KAZA/YARGI 2
Kaza'nın
Tarifi: 2
Kaza'nın
Meşruiyeti 2
Kaza'nın Teşrî
Kılınmasının Hikmeti 2
Kadılık
Görevinin Önemi 3
Kadılığın
Hükmü. 3
Kadılık Görevine Talip Olmak. 4
Kadılık
Görevini Üstlenecek Kişide
Bulunması Gereken Şartlar 4
Adalet'ten
Maksat Nedir?. 5
Kadı'da
Bulunması Müstehab Olan
Sıfatlar 7
Kadı'nın
Nasbedildiğinin Tesbiti 7
Kadı'nın
Görevi 7
Kadılık
Makamının Bulunması Gereken
Yer 8
Kadı'nın
Öncelikle Bakması Gereken
Davalar 8
Kadı'nın,
Tezkiye İçin İki Kişi Tayin Etmesi Gerekir 9
Tezkiye
İçin Tayin Edilecek
Kişide Bulunması Gereken Şartlar 9
Kadı'nın
Kâtip Edinmesi 9
Kadı'nın
Mütercim (Tercüman) Edinmesi 9
Tercümanda
Bulunması Gereken Şartlar 10
Hüküm Vermek İçin
Mescidde Oturmak Mekruhtur 10
Kadı
İçin Hacib (Kapıcı)
Edinmenin Mekruh, Muhaddir Edinmenin Caiz
Olması 10
Kadı'nın
Fakihlerle İstişare Etmesi 10
Kadı'nm
Hasımlar Arasında Eşit Davranması 10
Kadi'nın
Hüküm Vermekten Kaçınması
Gereken Durumlar 11
Kadı'nın
Bizzat Alışveriş Yapması 11
Kadı'nın
Kendisi, Ortağı, Asılları
ve Ferleri İçin
Hüküm Vermesi 12
Kadı'nın
Hediye Alması 12
Kadı'nin
Kendisine Verilen Hediyeyi Mülk
Edinmesi 13
Kadı'nın,
Hasımlardan Birinin Davetine İcabet
Etmesi 13
Kadı'nın,
Daha Önce Verdiği Karardan
Dönmesi 13
Kadı'nın
Hükmü Kadılık Yönünden
mi Yoksa Diyanet Yönünden mi
Nafizdir? 14
Kadı'nın
Kendiliğinden Azlolması veya
Azledilmesi I. 14
Kadı'nın
Kendiliğinden Azlolması 14
II.
Kadı'nın Halife Tarafından
Azledilmesi 15
Kadı'nm Azl'i
Ne Zaman Tamamlanır?. 15
Kadı'nın
Kendini Azletmesi 15
İmam'ın
Ölümüyle Kadı'nın Azlolunmayacağı 15
Kaza; lugatta birçok
anlama gelir:
1. Kaza,
hüküm mânâsına gelir.
Rabbin yalnız
kendisine kulluk etmenize, anaya-babaya iyi davranmanıza hükmetti.
Ösra/23)
2. Kaza,
birşeyi bitirmek anlamına gelir.
Musa da onun
(düşmanlarından olan kişinin) göğsüne bir yumruk vurdu. Böylece onun işini
bitirdi.
(Kasas/15),
3. Kaza, eda
etmek ve sona ulaşmak anlamına gelir.
Ona (Lût'a) şu kesin
emri bildirdik: 'Sabaha çıkarlarken muhakkak onların ardı kesilecektir'.
(Hicr/66)
4. Kaza,
sanat ve takdir mânâsına gelir.
Böylece onları iki
günde yedi gök (olarak) takdir etti. (Fyssilet/12)
Kaza'nın şeriat
ıstilahındaki anlamı ise, iki veya daha fazla kişi arasındaki husumeti,
ihtilafı, anlaşmazlığı Allah'ın hükmü ile hail u fasl etmektir.
Evet, kaza, insanlar
arasında hükmetmek, aralarındaki ihtilafları kaldırmak ve haklan hak
sahiplerine iade etmek demektir. Kaza'ya hükm denilmiştir, çünkü orada hikmet
vardır. Hikmet ise birşeyi esas yerine koymak demektir ki zâlimi zulmünden
alıkoyar, mazlumun hakkını zâlimden alır.
İslâm'da kaza meşru ve
matlubdur. Onun meşruiyetine Kur'an, Sünnet, İcma ve Akıl delâlet eder.
Kaza'nın meşruiyetine delâlet eden birçok ayet vardır. Misal olarak şu ayet-i
kerimeleri zikredebiliriz:
Onların (senden hüküm
isteyenlerin) aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet.
