Havf da denen korku, insanda mevcut mühim
hislerden biridir. Hayatın muhafazası için insan fıtratına Yaratıcı
tarafından konmuştur. İnsan ve hayvanlarda müştereken bulunur. Korku hissi
olmayan insan yoktur, denebilir. Bu hissin insan üzerinde büyük etkisi
vardır. Birçok yönlenmeler bu his vasıtasıyla gerçekleşir. Bu hususu sathî
olarak değerlendiren bir kısım pozitivist ve tekâmülcü espriler,
insanlardaki din duygusunun temelinde korkunun olduğunu söyleyecek kadar
ifrata kaçmışlardır. Onlara göre insan korktuğu şeylere, onların zararından
kurtulmak için tapınmaya başlamıştır. Gerçekten insan dünyevî ve fani
şeylerden korkmayı ifrat dereceye götürecek olursa ortaya çıkan durum bir
şirk-i hafî olur ve bir taabbüd, bir nevi din mahiyetini kazanabilir.
Zâlimler, dikdatörler, tarih boyunca tedhiş, terör gibi şiddetli korkutma
vasıtalarını müessir bir silah olarak kullanarak insanları istedikleri gibi
yönlendirmeyi başarabilmişlerdir.
İslâm, insanı korku vasıtasıyla zâlimlere esir
olmaktan kurtarabilmek için Allah'tan korkmayı esas almış, ruhlarda onu
tesbit etmeye çalışmıştır. Bu korkunun gerçek mânada girdiği kalplerde
insanlardan korkma olmaz. Böylelerinde dünyevî korkular, hakikî değil,
mecâzîdir, bir nevi tedbirdir, daha öteye geçmez. İnsanların korkusu ile
inancından, dinî hayatından taviz vermemek bunun miyarıdır. İnsanların
vicdan ve inanç dünyalarında istibdad kurmak isteyen ideolojik rejimlerin
bütün güçleriyle İslâm'a ve İslâm dininin Allah korkusu prensibine
saldırmaları bundandır. Kendileri, çeşitli vasıtalarla korkuyu hâkim
kılmayı esas alıp bu maksadla putlarının en korkunç büst ve resimlerini
yaygınlaştırırken "Allah'tan korkulmaz, Allah sevilir", "Allah öcü değildir"
gibi, mugâlata ve demagojilerle Allah inancına saldırmayı, Allah'tan korkma
prensibini istihza konusu yapmayı sistemle, ısrarla yürütürler. İslâm
dininde Allah'ı hem sevmek ve hem de O'ndan korkmak esastır. Cenab-ı Hakk,
cemâlî sıfatlarıyla sevilir, celâlî sıfatlarıyla korkulur. Hayatı ve hayatın
levâzımını vermekle bizde tezâhür eden rahmetleri, lütufları sebebiyle
Allah'ı sever, kulluk vazifemizdeki eksikliklerimiz, isyanlarımız sebebiyle
de O'ndan korkarız. Allah'dan korkmamız Kur'ân'ın emrine uymak içindir. Zîra
Kur'ân Allah'tan korkmayı emretmekte, zâlimler, âsiler için Allah'ın azâbını,
cehennemi haber vermektedir.
Âyetlerde sevgiyi tahrik eden "cennet"
kelimesi ile, korkuyu tahrik eden "cehennem" kelimesi çoğu kere yan yanadır.
Keza, rahmet ve cennetiyle müjdeleyen âyetlerle, azab ve cehennemiyle
korkutan âyetler de Kur'ân'da yan yanadır. Kısacası Allah korkusundan tecrid
edilmiş bir İslâm düşünülemez.. Halk korkusunun getireceği esâret ve
istibdat zehirinin panzehiri olarak İslâm, Allah korkusunu teşri etmiş,
bunda ısrar etmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mükerrer
hadislerinde "halk korkusu" ile hakkı söylemekten kaçanları kınar, tehdid
eder. Mü' min halktan değil Hakk'tan korkmalıdır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), zâlimleri
frenleyip endişeli ve hatta ölçülü, istikametli olmaya sevkedecek en müessir
vasıtalardan biri olarak insanlardaki Hakk korkusunu gördüğü için gerçekleri
dile getirmede halktan korkmamayı başka korkuları Hakk korkusunun üzerine
çıkarmamayı ısrarla, tekrarla tavsiye etmiştir. İşte birkaç irşâd:"
Cihadların en efdali, değerce en kıymetlisi
zâlim sultana karşı hakkı söylemektir."
