenin elinde on dirhem olsa, mu-dârib on dirheme bir giyecek satın alsa ve mal sahibine onbeş dirhe­me satsa, mal sahibi o giyeceği murabaha ten onikibuçuk dirheme sa­tabilir,. Çünikü bu satış her ne kadar bize göre kâr bulunmadığı zaman, cevazına hükmolunmuş ise de, —nitekim burada da öyledir. Çünkü kâr ancak yabancıya satıldığı zaman hâsıl olur — onda yokluk şübhe-si (şübhe-i adem) vardır. Zira, mudârib birinci satışda mal sahibinin bir bakıma vekilidir.İmdi ikinci satış, kârın yarısı hakkında yok (adem) sayılır. Kusurlu olduğunu bildirmeksizin ve dul cariyeyi kıymetini eksiltmemek şartiyle c-imâ ettikten sonra beyân ötmeden murabaha ile satmak caizdir. Yâni, bir kimse bir câriye satın alsa ve müşteri katın­da o câriye semavî bir âfet ile knsûrlansa veya müşteri o dul cariyeyi cima etse ve cima O'nun kıymetini eksiltmese, müşteri o cariyeyi kâr­la (murâbahaten) satabilir. O kusuru ve iasarrui'u açıklaması gerek­mez. Çünikü O'nun yanında, birinci semenin karşılık olduğu bir şey habsedilnıiş değildir. Zîrâ semen evsâfa karşılık olmaz. Ancak itlafla maksûd olursa karşılık olur. Nitekim daha önce defalarca geyti. Bun­dan dolayı musannif; «Gimâ, onun kıymetini eksiltmemek şartıyla.» demiştir.

Zeylaî (Rh.A,) demiştir ki: Fuikahâ'nın «Beyân etmeksizin o ca­riyeyi kârla satabilir.» sözüyle murâd; müşteri onu sağlam (kusur­suz) olarak şu mikdâr parayla satın alır da ondan sonra O'nun yanın­da, ona kusur isabet ederse, demektir. Kusurun kendisini açıklamak ise, mutlaka lâzımdır. Kusuru ve fiyatı açıklar, onu sağlam olarak al­dığını, sonra kendi yanında ikusûrlandığını beyâna hacet yoktur.

Farenin kemirdiği şeyle ateşte yanan şey gibi ki; kemirmekle ve­ya yakılmakla zayi' olan şeyin karşısına, her ne kadar kızın kızlığı (be­kâreti) gibi semenden ona bir şey karşılık olursa da, müşteri katında habs olunmaz. Kusûrlandığını beyân ederek murabaha ile satmak ca­izdir. Meselâ; kendisi cariyenin gözünü çıkarmakla. veya yabancı çı­karıp diyetini almakla, kusûrlandığım beyân eder. Çünkü bu kusur, itlafla maksûd olmuştur. Bu durumda, semenden bir şey ona karşılık olur.

Bakirenin cima edildiğini beyân etmekle murâbahaten (kârla) satmak da caiz olur. Çünkü kızlık, cariyenin vücûdundan ona semen kar­şılık olan bir cüzdür. O da, onu habs etmiştir. Giyeceğin yayılması ve dürülmesi, ile kırılması gibi. Zira kırılması, itlaf ile maksûd olmuştur.

Bir kimse, veresiye satın aldığı şeyi, beyân etmeksizin kârla (mu-râbahaten) satsa, müşterisi muhayyer bırakılır. Yâni, bin akçaya ve­resiye satın alıp, yüz akça kârla sattıkda, veresiye satın aklığını açık­lamağa, sonra müşteri öğrense, müşteri muhayyer kılınır. Dilerse ka­bul eder,, dilemezse kabul etmez. Çünkü veresiyede müddet (ecel) sa­tılan şeye (mebî'e) benzer. Hattâ müddetten dolayı satılan malın se­meninde artırma yapılır. Kazanç üzerine kurulmuş ahş-veriş (mura­baha) de şübhe hakikate (katılmıştır. İmdi, sanki satıcı iki şeyi satın alıp birisini ikisinin semenine kâr katarak satmış gibi olur. .Bu surette müşteri için, satıcının hıyanetini öğrendikde, muhayyerlik sabit olur. Şayet müşteri satıcının hıyanetini satılan şeyi (mebî'i) itlaf ettikden sonra öğrense, müşterinin, satılan şeyin semeninin hepsini ödemesi ge­rekir. O da, binyüz dirhemdir. Çünkü müddete semenden bir şey karşı­lık olamaz.

TevIİye de, zikredilen murabaha gibidir. Yâni müşteri, jnebî'i sa­tın aldığı semenin misli ile satıp açııklamasa, müşteri muhayyer kılı­nır. Çünkü tevliyede hıyanet, murabahada hıyanet .gibidir. Zîrâ tev-liye, biTinci semen üzere binadır. Şayet müşteri satıcının hıyanetini, satılan şeyi kullanıp tükettikten sonra öğrense, müşterinin peşin bin dirhem ödemesi gerekir. Nitekim sebebi daha önce geçti ki, müddete (ecel) semenden bir şey karşılık olamaz.

Bir kimse, bir adama, kendisine mâl olan fiyatla tevliyeten sat­sa ve müşterisi ona inal olan nıikdâıı bilmese, semen bilinmediği için satış fâsid olur. Eğer müşteri satış meclisinde satıcıya kaça mâl oldu­ğunu bilirse, yerleşmeden müfsld ortadan, kalktığı için satış (bey*) saihîh olur. Müşteri muhayyer kılınır. Dilerse kabul eder, dilerse geri verir. Çünfkü mâl olan milkdârı bilmediği için,'bilmezden önce rızâ ta­mâm olmaz ve görme muhayyerliğinde (hıyâr-ı ru'yette) muhayyer olduğu gibi, burada da muhayyer bırakılır. [94]

 

Akâr'in Satılması Hakkında Bir  Fasıl

 

Akarın (bağ ve tarla gibi malların) teslim alınmazdan önce .satıl­ması sahilidir. Menkûlün satılması sahîh değildir. Bu, İmâm A'zam (Rh.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göredir. İmâm Muhammed* (Rh.A.) e göre, caiz değildir. Çünkü, Resûlüilah  (S.A.V.) :

«Bİr şey satın aldığın zaman, teslim almadan onu satma!» buyur­muştur.

Bir de: Teslim almazdan önce, teslim etmeye kadir değildir. Bi­nâenaleyh, menkûl gibi, onun da satılması caiz değildir. İmânı A'zam ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh. Aleythimâ) un delili şudur: Satışın (bey'in) rüknü ehlinden sâdır ve mahallinde vâki olmuştur. Hadis-i şerif, he­lak ihtimâliyle malûldür. Helak ise, akarda seyrektir* Hattâ, akarın tesliminden önce helâikı tasavvur olunsa —meselâ, satılan akarın ne­hir kenarında olması ve benzen gibi— Fukahâ,; «Satılması caiz ol­maz.» demişlerdir. Bu takdirde, menkûle kıyâs edilmez. Burada Hidâ-ye sarihlerinin ve başkalarının sözleri birbirini tutmamaktadır. Ezhar olan, Usûl-ü.Fıkh kurallarına uygun düşen înâye'de zikredilen şu söz­dür: Asi olan, menkûlün ve menkûl olmayanın, teslim alınmazdan ön­ce satılması caiz olmasıdır. Çünkü, Allah Teâlâ  (C.C.) :

«Allah, alış-verişi helâl kıldı.» [95] buyurmuştur. Lâkin bu satışdan, bitişik ve müstakil bir delîl ile ribâ tahsis edilmiştir. O da, Allah Teâlâ1-(C.Ç.)   nın:

«Fûlzi haram kıldı.» [96] âyet-i kelimesidir. Mahsûs olun amnını, haber-i vâhid ile tahsisi caiz olur. O haber de rivayet edilen hadistir, ki Resûlüllah   (S.A.V.)  teslim alınmayan şeyin satılmasını yasaklamıştır.

Bundan sonra hadîs, ya infisah gararı (hatan) ile ma'lûl olmakdan, ya da olmamakdan hâli değildir. Eğer infisah gararı (garar-ı infisah) ile ma'lûl olursa, matlûb sabit olup akarı kapsamaz. Eğer infisah gara­rı ile ma'lûl olmazsa, teslim almazdan önce satılmasının yasak edil­diğine delâlet eden hadîs ile Sünen'de Ebû Hüreyre* (R.A.) den riva­yet olunup, A'rec' (R.A.) e isnâd edilen hadîs arasında çatışma vâki olur ki; Nebî-i Ekrem (S.A.V.), garar'm [97] satılmasını yasak etmiştir. Yine, gararın satılması ile cevazın delilleri arasında çelişme ve çatış­ma vâki olur. Bu çatışma (tearuz), terki gerektirir. Bu hadisi onunla ma'lûl kılmak, onu yürürlüğe koymaktır. Çünkü, bu takdirde tevfîk (arabulma) sabit olmuştui). İ'mâl ise, ihmâlden hayırlıdır. İ'mâl, çare­siz ibellidir. İmdi bir akde muhtas olur, ki o akd teslimden önce ivazın helaki ile münfesih olur.[98]

Bir kimse keyli olan şeyi Ölçerek satın alsa, götürü (cüzâien) al­masa — nitekim daha önce geçti ki cüzâf 'küzâf'm muarrebi, yâni A-rabcalaşmış şeklidir— o satın aldığı şeyi ölçmedikçe satması ve yeme­si caiz olmaz. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.), üzerinden iki ölçek geçme­dikçe, yâni satıcının ve müşterinin ölçeklerinden geçmedikçe, yiyece­ğin satılmasını yasak etmiştir. Bir de: Meşruttan fazla olması ihtimâli bulunduğu için satması ve yemesi caiz değildir. Bu fazlalık, satıcıya âid olur. Şayet götürü olarak satsa, bunun aksinedir. Çünkü, bu tak­dirde fazlalık müşterinin olur. Keza, giyeceği arşınla ölçerek satsa, bu­nun aksinedir. Zîrâ, fazlalık satıcınındır. Çünkü arşın (zer') giyecek-de bir vasıfdır. Miktar (kadr), bunun aksinedir. Nitekim, daha önce geçti.

Musannif, satın almayı (şirâyı) zikretmiştir. Çünkü, mâlik ölçü­len (mekıl) ve tartılan (mevzun) şeye hibe veya vasiyyet ile mâlik ol­sa, teslim almazdan ve ölçmezdeıı önce onda tasarrufu caiz olur. Ölçülen şey (mekîl) in, mebî' olmasını kayd etmiştir. Çünkü, ölçülen şey (mekîl) şayet semen olsa, mutlaka onda tasarruf caiz olur. Nihâ-ye'de de böyle denmiştir.

Ancak satıcı ölçülen şeyi (mekili) sattikdan sonra müşterinin ya­nında ölçekden geçirirse caiz olur,, Çünkü satılan şey (mebî'), bir tek_ ölçek (keyl) ile ma'lûm olur. Şu hâlde teslimin ma'nâsı gerçekleşmiş olur. Hadîsin yortunu, iki pazarlığın bir araya gelmesidir. Nitekim ya­kında «Selem Babı» nda açıklaması gelecektir.  İnşâallâhu Teâlâ.

Şayet satıcı, şatişdan önce ölçse, her ne kadar müşterinin huzu­runda olsa da, i'tibâr edilmez. Çünkü o, satıcı ile müşterinin ölçeği (sa'ı) değildir. Bu ise, şarttır. Keza satışdan sonra, müşteri yok iken (g&ybetinde) ölçse, (yine i'tibâr edilmez. Çün'kü ölçmek (keyl), teslim bâbındandır. Zîrâ satılan şey, bununla ma'lûm olur. Teslim ise, ancak müşterinin huzurunda olur. Tartılan (mevzun) ve sayılan (ma'dûd) şeyler de zikredilen gibidir. Yâni, ikinci kez saymadıkça veya tartma-dıkca satılmaz ye yenilmez.

Eğer satışdan sonra, müşteri huzurunda tartarsa ve sayarsa ye­ter. Arşınla ölçülen şeylerde, bu söylenenler şart değildir. Velev ki, ar­şınla Ölçmek şartıyla satın almış ojsun. Nitekim, sebebi daha önce defalarca geçti ki, arşınla ölçmeik giyecek için bir vasıftır; semenden ona bir kargılık yoktur. Bu takdirde, o müşteri için olur. Zeylaî (Rh.A.) şöyle demiştir: Bu, her arşın için semen belirtilmediğine göredir. Eğer belirtilirse (tesmiye edilirse), bu takdirde arşınla ölçmedikçe, onun o şeyde tasarruf etmesi helâl olmaz.

Teslim almazdan önce semende tasarruf caizdir. Gerek nukûd (pa­ralar.) gibi, ta'yîn kabul etmeyen (müteayyin) şeylerden olsun veya öl­çülen (mekîl) ve tartılanlan (mevzun) gibi ta'yîn kabul edenlerden olsun, müsavidir. Hattâ bir kaç dirheme deve satsa veya buğdaydan bir kür (altmış ölçek) ile satsa, ikisinin de yerine başka şey alması caiz olur. Çünkü, cevaz veren şey vardır. O da, mülkdür. Yine, engel ortadan kalktığı için caizdir. O da, helâkla infisah gararı (hatan) dır. Nitekim sebebi daiıa önce geçti ki; satışda asıl olan, satılan şey (me­bî') dir. Onun helaki ile satış münfesih olur. Semen, bunun aksinedir. Sermen nukûddan olursa, zahirdir. Ölçülen1 (mekîl) den veya tartılan (mevzun) dan olursa, bir bakımdan satılan şey (mebî') ve bir bakım­dan semen olduğu için teslim almazdan önce onda tasarruf caiz olur. Bundan dolayı nıukâyaza [99] suretinde ikisinden birinin helaki ile ikâle bâtıl olmaz. Nitekim, daha Önce geçti. Eğer satılan şey mevcûd ise, müşterinin semende ziyâdesi (artırması) caiz olur. Çünkü satılan şey mevcûd değil ise, onda ivazlaşmak sahih olmaz. Çünkü ivazlaşmak, mevcûdda olur. Bir şey önce sabit, sonra müstenid olur. Halbuki faz-lalrk sabit değildir. Çünkü, ona karşılık olan şey yoktur. Şu hâlde müs­tenid olmaz. Yâni, İsnâd ile akdin aslına katılmış olmaz.

Satıcının, seımenden inmesi caizdir. Çünkü öyle bir hâldedir, ki karşılığı olan şeyden çıkarmak mümkün olur. Çünkü bu, ıskattır. Is­kat ise, semenin karşılığı olan şeyin sübûtunu gerektirmez. İmdi, hâ­len semeni indirmek sabit olur ve istinâd yoluyla akdin aslına katılır.

