Selem Babı (Peşîn Para İle Veresiye Mal Almak) 2
İstisna' : 4
Çeşitli Mes'eleler 5
Fâsid
Şart İle Bâtıl Olan Ve Şarta Bağlanması Sahîh Olmayan Şeyler : 6
Sarf
(Sarraflık) Bâbı 8
Alım Satım Bölümüne Ek. 10
Şufa
Bölümü. 11
Kendisinde Şuf'a Olan Veya Olmayan Şey Babı 15
Hibe Bölümü. 19
Hîbe'den Dönmek
Babı 23
Şarta Bağlı Hibe Hakkında Bir Fasıl 26
Kira Bölümü. 26
Fâsid Kiralama
Babı 30
Kiralamaya Dâir
Bir Bâb. 34
Kiralamanın Fesh Edilmesi Babı 37
Çeşitli Mes'eleler 39
Ariyet (Ödünç) Bölümü. 40
Selem, lügat yönünden
«selef»
ma'nâsınadır. Çünkü, peşinle veresiye almaktır. Bu akde selem atlı verilmesine
sebeb, vakti gelmeden acele yapıldığı içindir. Çünkü satışın vakti, satıcının
mülkünde-satılan şey bulunduktan sonradır. Selem, âdeten satıcının mülkünde
bulunmayan şeyde olur. Bu durumda akd, muaccel olur.
Selem, Kitâb ile
meşrû'dur. O da Allah TeâUV (C.C.) mıı:
«Birbirinize belirli
bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız...» âyet-i
kelimesidir. Çünkü, bu âyet-i kerîme, selemi ve müeccel semen ile satışı ve
peşin yapıldıktan sonra ertelemeyi kapsar.
Sünnet İle de meşrudur.
O da, Resûlüllah (S.A.V.) in:
«Sizden biriniz selem
(yoluyla alış-veriş yapmak) isterse, belli ölçek ve belli tartıda belli bir
va'deye kadar selem yapsın.» hadîs i şerifidir.
Selem, Ümmetin İcmâ'ı
ile de meşrû'dur. Kıyâs, buna muhaliftir. Çünkü selem, yok olanın satılmasıdır.
Lâkin kıyâs, zikredilen şeyden dolayı terk edilmiştir. Musannif, Resûlüllah'
(S.A.V.) den: «İnsanın yanında olmayan şeyin satılmasını yasak etti ve selemde
ruhsat verdi.» diye rivayet edilen hadîs ile istidlal etmemiştir. Çünkü,
Mulıanı-ıned b. el-izz'il-Hanefî (Rfo.A.); Hidâye Haşiyelerinde; «Bu lâfız, bu
vech üzere, hadis ki t ablarında sahabeden bir kimseden rivayet edilmemiştir.
Galiba o, fukahâ'dan bir kimsenin sözüdür.» demiştir.
Selem şer'an; bir şeyin
satıcıya borç olmak üzere, şer'an ınu'tcbcr olan şartlar ile satılmasıdır.
Yakında, o şartların açıklaması gelecektir, istilanda satıcı; «müslemun ileyh»
dir. Müşteri; selemin sahibi ma'-nâsına gelen «Kabb'us-Selem» dir. Satılan soy
ise; «Müslemun fîh» dir-Semen: «Uc'si mâl» dir.
Selem, miktarı bilinen
şeyde sahih olur. Yâni miktarı, ölçü (keyl), tartı (vezn) ve uzunluk ölçüsü
(zer') ne şâmildir. Yine, selem, sıfatı bilinen şeyde sahih olur. Yâni iyiliği
ve kötülüğü ve bunların benzeri nitelikleri bilinen şeyde sahih olur. Kile ile
ölçülen (mekîi) ve müsem-men mevzun (semen yapılan arşınla ölçülen şeyler) gibi.
Müsemmen sözü, dinarlar ve dirhemlerden sakınma (ihtiraz) dır. Çünkü onlar
mevzûnâttandır. Lâkin, müsemmen değildir. Belki, kendileri semendirler. Şu
hâlde, onlarda selem caiz olmaz. Ceviz, yumurta, madenî para (füls), kerpiç ve
belli kalıpla kiremit ve miktarı -belli, ölçülebilen; yâni eni ve boyu belli
giyecek gibi, birbirine yakın olan sayılan şey (müte-kârib olan adedî) ve
sıfatı, yâni kalınlığı ve inceliği belli olan ve yine ağırlığı (vezni) belli
olan — eğer ipek giyecek gibi tartı ile satılırsa — selem sahîh olur.
Tuzlanmış, yâni
salamura olmuş balıkda da selem sahîh olur. Arab dilinde, tuzlu (melîh) ve
tuzlanmış (memlûh) balık denir. Mâlin, denilmez. Ancak, halk arasında mâlin de
denir.
Yine, ayrıca bir
vakitle mukayyed (bağlanmış) olmayarak bulunduğu anda taze balıkda selem sahîh
olur. Hattâ bir şehirde taze balığın ardı kesilmese, mutlaka selem caiz olur.
Tuz ile salamura olanı ve tazeyi veznen ve nev'en ma'lûm oldukları hâlde selem
yoluyla satmak sahih olur. Yine selem, tas, leğen, kumkume (yâni çift kulplu
bakır kap) ve edik (mest) gibi her biri çekişmeyi ortadan kaldıran şeyle
belirli olurlarsa, sahih olur.
Selem, miktar ve
niteliği bilinmeyen şeyde sahih
olma/.
Hayvan, hayvanın
bacakları (sakatatı), eti ve uıkrîle satılan derilerinde selem caiz olmadığı
gibi; demetle odun, yaş ot, cevher ve boncuk gibi şeylerde de caiz olmaz. Çünkü
bunların her birinde selenü men eden aşın farklılık vardır. Hattâ, uzunluk ve
genişlik derilerde ve bağlanan elemedin miktarı belirtilirse, onda selem caiz
olur.
Kcel (va'de ve müddet)
vaktine kadar ardı kesilen jjeyde de selem sahih olmaz. Yâni akd vaktinden
müddet doluncaya kadar bulunmayıp, akidden ecele varıncaya kadar vaktin tümünü
yokluk (adem) kaplamakla selem sahih olmaz.
Yine, miktarı
bilinmeyen kcyl veya muayyen zira' ile de selem sahih olmaz. Çünkü bunda,
teslim gecikir. Çok defa zayi1 olup, çekişmeye vardırır. Yine, muayyen bir
köyün buğdayı ile veya muayyen bir hurma ağacının hurması ile selem sahih olmaz.
Çünkü ona ba'/.an alet erişip, teslime kadir olamaz.
Selemin sıhhatinin
şartı; buğday ve arpa gibi, cinsini; suvarılan ve suvarılmayan buğday gibi,
nev'ini, iyiliği ve kötülüğü gibi sıfatını ve miktarını beyân etmektir. Meselâ;
buruşmayan ve yayılmayan cinsten şu kadar kile demek gibi. Müddetin beyânı da
lâzımdır. Müddetin en azı, esah olan kavle göre, bir aydır. Fetva da, buna
göredir. Ba'zıları, «Üç gündür» (Bu, Tahâvî' (Rh.A.) nin sözüdür). Ba'zıları;
«En az müddeti, yarım günden daha çoktur.» demişlerdir. (Bu söz, İmâm Züier'
(Rh.A.) indir.)
Yine, ölçülen (keyli)
ve tartılan (vezni) da ve birbirine yakın olan sayılan şeylerde (adedî'de),
re'si-mâîin miktarını beyân etmek şarttır.
Yâni akdin miktarı
üzere müteallik olan şeyde re'si-mâl müşârün ileyh ise de, ölçülen, tartılan ve
ceviz ve yumurta gibi birbirine yakın adedi şeylerde re'si-mâlin miktarını beyân
etmek şart kılınmıştır.
İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ);
«İşaretle ta'yîn edildikden sonra miktarın bilinmesi şart kılınmamıştır.»
demişlerdir. Hattâ başkasına; «Ben, sana şu dirhemleri, buğdayın bir kürr'üne
karşılık selem verdim.» deyip, dirhemlerin ağırlığını bildirmese veya «Ben,
sana şu buğdayı za'-ferândan şu kadar batmana selem verdim.» deyip, buğdayın
miktarını bildirmese, İmâm. A'zam' (Rh.A.) a göre, selem sahih olmaz. İmâmeyn'
(Rh. Aleyhimâ) e göre sahih olur. Re'si-mâl, giyecek veya hayvan olursa,
İşaretle nıa'İûm olacağı hususunda ittifak etmişlerdir.
Yüklenmesi ve
taşınmasında ağırlık ve zahmet olan şeyde, vereceği
yeri belirtmek şarttır. Eğer misk ve kâfur gibi,
yüklenmesi ve taşınmasında ağırlık ve zahmet olmazsa, dilediğj yerde verir.
Esah olan kavi budur. Çünkü, mekânların hepsi müsavidir. Hâlen vücûb yoktur.
Keza, müeccel semeni de
belirtmek şarttır. Meselâ; hâzır olan köleyi zimmette (boynuna borç olan)
nıevsûf olan buğday ile ma'lûm bir müddete kadar satarsa, o zaman verme yerini
belirtmek şarttır.
tki kişi, bir evi
paylaşıp; ikisinden biri diğerine, payına düşen iaz-la ağaç veya binadan dolayı,
taşınması ve zahmeti olan bir şey vermeyi şart etse, verme yerini belirtmesi
şarttır. Ücreti belirtmek de şarttır.
Yüklenmesi ve taşınması
için zahmet olan şeyle bir ev veya bir hayvan kiralayıp zimmetinde borç olduğu
hâlde verme yerinin belirtilmesi şart kılınmıştır.
Selemin sıhhatinin
bekâsının şartı; ayrılmazdan Önce ıVsi-teslim alınmasıdır. İmdi selem, sahihan
mün'akid olur. Bundan sonra, teslim almadan aynlmakla bâtıl olur. Eğer selem
sahibi müslemun iley-he yüz dirhem nakit ve yüz dirhem buğday yığını (kürr)
üzerine selem verse, borcun hissesinde selem bâtıl olur. Çünkü, meclisde teslim
alma bulunmamıştır. Şartları bir araya geldiği için paranın hissesinde caiz
olmuştur. Burada fesâd her tarafa dağılmaz. Çünkü başlangıçta sahîhan selem
vâıki' olduğu için fesâd ortadan kalkmıştır. Hattâ re'si-mâli meclisde peşin
verirse, sahih olur. Ue'si-mâl de teslimden önce ve müslemun fîhde selem sahibi
teslim almazdan önce tasarruf etmek caiz olmaz. Birincinin caiz olmaması, akd
ile vâcib olan kabzın (teslim almanın) ortadan kalkmasından dolayıdır. İkincide
caiz olmaması, müslemun fih satılan şey olup, onu teslim almazdan önce
tasarruf caiz olmadığı içindir. Nitekim, daha önce geçti.
•Selem sahibi
(rabbu's-selem), müslemun ileyhe, müslemun fîh'in yansı senin obuası için,
re'si-mâlin yarısını bana ver, diyerek ortaklıkla tasarruf etmek caiz olmaz.
Veya selem sahibi, bir başka kimseye, müslemun fîh senin olması için, müslemun
ileyhe verdiğim re'si-mâlin mislini bana ver, demekle tevliyet veya bu ikisinin
benzeri sözler ile tasarruf caiz olmaz. Musannifin bu ikisini ayrıca
söylemesine sebeb, çünkü bu ikisi murabaha ve vadîadan daha çok vâki olurlar.
Musannif «Tasarruf caiz
olmaz.» sözüne şu sözü tefrî' etmiştir: Eğer selem sahibi (rabbu's-selem), müslemun ileyh ile selemi akd edip, _ re'si-mâli
müslemun ileyh teslim aldıküan sonra ikâle edişselerdi, hattâ müslemun ileyhden
malın hepsini geri isteyip
teslim almadıkça,
kabzdan önce re'si-mâlde tasarruf lâzım
gelmesin diye bir şey satın alamaz.
Bir kinişe, bir yığın
buğday satın alıp müşteriye kazaen teslim almasını emretse, sahih olmaz. Yâni
bir kimse, buğdaydan bir yığın selem verip müddet doldukda müslemun ileyh, bir
adamdan bir yığın buğday satın alıp selem sahibi, müşteriye o yığını kazaen
teslim almasını emretse kazaen sahih olmaz. Eğer selem sahibine o yığının
kendisi için teslim almasını emretse, ondan sonra kendisi için kab-zetse ve o
yığını evvelâ onun için, sonra kendisi için öiçse, caiz olur. Çünkü keyl şartı
ile iki pazarlık bir araya gelmiştir. Bu durumda, iki defa ölçmek lâzımdır. Zîrâ
Resûlüllah (S.A.V.); iki ölçek câri olmadıkça yiyeceği satmakdan menetmiştîr.
Şayet, karz verene emrederse sahili olur. Yâni buğday yığını, selem olmaz da
karz (borç) olursa, imdi borç verene, şayet teslim alınmasiyle emretse caiz
olur. Zîrâ karz (borç), ariyet (ödünç) sayılır. Bundan dolayı iare lâfziyle
mün'akid olur. İmdi geri verilen (merdûd) hükmen, mutlaka alınanın aynı olur. Ve
iki pazarlık bir araya gelmez.
Keza; yâni birinci
surette dahî müslemun ileyh bîr yığın satın alıp, selem sahibine müslemun ileyh
için teslim almasını, ondan sonra kendisi için kabzla emretse, o da önce
müslemun ileyh, sonra kendisi için Ölçse, sahih olur. Bunun sıhhatine sebeb, iki
ölçünün bir araya gelmesidir. Eğer rabbu's-selem, müslemun ileyhe müslemun fîhİ
rabbu's-se-lemin kabına ölçmesini emretse, o da, o yok iken kabına ölçse veya
müşteri satıcıya, satılan şeyin ölçülmesini emretse, o da kendi kabında ölçse
teslim alma olmaz. Zîrâ, ölçmeyi emretmek sahîh değildir. Çünkü âmirin mülküne
tesadüf etmemiştir. Âmirin hakkı aynda değil, devridedir. İmdi müslemun ileyh,
selem sahibinin kabını ödünç almış olur ve kendi mülkünü o kaba \koymuş olur.
Müşterinin emriyle, müşterinin kabına satıcının ölçmesi zikredilenin aksinedir
Yâni müşteri, bir muayyen buğday satın alıp satıcıya müşterinin kabına kendi
yokluğunda ölçmesini emretse, teslim almı§ olur. Çünkü müşteri, buğdaya satın
almakla mâlik olmuştur. İmdi onun emri mülküne tesadüf etmiştir. Müşterinin
kabına aynın Ölçülmesi, ondan sonra deynin ölçülmesi, teslim almaktır. Bunun
aksi, teslim almak değildir. Bunun sureti şudur: Bir adam bir yığın buğdayda
selem akdi yapsa, müddet doldukda selem sahibi (rabbu's-selem), müslemun
ileyhden muayyen bir buğday yığını satın alsa; selem sahibi, müslemun ileyhe,
müslemun fîh olan yığını ve satın alınan yığını içine koyması için bir kap
verse, eğer müslemun ileyh kaba, satın alman ayndan ölçülmeye başlarsa, ondan
emr sahîh olduğu için aynı ve mülküne tesadüf ettiği için müslemun fîh olan
deyni de teslim almış olur. Şu kimse gibi ki; borç buğday alıp, borç verenin tarlasına ekmesini
borç verene (ıııuk-rize) emreder. Eğer borçtan başiaVsa, ayıı ile Igorçtan
hiçbirini teslim almış olmaz. Borcu teslim almış (kâbız) olmaması; bu husûsdaki
emr sahîh olmadığı içindir. Aynı teslim alınıp (kâbız) olmaması; teslimden önce,
mülküne karıştırdığı içindir. Bu adanı, İmâm A'zam' (Rh.A.) a güre, tüketici
olmuştur. Bu durumda yatış bozulur. Bu karıştırma, makbul değildir. Çünkü
gayesinin, ayıı ile başlamak olması muhtemel ve caizdir.
îmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ)
e göre, muhayyerdir. Dilerse satışı bozar, dilerse karıştırılmış olan şeyde
ortak olur. Zîrâ karışan şey (hılt), İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre istihlâk
değildir.
Bir kimse, bir cariyeyi
buğdaydan bir yığına selem else ve kimin ileyh onu teslim alsa ve teslimden
sonra selem sahibi (rabbu's-selem) ınüslemun ileyh ile ikâle edişseler, câriye
ise geri verilmezden önce ölse, ikâle bakî kalır.
Ya da, câriye Öl ti
ukden sonra ikâle edişseler, i kaleleri sahih olur. İkisinde de cariyenin
kıymeti, müslemun ileyh üzere lâzım gelir. Yâni gerek ikâleden önce, gerek
ihaleden sonra ölsün cariyenin kabzı günündeki kıymeti müslemun ileyh üzere
lâzım gelir. Yâni bir kimse, selem ile bir yığın buğday satın alsa ve. bir
cariyeyi re'si-mâl yaparak onu müslemun ileyhe teslim etse, sonra ikâle
yapsalar, ondan sonra câriye müslemun ileyhin elinde ölse, ikâle baki' kalır.
Câriye ölse de sonra ikâle yapsalar, sahîh olur. Çünkü câriye, re'si-mâldir ve
akd de semen hükmündedir; satılan şey (mebî1) müslemun fitidir. İkâlenin
sıhhati,, satılan şeyin mevcudiyetine dayanır, semene dayanmaz. Nitekim, daha
önce geçti. İmdi cariyenin helaki birinci mes'elede, yâni ikâle cariyenin
ölümünden önce olduğu surette, ikâlenin beka hâlini değiştirmez. İikincide, yâni
ikâle cariyenin ölümünden sonra olduğu surette sıhhati; değiştirmez. İmdi
müsîemun fîhde aikd münfesih olunca, tebaan cariyece dahî münfesih olur. Bu
durumda, cariyenin geri verilmesi vâciib olur. Halbuki câriyetyi geri vermekten
âcizd.ir. O hâlde, cariyenin kıymetinin geri verilmesi vâcib olur.
Keza, mukâyaza (trampa)
da zikredilen gibidir. O da, aynı ayn ile.satmaktır. Nitekim, daha önce geçti.
İki vechinde de ikâle kalır. İki ivazdan birinin helâkından sonra sahîh olur.
Zîrâ iki ivazın her biri, bir baüumdan mebî' ve bir bakımdan da semendir. Geri
kalan ivazda mebî'a ve helâkde semene i'tibâr edilir. Semen ile satın almak
bunun aksinedir. Yâni bir kimse, bir cariyeyi bin akçaya satın alsa, ondan
sonra satıcı ile müşteri ikâle yapsalar, câriye müşteri elinde ölse, ikâle bâtıl
olur. Câriye öldükten sonra ikâle yapsalar, ikâle yine bâtıldır. Zîrâ câriye,
satışda asidir. Helâkdan sonra ikâle kalmaz. İmdi ikâ-le ibtidâen (başlangıçta)
sahih olmadığı gibi mahalli bulunmadığı için intihâen (nihayette) de bakî
kalmaz.
Söz, redîlik (yâni
malın kötü ve bayağı olduğunu) ve eceli (yâni va'deyl, müddeti) iddia eden
kimsenindir. Yâni selem yapanlar, kötülük ve müddet şartında ihtilâf etseler,
söz, bunları iddia edenindir. Kötülük ihtilâfına gelince, müslemun ileyhin;
«Biz kötü malı şart eyledik.» demesi ve rsbbu's-selemin de; «Biz akd fâsid olsun
diye bir şey şart kılmadık.*) demesidir. Bu durumda söz, müslemun ileyhindir.
Çünkü rabbu's-selem sıhhati inkârında inatçıdır. Zîrâ müslemun fîh, âdeten
re'si-mâl üzere zâiddir. Şayet selem sahibi kötülük şartım iddia etse ve
müslemun ileyh bir şey şart kılmadık, dese, söz rabbuVsel em indir. Çünkü o,
sahîh olduğunu iddia etmektedir. Kısacası söz, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, iki
surette sıhhat iddia edenindir. İmameyn' (Rh. Aley-himâ) e göre, söz inkâr
edenindir.
4 Müddete gelince; her hangisi
iddia ederse, İmâm A'zam1 (Rh.A.) a göre, söz onundur. Çünkü sıhhat iddia eder.
İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, söz İnkâr edenindir.
İstisna': Bir kimsenin
ayakkabıcı gibi bir san'atcıya; benim için, malından bir çift ayakkabı yap; şu
cinsden, şu nitelikden ve şu kadar akçaya, şu kadar müddette, [meselâ, bir aya
kadar olsun, demesidir.
Bu istisna', selemdir.
Gerek insanlar teamül etsinler —meselâ edîk, leğen ve _ kazan gibi — gerekse
etmesinler — giyecek ve benzerleri gibi— müsavidir.
İstisnâ'ın va'de veya
müddet (ecel) ile selem olması; örf ve teamül bulunmadığı vakit bİTİttifâktır.
Fakat, Örf ve teamül bulunursa, İmâm A'zam* (Rh.A.) a göre, selem olur. İmâmeyn'
(Rh. Aleyhimâ) e göre, selem olmaz. Çünkü lâfız istisna' için hakikattir, ki
muktezâsı muhafaza olunur ve müddet aceleye yorumlanır. İnsanların örf ve
teamülü olmayan şey ise, bunun aksinedir. Çünkü bu fâsid bir istisnâ'dır. Bu
durumda, sahih selem üzerine yorumlanır.
İmâm A'zam' (Rh.A.) in
delili şudur: İstisna' deyndir, seleme ihtimâli vardır. Selemin ise cevazı,
icmâ' iledir, şübhesizdir. İnsanlann istisnaî teamüllerinde ise bir riev'î şübhe
vardır. Bu durumda, seleme yorumlamak evlâ olur.
Ecel (müddet) siz
istisna', istîhsânen sahilidir. Çünkü Nebî-i Ekrem' (S.A.V.) in zamanından
günümüze gelinceye kadar teamül ile icmâ' sabit olmuştur. Kıyâs'a göre, câîz
olmaz. Zîrâ istisna', yok olanın satılmasıdır. Sahih olan söz şudur: İstisna',
bey'an sahili olur, va'de-leşmek (müvâade) ile sahih olmaz. Nitekim, Hâkim
Şehîd' (Rh.A.) den böyle nakledilmiştir.
Musannif, «Bey'an sahih
olur.» sözü üzerine, şu sözü ile tefrî' yapmıştır: Binâenaleyh _san'atkâr,
işini yapmaya zorlanır. Müddet itibariyle olsaydı, icbar edilmezdi, San'atkara
işi yapmayı emreden kimse, ondan geri dönemez. Müddet olsaydı, dönmesi caiz
olurdu.
Satılan şey (mebî*),
ayndır. Amel değildir. Nitekim Ebû Saîd Ber-daî (Rh.A.) bunu kabul edip:
«İstisna' (sun1) dan olup istif âl bâbm-dandır. Sun' ise ameldir.» demiştir.
Musannif, mebî'in ayn
olduğunu şu sözü ile açıklamıştır: Şayet san'atkâr akdden önce yaptığı şeyi veya
yaptığından başkasını getirse, sahih olur. Şayet satılan şey amelî olsa, sahih
olmazdı.
Âmirin rızâsı
olmaksızın, âmir için nıebî* müteayyîn olmaz. Binâenaleyh âmir, mebî'i
görmezden önce satması sahih olur. Eğer âmir için müteayyin olaydı, satması
sahih olmazdı. Onu gördükden sonra âmir için muhayyerlik vardır. Çünkü âmir,
görmediğini salın almıştır.
Teamülden başkasında selem
sahih olmaz. Ancak ecel (va'de) ile sahîlı olur. Meselâ, giyecek gibi. Yâni bir
kimse dokumacıya, giyecek dokumak için yanında fiyatı belli dirhemlerle ma'lûm
olan kimsenin ipliği ile dokumasını emretse, caiz olmaz. Çünkü bunda, teamül
caiz değildir. Bu durumda, kıyâsın aslı üzere bakî kalır. Ancak, müddeti şart
kılar ve şartları bildirirse, o zaman selem yoluyla caiz olur.
Şettâ, «şetît» in
çoğuludur. Müteferrik, yâni; ayrı ve çeşitli ma'nâ-sı nadir.
Köpek, pars, yırtıcı
hayvanlar ve kuşlar gibi, azı dişi (zî-nâb) ve tırnaklı pençe sahibi
(zî-nıihleb) olan her hayvanın, gerek öğretilmiş (muallem) olsun, gerekse
olmasın, satılması sahilidir. Çünkü bunlar, kıymeti hâiz av âletidir. Yalnız,
domuzun satılması sahih değildir. Çünkü domuzun aynı neces (pislik) dir.
Satış hususunda Zimmi,
Müslüman gibidir.
Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Onlara bildir ki;
Müslümanların lehine olan şeyler, onların da lehine; Müslümanların aleyhine olan
şeyler, onların da aleyhinedir.»
buyurmuştur.
Bir de: Zimmîler,
mükellef ve muhtâc oldukları için Müslümanlar gibidir. Ancak şarâbın ve domuzun
satılmasında Müslüman gibi değildirler. Çünkü şarâb ile domuzda onların akdi,
Müslümanm pekmez ile koyunda olan akdi gibidir.
Eceliyle ölmeyen
meyyite'de Zinınıî, Müslüman gibi değildir. Çünkü zikredilen meyyite dahî domuz
gibidir. «Eceliyle ölmeyen» demeye sebeb şudur ki; çünkü kendi eceliyle düşüp
ölse, ittifakla onun satılması bâtıldır. Zîrâ kendi eceliyle düşüp ölen meyte,
hiçbir kimseye göre mal değildir. Nitekim, «Fâsid Satış» da, daha önce
anlatıldı.
Musannif, «Satış
hususunda Zimmî, Müslüman gibidir.» sözü üzerine şu fer'î mes'eleyi
getirmiştir: Şayet Zimmî, bir Müslüman köle veya bir Mushaf-ı Şerif satın alsa,
sahih olur. Çünkü hadis-i şerifin itlâkında, Zimmî dâhildir. Lâkin o Müslüman
köleyi veya Mushaf-ı Şerifi satması için zorlanır. Zîrâ onun elinde
bırakılmakda, o köleyi ha-kîr düşürmek vardır.
Zevcin, satın alınan
cariyeyi cima etmesi, teslim almak (kabz) dır. Onu nikahlaması ise, teslim almak
değildir. Yâni bir kimse, bir câriye satın alıp teslim almazdan önce evlenirse,
sahih olur. Şayet kocası onu cima etse, satın aldığı cariyeyi teslim almış olur.
Eğer cima etmedi ise, sâdece evlendirmekle teslim almış olmaz.
Bir kimse, bir köle
satın alıp onu teslimden Önce müşteri gâib olsa; satıcı ise malı sattığını ve
semenini teslim almadığını isbât etse, eğer müşterinin yerini bilirse, satanın
borcu için o köle satılmaz. Çünkü satılmadan, satıcının hakkına kavuşması
mümkündür. Bu vech üzere satmakda müşterinin hakkım ibtâl vardır. Eğer
müşterinin yerini bilmezse, köle satılır ve semeni müşteri için satıcıya
verilir. Çünkü müşterinin mülkü, satıcının ikrarı ile zahir olmuştur.
Binâenaleyh ikrar ettiği şekilde onun hakkı ile meşgul olarak meydana çıkar.
Satıcının hakkını alması imlkânsız olunca, onu kâdî satar. Râhin, gibi ki;
müflis olarak ölse, kâdî rehni satıp borcunu öder.
Eğer iki kimse bir şey
satın alıp semeni Ödemezden önce ikisinden biri gâib olsa, semenin hepsini hâzır
olanın ödemesi gerekir. Hâzır olan, ortak satılan şeyi (mebî'i) teslim alıp,
diğer ortağı semenden hissesini ödeyinceye kadar malı habs eder. Çünkü hâzır
olan, semeni vermeye
mecburdur. Zîrâ, semenin hepsini vermedikçe hissesi ile faydalanmak ona mümkün
olmaz. Çünkü satış, bir tek pazarlıktır. Onda, semenden bir şey ödemeyip geri
kaldığı müddetçe satıcının habs etme hakkı vardır. Semenin hepsini ödemek
zorunda kalan ortak ise, hissesine düşeni diğer ortakdan alır, Rehni ariyet
veren (muîr) gibi. Semenin hepsini ödemek zorunda kalan ortak müşterinin diğer
ortakdan hissesine düşeni almak hakkı olunca, hâzır olan ortağın hakkını
alıncaya kadar diğer ortakdan malı habs etmek hakkı vardır. Satın almaya vekil
olup, semeni kendi malından ödeyen kimse gibi.
Bir kimse, bir şeyi bin
miskâl altın ve gümüşe satsa, o altın ve gümüş, miskâl ile yanlanır. Yâni
beşyüz miskâl altından ve beşyüz miskâl gümüşden ödenmesi gerekir. Çünkü
satıcı,, miskâli eşit olarak altın ile gümüşün ikisine izafe etmiştir. Bir
kimse, bir şeyi altın ve gümüşden bine, diyerek satsa, altın miskâl ile ve
gümüş yedi vezin dirhemle yarılanır. Yâni altından miskâller ve gümüşden yedi
vezin dirhenüer vâcib olur. Çünkü satıcı bini, altın ve gümüşün ikisine izafe
etmiştir. Bu ikisinden her bir nev'î, Fakîhler arasında, ma'hûd olan vezne sarf
olunur.
Bir kimse hakîkî
(ceyyid) yerine, * Mlmcmezliklc kalp (züyuî) dirhemler teslim alsa, ve telef
olsa, o borç Ödenmiş o hu*. Yani, bir kimsenin başkasında hakîkî on dirhem
hakkı olup bilmeden kalpı hakîkî sanarak ödese, o da bunları harcasa veya helak
olsalar, İmâm A'zam ve İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhimâ) e göre, o borç Ödenmiştir.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.); «Aldığı kalp dirhemlerin mislini verir ve hakîkisini
alır. Zîrâ onun vasfda hakkı, asılda olan hakkı gibi geçerlidir ve o hakkın
gözetilmesi, vasfın ödenmesinin vâcib olmasiyle mümkün olmaz. Zîrâ vasf için
cinsiyle mukabele katında kıymet yoktur. Binâenaleyh, bizim söylediğimize rü';û
vâcib oldu.» demiştir.
İmâm A'zam ile tmâm
MuhammecV (Rh. Aleyhimâ) in delîü şudur:
Teslim alınmış kalp
dirhemler onun hakkı cinsindendir. HaLtâ değiştirme caiz olmayan yerde buna
cevaz verse, caiz olur. Binâenaleyh, kalp cinsiyle hakkını tam ma'nâsiyle almak
(istifa) vâki' olur ve hakkı ancak hakîkîlikde bakî kalır ve ödenmesini vâcib
kılmakla tedâriki miümkün olmaz. Nitekim, sebebi daha Önce geçti. Aslın
ödenmesini vâcib kılmak da mümkün değildir. Zîrâ bu îcâb, onun lehine ve
aleyhinedir. Halbuki bunun şeriatta benzeri yoktur. Meşhur kitaplarda böyle
zikredilmiştir.
Sadr'uş-Şerîa (Rh.A.)
demiştir ki: Bunun üzerine şu i'tir^z vârid
olur: Bunun benzeri Şerîaıtta çoktur. Çünkü şer'î tekliflerin hepsi bu
kabildendir.- Zîrâ teklifler, çok fayda için, az zararı îcâb eder.
Ben derim ki: Şeriatın
tekliflerinden hiçbir şey bu kabilden değildir. Çünkü teklîflerdeki zarar,
dünyevîdir ve fayda ise uhrevîdir. Kulun, uhrevî faydayı terk etmesi caiz
değildir. Çünkü uhrevî fayda, Allah Teâlâ' (C.C.) nın hakkıdır. Bizim üzerinde
durduğumuz konu, bunun aksinedir. Çünkü onda olan fayda ve zarar, ikisi de
dünyevîdirler. Kulun dünyevî faydayı terk etmesi, caiz olur. Çünkü dünyevî
fayda, onun hakkıdır. Bundan dolayı, buna razı olması caizdir. Nitekim, da-, ha
önce geçti. Bu faziletli zâttan (yâni Sadr'uş-Şerİa' (Rh.A.) dan) bunun
benzerlerinin sudûruna» muttali' olmakla, O'nun çok kere bu fennin
inceliklerinden gafil olduğu zannı uyanıyor.
Bir kimsenin arazîsinde kuş
yavru çıkarsa veya yumurtlasa veya geyik mekân tutup doğursa, kuşun yavrusu ve
yumurtası ve geyiğin yavrusu, yer sahibinin değil, bulup alan kimsenin olur.
Çünkü öncelikle ele geçirdiği bir mubâhdır ve kıorumak için dikilen ağa tutulan
av; ve keza önceden hazırlanmayan, sonra
da menedilmeyen bir elbisenin üzerine saçılan dirhem ve şekerler gibi olur.
Hattâ elbise, bunlar için hazirlansa; şekerler ve dirhemler elbise sahibinin
olur. Keza elbise, dirhem ve şeker için hazırlanmamış, lâkin üzerine düştükleri
zaman başkasını menetmişse, bu fiil ile onun olurlar. Şayet bir kimsenin
arazîsinde an bal yapsa, zikredilenlerin aksinedir. Çünkü arazisine tebean
arıya mâlik olması, arazîsinde biten ağaç ve orada suyun akmasiyle toplanan
toprak gibidir.
Burada iki asıl vardır.
Birincisi şudur: Malı, mal ile mübadele olan her şey fâsid şartlar İle fâsid
olur. Zîrâ fâsid şartlar, ribâ bâbın-dandır. Rİbâ, mâlî değiş-tokuşlardadır.
Diğer değiş-tokuşlarla tebcrru-larda ribâ yoktur. Zîrâ ribâ, ivazdan hâlî olan
fazlalıktır. Fâsid şartların hakikati, daha önce geçtiği veehle akdin
gerektirmediği ve akde uygun olmayan şeyin ziyâde edilmesidir, ki o şartlarda
ivazdan hâlî fazlalık olur. O da, ribâdır. Bü, mâlî olmayan değiş-toku şiarda
tasavvur olunmaz. Nikâh, rnal üzerine talâk ve hull' gibi muâvazât
(değiş-tokuş) böyledir. Teberruâtta dahî tasavvur olunmaz. Meselâ, hibe gibi.
Belki şart fâsid, tasarruf sahih olur.
Asim İkincisi şudur:
Hâlis şarta ta'lîk, temlîkâtta caiz olmaz. Zîrâ, kumar kabil indendir.
Kendisiyle yemîn edilen hâlis ıskat kabilinden olan şeyin, mutlaka ta'lîki caiz
olur, bu da talâk ve ıtâk gibidir.
Itlâkât ve velâyât
kabilinden olan şeylerin uygun olan şarta taJ-liklan caizdir. Keza tahrîzât'
(teşvikler) da zikredilen-gibidir. Resû-lüllah (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:
«Her kim bir kimseyi
öldürürse selebi onundur.» Fâsid şarta
ta'lîkı bâtıl olan şeyler ondörttür.
Birincisi, satıştır.
Bunun açıklaması, fâsid satışdâ zikredilmiştir. İkincisi: satışa izin vermek
(icazet) tir. Zîrâ satışa izin vermek de satış gibidir. Hattâ «Bir kimse fülân
semende ziyâde ederse, ben satışa izni verdim.» derse izin (icazet) bâtıl olur.
Üçüncüsü kısmet,
dördüncüsü icâredir. Çünkü kısmette mübadele ma'nâsı vardır, icârede ise, menfaat ve ücreti temlik
ma'nâsı vardıf. Beşincisi,
ric'attır. Zira ric'at,
nikâh mülkünü dâim kılmaktır.
İmdi mülkün başlangıcı ile mu'teber olur ve şarta ta'lîkı caiz olmaz. Altıncısı,
maldan, malla sulhdur. İmdi malı, malla değiş-tokuş olur. Bu takdirde, satışdır.
Yedincisi, borçdan
kurtarmak (ibra) dır. Kurtarmak (ibra) bir bakımdan temliktir. Hattâ geri
vermekle dönülmüş olur. Her ne kadar onda düşürmek (ıskat) ma'nâsı var ise de,
temlikât ile mu'teber olur. Ancak borçdan ibrayı vâki şarta bağlamışsa, iş
değişir. Hattâ borçlusuna; «Malı bana ver.» dese, borçlu (medyun) dahî; «Ben,
malı senin ortağına verdim.» dese, müddeî de; «Eğer verdin ise, seni bıraktım.»
dese, halbuki ortağına vermiş olsa, berâet sahîh olur. Çünkü bu, berâeti mevcûd
bir şarta ta'lîkdır. Ustuıîşniyye'de tle Iıöyle denilmiştir.
Sekizincisi, vekilin
azlidir. Dokuzuncusu, i'tikâfdır. Zîrâ bunların ikisi de, kendisi ile yemîn
edilen şeylerden değildir. Şu hâlde, şarta ta'lîkleri caiz değildir.
Onuncusu, müzâraa;
onbirincisi, muameledir. Çünkü bunlar icâ-redir. Bunları caiz gören kimse, ancak
icâre i'tibâriyle caiz görmüştür. Şu hâlde ikisi de malı, mal ile değiş-tokuş
(muâveze) durlar ve şartla fâsid olurlar.
Onikincisi ikrardır.
Zîrâ ikrar, doğruluk ile yalan arasında cereyan eden ihbardır. İmdi, yalan
olursa, şart bulunmadığı için doğruluk (sıdk) olmaz. Aksi de, böyledir. Ta'lîk,
ancak îcâbda olur. Tâ ki şart bulunmadan önce vâkî' olmadığı anlaşılsın.
Onüçüncüsü, vakftır.
Vakfda menfaati temlîtk vardır. Ondördün-cüsü, tahkimdir. Tahkim (Hakem ta'yîn
etmek) sûreten tevliyettir ve ma'nen sulhdur. Zîrâ, buna ancak aralarında
husûmet kesilmek için iki tarafın razı olmalariyle müracaat olunur. Tahkim, sulh
olması i'ti-bâciyle ta'lîkı ve ta'Hka izafeti sahîh olmaz. Tevliyet olması
.i'tibâriyle, sahîh olur. Şu hâlde, şütahe ile tahkim sahîh olmaz.
Şu yirmialtı şey fâsid
şart İle bâtıl olmazlar:
Karz, hîbe, sadaka,
nikâh, talâk, hul', ıtik, rehin, îsâ, vasiyyet, ortaklık (şirket), mudârebe,
kaza, imaret, kefalet, havale, vekâlet, ikâîe ve kitabet. Bu ondokuz şey, fâsid
şart ile bâtıl olmaz. (Geri kalan yedisi-aşağıda gelecektir.)
Ancak, fesâd akdin
sulbünde (temelinde) olursa, bâtıl olur. Bir
şeyin sulbü, onu meydana getiren
malzemedir. Satışın mevcûd olması, iki ivazladır. İki ivazın birinde olan her
fesâd, akdin sulbünde fesâd olur.