"Aman dikkat edin; HALK KORKUSU, kişiyi hakkı
söylemekten alıkoymasın."
"- Sizden kimse nefsini hakir görmesin."
"- Ey Allah'ın Resûlü, kişi nefsini nasıl
hakir görür?"
"- Allah için üzerine söz terettüp eden fena
bir durum görür, fakat hiç ağzını açmaz. Cenab-ı Hakk kıyamet günü kendisine
sorar. "Şu falanca şey hakkında gerçeği söylemekten seni ne alıkoydu?" O kul
cevap verir: "HALK KORKUSU!" Allah o zaman şöyle der: "Asıl benden korkman
gerekirdi."
"Eğer ümmetimin, zâlime: "Sen zâlimsin!"
demekten korktuğunu görürsen, bil ki onun varlığı ile yokluğu birdir."
Şu halde, korku hissi, şuurla, irâde ile
kontrol edilmesi, imandan gelen bazı düsturlar çerçevesinde mürâkebe altına
alınması gereken bir damardır. Eğer akılla, iman ve irâde ile bu damar
üzerinde hakimiyet ve kontrol kuramazsak, hayatın muhafazasında gerekli bir
kalkan ve tedbir iken, hayatımızı tahrip edip, saadetimizi zehirleyen,
ağzımızın tadını mütemadiyen acılaştıran bir musibete dönüşebilir. Vehme
müptela bir kısım insanların hastalığı, büyük ihtimalle, kaynağını korku
damarından almakta, bu da söylediğimiz gibi, bu fıtrî duygu üzerinde aklî ve
iradî bir kontrol kuramamaktan ileri gelmektedir.
Korku üzerine, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan varid olan hadisler, bu meselede orta yolu bulmamızda yardımcı
olacaktır.
ـ1ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قالَ رسولَ اللّهِ # مَنْ خَافَ
أدْلَجَ)ـ1(، وَمَنْ أدْلَجَ بَلَغَ المَنْزِلََ، أَ إنَّ سِلْعَةَ اللّهِ
غَالِيَةٌ، أَ إنَّ سِلْعَةَ اللّهِ الجَنَّةُ[. أخرجه الترمذى .
1. (1678)-
Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Kim korkarsa akşam karanlığında yol alır. Kim
akşam karanlığında yol alırsa hedefine varır. Haberiniz olsun Allah'ın malı
pahalıdır, haberiniz olsun Allah'ın malı cennettir." [Tirmizî, Kıyâmet 19,
(2452).]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
burada mevzubahis ettiği korku, seher vaktinde düşmanın baskın korkusudur.
Çünkü, umumiyetle baskınlar sabah vakti olmakta idi.
2- Tîbî, bu hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın ahiret yolcusu için bir temsil getirdiğini belirterek der ki:
"Zîra şeytan yolunu kesmiş, nefsi ve boş hayalleri de şeytanın yardımcısı
durumundadır. Bu yolcu sefer esnâsında uyanık davranır ve işlerinde halis
niyetten ayrılmazsa şeytan ve hilesinden emin olur. Kimin de yolunu, şeytan
avaneleriyle keserek, âhiret yolundan yürümenin zor, âhireti elde etmenin
çetin bir iş olduğunu telkin ederse, o kimse azıcık bir gayret bile
gösteremez."
3- Allah'ın malı diye tercüme ettiğimiz
tâbirin aslı sil'atullah'tır, yani Allah'ın ticârete arzettiği metâı
demektir. Bununla cennet kastedildiği de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
tarafından açıklanmıştır. Cennetin ticaret malı (sil'a) olarak tavsifi,
âyet-i kerimeye uygundur. Zîra âyet-i kerimede:
اِنَّ اللّهَ اشْتَرى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ
بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ "Allah
mü'minlerden nefislerini ve mallarını cennet mukabili satın almaktadır"
(Tevbe 111) buyurulmuştur.______________
)ـ1( أدلج: أى سار من أول الليل.