(Mâide/49)
(Allah sizlere) halk arasında hükmettiğiniz
zaman adaletle hükmetmeyi emrediyor. (Nisa/58)
Şüphesiz ki biz sana
Kitab'ı (Kur'an'ı) -insanlar arasında Allah'ın sana öğrettiği ile hükmedesin
diye- hak olarak indirdik. Sakın (ey Muhammed)! Hainler için müdafaaci olma.
(Nisa/ÎO5)
Kaza'nın meşruiyetine
delâlet eden birçok hadîs vardır. Onlardan bazılarını zikredelim.
Hz. Ali'den şöyle
rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a) beni Yemen'e kadı (hâkim) olarak
göndermişti. Bunun üzerine dedim ki:
- Ey Allah'ın Rasûlü!
Beni gönderiyorsun ama benim yaşım küçük ve benim kadılık hakkında bilgim de
yok.
- Allah seni kalbine
hidayet eder, diline sebat verir. Önüne iki hasım' oturduğu zaman birini dinlediğin gibi öbürünü de
dinlemeden hüküm verme. Böyle davranman kadılığın (hükmetme
kabiliyetinin) senin için açılıp meleke haline gelmesine daha uygundur. Hz. Ali
şöyle diyor: 'Kadılığa devam ettim ve bundan sonra hiçbir hükümde şüphe etmedim'.
Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur:
Bir hâkim hüküm
vereceği zaman hakkı arayıp hükmeder de sonra bu hükmünde isabet ederse o
hâkime iki ecir vardır; (hakkı aramak ve hakka isabet etmek sevapları). Eğer
hükmedeceği zaman hakkı arar, fakat hata ederse bu hâkime de bir ecir vardır;
(hakkı aramak sevabı).
Kaza'nın meşruiyeti
hakkındaki icmaya gelince, selef ve halef bu hususta icma etmiş ve kadılık
yapmıştır. Hz. Peygamber kadılık yaptığı gibi, kendisinden sonra gelen
halifeleri de kadı'hk yapmıştır. Onlardan sonra gelenler de bugüne kadar
kadılık yapagelmişlerdir. Bugüne kadar hiç kimse kaza'nın meşruiyetine itiraz
etmemiştir.
Akl'tn, kaza'nın
meşruiyetine delâlet etmesine gelince, insanların tabiatlarının değişik
olduğu, birbirlerine zulmettiği bir vakıadır. Hakkından fazlasını almayan
insanlar çok azdır. Bizzat devlet başkanının (halifenin) bütün ihtilafları
halletmesi de mümkün değildir. Bu nedenle kadı'hk müessesesinin ihdas,
edilmesi önemli bir ihtiyaçtır. İnsanlar arasındaki ihtilafları gidermek,
davaları sona erdirmek için kadı'lar tayin etmek bir zorunluluktur.
Kaza'nın meşruiyetinin
nedeni, ona ihtiyaç duyulmasıdır. İnsanların maslahatı, ancak kadıların
bulunmasıyla korunur. İnsan tabiatı gereği toplumsal bir varlıktır; tek başına
yaşayamaz. Zaruri ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için diğer insanlarla
birlikte yaşamak mecburiyetindedir. Bir toplumda insanlar arasında ihtilaflar,
anlaşmazlıklar, düşmanlıklar olması, menfaatlerin çatışmasından ötürü bazılarının
diğerlerine saldırmaları kaçınılmaz. İşte bu sebeplerden ötürü, ihtilaf ve
anlaşmazlık durumunda müracaat etmek üzere insanlar arasındaki davaları karara
bağlamak için bir kaza müessesesinin bulunması gerekir.
İslâm fıtrat dinidir.
Fıtratı gözetmeye, onun nezafetini muhafaza etmeye davet eder. Nitekim
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor;
(Ey Rasûlüm!) O halde
sen yüzünü (eğriyi bırakıp doğruya giden) bir muvahhid (Allah'ı birleyici)
olarak dine, Allah'ın insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtrata çevir. (Çünkü)
Allah'ın yaratışı için değişme bahis konusu değildir. (İnsanların onu
değiştirmeye yetkileri yoktur). İşte dimdik ayakta duran din budur. Ancak
insanların çoğu bilmezler.
(Rum/30)
Kadılık, büyük bir
mertebedir ve çok önemlidir. İhtiyaç, kadılığı zorunlu kılmıştır. İslâm
şeriatında kadılığın önemi çok büyüktür. Kadılık, peygamberlerin, halifelerin
ve âlimlerin elbisesidir. Aİlah Teâlâ, peygamberi Hz. Dâvud hakkında şöyle
buyuruyor:
Ey Dâvud! Biz seni
yeryüzünde halife kıldık. İnsanlar arasında hak ile hükmet. Sakın hevana uyma
ki aksi takdirde seni Allah yolundan saptırır. Hiç şüphesiz ki Allah'ın
yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından ötürü şiddetli bir azap vardır.
