EVLÂDA
YAPILAN VAKIF HAKKINDA FASIL 2
VAKIF BAHSİ
METİN
Vakfın şirkete olan münasebeti, bir
kimsenin başkasını kendi malında kendisiyle beraber menfaatlandırmasıdır. Şu
kadar var ki; şirkette mâlikin mülkü bâkidir. Vakıfta ise bâki değildir.
Vakıf : Lügatta hapsetmek mânâsınadır.
Şeriatta vakıf; bir aynın (vakfedilen
şeyin) vakfedenin mülkü hükmü üzere hapsedilmesi ve menfaatının -her ne kadar
sonunda olursa da- tesadduk edilmesidir. Bu tarif İmam-ı Azam'a göredir. İmam-ı
Azam'dan esah olan kavle göre vakıf âriyet gibi câizdir, lâzım değildir.
İmameyn'e göre vakıf; bir aynın Allah
Teâlâ'nın mülkü olmak hükmü üzere hapsedilmesi ve menfaatının -her ne kadar
zengin olsa bile- vakfedenin sevdiği kimselere sarf edilmesidir. İmameyn'e
göre; vakıf lâzım ve sâbittir, vakfedenin onu iptal etmesi câiz değildir.
Vakfeden öldükten sonra vakfettiği mülk mirâs kalmaz. Fetva İmameyn'in
kavilleri üzerinedir. İbn-i Kemâl, İbn-i şihne.
İZAH
"Vakıf bahsi ilh..." Vakıf
hapsetmek mânâsına olan "vakafe" fiilinin masdarıdır. Bundan dolayı
mahşerde insanların hesab vermeleri için hapsedildikleri yere
"mevkıf" denilmiştir. "Vakıf" kelimesinin mevkuf mânâsında
kullanılması meşhurdur. "Bu hane vakıftır" denilir. Cem'i
"evkaf" dır.
İmam şâfiî: "Allah Teâlâ'nın rızasını
kazanmak maksadıyla yapılan vakıf cahiliyyet ehlinden sadır olmamış,
Müslümanlar tarafından vâki olmuştur." demiştir.
Münye'nin vakıf bahsinde : "Ribat
(tekke, kervansaray gibi gelip geçenlerin konaklanmasına mahsus vakfedilmiş
bina köle azad etmekten efdaldir." diye zikredilmiştir.
"Kendisiyle beraber
menfaatlandırmasıdır ilh..." Nehir'de: "Vakfın şirkete olan
münasebeti her birinden maksud, asıl malın üzerine ziyada olan şeyle menfaatlanılması
itibarıyladır. Ancak şirkette asıl mal sahibinin mülkü üzerine bakidir. Vakıfda
ise ekseri fukahaya göre, sahibinin mülkünden çıkmıştır." diye
zikredilmiştir.
"Vakfedenin mülkü hükmü üzere
hapsedilmesi ilh..." Şârih İs'âf ile Şürunbulâlî'ye tabi olarak vakfın
tarifinde "hükmü" lâfzını ziyade etmiştir. Fakat ziyade etmesi sahih
değildir. Çünkü İmam Azam'a göre, vakfedilen şey, hakikaten vakfedenin mülkü
üzere bakîdir. Bundan dolayı Kuhistanî'de zikredilmiştir ki; "Şeriatta
İmam-ı Azam'a göre vakıf: Bir aynın sözle başkasının tasarrufundan menedilmesi
ve vakfedenin mülkü üzere hapsedilmesidir. Buna göre vakfedilmiş bir mülk
hayatında vakfedenin ya öldükten sonra vârislerinin mülkü üzere bakî olup
satılması ve hibe etmesi câiz olur. Fakat bu tarif vakıf bir mescid ile müşkil
olur. Çünkü vakıf bir mescid icma ile Allah Teâlâ'nın mülküdür. Buna şöyle
cevap verilebilir: Bu tarif vakfedilmesinde ihtilâf olan vakıf hakkındadır.
Mescidin vakfedilmesi ise ittifakîdir.
Velhasıl: Musannıf, vakfedilmesinde ihtilâf
bulunan şeyi tarif etmiştir. Şârih ise, vakfedilmesinde ittifak bulunan şeyin
tarifini seçtiği için "hükmü" lafzını ziyade etmiştir. Herkesin
yöneldiği bir cihet vardır.
"Her ne kadar sonunda olursa da
tesadduk edilmesidir ilh..."
= Yalnız zenginlere yapılan vakıf câiz
değildir =
Bir kimse vakfettiği bir mülkünün gelirini
hayatta bulunduğu müddetçe kendisine öldükten sonra da fakirlere vakfetse sahih
olur.
Kezâ: bir kimse vakfettiği mülkünün
gelirini önce sevdiği zenginlere, onların ölümünden sonra da fakirlere
vakfetse, yine sahih olur.
Muhit'ten naklen Nehir'de zikredilmiştir
ki; bir kimse yalnız zenginlere vakfetse sahih olmaz, Çünkü bunda kurbet yani
manevî yakınlık ve rızayı ilâhîyi kazanmak yoktur. Ama bu zenginler muayyen
olup bunlar öldükten sonra vakfın gelirinîn fakirlere verilmesini şart koşsa,
sonunda kurbet bulunduğundan câiz olur.
"İmam-ı Azam'dan esah olan kavle göre,
vakıf âriyet gibi câizdir, lazım değildir ilh.." İs'âf'da: "Vakıf,
İmam-ı Azam'a ve diğer imamlarımıza göre, câizdir." diye zikredilmiştir.
Asıl'da: "İmam-ı Azam, vakfa cevaz vermiyordu." diye zikredilmiştir.
Bazı âlimler, bu ifadenin zâhirini alıp: "İmam-ı Azam'a göre vakıf caiz
değildir." demişlerdir. Halbuki vakıf, esasen imamlarımızın hepsine göre
câiz, usûlü dairesinde sahih olmakla beraber aralarındaki ihtilâf, ancak vakfın
bir akd-i lâzım olup olmamasındadır. Şöyle ki: Vakıf, bir akd-i lazım mıdır?
Yani vakfın hükmüne riayet edilmesi, vakfedilmiş mülkün vakfedeni veya
vakfedenin vârisleri tarafından mülkiyete ircâ edilmemesi mutlaka icab eder mi?
İşte bu hususta imamlarımız arasında ihtilâf vardır.
İmam-ı Azam'a göre vakıf, âriyet gibi câiz
olup vakfedilmiş mülkün aynı, vakfedenin mülkü hükmünde kalmak üzere
menfaatının vakfedildiği cihete sarf edilmesidir. Vakfeden hayatında vakfından
dönerse, kerahetle câiz olur ve ona vâris olunur.
İmam-ı Azam'a göre, iki yoldan biriyle
yapılan vakıf lâzım olur.
Birinci yol: Bir kimse bir mülkünü usûlü
dairesinde bir cihete vakfedip, bunun lüzumuna salâhiyetli bir hâkim tarafından
hükmedilirse, bu bir vakf-ı lâzım olmuş olur. Artık bundan dönülmez.
İkinci yol: Bir kimse ölümünden sonraya
nisbet ederek "ben öldüğüm zaman şu mülküm fülan cihete vakfolsun"
deyip, bundan dönmeden ölürse, terikesinin üçte birinden mu'teber olmak üzere
lâzım olur. Çünkü böyle bir vakıf vasiyet hükmündedir. Vasiyetin cevazı lüzumu
ise şer'an sâbittir.
İmam Ebû Yusuf'a göre, vakfeden kimsenin
sadece "şu mülkümü fülan cihete vakfettim" demesiyle vakıf lâzım
olur. Çünkü köle âzâd etmeye benzer, âzâd edilen bir köle üzerinde efendisinin
mâlikiyet hakkı kalmadığı gibi, vakfedilen bir mülkte de sahibinin hakkı
kalmaz. Fetva İmam Ebû Yusuf'un kavline göredir.
İmam Muhammed'e göre, dört şart ile vakıf
lâzım olur. Nitekim ileride gelecektir.
Ben derim ki: İs'âf'da : "Bir kimse
"şu arazim vakfedilmiş ebedi bir sadakadır" dese, İmam-ı Azam'a göre,
arazinin gelirini sadaka olarak nezretmiş olur ve gelirini tesadduk etmesi
vâcib olur. Arazi hali üzerine o kimsenin mülkü olarak kalır, öldüğü zaman
vârislerine intikal eder. İmam Muhammed'e göre, o arazi bir mütevelliye teslim
edilir, teslim edilince bir vakf-ı lâzım olmuş olur. İmam Ebû Yusuf'a göre,
teslim bulunmasa da söz ile vakfetme gerçekleşmiş olur." diye
zikredilmiştir.
"Allah Teâlâ'nın mülkü olmak hükmü
üzere hapsedilmesi ilh..." Şârih "Vakfedilen bir mal, vakfedenin
mülkünde baki kalmayıp, başkasının mülküne de girmeyip, Allah Teâlâ'nın mülkü
hükmünde hapsedilmiş" olduğunu bildirmek için tarifde "hükmü"
lâfzını ziyade etmiştir.
Fetih'de: "İmam Mâlik'in vakfı tarifi
güzel görülmüştür." diye zikredilmiştir. İmam Mâlik'e göre; vakfedilen bir
mal, vakfedenin mülkü üzere hapsedilip onun mülkünden çıkmaz fakat satılmaz
vâris olunmaz ve hibe edilmez.
Ben derim ki: Şemsü'l-Eimme-i Serahsî'nin:
"Vakıf: Vakfedilen bir malın başkasına mülk olarak verilmekten
hapsedilmesidir." diye yapmış olduğu tarif ile de İmam Mâlik'in tarifi
murad edilmiştir. Çünkü "vakfedilen bir malın başkasına mülk olarak
verilmekten hapsedilmesi" o malın eskiden olduğu gibi mâlikin mülkü üzere
bakî kalıp satılamayacağını ve hibe edilemeyeceğini ifade eder.
"İmameyn'e göre, vakıf lâzım
ilh..." Yani vakfedilen mal, sahibinin mülkünden çıkar, satılmaz,
bağışlanmaz,vâris olunmaz.
"Fetva, İmameyn'in kavilleri
üzerinedir ilh..." Yani fetva İmameyn'in vakfın lüzumuna dair olan
kavilleri üzerinedir. Fetih'de: "Bütün âlimler vakfın lüzumunu tercih
etmişlerdir. Çünkü hadis-i şerifler ve eserler bunu teyid etmektedir.
Sahabenin, tabiînin ve bunlardan sonra gelenlerin amelleri de bunun
üzerinedir." diye zikredilmiştir.
METİN
Vakfın sebebi: Dünyada insanlara ihsan ve
ikramı, âhirette sevâbı irade ve kasdetmektir.
Kâfirin vakfı da sahih olduğu için vakıf
asılda mübahdır. Bundan dolayı kurbet ve taat ehlinden olan Müslüman ve akıllı
bir kimse kurbet niyetiyle vakıfda bulunursa sevâba nâil olur.
Vakıf, nezir ile vâcib olur. Nezredilen
şeyin kendisi veya parası tesadduk edilir. Bir şahıs vakfetmeyi nezrettiği şeyi
kendilerine zekât vermesi câiz olmayan kimselere vakfetse hükümde câiz olur.
Fakat nezri bakî kalır. Bu zikredilen ile vakfın sıfatı bilinmiş olur. Vakfın
hükmü -tarifte geçtiği üzere- vakfedilen mülkün menfaatının tesadduk
edilmesidir.
Vakfın mahalli, vakfedenin vakfettiği
vakitte mülkü olan mal-ı mütekavvim (kendisinden menfaatlanılması mubah olan
mal) dır.
Vakfın rüknü: "Şu arazim fakirlere
sadaka olarak ebedî bir vakıfdır", "şu malım AIIah için
vakıfdır", "Şu mülküm hayır cihetine vakıfdır" gibi vakfa mahsus
lâfızlardır. İmam Ebû Yusuf yalnız "vakıf" lâfzı ile iktifa etmiştir.
Sadru'ş-Şehid: "Bu örf ve âdet olduğundan biz bu kaville fetva
veririz." demiştir.
İZAH
"Kurbet ve taat ehlinden olan Müslüman
ve akıllı bir kimse ilh..." Vakıf yapan kimsenin sevâba nâil olması için
Müslüman ve akıllı olup kurbete niyet etmesi lâzımdır. Çünkü niyetsiz sevâb
yoktur. Vakfedenin bâliğ olmasına gelince: Niyetin sahih olması ve sevâba nâil
olması için şart olmayıp teberru'nun sahih olması için şarttır. Bundan dolayı
çocukların vakıfları sahih olmaz.
"Vakıf asılda mübahdır ilh..."
Yani vakıf, namaz ve hacc gibi kâfirden asla câiz olmayacak şekilde ibâdet için
vazedilmemiştir. Vakıf ile sevâba nail olmak, kurbet ve taata niyet edilmeye
bağlıdır. Niyetsiz yapılan vakıf mübahdır. Hatta vakıf, köle âzâd etme ve
evlenme gibi kâfirden bile sahihdir. Kâfirin köle âzâd etmesi daha geçerlidir. Bundan
dolayı kâfir put için âzâd etme gibi haram olarak köle âzâd etse sahih olur.
Vakıf böyle değildir. Vakfın kurbet suretinde olması lâzımdır. İşte
"vakfın haddi zatında kurbet olması şarttır" ifadesinin mânâsı budur.
Çünkü vakfın hakikaten kurbet olması şart olsaydı, kâfirin vakfı sahih olmazdı.
Bana zâhir olan budur.
"Nezredilen şeyin kendisi veya parası
tesadduk edilir ilh..." Yapılması nezredilen vakıflar vâcibdir. Meselâ;
bir kimse "oğlum gelirse, şu hanemi fülan cihete Allah rızası için
vakfetmek nezrim olsun" deyip oğlu da gelse, o haneyi vakfetmek kendisine
vâcib olur. Buna göre, o haneyi kendi çocukları gibi zekât vermesi câiz olmayan
kimselere vakfetse, bu vakıf câiz olursa da nezrini yerine getirmiş sayılmaz.
Bu haneyi başkalarına vakfederse nezrini yerine getirmiş olur. Vakfı nezretmek
sahihdir. Çünkü vakfın cinsinden vâcib vardır. Zira hükümdarın Müslümanlar için
beytülmâldan, eğer beytülmâlda para bulunmazsa Müslümanların mallarından mescid
yapması vâcib olur. Fethü'l-Kadir'de de böyle yazılıdır.
Bir kimse "şu hanem yolcular için
olsun" diye nezir sıygasıyla söylese, kendisine sorulur: Eğer vakfetmeyi
murad ettim derse vakıf olur. Çünküifadenin buna ihtimali vardır. Sadakayı
murad ettim derse, nezir olur da hanenin kendisini veya parasını tesadduk eder.
"Hükümde caiz olur ilh..." Yani
vakıf, ehli olanlar tarafından vakfa mahal olan kimselere yapıldığı için şeriat
hükmünde sahih olursa da veren kimsenin hâlis Allah için lehine şehâdeti câiz
olmayan kimselere vermesi lâzımdır. Nitekim bir kimse, kendilerine keffâret ve
zekat vermesi câiz olmayan kimselere keffâret veya zekâtını verse, verilen
keffaret ve zekât sadaka olarak vâki olur. Keffâret veya zekâtı zimmetinde bakî
kalır, keffâret veya zekâtını tekrar vermesi lâzım gelir.
"Bu zikredilen ile vakfın sıfatı
bilinmiş olur ilh..." Yani vakıf Allah Teâlâ'nın rızasına nâil olmak
niyetiyle yapılırsa kurbet olur. Niyetsiz yapılırsa mübah olur. Vakfedilmesi
nezredilirse vâcib olur.
"Vakfın hükmü ilh..." Yani vakfın
üzerine terettüb eden eseri, menfaatının tesadduk edilmesidir.
"Mal-ı mütekavvim ilh..." Yani
vakfın hükmünü kabul eden mahal kendisinden istifade edilmesi mübah olan
maldır. Bu mal gayr-i menkûl veya insanlar arasında vakfedilmesi örf ve âdet
olan menkûl mal olabilir. Nitekim ileride gelecektir.
"Vaktin rüknü ilh..." Yani vakfın
rüknü vakfa mahsus olan lâfızlardır. Bunlar -Bahır'da beyan edildiğine göre-
yirmi altı lafızdır.
= Vakıf bazen zarurî olarak sâbit olur =
Bu meselenin açıklanması şöyledir: Bir
kimse "şu hanemin geliri ebedî yoksulların olsun" yahut "şu
hanemin geliri fülan şahsın olsun o öldükten sonra da geliri ebedî yoksulların
olsun" diye vasiyette bulunsa, o hane zarurî olarak vakfedilmiş olur.
Çünkü bu kimse "ben öldüğüm zaman şu hanem ebedî yoksullara vakfolsun"
demiş gibi olur. Bu vakıf ölüme talik edilmiştir. Ve vasiyet gibi olup malının
üçte birinden mu'teber olur. İleride bundan bahsedilecektir.
Bahır'da zikredilmiştir ki; bir kimse:
"Şu evimin gelirinden her ay on dirhemiyle ekmek alıp fakirlere
dağıtınız" dese, o ev vakıf olmuş olur. Bu mesele Zahîre'ye nisbet
edilmiştir. Enfeu'l-Vesâil sahibi bu meseleyi izah ettikten sonra: "Ben bu
mesele hakkında âlimler arasında ihtilâf bulunduğunu bilmiyorum."
demiştir.
Ben derim ki: Bundan anlaşılmıştır ki; o
hane o kimsenin malının üçte birinden vakfolmuş olur. O hanenin gelirinden her
ay on dirhemiyle ekmek almış vakfedenin tayin ettiği cihete verilir. Hanenin
geri kalan geliri fakirlere sarf edilir. Çünkü vakıfların asılda sarf edileceği
yerler fakirler olduğu için başkalarına verilmesi tâyin edilmedikçe fakirlere
verilir. Bu meselenin benzeri de şudur: Bir kimse mülkünü çocuklarına vakfetse
ve o kimsenin bir çocuğu bulunsa, vakfettiği rnülkün gelirinin yarısı
çocuğunun, diğer yarısı da fakirlerin olur.
Bir kimse "şu hanemin gelirinden her
sene şu kadar dirhem ile fülan mescide zeytinyağı satın alınsın" diye
vasiyette bulunduktan sonra vârisleri o haneyi bir şahsa satıp, o şahsa
"her sene şu kadar dirhem fülan mescide vereceksin" diye şart
koşsalar, satış sahih olmaz. Çünkü o hane o kimsenin malının üçte birinden
vakıf olmuş olur. Sadece niyetle bir mal vakfedilmiş olmaz. Bundan dolayı bir
şahıs vakfetmek niyetiyle satın aldığı bir malı vakfettiğine dair bir söz
söylemese, o mal vakıf olmaz. Çünkü vakfın rüknü olan hususi lâfızlardan biri
bulunmamıştır.
"İmam Ebû Yusuf, yalnız
"vakıf" lâfzı ile iktifa etmiştir ilh..." İmam Ebu Yusuf'a göre,
bir kimsenin "şu malımı vakfettim" demesiyle vakıf yapılmış olur.
Çünkü İmam Ebû Yusuf'a göre, vakıf yapılırken "te'bid" yahut te'bîde
delalet eden "sadaka", "fakirler", "mescid" gibi
lafızların açık olarak söylenmesi şart değildir. Bu, "şu mülküm
Zeyd'e" veya "fülan zâtın çocuklarına vakfedilmiştir" gibi
muayyen kimselere vakfedilmediği takdirdedir. Muayyen bir kimseye veya muayyen
kimselere vakfetmek, te'bîde (vakfın ebedî olmasına) münâfi olduğu için ebedî
lâfzı söylenmeksizin sadece "şu malımı Zeyd'e" veya "fülan zatın
çocuklarına vakfedilmiştir" demesiyle vakıf sahih olmaz. Çünkü bu kimseler
ölünce, vakfın gelirinin sarf edileceği yer kalmayacaktır. Bundan dolayı İmam
Ebû Yusuf'a göre, bir kimsenin "şu mülküm vakfedilmiştir" ifadesi ile
"şu mülküm Zeyd'e vakfedilmiştir" ifadesi arasında fark vardır.
Birinci ifade ile vakıf sahihtir. İkinci ifade ile sahih değildir." Şu mülküm
şu mescide vakfedilmiştir" diye bir mescidin tâyin edilmesi vakfın sahih
olmasına zarar vermez. Çünkü mescit ebedîdir.
Bahır'da zikredilmiştir ki; İmam Ebû
Yusuf'a göre, bir kimse "şu malım vakfedilmiştir" dese vakıf yapılmış
olur. Çünkü bu ifade ile o mal fakirlere vakfedilmiş olur. Vakfın gelirinin
sarf edildiği yer fakirler olunca vakfın ebedî olması lâzım gelir. Çünkü
fakirler devamlı mevcuddur. Sadru'ş-Şehid ve Belh âlimleri İmam Ebû Yusuf'un
kavliyle fetva vermişlerdir. Biz de bununla fetva veririz. Çünkü bu, örf ve
âdet olmuştur. Zira örfte böyle vakfedilen bir malın, geliri fakirlere sarf
edilince, bu mal doğrudan doğruya fakirlere vakfedilmiş gibi olur.
METİN
Vakfın sahih olmasının şartı diğer
teberrularda olduğu gibi hür ve mükellef olmaktır. Vakfın haddi zatında kurbet,
malûm muayyen ve müneccez olup, ta'lik edilmiş olmamasıdır. Fakat haddi zatında
mevcud olan şeye ta'lik edilmiş olursa, bu ta'likin zararı olmaz. Vakıf gelecek
bir zamana nisbet edilmemelidir.
Vakıf muvakkat olmamalıdır. Vakıfda hıyar-ı
şart bulunmamalıdır. Bir de vakfedenin, vakfettiği şeyin satılıp parasının
kendi ihtiyacına sarf edilmesini şart koşmamasıdır. Eğer vakfederken böyle bir
şart koşarsa vakfı bâtıl olur. Bezzaziye.
= Mürted ve kâfirin vakfı beyanında =
Fetih'de zikredilmiştir ki; mürted bir kimse
bir mülkünü vakfettikten sonra öldürülse veya ölse yahut Müslüman bir kimse bir
mülkünü vakfettikten sonra -Allah'a sığınırız- mürted olsa vakfı bâtıl olur.
= Vakfedenin şartları şeriata muhâlif
olmazsa mu'teberdir =
Bir Müslüman'ın veya bir zimmînin kiliseye
yahut bir harbîye, bazılarına göre Mecûsi'ye vakfı sahih değildir. Fakat
zimmîye vakıf kurbet olduğundan câizdir. Hatta zimmiye vakfeden kimse o
zimminin çocuklarından İslâm şerefiyle müşerref olan veya Hıristiyan dininden
başka bir dine giren çocuğuna vakıfdan bir şey yoktur, diye şart koşsa,
mezhebin muhtar olan kavline göre bu şarta riayet edilmesi lâzım gelir.
İZAH
"Vakfın şartı, diğer teberrularda
olduğu gibi ilh..." Yani vakfeden kimsenin vakfettiği vakitte vakfettiği
mala - fasid sebeble olsa bile - kesin olarak mâlik olması şarttır.
Vakfeden kimsenin tasarruftan men edilmiş
olmaması da şarttır. Hatta gasbeten kimse, gasbettiği şeyi vakfetse - sonra o
şeye satın alma veya sulh yoluyla mâlik olsa bile- vakıf sahih olmaz. Ama
gasbedilmiş malın mâliki vakfa izin verirse vakıf câiz olur.
Bir kimsenin fasid olarak satın aldığı bir
malı teslim aldıktan sonra vakfetmesi sahihtir. Bu vakıf yapıldıktan sonra
artık o malı satanın satışı bozmaya hakkı kalmaz. Fakat satın alan kimsenin bu
vakfettiği malın kıymetini satana ödemesî lâzım gelir. Fasid olarak yapılan
hibe de bu hususta fasid olarak satın alma hükmündedir.
Bir kimse, satan muhayyer olmak üzere bir
mal satın alıp, teslim aldıktan sonra vakfetse -her ne kadar satan vakfa izin
verse bile- vakıf sahih olmaz. Çünkü satıcının muhayyerliği sattığı malın
mülkünden çıkmasına mânidir. Vakfedilmiş bir araziye mülk veya şuf'a yoluyla
müstahik olunsa -o araziye mescid yapılsa bile- vakıf bozulur. Borcu bütün
malını kaplayan bir hastanın yapmış olduğu vakfı bozulup borcu için satılır.
Ama borcu bütün malını kaplamış, sıhhat ta olan bir kimsenin yapmış olduğu
vakfı sahih olur.
Sefehinden veya borcundan dolayı
tasarruftan men edilmiş olan kimsenin yaptığı vakıf sahih olmaz.
Fetih'de zikredilmiştir ki; sefehinden
dolayı tasarruftan men edilmiş olan bir kimsenin bir malını kendi nefsine sonra
kesilmeyecek bir cihete vakfetmesi İmam Ebû Yusuf'a göre sahihdir. Muhakıklara
göre de, muhtar olan budur. Umum fukahaya göre ise, hakimin hüküm vermesiyle
sahih olur.
"Vakfın haddi zatında kurbet
ilh..." Yani Müslüman'ın vakfının sahih olmasında şart, vakfın haddi
zatında kurbet olmasıdır. Zimmînin vakfının sahih olmasında şart ise, vakfın
hem biz Müslümanlara göre, hem de onlara göre kurbet olmasıdır. Bundan dolayı
bir zimmînin malını fakirlere veya Beytü'l-Makdis'e vakfetmesi sahihdir. Fakat
hacc veya umre için vakfetmesi sahih değildir. Çünkü hacc veya umre için vakıf
biz Müslümanlara göre, kurbet ise de zimmîye göre kurbet değildir.
"Malûm ilh..." Yani vakfedilen
şeyin muayyen ve malûm olması şarttır. Bundan dolayı bir kimse tâyin etmeksizin
"arazimden bir şey vakfettim" dese -sonradan vakfettiği mikdarı beyân
etse bile- bununla vakıf sahih olmaz.
Kezâ: Bir kimse "şu tarlamı veya bu
tarlamı vakfettim" dese, yine bu ifade ile vakıf sahih olmaz.
Bir kimse bir hanedeki hissesini beyân
etmeksizin "şu hanedeki hissemin hepsini vakfettim" dese istihsanen
câiz olur. Sonra hânenin yarısı onun olduğu halde üçte biri benimdir, dese
hanenin yarısı vakfedilmiş olur.
Bir kimse bir arazisini vakfettiği halde
içindeki ağaçları vakıfdan istisna etse, vakfı sahih olmaz. Çünkü ağaçlar
yerleriyle beraber vakıftan istisna edilmiş olacağından vakıf altına giren
kısım bilinmemiş olur.
"Vakıfda vakfedilen şeyin müneccez
olup, ta'lik edilmiş olmamasıdır ilh..." Yani vakfın müneccez olması
şarttır. Bundan dolayı vakıf yapılırken mevcud olmayan bir şeye ta'lik
(bağlamak) suretiyle yapılan bir vakıf câiz olmaz. Meselâ; bir şâhıs
"oğlum gelirse şu hanem vakıf olsun" dese, oğlu gelince o hanesi
vakıf olmuş olmaz.
Kezâ: Bir kimse "şu haneye mâlik
olursam vakıf olsun" deyip sonra o haneye malik olsa vakıf olmuş olmaz.
Gelecek bir zamana nisbet edilerek yapılan
bir vakıf da münecceze zıd olduğundan sahih olmaz. Meselâ; bir kimse
"yarın geldiğinde şu arazim vakıf olsun" dese yarın gelince o arazi
vakıf olmuş olmaz. Kezâ bir kimse "şu hanemi gelecek ayın başında şu
cihete vakfettim" dese, o ayın başı gelince o hane vakıf olmuş olmaz.
Kezâ : Bir kimse "fülan şahıs ile
konuşursam şu mülküm vakıf olsun" dese de sonra o şahısla konuşsa, o mülkü
vakıf olmuş olmaz.
Kezâ : Bir kimse "şu hanemi fülan
şahıs dilerse" yahut "arzu ederse vakfettim" deyip o şahıs da
dilese veya arzu etse, vakıf olmuş olmaz. Zira vakfın bir işi yapmaya sevk
etmek veya bir işi yapmaktan men etmek için insana kuvvet veren bir şeye
ta'lika ihtimali yoktur. Çünkü vakıf kendisine yemin edilen şeylerden değildir.
Nitekim hibenin ta'likı da sahih değildir. Fakat nezrin ta'lika ihtimali
vardır. Çünkü nezir kendisine yemin edilen şeylerdendir. Bundan dolayı bir
kimse "fülan şahıs geldiği zaman onunla konuşursam" veya "şu
hastalığımdan iyi olursam şu arazim vakıf olsun" dese de o şahıs
geldiğinde onunla konuşsa veya o hastalığından iyi olsa o araziyi tesadduk
etmesi lâzım gelir. Çünkü bu, nezir ve yeminhükmündedir. İs'âf.
"Fakat haddi zatında mevcud olan şeye
ta'lik edilmiş olursa, bu ta'likin zararı olmaz ilh..." Yani bir kimse
"şu arazi benim mülkümde ise vakıf olsun" dese bakılır: Eğer o arazi
bu sözü söylediği zaman mülkünde ise vakıf sahih olur. Çünkü mevcud olan bir
şeye ta'lik tencizdir. Yani vakıf bir şarta ta'lik veya bir zamana nisbet
edilmeksizin hemen yapılırsa tenciz olmuş olur. Eğer o arazi bu sözü söylediği
zaman mülkünde bulunmazsa vakıf sahih olmaz.
"Vakıf gelecek bir zamana nisbet
edilmemelidir ilh..." Yani vakıf ölümden sonraya nisbet edilmemelidir.
Bahır'da nakledilmiştir ki; İmam Muhammed Siyer-i Kebîr'inde: "Vakıf,
ölümden sonraya nisbet edilirse, İmam-ı Azam'a göre bâtıl olur." demiştir.
Evet, Şerh'de gelecektir ki, ölümden
sonraya nisbet edilen vakıf ölüm ile vasiyet olup, malın üçte birinden mu'teber
olur.
Bir kimse "şu hanem yarın
vakıfdır" dese vakıf sahih olur. Nitekim Câmiu'l-Fûsuleyn'de : "Bu
ifade ile kesin olarak vakıf sahih olur." diye zikredilmiştir. Bahır ve
Nehir sahibleri de bunu ikrar etmişlerdir.
"Vakıf muvakkat olmamalıdır
ilh..." Yani vakıf muvakkat olarak yapılırsa câiz olmaz. Meselâ bir kimse
"şu hanemi bir gün veya bir ay müddetle vakfettim" dese, bu vakıf
sahih olmaz. Çünkü vakfın ebedî olması şarttır. Bazı fukahaya göre, mülkünü
muvakkat olarak vakfeden kimse, o vakit bittikten sonra o mülkünü geri
alacağını şart koşarsa, vakıf bâtıl olur; şart koşmazsa batıl olmaz.
"Vakıfda hıyar-ı şart bulunmamalıdır
ilh..." Yani muhayyerlik şartıyla yapılan vakıf sahih olmaz. Meselâ; bir
kimse bilinen veya bilinmeyen bir müddet içinde vakfı bozup bozmamak hususunda
muhayyer olmak üzere bir mülkünü vakfetse bu vakıf İmam Muhammed'e göre sahih
olmaz. Hilâl b. Yahya da bu kavli sahih görmüştür. İmam Ebû Yusuf'a göre ise
vakfeden için üç günlük muhayyerlik şartı sahihdir. Bu ihtilafdan mescid
müstesnadır. Mesela: bir kimse muhayyer olmak şartıyla bir mülkünü mescid
olarak vakfedip üzerine mescid yapsa, muhayyerliği bâtıl olup vakıf sahih olmuş
olur. İs'âf.
"Vakfettiği şeyin satılıp ilh..."
Yani bir kimse bir mülkünü dilediği zaman vakıfdan çıkarmak veya hibe etmek
veya satıp parasını tesadduk etmek veya muhtaç olduğu zaman vakıfdan çıkarıp
rehin vermek şartıyla vakfetse, bu vakıf sahih olmaz.
Ben derim ki :Vakfeden kimse vakfettiği bir
mülkünü dilediği zaman başka bir mülkü ile değiştirmeyi şart koşsa, bu şartla
vakıf sahih olur. Bu mesele ilerde gelecektir.
T E T İ M M E : Bir vakfın sahih olması
için kendilerine vakfedilen kimseler muayyen olmazlarsa - fakirler gibi - vakfı
kabul etmeleri şart değildir. Fakat bir vakfın geliri muayyen bir şahsa, ondan
sonra da fakirlere vakfedilmiş olsa, o şahsın vakfı kabul etmesi şarttır. Eğer
o şahıs vakfı kabul ederse, vakfın geliri ona verilir. O şahıs vakfı reddederse
vakfın geliri fakirlere verilir.
Vakıf yapılırken kendisine vakfedilenin
mevcud olması şart değildir. Hatta yeri hazırlanmış fakat henüz yapılmamış bir
mescide yapılan vakıf sahihdir. Nitekim gelecektir.
"Mürted bir kimse bir mülkünü
vakfettikten sonra öldürülse veya ölse ilh..." Yani bir erkeğin mürted
iken yapmış olduğu vakıf durdurulur. İslâmiyet'e geri dönerse vakfı sahih olur.
Fakat öldürülür veya ölürse veyahut dar-ı harbe kaçar ve kaçtığına hükmedilirse
vakfı bâtıl olur.
"Müslüman bir kimse bir mülkünü
vakfettikten sonra ilh..." Yani bir Müslüman - Allah'a sığınırız - mürted
olunca önce yapmış olduğu vakıf bâtıl olur. - İster mürted olarak öldürülsün,
ister ölsün, ister İslâmiyet'e geri dönsün müsavîdir- vârislerine intikal eder.
Ancak İslamiyet'e döndükten sonra yeniden vakfederse, vakfı sahih olur.
Mürted olan bir kadının mürtedlik halinde
yapmış olduğu vakfı sahihdir. Çünkü o, mürtetliğinden dolayı öldürülmez. Şu
halde vakıf zamanından sonra ârız olan mürtedlik vakfı iptal etmektedir. Fakat
vakıf zamanına yakın olan mürtedlik ise vakfı derhal iptal etmemektedir. Bu
mesele de ileride gelecektir.
"Bir Müslüman veya bir zimminin
kiliseye ilh..." Yani bir Müslüman bir mülkünü kiliseye vakfetse sahih
olmaz. Çünkü bu vakıf haddi zatında kurbet değildir. Bir zimmî bir mülkünü
kiliseye vakfetse yine sahih olmaz. Çünkü bu vakıf zimmîye göre kurbet ise de
biz Müslümanlara göre kurbet değildir. Fakat bu, sonunda fakirlere
vakfedilmediği takdirdedir. Çünkü Fetih'de zikredilmiştir ki; bir zimmî
"şu mülküm şu kiliseye, kilise yıkıldıktan sonra da fakirlere vakıf
olsun" dese, baştan fakirlere vakfedilmiş olur. Eğer kilise yıkıldıktan
sonra fakirlere vakıf olsun demezse, vakıf sahih olmaz.
Ben derim ki: İmam Ebû Yusuf'a göre,
fakirlere yapılan vakıf mutlak surette sahihdir. Çünkü vakıfta te'bîd (ebedî
olması) şart ise de İmam Ebû Yusuf'a göre, vakıf yapılırken te'bîdi açık olarak
söylemek şart değildir. Fetva İmam Ebû Yusuf'un kavline göredir.
"Bir harbiye ilh..." Yani
kendisine vakfedilen kimsenin ecnebi tabiiyetinden olmaması şarttır. Bundan dolayı
bir Müslüman veya bir zimmî (Müslüman memleketinde oturan gayr-i Müslim) bir
mülkünü ecnebi tabiiyetinde bulunan bir gayr-i Müslim'e vakfetse sahih olmaz.
Çünkü biz Müslümanlar, harbîlere iyilik yapmaktan nehyolunmuşuzdur. T.
"Bazılarına göre, Mecûsi'ye
ilh..." Yani bazı fukahaya göre bir Müslüman veya bir zimmî bir malını bir
Mecûsî'ye vakfetse sahih olmaz.
Şârih, "bazı fukahaya göre"
demesiyle "sahih olan kavle göre ibtidâen Mecûsîlere yapılan vakfın sahih
olduğuna" işaret etmiştir. Nitekim Kınye'dede: "Mecûsî'ye yapılan
vakıfı sahih olması" ihtiyar edilmiştir.
İs'af'da zikredilmiştir ki; bir Hıristiyan
bir mülkünü ehl-i zimmetin fakirlerine vakfetse bu vakfın gelirini Yahudi ve
Mecûsîlerin yoksullarına sarf etmek câiz olur. Çünkü bunlar da ehl-i zimmettendirler.
Eğer vakfeden Hıristiyan kendi dininden olan fakirlere verilmesini şart
kılarsa, bu takdirde mütevelli başkalarına sarf edemez. Şayet sarf edecek olsa
- her ne kadar ehl-i zimmet bir millet olsa da - sarf ettiği meblağı ödemesi
lâzım gelir. Çünkü vakfedenin tâyin etmesiyle vakfının gelirinin kimlere sarf
edileceği belirlenmiş olur.
"Mezhebin muhtar olan kavline göre bu
şarta rivayet edilmesi lâzım gelir ilh..." Bu ifadede Tarsûsî'ye red
vardır. Şöyle ki: Hassaf Ebû Bekir: "Bir kimse bir malını bir zimmîye
vakfedip o zimmînin çocuklarından Müslüman olan veya Hıristiyan dininden başka
bir dine giren çocuğuna vakıfdan bir şey yoktur, diye şart kılsa vakfedenin
şartına riayet edilir." demiştir. Tarsûsî: "Bu şarta riayette küfrü,
vakıfdan istifade etmeye sebep kılmak İslâmiyet'i ise vakıfdan mahrum olmaya
sebep kılmak vardır." diyerek Hassâf Ebû Bekir'i ayıplamıştır. Şârih:
"Mezhebin muhtar olan kavline göre, bu şarta riayet edilmesi lâzım
gelir." diyerek Tarsûsî'nin kavlini reddetmiştir.
Fetih sahibi: "Bu hususta Tarsusi'den
başka mezhep âlimlerinden hiç bir alimin Hassaf Ebû Bekir'i ayıpladığını
bilmiyorum. Tarsûsî, fıkıh ilminden uzak kalmış olmasından dolayı Hassaf'ı
ayıplamıştır. Çünkü vakfeden kimsenin şartları şeriata muhâlif olmadıkça mu'teberdir.
Vakfeden kimsenin şeriata muhâlif olmayan şartları nass-ı şâri' gibidir,
riayeti icap eder. Vakfeden kimsenin maksadlarına riayet edilmesi vacibdir.
Vakfeden kimse vakfettiği mala mâlik olduğu için ma'siyet olmadıkça malını
dilediği yere verebileceği gibi fakirlerden her hangi bir sınıfa tahsis
edebilir. Ehl-i zimmete tesaddukun kurbet olmasında şübhe yoktur. Hatta bizim
Hanefî mezhebine göre, ehl-i zimmete sadaka-ı fıtır ve keffaretlerin verilmesi
câizdir. Buna göre, vakfeden kimse vakfettiği malının gelirinin fakirlerden
muayyen bir sınıfa sarf edilmesini şart kılsa, elbette şartına riayet edilir.
Bilindiği gibi bir kimse yalnız ehl-i zimmet fakirlerine vakfetse, o vakfın
gelirinden Müslüman fakirlere sarf edilmez. Eğer mütevellisi o vakıfdan
Müslüman fakirlere sarf etse onu öder. Şu halde Tarsûsî'nin dediği gibi
Müslüman fakirlerin o vakıfdan mahrum olmalarına sebep İslâmiyet olmayıp,
vakfeden kimsenin o vakıfdan Müslüman olanlara verilmemesini şart kılmış
olmasıdır. Yani vakfeden kimse tarafından verilmediği için, Müslümanların o
mala mâlik olmalarının sebebi bulunmamıştır." demiştir.
METİN
Dört yoldan biriyle vakfedilen şey
vakfedenin mülkünden çıkar, vakıf olması lâzım ve sâbit olur. Meselâ;
vakfedilen şey mescid olursa yolu ile beraber ayrıldığında vakfı lâzım ve sâbit
olur. Nitekim yakında izah edilecektir.
Birinci yol: Sultan tarafından tâyin
edilmiş salâhiyetli bir hâkimin hükmüyle vakıf lâzım ve sabit olur. Artık bu
vakıfdan dönülmez. Çünkü bu hüküm ictihada mahal olan bir meseleye tesadüf
etmiş olduğundan muteberdir. Hâkimin hüküm vermesinin sureti şöyle olur: Bir
kimse bir mülkünü vakfedince, onu vakıf olarak tescil için bir mütevelliye
teslim eder, sonra bu vakfından döneceğini söyler. Mütevelli razı olmaz,
aralarında anlaşmazlık çıkınca vaziyeti salâhiyetli bir hakime arz ederler.
Hâkim vakfın lüzumuna hükmeder. Bu takdirde vakıf lâzım (geçerli) olur ve
vakfedilen şeyden de vakfedenin mülkü kesilmiş olur. İleride gelecektir ki;
vakıfda, dâvâsız şahid kabul edilir. Hakem tarafından verilen hüküm ile vakıf
lazım ve sabit olmaz.
Bir mülkün vakıf olduğuna verilen hüküm,
âmmeye hüküm olup başka bir kimse "o mülk benim mülküm veya benim
vakfımdır" diye dâvâ etse, dâvâsı dinlenmez mi? Yoksa verilen hüküm âmmeye
hüküm olmayıp başka bir kimse "o mülk benim mülküm veya vakfımdır"
diye dâvâ etse dâvâsı dinlenir mi?
Şeyhü'l-İslâm Ebussûud Efendi verilen
hükmün âmmeye hüküm olmasıyla fetva vermiştir. Manzûme-i Muhibiyye sahibi de
bununla hükmetmiştir.
Musannıf da vakfı, iptal etme hilelerinden
korumak için bunu tercih etmiştir. Fakat musannıf bundan sonra Bahır'dan
naklederek: "Hâkim tarafından bir mülkün vakıf olduğuna dair verilen
hükmün âmmeye hüküm olmamasıdır." demiş ve bununla fetva vermiştir.
Fevâkih-i Bedriyye sahibi de bunu sahih görmüştür.
İkinci yol: Ölüme ta'lik edilmiş olan
vakıf, vakfedenin ölmesiyle lâzım ve sâbit olur. Meselâ; bir kimse ölümünden
sonraya nisbet ederek "ben öldüğüm zaman şu hanem fülan cihete vakıf
olsun" der de bundan dönmeden ölürse, sahih olan kavle göre vasiyet gibi
olup terikesinin üçte birinden mu'teber sayılmak üzere lâzım olur, ölmeden önce
vakıf olmaz.
Şârih der ki; her ne kadar ölümüne ta'lik
ettiği vakfı, varislerine yapmış olup onlar da reddetmiş olsalar bile yine
terikesinin üçte birinden câiz olur. Fakat bu vakfın geliri, kendilerine
vakfedilen vârisler arasında terikenin üçte ikisinin taksim edildiği gibi
taksim edilir. Bezzâziye sahibi "vakfı sahih olan üçte bir mirastır"
kavliyle "vakıf olan üçte birin geliri hükmen mirâs gibi taksim
edilir" mânâsını murad etmiştir. Buna göre Bezzâziye'nin ibâresinde her
hangi bir noksanlık yoktur. Artık fukaha, vakıf olan üçte birin gelirine
nazaran vârisi itibar etmişler, her ne kadar vasiyetin hepsini diğer vârisler
reddetmişler ise de başkalarına (vâris olmayanlara) nazaran vasiyeti itibar
etmişlerdir. Vasiyet vârise câiz değil ise de burada vasiyet yalnız vârise
olmayıp vâris öldükten sonra başkasına da olduğu için câizdir.
İZAH
"Dört yoldan biriyle ilh..." Bu
dört yoldan biriyle vakfın lâzım ve sâbit olması İmam Azam'ın kavlidir. Dört
yoldan ikinci ve üçüncü yolda İmam-ı Azam'a göre vakfeden kimse hayatta olduğu
müddetçe vakfından dönebilir.
"Yolu ile beraber ilh..." Yani
vakfedilen bir mescid, yolu ile beraber ayrılmış olursa vakfı lâzım ve sâbit
olur. Hâkim tarafından mescidin vakfedilmiş olduğuna hüküm vermesi lâzım
değildir. Eğer mescid yoluyla beraber ayrılmış olmazsa vakfı sahih olmaz.
"Bir hâkimin hükmüyle ilh..."
Yani salâhiyetli bir hâkim, bir şeyin vakıf olduğuna hüküm verince o şey,
sahibinin mülkünden çıkar ve vakf-ı lâzım olmuş olur.
T E N B İ H: Fevâkih-i Bedriyye sahibi
İbnü'l-Gars zikretmiştir ki; fukaha: "Vakfın sahih olduğuna dair verilen
hüküm vakfın lâzım olduğuna verilmiş hüküm değildir." demişlerdir. Bunun
tevcihi: İmam-ı Azam'a göre; vakıf câizdir, lâzım olan bir akid değildir.
İmameyn'e göre; vakıf lâzım olan bir akiddir. Buna göre, hâkim bir vakfın sahih
olduğuna hüküm verince, İmam-ı Azam'ın mezhebine göre o vakfın caiz olduğuna
hüküm vermiş olur. Cevazın burada sahih olmaktan başka mânası yoktur. Bir hükmün
sahih olması lâzım olmasını gerektirmez. Bundan dolayı bir vakfın lâzım olması
için hüküm verilirken lüzumun açık olarak söylenmesi icap eder. Bu izah söz
götürür. Çünkü İmam-ı Azam "Vakıf câizdir. Mutlak surette lâzım
değildir." dememiştir. İmam-ı Azam'a göre de bir vakıf ölüme ta'lik
edildiğinde veya vakıf olduğuna dair hâkim tarafından hüküm verildiğinde o
vakıf lâzım ve sâbit olur. Şüphe yok ki, vakfın sahih olduğuna verilen hüküm
vakfın lâzım olduğunu gerektireceğinden hüküm verilirken "vakıf lâzımdır"
diye açık olarak söylenmesine lüzum yoktur. "İbnü'l-Gars'ın sözü burada
bitmiştir.
Velhâsıl: Vakfın sahih olduğuna hüküm,
vakfın lâzım olduğuna veya vakıf sahibinin mülkünden çıkmış olduğuna hükümdür.
Bu izah da söz götürür. Çünkü fukaha: "Vakfeden kimsenin sadece "şu
mülkümü fülan cihete vakfettim" demesiyle vakıf sahih olur." diye
ittifak etmişlerdir. İhtilâf ancak vakfın lâzım olup olmamasındadır. İmam-ı
Azam'a göre vakıf lâzım değildir. Yani vakfeden kimse, bundan dönebilir ve bu
mülk vakfeden kimsenin ölmesiyle varislerine intikal eder. Ancak hâkim vakıf
olduğuna hüküm verirse yahut vakıf ölüme nisbet edilip, vakfeden sözünden
dönmeden ölürse yahut vakfedilen şey, mescid olup yolu ile beraber ayrılmış
olursa, bu hallerde vakıf İmam-ı Azam'a göre de lazım olmuş olur. Artık bundan
dönülemez.
Usûl-i Fıkıh'da beyân edilmiştir ki;
müctehidler arasında ihtilâflı olan ve kendisine içtihat câiz olan bir mesele
hakkında onun lüzumuna inanan salâhiyetli bir hâkim tarafından hüküm verilirse,
hüküm geçerli olup müttefekûnaleyh olur. Artık o hüküm başka bir hâkim
tarafından bozulamaz. Vakıf da bu kabîldendir. Bundan dolayı bir hâkim
tarafından vakfın lüzumuna hükmedilse, ittifakla vakıf lâzım olmuş ve ihtilâf
da ortadan kalkmış olur. Ama vakfın sahih olduğuna hükmedilse, vakıf lâzım
olmuş ve ihtilaf da ortadan kalkmış olmaz.
"Hakem tarafından ilh" Yani
vakfeden ile mütevelli aralarında bir hakem tâyin edip hakem vakfın lâzım
olduğuna hükmetse, sahih olan kavle göre onun hükmü ile vakıf lâzım olmaz.
Hâkim onun hükmünü iptâl edebilir.
T E N B İ H : İs'âf'da zikredilmiştir ki;
vakfeden kimse, vakfın lüzumuna inanan bir müctehid olup bu hususta kendi
görüşüne göre hükmederek vakfettiği şeyin mülkünden çıkmış olduğuna karar verse
veya vakfeden kimse mukallid olup bir müctehidden sorup o da vakfın lâzım
olduğuna fetva verse, mukallid de fetvayı kabul ederek vakfettiği şeyin
mülkünden çıkmış olduğuna karar verse -müctehid fikrini değiştirse bile- vakıf
lâzım ve sâbit olmuş olur. Artık bu vakıfdan dönülemez.
"Vakıfda dâvâsız şâhid kabul edilir
ilh..." Çünkü vakfın hükmü gelirini tasadduk olduğundan Allah Teâlâ'nın
hakkıdır. Allah Teâla'nın haklarında ise dâvâsız, şâhidlerin şehâdeti ile hüküm
verilmesi sahihdir.
Hayrüddin-i Remli: "Söz, müctehidler
arasındaki ihtilâfı kaldıran hüküm hakkındadır. Yoksa asıl vakfın sâbit
olmasına dair verilen hüküm hakkında değildir. Çünkü bazı fukahaya göre asıl
vakfın sâbit olması için dâvaya ihtiyaç yoktur. İhtilâfı kaldıran ve vakfın
lüzumuna verilen hüküm için dâvâya ihtiyaç vardır." demiştir.
"Ammeye hüküm olup ilh..." Yani
bir mülkün vakıf olduğuna verilen hüküm âmmeye (bütün însanlara) verilmiş olur.
Yoksa mülk dâvâlarında olduğu gibi hüküm yalnız vakfedenin aleyhinde verilmiş
olmaz. Bundan dolayı bir mülkün vakıf olduğuna hüküm verildikten sonra hiç bir
kimse "o mülk benimdir" diye dâvâ edemez. Fakat bir kimse "fülan
şahsın elinde bulunan hane benimdir" diye dâvâ edip hâkim de onun olduğuna
dair hüküm verdikten sonra başka bir kimse "o hane benimdir" diye dâvâ
eder, şâhid getirirse dâvâsı kabul edilir. Ama bir kimsenin hür olduğuna -
isterse sonradan olsun - yahut bir kadının nikâhlı olduğuna yahut velâ-yi alâka
ile yahut bir çocuğun nesebine dair hüküm verildikten sonra bir şahıs kalkıp
"o kimse benim kölem" yahut "o kadın benim zevcem" yahut
"o çocuk benim çocuğum" yahut "velâ-yi atâka bana aiddir"
diye dâvâ edemez. Çünkü bu dört hususta verilen hüküm âmmeye verilmiş olur.
Nitekim gelecektir. Bahır.
"Musannıf da ilh..." Yani
musannıf da bir mülkün vakıf olduğuna verilen hükmün âmmeye verilmiş olmasını
tercih etmiş ve sebebini şöyle açıklamıştır: Bunda vakfı iptal etmek için
girişilecek hilelerden, desiselerden ve uydurma dâvâlardan korumak olduğu gibi
vakfın menfaatı da vardır. Hâvî Kudsî sahibi: "Bir vakıf hakkında ulema
arasında ihtilâf bulunursa vakıf için hangisi daha menfaatli ise o kavil ile
fetva verilir. Hatta bir vakfın kira bedeli ziyade olsa, vakfı gözetmek, Allah
Teâlâ'nın hakkını korumak ve hayrâtı devam ettirmek için kira akdi bozulur. T.
"Varislerine yapmış olup ilh..."
= Hastanın vakfı beyânında =
Zahiriyye'den naklen Bahır'da
zikredilmiştir ki; bir kadın ölüm hastalığında hanesini önce kızlarına sonra
bunların çocuklarına ve çocuklarının çocuklarına bunların nesilleri kesildikten
sonra da fakirlere vakfedip geride iki kızı ile baba bir kız kardeşini ve
terike olarak da yalnız bu hanesini bırakarak ölse, kız kardeşi bu vakfa razı
olmazsa, vakfı bu hanenin üçte biri hakkında câiz olur, üçte ikisi hakkında
câiz olmaz. Artık hanenin üçte ikisi bu vârisler arasında sehimlerine göre
taksim edilir. Vakıf olan üçte birin geliri kızlar yaşadıkça vârisler arasında
yine sehimlerine göre taksim edilir. Bu kızlar ölünce vakfın geliri vakfedenin
şartı üzere bunların çocuklarına ve çocuklarının çocuklarına sarf edilir. Artık
bunda vârislerin hakkı kalmaz.
Kezâ : Bir kimse ölüm hastalığında hanesini
vârisi bulunan üç kızına vakfetse, bu hanenin üçte biri kesin olarak vakıf
olmuş olur, üçte ikisi de bu kızların arzusuna bağlıdır. Bundan dolayı kızlar
vakfa razı olurlarsa hanenin hepsi vakıf olur. Bu meseleler, İmam Ebû Yusuf'a
göredir. İmam Muhammed'e göre taksim edilmesi mümkün olan ortak bir malın
vakfedilmesi câiz değildir.
Zevcesinden başka vârisi bulunmayan bir
kimse ölüm hastalığında malını vakfetse, zevcesi vakfa izin verirse hepsi vakıf
olmuş olur. İzin vermezse altıda biri zevcenin, geri kalan vakıf olur. Çünkü
Bezzâziye'nin vasâya bahsinde zikredilmiştir ki; tek vârisi zevcesi olan bir
kimse bütün malını bir şahsa vasiyet etse, zevcesi vakfa izin verdiği takdirde
terikenin hepsi vakıf olur. İzin vermezse terikenin altıda biri zevcenin,
altıda beşi kendisine vasiyet edilen şahsın olur. Çünkü terikenin altıda biri
zevcenin, altıda beşi de kendisine vasiyet edilen şahsın olur.
METİN
Üçüncü yol: Bir kimsenin "şu mülkümü
hayatımda ve ölümümden sonra fülan cihete ebedî olarak vakfettim"
demesiyle vakıf lâzım ve sâbit olur. Bu ifade ile vakıf, üç imamımıza göre
caizdir. Fakat İmam-ı Azam'a göre, hayatta oldukça vakfın gelirini tasadduk
etmeyi nezretmiş sayılır. Bu nezri yerine getirmesi kendisine lâzım olur.
Bundan dönmesi de câiz olur. Eğer bundan dönmeden ölürse terikesinin üçte
birinden mu'teber olmak üzere caizdir.
Şârih der ki; ölüme ta'lik edilen vakıf ile
"şu mülkümü hayatımda ve ölümümden sonra fülan cihete vakfettim"
diyerek yapılan vakıfdan - gerek hâkimin emriyle olsun, gerek hâkimden emirsiz
olsun, vakfeden de gerek zengin, gerek fakir olsun- dönülebilir. Şürunbulâli.
Dürer sahibinin: "Vakfeden kimse fakir
olup vakıf da tescil edilmiş olmazsa, hâkim o vakfı bozar." demesi söz
götürür.
= İmameyn'in kavillerine göre vakfın
şartlarına riayet edilmesi lazım gelir. =
Bir vakıf, ayrılıp teslim edilmedikçe tamam
olmaz. Musannıf, "Bir vakıf mütevelliye teslim edilmedikçe tamam
olmaz." demedi. Çünkü her vakfın teslimi kendisine layık olan şey iledir.
Meselâ; bir mescidin vakfı, kendisinin ve yolunun ayrılmasıyla tamam olur.
Mescidden başka vakıflar ise bir mütevelli tâyin edilip, kendisine teslim
edilmesiyle tamam olur. Taksim edilmesi mümkün olan ortak bir malın taksim
edilmeden vakfedilmesi câiz değildir. İmam Ebû Yusuf'a göre caizdir.
= Vakfın sarf edileceği ebedi bir yerin
tâyin edilmesinin şart olup olmaması beyânında =
Vakfın gelirinin ebedî kesilmeyecek bir
cihete tahsisi şarttır. Bu, İmam Muhammed'in kavlidir. İmam Muhammed'e göre
vakıf sadaka gibidir. İmam Ebû Yusuf ise, vakfı köle âzâdı gibi saymıştır.
Kavillerin tercihinde ihtilâf vardır. Hâkimler ile müftüler kavillerden
diledikleri ile amel etmekte muhayyerdirler. İmam Ebû Yusuf'un kavliyle amel
etmek daha ihtiyatlı ve daha kolaydır. Bahır.
Dürer ile Sadru'ş-Şeria'da: "İmam Ebû
Yusuf'un kavliyle fetva verilir." diye zikredilmiştir. Musannıf da bunu
ikrar etmiştir.
İZAH
"Şu mülkümü hayatımda ve ölümümden
sonra fülan cihete ebedî olarak vakfettim" cümlesinde "ebedî
olarak" ifadesi söylendikten sonra "hayatımda ve ölümümden"
ifadesinin söylenmesine ihtiyaç yoktur. Çünkü İs'âf'da: "Bir kimse
"şu mülküm vakfedilmiş ebedî bir sadakadır" dese, bütün âlimlere göre
bu ifade ile o mülkün vakıf olması câiz olur. Şu kadar var ki; İmam Muhammed'e
göre: o mülkün bir mütevelliye teslim edilmesi şarttır, âlimlerden bir cemaat
bunu ihtiyar etmiştir. İmam-ı Azam'a göre; o mülk, eski mülkiyeti üzere bakî
kalıp gelirinin tesadduk edilmesi nezredilmiş olur, nezrin yerine getirilmesi
lâzım olur. O kimse ölünce, o mülk mirâs olarak vârislerine intikal eder."
diye zikredilmiştir.
"Kavli söz götürür ilh..." Çünkü
ölüme ta'lik edilen vakıf ile "şu mülkümü hayatımda ve ölümümden sonra
fülan cihete vakfettim" ifadesiyle yapılan vakıfdan dönülebilmesi için
vakfeden kimsenin fakir olması ve hâkimin vakfı bozması şart değildir. Vakfeden
kimse kendisi bozabilir. Bu, İmam-ı Azam'a göredir. İleride gelecektir.
"Bir mescidin vakfı ilh..." Yani
vakfedilen mescid olursa içinde namaz kılınması ile; mezarlık olursa içine bir
kişi olsun defnedilmesi ile; çeşme olursa suyundan bir kişi olsun içmesi ile;
han olursa içinde bir yolcu olsun misafir olması ile vakfı lâzım olur. Eğer
han, Mekke-i Mükerreme'de olup hacıların kalması için vakfedilmiş olursa veya
hududda olup mücahidlerin kalması için vakfedilmişse, bir mütevelliyle teslim
edilmesi lâzım gelir. Çünkü bunlar senede bir defa kalacaklarından ona bakacak
bir mütevelliye ihtiyaç vardır. Vakfedilen su deposu olup doldurulmaya muhtaç
olursa, onun da bir mütevelliye teslim edilmesi lâzımdır.
"Mescidden başka vakıflarda ise
ilh..." Yani mescidden başka bir vakfın tamam olması için bir mütevelliye
teslim edilmesi lazımdır. Kuhistânî'de zikredilmiştir ki; vakfeden kimse
kendisini kayyım tayin etse, vakfın teslim edilmesi şart değildir. Fakat bir
vakfın lazım olması için bir mütevelliye teslim edilmesinin şart olduğunu
söyleyen İmam Muhammed'e göre; vakfedenin kendisini mütevelli tayin etmesi
sahih olmaz. Vakfın mütevelliye teslim edilmesini şart koşmayan İmam Ebû
Yusuf'a göre; vakfedenin kendisini vakfına mütevelli tâyin etmesi sahih olur.
"Taksim edilmesi mümkün olan ortak bir
malın ilh..." Yani taksim edilmesi mümkün olan ortak bir malın taksim
edilmeden vakfedilmesi caiz değildir. Hatta bir vakfın her tarafına yaygın olan
bir kısmına hak sahibi çıksa, bu vakıf yapıldığı zaman ortak bulunduğu için
vakıf batıl olur. Fakat bir kimse ölüm hastalığında bir mülkünü vakfedip
öldükten sonra vârisleri o mülkün üçte ikisinden dönse, bu ortaklık sonradan
arız olduğu için vakıf bâtıl olmaz. Bir vakfın muayyen bir kısmına hak sahibi
çıksa, ortak olan kısım vakfın her tarafına yaygın olmadığı için vakıf bâtıl
olmaz. Bahır.
Bir mülk iki kimse arasında ortak olup
beraber vakfedilir ve bir mütevelliye teslim olunursa, ittifakla câizdir. Çünkü
İmanı Muhammed'e göre; vakfa mani olan ortaklık, mütevelliye teslim edilirken
olan ortaklıktır; yoksa vakıf akdi yapılırken olan ortaklık vakfa mani
değildir. Burada ikisi beraber vakfedip, mütevelliye beraber teslim ettikleri
için vakfa mani bulunmamıştır.
Keza: İki ortaktan her biri hissesini aynı
hayır cihetine vakfedip beraberce bir mütevelliye teslim etseler, teslim
edilirken ortaklık bulunmadığı için vakıf yine caiz olur.
Keza: İki ortaktan her biri hissesini ayrı
ayrı hayır cihetine vakfedip, ayrı ayrı mütevelliye teslim etseler bakılır:
Eğer teslimleri aynı zamanda olursa veya her biri kendi mütevellisine:
"Benim hissemi ortağımın hissesi ile beraberce teslim al!"derse vakıf
sahih olur. Ama her biri hissesini ayrı ayrı vakfedip, başka başka mütevelliye
teslim ederlerse, akid ve teslim zamanında ortaklık mevcut olduğu için İmam
Muhammet'e göre vakıf sahih olmaz. İs'af.
Yine İs'af'da zikredilmiştir ki; Üç
kızından başka varisi bulunmayan bir kadın ölüm hastalığında hanesini önce üç
kızına onlar öldükten sonra fakirlere vakfetse, terike olarak da yalnız bu
haneyi bıraksa, hanenin üçte biri vakıf olur, üçte ikisi de kızlara miras
olarak kalır. Bu İmam Ebu Yusuf'a göredir. İmam Muhammet'e göre; taksimi mümkün
olan ortak bir malın vakfı caiz değildir. Çünkü bu hane kızlar arasında taksim
edilmemiştir.
"Vakfın gelirinin ebedi kesilmeyecek
bir cihete tahsisi şarttır ilh." Bu şart İmam Muhammet'e göredir. İmam Ebu
Yusuf'a göre ise vakfın sahih olması için, gelirinin ebedi kesilmeyecek bir
cihete verilmesini açık olarak söylemek şart değildir. Bu ihtilaf mescidden
başka olan vakıflar hakkındadır. Mescit yolu ile birlikte ayrılıp vakfedilince
İmam Muhammet'e göre de vakfı lazım ve sabit olur.
Bir malın vakfedilmiş olduğuna salahiyetli
bir hakim tarafından hüküm verilince, o mal sahibinin mülkünden çıkar, o malın
vakfı lazım ve sabit olur. O malın vakfedilmiş olduğuna hüküm verilmeyince İmam
Muhammet'e göre; yukarıda geçen şartlar bulunmadıkça vakıf sahibinin mülkünden
çıkmış olmaz. Musannıf bazı alimlere tabi olarak İmam Muhammet'in kavlini
ihtiyar etmiştir. Fakat ekseri ulema İmam Ebu Yusuf'un kavlini alıp:
"Fetva bu kavil üzeredir." demişlerdir. Hiç bir alim vakıf hakkında
İmam-ı Azam'ın kavlini tercih etmemiştir.
"Vakıf sadaka gibidir ilh..."
Yani İmam Muhammed'e göre, bir vakfın lazım ve sabit olması için ayrılıp bir
mütevelliye teslim edilmesi icap eder.
"Vakfı köle âzâd etmek gibi saymıştır
ilh..." Yani İmam Ebû Yusuf'a göre; bir köle âzâd edilmekle efendisinin
mülkünden çıktığı gibi, bir mülk de sahibi tarafından mücerred vakıf edilmekle
vakfı lazım olur. Vakfın lazım olması için mülkün ayrılıp mütevelliye teslim
edilmesi lazım gelmez.
= İmam Ebû Yusuf'a göre; "şu malım
vakfedilmiştir." Kavli ile "şu malım fülan zâta vakfedilmiştir"
kavil arasında fark vardır =
İs'âf'da zikredilmiştir ki: bir kimse
muayyen şahıslara vakfetse, meselâ "şu mülkümü Zeyd'in çocuklarına
vakfettim" dese, İmam Ebu Yusuf'a göre de bu vakıf sahih olmaz. Çünkü
kendilerine vakıf yapılan şahısların tâyin edilmesi başkalarının murad edilmesine
mani olur. Yani bir mülk muayyen şahıslara vakfedildiğinde o vakıf dan
başkaları istifade edemezler. Muayyen şahıslar ölünce vakfın gelirinin sarf
edileceği yer kalmamış olur. Ama böyle kendilerine vakıf yapılanlar tayin
edilmediğinde İmam Ebu Yusuf'a göre, vakıf sahih olur, vakfın geliri fakirlere
sarf edilir. Bundan dolayı bir kimsenin "şu mülküm vakfedilmiştir"
ifadesi ile "şu mülküm çocuğuma vakfedilmiştir" ifadesi arasında İmam
Ebu Yusuf'a göre fark olup, birinci ifade ile vakıf sahih olur. Çünkü vakfın
gelirinin sarf edileceği yer tayin edilmediğinde örfen fakirlere sarf edilir.
İkinci ifade ile vakıf sahih olmaz. Çünkü vakfın sarf edileceği yer muayyen
olduğu için o çocuk öldükten sonra o vakfın geliri örfen başkalarına sarf
edilemez. Bununla İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed arasındaki ihtilafın bir
vakfın gelirinin ebedi kesilmeyecek bir cihete tahsisinin şart olup olmadığı
anlaşılır. İmam Muhammed'e göre, bir vakfın gelirinin mescidler ve fakirler
gibi ebedi kesilmeyecek bir cihete sarf edilmesini vakıf yapılırken söylemek
şarttır. Böyle bir cihet zikredilmezse vakıf sahih olmaz. Hatta bir vakfın
gelirinin sarf edilmesi için muayyen bir mescid zikredilse kifayet etmez. Çünkü
bu mescid yıkılıp yok olabilir. İmam Ebu Yusuf'a göre ise, vakıf yapılırken
vakfın gelirinin ebedi bir cihette sarf edilmesi zikredilmese de vakıf sahih
olur. Hatta bir kimse "şu mülkümü çocuklarıma vakfettim" deyip,
çocuklarım öldükten sonra "fakirlere vakfettim" demese bile vakıf
sahih olur. Çocukları öldükten sonra o vakfın geliri fakirlere sarf edilir.
Çünkü vakıfdan maksat, vakfın devamıyla gelirinin fakirlere aid olmasıdır.
Böyle bir şart delalet yoluyla sabittir, vakfın mahiyetinde mevcuddur. Buna
göre ittifakla manen te'bid şarttır. Yani bir vakfın gelirinin ebedi
kesilmeyecek bir cihete sarf edilmesiaçık olarak söylenmese bile manen
söylenmiş olur.
Velhasıl: Vakıf olmayı ifade edip etmeyen
lafızlardan bir kısmı şunlardır: "Şu malım Allah için sadakadır" şu
mülkün Allah için vakfedilmiştir" yahut "şu malım Allah için
vakfedilmiş sadakadır" yahut "şu hanem hayır cihetine
vakfedilmiştir" ifadeleriyle fakirler için vakıf yapılmış olur. "Şu
malım cihada vakfedilmiştir" yahut "ölülerin kefenleri için
vakfedilmiştir" yahut "kabir kazanlar için vakfedilmiştir"
ifadeleriyle de vakıf yapılmış olur.
"Şu mülküm fülan kimseye" yahut
"fülan kimsenin çocuklarına vakfedilmiş sadakadır" ifadesiyle de
vakıf yapılmış olur. Bu vakfın geliri hayatta bulundukça bunlara aid olup,
öldüklerinde fakirlere sarf edilir.
"Şu arazim fülan zâta
vakfedilmiştir" yahut "çocuklarına vakfedilmiştir" yahut
-adedleri sınırlı olan- "akrabamın fakirlerine veya yetimlerine
vakfedilmiştir" ifadeleriyle de İmam Ebû Yusuf'a göre vakıf yapılmış olur.
Çünkü İmam Ebu Yusuf'a göre vakıf yapılırken "te'bîd" lâfzının açık
olarak söylenmesi şart değildir. Fakat İmam Muhammed'e göre bu ifadeler ile
vakıf yapılmış olmaz. Çünkü sonu kesilecek kimselere vakfedilmiş olur ki, caiz
değildir.
"Şu mülküm hayatımda ve ölümümden
sonra ebedî olarak sadakadır" yahut "vakfedilmiş bir sadakadır"
ifadesiyle de fakirler için vakıf yapılmış olur. Şu kadar var ki, bu şekilde
yapılan bir vakıf nezir hükmündedir. Bunun gelirini vakfedenin nezir olarak
tesadduk etmesi lâzım gelir. Fakat bu vakıfda vasiyet mahiyeti de bulunduğundan
bundan dönmesi de caiz olur. Dönmediği takdirde ise ölümünde terikesinin üçte
birinden muteber olur.
"Şu arazimi ölümümden sonra
vakfettim" ifadesi vasiyet sayılıp, bundan dönme bulunmayınca terikesinin
üçte birinden sahih olur.
"Vefatından sonra vakfedilmesini
vasiyet etmek" de bu hükümdedir.
"Şu mülküm sadakadır" yahut
"şu mülkümü fakirlere tesadduk ettim" ifadeleri nezir sayılır. Bundan
dolayı bu mülkün kendisi veya kıymeti fakirlere tesadduk edilse nezir yerine
getirilmiş olur. Tesadduk edilmezse vârislere intikâl eder.
"Şu mülküm hayır cihetine veya iyilik
cihetine sadakadır" ifadesi de vakıf olmayıp nezirdir. Fakat "şu
mülküm sadakadır" ifadesine "satılamaz",
"bağışlanamaz", "mirâs olmaz" ifadeleri ilave edilirse,
fakirler için vakıf yapılmış olur.
"Şu hanem vakfedilmiş ebedi sadakadır"
ifadesi İmam-ı Azam'a göre nezir sayılır. Gelirini tesadduk lâzım gelir. Sonra
varislere intikal eder. İmam Muhammed'e göre de mütevelliye teslime muhtaç
olur, teslim edilince bir vakıfı lâzım olmuş olur. İmam Ebû Yusuf'a göre;
mütevelliye teslim edilmese de mücerred söz ile vakıf gerçekleşmiş olur.
"Şu mülkümün gelirinden her ay şu
kadar ekmek alıp fakirlere dağıtınız" denilse, o mülk vakıf olmuş olur.
"Şu hanemi fülan mescidin tamirine
vakfettim" ifadesi ile bu hane İmam Ebû Yusuf'a göre o mescide vakfedilmiş
olur. İmam Muhammed'e göre; bu vakıf sahih olmaz. Bazı fukaha: "Bu vakıf
ittifakla sahih olur." demişlerdir. Muhtar olan kavil de budur. Mütevelli
bu hanenin gelirini tamirden başka bir şeye sarf edemez. Muhit, Bahır, Haniyye,
Münteka, Hidâye, Hindiyye.
METİN
Bir ay veya bir sene gibi muvakkat olarak
yapılan bir vakıf, ittifakla batıl olur. Bundan dolayı bir kimse bir mülkünü
muayyen bir şahsa vakfetse, o şahsın ölümünden sonra vakfeden kimsenin
vârislerine intikal eder. Bu kavil ile fetva verilir. Dürer, Fetih.
Şârih der ki: Hâniyye'de: "Muvakkat
olan bir vakıf mutlak surette sahihdir." diye zikredilmiştir. Bunu
Şürunbulâli de ikrar etmiştir.
Bir vakıf tamam ve lazım olunca sahibinin
mülkü olmaz. Başka bir kimseye mülk, âriyet ve rehin olarak verilmez.
= Kitap vakfedenin âriyet olarak ancak
rehinle verilmesini şart kılması =
Kitaplarını vakfeden kimse, kütüphanesinden
kitaplarının rehinle çıkarılmasını şart kılsa bu şartı batıl olur.
= Bir kimse bir hanede bir müddet
oturduktan sonra o hânenin vakıf olduğu ortaya çıksa, oturduğu müddetin
kirasını vermesi kendisine lâzım olur =
Bir hâneyi satın alan veya kendisine rehin
olarak verilen kimse, bir müddet oturduktan sonra o hanenin vakıf veya bir
çocuğa aid olduğu ortaya çıksa, oturduğu müddetin ecr-i mislini vermesi lazım
gelir. Kınye.
= Vakıf bir araziyi hak sahiblerinin
aralarında nöbetleşe kullanmaları =
Ortak bir vakıf hak sahipleri arasında
taksim edilmeyip, onda nöbetleşe tasarruf da bulunurlar. İmameyn'e göre; eğer
taksim, vakfeden ile ortağı yahut başka bir vakfeden yahut onun mütevellisi
arasında olup vakıf cihetleri ayrı olursa taksim edilir. Kariü'l-Hidâye.
Bir kimse bütününe mâlik olduğu bir mülkün
yarısını vakfetse, hâkim onu vakfedenin rızasıyla taksim eder. Vakfeden kimse
öldükten sonra vakfedilen kısım vârislerine intikal eder. Hâkim, yarısı
vakfedilen mülkü ikiye taksim edip şübheden uzak olması için kur'a çeker.
Vârislerin kendilerine düşen kısmı satmaları câizdir. Kariü'l-Hidâye sahibi
bununla fetva vermiştir.
Bir vakıf kendilerine vakfedilenler
arasında ittifakla taksim edilmez. Çünkü onların hakları vakfedilen mülkün
aynında olmayıp gelirindedir. İbn-i Nüceym Fetavasında bu kavil ile fetva
vermiştir. Kariü'l-Hidaye sahibi de "Mezhebin muhtar olan kavil
budur." demiştir. Bazı fukahaya göre, bir vakfın kendilerine vakfedilenler
arasında taksim edilmesi caizdir. Fakat bu kavil, icmâa muhâlif olduğundan
zayıftır.
Vakıf olan bir hanede, kendilerine
vakfedilenlerden bazıları oturup bazıları yer bulamadıkları için oturamasalar,
artık oturamayanlar oturanlardanücret isteyemezler ve onlara "sizin
oturduğunuz müddet kadar biz de oturacağız" diyemezler. Çünkü muhâyât
(nöbetleşe oturmak) ancak hâkimin kararından sonra olur. Fakat kendilerine
vakfedilen iki kimseden birisi vakıf olan hanenin hepsini diğerinden izinsiz
zorbalıkla kullansa -her ne kadar o hane onların oturmaları için vakfedilmiş
olsa bile- kendisine ortağının ücretini vermesi lâzım gelir. Ama iki kimse
arasında ortak olan bir hanede birisi diğerinden izinsiz otursa - o hane kiraya
verilmek için hazırlanmış olsa bile- kendisine diğer ortağının ücretini vermesi
lazım gelmez.
Şârih der ki: Kendisinde oturulan hanenin
bir kısmı mülk, bir kısmı vakıf olursa oturana diğer ortağının ücretini vermesi
lâzım gelir. Gasb Bahsinde gelecektir.
İZAH
"İttifakla bâtıl olur ilh..."
Yani bir kimse bir mülkünü bir ay veya bir sene müddetle vakfetse bakılır: Eğer
tayin ettiği vakitten sonra vakfından döneceğini şart koşarsa bu vakıf
ittifakla bâtıl olur. Eğer tayin ettiği vakitten sonra vakfından döneceğini
şart koşmazsa Hassaf'a göre, yine vakıf batıl olur. Hilal'e göre ise bu vakıf
sahih olur.
İs'af'da zikredilmiştir ki: Hilâl b.
Yahya'ya göre bir kimse benim ölümümden sonra "şu mülküm bir sene müddetle
vakfedilmiş bir sadakadır" dese bu mülk ebedi olarak vakfedilmiş olur.
Eğer "bir sene geçtikten sonra vakıf bâtıldır" derse bu takdirde şart
kıldığı gibi o mülkün geliri bir sene fakirlere sarf edilir ve mülk
vârislerinin mülkü olur. Çünkü vakfın bâtıl olmasını şart kılmasıyla ölümünden
sonraya nisbet ettiği vakıf lâzım olmaktan çıkıp sırf vasiyet olmuş olur.
"Bir kimse bir mülkünü muayyen bir
şahsa vakfetse ilh..." Yani muayyen bir şahsa vakıf "sadaka"
lâfzıyla yapılırsa meselâ: Bir kimse "şu mülküm fülan şahsa vakfedilmiş
bir sadakadır" derse, bu vakıf sahih olur. O şahıs öldükten sonra o mülkün
geliri fakirlere sarf edilir. Metinde "o şahsın ölümünden sonra o vakıf
vakfeden kimsenin vârislerine intikal eder" diye zikredilen kavil muhakkık
âlimlerin kavillerine muhâlifdir.
"Hâniyye'de ilh..." Yani Hanîyye'de
zikredilmiştir ki; bir kimse şu hanemi bir gün" veya "malûm olan bir
vakit" veya "bir ay müddetle vakfettim" deyip bu ifadesi üzerine
bir şey ilave etmese, bu vakıf câiz olur.
Ben derim ki: Dürer'in ibaresi; "bir
mülkünü muvakkat bir müddetle vakfeden kimsenin tayin ettiği müddetten sonra
vakfından döneceğini şart kılması" mânâsına hamledilmelidir. Bu takdirde
Hâniyye'de zikredilen Dürer'de zikredilene muhâlif olmaz. Çünkü Hâniyye sahibi
de "bu ifadesi üzerine bir şey ilave etmezse "kavliyle" vakfeden
kimsenin tayin ettiği müddetten sonra vakfından döneceğini şart
kılmamasını" murad etmiştir. Bundan sonra Haniyye sahibi şöyle devam
etmektedir: "Bir kimse; şu arazim bir ay müddetle vakfedilmiş bir
sadakadır. Bir ay geçtikten sonra vakıf bâtıldır." dese bu vakıf ittifakla
bâtıl olur. Çünkü vakfın ebedi olarak yapılması şarttır. Bundan dolayı muvakkat
olan bir vakıf câiz olmaz.
"Bir vakıf tamam ve Iâzım olunca
ilh..." Yani İmam-ı Azam'a göre yukarıda geçen dört yoldan biriyle, İmam
Ebû Yusuf'a göre vakfedenin mücerred sözüyle, İmam Muhammed'e göre bir
mütevelliye teslim edilmekle bir mülkün vakfı tamam ve lazım olunca mâlikinin
mülkünden çıkar, başkasının mülküne girmez. Tahsis edildiği cihete yani âmmenin
menfaatine ait olup, hassaten mülkü ilâhi hükmünde bulunur. Bundan dolayı vakıf
bir mal başkasına mülk ariyet ve rehin olarak verilemez. Hanelerini gelir
getirmeleri için vakfeden bir kimsenin o hanelerinden birinde herhangi bir
şahsı kirasız oturtması câiz olmaz.
Vakıf bir malın rehin verilmesi sahih
değildir. Çünkü rehin, alınacak bir hak karşılığında bir malın hapsedilmesidir.
Hatta rehin telef olsa alacaklı - rehin, alacağı hakkına eşit ise - hakkını
almış olur. Rehnin telef olmasıyla alacaklının hakkını alması ise ancak rehin
verilen şeyin mülk olarak verilmesi mümkün olan şeylerde olur. Halbuki vakıf
bir malın mülk olarak verilmesi mümkün değildir. Çünkü vakıf ariyet alanın
yanında emanet olduğundan ödenmez.