4- "Cennetin pahalı olması", kıymetinin yüce
olması demektir. Bu onun dünyevî kazançla, kolay kolay elde edilemeyeceğini
de ifade eder. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kendisi dahil hiç
kimsenin ameliyle cennete gidemiyeceğini, ancak İlâhî rahmetin imdâd
edeceğini belirtir. Gerçek o ki, Allah cenneti râzı olduğu kullarına lütuf
olarak ihsan edecektir. Onun fiyatını bir âyet-i kerime, ebediyete bakan
sâlih ameller olarak tavsif eder:
وَالْبَاقِيَات الصالحات خير عند ربك ثواباً وخير امً
"Baki kalacak sâlih ameller, sevab olarak da,
emel olarak da Rabbinin katında daha hayırlıdır" (Kehf 46).
ـ2ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]دَخَلَ رَسُولُ اللّهِ # عَلى شابٍّ
وَهُوَ في المَوْتِ، فقَالَ: كَيْفَ تَجِدُكَ؟ فقالَ: أرْجُو اللّهَ تَعالى
يَارسُولَ اللّهِ وَأخَافُ ذُنُوبِى. فقَالَ #: مَا اجْتَمْعَا في قَلْبِ
عَبْدٍ في مِثْلِ هذَا المَوْطِنِ إَّ أعْطَاهُ اللّهُ مَا يَرْجُو، وَآمَنَهُ
مِمَّا يَخَافُ[. أخرجه الترمذى .
2. (1679)-
Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ölmek üzere olan bir gencin yanına girmişti. Hemen sordu:
"Kendini nasıl buluyorsun?"
"Ey Allah'ın Resûlü, Allah'tan ümidim var,
ancak günahlarımdan korkuyorum" diye cevap verdi. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) da şu açıklamayı yaptı: "Bu durumda olan bir kulun kalbinde (ümit
ve korku) birleşti mi Allah o kulun ümid ettiği şeyi mutlak verir ve
korktuğu şeyden de onu emin kılar." [Tirmizî, Cenâiz 11, (983); İbnu Mâce,
Zühd 31, (4261).]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Kendini nasıl buluyorsun?" sözü ile, "dünyadan âhirete intikal ederken
kalbinde ne hissediyorsun, Allah'ın rahmetinden ümit mi, yoksa Allah'ın
gadabından korku mu?" demek istemiş, genç de böyle anlamıştır.
2- "Bu durumda olan" demek, "ölüm halinde
sekerât halinde" demektir. Âlimler, düşmanla mübâreze, kısas, idam anları
gibi, ölümle burun buruna olunan bütün halleri bu hükme dâhil ederler. Kişi
o durumlarda Allah'ın rahmetinden ümid ettiği ve günahları sebebiyle de
gadabından korktuğu takdirde, hadisteki müjdeye mazhar olacaktır.
3- Korktuğundan emin kılması, kulun
günahlarını affetmesi demektir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu
hadisleriyle, ölümün yakın olduğu hallerde mü'minin takınması gereken ruhî
ve fikrî âdâbı talim buyurmaktadır.