(Sâd/26)
Kadılık görevine
atanan ve adil davranan kişi, Allah'ın gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı
kıyamet gününde Allah'ın gölgesinde gölgelenir. Bu ümmetin seleflerinden olan
Hz. Ömer, Hz. Ali, Muaz, Ebu Musa el-Eş'afî, Kadı Şureyh ve Ebu Yusuf gibi
büyükler bu görevi yüklenmiş, adalet, takva, ilim ve zekânın en büyük
numunelerini ortaya koymuşlardır.
Hz. Muaz'ın ashabından
(Humus halkından) bazı kimselerden rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a)
Muaz'ı, Yemen'e göndermek istediği zaman şöyle sordu:
- Sana bir dava arzedildiğinde ne ile hükmedeceksin?
- Allah'ın Kitabı ile
hükmedeceğim.
- Eğer Allah'ın Kitabı'nda bulunmazsa ne
yaparsın?
- Rasûlullah'ın sünneti ile hükmederim.
- Eğer Rasûlullah'ın sünnetinde de bulamazsan
ne ile hükmedersin?
- Reyimle ictihadda bulunurum. Çalışmamda kusur
göstermemeye gayret ederim.
Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a), Muaz'ın göğsüne vurarak şöyle buyurdu:
- Allah'a hamdolsun ki Allah'ın Rasûlünün
elçisini Rasûlullah'ın razı olacağı şeye muvafık kıldı.
Kadılık Görevinin Tehlikesi
Kadılık görevi, önemli
olduğu nisbette de tehlikelidir. Kadılık görevi çok zordur, insanı helâka
götürecek noktaları vardır. Kadılık yapıp kurtulan az, helak olan çoktur.
Kadılık görevinin tehlikelerinden, ancak Allah'ın koruduğu kimseler
korunabilir.
Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: ,
Hâkimler (kadı'lar)
üçtür: Biri cennette, ikisi ateştedir. Cennette olan kadı, hakkı (ve haklıyı)
bilen ve onunla hükmedendir. Hakkı bilen ve hükümde zulmeden kadı ateştedir.
İnsanlar arasında cahillikle hükmeden kadı da ateştedir.
Kim insanlar arasında
kadı (hâkim) tayin edilirse, o kişi bıçaksız kesilmiş olur.
Allah Teâlâ, hükümde
zulmedenler hakkında şöyle buyurmaktadır:
Zulmedenlere gelince,
onlar da cenenneme odun olmuşlardır, (Cin/15)
İşte bu nedenlerden dolayı,
sahabe ve âlimlerden birçoğu kadılık görevini kabul etmemişlerdir.
İnsanlar arasındaki
ihtilafları kaldırmak, hasımlar arasında hüküm vermek için her nahiye'de bir
kadı bulunması gerekir. Allah Teâlâ şöyle emretmektedir:
Ey iman edenler!
Adaleti ayakta tutanlar olun. (Nisa/135)
Kadılık görevi farz-ı
kifayedir. Çünkü kadılık görevi, emr-i bi'1-maruf nehy-i an'Ü-münker
çerçevesine girer. Emr-i bi'1-maruf nehy-İ an'il-münker ise farz-ı kifaye'dir.
Hz. Peygamber; Hz.
Ali'yi, Muaz b. Cebel'i, Yemen'e kadı olarak göndermiştir. Mekke fethinden
sonra da Attab b, Esîd'i Mekke'ye vali ve kadı olarak tayin etmiştir. Hz. Ömer
de halife olunca Ebu Musa el-Eş'arî'yi Basra kadılığına atamıştır.
Eğer kadılık görevi,
bu işe elverişli olan kişiler için farz-ı ayn olsaydı, her nahiye'de bir kadı
ile iktifa edilmezdi. Bu farzı yerine getiren biri olursa, bu görev diğer
müslümanların üzerinden düşer. Eğer âlimlerin tümü kadılık görevini
üstlenmekten imtina ederse, halifenin, kadılık yapabilecek birini bu görevi
üstlenmeye zorlaması gerekir. Bunun için Şafii âlimleri, halifenin, her adva
mesafesinde bir kadı tayin etmesi gerektiğini söylemişlerdir. Nitekim her kasır
mesafeye bir müftünün tayin edilmesi gerektiği gibi.
'Adva mesafesi'nden
maksat, kişinin sabahleyin evinden çıkıp işini görüp akşam evine dönebileceği
bir mesafedir.
Bir kişi herhangibir
nahiye'ye kadı tayin edilirse, kadılığa ondan daha uygun bir kimse de yoksa, o
kişinin kadılık görevini kabul etmesi vacibdir. O kişi için bu görevi kabul
etmek farz-ı ayn'dır. Hatta o kişinin bu göreve talip olması vacibdir, çünkü
ona ihtiyaç vardır. Böyle bir durumda o kişinin, zulüm yaparım korkusuyla
kadılık görevini reddetmesi caiz değildir; her halükârda kabul etmesi gerekir.