"Kitaplarını vakfeden kimse
ilh..." Eşbâh'ın "el'kavlü fiddeyn" Bahsinin
"Fer'i"nde İmam Sübkî'ye nisbet edilerek zikredilmiştir ki; son
zamanlarda kitap vakfedenin "kitaplarını ancak rehin karşılığında verilsin
yahut asla kitaplarım yerinden çıkartmasın" diye ortaya yeni bir şart
çıkmıştır. Bu hususta ben derim ki: Bu kitapların rehin verilmesi sahih olmaz.
Çünkü bunlar kendilerine vakfedîlenlerin elinde emanettir, ödenmeleri lâzım
değildir. Bu kitaplara ariyet denilmez. Onları alan vakıf ehlinden ise, bu
kitaplarla faydalanmaya hakkı olur. Kitap elinde emanet kalır. Kitap
(karşılığında rehin alınmasının şart koşulması fasiddir. Kitap karşılığında
rehin verilirse, verilen fasid olur; bu rehin kütüphane memurunun elinde emanet
olur. Bu, rehin ile şer'î rehin murad edildiğine göredir. Eğer rehin ile lügat
mânâsı yani rehin alınmakla verilen kitabın hatırlanması murad edilirse, bu
takdirde kitabın rehin karşılığında verilmesi şartı sahih olur. Çünkü bu doğru
bir şeydir. Vakfeden tarafından rehnin şer'i veya lûgavî mânâlarından
hangisinin murad edilmiş olduğu bilinmediği takdirde lûgavî manasının murad edilmiş
olduğuna hamlolunur. Kitaplarını vakfeden kimse "kitapları kütüphaneden
okunmak için alınırken kitabın dışarı verildiğini hatırlatacak bir şeyin alınan
kitabın yerine bırakılması lâzımdır" diye şart koşarsa bu şart sahih olur.
Çünkü vakfeden kimse, kitaplardan faydalanmak için alınan kitabın yerine bir
şeyin bırakılmasını şart koşmuştur. Kitabın yerine bırakılan şeye
"rehin" denilmez, onu sahibi alabilir. Kütüphane memuru da ondan
verilen kitabın getirilmesini ister. Kitabın yerine bırakılan şey için rehin
hükmü sabit olmaz, o şey satılamaz. Kitabı alan kimsenin kusuru olmadan aldığı
kitap telef olursa bıraktığı şey kitabın bedeli de olmaz.
"Oturduğu müddeti ecr-i mislini
vermesi lâzım gelir ilh..." Müteahhirin âlimlere göre, vakfa veya yetime
aid gayr-i menkûl bir mülkün menfaati ödenir. Bundan dolayı Kınye'de: "Bir
kimse bir hanede kendi mülkü olduğunu iddia ederek senelerce oturduktan sonra o
hanenin vakıf olduğu ortaya çıksa, oturduğu müddetin kirasını vermesi kendisine
lâzım gelmez." diye zikredilen kavil zayıftır. Bahır sahibi -is'âf'da
beyân edildiğine göre-: "Kiranın lâzım olmaması mutekaddimin âlimlerin
kavlidir. Kiranın lâzım olması müteahhirin âlimlerin kavlidir." demiştir.
"Hak sahipleri arasında taksim
edilmeyip ilh..." Yani bir kimse ortak olduğu bir mülkteki hissesini
vakfedip, bir hâkim tarafından ortak bir mülkün vakfının câiz olduğuna dair
hüküm verildikten sonra ortaklardan birisi o mülkün taksimini istese İmam-ı
Azam'a göre, taksim edilmeyip nöbetleşe kullanılır. İmameyn'e göre, taksim edilir.
Bir arazi muayyen bir cemaate vakfedilip o cemaat aralarında anlaşır ve her
biri o arazinin bir parçasını kendi nefsi için ekip biçerse bakılır: Eğer her
sene ekip biçtikleri parçaları birbiriyle değiştirirlerse, bu şekilde bölme
hakiki taksim olmadığından câiz olur ve bunu iptal edebilirler. Eğer ekip
biçtikleri parçaları her sene birbirleriyle değiştirmezlerse bu hakiki taksim
olduğu için câiz değildir,
= Vakıf bir hanenin kendisinde hakkı
olanlara dar gelmesi beyanında =
Bir kimse bir hanesini vakfedip o hanede
çocuklarının ve torunlarının oturmalarını şart kılsa, onlardan birisi hayatta
bulunduğu müddetçe oturma hakkı onlara aid olur. Onlardan bir kimse hayatta
kalıp o hanenin tamamını veya kendisinden artan kısmını kiraya vermek istese
kiraya veremez. Çünkü kendisine tanınan hak oturmasıdır; kiraya vermesi
değildir. Vakfeden kimsenin çocukları çok olup hane onlara dar gelse o haneyi
kiraya veremezler. Ancak hane onların adedlerine göre oturulacak kısımlara
ayrılır. Onlardan biri ölünce onun oturma hakkı hayatta olanlara kalır.
Vakfeden kimsenin erkek ve kız çocukları
olup; erkek çocuklar zevceleriyle beraber, kızlar da kocalarıyla beraber
oturmak isteseler bakılır: Eğer hanenin müstakil odaları bulunursa beraber
oturmaları câizdir. Hane bir olup onu aralarında kısımlara ayırmak da mümkün
olmazsa hane de ancak vakfedenin oturmasını şart kıldığı kendi erkek ve kız
çocukları oturabilir. Bundan anlaşılmıştır ki; o hanede vakfedenin
çocuklarından bir kısmı oturup bir kısmı yer bulamadıkları için oturamasalar,
oturamayanlar oturanlardan kira alamazlar. İsterlerse onlar da oturanlarla
beraber otururlar. Eğer hane onlara dar gelirse canı sıkılan çıkar.
"Taksim edilir ilh..."
=Ortak bir mülkü vakfedenin ortağı ile
beraber taksim etmesi beyanında=
Bir kimse ortak bir mülkteki hissesini
vakfettikten sonra ortağı ile beraber o mülkü taksim etseler kendisine düşen
hisseyi ikinci defa vakfetmesi lâzım gelmez. Çünkü taksim etmek vakfedilen
hisseyi tayin etmek içindir. Fakat ihtilâftan kurtulmak isterse kendisine düşen
hisseyi ikinci defa vakfeder.
= Bir kimsenin ortak arazilerde vakfetmiş
olduğu hisselerini bir arazide toplaması beyanında =
Zahîriyye'den naklen Bahır'da
zikredilmiştir ki; bir kimse kendisi ile başka bir şahıs arasında ortak bulunan
arazi ve hanelerdeki hisselerini vakfettikten sonra ortağı ile o mülkleri
taksim edip arazideki hisselerine bir yerde, hanelerdeki hisselerini bir hanede
toplamak istese, İmam Ebû Yusuf ile Hilâl'in kavline göre bu câizdir.
= Taksimde fazla para konsa, vakfedenin o
parayı vermesinin sahih olup almasının sahih olmaması beyanında =
Bir arazi veya bir hanenin taksiminde
hissenin birisi diğer hisseye nisbetle daha kıymetli olduğu takdirde eşitliği
temin için kıymeti fazla olan hîssenin kıymetçe fazlalığına karşılık para
konur: Eğer kıymeti fazla olan hisse ortağına düşerse vakfedenin o parayı
alması câiz olmaz. Çünkü vakfeden kimse vakfettiği hissesinin bir kısmını para
karşılığında satmış sayılır. Eğer kıymeti fazla olan hisse vakfeden kimseye
düşerse ortağının o parayı alması câiz olur. Çünkü vakfeden kimse para
karşılığında ortağının hissesinin bir kısmını satın alıp vakfetmiş sayılır.
"Vakıf cihetleri ayrı olursa
ilh..." Yani iki vakıfdan her birinin vakıf cihetleri ayrı olursa taksim
edilir. Fakat bu ibare İs'âfın ibaresine muhaliftir.
= Bir arazinin yarısı vakfedildikten sonra
diğer yarısı da vakfedilse iki vakıf olmuş olur =
İs'âf'ın ibâresi şöyledir: Bir kimse bir
arazisinin yarısını bir cihete vakfedip ona mütevelli olarak Zeyd'i tâyin
ettikten sonra aynı arazinin diğer 'kısmını da aynı cihete veya başka bir
cihete vakfedip ona mütevelli olarak da Amr'i tâyin etse, Zeyd ile Amr'in o
araziyî taksim edip her birinin arazinin yarısını alması câiz olur. Bu suretle
her biri mütevelli tâyin edilmiş olduğu kısmı elinde bulundurmuş olur. Çünkü o
arazinin her bir yarısı ayrı ayrı vakfedilince -gelirlerinin sarf edileceği
cihet bir olsa bile- iki vakıf olmuş olur. Nitekim o arazi iki kimse arasında
ortak olup ortaklardan her biri arazideki hisselerini vakfetmiş olsalardı, iki
vakıf olmuş olurdu.
"Kendisine ortağının ücretini vermesi
lâzım gelir ilh..." Çünkü o kimse vakfı zorbalıkla kullandığı için
gasbetmiş olur. Vakfın menfaatları ise muhtar olan kavle göre ödenir, önce
zikredilen meseledeki oturanlar gasbedici olmadıklarından vakfın menfaatını
ödemeleri lâzım gelmez.
METİN
= Mescidin hükümleri beyanında =
Dört yoldan biriyle yapılan bir vakıf lâzım
ve sabit olur. Üç yol yukarıda zikredilmiştir.
Dördüncü yol: Bir kimse bir mescid veya bir
namazgâh yapıp onu yoluyla beraber kendi mülkünden ayırsa, o mescid veya
namazgâhın vakfı lâzım olup o kimsenin mülkünden çıkmış olur.
İmam Ebû Yusuf'a göre: Vakfeden kimsenin
sadece "ben bunu mescid kıldım" demesiyle o mescidin vakfı lâzım olup
o kimsenin mülkünden çıkmış olur.
İmam-ı Azam ile İmam Muhammed'e göre;
mescidin içinde cemaatle namaz kılınması da şarttır. Bazı fukahaya göre, o
mescidin içinde bir kimsenin namaz kılması kafidir. Haniyye sahibi: "Bazı
fukahanın zikrettiği kavil zahir rivayettir." demiştir.
FER'İ BİR MESELE : Bir mahalle halkı
mahalle mescidini yıkıp evvelkinden daha sağlam yapmak isteseler bakılır: Eğer
yapan kimse mahalle halkından ise buna ruhsat verilir. Mahalle halkından değil
ise buna ruhsat verilmez. Bezzaziyye.
Mescidin faydası için altına serdab
(sıcaktan serinlenmek için girilen yer altı odası) yapılması caizdir. Nitekim
Kudüs'deki Mescid-i Aksâ'da vardır. Serdab mescidin faydası için yapılmazsa
yahut mescidin üstüne ev yapıp mescidin kapısını yola çevirerek mescidi
mülkünden ayırsa o mescid, mescid olmaz. O mescidi satması câiz olur. O mescid,
mirâs olarak vârislerine kalır. İmameyn'e göre; o mescid, mescid olmuş olur.
Nitekim bir kimse hanesinin ortasında mescid yapıp orada namaz kılınmasına izin
verirse, o mescid, mescid olmuş olmaz. Fakat o mescidin yolunu ayırırsa mescid
olmuş olur. Zeylai.
FER'İ BİR MESELE : Eğer bir mescidin üstüne
imam için ev yapılmış olsa, bu ev mescidin faydası için olduğundan mescidin
olmasına zarar vermez. Ama mescidin olması vakfedenin "bunu
vakfettim" sözüyle veya içinde namaz kılınmakla tamam olduktan sonra
mescidi vakfeden kimse üstüne bina yapmak istese buna ruhsat verilmez. Hatta
mescidi yaparken üstüne bina yaptırmak niyetindeydim dese sözünde tasdik
edilmez. Vakfeden kimse mescidin üstüne bina yapmaktan men edilince başkaları
evleviyetle men olunur. Mescidin üstüne yapılan her ne kadar mescidin
duvarlarının üstüne yapılsa bile binanın yıkılması vâcib olur. Mescidin üstüne
yapılan binayı mescid için irad getiren vakıf veya oturma yeri yapmak câiz
değildir. Bezzaziyye.
İZAH
"Bir kimse bir mescid ilh..."
Bilmiş ol ki: İmam Muhammed'e göre; bir vakfın vakıf olarak lazım ve sabit
olması için o vakfın mütevelliye teslim edilmesi şarttır. Fakat bir mescidin
vakfının lâzım olması için mütevelliye teslim edilmesi şart olmayıp o mescidin yoluyla
beraber vakfedenin mülkünden ayrılmış olması ve içinde cemaatle namaz kılınması
şarttır.
İmam-ı Azam'a göre; bir mescidin mescid
olduğuna dair hakim tarafından hükmedilmese bile vakfeden kimse mescidi yoluyla
beraber mülkünden ayırıp içinde cemaatle namaz kılındığında o mescid vakıf
olmuş ve vakfedenin mülkünden çıkmış olur. Dürer.
"Veya bir namazgâh ilh..."
Namazgah: Cenaze namazı kılınan yere ve bayram namazı kılınan yere şâmildir.
Bazılarına göre, namazgâh mescid olmuş olur. Hatta bu namazgâhı vakfeden öldüğü
zaman o yer vârislerine mirâs olarak intikal etmez. Bazılarına göre; cenaze
namazı kılınan yer mescid hükmünde olmuş olur. Fakat bayram namazı kılınan yer
mutlak surette mescid olmuş olmaz. Ancak oradan imama uymanın sahih olması
hususunda orası mescid hükmünde sayılır. Bazılarına göre bayram namazı kılınan
yer namaz kılınırken mescid olur. Başka zaman mescid sayılmaz. Hâniyye, İs'âf.
"Mülkünden ayırsa ilh..." Yani
bir kimse bir mescidi vakfedip yoluyla beraber mülkünden ayırıp içinde cemaatle
namaz kılınınca ihtilafsız o mescid, mescid olmuş olur.
Ben derim ki: Zahîre'de: "Bir kimsebir
mescid yapıp içinde cemaatle namaz kılınması için izin verdiğinde o mescid,
mescid olmuş olur." diye zikredilmiştir.
Kınye'den naklen Nehir'de zikredilmiştir
ki; bir kimse hanesinin ortasında mescid yapıp insanların oraya girip namaz
kılmaları için izin verirse bakılır: Eğer o mescidin yolunu ayırırsa üç
imamımıza göre o mescid, mescid olmuş olur. O mescide yol ayırmazsa İmam-ı
Azam'a göre o yer mescid olmaz. İmameyn'e göre mescid olur. Yol ayırmasa bile,
yol mescidin hakkıdır. Nitekim bir kimse arazisini kiraya verip yolunu ayırmasa
yol kendiliğinden ayrılmış olur.
Kuhistânî'de zikredilmiştir ki; bir
mescidin vakıf olabilmesi için vakfedenin mülkünden her cihetle ayrılmış olması
lâzımdır. Bundan dolayı bir mescidin altında veya üstünde vakfedene aid
dükkanlar bulunsa, bu mescid vakfedenin mülkünden çıkmış olmaz. Çünkü o mescide
kul hakkı teallûk etmektedir.
T E N B İ H : Bahır sahibi: "Hâvi'nin
kelâmından anlaşıldığına göre mescidin arsasının mescidi yapanın mülkü olması
şarttır." demiştir. Fakat Tarsûsî; "Binanın vakfının câiz olduğuna
göre, kiralanmış bir arsa üzerine mescid yapılması da câizdir." demiştir.
Fetâvây-ı Hayriyye sahibine "çadırdan mescid yapılsa mescid olur mu?"
diye sorulmuş, o da "mescid olmaz" diye fetva vermiştir.
"İmam-ı Azam ile İmam Muhammed'e göre
ilh..." Yani İmam-ı Azam ile İmam Muhammed'e göre vakfedilen bir mülkün
teslim edilmesi lâzımdır. Her vakfın teslimi de vakfedildiği cihete göredir.
Vakfedilen kabristanın teslimi bir kişinin olsun oraya defnedilmesiyledir.
Vakfedilen bir çeşmenin teslimi bir kişinin olsun ondan su içmesiyledir.
Vakfedilen bir hanın teslimi orada bir kişinin olsun misafir olmasıyladır.
Vakfedilen bir mescidin teslimi ise içinde bir kere olsun ezan ve ikametle ve
cehren cemaatle namaz kılınmasıyladır.
Fetih'de zikredilmiştir ki; yeni
vakfedilmiş bir mescidde bir kimse hem imam hem müezzin olup tek başına namaz
kılsa, ittifakla o mescidin vakfı lâzım ve sâbit olmuş olur. Çünkü bu şekilde
kılınan namaz cemaatle kılınmış gibi olur.
Bilindiği gibi bir mescidin içinde kılınan
namaz mescidin teslim edilmesi yerine geçmektedir. Buna göre bir mescid
mütevelliye teslim edilince içinde namaz kılınmış olmasa bile o mescidin vakfı
lâzım ve sabit olur. Esah olan kavil budur.
Keza yeni vakfedilen bir mescid hâkime veya
naibine teslim edildiğinde yine o mescidin vakfı lâzım ve sabit olmuş olur.
"Mescidin içinde ilh..." Yani
bazı fukahaya göre yeni vakfedilen bir mescidin içinde bir kimse namaz kılsa, o
mescidin vakfı lâzım ve sabit olmuş olur. Fakat vakfeden kimse tek başına namaz
kılsa, sahih olan kavle göre o mescidin vakfı lâzım ve sabit olmaz. Çünkü bir
mescidin vakfının lâzım ve sabit olması için, içinde namaz kılınmasının şart
olması âmme namına teslim alınması içindir. Vakfedenin mescidi kendi nefsi için
teslim alması kifayet etmediği gibi içinde tek başına namaz kılması da kifayet
etmez.
"Eğer yapan kimse mahalle halkından
ise ilh..." Bu ifadeden mescidi ilk defa yapan kimsenin mahalle halkından
olması anlaşılmaktadır. Halbuki mescidi ilk defa yapan kimsenin mahalle
halkından olması şart değil, mescidi yıkıp daha sağlam yapmak isteyen kimsenin
mahalle halkından olması şarttır.
Hindiyye'de zikredilmiştir ki; bir kimse
yapılmış bir mescidi yıkıp daha sağlam yapmak istese buna müsaade edilmez.
Fakat yıkılmasından korkulursa, onu yıkıp yeniden yapmasına müsaade edilir.
Yıkılmasından korkulan bir mahalle
mescidinin banisi o mahalle halkından olmazsa mahalle halkı o mescidi yıkıp
yeniden yaparlar, hasırlarını ve kandillerini değiştirirler. Bunları kendi
paralarıyla yaparlar. Hâkimden izinsiz o mescidin parasını sarf edemezler.
İçmek ve abdest almak için havuzlar yaparlar. Yıkılmasından korkulan bir
mescidi o mahalle halkının yapması, o mescidin bânisi bilinmediğine göredir.
Eğer bânisi bilinirse onun yapması evlâdır. Bir mescidin banisinin vârisleri, o
mahalle halkının o mescidi yıkıp genişletmelerine mâni olamazlar. Mahalle halkı
mescidin kapısını başka tarafa çevirebilirler. Hâniyye.
Câmiu'l-Fetâvâ'da zikredilmiştir ki; içinde
namaz kılınmayan bir mescidin yıkılıp onun malzemesiyle başka bir yerde mescid
yapılması caizdir. Bânisi bilinmeyen bir mescidin satılıp parasının başka bir
mescide sarf edilmesi de câizdir:
Ben derim ki: Hindiyye'nin İhyâu'l-Mevât
(sahipsiz yerlerin ihyası) bahsinin birinci babının sonunda zikredilmiştir ki;
bir kimse bir mescidde kuyu kazmak istese, eğer kuyunun mescide bir zararı
olmayıp bilakis faydası olursa, kazmasına müsaade edilir.
"Mescidin üstüne ev yapıp ilh..."
Yani vakfeden kimse mescidin üstüne ev yapmış olursa bakılır: Eğer o ev,
mescidin faydası için yapılmışsa o mescid vakıf olmuştur. Mescidin faydası için
yapılmamışsa o mescid, vakıf olmuş sayılmaz.
Velhasıl: Bir mescidin mescid olabilmesi
için, mescidin altının ve üstünün mescid olması şarttır. Çünkü bir mescidden
kul hakkının kesilmiş olması lâzımdır. Nitekim Allah Teâlâ'nın :
"Hakikatda mescidler
Allah'ındır." (Cin suresi, ayet: 18) Kavl-i kerimi de bunu nâtıkdır. Fakat
mescidin faydası için vakfedilmiş, mescidin altında veya üstünde bulunan bina,
mescidin mescid olmasına zarar vermez.
METİN
= Mescidin veya başka bir vakfın harap
olması beyânında =
Bir mescidin etrafı harab olup kendisine
muhtaç olunmasa İmam-ı Azam ile İmam Ebu Yusuf'a göre, o mescid kıyamete kadar
mescid olarak bâki kalır. İmam Muhammed'e göre, bânisi hayatta ise bânisinin,
hayatta değil ise vârislerinin mülküne intikal eder. İmam Ebû Yusuf'dan diğer
bir rivâyete göre, hakimin izniyle o mescidin enkazı başka bir mescide nakil
olunur. Kendisine muhtaç olunmayan bir mescidin otları ile hasırlarında da aynı
ihtilâf vardır. Kezâ kendisine muhtaç olunmayan kervansarayla kuyuda da aynı
ihtilâf mevcuddur.
= Bir mescidin veya her hangi bir vakfın
enkazının nakli beyanındaki=
Kendisine muhtaç olunmayan mescidin,
kervansarayın, kuyunun ve havuzun vakıfları kendilerine en yakın olan mescide,
kervansaraya, kuyuya ve havuza sarf olunur. Bu İmam-ı Azam ile İmam Ebû
Yusuf'un kavline göredir. Dürer.
Yine Dürer'de zikredilmiştir ki; bir kimse
bir mülkünü fakirlere vakfedip mütevelliye teslim ettikten sonra "filan ve
filan kimselere o mülkün gelirinden şu kadar meblağ verilsin" diye
emretse, bu emri sahih olmaz. Çünkü mütevelliye teslim edip vakıf olarak tescil
edilmiş olduğundan mülkünden çıkmıştır. Eğer o mülk vakıf olarak tescil
edilmeden önce emrederse, emri sahih olur. Fakat Müeyyid Zâde Fetavasında
zikredilmiştir ki; vakıf tescil edilmiş olsa bile vakfeden kimsenin vakıf
şartlarından dönmesi câizdir.
İki vakfın, vakfeden ile vakfedilen
cihetleri bir olup, vakıflardan birinin harab olması sebebiyle kendilerine
vakfedilenlerden bazılarının hisseleri azalsa, hakimin harab olmayan vakfın
fazla olan gelirinden hissesi azalmış olanlara sarf etmesi câiz olur. Çünkü o
iki vakıf bir vakıf gibidir. Eğer iki vakfın vakfeden ile vakfedilen cihetten
birisi değişik olup meselâ; iki kimse iki mescid veya bir kimse bir mescid ile
bir medrese yaptırıp bunlara mülkünü vakfetse, hâkim bu vakıflardan birinin
gelirini diğerine sarf edemez.
= Gayr-i menkul mallara tebaan menkul
malların vakfının caiz olması beyanında =
Bir kimse çiftliğini öküzleriyle, çiftlikte
çalışan köleleriyle ve ekim âletleriyle beraber vakfetse, çiftliğe tebaan
menkul (taşınılabilen) malların da vakfedilmesi istihsânen sahih olur.
Kervansaraya misafir olanlara hizmet etmesi için köle vakfedilmesi câizdir. O
kölenin nafakası ve cinayeti vakfın malından verilir. O vakıf köle kasden
öldürülürse katili kısas edilmeyip kölenin kıymetini vermesi vâcib olur. Alınan
kıymet ile öldürülen kölenin yerine başka bir köle satın alınır.
= Vakfedilmiş olarak bir malın vakfının
sahih olduğuna hüküm verilmesi beyânında =
Taksim edilmesi mümkün olan ortak bir
maldaki hissenin vakfının câiz olduğuna dair hüküm verilirse, o ortak maldaki
hissenin vakfı sahih olmuş olur. Çünkü bu mesele, ihtilâf edilen
meselelerdendir. Bundan dolayı Hanefî mezhebine bağlı bir hâkimin taksimi
mümkün olan ortak bir maldaki hissenin vakfının sahih veya batıl olmasıyla
hüküm vermesi câizdir.
Bir meselede sahih iki kavli bulunduğu
takdirde bu iki kavilden hangisiyle fetva veya hüküm verilse caiz olur. Bahır.
İZAH
"Bir mescidin etrafı harab olup
ilh..." Yani mescid sağlam olduğu halde etrafında olan haneler ve
dükkanlar harab olup kendisine ihtiyaç kalmasa yahut bir mescid harap olup
tamir edilmesi için geliri bulunmaz da başka mescid yapılmış olduğundan
insanların o harap mescide ihtiyacı kalmazsa, İmam-ı Azam ile İmam Ebû Yusuf'a
göre o mescid, mescid olarak kıyamete kadar bâki kalır. O mescide mîrasçı
olunmaz. O mescid yıkılıp enkazı ve eşyası başka mescide taşınamaz. Fetih.
"İmam Muhammed'e göre ilh..."
Yani İmam Muhammed'e göre bir mescide ihtiyaç kalmadığı takdirde o mescid
bânisinin veya varislerinin mülküne intikal eder.
Bir vakıf yıkılıp tamir etmek için geliri
bulunmadığı takdirde İmam Muhammed'e göre o vakıf vakfedenin veya varislerinin
mülküne intikal eder. İmam Ebu Yusuf'a göre intikal etmez. Fakat İmam
Muhammed'e göre o vakfın vakfedenin veya varislerinin mülküne intikal
edebilmesi için o vakıfdan hiç bir suretle faydalanmak mümkün olmadığına
göredir. Mesela vakıf olan bir dükkan yanıp hiç bir surette kiraya verilemez
bir hale gelse yahut bir kervansaray veya bir mahalle havuzu harap olup tamir
edilecek gelirleri bulunmasa vakfedenin veya varislerinin mülküne intikal eder.
Ama gelir getirmesi için vakfedilmiş bir vakıf yıkıldığında o vakıfın kendisi
vakfedenin veya varislerinin mülküne intikal etmeyip enkazı intikal eder. Yeri
vakıf olarak kalıp az bir ücretle de olsa kiraya verilir. Kervansaray ve
benzeri vakıflar böyle değildir. Çünkü onlar içinde kalınması için
vakfedilmiştir. Yıkıldığı zaman içinde kalınması mümkün olamayacağından
vakfedenin mülküne intikal eder. Ama gelir getirmek için vakfedilmiş olan bir
hane harap olduğunda enkazı temizlenip arsası bina yapacak veya ağaç dikecek
bir kimseye az bir ücret karşılığında olsa bile kiraya verilebilir.
"İmam Ebû Yusuf'tan diğer bir rivayete
göre ilh..." İs'afda zikredilmiştir ki; bir mescid ve etrafındaki haneler
harap olup insanlar oradan dağılsalar, İmam Ebû Yusuf'a göre o mescid
vakfedenin mülküne intikal etmez; hakimin izniyle enkazı satılıp parası başka
bir mescide sarfolunur.
"Bir mescidin otları ilh..." Yani
bir mescidin hasırlarına, kandillerine ve hasır yerine serilen otlarına ihtiyaç
kalmadığında İmam Muhammed'e göre bunlar vakfedenin veya varislerinin mülküne
intikal eder. İmam Ebû Yusuf'a göre başka bir mescide naklolunur.
Bahır'da zikredilmiştir ki; fetva mescidin
hasırı, kandili, süpürgesi gibi aletleri hususunda İmam Muhammed'in kavline
göre, mescidin ebedi olması hususunda ise İmam Ebû Yusuf'un kavline göredir.
"Kervansaray ilh..." Bundan murad
fakirler için yapılmış imarethaneler, tekkeler, yolcular için yapılmış
kervansaraylardır. Bir kervansaray veya bir kuyu kendisinden hiç bir suretle
istifade edilemeyecek şekilde harab olsa, İmam Muhammed'e göre vakfedenin veya
varislerinin mülküne intikal eder. İmam Ebû Yusuf'a göre intikal etmez.
"Kendilerine en yakın olan mescide,
kervansaraya ilh..." Yani harap olup kendisine muhtaç olunmayan bir
mescidin vakıfları kendisine en yakın olan mescide sarf olunur. Kervansaraya,
havuza, kuyuya sarf olunmaz. Buna göre kendisine muhtaç olunmayan kervansaray,
havuz, kuyu gibi şeylerin vâkıfları da kendilerinin cinsinden olanlara sarf
olunur. Başka cinsten olanlara sarf olunmaz.
Hâniyye'de zikredilmiştir ki; İmam Ebû
Şücâ: "Yolun değişmesiyle yolcuların muhtaç olmadığı bir kervansarayın
vakfının geliri kendisine en yakın olan kervansaraya sarf olunur. Nitekim bir
mescid harap olup kendisine ihtiyaç kalmadığında hâkime bildirilir. Hâkim de o
mescidin kerestesini satıp parasını başka bir mescide sarf eder."
demiştir.
Bazı fukahaya göre kendisine ihtiyaç
kalmayan kervansaray, vakfedenin veya vârislerinin mülküne intikal eder. Keza,
ammeye aid olan havuz harap olduğunda o da vakfedenin veya varislerinin mülküne
intikal eder.
Zahîre'de zikredilmiştir ki;
Şemsü'l-eimmeti'l-Hulvânî'ye "Bir mescid veya bir havuz harap olup
etrafındaki insanlar dağıldığı için kendisine ihtiyaç kalmasa, hâkimîn onların
vakıflarını başka bir mescid veya başka bir havuza sarf etmesi câiz olur
mu?" diye sorulmuş, o da "câiz olur" diye cevap vermiştir.
Kınye'den naklen Bahır'da da böyle zikredilmiştir.
Ben derim ki: İmam Ebu Şüca ile İmam
Hulvânî'nin fetva verdikleri gibi bilhassa zamanımızda mescid, ribat veya havuz
gibi bir vâkıfa ihtiyaçkalmadığında bunların malzemesi ve bunlara aid olan
vakıflar başka bir mescide, ribata, havuza nakledilmelidir. Nakledilmediği
takdirde bunların enkazını hırsızlar ve zorbalar alır, vakıflarını da
mütevellileri veya başkaları yer. Bir de nakledilmediği takdirde bunun enkazına
muhtaç olan diğer mescidin de harap olması lâzım gelir. Benden "Emevî
Camiinin sahnını döşemek için Dımışk'da harap olmuş bir mescidin taşlarının
nakledilmesi hususunda fetva istediler. "Ben de Şürunbulâli'ye tâbi olarak
"nakledilmesi caiz değildir" diye fetva verdim. Sonra zorbaların o
mescidin taşlarını kendi nefisleri için almış olduklarını duydum, vermiş
olduğum fetvaya pişman oldum.
Fetavây-ı Nesefi'de zikredilmiştir ki; köy
halkı göçüp mescitlerini harap olmaya bıraktıklarında bir kimse hâkimin emriyle
o mescidin malzemesini satıp parasını başka bir mescide sarf edebilir.
"İki vakfın vakfeden ile vakfedilen
ciheti bir olup ilh..." Bir mescidin, birisi tamiri diğeri imam ile
müezzin için olmak üzere iki vakfı bulunup, imam ile müezzin için olan vakfın
geliri az olduğundan durmasalar, eğer bu iki vakfı bir kimse vakfetmiş ise
hâkim, mahalle halkının tasvipleri ile o mescidin tamiri için olan vakfının
fazla gelirini imam ile müezzine sarf eder. Çünkü vakfedenin maksadı vakfını ihya
etmektir. Bahır.
"Bu iki vakıftan birinin gelirini
diğerine sarf edemez ilh..." Valvalciyye'de zikredilmiştir ki; bir
mescidin çeşitli vakıfları bulunsa, mütevellinin o vakıfların gelirlerini
birbirine katmasında, vakıflardan birisi harap olduğunda diğer vakıfların
geliri ile onu tamir etmesinde bir beis yoktur. Çünkü vakıfların cihetleri her
ne kadar ayrı olsa bile hepsi mescid için vakfedilmiş olduğundan manen birdir.
Bezzâziye'de de böylece zikredilmiştir.
Remli Hayrüddin: "Vakıf olan iki
haneden birisi, içinde oturulması için; diğeri de gelir getirmesi için
vakfedilmiş olsa cihetleri ayrı olmuş olduğundan birisinin geliri diğerine sarf
edilemez." demiştir.
"İstihsanen sahih olur ilh..."
İs'âf'da zikredilmiştir ki; bir arazi vakfedilince üzerinde ağaçlar, binalar
söylenmeden vakfa dahil olur. Fakat vakıf zamanında arazide bulunan ekinler,
ağaçlar üzerinde bulunan meyveler vakfa dahil olmaz, vakfedenin mülkü olarak
kalır. İstihsana göre, bu ekinler ile meyvelerin vakıf yoluyla değil, nezir
yoluyla tasadduk edilmesi lâzım gelir. Eğer araziyi vakfeden "şu arazimi
içinde bulunan ekinleri, meyveleri ve bütün hukûkî ile beraber vakfettim"
derse bu takdirde vakfa dahîl olurlar. Vakfedilen bir mülke tebaan onun yolu su
hakkı, su yolu gibi o mülke aid olan haklar zikredilmiş olmasa bile vakfa dahil
olmuş olur. Mezarlık olmak üzere vakfedilen bir arsa içinde bulunan ağaçlar ve
binalar vakfa dahil olmaz.
Nâtifi'de zikredilmiştir ki; her şeyi ile
birlikte vakfedilen bir hanenin içinde evcil güvercinler ile arı kovanları
bulunsa, o haneye tebaan güvercinler ile arı kovanları da vakfa dahil olmuş
olur. Nitekim her şeyi ile birlikte vakfedilen bir çiftliğin içinde bulunan
köleler, dolaplar ve ekim âletleri de vakfa dahil olmuş olur.
= Vakfedilen bir mülkün sınırlarının beyân
edilmesi şart değildir =
Bir vakfın sahih olması için sınırlarının
beyân edilmesi şart değildir. Çünkü şart olan vakfedilen bir mülkün
bilinmesidir. Bundan dolayı bilinen ve meşhur olan bir hanenin sınırları beyân
edilmese bile vakfı sahih olur. Fetih.
"Taksim edilmesi ilh..." Yani
taksim edilmesi mümkün olan ortak bir malın vakfı İmam Ebu Yusuf'a göre
caizdir. Çünkü İmam Ebû Yusuf'a göre bir kimsenin sadece "şu mülkümü
vakfettim" demesiyle vakıf yapılmış olur. O mülkün bir mütevelliye teslimi
veya vakfedilmiş olduğuna dair tescil edilmesi şart değildir. İmam Muhammed'e
göre taksimi mümkün olan ortak bir malın vakfı câiz değildir. Çünkü İmam
Muhammed'e göre yapılan bir vakfın sahih olması için bir mütevelliye teslim
edilmesi veya tescil edilmesi şarttır. Taksim edilmesi mümkün olmayan ortak bir
malın vakfı ittifakla câizdir. Fakat mescid ile makberede câiz değildir.
"Hanefî mezhebine bağlı bir hâkimin
ilh..."
= Hanefi mezhebinden olan bir hâkim imam
Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'in kavilleriyle hüküm verdiğinde mezhebine muhalif
olarak hüküm vermiş olmaz =
Vakfedilmiş ortak bir malın vakfının caiz
olduğuna dair hüküm verilince -hüküm veren hâkim gerek Hanefi, gerekse başka
mezhebden olsun müsavidir - o ortak malın vakfı sahih olmuş olur. Mezheb
sahibimiz İmam-ı Azam'a göre ortak bir malın vakfı sahih değil ise de
talebeleri olan İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'e göre sahihdir. İmam Ebû
Yusuf ile İmam Muhammed'in kavilleri İmam Azam'ın mezhebinin dışında değildir.
Buna göre Hanefî mezhebinden olan bir hâkim İmam Ebû Yusuf veya İmam
Muhammed'in kavliyle hüküm verdiğinde mezhebine muhalif olarak hüküm vermiş
olmaz. Bundan dolayı Dürer'in Kaza Bahsinde zikredilmiştir ki: Hanefî olan bir
hâkim, Şâfiî veya Malikî mezhebine göre hüküm verdiğinde kendi mezhebine muhâlif
olarak hüküm vermiş olur. Ama İmam Ebû Yusuf veya İmam Muhammed gibi İmam-ı
Azam'ın talebelerinden birisinin kavliyle hüküm verdiğinde kendi mezhebine
muhalif olarak hüküm vermiş olmaz. Çünkü İmam-ı Azam'ın talebelerinin kavilleri
İmam-ı Azam'ın mezhebinin dışında değildir. İmam-ı Azam'ın talebeleri:
"Bizim kavillerimiz, İmam-ı Azam'dan rivâyet ettiğimiz kavilerdir."
demişlerdir.
= Bir kimsenin menkûl (taşınabilen) malını
kendi nefsine vakfetmesi=
Bir kimse vakfının gelirini kendi nefisine,
sonra fakirlere şart kılsa, İmam Ebû Yusuf'a göre vakıf caiz olup şarta riayet
edilir. Fakat İmam Muhammed'e göre vakıf câiz olmaz. İnsanları vakfa teşvik
için fetva, İmam Ebû Yusuf'un kavline göredir.
Menkûl malların meselâ Mushaf-ı şeriflerin,
kitabların veya arsası vakfedilmeksizin üzerindeki binanın vakfedilmesi İmam
Ebû Yusuf'a göre câiz değildir. Fakat İmam Muhammed'e göre câizdir. Bu meselede
fetva İmam Muhammed'in kavline göredir. Bir kimse menkûl olan bir malını kendi
nefsine, sonra fakirlere vakfetse, bu vakıf İmam Ebû Yusuf'a göre de, İmam
Muhammed'e göre de câiz olmaz. Çünkü bu vakfın câiz olduğuna hüküm verilmiş
olsa, İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'in kavillerinin telfiki
(birleştirilmesi) lâzım gelir, telfik ise icmâ ile batıldır. Nitekim birinci
cildin evvelinde geçmiştir.
= Bir mesele hakkında iki sahih kavil
bulunması =
Bir meselede iki sahih kavil bulunursa, bu
îki kavilden hangisiyle fetva veya hüküm verilirse câiz olur. Ama bu, o iki
kavilden birisi diğerinden daha kuvvetli olmadığına göredir. Eğer birisi
diğerinden daha kuvvetli ise, bu takdirde muhayyerlik yoktur, hangisi kuvvetti
ise onunla fetva veya hüküm verilir. Meselâ; iki kavilden birisi
"sahih", diğeri "fetva bunun üzerine" lâfzıyla kayıdlanmış
olursa, "fetva bunun üzerine" diye kayıdlanan kavil ile amel edilmesi
evlâdır. Çünkü bu kavil daha kuvvetlidir.
Keza: iki sahih kavilden birisi metinlerde
zikredilir veya zâhir rivâyet olur veya ekseri ulema bunun üzerinedir
denilirse, bu kaville amel edilir. Nitekim bu bahis birinci cildin evvelinde
zikredilmiştir,
Bir meselede iki sahih kavil olup, onlardan
biriyle fetva veya hüküm verildikten sonra tekrar o mesele hakkında diğer kavil
ile fetva veya hüküm verilmesi caiz olmaz. Ama başka bir meselede diğer kavil
ile fetva veya hüküm verilebilir. Keza; bir müftü iki sahih kavilden hangisi
dini cihetten menfaatlıysa onunla fetva vermelidir.
METİN
= Örf ve adet hakkında =
Gayr-i menkûl mallara tebaan menkûl
malların vakfı sahih olduğû gibi, örf ve âdet bulunan yerlerde kasden ve
müstakil olarak menkûl malların vakfı da sahihtir. Meselâ; baltanın, keserin,
gümüşün, altının vakfı sahihtir.
Şârih der ki; Müftü Ebussuud Efendinin
Maruzat'ında "Saltanat-ı seniyyeden hâkimlere "menkûl malların
vakfedilmelerinin sahih olduğuna dair hüküm veriniz" diye emir varid
oldu." diye zikredilmiştir.
Ölçek veya tartı ile satılan menkûl bir mal
vakfedildiğinde satılır, parası müdârebe veya bidâa yoluyla verilir. Buna göre
bir kimse tohumluk buğday vakfedip mütevelliye teslim etse, tohumu olmayana
verilip harman zamanı aynı mikdar alınır; yine tohumu olmayan başka birine aynı
şeklide verilir, bu câizdir. Hülasa.
Yine Hülâsa'da zikredilmiştir ki; bir kimse
ineğini vakfedip ondan elde edilen sütün ve yağın fakirlere verilmesini şart
kılsa, eğer ineğin böyle vakfedilmesi âdet ise, bu vâkfın câiz olması umulur.
Örf ve âdet olan beldelerde çömlek,
tencere, kazan, tabut, tabut üstüne örtülen örtü, Mushaf-ı şerif, dinî ve ilmî
kitaplar gibi menkûl şeylerin vakfedilmesi sahihdir. Zira örf ve âdet ile kıyas
terk edilir. Bir hadis-i şerifte: "Müslümanların güzel gördükleri şeyler,
Allah Teâlâ katında da güzeldir." buyurulmuştur.
Vakfı örf ve âdet olmayan elbise, ayakkabı
gibi giyim eşyasının ve halı, kilim, yatak, hasır gibi ev eşyasının
vakfedilmesi sahih olmaz. Menkûl malların vakfının sahih olması İmam
Muhammed'in kavline göredir. Fetva da bunun üzerinedir. Bahır sahibi: "örf
ve âdet olmadığı için geminin vakfı sahih değildir." demiştir.
Bezzâziye'de: "Fakirlere elbise vakfedilmesi câizdir. Fakirlere elbiseler
kışın verilir, o elbiseleri yazın geri verirler." diye zikredilmiştir.
Dürer'de zikredilmiştir ki; bir kîmse bir
mescidin cemaatine okusunlar diye Mushaf-ı Şerîf vakfetse bakılır: Eğer cemaati
muayyen ise câiz olur. Mushaf-ı Şerifi mescide vakfederse onda okunur ve o
Mushaf o mescide aid olmuş olmaz, başka mescidlere de götürülüp okunabilir.
Bundan faydalanmak için vakıf kitaplarının yerlerinden naklinin câiz olduğu
hükmü bilinmiş olur. Fukaha bu nakille mübtelâdır. Eğer vakfeden kimse,
kitaplarını vakfında hakkı olanlara vakfetmiş ise, o kitapları yerlerinden
nakletmek caiz olmaz.
= Kitapların talebeye vakfedilmesinin hükmü
beyânında =
Vakfeden kimse, kitaplarını talebeye
vakfedip muayyen bir kütüphaneye koysa, bu kitapların oradan naklinin caiz
olmasında ulema arasında tereddüd vâkî olmuştur. Nehir.
İZAH
"Kasden ve müstakil olarak menkûl
malların vakfı da sahihtir ilh..."
= Kasden menkûl malların vakfedilmesi
beyânında =
İmameyn'e göre, gayr-i menkûl mallara
tebaan menkûl malların vakfedilmesinin câiz olmasında ihtilâf yoktur. Nitekim
cihâdda kullanılacak silâhlar ile "kerâ' " denilen atların
vakfedilmesi örf ve âdete bakılmaksızın câiz görülmüştür. Çünkü bunların
vakfedilmesinin câiz olacağına dair delil vardır. Cihâda mahsus olmayan menkûl
malların vakfedilmesinin câiz olmasında ihtilâf vardır. İmam Muhammed'e göre,
vakfı örf ve âdet olan beldelerdemenkûl malların vakfedilmesi câizdir. İmam Ebû
Yusuf'a göre, câiz değildir. Hidâye ile İs'âf'da: "Ekser-i fukaha İmam
Muhammed'in kavlini ihtiyar etmiştir, sahih olan da budur." diye zikredilmiştir.
= Gümüş ile altının vakfedilmesi beyânında
=
Musannıf Minah adlı eserinde:
"Zamanımızda bazı beldelerde gümüş ile altının vakfedilmesi örf ve âdet
haline gelmiştir. Artık bunların vakfedilmeleri cevaz bakımından İmam
Muhammed'in örf ve âdet olan beldelerde menkûl malların vakfedilmesi
câizdir" kavli altına girilmiş olur." demiştir.
Bahır sahibi: "Gümüş ile altının
vakfedilmesi ihtilâfsız caizdir." diye fetva vermiştir. Bu vakfedilen
gümüş ile altın müdârebe (bir taraftan sermaye, diğer taraftan çalışmak ve elde
edilecek kâr aralarında bir nispet dahilinde taksim edilmek üzere kurulan bir
nevi şirkettir) veya bidâa (kârı tamamen vakfa ait olmak üzere başkasına
sermaye verilmesidir) yoluyla verilir, elde edilen kâr vakfedilen cihete sarf
edilir.
"Ölçek veya tartı ile satılan menkûl
bir mal ilh..." Yani ölçek veya tartı ile satılan menkûl bir mal
vakfedildiğinde satılır, parası gümüş ile altında olduğu gibi müdârebe veya
bidâa yoluyla verilir, elde edilen kâr vakfedilen cihete sarf edilir.
"Örf ve adet ile kıyas terk edilir
ilh..." Kıyasa göre menkûl malların vakfedilmesi sahih değildir. Çünkü
vakfedilen bir malın müebbed yani gayr-i menkûl olması şarttır. Menkûl mallar
ise devamlı değildir.
Mebsût'tan naklen şerh-i Birî'de
zikredilmiştir ki; örf ve adet ile sabit olan bir şey, delil öle sabit olmuş
gibidir. Süt ve yağının fakirlere verilmesi şartıyla ineğin, koyunun, keçinin
vakfedilmesinin caiz olması sonradan ortaya çıkan örf ve adete göredir.
Müctebâ'da zikredilmiştir ki; İmam
Muhammed'e göre gayr-i menkûl malların vakfedilmesi mutlak surette caizdir.
Bir kimse bir mülkünü vakfedip onun
gelirinin dörtte biriyle fakirlere veya müezzinlere elbise satın alınmasını
şart kılsa, şartına riayet edilir.
= Vakıf için masraf tayin edildiğinde tayin
edilenler arasında ihtiyaç sahiplerinin zikredilmesi şarttır =
Vakıf gelirinin ebedi kesilmeyecek bir
cihete tayin ve tahsis edilmesi şarttır. Fakirlere, yetimlere, kötürümlere
tahsis böyledir. Vakıf gelirinin sarf edileceği bir cihet söylenmezse, vakıf
sahih olmaz. Bu, İmam-ı Azam ile İmam Muhammed'e göredir. İmam Ebû Yusuf'a göre
ise böyle ebedi bir cihet tayin edilmesi şart değildir.
Kervansaray, han, mezarlık, kitaplar ve
çeşme gibi vakıflardan istifade etme hususunda fakirlerle zenginler müsavidir.
= Vakıf kitapların yerlerinden nakledilmesi
=
Bir kimse kitaplarını muayyen bir
kütüphaneye vakfetse bakılır: Eğer kitaplarını o kütüphanenin bulunduğu semtte
oturanlara vakfetmiş ise, kitapların oradan nakledilmesi ve o semtte oturmayan
kimselerin o kitaplardan istifade etmeleri caiz olmaz. Eğer kitaplarını
talebelere vakfetmiş ise, o kitaplardan her talebenin istifade etmesi câizdir.
Kitapların oradan nakledilmesinde ulema arasında tereddüd vâki olmuştur.
Bir kimse bir mescide cemaatını tayin
etmeksizin Mushaf-ı şerif vakfetse, bazı fukahaya göre Mushaf-ı şerif o
mescidin cemaatını mahsus olup başka mescide nakledilmesi caiz olmaz. Bazı
fukahaya göre ise o Mushaf-ı şerif o mescide mahsus olmayıp başka mescide
nakledilmesi caiz olur. Fakat nakledilmez diyenlerin kavli kuvvetlidir.
METİN
= Bir vakfın geliri ilk önce vakfın
tamirine sarf edilmesi beyanında =
Bir vakfın geliri, vakfeden tarafından
nereye ve kimlere sarf edileceği tayin edilmediği takdirde şu sıraya göre sarf
edilir: Evvelâ tamire muhtaç olan bir vaktin geliri her ne kadar vakfeden şart
kılmış olmasa bile ilk önce tamirine sarf edilir. Çünkü bir vakfın gelirinin
ilk önce tamirine sarf edilmesi iktiza yoluyla sabit olmuş olur. İkinci olarak
mescidin İmamı, medresenin müderrisi gibi vakfın tamirine daha yakın olan cihet
sahiplerine kifayet miktarı verilir.
Üçüncü olarak aydınlanması ve döşemesi gibi
masraflarına sarf edilir. Bu bahsin tamamı Bahır'dadır.
= Bir vakıf tamir edilirken gelirinde hakkı
olanların hisseleri kesilir =
Bir vakıf tamir edilirken vakfa zarar
gelmesinden korkulmazsa gelirinde hakkı olanların hisseleri kesilir. Eğer tamir
edilen vakıf mescid olup imam, hatip, ferras gibi hizmetlilere hisseleri
verilmediği takdirde vakfa zarar gelmesinden korkulursa, bunların hisseleri
kesilmeyip tamirle beraber kendilerine verilir. Fakat vakfa nezaret eden,
kâtiplik yapan, tahsildarlık eden kimseler tamir zamanında çalışırlarsa,
çalıştıklarına karşılık ücret verilir, vakıftaki hisseleri verilmez. Hak olan
da budur. Eşbâh'da: "Bunlara vakıf dan kifayet miktarı yerilir." diye
zikredilmiştir.
Zahire'den naklen Eşbân'da zikredilmiştir
ki, vakfa nezaret eden bir kimse bir vakfın tamire ihtiyaç ve zarureti var iken
gelirini hak sahiplerine sarf etse, sarf ettiği meblağı öder. Ödediği meblağı
vermiş olduğu kimselerden geri alabilir mi? Zahir olan geri olamaz. Çünkü kusur
kendi tarafından vaki olmuştur. Sarf ettiği meblağı ödemesi tamirin gelecek
seneye kadar bırakılması halinde vakfın yıkılacak vaziyette olduğuna göredir,
aksi takdirde ödemez.
Bir vakıf tamir edilirken hak sahiplerinin
kesilen hisseleri düşmüş olur.
Yine Eşbâh'da zikredilmiştir ki; bir kimse
vakıfnamesinde ilk önce vakfının tamirini, kalan gelirin fakirlere veya tayin
ettiği kimselere verilmesini şartkılsa, vakfa nezaret eden kimse, o anda her ne
kadar tamire muhtaç değil ise bile her sene tamire kifayet edecek miktarını
ayırır. Çünkü gelirin bulunmadığı bir sırada tamiri gerektiren bir hadise
ortaya çıkabilir.
Vakfeden kimse tarafından gelirin ilk önce
vakfın tamirine sarf edilmesi şart kılınmış olmazsa, vakıf tamire muhtaç
olduğunda geliri ilk önce tamirine sarf edilir, tamire muhtaç olmadığında
tamiri için gelirinden bir şey ayrılmaz. Buna göre bir vakfın gelirinin ilk
önce tamirine sarf edilmesinin şart kılınıp kılınmaması arasındaki fark
anlaşılmış olur. Bu fark hıfzedilmelidir.
Vehbâniyye'de zikredilmiştir ki; mütevelli
ecr-i misil üzerine bir dânik (dirhemin altıda biri) ziyade verse, ücretin
hepsini öder. Çünkü icâre ücretin hepsine vaki olmuştur.
Şürunbulâli'nin Vehbâniyye şerhinde
zikredilmiştir ki; bir vakfın mesâlihi (ihtiyacı) na vakfolunan vakıfda kayyım,
imam, hatib, müezzin, müderris, kandil yakıcı, ferrâş, vakfa nezaret eden,
zeytinyağı, kandil, hasır, abdest suyu ve abdest suyunu abdest alınacak yere
getirenler dahildirler. Bunlar vakıfda diğer hakkı olanların üzerine takdim
olunurlar. Bunlara vakfın gelirinden verilmesi şart kılınsın veya kılınmasın
vakfın tamirinden sonra hizmetlerine mukabil ücretleri verilir. Bunlara
"şeair-i vakıf" denir. Mübâşir (vakfın gelirini toplayan), şâhid, mescide
devam ederek vaktinin çoğunu mescidin temizliği ile geçiren, vakfın gelirini
toplayıp yerine sarf eden, kütüphaneciler gibî kimseler "şeâir-i
vakıf" dan değildir. "Bazı muhasebe defterlerinde bunlar da vakıfda
diğer hakkı olanlar üzerine takdim olunur" diye yazılı olması şer'i bir
emir değildir.
Bahır'da; "Mescidlerde içilecek suları
kablarına dolduran sınıf ile mescide hizmet eden sınıfın takdimlerinde şübhe
vâki olmuştur" diye zikredilmiştir. Şârih Bahır sahibinin kelâmını
reddederek: "önce mescide hizmet edenler, sonra mescidde içilecek suyu
dolduranlar, daha sonra mesciddeki testi, bardak ve küp gibi âletlerin
temizliğine bakanlar gelir. Bu hususta tereddüt etme" demiştir. Vehbâniyye
şerhinin ibâresi burada sona ermiştir.
Şârih der ki: bir medresenin müderrisi
"şeâir-i vakıf" dandır. Nitekim yukarıda geçmiştir. Fakat bir caminin
müderrisi "şeâir-i vakıf" dan değildir. Çünkü caminin müderrisi gâib
olursa, cami kapanmaz. Ama medresenin müderrisi gaib olursa medrese kapanır.
= Hâkimler ile müderrislerin tatil
günlerinde de ücretlerini hak etmeleri beyanında =
Ramazan ve bayram gibi tatil günlerinde
müderris ücretini alabilir mi? Şârih der ki: Buna dair fukahanın kavillerini
görmedim, lâyık olan müderrisin tatil günleri, hakimin tatil günleri gibi
olmasıdır. Hakimin tatil günlerinin ücretini almasında fukaha ihtilâf
etmişlerdir. Esah olan kavle göre tatil günleri istirahat için olduğundan bu
günlerin ücretlerini almalarıdır. Bu meselenin tafsilâtı Eşbâh'ın
"El-adetü muhakkemetün" kaidesinde zikredilmiştir. Gaib olan
müderrisin beyânı ileride gelecektir. Bu meseleler hıfzedilmelidir.
İZAH
"Bir vakfın gelirinin ilh. .."
Bir vakfın tamiri, vakıfda hakkı olanların hisselerinden önce gelir. Bundan
dolayı tamire muhtaç olan bir vakfın geliri, ilk önce tamirine harcanır, tamiri
yapılmadıkça vakıfda hakkı olanlara bir şey verilmez. Eğer vakıf meyve ağaçları
olup kurumalarından korkulursa, onlar sökülüp vakfın geliriyle fidan alınıp
onların yerine dikilir. Çünkü zamanla ağaçlar kurur. Vakıf bir arazi verimsiz
olduğu takdirde geliri önce onu verimli hale getirmeye harcanır. Vakfı
gözetleme yeri tamire muhtaç olduğunda buranın tamiri de vakıfda hakkı
olanların hisselerinden önce gelir.
Bahır'da zikredilmiştir ki: bir vakfın
gelirinin önce tamirine harcanması, vakfın harabı bir kimse tarafından olmadığı
takdirdedir. Bundan dolayı Valvalciyye'de zikredilmiştir ki; vakıf bir hane bir
kimseye kiraya verilip, kiralayan kimse revakına hayvan bağlayıp vakfı harp
etse, tamir ettirir. Çünkü izinsiz hayvan bağlamıştır.
T E N B İ H : Muayyen bir kimseye
vakfedilmiş olan bir vakıf tamire muhtaç olduğunda o kimsenin malından eski
hali üzere tamir edilir. Harap olursa yine eski hali üzere yapılır. O kimsenin
rızası olmaksızın o vakfın eski hali üzere ziyade edilmesi câiz olmaz.
Fakirlere vakfedilen bir vakıf da tamire
muhtaç olduğunda eski hali üzere tamir edilir, fakirlerin rızası olmaksızın
eski hali üzerine ziyade edilmesi caiz olmaz. Buna göre bir vakıf tamir
edilirken duvarlarının beyaz veya kırmızı ile vakfın malından tezyin edilmesi
câiz olmaz. Ama bunları vakfeden kimse yaparsa mâni olunmaz.
"İktiza (gerektirme) yoluyla
ilh..." Bir vakıf tamire muhtaç olduğunda geliri önce tamirine sarf
edilir. Bu husus vakfeden tarafından şart edilmiş olsun veya olmasın müsavîdir.
Çünkü vakfedenin maksadı vakfının gelirinin ebedi olarak vakfedildiği cihete
sarf edilmesidir. Bu maksadı ise vakfının ancak tamir edilmesiyle devam eder.
Buna göre tamir edilme ciheti iktiza yoluyla şart kılınmış olur.
"Bir vakıf tamir edilirken
ilh..." Bir vakıf tamir edilirken vakfa zarar gelmesinden korkulmazsa,
vakfıda hakkı olanların istihkakları kesilir. Fakat tamir edilen vakıf mescid
olup imam ve benzeri gibi hizmetlilerin istihkaktan kesildiği takdirde mescidin
kapanması gibi vakfa büyük bir zarar geleceğinden korkulursa, bunların
istihkakları kesilmeyip tamirle beraber kendilerine verilir. Ancak mescidin
harap olmasından korkulursa, bunların istihkakları da kesilir.
Hâkimin emriyle mütevelli ve kayyım gibi
kimseler mescidin veya vakfın tamirinde çalışırlarsa ücret almaları sahih olur.
Velhasıl: Bir vakıf tamir edilirken vakıfda
hakkı olanlardan istihkakları kesildiği takdirde vakfa zarar gelmesinden
korkulursa onların istihkakları kesilmez, fakat istihkakları kesildiği takdirde
vakfa zarar gelmeyecek olanlara tamir sırasında bir şey verilmez. Vakıfda hakkı
olanlar hâkimin emriyletamirde çalışırlarsa kendilerine çalıştıkları müddetin
ücreti verilir.
Bir vakfın tamir edilmesi zaruri olup bütün
geliri ancak tamirine yetecek olsa, gelirinin hepsi tamirine harcanıp vakıfda
hakkı olanlardan hiç birine bir şey verilmez. Eğer tamirden sonra gelirden bir
şey kalırsa, hizmetlerine devam etmedikleri takdirde vakfa zarar gelecek
kimselerin istihkakları verilir. Eğer bir vakfın tamiri zaruri olmazsa, yani
gelecek seneye kadar tamir edilmediği takdirde yıkılmayacak bir vaziyette
bulunursa, tamiri gelecek senenin geliri elde edilinceye kadar tehir edilip
mevcut olan gelir vakıfda hakkı olanların hizmet derecelerine göre istihkakları
kifayet miktarı verilir.
"Mütevelli ecr-i misil üzerine bir
danik ilh. " Bir mütevelli mescidin tamirinde ecr-i misli bir dirhem olan
bir şahsı bir dirhem ve bir dirhemin altıda biriyle çalıştırsa, insanların
aldanamayacağı derecede fazla ücret verdiği için ücretin hepsini kendi malından
öder.
Hâniyye'den naklen Bahır'da zikredilmiştir
ki: bir dirhemin altıda biri insanların aldanmayacağı miktardır. Dirhemin
altıda birinden azı ise insanların aldanacağı mikdar olup, bundan sakınmak
mümkün değildir.
"Bir medresenin müderrisi ilh..."
Eşbah'da zikredilmiştir ki; bir medresenin müderrisinin "şeâiri
vakıfdan" olması için vakfedenin şartının hükmü üzere tedrise devam
etmesiyle olur. Ama zamane müderrisleri gibi tedrise tam devam etmeyenler
"şeâir-i vakıfdan" olmazlar.
Bir müderris tedrise devam ettiğini iddia
edip mütevelli devamını inkâr etse, yeminiyle müderrisin sözü kabul edilir.
Müderrisin vârisleri babalarının tedrise devam ettiğini iddia edip mütevelli
inkâr etse, yine yeminleriyle varislerin sözü kabul edilir.
Kezâ: Vakıfda vazifeli olanlardan herhangi
bir kimse vazifesine devam ettiğini iddia edip mütevelli inkâr etse, yeminiyle
vazifelinin sözü kabul edilir.
= Talep bulamadığı için ders okutamayan
müderris beyanında =
Bir müderris muayyen medresede tedris için
hazır bulunduğu halde okutacak talebe bulamasa ücretini hak etmiş olur. Çünkü
okutması şart kılınan talebelerden başkalarını okutması mümkündür.
Bir müderris tedrisi şart kılınan
talebelerden başka talebelere tedriste bulunsa yahut içinde tedrisi şart
kılınan medresede tedris mümkün olmadığından dolayı başka bir medresede tedrise
devam etse, ücretini hak etmiş olur.
Mütevelli ve tahsildar gibi vakıfda
vazifeli olanlardan birinin kendi kusuru olmaksızın vazifeli bulunduğu vakıfda
çalışmasına bir mani bulunduğundan dolayı çalışamasa, tayin edilen ücretini
alır. Fetâvây-ı Hanûti.
"Hakimin tatil günleri gibi olmalıdır
ilh..." Eşbah'da zikredilmiştir ki; bir hâkim kendisine beytülmaldan tayin
ve tahsis edilen ücreti tatil günlerinde de alabilir mi? Bu husus da fukaha
arasında ihtilâf vardır. Muhît'te: "Ekseri fukahaya göre tatil günü
istirahat için olduğundan o günün ücretini de alabilir. Bazı fukahaya göre ise
alamaz." diye zikredilmiştir. Münye'de: "Esah olan kavle göre, hâkim
tatil günlerinde beytülmalden kifayet miktarı alabilir." diye
zikredilmiştir.
Vehbâniyye'de zikredilmiştir ki: lâyık olan
müderrisin tatil günleri de hâkimin tatil günleri gibi olmasıdır. Çünkü tatil
günü istirahat içindir. Hakikatte ise tatil günleri himmet sahiplerine göre
mütalâa ve yazmak içindir. Fakat zamanımızdaki fukaha çok günlerde tatil
yapmayı, az günlerde ders okutmayı örf ve adet edinmişlerdir.
Kınye'de zikredilmiştir ki; vakfeden
tarafından her günün dersi için muayyen bir ücret tahsis edilen bir medresede
ders okutan bir müderris cuma veya salı günü ders okutmasa, o günün ücretini
alması helâl olmaz, o günün ücreti medresenin diğer ihtiyaçlarına harcanır.
Fakat vakfeden tarafından ücret her günün dersi için tahsis edilmemiş ise,
haftada cuma veya salı günü ders okutmasa da o günün ücretini alabilir. Çünkü
bu takdirde bugünler örfen ders okutulmaktan istisna edilmiştir. Buna göre
Ramazan-ı şerif ve bayram günleri de ders okutulmaktan istisna edilmiş olur.
Haftanın diğer günlerinden birinde ders okutmasa - gerek ücret her günün dersi
için tahsis edilmiş olsun, gerek olmasın - o günü ücretini alamaz.
METİN
Oturulmaya vakıf bir hanenin tamiri, içinde
oturması şart kılınan kimse üzerinedir. İçinde oturması şart kılınanlar birkaç
kişi olsa bile kendi mallarıyla tamir ederler, vakfın geliriyle tamir
edemezler. Çünkü zarar menfaat karşılığındadır. Esah olan kavle göre tamir,
vakfedenin vakfettiği hâli üzerine yapılır. Eğer içinde oturması şart kılınan
kimse hanenin tamirinden kaçınır veya fakirliğinden dolayı aciz olursa, hakim o
haneyi kirasına mahsuben tamir etmek üzere ya içinde oturana veya başkasına
kiraya verip, kirasıyla o haneyi eski hâli üzere tamir eder, eski hali üzerine
ziyade etmez. Ancak içinde oturması şart kılınan kimsenin rızasıyla ziyade
eder.
İçinde oturması şart kılınan kimse tamirden
kaçınırsa, tamir etmesi için cebrolunmaz.
İçinde oturması şart kılınan kîmsenin tamir
için o haneyi kiraya vermesi sahih değildir. O haneyi kiraya ancak mütevelli
veya hâkim verebilir. Vakfın ve içinde oturması şart kılınan kimsenin haklarına
riayet etmek için tamir masrafı kiradan ödenince, bu hane yine içinde oturması
şart kılınan kimseye iâde edilir.
Geliri vakıf bir hanenin tamiri, geliri
kendisi için şart kılınan kimse üzerine değildir. Çünkü içinde oturmak ona aid
değildir. İçinde otursa kira vermesilâzım gelir mi? Zahir olan lâzım
gelmemesidir. Çünkü lâzım gelse, alınan kira tekrar kendisine verileceği için
bir fâide hasıl olmaz. Ancak tamire muhtaç olursa, mütevelli hanenin kirasını
alır da onunla haneyi tamir eder. Eğer hanede oturan mütevelli olursa, hâkim
onu üzerinde olan kira ile tamire cebreder. Mütevelli tamir etmezse, hıyaneti
ortaya çıktığından hâkim kendisini azledip haneyi tamir etmesi için onun yerine
başka bir mütevelli tayin eder.
Vakfeden kimse vakfettiği hanenin gelirini
ve haneye yapılacak masrafı haneyi kendisine vakfettiği kimseye şart kılsa, bu
vakıf ile şart sahih olur. Bu haneyi kendisine vakfedilen kimse tamir etmek
üzere cebrolunur mu? Zâhir olan cebrolunmaz.
Fetih'de zikredilmiştir ki; hâkim tamire
muhtaç olan haneye kiracı bulamasa, buna dair bir kavil görmedim, fakat
hatırıma gelen şudur: Hakim kendisine vakfedilen kimseyi o haneyi tamir etmesi
ile vakfedenin varislerine vermesi arasında muhayyer kılar.
Şârih der ki; içinde oturması kendisine
vakfedilen kimse varis olursa, bu hususta bir kavil görmedim.
Fetâvây-ı Kariül-Hidaye'de zikredilmiştir
ki; harap olmaya yüz tutmuş bir vakıf ya değiştirilir veya satılıp parası
vakfedenin vârislerine veya fakirlere verilir.
İZAH
= Vakıf bir haneyi içinde oturması şart
kılınan kimse kendi malıyla tamir ettîğinde yapmış olduğu tamire mâlik olur.=
Vakıf bir hane tamire muhtaç olup içinde
oturması şart kılınan kimse o haneyi kendi malı ile tamir etse, yapmış olduğu
tamire mâlik olur. Öldüğünde de vârislerine intikal eder. Buna göre o hane bu
tamir eden kimsenin vefatından sonra içinde oturması şart kılınan şahsa
verilince, o şahsa bu tamirâtın masrafını ölen kimsenin vârislerine verip o
hanede oturması istenir. Eğer o şahıs bu tamirat masrafını vermekten kaçınırsa
o hane, ücretinden tamiratın masrafı temin ve tamamen vârislere verilinceye
kadar hâkim tarafından başkasına kiraya verilir. Tamir masrafı ödendikten sonra
o şahsa teslim edilir, yoksa o şahıs yapılan tamiratın yıkılmasına razı olamaz.
Fakat o haneye badana ve sıva gibi duvarlara tabi olan bazı tamirler yapsa,
bunlar vakfa teberru olmuş olur.
"Vakfın geliriyle tamir edemezler
ilh..." Çünkü içinde oturması şart kılınan kimse gelirine mâlik olamaz.
Aksinde yani vakıf bir hanenin geliri kendisi için şart kılınan kimsenin o
hanenin içinde oturabilmesinde fukaha ihtilâf etmiştir. Râcih olan kavle göre
oturabilir.
"Tamirden kaçınırsa ilh..." Eğer
içinde oturması şart kılınan bir kaç kişi olup içlerinden birisi tamirden
kaçınırsa, onun hissesi kiraya verilip alınan kira ile tamir edilir. Tamir
masrafı bitince hissesi tekrar kendisine iade edilir. İs'âf. Bir kimse gayr-i
menkûl bir vakfı gasbetse, kirasını vermesi lazım gelir. Çünkü vakfın menfaati
ödenir.
"O haneyi kiraya ancak mütevelli veya
hâkim verebilir ilh..." Hâkim, mütevellisi bulunan bir vakıfta -her ne
kadar mütevelli kendisi tarafından tayin edilmiş olsa bile- tasarrufta
bulunamaz. Eğer mütevelli, tamire muhtaç olan bir vakfı tamir etmekten kaçınır
veya vakfın mütevellisi bulunmazsa, bu takdirde hâkim o vakıfta tasarruf
edebilir. Çünkü mütevellinin hususî velayeti, hâkimin umumi velâyetinden daha
kuvvetlidir. Eşbâh.
Fetavây-ı Hânûti'de zikredilmiştir ki;
fukaha: "Hâkim, ölmüş bir kimsenin vasisi mevcud iken yetimlerin malında
tasarruftan men olunur." demişlerdir. Buna göre bir vakfın mütevellisi
mevcud iken hâkim o vakfı kiraya veremez. Ancak mütevelli bulunmaz veya vakfı
kiraya vermekten kaçınırsa, bu takdirde hakim kiraya verebilir.
T E N B İ H : Şarihler mütevelli veya
hâkimin bir vakfı tamirinin hükmünü zikretmemişlerdir. Muhît'te: "Vakıf
bir hane tamire muhtaç olduğunda onun tamiri içinde oturması şart kılınan kimse
üzerinedir. Çünkü bu tamir ücreti, faydalanmasının karşılığıdır. Faydalanmak
ise kendisine aiddir. Mütevelli veya hakim, o haneyi tamir etmek için kiraya
verse, içinde oturması şart kılınan kimsenin menfaati için kiraya vermiş
olur." diye zikredilmiştir.
"Vakfın ve içinde oturması şart
kılınan kimsenin haklarına riayet etmek için ilh..." İçinde oturulmak
şartıyla vakfedilen bir hane tamire muhtaç olduğunda içinde oturması şart
kılınan kimse tamirden kaçınırsa vakfın devam etmesi için hakim o haneyi
kirasından tamir edilmek üzere kiraya verip kirasıyla o haneyi eski hâli üzere
tamir eder. Tamir masrafı kiradan ödenince, bu haneyi yine içinde oturması şart
kılınan kimseye iâde eder.
T E N B İ H : Bir hane vakfedilip içinde
oturulması için mi veya gelir için mi vakfedilmiş olduğu vakfeden tarafından
beyân edilmiş olmasa, gelir için vakfedilmiş sayılır.
"O haneyi tamir etmesi ile vakfedenin
vârislerine ilh ...." Bahır sahibi Fetîh'te zikredilen ifadeyi
naklettikten sonra: "Fetih sahibinin "hâkim tamire muhtaç olan haneyi
kiralayacak kimse bulamasa buna dâir bir kavil görmedim" ifadesi şaşılacak
bir şeydir" demiştir. Çünkü fukaha: "Bir vakıf harap olup kendisinden
istifade edilemeyecek bir hale geldiğinde başka bir vakıfla değiştirilir."
diye açıklamışlardır. Fukahanın bu kavil vakıf olan araziye de, haneye de
şâmildir.
Zahire ile Münteka'da zikredilmiştir ki:
bir vakıf kendisinden istifade edilemeyecek bir hale geldiğinde hâkim onu satıp
onun parasıyla yerine başka bir şey alır; vakfeder. Bunu hâkimden başkası
yapamaz. Yukarda "bir vakıf harap olduktan sonra vakfedenin veya
vârislerinin mülküne intikal eder" diye geçen kavil zayıftır.
Velhasıl: Oturulması vakıf bir hanenin
tamiri, içinde oturması şart kılınan kimse üzerinedir. Eğer içinde oturması
şart kılınan kimse tamirinden kaçınır, hakim de o haneyi kiraya verip aldığı
kira ile tamir etmek isteyip kiracı bulamasa, o haneyi satıp parasıyla onun
yerine başka bir şey alıp vakfeder. Bahır.
Şârih'in bilhassa Bahır sahibinin kelâmını
gördükten ve Nehir'de: "Bir vakıf kendisinden istifade edilemeyecek bir
hale geldiğinde değiştirilir." diye zikredileni ikrar ettikten sonra
"içinde oturması kendisine vakfedilen kimse vâris olursa bu hususta bir
kavil görmedim" demesine şaşılır. Çünkü içinde oturması kendisine
vakfedilen kimse gerek vâris olsun, gerekse başkası olsun vakfın değiştirilmesi
hususundaki hüküm aynıdır.
Fetâvây-ı Kariü'l-Hidâye'de zikredilmiştir
ki; bir vakıf yıkılır, kiraya verilmesi mümkün olmaz, tamir etmek için geliri
de bulunmazsa hâkimin emriyle taşı, tuğlası ve kerestesi satılıp parasıyla bir
şey alınıp onun yerine vakfedilir.
T E T İ M M E : Eddürrü'l-Münteka'da
zikredilmiştir ki; vakıf bir han tamire muhtaç olduğunda bir veya iki odası
kiraya verilip alınan kîra ile tamir edilir. Bir rivayete göre bir sene
yolcuların misafir olmasına izin verilir, bir sene kîraya verilip alınan
ücretle tamiri yapılır.
METİN
Hakim veya mütevelli bir vakfın enkazını
veya aynını iade mümkün olmazsa, parasını -tamire muhtaç ise- tamirine sarf
eder, tamire muhtaç değil ise ihtiyaç zamanına kadar muhafaza eder. Eğer
enkazın zayi olmasından korkarsa onu satıp parasını ihtiyaç zamanına kadar
saklar. Hâvî.
Bir vakfın enkazı veya enkazının parası
vakıfda hakkı olanlar arasında taksim edilmez. Çünkü onların hakkı vakfın
menfaatındadır, aynında değildir.
Bir mescid dar olup geçenlere zararı
olmazsa yoldan bir mikdar yeri mescidi yapanın mescide katması câiz olur. Çünkü
mescid de, yol da Müslümanlarındır. Bunun aksi, yani mescidde geçilecek yol
bırakmak da câizdir. Çünkü o yer halkı bunu camilerde örf ve âdet etmişlerdir.
Herkes o yoldan geçer, hatta kâfir de geçer. Fakat cünüp ile hayızlı kadınların
ve hayvanların o yoldan geçmesine ruhsat yoktur. Zeylai. Nitekim hükümdarın yolu
mescid yapması câizdir; fakat bunun aksi yani mescidi yol yapması caiz
değildir. Çünkü yolda namaz kılmak câizdir, ama mescidden cünüp ile hayızlı
kadınların geçmeleri caiz değildir.
İnsanlara dar gelen bir mescidin yanındaki
arsa, hane, dükkan sahibinin rızası olmasa bile kıymetiyle satın alınıp mescide
katılır. Dürer. İmâdiyye.
=Vakfedenin vakfında velayeti kendi nefsi
için şart kılması beyânında=
Vakfeden bir kimse vakfında mütevelli
olmayı kendi nefsi için şart kılsa, icmâ ile câiz olur. Kezâ vakfeden kimse
vakfında mütevelli olmayı bir kimseye şart kılmasa, İmam Ebû Yusuf'a göre
mütevelli olmak yine ait olur. Zahir-i mezhep de budur. Bu musannıfın
Sırâciyye'den İmam Muhammed'e göre bir vakfın sahih olabilmesi için bir
mütevelliye teslim edilmesi lazımdır." diye naklettiği kavle muhâliftir.
Vakfedenden sonra mütevelli tayin etme, vâsisi varsa vâsinin, yoksa hâkimin
hakkıdır Fetâvay-ı ibn-i Nüceym. Kâriü'l-Hidaye.
Vakfında mütevelli olmayı kendi nefsi için
şart kılan kimse kendisine emniyet edilmeyen veya aciz olan veya şarap içme
gibi fasıklığı açık olan veya malını kimyaya sarf eden fena bir şahıs olursa,
her ne kadar kendisini mütevellilikten hâkimin veya sultanın çıkaramayacağını
şart kılsa bile mütevellilikten çıkarılması vacip olur. Çünkü bunlar şeriatın
hükmüne muhâlif olduğundan şartı bâtıl olur. Nitekim vasî tâyin eden kimse
vasînin vasîlikten çıkarılmamasını şart kılsa bile vasîsinin hain olduğu ortaya
çıktığında vasîlikten çıkarılır. Eğer mütevelli vakfedenden başkası olup
yukarıda zikredilen fena vasıflardan birisi kendisinde bulunursa
mütevellilikten evleviyetle çıkarılır. Eğer mütevelli kendisine emniyet edilen
iyi bir kimse olursa onu mütevellilikten çıkarıp yerine başkasını tayin etmek
sahih değildir. Eşbâh.
İZAH
"Aynında değildir ilh..." Bir
vakfın enkazı veya enkazının parası vakıfta hakkı olanlar arasında taksim
edilemez. Çünkü bunlar, gelir kabilinden değildir. Bunlar vakfın
kendisindendir. Vakfın kendisi ise bir kavle göre vakfedenin diğer bir kavle
göre Allah Teâlâ'nın hakkıdır. Bundan dolayı bir mescide kimin tarafından
serilmiş olduğu bilinmeyen bir sergi eskidiğinde muhtar olan kavle göre,
hâkimin rey'i olmadıkça fakirlere verilemez veya satılıp parasıyla mescid için
başka bir sergi alınamaz.
Bir kimse kendi malından bir mescide hasır,
kilim gibi bir şey alıp serse, mescid harap olduğunda bu sergi İmam Muhammed'e
göre hayatta ise o kimseye değilse varislerine verilir. Fetva bunun üzerinedir.
Bir mescidde Ramazan-ı şerif gecelerinde
yakılmak üzere verilen mumun, yağın bir miktarı artsa, bunu verenin açık izni
bulunmadıkça o mescidin imam, kayyım gibi hademesi aralarında taksim edemezler;
ancak o mescidin bulunduğu beldede bunların bu şekilde taksimi hakkında örf ve
âdet bulunursa, bu takdirde taksim edebilirler.
Ben derim ki: Vakıf ağaçlar gayr-i menkûl
olan mülk hükmünde değildir. Çünkü Fetih'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki;
Ebû Kasım-ı Saffar'a "Vakıf ağaçlardan bir kısmı kuruyup bir kısmı
kurumasa, bunların hükümleri nedir?" diye sorulmuş o da "Kuruyanlar
satılıp parası gelirinin sarf edildiği cihete sarf edilir. Kurumayanlar hali
üzerine bırakılır." diye cevap vermiştir
Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; meyvesiz
olan vakıf ağaçların sökülmeden satılması câiz olur. Çünkü meyvesiz ağaçların
geliri paralarıdır. Meyveli olan vakıf ağaçlar ise vakıf bina gibi olup ancak
söküldükten sonra satılabilir.
Câmiü'l-Fûsuleyn'de zikredilmiştir ki; bir
kimse bir vakfı gasbedip vakfa noksanlık verse, bu noksanlığın kıymeti
kendisinden alınıp vakfın tamirinesarf edilir, vakıfta hisseleri olanlar arasında
taksim edilmez. Çünkü bu gelir kabilinden olmayıp vakfın kendisindendir.
Vakıfta hisseleri olanların hakkı ise vakfın gelirindendir. Vakfın kendisinde
değildir.
"Çünkü o yer halkı bunu camilerde örf
ve adet etmişler ilh..." Yani o yer halkı iki kapılı olan mescidlerde
kapısının birinden girip diğerinden çıkmayı örf ve âdet edinmişlerdir.
Bahır'da zikredilmiştir ki; mescidleri yol
edinmek ve abdestsiz mesicede girmek mekrûhtur.
"Hatta kâfir de geçer ilh..."
Şârinin "mesciddeki yoldan kâfir bile geçer" diye kâfiri ayrı olarak
zikretmesine itiraz edilmiştîr. Çünkü kâfir mescidlere hatta Mesid-i Haram'a
girmekten men edilmez. Bu yüzden kâfiri ayrı olarak zikretmek için bir sebep
yoktur.
