Bu ayetlerde iki farklı insan tipi ile karşılaşıyoruz. Bunlardan birincisi, Allah’ın indirdiği hakikatlerin farkında olan ve O’nun indirdiği her şeyin “Gerçek” olduğunu bilen, diğeri de bu gerçekleri görmemek için gözünü ve gönlünü kapatan ve böylece Hakk’a karşı duyarsız kalan kişidir. Rabbimizden bizlere Rahmet olarak indirilen Kur’an’ın “Hakk” olduğunu anlamamak, bilmemek “kör” olmakla eşdeğer tutulmuştur.
Allah’a şükretmek deyince anlamamız gereken şey; Allah’ın bize verdiği nimetlere karşı O’nu dilimizle övmek, kalbimize O’nun sevgisini yerleştirmek ve O’na boyun eğerek emirlerini yerine getirmektir.
Esmâ-i Hüsnâ; yüce Rabbimizin en güzel ve en mükemmel olan niteliklerine, özelliklerine delâlet eden isimleri anlamına gelir. Bu anlamda gerek Kur’an-ı Kerim’de ve gerekse hadis-i şeriflerde Allah’a nispet edilen yüzlerce isim yer almaktadır. Esmâ-i Hüsnâ deyimi geniş anlamıyla bütün bu isimleri ve sıfatları içine almakla birlikte terim olarak daha ziyade Hz. Peygamber (s.a.s)’in
Allah’a iman, Allah’ın seçtiği peygamberlere de hiçbir ayrım gözetmeden inanmayı gerektirir. Peygamberler de bizim gibi insan olmakla beraber, onlar Allah’ın seçkin kullarıdır. İnsan çalışıp çabalamakla, istemekle peygamber olamaz. Peygamberlik, Allah vergisidir. Bu itibarla peygamberlerin çağrısına kulak vermemiz aynı zamanda Allah’ın çağrısına kulak vermektir. Onlar insanlığı, küfrün karanlığından tevhidin aydınlığına çağırmışlardır. İnsanları kin, intikam, düşmanlık, cehalet, fitne, zulüm ve haksızlıktan uzak durmaya, sevgi, barış, bilgi, adalet ve hakka çağırmışlardır.
Buna göre, Allah (c.c) âyetlerini yalanlayan inkârcıları bu kötü niyetleri ve davranışları sebebiyle hemen cezalandırmayıp belki bu davranışlardan pişmanlık duyarak tövbe etmelerine imkân tanımak için mühlet vermektedir. Bu kişilere verilen mühletin ve tanınan imkânların, eğer akıllarını başlarına almazlarsa, azgınlıkta daha da ileri giderek şımarmalarına, günahlarını daha da arttırmalarına devam ederlerse zamanla bu tutumun helaklerine sebep olacağı ifade edilmektedir.
Dinimiz İslam’ın gayesi yeryüzünde yaşayan bütün insanların dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamaktır. Dareyn saadeti diyebileceğimiz bu mutluluğun yolu bireyin yaratıcısı ve yaratılanlar ile iletişiminde ortaya koyduğu tutum ve davranışlara ve bunların özünde bulunan niyetine bağlıdır. Yüce kitabımız Kur’an’ı örnek ahlakıyla hayata taşıyan Peygamberimiz ortaya koyduğu mükemmel insan profili ile bizleri Allah katında değerli kılacak olan tutum ve davranışlar konusunda aydınlatmıştır.
Allah’ın biz kullarına dost olduğu, bizleri sevdiği ve her türlü kötülüklerden esirgediği hem de kulların Allah’a dost olmaları gerektiği ifade edilerek, Hz. Peygamberin şahsında bütün müminlerden, Allah’a inanç ve bağlılıklarını “Benim velîm...Allah’tır” sözleriyle ortaya koymaları istenmektedir.
Zaman, rakamlarla ifade edildiğinde sonsuz ve geniş sanılıyor. Ancak; ömür ve fânilik açısından geriye dönüp hissiyatımız ile baktığımızda oldukça kısa görülmektedir. Muhtelif haz ve duygularla insana sevdirilmiş olan dünya hayatının bazı tehlikeleri de vardır. Hayat devam edip dururken insanın sorumluluk duygusunu, yaratılış gayesini, yaratanı ve onun buyruklarını unutup, zevk-ü sefa peşine düşerek nefsinin esiri olması; daha kötüsü nefsini putlaştırması insanoğlunun düşebileceği en büyük tehlikedir.
İnsan, yaratılışı ve ihtiyaçları gereği, toplum hâlinde yaşamaya mecburdur. Bir başka ifadeyle insan toplumsal bir varlıktır. Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan tek varlık ise sadece Allah’tır. O nedenle herkes birbirine muhtaç olacak şekilde yaratılmıştır. Şüphesiz bir toplumda herkesin aynı düzeyde olması düşünülemez. İnsanlar pek çok açıdan farklı statüde bulunurlar.
Kişinin kendine zulmetmesi, çoğu zaman başkalarına da zulmetmesi sonucunu doğurur. Allah, mazlum insanlara, ilkinde olmasa bile, ikinci defa haklarının ihlâli durumunda yardım elini uzatacağını beyan etmektedir