Satıcının, satılan şeyde (mebî'de) ziyâdesi (artırma yapması) ca­izdir.. Çünkü satıcı, kendi hakkında ve mülkünde tasarrut etmiştir. Sa­tıcı ve.müşterinin istihkakı küll'e müteallik olur. Yâni semenin ve sa­tılan şeyin, hepsine tealluik eder. O hâlde; artırma ve indirme akdin aslına katılırlar. Çünkü satıcı ve müşteri indirmek ve artırmak ile ak­di bir meşru' vasıftan diğerine değiştirmiş olurlar. Bu; ya kâr etmesi, veya zarar etmesi yâhûd kâr ve zararın denk gelmesidir. Satıcı ve müş­terinin satışı ortadan kaldırma velayetleri vardır. Onlar için vasfdan vasfa değiştirme velayeti olması ise evleviyyette kalır.

Sadr'uş-Şerîa (Rh.A.) demiştir ki: Şöyle de denilebilir; Satıcı şa­yet' satılan şeye veya semene müstehık" olmayı hak etse, istihkak, me-zîd (ziyâde) den ve mezîdün aleyh (üzerine ziyâde olunan) den ona karşılık (mukabil) olan şeyin hepsine müteallik olur. Ziyâde, ibtidâen sıla olmaz. Nitekim, İmâm Züfcr (Rh.A.) ve İmâm Şafiî' (Rh.A.J niıı mezhebi budur.

Ben derim ki: Bu, mümkün d.eğildir,. Çünkü bu, istihkakın meda­rı da'vâ ve delile (tbeyyineye) dayanır. İmdi, eğer müstehık, mücerred mezîdün aleyhi iddia edip, isbât ederse, onu alır ve eğer mezidün aley­hi fazlalık ile beraber iddia edip, isbât ederse onu alır. Keza yalnız fazlaîığı iddia ederse, onu alır. Ondan sonra istihkakın hükmü tevliyede ve murabahada zahir olur. Eğer artırırsa, hepsi üzere murâ-bahaten ve tevliyeten satar. Eğer semenden düşürürce, geri kalan üzere murâ-bahaten ve tevliyeten satar. Çünkü satıcı semenin bir kısmını müşte­riden inerse ve müşteri de başkasına; «Bunu, sana tevliyeten sattım.» derse,, tevliyet akdi, semenden indirdikten sonra geri kalan şey üzere vâkî olur. İmdi indirmek, akdden sonra akdin aslına mülhak olur. Ak­din başlangıcında semen bu mikdâr olur. Keza, müşteri semenin aslı üzere artırsa veya satıcı satılan şeyin aslı üzere artırsa, hüküm zikredi­len gibidir. Şefi' her iki surette bu malı en az kıymeti ile alır. Yâni her ne kadar asla ilhakın muktezâsı.ziyâde suretinde tümü ile almak ise de, şefî1 semen üzere ziyâdede ve semenden indirmede daha azı İle alır. Çünkü şefi'in hakkı birinci akde müteallik olur. Ziyâdede şefi' için ibtâl vardır. Satıcı ve müşterinin ibtâli yoktur.

Bir adam, bir başkasına; «Köleni Zeyd'e bin akçaya sat, bin akça­dan başka, semenden şu miktara ben kefilim.» dese, kölenin efendisi {yâni satıcı) o bin akçayı Zeyd'den ye fazlasını, kefilden alır. Eğer adam, «semenden» demedi İse; bin akçayı Zeyd'in ödemesi gerekir. Söyleyene ıbir şey lâzım gelmez. Bunun aslı şudur; Fazlalık semende ve müsemmende bize göre caizdir ve akdin aslına katılır. Sanki akd başlangıçta asi ve ziyâde üzere vârid olur. Nitekim, daha önce geçti. Kaide şudur ki: Semen karşılığında mal bulunmaksızın meşru değil­dir. Bundan dolayı yabancıya vâcib kılınması sahih değildir. Çünkü yabancı, icâbın izâsında mal elde etmez. Semenin fuzûli olmasına ge­lince, ona hacet yoktur, hattâ ziyâde müşteriden sahih olduğu gibi ya­bancıdan da sahilidir. Nitekim, müşteriden sahih olduğu gibi. Çünkü müşteri ve yabancı için fazlalık karşılığında bir şey teslim edilmez. O fazlalık hulu' [100] bedeli gibi olur. Çünkü hulu' bedeli kadından baş­kası üzere sahih olur. Zîrâ, kadına ve kadından başkasına bir şey yok­tur. Çünkü budu' [101], nikâh bağından çıkması hâlinde kıymeti hâiz değildir. Lâkin tesmiye ve suret yönünden mukabele ziyâdenin şartın-dandır. Yâni ziyâdenin tesmiyesi lâzımdır, ki hattâ mukabele vâsıtasiy-le semenin vücûbunun misli (kadarı) vâcib olsun. Şayet «semenden» dese, yüz akçayı sûreten satılan şeyin karşısına koymuş olur. Ziyâdenin şartı mevcûddur. İmdi, ziyâdede sahih olur. Şayet «semenden) demezse, sûreten ve ma'nen mukabele bulunmaz. Şu hâlde ziyâdenin, şartı yok­tur ve sahih olmaz. Yabancının, evini başkasına satması sebebiyle ib-tidâen malı iltizâm etmesi bâıkî kalır iki, rüşvettir. Rüşvet ise, haram­dır.

Her ne kadar aslında müddeti dolmuş olsa da, borçların ertelenme­si sahihdir. Çünkü borç, alacaklının hakkıdır. İmdi, borçluya kolaylık olsun diye onu erteleyebilir. Nitekim, borçlunun zimmetini ibra da ede­bilir.

Ertelemek; belli bir vakte yâhûd az bir cehaletle bilinmeyen bir vakte kadar olur. Hasâd vaktine ertelemesi gibi. Asın cehaletle bilin­meyen bir vakte ertelemek sahih değildir. Rüzgârın esmesine kadar ertelemek gibi. Ödünç  (karz)  olan borcım ertelenmesi sahih değildir.

Çünkü ödünç; dirhemlerle dirhemleri satmak olur. Zira ödünç (karz), her ne kadar başlangıçta ödünç verme (iare) ve bağış (sıla) ise de, sonunda değiş-tökuş (muâveze) dur. Ancak ödüncün ertelenmesi va-siyyet edilmiş ise, sahih olur. Çünkü vasiyyet eden kimse, malından bin dirhemi fülâna bir yıla kadar ödünç vermeye vasiyyet etse, ma­lının üçtebirinden ödünç vermek gerekir. Yıldan önce vârisleri onu isteyemez. Çünkü o ödünç bağışı, vasiyyettiı;. Vasiyyette, vasiyet edenin menfaatine müsamaha gösterilir. Bundan dolayı hizmeti ve meskeni (yâni bir evde oturmayı) vasiyyel. etmek caiz görülmüş ve uyulması lâzım gelmiştir.

Ya da, ödünç alan kimse, ödünç veren kimseyi borcu ile başkası­na havale edip, o başkası da, o borcu belli müddet ertelerse, bu ertele­me sahîh olur. Hattâ ödünç veren, o borcu ödünç alandan almak is­tese, istemek hakkı yoktur. Çünkü havale, bir rivayette, borcun berâc-lini düşürücüdür. Diğer bir rivayette, hakkım isteme (mutâlebe) be-râetini düşürücüdür. İmâdiyye'de de böyle denmiştir. [102]

 

Ribâ (Fâîz) Babı

 

Ribâ [103], lügat yönünden, mutlaka fazlalıktır. Şer'an; ikisi bir cinsdcn olan iki şeyin .birinin, diğeri üzerine fazlalığıdır. Arpanın iki Çiçeğinin, fouğdaym bir ölçeği üzere şer'î ölçü (nıi'yâr-ı şer'i) ile faz­lalığı ribâ olmaz. Çünkü ikisi, bir cinsden değildir. Şer'î ölçü; keyl (kile) ve-vezn (tartı) dir.

Herevî giyecekten on arşının, yine herevî giyecekten beş arşın üze­rine fazlalığı, şer'î ölçü bulunmadığı için ribâ olmaz. Şer'î mi'yâr ivaz­dan hâlî olacaktır,. Bu kayd, buğdaydan bir kürr (bir ton civarında, bir ölçek) ile arpadan bir kürrü, buğdaydan iki kürr ile arpadan iki kürre satmaktan sakınmadır. Çünkü ikincisi, birincisinden fazladır. Lâkin cinsi, cinsin hilâfına sarfetmek suretiyle ivazdan hâli değildir.

Ribâ olmak için; bir cinsden olan iki şeyin birinin fazlalığı, dc-ğiş-tokuşda iki âkidin biri için şart kılımı'. Hattâ başkası için şart ol­sa, ribâ olmaz. Muâvazada şart koşulduğu İçin, ivazdan hâl! olan faz­lalık, hibede ribâ olmaz.

Ribânuı illeti (nedeni) cins ile beraber miktardır. Yâni ölçülen şeylerde ıke>yî(kile) ve tartılan şeylerde vezn (tartı) dir,. Çünkü ribâ-da asri olan, meşhur hatiîsdir. O meşhur hadîş-i şerif, Resûlüllah  (S.'A.V.).ıh:                                                 

«Buğday, buğday ile misli misline, yeden biyeddir (peşindir) ve fazlası ribâdır.» kavl-i şerifidir. Yâni, «siz, buğdayı misli misline sa­tın.» demeiktir. Ya da «Buğdayı, buğday ile satmak mislen binüslldir.»

demektir,. Haber, emir ma'nâsınadır. Emir, vücûb ioin olup ve satış mubah olunca, vücûb benzerliğe (mümâselete) riâyet edilmesine sarf olur. Nitekim Allah Teâlâ' (C.C.) [104]

«Eğer yolçulukda olup kâtib bulamazsaıuz teslim alınan rehinler yeter.» âyet-i kerîmesirıde, îcâ'b kabza sarf olunduğu gibi. İmdi kabz (teslim) almak), rehn, için şarttır. İki şey arasında benzeyiş, suret ile ma'nâmn ıberâber, itibâra alınmasfyle" olur. Miktar, yâni ölçü ve tartı, sureti müsâvîleştirir. Cinsijyet ise, ma'nâyı müsâvîleştirir. Bu takdirde ribâ olan fazlalığa bakılır, vasf mu'teber olmaz. Çünkü, Resûlüllah (S.A.V:)

«Onun   (buğdayın)   iyisi  ve  kötünü  müsavidir.»  buyurmuştur. Şayet ıııiktâr ve cins ikisi de bulunsalar, fazlalık haranı olur. Me­selâ; buğdaydan bir-ölçeği, buğdaydan iki ölçeğe satmak gibi.

Nesâ; —ki geri bırakmak, ertelemek (veresiye) ma'nâsınadsr. -her ne kadar eşit (tesâvî ile) olsa bile, o da haramdır. Buğdaydan bir ölçeği, buğdaydan bir ölçeğe ikisinden birini veya ikisini de veresiye vermek gibi. Eğer miktar ve cinsin ikisi de bulunmazsa, ikisi de helâl olur. Yâni fazlalık (fazi) da ve veresiye (nesâ) vermek de helâl olur. Eğer ikisinden biri bulunursa, yalnız fazlalık (fazl) helâl olur. Nite­kim bir ölçek buğdayı, iki ölçek arpaya peşin satsa, helâl olur. Çün­kü illetin iki cüz'ünün biri — ki o keyldir — bunda mevcuttur. Diğer cüz' mevcûd değildir. O da, cinsdir. Eğer giyecekten beş arşını, giye­cekten altı arşına peşin satsa, zikredilen gibi helâl olur. Çünkü her ne 'kadar miktar yok ise de, cinsiyet mevcûddur. Her ne kadar eşitlik­le olsa da zikredilen iki surette nesâ helâl olmaz. İmdi, fazlalığın (ri-be'1-fazl'in) ribâ olmasının harâmlığı, iki vasıf iledir. Yâni, miktar ve cins iledir. Nesâ'mn ribâ olması (yâni ribe'n-nesie'nin), ikiden biriy­ledir. Zîrâ illetin cüz'ü, hükmü icâb etmez. Lâkin, şübhe verir. Her ne kadar şübhe, hakikatten daha aşağı ise de, ribâ babında hakikata ka­tılmıştır (mülhaktır). Şu hâlde iki tarafa i'tibâr edilmesi gerekir. İm­di nesîe'de, iki bedelin biri yoktur. Yok olanın satılması ise, caiz de­ğildir. Bu ma'nâ zikredilen şüpheyi tercih ettirmiştir. Şu hâlde, he­lâl olmaz. Nesîe'den başkasında şübhe i'tibâra alınmamıştır. Nitekim sebebi zikredildi ki; şüıbhe hakikatten daha aşağıdır. Herevi giysiyi, herevî giysiye selem vermek (yâni peşin ile veresiye mal almak) gibi. Çünkü bu selem, cins bir olduğu için caiz değildir.

Buğdayı, arpaya selem vermek de caiz değildir. Çünkü, miktar mevcûddur. İyi ile kötü eşittir. Çünkü, ResûlüUah  (S.A.V.) :

«(Buğdayın ve arpanın ikisinde de) iyisi ve kötüsü eşittir.» bu­yurmuştur. Bir de: Bunun i'tibâra alınmasında alış-veriş kapılarım kapamak vardır.

Bundan sonra musannif, «Eğer miktar ve cins ikisi de bulunsalar. fazlalık ve veresiyecilik Jıarâm olur.» sözünün üzerine şu ler'i mes'ele-yi getirmiştir: Keylî olan şeyi keylî ile ve vezni olan şeyi vezni ile cin­si cinsine fazlalıkla satmak haramdır. Gerekse kireç ve demir gibi yenir olmasın. Çünkü 'kireç, ölçülen şeylerden (mekîlâttan); demir tart.ılan-lardan (mevzûnâttan) dır. Yiyecek bize, hattâ İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre, nuı'teber değildir.

Veresiye, yâni ertelemekle satmak, fazlası olduğu hâlde haram­dır. Bununla fer'î mes'ele tamâm olur. Ancak iki ivaz vezıı sıfatında müttefik olmazlarsa, haram değildir. Bu, «Vezni olan şeyi cinsi ile sat­mak haramdır.» sözünden istisnadır. Meselâ; ikisinden biri, diğerinin tartıldığı şeyden başkası ile tartılmakla satmak haranı değildir. Nu-kûd (paralar) ile za'ferân [105], pamuk ile demir gibi, ki vezıı zahiren ikisini bir araya getirir. Lâkin ikisi, yâni nukûd ile za'ferân veznin sı­fatında, ma'nâsmda ve hükmünde ayrılırlar.