ـ3ـ وعن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]مَا رَأيْتُ رسُولَ اللّهِ #
مُسْتَجْمِعاً قَطَّ ضَاحِكاً حَتَّى أرَى مِنْهُ لَهَوانِهِ)ـ1(، إنّما كَانَ
يَتَبَسَّمُ[. أخرجه الخمسة إّ النسائى.وزاد البخارى في رواية: ]وَكَانَ إذَا
رَأى غَيْماً عُرِفَ في وَجْهِهِ فَقُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ، النَّاسُ إذَا
رَأوُا الغَيْمَ فَرِحُوا رَجَاءَ أنْ يَكُونَ مِنْهُ المَطَرَ، وَأرَاكَ إذَا
رَأيْتَ غَيماً عُرفَ في َوجْهِكَ الكَرَاهَةُ؟ فقَالَ: يَا عَائشَةُ، مَا
يُؤمِنُنِى أنْ يَكُونَ فِيهِ عَذَابٌ، قَدْ عُذِّبَ قَوْمٌ بالرِّيحِ، وَقَدْ
رَأى قَوْمٌ العَذَابَ، فقَالُوا: هذَا عارِضٌ مُمْطِرُنَا[.)ـ2(
3. (1680)-
Hz. Aişe (radıyallâhu anhâ) diyor ki: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı ciddi bir şekilde, küçük dili görünecek derecede güldüğünü
görmedim. O, sadece tebessüm ederdi." [Buhârî, Tefsir, Ahkâf 2, Edeb 68;
Müslim, İstiska 16, (899); Ebu Dâvud, Edeb 113, (5098, 5099); Trimizî,
Tefsir, Ahkâf, (3254).]
Buhârî'in bir rivayetinde şu ziyade mevcuttur:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir bulut görecek olsa bu yüzünden
bilinirdi. Ben (bir seferinde):
"Ey Allah'ın Resûlü, halk bir bulut görecek
olsa, yağmur getirebilir ümidiyle sevinir, halbuki sen bir bulut gördüğünde
üzüldüğünü yüzünden okuyorum, sebebi nedir?" diye sordum. Bana şu cevabı
verdi:
"Ey Aişe! Bunda bir azab bulunmadığı hususunda
bana kim te'minat verebilir? Nitekim geçmişte bir kavm rüzgarla azaba
uğratılmıştır. O kavim azabı gördükleri vakit: "Bu gördüğümüz, bize yağmur
getirecek bir buluttur" demişlerdi."______________
)ـ2( اللّهوات ـ جمع لهاة بفتح الم ـ وهي: اللحمات في سقف أقصى الفم.)ـ3(
العارض: السحاب الذي يعترض في أفق السماء.
AÇIKLAMA:
1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in,
bir rüzgar esmesi veya bir bulut zuhur etmesi halinde bir korku ve endişe
izhar ettiği, duada bulunduğu hususunda muhtelif rivayetler mevcuttur.
Yukarıda kaydedilen rivayetin Müslim'de gelen bir vechi daha teferruatlıdır:
Yine Hz. Aişe anlatıyor: "Şiddetli bir rüzgar estiği zaman Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm):
اَللَّهُمَّ إنِّى اَسْألُكَ خَيْرَهَا وَخَيْرَ مَا فِيهَا وَخَيْرَ مَا
اُرْسِلَتْ بِهِ وَأعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّهَا وَشَرِّ مَا فِىهَا وَشَرِّ مَا
اُرْسِلتْ بِهِ
"Allahım senden bunun hayrını ve bunda bulunan
hayrı ve bununla gönderilen şeyin hayrını diliyorum. Bunun şerrinden, bunda
bulunanın şerrinden, bununla gönderilen şeyin şerrinden sana sığınıyorum"
derdi. Hava bulutlandığı vakit rengi değişir, (duyduğu huzursuzluk sebebiyle
yerinde duramaz) girerçıkar, gidergelirdi. Yağmur yağınca da rahatlardı. Ben
bunu onun yüzünden anlardım..."
2- Yağmurla helâk edildiği belirtilen kavim Ad
kavmidir. Bu, hadisin başka vecihlerinde tasrih edilmiştir. Ayrıca, o kavmin
yağmuru görünce sarfettikleri "Bu gördüğümüz, bize yağmur getirecek bir
buluttur" cümlesi, Kur'ân-ı Kerim'in Ad kavmi ile ilgili hikâyesinde aynen
geçer (Ahkaf 24).
3- Şârihlerin dikkat çektiği bir inceliği
belirtmekte fayda var: "Hadisin Buhârî'den kaydedilen ziyade kısmında:
قَدْ عُذِّبَ قَوْمٌ بِالرِّيحِ وَقَدْ رَأى قَوْمٌ الْعَذَابَ
"İbaresinde kavm kelimesi iki sefer
geçmektedir. Arapça kaideye göre birinci sefer nekre olan isim, ikinci sefer
geçince ma'rife kılınır, yani ikincide
القوم
olması gerekir. Halbuki
ibarede her ikisi de
قوم şeklindedir, yani nekredir. Öyle
ise burada iki ayrı kavm söz konusu olmalıdır. Diğer taraftan meseleye
temas eden âyetlerde rüzgârla azaba uğratılanların o sözü söyleyenler
olduğu ifâde edilmektedir.