Ben derim ki: Hâvî'den naklen Bahır'da
zikredilmiştir ki; kâfirlerin ve zimmîlerin mescidlerin ihtiyacı için Mescid-i
Haram'a, Mescid-i Aksa'ya ve diğer mescidlere girmelerinde bir beis yoktur.
"Bunun aksi ilh..." Yani yolu
mescid yapması câiz değildir.
Ben derim ki: Musannıf bu meselede Dürer
sahîbine tabi olmuştur.
Câmiü'l-Fûsuleyn sahibi: "Evvela
mescidden bir miktar yeri yol yapmak ve yoldan bir mikdar yeri mescid yapmak
câizdir." dedikten sonra başka bir kitaptan şunu nakletmiştir: "Yolda
namaz kılmak câiz olmadığından yolun mescid yapılması câizdir. Fakat mescidden geçilmesi
caiz olmadığından mescidin yol yapılması câiz değildir. Bu zikredilen sebepten
dolayı bir mescidin yol yapılması hususunda iki kavil vardır." Bunu
Fetavay-ı Ebu'l-Leys'den naklen Tatarhaniyye'de zikredilen kavil te'yid eder:
Bir mahalle halkı mescidden bir mikdar yeri yol yapmak isteseler sahih olan
kavle göre buna ruhsat verilmez.
Attabiyye'de: "Dar bir yolun yanında
bir kısmına muhtaç olunmayan büyük bir mescid bulunsa, bu mescidden bir miktar
yeri yola katmak caiz olur. Çünkü her ikisi de âmmeye aittir." diye
yazılıdır. Fıkıh metinlerinde: "Lüzum görüldüğü takdirde bir mescidin bir
miktarını yol yapmak caizdir. Ama bir mescidin tamamını yol yapmak câiz
değildir." diye zikredilmiştir. Mutemet olan budur.
Tatarhâniyye'de zikredilmiştir ki; Ebu'l-Kâsım'a
"Bir mescid ehlinin bir kısmı mescidin avlusunu mescid, mescidin sahasını
avlu yapmak veya mescid için başka bir kapı yapmak veya mescidin kapısının
yerini değiştirmek isteyip diğer bir kısmı bunu kabul etmese, bunun hükmü
nedir?" diye sorulmuş, o da: "Bunu mescid ehlinin çoğu istiyorsa az
olanların buna mani olmaya hakkı yoktur." diye cevap verilmiştir.
Tatarhâniyye'de İmam Muhammed'den naklen
zikredilmiştir ki; bir mescid dar olup yanında âmmeye aid geniş bir yol
bulunsa, bu yoldan bir miktar yerin mescide katılmasında bir beis yoktur. Bazı
fukahaya göre bu katılmanın hakimin emriyle olması vâcibdir. Bazı fukahaya göre
ise, bu mescidin bulunduğu belde harp yoluyla alınmışsa katılma caizdir. Sulh
yoluyla alınmışsa câiz değildir.
Fetih'de zikredilmiştir ki; Cemaate dar
gelen bir mescidin yanında mescide ait vakıf bir arazi veya dükkan bulunsa, o
arazi veya dükkanın mescide katılması câiz olur. Vakıf arazi veya dükkan
mescide ait olmayıp başka cihete vakfedilmiş olsa bile yine mescide katılması
câiz olur. Çünkü mescid de, vakıf da hükmen Allah Teâlâ'nındır.
Cemaate dar gelen bir mescidin yanındaki
arsa, hane, dükkan sahibinin rızası olmasa bile kıymetiyle satın alınıp mescide
katılır. Çünkü Ashab-ı kiram Mescid-i Haram dar geldiğinde etrafındaki araziyi sahiplerinden
kıymetiyle zorla alıp Mescid-i Haram'a katmışlardır.
"İcmâ ile caiz olur ilh..."
Zeylai'de zikredilmiştir ki; vakfeden bir kimse vakfında mütevelli olmayı kendi
nefsi için şart kılsa, icmâ ile câiz olur. Çünkü vakfedenin şartı şeriata
muhâlif olmazsa, muteber olup riayet edilir. Fakat bu, İmam Ebû Yusuf'un
kavline göre caizdir. Bu da Hilal'in kavlidir. Hidaye'de: "Bu, zâhir
rivâyettir" diye zikredilmiştir. Allame Kâsım: "İmam Muhammed'e göre
vakfeden bir kimse vakfında mütevelli olmayı kendi nefsi için şart kılsa, bu
vakıf sahih olmaz." diyerek Zeylai'nin icmâ dâvâsını reddetmiştir.
Hilal-i Râiy-i Basri'nin tercüme-i hâli:
Hilâl İmam-ı Azam'ın talebelerine yetişmiştir. Hicri 245 tarihinde vefat
etmiştir. "Meşâyıh" lâfzı bundan sonra gelen âlimlere söylenir.
Fetih'de zikredilmiştir ki; Hilâl-ı Râi
Basralı olup Hilâl b. Yahya b. Müslim'dir. Ehlü'r-rey'den olduğu için kendisine
"Hilâl-i Rai" denilmiştir. Çünkü Hilâl Hanefi mezhebindendir. Basralı
Yusuf b. Halid'den okumuştur. Bu Yusuf da İmam-ı Azam'ın talebelerindendir.
Bazılarına göre Hilâl İmam Ebû Yusuf ile İmam Züfer'den okumuştur. Bazıları
Hilâl'in "rey" şehrinden olduğunu ileri sürmüşlerdir. fakat bu doğru
değildir.
"Mütevellilikten çıkarılması vâcib
olur ilh..." Hıyanetî sabit her mütevellinin çıkarılması vâcibdir.
Hıyaneti sabit olan bir mütevelliyi çıkarmayan hâkim günâhkar olur.
Bahır'da zikredilmiştir ki; hıyaneti sabit
olan bir mütevelliyi hakim ya çıkarır veya onun yanına başka birini daha tâyin
eder ve bu suretle onun vakfa zararını önlemiş olur. Bir mütevellinin tamire
muhtaç olan bir vakfı tamir etmemesi hıyanettir.
Kezâ: Bir mütevellinin vakfın hepsini veya
bir kısmını satması veya tasarrufu câiz olmayan vakıf bir şeyde bile bile
tasarrufta bulunması hıyanettir.
T E N B İ H : Müteaddit vakıflara nezaret
eden bir kimsenin bu vakıflardan birinde hıyaneti sabit olsa, Ebussûud Efendi:
"Vakıfların hepsinin mütevelliliğinden çıkarılır." diye fetva
vermiştir.
Ben derim ki: Fukahanın: "Şahitlikteki
fâsıklık bölünmeyi kabul etmez." kavilleri bunu te'yid eder.
Cevahir'de zikredilmiştir ki; vakıf
işlerine bakmayan bir kayyımı hâkim kayyımlıktan çıkarır. Hızanetü'l-Müftin'de:
"Bir kayyım vakıf bir arazide kendisi için ekin ekse, hakim onu
kayyımlıktan çıkarır." diye yazılıdır.
Vakıf kitaplara nezaret eden kimse
kitapları ariyet olarak vermese, hâkim onu çıkarabilir. Vakfa nezaret eden
kimse isterse ecr-i misille olsun vakıf olan hanede otursa hakim onu
çıkarabilir Çünkü Hızanetü'l-ekmel'de: "Vakfa nezaret edenin vakıf olan
bir hanede isterse ecr-i misille olsun oturması câiz değildir." diye
zikredilmiştir.
Fetih'de zikredilmiştir ki; bir mütevelli
tam bir sene devam eden deliliğe yakalansa, hükme muhtaç olmaksızın
mütevellilikten çıkmış olur. Sonra iyi olsa bakılır: Eğer mütevelli olması
vakıfnamede şart kılınmışsa mütevellilik kendisine döner, şart kılınmış olmazsa
dönmez.
Vakfeden tarafından tâyin edilen mütevelli,
vakfedenin ölmesiyle mütevellilikten çıkmış olur. Çünkü bu mütevelli vakfedenin
vekilidir. Şu kadar var ki; vakfeden hem hayatında hem de ölümünden sonra
mütevelli olmak üzere tâyin etmiş ise mütevellilikten çıkmış olmaz. Bu, İmam
Ebû Yusuf'un kavlidir; fetva da bunun üzerinedir.
"Kendisine emniyet edilmeyen
ilh..." İs'âf'da zikredilmiştir ki; mütevellinin emin, vakfı bizzat veya
naibiyle idareye muktedir olması şarttır. Çünkü mütevellinin vakfın menfaatini
gözeten bir kimse olması şarttır. Bundan dolayı hain ve aciz kimse mütevelli
tâyin edilemez. Erkek, kadın, âmâ mütevelli olabilir.
Keza: Kendisine kazf haddı vurulmuş kimse
de tevbe ettiği zaman mütevelli olabilir.
Fukaha : "Hakimlik isteyene hâkimlik
verilmeyeceği gibi, vakfa mütevelli olmak isteyene de mütevellilik
verilmez." demişlerdir.
Mütevelli olabilecek kimselerde aranan bu
şartlar sıhhatinin şartı olmayıp evleviyetinin şartlarıdır. Mütevelli fasık
olduğu zaman mütevellilikten çıkarılmayı hak etmiş olur. Fakat hükümsüz
mütevellilikten çıkmış olmaz. Nitekim bir hakim fâsık olduğu zaman sahih ve
müftabih olan kavle göre hükümsüz hakimlikten çıkmış olmaz.
Mütevellinin baliğ ve akıllı olması
şarttır. Fakat hür ve Müslüman olması şart değildir. Çünkü İs'âf'da
zikredilmiştir ki; bir kimse vakfının mütevelliliğini bir çocuğa vasiyet etse
kıyasa göre mutlak surette bu vasiyet bâtıl olur. İstihsane göre ise çocuk
küçük olduğu müddetçe vasiyet bâtıl olur, büyüyünce mütevellilik ona ait olur.
Bir köle mütevelli olabilir. Çünkü köle
tasarrufa ehildir, yapmış olduğu tasarrufun durdurulması efendisinin hakkından
dolayıdır. Âzâd edildikten sonra tasarrufuna mâni ortadan kalkmış olacağından
yapmış olduğu tasarrufu geçerlidir. Çocuk böyle değildir.
Zımmi mütevelli olma hususunda köle
hükmündedir. Hakim köle ile zimmiyi mütevellilikten çıkardıktan sonra köle
âzâd, zimmi Müslüman olsa mütevellilik kendilerine dönmez.
Çocuk mütevelli olamaz. Çünkü vakfın
menfaatini gözetmek velayet bâbındandır. Çocuk kendi işini idare etmekten aciz
olduğu için kendi üzerine veli tâyin edilir. Kendisinin başkasına veli olması
sahih olmaz.
Enfaü'l-Vesâil'de zikredilmiştir ki; bir
kimse vakfında iki oğlunun mütevelli olmasını şart kılıp birisi küçük olsa,
hâkim muhayyer olur. Dilerse küçük büyüyünceye kadar onun yerine başkasını
tâyin eder, dilerse büyüğe idare ettirir. Bu nakiller "çocuğun mütevelli
ve imam olamayacağı hususunda" açıktır.
Eşbâh'ın "Ahkam-ı Sıbyan"
bahsinde: "Çocuk vasi ve mütevelli olabilir, fakat hakim çocuk bâliğ
oluncaya kadar onun yerine başkasını tâyin eder." diye zikredilmiştir.
Nitekim İbn-i Vehba'nın Manzume'sinin "Vasâya Bahsinde" de böyle
yazılıdır.
Müctebâ'da zikredilmiştir ki; bir vakfın
velâyeti bir çocuğa bırakılmış olsa istihsanen sahih olur.
Müctebâ sahibi Havî'de: "Bir kimse
vakfında mütevelli olmayı çocuğa vasiyet etse, kıyasa göre bu vasiyet bâtıl
olur, fakat istihsane göre çocuk büyüdüğü zaman mütevellilik ona aid
olur." demiştir. İs'af'da zikredilenin aynıdır.
Fetavây-ı Reşidüddin'den naklen
Üstürûşni'nin "Ahkâm-ı Sığar" isimli eserinde zikredilmiştir ki;
çocuk vakfı hıfzetmeye ehil olduğu takdirde hakimin onu mütevelli tâyin etmesi
câiz olur ve tasarruf velâyeti çocuğa aid olur. Nitekim hakim çocuğa tasarruf
hususunda - her ne kadar velisi izin vermese bile- izin vermeye mâliktir. Buna
göre İs'âf gibi bazı fıkıh kitablarında: "Çocuk mütevelli olamaz."
diye zikredilen kavil ile diğer bazı fıkıh kitablarında: "Çocuk mütevelli
olur." diye zikredileni kavil arasını bulmak mümkündür. Şöyle ki; çocuk
mütevelli olamaz diyen kavil "çocuk tasarrufa muktedir olmadığından vakfı
korumaya ehil olmadığına" hamlolunur. "Çocuk mütevelli olur"
diyen kavil ise "hakim bir çocuğu mütevelli tâyin ettiğinde çocuğun
tasarrufa muktedir olacağına" hamlolunur. Yukarıda geçtiği üzere, bir
çocuğa tasarrufta velisi izin vermese bile hâkim izin verebilir. Buna göre
zamanımızda vakıflara nezaret işinin mümeyyiz olmayan (iyiyi kötüden, faydalıyı
zararlıdan ayıramayan) çocuklara bırakılması ve Hanefî hakimlerinin de bunun
sahih olduğuna hüküm vermeleri büyük bir hatadır.
Bir kimse vakfına mütevelli olmaya ehil
olanlardan en layık olanın mütevelli tâyin edilmesini şart kılsa, buna
mütevelli olmaya en lâyık olan kimse müstahik olur. Eğer bu vakfa akıl bâliğ
olan bir kimse mütevelli tâyin edilip ondan daha lâyık bir kimse bulunursa
tâyin edilenin mütevelliliği sahiholmaz. Çünkü vakfedenin şartına muhalefet
edilmiştir. Buna göre âkıl bâliğ bir kimse mevcud iken mümeyyiz olmayan bir
çocuk mütevelli olmaz. "Babanın ekmeği oğlunundur" inancı bunda
geçerli değildir. Çünkü bunda şeriatın hükmünün değiştirilmesi, vakfedenin
şartına muhalefet edilmesi, tedris, imamet gibi vazifelerin ehil olmayanlara
verilmesi vardır.
"Malını kimyaya sarf eden ilh..."
Yani kimyaya rnübtela olup bu yolda malını telef ve zayi ettikten başka büyük
borç altına giren bir mütevelli, mütevellilikten çıkarılır. Çünkü böyle bir
kimse vakıf malını da bu yolda telef ve zayi edebilir.
"Mütevellilikten çıkarılması vacip
olur ilh..." Bu mesele vakfedenin şartına muhalefet edilen yedi meseleden
biridir. Bu yedi mesele ileride gelecektir.
"Eğer mütevelli kendisine emniyet
edilen ilh..." Eşbah'a nisbet edilerek Mülteka şerhinde zikredilmiştir ki;
hakimin vakfeden tarafından mütevelli olması şart kılınan kimseyi hıyaneti
bulunmaksızın mütevellilikten çıkarması câiz olmaz. Eğer hakim onu çıkarıp
yerine başkasını tâyin ederse, tayin ettiğinin mütevelliliği sahih olmaz.
Hâkim tarafından tâyin edilen bir
mütevellinin hıyaneti bulunmaksızın mütevellilikten çıkarılması sahihtir. Bir
hakimin hiç bir sebep göstermeksizin çıkarmış olduğu bir mütevelliyi ikinci
hâkim yeniden tâyin edemez. Birinci hâkimin çıkarma hükmünün doğru olduğuna
hamlolunur. Ancak çıkarılan mütevellinin vakfı koruma hususunda ehil olduğu
sabit olursa, ikinci hakim onu yeniden tâyin edebilir. Vakfeden kimse tâyin
ettiği mütevelliyi mutlak surette çıkarabilir. Vakfeden vakfına mütevelli tâyin
etmeyip hâkim mütevelli tâyin etse, hâkimin tâyin ettiği mütevelliyi vakfeden
çıkaramaz.
Bir vakfın vakfeden veya hakim tarafından
tâyin edilmiş bir mütevellisi bulunsa, bu mütevellinin hıyanet gibi bir
kabahati bulunmaksızın yanına ikinci bir mütevelli tayin edilemez.
Vakfedenin akrabasından olanlar
mütevelliliği ücretsiz olarak kabul etmedikleri halde başkası ücretsiz kabul
edecek olsa hâkim, vakıfta hisseleri olanlar hakkında faideli olanı tâyin eder.
T E N B İ H : Suçsuz olarak bir mütevelli
çıkarılamayacağı gibi vakıfda vazifeli olan suçsuz bir kimse de çıkarılamaz.
Bir talebe üç ay kaybolsa vakıf olan odası alınmaz, vakıftaki hissesi kesilmez.
Eşbah'ın Fenn-i Salisi'nin sonunda
zikredilmiştir ki; sultan ehil olmayan bir müderrisi tâyin etse tâyini sahih
olmaz. Çünkü sultanın yaptığı işin faydalı olması şarttır. Bilhassa vakıfnamede
ehil olan müderris tayin edilecektir diye yazılı ise ehil olan müderris
vazifesinden çıkarılmakla çıkmış olmaz
Bezzâziye'nin Sulh Bahsinde zikredilmiştir
ki; sultan ehil olmayan bir kimseye vazife verirse iki günah işlemiş olur:
Birisi ehil olmayana vazife vermesi, diğeri de ehil olanı vazifeden mahrum
etmesidir.
Bir mütevelli hakime bildirmek şartıyla
kendisini mütevellilikten çıkarabilir. Fakat çıktığını hakime bildirmedikçe
mütevellilikten çıkmış olmaz. Vakıf hakkındaki tasarrufları geçerli olur.
Bir mütevelli hakimin huzurunda başka bir
şahsı kendi yerine tayin edip hakim de o şahsın mütevelliliğini takrir etse,
birinci mütevelli mütevellilikten çıkmış, yerine tâyin edilen şahıs mütevelli
olmuş olur
Bir mütevelli uhdesinde bulunan
mütevelliliği başka bir şahsa bırakılmış olsa bakılır: Eğer kendisine
mütevellilik bırakılan şahıs mütevelli olmaya ehil olmazsa hâkim bunu kabul ve
takrir etmez. Ehil olursa hâkim muhayyer olup dilerse kabul ve takrir eder,
dilerse reddeder.
Bir kimse uhdesindeki vazifeyi başka bir
şahsa bırakmış olsa her ne kadar vakfa nezaret eden zât kendisine vazife
bırakılan şahsı kabul ve takrir etmese bile vazifeyi bırakanın hakkı düşmüş
olur.
Fetavây-ı Hayriyye sahibine "Bir kimse
uhdesinde bulunan bir vazifeyi bedel karşılığında bir şahsa devretse bunun
hükmü nedir?" diye sorulmuş. O da: "Bu vazife kendisine devredilen
şahsa verilmeyip sultanın takrir ettiği zâta verilir. Çünkü uhdesinde vazife
bulunan kimsenin bu vazifeyi başka bir şahsa devretmesi sultanın bu vazifeyi
başka bir zâta takririne mani olmaz." diye cevap vermiştir.
Yine Fetâvây-ı Hayriyye'de zikredilmiştir
ki; hâkim bir vazifeye bir kimseyi tâyin ettikten sonra aynı vazifeye sultan da
başka bir zatı takrir etse, hakimin takriri muteberdir. Nitekim bir vekil,
vekil edildiği bir işi yaptıktan sonra aynı işi müvekkili de yapsa, vekilin
yaptığı iş muteberdir.
Vakfeden tarafından takrir hakkı kendisine
şart kılınmış olan bir nazır (vakfa bakan) bir vazifeye bir şahsı takrir edip
aynı vazifeye hâkim de başka bir kimseyi takrir etse, nazırın takriri
muteberdir. Hâkimin takriri muteber değildir. Çünkü velâyel-i hassa, velâyet-i
âmmeden daha kuvvetlidir. Allâme Kasım bununla fetva vermiştir. Fakat vakfeden
tarafından nazıra takrir hakkı şart kılınmamış ise, hakimin takriri muteberdir.
Bir kimse uhdesindeki vazifeyi bedel
karşılığında bir şahsa devretse, vazifeyi devralan şahıs vermiş olduğu bedeli
geri alabilir. Çünkü bu bedel mücerred haktan bir ivazdır, bu ise caiz
değildir. Bütün fukaha bunu tasrih etmişlerdir. Kim örfü hassı nazar-ı itibara
olarak bunun hilafına fetva verirse, mezhebe muhalif olarak fetva vermiş olur.
Bu mesele meşhurdur, bunun hakkında fukahanın ihtilafı vardır. Bu mesele
hakkında müteahhirinin bir çok risaleleri vardır. Fakat doğru yola tabi olmak
evladır. İşin hakikatini Hak Teala Hazretleri bilir.
METİN
Vakfeden kimse vakfının gelirini veya
vakfına mütevelli olmayı kendi nefsi için şart kılsa İmam Ebû Yusuf'a göre câiz
olur. Fetva bunun üzerinedir.
= Vakfın ve şartlarının istibdalı
(değiştirilmesi) beyanında =
Bir kimse vakfettiği bir arazisini dilediği
zaman başka bir arazi ile değiştirmesini veya satılıp parasıyla başka bir arazi
alınmasını şart kılsa, bu şartla vakfetmesi câiz olur. Böyle bir değiştirme
yapılınca ikinci arazide - her ne kadar vakfiyede zikredilmiş olmasa bile -
birinci arazi hakkındaki şartlar muteberdir. Bundan sonra ikinci arazi üçüncü
bir araziyle değiştirilemez. Çünkü değiştirme hükmü şartla sâbit olmuştur. Şart
ise birinci değiştirmede mevcut olup ikinci değiştirmede mevcut değildir.
Vakfeden tarafından değiştirilmesi şart
kılınmayan bir vakfı -yoksullara ait olsa bile- ancak hâkim değiştirebilir
Dürer.
Bahır'da: "Vakfeden tarafından
değiştirilmesi şart kılınmayan bir vakfın değiştirilebilmesi için kendisinden
tamamıyla istifade edilemeyecek bir hale gelmesi, bedelinin akar olması,
değiştiren hâkimin Cennetlik yani ilim ve amel sahibi olması şarttır "
diye zikredilmiştir.
Nehir'de zikredilmiştir ki; vakti
değiştiren hâkim ilim ve amel sahibi olursa bu değiştirmeye kalp mutmain olur. Altın
ve gümüş ile değiştirilmiş olsa bile vakfın zâyi olma korkusu olmaz. Vakfeden
kimse vakfının değiştirilmesini şart kılmamış olsa bile bu mesele vakfedenin
şartına muhalefet edilen yedi meseleden biridir. Nitekim bu yedi mesele Eşbahda
izah edilmiştir. Musannıfın oğlu Zevâhir isimli eserinde vakfedenin şartına
muhalefet edilen yedi mesele üzerine sekizinci meseleyi Enfeu'l Vesail'e nisbet
ederek: "Vakfeden bir kimse vakfında mütevelliden başkasının tasarrufta
bulunmamasını şart kılsa hâkim münasip gördüğü takdirde vakfedenin şartına
muhalefet ederek mütevellinin yanına vakfın malını muhafaza edecek bir kimseyi
tayin eder" diye ziyade etmiştir.
Eşbah'da zikredilmiştir ki; ma'mur
(kendisinden istifade edilen) bir vakfın ancak dört yerde değiştirilmesi câizdir.
Şarih der ki; Marûzat'da: "Ebussûud
Efendi Sadrü'ş-Şeria'nın tercihine tâbi olarak (951) tarihinde arazi üzerine
ma'mur vakıfların sultanın emri olmaksızın hakimler tarafından değiştirilmesi
men edilmiştir." diye yazılıdır.
Yine Marûzat'ta zikredilmiştir ki; Ebussûud
Efendi'ye "Vakfeden bir kimse vakfında tâyin, azil ve diğer tasarruflarda
bulunmayı kendi evlâdından mütevelli olanlar için şart kılıp kendilerine vakıf
hususunda hâkimlerden ve emîrlerden hiç bir kimse müdahale etmesin. Eğer müdahale
ederlerse Allah Teâlâ'nın lâneti onların üzerine olsun dese, hâkim ve emîrlerin
bu vakfa müdahale etmeleri mümkün ve meşru olur mu?" diye sorulmuş, o da:
"Bu şekildeki vaktiyeler (944) tarihinde yazılmıştır. Eğer vakfedenin
evladından olan mütevelliler emîrlerden olurlarsa bizzat kendileri vakıf
işlerinin şer-i şerife uygun olarak yürütülmesi için devlet adamına (vezire)
arz ederler. MütevelIiIer emîrlerden olmazlarsa, vakıf işlerinin şer-i şerife
uygun olarak yürütülmesi için beldelerindeki hakim vasıtasıyla devlet adamına
arz ederler.
Hâkimler mütevellilere, mütevelliler de
hakimlere muhalefet etmesinler. Çünkü sultanın emri bu minval üzere vârid
olmuştur. Vakfedenler bu şartla herhangi bir fesadın yapılmasını isteyip bu
fesadı önlemek için mütevellilere müdahale eden hâkim ve emirlere lânet
ederlerse, bu lanet kendilerinin üzerine olur. Çünkü usûl-i mukarraradandır ki;
şer'î şerife muhalif olan bütün şartlar hükümsüz ve bâtıldır." diye cevap
vermiştir. Bu hıfz olunmalıdır.
İZAH
"Vakfeden kimse vakfının gelirini
ilh..." Vakfeden kimse vakfının gelirini tamamen veya kısmen kendi nefsi
için tahsis kılsa, İmam Muhammed'e göre vakfın bir mütevelliye teslim edilmesi
şart olduğundan bu vakıf câiz olmaz. İmam Ebû Yusuf'a göre câiz olur.
Bir kimse bir mülkünü kölelerine ve
cariyelerine vakfetse İmam Ebû Yusuf'a göre sahih olur, İmam Muhammed'e göre
sahih olmaz. Ama vakfının gelirini müdebbirleri ve ümm-i veledleri için şart
kılsa, bu vakıf ittifakla sahih olur. Çünkü bunların efendilerinin ölmesiyle
hürriyetleri sabit olacağından bu vakit yabancılara vakfedilmiş gibi olur.
Efendileri hayatta iken vakfın bunlar için sâbit olması hayatından sonraya
tebaandır.
"Başka bir arazisiyle değiştirmesini
ilh..." Bilmiş ol ki; bir vakfın değiştirilmesi üç vecih üzeredir:
Birincisi: Vakfeden tarafından vakfının
lüzum görüldüğünde değiştirilmesi şart kılınmış olan vakıfdır. Sahih olan kavle
göre bu vakfın değiştirilmesi câizdir.
İkincisi: Vakfeden tarafından vakfının
değiştirilmesi şart kılınmamış olan vakıfdır. Eğer bu vakıf gelir getirmeyecek
bir hale gelir veya geliri masrafına kifayet etmezse, esah kavle göre bu
vakfında hâkimin izniyle değiştirilmesi caizdir.
Üçüncüsü: Vakfeden tarafından vakfının
değiştirilmesi şart kılınmamış olan vakıfdır. Bu vakıf az da olsa gelir
getirirse, değiştirilecek bedel vakıftan daha verimli olsa bile muhtar olan
kavle göre vakfın değiştirilmesi câiz değildir.
Geliri azalan vakıf bir arazinin
değiştirilmesi hakkında ihtilâf vardır. Fakat bir kısmı harap olmakla geliri
azalan vakıf bir hanenin değiştirilmesi ittifakla câiz değildir. Hanenin
araziye kıyas edilmesi mümkün değildir. Çünkü arazinin geliri azaldığında
kiralanmasına rağbet edilmeyip satın alınmasına rağbet edilir. Haneye gelince :
Kira bedelinin karşılığında tamir edilip içinde uzun müddet oturmak üzere
kiralanmasına rağbet edilir. Zamanımızda kıyas bâbı kapanmıştır. Ulema için
ancak mutemed ve muteber kitaplardan nakletmek vardır. Nitekim fukaha böylece
tasrih etmişlerdir.
"Vakfiyede zikredilmiş olmasa bile
ilh..." Bahır'da zikredilmiştir ki; Bir kimse vakfettiği bir arazisini
satıp parasıyla başka bir arazi satın almayı şart kılsa, bu ifadesi üzerine bu
vakıf istihsanen sahih olur. İkinci arazi satın alınınca birinci arazinin
şartlarıyla vakfedilmiş olup yeniden vakfedilmeye muhtaç olmaz. Nitekim bir
kimseye hizmet etmesi vasiyet edilen bir köle hata en öldürülüp parasıyla başka
bir köle satın alındığında satın alınan kölede kendisine vasiyet edilen
kimsenin hizmet hakkı sâbit olur.
"Bundan sonra ikinci arazi üçüncü bir
araziyle değiştirilemez ilh..." Fetih'te zikredilmiştir ki; vakfeden kimse
vakfiyesinde vakfının değiştirilmesini şart kılmış olsa, yine vakıf olmak üzere
bir kereye mahsus olarak değiştirilebilir, bir daha değiştiremez. Çünkü bu
husustaki salahiyetini bu şekilde kullanmış olur. Ancak devamlı
değiştirilmesini ifade eden bir söz söylerse, bu takdirde tekrar
değiştirebilir. Bu değiştirmeyi mütevelli yapamaz. Ancak vakfiyesinde mütevelli
olacak şahıs için değiştirme salahiyetini şart kılmış olursa, mütevellinin de
değiştirmeye salahiyeti olur.
Vakfeden kimse vakfiyesinde vakfının
gelirinden hisse olanların hisselerini artırıp eksiltmesini ve istediği
kimseleri vakıftan hisse alanlar arasına katmayı veya onların arasından
çıkarmayı veyahut onlardan biriyle başka birisini değiştirmesini şart kılsa, bu
şart sahih olur ve bunu bir kereye mahsus olmak üzere yapabilir, bir daha
yapamaz. Fakat bunu her dilediği zaman yapmayı şart kılmış olursa, hayatta
olduğu müddetçe hisseleri artırıp eksiltebilir ve dilediği kimseleri vakfına
alıp dilediğini çıkarabilir.
Mütevelli bunları yapamaz. Ancak vakfeden
mütevellinin yapmasını şart kılarsa yapabilir. Vakfeden bunları yapmayı
mütevelliye şart kılmış olduğu halde kendi nefsi için şart kılmamış olsa, yine
kendisi de bunları yapabilir. Çünkü bunları başkasına şart kılması, kendi nefsi
için şart kılması demektir.
"Vakfeden tarafından değiştirilmesi
şart kılınmayan bir vakfı ilh..." Tarsûsî'den naklen Vehbâniyye şerhinde
zikredilmiştir ki; vakfeden tarafından değiştirilmesi şart kılınmayan bir
vakfın değiştirilmesi hakkında bir nakil yoktur. Fakat mezheb kaidelerinin
gereği olarak fukaha: "Vakfeden kimse vakfiyesinde, hâkimin veya sultanın
söz hakkı yoktur, diye şart kılsa bu şart bâtıldır. Hakimin vakıfda söz hakkı
vardır. Çünkü hâkimin vakfa nezareti daha faydalıdır. Bu şartta kendilerine
vakfedilenlerin menfaatlarının fevt olması, vakfın muattal bırakılması vardır.
Vakıf için faydasız olan bir şart ise kabul edilemez." demişlerdir.
"Bahır'da ilh..." Bahır'ın
ibâresi şöyledir: Vakfeden tarafından değiştirilmesi şart kılınmayan bir vakfın
değiştirilmesi hakkında Kadîhân'ın kelâmı muhtelif olup kitabının bir yerinde:
"Hâkim vakfın değiştirilmesinde bîr menfaat görürse değiştirir."
demiş; diğer bir yerinde ise: "Vakıf kendisinden istifade edilemeyecek bir
hale gelse bile değiştiremez" demiştir. Mutemed olan kavle göre vakfeden
tarafından değiştirilmesi şart kılınmayan bir vakıf kendisinden istifade
edilemeyecek bir hale gelip tamiri için geliri de bulunmadığı takdirde hâkimin
-gabn-i fahiş ile olmamak şartıyla- değiştirmesi câiz olur. İs'âfda:
"Vakfı değiştiren hâkimin cennetlik yani ilim ve amel sahibi olması
şarttır." diye zikredilmiştir. Zamanımızda vakfın parayla değil akarla
değiştirilmesi vâcibdir diye ilâve edilmelidir. Çünkü para ile satıldığında
bedeli satın alınmayıp paranın mütevelliler tarafından yenildiği görülmektedir.
Zamanımızda vakıfların vakfın parayla değil akarla değiştirilmesi vâcibdir diye
ilâve edilmelidir. Çünkü para ile satıldığında bedeli satın alınmayıp paranın
mütevelliler tarafından yenildiği görülmektedir. Zamanımızda vakıfların
değiştirilmesi çok olmakla beraber hâkimlerden hiç birinin bunu teftiş ettiği
görülmemektedir.
Vakfı değiştiren kimse vakfı alacaklısına
ve lehine şehâdeti kabul edilmeyen şahsa satmamalıdır. Vakfı değiştiren kimse
vakfı küçük oğluna satsa ittifakla caiz olmaz. Nitekim satışa vekil olan bir
kimse kendi küçük veya büyük oğluna satsa, bu satış İmam-ı Azam'a göre caiz
olmaz, İmameyn'e göre câiz olur. Bu mesele vekalet bahsinde beyân edilmiştir.
Vakfı değiştiren kimse alacaklısına borcu karşılığında vakfı satsa, İmam Ebû
Yusuf ile Hilâl'in kavline göre bu satış caiz olmaz.
Kınye'de zikredilmiştir ki; vakıf bir
hanenin başka bir hane ile değiştirilmesinin câiz olması için bu hanelerin her
ikisi de ya bir mahallede bulunmalı veya bedel olacak hanenin mahallesi vakıf
hanenin mahallesinden daha hayırlı ve şerefli olmalıdır. Aksi takdirde bedel
olacak hanenin alanı daha geniş, kıymeti daha ziyade, kirası daha fazla olsa
bile değişme caiz olmaz. Çünkü bedel olacak hanenin bulunduğu mahallenin
aşağılığından dolayı ileride insanların rağbetinden düşerek harap olması
muhtemeldir.
Allame Kınalızade: "Değiştirilen vakıf
ile onun bedelinin aynı cinsten olması şarttır." demiştir.
Haniyye'de zikredilmiştir ki; vakfeden
kimse vakfettiği hanesini hane ile değiştirmeyi nefsi için şart kılsa, o haneyi
arazi ile değiştiremez. Aksini yani vakfettiği araziyi arazi ile değiştirmeyi
nefsi için şart kılsa, o araziyi hane ile değiştiremez. Fakat gelir için
vakfedilmiş vakıfların değiştirilmesinde, değiştirilen vakıf ile bedelinin
cinslerinin aynı olması şart değildir. Çünkü bu vakıflarda nazar-ı itibara
alınacak şey gelirinin çokluğu, tamirinin ve masrafının azlığıdır. Mesela;
vakıf bir dükkân ekin ekilen, geliri dükkânın kirasından daha fazla olan bir
arazi ile değiştirilebilir. Çünkü arazi daha devamlı, masrafı daha azdır. Ama
mesken için vakfedilmiş bir hane, geliri daha fazla olsa bile bir arazi ile
değiştirilemez. Zira bu haneyi vakfedenin maksadı, haneden içinde oturmak
suretiyle istifade edilmesidir.
"Altın ve gümüş ile değiştirilmiş olsa
bile ilh..." Nehir'de: "Bir vakıf kendisinden istifade edilemeyecek
bir hale geldiğinde altın ve gümüş ile değiştirilebilir." diye zikredilen
kavil Bahır'da "Bir vakıf kendisinden istifade edilemeyecek bir hale
geldiğinde değiştirilen bedelinin akar olması şarttır." diye zikredilen
kavli reddetmektedir.
Hâsılı vakfın değiştirildiği bedelinin akar
olmasının şart kılınması bedelinin altın ve gümüş olduğu takdirde
mütevellilerin onu yemesinden korkulduğundan dolayıdır. Fakat vakfı değiştiren
hakimin cennetlik yani ilim ve amel sahibi olması şart kılındığında vakfın
bedeli olan altın ve gümüşü yemesinden korkulmaz.
Ben derim ki: Bu söz götürür. Çünkü hakimin
ilîm ve amel sahibi olması yalnız vakfı değiştirmek için şarttır. Yoksa satılan
vakfın bedelini para ilesatın alması şart değildir İlim ve amel sahibi bir
hâkim vakfı parayla satıp parasını kendi yanında veya mütevellinin yanında
bıraktıktan sonra azledilip yerine başka bir hâkim tâyin edilse, ikinci hakim araştırmayıp
para zâyi olabilir.
"Bu mesele vakfedenin şartına
muhalefet edilen yedi meseleden biridir ilh..." Yani vakfedenin şer'î
şerife muvafık olan şartları Şari'in nassı gibi olup muhalefet edilmesi caiz
değildir. Fakat vakfedenin şer'î şerife muvafık olmayan şartları muteber
değildir. Bundan dolayı bunlara riayet edilmez.
Birincisi: Vakfedenin vakfının
değiştirilmemesi şartıdır. Böyle bir vakıf kendisinden tamamıyla istifade
edilemeyecek bir hale gelip onu ıslah edecek geliri de bulunmadığında ilim ve amel
sahibi bir hâkim bu vakfı değiştirebilir.
İkincisi: Vakfeden vakfının mütevellisini
hâkimin değiştirmemesi şartıdır. Mütevelli ehil olmadığı takdirde hâkim onu
değiştirebilir.
Üçüncüsü: Vakfının bir sene müddetten
ziyadeye kiraya verilmemesi şartıdır. İnsanlar bu müddetle kiraya rağbet
etmeseler veya bu müddetten daha uzun bir müddetle kiraya verilmesinde fakirler
için menfaat bulunsa, hâkim bu şarta muhalefet edip daha uzun bir müddetle
kiraya verebilir. Fakat mütevelli veremez.
Dördüncüsü: Vakfedenin kendi kabrine
Kur'ân-ı Kerîm okunması şartıdır. Bu tâyin bâtıldır. Ama bu, kabrin yanında
Kur'ân-ı Kerîm okumak mekrûhtur diyen kavle göredir. Muhtar olan kavle göre
kabrin yanında Kur'ân-ı Kerîm okumak mekrûh değildir.
Beşincisi: Vakfının gelirinin fazlasını
fülan mescidde dilenen fakirlere tasadduk edilmesi şartlıdır. Bu şarta da
riayet edilmez. Mütevellinin diğer mescidlerde dilenenlere, sokaklarda
dilenenlere ve dilenmeyenlere de tasadduk etmesi caizdir.
Altıncısı: Vakfeden vakfının gelirinden
vakıfta hakkı olanlara her gün şu kadar et, ekmek verilsin diye şart kılmış
olsa, mütevelli bunları veya bunların kıymetini vermekte muhayyerdir. Fakat
diğer bir kavle göre muhayyer olan mütevelli değil vakıfta hakkı olanlardır.
Bunlar dilerlerse tâyin edileni, dilerlerse bunların kıymetini mütevelliden
isterler. Münteka'da bu kavlin râcih olduğu zikredilmiştir.
Yedincisi: Vakfeden, İmam, hatip, müderris
gibi vazife ehline kifayet miktarından eksik ücret verilmesini şart kılmış
olsa, hakim bu şarta muhalefet edip ücretlerini artırabilir.
Bu yedi mesele üzerine "beytülmale aid
olan vakfın şartlarına sultanın muhalefet etmesi caizdir" diye ziyade
edilmiştir.
Ma'mur (kendisinden istifade edilen) bir
vakfın ancak dört yerde değiştirilmesi câizdir.
Birincisi: Vakfedenin değiştirilmesini şart
kıldığı vakıftır.
İkincisi: Ma'mur bir vakfı bir kimse
gasbedip içine su akıtarak göl haline getirir ziraate kabiliyeti kalmazsa,
mütevelli gasbedene vakfın kıymetini ödettirip onunla vakfın yerine bir arazi
satın alır.
Üçüncüsü : Gasbedenin vakfı inkâr edip
şâhidin de bulunmaması suretidir. Bu surette gasbeden vakfın kıymetini vermek
istese mütevelli kıymetini alıp onunla başka bir yer satın alır; evvelki vakfın
şartları üzere vakfeder.
Dördüncüsü: Bir kimsenin bir vakıf ile
ondan daha kıymetli, daha çok gelir getiren bir arazisini değişmek istemesi
suretidir. Bu surette İmam Ebû Yusuf'un kavliyle amel edilerek vakıf o arazi
ile değiştirilir. Fetva da İmam Ebu Yusuf'un kavli üzeredir. Nitekim Fetavây-ı
Kâriü'l-Hidâye'de böylece yazılıdır.
METİN
= Binanın vakfedilip arsasının
vakfedilmemesi beyânında =
Bir kimse arsası üzerine bina yaptıktan
sonra arsayı mülkü olarak bırakıp da üzerindeki binayı vakfetse, vakfı sahih
olmaz. Ekseri ulema bunun üzerinedir. Bazıları "sahih olur"
demişlerdir. Fetva bu kavil üzerinedir. Kâriü'l Hidâye'ye "Arsanın değil
de onun üzerindeki binanın veya ağaçların vakfedilmesinden sorulmuş", o
da: "Fetva vakfın sahih olması üzerinedir." diye cevap vermiştir.
Vehbâniyye şârihi bunu tercih etmiş, musannıf: "Bu, menkûl (taşınılabilen)
kabilinden olup bunda insanların muameleleri caridir." diye sebebini beyân
ederek bunu ikrar etmiştir. O halde bu kavil ile fetva vermek taayyün eder.
Eğer vakfedilen binanın arsası da binanın vakfedildiği cihete vakfedilmiş olursa,
arsaya tebaan binanın vakfı da ittifakla câiz olur. Eğer arsası binanın
vakfedilmiş olduğu cihetten başka bir cihete vakfedilmiş olursa, bunda ihtilâf
edilmiştir. Sahih olan kavle göre, vakfın câiz olmasıdır.
İbn-i Nüceym'e "arsasının değil de
üzerindeki ağaçların vakfedilmesinden sorulmuş", o da: "Arsası vakıf
ise - her ne kadar ağaçları vakfeden arsayı vakfedenden başkası olsa bile-
sahih olur." diye cevap vermiştir
Yine İbn-i Nüceym'e "arazi-i
muhtekeredeki binanın veya ağaçların satılması veya vakfedilmesi câiz olur
mu?" diye sorulmuş, o da: "Evet câiz olur." diye cevap
vermiştir.
Yine İbn-i Nüceym'e "bir kimsenin
rehin veya kiraya vermiş olduğu bir arazisini vakfetmesi câiz olur mu?"
diye sormuş o da: "Evet câiz olur." diye cevap vermiştir.
Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; bir
kimsenin âriyet olarak aldığı veya kiraladığı bir arsa üzerine yapmış olduğu
binayı vakfetmesi câiz değildir.
= Arazi-i muhtekerenin kirasının artması
beyânında =
Arazi-i muhtekerenin kirasının artmasının
hükmüne gelince: Münye'de zîkredilmiştir ki; vakıf bir arazi üzerine dükkân
yapmış olan kimse o vakıf araziyi ecr-i misille kiralamayı kabul etmese
bakılır: Eğer o araziden dükkân kaldırıldığı takdirde arazi dükkan sahibinin
vermiş olduğu kiradan daha fazla kira getirecek olursa, hâkim dükkân sahibîne
dükkânını kaldırmasını emreder ve başkasına o araziyi kiraya verir. Eğer dükkân
kaldırıldığı takdirde dükkân sahibinin vermiş olduğu kiradan daha fazla kira
getirmeyecek olursa, arazi onun elinde eski kirasıyla bırakılır. Bahır'da da
böylece yazılıdır.
Yine Bahır'da zikredilmiştir ki; bir kimse
vakıf bir araziyi ecr-i misille kiralayıp üzerine bina yaptıktan sonra arazinin
kirası pek ziyade artsa, kiracının bu artan mikdarı vermesi lâzım gelir. Bu
artan mikdarı vermezse, eğer kira mukavelesi her ay kirayı vermek üzere
yapılmışsa aybaşında kira mukavelesi fesholunur. Bundan sonra bakılır: Eğer
binanın kaldırılması vakfa zarar verecek olursa, bina kaldırılmaz. Eğer binanın
kaldırılması vakfa zarar vermeyecek olursa bina kaldırılır veya kiracı razı
olursa, mütevelli o binaya mâlik olur. Eğer kiracı razı olmazsa, binanın
yıkılacağı zamana kadar bekler. Burada şu meselenin beyânı bâkî kalmıştır. Bir
kimse vakıf bir araziyi senelik veya uzun bir müddet için ecr-i misille
kiralayıp üzerine bina yaptıktan sonra bina sebebiyle arazinin kirası artmış
olsa, kiracıdan zararı def için artan mikdarın alınmamasıdır. Çünkü kiranın
artması bina sebebiyle olup araziden dolayı değildir.
= İktaatın vakfedilmesi beyânında =
İktaatın vakfedilmesi Nehir'in beyânına göre
câiz değildir. Ancak mevat arazi olur veya hükümdarın kendi mülkü olur da bir
kimseye ikta etmiş olursa, o arazinin vakfı câiz olur. Nehir sahibi:
"Mısır'da emîrlerin çocuğunun vakıfları iktâat olup suretâ yani beytülmala
aid bir arazinin satılmasını meşrû kılacak şartlar bulunmaksızın beytülmal
vekilinden satın alınmış. Çünkü Osmanlı Devletinde beytülmale ait bir arazinin
satılmasına ihtiyaç olmamıştır." demiştir.
Vehbâniyye'de zikredilmiştir ki; sultan,
beytülmala aid bir araziyi âmmenin menfaati için meselâ: Bir mescidin ihtiyacı
için vakfetse, tahsisat kabilinden olarak caiz olur ve sevaba nail olur.
Şarih der ki; Şürunbulali'nin Vehbaniyye
şerhinde zikredilmiştir ki; sultan, sulh yoluyla değil harp yoluyla alınmış bir
arazinin vakfına izin vermiş olsa yine vakıf sahih olur. Çünkü arazide
fethedilmeden önceki malikinin mülkü bakidir.
İZAH
"Binayı vakfetse ilh..." Yani bir
arsayı mülk olarak bırakıp da üzerindeki binayı veya ağaçları vakfetmek sahih
olmaz. Bazı fukahaya göre sahih olur.
Musannıf bu meseleyi vakfı örf ve âdet olan
menkûl bahsinde zikretmeliydi. Çünkü binanın veya ağaçların vakfı menkûl
kısmındandır. Bundan dolayı bunlarda şuf'a câri değildir. Nitekim şuf'a bâbında
beyân edilecektir. Musannıf: "Bir arsayı mülk olarak bırakıp da üzerindeki
binayı vakfetmek sahih olmaz." diye kayıtlamıştır. Çünkü bir arsa
vakfedilince üzerindeki binalar ve ağaçlar da arsaya tebaan vakfedilmiş olur.
Bilmiş ol ki; Allame Kasım: "Bir
arsanın kendisi vakfedilmeksizin üzerindeki binanın vakfedilmesi sahih değildir."
diye fetva vermiş, bunu İmam Muhammed'in Asıl isimli eserine, Hilâl b.
Yahya'i-Basri'ye, Hassaf'a, Vakıat'a ve Muzmarat'a nisbet ettikten sonra:
"Bir arsa vakfedilmeden onun üzerindeki binanın vakfedilmesinin sahih
olmaması, örf ve adet olmadığından dolayı değildir. Çünkü gayr-i menkûl
malların kendileri uzun müddet kalırlar da müebbet olurlar. Fakat bina böyle
değildir. Zira arsasız bina bâki değildir. Artık sâbit oldu ki, bir arsa
vakfedilmeden onun üzerindeki binanın vakfedilmesi ittifakla bâtıldır. Bundan
dolayı bir arsa vakfedilmeden onun üzerindeki binanın vakfedilmesi sahih olur
diye hükmetmek de bâtıldır." demiştir.
Ben derim ki: Zahire'den naklen Bahır'da
zikredilmiştir ki; bir arsa vakfedilmeksizin onun üzerindeki binanın
vakfedilmesi câiz değildir, sahih olan kavil de budur. Çünkü bu, vakfedilmesi
örf ve âdet olmayan menkûl bir malın vakfıdır. Ama bir kurbet cihetine
vakfedilmiş bir arsanın üzerine bir bina yapılıp başka bir kurbet cihetine
vakfedilmiş olsa, bunun câiz olmasında ihtilâf vardır. Buna göre arsası mülk
olarak bırakılıp da onun üzerindeki binanın vakfedilmesinin câiz olmamasının
sebebi, sadece binanın vakfının örf ve âdet olmamasındandır. Yoksa Allâme
Kasım'ın zikrettiği sebebden dolayı değildir. O halde arsası vakfedilmeksizin üzerindeki
binanın vakfedilmesi örf ve adet olan yerde binanın vakfı câiz olur. Bundan
dolayı 872 tarihinde Sultan Melik Zâhir'in meclisinde Allâme Kâsım ile talebesi
Allâme Abdü'l-Berr b. Şahne arasında geçen konuşmada Abdü'l-Berr hocası Allame
Kâsım'a muhalefet ederek: "insanların takriben iki yüz senesinden itibaren
zamanımıza kadar bir arsayı vakfetmeksizin onun üzerindeki binayı vakfetmeleri,
hakimlerin de bunun câiz olduğuna hükmetmeleri mütevatirdir, örf de böyle
câridir. Artık bunun câiz olmasında tevakkuf etmek lâyık değildir."
demiştir.
Allâme Muhammed b. Zahîretü'l-Kureşî,
Allâme Abdü'l-Berr b. Şahne'nin kavlini reddetmiştir. Fetâvây-ı Kârezûnî'de
beyân edildiğine göre reddin özeti şöyledir: Muhammed b. Zahîretü'l-Kureşî:
"Abdü'l-Berr b. Şahne, bir arsa vakfedilmeksizin onun üzerindeki binanın
vakfının caiz olmayacağına dair mezhebin delillerine muhalefet etmiş asrında
dört mezhep alimlerinin ilminde ve kavlinin kabul edilmesinde ittifak ettikleri
hocası Allâme Kâsım'a karşı çıkmış, zayıf kavle itimat etmiş örf ve hâkimlerin
hükümlerini delil getirmiştir. Halbuki örf, nakil varken delil olamaz, zayıf
kavil ile hâkimlerin hükümleri de geçerli değildir," demiştir.
Ben derim ki: Fıkıh metinlerinde müftâbih
olan kavil, örf ve âdet olan yerlerde menkûl malların vakfının câiz olmasıdır.
Buna göre arsası vakfedilmeksizin onun üzerindeki binanın vakfedilmesi örf ve
âdet olan yerlerde binanın vakfının câiz olması nakle muvafık olup mezhebin
câiz olmayacağına dair delillerine muhâlif değildir. Çünkü arsası vakfedilmeksizin
üzerindeki binanın vakfının caiz olmayacağına dair mezhebin delilleri, sadece
binanın vakfı örf ve âdet olmayan yerlere göredir. Nitekim Zahîre'den naklen
Bahır'da zikredilen kavil de buna delâlet eder.
Bir kurbet cihetine vakfedilmiş bir arsanın
üzerine bir bina yapılıp aynı cihete vakfedilse, arasına tebaan binanın vakfı
da ittifakla câiz olur.
Fukaha: "Âmmeye aid ırmakların üzerine
yapılan köprülerin vakfına cevaz verip, bunlar yaptıranların vârislerine mirâs
olarak kalmaz." demişlerdir.
Hâniyye'de: "Köprünün vakfının câiz
olması, sadece binanın vakfının câiz olacağının delilidir." diye
zikredilmiştir. Nitekim biz de böyle beyân ettik. Bununla hal vazih olur,
müşkül zail olur, bu husustaki kavillerin arası bulunmuş olur.
Yine Hâniyye'de zikredilmiştir ki: bir
kimse âriyet almış veya kiralamış olduğu bir arsa üzerine yapmış olduğu bir
binayı vakfetse bu vakıf sahih olmaz. Buna göre Kâriü'l-Hidâye'de: "Arsası
değil de onun üzerindeki binanın vakfı sahihdir." diye zikredilen binayı,
mülk olan arsa üzerine değil de vakıf olan arsa üzerine yapılan binaya
hamletmek vâcib olur.
Arazi-i muhtekere: Kiracı tarafından
üzerine bina yapılmak ve ağaç dikilmek veya bunlardan yalnız birisi yapılmak
üzere senelik muayyen bir ücret mukabilinde kiraya verilmiş bir arazidir ki,
kiracısı muayyen ücreti her sene arazi sahibine vererek o araziyi elinde
bulundurur.
Bir kimsenin kiraladığı bir arsa üzerine
yapmış olduğu bir binayı vakfetmesi caiz değildir. Fakat arazi-i muhtekere
üzerine yapılmış binanın vakfı câizdir. Bahır.
Evkaf-ı Hassaf'da zikredilmiştir ki;
çarşıdaki dükkânların vakfı - her ne kadar arsaları bu dükkanları yapanların
elinde kira ile bulunuyor ise de- câiz olur. Çünkü sultan, dükkânlardan
sahiblerini çıkarmaz, onlardan kira alır. Bu dükkânlar babadan oğula miras
olarak kalırlar, satılırlar, kiraya verilirler, yıkılıp yenileri yapılır veya
yerlerine başka binalar yapılır. Bundan dolayı bunların vakfedilmeleri de câiz
olur.
T E T İ M M E : Bezzâziye'de zikredilmiştir
ki; arsasız kirdarın vakfı câiz değildir. Arsasız binanın vakfı câiz olmadığı
gibi. Fetâvây-ı Hayriyye'de beyân edildiğine göre kirdar; bir kimsenin sultan
tarafından ziraat yapması için kendisine verilmiş olan arazi üzerinde yaptığı
binaya, diktiği ağaçlara ve kendi mülkünden naklederek tarla haline getirmek
üzere o arazinin çukurlarına, yarık yerlerine doldurduğu topraklara verilen
isimdir.
Bir arazinin tarla haline getirilmesi için
çukurlarına doldurulan topraklara "kibs" denir.
Ben derim ki: Buna göre kirdarda tafsilat
vardır: Eğer kirdar kibs ise vakfı sahih olmaz. Eğer kirdar bina veya ağaçlar
ise arsası vakfedilmeksizin üzerindeki bina veya ağaçların vakfedilmesi
hakkındaki hüküm yukarıda geçmiştir.
Gedik de kirdardandır. Gedik: Kiracı
tarafından vakıf bir dükkân veya benzeri bir akar içinde yapılmış raflardan,
dolaplardan ibarettir. Bunların vakfı da sahih değildir.
Bir kimse vakıf bir araziyi ecr-î misil ile
kiralayıp üzerine bina yaptıktan sonra arazinin kirası pek ziyade artmış olsa
bakılır: Eğer o arazinin kirası imar ve bina sebebîyle artmış ise, kiracının
artan miktarı vermesi lâzım gelmez. Çünkü bu artan miktar imar ve bina
sebebiyledir. Bu hüküm, kiracı o binayı kendi parasıyla yapıp bina kendisinin
mülkü olduğuna göredir. Kiracı o binayı mütevellinin emriyle yapıp sarf ettiği
masrafı vakıfdan almış olursa, bina vakıf olmuş ve ortan kira mikdarını vermesi
kendisine lâzım gelir. Eğer o arazinin kendisinin kirası artmış olursa,
kiracının artan miktarı vermesi lâzım gelir.
İktaat: Hükümdar tarafından beytülmalda
hakkı olan bir kimseye bir arazinin kendisinin veya menfaatının verilmesidir.
Bahır sahibi "Ettühfetü'l-Marziyye
fi'l-Arâzi'l-Mısriyye" isimli risalesinde zikretmiştir ki; bir kimse bir
arazisini vakfedince bakılır: Eğer o arazi kendisine hükümdar tarafından
ganimet taksim edilirken verilmiş veya kendisi o araziyi başkasından satın
almış veya o arazi aslında mevat yani sahibi olmayan işlenmemiş bir yer olup
hükümdarın izniyle o yeri ziraata elverişli bir hale getirmiş veya o arazi
hükümdarın kendi mülkü olup o kimseye vermiş ise, bu suretlerde vakıf sahih
olur. Eğer o arazi beytülmala aid ise vakıf sahih olmaz.
Beytülmaldan şeriatın cevazı dairesinde
satın alınan bir arazinin vakfı sahihtir. Çünkü o satın alan kimse o araziye
mâlik olur, o arazide vakfedenin şartına riayet edilir. O araziyi beytülmaldan
satın alan gerek sultan, gerek emîr, gerekse başka bir kimse olsun müsavîdir.
Sultan beytülmala aid olan bir araziyi
satın almaksızın vakfetse, bu vakıf sahih olur. Çünkü Allâme Kâsım'a
"Sultan Çakmak beytülmala aid bir araziyi bir mescidin ihtiyacı için
vakfetmiştir, bunun hükmü nedir?" diye sorulmuş, o da: "Bu vakfı
başka bir sultan iptal etmeye mâlik olamayacağından bu vakıf sahihtir."
diye fetva vermiştir.
Ben derim ki: Allâme Kâsım'ın vermiş olduğu
fetva müşküldür. Çünkü yukarıda "beytülmala aid olan bir arazinin vakfı
sahih değildir" diye geçmiştir.
Keza: Mebsût'dan naklen gelecek faslın
fürûunda zikredilecektir ki; vakıf yerlerin çoğu köyler ve tarlalar olursa
sultan, vakfedenin şartlarına muhalefet edebilir. Çünkü bunların aslı
beytülmala aiddir. Bunlar hakikatte vakıf olmayıp tahsisat kabîlindendir. Kezâ:
Sultan beytülmala aid bir araziyi beytülmaldan çıkarıp beytülmalda istihkakı
olan alimlere veya talebelere vakfetse, bu da hakikatte vakıf olmayıp tahsisat
kabîlindendir.
Bir arazinin vakıf edilmeden evvel
beytülmaldan satın alınıp alınmadığı bilinmezse, o arazinin vakfının sahih
olduğuna hükmedilemez. Çünküvakfedilen bir malın mülk olması şarttır. Bir
kimsenin bir malı vakfetmesinden o mala mâlik olması lazım gelmez. Beytülmaldan
satın alınmış olduğu bilinmeyen bir arazinin beytülmal için bakası asıldır.
Bundan dolayı Ebussûud Efendi hükümdarın ve emirlerin vakıflarının şartlarına
riayet edilmez. Çünkü bu vakıflar beytülmala aiddir.
Vakıf olan bir arazi hakkında : "Bu
arazi beytülmala aiddir, oradan satın alınıp mülk edinilmeden
vakfedilmiş." diye onun vakfının sahih olmadığına hükmedilemez. Çünkü
Müslümanların haklarında hüsn-i zanda bulunup bu vakfın şer'î şerife uygun
olarak yapılmış olduğuna inanmak lazımdır.
METİN
Bir hâkim kendisinde hakimin hükmü şer'î
tescil bulunmayan bir vakfın satılması için vakfedenin vârisine izin ve cevaz
verip o da satsa, bu satış sahih olur. Çünkü şer'î tescili bulunmadığından
hâkimin vakfın satılmasına izin vermesiyle vakfın bâtıl olduğuna hüküm vermiş
sayılır. Hatta vakfeden kimse, vakfettiği bir mülkün hepsini veya bir kısmını
satsa yahut bir cihete yapmış olduğu vakfından dönüp onu başka bir cihete
vakfetse, evvelki vakfın lüzumuna hükmedilmeden önce bir hâkim ikincinin
vakfiyetine hükmetse, içtihâd mahallinde vâki olduğu için ikincinin vakfı sahih
olur. Musannıf bunu "Minah" isimli eserinde tahkîk ve tafsil edip
şeyhine, Kâriü'l-Hidâye'ye, Ebussûud Efendi'ye tâbi olarak bununla fetva
vermiştir. Şârih: "ikinci vakfın sahih olmasını Nehir sahibi hakimin
müctehid olmasına hamletmiştir. İsteyen ona müracaat etsin." demiştir.
Bir hâkim bir vakfın satılması hususunda
vakfedenin vârisinden başkasına izin verse, onun satması sahih olmaz. Çünkü
hâkimin bir vakfın satılmasına izin vermesi o vakfın bâtıl olduğuna hüküm olur
da vârisin mülküne döner, başkasının malını şer'î bir sebep bulunmaksızın
satmak ise câiz değildir.
İmâdiyye'de zikredilmiştir ki; bir
mütevelli hâkimin emri ve re'yile bir vakfı satsa câiz olur. Bu vakfın şer'î
bir sebeple istibdâli (değiştirilmesi) suretinde olmalıdır.
Şarih der ki; vakıf kütüğünde fülan kimse
fülan yeri vakfetmiş, hâkîm de onun vakfedildiğine hükmetmiştir, diye
kaydedilip vakfiyetiyle hükmedilen bir vakfın zamanın uzamasıyla şâhidleri ölüp
hâkimlerin elinde bulunan vakıf kütüğünde de kaydı kalmayıp vakfedenin
çocukları o vakfın iptalini isteseler, Ebussûud Efendi Marûzat'ında:
"Hâkimler böyle bir dâvayı dinlemekten men olunmuşlardır." diye
zikretmiştir.
= Ölüm hastalığında yapılan vakıflar =
Bir kimsenin ölüm hastalığında yaptığı
vakfı ölüm hastalığında yaptığı hibesi gibi olup malının üçte birinden
muteberdir. Hibede teslim etmek şart olduğu gibi bunda da mütevelliye vakfı
teslim etmek şarttır. Eğer vakıf, terekenin üçte birinden çıkar veya varisi
hepsine izin verirse, vakfın hepsi sahih olur. Vârisi izin vermezse, terekenin
üçte birinden ziyade olan mikdarın bir kısmına izin verilse, o kısmın vakfı da
câiz olur.
Fakir bir kimse rehin verdiği malını veya
borcu bütün malını kaplayan hasta bir kimse bir malını vakfetse, vakfı bâtıl
olur. Ama hasta olmayan borçlunun vakfı böyle değildir. Hasta olmayan borçlu
bir kimse tasarruftan men edilmeden önce vakfı kendi nefsine yapıp vakfın
gelirinden borcunun ödenmesini şart kılsın veya kılmasın vakfı sahih olur.
Vakfın gelirinden kendisine kifayet miktarı verilir, geri kalandan borcu
ödenir. Vakfı kendi nefsi için değil de başkasına yapsa, vakfın geliri yalnız o
kimseye aid olur. Fetâvây-ı İbn-i Nüceym.
Şârih der ki; bu mesele, "hastanın
borcu bütün malını kaplarsa" diye kayıdlanmıştır. Çünkü hastanın borcu
bütün malını kaplamazsa borcundan sonra -varisi olup vakfa izin vermezse- geri
kalan malının üçte birinden, vârisi olup izin verir veya vârisi olmazsa,
malının hepsinden vakfı câiz olur.
Borcun bütün malı kaplaması suretinde hâkim
vakfı iptal edip vakıf araziyi sattıktan sonra mal ortaya çıksa satış bozulmaz,
o mal ile satılanın yerine arazi satın alınır. Bu bahsin tamamı İs'âf'ın
Hastanın Vakfı bâbındadır.
Vehbâniyye'de zikredilmiştir ki; bir kimse
rehin verdiği bir akarını vakfettikten sonra onu rehinden çıkarsa, vakfı câiz
olur. Eğer vakfeden borcunu ödeyecek kadar başka mal bırakmış olursa, o maldan
borcu ödenir, vakıf akar rehinden kurtarılır, vakıf bozulmaz. Eğer borcunu
ödeyecek başka mal bırakmamış ise, ya vakıf iptal edilip borç için satılır veya
iptal edilmeyip vakfın gelirinden ödeninceye kadar borç tecil edilir.
Şârih der ki; Ebussûud Efendiye "Bir
kimse borçtan kaçmak için malını çocuklarına vakfetse, sahih olur mu?"
diye sorulmuş, o da: "Vakıf sahih ve lâzım olmaz, sultan tarafından
hâkimler borcun miktarı kadar vakfın sıhatıyle hükümden ve tescilden men
edilmişlerdir." diye cevap vermiştir. Marûzat.
Vakıflar üç kısımdır :
a) Yalnız fakirlere yapılan vakıflar.
b) Önce zenginlere, sonra fakirlere yapılan
vakıflar.
c) Fakirler ile zenginlere müsavî olarak
yapılan vakıflar.
Ribatlar, hanlar, mezarlıklar, çeşmeler,
kuyular, sarnışlar, köprüler, mescidler, değirmenler, leğenler gibi vakıflardan
fakirler de, zenginler de istifade ederler. Çünkü her iki zümrenin de bunlara
ihtiyacı vardır. Fakat hastahanlere vakfedilen ilaçlar âmmeye vakfedilmiş
olmadıkça zenginler önce istifade edemezler; âmmeye vakfedilmiş olursa,
fakirlere tebaan zenginler de ondan istifade edebilirler. Vakfedilirken
zenginlerin de istifade etmeleri şart kılınmış olursa zaten istifade ederler.
Kınye.
F Ü R Û: Bir kimse "şu mülküm
gerçekten vakıfdır, onu elimden çıkardım" diye ikrar edip halbuki o
kimsenin vârisi o mülkün vakıf olmadığını bilse, bu nevi vakıf câizdir.
Vârisinin "o mülk vakıf değildir" diye dâvâ etmesi hâkim tarafından
kabul edilmez. Dürer.
= Mürtedin vakfı beyânında =
Vehbâniyye de zikredilmiştir ki; - Allah-ü
Teâlâ'ya sığınırız - mürted olan kimsenin daha önce yapmış olduğu vakıfları
irtidadı sebebiyle bâtıl olur. Bir kimsenin mürted iken yapmış olduğu vakfı
makbul ve mu'teber değildir.
İ Z A H
Ebussûud Efendi: "Kendisinde hâkimin
hükmü ve şer'i tescil bulunmayan bir vakfın bir kısmı hâkimin emriyle satılsa,
satılan kısmın vakfiyeti bâtıl olup satış sahih olur, satılmayan kısmı vakıf
olarak kalır." demiştir.
Tescil-i vakıf: Bir vakfın lüzumuna
selâhiyetli bir hâkimin şer'i şerife uygun olarak hükmetmesidir. Hâkimin
verdiği hüküm yanında bulunan dip deftere (kütüğe) yazıldığı için "verilen
hükme" tescil denilmiştir.
Kınye'de zikredilmiştir ki; tescil
edilmemiş bir vakfın satılmasına bir hâkim hüküm verse bîle satış bâtıl olur.
AIIame Kâsım bununla fetva vermiştir. Kâriü'l-Hidâye'nin "Henüz vakfına
hüküm verilmemiş bir vakfın satılmasına verilen hüküm sahihdir." diye
vermiş olduğu fetvaya "vakfın satılmasına hüküm veren hâkîmîn müctehid
olduğuna" veya "ondan sehiv olduğuna" hamlolunur.
TENBİH: Vakıf bîr malın satışı fâsid değil
bâtıldır. Makdisi Şerhinde zikredilmiştir ki; vakıf bîr malın satışı bâtıl mı
yoksa fâsid mi? Bunda ihtilâf vardır. Sahih olan kavle göre bâtıldır.
Haniyye'de zikredilmiştir ki, yapılan vakıf
üç kısımdır: Sıhhat halinde yapılan vakıf, ölüm hastalığında yapılan vakıf,
ölümden sonraya nisbet edilen vakıf.
Sıhhat halinde vakfedilen bir malın mülkden
çıkarılıp mütevelliye teslim edilmesi şarttır. Nitekim hibe edilen bir malın
teslim edilmesi şart olduğu gibi.
Ölümden sonraya nisbet edilen bir vakfın
mülkten çıkarılıp mütevelliye teslim edilmesi şart değildir. Çünkü bu şekilde
yapılan bir vakıf vasiyet hükmündedir.
Ölüm hastalığında yapılan bir vakıf, ölüm
hastalığında yapılan bir hibe gibi her ne kadar terekenin üçte birinden
mu'teber ise de mülkden çıkarılıp mütevelliye teslim edilmesi şarttır.
Tahâvi: "Ölüm hastalığında yapılan bir
vakıf, ölümden sonraya nisbet edilen vakıf gibi lâzım olur." diye
zikretmiştir.
Serahsi: "Sahih olan kavle göre, ölüm
hastalığında yapılan bir vakıf sıhhat halinde yapılan vakıf gibidir. İmam-ı
Azam'a göre, bu vakıf lâzım olmayıp kendisine miras olunur. Ancak vakfeden
kimse "şu malım hayatımda ve ölümümden sonra vakıfdır" deyip bundan
dönmeden ölse, bu vakıf hayatında nezir, ölümünde de vasiyet hükmünde olup
bundan dolayı terekesinin üçte birinden muteber olmak üzere lâzım olur."
demiştir.
Bir kimse rehin vermiş olduğu bir malını
vakfetse bakılır; Eğer zengin ise hakim ona borcunu ödeyip vakfı rehinden
kurtarması için cebreder. Eğer fakir ise hâkim vakfı iptal edip borcu için
satar. O kimse ölse yine bakılır: Eğer borcunu ödeyecek başka malı bulunursa,
borcu ödenerek vakıf rehinden kurtarılır. Eğer başka malı bulunmazsa vakıf
bâtıl olur ve borcu için satılır. Fetih.
Fevakih-i Bedriyye'de: "Terekeden
ziyade olan borç, ölüm hastalığında yapılan vakfa, köle âzâdına, vasiyete ve
hibeye mâni olur. Ancak alacaklılar bunlara izin verirlerse mâni olmaz. Kezâ:
Alacaklılar izin vermedikçe terekenin vârislerin mülküne intikal etmesine ve
vârislerin terekede tasarruflarına da mâni olur." diye yazılıdır. Hasta
olmayan, malından çok borcu bulunan bir kimsenin vakfı - her ne kadar bununla
alacaklılarını oyalamayı kasdetse bile - sahih olur. Zahire.
Fetih'de zikredilmiştir ki;
"Tasarruftan men edilmeden önce vakfetmiş ise, vakfı lâzım olup
alacaklıları vakfı bozamazlar. Çünkü onların hakları borçlu sıhhatta iken
mülkünün aynına taallûk etmez. Eğer tasarruftan men edildikten sonra vakfederse
sahih olmaz. Çünkü diğer teberrularda şart olan vakıfta da şarttır. Tasarruftan
men edilen borçlu önce kendi nefsine, kendisi öldükten sonra da müebbeden
kesilmeyecek bir cihete vakfetse, İmam Ebû Yusuf'tan sahih olan kavle göre câiz
olur. Eğer böyle bir vakfın sahih olduğuna dair bir hâkim tarafından hüküm
verilirse, ittifakla câiz olur. Borcundan dolayı tasarruftan men edilen bir
kimsenin vakfının sahih olmaması İmameyn'in kavlidir. Çünkü sefihin (malını boş
ve faidesiz yere harcayan kimsenin) tasarruftan men edilmesinin sahih olması
İmameyn'in kavlidir. İmam-ı Azam'a göre, sefih ve borçlu olan kimselerin
tasarruftan men edilmeleri câiz olmadığından vakıfları sahihtir. Bundan dolayı
bazı hâkimler tasarruftan men edilen borçlunun vakfının sahih olduğuna dair
hüküm vermişlerdir. Çünkü hâkim tarafından bir borçlunun tasarruftan men
edilmesine dair verilen hüküm, İmam-ı Azam ile İmameyn'in arasındaki ihtilâfı
kaldırmaz. Zira ihtilâf hükmün kendisindedir. Yani İmam-ı Azam'a göre, hâkim
tarafından bir borçlunun tasarruftan men edilmesine dair verilen hüküm
geçersizdir. Borçlu tasarruf hakkından men edilemez, böyle bir kimsenin
tasarrufu ve vakfı sahihtir. Fakat İmam-ı Azam'a göre vakıf lâzım olmaz. Vakfın
lüzumunu söyleyen İmam Ebû Yusuf ise tasarruftan men edilen kimsenin vakfının
sahih olduğunu söylemez. Buna göre tasarruftan men edilen kimsenin vakfının
lüzumuna hükmetmek, İmam-ı Azam ile İmam Ebû Yusuf'un kavillerinden alınmıştır.
Enfau'l-Vesâil.
Mürtedin vakfında iki suret vardır.
Birinci suret: Bir kimse bir mülkünü
vakfettikten sonra -Allah-u Teâlâ'ya sığınırız- mürted olsa vakfı bâtıl olur,
İslâmiyet'e geri dönse, o mülkünü yeniden vakfetmedikçe o mülk kendiliğinden
vakfa dönmez. Çünkü mürtetlik bütün iyi amelleri iptal eder. İbn-i şahne: "Mürtedlik,
iyi amellerin sevâbını iptal eder, fakirlerin hakkına tallûk eden şeyi iptal
etmez." demiştir. Şürunbulâlî, İbn-i Şahne'ye: "Fakirlere yapılan
vakıflar kurbet ve tâat olduğu için bunlar da bâtıl olur." diye cevap
vermiştir.
"Ben derim ki: Şürunbulâli'nin cevabı
sualin karşılığı değildir. Çünkü bir mülk muayyen kimselere vakfedildiğinde
kurbet ve tâat olmaz. Sahih cevap: Fakirlere yapılan bir vakıf, mürtedlik
haline kadar kurbet ve tâat olarak bâkîdir. Mürtedlik, yakın olduğu kurbet ve
tâatı ibtal eder. Nitekim bir kimse namaz kılarken veya oruç tutarken mürted
olsa, o namaz ile o orucun kendileri bâtıl olur. Fakat namazı kıldıktan veya
orucu tuttuktan sonra mürted olsa, ibâdetlerin kendileri bâtıl olmayıp yalnız
sevâpları bâtıl olur. Fakirlerin hakları ise yalnız sadakadır. Vakfın mânası
olan tasadduk bâtıl olunca, fakirlerin haklarını her ne kadar kasden ibtal
etmek mümkün değil ise de onların hakları zımnen batıl olur. Nitekim harap olup
hiç bir suretle kendisinden istifade edilemeyen vakıfdaki hakları bâtıl olduğu
gibi.
İkinci suret: Bir erkek mürted iken bir
mülkünü vakfetse, İmam-ı Azam'a göre vakfı durdurulur. Eğer İslamiyet'e dönerse
vakfı sahih olur. Eğer ölür veya öldürülür veya dar-ı harbe kaçtığına
hükmedilirse vakfı batıl olur. Bu ikinci suret hakkında İmam Ebû Yusuf'tan hiç
bir rivâyet yoktur. İmam Muhammed'e göre, dinlerine intikal ettiği kavimden
câiz olan ondan da câiz olur.
Bir kadın mürted iken bir mülkünü vakfetse
vakfı sahih olur. Çünkü o, mürted olmasından dolayı öldürülmez. Eğer mürted
kadın mülkünü hac veya umre yapılması için vakfederse, vakfı sahih olmaz.
Vehbâniyye Şerhi.
FASIL
METİN
= Vakfın icareye verilmesi hususunda
vakfedenin şartına riayet edilmesi beyânında =
Bir vakfın icareye verilmesi hususunda
vakfedenin şartına riayet edilir. Mütevelli bir vakfı şart kılınan müddetten
ziyade müddetle icareye veremez. Hâkim verebilir. Çünkü hâkimin fakir, gâib ve
ölüleri gözetme velâyeti vardır. Eğer vakfeden vakfının icareye verilme
müddetini tâyin etmemiş olursa, bazı fukahaya göre mutlak olarak bırakılıp bir
müddetle kayıdlanmaz. Mütevelli bir seneden ziyade müddetle icareye verebilir.
Bazı fukahaya göre, hane olsun arazi olsun bir sene müddetle kayıdlanır. Hanede
bir sene, arazide üç ile fetva verilir. Ancak menfaat bunun hilâfına olursa, o
vakit bunun hilafıyla fetva verilir. Bu icare müddeti zaman ve yerin
değişmesiyle değişir.
Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; bir vakfın
uzun müddet icareye verilmesine ihtiyaç duyulursa çaresi: Müteaddid akidler ile
akid yapılır. Birinci akid zamanında yapıldığından lâzım, diğer akidler gelecek
zamana nisbet edilmiş olduğundan lâzım olmaz.
Şârih der ki; Fakîh Ebû Cafer:
"İsterse müteaddid akidlerle akid yapılmış olsun fetva, uzun müddetle
yapılan icare akdinin batıl olması üzerinedir." demiştir. Bunu Kirmâni on
dokuzuncu babda zikretmiştir. Kudûrî Efendi de bunu ikrar etmiştir. İcâre
bahsinde gelecektir.
Bir vakıf, ecr-i misliyle icareye
verilebilir. Vakfın gelirinde istihkakı olan kimse icareye vermiş olsa bile
ecr-i mislinden noksana veremez. Ancak pek az bir noksanla veya insanların
rağbeti ecr-i mislinden noksana olursa, olur. Eşbah.
Vakıf bir yer, ecr-i misliyle kiraya
verildikten bir müddet sonra kira bedelleri düşse, vakfa zarar geleceğinden
kira akdi bozulmaz. Eğer kira bedelleri pek ziyade artsa, bazı fukaha:
"Esah olan kavle göre, icare akdi bozulup yeniden ecr-i misliyle icare
akdi yapılır." Demişlerdir.
Eşbah'da zikredilmiştir ki; kirada olan bir
vakfın kira bedeli - bir kimse tarafından artırılmaksızın- kendiliğinden artmış
olsa, mütevelli kira akdini bozar. Bununla fetva verilir. Mütevelli kira akdini
bozmadıkça eski kira bedelini alır.
Bazı fukaha ise: "Kira bedelinin
artmasıyla mütevelli icare akdini bozup yeniden ecr-i misliyle icare akdi
yapamaz. Nitekim bir kimse, kiracıya zarar vermek için vakfı daha ziyade kira
bedeliyle kiralamaya tâlip olsa, buna itibar edilip icare akdinin bozulmadığı
gibi." demişlerdir. Bu mesele icare bahsinde gelecektir.
Ecr-i misliyle kiraya verilmiş bir vakfın
kira müddeti içinde ecr-i misIi pek ziyade artıp mütevelli icare akdini bozsa,
kiracı artan miktarı vermeyi kabul ederse, başka taliblerden evla olur.
Bir vakfın geliri veya süknâsi (içinde
oturması) muayyen bir kimseye vakfedilmiş olsa bile o kimse o vakfı icareye
vermeye gasbedildiğinde dâvâ etmeye ancak mütevelli olmasıyla veya hakimin izin
vermesiyle mâlik olur. Fetva bu kavil üzerinedir. Çünkü onun hakkı vakfın
gelirindedir, aynında değildir. Vakfın gelirinde istihkakı olan kimse vakfın
kendisinde oturabilir mi? Vehbaniyye'de "oturamaz" diye cevap verilmiştir.
Şürunbulâlî Vehbâniyye şerhinde "oturabilir" diye cevap vermiştir.
İZAH
Vakfedenin icare ve diğer hususlardaki
şartlarına riayet edilir. Fürû bahsinde gelecektir ki, vakfedenin şartı Şâri'in
nassı gibidir. Fakat yukarıda geçtiği üzere on meselede vakfedenin şartına
riayet edilmez. Vakfeden bir kimse, vakfının bir seneden ziyade müddetle kiraya
verilmemesini şart kılıp insanlar da bir sene müddetle kiraya rağbet etmeseler,
bir seneden ziyade müddetle kiraya verilmesi fakirler için daha menfaatli olsa
bilemütevelli o vakfı bir seneden ziyade müddetle kiraya veremez. Ancak o vakfı
bir seneden ziyade müddetle kiraya vermesi için hâkime müracaat eder. Çünkü
hâkimin fakir, gâib ve ölmüş kimseleri gözetme velayeti vardır. Eğer vakfeden
bir kimse vakfının bir seneden ziyade müddetle kiraya verilmemesini şart
kılmazsa, mütevelli o vakfı hâkimden izinsiz bir seneden ziyade müddetle kiraya
verebilir.