Birincisinde, yâni tartının (veznin) sıfatında ayrılmaları, za'ferân batmanlar [106] ile tartılıp, nukûd, sancat [107] ile tartıldığı içindir. İkincisine, yâni ma'nâda ayrı olmalarına gelince; za'ferân para kar­şılığında satılan (müsemmen) şeydir. Ta'yin ile belli olur. Nukûd ise, para (semen) dır. Ta'yîn ile belli (müteayyin) olmaz. Üçüncüye, yâni hükmünde muhtelif olmalarına gelince; «-Ben bu za'ferânı, bu işaret olunan nukûüile satın aldım.» demekle za'ferânı şayet nukûd ile mu-vâzeneten satsa, meselâ; o işaret olunan nukûd on dirhem olsa ve satan da onu teslim alsa, onda tartmadan önce tasarruf sahih olur. Şayet za1-f erânı iki batman olmak üzere satsa ve müşteri de onu kabul etse, tartma tekrârlanmadıkca müşteri için onda, tasarruf hakiki yoktur. Za'ferân ve nukûd; tartının (veznin) sıfatında, ma'nâsında ve hükmünde muh­telif olsa, her bakımdan miktar onları bir araya getirmez. İmdi onda şübhe, şübhenin şübhesine iner. Zîrâ iki tartılan şey bir Ginsten ol­salar, menetmek şüıbhe için olur. Tartılanda iki tartılan şey bir cinsten olmasalar, zikredilen men', vezn şübhesi olur, vvezn yalnız başına şüb-hedir. İmdi ittifakın yokluğu; şübhenin, şübhesi olur. Bu ise, mu'te-ber değildir.

Kcylinin ve vezninin (yâni ölçülen ve tartılan şeyin) satılması, lazlaliksız eşit oldukları hâlde helâldir. Yine, keylî ve vezninin satıl­ması miktârsız helâldir. Yarım sâ'dan aşağısının satılması gibi. Çünkü ölçülen şeylerin (mekîlâtın) miktarında muUeber olan, yarım sâ'dır. Daha aşağısında, mu'teber değildir. Zira şeriatta, yarım sâ'dan aşağısında takdir yoktur. Yarım sn'dan aşağısının satılması gibi, şer'i mik­tardan aşağısı ile satış helâldir. Buğdaydan iki avucu, bir avuca satmak gibi. Çünkü iki el dolusunu, bir el dolusuna satmak caizdir. Her ne kadar fazlalık bulunsa da, şer'î miktar bulunmadığı için caizdir. An­cak veresiye olursa, müstesnadır. Yâni, şer'î miktardan daha az ile satışın helâl olması, ancak peşin olursadır. Veresiye olursa, helâl de­ğildir. Çünkü veresiyeciliği haram kılan* illetten bir cüz1 -ki cins-dir— mevcûddur. Hattâ, cins de bulunmasa, mutlaka satış helâl olur. Velev ki, eşitlikle olsun. Çünkü illetin her iki cüz'ü yoktur. Meselâ; buğdaydan bir avucu, iki avuç arpaya satmak gibi. Keza, birbirine ya­kın olan her adedinin hükmü de zikredilen gibidir. Çünkü birbirine ya­kın olan adedîyi, cinsi ile fazla olduğu hâlde; eğer ikisi de mevcûd olurlarsa, ölçü (mi'yâr) bulunmadığı için, hâlde satışı caizdir. Eğer ikisinden biri veresiye olursa, caiz olmaz. Zira cins ayrı olursa, vere­siyeciliği haram kılar. Sarfm gayride mu'teber olan ta'yindir. Karşı­lıklı .teslim almak (tekâbüz) değildir. Hattâ buğdayı, buğday ile iki­sini ayniyle satıp, teslim almazdan önce ayrılsalar, caiz olur. İmâm Şafiî (Rh.A.); «Sarfta olduğu gibi, yiyeceği yiyecek ile satmakda, ay­rılmazdan önce karşılıklı teslim almalarına (tekâbüze) l'tibâr edilir.» demiştir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.); ma'rûf olan hadîs-i şerifde «ye­den biyedin (peşin)» buyurmuştur. Bizim için delil şudur: Şübhesiz bu satış belli (müteayyin) dir. Onda teslim almak şart değildir. Giye­cek gibi. «Yeden biyedin» sözünün ma'nâsı: «Aynen biaynin» (malı mala - peşin) demektir. Bunu, Ubâde'ubnü's-Sâmit (R.A.) rivayet et­miştir.

Buğday, arpa, hurma ve tuz keylîdir. Altın ve gümüş veznidir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) içersinde keylen tefâdüiün (fazlalığın) ha­ram olduğunu belirttiği (tansîs ettiği) her şey keylîdir. Her ne kadar insanlar onda kile ile Ölçmeyi terk etseler de, o şey ebeden keylîdir. Buğday, arpa, hurma ve tuz gibi. Resûlüllah' (S.A.V.) m içersinde vez­nen fazlalığın haranı olduğunu belirttiği (tansîs ettiği) her şey de, ebe­den veznidir. Velev ki, insanlar onda vezni (tartmayı) terk etmiş ol­sunlar. Altın ve gümüş gibi. Keylî ve vezni olan şey insanların örfü ile değiştirilmezler. Çünkü nass, örf den daha kuvvetlidir. Daha kuvvetli olan ise, daha aşağı olan ile terk olunmaz. Zikredilenlerden başkası, yâni altı şeyden başkası bunun aksinedir. Çünkü üzerine nass olma­yan şey, insanların âdetlerine bırakılmıştır. Zîrâ, Resûlüllah  (SAV.):

«Müminlerin güzel gördükleri şey. Allah Tcâla katında güzeldir.» buyurmuştur.

Buğdayı, buğday ile veznen eşit satmak caiz değildir. Altını; al-tınla, ölçekle eşit satmak dâ caiz değildir. Nitekim, götürü satmak caiz olmadığı gibi. Velev ki, bunu âdet edinsinler. Çünkü ölçüsünün (mi'yârının) [108] üzerine fazlalık ihtimâli vardır. Ancak, buğdayda ve buğdayın benzerinde veznen selem caizdir. Çünkü selem, ma'Iümda mevcûdduı-. .

Bir telsin [109] yâni bir. marıkırm iki inanlara ayrılan ile satılma­sı, İmâm A'zam ve İmâm Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a göre caizdir. İmâm Muhammed (Rh.A.), «Caiz olmaz.» demiştir. Çünkü değer (se­meniyyet), bütün insanların ıstılâhiyle sabit olur. Satıcı ile müşteri­nin ıstıl.âhiyle bâtıl olmaz. Semen olmaları üzere kalınca, teayyün et­mezler. İmdi bu satış; 'bir dirhemi, iki dirheme satmak gibi olur.

İmâm A'zam (Rh.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) un delili şudur:

Satıcı ile müşteri hakkında, tasarruflarını tashih için, semeniyyet on­ların ıstılâhiyle sabit olur. Çünkü onların üzerine başkasının velayeti yoktur. Binâenaleyh, onlann ıstılahları ile bâtıl olur. Semeniyyet bâtıl olunca, ta'yîn ile teayyün eder (belirîi olur). Paralar, bunun hılâfına-dır. Çünkü onlar semeniyyet için lyaradılmışlardır.

Ya!ş hurmayı, yaş hurma ile ve yaşı kuru ile satmak caizdir. Ku­ru hurııfayı koruk ile satmak caizdir. Kuru üzümü yaş üzümle satmak da caizdir. Buğdayı yaş veya ıslak olarak misli ile yâhûd kuru buğ­dayla satmak caizdir. Kuru hurmanın veya kuru üzümün hoşafını misli ile satmak caizdir.

Yine, unu, misli ile satmak caizdir. Muhammed b. FazT (Rh.A.) dan nakl edilmiştir ki: Unun, unla satılmasının caiz olması, ancak ikisi de dolmuş ve eşit olürsadır. Eğer dolmuş ve eşit olmazsa caiz ol­maz. «Eşit olmak (onütesâviyen)» sözü, sayılan şeylerde satışın caiz olması için kayddır. Yâni zikredilen şeylerin satılmalarının caiz ol­ması, eşit (mütesâvî) oldukları hâldedir. Caiz olmanın vechi şudur: Caiz olmak; eğer cinsin, cinsi ile satılması olursa, sıfat ayrılığı olmak­sızın müsâviyen caizdir. Keza, sıfatın ayrı olmasiyle de caizdir. Çünkü ResûlüUah (S.A.V.) :

«Onun. iyisi ve kötüsü eşittir.»  buyurmuştur. Efftti- cinsi, cinsrieu başkasına  satarsa,    nasıl olursa  olsun,  caiz  olur.     Zirk,  Itesûlüllah (S.A.V.) :

«Şayet iki nev'i ayıı olurlarsa, siz onu nasıl isterseniz (dilediğiniz gibi) satın.» buyurmuştur.

Etin, hayvan ile satılması caizdir. Çünkü tartılani (mevzunu), tar­tılmayan ile satmak caizdir. Muhtelif olan etlerin ve sütlerin satıl­ması da caizdir. Yâni koyun etini, sığır eti ile ve sığır etini koyun eti ile satmak caizdir. Sütleri de böyledir. Yâni koyun sütünü, sığır sütü ile ve sığır sütünü'koyun sütü ile satmak caizdir.

Bezi, pamuk ve iplik ile satmak caizdir. Yaramaz ve âdi hurma­nın sirkesini, üzüm sirkesiyle satmak caizdir. İç yağım, kuyruk yağı ile yâhûd et İle satmak caizdir. Ekmeği, buğdayla ve unla mütefadil Obiri diğerinden fazla) olarak satmak caizdir. Et nıes'ele sinden buraya kadar sayılan şeylerde satış caiz olmak için mütefadil (biri diğerinden fazla olması) kaydı mu'töberdir. Mütefâdilen (yâni biri diğerinden fazla olarak) satmanın câisg olmasının vechl, cinslerinin ayrı ayıı ol­masıdır.

Ekmeği buğday ve un ile satmak mütefâdilen caiz olduğu gibi, veresiye satmak da caizdir. İnsanların ihtiyâcından dolayı t'etvâ bu­nunla verilir. Lâkin teslim alma vaktinde ihtiyatlı olmak vâcib olup, teslim almazdan Önce kendisinde selem yapılan şeyde değiştirme ol­masın diye malı belirtilen cinsden teslim alır.

Buğdayı un,, kavut veya kepek ile satmak caiz değildir. Çünkü buğ­dayın onlar ile satılması mutlaka, yâni fazlasiyle ve eşit olarak caiz olmaz. Çünkü bir bakıma mücâneset (bir cinsten olmak) bakîdir. Zi­ra bunlar, buğdayın cüzlerindendir ve bunlarda ölçek keyldir. Lâkin bunlar keylde bir araya "geldikleri (içtimâ ettikleri) ve buğdayın dâ-neleri arasında boşluk olduğu için onlar ile buğday arasında keyl eşit değildir. Şu hâlde, her ne kadar keyleı\    bi keylm   (ölçeği - ölçeğine) olsa da alım satım caiz olmaz.

Yine unun, kavutla (kavrulmuş unla) satılması mutlaka, yâni faz­la ve eşit olarak caiz değildir. Çünkü unun, pişmiş un ile satılması caiz değildir. Kavutun, buğdayla da satılması caiz olmaz. Keza bir vech-den mücâneset bulunduğu için, cüzlerinin satılması da caiz delildir.

Zeytini, zeytinyağı ve susamı, sıtsamyuğı ile satmak, zeytinyağı, zeytinde olan yağdan ve susaınyağı, susamda olan yağdan fa/la olma­dıkça caiz olmaz. Çünkü bu takdirde, yağ misline ve fazlalık tortusu­na karşılık olup ribâ lâzım gelmez. Eğer zeytinin içindeki yağın mik­tarı bilinmezse, ribâ ihtimâlinden dolayı caiz olmaz. Daha önce geç­tiği gibi burada şübhe, hakikat gibidir.

Ekmek, tartı ile borç (veya ödünç) alınır, sayı ile borç (veya ödünç) alınması caiz değildir. Bu, İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göredir. Çün­kü ekmeğin her biri sayı ile ağırlıkça farklı olur. Tartı, ile farklı olmaz. Fetva, bununla verilir. Zeylaî  (Rıh.A.)  de böyle demiştir.

Mangırlar, sayı ve tartı ile örfe göre borç alınır. Zîrâ, onun hak-kmda nass yoktur. Gümüş (dirhemler) ve altm (dinarlar), ancak tar­tı ile borç alınır, çünkü ikisi de, nass ile sabit olup, tartılan şeylerden (mevzûnâttan) dir. Ke^â üçteikisi hâlis olan dirhemler ve dinarlar tar­tı ile İstikraz olunur. Çünkü hüküm galibindir. Üçtebiri hâlis olan dirhem, eğer insanlar sayı ile iş görürlerse, sayı ile borç alınır. İnsan­lar tartı ile iş görürlerse, tartı ile borç alınır. Çünkü, hakkında nass vârid olan şeyden değildir. Daha önce geçtiği veehle örfe bırakılır.

Kiyenü olan şey borç alınmaz. Çünkü istikraz, misliye mahsûstur. Misli; buğday, arpa, susam, hurüna, üzüm ve bunların benzerleri gibi ölçülen ve tartılan her şeydir. Tecrîd'de; «Aşırı fark ile farklı olmayan, -yumurta ve ceviz gibi adediyâtta borç almak (istikraz) caiz olur.» den­miştir. Kâfî'de şöyle denmiştir: Zîrâ, borç (karz), ödünç (ariyet) al­maktır. ,Ayniyle intifa' mutlak olduğu için meşru olmuştur. Şu kadar var ki; ölçülen (nıekîl), tartılan (mevzun) ve birbirine yakın (müte-. kârib) olan adedî ile faydalanmak, ancak ayrılarını (kendilerini) tü­ketmekle mümkün olur ve menfaat onların zâtına âiddir. Bu takdir­de misli, zimmette ayn yerine geçmiştir. Sanki aynla intifa' edip, o ay­nı geri vermiştir. Zimmette mislin vâcib olması mümjkün olsun diye, bu ancak anisliyâtta hâsıl olur. Yoksa, hayvan ve yiyeceklerde hâsal olmaz. Çünkü, hayvan ve yiyeceklerin misli yoktur.

Efendi ile, me'zûn olup borçlu  olmayan kölesinin arasında  ribâ yoktur. Çünkü köle ve elinde olan şey, bu takdirde efendisinin mülkü olur. İmdi aralarında satış yoktur, ki ribâ meyüana gelsin. Hattâ köle borçlu olursa, satış tahakkuk ettiği için ribâ da tahakkuk eder.

Müslüman ile harbî arasında dâr-ı harbde ribâ yoktur.    Çünkü, Resûlüllah (3.A.V.) :

«Müslüman ile harbî arasında dâr-ı harbde ribâ olmaz.» buyur­muştur. Keza, Müslüman ile harbî, dâr-ı harbde fâsid satış ile alış ve­riş etseler, câizdîr. Bunu Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir. Çünkü onların dâr-ı harbde mallan Müslüman için mubahtır. Emân akdi ile harbî ma'sûm olmaz. Lâıkin, onlara haksızlık yapılmayıp ve ellerinde olan şeye, rızâları olmaksızın, taarruz edilmemesi iltizâm edilmiştir. Müs­lüman, onların mallarını rızâları ile alınca, haksızlık etmeksizin mu­bah mal almış olur. Dâr-ı harbde îmâna gelen harbî ile müste'men Müslüman arasında da, îmiârn, A'zam' (Rh.A.) a göre, ribâ yoktur. Çün­kü dâr-ı harbde îmâna gelen harbînin malı için ismet (dokunulmazlık) yoktur. İmdi onun malı, harbînin malı gibi olmuştur. Harbînin rızâsiy-le malını almak, müste'men Müslümana caizdir. İmâmeyn (Rh. Aley-himâ); «Dâr-ı harbde imâna gelen harbî ile müste'men Müslüman arasında olan şey, iki Müslüman arasında câri olan ribâdır. İki Müs­lüman arasında olan ribâ ise haramdır.» demişlerdir. Kâfî'de de böy­le denemiştir. [110]

 

İstihkak  Babı

 

Sair metinlerde zikredildiği gibi Musannif, haklan (hukuku) zik-retmemiştir. Çünkü haklar, «Alı§~verişler Bölümü» nün bastaraflann-da zikredilmiştir.   