Zeylaî (Rh.A.) der ki:
Kitabet ancak, şart akdin sulbünde dâhil olmadığı zaman, müfsid şart ile îâsid
olmaz. Meselâ, köleyi şehirden çıkmamak şartiyle veya fülân ile iş yapmamak
şartiyle mükâteb etmek gibi. Zira bu şartla kitabet sahih olup, şart bâtıl
olur. Amma şart, akdin sulbünde dâhil olsa —meselâ Müslümanın, köleyi şarâba
veya domuza karşılık kitabet etmesi gibi — bu şart ile kitabet fâsid olur. Böyle
olmasına sebeb; çünkü kitabet bir bakımdan satmaya benzer. Şöyle ki, köle,
etendi hakkında maldır, bir bakımdan da nikâha benzer. Zîrâ; kendisi hakkında
mal değildir. İmdi biz, iki benzerlikle amel ettik. Satışa benzediği için müfsid
şart, akdin sulbünde olursa satış fâsid olur. Nikâha benzediği için ziyâde olan
şartla bâtıl olmaz.
Ben derim ki: Bununla
ma'lûm olur ki, Usturîşniyye ile İmâdiy-ye'de evvelâ; «Kitabeti, şarta bağlamak
caiz değildir. Kitabet, fâsid şartla bâtıl olur.» sözü; fesadın, akdin sulbünde
olmasma mebnidir. İkinci olarak; «Kitabet, müteâref ve müteâref olmayan bir
şartla sa-hîh ve şart bâtıl olur.» demeleri; şartın ziyâde olmasına, onunla
birlikte akdin sulbünde fesâd bulunmadığına mebnîdir. Bundan dolayı, şartı
birincide fâsid ile kayd etmiş; ikincide etmemiştir. Binâenaleyh, ba'zı laf
©belerinin; «Bu söz, ıtlâkı üzere tamâm değildir.» sözlerinin ma'nâ-sı yoktur.
Zîrâ efendi, kölesini şehirden çıkmamak şartiyle mükâteb etse; kitabet sahîh
olup, şart bâtıl olur. Bu surette, şartın fesâdiyle kitabet bâtıl olmamıştır.
Fâsid şart ile bâtıl
olmayandan biri de, ticârette köleye izin vermektir. Meselâ; efendi, kölesine
bir ay veya bir yıl veya bunların benzeri müddet şartiyle izin verir. Biri de;
çocuğu iddiadır. Meselâ, efendi cariyesine; «Bıı câriye gebe ise, çocuk
bendendir.» demesidir. Biri de; kasden adam öldürmekten sulh olmaktır. Keza,
bundan ibra da öyledir.
Ulemâ; sulh ile
yetinerek bundan bahsetmemişlerdir. Çünkü, ikisi arasında çok fark yoktur. Zîrâ
maktulün velîsi, kasden öldürene (kaatile); meselâ; «Bu şehirde oturmaman
şartiyle zimmetini ibra ettim.» der veya o şehirde oturmaması şartiyle sulh
olursa, ibra ve sulh sahîh olur, şart mu'teber olmaz.
Kısas gerektiren
yaradan sulh — çünkü sulh, hatâen öldürmekten veya diyet (erş) gerektiren
yaradan olursa, birinci kısımdan olur — ve gasb suçundan sulh, yâni mağsûb
suçundan sulh ve yine emânetin (vedîa'nm.)
ve ariyetin suçundan sulh, yâni mezkûr surette sulhun
mûcibâtmı bir adam Ödese ve onda kefaret
veya havale şart eylese, bu sulh sahîh olur, şart-bâtıldır.
Biri de, zimmet
akdidir. İmâm, bir beldeyi ieth edip ve halkını orada mülkleri üzere bırakıp ve
onlar imâmla beraber zimmet akdinde, ihanet yoluyla cizye vermemeyi şart
eyleseler —nitekim, bu meşrudur — akd sahih, şart bâtıldır.
Biri de, kusur (ayb) ve
şart muhayyerliği ile geri vermektir. Meselâ müşteri; «Bu kusurlu elbiseyi sana
bugün geri vermezsem, kusuruna razı olmuşumdur.» der. Keza, şart muhayyerliği
ile geri vermek de böyledir. Meselâ; «Ben muhayyerliğimi yarınki gün ibtâl
ettim.» der. Halbuki onun muhayyerliği yarınki günden fazladır. Bu surette, onun
için kusur nedeniyle ve şart muhayyerliği ile geri vermek sahîh, şart bâtıl
olur.
Biri de, kadının
azlidir. Meselâ Sultan, kadıya; «Sana mektubum ulaştığı zaman, ma'zûlsün
(işinden alınmışsın).» der. Ba'zı âlimler; «Şart sahîhdir ve kâdî da azledilmiş
olur.» demişlerdir. Ba'zılan da; «Şart sahih olmaz, kâdî da azledilmiş olmaz.»
demişlerdir. Fetva burumladır. İmâdiyye ile Usturîşniyye'de böyle
zikredilmiştir.
Bu tasarrufâtın, fâsid
şart ile bâtıl olmamasına sebeb şudur; Çünkü bu tasarruflar, ya mâlî olmayan
değiş-tokuşlar (muâvezât) dandır, Ya da, teberruâttan yâhûd ıskatlardandır.
Geleceğe (müstakbele)
izafesi sahîh olan şey, ondörtdüv.
Bunlardan ikisi; icâre
ve onun feshidir. Meselâ, ay başı geldiği zaman, şu evi sana, şu kadar akçaya
icar ettim, demek gibi. Bu, bize göre caiz olur. Keza, ayın başı g-eldiikde
icâreyi fesh ederiz, demek gibi. tcârenin, geleceğe izafesinin sahîh olması;
menfaatlerin temliki olduğu içindir. Bunların vücûdu fi'l-hâl tasavvur
olunamaz. Binâenaleyh biz-zarûre, muzâf olurlar. Bizim âlimlerimizin; «İcâre,
yeni yeni meydana gelmesine batkaraık saat be saat (tedricen) mün'akid olur.»
sözlerinin ma'nâsı budur. Feshin izafesine gelince; o da, icâreye kıyâs edilir
ve feshi, muzâfen caiz olur. Nitekim satışın feshi, ikâle olup satışla mıı'teber
olduğu gibi. Hattâ feshin şarta bağlanması ve zamana izafesi satış gibi, caiz
olmaz.
Ben derim ki;
«El-Fusûleyn» ile diğer mu1 teber kitablarda bu ibare, burada olduğu gibi,
icârenin feshi icâreye katılarak zikredilmiştir. Bunun vechi, zikredilen şeydir.
Bundan sonra «Fusûleyn» de bunun muhalifi nakledilmiş ve şöyle denilmiştir: Kâdî
Zahirüd'dm' (Rh.A.) in «Fetâvâ» smda zikredilmiştir ki; bir kimse;
«Ben, sana bu evimi
her ayın başında şu miktara kiraladım.» dese, Ulemânın kavilerine göre, caiz
olur. Eğer ayın başı geldikde, «Seninle olan icâremi fesh ettim.» dese, icmâen
sahîh olmaz. Muhît sahibinin Fevâid'inde de böyle zikredilmiştir.
Eğer «Senin icâreni
yarınki gün fesh ettim.» dese, nıuzâf olan fesh sahih olur mu, olmaz mı? Bu
hususta rivayet yoktur ve Meşâyih ihtilâf etmişlerdir. Zahîru'ddîn (Rh.A.),
sahîh olmamasını seçmiştir. İki sözün arasında karşıtlık ve çelişme olduğu
besbellidir. îmdi gerisini sen düşün!
Gelecek zamana izafesi
sahih olan şeylerden iki tanesi de, müzâ-raa ve muameledir. Çünkî* bunlar,
icâredir. Hattâ onları caiz görenler, ancak icâre yoluyla caiz görmekte ve her
ikisinde icârenin şartlarına riâyet etmektedirler.
İki tanesi de, mudârebe
ve vekâlettir. Çünkü bunlar, ıtlâkât ve ıskatlar kabüindendir. Zîrâ, mudâriıb
ile vekilin akitten ve mâlikle müvekkilin malında tevkilden önce mâlikin hakkı
olmak üzere mevkuf idi. İmdi mâlik, aikd ve tevkil ile o hakkı düşürdü. Bu,
iskât olur ve ta'lîkı kabul eder.
Gelecek zamana izafesi
sahîh olan şeylerden biri de, kefalettir. Çünkü kefalet, iltizâmât kabîündendir.
İmdi zamana izafeti ve uygun olan şarta ta'lîkı caiz olur. Nitekim, yerinde
anlatılmıştır. Vekâlet, bunun aksinedir. Şöyle ki, mutlak olarak onun şarta
bağlanması caiz olur.
Biri de, îsâ, yâni bir
şahsı vasi kılmaktır. Meselâ; «Ölürsem, terk ettiğim şeye vasî ol!» demek gibi.
Biri de, malla
vaslyyettir. Meselâ; «Ölürsem, malımın üçtebiri fü-lân kimse içindir.» demek
gibi. Zîrâ bu iki şey, ancak ölümden sonra fayda verirler. Şu hâlde, ikisinin de
ta'lîkleri ve izafetleri caiz olur.
Bunlardan ilki tanesi
de, kaza ve imarettir. Bunlar, tevliyet ve tef-viz-i mahzdır. İmdi bunların
izafetleri caizdir.
JÜki tanesi de, talak
ve ıtâktır. Bunlar, ıtlâkât ve ıskâtât kabîlin-dendir. Bu, açıktır.
Biri de, vakftır. Zîrâ
bunun, ölümden sonraya ta'lîkı caizdir.
Geleceğe (müstakbele) izafesi
sahîh olmayanlar ise on şeydir: Bunlar; satış ve onun îcâresi ve feshi, kısmet,
ortaklık (şirket), hîbe, nikâh, ric'at, maldan sulh ve boiçdan ibradır. Çünkü
bunlar, temliklerdir. Şu hâlde, bunların zamana izafesi caiz olmaz. Nitekim,
şarta ta'lîkleri de caiz değildir. Çünkü bunda, kumar ma'nâsı vardır.
Fakîhlerin ekserisi,
«Sarf Bölümü» demişlerdir. Fakat, münâsib değildir. Zîrâ sarf, ribâ ve selem
gibi satış nev'üerindendir. Onun için, en güzeli, burada tercih edilendir.
Sarf, lügat yönünden,
fazlalık ma'nâsmadır. Bu akde sarf adı verilmesine sebeb şudur: Çünkü, onunla
biaynihî intifa' olunmaz ve ondan ancak fazlalıklar kasdedilir. Sarf, nakl
ma'nâsma da gelir. Bu akde sarf adı verilmesi; bedel olması için taraflar
birbirlerinden ayrılmazdan önce elden ele naikle ihtiyâç olduğu içindir.
Şer'an; semeni, semen
île satmaktır. Yâni altın ve gümüş gibi, se-meniyyet için halk edilen
(yaratılan) şeyleri ister cinsi cinsine, ister değişik cinslerle satmaktır.
Meselâ; altını, altınla ve gümüşü, gümüşle satmak cinsi cinsine; altını,
gümüşle veya gümüşü, altınla satmak; değişik cinsle satmaktır. Eğer her iki
semen bir cinsten, meselâ; ikisi de altın veya ükisi de gümüş olurlarsa, eşitlik
ve tekabüz lâzım gelir. Çünkü, Resûlüllah' (S.A.V.)
«Altın, altınla ve
gümüş, gümüşle misli misline, yeden biyedin (yâni peşindir) satılır; fazlası
ribadır.» hadîsi, daha önce ritoâ konusunda geçmişti.
Eşitlik ve tekabüz
(karşılıklı teslim alma) bedenleri birbirinden ayrılmazdan önce lâzım gelir.
Hattâ iki âkid, bir yönde yürüyerek gitseler veya meclisde uyusalar veya ikisi
de bayılmış olsalar, ondan sonra
ayrılmazdan önce teslim alsalar, sarf sahîh olur. Hz. Ömer (R.A.); «Eğer bir
evin üstünden atlarsa, sen de onunla beraber atla.» demiştir.
Hıyar ile muhayyer olan
kadın, bunun aksinedir. Çünkü muhayyer kılmak, temlîkdir. Geri vermeye delâlet
eden şeyle bâtıl olur; ayağa kalkmak geri vermenin delilidir. Velevki, o ikisi
bir cinsden olan şeyler, ceyyidlik (iyilik) ve san'at (kuyumcu ustalığı)
bakımından farklı olsunlar. Zîrâ cevdet (iyilik) ve san'a-ta i'tibâr yoktur.
Nitekim, daha önce ribâ konusunda geçmişti.
Eğer ikisi bir cînsden
olmazlarsa, tekâbüz (iki tarafın teslim alması) lâzım gelir. Nitekin; _,ebebi
daha önce geçmişti ki, illetin iki cüz'ünün biri nesîeyi; yâni veresiyeyi haram
kılar, fazlalığı haram kılmaz. İmdi ikisinden biri diğeri ile, yâni iki ayrı
cinsden olan —meselâ altın, gümüş ile vetyâ gümüş, altınla satılsa— götürü
pazarlık veya fazlalıkla satılıp, o meclisde teslim alsalar, ahm-satım sahîh
olur.
Musannif tesâvîyi
(eşitliği) ziÜretmemiştir. Zîrâ tesâvî, şübhe yeri değildir. Diğer ak idlerde
olduğu gibi, sarf akdinde iki ivaz müteay-yin değildirler. Hattâ iki âkidin
yanında bir şey bulunmasa, başkasından borç alıp, ayrılmazdan önce Ödeseler
veya iki ivazın her birine müs-tehık çıkıp, her biri müstehık çıkılan şeyin
cinsinden bedelini sahibine verse veya akdde işaret olunan şeyi tutup, yâni
vermeyip benzerlerini verseler, caiz olur.
Sarf, şart muhayyerliği
ile fâsid olur. Zîrâ teslim almanın istihkakı muhayyerlik kaldıkça imkânsızdır.
Çünkü teslim almanın istihkakı, mülke dayanır. Muhayyerlik ise, buna mâni'dir
Müddet (ecel) ile de fâsid olur. Zîrâ"müddet (ecel), sarf akdi i3e vâcib olan
kabzı men eder. Eğer iki âk id, şart muhayyerliğin! ve müddeti meclisde
düşürür-lerse, müfsid yerleşmeden ortadan kalktığı için, sarf sahîh olur.
Bedelin bir kısmı kalp
olduğu anlaşılıp geri verse, sarf ancak o kalp olanda bozulur. Yâni sarf, geri
verilende bozulur. Diğerinde bakî kalır. Çünkü bunda, yalnız teslim alma ortadan
kalkmıştır. Kabzdan önce sarfın, semeninde tasarruf caiz olmaz. Zîrâ kabz Allah
(C.C.) için bir hak olarak vâcibdir. Onun tasarrufunu caiz görmek, vacibi terk
olur. İmdi bir kimse, sarfın semeniyle bir giyecek satın alsa, akid fâsid olur.
Meselâ; bir altını on dirheme satıp, teslim almadan onlarla bir giyecek satın
alsa, akd fâsid olur.
Bir kimse, bir cariyeyi
altından bir halka (bilezik) İle beraber, her birinin kıymeti bin dirhem olup
veresiye iki bine satın alsa, hepsi fâsid olur. Sarfda fâsid olması tekâbüz
ortadan kalktığı içindir. Câriyede fâsid olması ise müfsid akdle beraber olduğu
içindir. Fesâd, ma'nen bütün akdde yer etmiştir. Şöyle ki; bir kısmında akdin
kabul edilmesi, geri kalanında kabulü için şarttır. Yukarıda geçen mes'eîede
bini saysa, yâhûd câriye ile altın halkayı bini peşin ve bini veresiye olmak
üzere ikibine satın alsa, teslim alman semen, altın halkanın semenidir. Birinci
mes'eîede halkanın semeni olması; halkanın hissesinin teslim alınması meclisde
vâctb olduğu içindir. Zîrâ, sarfın bedelidir. O kimseden zahir olan, vacibi
yapmasıdır. İkinci nıes'elede ise; müddet (ecel), sarfda bâtıl ve cariyenin
satışında caiz olduğu içindir. Taraflardan zahir olan hâl; cevaz vechi üzere iş
görmektir. Velevki, halkanın semeni olduğunu açıklamamış olsun.
Ya da, «Şu bini,
ikisinin semeni olarak al.» desin, beyân etmediği zaman mes'ele açıktır. Zîrâ
satıcı, sıhhat kasdiyle satmıştır. Halbuki sıhhat, ancak teslim almanı gümüş
karşılığında tutmakla olur. «İkisinin semeni olarak bunu al.» demesine gelince:
Zîrâ bunun maı-nâsı, ikisinin toptan semeninin bir kısmı olmak üzere bunu al,
demektir. Çünkü zahirdir ki, bin mecmûun semeni değildir ve gümüşün semeni,
toplam semenin bir kısmıdır. Binâenaleyh, cevazı arayarak söz buna yorumlanır.
Araştırma (teharrî), zann-ı gâlib ile doğruyu aramaktır.
Keza, hilyesi (süsü)
elli dirhem olan bir kılıcı, yüz akçaya satsa ve elli dirhem peşin teslim alsa;
o elli dirhem, zararsız hılyeyi kurtardığı takdirde, hılyenin hissesi d ir. Şu
hâlde, her ne kadar hılyenin hissesi olduğunu beyân etmese de, teslim alman
(makbuz), onun hisse-sidir. Sebebini yuıkarda zikrettik.
Keza; «Sen, bu elli
dirhemi ikisinin semeni olarak al.» dese, tes-lîm alman (makbuz), hılyenin
hissesi olur. Eğer ayrılıncaya kadar tes-lîm almadılar ise; akd hılyede bâtıl
olur, kıhçda olmaz. Zîrâ afcd, hıl-yede sarfdır. Eğer hılye zararsız kurtulmazsa
(tehallus), kılıçda ve hılyede akd bâtıl olur. Husyede bâtıl olması, daha Önce
geçen sebeb-den dolayıdır, ki akd, ıhılyede sarfdır. Kılıca gelince; zararsız
teslimi mümikiün olmadığı içindir. Bundan dolayı, tavandaki mertek gibi akdde
ayrıca satılması caiz olmamıştır.
Bir kimse, bir gümüş
ikap satıp semeninin bir kısmını teslim alsa ve ay nisalar, teslim aldığı
kısımda satış sahîh olup ve kapda ortak olurlar. Zîrâ akdin hepsi sarftır.
Teslim almanın şartı, bulunanda sahilidir. Bulunmayanda, bâtıldır. Şu hâlde
fesâd ârizîdir. Çünkü akd sahîh-dir. Ondan sonra ayrılmakla bâtıl olur. Şu hâlde
fesâd, şayi' olmaz.
Eğer o kabın bir
kısmına mıüstehık çıkarsa, müşteri geri kalanım payı ile alır veya kabı geri
verir. Çünkü kabda ortaklık kusur (ayb) dur.
Eğer darbedilmemiş
şekilde satılan gümüş külçesinin bir kısmına müstehık çıkarsa, müşteri geri kalanını ımıhayyerliksiz payı ile alır.
Zîrâ ona teb'îz zarar
vermez.
İki dirhemle bir
dînânn, bir dirhemle iki dînâra satılması şahindir. Keza, buğdaydan ve arpadan
birer yığını ikisini de katlan (dı'flan) ile satmak sahîhdir. Yâni bir yığın
buğdayı, iki yığın buğdaya ve bir yığın arpayı, iki yığın arpaya satmak
sahîhdir. İmâm Züfer (Rh.A.) ve İmam Şafiî' (Rh.A.) ye göre, sahih değildir.
Zîrâ satıcı, cümleyi cümleye karşılık (mukabil) kılmıştır. Şüyu' üzere bölünme,
tekabülün za-rûretindendir. (Şüyû'un ma'nâsı; iki bedelin her biri için
diğerinden hissesi olmaktır.) Cinsi, cinsin hilâfına sarfetmek o kimsenin
tasarrufunu değiştirmek olur.
Biz deriz ki: Mutlak
mukabele, mezkûr sarfa muhtemel olur. Şu hâlde sarfı tashih için buna
hamledilir. Bunda, tasarrufun aslını değiştirmek yoktur. Belki, niteliğini
değiştirmek vardır. Çünkü onun mucebi, tüm (kül) karşılığında mülkün tümde
sübûtudur. Bu ise, bu veehle hâsıl olur.
Onbir dirhemi; on
dirhem bir dînâra satmak sahîhdir. Bu, zikri geçen usûl ile on dirheme karşı on
dirhemi; bir dirheme karşı da bir dînârı hesâblamakla olur. Bir sahîh dirhemi ve
iki gaile dirhemi, iki sahih dirhem île bir gaile dirheme satmak sahîhdir.
—Gaile: Beyt'ül-Mâlin kabul etmediği dirhemdir, ki tüccar onu alırlar. — Çünkü
bu durumda vezinde ve iyilik i'tibârımn düşmesinde (sükûtunda) eşitlik meydana
gelir.
Bir kimsenin, başkası
üzerinde on dirhem hakkı olup, üzerinde olan on dirheme, bir dînâr satsa,
bi'I-icmâ sahih olur ve akilin kendisi ile mukâsa (takas) vâki olur. Şayet
dînârı mutlak on dirhemle satsa, yâni üzerinde on dirhem olmak kaydı
bulunmaksızın satsa ve tes-lîm etse ve on dirhemi, on dirhem ile takas etseler,
yine sahîh olur. Zîrâ her birinin diğerinde onar dirhemi olup on dirhemi, on
dirhemle takas etmişlerdir. Dînâr, on dirheme satılmakla takas fesh olur ve
Amr'da olan on dirhem ile dînân satış olur. Zîrâ mezkûr ma'nâ üzerine
yorumlanmasa, sarfın bedeli ile değiştirme olur.
Dirhemlerden, gümüşü
gâlib olan hükmen gümüş; dinarlardan altını gâlib. olan hükmen altındır. Bu
ikisinde fazlalığın haram olması hususunda, hâlisde mu'teber olan ma'riâya
i'tibâr olunur.
Hâlisin, hâlis ile
satılması sahîh değildir. Galibin, yâni bir kısmı gümüş ve altın olanın,
biribniyle satılması dahî sahîh değildir. Ancak, ağırlık yönünden (veznen) eşit
olurlarsa, sahih olur. Keza, galibi gümüş olaniyle borç almak (istikraz) da caiz
olmaz. Ancak tartı ile (veznen) sahîh olur. Şunun için ki; nakidler âdeten az
karışık olmak-dan hâlî olmaz. İmdi az olan, kötüye katılır ve iyi ile kötü eşit
olur.
Dirhemlerde ve
dinarlarda karışığı gâlib olan, meta' hükmündedir. Şu hâlde dirhemler ve
dinarlardan karışığı gâlib olanın hâlis ile satılması şahindir. Şu şartla ki
hâlis, karıştırılan madde (mağşuş) den daha çok olmalıdır. Bu surette; cins,
cinse ve cinsten başkası fazlaya sarf edilir.
Karışığı gâlib olanı,
cinsiyle mütefâdılen
(fazlalıkla) satmak da sahîhdir. Burada, cins, cinsin hilâfına sarf edilir. Şu
şartla ki, her iki surette, o meclisde teslim atmak gerekir. Teslim almanın şart
kılınması şundandır Zîrâ hâlisde teslim almak (kabz) şarttır. Ayırd edilmediği
için, kanşıkda da şart kılınmıştır.
Eğer hâlis, karışığı
gâlib kadar veya ondan daha az olur yâhûd ne kadar olduğu bilinmezse, satış
sahîh olmaz. Zîrâ, ilk ikisinde ribâ-mn kendisi; üçüncüsünde ise, ihtimâli
vardır.
Şayet karışığı gâlib
olan, geçerli (râyic) olursa, ta'yîn ile belirlenmiş (müteayyin) olmaz. Aksi
takdirde, yâni geçmez olursa, ta'yînle belirlenmez. Çünkü, geçerli olduğu
müddetçe semen olur. Binâenaleyh, ta'yînle belirlenmez. Aksi takdirde; o para
metâ'dır. Şu hâlde, ta'yînle belirli olur. Eğer onu insanlardan bir kısmı kabul
edip, bir kısmı etmezse, o.da kalp gibidir. Akd aymna tealluk etmez. Belki kalp
olarak, cinsine taalluk eder. Bu da, satıcı, karışığı gâli'b olanın hâlini
bildiğine göredir. Çünkü rızâsı tahakkuk etmiştir. Bilmezse, satıcının rızâsı
olmadığı için akd cinsinin hâlis olanlarına taalluk eder.
Karışığın geçerli olanı
ile mubayaa ve istikraz, veznen veya adeden yâhûd her ikisiyle olur. Yâni,
veznle râyic olursa, onda mubayaa ve İstikraz vezn ile olur. Eğer aded ile râyic
olursa, onda mubayaa ve istikraz aded ile olur. Her ikisiyle râyic olursa,
satış ve istikraz ikisi ile de olur. Çünkü hakkında nass olmayan şeyde mu'teber
olan,' ihsanlar arasındaki örftür.
Karışığı, gümüşe ve
karışığı, altına eşit olan mubayaa ve istikrazda hâlisi gâlib olan gibidir.
Hattâ onunla satış ve ikraz (ödünç vermek) yapmak, kötü dirhemde olduğu gibi
ancak tartı ile caiz olur ve satıcının müşteriye teslim etmesinden önce o
dirhemlerin helâkıyle akd bozulmaz. Müşteri, onlann benzerini (mislini) verir.
Zîrâ bu dirhemlerde hâlis hakîkaten mevcûddur, mağlûb da değildir. (Diğer
ma'den-den az değildir.) Şu hâlde onun i'tibârı, şer'an vezn ile vâcib olur.
Ancak miktarı ve niteliği belli olması için mubayaada ona işaret ederse, vezn
ile i'tibârı vâcib olmaz. (Nitekim
hâlis dirhemlerde böyledir.)
Karışığı (gışşı),
gümüşe ve karışığı, altına eşit olan, sarida, karışığı gâlib olan gibidir.
Hattâ karışığı eşit olanı, cinsiyle satsa, kıyâs yoluyla caizdir. Karışığı eşit
olanı hâlis ile satsa, hâlis, içinde hâlis bulunandan daha çok olmadıkça, caiz
değildir. Zira iki eşitten biri, diğeri üzere gâlib olmayınca, ikisinin de
i'tibârı vâcib olur.
Bir kimse karışığı
gâlib olanla veya râyic olan mangırla (paralarla) bir şey satın alsa, sonra teslimden önce
ikiden birisi geçmez olsa,
îmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, satış bâtıl olur. Zîrâ semen, geçmez olmakla helak
olmuştur. Çünkü semeniyyet ıstılahladır (anlaşma iledir).
Halbuki onda semeniyyet kalmamıştır. Bu durumda satış se-mensiz kalır ve bâtıl
olur. Satış bâtıl olunca, satılan şey duruyorsa ve helak olmadı ise, geri
verilir. Aksi takdirde; misliyyâttansa misli, kıymeti olan şeylerden ise,
kıymeti geri verilir,
Hâyic paralar (fülûs)
ile satış, ta'yînsiz sahih olur. Zîrâ râyic paralar, anlaşmakla semendir.
Geçersiz paralar ile satış ise, ta'yîn ile sahih olur. Çünkü geçersiz paralar,
metâ'dır. Şu hâlde, ta'yîn lâzım gelir.
Bir kimse borç para
alıp ödemezden önce geçersiz olsa, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, mislini geri
verir. Zîrâ bu, ödünç almaktır. Ödüncün gereği ise, ma'nen aynını geri
vermektir. Bu da, misil ile olur. Semeniyyet bunda bir fazlalıktır. Zîrâ ödünç
almanın sahih olması semeniyyet i'tibâriyle değil, misli olduğu içindir.
Geçersiz olmasiyle misH-yetden çıkmaz. Bundan dolayı, geçersiz oldukdan sonra
borç alınması sahîhdir.
J3ir kimse, iülûsım
yanm dirhemiyle veya fülûsun altıda biri ile veya fülûsun kıratı ile.
satın alsa, sahîh olur. İmâm Züfer (Rh.A.);
«Sahih olmaz. Çünkü o
kimse, fülûs ile satın almıştır. Fülûs ise, aded ile takdir olunur, dânık ve
dirhem ile sayılmaz. Şu hâlde, mutlaka sayısını belirtmek gerekir.» demiştir.
Biz deriz ki: Fülûsdan yarım dirhemle veya dânıkla
satılan şey insanlarca ma'lûmdur. Bundan dolayı açıklamaya lüzum yoktur.
Müşterinin fülûsdan yanın
dirhemle veya dânık veya kırat ile satılan şey kadarını satıcıya vermesi
gerekir. Müşteri, sarraflardan birine bir dirhem verip; «Bana, bunun yarısı ile
fülûs ve yansı ile gümüşün madrubundan yarım dirhem veznini ver, ancak bir habbe
verme.» dese, ribâ lâzım geldiği için, satış hepsinde fâsid olur. «Bana,
bununla yarım dirhemttk fülûs ve yarımdan bir habbe noksan dirhem ver.» demek,
zikredilenin aksinedir. Çünkü bir habbesi noksan yarım dirhem, misli ile ve
geri kalanı fülûs ile olur. Şayet müşteri; «Bana ver!» lâfzım tekrar edip;
«Bana, bunun yarısı ile fülûs ver; bana, bunun yarısı ile yarım dirhemden bir
habbe noksan ver.» dese, satış yalnız fü-lûsda sahih olur. «Yarım dirhemden bir
habbe noksan ver.» sözünde, satış sahîh olmaz. Çünkü, vermeyi tekrar edince akd
iki olur ve' ikincide ribâ bulunur. İki satıştan birinin fâsid olması,
diğerinin de fesadını gerektirmez.
Vefa ile satmak (bey1
bi'1-vefâ) ba'zılarına göre, rehndir.
Şeyh îmânı Necmüddîn en-Nesefî (Rh.A.); Fetâvâ'sında demiştir ki: Bizim
zamanımız halkının ribâdan kaçınmaya bir çâre olmak üzere âdet edindikleri ve
bey-i vefa adım verdikleri satış, gerçekde rehndir. Müşteri elindeki bu mebî',
mürtehin elindeki rehn gibidir. Müşteri ona mâlik olamaz. Ancak mâlikin
rızâsiyle ve izniyle ondan yararlanabilir. Müşteri, mebî'den.yediği meyveyi
veya helak ettiği ağacı öder. Şayet o helak olan şey borca yeterse, borç onun
helâkıyle düşer. Kendi te'sîri olmaksızın helak olsa, ziyâdede ödemesi îcab
etmez. Şayet borçlu, borcu ödese; satıcının, satılan şeyi geri almak hakkı
vardır.
Bize göre, rehn ile
onun arasında ahkâmdan bir hükümde fark yoktur. Çünkü iki âkid her tıe kadar
buna satış adını verirlerse de, lâkin on lan 11 amaçları rehndir ve borcu
garanti altına almaktır. Çünkü satıcı, herkese bu akdden sonra; «Mülkümü fülâna
rehn ettim.» der. Müşteri de, «Fülânın mülkünü rehn aldım.» der. Akidlerde ise;
i'tibâr söze değil, ma'nâ ve maksâdlara göredir.-
Çünkü bizim ashabımız; «Asîlin berâeti şartiyle kefalet havaledir ve asilin
beraeti olmamak şartiyle havale kefalettir. Hür kadının şâhidler huzurunda mehr
tesmiyesiyle beraber nefsini hîbe etmesi nikâhtır. Fâsid istisnâ'da, şayet
müddet ta'ıyîn edilse, selem'dir.» demişlerdir. Bunun benzerleri çoktur. İmânı
Seyyid Ebû Şücâ' (Rh.A.) bunu kabul etmiştir.
Ba'zılârı; «Vefa ile satış,
satıştır.» demişlerdir. Mecnıa'ün-Neva-zil'de zikredilmiştir ki: Bizim
Meşâyihimiz, bu zamanda satış yönünden sıhhati (yâni sahîh satış olduğu)
üzerinde ittifak etmişlerdir. Nitekim, ba'zı selef de bunu kaMl etmişlerdi
:,Zîrâ satıcı ile müşteri, şart zikretmeksizin, satış (bey') lâfzını
söylemişlerdir. İ'tibâr ise, nassan telâffuz edilenedir, maksûda değildir. Çünkü
bir kimse, bir kadın ile evlenip, mücâmaattan sonra boşamaya niyyet etmiş olsa,
akd sahîh olur, demişlerdir. Ba'zılan demiştir ki — diyen Kâdîhân' (Rh.A.) dır —
sahîh olan kavi şudur: İki kimse arasında carî olan akd, eğer bey' lâf-zıyle
olursa, rehin olmaz. Çünkü ikisinden iıer biri şer'an müstakil akd-dir ve her
birinin hükümleri vardır. Belki, satış olur. Eğer iki âkid, akd-de feshi şart
kılsalar, fâsid olur. Çünkü satış, fesh şartiyîe fâsid olur. Keza, iki âJkid,
akidde feshi şart kılmasalar ve lâkin vefa şartiyîe satış sözünü söyleseler,
yine fâsid olur. Zîrâ bu şart, o satışı bozar. Ya da, caiz satışı (bey-i caizi)
söylerler, halbuki bu onların kanaatmca geçersiz bir satış (bey-i gayr-i lâzım)
olursa, yine fâsid olur. Bu takdirde alıcı ile satıcının kanaatlerine göre amel
edilmiş olur. Eğer iki âkid, satışı şartsız zikredip ondan sonra şartı, va'de
(mîâd) veçhile zikrederlerse, satış caiz olur. Çünkü satış, müfsidden hâlidir.
Va'de ile vefa da lâzım gelir. Çünkü va'deler ba'zan lâzım olur. İmdi bu va'de
(mîâd), insanların ihtiyâcı için lâzım kılınır. İnsanların teamülünden dolayı
vefa İle satmak (bey' bil-vefâ) akarda istihsâli cihetiyle sahih olur.
Menkûlde olan bey-i vefada ihtilâf edilmiştir. Ba'zılan; «İhtiyâç, umûmî olduğu
için sahîh olur.» demiştir. Ba'zılan da; teamül, özel olduğu için sahîh
olmadığını söylemişlerdir.
Musannif, çeşitleri ile
satışın beyânını bitirince, satış üzerine te-rettüb eden şeyin beyânına başladı.
Şuf anın burada zikredilmesi, kitabın sonlarına ertelemekden daha güzeldir.
Nitekim, diğer kitapların sonlarında zikredilmiştir.
Şuf'a, lügat yönünden (şef) dendir. Şef, eklemek ve
katmak (zam) ma'nâsına gelir.
Şuf'a denmesine sebeb; satın alman mülk, şefî'in (yâni, öncelikle satın alma
hakkı olan kimsenin) mülküne eklendiği ve katıldığı içindir.
Şer*an; akarı temellük
etmektir. Akar ise, day'adır; yâni arazîdir. Bata âlimler; «Esâsı olan hâne ve
arazîdir.» demişlerdir. Muğrib'ul-Lûğâ'da böyle zikredilmiştir.
Yine şuf'a; üst kat
(ulv)
gibi, akar hükmünde olan şeyin temeliüküdür. Kâfî'de denmiştir ki: Ulv, şuf'aya
müstehak olunur ve her ne kadar aşağı katta yolu olmasa da, ulv iîe aşağı katta
şuf'aya müs-. tehzk olunur. Zîrâ ulv, karâr ve sabit olma hakkı dolayısiyle
akara katılmıştır.
Yine şuf'a, müşterisine
kaça mâl olduysa, o kadara zorla temellük etmektir.
Şuf'a, mebî'in
(satıcının muhayyerliğinden hâli) sahih bey' İle satılmasından sonra, satılık
şeyin kendisinde ortak (nefs-i mebî'de şerik) olan kimse için sabit olur.
Sonra, malı teslim etmekle ortak olan kimseye, satm aldığı mal hakkında özel su
hissesi (şirb-i hâss) ve özel yol (tarîk-i hâs) gibi hak sabit olur.
Su ve yolun
özelliklerinin ma'nâsi; sulamanın, içinde gemiler yüzmeyen nehirden; ve yolun
da çıkmaz yol olmasıdır. Malı teslim ettikten sonra şuf'a hakkı, bitişik
komşuya (câr-ı mülâsık) sabit olur. (Bitişik komşu (câr-ı mülâsik), arzı-,
satılık arza ve binası, satılık binaya bitişik olan kimsedir.) Gerek Zimmî,
gerek me'zûn köle ve-gerek-se mükâteb olsun müsavidir. Çünkü Resûlüllah'
(S.A.V.) dan rivayet edilen şu hadîs-i şerif mutlaktır:
«Şuf'a taksime dâhil
olmayan ortak içindir.» Yine, Resûlüllah' (S.A.V.) dan rivayet edilen:
«Evin (darın) komşusu
(satılık) eve ve yere hak sahibidir.
Şayet ikisinin yolu bir ise; komşusu gâib de olsa onu bekler.» hadîs-i şerîH
mutlak olduğu için, şuf'a bitişik komşu
hakkında sabittir. Komşu ile murâd, yolda ortak olan komşudur.
Sulamada hüküm, delâlet
yönünden sabit olur. Zira şuf'a, ancak yolda ortaklık (şirket) ile sabit olur.
Bu, sulamada da mevcûddur. Bitişik komşunun kapısı diğer sokağa bakar. Zira
kapısı zikredilen çıkmaz sokakda olursa, satılan hakkında ortak (halît) dır. Şu hâlde, bitişik
(mülâsık) komşu olmaz. Bunun sureti şudur: Bir cemâatin çıkmaz sokaktaki
hanesinde iki kişiye âid ortak bir ev bulunsa, şayet iki ortağın biri evdeki
payını satsa, diğer ortak o yerde şuf'aya daha lâyıktır. Eğer ortak vazgeçerse,
hanede ortak olanlar, sokakda ortak olanlardan, şuf'aya daha haklıdır. Zîrâ
hanenin avlusunda ortak oldukları için, onlar daha yakındır. Eğer onlar da
vazgeçerlerse, yolda oturanlar şuf'aya daha lâyıktır. Çünkü yolda ortakdırlar.
Onlar da vazgeçerlerse, şuf'a hakkı, câr-ı mülâsık (bitişik komşu) içindir.
Bitişik komşu, bu hanenin arkasında olup, kapısı öbür sokağa açılandır. Velev
ki, bitişik komşu satılık evin duvarı üzerine kiriş koymuş olsun. Yâhûd duvar
üzerindeki bir.ağaçta satıcı ile ortak olsun. Çünkü komşu, bu kadarı ile
satılan şey hakkında ortak (halît) olmaz. Bitişik komşu olmakdan da çıkmaz.
Hidâye, Kâfî ve başkalarında böyle denilmiştir. Bu ibare, Vikâye'nin
ibaresinden daıha güzeldir. Çünkü ondan hemen akla gelen, satılık binanın duvarı
üzerine kiriş konulması ve duvar üzerindeki ağaçda ortak olmanın, komşu için
ayrı ayrı şeyler olmalarıdır.
