Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bütün
sünnetleri insanlık için rahmettir. Ancak imam olmak yani devleti temsil
etmek vasfına giren sünnetlerini ferdler tatbik edemezler. O vasfı temsil
eden yetkili şahıs ve makamlar bu çeşit sünnetin tatbikatını
gerçekleştirirler. Bunun bilinmemesi, Müslümanları yanlış davranışlara
itebilir. Bir kısım suçlara cezasını ferdlerin vermeye kalkması dine rağmen
din için yapılan çok tehlikeli bir hâl ortaya çıkarır. Yanlışlığı tavsifte
anarşi kelimesi bile hafif kalır.
Yaşanan şartlarda şer'î hükümlerin tatbikatta
olmayışı, cezaların ferdlerce verilemeyeceğinin iyice bilinmeyişi bazı
hamiyet-i diniye sahiplerini yanlış davranışlara itebileceği gerçeğinden
hareketle, konuyla ilgili şu açıklamayı sunmakta fayda umuyoruz:
"Esasen bir suçluya cezanın verilmesi birkaç
safhadan geçer:
a) Suçun sübûtunun tahkiki,
b) Suça muvafık cezaya hükmetmek,
c) Bu cezayı infaz etmek.
İslâm dini, bu işleri resmen tayin edilmiş
kadı ile, veliyyü'l-emr veya nâibine bırakır. Bir kısım ağır suçlar vardır
ki, bunlara verilecek cezanın şekil ve miktarı nasslarla belirlenmiştir ki
onlara hudud denir. Devlet reisi veya hâkim bu cezaları azaltıp çoğaltamaz,
birbirleriyle tebdil edemez. Sadece kısas ve diyet cezalarında mağdurun veya
velisinin af hakkı vardır.
Hadd cezasına giren fiillerin tecziyesini
mağdur talep etse de etmese de fark etmez, devletçe te'dibi şarttır.
Cezanın devlet reisi veya naibi tarafından
icra edilmesi gereğinde bütün fakihler müttefiktirler. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) ve Hulefâ-i Râşidîn devrinde onların izni olmadan
hadd tatbik edilmemiştir.
Şöyle bir sual akla gelebilir: Kısas ve diyet
icrasını mağdur veya mağdurun velisi de icra edebilir. Şâyet bu ruhsata
dayanarak mağdur, câniye kısas yapsa, meselâ A şahsı, B şahsının kolunu
kopardı ise, B şahsı, kadı'nın hükmünden önce davranarak kısas olarak A
şahsının kolunu kesse durum ne olur?
Bu durumda B şahsı, kendisine karşı işlenen
suçun sübûtu halinde, kol kesme suçunu işlemekle suçlanamaz ise de -zîra
hakkı olan bir şeyi yapmış oluyor- aceleciliği ve hakkını münâsib olan vakit
girmeden önce aldığı ve kısasla alâkalı icraatı yapmakla vazifeli olan
devlet makamlarını dinlememiş olduğu için ta'zir cezası ile cezalandırılır.
Eğer, hâkimin, suçlu hakkında "kısas
edilmelidir" diye hükmü vaki olmazdan önce, kısasa tevessül eden kimse suçu
isbat edemezse, yani iddia edilen suç sübût bulmazsa kısas yapan kimse o
fiilinden dolayı mücrim olarak muhakeme edilir. Meselâ, A şahsı, "oğlumu
öldürdü" iddiasıyla B şahsını öldürse, bilahere yapılan tahkikte, B şahsının
bu cinayeti işlediği objektif deliller muvacehesinde tam bir kesinlik
kazanmasa, A şahsı "ammden katl" suçuyla cezalandırılır. Gerek birinci
misalde ve gerekse ikinci misalde zikredilen kol koparma ve oğlunu öldürme
iddiaları, aslında pekâla iftira olabilir. Kol kazaen kopmuştur veya oğlu
kazaen ölmüştür de, bu fırsatı değerlendirmek isteyen kazazede ortadaki
kazaya cürüm rengi vererek, düşmanından intikam alma peşindedir. İşte bu
çeşit durumların ortaya çıkmaması için İslâm dini, suçun tesbitinde hüküm
verme işini kadıya bırakmıştır.
Aynı kaide mürted hakkında da câridir.
"Veliyyü'l-emrin müsaadesi olmaksızın, böyle bir harekette bulunmuş olan
şahsa (yani mürtedi öldüren kimseye) te'dib-i şer'î lâzım gelir."
Keza yol kesenler hakkında da durum aynıdır.
Onları cezalandırma işi veliyyü'l-emr veya naibine aittir. Ne yolu kesilmiş
olan ne de maktullerin velileri, suçluları cezalandıramazlar. Hatta denir
ki: "Yol kesicilik töhmetiyle mahpus bulunan bir şahsı kendisine isnâd
edilen cürüm daha sâbit olmadan (maktulun velisi dışında) bir kimse âmmden
öldürse, bu kimse hakkında kısas lazım gelir, velev ki bilahere o cürüm
beyyine ile sabit olsun. Çünkü hâkim tarafından deminin hılline
(öldürülmesine) hükmedilmedikçe, o şahsın ismeti, hürriyet-i hayâtiyesi
mücerred töhmet ile mürtefi olmaz (ortadan kalkmaz)."