İstihkak [111] iki çeşittir: Birincisi, mülkü bâtıl kılar. Yâni, mül­kü bütünüyle ortadan kaldırır. Öyle ki, onun üzerinde bir kimse için temellük hakkı kalmaz. Aslî hürriyet; âzâd ve azadın çeşitleri olan ted­bîr, kitabet ve istîlad gibi.

İstihkakın ikinci çeşidi; mülkü bir şahıslan, bir şahsa nakleder. Mülke istihkak ğiıbi. Meselâ Zeyd, Bekr'in üzerine; «ıBekr'in elinde olan köle benim mülkümdür.» diye iddia edip delil getirmekle mülke müs-tehik olur.

İstihkakın her iki çeşidi bir cihetten birleşir. Bir cihetten, bir­birinden ayrılırlar. Üzerine hak iddia edilen şey ile o şeyi kendi tara­fından temellük edip satıcılara tnüstehik yapmakta birleşirler. Hattâ satıcılardan biri, mutlak mülkle hak edilen bir mal üzerine da'vâ açıp beytyine getirse, beyyinesi kabul edilmez.

Ayrıldıkları cihet de şudur: Birinci çeşit, satıcılar arasında câri olan akdlerin münfesih olmasını îcâb eder. Akdlerin her birinin mün­fesih olmasında, kadının hükmüne ihtiyâç yoktur. Bu, bü'ittifak böy­ledir.

Musannif buna şu sözüyle tefri' yapnnıştır: Satıcıların her biri için, o malın satıcısı üzere rücû etmek hakkı vardır. Velev ki, kendisi­ne rücû hâsıl olmasın. Her ne kadar kendisine kefîl olunan (mekfûlün anh) üzere hüıkmolunmasa da, o satıcı da kefile rücû eder.    Çünkü ba'zısının dönmesinin, kadının hükmüne bağlı olması, ancak akdin eseri bakî olduğu vakitte olur. O eser de nıülkdür. Nitekim, ikinci çe-şidde olduğu gibi. Akdin eseri bakî kalmayınca kadının hükmüne ih­tiyâç duyulmaz. Keza hürrün bedeli mülk değildir. İmdi bir mülkde, iki semen bir araya gelmez. Mülkle istihkak, bunun aksinedir. Nite­kim, yakında zikredilecektir.

Aslî hürriyetle hüküm, tütün insanlar için hükümdür. Hattâ hiç-bİT ferdin mülk da'vâsi dinlenmez. Keza, âzâd ve âzâdm çeşitleri ile hüküm de böyledir. Çünkü hürriyet, Allah Teâlâ' (C.C.) mn hakkıdır. Hattâ hür insanın, kendi nzâsı ile köle yapılması caiz olmaz. İnsan­ların hepsi, Allah Teâlâ1 (C.C.) mn haklanın isbâtta, Hak Teâlâ' (C.C.) dan niyabetle dadacıdırlar. Çünkü insanlar, O'nun kullan ve yeryü­zünde halîfeleridir. İmdi insanlardan bir ferdin hâzır olması, hepsi­nin hâzır olması gibidir. Mülik bunun aksinedir, ki mülk hassaten ku­lun hakkıdır. İmdi hâzır, gâifoden hasım nasb olunmaz, çünkü hâzı­rın hasım nasb olunmasını îcâb eden şey yoktur. Ancak bir hâzır, o mülkü gâib yönünden kabul etmiş olursa, gâib kimseden hasım nasb olunup, o gaibin, hâzır gibi üzerine hütkmolunur. Çünkü mülkün bir­leşmesi sebebiyle hükmün eseri ona geçmiştir. Bir olayda, bir kimse­nin aleyhine hüküm verilse, bu cihetle o kimsenin lehine hüküm ve­rilmiş olmaz.

Târihi! olan mülkde ise, hüküm o târihten f t ibaren herkes üze­rinedir. O târihdcn önce hüküm yoktur. Yâni Zeyd, Bekr'e; «Sen, be­nim kölemsin; ben, sana mâlik olalı ıbugün beş yıl oldu.» dese, Bekr de; «Ben, Bişr'in kölesi idim, Bi§r bana mâlik olalı bugün -altı yıl ol­du. Mezkûr Bişr, beni âzâd etti.» deyip, müddeâsını Zeyd'e karşı isbât etse, Zeyd'in da'vâsı savulmuş olur, yâni düşer.

Bundan sonra Amr, Bekr'e; «Sen .benim kölemsin; ben, sana mâ­lik olalı yedi yıl oldu. Şimdi de sen, benim mülkümsün.» deyip, Bekr'e arşı müddeâsını isbât etse, Amr'm şâhidleri kabul edilir ve Bekr'in hürriyetine dâir hüküm fesh olup, Aıur'ın mülkü sayılır.

Şu da bunun üzerine delâlet eder ki: Kâdîhân (Rh.A.), «Ziyâdât Şerhi» nde, Alışverişler (Büyü') Bölümünün başında mes'eleyi hak-kiyle tahkik ettikden sonra şöyle demiştir: Böylece, bu babın mes'ele-leri iki kısım olmuştur. Birincisi, mutlak mülkde âzâddır. Bu, aslın hürriyeti menzîlesindedir. Bunun üzerine verilen hüküm, bütün in­sanlar üzerine hükümdür. İkincisi, tarihli olan mülkde âzâd ile hü­kümdür. Bu da, târih vaktinden i'tibâren bütün insanlar üzerine hü­kümdür. O tâlinden önce hüküm olmaz. Bu; hatırında olsun. Zîrâ meşhur olan kitablarda bu fayda yoktur.

İstihkakın ikinci çeşidi,  akdlerin  münfesih olmasını îcâb etmez.

Yâni zahir rivayette, satıcılar arasında câri olan akdlerin münfesih ol­masını gerektirmez. Çünkü ikinci çeşit, mülkün bâtıl olmasını îcâb etmez.

İstihkâkdan ikinci nev'î ile hüküm, zi'l-yed üzere: hükümdür. Hat­tâ iddia olunan mal, zi'1-yedin elinden alınır. Yine zi'1-yedin mülkü, vasıtasız veya vasıtalı olarak kendisinden aldığı kimse üzerine hüküm­dür. Mahkûmun aleyh oldukları için onlardan mülk da'vâsı dinlen­mez. Bu söz; «Bu ikinci nev'î ile hüküm, zi'l-yed üzere hükümdür... ilâh» sözü üzere tefrî'dir. Belki, üretmek (nütâc) da'vâsı dinlenir. Me­selâ; satıcılardan biri üzerine semen ile rücû olunduğu vakitte; «Ben, semeni vermem, çünkü müstehık yalancıdır. Zira satılan mal benim mülkümde üredi veya vasıtasız veya vasıtalı satıcının mülkünde üre-di.» demesiyle, satıcının da'vâsı dinlenir. Eğer isbât ederse, hüküm bâtıl olur.

Ya da, «Ben, semeni yermem, çünkü ben mebî'i müstehıkrîan sa­tın aldım.» demesiyle mülkü müstehikdan almış olursa, bunun da da'­vâsı dinlenir. Şayet müşterilerden biri satıcısı üzere semenle rücû et­mek (yâni semeni geri almak) istese, tekrar delîl (beyyine) getirme­sine hacet olmaz. Bu söz de; yukarda geçen «İkinci1 nevî ile hüküm, zi'l-yed üzere hükümdür.» sözüne tefrî'dir. Lâkin müşterilerden bir ferd, kendi üzerine rücû edilmedikçe, satıcı üzere rücû edemez. Hat­tâ sonuncu müşteri onun üzerine rücû etmedikçe, ortadaki .müşteri İçin satıcıya rücû caiz olmaz.

Hüküm giyen kimsenin, (mahkûmun aleyh) kefîl üzerine, mek-fûlün anh aleyhine hüküm verilmezden önce rücûu sahih olmaz. Zîrâ kendisine kefîl olunan (mekfûlün anh) asıldır ve hüküm, kefile on­dan geçer. Asıl üzere, rücûdan Önce kefîl üzere rücû edilmemesine se-beb, bir şahsın mülkünde iki semen bir araya gelmesin diyedir. Çün­kü mtistehıfckın bedeli memlûktur. Bundan sonra rücû, yâni müşte­rinin semeni satıcıdan istemesi ancak istihkak, beyyine ile sabit ol­duğu vakitte olur. Çünkü bilirsin ki, delîl geçici (müteaddî) hüccet­tir. Ama müşterinin ikrâriyle sabit olur veya yeminden kaçmmasiyle veya müşterinin husûmete vekilinin ikrâriyle yâhûd vekilin yemin­den kaçmmasiyle sabit olursa, istihkakın sübûtu, semenle rücû gerek­tirmez. Çünkü müşterinin ikrarı, başkası hakkında hüccet olmaz.

Ebû Bekr b. Hâmid el-Buhârî' (Rh.A.) nin «Ziyâdât» mda zikre­dilmiştir ki; bir kimse, bir ev (dâr) satın alıp, bir adam o eve müşte­rinin ikrarı ile veya yeminden kaçmmasiyle müstehık çıksa; müşteri, semeni satıcıdan geri alamaz. Şayet müşteri; ev, müstehıkkın mülküdür, diye satıcıdan semeni geri almak için beyyine getirse, beyyinesi dinlenmez. Amma, satılan şey (ınebi1) müstehıkkm mülküdür, diye satıcının ikrarı üzerine delil getirirse, kabul edilir. Semen, satıcıdan alınır. Müşteri, satıcının ikrarına müstehıkkııı mülkü olduğuna dâir delîl getiremezse, ancak, bu malın da'vâcının mülkü olmadığına Allah' (C.C.) a yemin etmesini isterse, buna hakkı vardır. Çünkü yeminden kaçınması mümkün olup, kaçmmasiyle ikrar etmiş gibi olur ve bun­dan sonra ondan' semen geri alınır. İınâdiyye'de de böyle denmiştir. Bu'mes'elenin bellenmesi gerekir. İnsanlar, bundan gafildirler.

Musannif «Bundan sonra rücû, ancak istihkak delîl ile sabit oldu­ğu vakitte olur.» sözü üzerine lefrî ederek şöyle demiştir: Satılan bir câriye müşteri yanında çocuk doğursa ve bu, müşterinin istîlâdı (ço­cuk istemesi) ile olmasa ve o satılan cariyeye delille hak sahibi çık­sa, çocuğu cariyeye tâbi olur. Yâni müstehık, satılan cariyeyi ve çocu­ğunu alır.

Eğer müşteri o satılan cariyeyi bir adam için ikrar ederse, çocuğu, satılan cariyeye tâbi olmaz. Belki kendisi için ikrar edilen kimse fmu-karrun leh), satılan cariyeyi alır, çocuğunu alamaz. Aradaki fark şu­dur: Delîl, mülkü asıldan isbât eder. Çocuk, satılan cariyeye o gün bitişik idi. Binâenaleyh, istihkak, delîl ile ikisinde de sabit olur. İk­rar ise, kasır (kısa) 'hüccettir. Haıber verilen şeyde, haberin sıhhatinin zaruretinden dolayı onunla miüllc sabit olur ve zaruretle sabit olan şey zaruret miktarı takdir olunur. Çelişme (tenakuz), mülk da'vâsını meneder. Çünkü anüddeî, o da'vâda müttehem olur. Hürriyet da'vâsın-da menettmez. Aslî hürriyette menetmediğinin sebebi, uruk [112] hâli gizli olduğu içindir. Zîrâ çocuk, küçük olduğu hâlde dâr-ı harbden getirilir; babasının ve anasının hürriyeti ma'lûnı olmaz. Köle (rıkk) ol­duğunu ikrar eder. Ondan sonra anasının ve babasının hür olduğunu öğrenir ve hürriyet iddia eder. Tarîkında gizlilik olan şeyde çelişme (tenakuz), da'vânın sıhhatini menetmez.

Ânzî hürriyete gelince; efendi kölenin haberi yok iken, onu tek başına âzad ve müdefober. ettiği içindir. Bunda da gizlilik câri olur ve bunda çelişme (tenakuz) bağışlanır. Şayet mükâteb, kitabetten önce efendisinin âzâd ettiğine dâir beyyine getirse, kabul edilir. Çünkü efendisi, köleyi hür kılmakda bağımsızdır. Çelişme, talâk da'vâsmı da nıcııetmez: Çünkü kadın, şayet muhâ-laa olunsa, bundan sonra kadın muhâlaadan Önce kocasının kendisini boşadiğına dâir delil getirse, dinlenir. Her ne kadar boşamasında giz­lilik bulunması nedeniyle çelişme olsa da koca bununla müstakil ol­duğu için, kadının delili dinlenir. Kocanın, kadını boşayıp, kadının onu bilmemesi caizdir.

Neşet» da'vâsmı da çelişme nıenelmez. Nitekim, bir kimse oğlu için; «Bu, benim oğlum değildir.» deyip ondan sonra, «Bu benim oğ-lumdur.» dese, da'vâsı dinlenir. Keza bir kimse; «Ben, iülâna vâris değilim.» deyip, ondan sonra «Vârisim.» diye iddia etse ve irs yönünü de açıklasa, da'vâsı sahih olur.

Musannif bunu tefri' edip şöyle demiştir: Bir adam başkasına; «Beni satın al, çünikü taı köleyim!» dese,,o adam da, onu satın aldık-dan sonra, hür olduğunu iddia edip hürriyetini isbât etse, eğer o kö­leyi satanın yerini bilmezse, köle semeni öder. Çünkü köle olduğunu ikrar eden kimse, satıcıdan semenin alınması imkânsız olduğu zaman kendisinin veya semenin selâmetine kefil oîur. Bu durumda, müşteri aldatılmış olur ve değiş-tokuş (muâveze) da aldatma ise, imkân öl­çüsünde zararın savulması için, ödemenin sebebidir. Kölenin hürriyeti ve ödemeye ehliyeti zahir olup satıcıdan semenin alınması da imkân­sız kalınca, kölenin ödemesi gerektiğine hükmedilir. Satıcısını buldu­ğu .zaman, köle de satıcıdan alır. Çünkü köle, satıcının borcunu öde­miştir. Bu hususta, köle mecburdur. Binâenaleyh, teberru' etmiş sayıl­maz. Nasıl ki; rehni emânet veren kimse onun için borcu ödediği va­kitte müteberri' olma/yap ödediği şeyi borçludan aldığı gibi. Şayet kö­le, «Beni satın al!» demez yâhûd «Beni satın al!» deyip, «Ben köle­yim!» derse, köle üzerine bir şey lâzım gelmez. Eğer köle, satıcının yerini bilirse, ödemez. Rehn, bunun aksinedir. Çünkü, «Beni reihn koy, zîrâ ben köleyim!» dese, köleye ödetilmez. Zîrâ ödemek, değiş-tokuş (muâveze) akdine muhtasdır. Rehin, böyle değildir. Belki, ona karşı­lık ivazsız habs olunur. Bu asıl üzerine ayırma yoluyla, bu mes'elenin zikredilmesinde fayda, işin başlangıcından işkâlı savmak içindir. Meş­hur kitaplarda zikredilmiştir ki, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, kölenin hürriyetinde da'vâ şarttır ve çelişme da'vâyı ifsâd eder.