Kezâ: Bir seneden ziyade müddetle kiraya
verilmemesini şart kılan kimse "bir seneden ziyade müddetle kiraya verilmesinde
fakirlerin menfaatı bulunursa müstesnadır" derse, yine mütevelli o vakfı
hâkimden izinsiz olarak bir seneden ziyade müddetle kiraya verebilir. Minah,
İs'âf.
Salâhiyetti bir hakim, vakıflara nezaret
eder. Buluntu bir malı, gâib olup ölü veya diri olduğu bilinmeyen bir kimsenin
malını, ölen bir kimsenin vârisi veya vasisi çıkıncaya kadar hıfzeder.
Vakfıyede icareye verilme müddeti tâyin edilmemiş bir vakıf, bir seneden ziyade
müddetle icareye verilemez. Çünkü bir vakfın uzun müddet icareye verilmesi
vakfın iptaline vardırır. Zira kiracıyı o mülkte uzun zaman mâliklerin
tasarrufu gibi tasarruf ettiğini görenler onun mülke mâlik olduğunu
zannederler.
Vakıf bir araziden ancak iki veya üç
seneden bir mahsul elde edilecek olursa, o kadar müddetle kiraya verilir.
Muhtar olan kavle göre, daha ziyade
müddetle kiraya verilmesinde bir menfaat bulunmadıkça hane bir seneden, arazi
üç seneden ziyade müddetle kiraya verilemez. Bu kira müddeti, zaman ve yerin
değişmesiyle değişir.
T E N B İ H : Yetimin arazisi ile beytülmala
aid arazinin hükmü, vakıf arazinin hükmü gibidir.
Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; bir vakfın
uzun müddet kiraya verilmesine ihtiyaç duyulursa çaresi, müteaddid akidlerle
akid yapılır. Şöyle ki: Mütevelli, kiralamak isteyen kimseye "sana fülan
haneyi her seneliği şu kadar meblağa olmak üzere elli seneliğine kiraya
verdim" der, o da "kabul ettim" derse, birinci akid lâzım olur.
Yani kiracı, birinci seneye aid olan kira akdinden dönemez. Diğer senenin
akidleri lâzım olmaz, yani kiracı diğer senelerin akidlerinden dönebilir. Fakat
Kâdıhân: "Şemsü'l-Eim'me-i Serahsî iki rivâyetten sahih olan rivâyete göre
"diğer akidler de lâzım olur" diye zikretmiştir." dedîkten sonra
fukahanın: "Bir mütevellinin peşin ücrete ihtiyacı olursa, müteaddid
akidlerle akid yapar." kavillerinden sonra "mütevelli peşin olarak
aldığı gelecek senelerin kira bedellerine mâlik olamaz. Yani kiracı peşin
olarak verdiği gelecek senelere aid kira bedellerini geri alabilir" diye
icmâlarına" karşı çıkmış, buna göre "müteaddîd akidlerle yapılan
akdin hiç bir faydasının olmaması lâzım gelir." demiştir. Allame
Kınalızade: "Gelecek senelere nisbet edilen icare akidlerinin lâzım
olmaması rivâyeti sahih görülmüştür." diye cevap vermiştir.
Kâdihân'ın kendisi de icare bahsinde;
"Mütevellinin gelecek senelere aid peşin olarak aldığı kira bedellerine
mâlik olmasında iki rivâyet vardır. Burada mütevellinin ihtiyacı bulunduğundan
peşin ücrete mâlik olması rivâyeti alınır." diye cevap vermiştir. Fakat
Kâdîhân'ın bu cevabı icmâ dâvâsına münafidır.
Ben derim ki: Şârih icare bahsinin sonunda:
"Fetva diğer akidlerin lâzım olmadığına dair olan rivayeti teyid etmiştir.
İsterse müteaddid akidlerle akid yapılmış
olsun fetva, uzun müddetle yapılan kîra akdinin bâtıl olması üzerinedir. Çünkü
vakıf bir mülkte kiracı olarak uzun müddet mâliklerin tasarrufu gibi tasarruf
eden bir kimsenin o mülkün kendisinin mülkü olduğunu iddia etme tehlikesi
vardır. Bu da vakfın ibdalına yol açar.
Ben derim ki: Buradaki söz, ihtiyaç
zamanına aiddir. Bundan dolayı peşin alınacak kira bedelleriyle tamir edilecek
bir vakıf, uzun müddetle kiraya verilse, zaruret bulunduğundan câiz olur. Böyle
bir zaruret bulunmadığında uzun müddetle bir vakfın kiraya verilmesi bâtıldır.
Bir vakıf ecr-i misliyle kiraya
verilebilir. Bir vakfın ecr-i mislinden pek ziyade noksanla kiraya verilmesi
sahih olmaz. Fetâvây-ı Hanûti'de: "Bir vakfın ecr-i mislinden noksanla
kiraya verilebilmesi için ya vakıfda bir kusur veya vakfın borçlu bulunması
şarttır." diye zikredilmiştir. Bundan ve Eşbâh'a nisbet edilenden "üstünde
vakfı gözetme yeri bulunan bir hanenin ecr-i mislinden noksanla kîraya
verilmesinin câiz olduğu" anlaşılmıştır. Çünkü vakfın mevcud parası
bulunmadığından dolayı haneyi tamir eden kiracının hane üstündeki gözetme
yerini de vakıf üzerine borç olarak tamir eder. Tamir sebebiyle hanenin ecr-i
misli artmış olsa, artan mikdarı kiracının vermesi lazım gelmez. Zira
mütevelli, gözetme yerini sahibine verecek olan kimseye o haneyi kiraya vermek
istese, hiçbir kimse o haneyi o günkü ecr-i misliyle kiralamaya razı olmaz.
Fakat Fetava-i Hayriyye'de: "Tamir sebebiyle artan mikdarı kiracının
vermesi lazımdır." diye fetva verilmiştir. Galiba bu fetva vakfın parası
olup mütevellinin bu parayla hanenin üstündeki gözetme yerini yaptırmış
olduğuna hamlolunur. Bu takdirde tamir sebebiyle artan mikdarın kiracıya lazım
gelmesinde şüphe yoktur.
Kâriü'l-Hidâye'ye "kendisine
vakfedilen kimse mütevelli olup vakfı ecr-i mislinden noksana kiraya verse,
sahih olur mu?" diye sorulmuş, o da: "Her ne kadar zarar kendisine
aid olsa bile sahih olmaz. Çünkü o anda tamire muhtaç olursa, vakıf zarar
göreceği gibi kendisinden sonra o vakfa müstahik olacaklar da zarar
görürler." diye cevap vermiştir.
Vakıf bir yer, ecr-i misliyle kiraya
verildikten bir müddet sonra kira bedeli düşüp kiracı, kira akdinin bozulmasını
talep etse, mütevelli bunu kabul etmez. Vakfın menfaati bulunmadıkça mütevelli
vakfın akdini bozamaz. Fetih.
Vakıf bir yer ecr-i misliyle kiraya
verildikten bir müddet sonra kira bedeli artsa bakılır: Eğer bu artış az
(ziyade-i yesire) ise meselâ; bir hanenin ecr-i misli on dirhem iken bir dirhem
artsa, kira akdi bozulmaz. Nitekim bir hanenin ecr-i misli on dirhem iken
mütevelli onu dokuz dirheme kiraya vermîş olsa, kira akdi bozulmaz. Eğer bu
artış çok (ziyade-i fahişe) ise meselâ; bir hanenin ecr-i misli on dirhem iken
iki dirhem) artsa, kira akdibozulur. Nitekim bir hanenin ecr-i misli on dirhem
iken sekiz dirheme kiraya verilmiş olsa kira akdi bozulur. Bazı fukahaya göre,
ziyade-i fahişenin (çok artışın) mikdarı, evvelki ecr-i mislin yarısıdır.
Meselâ; bir hanenin ecr-i misli on dirhem iken beş dirhem artsa, kira akdi
bozulur.
Fetâvây-ı Hayriyye'de: "Ziyade-i
fahişe ile beşde bir mikdar artış murad edilir." diye ifade edilmiştir.
Hülâsa'da: "Vakıf bir yer, ecr-i misli
veya insanların aldanabileceği noksan bir mikdar ile kiraya verildikten sonra
bir kimse gelip iki dirhem ziyade ile kiraya talip olsa, kira akdi bozulmaz. On
dirhemde iki dirhem azdır. Hatta bir vakfın ecr-i misil on dirhem olduğu halde
sekiz dirheme kiraya verilmiş olsa, kira akdi bozulmaz." diye
zikredilmiştir. Buna göre kiranın iki tarafında yani ziyade ve noksan olmasında
beşde bir azdır. Bununla kira akdi bozulmaz.
Sirâc'dan naklen Bahır'da: "İnsanların
alış-veriş de aldanabilecekleri mikdar, onda birin yarısı veya daha azıdır.
Eğer bundan ziyade olursa az sayılmaz." diye beyân edildikten sonra şu
tafsilât nakledilmiştir: Urûzda insanların aldanabileceği mikdar onda birin
yarısıdır, hayvanlarda onda birdir, akarda beşde birdir. Bunlardan ziyade
mikdarda insanlar aldanmaz. Bunun sebebi tasarrufun urûzda çok, akarda az,
hayvanlarda ise orta olmasıdır. Aldatmanın çok olması tasarrufun az
olmasın-dandır. Bugün insanlar bununla amel etmektedirler.
T E N B İ H: Bahırda: "Hâkimin kira
hususundaki ziyadeyî bilmesinin yolu, İmam Muhammed'e göre emniyetli olan iki
bilirkişinin sözünü kabul etmesiyledir. İmam-ı Azam ile İmam Ebû Yusuf'a göre
bir bilirkişinin sözü kâfidir." diye yazılıdır.
Vakıf bir yer ecr-i misliyle kiraya
verildikten sonra kira müddeti içinde o vakfın ecr-i misli pek ziyade artsa,
bazı fukahaya göre, kira akdi bozulur. Bundan sonra bakılır: Eğer o vakıf yer
ekili olmayıp evvelki kiracısı da artan mikdarı vermeyi kabul ederse o, başka
taliblerden evla olur. Eğer o vakıf yer ekili olursa, kiracı üzerine ecr-i mislin
arttığı vakitten itibaren mahsûlün kaldırılma zamanına kadar olan müddet için
artan ecr-i misli tamamlamak vâcib olur. Çünkü kiracının mahsûlü ile meşgul
bulunan bir yer başkasınca kiraya verilemez. Mahsul kaldırıldıktan sonra kira
akdi bozulur. Başkasına ecr-i misliyle kiraya verilir.
Kezâ: Vakıf bir araziyi kiralayan bir kimse
orada bina yaptıktan veya ağaç diktikten sonra o arazinin ecr-i misli pek
ziyade artsa, o arazi kiracının elinde eski ecr-i misliyle akid müddeti
bitinceye kadar bırakılır. Çünkü bina ile ağaçların muayyen bir müddeti yoktur.
Böyle bir arazinin kira müddeti bitince, nasıl muamele edileceğine dair olan
malûmat bu fasıldan önceki "Arazi-i muhtekerenin kirasının artması
beyânında" geçmiştir.
T E N B İ H : Takrîrimizden malûm olmuştur
ki; fukahanın "kiracı başka taliblerden evlâ olur" kavil, ecr-i
mislin kira müddeti esnasında artmış olması ve kiracının artmış olan mikdarı
vermeyi kabul etmiş olması hakkındadır. Kira müddeti bittikten sonra kiracı o
vakfı ecr-i misliyle kiralamaya başkalarından evlâ değildir. Ancak vakıf bir
yerin kiracısı o vakıf yerde "kirdar" denilen bir hakk-ı karara mâlik
olursa meselâ; o vakıf yer kiracının kendi mülkü olan ağaçları ve binasıyla
meşgul bulunursa, kira müddeti bittiğinde o vakıf yeri ecr-i misliyle
kiralamaya başkalarından evla olur. O yer başkasına kiraya verilemez. Çünkü bu
suretle hem kiracının zararı, hem de vakfın zararı önlenmiş olur. Bu mesele,
icare müddeti bittikten sonra kiracının vakıf arazideki ağaçlarını söküp
araziyi mütevelliye teslim etmesinin vâcib olduğunu ifade eden metin ve
şerhlerin mutlak olan ibâresinden istisna edilmiştir. Bundan dolayı hakk-ı
karara mâlik olan kiracı o vakıf yeri kiralamaya başkalarından evlâ olur.
Bir kimse vakıf bir yeri ecr-i misliyle
kiraladıktan sonra o vakfın ecr-i misli pek ziyade artsa, icare müddeti mevcud
olduğundan akid bozulmaz; fakat artış, akdi bozmayı gerektirir. Kiracı bu artan
mikdarı kabul edip vermeye razı olunca akdi bozmayı gerektiren şey ortadan
kalkmış olur. Artık akid bozulup o vakfın başkasına kiraya verilmesi caiz
olmaz. Kira müddeti bitinceye kadar kendisine kiraya verilir. İcare müddeti
bittikten sonra her ne kadar eski kiracı artan mikdarı vermeyi kabul etse de
mütevelli onu başkasına kiraya verebilir. Çünkü eski kiracının evla olmasına
sebep olan icare müddeti zail olmuştur. Yukarıda geçtiği üzere eski kiracı o
vakıfda "kirdar" denilen hakk-ı karara malik bulunursa, o vakfı ecr-i
misliyle kiralamaya başkalarından evla olur. Bu izahdan anlaşılmıştır ki; han
veya hane gibi vakıf bir yeri kiralayan kimse o vakıfda "kirdar"
denilen hakk-ı karara malik bulunmazsa, kira müddeti bittikten sonra o vakıf
yeri yeniden kiralamaya başkalarından evla değildir. O vakıf yerin ecr-i misli
artmış olsun veya olmasın, eski kiracı artan mikdarı kabul etsin veya etmesin
müsavidir. Zamanımızdaki alimler bunun hilafını anlayıp "eski kiracı
mutlak surette başkalarından evladır, eski kiracı zi'l-yed (bir mülkte malik
kimselerin tasarrufları gibi tasarrufu sabit olan kimse) ismini veriyorlar.
Eski kiracı artan mikdarı kabul ederse, o vakıf başkasına kiraya
verilemez" deyip bununla hüküm ve bununla fetva veriyorlar. Halbuki bu
mezhebin meth, şerh ve fetva kitablarının ittifak ettiklerine muhaliftir.
Onların dayandığı yer burada musannıf ibaresinin mutlak olmasıdır ki,
kesinlikle batıldır. Çünkü musannıfın ibaresi bir vakfın icare müddeti tamam
olmadan önce ecr-i misli pek ziyade artıp kiracısı artan mikdarı müddet tamam
oluncaya kadar vermesi hakkındadır. Fukahanın ibaresi de bu hususta açıktır.
Fukahadan hiç biri musannıfın ibaresinin mutlak olduğunu söylememiştir.
Zamanımızdaki alimlerin bu husustaki hüküm
ve fetvalarında fesad ve vakıfların zayi olması vardır. Şöyle ki; vakıf bir
yerin kiracının elinde uzun müddet bulunması kiracının o yerin kendi mülkü olduğunu
dava etmesine yol açar. Fukaha bundan korktuklarından icare müddetinin uzun
olmasını men etmişlerdir. Nitekim yukarıda geçmiştir. Bu, "Tahriri'l İbare
fi-men evla bi'l-İcare" isimli risalemde zikrettiğimin hülasasıdır.
Bir vakfın geliri veya süknâsi kendilerine
vakfedilen kimseler, o vakıf icareye vermeye mâlik olamazlar. Çünkü o kimseler
o vakfın menfaatine bedelsiz (karşılıksız) mâlik olduklarından o menfaati
başkasına bedelle temlike yani onu icareye vermeye mâlik olamazlar. Aksi
takdirde mâlikolduklarından daha çok şeye mâlik olmaları lâzım gelir. O vakıf
gasb edildiğinde kendilerine vakfedilen kimseler, vakfın ne kendisini, ne de
gelirini dâvâ edemezler.
Câmiu'l- Fûsuleyn'de: "Bir vakıf gasb
edildiğinde kendisine vakfedilen kimse, o vakıf bana vakfedilmiştir, diye dâvâ
etse bakılır: Eğer kendisine, dâvâ etmesi için hâkim tarafından izin verilmiş
ise dâvâsı ittifakla sahih olur. Eğer izin verilmiş olmazsa bunda iki rivâyet
vardır: Esah olan rivâyete göre, dâvâsı sahih olmaz. Çünkü onun hakkı yalnız gelirdedir,
başka hususlarda hasım olamaz. O gasb edilen yer, bir cemaate vakfedilmiş olup
içlerinden birisi kendisine dava etmesi için hakim tarafından izin
verilmeksizin o gasp edilen yer vakıfdır, diye dava etse davası sahih olmaz.
Bir vakfın gelirine müstahik olanlar, vakfın gelirini dava etmeye malik
olamazlar. Dava etmeye ancak mütevelli maliki olur." diye yazılıdır.
Füsuleyn sahibi: "Kendisine
vakfedilenin gasb edilen geliri hakkındaki davası da vakfın aynını dâvası
gibidir." diye ifade ettikten sonra "onun hakkı yalnız
gelirdedir" diye gösterdiği sebep, "kendisine vakfedilenin gasb
edilen geliri dâvâ etmesinin sahih olacağını ifade eder. Buna şöyle cevap
verilebilir: Gelir hakkındaki dâvanın da kabul edilmemesi kendilerine
vakfedilenler bir cemaat olduğuna göredir. Eğer kendisine vakfedilen tek bir
kimse olup gasbedilen geliri dâva etse, dâvâsı kabul edilir. Çünkü o kendi
hakkının isbatını istemiştir. Nitekim bunu bazı fukahanın: "Bir vakıf
muayyen bir kimseye yapılmış olsa, o kimsenin hâkim tarafından tayin
edilmeksizin mütevelli olması câiz olur. Çünkü hak yalnız ona aiddir."
kavilleri de teyit eder. Fakat fetva, o tek kimsenin de hâkim tarafından tâyin
edilmeksizin mütevelli olmasının sahih olmaması üzerinedir. Çünkü onun hakkı
vakfın gelirini almaktadır, vakıfdaki tasarruf da değildir. Onun hakkı vakfın
gelirini almakta olup gelir de gasb edilirse, hakkını alabilmesi için davasının
kabul edilmesinde tereddüt edilmemelidir.
Fetavay-ı Hanuti'de: Vakıf muayyen bir
kimseye yapılmış olursa hak olan, davasının sahih olmasıdır." diye beyan
edilmiştir. Bunun zahiri davasının vakfın aynında da kabul edilmesidir. Bundan
dolayı Nuru'l-Ayn'de: "Gelir vakıfdan hasıl olduğundan vakfın elden
çıkmasıyla geliri de elden çıkmış olur. Artık gasb edilen geliri dava etmek
vakfın aynını dava etmek gibidir." diye zikredilmiştir.
Kendilerine vakfedilenlerden birisi, diğeri
için bu kimse, vakfı gasbedene satıp teslim etmiştir." diye dâvâ edip
delil getirse veya dâvalıya hâkim tarafından yemin verildiğinde yemin etmekten
çekinse, dâvâlının aleyhine vakfın kıymetiyle hükmedilir. O kıymetle bir yer
satın alınıp eski vakfın aynı şartlarıyla vakfedilir. Bezzaziye. İs'âf.
Muhit'den naklen Tatarhaniyye'de
zikredilmiştir ki; bir kimse elinde bulunan bir arazinin kendi mülkü olduğunu iddia
ettiği hale bir cemaat de o arazinin kendilerine vakfedilmiş olduğunu dâvâ edip
delil getirseler, delilleri kabul edilir. O arazinin vakıf olduğuna hükmedilip
o kimsenin elinden alınır.
Tatarhâniyye sahibi: "İşte bu mesele,
bir vakfın geliri veya süknâsı kendilerine vakfedilenlerin dâvâlarının sahih
olduğunu tasrih etmektedir." demiştir.
Ben derim ki: Bir kimse "ben, şu
vakfın geliri kendilerine vakfedilenlerdenim, benim de o vakfın gelirinde
hakkım vardır" veya "o vakfın gelirinde bana verilenden daha çok
hakkım vardır" diye o vakfın mütevellisini dâvâ etse, dâvâsı tereddütsüz
kabul edilir. Çünkü o kimse, sırf kendi hakkının isbatını istemiştir. Bunu
İs'âf'da zikredilen de teyîd eder: Bir kimse vakfının gelirinî kendilerine
vakfettiği kimselerden men edip onlar da dâvâ etseler, hâkim o kîmseyi elinde
bulunan geliri vermeye ilzâm eder.
Bir vakfın geliri muayyen bir kimseye
vakfedilmiş olsa bile o kimse o vakfı icareye veremez, o vakıf gasbedildiğinde
de dâvâ edemez.
Fakih Ebû Cafer: "Eğer bu vakıf olan yer
hane veya dükkân olup o anda tamire de muhtaç olmadığından gelirin hepsi o
kimseye aid olsa, bu takdirde o kimsenin o vakfı icareye vermesi câiz olur.
Eğer vakıf olan yer arazi olup vakfeden öşrü, haracı ve diğer masrafları
çıkarıldıktan sonra geri kalan gelirin vakfedilen kimseye verilmesini şart
kılsa, bu takdirde o kimsenin o yeri icareye vermesi câiz olmaz. Kendisine
vakfedilen kimsenin o vakfı icareye vermesi caiz olsaydı icare akdiyle ecr-i
mislin hepsi o kimsenin olurdu da vakfedenin şartı bâtıl olmuş olurdu. Eğer
vakfeden önce öşrün, haracın ve diğer masrafların verilmesini şart kılmış
olmazsa, yine o kimsenin o vakfı icareye vermesi câiz olur; öşrü, haracı ve
diğer masrafları kendisine aid olur." demiştir. İs'âf'da da böyle
zikredilmiştir. Buna göre kendisine vakfedilen kimse bu şartlarla muayyen olmuş
(yani, kendisine vakfedilenin tek kimse olması, vakfın gelirinin hepsi ona aid
olup ortakçısı bulunmaması, vakfın o anda tamire ihtiyacı bulunmaması gibi
şartlarla tâyin edilmiş) olursa, böyle bir kimsenin o vakfı ecr-i misliyle
vermiş olmazsa sahih olmaz.
Ben derim ki: Vakfeden vakfına mütevelli
olma hakkını kendilerine vakfedilen kimselere veya onlardan erşed (en ergin)
olana şart kılıp o vakfı icareye veren kimse erşed veya kendisine vakfedilen tek
kimse olsa, bu takdirde icareye veren kimse vakfeden tarafından tâyin edilmiş
olduğundan icarenin sahih olmasında tereddüt yoktur.
METİN
Bir mütevelli bir vakfı ecr-i mislinden
noksana icareye verse, kiracıya ecr-i mislin tamamı lâzım gelir. Bir çocuğun hanesini
ecr-i mislinden noksana babası veya vasisi icareye vermiş olduğunda kiracıya
ecr-i mislin tamamı lâzım olduğu gibi. Çünkü bunlardan her birinin ecr-i
misilden indirmeye ve düşürmeye velâyeti yoktur. Bazı fukaha galat edip:
"Ecr-i misli tamamlamak mütevelliye lâzım gelir." demiştir.
Kınye'den naklen Eşbâh'da zikredilmiştir
ki; hâkim kiracıya vakfı ecr-i misliyle kiralamasını emreder. Kiracının geçmiş
senelere aid olan farkları da vermesi lâzım gelir.
Bir vakıf ecr-i mislinden pek noksan bir
ücretle kiraya verildiğinde kayyım bunu hâkime götürmeye muktedirken sükût
etse, noksanı ödemek kendisine değil kiracıya lazım gelir.
Vakfa nezaret eden kimse, vakıfda sakin
olan şahsın malını eline geçirse, o mal da alacağının cinsinden olsa, ecr-i
misilden noksan olan mikdarı o maldan alması kazâen ve diyaneten câizdir. Artık
o malı vakfın masrafına sarf eder. Bu mesele hıfzedilmelidir.
Şârih der ki; burada mütevellinin kiraya
vermesiyle kayıdlanmıştır. Çünkü Eşbâh'ın Gasb bahsinde: "Gasbeden bir
kimse menfaati ödenen vakıf bir malı veya yetimin malını veya gelir için
vakfedilmiş bir malı kiraya verse, kiracıya ancak takdir edilen ücret lâzım
gelir, ecr-i misil lâzım olmaz. Akid te'vili bulunduğundan dolayı gasbeden
kimsenin kira adıyla aldığı mikdarı mütevelliye vermesi lâzım gelir.
Bir vakfın akarı veya menfaatı
gasbedildiğinde veya telef edildiğinde ödenmesiyle fetva verilir. Nitekim
mütevellinin izni olmaksızın gasbeden kimse gasbettiği hanede otursa veya
mütevelli bir kimseyi vakıf bir hanede ücretsiz oturtsa - her ne kadar o hane
gelir getirmesi için vakfedilmiş olmasa bile- oturan üzerine o hanenin ecr-i
misli lâzım gelir. Vakfı korumak için bu kaville fetva verilir. Yetimlerin
mallarının menfaatları da aynı hükümdedir.
Bir meselede ulema ihtilâf ederlerse, vakit
için hangisi daha menfaatli ise o kavil ile fetva verilir.
Bir vakıf akarın kıymetiyle hükmedilip
ödettirilirse, o kıymetle başka bir akar satın alınıp evvelkinin yerine
vakfedilir.
İZAH
"Bazı fukaha galat edip" galatın
menşei metindeki "lezime" kelimesinin Hulasa'nın ibâresinde
"lezimehû" şeklinde yazılı olmasındandır. Bazı fukaha zamiri
mütevelliye irca etmişlerdir. Halbuki zamir müstecire (kiracıya) râcidir.
Allâme Kâsım Fetâvâ'sında zamirin müstecire râci olduğunu açık nakillere
dayanarak beyân etmiştir. Fakat Bahır'da: "Bir mütevelli vakıf bir yeri
ecr-i mislinden gabr-i fahiş (pek noksan) bir ücretle bilerek kiraya verirse
hıyanetlik etmiş olur." diye yazılıdır.
Hassâf; "Bir kimse vakfını insanların
aldanamayacağı pek noksan bir ücretle kiraya verse câiz olmaz, hâkim kirayı
iptal eder. Eğer vakfeden kimse emniyetli olup bunu yanlışlık ve dalgınlıkla
yapmış ise, hâkim vakfı onun elinden almaz, fakat ona vakfı ecr-i mislîyle
kiraya vermesini emreder. Eğer vakfeden emnîyetli kimse olmazsa, hâkim vakfı
onun elinden alıp emniyetli ve dindar bir kimseye verir." demiştir.
Kezâ: Bir kimse vakfını bir kaç seneliğine
kiraya verip kiracının elinde vakfın telef olmasından korkulursa, hâkim kirayı
ibtal eder ve vakfı kiracının elinden alır. Bu hükümler vakfeden hakkında sâbit
olunca, mütevelli hakkında evleviyetle sâbit olur.
"Kiracının üzerine geçmiş senelere ait
olan farkları da mütevelliye teslim etmesi lâzım gelir." Bu mesele
yukarıda "bir vakıf ecr-i misliyle kiraya verildikten sonra vakfın ecr-i
misil pek ziyade artsa, kira akdi bozulmadıkça kiracı üzerine eski ecr-i misli
lâzım gelir." diye geçen meseleye münâfi değildir. Çünkü orada vakıf
kiraya verilirken ecr-i misliyle verilmiş olup sonradan ecr-i misli artmış
olduğundan kira akdi başdan sahih olarak vâki olmuştur. Burada ise kiraya
verilirken ecr-i mis-linden noksana verilmiş olduğundan kira akdi baştan sahih
olmamıştır.
Bir vakıf ecr-i mislinden pek az bir
ücretle kiraya verildiğinde kayyım bunu hakime şikayete muktedir iken sükût
ederse, ecr-î misilden noksan olan mikdarı ödemesi kendisine lâzım olmayıp
kiracı üzerine lâzım gelirse de mazur sayılmayıp günahkâr olur. Vakıf evler
veya hanlar pek az bir ücretle kîracının elinde bulunduğu halde mahalle halkı
bunu hâkime şikayet etmeğe imkânları varken şikayet etmezlerse hepsi günâhkâr
olur.
Bir vakıf pek az ücretle kiracının elinde
bulunur da vakfın mütevellisi, kâtibi, gelirini toplayanlar -Allah'a sığınırız-
bilhassa rüşvet aldıklarından dolayı sükut ederlerse, halleri nice olur.
Mülteka Şerhi.
Bir kimse gasbettiği bir vakfı kiraya
verse, kiracıya ancak takdir edilen ücret lâzım gelir, ecr-i misil lâzım
gelmez. Bu mütekaddimin, alimlerin kavline göredir. Müteahhirin âlimlerin
kavline göre ise gasbden üzerine ecr-i misil lâzım gelir. Şöyle ki: Kira bedeli
olarak takdir edilen mikdar, ecr-i misil kadar ise onu verir, ecr-i misilden
noksan ise noksanı tamamlar, ecr-i misilden ziyade ise ziyadeyi de verir. Çünkü
gasbeden kimsenin ecr-i misilden ziyade olan mikdarı kendisi için alması helâl
olmaz. Nitekim Allâme-i Hamevi böyle yazmış. Ebussûud Efendi de ona tâbi
olmuştur.
Ben derim ki: Fetva, müteahhirin alimlerin
kavli üzerinedir ki, vakfın ve yetimlerin mallarının menfaatları zayi ve telef
edildiğinde ödettirilir. Kezâ: Vakıf bir mal veya yetimin malı ecr-i mislinden
pek noksan bir ücretle kiraya verildiğinde kiracıya ecr-i mislin tamamı lâzım
gelir. Nitekim metinde geçmiştir.
"Bir vakfın akarı
gasbedildiğinde" yani bir kimse vakıf bir araziye su akıtıp arazi ziraate
elverişli olmaktan çıksa, vermiş olduğu zararı öder.
Evkaf-ı Hassaf'da: "Bir kimse fâsid
icare ile kiraladığı bir araziyi teslim aldıkları sonra ekmese veya bir haneyi
kiraladıktan sonra içinde oturmasa, kendisine onların ücreti lâzım
gelmez." diye zikredilmiştir. Fakat bu, mütekaddimin âlimlerin kavline
göredir. Müteahhirin âlimlerin kavline göre ise fâsid icare ile ekme ve oturma
imkânı hasıl olduğundan ücretleri lazım gelir. İs'af.
Bir mütevelli vakıf bir hanede başka bir
kimseyi oturtsa, oturan kimse üzerine o hanenin ecr-i misli lazım gelir. Ancak
o hane yalnız içinde oturulması için vakfedilmiş olursa bu takdirde mütevelli o
haneyi âriyet olarak verebilir.
Bir mütevelli sükna (içinde oturulması)
için vakfedilmemiş bir hanede otursa kendisine ecr-i misil lâzım gelir
Bir mütevelli, vakıf bir araziyi kendi
nefsi için etmiş olsa, hakim vakfı onun elinden alır.
Bir mütevelli, vakıf bir haneyi bir kimseye
satıp o kimse bir müddet o hanede oturduktan sonra hâkim satışı iptal etse,
müşterinin üzerine oturduğu müddetin ecr-i misli lâzım gelir.
Bir kimse vakıf olan bir mescid veya
medresede otursa, kendisine ecr-i misil vacib olur.
Bir kimse yarısı kendi mülkü, yarısı da
vakıf olan bir hanede otursa, oturduğu müddet için vakfın hissesine düşen ecr-i
misli öder.
Bir kadın yetim çocuğunun hanesinde,
evlendiği zevciyle birlikte otursa, zevci üzerine o hanenin ecr-i misli lâzım
gelir.
Bir kimse bir hane satın alıp içinde bir
müddet oturduktan sonra o hanenin yetime aid olduğu ortaya çıksa, kendisine
oturduğu müddetin ecr-i misli vâcib olur.
"Bir meselede ulema ihtilaf ederlerse,
vakıf için en menfaatli kavil ile fetva verilir." Nitekim vakıf bir yer,
ecr-i misliyle kiraya verildikten bir müddet sonra o vakfın ecr-i misli pek
ziyade artsa, kira akdi bozulabilir mi? Bu hususta ulema arasında ihtilâf
vardır. Vakfın menfaatını gözetmek ve Allah-ü Teâlâ'nın hakkını korumak için
kira akdinin bozulacağına dair olan kaville fetva verilmiştir.
Kezâ: İmam-ı Azam ile İmam Ebû Yusuf'a
göre, bir akar gasbedildiğinde ödeme yoktur. İmam Muhammed, İmam Züfer ve İmam
Şâfii'ye göre ödeme vardır. Vakıf için ödeme menfaatli olduğundan vakıf da
ödemekle fetva verilmiştir.
Kezâ: Geliri azalan bir vakfın istibdal
(değiştirilmesi)nde parasının zâyi olmasından korkulursa istibdâlinin câiz
olmayacağına dair olan kaville fetva verilir. Çünkü vakfın aynının bâki
bırakılmasında vakıf için menfaat vardır.
Kezâ: Bir kimsenin kendi nefsine yapmış
olduğu vakfın sahih olduğuna ve bir vakıf yer, uzun müddetle kiraya
verildiğinde kira akdinin sahih olmadığına fetva verilmiştir.
Bir kimse gasbetmiş olduğu bir vakfa bir
noksanlık verse, kendisinden noksanın kıymeti alınır, o vakfın tamirine sarf
edilir, o vakıfda olanlara sarf edilemez. Çünkü kıymet vakfın kendisinin
bedelidir. Onların hakları ise vakfın kendisinde değil gelirindedir.
= Dâvâ bulunmaksızın yapılan şahadet-i
hisbenin kabul edildiği yerler =
Dâvâ bulunmaksızın yapılan şahadet-i
hisbenin kabul edildiği yerler on dörttür. Eşbâh'da beyan edildiğine göre vakıf
da onlardandır. Çünkü vakfın hükmü Allah-ü Teâlâ'nın hakkı olan gelirini
tasadduk etmekten ibarettir.
Şu meselenin beyânı bâki kalmıştır: Bir
vakıf muayyen kimselere yapılmış ise, dâvâ bulunmaksızın yapılan şahadet-i hibe
kabul edilir mi? Hâniyye'de: "İttifakla kabul edilmemelidir." diye
yazılıdır.
Şeyh Hasan'ın Vehbâniyye şerhinde :
"Muhtar olan kavle göre tafsilât vardır: Eğer vakıf muayyen kimselere
yapılmış ise kabul edilmez. Eğer muayyen olmayanlara yapılmış ise kabul
edilir." diye beyân edilmiştir. Tatarhâniyye'de: "Vakıf Allah-ü
Teâlâ'nın hakkı ise yapılan şahadet-i hisbe kabul edilir. Aksi takdirde kabul
edilmez." diye zikredilmiştir. Bu mesele hızfedilmelidir.
Ben derim ki: İbn-i Şahne: "Yapılan
şahadet-i hisbe mutlaka yani: Gerek muayyen olanlara, gerek muayyen olmayanlara
yapılan vakıfda kabul edilir." diye bahsetmiştir. Musannıf: "Asıl
vakfın sübûtü için yapılan şahadet-i hisbe mutlak surette kabul edilir. Zira bu
sübûtün neticesi fakirler içindir. Bir vakfa istihkakın sübûtü için yapılan
şahadet-i hisbenin kabul edilmesi için dâvâ şarttır." diyerek iki kavlin
arasını bulmuştur. Çünkü Hâniyye'de: "Bir yerde vakfa müstahik olanlardan
bir kimse bulunup müstahik olduğunu dâvâ etmese, kendisine o vakfın gelirinden
bir şey verilmez. Gelirin hepsi fakirlere sarf edilir." diye
zikredilmiştir.
Şârih bu ifadeden "vakfa müstahik olan
kimse istihkak dâvasında bulunsa, müstahik olacağı anlaşılır. Halbuki yukarıda
geçtiği üzere müftabih olan kavle göre dâvâsı ancak mütevelli olmasıyla veya
hâkim tarafından izin verilmesiyle kabul edilir.
Eşbah'da zikredilmiştir ki; bizim için on
dört yerde şâhid-i hisbe vardır. Fakat bizim için hisbe yoluyla dâvâcı yoktur.
Ancak kendisine vakfedilen asıl vakfı dâvâ edebilir. Bazı fukahaya göre bu dâvâ
kabul edilir. Müftâbih olan kavle göre kabul edilmez. Ancak mütevelli olursa
kabul edilir. Artık kendisine vakfedilenin dâvâsı kabul edilmeyince başkasının
davâsı evleviyetle kabul edilmez. Nitekim yukarıda geçmiştir.
İZAH
"Şahâdet-i hisbe": Dâvâcıya
icabet îçin değil de ecir ve sevap kasdıyla sırf Allah rızası için yapılan
şâhitliktir.
"On dörttür." Yani dâva bulunmaksızın
yapılan şahadet-i hisbenin kabul edildiği yerler şunlardır; Vakıf, zevcenin
talâkı, zevcenin talâkının ta'liki, cariyenin hürre olması, cariyenin müdebber
kılınması, hulu, Ramazan-ı şerifin hilâli, neseb, zina, haddi, içki haddi, ilâ,
zıhâr, musâhere hürmeti, bir efendinin bir kölenin, nesebini davâ etmesi.
Ben derim ki: Radâ'a (emmeye) yapılan
şahadet-i hisbe de ziyade edilir. Nitekim musannıf da bunu Rada' bâbında beyân
etmiştir.
"Vakıf da onlardandır." Asıl
vakfa yapılan şahadet-i hisbe makbuldür. Vakfın gelirine yapılan şahâdet-i
hisbe makbul değildir. Asıl vakıf dan muradın ne olduğu ileride gelecektir.
Bir vakıf muayyen kimselere vakfedilmiş
ise, yapılan şahadet-i hisbe kabul edilir mi?
Haniyye'den naklen musannıf
"Minah" isimli eserinde: "Cevap tafsilatlıdır: Eğer vakıf
muayyen bir cemaate yapılmış ise dâvâsız şahitlik kabul edilmez."
demiştir.
İbn-i Vehbân: "Cevabda tafsilâta
ihtiyaç yoktur. Çünkü vakıf her ne kadar muayyen cemaate yapılmış ise de
sonunun fakirler ve benzeri gibi müebbeden kesilmeyecek bir hayır cihetine
olması lâzımdır. Fakirler hakkındaki şahitlik ise gerek şimdiki zamana gerekse
gelecek zamana aid olsun kabul edilir." demiştir.
İbn-i Şahne: "Cevabda tafsilât
lâzımdır. Çünkü "şu mülk vakıf olup fülan cemat müstahikdir" diye
şahitlik yapıldığında istihkaklarının sâbit olması ve istihkaklarını
olabilmeleri için dâvâ edilmesi lâzımdır. Ama şu mülk fakirlere veya mescide
vakıfdır, diye şahitlik yapıldığında dâvâ edilmesi lâzım değildir."
demiştir.
Musannıf: "İbn-i Vehbân'ın beyân ettiği
cidden açıktır. İbn-i Şahne'nin zikrettiği ise onun aleyhine delil olamaz.
Çünkü İbn-i Vehbân'ın kelâmı asıl vakfın sübutu hakkındadır. Her ne kadar
vakıfda hakkı olan kimse dâvâ etmedikçe kendisine vakfın gelirinden bir şey
verilmez ise de asıl vakfın sübutu için mutlak surette dâvâya ihtiyaç yoktur.
İbn-i Şahne'nin kelâmı ise, kendisine vakfedilen muayyen kimsenin vakıfdaki
istihkakının sübutu hakkındadır. Şüphe yok ki, vakıfdaki istihkakın sübutu dâvâ
etmeye bağlıdır.
Ben derim ki: Bezzâziye'nin on birinci
dâvâsında zikredilmiştir ki: Bir kimse bir araziyi sattıktan sonra "ben bu
araziyi vakfetmiştim" veya "bu arazi bana vakfedilmiştir" diye
iddia etse, şahidi bulunmazsa iddia kabul edilmez. Eğer şahidi bulunursa, Fakih
Ebu Cafer: "İddiası kabul edilip satış iptal edilir. Çünkü asıl vakfın
isbatında dava şart değildir." demiştir. Nitekim bir cariyenin azadında
dava şart olmadığı gibi Sadru'ş Şeria da bu kavli almıştır. Fakat sahih olan
kavle göre bu meselede tafsilat vardır. Eğer vakıf Allah-ü Teala'nın hakkı ise
cevap, Fakih Ebu Cafer'in dediği gibidir. Eğer vakıf kul hakkı ise bunda dava
lazımdır. Bilindiği gibi bir vakıfda ya vakfedildiği anda veya gelecek zamanda
Allah-ü Teala'nın hakkının bulunması lazımdır. Buna göre "Haniyye'de geçen
tafsilatta" muayyen kimselere vakfedilen bir vakfın gelecek zamandaki
durumu değil o andaki durumu nazarı itibara alınmıştır. Aksi takdirde
"vakıf kul hakkı ise" kavli sahih olmaz.
İbn-i Vehbân vakfın geleceğini nazar-ı
itibara alarak vakfın hepsini Allah-ü Tealâ'nın hakkı kılmıştır. İbn-i Şahne
ise muayyen kimselere vakfedilen vakfın o andaki durumunu nazar-ı itibare
almıştır.
Velhasıl: Vakıf, Allah-ü Teâlâ'nın hakkı
olduğundan dolayı menfaati tasadduk edilir. Bu yüzden asıl vakfın sübutu için
dâvâ şart değildir. Fakat vakıf evvela muayyen bir kimseye yapılmış olup o
kimse istihkakının ispatını istese davâ etmesi şarttır. Artık musannıfın dediği
sâbit olmuştur. Bu, gerçekte derin bir tetkikle iki kavlin arasını bulmaktır.
"Yukarıda geçmiştir, iyi düşün."
Yukarıda "bir vakıf gasbedildiğinde o vakfın geliri kendisine vakfedilen
kimse, o vakfın aynını davâ edemez" diye geçmiştir. Ama vakfın gelirindeki
istihkakını dâvâ ederse, şüphesiz davâsı kabul edilir. Buna göre, düşünmeye
ihtiyaç yoktur.
Ben derim ki: Yukarıda "vakfın
gelirine müstahik olan kimse vakıf gasbedildiğinde gelirini de dâvâ
edemez" diye geçmiştir. Buna göre mesele müşkül olup düşünmeye ihtiyaç
vardır. Fakat bunun beyânı yukarıda geçmiştir.
T E N B İ H : Şahid-i hisbe (Allah rızası
için şahitlik yapan kimse) bir özrü bulunmadığı halde şahadeti bir müddet tehir
etmiş olsa, fâsık sayılacağından şahâdeti kabul edilmez. Eşbâh.
METİN
= Davâ ve şahâdette vakfın beyân
edilmesinin şart olması = Sahih olan kavle göre bir vakfın dâvâsında -vakıf
kadim (eski) olsa bile bilinmeyeni ispat olmasın diye - vakfedenin beyân
edilmesi şarttır.
İmâdiyye'de: "Vakfeden beyân
edilmeksizin yapılan şahâdet kabul edilir." diye zikredilmiştir.
Vakıfda şahadet üzerine şahâdet, erkeklerle
beraber kadınların şahadeti kabul edildiği gibi, asıl vakfı ispat için şöhretle
yani işitme ile - isterse şahitler hakimin huzurunda: Biz işitme ile şahâdet
ederiz, diye açıklamış olsunlar- yapılan şahâdet de kabul edilir. Vakıf muayyen
kimselere yapılmış olsa bile yine işitme ile yapılan şahâdet kabul edilir.
Çünkü bunda eski vakıfları zâyi olmaktan korumak vardır. Muhtar olan kavil
budur. Başkaları vakıf gibi değildir.
Sahih olan kavle göre vakfedenin şartlarını
ispat için şöhret (işitme) ile yapılan şahâdet kabul edilmez. Dürer ve diğer
muteber fıkıh kitaplarında böyle yazılıdır. Fakat Müctebâ'da: "Muhtar olan
kavle göre vakfedenin şartlarını ispat için şöhretle yapılan şahadet kabul
edilir." diye zikredilmiştir. Mirâç sahibi buna itimat etmiş, Şürunbulâli
bunu ikrar etmiş, Fetih sahibi de bunu fukahanın: "Vakfedenin şartları ve
vakfın gelirinin sarf edileceği yerleri bilinmeyip şahitle ispat edilemeyen
eski vakıflarda hâkimlerin "sicillât" denilen defterlerinde yazılı
olanlarla amel olunur." diye beyân ettikleri kavilleriyle takviye etmiştir.
Fakat bunlara "hâkimlerin sicillâtı ile amel edilmesi zaruret
zamanındadır" diye cevap verilir. Halbuki iddia edilen zaruri olup
olmamaktan umûmidir.
Bir vakfın sarf edileceği yerin beyânı
mesela: Şâhidlerin "şu vakıf, fülan mescidin vakfıdır" diye şahadet
etmeleri asıl vakfa şahadet etmeleri gibidir. Çünkü bir vakfın sahih olması
için gelirinin sarf edileceği yerin beyân edilmesine bağlıdır. Bundan dolayı
bir vakfın sarf edileceği yerin beyân edilmesi hakkında da işitme ile yapılan
şahâdet kabul edilir.
İZAH
"Bilinmeyeni ispat olmasın..."
Yani bir yerin vakıf olduğu dâvâ edildiğinde meçhûlü ispat olmasın diye
şahitlerin vakfedeni açıklamaları şarttır. Bu İmam-ı Azam'ın kavline göredir.
Çünkü İmam-ı Azam'a göre, vakfedilen bir malın aynı mâlikinin mülkü olmak üzere
hapsedilip geliri vakfedildiği hayır cihetine sarf edilir. Bundan dolayı dâvâda
vakfedenin açıklanması lâzımdır.
İmâdiyye'de: "Vakfeden beyân
edilmeksizin yapılan şahâdet kabul edilir." diye ifade edilmiştir. Bu,
İmam Ebû Yusuf'un kavline göredir. Ebu Câfer gibi Belh Meşayihi bu kavil
üzeredirler. Hassâf da yalnız bu kavli zikretmiştir. Vakıf hususunda fetvanın
İmam Ebu Yusuf'un kavil üzere olması bu makamda da onun kavliyle fetva
verilmesini gerektirir.
Vakfedeni bilinmediği halde eskiden beri
vakıf olduğu meşhur olan bir yeri bir zalim zabtedip o vakfın mütevellisi
"o yer fülan cihetin vakfıdır" diye dâvâ edip iki kimse de ona
şahitlik yapsalar, muhtar olan kavle göre şahinlikleri câiz olur.
Hâniyye'den naklen İs'afda: "Vakfedeni
beyan edilmeksizin bir vakfın dâvâsı ve ona yapılan şahadet sahih olur."
diye zikredilmiştir.
T E N B İ H : Bir kimse bir şahsın elinde
bulunan bir arazi için "bu araziyi fülan zat bana vakfetmiştir" diye
davâ edip, o şahıs da "hayır, bu arazi benim mülkümdür" diyerek vakıf
olduğunu inkar etse, vakfiyet dâvası sahih olmaz. İsterse şâhidler; "o
arazi vakfedildiği zaman vakfeden zâtın elindeydi" diye şâhidlik
yapsınlar, Çünkü bir kimse kira veya ariyet yoluyla elinde bulunup mâlik
olmadığı bir malı vakfedebilir. Buna göre, bir yerin vakıf olduğu dava
edildiğinde şahidler şahadetlerinde o yeri vakfeden kimsenin ismini beyân
etmeleri şart olduğu gibi, vakfederken o kimsenin o yere mâlik olduğunu beyân
etmeleri de şarttır.
Şâhidlerin bir yerin vakıf olmasında
birleşmeleri kâfidir, kendilerine vakfedilenlerde ihtilâf etmeleri
şahadetlerinin kabul edilmesine mani değildir. Bundan dolayı iki şahid bir
yerin vakıf olduğunda birleştikleri halde onlardan birisi o yerin fülan
kimseye, diğeri de fülan şahsa vakfedilmiş olduğuna şahidlik etseler, bununla
yalnız o yerin vakıf olduğu sabit olup geliri fakirlere sarf edilir.
Bir vakfın yerinde yahut zamanında
şâhidlerin ihtilâf etmeleri şâhidIiklerinin kabul edilmesine mani değildir.
Bundan dolayı şâhidlerden biri fülan yerde fülan günde vakfın yapılmış olduğuna,
diğeri de fülan yerde fülan günde vakfın yapılmış olduğuna şahidlik etseler,
şâhidlikleri sahih olur. Çünkü vakıf akdi tekrar yapılabilir. Ama şâhidler
vakfedilen malın asıl yerinde ihtilâf etseler, şahidlikleri kabul edilmez.
Fetâvây-ı Kâriü'l-Hidâye sahibine "Bir
hâkim tarafından bir vakfa veya bir satışa veya bir icareye dair verilmiş olan
hükmün sahih olması için vakfeden veya satan veya icareye veren kimsenin o
şeyde mülkünün sübutu şart mıdır?" diye sorulmuş, o da: "Vakfedenin
vakfettiği şeye malik olması, icareye verenin icareye vermeye velayeti
bulunması, satanın sattığı şeye malik olması veya satmaya vekil olması sabit
olursa, ancak bu takdirde hakim tarafından verilen hüküm sahih olur." diye
cevap vermiştir.
"Asıl vakfı isbât için"
"Minah"da: "Vakfın sahih olması kendisine taallûk ettiği ve
bağlı olduğu her şey asıl vakıfdandır. Vakfın sahih olması kendisine bağlı
olmayan şeyler ise vakfın şartlarındandır." diye beyan edilmiştir.
Vakıf hakkında tesâmu (işitme) ile yapılan
şahadet de kabul edilir.
Fetâvây-ı Hayriyye'nin şahâdet bahsinde:
"Vakıf hakkında işitme ile şahadette şahid: Ben insanlardan o yerin vakıf
olduğunu işittiğime dair şahâdet ederim, der." diye yazılıdır.
Hâşiye-i Nûh Efendi'de de: "İşitme ile
şahâdette mütevelli: Şu arazi fûlan cihete vakıfdır ve vakıf olduğu meşhurdur,
diye dâvâ eder, şâhidlerde: O yerin vakıf olduğunun meşhur olduğuna şahadet
ederiz, derler." diye zikredilmiştir.
Hayriyye ile Nûh Efendi de beyân edilen
ifadeler ayrı olsa da mânâları birdir.
"Muhtar olan kavil budur."
Kenz'de zikredilmiştir ki; görülmeyen bir şeye şâhidlik edilemez. Ancak neseb,
nikâh, ölüm, hâkimin velâyeti ve asıl vakıf gibi şeyleri kendisine itimad
edilen kimseler haber verdiklerinde onların haberlerine dayanarak yapılan
şahâdet câiz olur. Köle olmayan bir kimsenin elinde bulunan bir şeyin onun
mülkü olduğuna şahadet edilmesi de caiz olur.
Vakfedenin şartlarını -meselâ vakfın
gelirinden şu kadar meblağ fülan yere, şu kadar meblağ da fülan yere, geri
kalan geliri de fülan yere sarf edilecek demek gibi- isbat için işitme ile
yapılan şahâdet kabul edilmez. Vakfedenin şartlarından maksad vakıfnamede
vakfın gelirinin sarf edilmesi hususunda yapılmış olan şartlardır. Yoksa
vakfedilen malın vakfedenin mülkü olması, vakfedilen malın vakfedenin mülkünden
ayrılması İmam Muhammed'e göre vakfedilen malın mütevelliye teslim edilmesi
gibi vakfın sahih olmasının şartları değildir. Çünkü bu şartlar asıl vakıfdan
olduğundan bunlarda işitme ile yapılan şahadet kabul edilir.
Tesâmu ile şahâdet, şâhidlerin gördüklerine
değil, işitmiş olduklarına şehadet etmeleridir. Hâkimlerin sicillat denilen
defterlerinde yazılı olan ile amel etmek de tesâmu ile amel etmek
kabilindendir.
Zahire'de: "Şeyhü'l-İslâm'a: meşhur
bir vakfın gelirinin sarf edileceği yerleri ve gelirinde hissesi olanlara ne
kadar verileceği bilinmese nasılmuamele olunur? diye sorulmuş, o da: O vakfın
mütevellilerinin eski zamandan beri nasıl muamele ettiklerine ve kimlere sarf
ettiklerine bakılır ve aynı muameleye devam edilir. Çünkü mütevelliler bu muameleyi
vakfedenin şartına uygun olarak yaparlar. Müslümanlar hakkında hüsn-i zanda
bulunulur diye cevap vermiştir." diye zikredilmiştir. Bu, tesâmu ile
sübûtun ta kendisidir.
Hayriyye'de zikredilmiştir ki; bir vakfın
şartları, hâkimlerin ellerinde bulunan, "sicillat" denilen
defterlerinde yazılı ise istihsanen ona uyulur. Yazılı değil ise, eski
zamanlardan beri mütevellilerin devam ede geldikleri minval üzere devam olunur.
Bunlardan biri bulunmayınca vakıf hakkında bir şey iddia eden kimsenin bunu
delille isbat etmesi lâzım gelir. Bunu isbat edemediği takdirde geliri
fakirlere sarf edilir.
Fukahanın "vakfedenin şartları ve
vakfın gelirinin sarf edileceği yerleri meçhul olursa, yani bilinmezse"
kavillerinden vakfedenin şartları ve vakfın gelirinin sarf edileceği yerleri
meçhûl olmazsa, yani bilinirse, bu takdirde bilinen şartlarla amel edileceği
anlaşılır. Bu bilinme bazen vakfedeni görmekle değil, eskiden beri yapıla gelen
tasarrufla da olur. Nitekim yukarıda geçmiştir.
T E N B İ H : Hâniyye ile İs'âfda zikredilmiştir
ki; bir mütevelli bir kimsenin elinde bulunan bir arazi için "bu arazi
vakıfdır" diye dâvâ edip bu hususta daha önce geçen adâletli hâkimlerin
yazısı bulunan bir vesika göstererek hâkimden o vesika ile o arazinin vakıf
olduğuna hükmetmesini taleb etse, fukaha: "Hâkim o vesika ile o arazinin
vakıf olduğuna hükmedemez. Çünkü hâkim ancak huccetle hükmeder. Hüccet ise
şâhiddir veya ikrardır. Vesika hüccet olamaz. Zira hat hatta benzer."
demişlerdir.
Kezâ: Bir hanenin kapısında vakıf olduğu
yazılı bir levha bulunsa, hâkimin şâhidler o hanenin vakıf olduğuna şahadet
etmedikçe o levha ile o hanenin vakıf olduğuna hükmetmesi câiz olmaz.
Ben derim ki: Bu kavlin zâhiri, yukarıda
"Hâkimlerin "sicillât" denilen defterlerinde vakfa aid mevcud
olan yazı ile amel olunur." diye geçen kavle münâfidir. Fakat buna şöyle
cevap verilebilir: Hâkimlerin sicillatında mevcut olan yazı ile amel edilmesi
istihsana göredir. Nitekim İs'âf ve diğer muteber kitaplarda böyle beyân
edilmiştir.
Bir de vesika ile amel edilmemesi vesikada
mevcud olan yazı, hâkimlerin sicillâtında mevcud olmadığına göredir. Eğer
vesikada mevcud olan yazı hâkimlerin sicillâtında da mevcud olursa, o vesika
ile amel edilir.
Eşbâh'ın Kazâ bahsinin evvelinde
zikredilmiştir ki; hatta (yazıya) itimad edilip onunla amel edilmez. Ancak
sultanın ehl-i harbe vermiş olduğu eman fermanının hattına, simsarın, sarrafın,
tüccarın defterlerindeki hatlara, hakimlerin sicillâtında vakıfların şartlarına
aid olan hatlara itimat edilir.
Eğer bu hatların kabul edilmesinin sebebi
hile karışmaması ise vazife, hizmet ve memuriyetlere tâyin edilenlere sultanın
tuğrası ile verilen tâyin emirleri de, ehl-i harbe verilen fermana ilhak
olunur.
AIIame-i Biri: "Bu hatların kabul
edilmesinin sebebi hile karışmamasıdır. Nitekim zekat bahsinde: "Bir kimse
malımın zekâtını verdim deyip vesika gösterse, onunla amel edilmesi câiz olur.
Çünkü hatta hile yapmak nadirdir." diye geçen mesele de bunu te'yîd
eder." demiştir.
Ben derim ki: Bunu, Şârihin Risale'sinde:
"Defter-i Hâkani'de fülan yer, fülan mescidin vakfıdır, diye yazılı
bulunsa, şâhidsiz onunla amel edilir. Meşâyih-i İslam bununla fetva
vermişlerdir. Behce-i Abdullah Efendi'de ve diğer muteber kitaplarda da böyle
tasrîh edilmiştir." diye zikrettiği de teyîd eder. Fakat Hayriyye'de: "Mücerred
Defter-i Hâkanî'de yazılı olmasıyla vakıf sabit olmaz. Çünkü hatta itimat
edilmez." diye fetva verilmiştir.
METİN
= Her birinin diğerlerinden dolayı hasım,
dâvâcı ve dâvâlı olabilmesi =
Bir vakfa müstahik olanlardan her biri
diğerleri tarafından hasım tâyin edilmiş olur. Yani bir cemaate vakfedilmiş
olan bir vakfın vakfedeni bir olursa, onlardan her biri veya her birinin vekili
kendilerine şart kılınmış olan menfaatle ilgili dâvâlarda gerek dâvâcı ve gerek
dâvâlı sıfatıyla diğerleri tarafından hasım olabilir. Kezâ: Vârislerden biri de
diğerleri tarafından hasım olabilir.
Eşbâh'da; "Her birinin diğerlerinden
dolayı hasım olması bir vakıf da hisseleri olanlar ile vârislere mahsustur. Bu
iki sınıfdan başka içlerinden biri diğerleri tarafından hasım olabilecek üçüncü
bir sınıf yoktur." diye ifade edilmiştir.
Şârih der ki; Bir borçlunun fakirliği
alacaklılarından birinin yanında sâbit olursa, o alacaklı diğerleri tarafından
hasım olmuş olur da borçlu diğerleri için hapsedilmez. Nitekim yakında
gelecektir.
Fukaha: "Dâvâcının gıyabında
borçlusunun iflas ettiğine dair olan şâhidleri kabul edilir." demişlerdir.
Kezâ: Nikâh hususunda müsavî olup her biri
için itiraz hakkı sâbit olan velîlerden birisinin rızası diğerlerinin rızası
yerine geçer. Emân da böyledir. Kısas da böyledir. Müslümanların yolundan umum
zararın giderilmesini isteme velâyeti de böyledir.
Her birinin diğerlerinden dolayı hasım
olabilmesi meselesi incelenirse, Eşbâh sahibinin: "Bu mesele iki sınıfa
mahsus olup üçüncüsü yoktur." diye ifade etmesinin yerinde olmadığı
anlaşılmış olur. Varislerden birisinin diğerleri tarafından hasım olması borç
davâsındadır. Yoksa ellerinde bulunmayan bir ayn hususunda bir diğerleri
tarafından hasım olamaz. Bu mesele hıfzedilmelidir.
Bazı fukaha: "Vakfa müstahik olanlardan
her biri diğerleri tarafından hasım olmuş olmaz." demişlerdir. Buna göre,
hüküm ancak hazır olanların ellerinde bulunan hisseleri mikdarında sahih olur.
Gâib olana hüküm olunmaz.
Bir vakfa müstahik olanlardan her birinin
diğerleri tarafından hasım tâyin edilmiş olması asıl vakfın sâbit olduğuna
göredir. Eğer asıl vakıf sâbit olmazsa, müstahiklardan her biri diğerleri
tarafından hasım tâyin edilmiş olmaz. Bu bahsin tamamı Vehbâniyye Şerhindedir.
İZAH
"Bir vakfa müstahik
olanlardan..." Bir vakfın bir kaç tane mütevellisi bulunsa, bunlardan her
biri diğerleri tarafından hasım olmuş olur. Çünkü Tatarhâniyyenin on birinci
bahsinde zikredilmiştir ki; bir kimse arazisini akrabasına vakfettikten sonra
bir şahıs akrabasından olduğunu dâvâ etse bakılır: Eğer vakfeden kimse hayatta
ise o hasım olur. Ölmüş ise mütevelli - isterse müteaddid olsun - hasım olur. O
şahıs, müteaddid mütevellilerden birisine dava açmış olsa, diğer mütevellilerin
toplanması şart değildir. Ölenin vârisi veya vakıfda hisseleri olanlardan biri
hasım olamaz.
"Velilerden birisinin" Yani bir
kadın küfvü (dengi) olmayan bir erkekle evlendiğinde evlendirme hususunda
müsavi olan velîlerden birisinin nikâha razı olması hepsinin razı olması
gibidir. Çünkü velilerden her biri için nikâha itiraz hakkı sabittir. Bunlardan
birisinin rızası diğerlerinin rızası yerine geçer. Bu, Zahirü'rivâyete göredir.
Ama müftâbih olan kavle göre zaman bozuk olduğu için küfvü (dengi) olmayan bir
erkekle evlenen bir kadının velisi bulunup velisi evlenmeden önce nikâha razı olmamışsa,
nikâh asla câiz olmaz. Kadının velisi bulunmazsa nikâh câiz olur. Nitekim Velî
Bâbında geçmiştir.
"Emân da böyledir." Yani
Müslümanlardan birisinin bir harbiyye (kâfire) emân vermesi bütün Müslümanların
emân vermesi gibidir.
"Kısas da böyledir." Yani
öldürülenin velilerinden birisi kısası afvetse kısas düşer. Nitekim velilerin
hepsi afvettiğinde kısasın düştüğü gibi. Çünkü onlardan birisini afvetmesi
hepsinin afvetmesi yerine geçer. Kısası yerine getirmek de böyledir. Cinayet
bahsinde geleceği üzere küçük veliler büyümeden önce büyük veliler kâtili kısas
ettirebilir. İmameyn'e göre ettiremez.
Bunda asıl ve kaide şudur: Nikâh, emân ve
kısas gibi tecezziyi (bölünmeyi) kabul etmeyen şeylerin sebebi bulununca,
bunlar hak olarak sâbit olan herkes için tam olarak sâbit olur. Şu kadar var
ki; öldürülen bir kimsenin birisi büyük, diğeri küçük olmak üzere iki velisi
bulunsa, meselâ: Bir karısı ile bir de başka karısından olan küçük oğlu
bulunsa, küçük oğlu bâliğ oluncaya kadar karısı kısasa malik olamaz.
"İsteme velâyeti" Yani
Müslümanların yolundan umum zararın kaldırılmasını istemek herkesin hakkıdır.
Meselâ; ammeye aid olan bir yola bir kimse hatâ yapsa veya hanesinin üstüne
yola akan su oluğu koysa, her hangi bir şahıs - isterse zimmî (İslâm devleti tebaasından
olan Hıristiyan ve Yâhudi) olsun- dâvâ edip onu yoldan kaldırtabilir. Çünkü bir
şahsın dâvâsı o yolda hakkı olan herkesin dâvâsı demektir.
İmam Muhammed: "Bir kimse;
kölelerimden Sâlim, Beziğ ve Meymün hürdürler, deyip onlardan birisi bunu
şahidle isbat etse, diğerlerinin tekrar isbat etmelerine hacet kalmaz. Çünkü
hepsinin âzâdı birdir." demiştir.
Camiu'l-Fûsuleyn'de zikredilmiştir ki; bir
ölünün lehine ve aleyhine müstahik olduğu şeylerde vârislerinden her biri
ölüden ötürü hasım (davâcı ve dâvalı) olabilir. Buna göre, bir ölü üzerinde
alacağı bulunan bir kimse bunu ölünün vârislerinden birisinin huzurunda dâvâ
edip isbat olsa, bu isbat diğer vârislerinden her biri için de yapılmış
sayılır.
Keza: Bir ölünün bir kimse üzerinde alacağı
bulunduğunu vârislerinden birisi dâvâ edip isbat etmiş olsa, bu isbat da diğer
vârislerinden her biri için yapılmış sayılır.
Velhasıl: Vârislerden her hangi birisinin
diğerleri tarafından hasım olması ölünün bırakmış olduğu borcu ile alacağı
dâvâsındadır. Ölünün bırakmış olduğu ayınlara gelince bakılır: Eğer ayn taksim
edilmeyip ellerinde mevcud ise yine birisi diğerleri tarafından hasım olur.
Meselâ; bir hane üç kardeşe miras olarak intikal edip o haneyi taksim etmeden
kardeşlerden ikisi gâib olup o hane geride kalanın elinde iken bir kimse çıkıp
elinde bulunan kardeşi dâvâ edip o hanenin kendisinin mülkü olduğunu isbat
elmiş olsa, bu isbat diğerleri için de isbat sayılacağından o hane o kimse için
hükmedilir. Eğer ayn taksim edilmiş ise, birisi diğerleri tarafından hasım olamaz.
Mesela; o hane taksim edildikten sonra davâ edip isbat etse, bu isbat yalnız
hazır olan kardeş için isbat sayılır ve yalnız onun hissesi o kimseye verilir.
Gâib olan kardeşlerin hisseleri verilmez. Onlar geldiği zaman yeniden dâvâ
etmesi lâzım gelir.
Kınye'de: "İki kardeş arasında bir
vakıf bulunup kardeşlerden birisi ölüp vakıf hayatta kalan ile ölenin
çocuklarının elinde kaldığında hayatta kalan kardeş, ölen kardeşinin
çocuklarından birinin üzerine şâhid getirerek: Bu vakıf batından sonra batına
yani kendilerine vakfedilenlerden bir kimse kalmadıktan sonra onların
çocuklarına yapılmıştır, siz bu vakıfdan mahrumsunuz deyip dâvâ zamanında
ölenin diğer çocukları mevcud olmasa bile bu dâvâ ve şâhidler kabul edilir.
Çünkü o çocuklardan birisi diğerlerinden ötürü hasım olmuş olur." diye
zikredilmiştir.
METİN
Bir vakfın mütevellisi vakfın malıyla vakıf
için bir hane satın almış olsa, o hane asıl vakıf olan hanelere katılmış olmaz.
Çünkü vakfın lüzumu hakkında pek çok söz olup burada bulunmadığından esah olan
kavle göre o hanenin satılması caiz olur.
Bir müezzin ile imam vakıftan ücretlerini
almadan ölseler, ücretleri sıla kabilinden olup ancak alınmakla mâlik
olunacağından düşer. Nitekim ücretini almadan ölen hâkimin ücretinin düştüğü
gibi.
Bazı fukaha: "Müezzin ile imamın
vakıfdan aldıkları ücret kabilinden olduğundan düşmez. Çalıştıkları müddetin
ücreti vârislerine miras olarak intikal eder." demişlerdir.
Dürer'de Mürted bâbından önce ve diğer
muteber kitablarda "düşmez" diye yazılıdır. Musannıf: "Birinci kavil
tercih edilmiştir. Çünkü ikinci kavil zayıfdır." demiştir.
Şârih der ki; Kınye'nin kısaltılmışı Buğye
isimli eserde; "Müezzin ile imamın ücretleri vârislerine miras olarak
intikal eder. Ama hâkimin ücreti vârislerine miras olarak intikal etmez."
diye zikredilmiştir. Eşbâh'ın vakıf, Nehirin Mağnem bahislerinde de böyle ifade
edilmiştir.
Bir vakıfda gelirinin imama verilmesi şart
kılınmış bir hane olup imam ücretini almadan ölse bakılır: Eğer haneyi
mütevelli kiraya vermiş ise, İmamın ücreti düşer. Eğer haneyi imam kiraya
vermiş ise ücreti düşmez. Çünkü kira akdi ücretini alma yerine geçmiş olur.
İmâdiyye.
Bir imam hasad zamanı kendisine tahsis
olunan bir senelik geliri peşin olarak vakıfdan aldıktan sonra sene tamam
olmadan önce imamlık vazifesîni bırakıp gitse, seneden geri kalan müddetin
geliri kendisinden geri alınmaz. Cizye gibî ve sene tamam olmadan önce ölen
hâkim gibi olur. Eğer imam fakir ise senenin geri kalan geliri kendisine helâl
olur. Medreselerdeki talebe-i ulûmda da hüküm yine böyledir. Dürer.
İbn-i Şahne, tahsisat sahiblerinin
tahsisatını ve azillerini gerektiren gaib olma müddetini bir nazımla şöyle
beyân etmiştir: Talebe-i ulûm maişetlerini temin gibi zaruri bir iş için sefer
ve seyahatları üç ayı geçmezse, artık bu kadar müddet gâib olmaları afvedilir
ve tahsisatlarını olabilirler. Fukaha ittifak etmişlerdir ki; tahsisat
sahibleri sefer ve seyahatler gerek zaruri olsun, gerek olmasın üç ayı geçerse
tahsisatlarını alamazlar. Bu hüküm şeriatta sefer müddeti ile takdir
edilmiştir.
Şârih der ki; bu tafsilât medresede sakin
olanlar, hac farizası, sıla-i rahimle sefere gitmeyenler hakkındadır. Ama hac
farîzası ve sıla-i rahim için sefere giden talebe-i ulûm azle ve tahsisata
müstahik olmazlar. Nitekim Şürunbulâli'nin Vehbâniyye Şerhinde de böyle ifade
edilmiştir.
= Vazifelerde istinâbe (naib ve vekil tayin
etme) =
İmam ve müderris olan bir fakihin bir
özürden dolayı yerine nâib ve vekil tâyin etmesi câiz olmaz. Diğer vazife
sahiplerinin hükmü de yine böyledir, özürsüz nâib ve vekil tâyin edilmesi hiç
câiz olmaz.
Bir mütevelli vakfını kiraya verdiğinde
kira mukavelesinde o vakfa hâkim tarafından mı veya vakfeden tarafından mı
mütevelli tâyin edildiğini beyan etmese, fukaha karışıklık olmasın diye bu kira
akdini câiz görmezler.
Vasi de mütevelli gibidir. Fıkıh
kitaplarında beyân edildiğine göre, kiraya vermede vasi ile mütevellinin
hükümleri tâyin edilme sebebiyle değişmektedir. Babanın veya dedenin veya
hakimin tayin ettiği vasîlerin hükümleri ayn olduğundan bütün tasarrufları
kiraya vermeye kıyas et.
Şârih der ki; İmam-ı Süyûti Keşfu'd-Dababe
fi cevazi'l-istinabe isimli risalesinde: "İstinabenin cevazında icmâ
vardır." diye nakletmiştir. Bu mesele hıfzedilmelidir.
İZAH
"Vakfın malıyla" Yani bir vakfın
mütevellisi vakfın geliriyle bir hane satın aldığında o hane asıl vakıf olan
hanelere katılmış olmaz. Eğer mütevelli bir vakfın geliriyle değil de satılan
bir vakfın bedeliyle bir yer satın alırsa, satın alınan yer - ne kadar vakıf
için satın alınmış olduğu söylenmiş olmasa bile- evvelki vakfın şartları üzere
vakıf olmuş olur. Nitekim istibdâl (değiştirilme) bahsinde geçmiştir.
Fetih'de: "Bir vakfın mütevellisinin
vakfın geliriyle bir yer satın almasının câiz olması vakfın tamire ihtiyacı
olmadığı zamandır. Zahir olan budur. Çünkü vakfın tamire ihtiyacı olursa,
geliriyle bir şey satın alması câiz olmaz. Nitekim tamire muhtaç olduğunda
gelirini müstahiklerine vermesi de caiz olmaz." diye yazılıdır.
Kınye'den Naklen Bahır'da : "Kendisine
sadece mütevellilik verilen bir kimsenin vakfın geliriyle bir yer satın
alabilmesi için hakimden izin alması lâzımdır. Hatta borç para alıp onunla
vakıf için bir yer satın almış olsa, kendisi için satın almış olur." diye
beyân edilmiştir.
Ben derim ki: Tatarhâniyye'de:
"Mütevelli fukahanın ihtilafı bulunan yerde iş yapacağı zaman ihtiyaten
hâkimin emriyle yapmalıdır." diye zikredilmiştir.
"O hanenin satılması câiz olur."
Bezzaziye sahibi: "Metinde geçeni beyân ettikten sonra Ebu'l-Leys'e göre o
hane istihsânen vakıf olmuş olur, diye zikretmiş ve muhtar olan kavil
budur." demiştir.
Ben derim ki: Tatarhâniyye'de: "Muhtar
olan kavle göre, ihtiyaç hasıl olursa o hanenin satılması câiz olur." diye
yazılıdır.
"Hâkimin" Yani ücretini almadan
sene içinde ölen hâkimin ücreti düşer. Eğer senenin sonunda ölürse, ücretinin
vârislerine verilmesi müstehab olur. Nitekim Hidâye'nin mürted bâbından önce de
böyle zikredilmiştir.
"Buğye isimli eserde" Yani
Buğye'de zikredilmiştir ki; imam ile müezzin ücretlerini almadan sene içinde
ölseler, ücretleri miras olarak varislerine intikal eder. Buğye sahibinin bunu
kesin olarak söylemesi, bu kavlin tercih edilmiş olduğunu gerektirir.
Ben derim ki: Bu kavlin tercih edilmiş
olmasının sebebi; - câmekiyye meselesinde zikredileceği üzere- imam ve müezzin
gibi vazife sahiblerine vakfın gelirinden verilen aylığın bir bakımdan ücret ve
bir bakımdan sıla mahiyetinde olmasıdır.
Mütekaddimîn-i fukaha (hicri üç yüz
tarihine kadar yetişen fakihler) ibâdet ve tâat karşılığında ücret alınmasını
menetmişlerdir. Müteahhirîn-i fukaha(hicri üç yüz senesinden sonra yetişen fakîhler)
ise ders okutma, Kur'ân-ı Kerîm'i öğretme, ezân okuma, İmamlık yapma
karşılığında ücret alınmasının câiz olduğuna fetva vermişlerdir. Bundan dolayı
bir âlim mütekaddimîn-i fukahanın îçtihadına bakarsa, imam ve müezzin gibi
vazife sahiblerinin almış oldukları aylığın sılaya benzeme cihetini tercih eder
de aylığını almadan ölenlerin aylığının düşeceğini söyler. Çünkü sılaya
alınmadan önce malik olunmaz.
Bir âlim müteahhirin-i fukahanın ictihadına
bakarsa, imam ve müezzin gibi vazife sahiblerinin almış oldukları aylığın
ücrete benzeme cihetini tercih eder de aylığını almadan ölenlerin aylığının
düşmeyeceğini söyler. Fetva müteahhirîn-i fukahanın içtihatlarına göre
olduğundan Buğye sahibi ikinci kavlin kesin olduğunu söylemiştir.
Hâkimin vakıftan aldığı aylık asla ücrete
benzeme ciheti bulunmadığından aylığını almadan sene içinde ölen hakimin aylığı
düşer. Çünkü hiç bir fakih verilen hüküm karşılığında ücret alınmasının caiz
olduğunu söylememiştir.
Senede bir mahsûl verilen vakıflarda sene
ibtidası mahsülün yetiştiği zamandır. Böyle bir vakıfda müderris gibi vazifeli
olan kimse sene içinde ölse, çalıştığı müddetin ücreti vârislerine verilir,
geri kalan müddetin ücreti düşer. Böyle bir vakfın geliri vakfedenin
çocuklarına şart kılınmış ise, bu gelirin o çocuklara verilebilmesi için
gelirin zuhuruna yani gelir ekin ise, ekinin başak tutmasına itibar edilir.
Buna göre, o çocuklardan birisi gelir zuhur ettikten sonra ölürse, onun hissesi
varislerine verilir. Gelir zuhur etmeden ölürse, ileride zuhur edecek gelirdeki
hissesi düşer. Enfeu'l- Vesail. Eşbâh sahibi de buna tâbi olmuştur.
Hay-riyye'de de bunun ile fetva verilmiştir.
Bir vakıf taksitle kiraya verilirse, her
taksit zamanı gelirinin zuhuru yerindedir. Bundan dolayı o vakıfda hissesi
olanlardan her kim taksim zamanı hayatta bulunursa taksitteki hissesine
müstahik olur. Hissesini almadan ölürse, vârislerine miras olarak intikal eder.
Nitekim Hânutî sahibi Fetih sahibine tabi olarak bununla fetva vermiştir.
T E N B İ H : Hanefi mezhebinden olan
Allâme İbn-i Zahire'ye "Sultan tarafından her sene hac mevsiminde Haremeyn
(Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere) ahalisine surre ismiyle gönderilen
parada veya zahirede hissesi olan bir kimse sene içinde ölmüş olsa, o senenin
hissesine müstahik olur mu?" diye sorulmuş, o da: "Müstahik
olur." diye cevap vermiştir.
Ebu'l-Leys Ennevâzil isimli eserinde:
"O ölen kimsenin hissesi vârislerine verilir." diye zikretmiştir.
Allâme Biri: "Mekke-i Mükerreme ile
Medine-i Münevvere'ye sıla ve atıyye olarak gönderilen emanetler yerine
ulaştığında kendilerine gönderilen zatlar ölmüş olsa, çocuklarına verilir diye
fetva verdim." demiştir.
"Bir imam hasad zamanı..." Yani
bir mescidin imamı hasad zamanı kendisine tahsis olunan bir senelik geliri
peşin olarak aldıktan sonra sene henüz tamam olmadan hizmetini terk edip gitse,
gelirden senenin geri kalan müddetine düşen mikdar imamdan geri alınmaz. İtibar
hasad zamanınadır. Hasad zamanı imam ise gelire müstahik olur. Fakat gelirden
imamlık yapmadığı müddete düşen hisseyi yemesi kendisine helâl olur mu? Fakir
ise helâl olur.
Kezâ: Bir medresede oturan talebeler bir
senelik gelirlerini peşin olarak aldıktan sonra sene henüz tamam olmadan o
medreseyi bırakarak başka bir medreseye gitseler, almış oldukları gelir
kendilerinden geri alınmaz.
Bazı fıkıh kitablarından naklen Kınye'de
zikredilmiştir ki; imamlık yapmadığı günlere düşen gelir mikdarı imamdan geri
alınır.
Ben derim ki: Vakfedenin maksadına yakın
olan da budur.
Ben derim ki: Hasad zamanı bir senelik
geliri peşin olarak aldıktan sonra sene tamam olmadan hizmetini bırakıp
gidenden hizmet etmediği günlere düşen hissenin geri alınmaması vakfeden
tarafından her günün hizmeti için muayyen bir mikdar tahsis edilmediğine
göredir, diye kayıdlanmalıdır. Eğer vakfeden tarafından her günün hizmeti için
muayyen bir mikdar tahsis edilmiş ise cuma ve salı günleri ders okutmayan bir
müderris için o günlerin ücretini alması kendisine helâl olmaz.
"Cizye gibi" Yani sene içinde
ölen bir zimmîden senenin geçmiş günlerinin cizyesi kendisinden alınmadığı gibi
olur. Metinde geçen ibârenin şu mânâya da ihtimali vardır: Bir zimmi sene
içinde cizyesini verdikten sonra İslâm şerefiyle müşerref olsa veya ölse
kendisi veya vârisleri verilmiş olan cizyeyi geri alamaz.
