Hakikatli
sevgili
Prof. Dr. İskender Pala
14.02.2006-
Zaman Gazetesi
Aşk ve sevgi…
Tecellisi gönülde beliren, gönlü muhatap alan duygular... Buna,
insanı anlamlandıran beşerî, İlahî ve mecazî boyutta telvinler de
denilebilir.
Belki biri diğerinin
vasıtası, diğeri ötekinin hedefi. Asıl hedefe giden yolda kah
temrin, kah oyalanıp aldanma…
Aşk ve sevgi… İçinde
mahabbet, alâka, yakınlık, dostluk, meveddet, mürüvvet ve daha pek
çon insanî hasletlerin gizlendiği dünya… Bazen şefkatin, bazen
himayenin, bazen merhametin adı. İlahî anlamda yalnızca bir hedefe,
Sevgili’ye bakmak, beşeri anlamda ise aynı hedefe birlikte bakmak…
Sevgililer günü diye
bir icad var artık. Bize dışarılardan dayatılmış bir anlayış… Ve
aşkın yalnızca beşeri boyutunu görüyor; başka sevgileri ve
sevgilileri de hariçte tutuyor. Evet… Varsayalım ki biz de bu mânâda
“sevgili” diyeceğimiz kişiyi, can yoldaşımızı hatırlayacağız; onu
hediyelerle, çiçeklerle hatırlamadan evvel kalbimizde hatırlamaya
kim itiraz edebilir?!.. Üstelik bunu bir gün değil, her gün yapmamız
gerektiğini ihtara hacet var mıdır?!.. İşte bu daimi hatırlamadır ki
bizi ismete, ahlaka, nezahete ve necata götürür. Bu da bizim, canına
sevgili arayan behîmî yanımızı yontup sevgili için can götüren
insanî hasletimizi teraziye koyacaktır. Örnek mi istiyorsunuz;
beraber okuyalım:
Canı için sevgili
isteyenin hikâyesi
Vaktiyle bir padişahın
çok güzel bir kızı vardı. Garibanın biri onu görmüş ve âşık olmuştu.
Her nereye gitse sevdiğinden bahsediyor, aşkını anlatıyor,
sabredemiyor, çırpınıyor, ah çekiyor, halkı kendine acındırıyordu.
Öte yandan şehirde haber çabuk yayıldı ve sultan bunu duyunca âşıkı
huzura getirtip,
-Ya ülkemi terk eder
gidersin, dedi, ya da kelleni vurdurtacağım, kararını hemen ver.
Zavallı adam, düşündü,
taşındı ve gitmeye karar verdi. Sultan ise adamın cevabını duyunca
cellatları çağırttı. Vezir dedi ki:
-Hünkarım, neden
suçsuz birinin kellesini vurdurttunuz?
-Çünkü gerçek bir âşık
değildi o, sahtekardı. Eğer gerçekten âşık olsaydı başının
kesilmesini seçerdi. Eğer başının kesilmesini seçseydi, tahtımdan
kalkıp onu yerime oturtacaktım.
İhtar: Hayatını
sevgilisinden daha çok seven kişi aşk davasına kalkışmamalı.
Sevgili için can
isteyenin hikâyesi
Vaktiyle bir padişahın
çok güzel bir kızı vardı. Uzun saçlı bir delikanlı ona âşık oldu.
Geceleri hasretiyle ah ediyor, gündüzleri sarayın kapısını gözlüyor,
o nereye giderse atının ardından sürüklenip gidiyor, koşuyor,
gözlerinden yağmur gibi yaşlar akıtıyordu. Bu yüzden sultanın
çavuşlarından durmadan eziyet görüyor, dayak yiyor, ama bir kerecik
olsun feryad etmiyor, ah demiyordu. Halk bu olup biteni gördükçe kah
delikanlıyı ayıplıyorlar, kah sultanın insafsızlığına
söyleniyorlardı. İçlerinden bir tanesi bile delikanlıyı kıza layık
görmüş değildi. Nihayet kız, babasına,
-Bu bela niceye dek
sürecek, dedi; beni bu halden kurtar, artık utanıyorum.