Kabul ettikten sonra da zulmetmekten kaçınmalıdır.
Bir nahiye'de kadılığa
elverişli iki kişi bulunur, biri diğerinden daha üstün olur, üstün olan kişi de
kadılık görevini redderse, diğer kişinin kadılık görevini kabul etmesi caizdir.
Ehil olmakla beraber, kendisinden daha üstün bir kişinin bulunması onun kadılık
görevini kabul etmesine mâni değildir; zira Hz. Peygamber, Attab b. Esîd'i,
Mekke'ye kadı tayin etti. Oysa o, sahabîlerin en üstünü değildi.
Kadılık görevine talip
olmak -bulunduğu nahiye'de kendisine denk veya kendisinden üstün biri varsa-
mekruhtur. Çünkü Hz. Peygamber, kadılığa talip olmaktan sakındırmıştir.
Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur:
Bir kimse kadılık
görevine talip olur ve kadı olmak için yardım isterse, kadılıkta kendi başına
bırakılır. Kim kadılığı istemeden ve aracı koymadan kadılık kendisine
verilirse, Allah bir melek indirir ve ona doğruyu gösterir.
Ebu Musa el-Eş'arî
şöyle anlatıyor: Ben bir kere beraberimde amca oğullarımdan iki kişi ile
birlikte Peygamber'in huzuruna girdim. Bu iki kişiden biri Rasûlullah'a şöyle
dedi:
- Ey Allah'ın Rasülü! Aziz ve Celil olan
Allah'ın seni tevliye ettiği vazifelerden biri üzerine beni memur tayin et.
Diğeri de bunun gibi
bir memuriyet istedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:
- Vallahi biz
memuriyet isteyen bir kimseyi ve memuriyete haris olan bir kişiyi bu işler
üzerine memur tayin etmeyiz.
Şafii âlimleri,
kadılık istemenin mekruh olması durumundan şu üç hususu istisna etmişlerdir:
1. Meşhur olmayan bir âlimin kadılık görevine
talip olmasını, ke-rahatten istisna tutmuşlardır.
Böylece o âlim ilmini
yayar, insanlar da bundan faydanır.
2. Fakir bir âlimin kadılık görevine talip
olmasını, kerahatten istisna etmişlerdir; zira fakir olduğu için nafakaya
ihtiyacı vardır. Kadı olduğu takdirde nafakası Beyt'ul-Mal'dan karşılanır.
3. Kadi'Iann
acizlikleri nedeniyle zayi olan hakları yerine getirmek için kadılığa talip
olmayı kerahatten istisna tutmuşlardır. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. YusuPun vazife
talep ettiğini bize haber vermektedir:
(Yusuf da ona) 'Beni
arzın (Mısır'ın) hazinelerin(i idarey)e tayin et. Çünkü ben onları çok iyi
korurum ve bunu çok iyi bilirim1 dedi. (Yusuf/55)
Eğer kadılığa talip
olmanın sebebi, düşmanlarından intikam almak veya rüşvet almak veya zengin
olmak veya kadılık mevkisiyle gururlanıp insanlara çalım satmak olursa, kadılık
zulme ve harama vasıta olur. Malum olduğu üzere hüküm de maksada göre olur.
Ebu Hüreyre şöyle
rivayet ediyor: 'Rasûlullah (s.a) hüküm meselesinde rüşvet verene de alana da
lanet etti'.
Kadılık vazifesini
üstlenecek kişide şu şartların bulunması gerekir:
1. Müslüman
olmak.
Bir kâfirin kadı
olması şer'an caiz değildir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur;
Allah elbette kâfirler
için mü'minlerin aleyhine bir yol (fırsat) kılmayacaktır.
(Nisa/141)
Kâfirin kadı olması
ise, mü'minler aleyhine en büyük yoldur. Çünkü kadılık hüküm, yol ve sultadır.
İslâm diyarında yaşayan bir zımmînin, müslümanlar üzerine kadı tayin
edilemeyeceği gibi, zımmîler üzerine de kadı tayin edilmesi
caiz değildir; zira kadılıktan, maksat, insanlar arasındaki müşkilleri Kur'an ve
Sünnet'e göre halletmektir. Oysa kâfir Kur'an'ı ve Sünnet'i bilmez ve zaten bu
konuda güvenilir de değildir.
2. Mükellef
olmak
Yani kadı olacak
kişinin âkil ve baliğ olması gerekir. Delinin-deliliği zaman zaman depreşse
bile- ve çocuğun kadılığı -bu niteliklerin kendisinde bulunduğu kimsenin
eksikliği nedeniyle- sahih olmaz.