"Gâib olma..." Bezzâziye'de
zikredilmiştir ki; bir medrese ehline tahsis edilmiş gelir, o medresede ilim
öğrenmek için oturanlara verilir. Böyle bir medresede oturan bir talebe gâib
olsa bakılır: Şehirden ya çıkmış olur veya olmaz. Eğer şehirden çıkarak sefer
müddeti (90 km.lik) bir mesafeye gittikten sonra geri gelirse, geçen günlerin
tahsisatını alamaz. Hac için sefere gitmiş ise yine geçen günlerin tahsisatını
alamaz. Şehirden çıkarak köye gidip on beş gün ve daha çok kalırsa bakılır:
Eğer gezi için gitmiş ise yine geçen günlerin tahsisatını alamaz. Eğer
maişetini temîn gibi zaruri bir iş için gitmiş ise orada kalma müddeti üç ayı
geçmedikçe geçen günlerin tahsisatını alır. Gâib olma müddeti üç aydan ziyade
olursa, odasını ve tahsisatını başka bir talebe alabilir. Eğer şehirden
çıkmamış ise yine bakılır: Eğer şer'î ilim yazmakla meşgul ise afvedilir ve
tahsisatını alır. Eğer şer'î ilim yazmakla meşgul değil ise medreseden
çıkarılması câiz olur. Maişetini temin gibi zaruri bir işi olmaksızın köye
gidip orada on beş günden az kalan talebenin tahsisatının kesilmesinde ihtilaf
vardır: Bazı fukahaya göre o talebenin tahsisatı kesilir. Bazı fukahaya göre
ise tahsisatı kesilmez. İbn-i Şahne'nin şerhinde zikredilenin hülâsası budur;
Kınye'nin İmamet Babında zikredilmiştir ki:
bir imamın senede bir hafta kadar köydeki akrabasını ziyaretten veya bir
musibetten veyahut istirahattan dolayı vazifesini terk etmesi âdeten ve şer'an
afvolunur. Bu mesele, maişetini temin gibi şer'î bir mazereti olmaksızın
köyünde on beş günden az kalan talebenin tahsisatı kesilmez diyen kavil üzerine
mebnidir.
Eşbâh'ın elâdetü muhakkemetün kaidesinde de
zikredilmiştir.
T E N B İ H : Hassâf'da zikredilmiştir ki;
bir mütevelliye dilsizlik, körlük, delilik ve felç gibi bir âfet arız olsa
bakılır: Eğer vakfın işlerini idare edebilirse, mütevellilikten azledilmez ve
mütevellilik ücretini alır. Eğer vakfın işlerini idare etmekten aciz olursa,
hâkim tarafından azledilerek yerine başkası tayin edilir ve aciz olduğu
zamandan itibaren mütevellilik ücreti düşmüş olur. Buna göre bir müderris
hastalık gibi bir âfet kendisine arız olduğundan ders okutamasa, vakfın
tahsisatına müstahik olmaz.
"Bu tafsilât..." Yani gâib olan
talebenin şehirden çıkıp çıkmadığına, çıkmış ise sefer müddeti gidip
gitmediğine bakılması, vakfedenin şu akar şu medresede oturanlara vakıf olsun
dediğine göredir. Eğer vakfeden derse iştirak etmeyenin tahsisatı kesilsin diye
şart kılarsa, şartına riayet edilir. Yani derse katılanın tahsisatı verilir.
Derse katılmayanın tahsisatı kesilir. Bu bahsin tamamı Bahır'dadır.
"Vazifelerde istinâbe..." Yani
imam ve müderris gibi vazife sahiplerinden birinin özrü bulunsun veya
bulunmasın yerine nâib ve vekil tâyin etmesi câiz değildir. Fakat buna Bahır'da
itiraz edilmiştir. Şöyle ki; Hassâf: "Mütevellinin kendi yerine vekil
tâyin etmesi ve ona mütevellilik için tahsis edilen ücretten bir şey vermesi
câiz olur." diye tasrih etmiştir. İs'âf'da da böyle beyân edilmiştir. Bu,
istinâbenin cevazını tasrih gibidir. Çünkü nâib, ücretle vekildir.
Kınye'de: "Bir imam kendisinin
bulunmadığı zamanlarda yerine imamlık yapsın diye bir kimseyi vekil tâyin etse,
eğer asıl imam senenin ekserisinde imamlık vazifesini ifa ederse, vekil imam
vakıfdan imamlık için tahsis edilen ücretten bir şeye müstahik olmaz."
diye yazılıdır.
Hulasa'da; "İmamın kendi yerine vekil
tâyın etmesi - bu hususta kendisine izin verilmiş olmasa bile- câiz olur. Fakat
hâkimin kendi yerine vekil tâyin etmesi câiz olmaz." diye ifade
edilmiştir.
Bahır'da Kınye'de zikredilen şöyle hulâsa
edilmiştir: Nâib, vakıfdan bir şeye müstahik olmaz. Çünkü istihkak takrirledir.
Nâib hakkında ise takrir mevcud değildir. Asıl imam senenin ekserisinde imamlık
vazifesini yapmış olursa- vakıfdan imamlık için tahsis edilen ücretin hepsine
müstahik olur.
Asıl imam, vekil tâyin ettiği imam için
hizmetine karşılık olarak her ay muayyen bir ücret tâyin etse buna müstahik
olur mu? Kınye'de bundan bahsedilmemiştir. Zâhir olan, vekil imamın bu ücrete
müstahik olmasıdır. Çünkü asıl olan imam, vekil imamı kiralamıştır, vekil imam
da kendisine verilen hizmeti yapmıştır. Müteahhirîn-i fukahanın kavline göre,
imamlık yapmağa, ders okutmağa ve Kur'ân-ı Kerîm'i öğretmeye karşılık ücret alınması
câizdir. Fetva da bunların kavli üzerinedir.
İstinâbe câiz olmaz diyenlerin kavline
göre, asıl imam vazife yapmayıp vazifeyi vekil imam yaptığı takdirde vazife boş
geçmiş sayılacağından mütevelli imamlık için tahsis edilen ücreti bunlardan hiç
birisine vermez. Hâkimin asıl imamı azletmesi de câiz olur. Kahire'de insanlar,
istinâbenin cevazıyla amel etmektedirler ve nâîbin bulunmasıyla vazifenin boş
geçtiğini de kabul etmemektedirler. Bunu cuma bâbında "Râcih olan kavle
göre, hatibin nâib tâyin etmesi câizdir." diye geçen mesele de te'yîd
eder.
Hayrü'r-Remli hâşiyesinde: "Kenz'in,
Hidaye'nin ve bir çok metinlerin, şerhlerin, fetvaların kaza bahsinde yukarıda
geçenleri naklettikten sonra nâibliğin câiz olmasını ders okutma gibi nâibliği
kabul eden vazifeler ile kayıdlanması vâcibdir. Çünkü öğrenme gibi nâibliği
kabul etmeyen vazifelerde nâiblik câiz değildir." demiştir.
Nâibliğin câiz olduğu yerde nâib tayin
edilenin, nâib tayin edene fazilette müsavî olması veya ondan üstün olması veya
ondan aşağı olması arasında fark yoktur.
Müteahhirîn-i Şâfiiyye'nin "nâib tâyin
edilenin nâib tâyin edene müsavî olması veya ondan üstün olmasıyla kayıdlamış
olduklarını" gördüm. Bazı fukaha: "Nâib tâyin edilen, nâib tâyin
edenden aşağı derecede olsa bile mutlak surette câiz olur." demişlerdir.
Yine Hayriyye'de Bahır'da yazılı olanın
hülâsası nakledildikten sonra: "Bilhassa özür bulunmakla beraber
insanların devam ede geldikleriyle amel etmek vâcib olur. Buna göre vakfeden
tarafından tahsis edilen ücretin hepsi asıl vazife sahibinin olur. Nâib ise
asıl vazife sahibi tarafından tayin edilen ücreti alır." diye
zikredilmiştir. Bu, Ebussûud Efendi'nin vermiş olduğu fetvaya muhâliftir. Çünkü
Ebussûud Efendi fetvasında: "Nâib tâyin edilebilmesi için şer'î bir özür
bulunması, vazifenin fetva verme ve ders okutma gibi nâibliği kabul eden
cinsten bulunması, nâibin asîle fazilette müsavî veya ondan üstün olması,
vakfeden tarafından tahsis edilen ücretin tamamının nâibin olması asîl için bir
şey verilmemesi şarttır." diye beyân etmiştir.
Biri: "Bunu nakledip hak olan budur.
Fakat Hanefî mezhebinden olan Şeyh Bedrüddîn'den Bahır'dakinin misli ve onun
hocasının hocası Hanefi mezhebinden olan Ali b. Zahîre'den de naib tâyin
edilebilmesi için şer'î bir özrün bulunmasının şart olduğu nakledilmiştir."
demiştir.
Ben derim ki: Nâib tâyin edilebilmesi için
şer'î bir özrün bulunmasının şart olması için bir sebep vardır. Ama nâibin
vazifeye ehliyeti bulunduktansonra asıle fazilette müsavî veya ondan üstün
olmasının şart kılınması için bir sebep yoktur. Ancak nâibin ehliyette asil
gibi olması murad edilirse başka.
Fetâvây-ı İbn-i Şılbî'de yazılı olan da
bunu ifade etmektedir. Şöyle ki: İbn-i Şılbî'ye "Nâzır (vakfa nezaret eden
kimse) kuvvetten düşüp vakıf hususunda konuşamaz hale gelince hayatının geri
kalan kısmında vakfa nezaret etmesi için başkasına izin verebilir mi, kendisi
nezareti bırakabilir mi?" diye sorulmuş o da: "Evet, adâletli ve
ehliyetli bir şahsı yerine nâib tâyin edebilir. Fakat kendisi için şart
kılınmış olan nezareti bırakamaz. Nezaretten kendi nefsini azletse bile
azledilmiş olmaz." diye cevap vermiştir.
Vakfeden tarafından tahsis edilen ücretin
tamamı naibin olur, denilmesi Bahır'da: "Tahsis edilen ücrete müstahik
olma ancak takrirdir." diye geçen kavle münâfidir. Bilhassa asil, senenin
çoğunda vazife yapmışsa nâib tahsisatın tamamını nasıl alabilir?
Kınye'den naklen geçen açıktır ki; nâib hiç
bir şeye müstahik olmaz, ancak asil tarafından bir ücret tâyin edilmiş olursa
ona müstahik olur. Fakat vazifeyi tek başına nâib yapar ve vakfeden tarafından
da tahsisat imamlık ve ders okutma gibi vazifeleri bizzat yapan kimselere şart
kılmış olursa, bu takdirde tahsis edilen ücrete nâib müstahik olur.
Muhakkık Şeyh Abdurrahman Efendi'den naklen
Tenkîhu'l-Hamidiyye isimli eserimde yazdım ki: Abdurrahman Efendi'ye "Bir
camii şerifin müezzinlerine gelir tahsis edilip vakfedenler tarafından bu gelir
ezanlar ve duâlar karşılığında şart kılınmış olup o caminin müezzinleri
yerlerine nâîbler tâyin edip ezan ve duâları naibler ifa etseler, o gelire
nâibler müstahik olur mu?" diye sorulmuş, o da: "Evet, o gelire
nâibler müstahik olur, asıl müezzinler müstahik olmazlar. Çünkü bu gelir bizzat
ezanları ve duâları okuyanlar için şart kılınmıştır." diye cevap
vermiştir.
"Bir mütevelli vakfını kiraya
verdiğinde..." Câmiu'l-Fûsuleyn'in yirmi yedinci bâbında zikredilmiştir
ki; hâkim tarafından bir kimse vasî veya mütevelli tâyin edildiği zaman
sicillât denilen hâkimin defterine vasî veya mütevelli tâyin etmeye velâyeti
bulunan hâkim tarafından fülan kimse vasî veya mütevelli tâyin edilmiştir, diye
yazılmalıdır. Eğer fülan kimse hâkim tarafından vasî tâyin edilmiştir, kavil
üzerine kısaltılmış olursa, çok defa vasî tâyin etmeye velayeti bulunmayan
hâkim tarafından tâyin edilmiş olur. Çünkü hâkimin vasî veya mütevelli tâyin
edebilmesi ancak menşûrunda (padişah tarafından hâkim tâyin edildiğine dair
kendisine verilen fermanda) vakıflarda ve yetimlerde tasarruf etmesi açık
olarak yazılmış olduğu takdirdedir. Böyle bir hâkimin tâyin ettiği vasi veya
mütevellinin vermiş olduğu hüküm, hâkimin nâibinin hükmü gibi olur. Bundan
dolayı hâkimin menşûrunda "fülan hâkime nâib ve vekil tâyin etmesi için
izin verilmiştir" diye yazılı olması lâzımdır.
METİN
= Mütevelli tâyin etmek salahiyetinin önce
vakfedene, sonra vakfedenin vasîsine, daha sonra salahiyetli olan hâkime aid
olması =
Bir vakfa mütevelli tâyin etmek önce
vakfedene aiddir. Sonra vakfedenin vasîsine aiddir. Çünkü vasîsi onun yerine
geçmektedir.
Vakfeden, bir kimseyi yalnız vakfının işine
vasî tâyin etse, Zahirü'r-rivâyete göre o kimse vakfedenin her işinde vasîsi
olur. İmam Ebû Yusuf'a göre, yalnız vakıf işinde vasîsi olur.
Bir kimse vakfında nezareti bir şahıs için
kıldıktan sonra başka bir şahsı da vasî tâyin etse, o şahısların işleri
ayrılmadıkça her ikisi de nâzır (nezâretçi) olur. Bu bahsin tamamı İs'âf'dadır.
Bir vakıf için iki vakıfnâme bulunup her
birinde bir mütevellinin ismi yazılı olup birisinin tarihi sonra olsa bile her
ikisi mütevelli olmakta ortak olur. Bahır.
F E R İ: Mütevelli olmak isteyenin
mütevelli tayin edilmesi layık değildir. Fakat vakfa nezaret etmesi kendisine
şart kılınan kimsenin tâlib olması bundan müstesnadır. Sanki vakfeden onun
mütevelli olmasını şart kılmış olur da o da vakfedenin şartını yerine getirmeyi
murad etmiş olur. Nehir.
Vakfedenin ölümünden sonra mütevellilik
kendisine şart kılınmış kimse de ölüp mütevelliliği bir kimseye vasiyet etmemiş
olursa, mütevelli tâyin etmek salahiyetli hakime aid olur. Çünkü vakıfda
istihkakı olanın mütevelli tayin etmeye velâyeti olmayıp ancak mütevelli olması
vardır. Nitekim yukarıda geçmiştir.
İZAH
"Mütevelli tayin etmek..."
Bahır'da beyân edildiğine göre, bir vakfa mütevelli tâyin etmek salahiyeti
hayatta olduğu müddetçe şart kılmasa bile evvela vakfedene aiddir. Vakfeden,
mütevelliyi azledebilir. İmam Ebû Yusuf'a göre, vakfedenin ölmesiyle tâyin
etmiş olduğu mütevellinin vazifesi sona ermiş olur. Ancak vakfeden hem
hayatında hem de öldükten sonra onun mütevelli olmasını şart kılmış olursa
başka.
Tatarhâniyye'de zikredilmiştir ki; bir
mescidin cemaatı mescidin işlerine bakması için bir kimseyi ittifakla mütevelli
tâyin etseler mükaddimîn-i fukahaya göre sahih olur. Fakat efdal olan hâkimin
izniyle mütevelli olmasıdır. Sonra muteahhirîn-i fukaha ise, onun mütevelli
tayin edilmiş olduğunu hâkime bildirmemek efdaldir diye ittifak etmişlerdir.
Çünkü hâkimlerin vakıf mallarında tamahları olduğu bilinmektedir.
Kezâlik: Muayyen ve adedleri belli
kimselere yapılmış olan bir vakfa kendi içlerinden birisini ittifakla mütevelli
tâyin etseler, yine hüküm aynıdır.
Ben derim ki: Fukaha: "Yetimin vasîsi
hakkında da aynı hükmü zikredip tacirlerden birisi yetimin malında alım-satım
gibi tasarruf da bulunsa câiz olur." demişlerdir. Hâniyye'de: "Bu
istihsandır. Bununla fetva verilir." diye yazılmıştır.
"Sonra vakfedenin vasisine..."
Yani bir vakfa mütevelli tâyin etmek vakfedenden sonra vakfedenin vasîsine
aiddir. Hatta vakfeden ölürken bir kimseyi vasî tâyin edip vakıf işinden
bahsetmese, vakfın velâyeti de vasiye aid olmuş olur.
"O şahısların işleri
ayrılmadıkça..." Eğer o şahısların işleri ayrılmış olursa, şöyle ki: Bir
kimse: "Şu arazimi fülan cihete vakfettim ve fülan şahsı ona mütevelli
tayin ettim. Fülan şahsı da terekeme ve bütün işlerime vasi tayin ettim"
dese, bu takdirde o şahıslardan her biri kendisine verilen işlerde tek başına
olmuş olur. İs'af.
Galiba bunun vechi; bir meclisde o
şahıslardan her birinin ayrı ayrı işlere tayin edilmesi tâyin edenin bütün
işlerinde ortak olmayacaklarına karinedir. Fakat Zahire'den naklen Enfeu'l
Vesail'de zikredilmiştir ki: bir kimse ölürken vakfına bir şahsı ve çocuklarına
da başka bir şahsı vasi tayin etse, İmam-ı Azam ile İmam Ebu Yusuf'a göre, o
şahıslardan her biri o kimsenin bütün işlerinde vasisi olmuş olur.
Bir kimse iki akarından birisini bir kavme,
diğerini de başka bir kavme vakfedip her birine bir mütevelli tâyin ettikten
sonra Zeyd'i de vasî tâyin etse, Zeyd de o iki mütevelli ile beraber mütevelli
olmuş olur. Zeyd de Amr'i vasî tayin etse, Zeyd için sâbit olan haklar aynen
Amr için de sâbit olmuş olur. Çünkü vasinin vasîsi vakfedenin vasîsi
yerindedir. Hatta vasînin vasîsi vakfedenin tâyin ettiği mütevelli ile
mütevellilikte ortak olur.
Tatarhâniyye'nin Edebü'l-Evsıyâ bahsinde:
"Bir kimse bir şahsı vasî tâyin ettikten bir müddet sonra başka bir şahsı
da vasî tayin etse, bu şahıslardan her biri o kimsenin malında tasarruf etmek
hususunda vasîsi olur. O kimse gerek ilk tayin ettiği vasîsini hatırlasın,
gerekse hatırlamasın müsavîdir. Çünkü biz Hanefîlere göre, bir vasîyi, vasi
tâyin eden kimse vasîlikten azletmedikçe kendiliğinden azledilmiş olmaz. Hatta
iki vasî arasında bir sene veya daha çok müddet bulunsa bile ilk vasî
vasilikten azledilmiş olmaz." diye zikredilmiştir.
Kınye'de beyân edilmiştir ki; hâkim
mütevellisi bulunan bir vakfa başka bir mütevelli tâyin etse bakılır: Eğer
birinci mütevelliyi vakfeden tâyin etmişse, ikinci mütevelli ile azledilmiş
olmaz. Eğer birinci mütevelliyi de hakim tayin edip bunu bildiği halde ikinci
mütevelliyi tâyin ederse, birinci mütevelli azledilmiş olur. Buna göre, ikinci
mütevelliyi vakfedenin tâyin etmesiyle hâkimin tâyin etmesi arasında fark
vardır. Vakfeden tâyin ederse, ikinci mütevelli birinci mütevelli ile mütevelli
olmakta ortak olur. Hâkim birinci mütevelliyi bildiği halde ikinci mütevelliyi
tâyin ederse, birinci mütevelli azledilmiş olur.
"Vakfedenin ölümünden sonra..."
Şârih, vakfedenin ölmesiyle kayıdlamıştır. Çünkü vakfedenin hayatında tâyin
ettiği mütevelli ölse, Mücteba sahibi: "Yeniden mütevelli tâyin etmek
salahiyeti vakfedene aid olur." demiştir. İmam Muhammed Siyer-i Kebirinde:
"Mütevelli tâyin etmek salahiyeti hâkime aid olur." diye
zikretmiştir.
Fetâvây-ı Suğra'da: "Mütevelli tâyin
etmek salahiyeti vakfedene aiddir. Hâkime aid değildir. Vakfeden ölmüşse
bakılır: Eğer vakfedenin vasîsi varsa, mütevelli tâyin etmeye hâkimden evlâdır.
Eğer vasîsi yoksa mütevelli tâyin etmek salahiyeti hâkime aid olur." diye
yazılıdır. Buna göre bir vakfın mütevellisi varken, hâkim o vakıfda tasarruf da
bulunmaya mâlik olamaz.
Bahır'da beyân edildiğine göre hâkimin
velâyeti, mütevellilik kendisine şart kılınan kimseden ve şart kılınan kimsenin
vasîsinden "sonra gelir. Artık vakfeden, vakfında takrîri mütevelliye şart
kılmış ise o vakıfdaki vazifelerde hâkimin takriri sahih olmaz. Remlî Hayrüddîn
ile Allâme Kâsım bununla fetva vermişlerdir. Fakat bu, Kahire'de vâki olana
muhâliftir.
T E N B İ H : Vakfedenin ölmesiyle tâyin
etmiş olduğu mütevellisi azledilmiş olur. Fakat vakfeden hem hayatında, hem de
öldükten sonra onun mütevelli olmasını şart kılmış ise azledilmiş olmaz.
Kınye'de zikredilmiştir ki; hâkimin tâyin
etmiş olduğu mütevelli, hâkimin azledilmesiyle azledilmiş olmaz.
METİN
Vakfedenin akrabasından mütevelli olmaya
salahiyetli bir kimse bulundukça dışardan mütevelli tâyin edilemez. Çünkü
akrabası vakıf hakkında yabancılardan daha çok alaka gösterir ve vakfedene daha
şefkatli olur. Vakfedenin maksadı vakfın akrabalarına nisbet edilmesidir.
Bir mütevelli hayatta ve sıhhatta iken
kendi yerine başkasını mütevelli tâyin etmek istese bakılır: Eğer kendisine
mütevellilik umûmi surette bırakılmış ise yerine başkasını mütevelli tâyin
etmesi sahih olur. Sonra onun azline mâlik olamaz. Ancak vakfeden,
mütevelliliği başkasına bırakmak ve onu azletmek hakkını mütevelliye şart
kılmış olursa, bu takdirde azle mâlik olur. Eğer kendisine mütevellilik umûmi surette
bırakılmamış ise, sıhhat halinde yerine başkasını mütevelli tâyin ederse sahih
olmaz. Ölüm hastalığında tâyin ederse sahih olur.
Mütevelli için azletmek ve yerine başkasını
mütevelli tâyin etmek vasî tâyin etmek gibi olmalıdır.
Eşbâh sahibine; "Bir vakfın
mütevelliliği muayyen bir kimseye şart kılınıp onun ölümünden sonra mütevelli
tâyin etme velâyeti hâkime şart kılındığı halde o kimse kendi yerine başkasını
mütevelli tâyin ettikten sonra ölse, mütevelli tâyin etme velâyeti hâkime
intikal eder mi?" diye sorulmuş, o da: "Sıhhat halinde tâyin etmişse
intikal eder. Ölüm hastalığında tâyin etmişse, tâyin edilen hayatta oldukça
intikal etmez. Çünkü tâyin edilen, tâyin edenin yerine geçmiştir." diye
cevap vermiştir.
Yine Eşbah sahibine, "Vakfeden
vakfının gelirinden muayyen bir mikdar gelir verilmesini şart kılıp ondan sonra
o mikdarın fakirlere verilmesini şart kıldığı halde o kimse o mikdarı başka
birisine bıraktıktan sonra ölse, o mîkdar fakirlere intikal eder mi?" diye
sorulmuş, o da: "intikal eder" diye cevapvermiştir.
Eşbâh'da zikredilmiştir ki; vakfeden mutlak
surette mütevelliyi azledebilir. Bu kavil ile fetva verilir. Eşbah sahibi:
"Vakfeden, tâyin etmiş olduğu müderris ile imamı azledebilir mi? Bunun
hükmünü göremedim." demiştir.
Vakfeden kimse vakfına mütevelli tâyin
etmediğinden hâkim tâyin etse, vakfeden onu azletmeye mâlik olamaz.
Bir mütevelli kendi nefsini mütevellilikten
azletse, vakfeden veya hâkim bilirse, azil sahih olur; bilmezse sahih olmaz.
İZAH
"Salahiyetli bir kimse
bulundukça..." Bu mesele Hâkimin Kâfisinde olup ibâresi şöyledir:
Vakfedenin evlâdından ve ehl-i beytinden mütevelli olmaya salahiyetli ve
kabiliyetli bir kimse bulundukça yabancı bir kimse mütevelli tâyin edilemez.
Onlar arasında salahiyetli bir kimse bulunmayıp yabancı bir kimse mütevelli
tâyin edildikten sonra onlar arasından salahiyetli bir kimse yetişirse,
mütevellilik yabancıdan alınarak ona verilir.
Vakfeden, mütevellinin kendi çocuklarından
ve torunlarından olmasını şart kılsa hâkim, hıyanetlikleri bulunmadan yabancı bir
kimseyi mütevelli tâyin edemez. Şayet tâyin ederse, tâyin ettiği kimse
mütevelli olmuş olmaz. Eğer mütevellinin çocuğu hâin olursa yabancı bir kimse
mütevelli tâyin edilir. Çünkü vakfeden mütevelliliği kendi nefsi için şart
kılıp hâin olduğu ortaya çıksa, hıyanetinden dolayı azledilip yerine sâlih bir
kimse tayin edebilir. Vakfedenden başkası hıyanetinden dolayı evleviyetle
azledilir. Camiu'l-Fûsuleyn.
T E N B İ H : Vakfedenin komşularından ve
akrabasından olanlar mütevelliliği ücretsiz olarak kabul etmedikleri halde
başkası ücretsiz kabul edecek olsa, hâkim vakıf ehli hakkında menfaatli ve
faydalı olanı göz önüne alır.
Fetih'de: "Bir mütevellinin vakıf
işlerinde vekil tâyin etmesi, ona ücretinden bir şey vermesi ve onu azletmesi
câizdir. Mütevelli dilerse vekili azledilmiş olur. Mütevelli tâyin etmek
salahiyeti, hâkime aid olur." diye zikredilmiştir.
T E N B i H : Fukaha: "Bir kimsenin
uhdesindeki nezaret ve mütevellilik gibi bir vazifeyi başkasına ferağı (bırakıp
terk etmesi) sahihdir." diye açıklamışlardır.
Allâme Kâsım: "Vazifesini başkasına
bırakıp terk eden kimsenin vazifeden hakkı düşer. İster o vazife kendisine
bırakılan şahsa takrir edilsin, isterse takrir edilmesin." diye fetva
vermiştir. Fakat sonra: "Bu fetvasından vazgeçip hâkimin takrir etmesi
lâzımdır." demiştir.
Bir kimse uhdesindeki mütevellilik gibi bir
vazifeyi hâkimin huzurunda bir şahsa terk edip hâkim de o vazifeyi o şahsa
takrir etse, o kimse kendi nefsini o vazifeden azletmiş, hâkimin takririyle o
şahıs da o vazifeye tâyin edilmiş olur.
Metindeki Eşbâh sahibinin: "Ölüm
hastalığında tâyin etmişse, tâyin edilen hayatta oldukça intikal etmez. Çünkü
tâyin edilen tâyin edenin yerine geçmiştir." diye vermiş olduğu cevabı
reddedilmiştir. Şöyle ki: Bir vakfın mütevelliliği bir kimseye şart kılınıp
onun ölümünden sonra mütevelli tâyin etme velâyeti hâkime şart kılındığı halde
o kimse kendi yerine başkasını mütevelli tâyin ettikten sonra ölse, gerek
sıhhat halinde tâyin etsin, gerek ölüm hastalığından tâyin etsin tâyini sahih
olmaz. Çünkü vakfeden onun ölümünden sonra mütevelli tâyin etmek salahiyetinin
hâkime intikal etmesini şart kılmış; mütevellinin kendi yerine başkasını
bırakmasına izin vermemiştir.
Kezâ: Hamevî: "O kimse ölüm
hastalığında olsa bile kendi yerine başkasını mütevelli tâyin etmesi sahih
olmayıp mütevelli tâyin etmek salahiyetinin hâkime intikal etmesi vâcib olur.
Çünkü o kimse kendi yerine mütevelli tâyin etmekle vakfedenin şartıyla amel
etmemiştir." demiştir.
Ben derim ki: Evkaf-ı Hilâl'den naklen
Enfeu'l- Vesail'de zikredilmiştir ki; bir kimse vakfına Abdullah'ın, ondan
sonra Zeyd'in mütevelli olmasını şart kılıp Abdullah ölürken o vakfın
mütevelliliğini başka bir şahsa vasiyet etmiş olsa, o şahıs Zeyd ile beraber
mütevelli olamaz.
Allame Hânuti: "Bir kimse vakfına
evlâdından erşed (hâli ve tasarrufu en iyi) olanın mütevelli olmasını şart
kılıp erşed olan ölürken mütevelliliği kızının kocasına terk etse, o, mütevelli
olmayıp vakfedenin şartıyla amel edilerek evlâdından erşed olana mütevellilik
intikal eder." diye fetva vermiştir. Bu bahsin tamamı Fetvâsındadır.
Şeyh İsmail Fetavâsında: "Vakfedenin
şartına muhâlif olarak başkasına bırakılan mütevellilik sahih olmaz. Artık bir
vakfın mütevelliliği vakfedenin erşed evlâdına şart kılınıp erşed ölürken
mütevelliliği erşed olmayana bıraksa, hıyâneti zâhir olduğundan hakim erşed
olanı mütevelli tâyin eder." diye fetva vermiştir.
"Vakfeden mutlak surette mütevelliyi
azledebilir." Yani mütevellinin suçu bulunsun veya bulunmasın vakfeden
vakıfnâmede mütevelliyi azletmeyi şart kılsın veya kılmasın müsâvidir. Bu, İmam
Ebû Yusuf'a göredir. Çünkü mütevelli vakfedenin vekilidir. İmam Muhammed'e
göre, vakfeden mütevelliyi azledemez. Çünkü mütevelli vakfedenin vekili olmayıp
fakirlerin vekilidir.
"Bu kavil ile fetva verilir."
Yani İmam Ebû Yusuf'un kavliyle fetva verilir. Tecnîs sahibinin beyânına göre,
fetva İmam Muhammed'in kavli üzeredir. Yani vakfeden vakıf nâmesinde
mütevelliyi azletmeyi şart kılmamış ise azledemez. Allâme Kâsım
Tashîhı'l-Kudûrî'de: "İmam Muhammed'in kavli kesindir." demiştir. İbn-i
Nüceym Risâlesinde: "Bu meseledeki ihtilâf, iki kavilden hangisinin muhtar
olmasındadır." demiştir.
Ben derim ki: Bu ihtilâf, bir vakfın
mütevelliye teslim edilmesinin şart olup olmamasından ileri gelmektedir. İmam
Muhammed'e göre, bir malın vakıf olabilmesi için mütevelliye teslim edilmesi
şarttır. Mütevelliye teslim edilince, vakfedenin onda velâyet hakkı kalmaz,
ancak şartta bâki kalır. İmamvermiştir.
Eşbâh'da zikredilmiştir ki; vakfeden mutlak
surette mütevelliyi azledebilir. Bu kavil ile fetva verilir. Eşbah sahibi:
"Vakfeden, tâyin etmiş olduğu müderris ile imamı azledebilir mi? Bunun
hükmünü göremedim." demiştir.
Vakfeden kimse vakfına mütevelli tâyin
etmediğinden hâkim tâyin etse, vakfeden onu azletmeye mâlik olamaz.
Bir mütevelli kendi nefsini mütevellilikten
azletse, vakfeden veya hâkim bilirse, azil sahih olur; bilmezse sahih olmaz.
İZAH
"Salahiyetli bir kimse
bulundukça..." Bu mesele Hâkimin Kâfisinde olup ibâresi şöyledir:
Vakfedenin evlâdından ve ehl-i beytinden mütevelli olmaya salahiyetli ve
kabiliyetli bir kimse bulundukça yabancı bir kimse mütevelli tâyin edilemez.
Onlar arasında salahiyetli bir kimse bulunmayıp yabancı bir kimse mütevelli
tâyin edildikten sonra onlar arasından salahiyetli bir kimse yetişirse,
mütevellilik yabancıdan alınarak ona verilir.
Vakfeden, mütevellinin kendi çocuklarından
ve torunlarından olmasını şart kılsa hâkim, hıyanetlikleri bulunmadan yabancı
bir kimseyi mütevelli tâyin edemez. Şayet tâyin ederse, tâyin ettiği kimse
mütevelli olmuş olmaz. Eğer mütevellinin çocuğu hâin olursa yabancı bir kimse
mütevelli tâyin edilir. Çünkü vakfeden mütevelliliği kendi nefsi için şart
kılıp hâin olduğu ortaya çıksa, hıyanetinden dolayı azledilip yerine sâlih bir
kimse tayin edebilir. Vakfedenden başkası hıyanetinden dolayı evleviyetle
azledilir. Camiu'l-Fûsuleyn.
T E N B İ H : Vakfedenin komşularından ve
akrabasından olanlar mütevelliliği ücretsiz olarak kabul etmedikleri halde
başkası ücretsiz kabul edecek olsa, hâkim vakıf ehli hakkında menfaatli ve
faydalı olanı göz önüne alır.
Fetih'de: "Bir mütevellinin vakıf
işlerinde vekil tâyin etmesi, ona ücretinden bir şey vermesi ve onu azletmesi
câizdir. Mütevelli dilerse vekili azledilmiş olur. Mütevelli tâyin etmek
salahiyeti, hâkime aid olur." diye zikredilmiştir.
T E N B i H : Fukaha: "Bir kimsenin
uhdesindeki nezaret ve mütevellilik gibi bir vazifeyi başkasına ferağı (bırakıp
terk etmesi) sahihdir." diye açıklamışlardır.
Allâme Kâsım: "Vazifesini başkasına
bırakıp terk eden kimsenin vazifeden hakkı düşer. İster o vazife kendisine
bırakılan şahsa takrir edilsin, isterse takrir edilmesin." diye fetva
vermiştir. Fakat sonra: "Bu fetvasından vazgeçip hâkimin takrir etmesi
lâzımdır." demiştir.
Bir kimse uhdesindeki mütevellilik gibi bir
vazifeyi hâkimin huzurunda bir şahsa terk edip hâkim de o vazifeyi o şahsa
takrir etse, o kimse kendi nefsini o vazifeden azletmiş, hâkimin takririyle o
şahıs da o vazifeye tâyin edilmiş olur.
Metindeki Eşbâh sahibinin: "Ölüm
hastalığında tâyin etmişse, tâyin edilen hayatta oldukça intikal etmez. Çünkü tâyin
edilen tâyin edenin yerine geçmiştir." diye vermiş olduğu cevabı
reddedilmiştir. Şöyle ki: Bir vakfın mütevelliliği bir kimseye şart kılınıp
onun ölümünden sonra mütevelli tâyin etme velâyeti hâkime şart kılındığı halde
o kimse kendi yerine başkasını mütevelli tâyin ettikten sonra ölse, gerek
sıhhat halinde tâyin etsin, gerek ölüm hastalığından tâyin etsin tâyini sahih
olmaz. Çünkü vakfeden onun ölümünden sonra mütevelli tâyin etmek salahiyetinin
hâkime intikal etmesini şart kılmış; mütevellinin kendi yerine başkasını
bırakmasına izin vermemiştir.
Kezâ: Hamevî: "O kimse ölüm
hastalığında olsa bile kendi yerine başkasını mütevelli tâyin etmesi sahih
olmayıp mütevelli tâyin etmek salahiyetinin hâkime intikal etmesi vâcib olur.
Çünkü o kimse kendi yerine mütevelli tâyin etmekle vakfedenin şartıyla amel
etmemiştir." demiştir.
Ben derim ki: Evkaf-ı Hilâl'den naklen
Enfeu'l- Vesail'de zikredilmiştir ki; bir kimse vakfına Abdullah'ın, ondan
sonra Zeyd'in mütevelli olmasını şart kılıp Abdullah ölürken o vakfın mütevelliliğini
başka bir şahsa vasiyet etmiş olsa, o şahıs Zeyd ile beraber mütevelli olamaz.
Allame Hânuti: "Bir kimse vakfına
evlâdından erşed (hâli ve tasarrufu en iyi) olanın mütevelli olmasını şart
kılıp erşed olan ölürken mütevelliliği kızının kocasına terk etse, o, mütevelli
olmayıp vakfedenin şartıyla amel edilerek evlâdından erşed olana mütevellilik
intikal eder." diye fetva vermiştir. Bu bahsin tamamı Fetvâsındadır.
Şeyh İsmail Fetavâsında: "Vakfedenin
şartına muhâlif olarak başkasına bırakılan mütevellilik sahih olmaz. Artık bir
vakfın mütevelliliği vakfedenin erşed evlâdına şart kılınıp erşed ölürken
mütevelliliği erşed olmayana bıraksa, hıyâneti zâhir olduğundan hakim erşed
olanı mütevelli tâyin eder." diye fetva vermiştir.
"Vakfeden mutlak surette mütevelliyi
azledebilir." Yani mütevellinin suçu bulunsun veya bulunmasın vakfeden
vakıfnâmede mütevelliyi azletmeyi şart kılsın veya kılmasın müsâvidir. Bu, İmam
Ebû Yusuf'a göredir. Çünkü mütevelli vakfedenin vekilidir. İmam Muhammed'e
göre, vakfeden mütevelliyi azledemez. Çünkü mütevelli vakfedenin vekili olmayıp
fakirlerin vekilidir.
"Bu kavil ile fetva verilir."
Yani İmam Ebû Yusuf'un kavliyle fetva verilir. Tecnîs sahibinin beyânına göre,
fetva İmam Muhammed'in kavli üzeredir. Yani vakfeden vakıf nâmesinde
mütevelliyi azletmeyi şart kılmamış ise azledemez. Allâme Kâsım
Tashîhı'l-Kudûrî'de: "İmam Muhammed'in kavli kesindir." demiştir.
İbn-i Nüceym Risâlesinde: "Bu meseledeki ihtilâf, iki kavilden hangisinin
muhtar olmasındadır." demiştir.
Ben derim ki: Bu ihtilâf, bir vakfın
mütevelliye teslim edilmesinin şart olup olmamasından ileri gelmektedir. İmam
Muhammed'e göre, bir malın vakıf olabilmesi için mütevelliye teslim edilmesi
şarttır. Mütevelliye teslim edilince, vakfedenin onda velâyet hakkı kalmaz,
ancak şartta bâki kalır. İmam"Şer'i bir hüccet ibraz etse..." Yani o
hanenin vakıf olduğu yazılı şer'î bir mektup gösterip mektubun aslı eski
kadıların sicillât denilen defterinde yazılı olsa bu mektup kabul edilir. Şer'î
mektup hasmın elinde bulunsa bile kabul edilir. Yeni tâyin edilen kadılar, eski
kadıların mektuplarıyla amel ederler. Fukahanın bu kavilleri eski vakıflara
mahsustur. Kınye, Hindiyye.
"Bu mesele..." Yani bir kimse
kendi tarafından tamam olan bir şeyi bozmaya çalışırsa çalışması reddedilir.
Ancak yedi meselede reddedilmez. Eşbâh'da bu yedi mesele dokuz mesele olarak
zikredilmiştir.
Birincisi: Bir kimse bir köle satın alıp
teslim aldıktan sonra: "Satan şahıs bu köleyi bana satmadan önce gâib olan
fülan zata şu kadar meblağa satmıştır" diye dâvâ edip şâhid getirse,
dâvâsı kabul edilir.
İkincisi: Bir kimse cariyesini bir şahsa
hibe edip o şahıs cariyeyi ümm-i veled kıldıktan sonra hibe eden kimse
cariyenin müdebbere veya ümm-i veled olduğunu dâvâ edip isbat etse, dâvası
kabul edilir. Cariyeyi geri alır ve ukru (cariyenin mihrini) da alır. Çünkü
hürriyet hakkındaki tenâkuz dâvânın sahih olmasına mâni değildir.
Üçüncüsü: Bir kimse kölesini sattıktan
sonra onu âzâd etmiş olduğuna dâva etse, dâvâsı kabul edilir. Fetih'de:
"Hürriyette tenâkuz zarar vermez." diye zikredilmiştir.
Dördüncüsü: Bir kimse bir arazi satın
aldıktan sonra "satan şahıs onu mezarlık veya mescid kılmıştır" diye
dâvâ etse, dâvâsı kabul edilir.
Beşincisi: Bir kimse bir köle satın
aldıktan sonra "satan şahıs onu azâd etmiştir" diye dâva edip isbat
etse, dâvâsı kabul edilir.
Altıncısı: Bir kimse bir akar satıp sonra
"o akar vakıfdır" diye dâva edip isbat etse, dâvâsı kabul edilir.
Yedincisi: Bir baba çocuğunun malını
sattıktan sonra gabn-i fâhişe (pek noksana) sattığını davâ etse, dâvâsı kabul
edilir.
Sekizincisi: Vasî, sattıktan sonra gabn-i
fahişle sattığını dâvâ etse, kabul edilir.
Dokuzuncusu : Mütevellinin gabn-i fahiş
dâvâsıdır.
"Allah-ü Teâlâ'nın hakkı olan vakıf
hakkındadır." Yani ilk baştan fakirlere yapılan vakıf Allah-ü Teâlâ'nın
hakkıdır.
"Satanın dâvâsı ve şâhidi..."
Yani bir kimse bir akarı bir şahsa sattıktan sonra "bu akar vakıfdır"
diye dâvâ edip şâhid getirse, şâhidle isbat edilen bir dâvâ kabul edilir. Ama
şâhidsiz dâvâ kabul edilmez. Hatta satın alan şahsa yemin ettirilemez. Nitekim
yukarıda geçmiştir.
Velhâsıl; Mu'temed olan kavle göre, dâvâsız
şahâdet kabul edilir.
Fetâvây-ı Hayriyye'de beyân edildiğine göre
sattığı akarın vakıf olduğunu dâvâ edenin dâvâsı kabul edilmez. Fakat dâvâsını
şahidle isbat ederse, bunda fukaha ihtilaf etmişlerdir. Esah olan kavle göre,
şâhidle isbat edilen dâva kabul edilir. Hulâsa ve diğer bir çok fıkıh
kitablarında bu kavlin sahih olduğu beyân edilip: "Vakıf Allah-ü Teâlâ'nın
hakkıdır, bunda dâvâsız şahâdet kabul edilir." diye sebebi açıklanmıştır
Ben derim ki: Bana zâhir olan bu meselede
tafsilât vardır: Bir kimse bir akarı bir şahsa sattıktan sonra "bu akar
bana vakfedilmiştir" diyerek akarın kendisine vakfedilmiş olduğunu dâvâ
edip şâhid getirirse, asıl vakfı isbat için şahidi kabul edilir. Fakat dâvâsı
sahih olmadığından kendisine o vakfın gelîrînden bir şey verilmez. Nitekim
dâvâsız şahadetin kabul edildiği yukarıda geçmiştir. Asıl vakfın sübûtu dâvâya
muhtaç olmaz. Fakat bir vakfın gelirinde sehmi bulunduğunu iddia eden kimse
dâva edip isbat etmedikçe kendisine o vakfın gelirinden bir şey verilmez. Satan
kimsenin vakıfdır, diye dâvâ ettiği akarda hissesi bulunursa, dâvâsında tenâkuz
bulunduğundan kabul edilmez. Ama hissesi bulunmayan bir kimse satmış olduğu
akarın vakıf olduğunu dâvâ ederse, dâvâsında tenâkuz bulunmadığından kabul
edilir. Satılan akar fakirlere veya mescide vakfedilmiş olursa, dâvâ eden
isterse satan olsun, isterse başkası olsun şâhidi kabul edilir ve o akarın
vakıf olduğu sabit olur.
T E N B İ H : Bir kimse bir hane satın
aldıktan sonra o hanenin vakıf olduğunu dâvâ etse -satan mütevelli ise onun
aleyhine- dâvâsı kabul edilir, mütevelli değil ise kadı bir mütevelli tayin
eder. Ebû Cafer'in kavline göre, davâda tenâkuz bulunduğundan mütevelliden
başkasının aleyhine kabul edilmez ise de dâvâsız şahadet kabul edilir. Bu
bahsin tamamı Fetavây-ı Hayriyye'dedir.
Bir kimse mescid veya medrese yapılması
için hazırlanmış bir yere vakfetse, vakıf sahih olur. Fakat yapılması düşünülüp
henüz yeri hazırlanmamış bir mescide vakfedilirse vakıf sahih olmaz. Dımaşk
Müftüsü Abdurrahman Efendi'l-İmâdi bununla fetva vermiştir.
"Geliri Zeyd'in evlâdı oluncaya yahut
mescid veya medrese yapılıncaya kadar fakirlere sarf edilir."
Ben derim ki: Bu vakfa, gelirin ilk sarf
edileceği mahal, kesilmiş vakıf denir.
Haniyye'de zikredilmiştir ki; bir kimse
"şu arazim vakfedilmiş bir sadakadır doğacak evlâdıma" deyip evlâdı
doğmadan vakfın mahsûlü yetişmiş olsa fakirlere taksim edilir. Taksim
edildikten sonra evladı olsa, bundan sonra hâsıl olacak gelir ona sarf edilir.
Çünkü o kimsenin "vakfedilmiş bir sadakadır" sözüyle o arazi
fakirlere vakfedilmiştir" Doğacak evlâdıma" ifadesi ise istisna
içindir. Sanki o kimse "şu arazim fakirlere vakıftır, ancak evladım
doğacak olursa onun geliri evladım hayatta olduğu müddetçe ona sarf
edilecektir" demiş olur.
İs'âf'da: "Bir kimse: Şu arazimi
evlâdıma vakfettim, deyip evlâdı bulunmayıp oğlunun evlâdı bulunsa, kendi sulbi
evlâdı doğuncaya kadar o vakfın geliri oğlunun evlâdına sarf edilir." diye
beyân edilmiştir,
Bazen vakfın gelirinin sarf edileceği orta
mahal kesilmiş olur. Meselâ: bir kimse: "Şu arazimi iki evlâdıma sonra
onların nesillerine vakfettim" dese, İbn-i Fazl'a göre iki evlattan biri
ölüp geride evlât bıraksa, o vakfın gelirinin yarısı hayatta kalana, yarısı da
fakirlere sarf edilir. Diğer evlâd da ölünce gelirin hepsi vakfedenin evlâdının
evlâdına sarf edilir. Çünkü vakfedenin şartına riayet etmek lâzımdır. Vakfeden
vakfının gelirinin birinci batından hiç bir kimse kalmadıktan sonra evlâdının
evlâdına sarf edilmesini şart kılmıştır. İki evlâddan biri ölünce vakfın
gelirinin yarısı fakirlere sarf edilir. Hâniyye.
METİN
F Ü R Û: Fetva için müracaat edilen yeni ve
mühim bir mesele ortaya çıkmıştır.
"Sultan bir araziyi bir sâkıyeye irsad
edip haracını onun tamiri gibi külfeti için kıldıktan bir müddet sonra
sâkıyenin gittiği belde harap olup sâkıyeye ihtiyaç kalmadığından sultanın
vekili o araziyi mülk olan başka bir sâkıyeye nakletse, bu nakil sahih olur
mu?" diye sorulmaktadır.
Bazı Şâfii fukahası: "Mülke yapılan
irsâd mâlikine irsaddır." diye cevap vermişlerdir. Yani vekilin o araziyi
nakli sahih olur. Bu takdirde kendisine irsâd edilen kimseye o araziyi eskiden
beri idare edildiği şekilde idare etmesi lâzım gelir. Çünkü Hâvî'de
zikredilmiştir ki; bir havuz harap olsa, onun vakıfları başka bir havuza sarf
edilir.
İçinde müteaddid odalar bulunan büyük bir
hane sahibi odalardan birini âzâdlısı olan fülana, diğer odaları da çocuklarına
ve torunlarına, onların nesli kesildikten sonra âzâdlılara vakfedip bir müddet sonra
o vakıf odalar âzâdlılara kalsa, daha önce kendisine bir oda vakfedilen âzâdlı,
ikinci âzâdlılara dahil olur mu? Zahîre'de zikredilen hilâfdan alınarak bu
hususta verilen fetvalar muhteliftir. Fakat Hâniyye'de beyân edildiğine göre,
bir kimse malının bir miktarını bir şahsa, diğer mikdarını da fakirlere
vasiyyet edip kendisine vasiyyet edilen şahıs muhtaç olsa, fakirlerin
hissesinden ona verilir mi? Bu meselede fukahanın ihtilâfı vardır. Esah olan
kavle göre verilir.
Bir kimse avlusunda meyveli ağaç bulunan
vakıf bir haneyi kiralasa, o ağaçların meyvasından yemesi kendisine helâl olur
mu? Zâhir olan, vakfedenin şartı bilinmezse, o ağaçların meyvalarından yiyemez.
Hâvî'de zikredilmiştir ki; bir kimse
mescidin bahçesine meyve veren ağaçlar dikse bakılır: Eğer o ağaçları sebil
olarak dikmişse her Müslüman'ın ondan yemesi câizdir. Eğer sebil olarak
dikmeyip mescid için dikmiş veya niçin dikmiş olduğu bilinmezse, bu ağaçların
meyvaları satılıp mescidin ihtiyaçlarına sarf edilir.
Fukahanın "vakfedenin şartı, Şâri'in
nassı gibidir" kavillerinin mânâsı, söylenen lâfızdan mânânın anlaşılıp
lâfzın ona delâleti ve kendisiyle amel etmenin vâcib olması demektir.
Buna göre, vakıfta ücret karşılığında
hizmet eden kimsenin hizmet etmesi veya ücreti hizmet edene terk etmesi vâcib
olur. Eğer kendisi hizmet etmez, ücreti de hizmet eden kimseye bırakmazsa ve
bilhassa hizmeti terk etmesiyle tamamıyla vazife yapılmayacak olursa günâhkar
olur. Nehir.
İZAH
"İrsâd edip ilh..." İrşad:
Sultanın beytülmala aid olan bir araziyi beytülmaldan çıkarıp müayyen bir
cihete tâyin ve tahsis etmesidir. İrsâd, hakikat de vakıf değildir. Çünkü
sultan o araziye mâlik değildir. Vakfedilen şeyin vakıf zamanında vakfedenin
malı bulunması şarttır.
"Vekilin o sâkıyeyi nakli sahih
olur." Hulasada zikredilmiştir ki; bir mescid veya bir havuz harap olup
etrafındaki haneler de dağıldığından onlara ihtiyaç kalmasa mescidin vakıfları
başka mescide havuzun vakıfları ise başka havuza sarf edilir.
Sakıye: Su dolabı su arkı ve su kanalı
demektir.
Hasılı: Bizim Hanefî mezhebine göre,
kendisine vakfedilmiş mahal harap olunca vakfı, aynı cinsden olan mahalle sarf
edilir. Meselâ; bir mescid harap olup kendisine ihtiyaç kalmadığında vakıfları
başka bir mescide sarf edilir. Bir havuz harap olup kendisine ihtiyaç kalmadığında
vakıfları başka bir havuza sarf edilir. irsâd da vakıf gibidir.
Sultan, beytülmala aid olan bir araziyi bir
sakiyeye tahsis ettikten bir müddet sonra sâkiyenin gittiği belde bir müddet
sonra harap olup sakiyeye ihtiyaç kalmadığından sultanın vekili o sâkiyeye
tahsis edilen araziyi mülk olan başka bir sâkiyeye nakletse, nakil sahih olur.
O arazi ikinci sakiyenin mâlikine tahsis edilmiş olur. Ama mülk sahibi tahsis
edilen arazinin gelirinden istifade edemez. O tahsis edilen arazinin gelirini
eskiden olduğu gibi yine su temini için sarf eder. Buna göre o arazinin haracı
hem o mülk olan sâkiyeye hem de başka sâkiyelere sarf edilir.
"Zahire'de zikredilen hilafdan
alınarak..." Zahire'de zikredilen hilaf şudur: Bir kimse bir arazisini
vakfedip gelirinin yarısını kendi akrabasının fakirlere, diğer yarısını da
akrabası olmayan yoksullara şart kılıp sonra kendi akrabasının fakirleri muhtaç
olsalar, onlara yoksulların hisselerinden bir şey verilir mi? Hilâl
"verilmez" demiştir. Bazı fukaha "verilir demişlerdir. Nehir.
Hâniyye'de zikredilmiştir ki; bir kimse bir
akarının gelirinin yarısını oğlu Zeyd'e, diğer yarısını da hayatta olduğu
müddetçe karısına, o öldükten sonra çocuklarına vakfedip bir müddet sonra
karısı ölüp onun hissesi çocuklarına kalsa, o akarın gelirinin yarısı Zeyd'in
diğer yarısı da çocukların olur. Zeyd, çocuklara kalan yarı hisseden de pay
alır. Çünkü vakfeden kimse, karısının ölümünden sonra onun hissesini
çocuklarına vakfetmiştir. Zeyd de çocuklarından birisidir.
Hâvi'de: "Vakıf olan bir hanenin
avlusunda meyve veren ağaçlar bulunup bu ağaçlar hakkında vakfedenin şartı
bilinmese mütevelli o ağaçlarınmeyvelerini satar, parasını vakfın ihtiyaçlarına
sarf eder. O hanede kira ile oturan kimsenin o ağaçların meyvelerinden yemesi
câiz olmaz." diye yazılıdır. Mütevelli ağaçların kendilerini satamaz.
Çünkü Zahîre'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki: vakıf bir hanenin
bahçesinde vakıf ağaçlar bulunsa, o hane harap olduğunda mütevelli ağaçları
satıp haneyi tamir edemez. O haneyi kirasına mahsuben tamir etmek üzere bir
kimseye kiraya verir. Tamir masrafı kiradan ödenince, o hanenin geliri yine
kendilerine vakfedilenlere sarf edilir. O halde vakıf ağaçların harap olan
hanenin tamiri için satılması câiz olmayınca, hane mamur iken satılması
kesinlikle câiz olmaz.
Bundan anlaşılmıştır ki; bizim
meselemizdeki ağaçlar musakat (bir taraftan ağaçlar, diğer taraftan onlara
bakmak ve elde edilecek meyveleri aralarında anlaştıkları nisbet dahilinde
taksim edilmek üzere yapılan bir çeşit şirkettir) yoluyla kiracıya verilir.
İs'âf'da: "Vakıf bir arazideki ağaçların elde edilecek meyveler yarı
yarıya taksim edilmek üzere ortağa verilmesi câizdir." diye
zikredilmiştir.
Bahır'ın ibâresinden anlaşılmıştır ki;
vakıf bir hanede bulunan ağaçlar, hanenin kiraya verilmesinin sahih olmasına
mani olmaz. Çünkü hane içinde oturulmak için kiralanır. Ağaçların ise buna bir
zararı yoktur. Fakat vakıf bir arazîdeki ağaçların gölgeleri ziraate mâni olur.
Bundan dolayı fukaha önce ağaçlar için müsâkat akdinin yapılmasını şart
kılmışlardır.
"Vakfedenin şartı şari'in nassı
gibidir..." Bahır'da zikredilmiştir ki, vakıf, vakfedenin lisânıyla
söylediği şart üzerinedir. Katibin yazmasına itibar yoktur. Yani şartlarda
itibar, lisânla söylenenleredir. Yoksa söylenmeksizin vakıfnamede yazılı olanlara
değildir.
Vakfedenin meşru şartı amel mefhum (anlam)
ve delâlet itibariyle şâri'in nassı gibidir. Meselâ: vakfeden "vakfımın
geliri çocuklarımın fakirlerine verilsin" diye şart kılsa, bunun mefhumu
(anlamı) gelirin fakir olan çocuklara verilmesinden ibaret olur. Bu şart,
fakirliğin korunmaya, gelire hak kazanmaya vesile olduğuna delalet eder.
Vakıflarda mefhum-ı muvafakat (uygunluk
mefhumu) mu'teber olduğu gibi, mefhum-ı muhalefet (söylenen sözden onun
anlamının tersine istidlâl) de muteberdir. Şöyle ki: Mefhum-ı muvafakatta
meskut-ı anhin (söylenilmeyenin) hükmü, mantuk-ı bihin (söylenilenin) hükmüne
uygun olur. Mefhum-ı muhalefette ise bilâkis meskut-ı anhin hükmü, manluk-ı
bihin hükmüne uygun olmaz. Mesela; vakfeden "vakfımın gelirinden
çocuklarına zengin olsalar bile şu kadar meblağ verilsin diye şart kılsa, buna
fakir olan çocukları öncelikle girer. Çünkü burada söylenilmeyen fakir
çocukların hükmü söylenilen zengin çocukların hükmüne uygunluk mefhumu
itibariyle muvafık bulunmuştur. Fakat vakfeden vakfımın gelirinden sahih olan
çocuklarımdan her birine şu kadar meblağ verilsin, diye şart kılmış olsa, buna
fâsık olan çocukları girmez. Çünkü fâsıkların hükmü salihlerin hükmüne uygun
olamaz. Hatta mefhum-ı muhalefet itibariyle zıt olur.
Mefhum-ı muhalefet Şâri'in kelâmında
muteber değildir. Fakat insanların örf ve âdetinde, muamelelerinde, konuşmalar
ve sözleşmelerde, kitapların rivâyetinde, fukahanın ıstılâhında muteberdir.
Bundan dolayı Şâri tarafından "sâlih olanlar şu nimete
kavuşacaklardır" diye buyurulsa, bundan fâsık olanların o nimete
kavuşmayacakları anlamı çıkmaz. Fâsıkların o nimete kavuşup kavuşmayacakları
söylenilmemiş olur. Onların buna kavuşup kavuşmayacakları başka delillerden
anlaşılır. Ama insanların örf ve âdetinden anlaşılacağına göre, vakfeden;
"vakfımın mütevelliliğini çocuklarımdan hali ve tasarrufu en iyi olana
şart kıldım" dese, mütevelliliğin çocuklarından hali ve tasarrufu en iyi
olmayana verilmemesini şart kılmış olur. Bundan dolayı vakıflarda da mefhum-ı
muhalefet muteber olmuş olur.
Şâfiîlere göre, mefhum-ı muhalefet Şâri'in
kelâmında da muteberdir. Mefhum-ı muhalefetin mefhum-ı sıfat, mefhum-ı şart,
mefhum-ı gaye, mefhum-ı aded, mefhum-ı lâkab gibi çeşitli kısımları vardır.
Hepsi de vakıflarda muteberdir. Meselâ; vakfeden: "Vakfımın gelirini erkek
çocuklarıma şart kıldım" dese, vakfın gelirinden kız çocuklarına bir şey
verilmez. Buna göre vakfeden, vakfının gelirini bir vasıf ile muttasıf olan
kimselere şart kılmış olursa, o vasıf gelirden hisse almaya sebep olmuş olur.
Kendisinde o vasıf bulunmayanlar gelirden bir şey alamazlar. Meselâ; bir vakfın
geliri âlimlere veya fakirlere veya hastalara şart kılınmış olsa, bu vasıfları
haiz olmayanlar, o gelirden hisse alamazlar.
METİN
Câmekiyye: Vakfın gelirinde vazife
sahiplerine verilen aylıktır.
Câmekiyye, imam ve müezzin gibi vazife
sahiplerine hizmetleri vaktinde ve zenginlere helâl olmasında ücrete, peşin
olarak alan vazife sahibi ölse veya azledilse verilen aylığın geri
alınmamasında sılaya, asıl vakıf sahih olduğundan sadakaya benzer. Çünkü vakıf,
ibtidaen zenginlere sahih olmaz. Bu bahsin tamamı Eşbâh'dadır.
Gelirinin fakirlere verilmesi şart kılınan
bir vakfın gelirinden bir fakire nisab (zekâtın farz olduğu) mikdarı verilmesi
mekrûhtur. Fakat vakfeden akrabasının fakirlerine vakfetmiş olursa mekrûh
olmaz. Bundan malûm oldu ki; gelirinin fakirlere verilmesi şart kılınan bir
vakıfdan fakir olan bir âlime verilen müretteb, nisab mikdarı verilirse câiz
olmaz. Bu mesele hıfzedilmeli.
Bir vakıfda vakfedenin şartı bulunmaksızın
kadının bir vazife takrîr ve ihdâs etmesi câiz değildir. Kadı tarafından ihdâs
edilen bir vazifeye takrîr ve tayin edilen kimsenin ücret alması helâl
değildir. Fakat mütevellinin ecr-i misil alması câizdir. Kınye.
İmam, âlim ve müttekî olup kendisine tahsis
edilen ücret kifayet etmezse, kadı onun ücretini artırabilir.
Eşbâh sahibi: "İki yapraktan sonra bu
hususta hatib de imama ilhak olunur. Hatib de cumanın İmamıdır." demiştir.
Şârih der ki: Manzûme-i Muhibbiyye sahibi:
"Mutemed olan kavil budur." dedikten sonra Mebsût'dan şunu
nakletmiştir: Bir vakfın çok yerleri köyler ve mezralar olsa, sultanın
vakfedenin şartına muhalefet etmesi câizdir. Artık o vakfın aslı beytülmala aid
olduğundan sultanın emriyle -her ne kadar vakfedenin şartına mugayir olursa da-
amel edilir.
İZAH
"Hizmetleri vaktinde..." Yani
câmekiyye zenginlere helâl olduğundan ücrete benzer. Çünkü câmekiyye, sadaka
olsaydı zengine helâl olmazdı. Bir müderris sene içinde, vakıf arazinin geliri
ve mahsûlü çıkmadan ölse veya azledilse, çalıştığı müddetin ücreti kendisine
veya vârislerine verilir. Nitekim bir işçi çalışırken ölse, çalıştığı müddetin
ücreti vârislerine verilir. Eğer câmekiyye sıla olsaydı, sene içinde ölen
müderrise bir şey verilmezdi. Çünkü sıla teslim alınmadan mâlik olunmaz. Teslim
almadan önce ölenin sılası düşer. Bir kadı sene içinde ölse, almadığı tahsisatı
düşer. Zira kadının vermiş olduğu hüküm karşılığında ücret alması câiz
olmadığından onun tahsisatının ücrete benzer tarafı yoktur. Fakat müteahhirîn-i
ulema, ders okutmak ve Kur'an-ı Kerîm öğretmek için ücret alınmasına cevaz
vermişlerdir. Ama bir kimse bir akarını evladına ve nesline vakfedip onlardan
birisi hissesini almadan ölse hissesi düşer. Çünkü onun hissesi sırf sıladır.
Nitekim Tarsûsi böylece yazmıştır.
"Peşin olarak..." Yani bir imam
bir senelik câmekiyyeyi (atıyeyi) aldıktan sonra sene içinde ölse ve azledilse,
hizmet etmediği kalan müddetin hissesi geri alınmaz. Çünkü sıla teslim
alınmakla mâlik olunur. İmam fakir ise o hisse kendisine helâl olur. Eğer
imamın hizmeti karşılığında vakıfdan aldığı câmekiyye sırf ücret olsaydı hizmet
etmediği kalan müddetin hissesi kendisinden geri alınırdı.
"Vakıf iptidaen zenginlere sahih
olmaz." Çünkü vakfın iptidaen fakirlere yapılması lâzımdır.
Bir vakfın gelirinin muayyen bir kimseye
sarf edilmesinin şart kılınması, fakirlere sarf edilmesinden istisna edilmesi
yerinde olur. O muayyen kimse, fakirlerin yerine geçmiş olur da ona yapılan
vakıf, sadaka mânâsına olur.
Bir vakfın gelirinden nisab (zekâtın farz
olduğu) mikdarı verilmesi mekrûhtur. Çünkü vakıf, sadaka kabîlinden olduğundan
zekâta benzer. Fakat vakfeden vakfının gelirini akrabasının fakirlerine şart
kılmış olursa, vasiyet kabîlinden olduğundan onlara nisab mikdarı verilmesi
mekrûh olmaz. Çünkü bu vakıf muayyen kimselere yapılmış olduğundan bunda
başkalarının hakkı yoktur. O vakfın geliri az olsun veya çok olsun onlara aid
olmuş olur.
Bir vakıfda vakfedenin şartı bulunmaksızın
kadının bir vazife ihdas etmesinin câiz olmaması zaruret bulunmadığına göredir.
Eğer bir vakıfda bir vazifenin ihdasına ihtiyaç duyulursa kadıya müracaat
edilir. Kadının yanında o vazifeye ihtiyaç olduğu isbat edilir, kadı da o
vazifeye lâyık olan bir kimse tâyin eder, tâyin edilen kimseye ecr-i misil
verilir.
Ben derim ki: Zahîre'de diğer muteber
kitablarda zikredilmiştir ki; vakfedenin şartı bulunmaksızın kadı bir mescide
ferrâş (temizlik hizmetiyle uğraşacak bir kimse) tâyin edemez.
Bahır'da yazılı olduğuna göre, ferrâsa
ihtiyaç olursa, mütevelli ücretle bir ferrâş tutabilir. Fakat ferrâşın hakkı
olmak üzere yeni bir vazife ihdas edilmesi câiz değildir. Bundan dolayı
Hâniyye'de: "Mütevellinin mescid için hizmetçi tutması câizdir." diye
beyân edilmiştir.
"Mütevellinin ecr-i misil alması
câizdir." Bazı fukaha; "Mutevelli öşr yani vakfın gelirinin onda
birini alır." demişlerdir. Fakat vakfın gelirinin onda biriyle ecr-i misil
murad edilmiştir. Hatta vakfın gelirinin onda biri ecr-i misliden ziyade olsa,
mütevelli ziyade olan mikdarı alamaz. Çünkü mütevelli için ecr-i misli tâyin
edilmiştir. Nitekim Valvalciyye sahibi: "Kadı, mütevelli için ücret olarak
vakfın gelirinin onda birini tâyin etse, ecr-i misil tâyin edilmiş olur."
demiştir.
Ben derim ki: Mütevellinin ecr-i misil
alması, vakfedenin ona bir şey şart kılmadığına göredir. Eğer vakfeden
mütevelli için bir şey şart kılmış ise, ecr-i misilden çok olsa bile onu alır.
Şart kılınan ecr-i misilden az olursa, mütevellinin talebiyle kadı onu ecr-i
misle tamamlayabilir.
"Kadı onun ücretini artırabilir."
Kınye'den naklen Bahır'ın mescidlerin hükümleri bahsinden önce zikredilmiştir
ki; vakfeden tarafından imam için tâyin edilen ücret az olup o ücretle imamlık
yapacak bir kimse bulunmazsa mescidin diğer ihtiyaçları için yapılan vakfın
gelirinden imama sarf edilmesi câiz olur. Mescidin ihtiyaçlarından artan
gelirin kadının izniyle fakir olan imama sarf edilmesi caiz olur.
"Bu hususta hatib de imama ilhak
olunur." Vakfeden tarafından tâyin edilen ücret kendilerine kifayet
etmeyen mütevelli, müezzin, müderris, kapıcı gibi kimseler de bu hususta imama
ilhak olunur. Yani bu adı geçen kimseler ücretleri artırılmadan çalışmayacak
olurlarsa, kadı bunların ücretlerini de artırabilir.
Bezzâziye'de yazılı olduğuna göre, bir
mescidin imam ve müezzini için vakfeden tarafından tâyin edilen ücret az
olduğundan imam ile müezzin durmasa hâkim, mahalle ehlinden ileri gelenlerin
tasvibiyle mescidin ihtiyaçlarına ve tamirine sarf edilmek üzere yapılan vakfın
gelirinde artan mikdarı -vakfeden bir olursa- imama ve müezzine sarf edebilir.
Çünkü vakfedenin maksadı vakfının ihyâsıdır. Eğer mescidin imamı ile
müezzininin ücretlerine sarf edilmek üzere yapılan vakıf ile mescidin diğer
ihtiyaçlarına ve tamirine sarf edilmek üzere yapılan vakfın sahipleri ayrı
olsa, mescidin ihtiyaçlarından ve tamirinden artan mikdar imam ile müezzine
sarf edilemez. Eğer vakıf cihetleri ayrı olsa meselâ: Bir kimse bir medrese,
bir de mescid yaptırıp her biri için ayrı ayrı vakıf tâyin etse, bu vakıflardan
birisinin artan geliri diğer vakıf için sarf edilemez.
Mebsût-ı Hâherzâde'den naklen Muhıbiyye'de
ve Yenbû-ı Suyûti'den naklen Eşbâh'da zikredilmiştir ki; emîrler ile
sultanların vakıfları beytülmala ait olan maldan olursa, şer'î ilimler ile
uğraşan âlimler ve talebeler gibi beytülmal da istihkakları bulunanların bu
vakıfların gelirinden şartlarına bakılmaksızın yemeleri caizdir. Zamanımızdaki
bir çok fukaha bu kavle aldanarak bu vakıflarda vazife yapmaksızın ve
şartlarına muhâlif olarak tahsisât alınmasını mubah görmüşlerdir. Halbuki
Suyûtî: "Kendi mezhebinin fukahasından bu kavil, vakfedenin satın alma
gibi bir yolla mâlik olduğu sâbit olmayan ve beytülmala ait olan maldan yapılan
vakıflar hakkındadır." diye nakletmiştir. Ama sultanın satmış olduğu ve
satışın sahih olduğuna hükmedilen bir araziyi satın olan kimse vakfetmiş olsa,
onun şartına riayet edilmesi lâzım gelir.
Sultanın beytülmala aid bir malı beytülmal
vekilinden satın alması câizdir. İbn-i Hümam'a "Bersebay (Mısır
hükümdarlarından) beytülmal vekilinden bir arazi satın alıp vakfetmiş, bunun
hükmü nedir?" diye sorulmuş, o da: "Bu vakıf sahih olur ve vakfedenin
şartına riayet edilir." diye cevap vermiştir. Ama sultan beytül- mala aid
olan bir araziyi âmmenin menfaati için vakfetse, Hâniyye'de: "Bu vakıf
câiz olur. Fakat şartına riayet edilmez." diye zikredilmiştir. Buna göre
Muhibbiyye'de nakledilende tafsilât vardır: Eğer sultan, beytülmal vekilinden
araziyi ve mezraları satın alıp vakfederse, şartına riayet edilmesi vâcib olur.
Eğer sultan beytülmala aid olan bir araziyi vakfederse, şartına riayet edilmesi
vâcib olmaz.
Ben derim ki: Eşbah, sahibinin kavlinden
anlaşılmıştır ki; vakfedenin şartına riayet edilmemesi, vakfedilen mal,
beytülmala aid olduğuna göredir. Eğer vakfeden, satın almak veya sultanın
izniyle sahibsiz bir yeri ziraata elverişli hale getirmek gibi bir yolla mâlik
olduğu sabit olan bir araziyi vakfetmiş olursa, şartına riayet edilir.
Ebussûud Efendi: "Sultanların ve
emirlerin vakıflarının şartlarına riayet edilmez. Çünkü onların vakıfları
beytülmaldandır." demiştir.
METİN
= Vazifelerde takrir ve tevcihi ta'lik
sahih olur =
Hâkim bir kimseye "fülan şahıs ölürse"
veya "fülan vazife boşalırsa, onu sana takrir ve tevcih ettim" dese,
bu takrir sahih olur. O şahıs ölür veya o vazife boşalırsa, takriri yenilemeye
muhtaç olmaz. Ta'likin sahih olmasının faidesi budur.
Bir vakıf da hakları olanların hiyânetini
isbat etmeksizin sadece şikayet etmeleri üzerine hâkimin mütevelliyi azletmesi
câiz değildir. Va'sî de böyledir.
Bir mütevelli vakıfda çalışması için bir
hizmetçi tutup hizmetçi zimmetinde vakfın malı olduğu halde kaçsa, mütevelli
vakfın malını ödemez. Fakat mütevelli vakfa aid kereste ve ahşabda kusur
ettiğinden zâyi olsa öder.
Bir vakıf namına istidane câiz değildir.
Ancak tamir ve tohum satın almak gibi vakfın menfaati için istidaneye ihtiyaç
olursa iki şartla câiz olur.
Birincisi: Hakimin izniyle olmasıdır. Eğer
hâkimin bulunduğu yer mütevelliye uzak olursa, mütevelli kendisi istidâne eder.
"Bir mütevellinin bir malı veresiye
olarak peşin kıymetinden ziyadeye satın alıp sonra vakfın tamiri için onu değer
kıymetiyle satıp zararın vakıf üzerine olması câiz ve meşru olur mu?" diye
sorulan soruya "evet, câiz ve meşru olur" diye cevap verilmiştîr.
Bir kimse bir şahsın elinde bulunan bir
araziye; "bu arazi vakıfdır" diye ikrar edip elinde bulunan şahıs onu
yalanladıktan sonra ikrar eden ona mâlik olsa, o arazi vakıf olmuş olur.
Musadaka ale'l-İstihkak ile -her ne kadar
vakıfnâmeye muhâlif olsa bile - amel olunur. Şöyle ki: Kendisine vakfedilen
kimse; "benimle beraber fülan şahıs şu vakfın gelirine" veya
"nezaretine müstahiktir" yahut "o şahıs müstahiktir, ben
müstahik değilim" diye ikrar edip o şahıs da onu tasdik etse, bu ikrar
yalnız ikrar eden hakkında sahih olur. Evlâdı ve nesil hakkında sahih olmaz.
Bir vakıf da hissesi olan kimse hissesini
başkasına verse bakılır: Eğer bu vermekle hissesini düşürmek istemişse, buna salahiyeti
olmadığından sahih olmaz. Nitekim miras düşürülmekle düşmediği gibi, Eğer bu
vermekle teberru etmek istemişse, bu sahih olur.
Bir kimsenin bir vakfın gelirinde istihkakı
olup hissedar olmasının sübutunda o vakfın mütevellisinin kendisine vakfın gelirinden
sarf etmesi kifayet etmez. Bilâkis vakfedenin nesebinden olduğunu isbat etmesi
lazım gelir. Nitekim nesebin sübutu dâvâsında gelecektir.
İZAH
"Vazifelerde takrir ve tevcihi ta'lîk
sahih olur." Yani vakfa aid vazife tevcihlerinin hâkim tarafından bir
şarta ta'lîk edilmesidir ki sahihdir. Meselâ: Hâkimin bir şahsa hitaben;
"fülan vazifenin sahibi ölürse veya öyle bir vazife boşalırsa onu sana
takrîr ve tevcih ettim" demesi.
Vakfa aid vazifelerin takrîr ve
tevcihlerinin bir şarta ta'lîklerinin câiz olması, kadılık ve emîrliğin talîk
edilmesinin câiz olmasından alınmıştır. Vazifeyi şarta ta'lîk eden zât ölürse,
takrîr ve tevcih bâtıl olur.
Ben derim ki: Bir vazifenin bir şarta talîk
edilmesinin caiz olmasının delili Sahih-i Buharî'de rivayet edilen hadîs-i
şerifdir Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Mûte harbinde Zeyb b. Hârise'yi emîr (komutan)
tâyin edip: "Eğer Zeyd öldürülürse, Cafer b. Ebû Talib emirdir. Cafer de
öldürülürse Abdullah b. Revâha emirdir." buyurmuşlardır. Sonra gördüm ki,
İmam-ı Serahsi Siyer-i Kebîr şerhinde hadîs-i şerîfi buna delil olarak
zikrettikten sonra şöyle devam etmiştir: Yardımcı kuvvetle beraber bir emîr
(komutan) gelip birinci emîri azletse, birinci emîrin gelecek zamana aid
tenfili (gördüğü lüzumdan dolayı fazla bir sehim, bir ihsan veya belirli bir
para vermek üzere mücahitleri harbe tergib ve teşvik etmesi) bâtıl olur. Çünkü
birinci emirin azledilmesiyle velâyeti ortadan kalkmış olur. Fakat emîr ölür de
askerler onun yerine başkasını emîr tayin ederlerse birinci emîrin tenfîli bâtıl
olmaz. Çünkü ikinciemîr onun yerine geçmiştir. Ancak ikinci emîr birinci emirin
tenfîlini iptal ederse veya sultan orduya hitaben; "emiriniz ölürse fülan
kimse onun yerine emîrdir" derse, birinci emîrin tenfîli bâtıl olur. Çünkü
ikinci emîr sultan tarafından tâyin edilmiş olduğundan sultanın naibi olur.
Sanki ikinci emîr ilk baştan tâyin edilmiş olur da birinci emirin reyi,
kendisinden üstün olanın reyile ortadan kalkmış olur.
Hâsılı: Emirin azledilmesiyle veya ölüp
yerine sultan tarafından emîr tâyin edilmesiyle tenfili bâtıl olur, ama ölüp
yerine askerler tarafından emîr tâyin edilirse tenfili bâtıl olmaz. Ancak
ikinci emîr birinci emîrin tenfilini iptal ederse bâtıl olur.
Emir: "Kim bir kâfir öldürürse,
kâfirin üzerindeki eşyası öldürenin olacaktır" kavliyle bir kâfirin
eşyasına müstahik olmayı öldürmeye talîk etmiştir. Hâkim bir şahsa: "Filan
vazifenin sahibi ölürse veya öyle bir vazife boşalırsa, onu sana takrir
ettim" dedikten sonra vazife sahibi ölmeden veya öyle bir vazife
boşalmadan sözünden geri dönebilir mi? Enfeu'l-Vesâil de beyân edildiğine göre,
geri dönemez.
"Hâkimin mütevelliyi azletmesi câiz
değildir." Şârih : "Hakim azledemez." diye kayıdlamıştır. Çünkü
vakfeden, mütevelliyi suçu olmasa bile azledebilir. Bununla fetva verilmiştir.
Fakat vakfeden tarafından mütevelli olması şart kılınan bir mütevelliyi
hıyâneti bulunmadıkça hâkim azledemez. Şayet azlederek yerine başkasını tâyin
etse, tâyin edilen mütevelli olmaz. Eğer mütevelli hâkim tarafından tâyin
edilmiş olursa, onu sebepsiz olarak azledip yerine başkasını tâyin edebilir.
Câmiu'l-Fûsuleyn'de beyân edildiğine göre, hâkim tarafından tâyin edilen bir
mütevelliyi hıyâneti ortaya çıkmadıkça hâkim azledemez. Bundan anlaşılmıştır
ki; her hangi bir vazife sahibi vazifesinden azledilemez. Ancak suçlu olursa
veya vazifeye ehil olmazsa azledilebilir. Bahır.
"Hıyânetini ispat etmeksizin..."
Yani sadece şikayet ve ayıplama mütevellinin azlini gerektirmez. Bundan dolayı
bir vakıf da hisseleri olanların mütevelliden hâkime şikayet ettikleri halde,
bu şikayetlerinde mütevellinin azlini gerektiren meşrû bir sebep beyân
edemezlerse veya beyân edip de isbat edemezlerse, bununla mütevelli
azledilemez. Fakat o mütevellinin yanına bir yardımcı verilebilir. Hâkim,
kendisinden şikayet edilen mütevellinin yanına yardımcı verdiğinde mütevellinin
ücreti olduğu gibi bırakılır. Hâkim münasib görürse, yardımcıya onun ücretinden
veya vakfın gelirinden bir şey verebilir.
"Vasi de böyledir." Yani bir
kimsenin ölürken tâyin etmiş olduğu vasîsi de sadece şîkayet edilmekle hâkim
tarafından azledilemez. Fakat hâkim tarafından tayin edilen bir vasî sadece
şikayetle azledilebilir.
"Mütevelli vakfa aid kereste..."
Yani bir mütevelli, vakıf olan bir şeyin aynında kusur ederse onu öder; Meselâ:
Mütevelli vakfa ait kereste ve ahşabı veya yıkılan bir mescidin enkazını
muhafaza etmediğinden yahut bir kütüphanenin kitaplarını veya bir mescidin
mefrûşatını silkmediğinden zâyi olsalar, onları ödemesi lâzım gelir.
"Bir vakıf nâmına istidâne (ödünç para
almak veya veresiye bir mal satın almak) câiz değildir." Yani vakfedenin
vakıf nâmına istidâne alınması hususunda emri bulunmadığı takdirdedir. Fakat
vasînin yetim için zaruretsiz veresiye bir şey satın alması caizdir. Çünkü borç
iptidaen zimmette sâbit olur. Yetim malûm olduğundan zimmeti sahih olup borcun
yetimden talep edilmesi tasavvur edilir. Ama vakfın zimmeti yoktur. Fakirlerin
zimmeti var ise de çok olduklarından borcun onlardan talep edilmesi tasavvur
edilemez. Vakıf namına alınan bir borç mütevelli üzerine sabit olur. Mütevelli
kendi üzerine vâcib olan bir borcu fakirlere aid olan gelirden ödemeye mâlik
olamaz. Bunu Hilâl zikretmiştir. Kıyas da budur. Fakat kıyas zaruret zamanında
terk edilir. Nitekim Ebu'l-Leys: "Vakıf namına borç alınması zaruri olup
hâkim de mütevellinin bulunduğu yere uzak olmazsa, mütevelli hâkimin emriyle
borç alır. Çünkü Müslümanların menfaatları hakkında hâkimin umum velâyeti
vardır." zikretmiştir.