Kaybolma târihi ıııu'tebcr değildir, belki mülkün târihi mu'teber­dir. Şayet müstehik; «Benden kaybolalı, bugün bir yıl oldu.» dese; yâ­ni bir adam, diğerinin elinde olan bir hayvana müstehik çıksa ve da'­vâ Birasında müstehik, «Bu hayvan, benden kaybolalı bugün bir yıl oldu.» dese, fcâdî hayvanın, müstehik çıkana âid olduğuna dâir hüküm vermezden önce ona müstehik olan satıcıya olayı bildirse, bunun üze­rine satıcı da; «Bu hayvan, benim mülküm olalı bugün iki yıl olduğuna- delilim vardır.» dese, husûmet savulmuş olmaz. Belki kâdî, hayva­nın, müstehık olan satıcının olduğuna hükmeder. Zîrâ müstehık ol­duğunu iddia eden kimse, mülkün târihini zikretmemiştir. Belki, hay­vanın kaybolma târihini zikretmiştir. Bu durumda, onun mülk da'vâ­si tarihsiz kalır. Satıcı ise, mülk için târih zikretmiştir. Satıcının daı-vâsı, müşterinin da'vâsıdır. Zîrâ müşteri, mülkü satıcıdan almıştır. Sanki müşteri, satıcısının mülkünü iki yıl târihle iddia etmiştir. An­cak şu kadar fark var ki; târih, ayrılma târihinde mu'teber olmaz. Ni­tekim, yakında açıklaması gelecektir. İmdi târih zikredilmesine i'tibâr kalmayıp, da'vâ mutlak mülkde kalır. Şu hâlde, hayvanın satıcıya âid olduğuna hükmedilir.

İstihkakı bilmek, rücû'un sıhhatini menetmez. Yâni bir kimse, bir adamdan, bir şey satın alıp onun satıcının mülkü olmadığını, belki başkasının olduğunu bilse; imdi o başkası müstehık çıkıp, satın alınan şeyi müşterinin elinden alsa, müşteri, satıcıdan semeni geri alır ve müş­terinin, mala başkasının müstehık olduğunu bilmesi rücû'unun sıhha­tini menetmez.

Şayet müşteri satın aldığı cariyeye, satıcının onu gasb ettiğini bil­diği hâlde, çocuk doğurtsa, o çocuk köle olur ve semeni satıcıdan geri alır. Yâni bir kimse gasbedilmiş. bir cariyeyi satın alıp, onu satıcının gasb ettiğini bilse ve cariyeden bir çocuğu doğsa, çocuk köle olur. Çün­kü müşteri, hâlin hakikatim bilmekle satıcının aldatması yok olmuş­tur. Lâkin müşteri, semeni satıcıdan geri alır. Şayet satıcı, müşterinin, satılan şey müstehıikkın mülkü olduğunu ikrar ettiğine delîl (beyyine) getirse, semeni geri alma hakkı bâtıl olmaz. İnıâdiyye'de de böyle den­miştir.

İstihkak siciline [113]; «Sicil, şu vech üzere yazıldı.» diye şehâdet etmekle hükmedilmez, belki o sicilin mazmunu üzere şehâdet edilme­siyle hüküm verilir. Yâni, bir Buihârâlı, müşteri elinde bulunan bir . hayvana müstehık çıksa ve müstehıkkun aleyh kadıdan sicili alsa ve hayvanın satıcısını Semeiikand'da bulup ondan semeni almak istese ve Buhârâ kâdîsımn sicilini gösterip ve o sicilin Buhara kadısının ya­zısı olduğuna dâir delîl (beyyine) gösterse, Semerkand kadısının o de­lil ile amel edip, mtistehıkkun aleyhe semenin geri verilmesine dâir hüküm,vermesi — şâhidler: «Buhârâ kâdîsı, Buhârâ'da müstehıkkun aleyh üzere bu satıcıdan satın aldığı hayvan ile hüküm verdi ve hayvanı bu müstehıkkun aleyhin elinden çıkardı.» diye şehâdet etmedik­çe— caiz değildir. Çünkü yazı, yazıya benzer. Şu hâlde, sicilin ken­disine i'timâd edilmez. Belki, kâdînın hükmüne ve müstehıkkun aley­hin mâlikiyetinin kaldırıldığına şâhkuerin şehâdeti şart kılınmıştır. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.

Keza, şahadet naklinden ve vekâletten başkasında da hüküm böy­ledir. Şahadet nakli ve vekâletten başkasiyle murâd, tutanaklar (mah­zarlar) [114], siciller ve vesikalar (saklar) dır. [115] Zîrâ, onlardan her birinde yazılan şeyin mazmunu üzerine şehâdet edilmesi vâcib olur. Çünkü onlardan her birinden maksad; hasım üzerine hüccet olması­dır. Hüccet ise, anc.ak bununla, yâni şahadetle olur. Şahadetin ve vekâ­letin nakli bunun aksinedir. Çünkü bu ikincisinden jnaksad, kâdî için ilmin hâsıl olmasıdır. Bundan dolayı şâhidlik yolunun kâfirlerden ibaret olması, her ne kadar hasım kâfir olsa da caiz olmaz.

Müşteri satılan şeyin (mebî'in) hepsini teslim aldıkda, ba'zisma m üs t e hık çıkı İsa, o ba'zin miktarında satış bâtıl olur. Eğer ba'zın is­tihkakı geri kalanda kusur îrâs ederse veya müstehak bir şey hükmün­de iki şey olursa —meselâ, kını ile kılıç ve yay ile.kirişi gibi— müş­teri o geri kalanda muhayyer kılınır. Bu zahirdir. Eğer ba'zın istihka­kı geri kalanda kusur îrâs etmezse ve iki şey olup bir tek şey gibi ol­mazsa, satın alınan şeyin geri kalanı semenden hissesi ile alınması ge­rekir. Bunun açıklaması şudur: Satış, mü&tehakkın ba'zı miktarında bâtıl olursa, bakılır; eğer müstehak çıkılan şeye istihkak, geri kalan­da kusur îrâs ederse —nitekim ma'kûdun aleyh, ev, tarla, bağ, köle ve bunların benzerleri gibi teb'îzinde (bölünmesinde) zarar yukû bu­lan bir şey olursa— müşteri geri kalanda muıhayyerclir. Dilerse se­menden hissesi ile razı olur. Dilerse geri verir. Keza, ma'kûdun aleyh iki şey olup hükümde bir şey gibi olsa, ikisinden birine müstehık çı-kılsa, müşteri geri kalanda muhayyerdir. Eğer istihkak, müstehak çıkı­lan şeyin geri kalanında kusur îrâs etmezse, —nitekim ma'kûdun aleyh iki giyecek olup veya iki köle olup, birine müstehık çıkılsa veya buğday yığını veya veznî olan şeyin yükü ise, — onun teb'îzinde (bö­lünmesinde) zarar yıdktur. Satın alman şeyin geri kalanı semenden hissesi ile alınması gerekir ve müşteri için muhayyerlik yoktur, Tahâ--vî Şerhinde de böyle denmiştir.

Ya da müşteri satılan şeyin (mebî'in) ba'zısını teslim aldıkda, tesHm alınana veya teslim almandan başkasına nıüstehık olsun, hepsini teslim alma suretinde, müstehak olan miktarda satış bâtıl olduğu gibi, ba'zısım teslim aldığı vakitte dahî teslim alman şeyde satış bâtıl olur.

Müşteri, o ba'zisına müstehlik çıkılan malın geri kalanında muhayyer kılınır. Gerek o ba'zın istihkakı geri kalanda kusur îrâs etsin, gerekse /etmesin müsavidir. Çünkü tamâm olmazdan önce, istihkak sebebiyle müşteri üzerine satış pazarlığı (saika) ayrılmıştır.

Bir kiiin.se, bir evde meçhul bir hak iddia edip bir miktar üzere; meselâ, yüz dirheme anlaşsa (sulh olsa) [116] ve o evin bir kısmına müs-tehık çıkılsa, evin sahibi anlaşma (sulh) bedelinden bir şeyi o müd-deîden alamaz. Çünkü onun da'vâsı — her ne kadar az olsa da — geri kalanda olması caizdir. Ya da, o evin hepsine müstehık çıksa, ivazın hepsini geri verir. Çünkü, o müddeînin mâlik olmadığı ivazı almış ol­duğu anlaşılmıştır. Şu hâlde, ivazın hepsi geri verilir.

Eğ«r müddeî evin hepsini iddia edip; meselâ, yüz dirheme sulh olsa ve o evin bir kısmına müstehık çıkılsa, evin sahibi o hisse mikta­rını miiddeîden alır. Zîrâ sulh, yüz dirhem üzere evin hepsi için vâki' olmuştur. İmdi o evden bir şeye müstehık çıkınca, müddeînin o mikta­ra mâlik olmadığı anlaşılır. Şu hâlde ivazdan hissesi miktarı hesabiyle geri verir.

Bir kimse dinarlara karşılık dirhemler üzerine sulh olup, o dir­hemleri teslim alsa; birbirlerinden ayrıldıktan sonra o dirhemlere müs­tehık çıksa, dinarları geri alır. Çünkü bu sulh,    sarf ma'nâsındadır.

Bedele müstehık çıkınca, sulh bâtıl olur. Şu hâlde, dinarlara rücû vâ-ctb olur.

Gâsıbdan satın alınan kölenin âzâd edilmesi, mâlikinin gâsıba kö­lenin »atılmasına izin vermesiyle, müşterinin köleyi âzâd etmesi caiz olur. Yâni fbir adam, bir köle gasb edip satsa, sonra müşteri onu âzâd etse, sahibi de gâsıbm satışına cevaz verse, İmâm A'zam (Rh.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, caiz olur. îmânı Muhammed' (Rh.A.) e göre, caiz olmaz. Çünkü, mülksüz âzâd olmaz. Zîrâ, Resûlüllah (S.A.V.):

«Ademoğlunun mâlik olmadığı kölede, âzâd caiz olmaz.» buyur­muştur.

Mevkuf, mülk ifâde etmez. Eğer ifâde et.se, izin verme (icazet) vak­tine müstenid olduğu hâlde sabit olur. Bu ise, bir bakımdan sabit ve bir bakımdan sabit değildir. Âzâd için musahhih olan mülk, hadîs-i şerifden dolayı kâmil mülkdür. İmânı A'zam iie İmâm Ebû Yusuf (Rh. Aleyhimâ) un delîH şudur: Mülk, mülkü ifâde için konulan mutlak tasarruf ile mevkuf olduğu hâlde sabit olur. İmdi âzâd, o tasarruf üze­re tertîb edilmiş olduğu hâlde mütevakkıf olup, o tasarrufun nefâzı ile nafiz (geçerli) [117] olur. Râhinden satın alınan kölenin âzâd edil-.mesi gibi olur. Vârisin, borca batmış olan terekeden bir köleyi âzâd etmesi gibi, ki o vakitte âzâd salhîlı olur. Ondan sonra borcu ödeditede, nafiz olur.

Gâsıbdan satın alınan kölenin satılması, mâlik gâsıbın satmasına izin verse de, caiz olmaz. Çünkü, izin vermekle mal satıcı için sabit olur. O satıcı da birinci müşteri olup, mülk-ü bât (kesin mülk) ile sabit olur. Mülk-ü bât, başkasının mevkuf olan mülkü üzerine ânz olunca, onu ibtâl eder. Çünkü mülk-ü bât ile mülk-ü mevkufun bir yerde, bir araya gelmeleri imkânsızdır.

Bir kimse başkasının kölesini, emri olmaksızın satsa ve müşteri, satıcının veya kölenin efendisinin satışı emretmediğini ikrarda bulun­duğuna delil getirse ve satılan şeyin geri verilmesini istese, kabul edil­mez. Çünkü, da'vâda çelişme vardır. Zîrâ satıcı ile efendinin, kölenin satışına girişmeleri, satışın sıhhat ve geçerliliğini ikrardır. Zîrâ Müs­lüman olan âkilin hâlinden zahir olan, sahih ve geçerli olan akde mü­başerettir. Delü ise, sahih da'vâ üzere mebnîdir. Da'vâ bâtıl olunca, delîl kabul edilmez. Şayet satıcı, kölenin mâlikinin emri bulunmadı­ğını, kâdî huzurunda ikrar ederse; eğer müşteri isterse, satış bâtıl olur. Zîrâ çelişme, ikrarın sıhhatini menetmez. Çünkü satıcı, o ikrarda müt-tehem değildir. Zîrâ bir kimse, bir şeyi ikrar edip ondan sonra inkâr etse, ikrarı fiahîh olur. Da'vâ, bunun aksinedir. Çünkü da'vâda mütte-hem (itham altında) dır. İmdi müşteri için satıcının ikrarı üzere mü­sâade etmek hakkı vardır. Bu durumda, ikisi arasında ittifak gerçek­leşmiş olur. Bundan dolayı, müşterinin isteği şart kılınmıştır.

Bir kimse başkasının evini emri olmaksızın satsa, gasb ettiğini de i'tirâf etse ve müşteri inkâr etse, satıcı ödemez, Kenz'de denmiştir ki: Bir kimse başkasının evini satıp, müşteri de o evi kentli binasına katsa, satıcı ödemez.

Zeylaî (Rlı.A.) şöyle demiştir: Mes'elenin ma'nâsı şudur: Şayet bir kimse, başka bir kimsenin evini izni olmaksızın satsa, ondan son­ra satıcı gasb ettiğini i'tirâf edip müşteri inkâr etse, satıcı evi ödemez. Çünkü satıcının iikrân, müşteri üzere tasdik edilmez. Evi alabilmesi için delil (beyyine)' göstermesi gerekir. Müstehık —ki evin sahibidir — delîl getiremeyince; telef, delîl getirmekden aczine muzâf olur. Yok­sa satıcının akdine muzâf olmaz. Çünkü, gasıbın satışı caiz değildir. Bu izahla ma'lûm olur ki; «Müşteri, o evi kendi binasına katsa...» sö­zü tesadüfen söylenmiştir. Zîrâ binaya katmanın bu husûsda te'sîrj yoktur. Bundan dolayı, burada bu ibare terk edilmiştir. [118]



[1] Bu gibi cümleleri daha İyi anlayabilmek için, kitabın Arabca aslına bakılması gerekir. Ancak şu kadarım söyliyelim ki, Arabcada ismin başına gelen (Elif-Lâm); ya cinsin ta'ıfcfi için otur, ki buna «Cinsiyye» denir, ya da o cinsden ma'hûd olan bir hassanın ta'rîfi için olur ki, buna da «Ahdiyyc» denir. «Ahdiyye» de; «Ahd-i jîikri» ve «Ahd-i huzur!» kısımlarına ayrılır. (Tafsilât için, Câmiu'd-Dürûs'il-Arabiyye, cüz:  î, s,  150'ye balcınız.)