Rüûs'un adedi üzere
(yâni, baş sayısına göre) sabit olur. Mülkün miktarı üzere sabit olmaz. îmânı
Şafiî* (Rh.A.) ye göre, mülkün mik-tân üzere sabit olur. Bunun sureti şudur: Bir
bina üç kimse arasında ortak olup, yansı birinin ve altidabiri diğerinin ve
üçtebiri üçüncünün olsa; yarım hak sahibi payını satsa, diğer ikisi şuf'ayı
istese, İmâın. Şafiî' (Rh.A.) ye göre, ikisi arasında mebî'in geri kalan
parçasiyle, üç-tebir üzerinden, ikisinin mülkleri miktârınca hüküm verilir. Eğer
al-tıdabire sâhito olan hak sahibi satarsa, ikisi arasında beştebirden hüküm
verilir. Üçüncü, üçtebir hak sahibi satarsa, ikisi arasında dörtte bir üzerinden
hüküm verilir. Bize göre ise, hepsinde ikiye bölmekle hüküm verilir.
Şuf'a işhâd (şâhid
getirmek) ile müstekir olur (yerleşir). Zîrâ mu-vâsebe istemesi (yâni şuf'a
hakkı için hâkime başvurması) lâzımdır. Çünkü şefî'in hakkı zayıftır. Çekinmek
(i'râz) ile bâtıl olur. Şayet ib~ tidâen (başlangıçta) şuf'ayı istediğine dâir
işhâd etse (yâni şâhid getirşe), kadının hükmü ile maksûdun alınması kolay olur
ve yemine hacet kalmaz. Yakında sebebi gelecektir.
Akar ve akar hükmünde
olan şeye müşteri, kadının hükmü ile mâlik olur. Ya da, şefî' ile müşteri
arasında olan rızâ ile almakla mâlik olur. Vikaye ve Kenz'de;
«Birbirini razı etmekle
veya kâdînın hükmüyle razı olur.» denmiştir. İkisinin de sarihleri; «veya
kâdînın hükmüyle» sözü «Almak» üzerine atftır. «Birbirini razı etmek» üzerine
atf değildir, diye açıklamışlardır. Zîrâ kâdî hüküm verse, almazdan Önce şefi'
için mülk sabit olur. İki metnin ibaresi, «Kâdînın hükmü» sözünün «Terâzî (razı
olmaları)» üzere atfını vehm ettirdiği ve hattâ bu bâfoda zahir olduğu için,
ben ibareyi onlardan daha güzel olan şekle değiştirdim.
Sonra, «Almazdan önce
şefî' için, kâdînın hükmünden sonra mülk sabit olsa.» dedim. Bu ibare,
Hidâye'nin ibaresinden de daha güzeldir.
Orada şöyle denmiştir:
«Şayet müşteri onu
teslim ederse veya hâkim onunla hüküm verirse, şefî' almakla mâlik olur.»
Çünkü «Ev hakeme» sözü;
«Sellemehâ» sözü üzerine atftır. İmdi almak «Ehaze», müşterinin teslimi ve
kâdînın hükmünden her birinde mu'teber olması lâzım gelir. İkincide ise, toöyle
değildir.
Şefî', şufayı taleb
eder. Ma'lûm olsun ki, taleb burada üç çeşittir: Biri, müvâsebe talebi; biri de,
işhâd ve takrir talebidir. Bir diğeri de, almak ve temellük talebidir.
Birinci talebi
musannif; «Şefî, şuf'ayı, satışı işitmesiyle Öğrendiği nıeclisde taleb eder.»
sözüyle zikretmiştir.
İki erkekden veya bîr
erkek ile iki kadından veya yalnız bir âdil kimseden şefî' işitmekle öğrendiği
tmeclisde taleb eder.
lmâimeyn (Rh. Aleyihimâ); «Şayet hafter doğru olursa, gerek
hür.gerek köle, gerek safoî ve gerekse kadın olsun bir kinişe yeter.»
demişlerdir.
O meclis uzamış olsa
da, taleb hakkı vardır. Zira temellük muhayyerliği şefî' için sabit olmakla,
düşünme zamanına muhtâc olur. Nitekim, muhayyer kadında olduğu gibi.
Şefî'a satışın haberi
ulaştıkdan sonra «El-hamdü lii'lâh», veya «Lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi'Hâh»
yâhûd «Sübhânellâh» dese, şuf'a-si* bâtıl olmaz. Çünkü birincisi, şuf'a ile
yabancının zararından emin olmakla beraber, satıcının komşuluğundan kurtulduğuna
Allah Teâlâ' (C.C.) ya hamddir. İkincisi, zarar vermek istemesine şefî'in
şaşması-dır. Üçüncüsü, sözü açmak ve başlamak (iftitâh-ı kelâm) içindir.
Nitekim bu, ba'zı insanların âdetidir. Şu hâlde ondan hiçbir şey, şuf'a ile
satın almakdan kaçındığına delâlet etmez.
Şuf'a, kendisinden
şuf'a talebi anlaşılan sözle istenir. Meselâ; «Ben, şui'ayı isterim.», «Ben,
şuf'anın talibiyim.» veya «Ben, şuf'a taleb ederim.» ve bunların benzerleri
olan lâfızlar gibi. Çünkü i'tibâr, ma'nâ-yadır. İnsanların âdetinde bu
zikredilen lâfızlarla hâl murâd edilir. Yoksa geçmişten ve gelecekten haber
murâd edilmez. Hattâ Şeyh Ebû Bekr Muhammed b. el-Fazl (Rh.A.): «Şayet şefî',
yerinin yanında bir yer satıldığım işitir de, «Şuf'a, şuf'a!» derse, bu, şuf'ayı
taleb olur.» demiştir. Kâfide de böyle denmiştir.
Ba'zı bilginler
demiştir ki: Şuf'a, pek az bir susmak ile bâtıl olur. Hattâ şefî'a bir mektupla
haber verilse ve şuf'anın zikri mektubun başında veya ortasında olsa ve şefî' o
mektubu sonuna kadar okusa, şui'a-sı bâtıl olur. El-îzâh'da, «Birincisi daha şahindir.» denmiştir.
Bu isteğe, müvâsebe
talebi (yâni şuf'a ile satın almak istemek veya şuf'a hakkı için hâkime
başvurmak istemek)
denilmiştir. Tâ ki, son derece acele ettiğini göstersin. Sanki şefî', sıçrayıp
şuf'ayı istemiştir. Bunda, işhâd lâzım
değildir. İşhâd, ancak inkârdan korkulduğu için yapılır. îlidâye ve Kâfî'de
böyle denmiştir. Yakında daha geniş açıklama yapılacaktır. İnşâallâhu Teâîâ.
Musannif, ikinci talebi
şu sözüyle zikretmiştir: «Ondan sonra hanenin yanında işhâd eder.» Zira şuf'a
hakkı, haneye mütealliktir. Ya da, hâne satıcının elinde olup, müşteriye teslim
edilmemiş ise, satıcı üzerine işhâd eder. Zîrâ hâne, müşteriye teslim edilse,
satana işhâd sahih olmaz. Çünkü, hasım olmaktan çıkmıştır. Artık, onun
zilyedliği ve şâhidliği yoktur.
Ya da, müşteri üzerine
işhâd eder. Her ne kadar müşteri zi'l-yed değil ise de, onun üzerine işhâd eder.
Çünkü, mâliktir. Şefi';. «Fiilân kimse, şu haneyi satın aldı, ben onun şelfiyim;
birinci meclisde şuf'a-yi taleb etmiştim, şimdi de bu meclisde şuf'ayı taleb
ediyorum. Buna şâhid olun!» der. Bu talebe, işhâd talebi adı verilir. Bu
zikredilen taleb vâcibdir. Hattâ hanenin yanında veya zi'l-yed
üzere işhâda imkân bulur da, işhâd etmezse, şuf'ası bâtıl olur. Şayet şefi' uzak
yerde olup işitir ve müvâsebe yoluyla taleb eder ve hanenin yanında veya
zi'l-yed üzerine işhâd isteğinden âciz olursa, eğer vekîl olacak bir kimse
bulursa, onu vekîl eder. Bulamazsa, bir elçi gönderir. Ya da, bir mektup yazar.
Eğer bunlara da kadir olmazsa, şuf'asi üzeredir. Geldiği vakit, taleb eder.
Bulur da yapmazsa, şuf'ası bâtıl olur. Zâhîrc'de de böyle denmiştir.
Şefi' birincide yâni,
müvâsebe talebinde bunlardan bilinin yâni, haneden, satıcıdan veya müşteriden
birinin yanında işhâd ederse, ikincide işhâddan müstağni olur. Çünkü bu, iki
taleb yerini tutar. Bunu, Fetâvây-ı Zahîriyye'clen, Kâfî nakletmiş tir. îlidâye
Şerhinde; Şeyh'ül-İslâm (Rh.A.) m Mebsût'undan nakledilmiştir.
«Onlardan birinin
yanında» diye kayd etmeye sebeb: Çünkü, onlardan birinin hâzır olmaması
hâlinde, sâdece müvâsebe talebi üzerine işhâd şübhesiz iki taîeb yerine geçmez.
Ondan sonra, şefî'
kadının huzurunda: «Fülân kimse, şöyle bir hâne satın aldı. Ben, O'nun filân
hanede şefî'iyim. O'na emret de haneyi bana teslim etsin!» diyerek ister. Buna,
temlik ve husûmet talebi adı verilir. Şefi', bu talebi, mutlak surette yâni, bir
ay veya daha çok ertelemekle, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, şuf'a bâtıl olmaz.
İmâm Mu-hammed (Rh.A.); «İşhâddan sonra özürsüz bir ay ertelerse şuf'a bâtıl
olur.» demiştir. İmâm Züfer' (Rh.A.) in de sözü budur. Zîrâ şuf'a bir ay
ertelemekle düşmezse, müşteri zarar görür. Çünkü şefî' tarafından
bozulacağından korkarak tasarrufda
(bulunması mümkün değildir. Binâenaleyh, bir ay takdir edilmiştir. Çünkü bir
ay, uzunca bir müddet (ecel) dir. Daha azı âcildir. Nitekim «Yeminler Bölümü»
nde geçmiştir.
Ş ey h'ul -İslâm
(Rh.A.); «Başkasına zarar vermek kas dimin insanların hâlleri değiştiği için,
bugün fetva buna göredir.» demiştir. Vikaye sahibi de kitabında bunu kabul
etmiştir.
İmâm Ebû Hanife'
(Rh.A.) nin sözünün vechi —ki zahir mezheb-dir— şudur: Şefî'in 'hakkı, şer'an
tekarrur etmiştir. İmdi, diğer haklar gibi ertelenmesiyle bâtıl olmaz. Ancak,
şefi' dili ile iskât ederse bâtıl olur. Zikredilen zarların giderilmesi
mümkündür. Mes'eleyi kâ-dîya arzeder, O da şefî'a ya almasını, ya terketmesini
emreder. Bunu yapmadığı zaman, o kendisine zarar vermiş olur. Bununla fetva
verilir. Hidâye ve Kâfî'de de böyle denmiştir.
Eğer o beldede kâdî
olmadığını bilirse, ertelemekle şuf'asi ittifâken bâtıl olmaz. Çünkü husûmet,
ancak kâdî yanında mümkün olur. Şu hâlde bu, Özür olur.
Şayet şefî', şuf'ayı
kadının yanında isterse, kâdî ınüddeâ aleyhe (hasma), şefi'in şuf'a istediği
şeyde mâlik olup olmadığını sorar. Eğer onu ikrar ederse yâhûd ilim üzerine
yeminden çekinirse — ilim üzerine yemin, «Billâihi, şuf'ayı istediği hanenin
sahibi olduğunu bilmiyorum!» demekle olur.— yâhûd §eff şuf'asmı iddia ettiği
şeye bey-yine getirirse, kâdî daVâlıya satın almayı sorar. Eğer müddeâ aleyh
(da'vâh), satın almayı (şirâyı) ikrar ederse veya hâsıl üzere veya se-beb üzere
yeminden kaçınırsa —çünkü şuf'anm sübûtu müttefakun aleyh, olur— hâsıl üzere;
«Billahi, bu şefî' benim üzerime şuf'a hakkı isbât etmedi!» diye yemin verilir.
Eğer şuf'anın sübûtu, şuf'ayı civar gjbl, muhtelefun fîh ise; «Billahi, foen bu
-binayı satm almadım!» diye sebeb üzere yemin verilir. Zîrâ ba'zan hâsıl üzere,
İmâm Şafiî* (Rh.A.) nin mezhebi ile yemîn verilir. Veya şefî' beyyine getirirse,
şuf'a hakkı kendisine hükmedilir. Velev ki, da'vâ ânında parayı getirmemiş
olsun.
Kadının hükmünden sonra
şefi'in parayı getirmesi gerekir. Parayı teslim almak için müşterinin haneyi
habsetme hakkı vardır. Şe-fî'in parayı ödemeyi geciktirmesi, şuf'ayı ibtâl
etmez. Yâni, şefî'a; «Parayı öde!» denildikde, geciktirse şuf'a bâtıl olmaz.
Şefî'in hasmı; mal
müşteriye teslimden önce satıcı (bayi1) dır. Çünkü satıcı, zi'î-yeddir. Lâkin
şefî'in beyyînesi satıcı aleyhine, müşterinin yokluğunda dinlenmez. Satış,
nıüşterinin huzurunda fesh edllir. Zîrâ, müşteri mâliktir. Şuf'a ile hüküm
verilir, uhde satıcı üzeredir. Yâni, hanenin teslimi îcâb eder. İstihkak
olunursa, paranın uhdesi satıcı üzerine olup ondan istenir. Müşteri, satılan
şeyi (mebî'i) satıcının elinden teslim aldı ise, bunun aksinedir. O zaman,
satıcının hâzır olması mu'teber değildir ve uhde dahî O'nun üzerine olmas.
Çünkü, bu takdirde satıcı yabancı olur.
Satın almaya vekîl olan
kimse, malı müvekkile teslim etmedikçe, şefî'in hasmıdır. Çünkü akdi yapan odur,
şuf'a ile almak afcdin hukû-kundandır.
Şayet vekil, müvekkile
malı (mebî'i) teslîm ederse hasım, müvekkil olur. Çünkü, vekîl için mülk veya
zi'1-yedük kalmamıştır. Binâenaleyh hasım, (müvekkildir. Her ne kadar müşteri
kusurdan beri olmayı şart etse de, şefî' için görme ve kusur (ayb) muhayyerliği
vardır. Zîrâ şuf'a ile almak, teslîm almaktan sonra olursa, müşteriden satın
almaktır. Önce olursa, satıcıdan satın almaktır. Çünkü pazarlık, satıcıya
dönüşmüştür. Binâenaleyh, şefi' için görme ve kusur (ayb) muhayyerliği sabit
olur. Nitekim, satıcı ile müşteriden satın aldığı vakitte olduğu gibi.
Şefî'in muhayyerliği
müşterinin görmesiyle düşmediği gibi, be-.râet şartiyle de düşmez. Çünkü
müşteri, şefî'in naibi değildir. O hâlde, şefî'in hakkında müşterinin şartı ve
görmesi te'sîr etmez. Şefi' ile müşteri parada ihtilâf etseler, müşteri; «Binyüz
akçadır.)) deyip; şefî'; «Bin akçadır.» dese, söz yeminiyle müşterinindir. Zîrâ
şefî', en düşük fiyatı vererek o hanede hak sahibi olmak iddiasındadır. Müşteri
ise; bunu inkâr etmektedir. Şayet ikisi de isbât etseler, şefî'in delili
evlâdır. Zîrâ, her ne ikadar müşterinin delili (beyyinesi) isbât yönünden
sûreten daha çok olsa da, şefî'in delili isbât yönünden ma'nen daha çoktur.
Çümkü ıbeyyineler, ilzam içindir ve şefî'in beytyinesi ilzam edicidir.
Müşterinin beyyinesi "böyle değildir. Zîrâ şefî'in beyyinesi kabul edilse,
dilesin dilemesin müşterinin haneyi bin akçaya şefî'e teslîm etmesi gerekir.
Müşterinin beyyinesi kabul edilse, şefî'e bir şey gerekmez. Belki almaik ile
almamak arasında muhayyer olur. Müşteri bir semen iddia ettikde; satıcı ondan
daha azmi iddia etse, semeni teslîm alınmamışsa-, söz satıcınındır.
Semeni teslim
alınmışsa, söz müşterinindir. Yâni müşteri bir semen iddia edip, satıcı ondan
daha azını iddia etse; halbuki semeni teslim almasa, haneyi şefî' satıcının
dediği fiyata alır. Çünkü mes'ele satıcının dediği gibi ise, şefî' onunla alır.
Müşterinin dediği gibi ise, daha az (ekal) da'vâsiyle müşteriden indirme olur.
Semenin bir kısmının indirilmesi, şefî'in
hakkında zahir olur. Nitekim,
daha önce
geçti ve yakında yine gelecektir. Şu hâlde, haneyi onunla alır. Eğer satıcı
semeni teslim aldı ise, şefi' haneyi; semen, beyyine veya ye-mîn ile sâbît
olduğu takdirde, müşterinin dediği fiyata alır. Zîrâ satıcı semeni almakla
aradan çıkmış, yabancılara karışmıştır. Ve ihtilâf şefT ile müşteri arasında
kalmıştır. Halbuki bu bâbda söz, müşterinin olduğu sübût bulmuştur. Semenin bir
kısmını indirmek şefi." hakkında zahir olur. O vakit malı (mebî'i) en düşük
fiyatla alır. Zira indirme, akdin aslına katılıp semen geri kalan miktar olur.
(Yâni, satıcı semenin bir kısmını müşteriden indirirse, o indirme şefi' hakkında
mu'teber olup, şefî' mebî'i, indirme yapıldıkdan sonra geri kalan miktar ile
alır. Meselâ satıcı müşteriye bin akçaya sattıkdan sonra, müşteriden satıcı yüz
akçayı indirse, şefî' dokuzyüze alır.)
Semenin hepsim indirmek
ve düşürmek mu'teber değildir. (Yâni semenin hepsinin indirilmesi, şefî'in
hakkında zahir olmaz.) Çünkü semenin hepsinin indirilmesi ve düşürülmesi
hâlinde akd, bâtıl satış veya bâtıl hîbe olur ve iki takdire göre de şuf'a
sahîh olmaz. Birinci semen üzere ziyâde dahî şefî' hakkında zahir olmaz. Çünkü
şefi'in istihkakı, o ziyâdenin aşağısı ile almaktır. Yâni şefî'in, akd vâki
olan miktarı ödemesi gerekir. Çünkü ziyâdeye i'tibâr, şefî'e zarar vermektir,
Mislî ile satın alınanda, şefî', misli ile alır. Kıyemî ile satın alınanda,
kıymet ile satın alır. (Yâni dirhemler, dinarlar, mekîlât, mevzûnât ve farklı
(mütefâvit) adediyyât ile satın almada şefî'e onun misli lâzım gelir. Kıyemî ile
satın almada, yâni meta' ve meta' benzerinde şefi', o şeyin Kıymetiyle alır.)
Bir akar, bir akarla
satılsa, her birini diğerinin
kıymetiyle alır.
Yâni akarla, akar
satıldığı zaman şefi' her akarı diğerinin kıymetiyle alır. Çünkü diğerinin
kıymeti, onun bedelidir ve akar zevât'ül-kıyem-dendir.
Müeccel semen ile
şatmakda şefi' peşin parayla alır yâhûd şimdi ister, müddet geçtikten sonra
alır. (Yâni semen ma'lûm müddetle ise, şefî' muhayyerdir. Dilerse satılan şeyi
(mebî'i), peşin semen ile alır. Satıcının müşteriye sattığı miktara, semeni
müşteriye peşin verip mebî'i ondan alır. Veya şuf'ayı fil'hâl (hemen) ister.
Semeni müşteriye hâlen vermeyip müddet bitinceye kadar sabr edip müddet tamâm
olunca semeni müşteriye peşin verip mebî'i alır.) Çünkü müddet (ecel), şart ile
sabit olur. Halbuki müddet şartı, akdin levazımından değildir. Müddetin müşteri
hakkında onu şart koşması şefî' hakkında şart olmaz. Muhayyerlik ve kusurlar
(ayblar) dan berî olmak gibi. Satıcının müşteri hakkında müddete razı olması,
şefî' hakkında da razı olduğuna delâlet etmez. Çünkü insanların ahvâli
farklıdır.
Eğer şefi' hemen
istemeyip sussa ve müddet (ecel) gelince şuf'ayı istemek için sabr edip beklese,
gui'ası bâtıl olur. Çünkü, şefî'in hakkı sabit olmuştur. Bundan dolayı şelT
için fü'hâl (peşin) semenle almak hakkı vardır. Sübûttan sonra mebî'i istemek
hakkından sükût, şuf ayı ibtâl eder.
Zimmînin akarı şaıâb
veya domuz ile satın almasında, eğer şefî' Zimmî ise, o akarı şarâbın nüsü ve
domuzun kıymeti ile alır. Eğer şefî' Müslüman ise, ikisinin de kıymetleriyle
alır. (Çünkü domuz zevât'ül-kıymettendir. Şarâbın kıymeti ile almasına sebeb
ise, şarâbı teslimden âciz olduğu için zevât'ül-kıyeme mülhak olmuştur.)
Müşterinin haneye veya
yere bina yapması ve ağaç dikmesi hâlinde şefî' orayı akdde bildirilen semenle
alır. Binanın ve fidanın kıymetleri, ikisinin de sökülmüş hâldeki
kıymetleridir.
Ya da şefî', müşteriye binanın vcyâ
fidanın sökülmesini teklif
eder. Yâni müşteri, satın aldığı yer üzerine bina yapsa veya ağaçlar dikse;
ondan sonra oranın şefî'e verilmesine kâdî hükmetse, şefi' muhayyerdir. Dilerse
o darı veya arzı semeniyle ve binanın veya fidanın sökülmeye müstehak oldukları
hâlde kıymetleri ile alır; dilerse, müşteriye binanın veya fidanın sökülmesini
teklif eder. Gasbda olduğu gibi. Eğer şefî' binayı ve fidanı söker ve yere hak
sahibi çıkarsa, şefî' yalnız semeni geri alır. Şefî'den arzın semenini alan,
gerek satıcı ve gerek müşteri olsun, ondan sadece semeni geri alır. Bina ile
fidanın kıymetini geri alamaz. Müşteri, şefî'in aksinedir. Çünkü müşteri,
satıcıdan binanın ve fidanın kıymetini geri alır. Müşteri, satıcı tarafından
almaya musallat kılınmıştır. Şefî', müşterinin aksinedir. Çünkü şefî', zorla
alır.
Şayet ev (dar) harâb
olsa veya binası yakılsa veya bir kimsenin fiili olmaksızın bahçenin ağaçlan
kurusa; bu takdirde şefî' muhayyerdir. Dilerse semenin tamâmiyle alır. Zîrâ
bina ve dikilen ağaç tâbidir. Hattâ arnlmaksızın satışda dâhil oluriar. Semenden
bir şey onlara karşılık olmaz. Ancak, kendi isteği ile kasden itlaf etmiş
olursa, karşılık olur. Nitekim, daha önce geçti.
Ya da, şefî' satılan
şeyi (mebî'i) bırakır. Çünkü şefî* için malıyla o hanenin temellükünden kaçınmak
hakkı vardır. [Bunun sureti şudur: Bir adam, bir dâr satın aldı; 'ki o darda
bina veya ağaç var idi. Müşteride iken o bina yıkıldı veya ağaç kurudu. Ondan
sonra şefi' darı şuf a ile almak istedi. Şefî', o darı semenin hepsi ile alır.
Şefî'in, o yıkılan binanın vayâ kuruyan ağacın semenini düşürme hakkı yoktur.
Çünkü bina ve dikilen ağaç satılan şeyde tâbilerdir. Tâbi olan şeye ise, maıksûd
olmadıkça semenden 'bir şey karşılık olmaz. Şu hâlde bunların kalması veya yok
olması semenin hepsinin vâcib olması hakkında müsavidir. Çünkü semen, ancak
asla karşılık olur. Tâbi olana karşılık olmaz. Şefi', arsayı semenin hepsi ile
almak veya almamak arasında muhayyer kılınır.]
Eğer binayı müşteri
yıktı ise, şefî' arsayı (arzı) semenden hissesi ile alır, Yâni müşteri, binayı
yıkarsa şefî'e; «Dilersen arsayı (arzı) hissesi ile al, dilersen bıratk!» denir.
Çünkü bina yıkılmakla maksûd oldu. Şu hâlde, semenden ona bir şey karşılık olur.
Birincisi, bunun aksinedir. Çünkü onda helak, semavî âfet iledir. Binanın
yıkıntısı müşterinindir; şefî'in değildir. Çünkü, ayrılmıştır (munfasıldır).
Tâbi olarak kalmamıştır, ki şefî'in olsun.
Üzerinde meyvesi ile birlikde
hurma ağacı olan arazînin satın alınmasında, yâni bir kimse üzerinde meyvesi
olan hurma ağacı ile bir arzı satın alsa —hurma ağacının meyvesini zikretmeye
sebeb: Çünkü belirtmeden arza. dâhil olmaz. — Ya da, arzı hurma ağacı ile
beraber satın alıp üzerinde meyvesi olmasa, sonra müşteri elinde meyve verse,
şefî' iki fasılda da yeri ve meyveyi semenin bütünü ile alır. Birinci surette
alması; ittisal («bitişik olmak) itibariyledir. Akara tâbi olduğu için hanede
bina gibidir. İkinci surette ise, tâbi olarak satılan şey olduğu içindir.
Çünkü, satış ona sirayet eder. Nitekim bir gebe câriye satın alıp, müşteri
yanında çocuk doğursa, ona tâbi olarak müşterinin mülkü olduğu gibi. Şayet
müşteri o meyveyi topladıkdan sonra şefî* gelse, şefî' iki surette de meyveyi
alamaz. Çünkü ayrılmak (infisâl) ile alma vaktinde akara tebâiyeti yoktur. Lâkin
birincide, yâni arzı meyveli (hurma ağacı ile satın aldığı surette, semenden
müşterinin payı düşmüştür. Çünkü kasden satışda dâhildir. Onun için semenden
pay vardır. Bu durumda meyvenin payı, meyvenin yok olması ile yok olur.
İkincide .düşmemiştir. Çünkü ona, semenden bir şey karşılık olmamıştır. Zîrâ,
teslimden sonra meydana gelmiştir. O-nun üzerine akd yapılmamıştır. Akde
benzeyen teslim dahî yapılmamıştır. Şu hâlde onun yok olması, semenden bir
şeyin düşmesini gerektirmez.
Şuf'ayı ibtâl eden
şey,- kasden sabit olmaz. Ancak, akarda sabit olur. «Kasden» kaydına sebeb
şudur: Çünkü şuf'a, ağaç ve meyve gibi akardan başka şeylerde akara tebâiyetle
sabit olur. Ulv (üst kat) gibi, akar hükmünde olan şeyde de sabit olur.
Şuf'ayı ibtâl eden şey,
ancak mal ile mâlik olunan, yâni mâli İvaz ile mâlik olunan akarda sabit olur.
Hattâ ivazla mâlik olmazsa; belki hibe ile mâlik olsa, onda şuf'a sabit olmaz.
Keza ivaz, gayr-i mâlî olsa (yâni mâlî olmasa) şuf'a sabit olmaz. Hattâ bir
kimse karısını eve karşılık mühâlaa Onul') etse, o evde şuf'a sabit olmaz. Her
ne kadar akar ve akar hükmünde olan şey taksim kabul etmezse de, malla mâlik
olunanda §uf a sabit olur.
Musannifin «Taksim
kalbûl etmeyeni» zikretmesine sebeb: Çünkü, İmâm Şafiî' (Rn,A.) ye göre, taksim
kabul etmeyende şuf'a sabit olmaz. Zîrâ şufa, İmâm Şafiî' (Rh.A.} ye göre,
taksimin zararını savmak için sabit olur. Bizim Mezhebimize göre; komşuluk
sararını savmak için sabit olur.
Taksim kabul etmeyen
şeyler: Akar hükmünde olan hamam, değirmen, kuyu ve küçük ev, mülk edinilmiş
olan dere ve yol gibi mülklerdir. Öyle ki bunlar taksim edilecek olsa, bunlardan yararlanmak (intifa) hâsıl
olmaz.
Bina ve hurma ağacı
gibi şeylerde şuf'a sabit olmaz. Çünkü bina ve hurma ağacı kasden satılsalar,
ikisi de akar ve akar hükmünde olmazlar. Sen daha önce öğrendin ki, bina ve
hurma ağacı, şayet akara tebaan satılsalar, ikisinde de şuf'a sabit olur.
Metâ'&a ve gemide şuf'a
sabit olmaz. İmâm Mâlik (Rh.A.), bunda ayrı görüştedir. Yâni Mâliki Mezhebine
göre, bunlarda şuf'a sabit olur.
Mevrûs olan (mîrâs
alman mal) mülkde de şuf'a sabit olmaz. Çünkü, şayet bir haneye irs (mîrâs) ile
mâlik olunsa, onda şuf'a sabit olmaz.
Sadaka ve hibede şuf'a,
şüyu' bulunmaksızın, ivaz şartıyla caiz olur. Yâni, eve sadaka veya hîbe ile
mâlik olunsa, onda şuf'a sabit olmaz. Zîrâ ivaz şartı olmaksızın hibe, malı
malla değiş-tokuş (muâve-ze) değildir. Bu durumda hîbe, mîrâs gibi olur. Ancak
meşrut olan ivazla olursa, mîrâs gibi değildir. Çünkü ivazla hîbe, sonu
bakımından satışdır. Lâkin mevhûbda ve ivazda tekâbüz (iki taraflı teslim
alma) ve adem-i şüyu' (şüyu' bulmama) şart kılınmıştır. Zîrâ, ibtidâen hibedir.
Eğer İvaz şart kılınmadı ise,'onda şuf'a yoktur. Ortaklar arasında taksim
edilen hanede dahî şuf'a olmaz. Çünkü, onu taksim ifraz ma'nâsına gelir. (Yâni,
haklarını ayırmaktır.) Bundan dolayı, onda cebr (zorlama) carî olur. Şuf'a ise,
ancak mutlak mübadelede meşrudur.
Ya da haneyi, diğer
hâne İçin ücret kılmakla; hul1 bedeli, âzâd bedeli, kas d en adam öldürmekten
sulh bedeli kılmakla veya mehv yapmakla şuf'a olmaz.
Bir kısmı malla
karşılanırsa, meselâ; bir adanı, bir kadına bir ev vermek ve kadın da ona bin
dirhem iade etmek üzere evlenirse; bunların hiçbirinde şuf'a olmaz. Çünkü bize
göre şuf'a malı, mutlak mal ile değiş-tokuşa (müâvezeye) mahsûsdur. Zîrâ şuf'a,
kıyâsın hilâfına eserlerle, malın, mutlak mal ile değiş-tokuş (müâveze)
edilmesi hakkında sabit olmuştur. Şu hâlde, ona mahsûs kalır.
Satıcı için muhayyerlik
île satılan evde de, satıcının muhayyerliği düşmemiş iken, şuf'a olmaz. Çünkü
muhayyerlik, satıcıdan mülkün zevalini meneder. Eğer muhayyerliği düşürürse,
şuf'a vâcib olur. Çünkü mülkün zevaline mâni' olan muhayyerlik ortadan
kalkmıştır. Lâkin sahih olan kavle göre, muhayyerlik düştüğü zaman şuf'a
istenmesi şart. kılınmıştır. Çünkü muhayyerliğin düşmesi hâlinde satmak, mülkün
zevaline sebeb olur.
Ya da ev, fâsid satış
ile satılsa, onda şuf'a olmaz. Yâni bir kimse, bir evi fâsid satışla satın alsa,
onda şuf'a yoktur. Teslim almazdan önce şuf'a olması; o evde satıcının mülkü
bakî olduğu içindir. Teslim akukdan sonra şuf'a olmaması; fesh ihtimâli
bulunduğu içindir. Zîrâ satıcı ile müşterinin her biri için, satışı, fesh etme
imkânı vardır. Halbuki onun fesh hakkı düşmemiştir. Çünkü ev fâsid satış ile
satılıp, fesh hakkı düşse^ müşteri onda bina yapmakla şuf'a sabit olur. Ya da,
satılık ev kadının hükmüyle, görme; şart veya kusur muhayyerliği ile
g«rl verilse, yâni şuf'a ile teslim
edildikden sonra nıebî' zikredilen şeylerin biri sebebiyle, kadının hükmüyle
geri verilse, onda şuf'a yoktur.
(Bunun sureti şudur:
Bir adam, bir ev satın alıp şefi' onda hakkını düşürse, ondan sonra müşteri
görme veya şart muhayyerliği ile satıcıya geri verse —gerek hüküm ile ve
gerekse hükümsüz olsun müsavidir— ya da müşteri evi kusur muhayyerliği ile
kadının hükmü olmaksızın geri verse, onda şuf'a yoktur.) Zira geri vermek,
aslından akdi feslidir, satmak değildir. (İmdi mülk, eski mâlikine geri döner. .
Şuf'a ise, yeni akidde câri olur. Bunda, müşterinin teslim almasından önce
olmasında veya ondan sonra olmasında fark yoktur. Her ne kadar teslim alma,
akdin tamâmını ifâde ederse de geri vermekle hükmü bâtıl olur.)
Katlinin hükmü
olmaksızın geri vermek, zikredilenin aksinedir. Ztrâ geri vermek vâcib olmayıp,
rızâ ile alınca, sanki satın almış gibi olur.
İkâle ile de şuf'a
olmaz. Çünkü ikâle, üçüncü satış hakkında satıştır. Şefî' ise, satıcı ile
müşterinin üçüncüsüdür. Borcu rakabesini ve kazancını kuşatmış olup, borca
batmış (müstağrak) köle için şuf'a sabit olur. Köle için bu şuf'a sahibinin
satılık malında ve sahibinin de kölenin maunda sabit olur. Çünkü kölenin elinde
olan, bu takdirde sahibinin mülkü değildir. Malı satın alan kimse için de şuf'a
sabit olur. Gerek asaleten, gerekse vekâleten satın alsın müsavidir.
Kendisi için mal satın
alınana da şuf'a sabittir. Yâni başkasını satın almaya vekîl edip, vekil de
müvekkil için satın alsa ve müvekkil şefî' olsa, Onun için şuf'a sabit olur.
Bunun sureti şudur: Üç kişi arasında ortak olan bir hanenin bitişik komşusu
(câr-ı mülâsıkı) olsa, ev satıldıkda, ortaklardan biri evi satın alsa, gerek
asaleten ve gerek vekâleten satın alsın, şuf'a müşteri için sabit olur. Keza
vekil, müvekkil için satın alsa, şuf'a müvekkil için sabit olur. Keza diğer
ortak için de sabit olur. Bunun faydası şudur: Şuf'a, bitişik komşu (câr-ı
mülâşık) için sabit olmaz. Çünkü ortak, komşudan önce gelir. Gerek asıl ve
gerekse vekîl olsun malı satan kimse için şuf'a sabit olmaz. Çünkü satıcının
şuf'a ile alması, kendi yönünden tamâm olan şeyi bozmaya çalışmak olur. Kendi
yönünden tamâm olan şey, müşterinin mülkü ve mâlikiyyetidir. Bir insanın kendi
yönünden tamâm olan şeyi bozmaya çalışması merdûddur. (kabul edilmez.).
Müvekkil için dahî,
satılan malda (mebî'de) şuf'a sabit olmaz. Çünkü satışın tamâmı müvekkil ile
olur. Zîrâ müvekkilin tevkili ol-mai&a, malın satılması caiz olmazdı.
Ya da, derke zâmin olan
(yâni alış-verişte akd tamâm olduğu hâlde parayı müşteriye iade eden) kimse
için dahî şuf'a olmaz. Yâni bir kimse, şefi1 olduğu hâlde satıcıdan derk (veya
derek) e zâmin olsa, onun için şuf'a sabit olmaz. Zîrâ o satışı, takrirdir. Bu
durumda, o kimse satıcı gibi olur.
Keza (yâni yukarıda
zikredilende şuf'a sabit olmadığı gibi), bir ev satılıp ancak bir arşın
miktarını satmamakla şuf'a sabit olmaz. Şe-fî'in sınırı boyunca, genişliği bir
arşın; bir karış vqyâ bir parmak miktarı yeri alıkoyup bu miktardan mâadasını
satmakla onda şuf'a sabit olmaz. Bırakılan miktarın uzunluğu, şefî'in evine
'bitişik olan yerin tamâmını kaplar. Zîrâ şefî'in bitişiği satılmayınca;
komşuluk kesildiği için onda şuf'a sabit olmaz. Bu mes'ele, komşuluk şurasını
düşürmek için bir çâredir. Keza zikredilen miktarı satıcı, müşteriye hibe edip
müşteri onu teslim aldıkdan sonra komşunun şufasi düşer. Şuf'ayı düşürmek için
başka bir çâre (hile) vardır. Musannif, onu şu sözüyle zikretmiştir: Ya da'
müşteri evden bir hisseyi, bir semenle satın alıp geri kalanını diğer bir semen
ile satm alsa, komşu birinci hissenin satışında şefî'dir. (Yâni komşu için
şuf'a, ancak birinci hissededir.) Zîrâ o hisse birincide, nıebî' olur.
İkincide, değildir Belki şefi', ikincide komşu (câr) dur. Müşteri ikinci
hissenin satışında ortak (şerik) dır ve ortak ise, şuf'ada komşudan önce gelir.
Bu mes'ele, burada ibtidâen şuf'a hakkını ibtâl için çâre (hile) dir. Burada bir
çâre daha vardır ki, şefî'in şuf'aya rağbetini azaltmayı ifâde eder. O da şudur:
Müşteri evi bin akçaya satm almak istese, bin hisseden bir hisseyi
dokuzyüzdok-san dokuz akçaya satın alır. Ondart sonra bin hisseden geri'kalanı,
bir akçaya satm alır. Şefi', ancak kıymetini vererek birinci hisseyi şuf'a ile
alır. Geri kalanını, alamaz. Zîrâ müşteri, satıcıya ortak (şerik) olmuştur.
Ortak ise, komşudan daha haklıdır. Şuf'ayı düşürmek için bir çâre daha vardır.
Onu da musannif şu sözü ile zikretmiştir: Ya da müşteri evi ağır semenle meselâ
bin akçaya satın alıp semen karşılığında kıymeti on akça eden bir giyeceği borç
olarak verir. Bu durumda şuf'a semenledir, giyecekle değildir. Çünkü giyeceğin
verilmesi diğer bir akddir ve semen evden ivazdır. Bu da bir çâredir, ki
ortaklığı ve komşuluğu kapsar. İmdi kıymeti yüz akça olan evi, bin akçaya satın
alır ve o bin aîkça için kıymeti on akçalık bir giyecek verir. Lâkin o eve,
şayet müstehık zuhur etse, ikinci akd bakî kaldığı için müşteri satıcıdan bin
akçayı geri alır. Bu durumda satıcı mütezarrır olur. Evlâ olan {en iyisi) şudur
ki: Evin semeni olan dirhemlerle beraber bir altına (dînâra) satma/ktır. Hattâ,
eve müstehık (hak iddia eden) çıkarsa sarf bâtıl olur. Bu takdirde, ancak
altının geri verilmesi vâcib olur. Zîrâ anlaşılır ki: O bin dirhem, onun
üzerinde İjorç değildir. Bu durumda müşteri diğerinden bir altını on akçaya
satın alıp da, sonra üzerinde
borç olmadığına birbirlerini tasdik etmiş gibi olurlar. Zîrâ o, ancak di-nârı
geri verir.