3. Hür olmak
Kölenin kadılığı sahih
oîmaz. Bir parçası köle, bir parçası hür olan kölenin de kadılığı sahih olmaz.
Çünkü birinde ehliyet yok, diğerinde de eksiktir.
4. Erkek olmak
Bir kadın, ne kadar
dirayetli olursa olsun kadılık yapmasi mekruhtur. Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur:
İdareci olarak
başlarına bir kadını geçiren kavim felah bulmaz.
Kadılık görevi,
erkeklerle birarada bulunmayı gerektirir. Kadının erkeklerle bir arada
bulunması halinde ise fitneden emin olunmaz.. Ayrıca kadını kadılık görevine
getirmek, onu esas vazifeleriyle; eviyle ve çocuklarıyla meşgul olmaktan
uzaklaştırır. Kadılık, güç ve kuvvet ister, insanlar kadınların zayıf
taraflarından faydalanırlar. Kadın genellikle bu güç ve kuvvetten mahrumdur.
5. Adalet
Bir fasık'in kadılığı
sahih olmaz. Çünkü onun sözüne güvenilemeyeceği gibi ilminde de şüphe vardır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Ey iman edenler! Eğer
bir fasık size bir haber getirirse, onun içyüzünü araştırın. (Hucurat/6)
• Adaletten maksat, büyük günahlarından
sakınmaktır.
Büyük günahlar ise
haklarında Kur'an ve Sünnet'te şiddetli azap tehdidi olan günahlardır.
Haklarında Kur'an ve Sünnet'te şiddetli azap tehdidi olan günahlardan birini
işlemek, dinde gevşekliğe delâlet eder. Meselâ içki içmek veya faizli muamele
yapmak bu tür günahlardandır.
• Adaletten maksat, küçük günahları işlemekte
ısrar etmemektir.
Küçük günahlar ise,
büyük günah tarifine girmeyen günahlardır. Meselâ harama bakmak veya bir
müslümanla üç günden fazla dargın kalmak bunlardandır.
• Adaletten maksat sağlam akide sahibi olmak, benzerinin
mürüvvetini korumaktır. Çünkü mürüvveti olmayanın utanması olmaz, utanması
olmayan ise dilediğini söyler. 'Benzerinin mürüvveti'nden maksat da şeriatın
her zaman ve mekânda yol ve âdabına riayet eden çağdaş larının ahlakıyla
ahlâklanmak demektir. Bu hususta -galiben- örfe rücu edilir.
• Adaletten maksat, emin olmaktır.
Kişi, kadılık görevini
kendine yarar sağlamak veya kendisinden zararı defetmek için kullanmayacak
derecede emin olmalıdır.
Şafii âlimleri,
şahitliği reddedilen bir bid'atçının, icma'yı hüccet kabul etmeyen bir kişinin,
ahâd haberlerle amel etmenin caiz olmadığını iddia eden bir kişinin, kıyas'm
reddedilmesi gerektiğini söyleyen bir müctehidin içtihadıyla amel
edilmeyeceğini söyleyen bir kişinin kadılık görevine getirilmesinin caiz olmadığını
söylemişlerdir!
6. Kadı tayin edilecek kişi sağır olmamalıdır
(kulaklarının sağlam olması gerekir).
Sağır bir kişinin kadı
tayin edilmesi caiz değildir. Çünkü sağır olan kadı, hasımlarının ikrar ve
inkârlarını tesbit edemez.
7. Kadı tayin edilecek kişi kör olmamalıdır.
Tamamen kör olan bir
kişi, kadı tayin edilemeyeceği gibi, kısmen kör olup suretleri seçemeyen kişi
de kadı tayin edilemez. Çünkü hasımların suretlerini göremediği için onları
ayırdedemez. Ayırdedebilse bile bunu sesleriyle yapabilir ki sesleri de
birbirine karıştırması sözko-nusudur. 'Hz. Peygamber, Abdullah b. Ümmi Mektum'u
Medine'de yerine bıraktı. Oysa onun gözleri tamamen kördü' diye itiraz
edilemez; zira Hz. Peygamber onu hüküm vermesi için değil, insanlara namaz
kıldırması için yerine bırakmıştır.
8. Kadı tayin edilecek kişi dilsiz olmamalıdır.
Dilsiz bir kişinin
kadı tayin edilmesi caiz değildir. Onun işaretleri anlaşılsa bile, o, hükümleri
yerine getiremez.
9. Kadı tayin edilecek kişinin, kadılık
görevlerini yerine getirebilecek yeterlilikte olması gerekir.
İhtiyarlık veya
hastalık nedeniyle dengesizleşen veya sağlıklı dü-şünemeyen kişinin kadılık
görevine tayin edilmesi caiz değildir.