Bazı fukaha : "Mütevelli vakfın tamiri
için mutlak surette yani hâkimin emri olsun veya olmasın borç alabilir."
demişlerdir. Fakat mezhebin muhtar ve mutemet olan kavli, Ebu'l-Leys'in
zikrettiği kavildir.
Mütevelli, vakıf da hisseleri bulunanlara
sarf etmek üzere borç alamaz. Çünkü bunlara sarf edilmek üzere borç alınması
zaruri değildir. Ama imama, hatibe ve müezzine sarf etmek üzere borç alabilir.
Çünkü bunlar için alınan borç mescidin zaruri ihtiyacıdır. Râcih olan kavle
göre, mescide hasır ve yağ almak için de borç alabilir. Çünkü bunlar da zaruri
ihtiyaçlardandır. Bahır'da zikredilenin hülâsası budur.
"Hâkimin izniyle almasıdır."
Mütevelli vakıf için borç alınmasına hâkimin izninin bulunduğunu iddia etse
-her ne kadar sözü kabul edilirse de- bu iddiası şahidle kabul edilir. Çünkü
sonra yapmış olduğu masrafı vakfın gelirinden alacaktır. Gerçekten hâkim izin
vermemiş olsa, mütevellinin yapmış olduğu masraf teberru sayılacağından onu
vakfın gelirinden alması haram olur. Mütevellinin sözünün kabul edilmesi elinde
bulunan mal hususundadır. Yoksa borç alma hususunda değildir. Bahır.
"Vakfın kiraya verilmesinin..."
Yani bir mütevellinin bir vakıf namına borç alabilmesi için vakfın kiraya
verilmesi mümkün olmadığına göredir. Vakfın kiraya verilmesi mümkün olursa borç
alınması câiz olmaz
İstidâne: Ödünç para alıp veya veresiye bir
şey satın alıp vakfa sarf etmektir. Hâniyye'de: "Istidâne: Bir vakfın
geliri bulunmadığından ödünç vermeye borç almaya ihtiyaç duyulmasıdır. Eğer
vakfın geliri bulunup mütevelli kendi malından vakfın ıslahına sarf ederse, onu
vakfın gelirinden alır." diye tefsir ve tarif edilmiştir. Bu tarifdeki
"ödünç vermeye" ifadesinin mânâsı, mütevellinin kendi malından vakfa
ödünç vermesidir. Yoksa başkasının malını vakıf için ödünç alması değildir.
Çünkü başkasının malını vakıf için ödünç olmak tarifdeki "borç
almaya" ifadesinin altına girer. Sonra Fetâvây-ı Hânuti'de mezhep
imamlarımızın kavillerine mutalli oldum. Şöyle ki: Bir mütevelli vakfın tamiri
için geliri varken vakfın gelirinden almak üzere kendi malından bir mikdar
meblağ sarf etse, bu bir istidâne sayılamayacağından bunu diyâneten vakfın
gelirinden alabilir. Fakat vakfın gelirinden almak niyetiyle sarf ettiğine
şahid getirmedikçe bu husustaki iddiası kabul edilmez.
Hâvî'den naklen Tatarhâniyye'nin İcâret
bahsinde zikredilmiştir ki; bir kimse babasının kendisine ve kendisinin
evlâdına vakfetmiş olduğu bir haneyi bir şahsa kiraya verip, kiracı o haneyi
kiraya verenin emriyle tamir etse bakılır: Eğer kiraya verenin vakıf üzerinde
velâyeti varsa kiracı tamir için yapmış olduğu masrafı vakıfdan alabilir. Eğer
kiraya verenin vakıf üzerinde velâyeti yoksa, kiracının yapmış olduğu masraf
teberru olmuş olur.
"Musadaka ale'l-istihkak..." Yani
muayyen bir hakka hangisinin mâlikiyeti hususunda iki kimsenin ittifak
etmesidir. Meselâ, bir vakfiye mucibince kendisine vakfın gelirinden şu kadar
sehim verilmesi icap eden bir kimse bu sehmin hiç bir kimseye ait olmayıp
yalnız fülan şahsa ait bir hak olduğunu, karşılığında bir ivaz almayarak, ikrar
edip o şahıs da onu tasdik etse, aralarında musadaka bulunmuş olur. Buna göre o
kimsenin ikrarı yalnız kendisi hakkında sahih olduğundan o sehim, o kimse
hayatta oldukça o şahsa verilir. Fakat o kimse ile o şahısdan hangisi önce
ölürse, o sehim o kimseden sonra kendisine şart kılınan kimselere ait olur.
Bunlardan hayatta olana verilemez.
"Vakıfnâmeye muhâlif olsa
bile..." Yani o kimsenin ikrar "vakfedenin vakıfnâmedeki şartından
dönüp, ikrar edenin ikrar ettiğini şart kılmış olduğuna" hamledilir.
Hassâf bunu müstakil bir bâb da zikretmiştir.
"Yalnız ikrar eden hakkında sahih
olur." Meselâ; bir arazi Zeyd ile Zeyd'in evlâdına ve torunlarına onların
nesilleri kesildikten sonra da fakirlere vakfedilip Zeyd: "O arazi bizimle
beraber fülan şahsa da vakfedilmiştir" diye ikrar etse Zeyd'in bu ikrarı
evlâdı ve torunları hakkında tasdik edilmez. O arazinin geliri Zeyd ile Zeyd'in
evlâdı ve torunları arasında taksim edilir. Zeyd'e düşen sehim -Zeyd hayatta
oldukça- kendisiyle ikrar ettiği şahıs arasında taksim edilir. Zeyd ölürse
ikrarı batıl olur. İkrar ettiği şahsın o vakıf arazide hakkı olmaz. Eğer o
arazi Zeyd'e, Zeyd'den sonra fakirlere vakfedilip Zeyd: "O arazi benimle
beraber fülan şahsa da vakfedilmiştir" diye ikrar etse o şahıs o vakfın
gelirinde Zeyd hayatta oldukça Zeyd'e ortak olur. Zeyd ölünce o arazinin bütün
geliri fakirlere aid olur. Zeyd'in ikrarı fakirler hakkında tasdik edilmez.
Zeyd hayatta iken o şahıs ölürse arazinin gelirinin yarısı fakirlere, yarısı
Zeyd'e aid olur. Zeyd ölürse, gelirin hepsi fakirlere aid olur.
Ben derim ki: Bu son meselede fakirler o
vakfın gelirine Zeyd'in ölümünden sonra müstahik olacaklarken o şahsın ölmesiyle
gelirin yarısına müstahik olmuşlardır. Çünkü Zeyd, o şahsın vakıfda hissesi
bulunduğunu ikrar etmesiyle o vakfın gelirinin yarısında hakkı olmadığını ikrar
etmiştir. Bundan dolayı o şahıs öldükten sonra sehmi fakirlere aid olur. Çünkü
onlardan başka o sehme müstahik olacak yoktur. Bundan anlaşılmıştır ki; birinci
meselede de o şahıs ölürse, onun sehmi fakirlere kalır. Zeyd'e kalmaz. Çünkü
Zeyd onun sehminde hakkı bulunmadığını ikrar etmiştir. O şahsın sehmi Zeyd'in
evlâdına da kalmaz. Çünkü Zeyd o sehmi kendi evlâdı için ikrar etmemiştir.
Kezâ: Bir arazi Zeyd'e, Zeyd'den sonra
Zeyd'in evladına ve torunlarına onlardan sonra fakirlere vakfedilip yine Zeyd:
"O arazi benimle beraber fülan şahsa da vakfedilmiştir" diye ikrar
ettikten sonra o şahıs ölse onun sehmi yine fakirlere kalır. Zeyd'e ve Zeyd'in
evlâdına kalmaz. Çünkü Zeyd'in evlâdı o arazinin gelirine ancak Zeyd öldükten
sonra müstahik olacaklardır. Bu mesele, ortası kesilmiş olan vakıf hükmündedir.
Nitekim ortası kesilmiş vakfın hükmü Fürû'dan önce beyân edilmiştir.
"Veya nezaretine müstahiktir."
Şârih: "Nezareti ikrar, vakfın gelirini ikrar gibidir." diye ifade
etmiştir. Meselâ: Vakfa nezaret eden kimse, benimle beraber bu vakfın
nezaretinin yarısına fülan şahıs da müstahiktir, diye ikrar etse, ikrarıyla
muahaze edilip kendisine o şahıs vazifede ortak olur. Bunlardan birisi ölünce
bakılır: Eğer ölen ikrar eden kimse ise, ikrarı batıl olup nezaret kendisinden
sonra vakfedenin şart kıldığı zâta intikâl eder. Eğer ölen kendisine ikrar
edilen şahıs ise, yine ikrar bâtıl olur. Fakat bu kendisine ikrar edilen şahsın
hissesi, ikrar eden kimseye geri dönmez. Hakim o hisseyi ikrar eden kimseye
veya vakıf ehlinden dilediği kimseye tevcih eder. Çünkü o kimsenin ikrarı
"vakfeden, o hisseyi kendisine ikrar edilen şahsa şart kılmış
olduğuna" hamledilerek sahih görülmüştür. Nitekim bunu Hassâf
zikretmiştir. Vakfeden sanki vakfının nezaretini iki kimseye şart kılmıştır.
Eşbâh'da beyân edildiğine göre, bir vakfın
nezareti iki kimseye şart kılındığında bunlardan birisi tek başına nezaret
edemez. Bunlardan biri ölünce hakim onun yerine başkasını tâyin eder. Hayatta
kalan tek başına nezaret edemez. Ancak hakim onu ölenin yerine de tâyin ederse
nezaret eder.
"Bu sahih olmaz." Yani vakfın
geliri veya nezareti kendisine şart kılınan kimse bunu başka bir şahsa verse,
bu sahih olmaz. Çünkü o kimsenin bunu kendi tarafından yapmaya salâhiyeti
yoktur. Eğer o kimse ölüm hastalığında nezareti başka bir şahsa verse -
vakfedenin şartına muhâlif olmazsa- sahih olur. Çünkü o şahıs o kimsenin vasisi
olmuş olur.
Keza: O kimse nezareti başka bir şahsa
devredip hâkim de bunu takrir etse, yine sahih olur. Çünkü o kimse kendisini
nezaretten azletmeye mâlik olur. Nezaret kendisine devredilen şahıs, hâkimin
takrîri bulunmadan hâzır (vakıf işlerine bakan) olamaz.
Hâniyye'nin şahâdet bahsinde zikredilmiştir
ki; bazı haklar düşürülmekle düşmez: Meselâ; bir medresenin vakfında hakkı
bulunan fakir bir talebe hakkını iptal etmekle bâtıl olmaz. Bundan dolayı o
talebe; "vakıfdaki hakkımı iptal ettim" dese, sonra yine hakkını
alabilir.
Ben derim ki: Bir vakıfda hissesi bulunan
kimse o hisseye vakfedenin şartıyla müstahik olmuştur. O kimse: "hissemi
fülan şahsa verdim" dese, vakfa vakfedenin razı olmadığı bir şahsı
sokmakla onun şartına muhalefet etmiş olur. Vakfedenin şartına muhalefet ise
caiz değildir. Çünkü fukaha: "Vakfedenin şartı şârihin nassı
gibidir." diye tasrih etmişlerdir. Buna göre, vakıfdaki bir hisse
düşürülmekle düşmeyi kabul etmemekte mirasa benzer.
"Sarf etmesi kifayet etmez..."
Yani bir kimse bir vakfedenin zürriyetinden olduğunu, vakfın gelirinde sehmi
bulunduğunu dâvâ edip buna delil olarak da o vakfın mütevellisinin kendisine o
vakfın gelirinden sehim verdiğini gösterse, bu delil olarak kifayet etmez.
Nesebini isbat etmesi lâzımdır. Çünkü mütevelli hata edebilir.
METİN
Vakfeden vakfiyesinde birbirine mütearız
(zıd) iki şart zikretse, bizim mezhebimize göre ikinci şart, birinci şartı
neshedeceğinden sonraki şartla amel edilir.
Birbiri üzerine atfedilen cümlelerden sonra
bir vasıf zikredilirse bakılır: Eğer atıf "vav" edatı ile yapılmış
ise Hanefi mezhebine göre, vasıf en sonraki cümleye; Şâfiî mezhebine göre
cümlelerin hepsine aid olur. Eğer atıf "sümme" edatı ile yapılmış ise
vasıf ittifakla en sonraki cümleye aid olur. Bu meselelerin hepsi Eşbâh'ın
vakıf bahsinden nakledilmiştir. Tamamı dokuzuncu kaidede zikredil-miştir.
Bir kimse, sıhhat halinde evlâdına vakfedip
aralarında fariza-ı şer'iyye üzere taksim edilsin dese, erkek ve kız evlâdı
arasında müsavî olarak taksim edilir. Ahyâr-ı müetehidînden muhtar ve menkûl
olan budur, Nitekim bunu Dimaşk müftüsü Yahya b. Minkar
"Errisâletü'l-Marziyye Ale'l-Farizati'ş-Şer'iyye" isimli eserinde
beyân etmiştir. Musannıfın Fetâvâsı'nda da böyle yazılıdır.
Yine Eşbâh'da zikredilmiştir ki; satılan
bir yerin şer'î bir yolla vakıf olduğu sâbit olursa, satışın bozulması vacib
olur. Satan ile satın alan o yerin vakıf olduğunu bilmeyerek alım-satım
muamelesinde bulunmuşlarsa günahkâr olmazlar. Mütevelli o yerin ecr-i mislini
satın alandan taleb eder. Eğer satın alan o yere bina yapmış veya ağaç dikmiş
ise, onlar satın alanın olur. Bina ile ağaçlar hakkında vakıf için en menfaatlı
yol takip edilir.
"Cami" isimli eserden naklen
Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; satın alan yapmış olduğu binayı yıkıp enkazını
satana teslim ederse, ondan binanın yıkılmış kıymetini alır. Enkazını ona
teslim etmezse hiç bir şey alamaz. Eğer satılan bir arsanın üzerine bina
yapıldıktan sonra arsaya hak sahibi çıksa, satın alan arsayı satandan binanın
yapılmış kıymetini alır.
İZAH
"Birbirine mütearız iki şart..."
Yani vakfeden vakfiyesinin evvelinde: "Bu vakıf satılmaz, hibe edilmez,
mülk olarak kimseye verilemez" diye yazdığı halde sonunda: "Fülan
kimse bu vakfı satıp parasıyla onun yerine vakıf olacak bir yer satın almak
suretiyle onu değiştirebilir" diye yazmış olsa, o kimsenin o vakfı satıp
değiştirmesi câiz olur. Buna göre ikinci şart birinci şartı neshetmiş (hükmünü
kaldırmış) olur. Eğer bunun aksini yani vakfiyesinin evvelinde: "Bu vakfı
fülan kimse satıp değiştirebilir" diye yazdığı halde sonunda: "Bu
vakıf satılamaz ve hibe edilemez" diye yazmış olsa o kimsenin o vakfı
satıp değiştirmesi câiz olmaz. Çünkü vakfeden, birinci şartından dönmüştür.
İkinci şartın birinci şartı neshetmesi, iki
şart tearuz ettiği takdirdedir. Eğer iki şart teâruz etmezse, ikisiyle de amel
edilmesi vâcib olur. Nitekim bunu Bîrî dokuzuncu kaidede zikretmiştir.
Fukahanın: "Vakfeden birbirine muârız
olan iki şart zikrettiği takdirde ikinci şartla amel edilir." diye beyân
ettikleri: "Vakfedenin şartı Şâriin nassı gibidir." kavillerine
dahildir. Çünkü iki nass teâruz ettiği takdirde onlardan sonraki nass ile amel
edilir. T.
"Cümlelerden sonra bir vasıf
zikredilirse..." Şârih bu meseleyi ilerîde beyân edecektir.
"Dimaşk müftüsü..." Dimaşk
müftüsü Yahya'nın eserinde zikredilenin hülâsası şudur: Bir hadîs-i şerîf de:
"Çocuklarınızın arasında atıyye ve bağış hususunda müsavat yapınız. Eğer
bu hususta bir kimseyi tercih etmiş olsaydım, erkekler üzerine kadınları tercih
ederdim." buyurulmuştur. (Hadîs-i şerîfi, Saîd, Sünen'inde rivâyet
etmiştir.)
Sahih-i Müslim'de Nu'man b. Beşir'den
rivâyet edilen bir hadîs-i şerifde de: "Allah'dan korkunuz. Çocuklarınız
arasında adâlet gösteriniz." buyurulmuştur. Atiyye ve bağış hususunda
adâlet göstermek, çocukların haklarındandır.
Vakıf da bir atiyye ve bir bağışdır. Bundan
dolayı erkekle kız bir tutulur. Çünkü fukaha hadis-i şerifdeki adâleti bir
kimsenin hayatta iken çocukları arasında atiyye ve bağış hususunda müsavât
göstermesiyle tefsir etmişlerdir.
Hâniyye'de beyân edildiğine göre bir kimse
sıhhatta iken çocuklarına bir şey hibe edip birine diğerlerinden fazla verse,
İmam-ı Azam'a göre bu fazla vermesi o çocuğun dindarlığından dolayı olursa,
bunda beis yoktur. Çocuklar dindarlıkta müsavî olurlarsa, birine fazla vermesi
mekrûh olur. İmam Ebu Yusuf'a göre de bir baba çocuklarından birine
diğerlerinden fazla vermekle onlara zarar vermeyi kasdetmezse, bunda bir beis
yoktur. Eğer onlara zarar vermeyi kasdederse, çocukları arasında müsâvât
yapması vacib olur. Fetva, İmam Ebû Yusuf'un kavli üzerinedir. İmam Muhammed'e
göre; adâlet erkek çocuğa mirasda olduğu gibi iki kız hissesi vermekle olur.
Tatarhâniyye'de Tetimme-i Fetevâ'ya nisbet
edilerek vakıf bahsinde zikredilmiştir ki; atıyye ve bağış hususunda çocukların
arası bir tutulmalıdır. Bu hususta adâlet çocukların arasında müsâvât
yapmaktır. Bu İmam Ebu Yusuf'un kavline göredir. İmam Ebu Yusuf çocuklar
arasındaki müsavatınvacip olmasının hükmünü hadis-i şerifden almıştır.
Bazı müctehidler İmam Ebû Yusuf'a tâbi
olup: "Çocuklar arasında müsâvât yapmak vâcibdir. Çocuklarının birisine
diğerlerinden fazla veren kimse günâhkar olur." demişlerdir.
Mezheb ehlinin muhakkıklarına göre, vakıf
bâbında bir fariza-ı şer'iyye yoktur. Ancak zikredilen hadis-i şerifin mûcebi
yani, çocuklar arasında müsâvâtın yapılması vardır. Bir Müslüman mekrûh'dan
sakınmalı, vakıf babındaki fariza-i şer'iyyeyi çocuklarının arasında müsavâta
hamletmelidir.
Örf ve adet, nassa muâraza edemez.
Ben derim ki: Bu mesele hakkında bir risâle
yazıp ona "el'ukûdu'd-Dürriyye fi-kavli'l-vâkıf
ale'l-farizatı'ş-Şer'iyye" diye isim verdim. Orada bu meselenin kapalı
olan cihetlerini beyân ettim. Hülasası şudur: Zahîriyye sahibi "Bir kimse
çocuklarına bağış yapmak isterse, İmam Muhammed'e göre efdal olan erkek çocuğa
mirasda olduğu gibi iki kız hissesi vermesidir. İmam Ebû Yusuf'a göre efdal
olan çocukları arasında müsâvât yapmasıdır. Muhtar olan kavil de budur."
dedikten sonra şöyle devam etmiştir: Çocuklarına vakıf yapmak isteyen kimse
dilerse erkek çocuğa iki kız hissesi verir. Dilerse erkekle kızlara müsavî
olarak verir. Fakat erkek çocuğa iki kız hissesi vermesi doğruya daha yakındır
ve daha fazla sevap celbedicidir. Bu, hibe ile vakfın arasını ayırmakta sarih
bir nassdır. Bundan dolayı vakıfdaki şer'i farıza erkek çocuğa mirasda olduğu gibi
iki kız hissesi verilmesidir. Vakıf bâbında ma'hûd ve malûm olan budur. Sadaka
bâbında bunun aksi yani çocukların arasında müsâvât yapılmasıdır. Vakıfda
çocukların arasında müsâvât yapılması sahih değildir. Çünkü fukaha:
"Vakfedenlerin maksadlarına ve şartlarına riayet edilmesi vâcibdir."
diye tasrih etmişlerdir.
Usûl-ı Fıkıh âlimleri de tasrih etmişlerdir
ki; örf ve âdet tahsis etmeye elverişlidir. Havass ile avâmın arasında olan
örf-i âmm ki fariza-ı şer'iyye ile erkek çocuğa iki kız hissesi verilmesi murad
edilmiştir. Bundan dolayı vakıf bahislerinde: "Vakfedenin bu vakfımın
geliri çocuklarımın arasında fariza-i şer'iyye üzere erkek çocuğa iki kız
hissesi verilsin." diye beyân ettiği zikredildiği halde vakfedenin:
"Bu vakfımın geliri çocuklarımın arasına fariza-i şer'iyye üzere erkek
çocuğa da kız çocuğuna verilenin misli verilsin" diye beyân ettiği
zikredilmemiştir. Çünkü vakfedenler arasında bu ifade ile şart kılmak örf ve
âdet değildir.
Eşbah'ın Er-Adetü Muhakemetün kaidesinde:
"Vakfedenlerin kullandıkları tabirler. Kendi zamanlarındaki hitablarda
geçerli örf ve âdetlere bina kılınır." diye beyân edilmiştir. Nitekim
Fethü'l-Kadir'in vakıf bahsinde de böyle yazılıdır.
Câmiu'l-Fûsuleyn'de: "İnsanlar
arasındaki mutlak tabirler örf ve âdetlere hamledilir." diye beyân
edilmiştir. Nitekim yukarıda "vakfedenin şartı ile amel etmek
vâcibdir" diye geçmiştir. Buna göre vakfeden: "Vakfımın geliri
çocuklarımın arasında fariza-ı şer'iyye üzere taksim edilsin" deyip bu
tabir ile erkek çocuğa iki kız sehmi verilmesi örf ve âdet ise, örfle amel
edilmesi vâcib olur. Bir lâfzı örfî mânâsından ayırmak câiz değildir. Çünkü o
lâfzın bu mânâda kullanılması örf ve âdet olmuştur.
Lâfızlar örfde başka bir mânâya nakil
edilmemiş ise, hakikî lûgavî mânâlarına hamledilirler. Artık "fariza-ı
şer'iyye" lâfzı lûgatta veya şeriatta vakfın gelirini vakfedenin çocukları
arasında müsavi olmak taksim etmek mânâsına olup örfde erkek çocuğa iki kız
sehmi vermek mânâsına olsa, 'bu lâfzın örfî mânâsına hamledilmesi vâcib olur.
Hibe hakkında vârid olan nass vakıf
hakkında da vârid olduğundan hibede çocuklardan birine fazla verilmesi mekrûh
olduğu gibi vakıfda da erkek çocuğa fazla verilmesinin mekrûh olduğu sâbit ise
de "Vakfeden erkek çocuğa fazla verilmesini isteyip mekrûhu irtikâb etmiştir."
denilir. Bunda örfî nass üzerine takdim yoktur. Bilâkis burada vakfedenin
yaptığında keraheti isbatla nassın lâfzını örfî mânâsına hamlederek nass ile
amel etmek vardır. Çünkü nass lafızları murad edilen manâlarından
değiştirmeyip, bilâkis lâfızları örfî mânâlarında bâki bırakır. Nitekim
"fariza-i şer'iyye" lâfzının örfî mânâsı çocuklara mirasda olduğu
gibi erkek çocuğa iki kız hissesi verilmesidir. Buna göre vakfeden:
"Vakfımın geliri çocuklarımın arasında "fariza-i şer'iyye" üzere
taksim edilsin" dediğinde vakfedenin muradı ve maksadıyla amel edilmesi
vâcib olur.
Hibede olduğu gibi vakıfda da erkek çocuğa
fazla verilmesinin mekrûh olduğu teslim edildikten sonra bu izahat verilmiştir.
Fakat Zahîriyye'deki tasrih buna muhâlifdir.
Fetâvây-ı Hayriyye'nin vakıf bahsinin
sonunda "şer'i fariza" lâfzı zikredilip erkek çocuğa iki kız hissesi
verilmesi tasrih edilmeyip erkek çocuğa fazla verilmesi zikredilmiştir. Şârihin
talebesi Dımaşk müftüsü şeyh İsmail ile şeyh Saihânî de erkek çocuğa fazla
verilmesi hakkında fetva vermiştir.
Hâsılı: "fariza-ı şer'iyye"
vakfın geliri vakfedenin erkek çocuklarıyla kız çocukları arasında müsavi
olarak taksim edilmeye veya her bakımdan miras gibi taksim edilmeye
hamledilmeyip erkek çocuklarına kız çocuklarından fazla verilmeye hamledilmelidir.
"Bina ile ağaçlar hakkında vakıf için
en menfaatlı yol takip edilir." Yani bina ile ağaçları vakıf için kılmak
daha menfaatlı olursa, mütevelliye temlik olunurlar. Eğer onların satın alanın
elinde kira ile katması vakıf için daha menfaatlı olursa, onun elinde kira ile
bırakılır.
Fetâvây-ı Kâriü'l-Hidâye sahibine,
"Bir kimse kiraladığı vakıf bir haneyi yıkıp yerine değirmen veya fırın
veya başka bir bina yapsa kendisine ne lâzım gelir?" diye sorulmuş. o da:
"Hâkim bakar: Eğer yapmış olduğu bina vakıf için daha menfaatli ise
kendisinden kira alır. Yapmış olduğu bina vakıf olarak bırakılır. Binayı yapmak
için sarf ettiği masraf teberru sayılır. Bina için yapmış olduğu masrafı
kiradan kesemez. Eğer yapmış olduğubina vakıf için menfaatli olmaz ve yıkmış
olduğu haneden daha çok gelir getirmezse kendisine lâyık olan tazîr yapıldıktan
sonra yapmış olduğu binayı yıkması ve yıkmış olduğu haneyi eski hali üzere
yapması için cebredilir." diye cevap vermiştir.
Şârih Münye'den naklen istihkak babında
zikredecektir ki bir kimse satın aldığı bir arsa üzerine bina yaptıktan bir
müddet sonra arsaya hak sahibi çıkıp satın alanın elinde alsa, satın alan
binanın enkazını satana teslim ederse, ondan arsaya ödemiş olduğu parayı ve
teslim etmiş olduğu gündeki enkazın bina halindeki parasını alır. Hatta satın
alan o binayı yaparken on bin dirhem harcayıp içinde bir müddet oturduktan
sonra bina eskiyip bir kısmı yıkıldığı halde malzemenin kıymeti arttığından
binayı satana teslim ettiği gün binanın kıymeti yirmi bin dirhem olsa, ondan
yirmi bin dirhem alır. Satın alan binanın enkazını satana teslim etmezse, ondan
binaya yapmış olduğu masrafı alamaz.
Velhâsıl: Satın alınan bir arsanın üzerine
bina yapıldıktan sonra gerek arsa vakıf çıksın gerek arsaya hak sahibi çıksın
arasında fark olmayıp satın alan arsanın parasıyla binanın yapılmış haldeki
parasını satandan alır.
METİN
Bir vakfın sübûtu mümkün olmazsa,
hâkimlerin sicillât denilen defterlerinde o vakfın sübûtuna delâlet eden
yazıların mefhumlarıyla amel edilir. Hâkimlerin defterlerinde de onun sübûtuna
dair kayıd bulunmazsa, o vakfın kendisine aid olduğunu isbat edene hükmedilir,
isbat eden de bulunmazsa, şer'i bir yolla o vakfın bâtıl olduğu sabit olmadıkça
fakirlere sarf edilir. Bâtıl olduğu sabit olursa vakfeden hayatta ise onun
mülküne döner, ölmüşse bakılır: Eğer vârisi varsa onun mülküne, eğer vârisi
yoksa beytülmala intikal eder.
Beytülmala intikal eden o vakfı Sultan
mescid, mezarlık gibi ammenin menfaati için vakfederse câiz olur. Eğer kendi
evladı ve âzâd edilmiş köleleri gibi hass bir cihete vakfederse, fukahanın
kelâmlarının zahiri o vakfın sahih olmamasıdır.
Bir mütevelli başka bir kimse ile beraber
"fülan yer, mütevellisi bulunduğum fülan mescidin vakfıdır" diye
şahadet etse, fukahanın kelamının zahiri şahadetinin kabul edilmesidir.
Bir mütevelli emânetle marûf ve meşhur
olursa, hâkim ondan her sene uzun uzadıya hesab talep etmeyip kısa bir hesapla
iktifa eder. Hiyânetle müttehem olursa, yaptıklarının teker teker hesabını
vermesi için cebreder, onu hasbetmez. Fakat onu iki üç gün tehdit eder, onu
suçlu bulursa yemin ettirir. Kınye.
Şârih der ki; şirket bahsinde beyân
edildiğine göre, şerik (ortak) muzârib (muzârebe şirketinde sermayeyi kullanan
adam), vasi ve mütevelli alıp vermelerinde tafsilâtlı hesap vermeye cebrolunmazlar.
Çünkü zamane hâkimlerinin maksatları haram mahsûle ulaşmaktan başka değildir.
Bir mütevelli vakfın gelirini hak
sahiplerine verdiğini iddia etse, sözü yeminsiz kabul edilir. Fakat Ebussûud
Efendi: "Eğer mütevelli, evlâda ve torunlara yapılmış olan vakfın gelirini
sahiplerine verdiğini iddia ederse sözü kabul edilir. Eğer câminin imamı ve
kayyımı gibi kimselere vakfın gelirini verdiğini iddia etse, sözü kabul
edilmez. Nitekim bir mütevelli, caminin binasını yapması için bir şahsı muayyen
bir ücretle tutup sonra onun ücretini kendisine teslim ettiğini iddia etse sözü
kabul edilmez." demiştir. Musannıf: "Bu tafsilât gayet güzeldir,
artık bununla amel olunur." demiştir. Musannıfın oğlu Eşbâh hâşiyesinde bu
tafsilâta itimat etmiştir. Şârih der ki: Bu tafsilât Ahîzâde'ye nisbetle Ariyet
bahsinde gelecektir.
Bir mütevelli bir vakfı kiraya verdikten
sonra azledilse, esah olan kavle göre o vakfın kirasını yeni tâyin edilen
mütevelli alır. Azledilmiş mütevelli kiracının o vakfı tamir etmesi, yapmış
olduğu masrafı kiradan kesmesi üzerine onunla anlaşmıştık diyebilir mi? Bazı
fukaha: "diyebilir" demişlerdir. Musannıf: "Tercih edilen kavle
göre diyemez." demiştir.
Mütevellinin vakfedenin tayin ve takdir
ettiği ücretten ziyade bir şey olması asla caiz olmaz. Mütevellinin vakfın
iradından elde edilen şer'i ve örfi hasılatı vakfın şer'i masraflarına sarf
etmesi vacip olur.
Hakimin şer'i dâvâdan sonra rüşvet alanın
almış olduğu rüşveti veren kimseye geri vermesini emretmesi vacip olur. Bu
meselelerin hepsi Musannıfın Fetâvâsından nakledilmiştir.
Şârih der ki: Vasâya bahsinde geleceğine ve
yukarıda da geçtiğine göre, mütevelli için yapmış olduğu hizmetin ecr-i misli
vardır.
İZAH
"Bir vakfın sübûtu mümkün
olmazsa..." Yani bir yerin vakıf olduğu meşhur olup fakat eski mütevellilerin
o vakfın gelirini ne suretle sarf ettikleri ve kimlere sarf ettikleri
bilinmediğinden gelirinin sarf edileceği yerleri ve vakfın şartları da
bilinmese, hâkimlerin sicillât denilen defterlerine bakılır: Eğer o defterlerde
buna dair bir kayıd bulunmazsa, o vakıfda hak iddia edenlerden hiç bir kimseye
isbat etmedikçe bir şey verilmez. O vakıfda hakkı bulunduğunu isbat eden de
bulunmazsa, o vakfın geliri fakirlere sarf edilir. Çünkü vakıf asılda fakirler
içindir. O vakıfda hiç bir kimsenin hakkı sabit olmayınca geliri fakirlere sarf
edilir.
"Fukahanın kelâmlarının zâhiri
şahadetinin kabul edilmesidir." Nitekim bir kimse vazifeli bulunduğu bir
medresenin vakıf olduğuna şahadet etse, şahadeti kabul edilir.
Kezâ: Bir mahalle halkı bir vakfın
kendilerine vakfedilmiş olduğuna şahadet etseler, şahadetleri kabul edilir.
Kezâ: Yolcular bir vakfın kendilerine vakfedilmiş olduğuna şahadet etseler,
şahadetleri kabul edilir. Bu şahadetler asıl vakıf hakkındadır, vakfın geliri
hakkında değildir. Asıl vakıfhakkında vakıfda hisseleri bulunanların
şahâdetleri kabul edilir. Fakat vakfın geliri hakkındaki şahadetleri kabul
edilmez.
"Sözü yeminsiz kabul edilir." Bu
kavil Bahır'da zikredilen kavle muhâliftir. Bahır'da zikredilmiştir ki;
vakfedenin kendisi veya mütevellisi veya vasîsi; "vakfı icâra verdim,
gelirini teslim aldıktan sonra elimde zâyi oldu" dese yahut
"kendilerine vakfedilmiş kimselere geliri dağıttım" deyip onlar da
inkâr etseler, mütevellinin sözü yeminiyle kabul edilir. O geliri ödemesi lâzım
gelmez. Fakat bununla hak sahiblerinin kendi haklarını almış oldukları sâbit
olmaz. Onlara vakfın malından tekrar verilmesi lâzım gelir.
Bir mütevelli: "Vakfın gelirini hak
sahiplerine verdim" dese bakılır: Eğer emniyetli bir kimse ise sözü
yeminiyle kabul edilir. Eğer emniyetli bir kimse değil ise sözü yeminiyle kabul
edilmez. İddiasını şahidle ispat etmesi lazım gelir. Bu hususta nâzır (vakfın
işlerine bakan kimse) de mütevelli hükmündedir.
Ekseri ulemaya göre mütevellinin sözü
kendisinin berâeti için hem sıla, hem de ücret kabilinden olan şeylerde kabul
edilir. Fakat Ebussûud Efendi'ye göre, mütevellinin sözü vakfedenin çocuklarına
ve torunlarına verilmesi şart kılınmış bir gelirin o çocuklara ve torunlara
verilmesi gibi sıla kabîlinden bir hususa ait ise yeminiyle kabul edilip
kendisinin beraetini gerektirir. Fakat imam, hatip, müderris ücretleri gibi bir
şeye ait ise kabul edilmez. Mütevellinin bunu ispat etmesi lâzımdır.
Atâullah Efendi Mecmûa'sında zikretmiştir
ki; Şeyhü'l-İslâm Zekeriyya Efendi'ye bu mesele sorulmuş, o da: "Vakıfdan
verilen hisse hizmet mukabilinde olursa o hisse ücrettir. Mütevelli bu ücret
kabilinden olan hisseyi sahibine verdiğini iddia ederse, iddiasını ispat etmesi
lâzım gelir. Vakıfdan verilen hisse hizmet mukabilinde olmazsa, bu hisse sıla
ve atiyyedir. Mütevelli bu sıla ve atiyye kabilinden olan hisseyi sahibine
verdiğini iddia ederse, sözü yeminiyle kabul edilir." diye cevap
vermiştir.
Sıkadan olan nâzırların ve mütevellilerin
sözleri nezaret ve mütevellilik zamanında kabul edilen hususlarda azledildikten
sonra da nezaret ve mütevellilik zamanına aid olmak üzere kabul edilir. Çünkü
bunlar azledilmekle emin (kendisine güvenilir) olmaktan çıkmış olmazlar.
Bir mütevellinin vakıf mallardaki eli bir
emânet elidir, yoksa bir ödeme eli değildir. Bundan dolayı mütevellinin elinde
bulunan vakıf bir mal, kendisinin kusuru bulunmaksızın zâyi olsa ödemesi lâzım
gelmez.
Musannıfa "vakıf olan bir köy ahalisi,
vakıf sebebiyle mütevelliye tereyağı, tavuk ve ekinleri bekleyen ve savurmaya
hazırlayanlara gelirden topladıkları örfi avâidi verip mütevelli de toplanan
gelirden birazını bunlara verdikten sonra geri kalan gelir ile tereyağı ve
tavukları kendisine ücretine zâid olarak bırakıyor, bunun hükmü nedir?"
diye sorulmuş, o da: "Mütevelli vakıftan ne elde ederse, vakfın tamiri ve
müstahikleri gibi şer'i masraflarına sarf eder." diye cevap vermiştir.
Fakat Hayriyye'de zikredilmiştir ki; bir vakfın gelirinde mütevellilerin
çalışmalarına karşılık olarak eskiden beri aldıkları malûm ve mahud bir avâid
bulunsa, bunu alabilirler. Çünkü örfen malûm ve mahud olan bir şey, şart
kılınmış gibidir. Bu kavil, mütevellinin örf ve âdet olan bir şeye müstahik
olmasında sarihtir.
Ben derim ki: Bunu Bahır'da: "Bir
mescide Ramazan-ı Şerîf gecelerinde yakılmak üzere verilen mumun artanını
imamın almasının örf ve âdet olduğu yerde, imamın alması câizdir." diye
zikredilen de teyîd eder. Bana öyle geliyor ki, bu musannıfın zikrettiğine
münâfi değildir. Çünkü vakfın gelirinden mütevellinin alması örf ve âdet olan
yerde, sanki vakfeden o örf ve adet olan geliri mütevelliye şart kılmış
gibidir.
Vakıf olan köy ahalisi tarafından
mütevelliye hediye edilip aldığı tavuk ve tereyağı gibi şeyler rüşvettir,
gelirden aldığı şey ise ekinleri bekleyenin hakkıdır. Fakat almış olduğu gelir,
vakfın gelirinden ise bu geliri vakfın masraflarına sarf etmesi vâcib olur.
Tavuk ve tereyağı gibi almış olduğu şeyleri sahiplerine geri vermesi vacib
olur. Nitekim buna metinde: "Hâkimin şer'î dâvâdan sonra rüşvet alanın
almış olduğu rüşveti, veren kimseye geri vermesini emretmesi vâcib olur."
diye işaret edilmiştir. Eğer mütevellinin vakıf köy ahalisinden almış olduğu
şeylerle vakfın ecr-i misli tamamlanıyorsa, onları vakfın masraflarına sarf
etmesi vâcib olur. Bu, zamanımızda pek çok vâki olmaktadır. Şöyle ki: Bir
kiracının bir dükkânda yahut bir akarda Gedik'i veya Kirdar'ı olduğunda onu
ecr-i mislinden noksana kiralıyor. O kiraya razı olsun diye mütevelliye
"hizmet" ismi altında para veriyor. Bu verilen para hakikatle vakfın
ecr-i mislindendir. Bu para kiracıya geri verilse, vakıf zarar görür. Bu para
mütevelliye helâl olmaz. Çünkü mütevelli vakfedenin veya hâkimin kendisine şart
kıldığı ücretle vakfa hizmet etmektedir.
Fukaha: "Kiracıdan vakfına ücretini
alamayan bir mütevelli o kiracının malını ele geçirse, ondan vakfın ücreti
kadar meblağı alabilir." diye tasrih etmişlerdir. Buna göre mütevelli
vakfın ecr-i mislini kiracıdan alamadığı takdirde bu hizmet ismi verilen para
rüşvet olsa bile bunun rüşvet veren kiracıya geri verilmesi vâcib değildir.
Mütevelli bu parayı vakfın masraflarına sarf eder. Bununla zamanımızda Gedik
veya Kirdâr sahibi öldüğünde mütevelliler Gedik veya Kirdâr'ın ölen kiracının
vârislerine intikal ettiğini tasdik etmeleri için vârislerden
"Tasdik" ismi, altında aldıkları paranın hükmü bilinmiştir.
Kezâ : Gedik veya Kirdar'ı satın alan
kimseden mütevelli para alsa bakılır: Eğer o Gedik veya Kirdâr'ın bulunduğu
vakfın kirası noksan olup, bu alınan para ile o vakfın ecr-i misli
tamamlanıyorsa, bu paranın alınması câiz olur. Bu para vakfın masraflarına sarf
edilir. Eğer kirası noksan değilse, bu paranın alınması câiz değildir.
"Mütevelli için yapmış olduğu işin
ecr-i misli vardır." Yani vakfeden veya hakim mütevelli için ücret şart ve
tâyin etmemiş olursa, mütevelli ancakhizmet karşılığında ecr-i misle müstahik
olur, bundan ziyadesini alamaz.
Vakfeden tarafından tâyin edilen ücret
ecr-i misilden az olursa, hâkim mütevellinin talebiyle bunu ecr-i misle
tamamlayabilir. Enfau'l-Vesail.
METİN
Bir kimse akrabasının fakirlerine vakfetse,
vakfedenin akrabasından olduğunu dâvâ eden bir şahıs o vakıfdan hisseye ancak
akrabalık cihetini beyân ederek fakir olduğunu isbat etmesiyle müstahik olur.
Hatta dâvâ eden bir çocuğun velîsi olup onun için dâvâ etmiş olsa bile aynı
şekilde isbat etmesi lâzım gelir. Dâvâ edenin lehine hükmedilirse, hissesine o
vakfın vakfedildiği andan itibaren müstahik olur. Fetâvây-ı İbn-i Nüceym.
Yine bu Fetâvâ'da zikredilmiştir ki; İbn-i
Nüceym'e "Bir kimse vakfetmiş olduğu hanesinde kendisinin ölümünden sonra
fülane zevcesinin evlenmedikçe oturmasını şart kılıp artık o kimse ölüp zevcesi
evlendikten sonra boşansa, evlenmekle kadının oturma hakkı düşmüş olur
mu?" diye sorulmuş, o da: "Evet düşmüş olur." diye cevap
vermiştir.
Şârih der ki: bir kimse "ümm-i
veledlerine evlenmemeleri şartıyla vakfettim" dese, onlardan evlenen
vakıfdan bir şey alamaz.
Kezâ: Bir kimse, "Fülanın oğullarına
bu beldeden çıkmamaları şartıyla vakfettim" deyip onlardan bazıları o
beldeden çıktıktan sonra geri dönseler o vakıfdan bir şey alamazlar.
Kezâ: Bir kimse, "Fülanın oğullarına
ilim tahsil etmeleri şartıyla vakfettim" deyip onlardan bazısı ilim tahsil
etmeyi bıraktıktan sonra tekrar ilim tahsiline dönseler, onlara vakıfdan bîr
şey verilmez. Ancak vakfeden eğer geri dönerse, kendisine hisse verilsin diye
şart kılarsa, bu takdirde hisse verilir. Hızânetü'l-Müftin.
Vehbâniyye'de beyân edildiğine göre, bir
kimse; "evlâdımın evlâdına vakfettim" dediği takdirde kızın evlâdı da
vakfa dahil olur mu olmaz mı? Bunda ihtilâf vardır. Bir kaç sene sonra kızının
evladının da vakfa dahil olduğuna hükmedilse, hükmedildiği seneden itibaren
kendilerine o vakıfdan hisse verilir. Geçmiş senelerin geliri tüketilmişse
ondan alamazlar.
Bir kimse: "Benînime vakfettim"
deyip halbuki bir oğlu bulunsa, o vakfın gelirinin yarısı oğluna, yarısı da
fakirlere aid olur.
Bir kimse: "Veledime vakfettim"
deyip bir çocuğu bulunsa, o vakfın gelirinin hepsi ona aid olur.
"Veled" lâfzı muzâf olan müfred olduğundan umum ifade eder.
Mütevelli eğer vakıf hakkında hayırlı
olursa, icâre akdini ikale edebilir. Mütevelli vakfı muayyen araz (altın ve
gümüşten başka mal) karşılığında kiraya verse, İmam-ı Azam'a göre sahih olur.
İmameyn'e göre vakıf ancak nukud ile kiraya verilebilir.
Vakıf bir araziye ağaç dikmek zarar
vermezse, mütevelliden izinsiz kiracının ağaç dikmesi caiz olur. Fakat havuz
kazması ancak mütevellinin izniyle olur. Havuz kazmak vakıf hakkında hayırlı ve
menfaatli olursa, mütevelli izin verir, hayırlı ve menfaatli olmazsa izin
vermez.
Vakıf bir araziye kiracının yapmış olduğu
bina veya dikmiş olduğu ağaç -vakıf için olmasına niyet etmedikçe- kendisine
aid olur.
Bir mütevellinin vakıf bir araziye yapmış
olduğu bina veya dikmiş olduğu ağaç -binayı yapmadan veya ağacı dikmeden önce
bunların kendi nefsi için olmasına şâhid tutmadıkça- vakfa aid olur.
İZAH
"Bir kimse akrabasının fakirlerine
vakfetse..." Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; bir kimse mülkünü akrabasının
fakirlerine vakfetse, bir şahıs da gelip vakfedenin akrabasından ve fakir
olduğunu dâva etse, bunu ve kendisine nafaka vermesi vâcib olan bir kimsenin
bulunmadığını ve kendisine nafaka verilmediğini isbat etmesi teklif edilir. Bu
dâvâ eden şahsın hiç bir kimsenin kendisine nafaka vermediğini isbat etmesi
şart kılınmıştır. Çünkü o şahıs nafaka alıyorsa, vakıf bâbında zengin sayılır.
Hilâl: "O şahsın hali gizlice sorulur.
Sonra ona malının olmadığına ve üzerine nafakasının vâcib olduğu bir kimsenin
bulunmadığına dair Allah'a yemin ettirilir." Demiştir.
Dâvâ eden şahıs kendisinden istenilenleri
isbat etse, iki adâletli kimse de onun zengin olduğunu haber verse, adaletli
iki kimsenin haberi tercih edilir.
Mülkünü akrabasının fakirlerine vakfedenin
akrabasından olduğu bilinip fakir olduğu bilinmeyen bir şahıs için iki kimse
vakfın geliri geldikten sonra: "Bu şahıs fakirdir" diye şâhidlik
etseler, o şahıs o gelirden hisse alamaz. Şâhidlikten sonra hâsıl olacak
gelirlerden alır. Ancak şâhidler: "Bu şahıs eskiden beri fakirdir"
diye şâhidlik ederlerse, bu takdirde hissesine o mülkün vakfedildiği zamandan
itibaren müstahik olur. İs'af.
"Evet düşmüş olur." Fakat şu
kadar var ki; evlenmiş olduğu kocası ölüp veya boşayıp yine dul kalırsa, hanede
otursun diye şart kılınmış olursa, bu takdirde evlenmekle düşmüş olan oturma
hakkı dul kalmakla geri dönmüş olur.
Bağdat'da sakin olmaları şartıyla
akrabasının fakirlerine vakfeden kimsenin akrabasından birisi Kûfe'ye gidip
sakin olsa, vakıfdaki hakkı düşmüş olur. Sonra Bağdat'a gelip sakin olsa,
vakıfdan düşmüş olan hakkı geri dönmüş olur.
Bir kimse malını akrabasının fakirlerine
vakfetse, vakfın gelirinin taksim edildiği gündeki halleri göz önüne alınarak
fakir olanlarına verilir, zengin olanlarına verilmez. Sonra zenginleri fakir,
fakirleri de zengin olsa fakir düşenlere verilir, zengin olanlara verilmez.
"Geçmiş senelerin geliri tüketilmişse
ondan alamazlar." Çünkü kızının evlâdının da vakfa dahil olduğuna verilen
hüküm her ne kadar vakıf vaktineistinad etse bile hüküm vaktinde mevcud olan
gelir hakkında geçerlidir. Geçmiş senelerin geliri ise mevcud değildir. Nitekim
velisiz kıyılan bir nikâhın fesadına hükmedilse, bu hüküm daha önceki cinsi
yakınlıklarda ve mehirde geçerli değildir. Eğer geçmiş senelerin geliri mevcud
olursa, kızının evlâdı o gelirden hissesini alır. Bu meseleler hülasa olarak
Kınye'den naklen Vehbâniyye Şerhinde zikredilmiştir. Fakat yukarıda "dâvâ edenin
lehine hükmedilirse, hissesine vakfın vakfedildiği ondan itibaren müstahik
olur" diye geçmiştir.
Hayriyye'nin Kazâ Bahsinde zikredilmiştir
ki; Hayriyye sahibine "Bir vakfın Zeyd ile Amr arasında müsavi olduğu ve
Zeyd'in senelerce kendisine tahsis edilenden ziyade aldığı sâbit olsa, bunun
hükmü nedir?" diye sorulmuş, o da: "Zeyd senelerce hakkında ziyade
olarak almış olduğu meblağı Amr'a verir." diye cevap vermiştir.
Fetâvây-ı İbn-i Nüceymde zikredilmiştir ki;
İbn-i Nüceym'e "Bir kimse mülkünü zürriyetine vakfedip mütevelli senelerce
o vakfın gelirini onlardan bir cemaate taksim etse, sonra bir şahıs vakfedenin
zürriyetinden olduğunu ispat edip mütevelli üzerine bunun hissesinin verilmesi
de hükmedilse, o şahıs kendisine tahsis edilen geçmiş senelerin hislerini
mütevelliden talep etse, talep etme hakkı var mıdır?" diye sorulmuş, o da:
"Mütevelli o vakfın gelirini o cemaate hakimin hükmü olmaksızın taksim
etmişse, o şahıs geçmiş senelerin hissesini mütevelliden alır. Eğer hâkimin
hükmüyle taksim etmişse cemaatten alır." diye cevap vermiştir. Bu mesele
vasî meselesinden alınmıştır. Şöyle ki: Bir vasî ölünün borçlarını terekesinin
hepsiyle ödedikten sonra ortaya başka bir alacaklı çıksa, fukaha: "Eğer
vasî ölünün borcunu alacaklılarına hâkimin hükmü olmaksızın ödemişse sonradan
ortaya çıkan alacaklı alacağını vasîden alır. Eğer hakimin hükmü ile ödemişse,
alacaklarını ölünün terekesinden olanlardan alır." demişlerdir.
Hâsılı: Bir kimse, "malımı evlâdımın
evlâdına vakfettim" dediği takdirde kızının evlâdı da vakfa dahil olur mu
olmaz mı? Bunda ihtilâf vardır. Bir kaç sene sonra kızının evlâdının da vakfa
dahil olduğuna hükmedilse, bunların vakfa dahil olmaları her ne kadar vakfın
vakfedildiği zamana istinat etse de vakfa dahil olup olmamalarında ihtilâf bulunduğundan
vakfa dahil olduklarına verilen hükümle o anda mevcut gelir hususunda hakları
sâbit olmuş olur. Artık vakfa dahil olduklarına hüküm verilen senenin
gelirinden ve mevcut ise geçmiş senelerin gelirinden hisselerini alırlar. Eğer
geçmiş senelerin geliri tüketilmiş olursa, ondan hisse alamaz. Fakat vakfa
dahil olmasında ihtilâf bulunmayanı bir kimsenin bir kaç sene sonra vakfa dahil
olduğuna hükmedilse, bu kimse geçmiş senelerin geliri tüketilmiş olsa bile
ondan hissesini alır. Çünkü verilen bir hüküm, mevcut olan bir şeyi ortaya
çıkarıcıdır. Yoksa ispat edici değildir. Bundan dolayı verilen hüküm, vakfın
vakfedildiği zamana istinat eder. Hüküm verilen zamana istinat etmez.
" "Veled" lâfzı muzâf olan
müfred olduğundan umûm ifade eder." Yani veled lâfzı hem bir çocuğa hem de
birden çok çocuğa şâmil olur Bundan dolayı bir kimse "veledime
vakfettim" deyip bir çocuğu bulunsa, o vakfın gelirinin hepsi ona aid
olur. Fakat bir kimse "beninime vakfettim" deyip halbuki bir oğlu
bulunsa, o vakfın gelirinin yarısı ona, yarısı fakirlere ait olur. Çünkü
"beninime" lâfzı cemi saygısızdır. Vakıfda, vasiyet de cem'in en azı
ise ikidir. Bundan dolayı "veledime vakfettim" ifadesi ile ''benînime
vakfettim" ifadesinin hükümleri değişiktir. İs'af.
T E N B İ H: Bahır'da zikredilmiştir ki;
bir kimse "evladıma vakfettim" deyip halbuki bir çocuğu bulunsa veya
"benînime vakfettim" deyip bir oğlu bulunsa, o vakfın gelirinin
yarısı ona, yarısı da fakirlere aid olur. Hâniyye'de de bu ifadelerin arası
müsavî tutulmuştur. Fakat Fethü'l-Kadir'de bu ifadelerin arasında fark olduğu
beyân edilmiştir. Şöyle ki: Bir kimse "evlâdıma vakfettim" deyip
halbuki bir çocuğu bulunsa, o vakfın gelirinin hepsine müstahik olur. Ama
"benînime vakfettim" deyip bir oğlu bulunsa, o vakfın gelirinin
hepsine müstahik olmaz. Bu fark örfden ileri gelmektedir. Menkûl bunun
hilâfınadır.
Ben derim ki: Velhâsıl: "evlad"
ile "benin" lâfızları arasında fark yoktur. Yani bir kimse
"evlâdıma vakfettim" deyip bir çocuğu bulunsa veya "benînîme
vakfettim" deyip bir oğlu bulunsa o vakfın gelirinin yarısına müstahîk
olur. Çünkü "evladıma" ile "benînime" lâfızları cemidir.
Vakıf ile vasiyette cem'in en azı ikidir.
"İcâre akdini ikale edebilir."
Eşbâh'da beyan edildiğine göre mütevellinin icare akdini ikalesi (bozması)
câizdir. Ancak iki meselede câiz değildir.
Birincisi: Önceki mütevellinin yapmış
olduğu icare akdini sonra tâyin edilen mütevelli bozamaz.
İkincisi: Mütevelli kirayı peşin almışsa
icare akdini bozamaz. Kınye'de de böyle beyân edilmiştir. İbn-i Vehban da buna
kail olmuştur. Fakat Şürunbulâli'nin Vehbâniyye Şerhinde buna dair bir ifade
yoktur. Çünkü kira bedelinin peşin alınıp alınmaması göz önüne alınmayıp vakfın
menfaati göz önüne alınır.
Câmiu'l-Fûsuleyn'den naklen Bahır'da
zikredilmiştir ki; mütevelli vakıf hakkında hayırlı ve menfaatli olursa, kira
bedeli peşin olarak alınsın veya alınmasın isterse o vakit icareye önceki
mütevelli vermiş olsun icare akdini bozabilir. Bunu şu mesele de teyit eder:
Bir mütevelli vakfın malıyla satın almış olduğu bir haneyi satsa kıymetinden
fazlaya satmadıkça satışı bozabilir.
Kezâ: Haneyi satan mütevelli azledilip
yerine başka bir mütevelli tayin edilse, yani tâyin edilen mütevelli ihtilâfsız
hanenin satışını bozabilir.
Eşbâh'da: "Bir mütevelli bir vakfı
kiraya verdikten sonra kira akdini bozsa, halbuki akdin bozulmasında vakfın
menfaati bulunmasa, vakfın zararına kira akdinin bozulması câiz olmaz."
diye yazılıdır. Bundan dolayı Dürer'de: "Bir mütevelli veya bir vasî bir
şeyi kıymetinden ziyadeye sattığında satışı bozması caiz olmaz." diye
zikredilmiştir.
"Vakıf bir araziye ağaç
dikmek..." Yani bir vakıf arazinin kiracısı o araziye zarar vermemek
şartıyla mütevellisinin iznini almaksızın ağaç ve üzümçubuğu dikebilir. Fakat
mütevellinin izni olmaksızın orada havuz yapamaz, hafriyatta bulunamaz.
Bunların yapılmasında bir zarar yoksa mütevelli izin verebilir. Meğer ki
kiracının o arazide "meşedd-i müske" denilen bir hakk-ı kararı
bulunsun. O takdirde vakfa zarar vermemek üzere kiracı havuz vesaire vücûda
getirebilir.
Dikilecek ağaçların kiracı ile vakıf
arasında ortak olmak üzere dikilmesi vakfa daha faydalı olacağından bazı
yerlerde âdet olmuştur. Şübhe yok ki bu, kiracının kendi nefsi için dikmesinden
daha menfaatlidir.
"Vakıf bir araziye kiracının yapmış
olduğu bina veya dikmiş olduğu ağaç..." Yani bir vakıf arazinin kiracısı o
araziye mütevellisinin iznini almaksızın kendi malıyla bina yapsa bakılır: Eğer
bu binanın kaldırılması eski vakıf binalara zarar vermezse, kiracı bu binayı
kaldırır. Eğer zarar verirse, kiracı kendi malını zayi etmiş olur. Bu bina
kendi kendine yıkılıncaya kadar bekler, yıkılınca enkazını alır. Bu bina o
vakıf arazinin başkasına kiraya verilmesinin sahih olmasına mâni olmaz. Çünkü
bu binayı yapan kiracı onu kaldıramadığından yıkılıncaya kadar onda hakkı
yoktur.
Bu binayı yapan kiracı ile mütevelli bu
bina yıkılmış veya yıkılmamış olduğu halde iki kıymetinden en azını geçmeyen
bir para ile bu binanın vakfa kalması için anlaşsalar, sahih olur.
Câmiu'l-FûsuIeyn.
Hâniyye'de zikredilmiştir ki; bir kimse
vakıf bir araziyi kiralayıp üzerine gübre attıktan ve kendisi için ağaç
diktikten sonra ölse, ağaçlar vârislerine kalır, bunları sökmeleri emredilir.
Gübrenîn araziye vermîş olduğu kuvvetten dolayı vârisler vakıfdan bir şey
isteyemezler.
"Bir mütevellinin vakıf bir araziye..."
Bilmiş ol ki; vakıf bir araziye yapılan bir bina hakkında tafsilât vardır:
Binayı yapan mütevelli ise bakılır: Eğer vakfın malından yapmışsa bu bina vakıf
olmuş olur. Gerek vakıf için yapmış olsun, gerek nefsi için yapmış olsun,
gerekse mutlak olarak yapmış olsun müsavidir. Eğer kendi malından vakıf için
diyerek veya mutlak olarak yapmış ise yine bina vakıf olmuş olur. Eğer binayı
yapan, vakfeden olup mutlak olarak yapmış ise, bu bina onun mülkü olur. Zahire.
Eğer mütevelli kendi malından yapmış ve binaya başlayacağı zaman kendisi için
yaptığını söyleyerek şâhid tutmuş ise bina kendisinin olur. Fakat binaya
başlayacağı zaman şâhid tutmayıp sükût eylemişse bina vakıf olur.
Bir mescidin bahçesine dikilecek ağaçlar
şâhid tutulsun tutulmasın mescide aid olur. Çünkü hiç bir kimse kendisi için
mescide ağaç dikemez. Hâniyye.
METİN
Bir mütevelli vakfı oğluna kiraya verse,
câiz olmaz. İmameyn için ihtilâf vardır. Kölesine kiraya verse ittifakla câiz
olmaz. Oğluna veya kölesine mütevellinin vakfı kiraya vermesinin câiz olmaması
mütevellinin kendisi verdiği takdirdedir. Eğer mütevellinin oğluna veya
kölesine vakfı kiraya hakim verirse sahih olur. Vasî de böyledir. Vekil bunun
hilâfınadır.
Bir kimse ashab-ı hadîse vakfetse, Şâfiî
mezhebinden olup hadîs-i şerif talebinde olmayan kimseler o vakıfdan hisse
olamazlar. Fakat hadîs-i şerîf talebinde bulunsun veya bulunmasın Hanefî
mezhebinden olanlar o vakıfdan hisse alırlar.
Kabirlerin kazılması ve ölülerin
kefenlenmesi için yapılan vakıf câizdir.
Sahih olan kavle göre, sûfiyye ve âmalar
namına yapılan vakıf câiz değildir.
Bir kimse, vakfının mütevelliliğini
evlâdından "el'erşedü fe'l erşed"e şart kılıp evlâdından ikisi
erşediyette müsavî olsalar, mütevellilikte ortak olup vazifeye beraber müstahik
olurlar. Ebussûud Efendi:" "ef'al-i tafdil" bire ve müteaddide
şâmil olur." diye sebebini beyân ederek bu kavil ile fetva vermiştir.
Zâhir olan da budur.
İs'âf'dan naklen Nehir'de zikredilmiştir
ki; bir kimse, vakfının mütevelliliğini evlâdının efdal olanına şart kılıp da
ikisi fazilette müsavî olsalar, mütevelliliğe yaşlı olan tâyin edilir. Eğer
biri daha takva olup diğeri vakıf işlerini daha iyi bilse, mütevelliliğe
hıyanetinden emin olunursa vakıf işlerini daha iyi bilen tercih edilir.
Kezâ : Mütevelliliğin erşed olana şart kılınması,
efdal olana şart kılınması gibidir. Enfau'l-Mesail.
Hâkim asıl mütevellinin yanına fahri bir
mutemet tayin etse, asıl mütevelli vakıf işlerinde tek başına tasarruf edebilir
mi? Şarih: "Buna dair bir kavil göremedim." demiştir. Şeyhü'l-Ah:
"Eğer asıl mütevellinin hıyanetinden dolayı fahri mütevelli tâyin
edilmişse kendi başına tasarruf edemez. Eğer sırf mütevelliye vakıf işlerinde
yardım etmesi için tâyin edilmişse asıl mütevelli kendi başına tasarrufda
bulunabilir." demiştir. Bu tafsilât güzeldir.
Hâniyye ve diğer muteber kitaplara nispet
edilerek Fetâvay-ı Müeyyedzâde de zikredildiğine göre, müşrif için tasarruf
hakkı yoktur. Ancak vakıf malını korumak vardır.
Mütevelli vakfın tamiri için vakıf nâmına
ancak hâkimin izniyle istidâne (ödünç para almak veya veresiye bir mal satın
almak) yapabilir.
İZAH
"Bir mütevelli vakfı oğluna kiraya
verse, câiz olmaz." Câmiu'l-Fusuleyn'de beyan edildiğine göre, bir
mütevelli vakıf bir malı lehine şahâdeti kabul edilmeyen akrabasından birisine
satsa veya kiraya verse, İmam Azam'a göre câiz değildir. Vasî de mütevelli
gibidir.
Bir mütevelli vakıf bir haneyi bâliğ olan
oğluna veya babasına kiraya verse, İmam-ı Azam'a göre câiz olmaz. Ancak ecr-i
mislinden ziyade ile kiraya vermiş olursa caiz olur. Nitekim bir vasi yetimin
malını bâliğ olan oğluna veya babasına satsa, İmameyn'e göre kıymetiyle satmış
ise sahih olur. İmam-ı Azam'a göre de satış yetim için hayırlı ise sahih olur.
Keza: Bir mütevelli vakfı kendi nefsi için
kiralasa bakılır: Eğer vakıf için hayırlı ise sahih olur. Eğer vakıf için
hayırlı olmazsa sahih olmaz.
"Vasi de böyledir." Yani yetimin
babası tarafından tayin edilen bir vasî, yetimin malını lehine şahadeti kabul
edilmeyen, akrabasına meselâ; oğluna veya babasına satsa, bu satış sahih olur.
Fakat vekil olan bir kimse, müvekkilinin malını lehine şahadeti kabul edilmeyen
akrabasına satsa, bu satış sahih olmaz. Çünkü bu satışta töhmet vardır.
"Sûfiyye ve âmâlar namına yapılan
vakıf câiz değildir." Bu meselede ihtilâf vardır. Örfen ihtiyaca delâlet
eden bir lâfızla yapılan vakıflar sahihtir. Yetimlere, kötürümlere, amâlara,
Kur'ân okuyanlara, fukahaya, ehl-i hadise yapılan vakıfların gelirleri bunlar
arasında muhtaç olanlara sarf edilir. Bundan dolayı sûfiyye namına yapılan
vakıflar da câizdir. Çünkü sûfiyye arasında fakirlik gâlibtir. Bazı fukahaya
göre, sûfiyye adına yapılan vakıf sahih değildir. Çünkü sûfiyye nâmı altında
itikatları meçhûl veya fâsid muhtelif zümreler vardır. Buna sûfiyye tâbiri ile
tarikat-ı marziyye ashabının kastedilmesi adettir. Kötü hal sahipleri ise, her
ne kadar kendilerine sûfiyye nâmı verseler bile hakikaten sûfiyyeden
sayılmazlar. Bu bakımdan mutlak surette sûfiyye denilince bunlar dahil olmayıp
vakıf sahih olur. Hakiki sûfiler o vakfa müstahik olur.
"Mütevelliliğin erşed olana şart kılınması..."
Yani bir vakfın mütevelliliği vakfedenin "el erşed fel'erşed"
evlâdına şart kılınmış olsa, buna vakfedenin erkek olsun kadın olsun evlâdının
en ziyade reşid olanı müstahik olur. Vakfedenin evlâdından müteaddid kimseler
erşediyet iddiasında bulunsalar, erşediyeti şâhid ile sabit olan mütevelli
tâyin edilir. Her birînin erşediyet de müsavi oldukları şâhid ile sâbit olsa,
mütevellilik kendilerine müsavî olarak verilir. Erkeklik tercihe sebep olmaz.
Rüşdden maksat halinin iyi olmasından ve tasarrufunun güzel olmasından
ibarettir.
"Müşrif için tasarruf hakkı
yoktur." Çünkü vakfın malında tasarruf etme hakkı mütevelliye
bırakılmıştır. Müşrifin vazife ve salahiyeti bulunduğu memleketin örf ve
âdetine göre değişir. Vakfın malını muhafaza eden haznedar ve ambar memuru gibi
kimselere müşrif denildiği gibi, mütevellinin tasarruflarını mürakabe altında
bulundurmak üzere tâyin edilen kimseye de müşrif denir. Buna vakıf nâzırı da
denir. Buna göre mütevelli müşrifin izni olmaksızın vakıf işlerinde tasarruf da
bulunamaz.
METİN
Vakfın câbisi (tahsildarı) "vakfın
gelirini ölmüş olan mütevelliye hayatında teslim ettim" diye iddia edip
şâhidi de bulunmasa, yeminiyle tasdik edilir. Çünkü ödemeyi inkâr etmektedir.
Tescil edilmiş vakıfdan dönülmesi câiz
değildir. Fakat müezzin, İmam, Kur'an muallimi gibi kimselere vakfın geliri
şart kılındığında bunlar her ne kadar vazifeye layık kimseler olsalar bile bu
şarttan dönülmesi câiz olur. Cevhere.
Cevahirü'l-Fetâvâ'da zikredilmiştir ki;
vakfeden bir kimse vakfiyesinde mütevelliliği hayatta oldukça kendi nefsine
sonra hayatta oldukça fülan oğluna, sonra onun evlâdından pek afif ve reşid
olana şart kılsa bu ibâreden "sümme ba'dehû" kavlindeki zamir oğluna
raci olur, vakfedene raci olmaz. Çünkü kinaye olan zamirler vaz'ın muktezasına
göre en yakın olan mercide munsarıf ve raci olur.
Yine böyle üç mesele vardır ki, bunların
ikincisi ile üçüncüsünde her ne kadar zamir yok ise de bunlarda da en yakın
itibar edilir.
Birinci mesele: Bir kimse "vakaftü
akari hâzâ alâ Zeyd'in ve Amr'in ve nasilhî: Şu akarımı Zeyd'e, Amr'e ve onun
nesline vakfettim" dese, "neslihi" kavlindeki zamir yalnız Amr'e
raci olur.
İkinci mesele : Bir kimse "vakaftü
akari hâzâ alâ veledi ve veled-i velediye'z-zukûri: Şu akarımı veledime ve
veledimin erkek olan veledine vakfettim" dese, ibâredeki "zükûr:
Erkeklik" vasfı yalnız veledinin veledine raci olur.
Üçüncü mesele: İkinci meselenin aksi ki;
bir kimse "vakaftu akari hâzâ alâ beni Zeyd'in ve Amr'in; şu akarımı
Zeyd'in ve Amr'in oğullarına vakfettim" dese, bu vakfa Amr'in oğulları
dahil olmaz. Çünkü "beni" lafzı Zeyd'e daha yakın olduğundan ona sarf
edilir.
Zamirin en yakın mercine raci olması sahih
olan kavildir.
Şârih der ki: Yukarıda beyân edildiği Üzere
birbiri üzerine atfedîlen cümlelerden sonra zikredilen vasıf mezhebimizin
imamlarına göre son cümleye aid olur. Şâfiî mezhebine göre "sümme"
ile atfedilmiş olmazsa cümlelerin hepsine aid olur.
Zeylai'nin "Muharremat" bâbında
beyân edildîğine göre, fukaha: "Birbiri üzerine atfedilen cümlelerden
sonra zikredilen şart cümlelerin hepsine aid olur. Asıl olan budur.
"demişlerdir" denilirse, "bu, tasrih edilen şart ile Allah-ü
Teâlâ'nın Meşiyyetine yapılan istisna hakkındadır." diye cevap verilir.
Ama bizim bahsettiğimiz sıfat ise kelâmın sonunda zikredilen sıfat olup bu sıfat
ancak kendisinden önce gelen kelimeye aid olur. Meselâ: "câe Zeydün ve
Amrüni'l-âlimü: Zeyd ve âlim olan Amr geldi" denildiğinde
"el-âlimü" sıfatı Amr'e aid olur.
Bir kimse "beninime: Oğullarıma
vakfettim" dese, bu vakfakızları da dahil olur. Fakat "benâtıma:
Kızlarıma vakfettim" dese, bu vakfa oğulları dahil olmaz.
Bir kimse bir akarını zürriyetine vakfetse,
bu vakfa oğlunun ve kızının evlâdı dahil olur.
Bir kimse malını batnen bâde batnin (bir
kuşaktan sonraki kuşağa) gibi bir tertible beyan etmeksizin zürriyet ve nesline
vakfetse, bu vakfın geliri erkek ve kız evlâdı ile uzak olsun yakın olsun erkek
ve kız torunları arasında biri diğeri üzerine tercîh edilmeksizin müsavî olarak
taksim edilir. Hersene ölüm ve doğum olmasıyla bu vakıfdaki hissedarlar azalıp
çoğalacağından bir önceki senenin taksimi bozulur. Her sene o vakfın geliri
mevcud olan hissedarlar arasında taksim edilir.
Bir kimse vakfının gelirini evlâdına, sonra
evlâdının evlâdına şart kılsa, fukahadan nakledildiğine göre bu vakıfda kızının
evlâdı dahil olmaz.
Bir kimse "evladının çocuklarına"
veya "akrabama" veya "kardeşlerime" veya "'babalarıma
vakfettim" dese, bu vakıfta erkekler ile kadınlar ortak olur. Vâzıh ve
menkûl olan kavil, budur.
Çok vâki olan meselelerdendir: Bir kimse
bir akarını zürriyyetine "batnen ba'de batnın" diyerek tertibe
vakfedip bunlardan birisi o vakfın gelirine müstahik olmadan önce çocuk
bırakarak ölürse, çocuğu onun yerine geçip hissesini alsın diye şart kılmış
olsa, ölen babaya verilecek olan hisse çocuğuna verilip çocuğu birinci batna
ortak olur mu olmaz mı? Bu soruya Allâme-i Sübkî: "Bir çocuk birinci batna
ortak olmaz." diye fetva vermiştir. Suyûtî bu fetvaya muhalefet etmiştir.
Eş-bâh'ın dokuzuncu kaidesinde İbn-i Nüceym'in ifadesine göre Şuyûti'nin muhalefet
edip: "O çocuk birinci batna ortak olur." diye fetva vermesinin
vechini beyân etmesi vâcibdir. Fakat İbn-i Nüceym o yerden iki yaprak sonra
zikretmiştir ki; bazı vakfedenler batınların arasında "sümme" atıf
edatını bazıları ise "vav" atıf edatını kullanırlar. Vav kullanılan
cümIelerde ortak olunur. Sümme kullanılan cümlelerde ortak olunmaz. Geniş
malumat istersen Eşbâh'la Vehbâniyye şerhine müracaat et.
Vehbâniyye şarihi İmam Sübkî'den kendisine
muhtaç olunan iki vak'a nakletmiştir. Uzun oldukları için burada nakledilmemiştir.
Alimler vakfedenlerin şartlarını anlamakta hayrete düştüler. Fakat Allah-ü
Teâlâ'nın rahmet ettiği zevat hayrete düşmediler.
Şârih: "Bir kimse evlad-ı zuhurun (öz
evlâdın) dan erkek çocuklarına vakfedip kızlarına vakfetmese ve o vakfa müstahik
olan bir kadın babaları evlâd-ı zuhurdan olan iki çocuk bırakarak ölse, bu
çocuklar babaları itibariyle evlâd-ı zuhurdan olduklarından o kadının hissesi
bu iki çocuğa intikal eder diye fetva verdim." demiştir. Nitekim bu mânâ
İs'af ve diğer muteber kitaplardan malûm olur.
İs'âf ile Tatarhâniyye'de beyân edildiğine
göre; bir kimse akibine vakfetse, bu vakfa evlâdı ve erkek evlâdının evlâdı
tenasül ettikçe ebediyyen müstahik olurlar. Fakat kızlarının evlâdı müstahik
olmazlar. Ancak kızların kocaları vakfedenin erkek çocuğundan olurlarsa, bu
takdirde onların çocukları da o vakfa müstahik olurlar.
Nesebi baba yoluyla vakfedende birleşenler
vakfedenin akibidir.
Babası vakfedenin erkek evlâdından olmayan
bir kimse vakfedenin akibinden değildir.
Vasiyet bahsinde beyân edileceğine göre;
bir kimse âline veya cinsine vasiyet etse, kendisine babası cihetinden nispet
edilenler bu vasiyette dahil olur. Kızlarının evlâdı dahil olmaz.
Bir kadın "ehl-i beytine" veya
"cinsine" vasiyet etse, kendi çocuğu vasiyette dahil olmaz. Ancak
çocuğunun babası kendisinin kavminden olursa dahil olur. Çünkü çocuk babaya
nispet edilir, anaya nispet edilmez.
Şârih der ki: Bu izahla bir hadisenin
cevabı malûm olmuştur: Bir kimse evlâd-ı zuhuruna (erkek evlâdına) vakfedip
evlad-ı butununa (kız evlâdına) vakfetmese, artık o vakfa müstahik olan bir
kadın babaları evlâd-ı zuhurdan olan iki çocuk bırakarak ölse, o kadının
hissesi bu iki çocuğa intikal eder; diye cevap verdim. Çünkü bu çocuklar
babaları itibariyle evlâd-ı zuhurdandır. İşin hakikatini Allah-ü Teâlâ
Hazretleri bilir.
İZAH
"Tescil edilmiş vakıfdan dönülmesi
câiz değildir." Bu İmam-ı Azam'ın kavline göredir. Çünkü İmam-ı Azam'a
göre, bir vakfın vakıf olduğuna dair salahiyetli bir hâkim tarafından hüküm
verilip tescil edilmeden önce, o vakıf bir vakf-ı lâzım olmuş olmaz. Fakat
yukarıda geçtiği üzere fetva İmameyn'in kavline göredir.
"Vazifeye lâyık kimseler olsalar
bile..." Fetâvây-ı Müeyyedzâde'de: "Müezzin, İmam, Kur'an muallimi
gibi kimselere vakfın geliri şart kılındığında bunlar vazifeye lâyık olmazlar
veya vazifelerini ihmal ederlerse, vakfedenin bu şarttan dönmesi câiz
olur." diye beyân edilmiş olduğunu gördüm.
Hulâsa'da zikredilmiştir ki; tescil edilmiş
vakıftan dönülmesi caiz değildir. Fakat müezzin, İmam, Kur'an muallimi gibi kimselere
vakfın geliri şart kılındığında bunlar vazifeye lâyık olmazlar veya
vazifelerini ihmal ederlerse, vakfeden bu şartına muhalefet edebilir.
Allah'ın yardımıyla derim ki: "Müezzin
ve imam gibi kimselere vakfın geliri şart kılınıp bunlar lâyık olmazlar veya
vazifelerini ihmal ederlerse, vakfedenin bu şarttan dönmesi câiz olur."
diye zikredilen hakikatte şarttan dönmek olmayıp şarta muhalefet etmektir.
Çünkü o müezzin ve imamın azledilip yerlerine vazifeye lâyık olan müezzin ve
imamın tâyin edilmesi vakıf için daha menfaatlidir. Nitekim vakfeden
mütevellilikten çıkarılmamasını şart kılıp da vakfa hıyanetlik etse, şartına
riayet edilmeyip mütevellilikten çıkarılır, yerine başkası mütevelli tayin
edilir. Nitekim bir sene müddetten ziyade kiraya verilmemesi şart kılınan bir
vakıf akarın mütevellisi bu müddetle kiraya talip bulunmayınca bunu hâkimin
reyiyle daha uzun bir müddetle kiraya verebilir.
Hâsılı: Vakfeden muayyen bir şahsın imam,
müezzîn veya Kur'an muallimi olmasını şart kılıp şart kıldığı şahıs vazifesini
ihmal eder veya başkası o vazifeye daha lâyık olursa vakfedenin bu şartından
dönmesi sahih olur. Bu dönmek hakikatte şarttan dönmek olmayıp Müslümanlara ait
olan bir menfaat için o muayyen şahsı başkasıyla değiştirmektir. Bu mesele
musannıfın: "Muhtar olan kavle göre, mescidin bânisinin imam ve
müezzinitâyin etmesi daha evlâdır. Ancak cemaatin tâyin ettiği mescidin
bânisinin tâyin ettiğinden vazifeye daha lâyık olursa başka" diye geçen
meselenin benzeridir. Bununla azledebilir mi? Bunun hükmünü görmedim."
diye naklettiğinin cevabı zâhir olmuştur. Yani müderris ile imamın tâyinleri
asıl vakıfta şart kılınsa bile azledilmeleri vakfın menfaatine olursa câiz
olur. Müderris ile İmamın tâyinleri asıl vakıfta şart kılınmış olmazsa,
azledilmeleri evleviyetle câiz olur.
Vakfeden vakfiyesinde hademe-i hayrattan
dilediğinin ücretini artıracağını dilediğinin ücretini azaltacağını, dilediğini
vakfa sokacağını dilediğini vakıfdan çıkaracağını şart kılsa câiz olur. Bunları
bir defaya mahsus olmak üzere yapabilir.
Şeyh Kâsım Fetâvâsında: "Bilhassa bir
vakfın vakıf olduğuna dair hüküm verildikten sonra vakfedenin o vakıfda muteber
olan bir şartı değiştirmesi, o şart yerleştikten sonra onu tahsis etmesi caiz
değildir." diye beyan etmiştir. Artık sabit oldu ki; vakfedenin
şartlarından dönmesi sahih değildir. Mütevellilik bu şartlardan müstesnadır.
Vakfeden mütevelliliği kendi nefsi için şart kılmadıkça mütevellilik hakkındaki
şartları istediği zaman değiştirebilir. Bunu vakfiyesinde zikretmiş olması icab
etmez. Ama diğer şartları değiştirebilmesi için vakıf yaparken vakfiyesinde
zikretmesi lâzımdır. Vakfiyesinde zikrettiği takdirde de bunları bir kereye
mahsus olmak üzere değiştirebilir, bir daha değiştiremez. Fakat bu şartları her
istediği zaman değiştirebilmek salahiyetini kendi elinde bulunmak üzere şart
etmiş olursa, bunları defalarca değiştirmesi sahih olur. Yoksa bir defa
değiştirmekle salahiyeti sona ermiş olmaz. Bir de vakfın menfaati şartın
değiştirilmesini gerektirirse şart değiştirilir.