Şuf'ayı düşürmek için
diğer bir çâre daha vardır, ki daha güzel ve daha kolaydır. Musannif, onu şu
sözüyle zikretmiştir: Ya da müşteri, tartı veya işaretle ma'lûm olan dirhemlerle
satın alarak avucuudaki mangırlara işaret eder ve miktarı bilinmeden satın alır
ve mangırları teslim aldıkdan sonra kaybeder, Zîrâ semen, akd 'hâlinde
ma'lûmclur; şuf'a hâlinde ise meçhuldür. Semenin bilinmemesi, şuf'ayı meneder.
İkinci şuf'ayı düşürmek
için çâre (hile), ittifakla mekruhtur. Meselâ, şefî'in şuf'ayı isbâtmdan sonra
müşteri şeü'a; uBen, bu evi sana aldığım paraya satarım. Şuf'a ile alınakda
fayda yoktur.» demesidir. İmdi şefi' bu söze teslim olup, şuf'ayı isbâttan sonra
evi almasa, şuf'a düşer. Lakin bu çâre (hile) mekruhtur. Ama ibtidâen şuf'a
sabit olmaması için başvurulan çâre (hile); İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre,
mekruh değildir. Çünkü müşteri, kendisinden-kötü komşunun zararını savmak için
çâre arar. Zîrâ mâlikin rızâsı olmaksızın şefî'in evi üzerine temellük
etmesinde mâlike zarar vardır. Kendisinden zararı savmak için çâre aramak
caizdir. Velev ki, zımnen başkasına zarar vermiş olsun. İmâm Muhammed' (Rh.A.)
e göre mekruh olur. Çünkü şuf'a, ancak zararı savmak için sabit olur. Çâreyi
mubah bırakmakda ise, başkasına zarar vermek vardır. Burada, İmâm Ebû Yûsuf
(Rh.A). un sözü ile fetva verilir. Zekât'da ise, îmânı Muhammed' (Rh.A.) in sözü
ile fetva verilir.
Sadr'uş-Şeria (Rh.A.)
demiştir ki: «Şuf'a, ancak komşunun zararını savmak işin meşrudur. Müşteri,
komşular kendisinden zarar gören kimselerden ise, şuf'anın düşürülmesi helâl
olmaz. Eğer müşteri sâîifo bir adam olup komşu ondan faydalanırsa ve şefi'
mütegallibe (zorba) den ise, bu takdirde onunla kıomşu olmak îcâb etmez.
Şuf'anın düşürülmesinde hîle caiz olur.»
Kadir olduğu hâlde
müvâsebe talebini terk etmek veya müvâsebe talebine işhâdı terk etmek, şuf'ayı
ibtâl eder. Müvâsebe talebini terk etmek; satışı bildiği anda istemeye kadir
olduğu hâlde müvâsebe talebinden vazgeçmektir. Kadir olmaktan murâd; ağzını bir
kimsenin kapamaması yâhûd namazda bulunmamasıdır. Zîrâ terk etmesiyle şuf'a-sı
bâtıl olur. Taleb hakkı, ancak kasd ve ihtiyar hâlinde sabit olur. Bu da,
iktidarla olur. İkincisi; müvâsebe talebine işhâdı terk etmekle olur. Şefi* evin
satıldığını Öğrendiği zamanda yanında iki adam veya bir adam ile iki kadın
bulunmuş iken, şuf'a talebine kadir olduğu hâlde susup, talebi üzerine onları
işhâd etmemesi, şuf'ayı istemediğine ( i'râ-za) delildir.
Hidâye'de denmiştir ki;
«Şayet şefi' evin satıldığım öğrendiği zaman, işhâda kadir İken terk etse,
şuf'ası bâtıl olur.» Halbuki bundan Önce şuf'a talebi babında; «Müvâse-be
talebinde işhâd lâzım değildir.» demiştir. «İki sözün arasında çelişme vardır.»
diye buna i'tirâz edilmiştir. Bu i'tirâzm menşei ise, Hidâye'nin: «O, buna
kadir iken...» sözünü anlamamaktır. Çünkü onun muradı «Şefi1, şâhidlerin
bulunmadığı bir yerde evin satıldığını işittikde sussa, şuf'ası bâtıl olur.»
demektir. Şayet şefi'; «Ben, şuf'ayı istedim.)) dese ve bir kimse O'nu
işit-mese, şuf'a bâtıl olmaz. Hattâ kâdî huzurunda; «Ben, şûrayı istedim ve terk
etmedim.» dese ve bunun üzerine yemin etse, yemininde doğru olur ve müvâsebe
talebi sabit olur. Bunun daha geniş tahkiki yakında gelecektir.
Şefî'in, şuf'adan ivaz
ile sulh olması da şuf'ayı bâtıl kılar. Çünkü teslimdir. İmdi, sulhu bâtıl
olduğu için ivazı geri verir. Çünkü şuf'a, mülksüz mücerred temellük hakkıdır.
Ondan ivaz vermek sahih olmaz. Zîrâ ivaz, rüşvettir. Öyleyse, geri verir. Yine
sut'a, evin satılmasından sonra ve kadının şuf'a ile hükmünden ünce şefî'İu
ölmesiyle bâtıl olur. Yâni, şefî'in vârislerinin şuf'a ile almaları caiz olmaz.
Hattâ şefi', kâ-dînm şuf'a ile hükmünden, sonra ölse semeni peşin verip ve evin mâliki semeni
teslim almadan önce ölse de — bâtıl olmaz. Çünkü kâ-dînın hükmü ile şuf'a karar
kılmıştır. Bâtıl olmasının vechi ise şudur: Şuf'a, mücerred temellük hakkıdır.
Bu ise, hak sahibinin ölümünden sonra bakî kalmaz. Şu hâlde, nasıl mîrâs olarak
(mevrûs) alınabilir? Müşterinin ölmesiyle şuf'a bâtıl olmaz. Çünkü müstehık
bakidir. Müs tehakkun aleyhin ölmesiyle istihkak sebebi değişmez. Şefî'in, şuf'a
ile almak istediği evi, kâdînın şuf'a ile hükmünden önce satması da şuf'a-yi
ibtâl eder. Yâni şefi', şuf'a ile almak istediği evi, müşteri satın al-dıkdan sonra kâdî
şefî'.için şuf'a ile hüküm vermezden önce —müşterinin satıa aldığını bilsin
veya bilmesin — satmasiyle şuf'ası bâtıl olur. Çünkü istihkak, komşuluk ve
ortaklıkladır. Halbuki temellükten Önce istihkak ortadan kalkmıştır.
Keza şefî'in, şuf'a ile
taleb ettiği evi mescid veya kabristan yapması yahûd vakf edip tescil etmesi,
şuf'asını ibtâl eder. Kâdîhân (Rh. A.) demiştir ki: Şuf'aya hüküm verildiği
vakitte müstehık çıkıldıkda, şefî'in mülkünün mevcûd olması şart kılınmıştır.
Eğer şefi' müstehık çıkılan evini mescid veya kabristan yapsa yâhûd ınüseccel
vakf yapsa; ondan sonra kâdî şefî' için şuf'a ile hüküm verse, mebî' için şefî'
olamaz. Çünkü mescid veya kabristan ve müseccel vakf mülkünden yok olmuş
mesabesindedir.
Şefî'; «Ben, evin
satıldığını öğrendiğim zaman taleb ettim.» dese, yeminiyle söz onundur.
Musannifin; «Söz, şefî'indir.» demesi, şuna delâlet eder ki; asi olan; ya isbât
suretinde olsun diye şeıî'e, «Sen, talebi terk ettin.» diyerek müşterinin
beyyine getirmesi, ya da, «Sen, şuf'a istemedin.» demesidir. Çünkü «Sen
istemedin.» demek, zahiren nefy ise de, lâkin o nefy-i mahsurdur.» Bu
takdirde, .isbât hükmünde olur. Nitekim Fıkh Usûlünde tekarriir etmiştir. Her
iki takdire göre de; müşteri beyyine getirirse, kabul edilir. Getiremez ise;
şelTe, terk etmediğine veya şuf'a taleb ettiğine dâir yemin verilir. Eğer
müşterinin, şefî'in terkine delili olmayıp; şefî' talebi üzere delil getirirse,
kabul edilir. Eğer ikisinin de beyyinesi olursa, müşteriniııki tercih edilir.
Çünkü şefi', zahire bağlanmıştır. Bundan dolayı, söz onun olur. Şefi', beyyine
getirmekle teklif olunmamıştır. Şefî'in; «Dünkü gün öğrendim ve istedim.» demesi
bunun aksinedir: Yakında anlatılacaktır.
Telhis'ul-Câmi'in ba'zi
şerhlerinde zikredilen şey buna delâlet eder. Orada şöyle denmiştir: Şefî'in
hâzır olduğu yerde dinleyecek bir kimse bulunmasa, uygun olan şuf'ayı taleb
etmesidir. Çünkü taîeb, işhâd-sız sahîh olur. İşhâd, ancak müşterinin şuf'a
talebini inkârı sebebiyle meşrudur. Şu hâlde uygun olan, şuf'ayı taîeb
edebilmesidir. Hattâ müşteri, şefî'e yemîn ettirirse, şefî'in evin satıldığını
işittiği vakitte taleb ettiğine dâir yemîn etmesi mümkün olur. İmdi anlaşılır
kî; burada hüküm, müşteri beyyine getirirse, evin O'nun olmasına hükmedilir.
Müşteri beyyine getirmekden âciz olup, şefi' beyyine getirirse; şuf'a ile
hükmedilir. Eğer ikisi de beyyineden âciz olursa, ŞelTe yemîn verili)),
yeminden sonra şuf'a ile hüküm verilir.
Eğer şefî'; «Dünkü gün
evin satıldığım duydum ve taleb ettim.» dese, «Beyyine getir!» diye teklif
edilir ve sözü kabul edilmez. Çünkü şefi', talebi geçmiş zamana izafe etmiştir.
İmdi hâl için isti'nâfma (yeniden başlamasına) rriâiik olmadığı şeyi hikâye
etmiştir. Bir kimse hâl için isti'nâima mâlik olmadığı şeyi hikâye etse, hikâye
ettiği şeyde beyyinesiz tasdik edilmez. Şayet talebi geçmiş zamana izâle
etmeyip, belki sözü mutlak olarak söylese, bu takdirde hâl için isti'nâ-fına
mâlik olduğu şeyi hikâye etmiş olur. Çünkü biz onu, sanki satın almayı şimdi
öğrendi ve şuf'ayı şimdi taleb etti, sayarız. Bundan dolayı söz, onun olur.
İmâdiyye'de ve başkasında da böyle denmiştir.
Şefî', senin satın
aldığını işitip şuf'ayı teslim etse, imdi satın alma senden başkasının olduğu
zahir olsa veya mebî'in bin akçaya satıldığım işitip şuf'ayı teslim etse;
halbuki mebî' binden daha aza satılsa veya kıymeti bin veya daha çok eden keylî,
veznî veya mütekârib adedî
ile satılmış olsa; şuf a, şefi' için caiz olur. Şefî'in teslimi şuf asma mâni'
olmaz.
Meta' ile bu şekilde
satıldığını bilse; şuf'a, şefi' için olmaz. Yâni şefi', kıymeti bin veya daha
çok olan meta' ile satıldığını bilse, şufa-nın şefî'e âid olduğuna, hükmedilmez.
Bunda, asıl olan şudur: Şuf ada gaye, semenin miktâriyle, cinsiyle ve müşteri
ile muhtelif (değişik ve çeşitli) ölür. Şayet şefi', şuf'ayi ba'zı vücûh üzere
teslim edip ondan sonra hilafı ortaya çıksa, şuf'a hâli üzere kalır. Çünkü
teslim, müste-hak olduğu vech üzere bulunmamıştır. Bunun açıklaması şudur; şayet
şefî', evin bin dirheme satıldığını haber alıp şuf ayı teslim etse, ondan sonra
evin binden daha fazlaya satıldığını öğrense, teslim şahindir. Çünkü şefî',
ancak semeni çok gördüğü için teslim etmiştir. İmdi semen, şefî'in çok gördüğü
semenden daha çok olursa, teslime daha çok razı olur. Eğer, binden daha aza
satıldığını, kıymeti bin akçalık, daha çok buğday veya arpa' ile satıldığını
öğrenirse, şuf a hakkı bakîdir. Çünkü, semenin çokluğunda teslimi, semenin
azlığında teslimine delâlet etmez. Keza dirhemler ve dinarlardan iki cinsin biri
ile teslimi, diğerinde teslimine delâlet etmez. Ba'zan şefî'e ikisinden birinin
edası kolay ve diğeri imkânsız olur. Keza her mevzun, mekîl ve mütekâ-rib adedi
ile satış dahî zikredilen gibidir. Kıymeti bin veya binden fazla olan meta' ile
satıldığını bilmekle teslimi, zikredilenlerin aksinedir. Yâni bunda, teslimi
şahindir. Zîrâ şefî', ancak metâm dirhemler veya dinarlardan olan krymetiyle
alır. Şayet ev, kıymeti lıin veya daha çok olan dinarlar İle satılsa, sahih
olur. Bu da, onun gilbidir. Eğer kıymeti binden daha az malla satılırsa, bu
takdirde ş_uf ası ibâkî kalır. Müşterilerin birinin hissesi için şefî' olur.
Satıcıların birinin sattığı hissesi için şuf'a isteyemez. Belki şefî' hepsini
alır veya bırakır. Yâni bir cemâat, bir kimseden bir ev satın alsalar, o
müşterilerden birinin hissesinde şuf a sahih olur. Şayet bir cemâat, bir
kimseye ev safcsalar, o satıcılardan birinin »hissesinde şuf a sahîh olmaz.
Çünkü birinci surette, 'komşunun zararını savmak vardır. İkinci surette, yoktur.
Keza, bir kimse hisse-i şâyialı olarak satılan bir evin yarısını aynlmış olarak
alıp satıcı ile taksim etseler, yine.şefî', müşterinin aldığı yarımı alır veya
terk eder. Şefî'in taksimi fesh etmesi lâzım gelmez. Çünkü taksim, teslim almayı
tamamlayıcıdır. Zîrâ teslim almak, intifa (yararlanmak) içindir. Şâyi'de intifa
ise, ancak taksim ile tamâm olur,
Şefî'in babasının ve
yetimin vasisinin, küçük çocuğun şurasını teslim etmeleri sahilidir. Çünkü bu
teslim, ticâret için terktir. Şu hâlde ticârete mâlik olan kimseden sahih olur.
(Yâni bir kimse, bir ev satın alıp onun şefî'i küçük çocuk olsa, küçük çocuğun
babası veya vasisi şufayı teslim etseler, teslimleri sahih olur. Küçük çocuk
için, bülûğdan sonra şuf a ile evin alınması lâzım gelmez. Bu, İmâm A'zam ile
İmâm Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a göredir. İmâm Muhammed ve îmâm Züfer, (Rh.
Aleyhimâ) bunun aksi görüştedirler. Çünkü bu ikisi derler ki; küçük çocuk şuf'a
üzere sabittir ve "bulûğdan sonra, O'nun almak hakkı vardır. Çünkü şuf'a, küçük
çocuk için sabit haktır. Baba ve vasî, o hakkı ıbtâl etmeye mâlik olmazlar.
Meselâ, kısâsda afv etmeleri gibi... Şeyhayn (Hh. Aleyhimâ)
derler ki; şuf'a ile almak, ticâret zımnından dır. Çünkü almak, ancak bedel
vermekle olur. Şu hâlde, onu terk etmeye de mâlik olurlar. Bilmezmisin ki, küçük
çocuk için satışı gerektiren şeyi, baba ve vasinin reddi dahî sahîh olur. Çünkü
bedel vermek, fayda ile zarar arasında dolaşır. Bedel, küçük çocuğun mülkü
üzere kalsın diye; ba'zan küçük çocuk için terk etmekde fayda (nazar) vardır.
Velayet ise, fayda sağlamaya dayanır. Şu hâlde baba ve vasî geri vermeye (redde)
mâlik olurlar.
Keza babaya ve vasiye
küçük çocuğun malı civarında olan bir evin satılması haberi ulaşsa, baba veya
vasî sussalar, susmaları sebebiyle teslim sahîh olur.. Çünkü teslime kadir olan
kimsenin susması, teslim menzîleshıdedir.
Şuf'a istemeye vekîl olan
kimse, şayet şurayı teslim etse veya müvekkilinin şufayi teslim ettiğini ikrar
etse; eğer o teslim veya ikrar, kâdî huzurunda olursa sahîh olur. Eğer
başkasında olursa, caiz olmaz. Ancak şu kadar fark vardır ki; o, husûmetten
çıkar. İmâm Ebû Yûsuf (Hh.A.); «Mutlaka caiz olur.» demiştir. İmâm Züfer (Rh.A.)
ise; «Mutlaka caiz olmaz.» demiştir.
Musannif, ayn'ı bir
ivazla temlik etmek olan satışın ve ona tâbi' olan şuf'anın açıklamasını
bitirince, ivazsız temlik olan hibenin beyânına başlayıp şöyle demiştir:
Hibe, lügat yönünden,
İcberrûdur ve mutlaka mevbûb-un lehe
faydası olan şeyle ihsanda bulunmaktır (tefâddüldür). Nitekim, Allah Teâlâ
(C.C.) şöyle buyurmuştur:
«Bana, Senin tarafından
bir velî hibe.et (bağışla)-..» ve,
yine ^oyle buyurmuştur:
«(Allah) dilediğine
kız, dilediğine erkek çocukları hibe eder...»
Şer'an; hibe, ayn'ı
İvazsız temliktir. Yâni, ivaz şartı olmaksızın temliktir. Yoksa kendisinde
ivazın bulunmaması şart olması değildir ki, ivaz şartıyla olan hibe ile bozulmuş
olsun. İmdi, gerisini sen düşün!
Hîbe, İcâb ile sahih
olur. «Ben, hibe ettim!» demek gibi. Çünkü bu söz, hibede açık (sarih) dır.
Yine, «Ben, bağışladım!» demek gibi.
Keza Arablar arasında
«Nahalehu keza" «İvazsız, kendi isteği ile ona bağışladı!» denir. Yine «Ben
verdim!» ve «Bu yfyeceği sana ifâm ettim, sen onu teslim al!» demek gibi.
Hidâye sahibi demiştir
ki: «İfâm, şayet kendisi yedirilen şeye izafe edilirse, onunla ayn'ın temliki
murâri edilir. Şayet, «Ben, sana bu yeri ifâm ettim!» dese, bunun hilâfına olur
ki, o zaman ariyet olur. Çünkü yerin kendisi yedirilmez.»
Muhit sahibi demiştir
ki: Yiyeceğin ayn'ı ifâm edilen şeye izafe edilmesi, ivazsız temlike ve ibâhaya
muhtemeldir. Bu takdirde, iki duruma muhtemel Olur. «Teslim alin dediği vakit;
bu, muradın temlik olduğuna delâlet eder. Bundan dolayı musannif, burada «Onu
teslim al!» sözünü eklemiştir.
Yine, «Vecealtü hezâ
leke = Şunu, senin için yaptım!» demek gibi. Çünkü (leke) de olan (Lâm), temlik
içindir.
«Sana, omurilik
verdim!» demek de, hibedir. Çünkü, Resûlüttalı (S.A.V.):
«Bir kimse, bir malı
ümürlük verse, o mal ömürlük
verenindir. Öldükten sonra da vârislerin indir.» buyurmuştur. Bunun
açıklamasının tamâmı yakında zikredilecektir.
Yine, «Ben, senin için
onu ömürlük yaptım!» demek gibi. Yine, «Ben, seni şu hayvan üzerine bindirdim!»
demek gibi. Eğer, bindirmekle hibe etmeye niyyet etti ise, hibedir. Çünkü bu
söz, hibede açık (sarih) değildir. Şu hâlde niyyete muhtaçtır. Çünkü «Seni
bindirdim!» lâfzıyle ba'zan hîbe murâd edilir. Meselâ; «Emir, fülân kimseyi ata
bin-ıdirdün denilir ve bununla temlik murâd edilir.
«Ben, bu giyeceği sana
giydirdim!» demek de hibedir. Çüiıkü giydirmek (kisve) ile temlik murâd edilir.
Zira, Allah Teâlâ (C.C.) şöyle buyurmuştur:
«Yemin keffâreti,
ailenize yedirdiğinizin ortalamasından ,on düşkünü yedirmek veya giydirmek,
(kisve) dir.»
«Darî leke hibeten
teskünehâ = Benim evim, hibe olarak senin dir. Onda oturursun.» demekle de, hibe
sahih olur. «Dârî» mübtedâ, «Leke» haberdir. «Hibe» lâfzı, zarfın zamirinden
hâliyet üzere men-sûb kılınmıştır. «Leke» lâfzında olan (Lam) temlik içindir.
«Onda oturursun!» sözü, hibeye aykırı değildir. Belki, maksada tenbîhdir. «Bu
yemek, senin içindir, onu ye!» ve «Bu elbise, senin içindir, onu giy!» demek
menzîlesindedir.
«Benim evimde, hibe
olarak oturmak yönünden.» sözü, hibe olmaz. Çünkü «Oturmak yönünden» sözü önce
geçenleri temyizdir. Kendinden öncesini tefsir (açıklama) olur. Şu hâlde bu
ariyet olur, hibe olmaz. Ya da, bunun aksiyle; yâni «Senin için, benim evim
süknâ yönünden hibedir.» demekle de hîbe olmaz. Çünkü bunun ma'nâsı; «Benim
evim, süknâ olduğu hâlde senin için hibedir.» demektir. Bu durumda ariyet olur,
'hîbe olmaz.
Ya da; «Benim evim,
senin için süknâ bahşişidir.» derse, hîbe olmaz. Çünkü bunun ma'nâsı; bahşişimi
sana verdim, takdirindedir. Süknâ kelimesi, temyizdir.
Ya da, «Evim senin
için, sadaka süknâsıdır.» yâni «Benim evim, süknâ yoluyla sadaka süknâsı olduğu
hâlde, senindir.» demekle de hîbe olmaz.
Yâhûd,, «Benim evim,
senin için ariyet hibesidir.» yâni «Ariyet yoluyla menfaatleri senin için
hibedir.)) demekle de olmaz. Zîrâ, ariyet sözü, temyizdir. Ondan menfaat
anlaşılır. Çünkü bu sözler, ariyete delâlet eder. hibetye delâlet etmez.
Hîbe, îcâb ve kabul ile
sahih olur. Çünkü hibe, satış gibidir. Ancak îcâto ve kabul ile sahih olur.
Hibenin tamâm olması, teslim almakla olur. İmâm Hamîd'üd-dîn (Rh.A.) demiştir
ki; hibenin rüknü, hîbe edenin (vâhibin) hakkında îcâbdır. Çünkü hîbe,
teberru'dur. İmdi, mütetoerrî' yönünden tamâm olur. Mevhûb-un leh hakkında İse,
ancak kabul ile tamâm olur. Bundan sonra,
mevhûb-un leh'in mevhûbda mülkü, ancak mevhûbda mümkün olan kâmil kabz (teslim
almak) ile geçerli olur.
Menkûl malda kâmil
kabz, menkûle uygun olan kabzdır. Akarda İse, akara uygun (münâsib) olan 'kâmil
kabzdır. Evin anahtarını teslim almak, evi teslim almak (kabz) dır. Kâmil kabz,
taksime muhtemel olan şeyde taksimledir. Hattâ, küllün kabzına tebâiyetle
olmaksızın mevhûb üzere kabz bil'asâle vâki* olur. Taksime muhtemel olmayan
şeyde kâmil kabz, tümün (küllün) kabzına tebâiyetle olur. Velev ki, hîbe edenin
mülkü ile meşgul olmayıp, kendisi o mülkü meşgul edici olsun. Binâenaleyh hibe,
vâhibin izni olmaksızın, hîbe meclisinde teslim almak (kabz) ile tamâm olur. Bu
söz, «Hîbe kâmil olarak teslim almakla tamâm olur.» ifâdesine tefrî'dir.
Hîbe meclisinden sonra
ise, hîbe edenin izni ile teslim almakla tamâm olur. Eğer hîbe eden kimse
(vâhib), kendisine hîbe ettiği kimseyi (mevhûb-un lehi), teslim alınakdan nehy
ederse —gerek hîbe meclisinde ve gerekse ondan sonra olsun — mutlak surette
kabz sahih olmaz. Çünkü, tasrîh karşılığında delâlete i'tibâr edilmez.
Muhvez'de, teslim
almakla hîbe tamâm olur. Muhvez ile murâd; hîbe edilen şeyin (mevhûb'un), hîbe
eden kimsenin (vâhib'in) mülkünden ve hakkından ayrılmış olmasıdır. Yine, hurma
ağacı üzerinde olan meyvenin hîbe edilmesinden ve bunun benzerinden sakınma
(ihtiraz) dır. Nitekim, açıklaması ileride gelecektir. Taksim edilip hisse-i
şayiası kalmayan muhvezde, teslim almakla hîbe tamâm olur. Yine, taksim edilmek
sânından olmayan müşâ'da, teslim almakla hîbe tamâm olur. Taksîm edilmeyenden
murâd; taksimden sonra kendisinden asla faydalanılmayan bir tek hayvan ve bir
köle gibi şeylerdir. Çünkü, bu gibi mallarda taksimden Önceki istifâde cinsinden
faydalı bir şey kalmaz. Küçük ev, küçük hamam ve küçük giyecek gibi.
Taksîm sânından olan
müşâ'da, kabzla hîbe tamâm .olmaz'. Velev-kl hîbe, hîbe eden kimsenin (vâhib'in)
ortağına olsun, hîbe edilen cüz'ü ayırmadikca hibe tamâm olmaz. Çünkü bunda,
kâmil kabz tasavvur Olunmaz. EğeT hîbe eden kimse (vâhib), müşâ' olan hîbe
edilmiş cüz'ü-ayınp (ifraz edip), kendisine hîbe edilen kimseye (mevhûb'un
leh'e) teslim ederse, hibe tamâm olur. Çünkü, hibenin tamâm olması kabz iledir.
Kabz edildiğinde, hîbe edilen şeyde (mevhûb'da) şuyû' yoktur. Eğer hîbe eden
kimse, mevhûbu hisse-i şâyialı olarak teslim ederse, kendisine 'hîbe edilen
kimse (mevhûb-un leh) ona mâlik olamaz. Hattâ , mevhûb-un leh'in onda tasarrufu
geçerli olmaz. Hibe edilen şey helak olsa, onu öder. Müşâ' olan mevhûbda vâhibin
tasarrufu geçerli olur. Bunu, Kâdîhân (Rh.A.) zikretmiştir.
Memede olan sütün,
davarın üzerinde olan yünün, tarladaki ekinin ve ağacın ve hurma ağacmdaki hu
rinanın hibe edilmesi gibi. Bunlar müşâ'm benzerleri (nazîrleri) dir, örnekleri
(misâlleri) değildir. Çünkü, bunlardan hiçbirinde şuyû' yoktur. Lâkin bunlar,
müşâ' hükmündedir. Hattâ bu zikredilenler, hîbe eden kimsenin mülkünden
ayrılıp; teslim edilse, müşâ'da olduğu gibi, hibesi sahih olur.
Buğday dânelerî
içindeki un ve susam dâneleri içindeki yağ ve süt; içindeki yağ bunun
hilafınadır. Bunlar asla sahih olmaz. Yâni; gerek ayırıp teslim etsin ve gerekse
etmesin müsavidir. Çünkü hîbe edilen şey (mevhû)b), yok hükmündedir. Bunun sırrı
şudur: Buğdayın hâli değişip un olmuştur. Keza diğerleri de böyledir.
Değiştikden sonra, o hîbe edilen şey (mevhûb), başka bir madde oldu.
Nitekim, g&sbda
görmüştük. Müşâ' bunun hilâiınadır. Çünkü o, mülk için mahâldir. Hattâ, onun
satılması caiz olur. Lâkin, teslimi mümkün olmaz. Şayet mâni' ortadan kalkarsa,
teslimi caiz olur.
Hîbe eden kimsenin
evinde olan eşyada ve dağarcığında olan yiyecekte, şayet vâhib o evi içinde
olan malı ile ve o dağarcığı içinde olan yiyecekle teslim ederse, hîbe tamâm
olur. Aksi ise bunun hilâfı-nadır. Yâni evinde olan eşyayı veya dağarcığındaki
yiyeceği hîbe edip, evi ve dağarcığı içindekilerle teslim etse, eşya ve
yiyecekte hîbe sahih olur, İçinde hibe eden şahsın eşyası bulunan bir hâne
bağışlar da eşya ile hîbe edilene teslim ederse yâhûd bir dağarcık hîbe eder
de, içinde hibe edenin yiyeceği bulunur ve onu teslim ederse, hîbe
sahih'olmaz. Bunda asıl olan şudur: Hîbe edilen şey (mevhûb), her ne zaman hîbe
edenin mülküyle meşgul olursa, teslimi meneder. Bu, takdirde hibenin sıhhatini
de meneder. Ne zaman şâğil ise, teslimi menetmez.. Bu durumda, hîbe sahih olur.
Birinci fasılda hîbe edilen şey (mevhûb) şâğildir, meşgul değildir. İkincide,
hîbe edilen şey, hibe edenin mülkü ile meşguldür. Çünkü mazruf, zarfı meşgul
eder. Fakat zarf, mazrufu meşgul etmez. Ancak hîıbe eden kimse, nıetâ'ı ve
yiyeceği de hîbe edip kendisine hibe edilen kimse, hîbe edenin izni ile hepsini
teslîm alırsa, hepsinde hîbe sahih olur. Yâni vâhib, evi hîbe edip rae-tâ'ı hibe
edinceye kadar teslîm etmese veya dağarcığı hîbe edip, yiyeceği hibe edinceye
kadar teslîm etmese ve hepsini beraber teslîm etse, hepsinde- hibe sahih olur.
Çünkü hîbe eden kimse, hepsini birden teslim edince, sanki hepsini ibirden hibe
etmiş olur. Eğer teslimi ayrı ayrı yaparsa, zikredilenin hilâfınadır.
«îzni ile» demeye
sebeb; çünkü hîbe eden kimse, kendisine hibe edilen kimseye (mevhûb-un leh'e)
teslim alması için izin vermezse, kendisine hîbe edilen kimse de teslîm alırsa,
öder (zâmin olur). Çünkü mevhûb-un leh, başkasının malını ifsâd etmiştir.
«Kâfî» de de böyle denmiştir.
Hîbe meclisinde teslîm
almak, kabul yerine geçer. Yâni hîbe eden
kimseden, îcâb sâdır olsa, kendisine hibe edilen kimse (mevhûb-un leh) akdi
kabul etmezden önce, hibe edenin izni ile mevhûbu teslim alsa, hîbe sahih olur.
Çünkü meclisde teslim almak, kabulün delilidir. Bundan sonra; «Meclisde teslim
almak, hibe edilen şey (mevhııb) ile hibe edilen kimse (mevhûb-un leh) arasını
tahlife ile hâsıl olur mu?» denilirse, bunda Meşâyih (Din âlimleri) ihtilâf
etmişlerdir. İmâm E-bû'1-Leys (Rh.A.) demiştir ki: Bu tahliye İmânı Muhammet!'
(Rh.A.) e göre teslim almaktır. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, teslim almak
değildir. Muhtar olan şudur ki: Hibenin sahihinde tahliye ile sahih olur,
fasidinde tahliye ile sahih olmaz. Fetâvâ-yı Zahîriyye'de de böyle denmiştir.
Hîbe eden kimse, bir
evi eşyası İle hîbe edip evi ve eşyayı teslim else, sonra eşyaya nıüstehık
çıksa, evde lıîbe sahih olur. Çünkü istihkak ile zahir olmuştur ki, eşyayı
elinde bulundurması gasb suretiyledir. Bu kimse evi ve eşyayı gasb edip, ondan
sonra ev O'na hîbe edilmiş yâhûd ev veya eşya O'na emânet konup, sonra ev O'na
hibe edilmiş gibi olur. Zîrâ, bu şahindir.
Şayet hîbe eden kimse
(vâhib), bir tarlayı ve ekini hibe ederek teslim etse, sonra ekine nıüstehık
çıksa, tarlada hîbe bâtıl olur. Çünkü ekin tarla ile beraber ittisal hükmüyle
bir tek şey gibidir. İmdi ikisinden birine müstehık çı-kıldıkda, sanki o taksim
kabul eden şeyde, bir kısmına hak sahibi çıkmış gibi olur. Geri kalanında hibe
bâtıl olur. Kâfî'de de böyle denmiştir.
Sadr'uş-Şerîa (Rh.A,)
demiştir ki: «Hibeyi
bozan, mevcûd şuyû'dur, ânz olan şuyû' değildir. Nitekim hibe eden kimse, hibe
edip ondan sonra ba'zı şâyi'de
rücû etse (geri dönse) veya ba'zı sâyi'a müstehık
çıkılsa, müfsid olmaz. Rehn, bunun
aksinedir. Çünkü ânz olan şuyû'
müfsiddir.»
Fusûleyn'de
zikredilmiştir ki: Ânz şuyû', bil'ittifâk hibeyi bozmaz. Ânz şuyû' hibenin bir
kısmında şayi olarak hibeden dönmektir. İstihkak ise, küllü bozar (ifsâd eder).
Çünkü beraberdir, arızî değildir. Şeyh'ül-İslâm Ebû Bekr (Rh.A); Muhît'in «Hîbe
Bölümü» nde böyle zikretmiştir.
Ben derim ki:
Sadr'uş-Şerîa' (Rh.A.) nın istihkak suretlerini, ânz şuyû'un misâllerinden
sayması doğru değildir. Doğru olan, Kâfi İle Fusûleyn'de olan sözdür. Çünkü
istihkak, şâjyet beyyine ile zahir olsa, hibenin evveline dayanır. Bu durumda
hibeyle beraber olur. Hîbe üzerine ânz olmaz. Fâsid hîbe, teslim almakla mülk
ifâde eder. Fetva bununla verilir. Fusûieyn'de böylt zikredilmiştir.
Yakınına fâsid hibe ile
hîbc etse, hibeden geri dönebilir. Yâni; .«Fâsid hibede mülk sabit olsa, hîbe
eden kimse için zî-rahnvi mahremine fâsid hîbe ile hîbe ettiği şeyden geri
dönmek velayeti mümkün olur mu?» denilirse, Meşâyihden ba'zısı; «Bu mes'ele
fetva vak'ası oldu ve ben sahih hîbe ile iâsid hibenin arasını ayırdım ve
dönebilir diye fetva verdim.» demiştir.
İmâm Usturîşnî (Rh.A.)
ve İmâm İmâd'ud-Din (Rh.A.) demişlerdir kî; Bu cevâb, doğrudur. Fâsid hibede
kabzla hükmün sabit olmasını caiz görmeyenin sözü üzere doğruluğu zahirdir.
Caiz görenin sözüne göre de doğrudur. Çünkü takarrür ettiği vecihle, fâsid
hibenin hükmü ile teslim alman şey ödenir. Teslim alman şey, helâkdan sonra
kıymetiyle ödenirse, helâkden önce geri verilmeye müstehak olur. Bu takdirde
hîbe eden kimse, geri dönmeye ve geri almaya mâlik olur.
Bir kimse, «Şu buğday
hararını (yünden yapılmış büyük çuvalı); veya şu yağ tulumunu sana hîbe ettim.»
dese, hîbe ancak buğdayda ve yağda sahih olur. Nitekim bilirsin ki, buğday ile
yağdan her biri hîbe edenin mülkünü meşgul etmektedir, onun mülküyle meşgul
değildir.
Bir feadın evini
kocasına, ikisi de o evde eşyaları ile oturdukları hâlde, hîbc etse, hîbe caiz
olur ve koca o evi teslim almış sayılır. Çünkü kadın ve malı, kocanın
elindedir. Şu hâlde teslim sahih olur. Bunu Kâdîhân (Rh.A.) zikretmiştir.
Bir kimse kilitli
sandıkda olan giyecekleri hîbe edip ve sandığı, mevhûb-ım leh/e verse, teslim
almış olmaz. Şu hâlde, hîbe tamâm olmaz. Çünkü -teslim almak, ancak kabz ile
intifa' sahih olduğu vakitte hâsıl olur. Kilitli olan şeyde ise, intifa'
(yararlanma) olmaz.
Kendisine hîbe edilen
kimsenin (mevhûb-un leh'in) elinde olan şeyin hîbe edilmesi, yeniden teslim
almaksızın tamâm olur. Yâni, hîbe edilen şeyin (mevhûb-un) ayn'ı, hîbe edilen
kimsenin (mevhûb-un leh'in) elinde emânet veya
ariyet olsa
veya saklamak için verse; kendisine hîbe edilen kimse (mevhûb-un leh) o şeye,
mâlikin hîbe etmesi ve mevhûb-un leh'in kabul etmesi ile mâlik olur. Her ne
kadar, onda yeniden kabz bulunmasa da mâlik olur. Çünkü hîbe babında kabz mühim
(mazmun) değildir. İmdi, onda kabzın aslına
i'tibâr edilir.
Bunda ise, kafoz
mevcûddur. Bu durumda kabz, hibe yerine geçer. Satış, bunun aksinedir. Yâni
emânet olan şeyi (vedîa'yı) veya
benzerini, emânet elinde olan kimseye satsa, yeniden teslim almaya muh-tâc
olur. Çünkü satış, garantili kabz gerektirir. Mııda'ın
kabzı, emanet kabzıdır. Binâenaleyh garanti kabzının yerini tutmaz. Belki
yeniden teslim almaya nmhtâc olur. Bunda asıl olan şudur: İki kabz, şayet bir
cinsden olsalar, ikisinden biri diğerinin yerine geçer. Çünkü cins yönünden
birleşmişlerdir. Şayet ikisi ayrı ayrı (muhtelif) olurlarsa, daha kuvvetli olan
daha zayıfın yerini tutar. Aksi olmaz. Çünkü daha kuvvetlide, daha aşağı olanın
misli ve fazlalık vardır. Daha aşağı olanda ise, daha kuvvetlide olan şey
yoktur.
Yine, babanın çocuğu
için hibesi akd ile tamâm olur. Çünkü hîbe edilen şey (mevhûb), babanın
elindedir. O da, küçük çocuğun alması yerine geçer. Çünkü baba, küçük çocuğun
velîsidir. Babanın kabzı şarttır. Gerek hakîkaten elinde olsun ve gerekse
mûda'ınm elinde olsun müsavidir. Çünkü mûda'ın eli, mâlikin eli gibidir. Fakat
gâsıbın elinde, müste'cirin elinde veya mürtehinin elinde olan malı hîbe etmek
zikredilenin aksinedir ki; baltanın kabzı bulunmadığı için hîbe caiz olmaz. Zîrâ
onlardan her birisi, kendisi için kabz eder, Hîbe edilen şey (mevhûb), rna'lûm
olursa hibe tamâmdır.
Nihâye'de denmiştir ki:
Mebsût'un ifâdesi şöyledir: «Babanın, küçük çocuğuna hîbe ettiği ve üzerine
işhâd eylediği her şey, eğer o şey ma'lûm olursa, bu hibe caizdir. Bunda kabzın
mâhiyeti, çocuğa hibe ettiğini bildirmektir ve işhâddır.» Bundan sonra
demiştir-kî: «İşhâd, şart değildir. Belki, hîbe bildirmek ile tamâm olur. Ancak,
işhâdı ihtiyaten -zikretmiştir. Bunun sebebi; ölümünden sonra diğer vârislerin
inkârından ve çocuğun idrâkinden sonra babanın inkârından sakınmak- (ihtiraz)
dır.»