[2] "Veeh: Sebeb; yüz, şekil, anlayış farkı, görüş gibi anlamlara gelir.

[3] Şirket-i   mufâveze:   Ortaklar  arasında   hem   sermayenin* miktarı;   hem   de   fayda   ve kârdan payları eşit bir hâlde bulunup, hiç birinin  fazla  ticârete  elverişli matı bulun­mamak üzere akd edilen bir ortaklıktır. Mecelle, madde:   1331  hükmü de aynı  meal­dedir.

[4] Ka/îz; Hem mekîlât, hem de alan ölçüsüdür.

Mekllât Ölçüsü olarak; 12 sa' mikdârmaa bir ölçektir. O hâlde;

1 kafîz = 12x2. 917 kg = 35. 917 kilogramdır.

Alan Ölçüsü olarak; 144 zira' mikdân yerdir. 13u di», bir cerîb'in onda biridir. J cerib, 10,000 metre kare olduğuna göre;            

, .          10.000        

l kafiz =—_= lıW)0 mctfe

[5] Meclis: Her hangi bir iş için toplanılan yer, toplantı yeri, toplantı dem«ktir.

[6] RisâleC: Bir kimsenin, tasarrufta dahli olmaksızın, bir kimsenin sözünü diğerine teb­liğ etmesidir, O kimseye Reeûl (elci) ve o gönderen kimseye «Mürrîl» ve diğerine de «Mürseİ'utt-İlejh» denilir.

[7] Muhayyerlik (hıyar): İki Skidden birinin-veya ikisinin o akdi şu kadar gün içinde ka­bul veya fesih etmek üaere muhAyyer olmasıdır.

[8] Bk. Nisa sûresi, âyet; 29

[9] Mevkuf: Bir hüküm ifâde etmesi, meselâ; başkasına mülkiyeti müfid olması, başkası­nın izin ve icazetine muhtâc olan bir fiildir veya akiddir. Başkasının malını fuzûlî ola­rak satmak gibi ki, satış muamelesinin müşteriye mülk ifâde etmesi, sahibinin icaze­tine bağlı bulunur.

[10] Mübaşeret: Bir ijİ bizzat yapmak, bir şeyi bizzat meydana getirmek demektir.

[11] Rk. Bakara sûresi;  âyet;  275

[12] Cüzâf ve mücâzefe: Götürü pazar demektir. Mecelle'nin 141 inci maddesinde de böy­le ta'rîf edilmiştir.

[13] Safka: Satış sırasında, salısın  kesinliğini  bildirmek için elini   karşısındakinin eline vur­mak   demektir.  Akid   ve  sal iş  anlamlarına da  gelir.

[14] Zİrâ': Dirsek ucundan orta parmağın.ucuna kadar olan bir uzunluk ölçüsüdür. Türk­çe'de buna «Arşın» denir. 75-90 santimetre arasında değişen şekilleri vardır.

[15] Teâtî ile satmak : İcâb ve kabulden asıl maksâd, iki tarafın nzâsıdır. Rızâ; kalbi bir şey olduğundan, îcâb ve kabul buna delâlet eder. »undan dolayı, bu rızâya delâlet eden teâtî (yâni fiilî değiş-tokuş) ile de bey' mün'akid olur, ki bu satışa «Teâtî ile bey'» denir.   Bu satışa  şöyle dört   misâl  verebiliriz:

a) Pazarlıksız ve lakırdısı/ olarak,   müçteri  akçeyi   verip,   Fırıncı  da O'na  ekmeği verse, her iki taraftan fiilî alıp-verme tahakkuk cimi* ve be>" mün'akid olmuş olur. b)  (Müjşterî  akçeyi  verip  karpuzu   alsa, satıcı  da görüp  sussa,  yalnız bir  laraflan verme bulunmuş ve yine bey' mün'akid olmuş olur.

c)  Müşteri, meselâ; buğday aîraak için satıcıya beş yüz kuruş verip ve «Şu buğ­dayı kaça satıyorsun » deyip, O da; «Kilesini yüz kuruşa» demesi üzerine müşterij sus-tukdan sonra buğdayı istediğinde sattci;  «Yarın, veririm.» dese ve böylece aralarında îcâb ve kabul bulunmayıp, yalnız müşteri semeni vermiş bulunsa, yine bey' mün'akid olur. Halta bilâhare buğdayın kilesi yiizelli kuruşa çıksa veya yetmiş kuruşa düşse, sa­tıcı buğdayın kilesini yüz kuruşa vermekten,  müşteri de almaktan, kaçinamaz.

d)  Müşteri, bir miktar etin; «Şurasından bana, şu kadar kuruşluk kesip tartıver,» deyip, kasap da oradan kesip tartsa, kasabın bu fiili de bey'i mün'akid olur, artık bun­dan kaçinamaz.

[16] Kirbâs: Ham keten bezi veya pamuklu bez demektir. Çoğulu «kerâbis» dır. Farsça'dan Arabca'ya geçmiş, (muarreb) dir.

[17] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 201-217.

[18] Merafık: Lûgatta, mirfek'in çoğulu olup, dirsek ma'nâsınadır. istilânda, bir şejin ta­mamlayıcılarından, müştemilâtından olup, kendisine ihtiyâç görülen şeyler, fayda de­mektir. Bir evin, su yolları gibi.

[19] Galak : Kapıya takılan kilittir, ki aıiahiarîii kilitlenir ve açılır.

[20] Şirb hakkı: Genel veya özel bir ırmakları bir (adayı, bağı veya bahçeyi veya hayvan­ları sulamak. İçin zamanı veya miktarı nıa'lûm, muayyen nasîbdir.

[21] Baki: Her çeşit sebzeye «baki» aıiı  verilir. Lâkin ba'zı yerlerde sebzelerin iyisi,  \ene-cek durumda olanı demektir.        

[22] Bâkıltâ:  Bâkıllâ vejâ  bâkılâ,  baklagillerden   yurdumuzun   her t :ı rafı nda  ekimi  yapılan bir bitki;  sebzedir.  Tâ/csi  ve  kurusu  veıur.

[23] Mütekavvim mal (Mâl-i mütekavvim):  İki anlamda kullanılır. Biri, yararlanılması mu­bah olan şeydir. Diğeri de, ihraz edilmiş mal demektir.

İhraz: Mâliki olmayan mubah bir şeyi meşru' surette ele geçirmek anlamındadır.

Mütekavvim ise; lûgatta,  zî-kıymet (kıymet  sahibi)  demektir.  Meselâ :   «Besmele ile kesilmiş koyunun eti, şer'an mubah, olduğundan bir mütekavvim maldır. Denizdeki balık, havadaki kuş ise, gayr-i muhrez bulundukça;    gayr-i mütekavvim olup, bunlar avlanılmakia ihraz olunduğu zaman birer müıekavvim  mal olur.

[24] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 218-222.

[25] Şart muhayyerliği (Hıyâr-i şart): Âkitlerden birinin, veya her birinin, akdi muayyen bir müddet içinde fesh veya icazetle infaz edebilmek.hususunda muhayyer olmasıdır.

[26] Ta'yîn: Bu da bir çeşit muhayyerliktir. Kıyemiyyâttan olan ve bahâları ayrı ayrı beyân edilen iki veya üç şeyden dilediğini müşterinin almak veya dilediğini satıcının vermek üzere muhayyer olması, demektir.

[27] Bu muhayyerlik çeşitlerinin  açıklamaları ileride kendi bâblannd.a gelecektir.

[28] Mümâtalc: Borcu, borcun vâdesini bugün, yarın diye uzatıp ertelemektir. Böyle hare­ket edea bir borçluya, «Medyûn-i münıâtil» denir. Borcunu Ödemeye gücü yettiği hâl­de erteleyip, duran kimse demektir.                             

[29] Hafi (kapalı) kıyâs:  İstihsân, demektir,  istihsân ise; zahir kıyâsın  hükmünü bırakıp, tç'sîr-bakımından daha kuvvetli olan gizli (hafî) kıyâsı kabul etme prensibidir.

[30] Celî (açık) kıyâs: Bir ?eyde sabit olan hükmün benzerin/ı -o hükmün İçtihadı İlletini taşıması halamından- diğer bir şeyde de bir re'y ve »ctihâd sonucu olarak izhâr et­mektir, ,

[31] Ayb: Eksiklik, bir malın değerini düşüren kusur, demektir.

[32] Maslahat: Bir işin salâhına, hayriyetİne götüren ve sebeb olan şeydir. Karşıtı; «Mefse-det» dir.

Maslahat; Maslahat-ı Dînİyye, Maslahat-ı Dünyeviyye, Maslahal-ı Zarurîye, Masla-hat-ı hâcibe, Maslahat-ı Tahsilliye, Maslahat-ı Mürsele, Maslahat-ı Mu'tebere ve Mas­lahat-ı Merdûde kısımlarına ayrılır,

[33] B!kr: Kocaya varmamış olan kızdır. Çoğulu «Ebkâr» dır. Bİkr, hakikî ve hükmî kısım­larına ayrılır.

[34] Zî-rahra: Lûgatta, mutlaka karabet sahibi, demektir. Istilâhda : «Tertkcden sülüs, nı-bıı' gibi belirli payı almayan ve terikeyi asabadan olmak sifatıyle ihraz etmeyen her hangi karîb» demektir. Mahrem İse; karabetten dolayı nikâhı haram olan kimsedir.

[35] İbra: Bir kimseyi, bir da'vâdan, bir hakdan beri kılmak, onun hakkında da'vâda, hak talebinde bulunmakdan vazgeçmektir.

[36] İlzam : Hâkimin bir hususa hükm etmesidir. Müddeâ»aleyh!in İkrarı ürerine, aleyhine verilen hükme, «ilzam»  denmesi  yaygındır  ki,  bununla  müddeâ - aleyh,  mahkûmun  -aleyh olmuş olur.

[37] Muâraza; Hasmın ileri sürdüğü deJîle taarruz etmeyip; yalnız bu delilin muktezâsma aykırı, nâkızını müsbit diğer bir delil Üeri sürmektir. Şöyleki: İki delilden biri, bir şe­yin meselâ; caiz olduğunu, diğeri de câi? olmadığını İsbâtlasa, bir muâraza meydana gelmiş olur.

[38] Ayb muhayyerliği (Hıyâr-ı ayb): Dir şeyde mcvcüd blan bir kusurun akdden^ sonra 2w hûrundan dolayı âkitlerden biri için sabit olan muhayyerliktir. Mutlak surette satılan bir malın zuhur eden kadîm aybından(yâni, satıcı elinde iken mevcüd olan kusurun­dan) dolayı müşteri için. sabit olan  muhayyerlik gibi.

[39] Nâib (Niyabet):  Nâib; vekil, demektir.  Niyabet İse, vekîllikdir.

[40] Ruhsat: Kulların özürlerine mebni kendilerine bir kolaylık ve müsâade olmak üzere ikinci derecede meşru kılınan şevdir. Yolculuk (sefer) hâlinde Ramazan orucunun tu­tulmaması g'tM.                                                                    

Zorlanmış bir adamın, bankasının malını telef etmesi de bu çeşittendir ki, bu du­rumda, bu itlaf hakkında şer*j bir ruhsat bulunmuş olur. Bir olayda azîftct ile ruhsat bir araya gelince," azimet yolunu seçmek bir takva belirtisidir.

Azimet İse; kulların özürlerine mebnî olmaksızın ibtidâen meşru kılınan şeydir.  ,

[41] Şuf'it «Şefi'» kelimesinden alınmıştır. Şefi' kelimesi lûgatta tek'in zıddı olan, çift anla­mına gelir. Katmak ve toplamak anlamına da gelir. Bazı âlimler, şefaatten alınmıştır, demişlerdir. Çünkü bununla, şefaat eden ile hakkında şefâal ulunan kimse birleşmiş olur. Nitekim Peygamberin (S.A.V.) şefaati ile günahkârlar, âbidier zümresine katılıp onlar ile çift bulunmuş olacaktır.

istilânda İse: Satılan veya ivaz şartıyle hibe edilen bir akan veya o hükümde olan bir malı müşteriye veya kendisine hîbe edilene her kaça mâl otmuş İse, o miktar ile müfteriden veya satıcısından veya mevhûbun lehtlen cebren alıp temellük etmektir. Böylece şuf'a sahibi,   malı  mülküne katmış olur.

[42] Rıtl:   i30 dirhemlik bir ağırlık ölçüsüdür,  4.17.45 gramdır.

[43] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 223-235.

[44] Alcnçt Nişan ve alâmet anlamına gelir. Değerli bezlere vurdukları damgaya giyeceğin alemi, nişâiu, denir.

[45] Miisâveme; Bir malın bahâsını konuşup, kararlaştırmaktır.

[46] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 236-241.

[47] Ayb muhayyerliği (hıyâr-i ayb): Bir şeyde meveûd olan bir kusurun akdden sonra zu­hurundan dolayı âkidlerin biri için sabit olan muhayyerliktir. Mutlak surette satılan bir malm zuhur eden kadtm aybmdan (yâni satıcı elinde iken mevcûd olan kusurundan) dolayı, müşteri İçin sabit olan muhayyerlik gibi.

[48] İkâle": Lügatte, ref ve ıskat ma'nâsınadır. Istjlâhda: Bir akd-i mahsûsdur ki;

ettim,  kabût eyledim.» gibi îcâb ve kabul ile yapılır.  Bununla satış ve icâre gibi her­hangi bir akid, ref ve izâle edilir.

[49] Leff-u neşr: Edebiyatçılara göre, ma'nâya âid edebî güzelliklerdendir. İki veya daha çok isim veya sözcük yazdıktan sonra onların her birine âid sıfat veya fiilleri ayrıca sı­ralamaktır. Bu da, ya tafsîien olur veya içmâlen olur.

İlk sözcüklerin tafstlen veya icmâlen zikredilmesine «leff» denir. İlk zikredilen söz­cüklere râci olan ikinci sözcüklere İse, «neşr» denir.