Ortadaki işkâle dikkat çeken İbnu Hacer,
Kirmânî'nin yaptığı bir açıklamayı pek tatminkâr bulmayarak kendisi şunu
söyler: "Necm sûresinde Rabb Teâla:
وَاَنَّهُ اَهْلَكَ عَاداً ا‘ُولى
"İlk Âd milletini helâk eden O'dur" (Necm 50) buyurur. Bu âyette, bir başka
Âd kavmi daha olduğu ihsas edilmektedir. İkinci Âd kavmi üzerine bir kıssayı
Ahmed İbnu Hanbel, hasen bir isnadla el-Hâris İbnu Hassân el-Bekrî'den
tahric etmektedir... Tirmizî, Nesâî ve İbnu Mâce bu kıssanın bâzı
kısımlarını tahric etmişlerdir... Ahkâf sûresinde zikri geçen Âd kavmi,
sonraki Âd'dır. Bu durumda, âyet-i kerimede zikri geçen
اَخَا عَادٍ "Âd'ın kardeşi" (Ahkaf
21), Hud (aleyhisselam) değil, bir başka peygamberdir."
ـ4ـ وعن أبى ذر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: إنِّى أرَى
مَاَ تَرَوْنَ، وَأسْمَعُ مَاَ تَسْمَعُونَ، أطَّتِ السَّمَاءُ)ـ1(، وَحَقَّ
لَهَا أنْ تَئِطَّ، مَا فِيهَا مَوْضِعُ أرْبَعِ أصَابِعَ إَّ وَفِيهِ مَلكٌ
وَاضِعٌ جَبْهَتَهُ ِللّهِ تَعالى سَاجِداً، وَاللّهِ لَوْ تَعْلَمُونَ مَا
أعْلَمُ لَضَحِكْتُمْ قَلِيً، وَلَبَكَيْتُمْ كَثِيراً، وَلَمَا تَلَذّذْتُمْ
بِالنِّسَاءِ عَلى الفُرُشِ، وَلَخَرَجْتُمْ إلى الصُّعُدَاتِ تَجْأرُونَ إلى
اللّهِ تَعالى، لَوَدِدْتُ أنِّى شَجَرَةٌ تُعْضَدُ[. أخرجه الترمذى.ومعنى
»أطتِ السَّماءُ«، أى كثرة ما فيها من المئكة قد أثقلها حتى أطت: أى صوتت وهذا
مثل، وإيذان بكثرة المئكة. وإن لم يكن ثمَّ أطيط )وَالجُؤَارُ(: الصياح: أى
تستغيثون، وقوله »لَوَدِدْتُ أنِّى شَجَرَةٌ تُعْضَدُ« مَدرج في الحديث من قول
أبى ذر .
4. (1681)-
Ebu Zerr (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Ben sizin görmediğinizi görür, işitmediğinizi işitirim.
Nitekim sema uğuldadı, uğuldamak da ona hak oldu. Semada dört parmak sığacak
kadar boş bir yer yoktur, her tarafta Allah'a secde için alnını koymuş bir
melek vardır. Allah'a yemin olsun, benim bildiğimi siz bilse idiniz az
güler, çok ağlardınız, yataklarda kadınlarla telezzüz etmezdiniz, yollara,
çöllere dökülür, (belanızı defetmesi için) Allah'a yalvar yakar olurdunuz."
[Ebu Zerr (radıyallâhu anh) ilâve etti:] "Keşke sökülen bir ağaç olsaydım."
[Tirmizî, Zühd 9, (2313); İbnu Mâce, Zühd 19, (4190).]