Sultan bunun üzerine o
delikanlının tutulup derhal şehir meydanına getirilmesini, orada
saçlarından bir atın ayağına bağlanıp bedeni paramparça olana dek
sürükletilmesini ferman etti. Halk, yürekleri parçalanarak meydana
toplandılar, göz yaşları toprağı kızıl güllere benzetmekteydi. Ve
nihayet sultan da kızı uğrunda can feda edecek olanın halini görmek
istiyordu. Herkes hazır olunca bir asker, delikanlının saçlarından
tutup hazırlanan atın ayağına bağlamak üzere sürüklerken aniden
kurtuldu ve padişahın huzuruna koşup eteğine yapıştı:
-Ey âleme adalet veren
sultan, dedi; senden bir dileğim var, bir parçacık beni dinle!...
Sultan hışımla
karşılık gösterdi:
-Canını bağışlamamı
istiyorsan, nafile; şu anda seni öldürtmekten daha önemli bir arzum
yok. Saçımdan sürükletme, bir anda öldürecek bir yol tut diyeceksen,
ahdettim, senin kanını at nallarına çiğneteceğim. Bir zaman için
bana aman ver diyeceksen, bu da mümkün değil, çünkü toplanan halka
karşı küçük düşmüş olurum. Yok kızımla birkaç dakika olsun yalnız
kalayım diyeceksen, onun bir tek tel saçını bile sana reva görmem,
artık onun yüzünü göremeyeceksin.
-Hayır, ey her
yaptığını güzel yapan sultan, dedi delikanlı, canımı bağışlamanızı
istemiyorum sizden. Hiçbir an mühlet de dilenmiyorum hatta. Kızınızı
bana göstermeyeceklerini de artık biliyorum. Atların ayağı altında
sürüklenme konusuna gelince, buna da itirazım yok. Benim sizden
isteğim tamamen başka.
-Söyle o vakit nedir
dileğin?
-Elbette bugün beni
öldürecek, at nalları altında hor ve hakir bir halde kanımı toprağa
karıştıracaksın. Dileğim o ki beni onun atının ayağına bağlayıp
sürüklet. Çünkü ben o ay yüzlünün yolunda ölünce ancak diri
olabilirim.
Sultan, onu bağışladı
ve kızıyla evlendirip ölü gönlüne can verdi.
Aşağıdaki satırlar,
gerçek sevgilerin cazibe merkezi, yüreklerin en hassas süveydalara
açılan kapısını ve Sevgililer Sevgilisi’nin ruh ve beden yapısını
anlatır ki Hakanî Mehmed Bey tarafından yazılan Hilye-i Saadet adlı
kitaba göre düzenlenmiştir.
En Sevgili’nin
hilyesi...
“Saçı fazla uzun
olmazdı ve tam kıvırcık denilmeyecek derecede dalgalı idi. Saçını
ortadan ayırır ve dört bölük halinde; ikisini omuzlarına, ikisini de
kulaklarına doğru bırakırdı. Bazan kulaklarını açıkta bıraktığı da
olurdu. Bu saçlar, misk gibi siyah renkli ve güzel kokulu idi.
Her iki mânâda alnı
açıktı. Bu alın genişçe ve buğday renkli idi. Ancak ortasında daima
bir nur parlardı.
Yüzü değirmi idi. Ona
dikkatle bakılamazdı. Parlak bir çehresi vardı. Ayın ondördü gibi
parlardı. Dolgun veya şişman olmadığı gibi kuru ve zayıf bir yüz de
değildi. Yanakları ne etli ne de çöküktü. Yüzünün aklığı içinde
yanaklarının kırmızısı gâlip idi. Terlediği zaman üzerine çiğ
tâneleri kondurmuş gülü andırırdı. Öfkesi ve memnûniyeti, yüzünden
anlaşılabilirdi. Uzun, ince ve hilal kaşlı idi. Kaşlarının ucunda
kıvrım vardı. İki kaşı arasında tüy yok idi ve bembeyaz görünürdü.
Kirpikleri siyah ve
uzun idi.
Gözünde ezelden bir
sürme mevcuttu. Beyazı katı beyaz; karası kapkara idi. Gözleri
geceleyin de gündüz gibi görürdü. İlahî aşkın eseri bazan gözlerinde
kızarıklık oluştururdu. Baktığı zaman karşısındaki kişi nazarına
dayanamaz ve gözlerine dikkatle bakamazdı.
Burnu mütenasip idi.
İki kaşına yakın olan kısmı bir parça yüksekçe idi. Koku almakta çok
hassastı.
Ağzı ne çok büyük; ne
de çok küçük idi.