Yine, yabancının, âkil
olan çocuğa hîbe ettiği şeyi, çocuğun teslim alması ile hîbe tamâm olur. Çünkü
çocuk, hâlis menfaatlerde baliğ insan hükmündedir. Ya da çocuğun babasının veya
dedesinin veya baba ile dedenin ikisinden bilinin vasisinin teslim almasiyle
tamâm olur. Çünkü vasi, onların yerine
geçer. Ya da, o çocuğun beraberinde terbiye eden anasının veya çocuğu
beraberinde terbiye eden yabancının, yâhûd küçük kızın kocasının teslim
aimasiyle tamâm olur. Lâkin zifâfdan (yâni gerdeğe girdikden) sonra teslim
aimasiyle tamâm olur. Çünkü baba, kocayı küçük kızın korunmasında ve o küçük kız
için hibenin teslim alınmasında kendi yerine geçirmiştir. Baba da teslim alsa,
sahîhdir. Çünkü velayetin aslı babaya âiddir. Koca ise, velayeti babadan alır.
Hamlin hîbe
edilmesi caiz olmaz. Çünkü, cariyenin bir vasfıdır. Cariyeye ei, ayak
mesabesinde bitişiktir. Hamle hîbe de caiz değildir. Velev ki, uygun sebeb
beyân ettiği takdirde, onun için ikrar caiz olsun. Bunun açıklaması, inşâallâh
«İkram konusunda gelecektir.
İki kimse, bir evi, bir
kimseye hîbe etse, hibeleri sahîh olur. Çünkü evi toptan teslînı etmişlerdir ve
kendisine hîbe edilen kimse de şüyûsuz testim almıştır.
Aksi sahîh değildir. O
da; bir kimsenin, iki kimseye bir evi hîbe etmesidir. Çünkü bu hîbe, her birine
yarımın hîbesldir. Bu takdirde, şüyu' lâzım gelir. On akçayı iki zengine
tasadduk etmek gibi. Bu, caiz olmaz. Zîrâ zengine tasadduk, hibedir. Şu hâlde,
şüyu' sebebiyle caiz olmaz. On akçanın iki fakire tasadduk veya lıîbe edilmesi
sahîhdir. Çünkü fakire hîbe, sadakadır.
Sadaka ile Allah Teâlâ' (C.C.) nın rızâsı istenir. Allah' (C.C.) in rızâsı ise,
birdir. Fakır, onun naibidir. Fakat zengine hibe, bunun aksinedir.
Bir kimse evin yansım
başkasına hîbe edip, o yanını teslim ettik-den sonra geri kalanı da hîbe etse
caiz olmaz. Şayet evih yarısını hîbe edip teslim etmezden önce, geri kalan
yansım hîbe edip hepsini birden teslim etse, hepsinde hîbe sahîh olur. Çünkü
hepsini birden teslim edince, sanki hepsini birden hîbe etmiş gibi olur. Fakat,
teslimi ayrı ayn yaparsa, bunun hilâfınadır.
Satın alınan evin,
teslim alınmazdan önce hîbe edilmesi caizdir.
Yâni bir kimse, bir evi
satın alıp, teslim almazdan önce başkasına hîbe etse, caiz olur. Nitekim
bilirsin ki; akarda teslim, almazdan Önce tasarruf caizdir. Keza, bir sahîh
dirhemin iki adama hîbe edilmesi caizdir. Çünkü o, taksim edilmez müşâ'ın
hîbesidir.
Musannifin, «Sahîh»
demesi; karıştırılmış dirhem, eşya hükmünde olduğu içindir. Nitekim, bilirsin!
Binâenaleyh taksim edilen mallardan olur. Bu takdirde, iki adama hîbe edilmesi
şuyû' sebebiyle, sa-hîh olmaz. Bir kimse yanında olan iki dirhemi bir adama;
«Bunun
İkisinden birini sana hîbe ettim!» dese,
eğer ikisi miktarda eşit olursa, hîbe câlz değildir. Eğer miktarda eşit değil
ise, hîbe caiz olur. Farkı şudur ki: Birinci veehde hîbe, ikisinden birini
içine alır. Halbuki, o meçhuldür. Şu hâlde, caiz olmaz.
İkinci veehde hîbe, o
ikisinden dirhem miktarına şâmildir. O ise, taksime muhtemel olmayan müsâ'dır.
Şu hâlde, hîbe caiz olur. Keza, Dâr-i İslâm'a gidip gelen kaçak köleyi, babanın
küçük çocuğuna hîbe etmesi de caiz olur. Çünkü kaçak köle üzerinde
sâhifoinm-mâliMyeti (yed'i) hükmen bakîdir. Zîrâ, kaçak kölenin üzerinde Dâr-ı
İslâm halkı yed'en hâkimdir. Efendisinin-mâlikiyetinm zuhur edememesi, Dâr-ı
harbe girdiği takdirde, küf farın O'na mâlik olmalarındandır.- Eğer efendi, o
kaçak köleyi Dâr-ı harbe girdikten sonra hibe ederse, caiz olmaz. Bu mes'ele
«Kâfirlerin İstilâsı Babı» nda geçmişti. Keza, hîbe eden kimse, binanın
mevhûb-un leh tarafından yıkılmasına izin verse, arsasiz binanın hibe edilmesi
de caizdir.
İçinde ekin olan tarlayı
ekinsîz hîbe etmek de caizdir. Veya üzerinde meyvesi olan ağacı meyvesiz hîbe
etmek de caizdir. Şayet hîbe eden kimse, mevhûb-un leh'e ekini hasâd etmesini ve
meyveyi toplamasını emrederse caiz olur. Çünkü cev&z için mâni' efendinin mülkü
ile meşgul olmaktır. Efendi yıkmaya, hasada ve meyve toplamaya izin verince;
—kendisine hîbe edilen kimse de, o fiil ile amel edip mâni' ortadan kalkınca —
hîbe caizdir.
Hibeden dönmek (rücû1),
yabancı kimsede sahilidir. Musannif, «Yabancı kimse» ile, hibe eden kimseden
zî-ralun-i mahrem olmayanı murâd eylemiştir. Bu söz ile, zî-rahm olup mahrem
olmayan ve mahrem olup zî-rahm olmayan hâriç kalmışlardır. Bundan dolayı
musannif, «Hibeden geri dönmeyi, karabetle mahrem olmak meneder.» demiştir. Bu
söz ile musannif; babalar, analar, erkek ve kız kardeşler gibi neseb yoluyla
değil, süt gibi sebeb yoluyla mahremiyetten; bir de; kadınların anaları ve
rebâib (yâni bir erkeğin üvey kızları), oğullarının ve kızlarının eşleri gibi
sıhriyet yolu ile mahremiyetten sakınmıs-tır.
İmâm Şafiî (Rh.A.)
şöyle demiştir: Hibeden dönmek yoktur. Çünkü, ResûlüUah (S.A.V.) :
«Hibe eden kimse,
hibesinden dönemez; ancak baba, çocuğuna hibe ettiği şeyden dönebilir.»
buyurmuştur.
Bizim delilimiz,
Resûlüllah (S.A.V.) den rivayet edilen şu hadîs-i şerif dir:
.
«Hibeye karşılık (ivaz) olmadıkça, hibe eden kimse
hibesine daha lâyıktır.» Bununla murâd, teslimden sonra olan dönme hakkıdır.
Çünkü hîbe, teslimden
Önce hakikaten hibe olmaz. İmânı Şafiî' (Rh.A.) nin rivayet ettiği hadîsten
murâd, hibe eden kimsenin hükümsüz ve nzâsız dönmeyi (rücû'u) tek başına
yapamamayıdır. Baba müstesna. olup, O, hîbe edilen şeye muhtâc olursa, kendisi
alabilir. Çünkü baba, infâka haceti olduğu için hîbe edilen şeyi almakda
hükümsüz ve n-zâsız teferrüd eder. Her ne kadar hakîkaten ruoû' değil ise de;
zahire bakarak, babanın almasına rücû' denilmiştir.
Halbuki bu hüküm,
hibeye mahsûs da değildir. Belki baba, muhtâc olursa, oğlu gâib de olsa, onun
malından alması, caizdir. Nitekim «Nafakalar Babı» nda zikredilmiştir.
Sadr'uş-Şerîa (Rh.A.):
«Biz de, bu sözü kabul ederiz, yâni dönmek (rücû'), ancak baba için uygundur.
Çünkü baba, ihtiyâcı için temellük eder.» demiştir. İmdi Sadr'uş-Şerîa' (Rh.A,)
nın "Biz de, bu sözü kabul ederiz.» sözünden ba'zı kimseler şunu tevehhüm
etmişlerdir: Babanın, oğluna hîbe ettiği şeyden dönmesi, zikredilen İmâm Şafii'
(Rh, A.) nin sözü gibi, bize göre de mutlaka sahilidir.» Bu anlayış bâtıl bir
vehmdir. Kaynağı, Sadr'uş-Şerîa' (Rh.A.) nın; «Çünkü baba, ihtiyâcı için
temellük eder.» sözünden gaflettir. Zîrâ Sadr'uş-Şerîa' (Rh.A.) nın demek
istediği, bizim zikrettiğimiz şeydir. Hattâ baba muhtâc olmasa, oğlunun
malından bir şeıy alması caiz olmaz. Şu hâlde anlaşılan şey, Kâdîhâıı (Rh.A.) ve
diğerleri gibi bizim Fukahâmizin açıklamalarına aykırıdır. Bunlar; «Doğum
akrabalığı, mâni'ler cümlesindendir.» demişlerdir. Nitekim ne kadar yukarı gitse
de, babalarda ve analarda; ne kadar aşağı inse de, evlâdda, yine ne kadar aşağı
inse de, erkek ve kızkardeşlerde ve onların çocuklarında, amcalar ve halalar,
dayılar ve teyzelerin yalnız kendilerinde olduğu gibi. Çünkü bunların çocukları,
mahremler (yâni birbirleriyle evlenmeleri haram olanlar) den değillerdir.
Nitekim, daha önce «Nikâh Bölümü» nde geçti.
Hibeden dönmeye mâni'
olan şeyler yedidir: Birincisini musannif: «Akrabalıkla olan mahremiyet» sözüyle
zikretmiştir.
Bunun dönmeye mâni' olmasının vechi; maksûd —ki sıla-ı rahmdir— hîbe ile hâsıl
ölür. Çünkü sıla-ı rahm, mahremlerde vâcibdir ve maksûdunu ifâde eden her akd
lâzım gelir.
Rücû'un mâni'lerinden
(engellerinden) ikincisini musannif, «Bitişik ziyâde» sözümle zikretmiştir.
Yâni hîbe edilen şeye bitişik olan fazlalık da rücû'a mânidir.
Bina, dikilmiş ağaç ve yağ gibi. (Yâni kendisine hibe edilen kimsenin, hibe
edilen şey (mevhûb) üzerine bina yapması veya ağaç dikmesi gibi.) Bunların
rücû'a mâni' olmasının vec-hi şudur: Hibeden dönmek (rücû1) ancak lıîlıe edilen
şeyde sahîh,4*lur. Fazlalık İse hîbe edilen şeyden (mevhûbdan) değildir. Şu
hâlde, faz-lalıkda rücû* sahih olmaz. Aslı geri alıp, fazlalığı almamak
suretiyle ayırmak da mümkün olmadığı için, dönmek (rücû) aslen imkânsızdır.
Üçüncü engeli musannif
şu sözü ile zikretmiştir: «Hibe eden kimse (vâhib) İle kendisine hîbe edilen
kimse (mevhûb-un leh) den birinin ölmesi de, hibeyi almaya engeldir.»
Kendisine hîbe edilen kimsenin ölmesiyl: hibenin geri alınamaması; mülk
mevhûb-un leh'in vârislerine geçtiği içindir. Hîbe eden kimsenin ölmesinin
rücû'a engel obuasına gelince; nass, rücû' hakkını ancak hîbe eden kimse İçin
îcâb ettiğîndendir. Vâris ise, hibe eden,kimse değildir.
Dördüncü engeli
musannif «İvaz» sözüyle zikretmiştir.
Çünkü hibede rücû' hakkı, hîbe eden kimsenin maksûdunda halel (bozukluk)
olduğu için mevcûd idi. Halbuki ivaz, ona ulaşmakla bu, ortadan kalkmıştır.
İvaz, hibeye muzâf ise, mâni'dir. Kendisine hibe edilen kimse; «Bunu al,
hibenin karşılığı (ivazı) dır!», "«(Hibenin bedelidir!», «Hibenin
karşılığında.» veya «Hibenin yerine.» dese, hîbe eden kimse de teslim alsa,
artık rücû' edemez. Eğer hibe eden kimse (vâhib) hîbe edip, kendisine hîbe
edilen kimse (mevhûfo-un leh) ivazı muzâf eylemese, herkes mutlak surette
hibesinden dönebilir. Yâni gerek ivaz, kendisine hîbe edilen kimseden olsun,
gerekse onun emriyle yabancıdan olsun, gerekse olmasın müsavidir. Çünkü ivaz,
hîbe eden kimseye teslîm edilmiştir. Bu takdirde rücû' hakkı kalmamıştır. Keza,
İvazı veren yabancı da ivazından geri dönemez. (Yâni, ivazı geri alamaz). Çünkü
yabancı, mevhûb-un lehden rücû' hakkını düşürmekle teberru' edicidir ve bu
caizdir. Eğer mevhûb-un leh'in emri olmaksızın vermişse, muavviz (ivaz veren)
ondan ivazı alamaz. Çünkü tebernT etmiştir. Keza, ivazı onun eniri ile vermiş
olsa da, yine alamaz. Ancak mevhûb-un leh: «Ben, o ivazı ödemek üzere, benim
için vâhibe ivaz ver!» demiş ise, ivazı alır (rücû' eder). «îzâh» adlı eserde de
böyle denmiştir.
Musannif, beşinci
engeli şu sözüyle zikretmiştir: «Mevhûbun, kendisine hibe edilen kimsenin
mülkünden çıkması da riicû'a, engeldir.»
Çünkü mülkün değişmesi, ayn'm değişmesi gibidir. Mülk, sebebin değişmesi ile
değişmiştir.
Altıncı engeli musannif
«Hibe vaktinde zevelyyet» sözü ile zikretmiştir. Çünkü zevciyyet, vuslat
hususunda mahremiyyet akrabalığı gibidir. Bunun" delili; aralarında mâni' ve
butlan olmaksızın mîrâs cereyan etmesidir. Bu durumda maksad, sıladır. O da,
olmuştur.
Hîbe vaktinde zevciyyet
(kan-kocalık), rücû'a mâni'dir.
Hattâ bir kadına, bir şey hibe edip ondan sonra nikâh etse, hibe eden kimse,
geri dönebilir. Şayet nikâhı altında olan kansma hîbe etse, ondan sonra bâînen
boşasa, dönmek hakkı yoktur Çünkü, birincide; hîbe vaktinde aralarında-alâka
yoktur. Onun için rücû' edebilir. İkincide, yâni karısına hîbe edip sonra bâînen
boyadığında, hibe vaktinde alâka vardır. Onun için rücû' edemez.
Yedinci engeli
musannif; «Hibe edilen şeyin (mevhûb'un) helak olması da hibede rücû'a
engeldir.» sözüyle zikretmiştir.
Çünkü, hibe edilen şey helak olunca, dönmek imkânsız olur. Şayet kendisine
hîbe edilen kimse, mevhûb'un helak olduğunu iddia etse, yeminsiz tas-dîk
edilir, «Kâfî»'de de böyle denmiştin
Bu yedi engelin zabiti;
(Dem'u hazeka) harfleridir. Bu harfler, şu sözden jalınmaştır: -
.
«Hibede rücû'a mâni',
Ey dostum, «Dem'u
hazeka» (yâni mızrak kanı) dır!»
İmdi (d) ziyâdeye, (m)
ikisinden birinin ölümüne, (Ayn) ivaza, (hâ) mülkcten çıkmaya, (za) zevciyyete, (kâf) akrabalığa ve (he)
helake işarettir. Hazk, ta'n (vurmak) ma'nâsınadır. Hazık, mızrak demektir. Bu
sözü söyleyen, her hâlde gözyaşını mızrağın sivri ucuna benzetmiş oiacaktrr.
Bîr kimse, bir köleyi,
kardeşi ile bir yabancı kimseye hîbe edip ve onlar da köleyi teslim alsalar;
hîbe eden kimse (vâhib), yabancının payından rücû' edebilir. Çünkü hîhe, yabancı
hakkında şahindir. Zîrâ köle, taksim olunmayan şeylerdendir. Dönmeye de engel
yoktur. Kardeş ise, bunun aksinedir. Çünkü ondaki akrabalık, hibede rücû'
etmeye engeldir.
Bir adam, bir adama,
bir şey hîbe edip o da teslim aldıktan sonra bîr başkasına hîbe etse, ondan
sonra ikinci adanı dönse, yâhûd ikinci vâhibe geri verse; birinci adamın, ikinci
adama, o şeyde rücû' etmesi sahih olur. Çünkü hîbe edilen şey (mevhûb), ikinci
adama yeni sebeb olmaksızın dönmekle avdet edince, birinci adam o hibeden rücû'
edebilir. Eğer hibe edilen şeyi, üçüncü adam, ikinciye tasadduk eder, o da
fakır olursa veya satar da, o zengin olursa, »birinci adam, ikinciye rücû'
edemez. Çünkü tasadduk veya satış yeni mülkdür. Zîrâ, ona yeni sebefo ile
dönmüştür. Rücû' hakkı, bu mülkde sabit değildir. Birinci adam, bu takdirde
rücû' edemez. Muhit'de de böyle denmiştir.
Kendisine hîbe edilen
kimse, hibenin yansı İstihkak edildiği surette ivazının yarısıyla rücû' eder.
Hibeden nıurâd, hîbe edilen şeydir. Çünkü kendisine hîbe edilen kimse, ivazı
hîbe eden kimseye, ancak hîbe edilen şeyin hepsi kendinin olsun diye vermiştir.
Bir kısmı yok olunca, sair muavezatta olduğu' gibi, onun miktârmca hîbe eden
kimseye rücû' eder. İvazın yarısının istihkakında hibe eden kimse, kendisine
hîbe edilen kimse üzere bir şeyle rücû' edemez. Hattâ ivazın geri kalanını
-verir. Çünkü 'bu miktar, ibtidâen bütününe ivaz olmaya .elverirdi. İstihkakla
anlaşıldı ki bundan başka ivaz yoktur. Yâni hîbe eden için muhayyerlik vardır.
Çünkü onun rücûJ hakkı, ancak bütün ivaz kendisinin olsun diye düşmüştü. Bu
olmamıştır. Binâenaleyh; dilerse ivazdan geri kalana razı olur. Dilerse, kalanı
verip, hîbe edilen şeyin tümünü alır.
İvaz şart kıhmrsa,
bunun hilaf madır. Çünkü ivaz^şart kılman hibe, tebaan tamâm olur. Bu takdirde
bedel, mü-bdel üzetine dağıtılır. Şayet bir kısmına müstehık çıkılsa, hîbe eden
ona karşılık olan ivazla rücû1 eder. «Esrar» adlı kitapda da böyle denmiştir.
Eğer kendisine hîbe
edilen kimse, hibenin yarısına ivaz verse, hîbe eden kimse {vâhib) ivaz
verilmeyene rücû1 eder. Çünkü ivaz vermek, rücû'a engeldir. Şayet ivaz yarımda
bulunsa, yarımın miktarınca rücû' imkânsız olur. Eğer hibe eden kimse, hibenin
yansını satsa veya satmasa yarımda rücû' eder. Çünkü hîtoe eden kimse {vâhib)
için tümde rücû' etmek 'hakkı olunca, bir
kısmında rücû' evleviyyetle sabittir. Yansım satmak, rücû'u menelmez. Bu, yâni
rücû' ancak, mev-hûb, mevhûb-un leh'in elinden iki tarafın rızâsı veya kadının
hükmü ile elinden alınması bakımından sahih olur. Çünkü hibeden rücû',
rauhtelefun fîhdir. Fukahâdan bazı âlimler onu caiz görmüş, ba'zıları da caiz
görmemiştir. Hibeden rücû' etmenin aslında zayıflık vardır. Çünkü hî'be eden
kimse hakkını isterse, kendisine hibe edilen kimse onun mülkünü meneder.
Maksûdun husulünde ve adem-i husulünde gizlilik vardır. Çünkü hibe eden
kimsenin muradının, sevâ-b ve sevgi olması caizdir. Buna göre vâhibin maksûdu
hâsıl olduğu, için rücû' edemez. Yine, vâ'hibin muradının ivaz olması da'
caizdir. Buna göre; rücû' eder. Bu takdirde arayı rızâ veya kaza ile i'asl etmek
gerekir.
Mevhûb-un leh'in
kendisine hibe edilen köleyi ıücû'dan sonra, hükümden önce âzâd etmesi
sahilidir. Çünkü hibe edilen şey, rnev-hûb-un leh'in mülkünden ancak kâdînın
hükmüyle çıkar. Şu hâlde, hükümden önce azâd edilmesi şahindir. RücıVdan soma ve
kazadan önce hibe edilen şey helak olsa; vâhibin menetmesinden sonra, hibe
edilen şeyde mülkü bakî olduğu için .mevhûb-un leh onu Ödemez. Keza, hükümden
sonra, hibe edilen şey, mevhûb-un leh'in elinde helak olsa, yine ödemez. Çünkü
hîbe edilen şeyin teslim alınmasının (kabzının) aslı, teslîm almanın (makbuzun)
ödenmesini îcâb etmez. Bu, onun illetinin devamıdır. Bir şeyin devamı, asliyle
mu'teberdir.. Lâkin hükümden ve vâhib isteyip, o men ettikten sonra helak
olmasiyle Öder. Çünkü bu takdirde, hîbe edilen şey, hîbe edilen kimsenin elinde
emânettir. Talebden sonra men', emânette ödemeyi îcâb eder. İkisinin biriyle
rücû*, yâni rızâlaşmakla veya kâdînın hükmü ile rücû'; hîbe akdini asıldan
feshdir.ve eski mülkü iadedir. Rücû', vâhib için hîbe değildir, îmdi bunda,
hîbe edenin teslîm alması şart değildir. Çünkü teslîm almak (kabz), ancak mülkün
intikâlinde i'tibâr edilir. Yoksa, eski mülke geri dönmesinde i'tibâr edilmez.
Taksime elverişli olan
müşâ'da rücû' .sahilidir. Yansı hibe edilen ev gibi. Hîbe olaydı, sahih olmazdı.
Hîbe edilen şey,
mevhûb-un leh'in elinde helak olup, o inevhûba müstehık çıkılıp mevhûb-un leh
ödese; kendisine hîbe edilen kimse, hîbe eden üzere rücû' edemez. Çünkü hibe,
teberru' akdidir. İmdi kendisine hibe edilen kimse, hîbe edilen şeyde selâmete
müstehık kılınmaz,
Bİr engel nedeniyle
rücû'un bâtıl, olduğuna hükıncdildikden sonra, o engel ortadan kalksa, rücû'
avdet eder. Bunun açıklaması şudur: Hîbe edilen evde, mevhûb-un' leh bina yapsa
ve kadı bina sebebiyle hibe eden kimsenin (vâhibin) rücû'unu ibtâl etse,
mevhûfo-un leh ö binayı yıksa ve hâne Önceki hâline geri dönse, hibe eden
kimsenin o evin hibesinde rücû' etmesi caiz olur. Fakat bir kimse, bir köleyi üç
güne kadar muhayyer satın alsa, muhayyerlik müddetinde köle has-talansa;
müşteri, satıcıya köleyi geri vermekde muhâsama edip kâdî muhayyerlik müddetinde
humma sebebiyle geri vermede müşterinin" hakkını ibtâl etse, müşterinin o köleyi
geri vermesi caiz olmaz. Mu-hît'de de böyle denmiştir.
Hîbe, ivaz şartiyle
ibtidâen hibedir. Bu, hîbe eden ivazı «alâ = şartıyla» kelimesiyle zikrettiği
vakittedir. Meselâ hîbe eden kimse; «Şu giyeceği, bana bedel vermen şartıyla,
ben bu köleyi sana hîbe ettim.» demesi gibi. Şayet ivazı «bâ = ile» harfi ile
zikretse, başlangıcı ve sonu bakımından satış olur. Meselâ hîbe eden kimse,
kendisine hîbe edilen kimseye; «Ben, sana şu elbiseyi, şu kölenle veya bin
dirhemle hibe ettim.» dese, ve kendisine hîbe edilen kimse de kabul etse,
bü'icmâ', başlangıcı ve sonu bakımından satış olur. Hidâye şerhlerinde ve
başkalarında da böyle denmiştir.
İki ivazın her biri
hîbe olduğu için, iki âkidiıı iki ivazı teslim almaları şart kılınmıştır ve
hîbe şüyu' ile bâtıl olur. Nitekim şüyu' ile bâtıl olmak, hibenin hükmüdür.
Babanın, küçük çocuğunun malım ivaz şartıyla hîbe etmesi caiz değildir. Nitekim,
ivazla küçük çocuğun hî-besi. caiz olmadığı gibi. îvaz şartiyle hibe, sonu
bakımından satışdır. İmdi o ivaz şartiyle olan hîbe, kusur ve görme muhayyerliği
ile geri verilir. Hîbe, şuf'ayı da ardından celbeder. Nitekim, satışın hükmü de
budur. Bu, bize göredir. İmâm Züfer ile İmâm Şafii1 (Rh.-Aleyhimâ) ye göre,
başlangıcı ve sonu bakımından satışdır. Çünkü i'tibâr ma'nâ-laradır. Bizim
delilimiz şudur: Bu satış; iki cihete şâmildir. Şu hâlde, iki benzerle amel
etmek suretiyle mümkin mertebe aralan bulunur. Şayet, «Hîbç, malı ivazsız
temlîkdir ve satış ise, malı ivaz ile temlik-dîr. İkisi bir araya nasıl
getirilir ve yine temlîkde şart câri olmaz ve «alâ»' kelimesi şartiyyet ifâde
eder.» denilirse; cevâbında ben derim ki: Sen bilirsin ki, hibenin ivazsız
temlik olmasının ma'nâsı, şartsız temlik olmasıdır. Yoksa ivazın yokluğu
şartiyle değildir. Şu hâlde, onun satış olmasına aykırı olmaz. Yine bilirsin ki;
temlike aykın (mü-nâfi) olan şart, içinde ribâ veya kumar ma'nâsi bulunan
şarttır. Mutlak şart değildir. Hattâ satıcı; «Sana müîk olmak üzere, ben bu
şeyi sana sattım.» dese, satış sahih olur. Konumuz bu ibareye bakarak ibtidâen
şart olur. Hattâ ka-bzdan önce satış gibi, lâzım olmaz. Neticeye bakarak, ivaz
ma'nâsma şart olur. Hattâ, beka hâlinde üzerine satışın ahkâmı terettüb eder.
Bir kimse, bir bez hîbc
edip, kendisine hibe edilen kimse (mev-hûb-un leh) onu beyazlaştirsa, hibe eden
kimse ona riicü' edemez. Beyazlatmakla, yıkamak arasında. fark vardır. Şöyle
ki; beyazlatmakta, muttasıl ziyâde vardır, yıkamakda ise, yoktur,
Keza kâfir bir köle,
kendisine hibe edilen kimsenin elinde İslama gelse ve bir câriye, ki mevhûh-ım
leh O'na Kur'ân, veya yazı veya bunların benzeri şeyler öğretse, bu suretlerde
hibe eden kimse rücû' edemez. Çünkü Müslüman olmakla, Kur'ân öğrenmekle, yazı
yazmakla ve bunların benzerleri ile hibe edilen şeyin (mevhûbun) değeri artar.
Bu nedenle rücû' bâtıl olur.
Keza Bağdâd'da hurma
hîbe edip, kendisine hibe edilen kimse o hurmayı Belh'e götürse, o yerde rücu'
hakkı bâtıl olur. Çünkü, hîbe edilen şeyin kıymetinde muttasıl fazlalık vardır.
Bir kihıse, bir rengine
tasadduk etse, yâni; «Ben, şu, dirhemleri sana tasadduk ettim.» dese yâhûd bir
fakire hîbe etse; yani, «Sana, şu dirhemleri hîbe ettim.» dese, birinci
mes'elede lâfza; ikinci mes'elede ma'nâya i'tibârla rücû, edemez. Kâfi'de de
böyle denmiştir.
Bir kimse, bir cariyeyi
hîbe edip ancak cariyenin hamlim (yâni karnındaki dölünü) hîbe etmese veya
cariyeyi, kendisine iade etmek, âzâd etmek yâ hû d ümm-ü veled yapmak şartıyla
hîbe etse veya bir evi hîbe veya tasadduk edip, o evden bir şeyi geri vermeyi
şart koşsa, ya da o hîbe veya sadaka edilen evden bir şey ivaz verilmesi üzere
şart etse, o hîbe sahih olur. Çünkü hîbe, fâsid şartlar ile bâtıl olmaz.
Nitekim, daha önce geçti. Nebî-i Ekrem (SA.V.), ömrî olan hibeyi caiz görmüş,
şartı ise ibtâl etmiştir. Nitekim, yakında açıklaması gelecektir; -
Hamlin
istisnası-bâtıldır. Çünkü istisna, ancak akdin amel ettiği yerde amel eder. Sen
bilirsin ki, hamlin hibesi caiz plnıaz. Şu hâlde, istisnası da caiz olmaz.
'
Şart da bâtıldır.
Çünkü, akdin ımıktczâsına aykırıdır. O muktezâ, mutlaka mülkün sabit olmasıdır.
İmdi zikredilen şartlara i'tibâr edilirse, hibe onlarla kaydlanmış olur. Takyîd
(kaydlanmak) ise, ıtlâka aykırıdır.
Zeylaî (Rh.A.);
Fukahânın; «Ya da o hibe veya sadaka edilen evden 'bir şey ivaz verilmesi üzere
şart etse.» sözüne i'tirâz edip, şöyle demiştir: Bununla murâd; ya ivaz
şartiyle hibedir, ki hîbe ve şart caizdir. Bu takdirde; «Şart bâtıldır.» sözü
doğru değildir. Eğer bu sözle hîbe edilen şeyin aynından bir şeyin ivaz olmasını
murâd ederse, bu da hâlis (sırf) tekrardır. Çünkü o, bunu; «O hîbe edilen evden
bir şey kendisine geri verilmek şartiyle.» diyerek zikretmiştir. Ben derim ki:
Biz, birinci şıkkı seçeriz. Zeylaî' {Rh.A.) nin, «O hibe ve şart caizdir.» sözü
memnudur; hîbe ancak, eğer ivaz ma'lûm olursa caiz olur. Nitekim, daha önce
geçen konularda sen bunu öğrenmiştin. Bu bizim cevâbımızı Hidâye sarihlerinin
ba'zıları açıkladı. Keza, sadakada da ' hâl böyledir.
Bir kimse cariyenin
hamlini âzâd edip cariyeyi hSbc etse, cariyede hibe sahîh olur. Çünkü cenin,
hibe eden kimsenin mülkünde kalmamıştır. Bu durumda hibe edilen şey (mevhûb),
hîbe eden kimsenin mülkü ile meşgul olmamıştır. Tedbîr, bunun hi.lâfınadır.
Yâni cariyenin hamlini müdebber edip, cariyeyi hîbe etse, hibe sahih olmaz.
Çünkü hami, hibe eden kimsenin mülkünde bakîdir.
Borcdan kurtarmanın
(ibranın) şarta ta'lîki, ancak ınevcûd bir şartla olursa caizdir. Alacaklı,
borçluya; «Yarınki gün gelirse, sen borç-dan berisin.» dese, ibra bâtıl olur.
Çünkü bu, hâlis bir şarta ta'likdir. Eğer alacaklı, borçluya; uŞâyet benim,
sende alacağım var ise, seni ondan kurtardım (ibra ettim).» dese ve gerçeklen, o
kimsede alacağı olsa, ibra sahîhdir. Çünkü bu alacak, bir şarta ta'likdir.
Binâenaleyh, ta'lîksiz vâki' olur.
Umrâ caiz, rukbâ caiz
değildir. Uuırâ; evini, başkasına Ömrü boyunca vermektir, O evi verdiği adam
öldüğü zaman, ev geri verilir. Bu temlik sahîh, şart bâtıl olur. Rukbâ ise;
«Eğer ben, senden önce ölürsem, ev senindir..» demektir. Bu zamana muza* olarak
temlik olur. Rukbâ, irtikabdan alınmadır. O da intizârdır. Sanki mevhûb-ün leh,
hibe eden kimsenin ölümünü beklemiş olur. İmdi bu, sahih olmaz. Çünkü hâlen
temlik yoktur. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) demiştir ki: Hâlen temlik olmasına binâen,
rukbâ da, umrâ gibi sahîh olur. İmânı A'zam' (Rh.A.) a göre ise; isttrdâd şartı
Ölümünden sonradır. Binâenaleyh niza', lâfzîdir.
Musannif, malın ivazsız
temliki konularını bitirince, ivazla menfaati temlik konularına başlayıp şöyle
demiştir: İcâre
lügat yönünden «fi^le» ölçüsünde, «ecirden» alınmadır. Talcb ve darb babından
ücretin ismidir. Ücret, ecire
verilen kiradır.
Şer'an, menfaati ivazla
temlîkdir. Musannifin, Fukahâmn; «Şu kadar ivazla ma'lûm menfaati temlîkdir.'»
sözlerinden ayrılmasına ss-beb şudur: Çünkü Fukahâmn sözü, sahih icârenin
ta'rifi ise; ta'rif mâni' değildir. Zîrâ fâsid .şartla ve aslî şüyu' ile fâsid
icâreye şâmildir. Şayet eamm (daha umûmi) bir ta'rif ise menfâati ve ivazı,
ma'lûmi-yet ile takjyîd etmek sahîh değildir. Burada "bizim seçtiğimiz ta'rif,
eamm ta'rîfdir. Nitekim satışın ta'rîfi de böyledir.
Gerek o ivaz, köle ve
giyecek gibi ayn; gerekse para, ölçülen (me-kîl) ve tartılan (mevzun) şey gibi
deyn veya menfaat olsun müsavidir. Ayn ve deyn, zahirdirler. Üçüncüsünün
açıklaması ise «Nafaka» konusunda gelecektir.
İcâre; «Ben, şu evi
sana bir aylığına şu kadara ariyet verdim {iare ettim).» yâhûd; «Bu evin
menfaatlerini sana hibe ettim.» demekle mün'akid olur. Yâni icâre,
İare (ariyet vermek) lâfzıyle
mun'akid olur. Hattâ ıbir kimse, 'başkasına; «Ben,
bu evi sana bir aylığına şu kadara ariyet verdim.» dese ve muhâtab dahî
kabul etse, icâre (kiralama)
sahîh olur. Fakat ariyet vermek (iare), kiralama (icâ-re) Iâfziyle mün'akid
olmaz. Hattâ bir kimse, başkasına; «Ben, bu evi sana ivazsız kiraladım.» dese,
fâsid icâre olur, ariyet olmaz.
Eğer başkasına; «Ben,
bu hanenin menfaatlerini sana bir aylığına şu kadara hibe ettim.» dese, caiz
olur ve kiralama (icâre) olur. .Fetâvây-ı Suğrâ'da da böyle denmiştir.
Kiralamanın (icârenin),
satış Iâfziyle mün'akid olmasında ihtilâf edilmiştir. Şeyh'ul-İslâm (Rh.A.)
şöyle demiştir: «Bu husûsda Meşâ-yihin ihtilâfı vardır. Şayet hür olari kimse
başkasına; «Ben, kendimi sana bir aylığına şu iş için -sattım.» dese, bu
kiralama (icâre) dır.
Kerhî1 (Rh.A.) den
rivayet edilmiştir ki; «İcâre, satış îâfziyle mün'akid olmaz.» Sonra, bu
sözünden dönüp: «Mün'akid olur.» demiştir. Hulûsa'da böyle zikredilmiştir.
Menfaat, ba'zan müddet
beyân etmekle ma'lûm olur. Müddet gerek uzun gerekse kısa olsun, evde oturmak
veya şu kadar müddet zirâat yapmak gibi. Ba'zan da menfaat, işi beyân etmekle
olur. Meselâ; kuyumculuk, boyacılık,
terzilik ve bunların benzerleri gibi.
Menfaat, işaretle de
ma'lûm olur. Meselâ, şunu, şuraya nakletmek gibi. Çünkü.menfaat, kendisine
işaret edilen şey (müşârün-ileyh) değildir. Lâkin işaretten, menfaatin fiil-i
mahsûs olduğu bilinir. Ücret, akd ile lâzım gelmez. Yâni mucir ,
akdin kendisiyle mâlik olmaz ve ücret gerek ayn, gerekse deyn olsun, ücretin
teslimi akd ile vâcib olmaz. Çünkü akd, değiş-tokuş (muâveze) dur. İki ivazın
biri menfaattir, ki azar azar meydana gelir. Diğer ivaz maldır. Muâvezenin
muk-tezâsı, eşitliktir. "Menfaat tarafındaki gecikme, bedelde de gecikme
olmuştur. Belki müddet gelmezden önce vermekle ecr ,
lâzım gelir. Çünkü bedel, akd ile vâcib olur. Hattâ, onun için geri isteme hakkı
yoktur. Ya da, akd hâlinde ta'cîtin şartiyle lâzım gelir. Bu takdirde ecr vâcib
olur. Ya da, üzerine akd yapılan menfaati almakla lâzım gelir. Çünkü iburada
da, ecr vâcib olur. Ya da almaya imkân bulmakla lâzım gelir. Bunun üzerine
musannif; «Teslim alınmış ve fakat oturulmamış ev için ücret vâcib olur.»
sözüyle tefrî' yapmıştır. Çünkü almak imkânı vardır. Yine musannif; «Ücret,
gasb ile
düşer.» sözüyle tefrî1 yapmıştır. Yâni evi, müste'cirin
elinden gâ-sıb, gasb etse, ücret düşer.
Kiraya veren kimse,
evde ve yerde her gün için ve hayvanda her konak için ücret isteyebilir. Kıyâs;
eşitliği gerçekleştirmek için her saatte, hesabiyle ücret istemektir. Nitekim,
bunu bilirsin! Lâkin, her saat için ücret istemek güçlüğe yol açar. Çünkü her
saatin hissesi, ancak güçlükle ma'lûm olur. Şu hâlde, bizim zikrettiğimize
dönülmüştür.
Terzilik ve bunun
benzeri san'atlarda, kira ile tutulan kimse, işi bitirdiği zaman ücret
isteyebilir. Her ne kadar iş, kira ile tutanın (müste'cirin) evinde yapılsa da,
her gün için ücret ödenmesi lâzım gelmez. Hattâ iş müste'cirin evinde yapılıp
işi bitirmiş olmasa, Hidâ-ye ve Tecrîd'de zikredildiği üzere, ücretten bir şeye
müstehık olmaz. Mebsûteyn'de (iki Mebsût'da), Fevâid-i Zahîriyye'de,
el-Zehîre'de ve Câmiu's-Sağîr şerhlerinde zikredilmiştir ki; terzi, bir kısmını
müste'cirin evinde dikse, hesâbınca onun için ücret vâcib olur. Hattâ
giyeceğin bir kısmı dikildikden sonra çalınsa, dikilen kısım hesâbınca ücrete
müstehık olur.