AÇIKLAMA:
1- Semâvâtın uğuldayarak ses çıkarmasını,
şârih Tîbî meleklerin sikleti ile açıklar. Hadiste belirtildiği üzere,
melekler miktarca çoktur, bu çokluğun hasıl ettiği ağırlık ve sıklet altında
semâvât çatırdayıp uğuldamaktadır. Bu ifade, meleklerin çokluğunu bildirmek
üzere getirilmiş bir temsildir. Burada gerçek bir uğultu olmasa bile, O,
Allah'ın büyüklüğünü takrir için söylenen mecazî bir kelamdır." Bu yoruma
Aliyyu'l-Kârî katılmak istemez. Der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın sözünün hakikati varken hangi mucib sebeple mecaza kaçıyoruz?
Halbuki, aklen ve naklen hadisin hakikati mümkündür ve mecaza yönelmeye
gerek ______________)ـ1(
أطيط صوت قتب الجمل إذا كان جديداً.
yoktur. Zîra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Sizin işitmediğinizi
işitiyorum" diyerek (insanlarca işitilmese bile semanın uğultusu olduğunu)
tasrih etmiştir. Üstelik, semânın uğultusu pekâla onun tesbih, tahmid ve
takdis sırasındaki sesi olabilir, zîra âyet-i kerime: "Mevcut olan her şey
O'nu hamdederek tesbih etmektedir" (İsra 44) buyurmakla semânın tesbihini
haber vermektedir."
2- Hadisin sonunda yer alan "ağaç olma"
temennisinin, hadisin râvisi Ebu Zerr (radıyallâhu anh)'e ait olduğunu
şârihler belirtir. Hadis, insana uhrevî hesabın ciddiyet ve zorluğunu
anlatınca, Ebu Zerr (radıyallâhu anh) hazretleri, bu ihbarın ciddiyetini
anlamış olduğunu ifade sadedinde, kazanılması zor, kaybedilmesi dehşetli
bir sonuca atacak öyle bir imtihana mâruz kalmaktansa bir ağaç olmayı
temenni etmiştir. Hadislere, râviler tarafından yapılan her çeşit ilâvelere
idrac denir.
ـ5ـ وَعَنْ أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: لَوْ
يَعْلَمُ المُؤمِنُ مَا عِنْدَ اللّهِ مِنَ الْعُقُوبَةِ مَا طَمِعَ
بِجَنَّتِهِ، وَلَوْ يَعْلَمُ الكَافِرُ مَا عِنْدَاللّهِ مِنَ الرَّحْمَةِ
لمَا قَنَطَ مِنْ جَنَّتِهِ[. أخرجه رزين .
5. (1682)-
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Mü'min, Allah indindeki ukubeti bilseydi,
cennetten ümidini keserdi. Eğer kâfir Allah'ın rahmetini bilse idi,
cennetten ümidini kesmezdi." [Rezîn ilavesidir. Hadis'i Müslim tahric
etmiştir: Tevbe 23, (2755); Keza, Tirmizî de tahric etmiştir: Da'avât 108,
(3536).]
AÇIKLAMA:
Allah karşısında, mü'minin koruması gereken
edebi veciz şekilde ifade eden hadislerden biridir: Ne tam ümid ne de mutlak
yeis, fakat eşit derecede hem korku hem ümid. Ulemâ mutlak ümidi de mutlak
ye'si de büyük günahlar arasında addetmiştir. Ne kadar çok hayır amel işlese
de mü'min, Allah'ın azabından korku içinde olacaktır, kezâ ne kadar çok, ne
kadar büyük günah işlese de Allah'ın rahmetinden ümidini kesmeyecektir.