Dişleri aralıklı olup
üst üste değildi. İnci gibi bembeyazdı. Konuşurken ön dişleri
arasından bir nur çıkar gibi görünürdü. Güldüğü zaman dişleri dolu
taneleri gibi parlardı.
Gülüşü tebessümden
ibaretti. Kahkaha ile gülmekten hayâ ederdi. Eğer kahkaha ile
gülecek olsa Arş-ı Âlâ titrerdi. Bu sebeple ömrü boyunca hiç kahkaha
ile gülmedi.
Çenesi yuvarlak idi.
Sakalı sık ve siyah
idi. Ömrü boyunca sakalında yalnızca 17 kılı ağarmıştı. Her yeri
aynı uzunlukta kesilirdi.
Boynu ve gerdanı
bembeyaz idi. Bu boyun, ne uzun; ne kısaydı. Gerdanı çok güzel
görünüşlüydü.
Pazuları etli ve beyaz
idi.
Omuzları genişti.
Üzerinde tek tük kıllar mevcut idi. Yassı yağrınlı olup yağrının
ortası etli idi. Nübüvvet mührü onun iki kürek kemiği arasında ve
sağ omzuna yakın bir yerde bulunuyordu. Bu mühür, siyaha çalan sarı
renkte olup çeyrek altın büyüklüğünde bir ben idi. Üzerinde dik
duran siyah kıllar var idi.
Beden olarak ince
yapılıydı. Vücut yapısının bir benzeri daha yaratılmamıştır. Giyecek
olarak en çok beyaz; sonra yeşil rengi tercih ederdi. Yazın ince
atlas kumaş; kısın yün giyerdi. Elbisesi asla gösterişli olmazdı.
Ömrü boyunca aynı anda iki elbiseye birden sahip olmadı.
Bir yere yöneldiği
zaman bedeniyle birlikte döner, asla başını çevirerek bakmazdı.
Başını çevirip bakmak insanı hayasız eylediği için onun bu tavrı
ümmetine sünnet olmuştur.
Vücudundaki kemikler
irice ve muntazam idi.
Pazusu koluyla;
uylukları da ayaklarıyla şekilce birbirine uygun idi. Kuru yâhut
ince olmayıp dolgun idiler. Her azası birbirinden güzel idi. El ve
ayak ayaları genişçe idi. El parmakları uygunluk içindeydi.
Göğsü ve karnı
birbirine uygun ve aynı düzgünlükte idi. Göbeği yuvarlaktı.
Göğsünden göbeğine kadar bir çizgi hâlinde kıllar uzanırdı.
Orta boylu sayılırdı.
Göze çarpacak kadar kısa; dikkat çekecek kadar da uzun değildi. Orta
boylu olmasına rağmen kendisinden uzun birinin yanında el ayası
kadar uzun görünürdü. O kişi yanından ayrılınca yine orta boylu
gösterirdi. Boyu selvi misâli düzgün idi. Bedeninde kıl yok idi.
Teni gül gibi kokardı ve yaşı ilerledikçe âdetâ tazelenirdi. Ne
zayıf; ne de etli ve göbekli idi. Her bir parmağı kalem gibi düzgün
idi.
Yürürken hızlı
yürürdü. O kadar ki ayakları altında yeryüzü dürülüyormuş gibi
olurdu. Yürürken ona yetişebilmek zor idi. Hayasından yokuş iner
gibi önüne eğik olarak yürür ve etrafına bakınmazdı.
Yolda birdenbire
karşısına çıkıveren kişi ondan heybet duyar ve aciz kalırdı.
Konuştuğu kişiye güzel
kokusu siner ve birkaç gün çıkmazdı. Bir çocuğun başını okşasa
birçok günler çocuğun kokusundan, ona Peygamberimiz’in dokunduğu
bilinirdi. O çocuk, diğer akranları arasında daima fark edilirdi.
Konuştuğu her kişi sözlerindeki güzellik ve tatlılık ile onun kulu
kölesi olmaya hazır olurdu. Etkili konuşması ile müşrikler
Müslümanlığı seçerdi. Sözlerinde ruha ferahlık veren bir edâ var
idi. Asla dedikodu ve malayâni konuşmazdı.
Kısacası yaratılış ve
huyca ne o tam olarak kimseye benzer; ne de kimse O’na
benzeyebilirdi. Bir hadîs-i şerîfte; “Ben en fazla babam Hz. Âdem’e
benzerim; peygamberler içinde bana en çok bezeyen de atam Hz.
İbrahim’dir.” buyurmuştur. |