Tafsili de iki çeşittir: Çünkü neşr, ya leffin tertibine (sırasına) göre olur. Meselâ neşrden birinci kelime leffden birinci kelimeye,. ikinci kelime de leffin ikinci ke­limesine âid olmak üzere leffin tertibine (sırasına) göre olur. Diğerleri de bu te'rtîb üze­re bulunur. Nitekim Allah Teâlâ (Ç.C) nın şu âyetinde olduğu gibi:

«Allah'ın rahmetindendir, ki sizin için geceyi-ve gündüzü, içinde dinlenmeni* ve farf-u kereminden nzık aramanız için yaratmıştır.» (Kasas sûresi; âyet: 73) Allah Teâlâ (C.C.), bu âyette gece ve gündüzü tafsil üzere zikretti. Sonra geceye mahsûs olan «tçin* de dinlenmeyi» ve gündüze mahsûs olan «Allah'ı» fazl-u kereminden nzık aramayı» tertîb üzere sıraladı.                                 " '

Va da neşr, leffin tertibine (sırasına) göre olmaz. Bu da, iki çeşittir: Ya neşrden birinci kelime, leffden sonuncu kelime için ve ikincisi de sonuncudan bir önceki leİn olur ve bu tertib üzere devam eder. Buna tertibi tersine olan (maTfûs'ut-tertîb) denir. Nitekim Allah' Teâlâ (Ç.C.) nın şu âyet-i kerimesinde olduğu gibi:

«Peygamber ve O'nûnla beraber olan mü'minleri Allah'ın yardımı ne zaman diyor­du. İyi, bftinki, Allah'ın yardımı şübhesiz yakındır.» (Bakara sûresi; âyet: 214) Ba*n âlimler: «Allah'ın yardımı ne zaman» kavli îmân edenlerin sözüdür. «îyİ bİünkİ Al-lahın yardımı şübhesiz yakındır.» kavli de Peygamberin sözüdür, demişlerdir.

Ya da, hiç bir tertib gözetilmez. Buna da, tertibi karışık olan (muhteiit'ut-tertîb) adı verilir.

İcmâliyc misâl ise, Allah Teâlâ' (C.C.) nın şu âyet-i kerimesidir: «Yahudi veya Hı­ristiyan olmayan kimse Cennet'e giremeyecek dediler.» (Bakara sûresi; âyet: 111) Yâni: «Yahudiler: Yahudi olmayan kimse Cennet'e giremiyecektir, dediler, Hıristiyanlar da: Hıristiyan olmayan kimse Cennet'e giremiyecektir, dediler.» demektir.

Yahudi ve Nasârâ arasında İnâd sabit olduğu için iki sözün arası leff edildi. Ba'zi âlimler demişlerdir ki: îcmâl ba'zan neşrde oîur, leffde olmaz. Meselâ, Önce bir kaç kelime veya. söz söylenir sonra bu bir kaç kelime veya söze şâmil olan bir kelime v$yâ söz getirilir. Meselâ, Allah Teâlâ' (C.C.) nın şu sözünde olduğu-gibi: «Beyaz lpük, si­yah îplikden tan yerinde (fecr-İ sâdıkda) sizce ayırd edilinceye kadar, yiyin içim» (Ba­kara sûresi; âyet:  187) Ebü Ubcyde'nin sözüne göre, siyah iplik (hayt-i esved) den murâd, fecr-i kâzibdir, gece (leyi) değildir. -(Bu âyetlerdeki edebî incelikleri daha iyi anlayabilmek İçin âyetle­rin -Arabca asıllarına bakmak faydalı olur. Biz sözü daha fazla uzatmamak için sâ­dece meallerini koyduk.)

Zemahşerî demiştir ki: Allah Teâlâ1 (C.C.) nm :

«Geceleyin uyumanız, gündüz de lütfundan rrak aramanız O'nuo varliğınm b*h gelerindendir.» (Rûm sûresi; âyet: 23) kavl-i şerifi leff bâbmdandır. Zemahşerî'ye göre, bunun takdiri judur:                 .                                                           

demektir. Ancak AUah Teâlfl (C.C.):arasını Ue ayırdl* CUnkü gece ve gündüz İki zaman>

dır. Zaman ve onda vâki olan şey, ittihâd üzere leff'in ikâmesiyle beraber bir tek sey Sibi olur. tgte bu da, lef fin bir btt$ka çeşididir. (Keşşâf-u latilâhât'il-Fünûn, ^c :  2)

[50] En'âm sûresi; âyet:  158                                                                          

[51] Bey-4 betât: Kesin (kat'î) satış demektir. Ba'zi âlimlere göre; Muhayyerliklerden mut­lak olan satıştır.

[52] Âdil • Doğru .güvenilir, yapılması gereken şeyleri yapan, adaletle muttasıf kimse de­mektir. Adaletle muttasıf olan böyle bir zâta mübalağa maksadıyla (adi) de denir. Bu­nun zıddı; zâlim, fâsık, haksızlık yapan kimsedir.

[53] Ntıkûl: Yemînden nukûl etmek: Bir müddeî veya müddeâ aleyhin kendisine yöneltilen ve teklif edilen yemini yapmakdan kaçınması, çekinmesidir, BöyJe yemîn etmek4en ka­çman kimseye «nâkil» denir.

[54] Mecelle madde 88'de; «Külfet nVmete ve ni'mct külfete göredir.» şeklinde ifâde edil-aüfür.

Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 242-255.

[55] Fâsid. bey1: Esasen sahih olup vasfı bakımından sahih olmayan, yâni; zâten mün'akid olup da ba'zı dış nitelikleri bakımından meşru olmayan satıştır. Semenin, gayr-i mütekav-vim bir mal olması gibi.

[56] Bâtıl bey1: Kendisinde in'ikâd şartlan tamamen veya kısmen bulunmadığı İçin asla sa-hîh olmayan satıştır ki, hiç bir hüküm ifâde etmez. Lâje gibi mütekavvim -olmayan bir şeyi satmak gibi.                                                                                        

[57] Mevkuf bey': Başka şahsın hakkı taalluk, edip geçerli olması, o şahsın iznine bağlı bu­lunan satıştır. Bey'-i fuzûlî

gibi. Fuzûlî ise, başkasının hakkında, onun izni olmaksızın tasarrufda bulunan kimsedir.

[58] Sahîh bey*j Zâtı ve vasfı bakımından meşru olan-satıştır ki, buna (câU olan satış) da denir. Zâten meşrûiyyet, *îcâb ile kabulün meşru surette birbirine bağlanması ile husule gelir. Vasfen meşrûiyyet ise âkidlerin rızâları İle ve semenin bilinmesiyle gerçekleşir.

[59] Meyte: ölmüş insan ve davara denir. Ba'zi âlimlere göre, meyte, boğazlanmamış, mur­dar olmuş davara denir. Diğer bir deyimle: Meyte, İslâmt şartlara uymadan ölmüş ve­ya Öldürülmüş hayvan demektir.

Molla Husrev'in açıklamasına göre: Meyte: Kendi düşüp, eceliyle ölen hayvandır. Meyyite ise: Kendi düşüp, eceliyle ölmeyen hayvandır. Meselâ, mevkûze yâni, değ­nekle vurulup öldürülen hayvan gibi. Nitekim, ilende gelecektir.

[60] Sevm-i şirâ: Sevm, taleb anlammadır. Sevm-i şirâ: üir kimsenin, bir malını satılığa, çıkarması, arzetmesi ve satılacak bahâsını belirlemesidir ki. buna (Sevm'ul-Bâjİ') denir. Bir malı, şu kadar bahâ ile satın almak istemek

anlamına da gelir, ki buna da (Sevm'ül-Müşteri) denir.

«Sevm-i nazar» da, satın alınması istenilen bir malı görmek veya başkasına göster­mek üzere satın alacak kimsenin istemesi demektir. Böyle satın alma ist eğinde buluna­na (müsavim -bi$'§irâ>, bakmak İsteğinde bulunan kimseyi; do (müsavim -huTıuzdr) de­nilir. Bunlara (bayi' ve müşteri) denilmesi  mecazdır.

[61] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 256-260.

[62] Domuzlan: Kınkanatlılardan; mavi, siyah, sun karışımı, alaca renkli ;ığıh hır bocekdir. Taşların allında veya kır yerlerde döküntüler içinde küçük gruplar hâlinde \aşarlar. İlginç bir savunma kabiliyeti vardır-: Anüs'ünden aşındırıcı ve çok uçucu bir sıvı fışkırtır.  Bu salgı, düştüğü  deride yanık  hissi uyandırır, ilmî adı; Bradıymış crepitans'dır.

[63] Akçe deyimi, lisânımızda nakid,  parn,  meblâğ, senet  anUıiul.tnııa yddisı gibi, v.tlui>I<;

kullanılmış küçük  gümiiş sikke  anlamında   da  kullanılır.   Bir U*se  -i (et e.  hışuı/   kurı:>

demektir. Akçe, ilk önce Sullan  Ortıan Uırafındmı H   ıy\ (M    l'UM târihindi- BurvTda darb edilmiştir.

[64] Mesti hakkı: Bir evin ve\a başka bir yerin, ıiış.ın>a, >aııi; b.ışk.iMiıııı mülküne mi>u Ve seli akmak ve damlamak liakkn.hr. Mesih suyun aktığı, geçip gİtliği yerdir. Sel v.ı-lağı da denebilir.  Tcsbîİ  ise, akılmak  anlamında kullanılır.

[65] IMürûr hakkı:   Başkasının   mülkünden  bîr  kimsenin >;ı!tıız geçmek  hakkıdır.  Hu.   «mti-L-errcd haklar» daıuîır. Düşürmekte iâkıl otur.

[66] Nevruz;  Aslen Farsça bir kelimedir.   «Yeni»  demek olan  (nev) \e «gün»  demek olan , (rûz)   kelimelerinin   birleşmesinden   meydana   gelmiştir.   Arabcaya   «Nîrü/»" olarak   geç­miştir. Nevruz,   Güneş'in   kuzu  (Koç)  burcuna   girdiği   çiin'dür    ilkbahar başlangıcı  ve Celâli takvimine göre yilbaşıdır.

[67] Mihrecân : Farsça bir  kelime olup   asiı  «Milıigân» dır.   Arabcaya «Mihrecâıı» olarak geçmiştir.   Sonbabar  aylarından   «Eylül»   ayının bir  günüdür.   Rivayet  edilir, ki Feridun Şâh, Dahlıâk'e karşı bu günde zafer kazanmış, bu sen'ebden onu i'tibâr edip, bu günü yılbaşı yapmışlardır.

[68] Dehâkîn : Dihkâk veya dühkâıûn çoğuludur.   Aslı  Farzca uhıp.   Arabcaya geçmiş (mu-arreb)   dir. Bölge reisi,   mıntıka  âmiri,   iklim   reisi,   muhtar ve   vali   a!ilaml;ırma   gelir. Mal ve akar sahibi anlamına da gelir.

[69] Tedavül;  Tiden  ele gezme, <iohışm;ı, kullanılma, alınıp verilme giht anlamlara gelir.

[70] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 260-269.

[71] Fekk-t rehn: Rehni izâle etmek, borcu verip merhûııu rehinlikıîen kurtarmaktır. (Fü-kûk), (iftikâk) da, rehni kurtarmak anlammadır. (Fikâk) da, hem rehni veyâ esiri kur­tarmak anlammadır, hem de kurtarmaya sebcb olun şey demektir.

[72] Ribh: Fayda, kâr demektir. Meselâ; yüz kuruşa alınan bir mal, yüzon kuruşa sa[ıls:t, bu on kuruş ribh olmuş olur. Çoğulu; «Erbâh» dır. İrbâh da, bîr maldan kâr sağla­maktır.

[73] Şefi': Satılan veya ivazla hîbe edilen akarda şuf'a hakkı olan, yâni o akara temellüke yetkisi bulunan kimsedir. Satılan akarda payı olan veya o akara akarı bitişik bulunan kimse gibi.

[74] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 269-274.

[75] R«şîd (rüşd): Rüşd, din ve dünyâ seiâhıdir; dine ve dünyâya zarar verib vermeyecek şeyîeri bilmektir. Hakk'a, Kur'ân'a da «Rüşd»> ilenir. «Reşed», hayır, rahme!, hidâyet demektir, «Re§âd» kuvvetli akıl sahibi olmaktır. Malını muhafaza hususunda tekayyüd ederek sefâhattan, savurganlıktan kaçınan kimseye (Reşîd) denir. İşlerini güzelce ida­reye muktedir surette baliğ olan kimseye de (Reşîd) adı verilir.

[76] Ecîr: Bir işi yapmak için kendisini kiraya veren kimsedir. İki kısma ayrılır:

a)  Ecîr-i hâs: Yalnız müste'cİriııe işlemek üzere tutulan ecirdir. Aylıklı hizmetkâr feîbi. Buna, «4Ecr-i vahd» de denir.

b)  Ecr-i  müşterek :   Müste'cirindcn  başkasına  işlemek şanıyla   bağlı  olmavan  ecir­dir. Hammâl, terzi, saatçi, iskele kayıkçısı, köy çobanı gibi. Böyle bir kimse, başkasına bil-fiil İş görmese de yine müşterek ec$? sayılır. Çünkü, bu İşi görmeye yetkisi vardır.

[77] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 274-276.

[78] Allah Teâlâ (C.C) Cum'a sûresinin 9.  âyetinde söyle buyuruyor :. Meale» :

«Ey îmân edenler! Cum'a günü namaz için çağrıldığınız (yâni ezan okunduğu) za­man hemen Allah'ı zikretmeye gidin (sa'y edin).  Ahş-verijJİ bırakın.,...»

Bu âyette geçen (sa'y) i müfessirler (Itcmcıı gidin) diye tefsir etmişlerdir. (Ebu's-Suûd, Nesefî)

Râgib Isfehânî'ye göre; Sa'y'den murâtl, koşmak değil hızlı >ürümektir. (Müfredat)

Elmalı'Iı Tefsirinde de bu konuda şöyle denmektedir:

«Burada sa'yden maksad, meşgul olduğu işi hemen bırakıp vakit geçirmeksizin hut­beye yetişmeğe çalışmaktır. Telâş ile koşarak gitmek demek değildir.»

«Cum'a günü namaz için çağrıldığınız /aman» elan murâd; Cum'a günü okunan ezandır. Ancak bunun iç ezanı mı yoksa dış ezanı mı olduğunda ihtilâf edilmiştir. Bu konuda Elmalılı Tefsirinde şu ma'Iûmât nakledilmektedir:

«Peygamber (S.A.V.) zamanında Cum'a için birinci nida hatîb minbere oturduğu zaman Mescidin kapısı üstünde okunan ezan, ikinci ezan da hatîb inerken edilen ikâ­met idi. Hz. Osman zamanından beri tekarrür etmiş oian icmâ' ve teamüle nazaran da birinci nida Cum'a vaktinin girmesiyle okunan dış ezanı, ikinci nida hatib minbere otur­duğunda okunan iç ezanı, üçüncüsü de kâmet'tir. Bu âyette (Çağrıldığınız zaman) de­mekten murâd ilk okunan ezan olmak lâzım geleceği aşikârdır. Çünkü birinci ezan okununca nida, yâni Zikrullâha sa'yin şartı olan çağırılma vâki olmuş olur. Fakat bi­rinci ezan hangisi i'tibâr edilmeli? Ba'zı âlimler Peygamber (S.A.V.) zamanındaki bi­rinci ezanı nazar-ı ftibâra alarak şa'yin viicûbu hatibin minbere oturduğu zaman oku­nan ezan ile başlıyacağına kail olmuşlardır. İlk bakışta bu pek uygun gibi görünür. Lâ­kin Kenz Şerhi Bahr-i Râik'de ve Tenvîr'ul-Ebsâr'da ve sâirede beyân olunduğu üzere Hanefîyyece esah olan şudur ki, bu vücûb ilk okunan dış ezânıyla başlar. Çünkü Cum'-aya nida, da'vet bununladır. Fetâvây-ı Hİndiyye'de mes'eleyi şöyle nakleder: Sa'y ve terki bey1 birinci ezan ile vâcib olur. Tahâvî demiştir ki: Minber ezanı sırasında sa'y vâcib ve bey mekruh olur. Hasan tbn-i Ziyâd da demiştir kî: Mu'teber olan minaredeki ezandır...»