"Kinaye olan zamirler vaz'ın
muktezasına göre..." Yani zamirler zikredilen en yakın mercie râci olur.
Ben derim ki: Zamirler uzağa irca
edilmesine bir karina bulunmadıkça vaz'ın muktezasına göre en yakına râci ve
munsarıf olur. Bundan dolayı Hayriyye'de beyân edildiğine göre bir kimse bir
akarını oğlu Hasan'a vücuda gelecek evladına sonra onların erkek evlâdına,
sonra kız evlâdına ve kızların evlâdına vakfettikten sonra Muhammed isminde bîr
oğlu olsa, daha sonra Hasan ismindeki oğlu ölse, "yahdüsü lehu"
kavlindeki zamir Hasan'a râci olup Muhammed vakfın gelirinden mahrum olur mu?
Çünkü zamirin en yakın mercii Hasan'dır. Yoksa "yahdüsü le-hu"
kavlindeki zamir vakfedene râci olur da, Muhammed vakfa dahil olur mu? diye
sorulmuş, Hanefî mezhebinden olan Mısır müftüsü Hasan Şürunbulali: "Zamir
vakfedene râci olur." demiştir. Zamirin vakfedene râci olmasında basîret
sahipleri şüphe etmez. Çünkü bu, vakfedenin garazına daha yakındır, lâfzın buna
salahiyeti de vardır. Vakfedenlerin şartlarında beyân edildiğine göre, bir
lâfız için iki ihtimal bulunduğu takdirde hangisi garaz ve maksada uygun ise, o
teayyün eder. Eğer "yahdüsü lehû" kavlindeki zamir Hasan'a irca
edilirse, vakfedenin öz evlâdının vakıfdan mahrum olması ve kızlarının
evlâdının evlâdı vakfa müstahik olması lâzım gelir. Bu ise, vakfedenin
maksadına son derece uzaktır. Bundan dolayı zamir Hasan'a değil, vakfedene icra
edilir.
"Neslihi kavlindeki zamir, yalnız
Amr'e râci olur." Yani vakfa Zeyd, Amr ve Amr'in nesli dahil olur, Zeyd'in
nesli dahil olmaz.
İmam Hassaf: "Bir kimse "vakaftü
malî hâzâ alâ Abdillâhi ve Zeyd'in ve Amr'in ve neslihimâ: şu akarımı
Abdullah'a, Zeyd'e, Amr'e ve ikisinin nesline vakfettim" dese, o vakfın
geliri Abdullah'a, Zeyd'e, Amr'e ve Zeyd ile Amr'in nesillerine aid olur.
Abdullah'ın nesline aid olmaz." ifadesini de ziyade etmiştir.
"Erkeklik vasfı yalnız veledinin
veledine râci olur." Yani cümle-i izafiyedeki vasıflar ve zamirler muzafün
ileyhe ve matufun aleyhe değil, muzafa aid olur. Asıl olan budur. Çünkü
kendisinden asıl bahsolunan muzaftır. Metindeki "veledime" kavli
vakfedenin öz evlâdından hem erkek hem de kız çocuklarına şâmil olur. Yani
bunlar vakfa dahil olurlar. "Veledimin erkek evlâdına" kavli ise
vakfedenin erkek ve kız evlâdının erkek çocuklarına aid olur. Yani o vakfa
erkek torunları dahil olurlar.
Vasıflar kendisini takip eden kelimeye aid
olur. Meselâ; vakfeden, "vakaftü akarî hâzâ alâ fukara-i evlâdı ve cîranî:
Şu akarımı evlâdımın fakirlerine ve komşularıma vakfettim" dese, fakirlik
yalnız evlâdda şart kılınmış olur. Komşularda şart kılınmış olmaz. Birbiri
üzerine atfedilen cümleler arasındaki vasıf kendi üstündeki cümleye aid olur.
Meselâ; vakfeden, "vakaftü mâlî hâzâ alâ evladiye'z-zükuri ve evlâd-i
evlâdî: şu malımı erkek evlâdıma ve evlâdımın evlâdına vakfettim" dese,
erkeklik vasfı vakfedenin öz evlâdına mahsus olur Evlâdının evlâdına şâmil
olmaz. Bundan dolayı öz evlâdının yalnız erkekleri, evlâdının evlâdının ise hem
erkekleri hem de kızları vakfa dahil olurlar.
"Bu, tasrih edilen şart..."
Meselâ; bir kimse, "fülanetü tâlikun ve fülanetü indahaltü'd-dâre: Fülane
zevcem boş olsun fülane zevcem de haneye girersem" dese, haneye girmek iki
zevcesinin talâklarına şart olmuş olur. Yalnız matufa şart olmuş olmaz.
"Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin
meşiyetine istisna..." Buna örfen istisna denilse de hakikatte şarttır.
Bununla "illâ" ile istisnadan ihtiraz edilmiştir. Burada istisna ile
murad "İnşaallâh" tâbiridir. Meselâ; bir kimse "fülanetü tâlikun
ve fülanetü inşaallâh: Fülane zevcem boş olsun fülane zevcem de inşaallâh"
dese, iki zevcesinin talakını Allah'ın meşiyyetine tâlik etmiştir. Allah'ın
meşiyyeti bizce malûm olmadığı için zevceleri boş olmaz.
Hâsılı: Birbiri üzerine atfedilen
cümlelerden sonra zikredilen şart istisna, vasıf İmam Şâfiî'ye göre; cümlelerin
hepsine ait olur. Mezhebimizin imamlarına göre de şart ile istisna cümlelerin
hepsine ait olur. Vasıf ise muttasıl olduğu son cümleye ait olur. Diğer bir
rivâyete göre; cümlelerin hepsine ait olur.
"Çok vâki olan meselelerdendir."
Bir kimse bir akarını evladına, sonra evlâdının bu minval üzere batınlar
arasında tertiple vakfedip evlâdından çocukbırakarak ölenin hissesinin çocuğuna
verilmesini, çocuksuz ölenin hissesinin derecesinde bulunanlara verilmesini,
vakfın hissesine müstahik olmadan ölüp çocuğu bulunursa, onun yerine geçip onun
hissesini almasını şart kıldıktan sonra on çocuk bırakarak ölse, sonra bu on
çocuktan biri ölüp bir çocuk bıraksa, vakfedenin şartıyla amel edilerek ölenin
sehmi çocuğuna verilir. Sonra bu on çocuktan diğer birisi ölüp bir çocuk ile
kendisi hayatta iken ölmüş olan oğlunun çocuğu kalsa, bu çocuk amcasıyla
beraber dedesinin hissesini alıp -çünkü vakfeden bu çocuğun derecesini
babasının derecesinde kılmıştır- birinci batna yani amcasının batnına ortak
olur mu? Yoksa bu çocuğa bir şey verilmez mi?
Allame-i Sübkî şöyle cevap vermiştir: Bu
çocuk birinci batna ortak olmaz. Amcası kendi babasının hissesini tek başına
alır. Çünkü bu çocuğun babası kendi babasının hayatında ölmüş olduğundan vakıf
ehlinden değildir. Vakfedenin birinci şartıyla amel edilir. Yani bu on evlâddan
her biri çocuk bırakarak öldüğünde hissesi çocuğuna verilir. Vakfın gelirine
müstahik olmadan önce ölenin çocuğuna bir şey verilmez. Bu şekildeki taksimat
birinci batındaki onuncu evlâdın ölümüne kadar devam eder. Onuncu evlât çocuk
bırakarak öldüğünde onun hissesi çocuğuna verilir. Vakfın gelirine müstahik
olmadan önce ölenin çocuğuna bir şey verilmez. Bu şekildeki taksimat birinci
batındaki onuncu evlâdın ölümüne kadar devam eder. Onuncu evlât çocuk bırakarak
öldüğünde onun hissesi çocuğuna verilmez. Artık bu taksimat bozulur. Bu vakfın
geliri ikinci batında bulunan evlâda taksim edilir. Yine ikinci batındaki
evlâddan her biri çocuk bırakarak öldüğünde hissesi çocuğuna verilir. Bu
batındaki son evlâdın hissesi çocuğuna verilmez. Bu taksimat bozulur. Bu vakfın
geliri üçüncü batında bulunan evlâda taksim edilir. Bütün batınlarda bu şekilde
taksimat yapılır. Nitekim Hassaf da böyle tasrîh etmiştir. Fakat Allâme-i Sübkî
bu vakfın gelirini taksimat başlarken her batnın ölülerine taksim eder. Her
ölünün hissesini çocuğuna verir. Hassaf ise bu vakfın gelirini taksimat
başlarken batında mevcut olanların adedine göre taksim eder. Bu batındakilerin
usulünü göz önüne almaz. Allâme-i Sübkî'nin söylediğinin hülasası budur.
Celâli Suyutî, Allâme-i Sübkîye muhalefet
edip şöyle demiştir: Vakfedenin şartıyla amel edilerek vakfın gelirine müstahik
olmadan önce ölenin çocuğu babasının yerine geçip amcasıyla beraber dedesinin
sehmine müstahik olur. Amcalarından birisi çocuksuz öldüğünde onlarla beraber
onun sehmine de müstahik olur. Çünkü bu çocuğun vakıf ehlinden olmadığı kabul
edilmez. Bilâkis vakfın gelirine müstahik olmadan ölen kimse vakıf ehlindendir.
Zira vakıf ehli hem vakfa müstahik olana hem de vakfa müstahik olma sadedinde
bulunana şâmildir. Her batındaki son evlât çocuk bırakarak öldüğünde onun
hissesi de çocuğuna verilir.
Hâsılı:
Celâlî Suyûtî, Allâme-i Sübkî'ye iki meselede muhalefet etmiştir. Birincisi
babasının hayatında ölenin çocuğu birinci batınla beraber vakfın gelirine
müstahik olur. İkincisi bir batın münkariz olunca taksimat bozulmaz. Nitekim
her batındaki son evlât çocuk bırakarak öldüğünde onun hissesi de çocuğuna
verilir. işin hakikatini Hak Teâlâ Hazretleri bilir.
METİN
Mevahib'de beyan edildiğine göre; bir kimse
bir akarını kendi nefsine, veledine (çocuğuna), nesline ve akibine vakfetmiş
olsa bu vakfın gelirini hayatta oldukça kendi nefsine, sonra veledine, sonra
nesline, sonra akibine şart kılmış olur. Bu, İmam Ebû Yusuf'a göre caizdir. Bu
kaville fetva verilir. Nitekim bir kimse kendi vakfının gelirini veledi için
şart kılsa câiz olur.
Vakıflarda bir defa zikredilen
"veled" tabiri yalnız sulbi (öz) velede mahsustur.
Veled tâbiri erkekle kayıdlanmadıkça kıza
da şâmil olur.
"Şu akarımı veledime vakfettim"
diyen kimsenin bir çocuğu bulunsa, o vakfın gelirinin hepsi ona ait olur.
Veledine vakfeden kimsenin sulbi çocukları ölünce o vakıf fakirlere ait olur.
Torunlarına ait olmaz. Fakat vakfettiği zaman sulbi çocuğu olmazsa o vakıf
oğlunun çocuğuna -isterse kız olsun- ait olur. Sahih olan kavle göre; kızının
çocuğuna ait olmaz. İkinci batından aşağıdaki batınlara da ait olmaz. Vakfeden
"veled-i veledi: Veledimin veledine" kavlini ziyade etse, bu vakıf
birinci batınla ikinci batına ait olur. Eğer üçüncü batını ziyada ederse nesline
şâmil olur. Bu vakfın gelirinde uzak ve yakın batınlar müsavî olarak ortak
olurlar. Nitekim vakfeden ilk defa cemi lâfzıyla "şu akarımı
evladıma" veya "veledime ve evlâd-ı evlâdıma vakfettim"
dediğinde bu vakfın gelirinde uzak ve yakın batınlar ortak olur. Ancak tertibe
delâlet eden bir şey zikredip mesela: "el'akrebü fel'akreb: En yakına
ondan sonra gelen yakına" veya "veledime sonra veledimin
veledine" veya "bir batına ondan sonraki batına vakfettim" dese,
bu takdirde o vakfın geliri vakfedenîn tâyin ettiği sıraya göre taksim edilir.
Bir kimse "şu malımı evlâdıma
vakfettim" deyip isimlerini teker teker söylese onlardan biri ölünce
hissesi fakirlere sarf edilir.
Bir kimse vakfının gelirinin önce
zevcesine, onun ölümünden sonra evlâdına şart kılıp sonra zevcesi ölse, eğer
evlâdından ölenin hissesinin veledine verilmesini şart kılmamışsa ölen zevcenin
hissesi vakfedenden doğan kendi oğluna mahsus olmayıp vakfedenin bütün evlâdına
ait olur.
Bir kimse, "şu akarımı beninime:
Oğullarıma" veya "ihvetime: Kardeşlerime vakfettim" dese, evceh
olan kavle göre bu vakıfta kızlar da dahil olur. Fakat "benâtıma:
Kızlarıma vakfettim" dese, bu vakıfta oğulları dahil olmaz.
Bir kimse, "şu akarımı benînime:
Oğullarıma vakfettim" dediği halde yalnız kızları bulunsa veya "benâtıma:
Kızlarıma vakfettim" demiş olduğu halde yalnız oğulları bulunsa, bu vakfın
geliri fakirlere sarf edilir. Çünkü kendilerine vakfedilenler mevcut değildir.
Eğer, "oğullarıma vakfettim" diyenin sonradan oğulları,
"kızlarıma vakfettim" diyenin sonradan kızları olsa, vakfın geliri
onlara ait olur.
Gelirin meydana gelmesinden altı aydan az
müddette doğan çocuk gelirin taksiminde dahil olup hisse alır. Eğer altı ayda
veya daha ziyade müddette doğarsa hisse alamaz. Ancak çocuğu, vakfedenin cinsî
yakınlıkta bulunması helâl olmayan talâk-ı bâinle boşanmış karısı veya âzâd
olmuş ümmi veledi, boşanma ve âzâd edilme vaktinden itibaren az müddette
doğurmuş olursa, çocuğun nesebi vakfedenden sâbit olacağından o çocuk vakfın
taksiminde dahil olup hisse alır. Çünkü iddette cinsî yakınlık haram olduğundan
şer'î şerif, gebeliğin talâk ve âzâd-dan önce olduğuna hükmeder de gelirin
meydana geldiği vakitte çocuk mevcut olmuş olur. Eğer kadın talâk-ı ric'î
iddetinde veya âzâd olmamış ümmi veled olmakla cinsî yakınlığı helâl olursa
çocuk, gelirin meydana gelmesinden sonra mevcut olma ihtimalinden dolayı
taksimde dahil olmaz. Eğer vakfeden batınlar arasında tertibe delâlet eder bir
tâbir kullanmazsa, vakfın geliri yakın ve uzak batınlar arasında müsavî olarak
taksim edilir. Eğer "erkek için dişinin iki hissesi vardır" derse,
dediği gibi taksim edilir. Eğer "erkek için dişinin iki hissesi
vardır" kavli vakıfta olmayıp vasiyette olur, erkek evlâtla kız evlât
karışık olmayıp yalnız erkek evlât veya yalnız kız evlât olursa, erkek evlât
kız evlâtla beraber, kız evlât erkek evlâtla beraber var kabul edilir, vasiyet
aralarında erkek için dişinin iki hissesi vardır kaidesine göre taksim edilir
de mevcut olan erkek evlât veya kız evlât hissesini alır. Var kabul edilen
evladın hissesi vârislerine aid olur. Mevcut olmayan evlâda vasiyet câiz
değildir. Fakat mevcut olan vârislerin alacakları hisseler bilinsin diye mevcut
olmayan evlât, erkek veya kız kabul edilmiştir.
Bir kimse "şu malımı veledime,
neslime, ebediyyen tenasül ettikçe vakfettim; her ne zaman onlardan biri ölürse
hissesi veled ve nesline verilsin" dese o vakfın geliri vakfedenin ölü ve
diri veled ve neslinin hepsine müsavî olarak taksim edilir. Vakfedenin şartıyla
amel edilerek onlardan ölenin hissesi de miras olarak veledine verilir. Eğer
vakfeden "evlâdından çocuksuz ölenin hissesi kendinin üstünde bulunan
kimseye verilsin" deyip halbuki kendinin üstünde bir kimse bulunmasa veya
bu hususta bir şey söylemese, çocuksuz ölenin hissesi asıl gelire ait olur.
Vakfedenin nesil bâki oldukça fakirlere sarf edilmez.
Nesil: Bir kimsenin erkek olsun kız olsun
evladına ve torunlarına denilir.
Akib: Bir kimsenin sulbi evlâdına ve sulbî
erkek evlâdının evlâdına verilen isimdir. Fakat kız evlâdının evlâdı kendisinin
akibi değildir. Ancak kızlarının kocaları kendi kavminden olursa onların evlâdı
da akib olur.
Bir kimsenin âlî, cinsi ve ehl-i beyti
kendisine babası cihetinden İslâmiyet devrine ilk yetişmiş olan cedd-i âlâsına
kadar neseb cihetiyle birleşen insanlardır. Bu cedde-i alânın Müslüman olup
olmaması müsavîdir.
Bir kimsenin karabeti, erhâmı ensâbı
kendisine babası veya anası tarafından ilk İslâm'a yetişmiş olan büyük dedesine
kadar nisbet olunan akrabasıdır. Fukahaya göre ana baba ile sulbî evlada
ittifakla karâbet ismi verilmez. Keza İmam A'zam'la İmam Ebû Yusuf'a göre;
anneyle babayaher ne kadar yukarı çıkarsa çıksın, evlâda her ne kadar aşağı
inerse insin karabet ismi verilmez. İmam Muhammed'e göre; bunlar karabetten
sayılırlar.
Vakfeden, "Şu vakfımın geliri,
evlâdımın ve torunlarımın fakirlerine verilsin" diye kayıdlasa, o vakfın
gelirinin meydana gelme zamanındaki fakirler itibar edilir. Buna göre, gelirin
meydana geldiği günde fakir olanlar o vakfın gelirine müstahik olur. Burada
fakir ile zekât alması câiz olan fakir murad edilmiştir.
Her hangi bir sebebden dolayı mütevelli
vakfın gelirini hisse sahiblerine sarf etmeyi tehir etmekte onların zengin
olanı fakir, fakir olan zengin olsa gelirin taksim edildiği zaman fakir olan
gelirin meydana geldiği zamanda fakir olana ortak olur. Çünkü sıla kabîlinden
olan şeylere ancak teslim alınmakla mâlik olunur. Vakıfda hissesi olanın zengin
olması veya ölmesi daha önce müstahik olduğu hakkını iptal etmez. Ama gelir
meydana geldikten sonra altı aydan az bir müddette doğan çocuğun o gelirde
hakkı yoktur. Çünkü bu çocuk gelirin meydana geldiği zamanda cenin olduğundan
zengin gibi oldu da vakfın gelirine ihtiyacı olmadı.
Bazı fukaha ise, "bu çocuk o gelire
müstahik: olur. Çünkü fakir; bir şeyi olmayan kimsedir. Ceninin de bir şeyi
olmadığından fakir sayılır" demişlerdir.
Vakfeden, "şu akarımın geliri, evlad
ve torunlarımın sahih olanlarına" veya "el' akrebü fel'akrebe"
veya "el'ahvecü fel'ahvece" veya "evlâdıma komşu olanlara"
veya "şehirde sakin olanlara verilsin" diye şart kılsa şartıyla amel
edilerek o vakfın gelirine bu zikredilen şartları haiz olanlar müstahik olur.
Bu vakıf meselelerinin tamamı İs'âf isimli kitap dadır. Zamanın hadiseleri
kendisini vakıf meselelerinden gizli ve ince olanları bilmeye muhtaç eden kimse
Hilâl ile Hassaf'ın kitaplarından kısaltılan vakıf hükümlerine mahsus İs'âf
isimli kitabı mütalaaya devam etsin. Yine bu şekilde izah, önce Dımeşk'te,
sonra Kahire'de bulunan Hicrî 921 tarihinde vefat eden Hanefî mezhebinden aslen
Trabluslu şeyh İbrahim b. Musa b. Ebubekir'in "Mevahibü'r-Rahman şerhi
Bürhan" isimli eserinde de mevcuddur. Bu Şeyh İbrahim İs'âf isimli
kitabında sahibi ve müellifidir.
İZAH
"Kendi nefsine..." Metinde
geçtiği üzere İmam Ebû Yusuf'a göre; bir kimsenin vakfının gelirini kendi nefsi
için şart kılması câizdir.
"Vakıflarda bir defa zikredilen
"veled" tâbiri yalnız sulbî (öz) velede mahsustur." Yani veledi
(çocuğu), bulunursa, birinci batına mahsus olur. Diğer batınlar bu vakıfa dahil
olmaz. Çünkü veled lâfzı -mânâ itibarıyla umumî olsa bile - müfreddir.
"Kıza da şâmil olur." Yani veled
tâbiri oğula da kıza da şâmildir. Çünkü veled, velâdeten (doğmaktan)
alınmıştır. Velâdet ise her ikisinde de mevcuddur. Dürer, İs'af.
"Bir çocuğu bulunsa..." Yani
vakfedenin vakfettiği zaman bir çok çocuğu bulunup bunlar ölür, bir tanesi
kalırsa veya vakfettiği zaman bir tek çocuğu bulunursa, bu iki surette bu
vakfın gelirinin hepsi ona aid olur. Çünkü veled lâfzı muzaf olan müfred
olduğundan umum ifade eder. Fakat vakfeden "şu malımı beninime: Oğullarıma
vakfettim" dediği halde bir oğlu bulunsa o vakfın gelirinin yarısı ona
diğer yarısı ise fakirlere aid olur. Zira cem'i sigası kullanılmıştır. Vakıfta,
vasiyette cem'in en azı ikidir. İs'âf'ta da böyledir. Füru bahsinde geçmiştir.
"Torunlarına aid olmaz." Çünkü bu
vakfın geliri birinci batına mahsustur. Torunlar şartsız o vakfın gelirine
müstahik olmazlar. Birinci batında kimse kalmayınca o vakfın geliri fakirlere
sarf edilir. Buna "mun-katıu'l-Vasat: Ortası kesilmiş vakıf" adı
verilir. Nitekim yukarıda geçmiştir.
"Oğlunun çocuğuna - İsterse kız olsun
- aid olur." Yani o vakfın gelirinde oğlunun çocuğuna daha aşağıdaki
batınlar ortak olmaz. Çünkü vakfedenin sulbi (öz) çocuğu bulunmadığında
çocuğunun çocuğu Sulbi çocuğu gibidir. Zira çocuğunun çocuğu da kendisine
nisbet edilir. Evkâf-ı Hassaf'ta beyân edildiğine göre vakfedenin sulbî çocuğu
ve çocuğunun çocuğu da bulunmayıp çocuğunun çocuğu bulunsa o vakfın geliri ona
ve daha aşağıdaki batınlara aid olur.
Birinci batınla ikinci batın arasındaki
fark; vakfedenin sulbi evlâdı bulundukça daha aşağıdaki batınlar o vakfın
gelirine müstahik olmaz. İkinci batında çocuk bulundukça daha aşağıdaki
batınlar o vakfın gelirine müstahik olmaz. Vakıf üçüncü batına inerse, bütün
batınlar o vakfın gelirine müstahik olur.
"Vakfeden" veledimin veledine
"kavlini ziyade etse, bu vakıf birinci batınla ikinci batına aid
olur." Yani vakfeden "şu malımı veledime ve veledimin veledine
vakfettim" dese, bu vakfın geliri birinci batınla ikinci batına aid olur.
Dürer'de beyân edildiğine göre o vakfın gelirinde birinci batınla ikinci batın
ortak olur. Sulbî evlâd torunlar üzerine tercih edilmez. Çünkü vakfeden sulbî
evlâdı ile torunları arasını müsavî kılmıştır. Yani vakfederken tertibe delâlet
eder bir şey zikretmemiştir. Bir vakıf birinci batına vakfedilir de birinci batından
kimse kalmazsa o vakfın geliri fakirlere sarf edilir. Birinci ile ikinci batına
vakfedilir de bu batınlardan da kimse kalmazsa yine fakirlere sarf edilir.
Üçüncü batına sarf edilmez. Çünkü veled cem'i kullanılmamıştır.
"Eğer üçüncü batını ziyade ederse..."
Yani vakfeden "şu malımı veledime, veledimin veledine ve veledimin
veledinin veledine vakfettim" dese, evlâdı, evlâdının evlâdı tenasül
ettikçe ne kadar aşağı inerse insin onlardan bir kişi bûlundukça o vakfın
geliri onlara sarf edilir, fakirlere sarf edilmez.
"Evlâdıma..." Yani bir kimse
cem'i lâfzıyla "şu malımı evlâdıma vakfettim" dese bu vakıfta yakın
ve uzak batınlar müsavî olarak ortak olur. Çünküevlâd tâbiri, torunlara da
şâmildir. Dürer.
Bu kavil Hâniyye'de zikredilene muhâliftir.
Şöyle ki: Bir kimse "şu arazimi evlâdıma, sonra fakirlere vakfettim"
deyip sonra evlâdından biri ölse, Hilâl'a göre onun hissesi diğer kardeşlerine
sarf edilir. Bu birinci batında bulunanların hepsi ölünce o vakfın geliri
fakirlere sarf edilir. Vakfedenin torunlarına sarf edilmez. Dürer'de zikredilen
kavil, Hulâsa'da Bezzâziye'de Hızanetü'l Fetâvâ'da, Hızanetü'l Müftîn'de
zikredilen kavle muvafıktır.
Evet, Muhtar'ın şerhli el-ihtiyar'da
zikredilmiştir ki; bir kimse "şu akarımı evlâdıma vakfettim" dese
evlâd ismi umumî olduğundan dolayı bu vakıfta batınların hepsi dahil olur.
Fakat birinci batın takdim edilir. Birinci batında kimse kalmayınca ikinci
batına sarf edilir. İkinci batında kimse kalmayınca bundan sonraki yakın ve
uzak batınların hepsi o vakıfta müsavî olarak ortak olurlar.
"İsimlerini teker teker
söylese..." Bir kimse "şu arazimi fülan, fülan ve fülan oğullarıma,
sonra fakirlere vakfettim" dese, ben derim ki: Vakfedenin dört evlâdı olup
bunlardan üçünün ismini söylese, ismini söylemediği çocuğu vakıfta dahil olmaz.
Vakfeden "sonra bunların evlâdına vakfettim" dese, ismini söylemediği
çocuğunun çocuğu o vakıfta dahil olmaz. Fakat vakfeden "sonra evlâdımın
evlâdına vakfettim" derse, ismini söylemediği çocuğunun evlâdı da vakfa
dahil olur.
İs'âf'ta beyân edilen de buna delalet eder.
Şöyle ki: Bir kimse "şu akarımı veledime, onların evlâdına ve onların
evlâdının evlâdına vakfettim" deyip onun bir çok çocukları bulunup
onlardan bazısı vakfedilmeden önce ölmüş olsa, o vakıf hayatta olan evladıyla
onların evlâdına yapılmış olur. Vakıftan önce ölmüş olan evlâdına yapılmış
olmaz. Çünkü vakıf ancak hayatta olanlara ve sonra vücuda geleceklere yapılır,
ölülere yapılmaz. Eğer vakfeden "şu akarımı veledime, veledimin veledine
ve onların evlâdının evlâdına vakfettim" dese, vakıftan önce ölmüş olan
evladının çocukları da o vakfın gelirine müstehik olur.
Muhim füru: Bir kimse "şu malımı
mevcud olan veledime ve neslime vakfettim" deyip sonra sulbî bir veledi
vücuda gelse, "neslime" kavil ile bu veledi de bu vakıfta dahil
olur.Fakat "şu malımı mevcud olan veledime ve onların nesline
vakfettim" deyip sonra sulbî bir veledi vücuda gelse, bu takdirde bu veled
ve bunun evlâdı bu vakıfta dahil olmaz. Eğer "şu malımı mevcud olan
veledime onların nesline ve vücuda gelecek her veledime vakfettim" deyip
sonra sulbi bir veledî vücuda gelse, bu veledi vakfa dahil olur. Fakat bunun
evladı vakfa dahil olmaz. Eğer "şu malımı mevcud olan veledime, onların
nesline, sonra vücuda gelecek veledimin nesline vakfettim" deyip sonra
sulbî bir veledi vücuda gelse, bu veledin evlâdı vakfa dahil olur, fakat
kendisi dahil olmaz. Eğer "şu malımı mevcud olan veledime onların
evlâdının evladına ve nesillerine vakfettim" dese, "nesillerine"
kavliyle evlâdının evlâdı -her ne kadar bir batın geçse bile- o vakfa dahil olur.
Evkâf-ı Hassaf.
"Hissesi fakirlere sarf edilir."
Çünkü bu vakıf onlardan her birine vakfedilmiştir. Eğer vakfeden evlâdının
isimlerini söylemeyerek "şu evlâdıma, sonra fakirlere vakfettim"
deyip de onlardan biri ölse, onun hissesi diğer kardeşlerine sarf edilir. Çünkü
bu vakıf evlâdın hepsine yapılmıştır. Her birine yapılmamıştır.
"Gelirin taksiminde dahil olup hisse
alır." Fetih'de zikredilmiştir ki; vakfın gelirinin çıktığı zamanda,
annesinin karnına düşmüş olan her çocuk o gelire müstahik olur. Hatta vakfın
geliri çıktıktan sonra altı aydan az müddette vücuda gelen bir çocuk o gelire
müstahik olur. Vakfın geliri çıktıktan sonra altı ayın tamamında veya daha
ziyade müddetle vücuda gelen bir çocuk o gelire müstahik olmaz. Çünkü vakfın
geliri çıktığı zamandan itibaren altı aydan az müddette doğan çocuğun annesinin
karnında bulunduğu kesinlikle bilindiği için o gelire müstahik olur. Hatta o
gelir taksim edilmeden önce o çocuk ölse hissesi varislerine intikal eder.
Gelirin meydana geldiği zamandan itibaren
altı aydan az müddette vücuda gelen çocuğun o gelire müstahik olması için
zevceden doğması şarttır. Eğer vakfedenin cariyesi vakfın geliri çıktığı
zamandan itibaren altı aydan az müddette bir çocuk dünyaya getirip vakfeden o
çocuğun kendisinden olduğunu itiraf ve ikrar etse, o çocuk o vakfa müstahik
olmaz. Çünkü vakfeden başkalarının aleyhine yani o vakfın gelirine müstahik
olanların aleyhine ikrarda bulunduğundan müttehemdir. Fakat zevcenin çocuğu
dünyaya gelince nesebi sâbit olur.
"Gelirin meydana gelmesinden..."
Yani gelirin meydana gelmesi vakfına göre değişir. Şöyle ki: Ekilen cinsten
olan gelirin meydana gelmesi ekinlerin yetişip tane tutması veya kıymet eder
bir hale gelmesi ile olur. Meyvelerden ibaret olan bir gelirin meydana gelmesi,
meyvelerin yetişip âfetten emin bir hale gelmesi ile olur. Kira bedellerinden
ibaret bulunan bir gelirin meydana gelmesi, bu bedellere aid taksit
zamanlarının gelmesiyle olur.
"Erkek için dişinin iki hissesi
vardır." İs'âfda beyan edildiğine göre; bir kimse "şu akarımı batnen
bade batnın: Bir batından sonraki batına erkek için dişinin iki hissesi olmak
üzere vakfettim" deyip o vakfın geliri meydana geldiği zaman birinci
batında erkek ile kız evlad karışık olursa, vakfın geliri aralarında erkek için
dişinin iki hissesi olmak üzere taksim edilir. Eğer birinci batında yalnız
erkek veya yalnız kız evlad bulunursa, kız evladla beraber erkek evladın
bulunduğu veya erkek evladla beraber kız evladın bulunduğu farz edilmeksizin
gelir aralarında müsavi olarak taksim edilir. Fakat vasiyet böyle değildir.
Şöyle ki: Bir kimse "malımın üçte birini Zeyd'in evladına aralarında erkek
için dişinin iki hissesi olmak üzere vasiyet ettim" deyip Zeyd'in yalnız
erkek evladı veya yalnız kız evladı bulunsa, erkek evladla beraber kız evladı,
kız evladla beraber erkek evladı varmış gibi kabul edilip malın üçte biri
aralarında erkek için dişinin iki hissesi vardır kaidesine göre taksim edilir
de mevcud olan erkek evlad veya kız evlad hissesini alır. Var kabul edilen
evladın hissesi vasiyet edenin varislerine ait olur.
Vakıf ile vasiyet arasındaki fark: Vasiyet
edilen üçte birin bâtıl olan miktarı vasiyet edenin varislerine miras olarak
kalır. Vakıftan batıl olan miktar ise vakfedenin varislerine miras olarak
kalmayıp ikinci batına intikal eder. Birinci batında bir kimse bulundukça o
vakfın geliri başkasına verilmez.
"Ölenin hissesi de miras olarak
veledine verilir," Yani ölen kimseye düşen hisseyi çocuğu kendi hissesi
ile birlikte alır. Çünkü bu çocuk o vakfın gelirine kendi hissesi ile babasının
hissesi olmak üzere iki cihetten müstahik olur.
Batınlara yapılan vakıflarda tertibe
delâlet eder bir tâbir bulunursa, birinci batın münkariz olmadıkça ikinci
batına o vakıftan hisse verilmez. Fakat tertibe delâlet eder tâbirden sonra
vakfeden "onlardan biri çocuk bırakarak ölürse hissesi çocuklarına
verilsin" diye şart kılmış olursa, bu takdirde ölenin hissesi çocuğuna -
her ne kadar ikinci batında ise de - verilir. Eğer vakfeden onlardan ölenin
hissesinin kime ait olacağını beyan etmese, onun hissesi çocuğuna verilmeyip
asıl gelire aid olur ve o vakfa müstahik olanlara taksim edilir.
Kezâ : Onlardan çocuksuz ölenin hissesinin
kime verileceği beyân edilirse, meselâ vakfeden onlardan çocuksuz ölenin
hissesinin kendisinin üstündeki batna veya kendi derecesinde veya kendi
derecesinden aşağıda olanlara verilmesini şart kılarsa, şartına riayet edilir.
Eğer vakfeden böyle bir şart kılmazsa, onlardan çocuksuz ölenin hissesi de asıl
vakfa aid olur ve o vakfa müstehik olanlara taksim edilir, fakirlere verilmez.
Çünkü vakfeden birinci batının ikinci batın üzerine takdim edilmesini şart
kılmıştır. Birinci batında bir ferd bulundukça o vakfın geliri ikinci batına
verilmez.
Ben derim ki: Vakfeden onlardan çocuksuz
ölenin hissesinin derecede ona sırayla yakın olanlara verilmesini şart kılsa
-nitekim vakıflarda galip olan budur- halbuki onun derecesinde bir kimse
bulunmasa hissesi asıl gelire aid olur, ölenin üstündeki batna aid olmaz.
Nitekim bir çok fukaha bununla fetva vermişlerdir. Remli de onlardandır. Hangi
batından olursa olsun ölene yakın olana verilmez. Nitekim diğer bir çok fukaha
da bununla fetva vermiştir. Remlî yine bunlarla beraberdir. Çünkü vakfeden
ölenin derecesini şart kılmıştır. Derece ehlinden da yakın olanı şart
kılmıştır. O derecede bir kimse bulunmayınca şart bulunmamış olur. Artık
yakınlık da lağv olmuş olur. Şartın bulunmadığı yerde ölenin hissesi asıl
gelire aid olur. Çünkü vakfedenin "onlardan çocuksuz ölenin hissesinin
üstündeki batna verilmesini şart kılması" kavliyle "ölenin derecesinde
olanlara verilmesini şart kılması" kavli arasında fark yoktur. Kim bunun
hilâfına fetva verirse Hassaf'ın nassına muhalefet etmiş olur. Bu hususta İs'âf
sahibi de Hassaf'a tâbi olmuştur. Fukahadan hiç bir kimse buna muârız olan bir
nakle istinad etmemiştir. Bundan dolayı mansusu aleyhe rücu etmek taayyün
etmiştir. Nitekim bunu Tenkihu'l-Hâmidiyye isimli eserimde izah ettim. Bu
meseleyi yazdıktan bir kaç gün sonra bana Trablus-i Şam'dan bir soru soruldu.
Muhtevası şudur: Ölenin derecesinde amcasının çocukları, aşağıdaki derecede kız
kardeşinin çocukları bulunuyor. Bu asırdaki fukahadan bir cemaat Fetâvâ-i
Hayriyye isimli eserdeki kavle tâbi olarak "ölenin hissesi kız kardeşinin
çocuklarına verilir. Çünkü bunlar her ne kadar derece itibariyle ise de, neseb
itibariyle yakındır" diye fetva vermişlerdir. Ben Hamidiyye'de beyân
edilene tâbi olarak: "ölenin hissesi amcasının çocuklarına verilir. Çünkü
vakfeden kendilerine vakfedilenlerden çocuksuz ölenin hissesinin derece
ehlinden yakın olana verilmesini şart kılmıştır. Yoksa mutlak surette yakın
olana verilmesini şart kılmamıştır." diye fetva verdim.
"Karabet..." Yani bir kimsenin
karabeti,erhamı, ensabı kendisine babası veya anası tarafından ilk İslâm'a
yetişmiş olan büyük dedesine kadar nisbet edilen insanlardır. Bunda mahrem olanlarla
olmayanlar erkeklerle kadınlar, Müslüman olanlarla Müslüman olmayanlar, yakın
olanlarla uzak bulunanlar müsavîdir. Ana-baba ile sulbî (öz) evlâda karabet
ismi verilmez. Dedeler ile torunlar İmam Muhammed'e göre ve İmam-ı Azam'a İmam
Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre karabetten sayılırlar. Zahîr rivâyette de
böyledir. Ama İmam-ı Azam'la İmam Ebû Yusuf'tan diğer bir rivâyete göre;
karabetten sayılmazlar.
Akraba namına yapılan vakıflara vakıf
zamanında mevcud olan yakınlar dahil olabilecekleri gibi vakıftan sonra vücuda
gelecek yakınlar da dahil olurlar.
Bir kimse, "şu akarımı karabetime
vakfettim" dese, bu vakfa bütün akrabası müsavî olarak dahil olurlar. Bu,
İmameyn'e göredir. İmam-ı Azam'a göre; bunda mahremiyet aranır ve akrabalıkta
yakınlık derecesine riayet edilmesi lazım gelir. Bundan dolayı mahrem olan
akrabadan en yakın bulundukça onun aşağısındaki yakınına gelirden hisse
verilmez.
Cem'î sıygasıyla "akrabama" veya
"erhamıma" veya "ensabıma vakfettim" diye yapılan vakıfta
"el akrebü fel akrab" denilmezse o vakfın geliri İmam Azam'a göre:
ikiden az kimseye aid olmaz. Bundan dolayı vakfedenin yalnız bir akrabası
bulunsa gelirin yarısı ona yarısı da fakirlere aid olur. Çünkü cem'î ve tesniye
sıygaları vahid için kullanılmaz. Fakat cem'î sıygası tesniye için
kullanılabilir.
İmameyn'e göre ise bu vakfın geliri bir
kimseye de aid olur. Bundan dolayı vakfedenin yalnız bir akrabası bulunsa,
gelirin tamamına müstahik olur. Çünkü İmameyn'e göre böyle sınırsız olan
cemi'ler cins için olduğundan vahide de şâmil olur. Eğer "el akrebü fel
akreb" tâbiri ilâve edilerek "şu malımı el akrebü fel akreb akrabama
vakfettim" denilse, cem'i sıygası ittifakla göz önüne alınmaz. Çünkü
"akreb" lâfzı müfreddir, "akrabama" tâbirini değiştirmiştir.
Bundan dolayı vakfedenin en yakını bir kişi de olsa gelirin tamamına müstahik
olur.
Bir kimse, "şu vakfımın geliri evlâdım
ve torunlarımdan muhtaç olanlara verilsin" dese, gelirin meydana geldiği
vakit onlardan muhtaç olanlara verilir. Gerek önce zengin olup sonra muhtaç
olsun, gerek aslında muhtaç olsun müsavidir. Miskin ile fakire yapılan vakfın
hükmü de böyledir.
"Zekat alması câiz olan fakir murad
edilmiştir." İs'âf''ta beyan edildiğine göre; nafakası üzerine vacib olan
zengin bir çocuğu bulunan bir kimsevakıfta dahil olmaz. Füru bahsinde geçtiği
üzere bir kimse vakfının gelirini akrabasının fakirlerine verilmesini şart
kılsa, onlardan fakir olanın bu vakfın gelirinden hisse alabilmesi için
nafakası üzerine vâcib olan bir kişinin bulunmaması lâzımdır. Çünkü nafakası
verilen bir fakir vakıf bâbında zengin sayılır. Bu hususta asıl ve kaide şudur:
Küçük bir çocuk ana ve babasının veya dede ve ninesinin zengin olmasıyla zengin
sayılır. Bir erkek ve bir kadın çocuklarının ve torunlarının zengin olmasıyla
zengin sayılır. Bir kadın kocasının zengin olmasıyla zengin sayılır.
Mezhebimizin muhtar olan kavli budur. Hassaf: "Bana göre doğru olan
kendilerine vakfedilen fakirlerin nafakaları başkaları üzerine farz olsa bile
bunlara vakfın gelirinden verilmesidir." demiştir. Hilâl bunu reddetmiştir.
Bu bahsin tamamı İs'âf'tadır.
Bir kimse, "şu akarımı evlâdıma
vakfettim" dese, amme-i meşayihin kavline göre o vakfın gelirine müstahik
olmada vakfedildiği güne değil gelirin meydana geldiği güne itibar edilir. Buna
göre gelirin meydana geldiği günde mevcud olan çocuklar -ister vakfın yapıldığı
günde mevcud olsunlar, isterse sonra dünyaya gelsinler- o vakfın gelirine
müsavî olarak müstahik olurlar.
Kezâ bir kimse "şu arazimi akrabamın
fakirlerine vakfettim" dese, gelirin meydana geldiği günde fakir olan -ister
sonra zengin olsun, isterse daha önce zengin olsun- o vakfın gelirine müstahik
olur.
Tatarhâniyye'de: "Hilal'a göre,
gelirin meydana geldiği günde fakir olanlar o gelire müstahik olur. Bu kavil
ile amel ederiz." diye beyân edilmiştir. Hâniyye'de: "Fetva bu kavil
üzerinedir." denildikten sonra: "Hassaf, gelirin meydana geldiği güne
değil taksim edildiği güne itibar etmiştir." diye zikredilmiştir.
Fetih'de: "Evkâf-ı Hassaf'ta:
"Her hangi bir sebepten dolayı vakfın geliri taksim edilmeksizin bir kaç
senenin geliri toplanıp, onlardan fakir olanlar zengin, zengin olanlar fakir
olduktan sonra o gelir taksim edilse, taksim gününde fakir olana verilir.
Gelirin meydana geldiği günde fakir olup daha sonra zengin olana verilmez"
diye yazılı olduğu "zikredilmiştir. Buna göre metinde geçen "gelirin
taksim edildiği zamanda fakir olan, meydana geldiği zamanda fakir olana ortak
olur" ifadesi "ortak olur" ifadesi "ortak olamaz"
şeklinde olmalıdır. Çünkü fetva Hilâl'in kavline göredir.
"Sıla kabilinden olan..." Vakfın
geliri her hangi bir sebepten dolayı bir kaç sene taksim edilmeyip bu senelerde
gelirin meydana geldiği vakitlerde fakir olan kimse, bu senelerin hepsinin
gelirine müstahik olur. Müstahik olduğu geliri almakla da zengin sayılmaz.
Çünkü sıla kabilinden olan şeylere ancak teslim alınmakla mâlik olunur. Gelirin
taksim günü gelince zengin olsa, geçmiş senelerdeki istihkâkını fakirlik
sıfatıyla alır. Zira sonradan zengin olması daha önce müstahik olduğu hakkını
iptal etmez. Nitekim vakfedilenlerden birisi geliri meydana geldikten sonra
ölse, hissesi ölmesiyle bâtıl olmayıp varislerine miras olarak intikal eder.
"El'akrebü fel'akreb..." Yani
"el'akrebü fel'akreb" diye yapılan vakıflara, akrabalık cihetinden
müsavi ve müteaddid kimseler bulunursa -meşhur ve amel edilen kavile göre-
akrabalığı kuvvetli olan kimse tercih edilir. Meselâ; ana - baba bir kardeş ile
baba veya ana bir kardeş bulunsa, ana baba bir kardeş tercih edilir. Fakat
diğer bir kavile göre; yakınlıkta akrabalığın kuvvetli ve zayıf olmasına değil
yakınlık derecesine itibar edilir. Bundan dolayı geliri vakfedenin akrabasının
en yakınına şart kılınmış bir vakıfta vakfedenin akrabasından ana baba bir
kardeşi ile ana bir kardeşi bulunsa her ikisi müsavi olarak bu gelire müstahik
olurlar. Yoksa ana baba bir kardeş tercih olunmaz. Çünkü ana baba bir kardeş
her ne kadar yakınlığı kuvvetli ise de vakfedene yakınlık derecesi itibarıyla
ana bir kardeş ile müsavîdir.
Vakfının gelirini kendisine insanların en
yakın olanına, sonra fakirlere şart kılan bir kimsenin evlâdı ve ana babası
bulunsa, evlâdı kız olsa bile vakfın geliri ona aid olur. Çünkü bir kimsenin
çocuğu kendisine ana ve babasından daha yakındır. Evlâdı ölünce o vakfın geliri
fakirlere sarf edilir, ana babasına sarf edilmez. Çünkü vakfeden "el'akreb
fel'ak-reb" tâbirini kullanmamıştır. Eğer vakfedenin yalnız anası babası
bulunsa, o vakfın geliri bunlar arasında yarı yarıya taksim edilir. Eğer
vakfedenin anası ile ana bir kardeşleri bulunsa, o vakfın geliri anasına aid
olur.
Eğer vakfedenin babasının babası ile
kardeşleri bulunsa, gelir bir kavile göre babasının babasına bir kavile göre
de, kardeşlerine aid olur. Eğer vakfedenin babası ile oğlunun oğlu bulunsa, o
vakfın geliri babasına aid olur. Çünkü baba torundan daha yakındır. Eğer
vakfedenin kızının kızı ile oğlunun oğlunun oğlu bulunsa o vakfın geliri
kızının kızına aid olur. Çünkü oğlunun oğlunun oğlu her ne kadar asabeden
olduğu cihetle vâris ise de, rahim ve derece bakımından kızının kızı daha
yakındır. Vakıf ise miras kabilinden değildir. Vakfının gelirini kendisine
karabet cihetinden en yakın olana şart ve tahsis eden kimsenin ana babasıyla
evlâdı bulunsa, vakıfta bunların hiç biri dahil olmaz. Çünkü bunlara karabet
denilmez.
"Şu vakfımın gelirini önce bana neseb
veya rahim cihetinden yakın olanlara, sonra bunları takib edenlere şart
kıldım" diyen kimsenin iki erkek kardeşi veya iki kız kardeşi bulunsa, o
vakfın geliri ana baba bir kardeşine, sonra baba bir kardeşine sarf edilir. Bu
kardeşlerden biri baba bir kardeş, diğeri ana bir kardeş olsa, İmam-ı Azam'a
göre; gelir baba bir kardeşe, İmameyn'e göre; her ikisine müsavi olarak sarf
edilir.
Vakfedenin ana baba bir dayısı veya teyzesi
ana bir veya baba bir amcasından yakındır. Ana baba bir amcası, ana veya baba
bir teyzesi veya dayısından yakındır.
Vakfedenin ana baba bir amcası veya halası
ile ana baba bir dayısı veya teyzesi bulunsa, gelir İmam-ı Azam'dan bir kavile
göre; yalnız amca veya halaya aid olur. Diğer bir kavile göre; bu gelire müsavî
olarak ortak olurlar. İmameyn'e göre ise; bu gelire müsavî müstahik olurlar.
T E N B İ H : Yukarıda beyân edilenden
malum oldu ki: "Akreb" lâfzı "akreb-i karabeti" diye
kayıdlanmadıkça karabete mahsus olmaz. Meselâ: Birkimse "vakaftü akari
hâzâ alâ akrabi'nnâsi minni: Şu akarımı insanların bana en yakın olanına vakfettim"
dese, "akreb" lâfzı karabete de başkasına da şamil olur. Bundan
dolayı bu vakıfta vakfedenin ana babası da dahil olur. Halbuki bunlar
karabetten değildir. Buna göre bir kimse "şu malımı insanların bana en
yakın olanına vakfettim, onlardan çocuksuz ölenin hissesi kendi derecesinde
olana verilsin" dese, derecesi yakın olanlar takdim edilir. Çocuksuz
ölenin derecesinde amcasının çocukları aşağı derecede kız kardeşlerinin oğlu
bulunsa, o vakfın geliri amcasının çocuklarına sarf edilir. Kız kardeşinin oğluna
sarf edilmez. Fakat Fetâva-i Hayriyye sahibi: "O vakfın geliri kız
kardeşinin oğluna sarf edilir. Çünkü o daha yakındır. Amcasının çocukları
mahrem olan rahim değildir." diye fetva vermiştir. Ama bunun hata olduğu
açıktır. Çünkü akreb lâfzı karabetten daha umumî olduğundan mahrem olan rahme
mahsus değildir. Nitekim daha önce geçmiştir.
"El-ahvecü fel ahvece..." Hasan
b. Ziyad: "Bir kimse: malımın üçte birini karabetimden en çok ihtiyacı
olandan başlanıp sırasıyla ihtiyacı olanlara verilsin, diye vasiyet edip onlar
arasında meselâ yüz dirheme mâlik olan ile yüz dirhemden daha aza malik olan
bulunsa, vasiyeten yüz dirhemden aza mâlik olana yüz dirheme mâlik oluncaya
kadar verilir. Sonra vasiyet hepsinin arasında müsavî olarak taksim
edilir." demiştir. Hassaf: "Vakıf bana göre vasiyet gibidir."
demiştir. İs'âf.
"Evlâdıma komşu olanlara..." Bir
kimse "şu akarımı komşularımın fakirlerine vakfettim" dese, bu vakıf
İmam-ı Azam'a göre; haneleri vakfedenin hanesine bitişik olan fakirlere
vakfedilmiş olur. Nitekim bir kimse malının üçte birini komşularına vasiyet
etse, bu vasiyet İmam-ı Azam'a göre, haneleri vasiyet edenin hanesine bitişik
olanlara yapılmış olur. Vakıf da vasiyet gibidir. Züfer'de böyle söylemiştir.
Buna göre komşular namına yapılan bir vakfa vakfedenin hanesine bitişik
hanelerde sakin olan hürler, köleler, erkekler, kadınlar, Müslümanlar ve
olmayanların hepsi müsavî olarak dahil olurlar. Vakfedenin hanesine hanelerinin
kapılarının uzak ve yakın olması müsavîdir. Mütevelli onlardan bazısına verip bazısına
vermemezlik edemez. Bilâkis vakfın gelirini onların sayısına göre taksim eder.
İmameyn'e göre ise bir mahallenin topladığı kimselerin hepsi komşu sayılarak o
vakfa dahil olurlar. Bu bahsin tamamı İs'âf'tadır.
"Zamanın hadiseleri kendisine vakıf
meselelerinden gizli ve ince olanları bilmeye muhtaç eden kimse..."
Buradan büyu (alış-veriş) bahsine kadar olan meseleler bazı nüshalarda mevcud
değildir. Bilhassa gelecek meselelerin asıl nüshada bulunmaması gerekir. Çünkü
bu meselelerin vakıf bahsiyle alakası yoktur. Galiba şarih buraya kadar gelince
elindeki cüz'ün sonunda bir kaç tane boş varak (yaprak) kalmış olduğundan bu
meseleleri o varaklara yazmıştır. Fakat bunları kitaptan olarak yazmamıştır.
Kitabı istinsah eden bu meseleleri kitaptan zannederek kitaba katmıştır.
Şârihin dâvâ bahsinde inkâr edene yemin
ettirilmeyen bir kaç meseleleri zikrettikten sonra: "Uzatma korkusu
olmasaydı bunları daha fazla uzatırdım." demesi ve dâvâ bahsinden önce de
buna benzer bir takım meseleleri zikretmesi, bu meselelerin kitaptan olmadığına
delâlet eder. Eğer bu meseleler kitaptan olsaydı şârih: "Bu meseleleri
fülan mahalde zikrettim." diye beyân ederdi. Fakat şârihin kitabın
sonunda: "Bu meselelerin izâhını ganimet bil. Bu, kitabın
cevherlerindendir." kavil ise bu meselelerin kitaptan olduğunu gerektirir.
Şu kadar var ki, bu ibâreler Zevâhirü'l-Cevahir'den nakledilmiştir. Şârihin
kelâmından değildir. İşin hakikatını Hak Teâlâ Hazretleri bilir.
METİN
= İstitrâd: Vakıf bahsiyle ilgisi
bulunmayan meseleler beyânında=
Eşbâh sahibi: "Şâhidlerin
şahadetlerindeki ihtilafları şahadetlerinin kabulüne manidir. Fakat kırk iki
yerde mani değildir." demiştir.
Musannıfın oğlu Şeyh Salîh'in hâşiye
yazdığı Zevahirü'l-Cevahir isimli kitabın müellifine havale olunan şerh (Bahır)
da şâhidlerin ihtilâfının zararı olmayan meseleler zikredilmiştir. İşte o
meseleler şunlardır:
Birincisi: Şâhidlerden biri "dâvâlı
üzerinde bin dirhem vardır" diye şahâdet ettiği halde diğeri "dâvâlı
bin dirhem borcu bulunduğunu ikrar etmiştir" diye şahâdette bulunsa,
şahâdetleri kabul edilir.
İkincisi: Bir kimse bir şahıstan iyi
cinsten bir kilo buğday dâvâ edip şahidlerden biri buğdayın iyi cinsten
olduğuna, diğeri iyi cinsten olmadığına şahâdet etseler, iyi cinsten olmadığına
yapılan şahâdet kabul edilip onunla hükmedilir.
Üçüncüsü: Bir kimse bir şahıstan yüz altın
dâvâ edip şahitlerden biri "o altın Nisaboriyyedir" diye şahâdet
ettiği halde diğeri "o altın Buhariyyedir" diye şahâdette bulunup
dâvâcı da "o altın Nisaboriyyedir, ayarı yüksektir" diye iddia etse,
ihtilâfsız o altının Buhariyye olduğuna hükmedilir.
Dördüncüsü: Şâhidlerin hibe ile atıyye
lâfızlarındaki ihtilâfları şahadetlerine zarar vermez.
Beşincisi: Şahidlerin nikâh ve tezvic
lâfızlarındaki ihtilâfları da şahadetlerine zarar vermez.
Altıncısı: Şâhidlerden biri "fülan
kimse arazisini gelirinin üçte biri Zeyd'in olmak üzere ebediyyen sadaka-i
mevkûfe kıldı" diye şahadet ettiği halde diğeri "yarısını Zeyd için
kıldı" diye şahadette bulunsa, üçte biri üzerine şahadet kabul edilir.
Yedincisi: Bir kimse bey bi'l-vefa (satan
parayı iade ettiği takdirde satın alanın da malı geri vermesi üzerine yapılan
satış) ile satmış olduğunu dâvâ edip şâhidlerden biri buna şahadet ettiği halde
diğeri satın alanın onu ikrar ettiğine şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Sekizincisi: Şâhidlerden biri "fülân
kadın fülan kimsenin cariyesidir" diye şahadet ettiği halde diğeri "o
kadın o kimsenindir" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Dokuzuncusu: Bir kimse bir şahıstan mutlak
surette yani ödünç veya emânetle kayıtlamayarak bin dirhem dâvâ edip
şâhidlerden biri, dâvâlının bin dirhemin ödünç olduğunu ikrar ettiğine şahadet
ettiği halde diğeri bin dirhemin emânet olduğunu ikrar ettiğine şahadette
bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Onuncusu: Bir kimse "fülan şahıs bende
olan alacağını ibra etti" diye dâvâ edip şâhidlerden biri ibraya şahadet
ettiği halde diğeri "alacaklı alacağını hibe veya tasadduk veya helâl
etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri câiz olur.
On birincisi: Bir kimse "fülan şahıs
bende olan alacağını hibe etti" diye dâvâ edip şâhidlerden biri; borçlunun
borçtan berî olduğuna şahadet ettiği halde diğeri alacaklının alacağını
borçluya helâl ettiğine şahadette bulunsa, şâhidlikleri câiz olur.
On ikincisi: Kefil, alacaklının alacağını
borçlusuna hibe ettiğini dâvâ edip şahidlerden biri hibeye şahadet ettiği halde
diğeri ibraya şahadette bulunsa, şahadetleri câiz olur. İbra sabit olur.
On üçüncüsü: Bir kimse "fülan şahsın
elinde bulunan fülan köle benimdir" diye dâvâ edip dâvâlı inkâr etse,
şahid getirildiğinde şâhidlerden biri "dâvâlı köleyi ondan aldığını ikrar
etmiştir" diye şahadet ettiği halde diğeri "davâcı o köleyi dâvâlıya
emânet bırakmıştır" diye şahadette bulunsa, şâhidlikleri kabul edilir.
On dördüncüsü: Bir kimse "fülan şahsın
elinde bulunan köle benimdir" diye dâva edip şâhidlerden biri dâvâlı bu
köleyi davâcıdan gasbetmiştir" diye şahadet ettiği halde diğeri
"dâvâcı bu köleyi dâvâlıya emânet etmiştir" diye şahadette bulunsa,
köle dâvâcıya hükmedilir.
On beşincisi: Bir kimse zevcesinin talâkını
hâmile kalmasına tâlik edip şahidlerden biri kadının doğurduğuna şahadet ettiği
halde diğeri kadının hâmile olduğuna şahadet etse, şahadetleri kabul edilip
kadın boş olur.
On altıncısı: Bir kimse "fülan şahsın
elinde bulunan hâne benimdir" diye dâvâ edip şâhidlerden biri dâvâlının
"o hane dâvâcınındır" diye ikrar ettiğine şahadet ettiği halde diğeri
dâvâcının o hanede sakin olduğuna şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
On yedincisi: Bir kimse zevcesinin talâkını
doğurmasına tâlik edip şahidlerden biri zevcesinin erkek doğurduğuna, diğeri
kız doğurduğuna şahadette bulunsalar, şâhidlikleri kabul edilir.
On sekizincisi: Bir kimse kölesine ticaret
için izin verdiğini inkâr edip şahidlerden biri elbise ticaretine şahâdet
ettiği halde diğeri gıda ticaretine şahadette bulunsa, şâhidlikleri kabul
edilir.
On dokuzuncusu: Bir kimsenin bir malı ikrar
etmesi hususunda şâhidlerden biri o ikrarın Arapça ile yapıldığına şahadet
ettiği halde diğeri Farsça ile yapıldığına şahadette bulunsa, şahâdetleri kabul
edilir. Talakta böyle ihtilaf kabul edilmez.
Yirmincisi: İki şâhidden biri "fülan
kimse kölesine: Hürsün, dedi" diye şahadet ettiği halde, diğeri
"azadsın" dedi diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Yirmi birincisi: Bir kimse zevcesine
"fülanla konuşursan boş ol" deyip sonra şâhidlerden biri "kuşluk
zamanında konuştu" diye şahadet ettiği halde diğeri "akşam vaktinde
konuştu" diye şahadette bulunsa şahadetleri kabul edilip kadın boş olur.
Yirmi ikincisi: Bir kimse zevcesine
"seni boşarsam kölem hür olsun" deyip şâhidlerden biri "bugün
boşadı" diye şahadet ettiği halde diğeri "dün boşadı" diye
şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilip kadın boş olur ve köle âzâd olur.
Yirmi üçüncüsü: Şâhidlerden biri
"fülan kimse, zevcesini elbette üç talâkla boşadı" diye şahadet
ettiği halde diğeri "elbette iki talâkla boşadı" diye şahadette
bulunsa, "iki talâk boş olur" diye hükmolunur ve o kimse ri'cate
mâlik olur
Yirmi dördüncüsü: Şâhidlerden biri
"fülan kimse kölesini Arapçayla âzâd etti" diye şahadet ettiği halde,
diğeri "Farsçayla âzâd etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri
kabul edilir.
Yirmi beşincisi: Şâhidler mehrin miktarında
ihtilaf etseler, az ile hükmolunur.
Yirmi altıncısı: Şâhidlerden biri
"fülan kimse fülan şahsı fülan hanede fülan adamla olan husumet ve
dâvâsına vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "o hanede
hem bu hususta hem de başka hususta onu vekil tâyin etti" diye şahadette
bulunsa, her ikisi de aynı hanede vekil tâyin edildiği hususunda ittifak
ettikleri için şahadetleri kabul edilir.
Yirmi yedincisi: Şâhidlerden biri
"fülan kimse fülan arazisini sıhhatında vakfetti" diye şahadet ettiği
halde diğeri "hastalığında vakfetti" diye şahadette bulunsa,
şahadetleri kabul edilir.
Yirmi sekizincisi: Şâhidlerden biri
"fülan kimse perşembe günü vasiyet etti" diye şahadet ettiği halde
diğeri "cuma günü vasiyet etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri
câiz olur.
Yirmi dokuzuncusu: Zeyd, Amr'den yüz dirhem
dâvâ edip şâhidlerden biri "Amr havale yoluyla borçludur" diye
şahadet ettiği halde diğeri "kefâlet yoluyla borçludur" diye
şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Otuzuncusu: Şâhidlerden biri "fülan
kimse fülan malı şu kadar meblâğa bir vade ile sattı" diye şahadet ettiği
halde diğeri "vadeyi söylemeksizin yalnız sattı" diye şahadette bulunsa,
şahadetleri kabul edilir.
Otuz birincisi: Şâhidlerden biri
"fülan kimse fülan malı üç gün muhayyerlik şartıyla fülan şahsa
sattı" diye şahadet ettiği halde diğeri "muhayyerlik şartını
söylemeksizin yalnız sattı" diye şahadette bulunsa, şahadetler kabul
edilir.
Otuz ikincisi: Şâhidlerden biri "fülan
kimse fülan şahsı şu hane hususunda Kûfe kadısı huzurunda husumet ve dâvâya
vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "Basra kadısı
huzurunda vekil tâyin etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri câiz olur.
Otuz üçüncüsü: Şâhidlerden biri "fülan
kimse fülan şahsı fülan adamda olan hakkını almaya vekil tâyin etti" diye
şahadet ettiği halde diğeri "olmaya musallat kıldı" diye şahadette
bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Otuz dördüncüsü: Şâhidlerden biri
"fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan alacağını almaya vekil tâyin
etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "alacağını almaya musallat
kıldı" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Otuz beşincisi: Şâhidlerden biri
"fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan hakkını almaya vekil tâyin
etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "hayatta iken hakkını almasını
vasiyet etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Otuz altıncısı: Şahidlerden biri
"fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan alacağını taleb etmeye vekil
tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "ödeşmeye vekil tayin
etti" diye şahadet etse şahadetleri kabul edilir.
Otuz yedincisi: Şâhidlerden biri
"fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan hakkını teslim almaya vekil
tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "taleb etmeye vekil
tâyin etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Otuz sekizincisi: Şâhidlerden biri
"fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan hakkını almaya vekil tâyin
etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "teslim almasını emretti veya
teslim alması için gönderdi" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul
edilir.
Otuz dokuzuncusu: Şâhidler vakfedenin
vakfettiğini ikrar ettiği zamanda ihtilâf etseler, şahadetleri kabul edilir.
Kırkıncısı: Şâhidler vakfedenin
vakfettiğini ikrar ettiği mekânda ihtilâf etseler, şehâdetleri kabul edilir.
Kırk birincisi: Şâhidlerden biri vakfedenin
sıhhat halinde vakfettiğine şahadet edip diğeri hasta halinde vakfettiğine
şahadet etse, şahadetleri kabul edilir.
Kırk ikincisi: Şâhidlerden biri Zeyd'e
vakfettiğine şahadet ettiği halde diğeri Amr'e vakfettiğine şahadette bulunsa,
şahadetleri kabul edilir. Şahıs tayin etmeleri batıl olup fakirlere vakfedilmiş
olur. Bahır'da zikredilen meseleler burada sona ermiştir.
Musannıfın oğlu şeyh Salih der ki; Allah-ü
Teâlâ'nın fazl-ü keremiyle Bahır'da istisna edilen meselelerin üzerine bir
takım meseleler de ben ziyade ettim. Onlardan bazıları şunlardır:
Şâhidler rehinin tarihinde ihtilâf edip
biri "Perşembe gününde rehin verilmiştir" diye şahadet ettiği halde
diğeri "Cuma gününde rehin verilmiştir" diye şahadette bulunsa,
İmam-ı Azam'la İmam Ebû Yusuf'a göre bu şahadet kabul edilir. İmam Muhammed'e
göre kabul edilmez. Cevahirü'l-Fetâvâ.
Şâhidler bir kimsenin bir şahısa mal ikrar
ettiğinde ittifak edip fakat biri "o kimse malı ikrar ettiğinde hepimiz
fülan yerde idik", diğeri "o kimse mal ikrar ettiğinde hepimiz başka
bir yerde idik" diye ihtilaf etseler şahadetleri kabul edilir.
Şâhidlerden biri bu geçen meselede "o
kimse o şahsa malı kuşluk vaktinde ikrar etmîştir" diye şahadet ettiği
halde, diğeri "akşam vaktinde ikrar etmiştir" diye şahadette bulunsa,
şahadetleri kabul edilir. Bu iki suret Valvalciyye'de yazılıdır.
Nikâhı altında yalnız bir zevcesi olan bir
şahıs hakkında "zevcesini boşadı" diye iki kimse şahadet edip fakat
biri "fülanın kızı olan zevcesini boşadı" diye tâyin ettiği halde
diğer onu tâyin etmeyip "fakat ben bilirim ve şahadet ederim ki o şahıs
hâlâ nikahı altında olan fülanın kızı zevcesinden başka olan zevcesini bu boşamasından
önce boşayıp hanesinden çıkarmıştır" dese, Fahruddin: "Şâhidler bir
kadının talâkına şahadet edip biri kadını tâyin edip ismini söylese, diğer
kadını tâyin etmese boşayan şahsın nikâhında da bir kadınları başka kadın
bulunmasa, bu şahadet sahih olur." demiştir. Bu mesele
Cevâhirü'l-Fetavâ'da yazılıdır.
Bir kimse bir hanenin mülkü olduğunu dâvâ
ettiğinde şâhidlerden biri "bu hane onundur" veya "Onun
mülküdür" diye şahadet ettiği halde diğeri "bu hane onun mülkü
oldu" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir. Münyetü'l-Müfti.
Bir kimse bir şahıştan iki bin veya bin beş
yüz dirhem dâvâ edip şâhidlerden biri "o kimsenin o şahısda bin dirhem
alacağı vardır" diye şahadet ettiği halde diğeri bin beş yüz dirhem
alacağı vardır" diye şahadette bulunsa, ittifakla bin dirhemle hükmolunur.
Şâhidler "fülan kimsenin fülan şahısta
bin dirhem hakkı vardır" deyip biri "o şahıs borcunun beş yüz
dirhemini ödedi" diye şahadet ettiği halde alacaklı kimse bunu inkâr etse,
artık şâhidlerin bin dirheme olan şahadetleri kabul edilir. Valvalciyye.
Bir kimse "fülan şahsın elinde bulunan
cariye benimdir" diye dâvâ edip şâhid getirdiğinde şâhidlerden biri
"bu cariye dâvâcınındır. Dâvâlı bu cariyeyi dâvâcıdan gasbetmiştir"
diye şahadet ettiği halde diğeri gasbtan bahsetmeksizin "bu cariye
dâvâcınındır" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Mecmau'l-Fetâvâ.
Şahidler bir sığırın çalınmış olduğuna
şahadet edip fakat renginde ihtilâf etseler, İmam-ı Azam'a göre şahadetleri
kabul edilir. İmameyn'e göre kabul edilmez.
Şâhidlerden biri borcun kefalet yoluyla,
diğeri havale yoluyla olduğuna şahadet etseler, kefalet az olduğundan onun
hakkındaki şahadet kabul edilir. Câmiu'l-Fusuleyn.
Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan
şahsı fülane zevcesinin talâkına vekil tayin etti" diye şahadet ettiği
halde diğeri "onunla beraber fülane zevcesinin de talâkına vekil tâyin
etti" diye şahadette bulunsa o şahıs talâkında ittifak ettikleri kadının
talâkında vekil olmuş olur.
Şâhidler, bir kimsenin vekil olduğuna
şahadet edip fakat biri, "vekillikten azledildi" diye şahadette
bulunsa, vekil olduğuna dair yaptıkları şahadetleri kabul edilir. Azle dair
olan şahadet kabul edilmez. Ancak o şâhidle beraber başka bir şâhid de azle
dair şahadet ederse, kabul edilir. Bu meseleler de Câmiu'l-Fûsuleyn'den
nakledilmiştir.
Bir kadın, "şu arazi benimdir"
diye dâvâ edip şâhidlerden biri "o arazi bu kadınındır. Çünkü kocası onu
mehrine bedel olarak vermiştir" diye şahadet ettiği halde diğeri "o
arazi bu kadının mülküdür. Çünkü kocası o arazinin karısının mülkü olduğunu
ikrar etmiştir" diye şahadette bulunsa şahadetleri kabul edilir. Zira her
satan satmış olduğu malın müşterisinin mülkü olduğunu ikrar eder. Bundan dolayı
zevc, satıcı gibi olduğundan şâhidler "zevc o araziyi zevcesine mülk
olarak verdi" diye şahadet etmiş gibi olurlar. Bazı fukaha
"şahidlerden biri; zevc o araziyi zevcesine mehrine bedel olarak verdi,
diye akit ile şahadet edip diğeri: Zevc o arazinin zevcesine mülkü olduğunu
ikrar etti diye şahadet edince meşhudünbih (şahidle isbat edilen hak) muhtelif
olduğundan bu şahadet reddolunur" demişlerdir.
Bu suretle şâhidin biri "zevci,
zevcesine mehri yerine bu araziyi bedel verdi" diye şahadet ettiği halde
diğeri "zevci, zevcesine bu araziyi mehrine bedel verdiğini ikrar
etti" diye şahadette bulunsa, meşhudünbih'de ittifak ettiklerinden
şahadetleri kabul edilir. Nitekim şâhidlerden biri "fülan kimse fülan
şahsa bu araziyi sattı" diye ikrar edip diğeri "sattığını ikrar
etti" diye şahadette bulunsa şahadetleri kabul edilir. Bu mesele de
Câmiu'l-Fûsuleyn'den nakledilmiştir. Şeyh Saim'in kelâmı burada sona ermiştir.
İZAH
"O altın Buhariyye'dir." Metinde
zikredilen mesele gibidir: Bir kimse bir şahıstan bin dirhem dâvâ edip
şâhidlerden biri "dirhemler beyazdı" diye şahadet ettiği halde diğeri
"dirhemler siyahdı" diye şahadetle bulunsa, dâvâcı ayarı yüksek olan
dirhemi dâvâ etse ayarı düşük olan dirhem hakkındaki şahadetleri kabul edilir.
Metinde zikredilen üç mesele hakkında şahadetlerin kabul edilmesinin vechi
şâhidlerin meşhudü bihin mikdarında ittifak etmeleridir. Onlardan birinin bir
vasıf ziyade etmesi ise şahadete zarar vermez. Eğer dâvâcı ayarı düşük olan
dirhemi davâ etse, şahadet kabul edilmez. Ancak dâvâcı, davâlıyı ayarı yüksek
olan dirhemden beri kılmış olursa, şahadet kabul edilir. Bu meselenin tamamı
Fethü'l-Kadîr'dedir. Bahır.
"Dördüncüsü..." Şahadetler
arasında mutabakatın lâfzen bulunması şart değildir. Mutabakatın mânen
bulunması kâfidir. Bundan dolayı bir şahadet lâfzî, diğer şahadet lâfzının
müradifi olabilir. Meselâ; dâvâcı, bir malın kendisine hibe edildiğini dâvâ
edip şâhidlerden biri " o mal dâvâcıya hibe edilip teslim edilmiştir"
diye şahadet ettiği halde diğeri "atiyye olarak teslim edilmiştir"
diye şahadette bulunsa şahadetleri kabul edilir. Çünkü, hibe ile atiyye müradif
lâfızlardandır.
"Üçte biri üzerine şahadet kabul
edilir." Hüküm yine böyledir. Şâhidlerden biri "fülan kimse arazisini
gelirinin hepsi Zeyd'in olmak üzere vakfetti" diye şahadet ettiği halde
diğeri "yarısı Zeyd'in olmak üzere vakfetti" diye şahadette bulunsa,
üzerinde ittifak ettikleri yarı ile hükmolunur. Bu, dâvâcı daha çoğu iddia
ettiğine göredir. Dâvâya şâhid getirildiği takdirde dâvâlının vakfı ikrar
etmesi veya Zeyd'in vakıfta hakkı olduğunu inkâr etmesi veya hem vakfı hem de
Zeyd'in vakıftaki hakkını inkâr etmesi arasında fark yoktur.
"Mutlak surette..." Bahır'da
beyân edildiğine göre, şâhitlerden biri alacağın ödünç olduğuna, diğeri emânet
olduğuna şahadet ettiği halde dâvâcı iki sebepten birini yani alacağının ödünç
veya emânet olduğunu dâvâ etse, şâhitlerden birini yalanlamış olacağından bu
şahadet kabul edilmez.
Keza şâhitlerden biri bin dirhemin ödünç
olduğuna şahadet ettiği halde diğeri emânet olduğuna şahadette bulunsa, yine
şahadetleri kabul edilmez. Zira ödünç ve emânet ayrı ayrı şeylerdir. Fakat
şâhidlerden biri "dâvâlının bin dirhemin ödünç olduğunu ikrar ettiğine,
diğeri emânet olduğunu ikrar ettiğine şahadet etseler şahadetleri kabul edilir.
Çünkü şâhidlerden her biri ikrara şahadet etmektedir. İkrar ise bir cinstir.
"Şahadetleri câiz olur." Çünkü alacağı
borçluya hibe etmek veya tasadduk etmek helâl etmek onu borçtan berî kılmaktır.
Fakat şahitlerden biri dâvacının bin dirhemi dâvalıya hibe ettiğine, diğeri
tasadduk ettiğine şahadet etseler, şahadetleri kabul edilmez.
"İki talâk boş olur, diye hükmolunur."
Çünkü üç talâkla boşamada "elbette" kavline ihtiyaç duyulmaz. Bunun
izahı şöyledir: Üç talâk, talâk-ı bâin olduğundan "elbette" kavli
geçersizdir. Bundan dolayı "elbette" kavli söylenmemiş gibi olur.
Elbette kavlini ikinci şâhid söylemiş olduğundan iki şahid arasındaki ihtilâf
yalnız talâkın adedi hususunda olmuştur. Buna göre şâhidlerin ikisi de zevcin
zevcesini iki talâkla boşamış olduğunda ittifak etmiş olduklarından iki talâkla
hükmedilir. Üçüncü talâkı şahitlerden birisi iddia ettiğinden üçüncü talâk
geçersiz olur. Elbette lâfzının geçersiz olduğu gibi. Bundan dolayı talâk,
talâk-ı ric'î olur. Bu şahadetin kabul edilmesi İmam Muhammed'e göredir. İmam-ı
Azam'a, asla kabul edilmez. Çünkü Kâfî'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki;
bir kimse bir şahıstan iki bin dirhem dâvâ edip şâhidlerden biri bin dirheme,
diğeri iki bin dirheme şahadette bulunsa, İmam-ı Azam'a göre şahadetler kabul
edilmez. İmameyn'e göre bin dirhem üzerine şahadetleri kabul edilir. Buna göre
şâhidlerden biri zevcin birtalâk diğeri iki talâk boşadığına veya biri bir
talâk, diğeri üç talâk boşadığına şahadet etseler, İmam-ı Azam'a göre hiç boş
olmaz. İmameyn'e göre bir talâk boş olur.
Bahır'da bir yaprak sonra "Kâfi'de
beyan edilen mezhebin muhtar olan kavlidir." diye zikredilmiştir.
"Mehrin miktarında ihtilâf
etseler..." Câmiu'l-Fûsuleyn'de zikredilmiştir ki; şâhidler satış, icâre,
talâk, mal üzerine âzâdda bedelin mikdarında ihtilaf etseler, şahadetleri kabul
edilmez. Ancak nikâhta kabul edilir. Mehirde, mehr-i misle müracaat edilir.
İmameyn'e göre nikâhta da kabul edilmez.
Ben derim ki: Bu mesele zevc asıl nikahı
inkâr ettiğine göredir. Satış ve benzerleri de böyledir. Şârihin zikrettiği ise
şâhidlerin nikâhta ittifak edip mehrin mikdarında ihtilâf etmeleri hakkındadır.
Satış ve benzerlerinde şâhidlerin şahadetlerinin kabul edilmemesinin vechi: Bin
lira ile yapılan akit iki bin lira ile yapılan akitten başkadır. İmameyn'e
göre, nikâh da böyledir. İmam-ı Azam'a göre, nikâh bunlardan müstesnadır. Çünkü
nikâhta mal (mehir) maksud değildir. Bundan dolayı mal (mehir) söylenmeksizin
nikâh sahih olur. Fakat satış ve benzerleri sahih olmaz.
"Hastalığında vakfetti." Bir
kimse ölüm hastalığında bir malını vakfetse, malının üçte birinden muteber
olur. O vakıf terekenin üçte birinden çıkarsa, hepsi vakıf olmuş olur.
Varislerin izinlerine bakılmaz. Eğer o vakıf terekenin üçte birinden çıkmayıp
varislerde izin vermezlerse vakıf yalnız terekenin üçte biri mikdarı hakkında
câiz olur, ziyadesi mirasa katılır, şâhidlerden biri "fülan kimse fülan
malını sıhhatında vakfetti" diye şahadet ettiği halde diğeri "şu
malım ben öldükten sonra vakfolsun dedi" diye şahadette bulunsa -her ne
kadar bu vakfettiği malı terekesinin üçte birinden çıksa bile -bu şahadet kabul
edilmez. Çünkü ikinci şahid bunun vasiyet olduğuna şahadet etmiştir. Vakıf ile
vasiyet ise ayrı ayrı şeylerdir.
"Zeyd Amr'den yüz dirhem dâvâ
edip..." Yani Zeyd Amr'den yüz dirhem dâvâ edip iki şâhid getirdiğinde
şâhidlerden biri "Amr'in alacaklısı olan Bekir Zeyd'i Amr'deki olan yüz
dirhemine havale etti. Havale yoluyla Zeyd'in Amr'de yüz dirhemi vardır"
diye şahadet ettiği halde diğeri "Amr Zeyd'in borçlusundan dolayı bu yüz
dirheme kefil olduğundan Zeyd'in kefalet yoluyla Amr'de yüz dirhem hakkı
vardır" diye şahadette bulunsa şahadetleri kabul edilir. Hâsılı yüz dirhem
Amr üzerine lâzımdır. Şu kadar var ki, şahidlerden biri "yüz dirhemin Amr
üzerine havale yoluyla lâzım geldiğine, diğeri kefâlet yoluyla lâzım geldiğine
şahadet etmektedirler.
Câmiu'l-FûsuIeyn'de beyân edildiğine göre,
şâhidler meşhudün-bih ile ilgili bir şeyde ihtilâf edince bakılır: Eğer bu
ihtilâfları meşhudün-bihte ihtilâfı gerektirirse, şahadetleri kabul olunmaz.
Bundan dolayı gasb, cinayet, borcu ödeme gibi sırf fiilden ibaret olan yahut
nikâh gibi kavil ile münakid olup sahih olmasında -iki tarafın ve şâhidlerin
hazır bulunmaları gibi- fiilin şart bulunduğu hususlarda şahidlerden biri
muayyen bir zamanda veya mekândaki fille, diğeri de diğer bir muayyen zamanda
veya mekândaki fiille şahadet etseler, şahadetleri kabul edilmez. Çünkü bu
ihtilâfları, meşhudün-bihte ihtilâfı gerektirir. Meselâ: Şâhidlerden biri
"davâlı, dâvâcının şu malını bir sene evvel gasbetti" diye şahadet
ettiği halde diğeri "bir ay önce gasbetti" diye şahadette bulunsa,
şahadetleri kabul edilmez.