Bazı âlimler, kadılık
için gerekli olan yeterliliği şöyle tarif etmişlerdir: Kadı'nın, hakkı yerine
getirecek güçte olması gerekir. Bu bakımdan zayıf ve korkak bir kimsenin kadı
olması caiz değildir; zira insan âlim ve dindar olabilir, fakat hakkı yerine
getirmek için gerekli güç ve cesareti gösteremeyebilir. Bu durumda bazı
kimseler onun bu zayıflığından istifade ederler.
İzz b. Abdisselâm şöyle diyor:
'Kadı olacak kişide şu iki şartın
bulunması gerekir:
• Ahkâm'ı bilmelidir.
• Velayetin maslahatlarını ve terki halindeki
mefsedetlerini tahsile kudreti olmalıdır.
Bu iki şarta sahip
olmayan kişinin kadılık görevini üstlenmesi haramdır'.
Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur:
Ey Ebu Zer! Ben seni
zayıf (kalpli) görüyorum. Kendim için arzu ettiğim her hayır ve saadeti senin
için de arzu ederim. (Bu saygı ve muhabbet şevkiyle emrediyorum ki sen bu ince
kalpliliğinle) sakın iki kişi üzerine olsa bile emîr olma. Herhangibir yetimin
malının idaresini de üzerine alma.
Ebu Zer şöyle rivayet
ediyor: Hz. Peygamber'e dedim ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Beni bir emirliğe tayin
etmez misin?' Bunun üzerine RasûluIIah (s.a) eliyle omuzuma vurdu, sonra da
şöyle dedi:
Ey Ebu Zer! Sen
zayıfsın. Bu emirlik ise muhakkak bir emanettir. Şüphe yok ki bu emanet,
kıyamet gününde hakaret ve nedamet olacaktır. Ancak bu emaneti haklı olarak
üzerine alıp da onun
gerekli kıldığı vazifeleri
yerine getirenler müstesnadır (onİar hor ve pişman olmayacaklardır).
10. Kadı tayin
edilecek kişi, ictihad edebilecek derecede âlim olmalıdır. Bu bakımdan şer'î
hükümleri bilmeyen kişinin kadılık görevine getirilmesi caiz değildir. Bu
hususta başkasının taklitçisi olan kişi de kadı olamaz. Taklitçilikten maksat,
herhangibir imamın mezhebini ezberleyip ona göre hüküm vermektir. Çünkü böyle
bir kimse, imamının verdiği hükümlerin derinliğini bilmez, delillerin takriri
konusunda eksiktir. Ayrıca mukallid, fetva verme yetkisine sahip olmadığından,
daha önemli olan kadılık görevi için haydi haydi elverişsiz olur.
Müctehid, hükümle
ilgili ayet ve hadîsleri bilen kişidir. Müctehid'in hükümle ilgili ayet ve
hadîsleri ezbere bilmesi şart değildir. Onların nerede olduğunu bilmesi
-ihtiyaç zamanında oraya müracaat etmek için-yeterlidir. Delillerin hassını,
atnmım, mücmelini, mübeyyenini, nâsihini, mensuhunu bilmesi,
hadîslerin mütevatirini, ahadını,
muttasılım, mürselini bilmesi, ravilerin kuvvetlilik ve zayıflık
derecelerini, Arab dilini bilmesi, Kur'an ve Sünnet'i anlaması, ashab-ı kiramın
âlimlerinin ve ondan sonraki âlimlerin icma ve ihtilaflarını bilmesi, kıyas'ın
bütün çeşitlerini bilmesi gerekir.
Bu saydığımız
şartlar, mutlak müctehid'de
aranan şartlardır. Mukayyed
Müctehid'e gelince, onun mensub
olduğu mezhebin hükümlerini bilmesi gerekir.
Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur;
Kadılar üçtür; biri
cennette, ikisi ateştedir: Cennette olan kadı, hakkı (ve haklıyı) bilen ve
onunla hükmedendir. Hakkı bilen ve hükümde zulmeden kadı ateştedir. Cahillikle
insanlar arasında hükmeden kimse de ateştedir.
Hâkim hükmünde
(içtihadında) isabet ederse iki ecir, hata ederse bir ecir alır.
Bu hadîs, insanlar
arasında hüküm verecek kişinin ictihad derecesine sahip olması gerektiğine
delâlet eder. Daha önce zikrettiğimiz şartlar bulunduğu takdirde hüküm geçerli
olur.