ـ6ـ وعن أبى بردة عامر بن أبى موسى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال لِى
عَبْدُاللّهِ ابْنُ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما: هَلْ تَدْرِى مَا قال أبى
‘بيكَ؟ قُلْتُ: َ. قال: إنَّ أبِى قال ‘بِيكَ ياَ أبا مُوسى: هَلْ يَسُرُّكَ
أنَّ إسَْمَنَا مَعَ رسولِ اللّهِ # وَهِجْرَتَنَا مَعَهُ،
وَعَمَلَنَا كُلَّهُ مَعَهُ يُرَدُّ لَنَا، وَأنَّ كُلَّ عَمَلٍ عَمِلْنَاهُ
بَعْدَهُ نَجَوْنَا مِنْهُ كَفَافاً رَأساً بِرَأسٍ؟ فقَالَ أبُوكَ ‘بى: َ
واللّهِ، قَدْ جَاهَدْنَا بَعْدَهُ وَصَلَّيْنَا، وَصُمْنَا وَعَمِلْنَا
خَيْراً كَثِيراً، وَأسْلَمَ عَلى أيْدِينَا بَشَرٌ كَثِيرٌ، وَإنَّا لَنَرْجُو
أجْرَ ذلِكَ. قال أبى: لكِنِّى أنَا والَّذِى نَفْسُ عُمَرَ بِيَدِهِ
لَوَدِدْتُ أنَّ ذلِكَ يُرَدُّ لَنَا، وَأنَّ كُلَّ شَئٍ عَمِلْنَاهُ بَعْدَهُ
نَجَوْنَا مِنْهُ كَفافاً رَأساً بِرَأسٍ، فَقُلْتُ: إنَّ أبَاكَ وَاللّهِ
خَيْرٌ مِنْ أبى[. أخرجه البخارى .
6. (1638)-
Ebû Bürde Âmir İbnu Ebî Musa (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bana, Abdullah
İbnu Ömer (radıyallâhu anhüma):
"Biliyor musun babam babana ne demiş?" diye
sordu. Ben: "Bilmiyorum" dedim. Bunun üzerine:
"Babam, senin babana: "Ey Ebu Musâ! Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'la olan İslâmımız, onunla olan hicretimiz, onunla
olan bütün amellerimiz bizim için sâbit ve devamlı olsa, ondan sonra
işlediğimiz amellerin de herbirinden başa baş kurtulsak bu seni memnun eder
mi?" dedi. Baban, babama şu cevabı verdi:
"Vallahi hayır! Biz ondan sonra cihad yaptık,
namaz kıldık, oruç tuttuk, çok hayırlar işledik. Bizim elimizde çok insan
Müslüman oldu. Biz bütün bunların ecrini ümid ediyoruz." Babam tekrar dedi
ki:
"Fakat ben, Ömer'in ruhu yed-i kudretinde olan
Zat-ı Zülcelâl'e kasem olsun, bunların bize sabit kalmasını, O'ndan sonra
yaptıklarımızdan da başa baş kurtulmayı isterim.
"Ben atılıp: "Senin baban, vallahi benim
babamdan daha hayırlıymış" dedim." [Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar 45.]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, Ashab arasında korku ve ümid
meselesinin nasıl yer ettiğini göstermektedir. Hadiste, Hz. Ömer
(radıyallâhu anh)'in, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den sonraki
hayır amelleri ile birlikte şer amelleri işlemiş olmaktan da korktuğunu,
hayırları, şerleri karşılayacak miktarda olsa sevineceğini ifade
buyurduğunu görmekteyiz.
Ebu Bürde,
böyle düşünen Hz. Ömer'i takdirle yâd ederek, babası Ebu Mûsa'dan efdal
olduğunu ikrâr eder. Aslında mutlak mânada Hz. Ömer'in efdaliyeti ulemâca
kabul edilmiş ise de, Ebu Bürde, burada mevzubahis edilen amellere güvenmeme
meselesinde Hz. Ömer'in üstünlüğünü dile getirmektedir. Gerçi, mutlak
efdaliyete sâhip olan bir kimseye, bir başkasının hususî bir meselede üstün
olması mümkün ise de Hz. Ömer (radıyallâhu anh) burada, makam-ı havfta
bulunmakla, makam-ı recâda yer alan Ebû Musa'ya tefevvuk etmiştir. Zîra
ulemâ havf makamının recâ (ümid) makamından üstün olduğunu kabul etmiştir.
Çünkü, insanoğlu hayır niyetiyle yaptığı her şeyde kusur işlemekten uzak
olamaz. Ayrıca ümidin ucba ve atâlete götürme ihtimaline karşı havfın tevbe
ve istiğfara sevketme garantisi vardır.