Kezâ bir kimse, borcunu ödediğini iddia
edip şâhidlerden biri "bu borcu hanesinde ödedi" diye şahadet ettiği
halde, diğeri "dükkânında ödedi" diye şahadette bulunsa, şahadetleri
kabul edilmez.
Şâhidler sırf kavil kabilinden olan alış -
veriş, icâre, kefâlet, havale, vekâlet, ikrar, sulh, hibe, rehin, borç, ödünç,
ibra, vasiyet, talâk, âzâd etme gibi bir muamelenin mekân ve zamanında ihtilâf
etseler, bu ihtilâf meşhudün-bihin ihtilâfını gerektirmeyeceğinden
şahadetlerinin kabulüne mani olmaz. Meselâ: Bir kimse bir şahıstan şu kadar
dirheme bir mal satın almış olduğunu dâvâ edip teslimini taleb ettiğinde
şâhidlerden biri "fülan dükkânda satın aldı" diye şahadet ettiği
halde diğeri "fülan hanede satın aldı" diye şahadette bulunsa,
şahadetleri kabul edilir. Çünkü satma ve satın almanın akdine aid sözler tekrar
edilebilir. Fiil ise böyle değildir.
METİN
Eşbah'da beyân edildiğine göre, sükût
(susmak), nutuk (söylemek) gibi değildir. Fakat birtakım meselelerde sükût
nutuk gibidir. Eşbah sahibi bunlardan otuz yedisini saymıştır.
Şârih der ki; Tenvirü'l-Besâir sahibi bu
otuz yedinin üzerine iki mesele daha ziyade etmiştir. Evvelki mesele icarede
sükût, rıza ve kabul sayılmasıdır. Meselâ; bir kimse hanesinde iare veya gasb
yoluyla sakin olan şahsa "şu kadar kira bedeliyle hanemde otur, yoksa
hanemi tahliye et" dediğinde o şahıs sükût etse, kendisine hane sahibi
tarafından söylenen meblağ lâzım gelir. Musannıf bu meseleyi icare bahsinde de
zikretmiştir.
İkinci mesele emânetçinin sükûtu delâleten
kabul sayılır. Nitekim Bahır sahibi: "Emânetçinin yanına emânet bir mal
konduğunda sükût etmesi delâleten rıza ve kabul sayılır." demiştir.
Zevahirü'l-Cevahir sahibi otuz yedi mesele
üzerine birtakım meseleler ziyade etmiştir. Eşbah sahibinin "Yirmi
dördüncü mesele zevcenin satması zamanında zevcin sükut etmesi o malın
kendisine aid olmadığını ikrardır." dediği yerde Zevahirü'l-Cevahir sahibi
de: "Zevc, bir malı satarken zevcesinin sükût etmesi ve rıza ve
kabuldür." meselesini ziyade etmiştir. Çünkü Bezzâziye'de zikredilmiştir ki,
bir kimse yakınının veya zevcesinin huzurunda bir akar salıp bunlar sükût
etseler, sonra bunlar o akarın kendilerine aid olduğunu davâ etseler, fetva
dâvâlarının kabul edilmemesi üzerinedir. Kâdîhân'da: "Sahih olan kavil, bu
dâvânın kabul edilmesidir." diye beyân edilmiştir. Bir mesele hakkında
sahih iki kavil bulunduğunda müftünün fetva verirken iyi düşünmesi lâzımdır.
Şarih der ki; zikredilen meseleler üzerine
Tenvirü'l-Besâir'in müteferrikat bahsinde şu mesele de ziyade edilmiştir: Satın
alan bir kimsenin, satın aldığı bir mülkte ekin ekme veya bina yapma gibi
tasarruf ettiğini komşusu görüp sükût ettikten sonra o mülkün kendisine aid
olduğunu dâvâ etse, dâvâsı kabul edilmez. Tenvirü'l-Besâir'in müteferrikat
bahsinde beyan edilen mesele de Bezzaziye'ye nisbet edilmiştir.
Cevâhirü'z-Zevâhir sahibine taaccüb olunur. Bezzâziye'nin kelâmının evveli olan
zevcin satışı zamanında zevcesinin sükût etmesi kavlini zikretmiştir. Âhiri
olan müteferrikattan nakledilen meseleyi terk etmiştir.
Yine Zevahirü'l-Cevâhir'de zikredilmiştir
ki; bir kadın küfvü (dengi) olmayan bir erkekle evlenip çocuk doğurana kadar
velisi sükût etse, sükûtu rıza ve kabul sayılır. Bu, zâhiri rivâyete göredir.
Ama müftabih olan Hasan b. Ziyad'ın rivâyetine göre, nikâh mün'akid olmaz.
Muhît'te beyân edilmiştir ki; bir kimse,
bir şahsı onun emri olmaksızın evlendirip insanlar o şahsı tehniye ve tebrik
ettiklerinde sükûtuyla tehniye ve tebriği kabul etse, bu rıza ve kabul sayılır.
Çünkü tehniye ve tebriki kabul etmesi, nikâha icazet ve izin vermesinin
delilidir.
Vekâlet, sarahaten "vekil ettim"
demekle sabit olduğu gibi sükûtla da sâbit olur. Bundan dolayı Zahîriyye'de:
"Büyük bir kızın amcasının oğlu ona: Seni kendi nefsime tezvic edeceğim
dediğinde sükût edip o do onu tezvic etse, câiz olur." diye zikredilmiştir.
Bu meseleyi Bahır sahibi evliya bahsinde zikretmiştir. Vekilin sükûtu da
böyledir. Meselâ: Bir kimse bir şahsa "Seni vekil tâyin ettim" deyip
o da sükût etse, kabul etmiş olur.
Şâhidleri ta'dil ve tezkiyede, ilim ve
salâh sahiblerinin sükûtu da müstesna olan meselelerdendir. Bahır'ın şahadet
bahsinde: "şâhidleri tezkiye hususunda ilim ve salah sahiblerinin
sükûtuyla iktifa olunur. Onların sükûtları şahidleri tezkiye olur." diye
beyân edilmiştir. Çünkü Mültekat isimli eserde beyân edildiğine göre, Leys b. Musavir
isimli bir kadı, bir şâhidi tezkiye edecek olduğunda tezkiye edecek zât
keyifsiz olduğundan onu ziyarete gidip şâhidin halinden sorduğunda o zât sükût
etmiş, tekrar sorduğunda yine sükût etmiş, kadı: "Ben sana soruyorum, sen
cevap vermiyorsun" demiş, o da: "Bizim gibilerden sizlere tezkiye
hususunda sükût kifâyet etmez mi?" Yani kifâyet eder, demiştir.
Şârih der ki; bu meseleyi Eşbah sahibi
kendi şerhi olan Bahır'ın şahadet bahsine nisbet ederek müstesna olan
meselelerden saymıştır. Buna göre Şeyh Salîh'in tezkiye edenin ilim ve salah
ehlinden olmasını kayıdlamasıyla, bu mesele zâid meselelerden olamaz.
Bir köle cuma namazı için çıktığında onu
efendisi görüp sükût etse, kölenin cuma namazına çıkması helâl olur. Çünkü
efendisinin sükût etmesi, razı olması demektir. Nitekim Bahır'ın cuma bahsinde
de böylece zikredilmiştir.
Kınye'de beyan edilip Kadı Abdülcebbar ile
Alâuddin Tercümanîden nakledilmiştir ki; bir kadın zevcine çeyizsiz zifaf
olunsa, zevc çeyiz mukabilinde zevcesinin babasına göndermiş olduğu altınları
taleb edebilir. Eğer çeyiz az olursa, zevc örf ve adetlerinde göndermiş olduğu
altına münasib çeyiz taleb edebilir. Bu takdirde gönderilen altına münasib
çeyiz gelmezse, zevc göndermiş olduğu altını gelir alabilir diye fetva verilir.
İtibar zevc için yapılan çeyizedir. Kadın için yapılan çeyize bakılmaz. Eğer
zevc zifaftan sonra bir müddet sükût etse, bundan razı olduğu anlaşılmış olur.
Bundan sonra kendisine çeyizden bir şey yapılmamış olsa bile dâva edemez.
Bir kimse bir şahsı ibra ettiğinde ibra
olunan şahıs sükût etse, bu ibra sahih olur. O şahsın kabulüne muhtaç olunmaz.
Rehin alanın rehini satarken rehin verenin
sükûtu, iki rivâyetin birinde rehini iptal eder. Bunu Zeylâi ve diğer
müellifler beyân etmişlerdir ve Eşbah'ın "sükût edene kavil nisbet
edilmez" kaidesinin evvelinden malum olur.
Bu gibi meseleleri cem ve telif etmek sırf
Hak Teâla Hazretlerinin tevfik ve inayetiyledir. Hamd-ü senâ mutlak galib ve
ihsanı bol olan Allah'a mahsustur.
İZAH
"Bir takım meselelerde sükût (susmak)
nutuk (söylemek) gibidir." Sükûtun nutuk gibi olduğu otuz yedi mesele
şunlardır:
1 - Baliğa olan bâkire bir kızdan velisi
evlendirmek için izin istediğinde kız sükût etse, sükûtu izin ve rıza sayılır.
2 - İzinsiz evlendirilen bâliğa bir kız
mehrini alırken sükût etse, sükûtu izin ve rıza sayılır.
3 - Bâliğâ olmayan bir kız çocuğunu babası
ve dedesinden başka velisi evlendirse, baliğa olunca nikahı bozma hakkı vardır.
Bu kız bâkire olarak bâliğ olunca sükût etse, sükûtu izin ve rıza sayılır.
Bundan sonra nikâhı bozma hakkı yoktur.
4 - Evlenmeyeceğine yemin eden bir kadını
babası evlendirdiğinde sükût etse, yemini bozulmuş olur.
5 - Kendisine sadaka verilenin sükûtu kabul
sayılır. Fakat kendisine hibe edilenin sükûtu kabul sayılmaz.
6 - Hibe verilen hibeyi sadaka verilen
sadakayı aldığında, hibe eden ve sadaka veren görüp sükût etse, sükûtu izin ve
rıza sayılır.
7 - Bir kimse bir şahsa "seni vekil
tâyin ettim" deyip o da sükût etse, sükûtu kabul ve rıza sayılır.
Reddetmesiyle vekâlet reddedilmiş olur.
8 - Bir kimse bir şahsa hitaben "senin
bende bin dirhem alacağın vardır" dediğinde o şahıs sükût etse, sükûtu
kabul sayılır. Reddetmesiyle alacak reddedilmiş olur.
9 - Bir kimse, kadı veya vali tâyin
edildiğinde sükût etse, sükûtu kabul ve rıza sayılır. Bu kimsenin bu vazifeyi
reddetme hakkı vardır.
10 - Bir kimse bir malını bir şahsa
vakfettiğinde o şahıs sükût etse, sükûtu kabul ve rıza sayılır. Reddetmesiyle
vakıf reddedilmiş olur. Bazı fukaha "reddedemez" demişlerdir.
11 - Beyü't-telciede, satıcı ile alıcıdan
birisi diğerine "ben bu satışı sahih kılıyorum" dediğinde diğeri
sükût etse, sükûtu kabul ve rıza sayılır.
Beyü't-telcie: İki kimsenin insanların
huzurunda alım-satım kastetmeksizin alış - veriş yapar görünmesinden ibarettir.
12 - Gâziler arasında malı taksim edilirken
eski mâliki sükût etse, sükûtu rıza sayılır.
13 - Bir köleyi muhayyer olarak satın alan
kimse, o kölenin alış-veriş yaptığını görüp sükût etse, sükûtu muhayyerliğini
düşürür. Fakat bir köleyi muhayyer olarak satan kimse, o kölenin alış - veriş
yaptığını görüp sükût etse, sükûtu muhayyerliğini düşürmez.
14 - Satmış olduğu malını hapsetme hakkı
bulunan satıcı, satın alanın o malı aldığını görüp sükût etse, sükûtu -satış
sahih olsun veya fâsid olsun - izin sayılır.
15 - Şüf'a sahibi şüf'a hakkı bulunan bir
malın satıldığını bildiği zaman sükût etse, sükûtu şuf'a hakkını düşürür.
16 - Bir efendi kölesini alış - veriş
yaparken görüp sükût etse, sükûtu bu alış verişinden sonraki ticaretlerde izin
sayılır. Bu alış verişine izin sayılmaz.
17 - Bir efendi kölesine ticaret için izin
vermeyeceğine yemin edip kölesinin alış - veriş yaptığını görüp sükût etse
zahirir-rivâyete göre yemini bozulmuş olur.
18 - Bir köle, satılırken veya rehin
verilirken veya bir cinayete karşılık verilirken boyun büküp sükût etse, eğer
kölenin aklı eriyorsa, sükûtu köleliğini ikrar sayılır. Fakat köle icareye
verilirken veya satışa arzedilirken veya evlendirilirken sükût etse, sükûtu
köleliğini ikrar sayılmaz.
19 - Bir kimse "fülan şahsı hâneme
indirmeyeceğim" diye yemin edip o şahıs onun hanesine indiğinde sükût
etse, yemini bozulmuş olur. Eğer o şahıs onun hanesine inince ona
"hanemden çık" deyip o da çıkmayı kabul etmese, bunun üzerine yemin
eden kimse sükût etse, yemini bozulmuş olmaz. Çünkü inme fiili, devam eden
fiillerdendir. Bundan dolayı inme fiilinin devamı için ibtida hükmü vardır.
Çıkma fiili böyle değildir. Çünkü çıkma fiili evin içinden dışına ayrılmaktan
ibarettir.
20 - Zevc, zevcesi doğurduğunda çocuktan
dolayı kendisini tebrik ettiklerinde sükût etse, sükûtu çocuğun kendisinden
olduğunu ikrar sayılır. Sonra o çocuğun nesebini nefyetmeye mâlik olamaz.
21 - Efendi, ümmi veledi doğurduğunda sükût
etse, sükûtu çocuğun kendisinden olduğunu ikrar sayılır. Fakat cariyesi
doğurduğunda sükût etse, bu sükûtu çocuğun kendisinden olduğunu ikrar sayılmaz.
22 - Bir kimse bir malı satın almadan önce
o malın kusurlu olduğu kendisine haber verildiğinde sükût etse, bakılır: Eğer
haber veren adâletli ise sükûtu kusura rıza sayılır. Eğer haber veren fâsık
ise, sükûtu kusura rıza sayılmaz. Bu İmam-ı Azam'a göredir. İmameyn'e göre
haber veren fâsık olsa bile sükûtu kusura rıza sayılır.
23 - Bâliğa olan bâkire bir kıza velisinin
kendisini evlendirdiği haber verildiğinde sükût etse bakılır: Eğer haber veren
adâletli ise sükûtu nikaha rıza sayılır. Haber veren fâsık ise sükûtu nikâha
rıza sayılmaz. Bu, İmam-ı Azam'a göredir. İmameyn'e göre, haber veren fâsık
olsa bile sükûtu nikâha rıza sayılır.
24 - Bir kimse, zevcesi veya yakını bir
akar satarken sükût etse, sükûtu bu akarın kendisine aid olmadığını ikrar
sayılır. Semerkant âlimleri bununla fetva vermişlerdir. Buhara âlimleri buna
muhalefet etmişlerdir. Bir mesele hakkında sahih iki kavil bulunduğunda
müftinin fetva verirken iyi düşünmesi lâzımdır. Nitekim şârih bunu
zikredecektir. Fakat metinler, Semerkant âlimlerinin kavline göredir.
25 - Bir kimse akrabası olmayan bir şahsın
bir malı veya bir haneyi sattığını gördüğünde sükût ettiği gibi o malı satın
alanın o mal veya o hanede tasarruf ettiğini görüp sükût etse, sükûtu o malın
veya o hanenin kendisine aid olduğunu dâvâ etme hakkını düşürür. Fakat bir
kimse zevcesini veya yakınını bir mal satarken görüp sükût etse, bu sükûtundan
sonra o malın kendisine aid olduğunu dâvâ edemez.
26 - İnan ortaklarından biri diğerine
"şu cariyeyi yalnız nefsim için satın alıyorum" dediğinde ortağı
sükût etse, bu cariye ortak olmayıp satın alanın olur. Ama mufavaza
ortaklarından biri diğerine "şu cariyeyi yalnız kendi nefsim için satın
alıyorum" dediğinde ortağının mutlaka sözle kabul etmesi lâzımdır.
27 - Muayyen bir şeyi satın almaya vekil
olan bir kimse müvekkiline "o malı kendi nefsim için satın almak
istiyorum" deyip o malı satın alsa, kendi nefsi için satın almış olur.
28 - Aklı eren küçük bir çocuğun velisi
onun alış - veriş yaptığını görüp sükût etse sükûtu izin sayılır.
29 - Bir kimse tulumunun başkası tarafından
delinip içinde olanın aktığını gördüğü halde sükût etse, sükûtu rıza sayılır.
Fakat bu meseleye yine Eşbah'ta olan şu mesele ile itiraz edilmiştir: Bir kimse
malının başkası tarafından telef ve zâyi edildiğini görüp sükût etse, sükûtu
malının telef ve zâyi edilmesine izin sayılmaz.
30 - "Köleme hizmet
ettirmeyeceğim" diye yemin eden kimse, kölesine hizmet etmesi için emir
etmeksizin ve onu hizmetten nehyetmeksizin kölesi kendiliğinden ona hizmet
ettiğinde sükût etse, yemini bozulmuş olur.
31 - Bir kadın kızının çeyizine babasının
eşyalarından bazı şeyler koyarken kızın babası sükût etse, o verilen şeyleri
geri alamaz.
32 - Bir ana kızının çeyizi için mutad olan
şeyi harcayıp kızın babası sükût etse, ana harcadığını ödemez.
33 - Bir kimse üzerinde zinet bulunan bir
cariyeyi satıp bu zinetin müşterinin olmasını şart kılmayıp, müşteri bu
cariyeyi teslim alıp götürürken satan kimse sükût etse, sükûtu bu zineti teslim
gibi olur da zinet müşterinin olur.
34 - Bir talebe hocasına ders okurken
hocası sükût etse, sükûtu esah olan kavle göre takriri yerindedir.
35 - Dâvâlı, 'bir özrü bulunmadığı halde
sükût etse, sükûtu inkar sayılır. Bazı fukaha: "Dâvâlının sükûtu inkâr da
ikrar da sayılmayacağından hapsedilir." demişlerdir. Bu kavil, İmam Ebû
Yusuf'un kavlidir. Nitekim bir davâlı "ikrar da etmiyorum, inkar da
etmiyorum" dediği zaman hapsedilir. Bahır sahibi bu kavil ile fetva
vermiştir.
36 - Tezkiye edenden şâhidin hali
sorulduğunda sükût etse, sükûtu şâhidin âdil olduğunu itiraf sayılır.
37 - Rehin veren kimse, kendisine rehin
verilen şahsın rehin aldığını görüp sükût etse, sükûtu rıza sayılır.
Rehin alan, rehin verenin rehni sattığını
görüp sükût etse, sükûtu bir rivâyete göre rehni iptal etmediği gibi rıza da
sayılmaz. Diğer rivâyete göre rehni iptal ettiği gibi rıza da sayılır.
Bilmiş ol ki; Eşbah'ın ibâresinde:
"Rehin veren rehni" satsa" diye zikredildiği halde, şârihin
ibaresinde: "Rehni alan rehni satsa" diye zikredilmiştir. Bilindiği
gîbi hangisi satarsa satsın hüküm değişmez. Çünkü rehin veren ile rehin alandan
birisi diğerinin rızası olmaksızın rehni satamaz.
T E T İ M M E: Fukahadan bazıları:
"Vasîlerden biri veya varislerden biri cenazeyi kabire kadar taşıyacak bir
kaç kimseyi ücretle tuttuğunda diğer vasîlerin veya varislerin bunu önlemeye
kudretleri bulunduğu halde sükût etseler, bid'at ve münker üzerine sükût
etmeleri rıza sayılır." demişlerdir.
Bir kimse bir şahsı vasî tâyin edip o şahıs
o kimsenin hayatında sükût edip o kimse ölünce o şahıs onun terekesinin bir
kısmını satsa veya onun borcunu ödese, bu hareketi vasîliği kabul sayılır.
Bir kadın zevcinin pamuğunu eğirirken veya
onun ipini dokurken zevci görüp sükût etse, sükûtu rıza sayılacağından
zevcesine pamuğun veya ipliğin kıymetini ödettiremez.
Kezâ: Yoğrulmuş bir hamuru veya yatırılmış
bir koyunu bir kimse gelip sahîbinin huzurunda hamuru ekmek yapsa veya koyunu
kesse, sahîbinin sükûtu delâleten emir sayılır.
METİN
= İnkar edene yemin ettirilmeyen yerler
beyânındadır =
Eşbâh'ta: "Otuz bir meselede inkar
edene yemin ettirilmez." diye zikredilmiştir. Musannıf inkâr edene yemin
ettirilmeyen yerleri dokuz meseleye kısaltmıştır.
Hâniyye'de beyân edilmiştir ki; bu otuz bir
meselenin bazısında ihtilâf bazısında ittifak vardır. Onlardan dokuzu kıza
olarak beyân edilmiştir.
"Bir kimse küçük veya büyük kızını
evlendirdi" diye dâvâ edildiğinde o kimseye yemin ettirilmez. İmameyn'e
göre, küçük kız hakkında babaya yemin ettirilir.
"Fülan efendi fülane cariyesini
evlendirdi" diye dâva edildiğinde efendiye yemin ettirilmez.
Alacaklı bir kimse bir şahsa "sen ölen
falan adamın vasîsisin. O sana borcunun ödenmesini vasiyet etti. Terekesinden
benim alacağımı ver" diye dâvâ edip o da inkar etse, yemin ettirilmez.
Şahidi bulunmayan alacaklı bir kimse,
vasiliği sâbit olan bir vasiye "seni vasî tayin edip ölen fülan adamda şu
kadar meblâğ alacağım vardır" diye dâvâ ettiğinde vasî, ölen adamın borçlu
olduğunu inkâr etse, kendisine yemin ettirilmez.
Bir vekil aleyhine dâvâ açıldığında vekil,
vekil olduğunu inkâr etse veya dâvâ edilen şeyi inkâr etse, bu iki meselede
-vasi gibi - kendisine yemin ettirilmez.
Bir şahsın elinde bulunan bir şeyi iki
kimseden her biri ondan satın almış olduğunu dâvâ edip o şahıs da onlardan
birine sattığını ikrar edip diğerine sattığını inkâr etse, kendisine yemin
ettirilmez. Çünkü o şahıs o şeyi onlardan birine sattığını ikrar edince o şey
ikrar ettiği kimsenin olur. Yemin ettirildiği takdirde yemin etmese, o şey
diğer kimseye verilemez. Buna göre yemin ettirilmekte bir fayda yoktur. Eğer o
şahıs o şeyi onlara sattığını inkâr edip kadı onlardan fülana satmadığına dair
yemin etmesini teklif ettiğinde yemin etmese, aleyhine hükmedilip o şey elinden
alınır ve diğeri için tekrar yemin ettirilmez.
İki kimseden her biri bir şahsın elinde
bulunan bir şeyi kendisine hibe edip teslim ettiklerini dâvâ ettiklerinde o
şahıs onlardan biri için ikrar etse, diğeri için yemin ettirilmez. Eğer
"onlardan fülanın hibe etmediğine dair yemin et" denildiğinde
yeminden çekinse, diğeri için yemin ettirilmez.
İki kimseden her biri bir şahsın
kendilerinden bir şeyi rehin olarak aldığını dâvâ edip o şahıs da birinden
rehin aldığını ikrar etse veya birinden rehin almadığına dair yemin etmesi
teklif edildiğinde yeminden çekinse, diğeri için yemin ettirilmez.
Bir şahsın elinde bulunan bir şeyi iki
kimseden biri ona rehin olarak teslim ettiğini, diğeri ondan satın aldığını
dâva edip o şahıs da rehni ikrar edip satmayı inkâr etse, kendisine müşteri
için yemin ettirilmez. Eğer bu rehinle satın almayı dâva edenlerden biri
icareyi, diğeri satın almayı davâ edipdâvalı icareyi ikrar edip satmayı inkâr
etse, kendisine satın almayı dâvâ eden için yemin ettirilmez. Satın almayı dâva
edene "dilersen icare müddeti bitinceye kadar veya rehin kurtuluncaya
kadar sabret, dilersen satışı feshet" denir.
Bir malı iki kimseden biri sadaka olarak
teslim aldığını diğeri satın aldığını dâvâ edip, dâvâlı bunlardan birini ikrar
etse, kendisine diğeri için yemin ettirilmez.
İki kimseden her biri bir akarın kendisine
kiraya verildiğini davâ edip dâvalı bunlardan birine ikrar etse veya bunlardan
birine kiraya vermediğine dair yemin etmesi teklif edildiğinde yeminden
çekinse, diğeri için yemin ettirilmez. Fakat iki kimseden her biri bir şahsın
elinde bulunan bir malı kendisinden gasbettiğini dâva edip o da birine ikrar
etse veya bunlardan birinden gasbetmediğine dair yemin teklif edildiğinde
yeminden çekinse, diğeri için yemin ettirilir. Nitekim onlardan her biri o malı
o şahsa emânet verdiğini dâvâ edip dâvâlı birinin emâneti olduğunu ikrar etse,
diğerinin emâneti olmadığına dair yemin ettirilir. İâre de böyledir. Yemini
şöyle yapar: "Vallâhi zimmetimde şu cinsten bir mal veya o malın kıymeti
yoktur." der.
Satan bir kimse sattığı bir malın kusuruna
"müvekkil razı olmuştu" diye dâvâ etse, vekiline yemin ettirilmez.
Dâvâlı, dâvâcıyı nikâha vekil tâyin ettiğini inkâr etse, yemin ettirilmez.
Sanatkâr ile iş yaptıran, anlaştıkları işde
ihtilâf etseler hiç birine yemin lâzım gelmez.
Bir sanatkâr bir kimseyi "bana şu işi
yaptırdın" diye dâvâ edip o da inkâr etse, yemin ettirilmez.
Otuz birinci mesele: Bir kimse bir şahsı
"ben senin fülan gaib adama olan borcunu almaya ve husumete onun
tarafından vekilim" diye dâvâ edip o da inkâr etse, İmam-ı Azam'a göre
borçluya yemin ettirilmez. İmameyn'e göre ettirilir. Bazı fukaha böyle beyân
etmişlerdir. İmam-ı Hulvanî: "Bütün fukahanın kavilleri üzere yemin
ettirilir." demiştir. Hâniyye'den nakledilen burada son bulmuştur.
Bahır'ın otuz birinci meselesinde
"yemin ettirilmez" diye zikredilenden mâlum oldu ki Hulâsa'nın:
"Herhangi bir yerde dâvâlı bir şeyi ikrar ederse, o şey kendisine lâzım
olur. O şeyi inkâr ederse kendisine yemin ettirilir. Ancak üç yerde
ettirilmez." beyânı kusurludur. Çünkü Hulâsa sahibi yemin ettirilmeyen
yeri üçe kısaltmıştır.
Üçten birincisi: Satın almaya vekil olan bir
kimse, satın aldığı malda bir kusur bulup kusuru sebebiyle onu geri vermek
istediğinde satıcı, vekile "müvekkilinin bu ayıba razı olmadığına Allah-ü
Teâlâ'ya yemin et" diye yemin arz edemez. Eğer vekil müvekkilin o kusura
rızasın ikrar ederse, o şey kendisine lâzım gelir ve geri verme hakkı da bâtıl
olur.
İkincisi: Satıcı müvekkile "o kusura
razı oldun" diye dâvâ etse, müvekkile yemin ettirilmez. Eğer müvekkil
ikrar ederse, o şeyi kusuruyla kabul etmesi kendisine lâzım gelir.
Üçüncüsü: Bir alacağa vekil olan kimseye,
borçlu "senin müvekkilin benim zimmetimi alacağından berî kıldı" diye
iddia edip vekile mâlumu olmadığına dair yemin arz edecek olsa, vekile yemin
ettirilmez. Eğer vekil müvekkilinin borçlunun zimmetini alacağından berî
kıldığını ikrar ederse, kendisine o ikrarın muktezası lâzım gelir ki, onunla
muhasama edemez. Yoksa müvekkile vekilin ikrar ettiği şey sâbit olmaz.
Hulâsa'nın kelâmı burada sona ermiştir.
Bahır sahibi. "Zikredilen otuz bir
mesele üzerine ben de ziyade ettim." demiştir:
Satıcı kusurun o anda mevcud olduğunu inkâr
etse, İmam-ı Azam'a göre yemin ettirilmez. Eğer kusurun hâla mevcud olduğunu
ikrar ederse, hıyar-ı ayıbda geçtiği üzere kendisine lazım gelir.
Şâhid şehâdetinden döndüğünü inkâr ederse,
yemin ettirilmez. Eğer döndüğünü ikrar ederse, şehâdeti sebebiyle telef olan
malı öder. Hırsız hırsızlığını inkâr ederse elinin kesilmesi için yemin
ettirilmez. Fakat çalınan malın isbatı için yemin ettirilir. Eğer hırsızlığı
ikrar ederse eli kesilir. Bundan dolayı İsbîcabî: "Baba sabînin malına
vasî yetimin malına, mütevelli mescidin ve evkafın malına hıyanet etti diye
dâvâ edilirse bunlara yemin ettirilmez. Ancak bunların aleyhine akid dâvâ
edilirse bu takdirde kendilerine yemin ettirilir." demiştir. Bahır'ın
kelâmı burada sona ermiştir.
Eşbah sahibinin zikrettiği meseleler
üzerine şu meseleler da ziyade edilmiştir:
Birincisi: Bir kimse bir şahıstan bir şey
dâvâ edip yemin etmesini istediğinde dâvâlı, "o şey benim küçük
oğlumundur" dese, yemin ettirilmez.
Fetâvây-ı Fazli'de zikredilmiştir ki; bütün
fukahanın kavilleri üzerine, o şahısa yemin lâzım gelir. Artık yemin teklif
edildiğinde yeminden çekinirse, davâ edilen şey arazi olduğu takdirde arazi
davâcıya hükmedilir. Sonra çocuk baliğ olduğunda dâvâcıyı tasdik ederse, onun
dediği gibi olur. Eğer onu yalanlarsa, baba arazinin kıymetini dâvâcıya öder.
Arazi dâvâcıdan alınıp çocuğa verilir. Bu mesele, bir şahsın inkâr edeceği veya
tasdik edeceği bilinmeyen gâib bir kimse için bir şey ikrar etmesi gibidir.
İkrar eden şahsa yemin arz edilir. Yeminden çekinirse, aleyhine hükmedilir.
Gaib olan kimsenin gelmesi beklenir. Gelince ikrar edeni tasdik ederse ne alâ;
tasdik etmezse o şey kendisine verilir. O şeyin kıymetini davâ edene öder. Bu
mesele Bahır'da: "Küçük çocuğun malı hususunda babaya yemin ettirilmez."
meselesine râcidir. Çünkü baba arazinin küçük çocuğa aid olduğunu ikrar edince
arazinin çocuğun malı olduğu ortaya çıkmış olur. Fakat bunda teemmül vardır.
Musannıfın yukarıda geçen kavli muhakkak küçük çocuğun malı olduğuna göredir.
Bu meselede ise küçük çocuğun malı olduğu ancak babanın ikrarıyla sâbit olur.
Zira ikrarı dâvâyı kendinden defetmeye çare olabilir.
İkincisi: Bir kimse bir hane satın alıp
şuf'a sahibi geldiğinde o kimse satın almayı inkar etse yemin ettirilmez.
Nevâzil'de zikredilmiştir ki; bir kimse bir
hane satın alıp şuf'a sahibi geldiğinde o kimse satın almayı inkar edip hanenin
küçük oğluna aid olduğunu ikrar etse, şuf'a dâvâ edenin o hanenin satılmış
olduğuna dair şâhidi bulunmasa, satın alan kimseye yemin ettirilmez. Çünkü oğluna
ikrarı kendisine lâzım geldiğinden bundan sonra başkasına ikrarı câiz değildir.
Üçüncüsü: Bir kimsenin elinde bir köle veya
bir cariye veya bir elbise bulunup bir şahıs onun kendilerine aid olduğunu
iddia edip o kimseyi hâkimin huzuruna çıkarttıklarında onu dâvâcılardan birine
ikrar etmekle diğeri yemin ettirmek istese bakılır: Eğer yemin ettirmek isteyen
şahıs o şeyin kendisine nereden kaldığını söylemeksizin kendisinin mülkü
olduğunu dâvâ etse veya o kimseden satın aldığını dâvâ etse, o kimseye yemin ettirilmez.
Eğer yemin ettirmek isteyen şahıs o kimsenin o şeyi kendisinden gasbettiğini
iddia ederse, o kimseye yemin ettirilir. Çünkü o kimse yemin etmeyip gasbı
ikrar ederse, kendisine o şeyi ödemesi lâzım gelir.
Dördüncüsü: Bir baba küçük oğlu için bir
hane satın alıp sonra paranın mikdarında şüf'a sahibiyle ihtilâf etseler,
babanın sözü yeminsiz kabul edilir. Nitekim mezhebin kitablarının çoğunda böyle
beyân edilmiştir.
Beşincisi: Bir hırsız eli kesildikten sonra
çalınan malın telef ve zâyi olduğunu, mal sahibi ise onun yanında mevcud
olduğunu iddia etseler hırsızın sözü yeminsiz kabul edilir. Ebu'l-Leys
Nevâzil'inde zikretmiştir ki; Ebu'l-Kasım'a "Bir hırsız eli kesildikten
sonra çalınan mal telef ve zâyi olsa öder mi?" diye sorulmuş, o da:
"Ödemez o mal gerek el kesilmeden önce telef ve zâyi olsun, gerekse
kesildikten sonra telef ve zâyi olsun hüküm birdir." demiştir. Yine
Ebu'l-Kasım'a "Hırsız, çaldığı malı; telef ve zâyi ettim, deyip mal
sahibi; telef ve zâyi etmedin, mal senin yanında mevcuddur, diye iddia etse
hırsıza yemin ettirilir mi?" diye sorulmuş, o da: "Hırsızın sözü
yeminsiz kabul edilir." diye cevap vermiştir.
Altıncısı: Bir kimse bir şahsa bir şey hibe
edip sonra hibesinden dönmek istediğinde o şahıs hibenin telef ve zâyi olduğunu
iddia etse, sözü yeminsiz kabul edilir. Nitekim Hâniyye'de ve diğer mu'teber
kitablarda böyle beyân edilmiştir.
Yedincisi: Bir kimse bir şahsa, "Sen
fülan ölünün vasîsisin" diye dâvâ ettiğinde o şahıs inkâr etse yemin
ettirilmez.
Sekizincisi: Bir kimse bir şahsa, "sen
fülanın vekilisin" diye dâvâ edip o da inkâr etse, yemin ettirilmez. Bu
iki mesele Bezzâziye'de zikredilmiştir.
Dokuzuncusu: Hibe eden, "ıvazı şart
kıldım" deyip kendisine hibe edilen "şart kılmadın" diye iddia
etse kendisine hibe edilenin sözü yeminsiz kabul edilir.
Onuncusu: Bir köle bir şey satın aldığında
satıcı "senin ticaret için iznin yoktur" deyip köle de, "benim
iznim vardır" dese, kölenin sözü yeminsiz kabul edilir.
On birincisi: Bir köle başka bir köleden
bir şey satın alıp biri, "benim ticaret için iznim yoktur" deyip
diğeri, "senin ve benim ticaret için iznimiz vardır" dese izin iddia
edenin sözü yeminsiz kabul edilir.
On ikincisi: Bir hakim yetimin malını
sattığında müşteri kusurundan dolayı malı hâkime geri verecek olduğunda hakim
"sen beni malın kusuru dâvâsından berî kıldın" dese, hâkimin sözü
yeminsiz kabul edilir. Keza; bir kimse, hâkim tarafından yetimin arazisinin
kendisine icareye verildiğini dâvâ ettiğinde, hâkime yemin ettirecek olsa
ettiremez. Çünkü, hâkimin sözü hüküm olduğundan hâkime yemin ettirilmez. Kezâ
hâkimin aleyhine dâvâ edilen her şeyde hâkime yemin ettirilmez.
On üçüncüsü: Bir baba kızının mehrini
kocasından taleb etse, eğer kızı küçük veya büyük olup bâkire ise onun mehrini
taleb edebilir. Baba ile zevc kızın bekâretinde ihtilâf edip zevc
"duldur" diye iddia edip delili bulunmadığından hâkimden babasından
kızının dul olduğunu bilmediğine dair yemin etmesini istese, İmam Ebû Yusuf'a
göre; yemin ettirilir. Hassaf "yemin ettirilmez" diye zikretmiştir.
Nitekim bir alacağı almaya vekil olan kimseye borçlu, alacaklı kendisini berî
kıldığını dâvâ edip vekil inkar etse, yemin ettirilmez. Bu meselede de hüküm
aynıdır. Zahiriyye.
İZAH
"Dokuz meseleye kısaltmıştır."
Dâvâ bahsinde gelecektir ki; zevcin veya zevcenin inkâr ettikleri nikâhda,
iddetten sonra inkâr ettikleri ric'atta, müddetten sonra iladan inkâr ettikleri
fey ve rücu'da, cariyenin ümmi veled dâvâsında, bir kimsenin meçhûl olan bir
şahsa, "bu benim kölemdir" veya "oğlumdur" diye dâvâsında
had ve lianda yemin yoktur. Fakat müftâbih olan kavle göre; bunların hepsinde
yemin vardır. İmam-ı Azam'ın kavline göre bu dokuz yerde yeminin olmaması
müftâbih olan kavle muhâliftir.
"Müvekkil razı olmuştu." Yani bir
kimse satın almaya vekil olan bir şatışa mal satıp sonra vekil satın aldığı
malı kusurundan dolayı satıcıya geri vermek istediğinde satıcı vekile,
"müvekkilin bu kusura razı olmuştu" diye iddia etse, vekil yemin
ettirilmez. Bu meselenin şöyle olma ihtimali de vardır: Müvekkil satın alınan
malı kusurundan dolayı satıcıya geri vermek istediğinde satıcı müvekkile,
"sen bu kusura razı olmuştun" diye iddia etse, müvekkile yemin
ettirilmez. Layık olan bunun başka bir sûret sayılmasıdır. Çünkü Hulâsa'da
bunlar iki sûret kılınmışlardır. Nitekim gelecektir.
"Nikâha vekil tâyin ettiğini..."
Bir kimse bir şahsı evlendirdiğinde o şahıs o kimseyi kendisini evlendirmesi
için vekil tâyin ettiğini inkâr etse, yemin ettirilmez. Çünkü bu, hakikatte
nikâhı inkârdır.
"Hiç birine yemin lâzım gelmez: Çünkü
selâm bahsinin sonunda beyân edildiğine göre; sanatkâr, işi anlaştıkları gibi
yapmış olsa bile iş yaptıran onualıp almamakta muhayyerdir. İhtilâf ettikleri
takdirde evleviyetle olmayabilir.
"Borçluya yemin ettirilmez."
Çünkü borçluya yemin arz edildiğinde yeminden çekinse, borcunu vekile vermesi lâzım
gelir. Bu ise zararlıdır. Çünkü müvekkil gelince vekili tasdik etmezse ve
vekile verilen borç onun yanında kusuru olmaksızın zâyi ve telef olmuş olsa
aleyhine zâyi olmuş olur.
"Bunların aleyhine akid dâvâ
edilirse..." Mesela: "mütevelli vakfın malını" veya "baba
küçük çocuğun malını kiraya verdi" diye dâvâ edilip bunlar da inkâr
ederse, kendilerine yemin verilir.
"Gâib bir kimse için bir şey ikrar
etmesi gibidir." Yani bir kimse bir şahsın elinde bulunan bir malın kendi
mülkü olduğunu davâ edip dâvâlı o malın inkâr edeceği veya tasdik edeceği
bilinmeyen gaib bir adamın malı olduğunu ikrar etse, kendisine yemin
ettirilmez.
Hâsılı; Bir dâvâcı, dâvâsını şâhid ile
isbattan aciz olunca onun talebiyle dâvâlıya yemin ettirilir. Bu, bir yemin
ettirme meselesidir ve bir kâide-i esasiyyedir. Fakat bu kâideden bazı
meseleler müstesnadır: Bir kimse bir şahıstan, "sen fülanın
vekilisin" diye dâvâ edip o şahıs da inkâr etse, kendisine yemin
ettirilmez. Çünkü bu yeminde bir fâide yoktur. Zira vekil kendisini vekaletten
azledebilir. Bu inkar ise bir azil ve istifa demektir. Eğer yeminden çekinmesi
ikrar sayılsa, onun bu ikrarı başkası hakkında muteber olmaz.
Kezâ: İki kimseden her biri bir şahsın
elindeki bir malı o şahıstan satın alınış olduğunu dâvâ edip o şahıs bu malı
bunlardan birine sattığını ikrar edip diğerinin dâvasını inkâr etse, kendisine
yemin ettirilmez. Çünkü kendisine yemin arz edildiğinde yeminden çekinse, bu
bir ikrar olacaktır. Halbuki bu ikrar evvelki ikrar ettiği kimsenin aleyhine
muteber olmaz.
İki kimseden her biri bir haneyi
kiraladığını dâvâ edip hane sahibi bunlardan birinin dâvâsını ikrar ve tasdik
etse, artık diğerinin dâvâsını inkardan dolayı kendisine yemin ettirilmez.
Çünkü bu yeminden çekinse bu, diğerinin aleyhine ikrar olacaktır. Bu ikrar ise
muteber olmadığından bir faide yoktur.
Satıcı ile alıcı satılan malın parasının
vadeli olup olmamasında veya şart-ı hıyarda yani satıcının şu kadar gün
muhayyer olup olmadığından paranın tamamen veya kısmen ödenip ödenmediğinde
ihtilâf etseler, bu üç surette inkar edene yemin ettirilir.
METİN
On dördüncüsü: Bir cariye satın alan kimse
cariyenin zevci bulunduğunu iddia edip satıcı da, "bunun zevci benim
kölemdi, fakat satmadan önce onu boşadı" veya "öldü" dese, sözü
yeminsiz kabul edilir. Siraciyye'de de böyle beyân edilmiştir. İşin hakikatini
Hak Teâlâ Hazretleri bilir. Bu izah bu kitabın hâssasındandır. Bunun gibi
Şerefü'd-dini Gazzi'nin Eşbah üzerine olan hâşiyelerinde de zikredilmiştir.
Şârih der ki; Şeyh Salih Eşbah hâşiyesinde
yedi mesele daha ziyade etmiştir, biz onları da beyân ederiz :
On beşincisi: Dâvalı şâhid hakkında ta'n
edip, "bu şâhid bu haneyi şahadetinden önce kendi nefsi için dâvâ
etmiştir" deyip şâhid de inkâr edip dâvâlı şâhide yemin verilmesini
istese, yemin verilmez. Mecmau'l-Fetâvâ.
On altıncısı: Bir cemaatin alacakları bir
ölünün terekesini kaplamış iken başka bir alacaklı gelip kendisinin de ölüden
bir mikdar alacağı bulunduğunu iddia etse, hasım ancak vâris olur. Fakat vârise
yemin verilmez. Çünkü vârise yemin verildiği takdirde yeminden çekinmekle ikrar
etmiş olsa kabul edilemeyeceğinden yemin ettirilmez.
On yedincisi: Bir kimse bir şahısta bin
dirhem hakkı bulunduğunu o şahsın önce ikrar edip sonra inkâr ettiğini iddia
etse, o şahsa, "ikrar etmedin mi? diye yemin ettirilir mi? Fukahadan İmam
Debbusî: "Yemin ettirilir." demiş, Saffar ise: "Yemin
ettirilmez, ancak asıl hak üzerine yemin ettirilir." demiştir.
Mecmau'l-Fetâvâ.
On sekizincisi: Bir kimse bir şahsa bir
mikdar mal verip sonra aralarında ihtilâf edip malı alan şahıs "ben o malı
emânet olarak almıştım" deyip malı veren kimse ise, "o malı sen
nefsin için almıştın" dese, dâvâlıya yemin ettirilmez. Hâkim,
"dâvâlı, ödemenin sebebi olan başkasının malını almış olduğunu ikrar
ettiğinden mal sahîbinin sözü kabul edilir" der.
On dokuzuncusu: Bir kimse bir şahsı hâkimin
huzuruna götürüp, "fülan oğlu fülanca ölmüştür, ben onun oğluyum. Benden
başka vârisi yoktur, babamın bu şahsın üzerinde şu kadar malı vardır. Tahsil
edilmesini istiyorum" diye dâvâ edip o şahıs da bu dâvâyı inkâr etse,
bunun üzerine dâvâcı hâkime "babamın öldüğüne, benim onun oğlu olduğuma,
bilgisi olmadığına dair kendisine yemin ettirmeni istiyorum" dese, yemin
ettirilmez. Ancak dâvâcı bu dâvâyı isbat ettikten sonra yine o şahıs dâvâ
edilen malı inkâr ederse, kendisine yemin ettirilir. Bazı fukaha: "O şahsa
dâvâcının ölenin oğlu olduğunu ve onun öldüğünü bilmediğine dair yemin
ettirilir" demişlerdir. Birinci kavil İmam-ı Azam'ın, ikinci kavil
İmameyn'indir. İmam Hulvânî: "Sahih olan ikinci kavildir, yani yemin
ettirilir." demiştir. Valvalciyye.
Yirmincisi; Bir kimse bir şahsı,
"benim sende bin dirhem hakkım vardır" diye dâvâ ettiğinde dâvâlı
hâkime, "bu kimse bu dâvâyı benden fülan beldenin hâkiminin huzurunda dâvâ
edip dâvâdan çıkınca beni bu dâvâdan berî kıldı, artık benim zimmetimi bu
dâvâdan beri kılmadığına kendisine yemin ettir. Eğer yemin ederse ben de yemin
ederim ki, onun bende bir şeyi yoktur." dese bu mesele ulema arasında
ihtilâflıdır. Sahih olan kavle göre dâvâcıya dâvâlıyı ondan beri kılmadığına
yemin ettirilir.
Bir kimse bir şahsı, "elbisemi
yırttın" diye dâvâ edip elbiseyle beraber hâkimin huzuruna gidip hâkimden
o şahsa ödemenin sebebi olan yırtmaüzerine yemin vermesini istese yemin
ettirilmez.
FAİDE : Şârih der ki; yemin edilmeyen
meseleler elli iki olmuştur. Bu meseleler hıfzedilmelidir. İmam Hulvânî:
"Bir haneden muayyen olmayan bir hisseyi dâvâ gibi bir cehalet şâhidin
kabulüne mâni olduğu gibi yemin verilmesine de mani olur. Ancak hâkim yetimin
vasisini veya vakfın mütevellisini hıyanetle ittiham ettiğinde kendilerinden
muayyen bir şey dâvâ etmezse de vakıf ile yetimin hakkını korumak için yemin
ettirir. İşin hakikatini Hak Teâlâ Hazretleri bilir.
= Bir kâdı'nın bir kaç mesele müstesna
müctehedünfih olan bir me-selede vermiş olduğu hüküm geçerlidir =
Eşbah'ta bir kadı müctehedün-fih olan bir
meselede hükmetse, hükmü geçerli olur. Ancak bir kaç meselede geçerli olmayıp
onlarda hâkimin hükmü bozulur. Musannıfın oğlu şeyh Salih b. Muhammed b.
Abdullah Eşbah üzerine olan Zevâhirü'l-Cevâhir fi't tefsiri ale'l-Eşbah
ve'n-Nezâir isimli hâşiyesinde demiştir ki; Eşbâh sahibinin istisna ettiği
bozulan meseleler üzerine birtakım meselelere de ben zafer-yab oldum da fâideyi
tamamlamak için onları da ben ziyade edip üç kısım üzerine taksim ettim.
Birinci kısım: Meşayıhımızın bozulmasında
ihtilaf etmedikleri meselelerdir.
İkinci kısım: Meşayıhımızın bozulmasında
ihtilâf etmiş oldukları me-selelerdir.
Üçüncü kısım: Bozulması hakkında İmam-ı
Azam'dan nass ve tasrih olmayıp kendisinde ashabımızın ihtilâf edip tasniflerinde
tearuz bulunan meselelerdir.
İZAH
"Cariyenin zevci bulunduğunu iddia
edip..." Yani bir cariye satın alan kimse cariyenin zevci bulunduğunu ve
bu yüzden cariyeden menfaatlanmanın noksan olacağını ileri sürüp cariyeyi geri
vermek istediğinde satıcı, "bunun zevci benim kölemdi, fakat satmadan önce
onu boşadı" veya "öldü" dese, satıcının sözü yeminsiz kabul
edilir.
"Ancak asıl hak üzerine yemin
ettirilir." Çünkü o şahıs yalan olarak ikrar etmiş olur da yeminle ikrar
üzerine ilzam edilmesinde kendisine zarar verilmiş olur. Bilenler için bu
meselenin zikredilmesinde bir faidenin olmadığı gizli değildir. Çünkü bu
meselede dâvâlıya ittifakla yemin ettirilir. Ancak ihtilâf ne üzerine yemin
ettirileceği hususundadır.
"O malı sen nefsin için
almıştın." Yani o malı sen ödünç veya gasb olarak almıştın, bundan dolayı
o malı ödemen lâzımdır.
"Ödemenin sebebi olan yırtma üzerine
yemin vermesini istese, yemin ettirilmez." Yani dâvâlıya, "Vallâhi
ben bu elbiseyi yırtmadım" diye yemin ettirilmez. Çünkü dâvâlı o elbiseyi
o kimsenin izniyle yırtmış olabilir veya elbise dâvâlının olur da kendi
mülkünde iken yırtıp sonra yırtık olarak satmış olabilir. Bundan dolayı
davâlıya, "Vallâhi bu elbiseyi bu yırtık sebebiyle ödemek benim üzerime
lâzım değildir" diye yemin ettirilir. T.
"Yemin edilmeyen meseleler elli iki
olmuştur." Ben derim ki: Yemin verilmeyen meseleler elli sekizdir.
Bunların otuz biri Hâniyye'de, altısı Bahır'da, on dördü Tenvîru'l-Besâir'de,
yedisi de Zevâhir'de zikredilmiştir. H.
Ben derim ki: Yukarıda beyân edildiği üzere
Hulâsa'da yemin verilmeyen meseleler üçe kısaltılmıştır. Bunlardan ikinci ile
üçüncü meselelerin de ziyade edilmesiyle yemin edilmeyen meseleler altmış olmuş
olur. Metinde beyân edilen cehâlet meselesinin de ziyade edilmesiyle yemin
verilmeyen meseleler altmış bir olmuş olur. Ben Camiu'l-Fûsuleyn'den naklen bu
meseleler üzerine sekiz mesele daha ziyade ettim :
Bir şâhid şahadeti inkâr ettiğinde
kendisine yemin ettirilmez.
Dâvalı, "şâhid yalan söylüyor,
dâvâcıya şâhidin yalan söylediğini bilmediğine dair yemin ettirilsin" dese
yemin ettirilmez.
Fülan kimse cariyesini âzâd etti veya
zevcesini boşadı diye dâvâ edilip o da inkâr etse, bazı fukahaya göre yemin
ettirilir, bazı fukahaya göre ise yemin ettirilmez. Böyle bir mesele hakkında
fetva verirken iyi düşünmek lâzım gelir.
İki kimseden her biri bir kadınla evlenmiş
olduğunu iddia edip o kadın onlardan biriyle evlenmiş olduğunu ikrar etmekle
diğerinin iddiasını inkâr etse, ittifakla kendisine yemin ettirilmez. Eğer o
kadın evlendiğini hiç ikrar etmese, kendisine, "onlardan fülan ile
evlenmediğine yemin et" denildiğinde yemin etmekten çekinse, diğeri için
yemin ettirilmez.
Bâliğa bir kız velisi evlendirdiğinde zevc
kızın razı olduğunu iddia edip o da inkâr etse, yemin ettirilmez. Kezâ: Bir
kadını bir kimse bir şahısla evlendirdikten sonra kadın o şahısta evlendiğini
iddia edip o da inkâr etse, yemin ettirilmez.
İki kimseden her biri bir malın kendi
elinde bulunduğunu iddia edip hiç birinin şâhidi de bulunmadığından bunlardan
biri diğerine "bu malın benim elimde olduğunu bilmediğine dair yemin
etmeni istiyorum." dese bazı fukahaya göre yemin ettirilir, bazı fukahaya
göre ettirilmez. Bunlarla birlikte yemin verilmeyen meseleler altmış dokuz
olmuştur. Hamd Alemlerin Rabbine mahsustur.
"Ancak hâkim yetimin vasisini veya
vakfın mütevellisini hıyanetle it-tiham ettiğinde..." Eşbah'da bu iki
meseleden başka dört mesele daha ziyade edilmiştir:
Birincisi: Emânet veren emânetçinin mutlak
surette hıyanetini iddia etse yemin ettirilir.
İkincisi: Meçhûl rehinde yemin ettirilir.
Üçüncüsü : Gasb dâvâsında yemin ettirilir.
Dördüncüsü : Hırsızlık dâvâsında yemin
ettirilir.
"Eşbâh'da bir kadı..." Eşbah'ın
ibâresi izahla şöyledir: Bir kadı müc-tehedün-fiha olan bir meselede hükmetse,
hükmü geçerli olur. Ancak ashabımızın geçerli olmadığına dair nassı bulunan
meseleler müstesnadır. Meselâ; bir kimse bir hanede olan hakkını Mısır'da sâkin
olduğu halde üç sene davâ etmese, hakkı bâtıl olur diyen bazı fukahanın zayıf
kavillerine göre bir kadı bu müddetin uzun olmasından dolayı hakkının iptaliyle
hükmetse hükmü geçerli olmaz. Çünkü bu kavil terkedilmiştir. Bu dâva başka bir
kadıya götürülse ikinci kadı birinci kadının hükmünü iptal edip dâvâcıya
hükmeder. Hâniyye.
Ben derim ki: Bazı fukahanın : "Uzun
zaman dâvâ etmeyenin hakkı bâtıl olur." kavillerinden âhiretteki hakkının
bâtıl olması murad edilmeyip dâva etme hakkının bâtıl olması murad edilmiştir.
"Bu kavil terkedilmiştir" İfadesi
mutlak surette terkedilmiş mânâsına değildir. Çünkü bizim Hanefî mezhebine göre
dâvânın butlanı üzerine karine bulunduğu yerde bu kavil ile amel edilir.
Nitekim sükût edildiğinde dâva kabul edilmez meselelerinde geçtiği üzere bir
kimse yakını bir şey satarken görüp sükût etse veya zevc ile zevceden biri bir
şey satarken diğeri sükût etse veya satın alan bir kimse satın aldığı mülkde
ekin ekme veya bina yapma gibi tasarruf ettiğini komşusu görüp sükût etse veya
bir kimse bir şahsın bir mülkde otuz üç sene tasarruf ettiğini görüp sükût
etse, sonra bunlar o şeylerin kendilerine aid olduğunu davâ etseler, dâvâları
kabul edilmez.
Bir kadı, gaib olan bir zevcin zevcesinin
nafakasını vermekten aciz olduğunu ileri sürüp ayrılmalarına hükmetse, sahih
olan kavle göre hükmü geçerli olmaz. Hazır olan zevc böyle değildir. Yani Şâfii
mezhebinden olan bir hâkim, zevcesinin nafakasını vermekten aciz olan hazır bir
zevcin nikâhının feshine hükmetse, bizim Hanefî mezhebine göre hükmü geçerli
olur. Fakat gaib olan bir zevcin nikâhının feshine hükmetse, sahih kavle göre
hükmü geçerli olmaz. Çünkü gaib olan bir zevcin zevcesinin nafakasını vermekten
aciz olduğu malûm değildir. Nafaka bahsinde bu hususta geniş malûmat vardır.
Bir kâdı, babasının zina etmiş olduğu bir
kadının nikâhının oğluna sahih olduğuna veya oğlunun zina etmiş olduğu bir
kadının nikâhının babasına sahih olduğuna hükmetse, İmam Ebû Yusuf'a göre bu
hüküm geçersizdir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de bunun haram olduğuna dair nass
vardır. Zira nikah lûgatta vaty (cinsî yakınlık) mânâsınadır. İmam Muhammed'e
göre; kâdının bu hükmü geçerlidir. Çünkü bu nass zâhirdir. Bunda te'vil
câizdir.
Bir kadı, bir kimseye zina etmiş olduğu
kadının anasının veya kızının nikâhının sahîh olduğuna hükmetse, İmam Ebû
Yusuf'a göre; bu hüküm geçersizdir. İmam Muhammed'e göre; bu hüküm geçerlidir.
İkinci kısımda Zevâhir'in ibâresinde
gelecektir ki; bir kadı, nikâh-ı müt'a (temettu veya istimta gibi bir tâbir ile
bir müddet için yapılan nikâhdır) nın sahih olduğuna hükmetse, bu hüküm
geçersizdir. Çünkü nikah-ı müt'anın cevazına kail olmaktan dönmüş olduğu
sahihtir.
Bir kâdı, zamanın uzamasıyla mehrin
düşmesine hükmetse, hükmü geçersiz olur. Yani bir kadın zevcini mehir hususunda
uzun zaman dâvâ etmeyip sonra dâvâ etse, kadının mehir hakkı bâtıl olur. Kâdı,
kadının davâsına bakmaz. Şerh-i Ede'bi'l-Kazâ'da zikredilmiştir ki; uzun zaman
dâvâ etmeyen bir kadının mehrinin düşmesiyle hükmedilse, bu hüküm geçersiz
olur.
Bir kadı, bir innîne (erkeklik tenasül uzvu
bulunduğu halde bir hastalıktan dolayı cinsî yakınlıkta bulunamayan kimseye)
bir sene mühlet verilmeyeceğine hükmetse, hükmü geçersiz olur. Yani bu hüküm
başka bir kâdıya götürüldüğünde ikinci kâdı birinci kâdının hükmünü iptal edip
innîne bir sene mühlet verir.
Bir kâdı, talâk-ı ric'îyle boşanmış bir
kadına kocasının iddet içinde kadının rızası olmaksızın dönüp nikâhını devam
ettirmesi sahih değildir diye hükmetse, bu hükmü geçersiz olur. Çünkü bu hüküm
Allah-ü Teâlâ'nın: "Kocaları bekleme müddeti içinde barışmak isterlerse,
onları geri almaya herkesten çok lâyıktırlar." (Bakara sûresi, Ayet: 228)
kavl-i kerimine muhaliftir.
Bir kâdı, hamile bir kadın üç talâkla
boşandığında veya kendisine cinsi yakınlıkta bulunulmayan bir kadın üç talâkla
boşandığında veya hayızlı (âdet gören) bir kadın üç talâkla boşandığında veya
bir kadın bir talâktan ziyade boşandığında veya bir kadın bir kelimeyle üç
talâk birden boşandığında üç talak vâki olmaz diye hüküm verse, hükmü geçerli
olmaz. Çünkü bu hüküm Allah-ü Teâlâ'nın: "Yine erkek, zevcesini boşarsa,
ondan sonra kadın kendinden başka bir ere nikâhlanıp varıncaya kadar ona
(birinci zevcine) helal olmaz." (Bakara Sûresi âyet : 230) kavl-i kerîmine
muhâliftir. Bu âyet-i kerimede birinci zevcinin boşamasıyla üçüncü talâkı
boşaması murad edilmiştir. Buna göre fukahadan her kim bu kadınların hiç boş
olmayacağını veya bir talâk boş olacağını söylerse, üç talâkla boşanan hürre
bir kadın iki talâkla boşanan bir cariye iddetlerini bitirdikten sonra sahih
nikâhla başka bir adamla evlenmeden birinci zevcine helal olacağını isbat etmiş
olur. Bu ise ayet-i kerîmeye muhâliftir.
Ben derim ki: İbn-i Kemal Paşa'ya nisbet
edilen Fetava'da : "Bir kadın bir kelimeyle üç talak birden boşandığında
bir talâk vaki olur." diye zikredilen kavle itimad edilmez. Asrımızda kim
bu kavil ile fetva verirse, o cahilin tâ kendisidir. Nitekim ben bunu uzun bir
fetvada izah ettim.
Bir kâdı, bir zevc zevcesini cinsi
yakınlıkta bulunmuş olduğu temizlikte boşarsa, talâk vâki olmaz diye hükmetse,
hükmü sahih olmaz.
Bir kâdı, "bir zevc, cinsî yakınlıkta
bulunmadığı zevcesini mehrini ve çeyizini verdikten sonra boşasa, vermiş olduğu
çeyizin yarısını geri alır" diyehükmetse, hükmü sahih olmaz. Çünkü bu
hüküm nassa muhaliftir. Zira Hak Teâlâ Hazretleri kendilerine cinsî yakınlıkta
bulunulmadan önce boşanan kadınlara akidde tayin edilen mehrin yarısının
verilmesini emretmiştir. Çeyiz ise akidde tâyin edilmiş olmadığından yarıya
bölünmez.
Bir kadı bir çocuğun babasının hattına
dayanarak yapmış olduğu şahadetiyle hükmetse, yani ölen bir kimsenin oğlu
babasının hattını bir defterde bulup babasının hattı olduğunu kesin olarak
bildikten sonra bu defter sebebiyle bir şeye şahitlik yaptığında kadı ölen bir
kimsenin çocuğu her hususta babasının yerine geçmektedir diyerek bu çocuğun
şahadetiyle hükmetse, bu hükmü sahih olmaz. Çünkü hat, hatta benzediğinden
dolayı hatta dayanılarak yapılan şahadetin câiz olduğuna dair olan kavil
terkedilmiştir.
Ben derim ki; Bahır'da bu meseleden sonra
şu meseleler de ziyade edilmiştir:
Bir kâdı, bir şahid ve yeminle hükmetse,
hükmü sahih olmaz.
Bir kâdı, hadlerde ve kısasda bir erkekle
iki kadının şahadetiyle hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Bir kâdı, sicillât denilen defterdeki
hattın kendisine aid olduğunu unutmuş olduğu halde ona dayanarak hükmetse,
hükmü sahih olmaz.
Bir kâdı, bir şâhidin sicillât defterinde
yazılı olan hadiseye şehâdet edip kendisi o hadiseyi hatırlamayıp ancak hattın
ve mührün kendisine aid olduğunu bilip bunlara dayanarak hükmetse, hükmü sahih
olmaz.
Bir kâdı, huzurunda okunmaksızın mühürlü
bir dâvâ üzerine yapılan bir şahâdete dayanarak hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Bir kâdı, kâdı olan bir kadının had veya
kısas hususunda vermiş olduğu hüküm sahîhtir diye hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Câmiu'l-Fûsuleyn'de bu yerlerde verilen
hüküm geçerlidir. Ancak birinci meselede ihtilaf vardır, diye tasrîh
edilmiştir. Galiba bundan dolayı bu meseleler Eşbah'da beyân edilmemiştir. İşin
hakikatını Hak Teâlâ Hazretleri bilir.
Bir kadı kasâme (katili bilinmeyen ve
üzerinde öldürülme eseri bulunan bir kimsenin bulunduğu mahalle halkından elli
kişiye yemin ettirme) de kısasla hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Şerh-i ede'bi'l-kazâ'da beyân edildiğine
göre, sureti mesele şöyledir: Bazı ulema: "Dâvâlı ile öldürülen kimsenin
arasında açık bir düşmanlık bulunup öldürülen kimsenin dâvâlıdan başka düşmanı
bilinmeyip öldürülen kimsenin o mahalleye girmesiyle öldürülmesi arasında az
bir zaman bulunduğu takdirde kâdı, öldürülen kimsenin velisine dâvâsı üzerine
yemin teklif eder. Yemin ederse dâvâlının kısasına hükmeder." demişlerdir.
Fakat bu hüküm sünnete ve sahabenin icma'ına muhâliftir. Bizim Hanefî mezhebine
göre böyle bir cinayette diyet ve kasâme lazımdır.
Bir kâdı, şu zevc ile zevceyi emzirdim diye
şahadet eden bir kadının şahadetiyle o çiftin arasının ayrılmasına hükmetse,
hükmü sahih olmaz.
Bir kâdı, kendi çocuğunun lehine hükmetse,
hükmü sahih olmaz. Çünkü bu hüküm bir bakıma kâdının lehine hüküm olmuş olur.
Ama bir kâdı bir oğulun babasının lehine yapmış olduğu şahâdetle veya bir
babanın oğlunun lehine yapmış olduğu şahadetle hükmetse, bu hükmün sahih olup
olmamasında sahabe arasında ihtilâf vardır. Sonra bu hükmün butlanı üzerine
icma vâki olmuştur. İmam Ebu Yusuf'a göre; bu hüküm sahihtir. Çünkü İmam Ebû
Yusuf'a göre; sonraki icma önceki ihtilâfı kaldırmış olacağından bu hüküm
müctehedünfih olan bir meselede verilmiş değildir.
Bir kâdıya bir çocuğun veya bir kölenin
veya bir kâfirin hükmü götürülüp onların vermiş olduğu hükümle hükmetmiş olsa,
hükmü sahih olmaz. Çünkü bunların hükmü geçerli değildir.
Bir kâdı, bir sefihi (malını faydasız yere
sarf eden kimseyi) malında tasarrufdan men ettiğinde diğer bir kadı ona malında
tasarruf etmeye icazet ve izin verse, birinci kadının vermiş olduğu hüküm bâtıl
olur. Bu hüküm üçüncü bir kadıya götürülse bu hükmü tenfiz etmesi lâzım gelir.
Bir kâdı, bir kısmı âzâd edilmiş bir
kölenin âzâd edilmeyen kısmının satılmasının sahih olduğuna hükmetse, hükmü
sahih olmaz. Yani bir köle iki kimse arasında ortak olup bunlardan biri fakir
olduğu halde o köleyi âzâd edip diğeri sükût etse, sonra sükût eden köledeki
hissesini satsa, bunlar muhakeme için bir kadıya müracaat ettiklerinde kadı
satışın sahih olduğuna hükmetse, sonra bunlar başka bir kâdıya muhakeme için
müracaat etseler, ikinci kâdı birinci kâdının vermiş olduğu hükmü iptal eder.
Çünkü Ashab-ı Kiram bir kısmı azâd edilmiş bir kölenin köleliğinin devam
edemeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir.
Bir kâdı amden besmele-i şerife terk
edilerek kesilmiş bir hayvanın etinin satılmasının câiz olduğuna hükmetse, İmam
Ebû Yusuf'a göre, bu hüküm sahih olmaz. İmam-ı Azam'la İmam Muhammed'e göre bu
hüküm sahih olur. Hızânetü'l-Ekmel.
Bir kâdı, ummi veledin satılmasının câiz
olduğuna hükmetse, zâhir olan kavle göre bu hüküm sahih olmaz. Bazı fukaha:
"Bu hüküm sahih olur." demişlerdir. İmam Muhammed'e göre; bu hüküm
sahih olmaz. Çünkü ümmi veledin satılıp satılmamasında Ashab-ı Kiram arasında
ihtilâf vardır. Sonra ümmi veledin satılmasının câiz olmayacağına dair icma
vaki olmuştur. İmam Muhammed'e göre; sonraki icma önceki ihtilâfı kaldırır.
İmam-ı Azam'la İmam Ebû Yusuf'a göre; sonraki icma önceki ihtilafı kaldırmaz.
Bundan dolayı ümmi veledin satılmasının câiz olduğuna dair verilen hüküm geçerli
olur. İmam Serahsî: "Ekseri fukahaya göre ümmi veledin satılmasının câiz
olduğuna dair verilen hüküm geçerli olur. İmam Serahsî: "Ekseri fukahaya
göre ümmi veledin satılmasının câiz olduğuna dair verilen hüküm geçerli
değildir." diye zikretmiştir. Bu mesele ile ilgili malûmat Tedbîr bâbında
geçmiştir. Oraya müracaat edile.
Bir kadı, kadınların kısası affetmelerinin
butlanına hükmetse, hükmü sahih olmaz. Yani bir kadının zevci veya babası amden
öldürüldüğünde kadınkatili affetse, kadınların kısasda hakları olmadığına
inanan bir kadı afvı ibtal etse, sonra kısas yapılmadan bu dâvâ başka bir
kadıya götürülse, ikinci kadı birinci kadının hükmünü ibtal edip afvın sahih
olduğuna ve kısas edilemeyeceğine hükmeder. Çünkü birinci kâdının vermiş olduğu
hüküm Cumhuru Ulema'nın reyine muhâliftir. Eğer kısas yapıldıktan sonra bu dâvâ
başka bir kadıya götürülse, ikinci kâdı hiç bir şeye temas etmez. Fakat Şerh-i
Edebi'l-Kazâ'da beyân edildiğine göre bu tafsilât doğru değildir. Doğrusu
şöyledir: Bir katili öldürülenin velîlerinden biri affettiği halde diğeri amden
öldürecek olsa bakılır: Eğer bu öldüren veli, affedilen bir katilin
öldürülemeyeceğini bildiği halde onu amden öldürmüş olursa hakkında kısas lâzım
gelir. Çünkü bu velî, öldürülmesi lâzım olmayan bir şahsı öldürmüştür. Eğer bu
öldüren veli, katilin affedildiğini bilmiyorsa veya af ile kısasın düşeceğini
bilmiyorsa, hakkında kısas lâzım gelmeyip diyet lazım gelir.
Bir kadı daman-ı halasın sahih olduğuna
hükmetse, hükmü sahih olmaz. Daman-ı halâs: Bir satıcının veya yabancı bir
kimsenin bir müşteriye "satın almış olduğun haneye bir hak sahibi çıkıp
elinden alacak olursa ben onu satın alma veya hibe yoluyla kurtarıp sana teslim
etmeye kefilim" demesinden ibarettir. Böyle bir kefalet ise bâtıldır. Çünkü
böyle bir şeye kefil olan kimse gücü yetmeyeceği bir şeye kefil olmuştur.
Daman-ı halâs sahih olduğunu söyleyen kimse sahih bir kıyasa dayanmamaktadır.
Bundan dolayı daman-ı halasın sahih olduğuna hükmetmek bâtıldır.
İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed daman-ı
halâsı, "bir kimsenin bir müşteriye" satın almış olduğun şu mala bir
hak sahibi çıkıp elinden alacak olursa, senin vermiş olduğun parayı ödemeye
kefilim" demesidir" diye tefsir etmişlerdir. Artık İmameyn'e göre,
halâsın derekin ve uhdenin mânâları birdir. Bu takdirde daman-ı halâsın sahih
olduğuna dair verilen hüküm geçerli olur. Bu hüküm, başka bir kadıya
götürüldüğünde ikinci kadı, birinci kadının vermiş olduğu hükmü iptal edemez.
Bu bahsin tamamı Şerh-i Edebi'l-Kazâ'dadır.
Bir kadı bir mahalle halkı mescidin vakfından
imamın ücretini sebepsiz olarak artırdıklarında bu artırmanın caiz olduğuna
hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Vakıf bahsinin birinci faslının fürû'unda
beyân edildiğine göre; İmamın ücreti artırılmadığında mescid imamsız kalacak
olursa veya imam fakir olursa veya imam âlim ve mütteki olursa, bu takdirde
kâdı imamın ücretini artırabilir.
Bir kâdı, üç talakla boşanmış bir kadın
başka bir kimseyle evlenip ikinci zevci kadına cinsî münasebette bulunmadan onu
boşadığında birinci zevcine helâl olur diye hükmetse, hükmü sahih olmaz. İkinci
zevcin cinsi yakınlıkta bulunması şart değildir diyen Saîd b. Müseyyeb'dir.
Said b. Müseyyeb'in kavli cumhurun kavline muhalifdir.
Bir kadı bir kâfir, Müslüman'ın malını
dar-ı harbe götürmekle mâlik olamaz diye hükmetse hükmü sahih olmaz. Çünkü bu
hususta sahabe arasında ihtilâf sabit değildir. Bundan dolayı bir kâfir
Müslüman'ın malını dar-ı harbe götürdüğünde mâlik olamaz diye hükmetmek
sahabenin icma'ına muhâlifdir.
Bir kadı bir dirhemin iki dirheme peşin
olarak satılması sahihdir diye hükmetse, hükmü geçerli olmaz. Bu İbn-i Abbas'ın
kavlidir. Bu hususta İbn-i Abbas'a muvafakat eden bulunmamıştır.
Abdestsizin namazının sahih olduğuna
hükmedilse, yani bir kimse zevcesine hitaben, "ben şu namazı sahih olarak
kılarsam senin işin kendi elinde olsun" deyip namaz esnasında burnu kanasa
bir kadı namazın sahih zevcenin işinin elinde olduğuna hükmetse, Hanefî
mezhebinden olan bir kâdı bu hükmü iptal eder. Çünkü şart bulunmamıştır. Zira
bir hadîs-i şerifte; "Her kim namazda kusar veya burnu kanarsa, hemen
namazı bırakıp abdest alsın. Konuşmadıkça namaza kaldığı yerden devam
etsin." diye buyurulmuştur. Nitekim Tenvirü'l-Ezhan'dan naklen Eşbah
haşiyesinde böylece yazılıdır.
Bir kadı, telef olan bir maldan dolayı bir
mahalle halkına kasâme ile hükmetse, yani bir mahallede bir kimsenin malı telef
olduğunda telef olan malı öldürülen insana kıyas ederek kasâme (elli kişiye
yemin ettirme) ile malın ödenmesine hükmetse, hükmü bâtıl olur. Çünkü bu hüküm
icma'a muhâlifdir. Bu hüküm başka bir kadıya götürüldüğünde ikinci kadı birinci
kadının hükmünü bozar. Nitekim şerh-i Edebi'l-Kaza'da böyle beyan edilmiştir.
Bir kadı, ta'rîz (çıtlatma) ile kazf
haddine hükmetse, yani bir şahsa hitaben "ben zina edici değilim"
diyen kimseye kazf haddiyle hükmetse, hükmü geçersiz olur. Ta'rîz ile kazf
haddinin lâzım geleceği Hz. Ömer'in kavlidir. Bu kavil ise terkedilmiştir. Hz.
AIi bu hususta Hz. Ömer'e muhalefet etmiştir. Ta'rîz ile kazf haddi lâzım
gelir, diye hükmeden bir kadının hükmü başka bir kadıya götürüldüğünde ikinci
kadı birinci kadı'nın vermiş olduğu hükmü bozar ve ta'rîz ile kendisine kazf
haddi vurulmuş kimsenin şahadetini makbul kılar.
Bir kadı, bir kadın kocasından izinsiz
kendi malında tasarruf edemez diye hükmetse, hükmü sahih olmaz.
"Ashabımızın geçerli olmadığına dair
nassı bulunan meseleler müstesnadır" İfadesinden buraya kadar zikredilen
meselelerde bir kadı'nın vermiş olduğu hüküm geçerli değildir. Bu meseleler
Bezzâziye, İmâdiyye, Sayrafiyye Tatarhaniyye, Eşbah ve Bahır isimli eserlerden
alınmıştır. Sübkî'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki; Hanefî mezhebine göre,
bir hüküm delilsiz olarak verildiğinde bozulur. Vakfedenin şartına muhâlif
olarak verilen hüküm, nassa muhâlif olacağından delilsiz hüküm olmuş olur.
Vakfedenin şartı gerek sarih olsun gerek zahir olsun müsavîdir. Sübkî'nin kavil
bizim meşayıhımızın: "Vakfedenin şartı Şâri'in nassı gibidir."
ifadesine muvafıktır. Buna göre vakfedenin şartı şeriata muhâlif olmadıkça ona
tabi ve riayetetmek vâcib olur. Nitekim bu mesele mu-sannıfın Şerh-i Mecma adlı
eserinde tasrih edilmiştir.
"Meşayıhımızın..." Meşâyih ile
İmam-ı Azam ve talebeleri İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed murad edilmiştir.
Metinde "Kendisinden ashabımızın
ihtilâf edip..." diye geçen ashabımız ile İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed
murad edilmiştir.
Ben derim ki: "Ashâbımız" ile üç
imamımız olan İmam-ı Azam, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed murad edilir.
"Meşâyıh" ile de İmam-ı Azam'a yetişemeyen âlimler murad edilir.
Şerh-i Vehbâniyye, Nehir.
"Tasnıflarında teâruz bulunan
meselelerdir." Câmiu'l-Fûsuleyn'de beyân edildiğine göre, kadıların vermiş
oldukları hüküm üç kısma ayrılır:
Birincisi: Nass ve icma'a muhâlif olarak
verilen hüküm olup ittifakla bâtıldır. Böyle bir hüküm her hangi bir kadıya
götürüldüğünde derhal bozar. Böyle bir hükme hiç bir kadı cevaz veremez.
İkincisi: Muhtelefunfiha olan meselede
verilen hüküm olup geçerlidir. Bu hükmü hiç bir kadı bozamaz.
Üçüncüsü: Bir kâdının bir şeyde hükmünden
sonra o şeyde ihtilâf taayyün ve tahakkuk eden hükmüdür. Yani hükmün kendisinde
ihtilâf edilir. Bazı fukaha: "Bu hüküm geçerlidir." dediler; bazı
fukaha ise: "Bu hükmün geçerli olması başka bir kâdının hüküm ve icazetine
bağlıdır. Eğer başka bir kadı bu hükmü yürürlüğe koyarsa, muhtelefünfihâ'da
ikinci kadı'nın hükmü gibi olur da üçüncü kadı onu bozamaz. Eğer ikinci kadı o
hükmü iptal ederse batıl olur da başka bir kadı bu hükme izin ve icazet
veremez. Bu üç hükmün tamamı inşaallah kaza bahsinde gelecektir.
METİN
Birinci kısmın meseleleri şunlardır: Bir
kimse, bir hane satıp müşteri aldıktan sonra o hanede başkasının hakkı olduğu
ortaya çıkıp satıcının o haneyi müşteriye teslim etmesi mümkün olmasa, o
binanın benzeri bir binayı müşteriye vermesiyle hükmolunur. Sonra bu hüküm
başka bir kâdıya götürülür. İkinci kâdı birinci kâdının hükmünü iptal eder,
satıcının müşteriye parasını vermesiyle hükmeder. Eğer müşteri binada ilâve
yapmış veya ağaç dikmiş olursa, satıcıya hanenin parasıyla beraber kıymetini de
vermesi lâzım gelir. Bu kavli Osman-ı Büstî'nindir.
Bir hâkim, ortağın şüf'a hakkının bâtıl
olduğuna hükmetse, bu hüküm başka bir hakime götürülür. İkinci hakim birinci
hâkimin hükmünü iptal edip ortağa şüf'a hakkını ispat eder. Çünkü şüf'a
hakkının bâtıl olduğuna hükmetmek, hadîs-i şerîfe muhâlifdir.
Kazf haddi vurulmuş bir kadı, tevbe etmeden
önce bir şeyde hükmetse, sonra bu hüküm onu câiz görmeyen bir kadıya götürülse,
o hükmü iptal eder.
Bir âma kadı bir şeyle hükmetse, sonra bu
hüküm onu câiz görmeyen başka bir kadıya götürülse onu bozar. Çünkü âma şahadet
ehlinden değildir. Hüküm vermek ise şahadetin üstündedir.
Bir kadı küçük çocukların şahadetiyle
hükmetse, sonra bu hüküm başka bir kadıya götürülse onu bozar. Çünkü küçük
çocuk mecnun gibidir.
Kezâ : Uyuyan kimsenin uyku halinde eda
ettiği şahadetiyle veriler hüküm de böyledir.
Bir kadı, kadınlar hamamında yarılmış başa
yalnız kadınların şahadetiyle hükmetse, bu hüküm başka bir kadıya
götürüldüğünde bunu imza etmez.
Bir borçlunun, borcu için icaresiyle
hükmedilse, bu hüküm geçerli olmaz.