Müste'cirin evinde
ekmek pişiren ekmekçi, fırından ekmeği çıkar-dıkdan sonra ücreti hak eder. Eğer
ekmek fırından çıkdıkdan sonra yanmış olursa, ekmekçi yine ücreti hak eder,
zararı ödemesi gerekmez. Nitekim, sebebi yakında gelecektir ki; ücreti hak etmek
ile zararı ödemek ikisi bir araya gelmezler. Fırından çıkarmazdan önce yanmış
olursa, ücret ödenmesi gerekmez ve zarar ödetilir.
Vikâye'de denmiştir ki:
Eğer ekmek fırından çıktıkdan sonra yanmış olursa, ekmekçiye ücret ödenmesi
lâzım gelir. Çıkmazdan önce yanarsa, ücret ödenmesi lâzım gelmez. İki surette de
zarar ödetilmez.
Sadr'uş-Şerîa (Rh.A.)
bunu; ««yâni ekmeği çıkarmazdan önce ve çıkardıkdan sonra.» diye tefsir
etmiştir.
Ben derim kî: Bu, söz
götürür. Evvelâ: Bu Hidâye şerhlerindeki ifâdeye muhâlifdir. Onlarda;
«Çıkarmazdan önce yanmasında zarar ödenir.» denilmiştir. Hattâ Gâyet'ul-Beyân'da
denmiştir ki: Tandırdan çıkardıkdan sonra yanması suretinde zararı ödememekle
kayd etmeye sebeb şudur; çünkü çıkarmazdan ,önce yanarsa, bizim Ashabımızın
hepsine göre, ekmekçinin zararı ödemesi lâzım gelir. Saniyen; bu söz, aşağıda
zikredilecek kaideye muhaliftir. Kaide şudur: Ortaklaşa olan ücretli işçi
(eeir-i müşterek) ,
ameliyle telef olan şeyde zararı öder.
Denilse ki; mes'elenin
vaz'ı, müste'cirin evinde ekmekçilik ettiğine göredir. Bu ise, müste'cirden
başkasına ekmekçilik yapmayı men eder. Bu durumda, özel ücretli işçi (ecîr-i
hâss)
olur. Yakında gelecektir; ki özel ücretli işçi, ameli ite telef olanı ödemez.
Buna cevâb olarak deriz ki: Sarihler; bunun müşterek ücretli olduğunu
açıklamışlar ve şöyle demişlerdir: Bir kimsenin ücretli işçisi (ecîr-ul-vâhid),
onun hakkında akd, müddet üzere hassaten yapılan kimsedir. Nitekim, yakında
açıklaması gelecektir. Meselâ, başkasına hizmet etmemek üzere, bir ay hizmet
etmesi için kiralanan kimse gibi. Bizim bahsettiğimiz, müddet -beyân etmeksizin
iş için kiralanan işçidir, evinde çalışmasının bir te'sîri yoktur. Bu durumda,
o ecir-i müşterek olur. Bundan dolayı ben, ibareyi gördüğün şekle değiştirdim.
Bu yanılmanın (gafletin) kaynağı şudur: Hidâye sahibinin, eğer fırından
çıkarmazdan önce yansa veya elinden düşse, teslimden önce helak olduğu için,
ekmekçiye ücret yoktur. Şayet ekmeği çıkartıp, ondan sonra ekmekçinin fiili
olmaksızın yanmış olsa, ekmekçiye ücret verilir. Çünkü, ekmeği evine koymakla
teslim etmiş olur. Bu durumda, ekmekçinin zararı ödemesi gerekmez. Çünkü, ondan
bir suç sâdır olmamıştır. Vikaye sahibi: «Zararı ödemesi gerekmez...» sözünü,
«Fırından çıkarmazdan önce yananı da,,, (ödemez)») sözüne müteallik kılmıştır.
Bu takdirde olan olmuştur.
«Doğru olanı ilham eden
Allah' (C.C.) a ham d olsun. Sonunda dönüp sığınılacak olan ancak O'dur.»
Boyacı, nişasta ile
yıkayan çamaşırcı ve benzerleri gibi, ayn'da yaptığı işin eseri olan kimse
ücretini almak için o malı habs edebilir. «Nişasta ile yıkayan» diye kayd
etmesi; işinde eser olduğu içindir. Bununla, giysi yıkayıcısından ihtiraz
etmiştir. Nitekim, açıklaması gelecektir. Habs etmesine sebeb:* Çünkü
ma'kûdun-aleyh mahalde, yâni giyside vasıftır. Boyacı ve çamaşırcı için habs
hakkı, bedelin alınması içindir. Nitekim, satışda olduğu gfbl.
Eğer o ma! yapılan
işden sonra zayi' olursa, ödemek lâzım gelmez. Çünkü mal, boyacının elinde
emânettir. Bu durumda boyacı ve çamaşırcı için ücret ödenmesi de gerekmez. Çünkü
ma'kûd'ün-aleyh, tes-lîm edilmeden önce helak olmuştur.
Hamınal, gemici ve
çamaşırcı gibi, yaptığı işin es«rİ olmayan kimse, ücreti almak için mah halis
edemez. Nihâye'de denmiştir ki: Çamaşırcının işi, sâdece kiri yok etmekden
ibaret olsa, bunda ihtilâf edilmiştir. Esah olan kavle göre, onun her hâlde,
ücretini almak için malı habs etme hakkı vardır. Çünkü beyaz gizlenmiş olup,
çamaşırcının ameliyle ortaya çıkmıştır. Beyaz, örtülerek yok oldukdan sonra,
sanki çamaşırcının ortaya çıkarmasiyle sonradan meydâna gelmiş (hadis) gibi
olmuştur. Nihâye sahibi bu sözü Kâdîhân' (Rh.A.) m Câmiu's-Sağîr'ine nisbet
etmiştir.
Kaçak köleyi geri
getiren kimse, bunun aksinedir. Her ne kadar onun işinin eseri yoksa da,
ücretini almak için habs etme (alıkoyma) hakkı vardır. Çünkü kaçak köle,
kaçmakla helakin ucuna gelmiş olup sanki o kimse, onu tutup getirmekle ihya
etmiş ve sahibine ücret ile satmış gibi olur.
Eğer işi kendisi
yapması şart kılındı ise, başkasını kullanması caiz olmaz. Meselâ; şu giyeceği
kendi elinle dikersen, şu kadar ücret veririm demek gibi. Çünkü, bu takdirde
ma'kûd'ün-aleyh, belli mahalden ameldir. Onun yerine başkası geçemez. Selem,
bunun aksinedir. Çünkü ma'kûd'ün-aleyh, selemde ayndır; amel değildir. Şu hâlde,
başkasının yapması caiz olur. Eğer kendi ameli şart kılınmadı ise, başkasını
kullanması caiz olur. Çünkü onun üzerine vâcib olan, ma'kûd'ün-aleyhi meydana
getirmektir. îfâ ise, kendi ve başkasının yapması ile mümkün olur.
Bir kimse iyâlİnİ
(çoluk-çocuğunu) getirivermesi için bir adamı jkirâlasa, çocuklarının ba'zısı
«İse, adam geri kalanını getirse; eğer o kimsenin çoluk-çocuğu itna'lûnı olursa,
geri kalanların hesâbınca ücret verilmesi gerekir. Çünkü adam,
ma'kûd'ün-alöyüıin bir kısmını îfâ edip, o kadar ivazı hak etmiştir. Eğer
çoluğu-çocuğu nıa'lûm olmazsa, ücretin hepsi verilmesi gerekir.
Yine bir kimse, bir
adamı hissesini veya mektubunu veya azığını 2eydte ulaştırması için kirâlasa;
eğer mektubu veya azığı, Zeyd öldüğü veya bulunmadığı için geri getirse,
Nihâye'de denmiştir ki: O ücretli İşçiye (ecîre) bir şey verilmez. Çünkü
mektûıbda ma'kûd'ün-aleyh olan, onun nakledilmesidir. Zîrâ maksâd, nakldlr. Veya
nakle vesiledir. O ise, mektûbda olanı bilmektir. Lâkin hüküm; yâni ücretin
vâcib olması, maksûdun husulüne taallûk etmiştir. Halbuki geri dönmesiyle, yâni
mektubu ölünün ailesine teslim etmeden geri getirmesiyle, kiralama akdini bozmuş
olur. Bu durumda, ücret düşer, Bu adam, giyeceği dikip ondan sonra onu bozan
terzi gibi'olur. Çünkü, bu takdirde ona ücret verilmesi gerekmez. Keza, azıkda
dahî hüküm böyledir. Çünkü o adam geri getirmesiyle ma'kûd'ün-aleyh'in
teslimini bozmuştur. Eğer adam ölüm suretinde, gönderilen şeyi Ölünün
vârislerine verse veya Zeyd'in bulunmaması suretinde; Zeyd hâzır olduğu
vakitte ona teslim edecek kimseye verse, bü'icmâ', oraya gitmekle ücret vâcib
olur. O da, belirtilen ücretin yarısıdır. Çünkü adam, elinden geleni ve.
yapabildiğini yapmıştır. Şayet Zeyd'i bulup, gönderilen şeyi Zeyd'e
ulaştırmasaydı; ona bir şey verilmesi gerekmezdi. Çünkü ma'kûd'ün-aleyh yok
olmuştur. O da, ulaştırmaktır.
Bİr evin veya bir
dükkânın, onda yapılacak işi zikretmeksizin kiralanması sahîhdir. Çünkü,
ikisinde de müteâref olan (örf ve âdet olan) amel, oturmak (süknâ) dır. İmdi
akd, oturmaya sarf olunur. Çünkü örfen ma'rûf -olan, meşru' olan gibidir, farklı
olmaz. Şu hâlde akd, sahî'h olur.
Akd mutlak olduğu için,
kira ile tutan kimsenin, her işi yapması caiz olur. Çamaşırcılık, (demircilik ve
yağcılık) gibi, binayı yıpratacak ve zarar verecek ameller müstesnadır. Elbise
beyazlatmak gibi ki, bunda açık zarar vardır. Şu hâlde akd,- delâlet yönünden
çamaşırcının ve onun benzerinin ötesiyle kaydlamr.
Bina yapmak veya ağaç
dikmek için arazînin kiralanması sahilidir. Çünkü bu kiralama, belli
menfaattir. Âdeten kiralama akdi ile kasd olunur. Kiralama müddeti geçince,
binayı ve bina benzerini söküp arazîyi boş olarak teslim eder. Ancak, arazîyi
kiraya veren kimse (mucir), binanın ve dikilen ağacın kıymetini, sökmeye
müstehık olduğu hâlde öderse, sökmez. Şayet kiraya, veren kimse binayı ve dikili
ağacı öderse, sökmek arazîyi bozduğu takdirde, onları müste'cirin rızâsı
olmaksızın temellük eder. Eğer bozmazsa, müste'cirin rızâsiyle temellük eder.
Ya da kiraya veren kimse (mucir), binanın hâli üzere terk edilmesine razı
olursa; bu takdirde bina ve dikilen ağaç, sahibinin; yer de kendi sahibinin
olur.
Ekinin müddeti bitse,
sökülmesi için zorlanmaz. Belki olgunlaşması vaktine kadar ecr-i misi ile
bırakılır. Çünkü ekinin belli bir sonu vardır. Onda, iki tarafa riâyet etmek
mümkün olur.
Yas yonca, ağaç
gibidir. Çünkü, arazîde bakî kalır. Ekin giıbi değildir. Ağacin ise, hükmü
ma'lûmdur.
Binmek veya yük
taşıtmak İçin hayvan kiralamak sahîhdir. Ya da, giymek için bir giyeceğin
kiralanması sahîhdir. Yalnız hayvana
binecek kimse, taşınacak yük v-e giysiyi
giyecek kimsenin belirtilmesi şarttır.
Kenz'de; «Hayvan,
binmek ve yük taşımak, giysi giymek içindir.» denmiştir. Bundan anlaşılır ki,
hayvanın ve üzerine atf edilen şeyin kiraya verilmesi mutlak surette caizdir.
Halbuki Kâfî'de; «Eğer hayvana binecek kimse belli olmazsa veya üzerine
yüklenecek yük bilinmezse yâhûd giysiyi giyecek kimse bilinmezse, kiralamak
fâsiddir.» denmiştir. Bundan dolayı ben; «Eğer biniciyi belli ederse...» dedim.
Eğer kiraya veren kimse ta'mim ederse, yâni dilediğini bindirmek veya
dilediğine giydirmek; yâhûd dilediğini yüklemek üzere kiraladım, der&e; kiracı
dilediğini bindirir, dilediğine giydirir ve dilediğini taşır. Çünkü kiraya
veren kimseden izin vardır. Lâkin kendi bizzat bin-se veya bir kimseyi bindirse,
bir başkasını bindirmeye hakkı kalmaz. Zîrâ kira ile tutan kimse, murâdını
asıldan ta'yîn etmiş olur. Sanki O, başlangıçta kimin bineceğini belirtmiştir.
Kâfî'de de böyle denmiştir.
Eğer kira île tutan
kimse, bir biniciye veya bir giyiciye tahsis edip, sonra ona aykırı amel etse,
Öder. Çünkü bu, tecâvüzdür. Keza, kullanana göre değişen her şeyde hüküm
zikredilen gibidir. Meselâ, kıldan çadır gibi. Hattâ kıl cadı 11 bir kimse kira
ile tutup, başkasına kira ile veya ariyet olarak verse ve verdiği kimse onu
kurup İçinde otursa; Ebû Yûsuf (R'h.A.) a' göre öder. Çünkü onun kurmakta,
yerini seçmekde ve kazıklarını çakmakda insanlar farklıdırlar. İmânı Muhamıned'
(Rh. A.) e göre, ödemez. Çünkü kıl çadır, içinde oturmak için yapılmıştır. Ş'u
hâlde, ev gibi olur.
Kullananla değişmeyen
şeyde kaydlamak batıldır. Çünkü, mukayyeti değildir. Yükleyip taşımada, nev'î
ve miktar belirtilirse, — meselâ, bir yığın- (altmış ölçek) buğday gibi — kira
ile tutan kimse, zararca o buğdayın mislini yükleyebilir. Yâni ağırlıkda eşit
olurlarsa, hayvana zarar vermekde o buğdayın mislini yükleyip taşıtabilir. Yine
susam v& arpa gibi buğdaydan daha hafif olanı yükleyip taşıtabilir. Tuz ve demir
gibi buğdaydan ağır ve daha zararlı olanı yükleyip taşı-tamaz. Hattâ hayvanın
üzerine pamuk yüklemek için kiralayıp belirtse, müste'cirin hayvanın üzerine
pamuğun ağırlığında demir yüklemesi caiz olmaz. Çünkü çok defa demir, hayvana
daha zararlı olur. Zîrâ demir, hayvanın sırtında "bir yerde toplanır. Pamuk ise,
sırtına dağılır.
Eğer kiraya veren
kimse, kendisinin bineceğini zikredip, bir adamı hayvanın terkisine bindirse,
terkiye binen ile bindiren arasında ağırlığı i'ti bâra almaksızın, hayvanın
kıymetinin yarısını öder. Çünkü
biniciliği bilmeyen hafif, ba'zan biniciliği bilen ağırdan daha zararlı olur.
Musannifin, terkiyi
zikretmesi, kira ile tutan kimse, hayvana kendisi ıbinip başkasını kucağına
alınış olsa; her ne kadar hayvanın, ikisini taşımaya gücü bulunsa bile,
hayvanın bütün kıymetini ödeyeceği içindir. Çünkü binicinin ağırlığı ile
kucağına aldığının ağırlığı bir yerde toplanıp hayvana fazla güçlük verir. Amma
hayvanın, ikisinin ağırlığını taşımaya gücü yok ise; kira ile tutan kimse, her
ahvâlde (yâni gerek terkisine ve gerekse kucağına bindirsin) hayvanın bütün
kıymetini öder.
Musannif; «Bir adamı
terkisine bindirse.» demiştir. Çünkü kiralayan kimse, tutunmaya kadir olmayan
küçük bir çocuğu terkisine bindirse, ağırlığının, fazlasını- Öder. Eğer
tutunmaya kadir olan küçük bir çocuğu bindirirse, o çocuk adam gibidir.
Kîlâye'de de böyle denmiştir.
Kira ile tutan kimse
(müste'ciı), belfi (ma'lûm) yük üzerine ziyâde etmekle, eğer hayvan yüke takat
getirirse, btlli yükden fazlasını Öder. Yâni ağırlığı ma'lûm olan yükün
miktarından fazla yüklemekle, fazla olan miktarı öder. Çünkü hayvan,
yüklenmesine izin verilen ve -verilmeyen ağırlıkla helak olmuştur. Seıbeb,
ağırlıktır ve ikisine taksim edilir. Eğer hayvan o kadar yüke takat getirmezse,
bunda izin bulunmadığı için tıelâk etmek olup, kira ile tutan kimse (müste'cir),
hayvanın kıymetinin hepsini öder. Meselâ, binicinin vurmasiyle veya hayvanın
yürümeyip durması için gemini kendisine doğru çekmesiyle helak olması gibi. Her
iki durumda da zararı öder. Çünkü izin, selâmet şartı ile mukayyeddir. Zîrâ,
gemi çekmeksizin sevk tahakkuk eder.
Müste'cirin hayvan île,
kiraladığı yerden çıkıp gitmesi gibi, ki gerek o tecâvüz gitmekde ve gerekse
gelmekde olsun bütün kıymetini öder.
Şayet bir kimse,
hayvanı bir yere varıncaya kadar kiralayıp, o hayvan ile bir başka yere geçip
gitse, sonra birinci yere geri getirse, ondan sonra hayvan, helak olsa, sahibine
geri veremedikçe, hayvanı öder.
Denilmiştir ki, bu
mes'elenin te'vîli; kira ile tutan kimse, gitmek için kiralayıp gelmek için
kiralamadığı vakittedir. Çünkü, birinci yere ulaşmakla akd ortadan kalkmıştır.
İmdi, hayvan geri dönmekle mâlikin eline ma'nen geri verilmiş olmaz. Amma
hayvanı, gidin gelmek için kirâlasa, kiralayan kimse, kendisine emânet konulan
kimse menzîlesinde olur. Şayet kendisine emânet konulan kimse emânette hılâf
edip (aykıra iş yapıp) ondan sonra vifâka geri dönse (yâni uygun davransa),
ödenıekden kurtulduğu gibi.
Yine denilmiştir ki;
cevâb, mutlak olarak bırakılır. Hattâ zararı ödemekten ancak mâlikine geri
vermekle kurtulur. Aradaki fark şudur: Emânet konulan kimse, hıfz maksûd olduğu
hâlde korumakla ine'-mûrdur. İmdi, vifâka geri dondükden sonra emâneti korumakla
emr bakî kalmıştır. Bu takdirde mâlikin naibine geri vermek hâsıl olur. Kiraya
verme (icâre) ve ariyet vermede, korumak kullanmaya tâbi olarak emredilmiştir.
Maksûd olarak emredilmemiştir. Şayet kullanma münkatı' olsa, müste'cir nâib
olarak kalmaz. Bu takdirde, geri dönmekle kurtulmaz. Hidâye'de; «Esah olan kavi
budur.» denmiştir. Kâ-jfî'cle ise; «Birinci söz daha doğrudur.» denilmiştir.
Eyerlenmiş eşeğin,
eyerini ve palanım soyup çıkarmakla zararı öder. Yâni bir kimse, eyerli bir
eşeği kiralayıp, eyerini çıkarıp semer koysa, zararı mutlak olarak öder. Yâni;
gerek o semer, bu eşeğe vurulanlardan olsun, gerekse olmasın müsavidir.
İkincisi zahirdir. Birincisine gelince; semer eyer cinsinden olmayıp suret en
ve ma'nen ayrı oldukları İçin eşek Ölürse, kıymetini öder. Nitekim buğday
yerine, demir yükledikde helak olan hayvanı ödediği gibi.
Kira İle tutan kimse,
eşek için kullanılmayan eyer ile onu eyer-Jese ve eşek helak olsa, ; o zaman
eşeğin kıymetinin hepsini
öder.
Çünkü o eyer ile
eyerlemek, hayvanı öldürmek sayılır. Buğdayı demir ile değiştirdikde (yâni
buğday yerine demir yükledikde) zararı ödediği gibi-;
Metâ'ı (mal veya
eşyayı) taşımak için kiralanan hanıma), müste'-cirin ta'yîn ettiği yoldan
başkasına girmesiyle mal veya eşya helak olsa, hamma.1 onun kıymetini,öder.
Lâkiri insanlar, o gayr-i muayyen olan yoldan gidip gelseler, halbuki iki yol
uzaklıkda ve yakmhkda, güçlükde ve koîaylıkda farklı olsalar hammal zararı öder.
Hattâ iki yol farklı olmasalar, mal helak olursa, haımnalın zararı ödemesi
gerekmez. Çünkü bu takdirde, kira ile tutan kimsenin ta'yîninde fayda yoktur.
Ya da, insanların girmediği ve gidip gelmediği yola girer de mal helak olursa,
takyîd sahîh ve muhalefet hâsıl olduğu için zararı öder.
Yine, hammahn yükü
denizde taşıması ile de zararı öder. Yâni insanların karada taşıdıkları malı,
hammahn denizde taşıması ile, şayet mal telef olursa, zararı öder. Çünkü deniz,
telef edicidir. Hattâ kendisine emânet konan kimse, onunla karada yolculuk
edebilir. Denizde edemez.
Eğer mal salimen yerine
ulaşırsa, gaye hâsıl olduğu için, bu suretle hamnıala ücret ödenmesi lâzımdır.
Bîr kimse buğday ekmek
için tarla kiralayıp yonca ekse, tarlanın noksanını (noksân-i arzı)
öder. Çünkü 'yoncanın tarlaya zararı, buğdaydan fazladır. Zira, yoncanın
kökleri tarlaya yayılır ve sulanmasına çok ihtiyâç vardır. Müste'cir, zarar
vermekle muhalefet edip tarlanın noksanını öder. Ücret vermek ile zarar ödemek
bir araya gelmediği için ücretsiz öder. Çünkü kira ile tutan kimse (müste'cir),
tarlayı em-redildiği şeyden başka bir cins ile meşgul etmekle gâsıb olmuştur.
Bir kimse; bir dirheme,
bir gömlek dikmek için terziye bir giyecek verse, terzi onu kaftan dikse, veren
kimse muhayyer kılınır. Dilerse, o giyeceğin kıymetini Ödetir. Ya da, kaftanı
benzerinin ücreti (ecr-İ misli) ile alır ve müsemmâ üzerine ziyâde etmez.
Kaftanın (kabâ'nın) ma'nâsı; tek katlı ve kemerli olan etekli kaftan (kırtak)
dır, ki gömlek gibi kullanılır. Ba'zıları demiştir ki: Kaftan (kaba), ıtlâkı
üzere câridir. Zîrâ, ikisi de menfaatte birbirlerine yakındırlar. Çünkü
kaftanın ortasi -bağlanıp, ondan gömlekden faydalânıldığı gibi faydalanılır. Bu
durumda onda muvafakat ve muhalefet vardır. Giyecek sahibi, hangisini dilerse
onu yapar. Lâkin giyenin, muvafakat yönünden kusuru sebebiyle ecr-i misi vâcib
olur. O ecri misi, müsemmâ olan dirhemi aşmaz. Nitekim, fâsid kiralamanın hükmü
de budur.
Bir kimse, çırağını bir
dokumacıya belli bir müddet ile, bez dokumayı öğretmesi için, ustaya her ayda
su kadar para Ödemek şartiyle verse, caiz olur. Şayet ücret almayı şart
koşmadıysa, çırağın öğrenmesinden sonra usta ücret istedikde, o da ustadan
ücret istese, o işte memleketin ^Örfüne bakılır. Eğer memleketin örfü usta
lehine şehâ-det ederse, o işi öğrettiği için ustaya ecr-i misli verilmesine
hükmedilir. Eğer ağa lehine şehâdet ederse, çırağın ecr-i mislini ustanın
vermesine hükmedilir. Keza, çırak yerine oğlunu vermiş olursa, hüküm yine
zikredilen gibidir. Bunu, Kâdîhân
(Rh.A.) zikretmiştir.
Kiralama (icâre) bir
kaç şeyle bozulur. Musannif, birincisini şu sözüyle zikretmiştir: «İcâre,
satışı ifsâd eden şartla bozulur.» Çünkü menfaatlerin akd ile kıymeti olur ve
bununla mal olurlar. İmdi kiralama, mâlî muâveze ile rriu'teber olur. Nikâh,
huP ve kasden adam öldürmek gibi mâlî muâveze olmayan şeylerde mu'teber olmaz.
Musannif ikincisini;
«Aslî şüyu'» sözüyle zikretmiştir. Evinden bir hisseyi kiraya vermekle veya
ortak haneden hissesini ortağından başkasına kiraya vermekle, icâre bozulur.
Bunun fâsid olması, kiraya ver-mekden nıaksâd intifa' olduğu içindir. İntifa'
ise, hissî bir şeydir. Müşâ' ile mümkün olmaz ve teslimi tasavvur edilmez. Şu
hâlde, caiz ohnaz. Satış, bunun aksinedir. Çünkü, satımdan maksâci mülkdür. Mülk
ise, hükmî bir. şeydir. Müşâ'da mümkün olur. Şu hâlde, caizdir. Musannif, «Aslî
şüyu'» demekle «Arızî (târî) şüyu'» dan sakınmış tır. Çünkü arızî {târî). şüyu'
,
zahir rivayette (Yâni, İmâm Muhammed' (Rh.A.) in telif etmiş olduğu;
Câmfus-Sağîr, Caımu'I-Kebir, Ziyâdât, Siyer ve Mebsût adlı Fıkıh kitaplarından
nakledilen güvenilir rivayetlere göre), icâreyi bozmaz. Nitekim evin hepsini
kiraya verip, ondan sonra yarısında fesh etseler veya iki adam evlerini bir
kimseye kiraya verip ikisinden biri ölse veya bir kimse evini iki adama kiraya
verip ikisinden biri ölse, bu kiralama (icâre) 'bozulmaz. Ancak, hissesini
ortağına.kiraya verirse, fou takdirde bozulmaz. Çünkü menfaatin hepsi, ortağının
mülkünde meydana gelir. Ba'zısı hakikî mülkün hükmüyle ve ba'zısı kiralama
hükmüyle olur. Bu durumda, şüyu' ma'nâsı zahir olmaz ve ihtilâf ancak sebeb
hakkında zahir olur. Sebebin ihtilâfına ise, hükmün ittihadı ile beraber i'tibâr
edilmez. Şuyû' zahir olmadığı zaman akd sahîh olur. Şu da var ki: Ebû Hanîfe'
(Rh.A.) den bir rivayette sahih olmaz. Kâfî'de de böyledir.
Musannif, üçüncüyü şu
sözüyle zikretmiştir: İcâreyi ifsâd eden hâlin üçüncüsü, «Müsenunâmu
bilinmemesidir.» Meselâ, bir giyeceği veya bir hayvanı tâ'yînsiz ücret kılmak
gibi.
Musannif dördüncüyü şu
sözüyle zikretmiştir: İcârm adını koymamak, ;meselâ, «Ben, evimi sana bir aya
veya bîr yıla kiraladım.» deyip «Şu miktarı dememekle» îcâre bozulur.
Keza, bir dükkânı veya
bir eyi bir yılda yüz dirheme — müste'cir, o evi ta'mîr etmek şartıyla — kira
ile tutsa, icâre bozulur ve müste'cir üzerine, kaça çıkarsa çıksın, ecr-i misi
lâzım gelir-. Çünkü kiraya veren kimse (mucir), ta'mîri, müste'cir üzerine şart
kılınca; evin ta'mîri ücretten olmuş olur ve ücret, meçhul kalır. Bu durumda
kiralama bozulur. Bunu, Kâdîhân (Rh.A.) zikretmiştir.
Musannifin bu
mes'eieyi, burada zikretıucmesinin sebebi; «Müsem-mânın bilinmemesi»» sözüne
dâhil olduğu içindir. Eğer kiraya verme (icâre), 'bu iki sonuncu suret ile
bozulursa, menfaati tam elde etmekle, kaça çıkarsa çıksın, ecr-i misi vâcib
olur. Çünkü elde etmeden Önce ücrete müstehık değildir. Eğer kiraya verme, ,bu
iki sonuncu mes'-ele ile bozulmayıp, belki şartla veya şuyû' ile bozulursa,
ecr-i misi ile müsemmâdan ziyâde olmaz. Yâni ecr-i misi, müsemmâdan ziyâde
olsa, ziyâde vâcib olmaz. Çünkü kiraya veren kimse (mucir) ile kira ile tutan
kimse (müste'cir) haklarının düşmesine razı olmuşlardır. - Zîrâ, az olanı
tesmiye etmişlerdir.
Eğer ecr-i misi,
müsemmâdan eksik olursa, müscmmânm miktarı vâcib olmaz. Çünkü, tesmiye
fâsiddiıv Sonuncu iki mes'ele ile fesâd-da ecr-i misi kaça çıkarsa çıksın, lâzım
gelip bu ikisinden haşkasiyle fâsid olmada müsenamâ ziyâde edilmemesi, 'bize
göre, menfaatlerin ha<3d-i zâtında kıymeti olmadığındandır. Ancak akdle veya
akdin-şüb-hesiyle kıymet kazanır. O da, fâ&i-d akddir. Menfaatlerin hadd-i
zâtında kıymeti olmayınca, akdde kendisiyle kıymet kazandığı şeye rü-cû' vâcib
olur. Ziyâdesi düşer Çünkü iki taraf düşmesine razı olmuş- lardır. Müsemmâ
bilinmese veya tesmiye olunmasa tercih ettiren se-beb ortadan kalkıp, aslî mûcib
vâcib olur. O da, kaça çıkarsa çıksın, kıymetin vâcib olmasıdır. Burada uygun
olan, bu sözün böyle takrir olunmasıdır. Çünkü bu makamda Fıkıh âlimlerinin
ibaresi karışıktır.
Eğer bir kimse evini,
bilinmeyen bir köleye karşılık kiraya verse, kiracı orada meselâ altı ay otursa
ve köleyi, mucire vermese, kiracıya oturduğu müddet için kaça çıkarsa çıksın,
ecr-i misi lâzım gelir ve müddetin geri kalanında kiralama (icâre) fesli olur.
Bir kimse evini, her
ayda şu kadara kiraya verse, sâdece bir ayda sahih olur ve geri kalanında fâsld olur. Çünkü
bilinmediği için ayların hepsinde akdi. sahih kaibûl etmek mümkün olmaz. Yine,
bütün aylarla en az arasında akdin tashihi mümkün değildir. Çünkü ba'zısının,
ba'zisından evleviyryeti yoktur. îmdi, ednâ yâni en az belli taayyün eder.
Birinci ay tamâm olunca, kiraya veren (mucir) ile kiracı (müste'-cir) dan her
biri için kiralamayı (icâreyi) bozmak hakkı vardır. Çünkü, sahih olan akd sona
ermiştir.
Her ayda evini şu
kadara kiraya vermekde, müstc'cir birinci ayda oturup şayet ikinci aydan da bir
saat dahî otursa, o ikinci ayda kiralama akdi sahih olur. İkinci ay bitinceye
kadar mûcir'in O'nu çıkarması caiz. değildir. Ancak, şer'î özür ile çıkarmak
caizdir. Keza müste'cirin, evvelinde oturduğu her ayın hükmü de zikredilen
gibidir. Çünkü mucir İle müste'cirin akd ile rızâlaşmalan ikinci ayda
oturmakla tamâm olur. Kıyâs da budur. Sonraki âlimler (müteahhirun) den ba'zısı
buna meyletmiştir. Zahir rivayette; mucir ile ınüste'cirden her biri için, dâhi!
olan ikinci aym birinci gecesinde ve o gecenin gününde muhayyerlik vardır.
Çünkü o gece veya o gün ayın bağıdır. Birinci söze, i'tibârda tür çeşit güçlük
(nev-î harâc) vardır.
«Ben, sana bu evi, her
ayda şu miktara altı ay kiraya verdim.» demekle ayların hepsinin adını söylerse,
kiralama bozulmaz. Bu, her
îki mes'eleye
mütealliktir. Yâni, kiraya veren kimse, ayları toptan be-. yân edip ve her ayın
hissesini belirtirse, akd caizdir. Çünkü müddet, ma'lûm olur. Bu takdirde,
cevaza engel olan şey ortadan - kalkar.
Bir kimse, evini bir
yılda şu kadara kiraya verse, her ne kadar her ayın ücretini belirtmese de,
sahih olur. Çünkü müddet bellidir. Görülmez mi ki; her ne kadar her günün
payını belirtmese de, toir ayın icâ-resi sahîh olur.
Müddetin evveli,
belirtilen şeydir. Meselâ, bu yılın Receb ayında, demek gibi. Eğer bir şey
belirtmezse, müddetin başlangıcı, kiraya verme (îcâre) akdi vaktinden
İ'tibârendir. Çünkü vakitlerin hepsi, icâ-renin hükmünde müsavidir. Böyle bir
şeyde, sebebi ta'kib eden zaman taayyün eder. Nitekim bir aya kadar satmakla
müddetlerde ve yine fülân ile konuşmam, diye yemin etmekle yeminlerde olduğu
gibi. O zaman ikisinde de müddetin başlangıcı konuşmayı bitirdikden sonra
mu'teber olur.
Eğer akd, hilâl
göründüğü vakitle olursa, hilâllere i'tibâr edilir.
Yâni, yılın aylarının
hepsinde hilâller i'tibâr olunur. Çünkü -hilâller, ayların aslıdır. Allah Teâlâ
(C.C.) :
«De ki: O (hilâller)
insanlar (in faydası) için vakit ölçüleridir.»
buyurmuştur.
Eğer akd, hilâl
vaktinde olmazsa, mu'teber olan günlerdir. Çünkü asi, imkânsız olduğu zaman,
bedele gidilir.
Bir kimse, bir köleyi,
belli ücret ile ve yiyeceğiyle beraber kirâ-İasa; cüzlerin ba'zısı bilinmediği
için, yâni ücretin ba'zı cüzleri bilinmediği için, caiz olmaz.
Hamamı kiraya vermek ve
hamam ücretini almak caizdir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.), Cuhfe'de hamama girip
ücretini yermiştir. Bir de: Bu husûsda, insanların Örf ve âdeti vardır.
Kan alan kimsenin
kiralanması da caizdir. Çünkü Resûlüllah (S. A.V.) İn, kan aldırıp ücretini
verdiği rivayet edilmiştir.
Belli ücret ile süt ana
(murdia) kiralanması da caizdir. Kıyâs, caiz olmamak îdi. Çünkü ücret, ayn'ın
tüketilmesi üzere vârid olur. O da, süttür. Şu hâlde bu, ineğin veya koyunun
sütünü içmek için kiralamak gibi olur. Ya da, meyvesini yemek için bostan
kiralamak gibi olur.
İstihsâlim vechi; Allah
Teâlâ' (C.C ) nın:
«Çocuğu, sizin için
emzirirlerse, onlara ücretlerini ödeyin.» .
âyet-i kerîmesidir. tema', bunun üzerine mün'akid olmuştur. İnkâr etmeksizin,
insanların teamülü de asırlarca bununla carî olmuştur.
Biz, akdin, ayn'ın
tüketilmesi üzere vârid olduğunu kabul etmeyiz. Belki, menfaat üzere vârid
olur. O da: Çocuğun bakımı (hıdânesi), memesini çocuğun ağzına vermesi, terbiye
etmesi ve hi/met etmesidir. Süt, tâbi'dir. Sütananın ücrete müstehık olmaması,
koyun sütüyle ernzirirsedir. Çünkü sütana, üzerine vâcib olanı yapmamıştır. Zîrâ
bu, icardır, irdâ' (emzirmek) değildir.
Sütanaya yiyecek ve
giyecek vermek şartiyle, kiralamak da caiz olur. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre;
(yiyeceğin ve giyeceğin miktarında) bilinmemezlik bulunduğu için caiz değildir.
İmâm A'zam' (Rh.A.) m delili şudur: Bilinmemenin akdi bozması, ancak çekişmeye
(münazaaya) vardırırsadır. Burada, böyle değildir. Çünkü insanlar arasında âdet
olan, sütanalık' yapan kadınlara ikram etmek (tev-sia) dır. Çünkü bunun
menfaati, o kimselerin çocuklarına râcl olur.
Sütanalık yapan kadını,
kocasının cima etmesi caizdir. 'Lâkin kira ile tutan kimsenin (müste'cirin)
evinde, ancak onun izniyle caiz olur.
Yâni müste'cirin,
sütananm kocasını cimâdan menetme hakkı yoktur. Çünkü cinsî ilişkide bulunmak
kocanın hakkıdır. Şu hâlde müste'cir, kocanın bu hakkını ibtâl etmeye kadir
olmaz. Lâkin müste'cir, kendi evinde cinsî ilişkide bulunmakdan menetmeye
kadirdir. Çünkü ev, onun mülküdür. İzinsiz girmesi caiz değildir.
Sulananın insanlar
arasında nikâhı zahir olan veya nikâhı üzere şâhidleri olan kocasının, O'nun
icarını iesh etmesi — eğer
kocasının
izniyle kiralanmadı ise
— caizdir. Gerek o kocaya, karısının sütana olması, leke ve kusur versin,
gerekse vermesin müsavidir. Çünkü bu kiraya verme (icâre), koca hakkında zarar
getirir. Şu hâlde kocanın, hakkında zarar getiren şeyden, karısını menetme hakkı
vardır.
Nikâhı zahir olmayıp,
belki kadının ikıâriylc evli olduğu Öğrenilen kocanın icâreyi fesli etme hakkı
yoktur. Çünkü icâre akdi, kadına lâzım gelmiştir. Kadının sözü, onu kira ile
tutan kimse (müste'cir) hakkında makbul değildir.
Eğer sütana hasta veya
hâmile olursa, müste'cirin icâreyi fesh etmesi caizdir. Çünkü O'nun sütü, çocuğa
zarar verir. Küçük çocuğu yıkamak, giyeceğini yıkamak, yemeğini düzenlemek ve
çocuğu yağlamak sütananın görevidir. Çünkü âdeten sütana, zikredilen işleri
üzerine alan kadındır. İmdi bunlar, şart koşulmuş gibi olur. Zikredilen
şeylerin semenini, sütana vermez. Yâni giyecek, yiyecek ve yağın parasını
vermesi gerekmez. Yağ (dühn) ile murâd, güzel kokudur. Bunların parası,
sütananm yaptığı işin ve emzirmesinin ücreti çocuğun babasına âiddir.
Musannif, bunun üzerine
şunu tefıî' etmiştir: Şayet sütana, çocuğu koyun sütüyle emzirse veya yemekle
beslese ve süt emme (radâ) müddeti de geçse, ona ücret yoktur. Çünkü süt
emzirmenin ücreti, çocuğun babasına vâcib olunca, süt emzirme fırdâ') in terki
ücretten mahrum etmeye sebeb olur. Zîrâ irdâ' (emzirmek); sütananın, çocuğun
ağzına memesinin ucunu sokmakla kendi sütünü içirmesidir. Bundan dolayı, Hidâye
sahibi; «Zîrâ bu, icardır; irdâ' değildir.» demiştir. Şu hâlde Fukahânin «Eğer
onu emzirirse...» demesi, müşâkelc kabilinden olur. Amma sütana, kendi kadın
hizmetçisine çocuğu verir de, o da emzirirse, bunun aksinedir. Bu takdirde
ücrete müstehık olur. Kifâye'de de böyle denmiştir.