İmam Nevevî şöyle
diyor: 'Âlimler, bu hadîsin âlim (ictihad derecesine ulaşmış) bir kadı
hakkında olduğu hususunda icma etmişlerdir. Böyle bir kadı, isabet ederse iki
ecir verilir; biri ictihad ettiği, diğeri de isabet ettiği içindir. Hata
ederse, gayretinden, çalışmasından, içtihadından ötürü bir ecir verilir. Âlim
olmayan bir kişinin hüküm vermesi helâl değildir. Eğer hüküm verirse, isabet de
etse ecir verilmez. Çünkü onun hakka isabet etmesi bir tesadüftür, şer'î bir
asıldan kaynaklanmamaktadır. Bu
bakımdan o kişi
günahkârdır ve verdiği
hükümlerin tümü geçersizdir1.
Kadılık vasıflarına
sahip olan bir kişi bulunmadığında, suitan, fasık veya mukallid bir müslümanı
kadı tayin ederse, zaruret nedeniyle onun verdiği hükümler geçerli kabul
edilir. Halife, bir kişiyi kadı tayin etmeden önce onun
kadılık görevine uygun
olup olmadığını anlamak
için araştırma yapmalı, o
kişiye birtakım sorular
sormalıdır; zira Hz. Peygamber, Muaz'ı Yemen'e kadı tayin
ederken ona birtakım şeyler sormuştur.
- Sana bir mesele
geldiğinde nasıl hükmedeceksin?
- Allah'ın Kitabı ile.
- Ya Allah'ın
Kitabı'nda bulamazsan?
- Allah Rasûlü'nün
Sünneti ile.
- Ya Rasûlullah'ın Sünnetinde de bulamazsan?
- Kendi reyimle
ictihad ederim.
Bunun üzerine
Rasûlullah Muaz'ın göğsüne vurarak şöyle dedi: 'Allah Rasûlü'nün elçisini, onun
razı olacağı şeye muvaffak kılan Allah'a hamdolsun!
Kadılık yapabilecek
şartlara sahip olan bir kişi varken halife, kadılık şartlarına sahip olmayan
bir kişiyi kadı tayin ederse, bu durumu da biliyorsa, hem tayin eden, hem de
tayin edilen günahkâr olur. Bu şekilde tayin edilen kadı'nın verdiği hükümler
-isabetli dahi olsa- geçersizdir.
Kadı'nın, Kureyş
kabilesinden olması müstehabdır. Fakat ilim ve takvayı gözetmek, bu şartı
gözetmekten daha evladır. Kadı'nın ilim sahibi, sebatkâr, yumuşak huylu, zeki,
duyu ve azalarının sağlam olması, kadılık yaptığı memleketin diline vakıf
olması, kanaat sahibi olması, cimri olmaması, düzgün konuşması, akıllı,
vekarlı, sakin olması müstehabdır.
Müzahim b. Züfer şöyle
der: 'Ömer b. Abdulaziz bize şöyle dedi: Beş şey vardır ki onlardan biri
kadı'da bulunmazsa, bu, onun için bir ayıp sayılır: Anlayış, iffet, sebat, ilim
ve ilmî meseleleri sorup araştırmak'.
Bu sıfatlar, hüküm
vermede basireti açar, halka kadı'yı sevdirir ve güvenilir yapar.
Halife bir kişiyi kadı
tayin ettiğinde, onun kadı nasbedildiği iki şahidin şehadetiyle sabit olur. O
iki şahit nasbedilen kadı'nın tayin edildiği yere giderek onun oraya tayin
edildiğine şehadet ederler. O kişinin oraya tayin edildiği yaygın bir şekilde
biliniyorsa, bununla da sabit olur. Halifenin ona kadı tayin edildiğine dair
bir mektup vermesi sünnettir. Bu, Hz. Peygamber'e ittiba etmek içindir; zira
Hz. Peygamber, Arnr b. Hazm'ı Yemen'e vali olarak tayin ettiğinde Amr onyedi
yaşında idi.
Hz. Ebubekir, Enes'i
Bahreyn'e vali tayin ettiğinde bir mektup yazdı ve Rasûiullah'm mühürüyle
mühürleyerek Enes'e verdi.
İmam'ın kadı tayin
ettiği kişiye yazdığı mektupta, ona vecibelerini hatırlatması, nasihat etmesi,
ilim erbabıyla müşavere etmeyi, şahitlerin durumlarını araştırmayı, takvayı
tavsiye etmesi müstehabdır. Hz. Peygamber'in Muaz'ı Yemen'e gönderirken bunları
yapmaması, bunun vacib değil müstehab olduğunu belirtmek içindir.
Günümüzde ise bir
kişinin kadı tayin edildiği bugünkü şartlarla sabit olur. O kişinin kadı tayin
edildiği ve tayin kararı gazetede neşredilir. Onun bir nüshası da kadı tayin
edilen kişiye verilir.