Hmah'lı Tefsiri.  (Hak Dini, Kur'ân Dili).  Elmah'lı Hamdi Yazır,  c. 6, s. 4963)

Dürer'in birinci cildinde (c. 1, s. 247) Cum'a Namazı Bâbı'nda Molla Husrev; dış ezanını birinci ezan ve iç ezanım ikinci ezan kabul ederek sa'yin birinci ezan ile vâcib olduğunu ve esah olan kavlin de bu olduğunu kabul ediyor ve:

«Eğer musallî, ikinci ezan vaktinde gitmeye yönetse, hutbeden Önce sünneti kılma* ya ve hutbeyi dinlemeye imkân bulamaz. Belki onun Cum'ayı kaçırmasından korkulur.» diyoi\

[79] Vaîd: Cezasını söyliyerek fenalıktan  korkutmak,  vıktırinak demektiı

[80] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 276-279.

[81] Mceelie'riİn   190.   maddesinde;   «Âkıdeyn   ba'dei-akd   rızâlanyla   bej'i   ikâle   edebilirler.» şeklinde ifâde edilmiştir.

[82] Mecelle, madde 191 hükmü şöyledir: «Bey' gibi (ikâle) dahi îcâb ve kabul iie olur.»

[83] Mecelle,  madde  193'de  de söyle  denmiştir: «Bey  gibi i kalede dahî ittilıâd-ı  meclis la-. zımdır.»

[84] Deyn-i müeccel: Bir müddetle ertelenmiş olan burçtur. Bir yıl nıûılıktk istikraz edilen para gibi.

[85] Mecelle, madde: 196 hükmü de

«Semenin  telef olması  ikâlenin  sıhhatine  mâni değildir.

[86] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 280-283.

[87] Murabaha:  Bey'i  murabaha;  bir  kimsenin   almış olduğu bir  malı,   kendisine kaça   mâl olduğunu söyliyerek, ondan ziyâde bîr semen ile başkasına nzâsıyle salmasını.

Tevliye: Bey'i tevliye; bir kimsenin atmış olduğu bir inalı, kemlisine k-.^.ı mâl olmuş ise, onu söyliyerek, tanı o kadara satmasıdır.

Vadîa (vazîa): Bey'i vadîa; bir kimsenin, bîr malı kendisine kaça mâl olduğu­nu  söyliyerek  ondan   eksiğine salmasırtır.

[88] Adediyyât-ı mütckâribe: Bireyleri ve tenleri arasında kıymetçe önemli fark bulunma­yan ma'dudâttır, ki hepsi de misliyyâttandır. Ceviz \e yumurta gibi.

[89] MİslE:   Çarşı  ve  pazarda bahâsının   İhtilâfını gerektiren  bir   fark  bulunmaksızın   misli, yâni kendi gibisi bulunan şeydir.                                  

[90] Kıyemî: Çarşı ve pazarda misli bulunmayan veya bulunsa da fiyatça farklı ulan şeydir. Yazma kitaplar, hayvanlar, karpuz ve kavun gibi meyveler bu kabilden dir.

[91] Simsar: Satıcı ile müşteri arasında, malı satmak ve pazarlık etmek için aracılık japan kimsedir. Salıvermesi için, dışarıdan kendisine arpa ve buğday gibi şeyler getirilen kim­seye de simsar denir. Zamanımızda buna komisyoucu, derler.

[92] Dellât: Alışverişte aracılık eden kimse, satılacak; bir şeyi yüksek sesle satan adam, de­mektir.

[93] Mudârİb:  Şirket-i  mudârebe, bir tanıfclan  sermâye,  diğer  tarafdan  çalınmak  ve    ul-', mak  üzere  akd  edilen  bir  çeşit  ortaklıktır.  Sermâye  sahibine  (rab&'iil-nıâl)  yâni   mal sahibi, çalışan işçiye (âmile) de, «mudârib» denilir.

[94] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 284-289.

[95] Bakara sûresi; âvel : 275.

[96] Bakara sûresi; âyet: 275

[97] Garar: Akıbeti bilinmeyen, yâni sonu ma'lûaı olmayan şeydir.

Resûlüllah  (S.A.V.):  Sonu nıa'lûm olmayan işeyin  satılmasını  yasak  etnıiştîr.  Me­selâ;  sudaki  balığı, 

havadaki  kuşu  satmak gibi.

[98] i'mâl:  Fıkıh usûlüne göre;   ihmâi   etmeyip söze  bir  ma'nâ   verme;   yürürlüye   koyımık. amel ettirmek.

[99] Mukâyaza: Bey'i mukâyaza; nakit kabilinden olmayan bir aynı diğer bir ayn ile, yâni; altın ve gümüşten başka bir malı, diğer bir mal ile mübadele etmektir ki, buna lisânı­mızda değiş-tokuş «Trampa» denir. Bir kitabı, diğer bir kitabla değişmek gibi.

[100] Hulu': Nİkâh mülkünü zevcenin kabulüne bağlayarak özel lâfıAırdan. biri\le nrtaılan kaldırmaktır. Muhâlea. İvaz karşılığında olup olmamak hakımmıhut iki kısımdır. Mut­lak olarak hııju' denildiği zaman, şer'an bir örfî hakikat olarak n .*/ k;u?ı!ı;jııul;ıki mu-lıâleaya masruf olur. Hulu' için verilen bedele, «Hulu' bodeîi» denir

[101] Budu' (buzu'):  Nikâh anJamınadır.   Kadının tenasül uzvuna <i;ı   ıilâk olunur.

[102] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 290-295.

[103] Ribâ: Şiddetle yasak edilen fâsid alls-verişlerdemiir.- Liigat'tan anlamı; ziyâde demek­tir. Fukahânm ıstılahında isa: Bir cinsden olan iki bedelden birine yapılan karşılıksız ziyâdedir, ki bu gün buna'«faiz» diyoruz. Ribâ; «Ribe'n-ncsîc» ve «Itibc'i-fadl» olmak üzere iki kısımdır. Hatifi Şâfiiler buna «R'ibetf-ycct* adiyle üçüncü bîr çeşidi eklemiş­lerdir.

" * Ribe'n-nesie: Ziyâdesi geç ödemeden, yâni bir müddetten ibaret olan ribâ'dır. Kışın bir Ölçek buğday vererek, Güzün onun karşılığında bir buçuk ölçek buğday almak gibi. Dundaki yarım ölçeğin karşısında satılık bîr mal yoklur; o yalnız beklediği müddetin karşılığıdır. Bundan dolayıdır ki bu ribâya, «Erteleme fâi/İ» anlamına «Ribe'n-nesie» denilmiştir.

*    Ribc'I-fadl «Va'desİz Faiz» : Karşılığında hiç bir şey bulunmayan ziyâdedir. Bun­da müddet filân yoktur."Bir ölçek buğday vererek bir buçuk ölçek buğday almak ve teslim - tesellüm   işlemini   yaparak   işi   kesinleştirmek  gibi.   Oniki   mıskal  ağırlığında   iş­lenmemiş altını vererek, on miskal ağırlığında işlenmiş bir alım almak da böyledir. '

*    Ribel-yed:   Bİr   cinsden   iki   şeyi   teslîm  ve   teseliümsüz   satmaktır.   Buğday   ile buğdayı satmak gibi:

Ribe'n-nesîe'njn hükmü: Ribe'n-nesie'nin haram olduğu hususunda İmamlar ara­sında ihtilâf yoktur. Onun büyük günâhlardan sayıldığı münâkaşa götürmez bir haki­kattir. Bu cifte t, Kftâb, Sünnet ve femâ-i Ümmet ile sabittir.

Rİbo'l-fadFın hükmü: Va'dcsiz faiz demek olan bu işlem dört mezhebe göre ha­ramdır. Sahâbe-i Kirâm'dan ba'zılarının bunu tecvîz ettîği, hal tâ İbni Ahbâs (R.A.") nın da bunlar arasında bulunduğu rivayet edilmişse de sonradan bu fikirden döndüğü ve ribe'I-fadl'm* haram olduğunu kabul ettiği kesinlikle sabit olmuş bir -gerçektir.

(Şeamet Yolları, Alımed Davııdoğlu C:  3. S. 70-741

[104] Bakara sûresi; âyel: 28.1

[105] Za'ferân : Safran, süaengillerden küçük bitki ve boya olarak kullanılan   kokulu tepeciğidir. (Fazla bilgi için; C.   1, S. 284'e bakınız.")

[106] Biftman   (Menn):   Menıı,   iki   rıt!  ağırlığında,   \âni:   260  dirhemlik  bir  olcudur.  Dört nıenn, bir sâ'dır. Menn'e Türkçe'de «Batman»    denir. Batman;  7 kilogram, 697 gram, 670 miligramdır.

[107] Sancat:  «Sance» nin çoğuludur.   «Sance»:   Terazide  tartı   ivin   kuH.ından   Uısiır.   Diğer bir  deyimle,  terazide kullanılan  ağırlık  ölçüsüdür.

[108] Mt'yâr: Bir şeyin değerini, saflık derecesini anlamak için kullanılan âlettir, Mizan, terâzî, ayar mikyası, ölçü anlamlarına da gelir.

[109] Fels: Bakır para, ufak akçe, pul demektir. Pwl ise, lıesab ve fersiz ıstüâhıncu; bir ak­çanın üçde veya dörtte biridir. Mullaka paraya, mangıra ve yuvarlak tna'den parama (la «pul» denir.                         '     '

[110] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 296-304.

[111] İstihkak: Bir hakkın istenmesi ve bir şeyin bir şahsa âid bir hak olduğunun  ortaya çıkması anlamına gelir.

[112] Ulûk; Bİr şeye ilgili olmak, iki şey arasındaki sadâkat veya husûmet. Gebe kalmak. Rahim gibi, oğJan yatağı denilen mahal.

«Alûk» da, arzu ve süt anİamınadır. Ölüme ve dâhiyeye de alûk ve alûka denir.

«Alâka» da, bir şeye sevgi veya husûmet sureliyle olan bağhlık ve ilgidir. (Hukûk-u tslâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyyc Kâmûsu, Ömer Nasûbî Bilmen, c. 2, s. 396)

[113] Sicil: Kendisine nikâha, talâka, vakfa, İkrara, satmak ve satın almaya ve diğer huku­kî muamelelere dâir mahkemede cereyan eden ifâdelerin ve hükümlerin zabt ve tahrîr edilmiş olduğu defterdir. Çoğulu; «Sîcillât» tır. Hâkimin verdiği hükme de, «Tescil» de­nilmektedir. Çünkü bu hüküm, bîr sicİie kayd edilmektedir,

[114] Mahzar: Kendisinde  iki   hasmın   arasındaki  ikrara,   inkâra,   be>7İneye   veya  yeminden kaçındığına binâen verilen hükme dâir carî olan  şeylerin  iştibâhı kaldıracak biçimde yazılmış olduğu mahkeme defteri veya tutanaklardır.

[115] Sak: îlâm, hâkimin da'vâ edilen muameleye, hâdiseye ve bu husûsdaki hükmüne dâir tanzim etmiş olduğu vesikadır.  Çoğulu; «Sukûk» dur.

[116] Sulh: Istılâhda; iki tarafın, yâni müddeî ile müddeâ aleyhin aralarında rızâları iie çe­kişmeyi ortadan kaldıran ve yok eden bir akdden ibarettir.

[117] Nafiz: Başkasının hakkı tealluk etmeyen, meselâ; icazetine mevkuf bulunmayan mua­meledir. Şartlarını ve rükünlerini cami olan bîr akd, bir akd-i nafizdir ki, kendisinde muhayyerlik bulunup bulunmamak i'tibâfiyle lâzım ve gayr-i lâzım kısımlarına ayrılır. Karşılı; «Gayr-f nafiz» dir.

(Hukûk-ıı tslâmiyye ve UtılâhîU-ı  Pıkhiy>e Kânunu. Ömer Nasûlıt Bilmen, c    1. s. .'5)

[118] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 305-314.

Online Bağış
Hediyen Dünyanın En Güzel Hediyesi Olsun
Haftanın Hutbesi
16.02.2024 Dünyayı Barış Ve İtidale Çağırıyoruz
09.02.2024 Hayatı Değerli Kılan Ölçü: İman
02.02.2024 Rabbimiz, Müminleri Yalnız Ve Yardımsız Bırakmaz
26.01.2024 Mülk Sûresinden Mesajlar
19.01.2024 Bizi Güçlü Kılan, Birlik Ve Beraberliğimizdir
12.01.2024 Allah’ın Rahmet Ve İnayetine Sığınmanın Adı: Eûzü-Besmele
Kur'an-ı Kerim Dinle
DİB Kur'an Portalı
Ramazan Pakdil Sureler
Bünyamin Topçuoğlu
Bünyamin T.oğlu Aşirler
İlhan Tok Hatim
Abdussamed Hatim
Abdul Rahman Al Sudais
Ahmed Al Ajmi Hatim
F.Çollak Görüntülü Hatim
İshak Daniş Hatim
5 Hafız OK takipli Hatim
Mehmet Emin Ay Hatim
İsmail Biçer Ok Takipli
İsmail Biçer Aşr-ı Şerifler
114 Sure 114 Hafız
S.Hafızlar Görüntülü
Kur'an International
Tefsir
Cüz Cüz Kur’an Özeti
Her Cüzden Üç Mesaj
Elmalı Tefsiri
Elmalı Meali
Fizilali Kur'an
DİB Kuran Meali
Kur'an-ı Nasıl Anlayalım
Fıkıh
K.İslam Fıkhı
R. Muhtar-İbn-i Abidin
Gurer Ve Dürer
Mülteka El Ebhur
Kuduri Tercümesi
Nûru'l-îzâh Tercümesi
Büyük Şafi Fıkhı
Detaylarıyla Namaz
Hadis
Kütübüs-Sitte
Sahihi Buhari
Riyazüs Salihin
Ellü'lüü vel-Mercan
Hadis El Kitabı
40 Hadis ve izahı
Uydurma Hadisler
Üye Adı
Parola

Şifremi unuttum -
Sayfa oluşturulma süresi: 0.01 saniye 14,856,349 Tekil Ziyaretçi
Copyright © 2012 islamda Hayat
Sitemizdeki Vaaz, Hutbe ve Yazılar kaynak göstermek şartı önceden izin Almadan Ticari Amaçlar Dışında Kullanmak Serbestir.

Tüm Bilgiler Ümmete Vakıftır copyright © 2002 - 2024