Ezan, İmamet, Haec
için, Kur'ân ve Fıkıh öğretmek, mûsiki (tegannî), nefsin arzu ettiği oyun ve
eğlence için ve ölüye bağırıp çağırarak ağlamak için icâre sahih değildir.
Muhît'de, «İstihsâli
Bölümü» nde zikredilmiştir ki; «Bir kimse, malı şartsız alırsa, mubah olur.
Çünkü bu, akdsiz kendiliğinden bir malı vermektir.» denmiştir.
Yine, keçilerin gebe
kalması için tekeyi kiralamak yâni erkeğini, dişi hayvan ile çiftleştirmek için
kiralamak da sahih değildir. Bununla murâd, bu iş için ücret almaktır. Asi olan
şudur ki; bize göre tâatlar ve ma'siyetler üzerine icâre caiz olmaz. Lâkin Dinî
işlerde gevşeklik vâki' olduğu için, sonraki âlimler (müteahhirûn), icâreyi
tecviz etmişlerdir. Bundan dolayı musannif; Kur'ân ve Fıkıh öğretmek, İmamet
ve Ezan için «Zikredilen şeylerde, bugün icârenin sahih oîmasiy-le fetva
verilir.» demiştir.
Müste'cir, ücreti
vermesi için zorlanır. Vermezse, habs edilir. Hal-ve-î mersûme için de zorlanır.
Halve-i mersûme, bir hediyyedir ki Kur'ân sûrelerinden ba'zı sûrelerin başında
öğretmenlere hediyye edilir. Buna, «Halve» adı verilmesine sebeb; helva hediye
etırîek âdet olduğundandır.
İpliğin yansına
karşılık dokuyuvermesi için bir başkasına iplik verse, îcâre fâsid olur. Lâkin
dokuyan için, ecr-i misi lâzım gelir. Ya da, bir kimsenin eşeğini, azığım
yükleyip taşımak için, o azığın bir kısmıyla kirâlasa, veya bir öküzü, buğdayını
öğütmek için ununun bir kısmıyla kirâlasa, icâre fâsid olur. Bu sonuncuya
«Kafîz'ut-tahhân» adı verilir. Resûlüllah (S.A.V.), bundan menetmiştir. Çünkü
müste'cir, amelinden çıkan şeyin bir kısmını ücret kılmıştır. İki evvelkiler de
kaiîz'ut-tahhân'
(değirmenci ölçeği) in
ma'nâsmdadır.
Yâhûd, birini bugün,
kendisine şu kadara ekmek karması için kiralarsa, fâsid olur. Yâni bir adamı,
bir kimse, şu on ölçek unu, bugün bir dirheme ekmek yapmak için kiralarsa,
ma'kûd'ün-aleyh bilinmediği için, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre fâsid olur. Çünkü
vaktin zikredilmesi ma'kûcl'ün-aleyhm menfaat olmasını gerektirir ve amelin
zikredilmesi onun takdiri ile beraber ma'kûd'ün-aleyhin amel olmasını
gerektirir. İkisinden birini, diğerine tercih de yoktur. Bununla berâber
müste'cirin menfaati, icârenin amel üzerine olmasındadır. Çünkü işçi (ecir),
ecîr-i müşterek olduğu için ücrete ancak iş ile müstehık olur. İşçinin çıkarı ve
yararı ise, ücretin amel üzerine olmasındadır. Çünkü işçi, ücreti ancak bununla
hak eder. Zira,, menfaat üzerinedir. Çünkü işçi, iş yapsın yapmasın, müddetin
geçmesiyle ücrete müstehık olur. Şu hâlde, icâre akdi fâsid olur. Şayet
ma'kûd'ün-aleyh, iş ile menfaatin her ikisi olsa, yâni ma'kûd'ün aleyh, bu günü
kapladığı hâlde bu işi yapmak olsa, bu iş âdeten kudret dâhilinde değildir.
İmâm A'zam' (Rh.A.) dan rivayet edilmiştir ki; şayet müste'cir iş söyleyip bu
günde (fi'1-yevm), derse, İcâre caiz olur. Çünkü (fi) zarf içindir. Müddetin
takdiri için değildir. Şu hâlde istiğrak iktizâ etmez ve ma'-kûd'ün-aîeıyh amel
olur, amel ise ma'Iûmdur.
Ya da, bir tarlayı
nadas etmek, yâni iki defa sürmek şartiyle veya su yataklarını kazmak şartiyle
veya tarlaya gübre dökmek şartiyle kirâlasa, İcâre fâsid olur. Çünkü bu
fiillerin eseri, müddetin bitmesinden sonra bakîdir. Hem, akdin muktezayâtından
da değildir. Bunda, tarla sahibine faıyda vardır. Şu hâlde, alım-satım gibi
bozulur. Amma tarlayı çiftle sürüp ve ekmek üzere kira ile tutmak vcyâ sula-yıp
elemek üzere kira ile tutmak, zikredilenlerin aksinedir, ki kiralama bozulmaz.
Zîrâ bu şart, akdîn iktizâ ettiği şarttır. Çünkü zirâat, akd ile hak edilmiştir.
Zirâat, ancak sürmekle ve sulamakla hâsıl olur. İmdi, bu şartla icâre bozulmaz.
Arzın zirâatını ve ona
ekilecek şeyi zikretmeksizın kiralamak sahih değildir. Birincinin sebebine
gelince; çünkü arz ziraat, bina ve ağaç dikmek için kirâianir. Bunlardan bir
şeyi beyân etmedikçe ma'-kû d ün-aleyh ma'lûm olmaz. İkincinin seböbi ise;
zirâat çeşitleri farklı olup, ba'zısı arza zarar verdiği içindir. İmdi, zirâat
çeşitlerinden bir şey açıklanmış olmadıkça ma'kûd'ün-aleyh ma'lûm olmaz. Ancak
kiraya veren kimse, «Dilediğin şeyi ek!» diye umumi bir söz söylerse, o zaman
kiralama sahih1 ölür. Çünkü kiraya veren kimse (mucir), umûmî izin vermiştir.
Eğer kira ile tutan
kimse (müste'cir), zirâat ve ekilecek şey zik-redilmeksizin tarlayı ekse ve
müddet de geçse, akd sahîlıa döner. Akd tamâm olmazdan önce zirâatla
bilinmemezlik ortadan kalktığı için mucire, belirtilen kira ücretinin ödenmesi
lâzım gelir.
Bir kimse Bağda d'a
varıncaya kadar bir deve kîrâlasa ve yükünü belirtmeğe, imdi kira île tutan
kimse (müste'cir), yükünü mu'tâd üzere yükleyip deve ölse, müste'cir zararı
Ödemez, çünkü, icâre lâsiddir.
Yâni deve, emânet
maldır. Bu durumda haddi tecâvüz (teaddî) de yoktur. Eğer deve sozleşilen yere
ulaşırsa, kiraya veren kimseye (mucire),
istihsânen, belirtilen ücretin ödenmesi gerekir. Kıyâsa göre, ecr-i misi vâcib
olması idi. Çünkü akd, fûsid olarak yapılmıştır. İstihsâlim vechi şudur: Bümcnıezllk, akd tamâm olmazdan önce
ortadan kalkmıştır.
îmdi iki âkid, birinci
surette tarlayı ekmezden önce çekişirlerse
(mü-" nâzaa ederlerse)
veya ikinci surette yükü yüklemezden önce çekişirlerse, icâre fesh edilir. Yâni
fesadı savmak için, kâdî icareyi fesh eder.
Eğer müste'cir hayvana
zulmeder ve hayvanı öderse veya başkası ile kendisi arasında ortak olan
yiyeceği yükleyip taşımak için, ikisinden biri diğerini isticar ederse veya
eşeğini fülân yere kadar şu miktara kiralayıp yiyeceğin hepsini yükletirse, onun
için, ne belirtilen ve ne de ecr-i misi yoktur.
Birincisinde ücret
olmaması; daha önce anlatılan şu kaidedir ki; ücret vermek ve zararı ödemek
ikisi bir araya gelmezler. İkincisinde ücret olmamasına sebeb ise; akd vücûdun
tahammül etmediği şey üzere vârid olduğu içindir. Bu takdirde, faydası olmayan
icâre gibi bâtıl olur. Çünkü ma 'kûd' ün -aleyh şayi' olan yarımın
yükletilmesidir. Şayi' olan yarımın yükletilmesi ise, mütesavver değildir. Çünkü
şayi' olan yarımın yükletilmesi, hissi foir fiildir, ki şâyi'de, şayi' olması
bakımından tasavvur edilemez. Satış, bunun aksinedir. Çünkü, Şer'i
tasarruftur. Akdin, buna tahammülü vardır. Nitekim yolda icâreyi inkâr etmek
-gibi; yâni bir kimse, bir hayvan kiralayıp yolun bir kısmında icâreyi inkâr
etse, İnkârdan Önce bindiği zamanın ücretini ödemesi gerekir. İnkârından sonra
ücret vâcib olmaz. Bu, îmâm Ebû Yûsuf (Rh. A.) a göredir. Çünkü müste'cir, inkâr
etmekle gâsıb olmuştur. Halbuki ücret vermek ve zararı ödemek ikisi bir araya
gelmezler. İmâm Muhammed' (Bh.A.) e göre, o kimsenin ücretin tamâmını Ödemesi
gerekir. Çünkü hayvan, kul lanın akd an sağlam çıkmıştır. Şu hâlde, zararı
ödemek sakıt olur. Kâfî'de de böyle denmiştir.
Musannif «Mecma' Şerhi»
nde ^Zararı ödemek sakıt olur.» sözünden sonra «İcâre akdi, kâimdir.» sözünü
eklemiştir. Çünkü icâre, yalnız bu inkâr ile münfesih olmaz. Şu hâlde mucir
için, ecr-i müsemmâ; müste'cir üzere vâcib ojur. Çünkü müste'cir, onu iltizâm
eylemiştir.
Menfaatin, anenfaat ile
kiraya verilmesi, şayet iki menfaat ayıı ayrı olurlarsa caiz 'olur. Şayet ikisi
bir cinsden (müttehid) olurlarsa, caiz olmaz. Yâni bir kimse evini, oturmak için
başka bir evde oturmaya karşılık kiraya verse veya bir hayvana binmeyi, diğer
bir hayvana binilmesine karşılık kiraya verse veya bir giyeceği giymek için
diğer bir giyeceğin giyilmesine karşılık kiraya verse, bize göre caiz olmaz.
Çünkü ma'kûd'ün-aleyh yeni meydana gelen menfaattir. Bu ise, o anda mevcûd
değildir. Şayet cins müttehid olsa, bir şeyi cinsiyle veresiye değiş-tokuş
(mübadele) etmek gibi olur. Cins ise, yalnız başına, bize göre, veresiyeyi
haranı eder. Fakat cins ayrı ayrı olduğu vakitte, bunun aksinedir. Çünkü
veresiye, ayrı cinsde haram değildir.'Kâfi'de de böyle denmiştir.
Ben derim ki, bunun
zahirine itiraz vâıid olur. Çünkü, «Veresiye ayrı cinsde haram değildir.» sözü,
rlbâ (Faiz) babında zikredilen söze aykırıdır. Orada: «Miktar ve cins
bulunursa, fazlalık ve veresiye haram olur. Çünkü, ribâ illeti nıevcûddur.
İkisinden biri bulunup, diğeri bulunmasa fazlalık helâl ve veresiye haram olur.
Meselâ, herevî giyeceği, her>evî giyeceğe selem etmek gibi. Ya da, buğdayı
arpaya selem etmek gibi. Eğer miktar ve cins bulunmazsa, fazlalık ve veresiye
helâl olur. Çünkü buğday ile arpa iki ayrı cinslerdir. Halbuki veresiye onda
haramdır.» denilmişti.
Bu itiraz, şöyle
savulur: Kâfi'nin ayrı cins ile muradı, onda mik-ıtâr olmayan şeydir. Bir avuç
buğdayı iki avuç arpaya satmak gibi. Bu takdirde, onda veresjye caizdir. Çünkü
cinsi ayrı ve miktarı yoktur. Nitekim, daha 'önce babında geçti. Burada da hüküm
böyledir. Çünkü, menfaatin cinsi muhtelif olup ve menfaat, şer'î mukadderat
cin-' sinden olmadığı zaman, nbânın illetinin iki cüz'ü de bulunmadığı için,
veresiye haram olmaz. İmdi bu, «Eğer miktar ve cins bulunmazsa, fazlalık ve
veresiye helâl olur.»
sözünde dâhil olur. Sen, bunu
belleyip
gözet!
Muhit sahibi; cins bir
olduğunda, caiz olmamayı, İki ta raf da menfaatler bulunmakla, muallel
kılmıştır (illetlendirmiştir), Şu hâlde ayn değil,' veresiye olmuştur. Halbuki,
Nebî-i Ekrem (S.A.V.); veresiyeyi, veresiye satmakdan nehy etmiştir. Ancak şu
kadar fark var ki; ondan cinsin hilafı bil'icmâ' tahsis edilmiştir.
Ücretli işçi (ecîr) iki
çeşittir. Birincisi, ecir-i müşterektir. İkincisi de, ecîr-i hâsdır.
Ecîr-i hâssın açıklaması gelecektir.
Birincisi, yâni ecîr-i
müşterek; terzi ve benzeri gibi sâdece bir kişiye çalışmayan, ya da bir kimse
için iş yapıp muvakkat olmayan amel ile iş yapan işçidir. Çünkü müste'cir, bir
adamı yalnız terzilik veya kendi evinde ekmek yaptırmak için; bir gün veya iki
gün kaydı olmaksızın kira ile tutsa, her ne kadar başkasına iş yapmasa da,
ortak ücretli işçi (ecîr-i müşterek) olur. Ya da bilâ tahsis muvakkat amel ile
iş yapan kimse de ecîr-i müşterek olur. Yâni bir kimse, bir adamı, ' bir ay,
koyununu gütmek için bir dirheme kira ile tutsa, o adam ecîr-i müşterektir.
Ancak «Başkasının koyununu gütme!» derse, ,bu takdirde bir kişinin ücretli
işçisi (ecîri) olur. Bunun tahkiki gelecektir.
Boyacı ve benzeri gibi
bu ecîr-i müşterek, ücrete ancak ameli ile müstehık olur. Çünkü kiraya verme
(icâre), muâveze akdidir. Şu hâlde, iki ivazın arasında eşitlik gerektirir.
Ma'kûd'ün-aleyh —ki ameldir — kira ile tutan -kimse için salim olmadıkça,
ücretli işçi (ecir) için de ivaz — ki ücrettir — salim olmaz.
Ortak işçi (ecîr-i
müşterek), elinde helak ojan şeyi ödemez. Gerek çalınmak gibi kaçınılması mümkün
olan sebeble helak olsun veya gâ-îib gelen yangın ve yağma gibi kaçınılması
mümkün olmayan şeyle helak olsun müsavidir. Çünkü ayn, onun yanında emânettir.
Zîrâ ecîr-i müşterek, onu menfaat için mâlikin izniyle teslim almıştır. O da,
aynda mâlik.için ameli ikâme etmektir. Bu durumda emânet konulan kimse ve
ecîr-i hâss gibi, ecîr-i müşterek de Ödemez. Velevki, ödemesi şart kılınmış
olsun. Çünkü bu şart, akdin gerektirmediği bir şarttır, hem bunda iki âkidin
birisi için yarar vardır. Kaçınılması mümkün olmayan şeyde, zararı ödememesi
hakkında icmâ vardır. Kaçınmak mümkün olan şeyde ise ödememesinde ihtilâf
vardır. İmâmeyn' (Rh, Aleyhimâ) e göre, zararı ödeme şartı'caizdir. Çünkü
İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, akd bu şartı iktizâ eder. İmâm A'zam' (Rh.A.) a
göre, şart bozulur. Nitekim sebebi daha Önce zikredildi.
Sonraki fakîhler,
ecîr-i müşterek için, zararın yarısını ödemek üzere sulh yapmakla İetvâ
verdiler. Çünkü Sahabe (R. Anhüm) bu konuda ihtilâf etmişi erdi it. İmâdiyye'de
de böyle denmiştir.
Belki, yırtma gibi
kendi ameli ile helak olan şeyde zararı Öder. Yâni çamaşırcının, çamaşırı
dövmesinden veya çitilemesinden meydana
gelen yırtılma ve hummalın düşürmesi gibi. Çünkü hammalın düşürmesiyle meydana
gelen telef, yürümekde ihtiyatı terk etmesindendir. Ya da, yük bağlanan ipin
kopması gibi. Çünkü bununla meydana gelen telef, yükü muhkem bağlamadığı
içindir. Çekmesinden dolayı geminin batması hâlinde vuku' bulan zararı öder.
Ancak gemiyi çekmesiyle boğulan insanın diyetini ödemez. Ya da, hayvandan düşüp
helak olanı — her ne kadar kendi şevki veya yedmesi ile olsa da — öde-
-mez. Çünkü insandaki
zararın ödenmesi, akd ile vâcib olmaz. Belki suç (cinayet) ile vâcifo olur. Suç
ile vâcib olan şey akraba üzerine vâcib olur. Akraba ise akdlerin zararını
ödemeyi yüklenmez. Bu ise, suç değildir. Çünkü ecîr-i müşterek onda me'zûndur.
Ya da, mu'tâdi aşmayan
hac âmel t en veya damar yarmakdan öjse,
ödemek vâcib değildir. Keza, binek hayvanında dahî hüküm zikredilen gibidir.
Yâni hayvan, mu'tâdı aşmayan damar yarılmasından ve benzerinden ölse, yine
zararı ödemez. Çünkü damar yaran kimse, onu akd İle iltizâm etmiştir. İmdi,
damar yarıp kan almak onun üzerine vâcibdir. Vâcible, zararı ödemek bir arada
bulunamaz. Nitekim kâdi, bir kimseye hadd vursa veya ta'zîr ettikde, dövülen
kimse o vurma ile Ölse, zararı Ödemek lâzım gelmediği gibi. Ancak ondan kaçın
mak mümkün olursa, zararı öder. Çamaşırcının giyeceği çitileyip dövmesi ve
benzeri gibi. Çünkü giyeceğin inceliği ve kuvvetiyle çamaşırcının çitileyip
dövmesine dayanacağı ictihâd ile bilinir. Şu hâlde, çamaşırcının işini selâmet
ile takyîd etmek mümkün olur. Damar yarinak ve benzeri, bunun aksinedir. Çünkü
damar yarmak tabiatın kuvveti ve za'fına dayanır. Halbuki tabiatın kuvveti ve
za'fı binefsihî bilinmez. Yaralamaya.dayanamıyacağı da bilinmez. Şu hâlde damar
yarmanın selâmet ile takyidi mümkün olmaz ve nazar-ı i'tibâra alınmaz. Meğer
ki, mu'tâdı aşmış olsun. Bu takdirde; eğer ölmezse mu'taddan fazlanın hepsini
öder, ölürse, nefsin diyetinin yansını öder. Çünkü nefs, damar yarıcının izin
verilen ve verilmeyen bir fiiliyle helak olmuştur. Şu hâlde, hesâbınca zararı
öder. O da, yarımdır. Hattâ, sünnetçi haşefeyi
kesse ve kesilen yer (maktu1) iyileşip kurtulursa, sünnetçinin üzerine tam diyet
vâcib olur. Çünkü ziyâde, haşefedir. Haşefe ise, tam bir uzuvdur. Şu hâlde
sünnetçi üzere, tam diyet vâcib olur. Eğer ölüvse, sünnetçi üzerine yarım diyet
vâcib olur. Bu mes'-ele tuhaf şeylerdendir. Şöyle ki, iyileşmekle daha
fazlasını, heîâk ile daha azını vermek vâcib oîuryor. Bunu, Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.
Eğer küp yolda
kırılırsa, hanımal yüklendiği yerde olan kıymetini, ücretsiz öder. Ya da,
kırdığı yerde ücretinin hissesiyle öder. Ödemenin lâzım gelmesinin sebebi, o
küpün kırılması hummalın fiiliyle telef olmasıdır, çünkü akd altında dâhil
olan, selîm (kusursuz) ameldir. Müfsid amel dâhil' değildir. Muhayyer olmasına
gelince; çünkü küp yolda kırılıp, yük bir şeyden ibaret olsa, bu yönden ibtidâen
tecâvüz vâki' olduğu anlaşılır. Bunun bir vechi daha vardır ki, o da şudur.
Yükün evvelâ kaldırılması mâlikin emriyle hâsıl olmuştur ve tecâvüz değildir.
Tecâvüz, ancak kırıldığı vakitte olmuştur. Öyleyse, dilediği yöne meyi eder.
Eğer müteaddî olmasına meyi ederse, başlangıçtaki kıymetini öder ve taşıma
ücreti verilmesi gerekmezi Çünkü, hammalm başlangıçtan müteaddî olduğu
anlaşılmıştır. Eğer başlangıçta onda me'zûn olmasına ve hanıma 1 m kırdığı
zaman mütecaviz olduğuna meylederse; bu takdirde, kırıldığı yerdeki kıymetini
öder ve taşıma ücretini hesâbınca verir.
Ücretli işçinin
(ecîrin) ikinci çeşidi, ecîr-î hâssdır. Buna, ecîr-i hâsş (ücretli özel işçi)
denildiği gibi, ecîr-i vah id (bir kimsenin ücretli özeî işçisi) de denilir. Bu
işçi, hassaten bir kimse için geçici bir İş yapan kimsedir. Bu kaydların
faydalarını daha önce açıklamalarda öğrenmiştin.
Ecir-i hâss, kendisini
icâre akdinin müddetinde teslim etmekle — her ne kadar iş görmese de — ücrete
müstehık olur. Meselâ bir
şahsın hizmeti veya davarını gütmek için
ücretli tuttuğu işçisi (eciri) böyledir. O işçinin, başkası için çalışma hakkı
yoktur. Çünkü onun menfaatleri, o kişinin hakkı olmuştur. Ücret de menfaatlere
karşılık-dır. Şu hâlde hastalık, yağmur ve bunların benzerleri gibi; iş
yapmasını önleyen bir engel bulunmadıkça, ücrete müsteluk olur. Çünkü bunlar,
iş yapmaya engeldir.
Ma'lûm olsun ki, hizmet
etmek veya davar gütmek için tutulan işçi (ecîr), ancak başkasına hizmet
etmemesi ve başkasının davarını gütmemesi .şart kılmırsa, ecîr-i hâss olur. Ya
da, müddeti Önce zikretmekle — meselâ, bir çobanı bir ay belli koyunları gütmek
için ma'lûm ücretle kiralamak gibi— -bu takdirde, çoban ilk sözle ecîr-i hâss
olur. Ben derim ki, bunun sırrı şudur: Kira ile tutulan kimse, sözünün
başlangıcında sözünü müddet üzerine söylemiştir. İmdi o müddette menfaatleri
de kira ile tutan kimseye âiddirv İmdi, menfaatlerin başkasına âid olması da
imkânsızdır. Müste'cirin ondan sonra «Davar gütmek için» demekle yaptığı akd,
amel üzerine yapmış olmaya ihtimallidir. Bu takdirde, ecîr-i müşterek olur.
Çünkü ecîr-i müşterek, akdi amel üzere vâki' olan kimsedir. Yine tou, ma'lûm
müddette ecîr-i hâss üzere vâcib olan işin çeşidini açıklamaya da ihtimallidir.
Çünkü müddet üzere kiraya vermek, ecîr-i hâssda, işin çeşidini beyân etmedikçe
sa-hîh değildir. Beyân; «Ben," seni bir ay hizmet veya hasâd için kiraladım.»
demekle olur. İmdi birinci sözün hükmü, ihtimâl ile değişmiş olmaz ve
«Başkasının davarım, benim davarım ile berâiber gütmek üzere» diyerek aksini
belirtmedikçe, o işçi ecîr-i 'hâss olarak kalır. Bu, açıktır.
.
Yâhûd, müddeti
ertelemekle ecîr-i hâss olmaz. «Belli davarı, şu kadar ma'lûm ücretle gütmek
üzere, bir ay.» deyip, işçiyi kira ile tutsa, bu takdirde ilk sözüyle ecîr-i
müşterek olur. Çünkü akd, sözün başlangıcında iş üzere vâki olmuştur. Kira ile
tutan kimsenin, sözün sonunda «Bir ay» demesi, akdi müddete vermeye
ihtimallidir. Bu takdirde, ecîr-i hâss olur. Yine üzerine akd vâki' olan işin
takdîri için ma'nâsına da ihtimallidir. Binâenaleyh müste'cir ilk sözünün,
aksini açıklamadıkça, ihtimâlle sözünün evveli değişmez.
Eeîr-i hâss, elinde
veya ameliyle helak olan şeyi ödemez.
Elinde helak olanı ödememesi, ayn elinde bil'icmâ' emânet olduğu içindir. İmâm
A'zam1 (Rh.Â.) a göre, emânet olması açıktır. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e.göre,
emânet olduğuna gelince; çünkü onlara göre, ecîr-î müştereke Ödetmek, insanların
mallarını korumak için bir nev'î istinsândır. Çünkü ecir-i müşterek halkın
çoğundan, işleri, çok ücrete tamah ederek kabul eder. Halbuki, onları yapmaktan
âciz olup, onun yanında uzun zaman kalır. Şayet kaçınılması mümkün olan şey ile
helak olursa, korunmasında gevşeklik gösterilmesin diye, zararı ödemesi vâcib
olur. Bir kişiye çalışan ücretli işçi {eeîr-i vâhid) ise, işleri üstüne almaz.
İmâmeyn (Rh. Aleyhi mâ); «Onda kıyâsla amel etmişlerdir.» demişlerdir. Ameliyle
helak olanda zararı Ödememesi; menfaatler müste'cirin mülkü olduğu içindir.
Şayet ücretle çalışan işçiye (ecîre), «Menfaatleri, mülküne sarf eyle!» diye emr
verse, sahîh olur ve ücretli işçi (ecîr), müste'cirin yerini tutar. Bu durumda
ücretli işçinin fiili, müste'cire nakledilir. Sanki müste'cir, kendisi amel
etmiş gibi olur.
Musannif, bu mes'ele
üzerine şu tetıî'i yapmıştır: Zayi' olan küçük çocuğun sütanası zararı ödemez.
Sütananın elinde olan küçük çocuk veya küçük çocuğun üzerinde olan süs eşyası
çalınsa ödemez. Çünkü sütana bir kişinin ücretli işçisidir.
İşin terdîdi ile
ücretin terdîdi sahilidir. Meselâ; «Eğer,
şu giyeceği Fârisî dikersen bir dirhem; Rûmî dikersen, iki dirhem ücret
veririm.» demek gibi.
Keza, işin zamanının
terdîdi ile ücretin terdîdi de sahilidir. Meselâ; «Eğer, şu giyeceği bugün
dikersen, bir dirhem; yarınki gün dikersen, yarım dirhem veririm.» demek gibi,
İşin yerinin terdîdi ile ücretin terdîdi de sahilidir. Meselâ; «Eğer, şu evde
oturursan,' bir dirhem; bu evde oturursan, iki dirhem alırım.» demek gibi. Yine,
âmilin terdîdi İle ücretin terdîdi de sahîhdir. Meselâ; «Eğer, bu evde attâr
olarak oturursan, bir dirheme; demirci olarak oturursan, iki dirheme kiraya
vterdim.» demek gibi. Mesafenin terdîdi ile ücretin terdîdi de sahîh-dir.
Meselâ; «Eğer, Kûfe'ye gidersen, bir dirhem; Vâsıt'a gidersen, iki dirhiem
veririm.» demek gibi. Yine, yükün terdîdi ile ücretin terdîdi de sahîhdir.
«Eğer, şu hayvana arpa yükletirsen, bir dirhem; buğday yükletirsen, iki dirhem
ücret veririm.» demek gibi.
Keza, kiraya veren
kimse, ıııüste'ciri üç şey arasında muhayyer kılsa, sahîh olur. Eğer dört şey
arasında muhayyer kılarsa, caiz değildir. Nitekim, satışda caiz olmadığı gibi.
İllet, haceti gidermektir. Lâkin satışda, ta'yîn muhayyerliğinin şart kılınması
vâcibdir. Kiraya vermek (icâre) de, vâcib değildir. Çünkü ücret, ancak amelle
vâcib olur. Şayet amel bulunursa, ma'kûd'ün-aleyh ma'lûm olur, satışda «emen akdin kendisiyle vâcib
olur ve bilinmemek tahakkuk eder. Öyle ki: Çekişme (niza'), ancak onun için
muhayyerliği isbât etmekle ortadan kalkar. Müste'cirin, ikisinde de müteıeddid
olduğu iki işten —gerek az ve gerekse çok olsun — mevcûd olanın ücreti vâeib
olur, Lâkin ter-dîd zamanda olursa —meselâ; «Bugün, bu giyeceği dikersen, bir
akça; yarın dikersen, yarım akça ücret veririm.» demek gibi — iş, eğer tereddüd
olunan iki günün birinci gününde bulunursa, belirtilen ücret vâcib olur. Eğer
iş tereddüd olunan iki günün, ikinci gününde bulunursa, müsemınâ üzerine ziyâde
edilmemek şartıyla, ecr-i misi vâcib olur.
İmâmeyn* (Bh.
Aleyhinıâ) e göre, iki şart caizdir. İmâm Züfer' (Rh.A.) e göre, şartın ikisi de
fâsiddir. Çünkü bugünü zikretmek, ta'-cîl içindir. Yarınki günü zikretmek,
tereddüd (tevsi') içindir. Bu durumda, her günde iki tesmiye bir araya gelir.
Vâcib olan ise, ikisinden biridir. O ise, bilinmemektedir. Nitekim^ «Eğer
bugün, bu giyeceği dikersen, bir dirhem veya yarını dirhem ücret veririm.))
dese, fâsid olduğu gibi.
îmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ)
in delili şudur: Ta'cîl ile tevsî'den her biri maksûddur. îmdi iki nev'în
ayrılığı gibi olur. Rûmiyye ile Fârisiy-ye dikmek gibi.
imâm A'zam* (Rh.A.) in
delili şudur: Yarına muüâf olan akd, birinci günde sabit değildir. Binâenaleyh,
bir günde iki tesmiye bir araya gelmez. Şu hâlde, birinci günde ücret mechûl
olmaz. Bugüne muzâf olan akd, yarına kalır ve yarında iki tesmiye bir araya
gelir. Biri, bir dirhem ve diğeri yarım dirhemdir. Şu hâlde, ücret meçhuldür. Bu
ise, akdin cevazına mânidir. Öyleyse, ecr-i misi vâcib olur.
Müste'cir, kira ile
tuttuğu hanede fırın veya ocak bina etse ve komşularından ba'zısmın evleri veya
hâne yansa, o müste'cirin mutlak surette, yâni; gerek ev sahibinin izniyle,
gerekse izinsiz blnâ etsin, zararı ödemesi lâzım gelmez. Çünkü bu, evin geri
kalan kısmının hey'etini değiştirip eksiltmemek suretiyle evin zahiri ile
yararlanmaktır.
Ancak, bina ettiği
fırın veya ocak insanların yaptıkları gibi olmazsa; fırını yapmakda ihtiyatı
terk d en, ateşi fırında ve ocakda insanların yaktıkları gibi yakmayıp fazla
yakmakdan dolayı, meydana gelen zararı öder, îmâdiyye'de de böyle denmiştir.
Bir kimse, bir eşek
kiralayıp, eşek yolda kaybolsa, müste'cir eşeği aradıkdan sonra bulamayacağım
bilirse, zaran ödemez.
Keza, çobanın güttüğü
davarın sürüsünden bir koyun kaçıp, çoban o koyunu sürüye katmak için uğraştığı
takdirde; geri kalanlarının da
2âyi* olmasından korkarsa, o koyunu ödemez. Hâniyye'de de böyle denmiştir.
Bİr kimse şartsız,
hizmet için isti'câr ettiği kiralanmış köle ile beraber yolculuk edemez. Çünkü
yolculuk hizmetinde güçlük fazladır. Mutlak hizmet için yapılan akd, buna şâmil
değildir.
Müste'cir, mahcur
köleye işi için verdiği ücreti geri alamaz. Yâni bir kimse, mahcur ibir köleyi
bir ay kiralayıp, ücreti verse; müste'cirin, köleden ücreti alması caiz
değildir. Zira, işi bitirdikden sonra bu icâre istihsânen sahîhdir. Çünkü
icârenin fâsid olması, efendinin hakkına riâyet içindir. İşi bitirdikden sonra,
efendinin hakkına riâyet sıhhattedir ve ücretin efendi için vâcib olmasındadır.
Gasbettîği kölenin
gelirini yiyen kimse, köle kendini kiraya verdiği takdirde ödemez. Yâni bir
adam, bir köle gasbetse; gasb olunan köle, kendisini kiraya verip işi bitirse,
icâre sahîh olur. Çünkü efendinin hakkında, kiralama faydalı olur. İmdi köle,
ücreti aldıkdan sonra, gâsıb ücreti ondan alıp yese, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre,
Ödemez, îmâmeyn (Rh. Aleyhimâ), «Öder.» demişlerdir. Çünkü gâsıb, te'vîîsiz
başkasının malını telef etmiştir. Zîrâ ücret, efendinin malıdır.
İmâm A'zam' (Rh.A.) in
delili şudur: Gâsıb, itlaf eden hakkında kıymeti hâiz olmayan bir mah telef
etmiştir. Şu hâlde, hırsızın çalmış olduğu nisab miktarı malı, eli kesikükden
sonra ödemediği gibi, ödemez. Nitekim gâsıb, köleyi kiraya verip ücreti alsa ve
itlaf etse,-ödemez. Çünkü ücret, gâsıb içindir. Kölenin ücreti alması sahîhdir.
Yâni, kendisini kiraya yermekten hâsıl olan ücreti alması, ittifakla sahîhdir.
Çünkü fou, hâlis menfaattir. Hibeyi kabul etmesi gibi, köle ona me'zûn (izinli)
dur. Bunun faydası; müste'cirin, ücretin uhdesinden çıkması hakkında zahir
olur. Çünkü uhdeden çıkması, köleye ücreti vermekle meydana gelir. O ücreti,
eğer duruyorsa, kölenin efendisi alır. Çünkü, malının ayn'ını bulmuştur.
Kıymetin bâtıl olmasından, mülkünün bâtıl olması lâzım gelmez. Nitekim hırsızın
elini kes-dikden sonra, çalma nisabında olduğu gibi. Çünkü çalma nisabı
mü-tekavvim değildir ama, mâlikin mülküdür. Bir kimse, bir.köleyi iki aya kira
ile tutup; bir ay dört dirheme ve bir ay beş dirheme akd etse, tertîb üzere
kiralama sahîh olur. Çünkü, evvelâ zikredilen ay, cevaz aramak için akdi
ta'kîfo edene munsarıf olur (verilir). İkinci ay, bizzarûre birinci ay'ı ta'kîb
eden ay'a munsarıf olur.
Eğer kölenin kaçmasında
vtyâ hastalığında ve değirmen suyunun akmasında, mucir ile müste'cir ihtilâf
ederlerse, hâl hakem kılınır. Yâni bir kimse, bir köleyi, bir ayda bir dirheme
kira ile tutsa; köle o
bir dirhemi ayın başlangıcında alsa, ondan sonra ayın sonu geldikde kaçsa veya
hasta olsa; kiraya verenle alan ihtilâf edip alan; «Köle, müddetin başlangıcında
hasta oldu veya kaçtı.» dese, kiraya veren kimse de; cMüddetin sonunda hasta
oldu veya kaçtı.» dese hâl hakem kılınır. Eğer köle, o anda hasta veya kaçak
ise, müddetin başından beri hasta olduğuna veya kaçtığına hükmedilir ve ücret
vâcib olmaz. Eğer köle kaçak ve hasta olmayıp, o anda sıhhatte ve mevcûd olursa,
müddetin başlangıcında dahî o hâlde olması üzere hükmedilir ve ücret vâcib
olur.
Değirmenin suyunun
akmasında da ihtilâf böyledir. Göıulekdc ve kaftanda, sarılıkda ve kirmızıhkda,
söz giyecek sahibinindir. Yâni giyeceğin sahibi, terziye; «Ben, sana giyeceğimi
kaftan dik diye emrettim, sen gömlek dikmişsin!» veya boyacıya; «Ben, sana
giyeceğimi kırmızıya boya, dedim. Sen, sarıya boyamışsın!» der de, terzi veya
boyacı; «Senin emrettiğin, benim yaptığımdır!» derse, iki surette de söz
yeminiyle giyecek sahibinindir. Çünkü izin, giyecek sahibi tarafından çıkar.
İmdi söz; izni olan şeyde, onun sözüdür. İkisinin de şâhidleri olmasa, birinci
surette giyecek sahibine yenim verilip muhayyer kılınır. Dilerse ma'mûl olmadığı
hâlde giyeceğin kıymetini ödetir ve terziye ücret verilmesi lâzım gelmez.
Dilerse, o giyeceği alıp terzinin ecr-i mislini verir. Ecr-I misi, nıüsemmâyı
aşmaz. Çünkü terzi, kesmekde ve dikmekde giyecek sahibinin emrine uymuştur.
Lâkin sıfatta, ona muhalefet etmiştir. İmdi hangi sureti dilerse, onu seçer.
İkinci surette de muhayyerdir. Dilerse, giyeceğin beyazlığı hâlinde olan
kıymetini ödetir. Dilerse, giyeceği alıp, boyacının ecr-i mislini verir. -Ecr-i
misi, zikredilen gibi müsemmâyı aşmaz.
Yine, ücrette ve ücretin
yokluğunda söz giyeceğin sahibinindir. Yâni, mucir ile müste'cir, ücret ve onun
yokluğunda ihtilâf etseler, giyecek sahibi yeminiyle tasdik edilir. «Sen, bu
giyeceği benim için bedava yaptın!»; yapan da; «Hayır, ücreti ile yaptım!»
dese," tasdik edilmez. Çünkü giyecek sahibi, akdi ve ücretin vâcib olmasını ve
terzinin amelinin kıymeti hâiz olmasını inkâr etmektedir.
Kira ile tutan kimse
icâreyi (kirayı) fesli edebilir. Yâni müste'cirin, fesh etme velayeti vardır.
Yoksa kiralama (icâre), diğer bir vech ile yararlanma ihtimâli bulunduğu için
münfesih olmaz. Bundan dolayı musannif, «Münfesih olur.» dememiştir.
Şart muhayyerliği ile
fesh eder. Meselâ; (bir evi, bir yıla kadar kendisi veya mucir üç gün muhayyer
olmak şartiyle kiralar. Bu muhayyerlikle fesh edilmesine sebeb şudur: Çünkü bu,
ıııuâveze akdidir, akd meclisinde teslim alınması vâcib olmaz. Satış gibi ikâle
ile feshe de muhtemel olur. Şu hâlde, satıştaki gibi muhayyerlik şartı caiz
olur.