İslâm'ın bu prensibi, yani cezayı verme işini
devlete bırakma prensibi, cemiyette vukûu muhtemel pek çok suistimalleri ve
bunlardan teselsül edecek fitneleri kökten keser. Halk mahkemesi, kan dâvası
fezâhet ve rezaletleri hakikî mü'minler arasında bu sebeple olamaz.
Hz. Peygamber'den Bir Misâl: Cezânın devlet
tarafından verilmesi gereğini ifade etme zımnında, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in sünnetinden zinâ ile alâkalı bir vak'a gerçekten
ikna edicidir.
İbnu Abbâs'tan gelen rivayete göre, "Namuslu
ve hür kadınlara (zinâ isnadıyla) iftira eden, sonra (bu babta) dört şahit
getirmeyen kimseler(in herbirine) de seksen değnek vurun.. onların ebedî
şahidliklerini kabul etmeyin. Onlar fasıkların ta kendileridir" meâlindeki
âyet geldiği zaman, Ashâb'tan kıskançlığı ile meşhur Sa'd İbnu Ubâde, "Ayet
böyle mi? Yani, ben hain kadının dizlerinde yabancı bir erkeği çökmüş olarak
yakalayacağım da, dört şahid getirinceye kadar onu hiç rahatsız etmeyeceğim,
hiç kımıldatmayacağım öyle mi? Hayır, Allah'a kasem olsun, ben dört şahit
getirinceye kadar o hacetini görür (gider). Şayet karımın yanında bir erkek
görecek olsam hiç aman vermeden, önce kılıcımın keskin ağzıyla vurur
tepelerim" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
cemaatte bulunanlara: "Sa'd'ın bu kıskançlığına şaşıyor musunuz? Emin
olunuz ki, ben ondan daha kıskancım. Allah da muhakkak ki benden ziyade
kıskançtır. Bu sebepledir ki, kullarına (gizli ve açık her çeşidiyle)
fevâhişi (yani çirkin söz ve uygunsuz fiileri) yasakladı. (...Tevbe ve
pişmanlıktan Allah kadar hoşlanan bir başkası da yoktur. Bu sebeple ateşle
korkutan, cennetle müjdeleyen (elçiler, peygamber)ler gönderdi)" der.
Hz. Sa'd bunun üzerine, "Ey Allah'ın Resûlü,
bu (söylediğiniz) haktır ve Rabb Teâla'nın indinden gelmiştir, fakat ben
(ilk defa duyunca işte böyle bir) tuhaf oldum" der.
Bu hadiste Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in Sa'd İbnu Ubâde'ye, sanki şöyle demek istediği ifade
edilmiştir: "Allah senden daha kıskanç olduğu halde özür beyanını (tevbe ve
pişmanlık) seviyor ve ancak hüccet ortaya çıktıktan sonra muâheze ediyor, o
halde sana ne oluyor da bu halde öldürmeye tevessül ediyorsun!"
İmam Şafiî, bu rivayete dayanarak, karısıya
zinâ ederken yakaladığı kimseyi öldüren kocayı, delille ispatlayamadığı
takdirde ölüme mahkum eder.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in suç,
objektif delillerle sübût bulmadıkça, vicdanî kanaatiyle ceza vermediğini şu
rivayetten daha vâzıh olarak anlarız: İbnu Mâce'de kaydedilen -ki kısmen
Buhârî de almıştır- bir rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
şöyle der: "Eğer ben bir kimseyi delilsiz olarak recmetseydim falanca kadını
recmederdim. Zîra hakkındaki şüpheyi, sözleri, dış görünüşü ve yanına giren
kimse(ler) te'yid etmektedir."
Nevevî'ye göre "Burada, üzerine delil
gösterilemeyen, kadın tarafından da itiraf edilmeyen, buna rağmen pek çok
kimsenin işitmiş bulunduğu bir kötülük, kadından zuhur ettiği şuyû bulan bir
kötülük kastedilmektedir. Bu rivayet de ifade ediyor ki, bir fenalık
haberinin yaygınlaşmasına dayanarak hadd tatbik edilmez, mutlaka delil
aranır."
Hz. Ömer'den Bir Misal: İbnu Abbâs'tan gelen
bir rivayete göre, adamın biri, fuhuş ithamında bulunduğu câriyesini ateşin
üzerine oturtarak fercini yakar. Hâdiseyi duyan Hz. Ömer (radıyallahu anh)
adamı çağırtarak sigaya çeker:
"Fuhuş yaptığını bizzat gördün mü?"
"Hayır!"
"Pekâla, kendisi itiraf etti mi?"
"Hayır!"
Hz. Ömer adamı döver ve şunu söyler: "Eğer Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in: "Efendiye kölesi sebebiyle kısas
yapılmaz" dediğini işitmeseydim sana kısas uygular (seni aynı şekilde
yakar)dım" der.