Müste'cir görme
muhayyerliği ile de fesh edebilir. Çünkü, Resiî-lüllah (S.A.V.) :
«Bir kimse görmediği
bir şeyi satın alsa, görünce onun için muhayyerlik vardır.» buyurmuştur.
İcâre dahî menfaatleri
satın almaktır. Hadîs-i şerifin zahiri, lâf-zen veya delâleten onu kapsar.
Yine, kira ile tutan
kimse (müste'cir), kiralamayı kusur muhayyerliği ile de fesh edebilir. Gerek
kusur, kiralama akdinden önce, gerekse ondan sonra hâsıl olsun müsavidir.
Kiralama akdinden önce hâsıl olan kusurla reddinin caiz olması açıktır. Akdden
sonra cevazı ise; ma'kûd'ün-aleyh, menfaatler olduğu içindir. Bunlar ise, azar
azar meydana gelir. Böyle olan her şeyden, her cüz' ibtidâ menzîlesindedir.
İmdi, teslim almazdan önce kusur hâsıl olmuştur, Bu ise, muhayyerliği,
gerektirir. Nitekim, satışda olduğu gibi. Bu îzâha göre kusur, kira ile tutan
kimsenin (müste'cirin) teslim almasmtlan önce veya sonra meydana gelmesinde
fark yoktur. Çünkü müste'cirin teslim almasından sonra meydana gelip menfaati
yok etlen kusur, ma'kûd'ün-aleyhin -^ki menfaatlerdir— teslim alınmasından önce
İmiş gibidir. Hidâye Şerhlerinde de böyle denmiştir.
Kusurun menfaati yok
etmesi, evin harâb olması, değirmenin suyunun kesilmesi ve arzın suyunun
kesilmesi gibi şeylerdir. Çünkü, buiılann her biri menfaati yok eder. Şu hâlde,
fesh muhayyerliği sabit oîur.
ya da, kusur
yararlanmaya zarar verirse, yâni kusur yararlanmayı tümüyle yok etmez, belki
zarar verirse —meselâ kira ile tutulan kölenin hasta olması veya binek
hayvanının sırtında yara olması gibi, ki onlardan kısmen yararlanmak mümkün
olursa — bunlarda müste'cir kiralamayı fesh edebilir. Eğer kusur (ayib)
yararlanmaya zarar vermezse veya kira ile tutan kimse, o zarar veren kusurla
beraber yararlanıp menfaati elde ederse, — ki bu durumda kusura razı olmuş
demektir. — veya kiraya veren kimse, o zarar veren şeyi giderirse, sebebin
ortadan kalkma siyle kusur muhayyerliği de düşer. Bundan dolayı Fa-kîhler;
«Kusur, maksûd olan menfaate zarar ve eksiklik vermezse, feshe cevaz
verdirmez.» demişlerdir. Meselâ evin, ona güzellik veren bir duvarı olup, evde
oturulmasında onunla yararlanümazsa ve o duvar yıkılsa, kira İle tutan kimse
için fesh velayeti yoktur. Çünkü ma'kûd'ün-aleyh menfaattir. Onda zarar te'sîrli
olmayınca, muhayyerlik sabit olmaz.
Kim ile tutan kimse
(müste'cir), özür muhayyerliği ile de icâreyi fesh edebilir. Keza akd devam
ederse, akd ile müstahak olmayan zararın lâzım gelmesi de böyledir. Nitekim bir
kimse, ağrıyan dişinin çıkartılması için hekimi kiraladığı zaman dişinin
ağrısının dinmesi gibi. Çünkü akd devam ederse, sağlam dişin sökülmesi lâzım
gelir. Sağlam dişin çıkartılması veya sökülmesi ise kiralama akdiyle müstehak
değildir.
Düğün yemeği pişirmek
için bir aşçıyı kira ile tuttukda, gelinin ölmesi veya mu hâla a
edilmesiyle kiralama fesh edilir. Çünkü kiralama (icâre) akdi baki kalsa,
müste'cir düğün yemeği (velîme) nden başka malının telef edilmesiyle zarar
görür.
İcâre verdiği malın
semeninden başka bir şeyle ödenemeyen borç lâzım gelmesi ile icâre fesh
edilebilir. Çünkü mucir bir dükkân veya bir ev kiraya verip, ondan sonra iflâs
edip, borçlarını ödemesi lâzım gel-dikde, o borçların ödenmesine ancak o kiraya
verdiği dükkânın veya evin semeni ile kadir olsa ve icâreyi fesh etmek istese,
fesh edebilir. Eğer mucir fesh etmezse, ona halise girmekle zarar dokunur. Bu
durumda mucir, bu özür ile kiralama (icâre) akdini bozabilir. -
Yine, bir köleyi
şehirde veya mutlak olarak hizmet için kira ile tutan kimse köle İle yolculuk
yapmak isterse, icâre fesh edilir. «Mutlak olarak» sözünden murâd, hizmetin
şehirde yapılmasiyle mukayyed olmamasıdır. Eğer şehirde hizmet etmeye
yorumlanırsa, kölenin mâliki yolculukdan menettiği takdirde; özür mevcûd
olduğu için, kira ile tutan kimsenin (müste'cirin) fesh etme hakkı vardır. Eğer
kira ile tutan kimse, kölenin yolculuğunu murâd ederse, özür bulunduğundan
dolayı, kölenin mâliki için fesh hakkı vardır. Şayet mâlik, kölenin yolculuk
etmesine razı olursa, Özür ortadan kalktığı için müste'cirin fesh hakkı yoktur.
İçinde ticâret yapmak
için dükkân kiralayan kimsenin iflâs etmesiyle kiralama (icâre) fesh edilir.
Çünkü kiralama- (icâre), devam ederse, dükkânın ücretinin ödenmesi lâzım gelir.
Ücreti ödemek ise, müste'cir iflâs ettiği, için imkânsızdır. İmdi, bu özür ile
kiralamayı fesheder.
-
Yine, kendi malı ile İş
yapan terzi, giyecek diktirmek için bir köleyi kira İle tutup, iflâsı sebebiyle
malıyla iş yapmayı terk etse, kiralamayı fesh edemez. Çünkü malı olmayıp, ücret
ile iş yapan terzinin sermâyesi iğne ve makastır. Onun hakkında özür meydana
gelmiş değildir.
Yolculuk etmek için
hayvan kiralayan kimse (mükterî), yolculuğundan vazgeçse, kiralamayı fesh
edebilir. Çünkü bu, Özürdür. Zîrâ akdin mûcebince yola devam etse, ona fazla
zarar lâzım gelir. Çünkü onun maksadı, Hacc yolculuğu olup, Haccm vakti geçmiş
olması muhtemeldir. Ya da, borçlusunu (medyununu) bulmaya gitmek isteyip, onun
gelmesi' veya ticârete gitmek isteyip fakır düşmesi muhtemel olduğu için
kiralamayı (icâreyi) fesh edebilir.
Terzinin, giyecek
dikmesi için kira ile tuttuğu köleyi, kendisi sarraflık yapmak için terketmesi
bunun hilâfmadır. Çünkü bu, özür değildir. Yâni müste'cir, kiralamayı (icâreyi)
fesh edemez. Zîrâ kölenin, dükkânın bir-tarafında oturup terzilik; kendisinin de
diğer tarafda sarraflık yapması mümkündür.
Hayvanı kiraya veren
kinı&<; (mükâri) fikrini değiştirmekle, icâ-reyl fesh edemez. Çünkü bu da, özür
değildir. Zîrâ, kendisi oturup, hayvanları çırağı veya işçisi ile göndermesi
mümkündür.
Ücretle verdiği şeyi
satmak ve borcun lâzım gelmesi ile de icâre fesh edilmez. Çünkü yukarıda geçtiği
veehle, borç lâhık olmaksızın, bu dahî özür sayılmaz.
İcâreyt leshe hacet yok
iken, iki âkidden birinin ölmesiyle eğer kendisi için akd yaptı ise—r akd
münfesih olur. Çünkü kiralama (icâre) devam etse, memlûk olan menfaat yâhûd
memlûk olan ücret, vârise intikâl etmekle âkidden başkası için akde müstehak
olur. Bu ise, caiz değildir. Eğer kiralamayı, vekil, vasî ve mütevelli gibi,
kendisinden başkası için akd etti ise kiralama bozulmaz. Çünkü mü
stehakkun-aleyh ve müstehık devam etmektedir (bakîdir). Hattâ ma'kûd'ün-leh
ölürse, bizim zikrettiğimiz sebebden dolayı icârc bâtıl olur.
Yine, kiralama, iki
müste'cirden birinin veya iki mucirden birinin ölmesiyle, -yalnız kendi
hissesinde münfesih olur. Sağ kalanın hissesinde, bakîdir. îmânı Züfer (Rh.A.);
«İkisinde de bâtıl olur. Çünkü şuyû\ mânİ'dir.» demiştir. Biz deriz ki:
Şartların, başlangıçta varlığına riâyet edilir. Bekasına i'tibâr edilmez.
Nikâhda şehâdet gibi.
Bit kimse kira ile
tuttuğu veya ariyet aldığı tarlanın anızlarını (hasâidini) tutuşturup, ateş
başkasının tarlasında olan mahsûlü yak-sa; eğer haya rüzgârlı değilse, onu
Ödemez. Çünkü bu, şebcb olmakdır, mübaşeret (doğrudan, doğruya kendi fiili)
değildir. Bu durumda o kimse, kendi mülkünde kuyu kazan kimse gibi, tecâvüz
etmiş olmaz.
Hasâid; «hasîd» in ve
«hasîde» ııin çoğuludur. İkisi de, hasâd edilmiş ekinin adıdır. Burada hasâid
ile murâd; tarlada hasâd edilmiş olan ekin kamışının kökleridir, ki Türkçe'de
ona «Anız» derler.
Şems'ül-Eimme
es-Serahsî (Rh.A.): «Şayet rüzgâr sakin olup, ondan sonra hareketlenirse
ödemez. Amma rüzgâr hareketli idiyse, zararı Öder. Çünkü rüzgârlı havada ateşi
yakan kimse, ateşin kendi tarlasında kalmayacağını bilir. İmdi, bu takdirde
mübaşir olur.» demiştir.
Bîr kimse yola ıblr
ateş közü koyup; o köz bir şeyi yaksa, yanan şeyi öder» Çünkü, közü koymak
sebebiyle tecâvüz etmiş olur. Eğer rüzgâr, o közü kaldırıp bir şeye düşüp,
yakarsa Ödemez. Çünkü rüzgâr, o közü koyanın fiilini yok etmiştir Nihâye'de de
böyie denmiştir.
Bir kinişe tarlasını,
onun tahammül edemiyeceği bir sulamakla sulayıp, o su komşusuna geçse ve ona
zarar verse, zararı öder. Çünkü o kimse mübaşirdir, müsebbîb değildir.
Bir terzi veya benzeri,
dükkânına bîr kimseyi oturtup ona, dükkânda yarım hisseyle iş verse, bu akd
caizdir. Çünkü ba'zan dükkân sahibi, mevki ve hürmet sahibi olur. Lâkin
san'atmda maharetli olmaz. O san'atta maharetli olan bir kimseyi dükkânına
oturtup, O'na iş verebilir. Bu akd caizdir. Kıyâsa göre, caiz olmamalıydı.
Çünkü, o kimseyi işinden çıkanın yansı ile kiralamıştır. Bu ise, meçhuldür. Un
satıcısuun Ölçeği gibi. Lâkin bu, istihsâııen caizdir. Çünkü, gerçekde i'ti-bâr
ortaklığıdır. Zîrâ dükkân sahibi, makamiyıle insanların işlerini ka-bûî eder.
Dükkânına oturttuğu kimse ise, mahâretiyle iş yapar. Bu suretle iş yoluna girer
ve ne elde edeceğinin bilinmemesi zarar vermez. Üzerine yük yükletip İki kişi
bindirmek için bir deve kiralayıp, ırnT-tâd yükü yüklemek gibi ki, istihsâııen
caizdir. Kıyâsen, câİz olmaz, Câİz olmaması, İmânı Şafiî' (Rh.A.)xnin sözüdür.
Çünkü yük, farklı ve meçhuldür. Şu hâlde, çekişmeye yol açar. tstHısânın vechi
şudur: Bilmemczlik (cehalet) mu'tâda sarf etmekle ortadan kalkar. Deveciye yükü
göstermek daha iyidir. Çünkü görmek, bilmemezliği daha iyi ortadan kaldırır.
Bir kimse, bir deveyi,
bir miktar (bir küp) azık yüklemek için ki-râlar da sonra ondan yerse, yediğinin
bedelini kesmeyip, öder. Çünkü deveci ücreti, o kadar yükü yolun tamâmında
taşımakla hak etmiştir. Almaya hakkı vardır;
Bir kimse evini gasb
eden kimseye; «Ya evimi boşaltıya da her ayda-şu kadar ücret ver!» dese, o da
boşaltmazsa, ev sahibinin söylediği ücreti gâsıbin Ödemesi gerekir. Çünkü ev
sahibi ücreti ta'yîn edince, gâsıb zahiren o ücreti vermeye râzi olmuş ve ikisi
arasında kiralama (icâre) akdi yapılmış olur. Ancak gâsıb, ev sahibinin mülkü
olduğunu inkâr ederse, akd mü n'ak id olmaz. Çünkü gâsıb, onun mülkü olduğunu
inkâr edince, her ne kadar ev sahibi mülkü olduğunu isbât etse de, kiralamaya
r&zi olmuş olmaz. Ya da gâsıb evin, sahibinin mülkü olduğunu ikrar edip, «Ücrete
razı olmadım.» derse; yâni ücrete nzâsı olmadığını açıklarsa, bu takdirde, evde
oturmakla zahiren nzâsı fayda vermez.
Müste'cirin kiraladığı
işçiyi, mucirinden başka bir kimseye kiraya vermesi caizdir. Mucirine kiraya
vermesi caiz değildir. Çünkü kiraya vermek, menfâati temliktir. Müste'cir,
menfâat hakkında, mucirin yerine geçer. Bu durumda, mâlike temlik lâzım gelir.
Faydalanma {hususunda
İnsanların farklı olmadıkları şeyler, ariyet verilir ve emânet konulur. Çünkü
kira ile tutan kimse (müste'cir) menfâatlere mâlik olunca, O'nun temlik etmesi
de caizdir, Lâkin fay-dalaninakda, insanlann farklı olmadıkları şeyde caizdir.
Eğer insanların farklı faydalandıkları şey olursa, caiz değildir. Çünkü, bu
takdirde tecâvüz etmiş olur.
Eğer bir kimse, bfr
hayvanı kendisi binmek için kira ile tutsa, başkasına kiraya veremediği gibi,
emânet de edemez. Çünkü bu, insanların farklı faydalandıkları şeylerdendir.
Bir kimse, bir haneyi
kiralamak İçin birini vekil etse, O da evi kira ile tutup teslim alsa; lâkin
vekil, o evi kiralama müddetinin zamanı geçinceye kadar müvekkile teslim
etmese, vekil ücretini emreden kimseden alır. Keza ücreti peşin vermeyi şart
edip, evi teslim alsa ve kiralama müddeti de geçse ve âmir evi istemese, hüküm
zikredilen gibidir.
Eğer âmir evi isteyip,
ücreti peşin almak için evi vermekden kaçınsa, vekil müvekkilden ücreti alamaz.
Yâni bir adam, bir başka adamı, 'belli bir evi kiralamak için vekil edip; vekil
o evi kira ile tutup teslim alsa, fakat müddet geçinceye kadar âmire teslim
etmese, ücreti vekilin ödemesi gerekir. Çünkü vekil, hukûkda asildir. Vekîl de,
o ücreti âmirden alır. Çünkü teslim almak hususunda vekîl, menfaat hakkında
müvekkilin naibidir. İmdi, vekil, hükmen müvekkil için teslim almış olur. Şayet
vekîl ücreti peşin almayı (ta'cîlini) şart kıl-sa ve evi teslim alıp, icâre
müddeti geçse; âmir dahi vekilden istemese, vekîl ücreti âmirden alır. Çünkü
âmir, vekilin teslim almasiy-le, vekilden menetme zahir olmadıkça, teslim almış
sayılır.
Eğer âmir evi vekilden
isteyip, vekil ücreti ta'cîl (peşin almak) için evi teslimden kaçınsa, ücreti
âmirden alamaz. Çünkü vekîl, evi âmire vermeyince — ki vermemek hakkıdır — '
vekilin eli (yed'i), yed-i niyabet olmakdan çıkmıştır. İmdi, bu takdirde
müvekkil hükmen teslîm almış sayılmaz ve menfaatler müvekkilin elinde hükmen
meydâna gelmiş olmaz. Bu durumda. ücret, müvekkil üzerine vâcib olmaz. Kâfide de
böyle denmiştir.
Kâdî'nın, yazdığı
nıektûblara karşılık, başkalarının aldığı kadar ücret «iması caizdir. Çünkü
kâdî'nın mektûb yazması, mahkeme işlerinden değildir, ki naram olsun.
Müste'cir, icâre, rehn ve
satın alma iddia eden kimseye hasım olamaz. Çünkü da'vâ, ancak ayn'ın mâliki
üzere olur. Müşteri, bunun hilâfınadır. Çünkü müşteri, ayn'ın mâlikidir.
tmâdiyye'de böyle denmiştir.
Musannif ivazla
(bedelle) menfaati temlik bölümünü bitirince, ivazsız menfaati temlik
bölümüne'başladı. -
Sıhâh'da zikredilmiştir
ki: «Ariyet, teşdîd ile âriyyet şeklindedir. Sanki o, âr'a mensurdur. Çünkü
ariyeti istemek, âr ve aybdır.» Hi-dâye'de: «Ariyet, ariyyedendir. Ariyye ise,
atıyye'dir.» denmiştir. Kâ-fî'de ise: «Ariyet, teâvürdendir. Teâvür ise, tenâvüb
(nöbetleşme) ma'-nâsmadır. Sanki muîr (ariyeti veren) mülkü ile yararlanmakda,
kendisine geri verilinceye kadar, başkasına nöbet vermiştir.»
denmiştir.
Ariyet ,
lügat yönünden, yukanda zikredilen şeyin temlikidir. Şer'an, ivazsız menfâati
temlîkdir. «İvazsız» kaydiyle kiralama (icâre) ta'rîf ten hâriç kalır.
Ariyet; «Sana ariyet
verdim:» demekle sahih olur.
Çünkü «Â-riyet verdim.» lâfzı, bu ma'nâda açıktır. Yine, «Ben, yerimi sana ifâm
eyledim.» demekle ariyet sahih olur. Çünkü
ifâm (yedirmek), yer gibi yenilmeyen bir şeye izafe edilirse, mahallin adını, o
mahaldeki şeye vermek kabilinden mecaz olarak, onunla arzın geliri murâd
edilir.
Yine, «Ben, sana şu
giyeceği verdim!» veya «Şu cariyemi sana verdim!» demekle, hibe murâd
edilmt-zse, sahih olur. Çünkü «menh = (vermek)» lâfzı, örf en ayn'ı temlik için
kullanılır. Ayn'ın temliki murâd edilmediği zaman, temlik, menfaatlere
yorumlanır. Bunun aslı; bir deveyi veya koyunu sütünü içmek için vermek, ondan
sonra sahibine iade etmektir. Bu kelime, ayn'ın temliki ma'nâsında çok
kullanılır. Şayet onunla hibe murâd edilirse, ayn'ın temlikini ifâde eder. Hîbe
murâd edilmezse, asıl ma'nâsı üzere kalır.
Yine, «Seni, şu.
hayvanım üzerine yüklettim (bindirdim)!» demekle hibe murâd edilmezse, ariyet
sahih olur. Çünkü «Seni yüklettim veya bindirdim.» lâfzı, örf en hibede
kullanılır. Arab'ın: «Emir, fü-lânı ata bindirdi.» demeleriyle temlik murâd
ettikleri daha önce geçmişti.
Lügat yönünden ma'nâsı;
«bindirmek)) dir. Hami, bunda da kullanılmıştır. Nitekim-, örfen kullanıldığı
gibi. İkisinden birine niyyet ederse, ariyet verme, sahîh olur. Niyyet etmedi
ise, şübhe ile a'lâya lâzım gelmesin diye, ednâya yorumlanır. O da, bindirmek
(irkâb) ma'-nâ sidir.
Ben derim ki: Bu takrir
ile Kâfi sahibinin Hidâye üzere i'tirâzı iki vech ile savulur. Biri şudur:
Hidâye sahibi (Ariyet Bölümü) nde bu iki lâfzı, yâni; «Sana, verdim!» ve «Seni,
bindirdim!» sözlerini, hakîkaten ayn'ı temlik ve mecazen menfaati temlik
ma'nâsına almıştır. Sonra (Hîbe BÖlümü'mde), hibenin lâfızlarını beyân ederken;
«Ben, seni-şu haıyivan üzerine bindirdim, dedikde, şayet bindirmek (humlân) ile
hîbe murâd ederse, tıîfoe sahîh olur.» demiştir ve bunun nedenini «Hami ile
murâd^ hakîkaten bindirmekdir. Binâenaleyh, ariyet olur. Lâkin, hibeye ihtimâli
vardır.» diyerek açıklamıştır.
İkinci i'tirâz şudur:
Bu «Sana, verdim!» ve «Seni, bindirdim!» sözleri, hakîkaten ayn'ı temlîk için
olunca —halbuki niyyetsiz lâfızla hakikat murâd edilir — imdi hîbe murâd
edilmediği vakitte, menfaati temlîk üzere yorumlanmaz. Belki hibeye yorumlanır.
Birinci i'tirâzın
savulması şöyledir: Hidâye sahibi bu iki lâfzı «Â-riyet Bölümü» nde hakîkaten
ayn'ı temlîk ma'nâsına almakla, onları Örfen de hakikat yapmıştır. İmdi, bu iki
lâfız biz-zarûre örfen menfaati temlîk için mecaz olurlar. Hamli, «bindirmek»
ma'nâsında hakikat yapmakla onu lûgaten hakikat kasdetmiştir. İmdi hami,
biz-zarûre lügat .bakımından, ayn'ı
temlik için mecaz olur. Bu takdirde, ikisi arasında birbirine
zıddiyet yoktur.
İkinci i'tirâzm
savulmuş olmasına gelince; hakikatin lâfz ile kaiîne-siz murâd edilmesi, ancak o
hakikate, müsta'mel olan bir mecaz aykırı olmadığı vakittedir. Zira, niyyet
ortadan kalkınca, müsta'mel olan örfî ma'nâ ile lûgavî ma'nâ, irâdede müsâvî
olurlar. Binâenaleyh, lâfzı a'lâ §übhe ile lâzım gelmesin diye, ednâya
yorumlamak vâcib olur. O da, ariyettir.
Yine, «Ben, kölemi sana
hizmet için verdim!» demekle, ariyet sa-hîh olur. Çünkü bu lâfız, köle için
istihdama izindir. Şu hâlde, ariyet olur.
.
.
Keza, «Evim, senin
için. meskendir.», «Benim evim, ömürlük sana meskendir.» demekle, ariyet sahih
olur. Çünkü «mesken» (süknâ) sözü, menfaat murâd eylemekde muhkemdir.
Ariyet veren kimse, her
ne vakit dilerse rücû' eder (geri alır).
Çünkü menfaatler, meydana gelmelerine göre, azar azar temellük edilirler. Şayet
menfaatler bulunmazsa, temellük de bulunmaz. Şu hâlde, rücû1 sah'h olur.
: Eğer ariyet alınan
şey teaddîsiz helak olursa, ariyet alan kimse (müsteîr) onu ödemez. Çünkü
ariyet, emânettir.
Ariyet, kiraya ve rehine de verilmez. Çünkü ariyet vermek (iare), kiraya vermek
(icâ-re) den ve rehnden daha aşağıdır. Bir şey, kendinden yukarısını ta-zammun
etmez.
Eğer ariyet alan kimse,
ariyet aldığı şeyi kiraya verirse veya rehn koyarsa ve o ariyet helak olursa,
ariyeti veren kimse (muîr), kiraya verene veya rehin koyana onu ödetir. Çünkü
ariyet, kiralamayı ve reh-ni kapsamayınca, İkisinden her biri gasb olur. Ariyet
alan kimse, öde-dikden sonra hiçbir kimseye rücû edemez. Çünkü ödemekle, bu
müs-teîrin ken4i mülkünü kiraya verdiği veya rehin koyduğu zahir olmuştur.
Ya da, helak olan şeyi,
ariyeti kira ile tutan kimse ödeyip kendisinden aldanma (gurur)
zararını savmak İçin, ona kiraya veren
kimseye rucû' eder.
Eğer nuiste'cir kira
ile tuttuğu şeyin ariyet olduğunu bilmezse, kiraya veren kimseye rucû' çdcr.
Bilirse, rucû' edemez. Çünkü kiraya veren künse, O'nu aldatmıştır. Bu durumda,
gasb olduğunu bildiği hâlde, gâsıbdan kiralamış kimse gibi olur.
İntifa' yeri ta'yîn
etmese bile, ariyet mutlak surette emânet verilir. Yâni gerek köle ve tarla
gibi kullanılması muhtelif olan şey olsun ve gerekse destere gibi kullanılması
muhtelif olmasın müsavidir. Çünkü ariyet menfaatleri temlik için olunca, onu
ariyet vermek caiz olur. Zira mâlik olan kimse, temlike mâlikdir. Kira ile tutan
kimsenin (müste'cirin), kiraya vermeye mâlik olması ve yine hizmet etmesi
kendisine vasiyyet edilen kimsenin (mûsâ-leh'in) köleyi ariyet vermeye mâlik
olması gibi.
Kullanılması muhtelif
olmayan şey, eğer intifâ'ı ta'yîn etti İse, ariyet verilir.
Musannif; «Mutlak
surette ariyet verilir.» sözü üzerine şu feri mes'eleyi getirmiştir: İmdi bir
kimse, bir hayvanı mutlak surette ariyet alsa, dilediğini üzerine yükletir ve
yük için ariyet verir. Kendisi üzerine biner ve 'başkasını bindirir. Hangisini
yaparsa, o teayyün eder ve ondan başkasını yaparsa, zararı öder. Hattâ ariyet
alan kimse (müsteîr) kendisi binerse, başkasını bindirmesi caiz değildir.
Çünkü O'nun binmesi aynen belli olmuştur. Eğer başkasını bindirirse, kendisinin
binmesi caiz değildir. Hattâ binerse, zararı Öder.
Eğer ariyet veren kimse
(nruîr) intîfâ'ı, vakitte ve nev'ide mutlak söylerse (mutlak kılarsa) ,
hangi vakitte dilerse intifa' eder. Çünkü ariyet alan kimse (raüsteîr),
başkasının mülkünde tasarruf etmek d e olup kendisi için izin verilen veehe göre
tasarrufa mâlik olur. Eğer ariyet veren kimse (muir) kayd koydu ise, ariyet alan
kimse yalnız kötülük tarafına doğru muhalefet ederse, öder. Takyîd, ya
vakittedir, nev'îde değildir, ya da nev'îdedîr, vakitte değildir. Yâhûd her
ikislndedir. Şayet ariyet alan kimse, kayda uygun amel ederse,
ödemeyeceği açıktır. Eğer kötülük tarafına doğru muhalefet ederse, öder. Misline
yâhûd hayr tarafına muhalefet ederse ödemez.
İki semenin (altınla
gümüşün) ariyeti ve ölçülen şeylerin (me-kîllerin) yâni buğdayın ve arpanın
ariyeti, tartılan şeyinin (mevzunun) ve mütekârib olan ma'dûnun, yâni cevizin
ve yumurtanın ariyet verilmesi, karzdır .
Çünkü ariyet vermek, menlaati temliktir. Bu zikredilen şeyler ile yararlanmak
ise, ancak ayn'îannı tüketmekle olur. Bunların tüketimine (istihlâkine) ise,
ancak onlara mâlik olursa me'zûndur. Şu hâlde, biz'zarûre onların aynlarım
temlik etmek gerekir. Bu ise, hibe veya karz ile olur. Karz, zarar yönünden
ikisinin ednâsıdır. Çünkü karz, mislinin geri verilmesini gerektirir. Bu, cihet
ta'yîn etmediğine göredir. Şayet cihet ta'yîn ederse --meselâ dirhemleri,
terazi ayar etmek için veya dükkân süslemek için ve bunların benzeri işler için
ariyet alsa - bu takdirde, emaneten ariyet olur. Ariyet alan kimse (müsteîr),
unlan tüketmek (ihlâk) ile intifa' edemez. Bu takdirde, süs eşyasının ve
süslenmiş kılıcın ariyet alınması gibi olur.
Musannif, ariyetin karz
olduğu üzerine şu sözle tefrî' yapmıştır: İmdi karz olunca, intifadan önce
lıeiâk olmasiyle müsteîr öder. Nitekim, karzin hükmü budur.
Üzerine (bina yapmak ve
ağaçlar dikmek için arzı ariyet vermek sahilidir. Çünkü arzın menfaati
rna'iûmdur. Kiralama ile temellük edilir. Ariyet vermekle de-temellük edilir.
Ariyet veren kimsenin nıcû' etmesi, yâni arzı geri alması da caizdir. Çünkü
ariyet vermek, lâzım değildir. Bina ve dikilen ağaçların sökülmeleri teklif
edilir. Zîrâ ariyet alan kimse, o yeri kendi mülkü ile meşgul etmiştir. İmdi,
boşaltması emredilir. Ancak yer, bina ve dikilen ağacın sökülmesiyle zarar
görürse ve ariyet veren kimse bina ve dikilen ağacı kıymetleri ile almak
isterse, bu takdirde ariyet veren, bina ve dikilen ağacın sökülmüş oldukları
hâlde kıymetlerini öder. Bina ve dikilen ağaç, ariyet veren kimsenin olurlar. Tâ
ki, kendi yeri aleyhine itlaf edilmiş olmasın ve kendisine mahsûs kalsın. Çünkü
ariyet veren kimse, asıl sahibidir. Yer, sökmekten zarar görmezse, terk etmek
ancak ariyet veren kimse ile ariyet alan kimsenin ittifak etmesiyle caiz olur.
Sökmekde, ittifak şart değildir. Belki sökmeyi her hangisi isterse, diğerinin
icabet etmesi gerekir.
Yer sahibi, eğer
ariyete vakit ta'yîn etti ise, bina ve dikilen ağaçtan, sökmekle eksilen şeyi
öder. Çünkü ariyet alan kimse, onun için
vakit teayyün etmesi bakımından, ariyet veren tarafından aldatılmıştır. Zahir
olan, muirin ahdine veiâ etmesi (sözünde durması) dir. Bu takdirde, kendisinden
zararı savmak içi», ariyet alan kimse (müs-teîr), ariyet verene (muire) rucıV
eder.
Ta'yîn edilen vakitten
önce, ariyet veren kimsenin, Ariyeti geri alması mekrûhdur. Çünkü onda, sözünde
durmamak vardır. Eğer ariyet veren kimse, tarlasını ekmek için ariyet verdi
ise, hasa d vaktine ikadar tarlayı alamaz. Yâni ariyet alan kimse için, hasâd
vakti geçinceye kadar tarlayı mutlaka terk eder. Yâni gerek vakit ta'yîn
etsin, gerekse etmesin müsavidir. Çünkü ekin için belli nihayet ve tarlayı bu
vakte kadar terk etmekde muîr ve müştekin haklarını gözetmek vardır.
Ağaç -dikmek, ekin
ekmenin aksinedir. Çünkü onun belli bir nihayeti yoktur. Şu hâlde mâlikden
zararı savmak için sökülür. Şayet müsteîr senet yazarsa; »Sen, bana yerini ifâm
ettin, iare etmedin!» diye yazar. Yâni çıplak bir arazî, ekmek için ariyet
verilirse, ariyet alan kimse senete; «Sen, bana ekeyim diye fülân yeri ifânı
ettin.i diye yazar. Yoksa, «Bana ariyet verdin.» diye yazmaz. Bu, İmâm A'-zam'
(Rh.A.) a göredir. İmâmeyn {Rh. Aleyhimâ); «Sen, bana yerini ariyet verdin.»
diye yazar. Çünkü ariyet vermek (iare) sözü, bu akd için konulmuştur, konulmuş
sözü yazmak evlâdır, demişlerdir.
İmâm A'zam' (Rh.A.) in
delili şudur: İfâm lâfzı, murada iare (ariyet vermek) den daha çok delâlet eder.
Çünkü ifâm lâfzı zirâata maJîsûsdur. Yerin ariyet verilmesi ise, kâh zirâat,
kâh bina ve çadır kurmak için olur. İmdi gayesi zirâat olduğu bilinsin diye,
ifâm lâfzı ile yazmak evlâdır.
Ariyet alan kimsenin,
ariyeti ve gâsıbın mağsûbu geri vermesi için bir kimseyi vekîl etmeleri
sahîhdir. Çünkü vâcib fiili iltizâm etmiştir.
Eğer ödünç alan kimse,
ariyeti geri vermek için bir kimseyi vekîl etse, o vekîl ariyeti, muîrin evine
götürmesi için zorlanmaz. Belki onu bulduğu yerde, ariyeti ona verir. Çünkü
vekîl, bir şeyi Ödemez. Belki âmir üzere teberru' eylemeye va.'d eder. Kefil,
bunun aksinedir. Çünkü kefil, öder.
Borcu ödemeye vekîl
olan kimse gibi, ki şayet borcu ödemekdeu kaçınsa, ödemek için zorlanmaz.
Ariyet alan kimsenin
(müsteîrin), ariyet aldığı hayvanı geri vermesi, velev ki ariyet alanın
(müsteîrin) kölesi ile veya yıllık ya da aylık ücretli işçisi (ecîri) ile
beraber göndermiş olsun —günlük işçisi ile geri göndermesi caiz değildir— hayvanın mâlikinin keudisine değil de, onun ahırına geri
göndermesi vcyâ ariyet alanın (müs-teîrih) ariyet aldığı köleyi, kölenin
mâlikinin kendisine değil de, onun evine geri göndermesi veya götürmesi,
(bunların hepsi) teslimdir. Hattâ hayvan veya köle helak olsa, ariyet alan kimse
(müsteîr), is-' tihsânen, ödemez. Kıyâs ise, ödemek İdi. Çünkü ariyet alan
kimse, ariyeti mâlikine ve mâlikinin vekiline de geri vermemiştir. Belki, zayi'
etmiştir. İstihsâmn vechi ise şudur: O kimse, örf olan teslimi yapmıştır. Zîrâ,
ariyeti mâlikin, hayvan bağladığı yere veya evine geri götürmüştür. Bunlar ise,
hükmen mâlikin elindedir. Sanki o müsteîr, hayvanı veya köleyi mâlikin eline
geri vermiş gibi olur. Nitekim ariyet alan kimse (müsteîr), hayvanı ariyet
verenin (muîrin) köle-siyle beraber geri göndermesi mutlak surette caizdir. Yâni
gerek o köle, o hayvanın hizmetiyle uğraşan bir kimse olsun, gerekse olmasın
müsavidir. Sahih olan budur. Ya da, ariyet veren kimsenin (muîrin), yukarıda
zikredildiği gibi, yıllık veya aylık işçisiyle ariyeti geri göndermesi de
caizdir. Çünkü hayvanın mâliki, âdeten buna razıdır.
Eğer ariyet alınan şey,
nefîs değil ise, bu* caizdir. Yâni ariyet alınan şeyin, sahibinin kölesi veya
ücretli işçisi eliyle gönderilmesinin; keza evine veya ahırına koymasının caiz
olması, ancak âdeten kölenin veya ücretli iğcinin elinde bulunan şeyler
hakkındadır. Amma ariyet böyle olmazsa, yâni inci dizisi ve emsali kıymetli
şeyler olursa ve müsteîr, ariyeti mâlikinin kölesine geri verirse veya evine ya
da ahı-nna koyarsa, bu takdirde ariyet alan kimse (müsteîr), onu öder. Çünkü
bunları iade hususunda âdet bu değildir. Bundan dolayı» mudi* emâneti sahibinin
kölesine verirse zararı öder.
Yabancı, böyle
değildir. Yâni ariyet alan kimse (müsteîr), ariyeti yabancı ile beraber geri
gönderirse» müsteîr öder. Emânetin ve mağ-sûbun, mâlikin evine geri verilmesi de
zikredilenin aksinedir. Çünkü kendisine emânet konan kimse (mûda') ve gâsıb
şayet emâneti ve mağsûbu mâlikin evine geri verse veya koysa ve ikisinde de
mâlike teslim etmese, öder. Emâneti ödemesinin sebebi; emânet hıfz etmek İçin
olup, [başkasının hıfzına razı olmadığı içindir. Böyle olmasa, O'-nun yanına
emânet etmezdi.
Gâsıbın ödemesine
gelince; gâsıbın üzerine vâcib olan, gasb fiilini ibtâl etmektir. Bu ise,
mâlike geri vermekle hâsıl olur.
Me'zûn olan köle,
elinde olan şeyi ariyet vermeye mâükdir. Hu-»lâsa'da da böyle denmiştir. Mahcur
olan köle, şayet bir şeyi ariyet alıp helak etse, âzâd edilmesinden sonra öder.
Çünkü ariyet veren kimse, o mahcur köleyi, ariyeti itlaf üzere musallat kılmış
ve onun üzerine ödemeyi şart
etmiştir. Bu durumda muîrin taslîti (musallat etmesi) sa'hîh ve efendinin
hakkında şart bâtıl olmuştur. Bu mahcur köle, kendi gibi bir mahcura ariyet
verse, o da ariyeti helak etse, ikinci mahcur köle ariyeti hâlen öder. Çünkü
mahcur köle, inal itlaf etmesiyle öder.
Bir kimse, bir altını
ariyet alıp, bir küçük çocuğun boynuna taksa; o altın çocukdan çalınsa; eğer
çocuk, altını kendi üzerinde korumaya kadir ise, ariyet alan kimse (müsteîr)
ödemez. Çünkü ariyet alan kimse, o altını zayi' etmemiştir. Ariyet alan kimsenin
(müsteirin), ariyet vermesi ise caizdir.
Eğer küçük çocuk,
üzerinde olan şeyi korumaya kadir değil İse, müsteîr öder. Çünkü, ariyet alman
şeyi, korumaya akıl erdiremiyen küçük çocuğun yanma koymakla zayi' etmiştir.
Muhît'de de böyle denmiştir.
Müsteîr, ariyeti Önüne
koyup uyudukda, ariyet zayi* olsa; eğer otururken uyumuş ise,, ödemez. Çünkü bu
şekilde -uyumak, âdeten korumaktır. Eğer yanı üzere yatıp uyurken ariyet zayi'
oldu ise, Öder.
Çünkü böyle yapmakla,
onu korumayı terk etmiş olur.
Babanın, küçük
çocuğunun malını ariyet vermesi caiz değildir. Huıâsa'da da böyle denmiştir.
Ariyetin, emânetin, kira ile
tutulan malın, gasbedilen malın ve rehnin geri verilmesinin ücretine gelince;
ariyetin ücretim müsteîr; , emânetin ücretini emânet koyan (mudi1), kira ile
tutulan şeyin ücretini kiraya veren (mucir), gasb edilen malın ücretini gâsıb
ve rehnin ücretim rehin alan kimse (mürtehin) verir. Çünkü menfaat, onlar için
hâsıl olmuştur.