Kadı, görevine
başladığı andan itibaren maaş almaya hak kazanır. Kadı'nın tayin edildiği görev
yerine Pazartesi günü girmesi sünnettir. Bu mümkün olmadığı takdirde Perşembe
günü, bu da mümkün olmadığı takdirde Cumartesi günü girmesi uygun olur.
Kadı'nın, tayin
edildiği memleketin âlim ve adil kişilerini daha oraya gitmeden sorup
araştırması, o memleketin insanlarını tanıması sünnettir. Böylece gideceği memleketin
haline vakıf olur.
Kadı'nın vazifesi çok
yönlü ve çok önemlidir. -Kadı, halk arasındaki husumetleri -hükmetmek veya razı
etmek yoluyla- halletmekle, hadd ve tâzir cezalarını uygulamakla, velîsi
olmayan kızı evlendirmekle, çocukların, delilerin, sefihlerin velîliğini
üzerine almakla, borçlunun borcunu ödemek için terekeyi satmakla, kayıp olan
bir kişinin malını korumakla, kimin olduğu belli olmayan malı satıp parasını
muhafaza etmekle ve müslümanların mashalatı için harcamakla, vakıf mallarına
göz-kulak olarak vakfın mahsulünü vakfın masraflarına harcamakla, vasiyetleri
yerine getirmekle, aşırılık yapanlara mani olmakla, müftü tayin etmekle, ahlâk
zabıtaları tayin etmekle, zekât toplamakla, mescidlere imam tayin etmekle ve
benzeri şeyleri yapmakla görevlidir.
Kadı'nın, tüm bu
hususlarda Allah'ın kitabına ve Peygamber'in sünnetine göre hüküm ve karar
vermesi gerekir. Allah'ın kitabı ve Peygarriber'in sünnetinde bulunmayan
konularda ise icma ve kıyas ile hüküm vermesi gerekir. Kadı'ya bir mesele
getirildiğinde, o meselede Allah'ın kitabının hükmünün ne olduğunu anlamak için
büün gücüyle gayret etmelidir. Muaz hadîsi buna delâlet eder.
Hz. Peygamber
(s.a), Muaz'ı Yemen'e göndermek istediği
zaman şöyle dedi:
- Sana bir dava
arzedildiğinde ne ile hükmedeceksin?
- Allah'ın Kitabı ile
hükmedeceğim.
- Eğer Allah'ın
Kitabı'nda bulunmazsa ne yaparsın?
- Rasûiullah'ın
sünneti ile hükmederim.
- Eğer Rasûiullah'ın
sünnetinde de bulamazsan ne yaparsın?
- Reyimle ictihad ederim. Çalışmamda kusur
.göstermemeye gayret ederim.
Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a), Muaz'ın göğsüne vurarak şöyle buyurdu:
- Allah'a hamdolsun ki
Allah'ın Rasülü'nün elçisini Rasûlullah'in razı olacağı şeye muvafık kıldı.
Abdurrahman b. Yezid
şöyle anlatıyor: Birgün Abdullah b. Mes'ud'a -çözülmesi gereken- birçok mesele
sordular. Bunun üzerine Abdullah b. Mes'ud şöyle dedi: "Bir zamanlar biz
hiçbir hüküm veremezdik de daha sonra Allah Teâlâ -gördüğünüz gibi- bu seviyeye
gelmemizi takdir etti. Bundan sonra sizden biri, hüküm verilmesi ve sulh
edilmesi gereken herhangibir hâdise ve mesele ile karşılaşırsa Allah'ın
Kitabındaki ayetlerin ışığında hükmünü versin. Allah'ın Kitabında hükmü bulunmayan bir mesele ile
karşılaşırsa Rasûlullah'ın verdiği
hükümlerle (sünnetle) hükmetsin. Kur'an-ı
Kerim'de ve Rasûlullah'ın sünnetinde
hükmü bulunmayan bir mesele ile karşılaşırsa salihlerin (ilim erbabının)
verdiği fetva ve hükümlerle cevap versin. Eğer Allah'ın Kitabında,
Rasûlullah'ın sünnetinde, selef-i salihîn'in
fetvalarında da cevabı
bulunmayan hâdiselerle karşılaşırsa aklını kullanarak ictihad etsin.
'İctihad yapmaktan korkar çekinirim' demesin. Çünkü helâl ve haram tamamen
açıklanmıştır. . Bunların arasında şüpheli şeyler ve kapalı meseleler vardır.
Seni şüpheye düşüren şeyleri bırak, şüpheye düşürmeyenlerle amel et".
Kadı Şureyh şöyle
rivayet ediyor: Hz. Ömer'e mektup yazarak bazı meselelerin hükmünü sordum. O da
bana şöyle yazdı: 'Davaları, Allah'ın Kitabındaki hükümlerle hallet. Kur'an-ı
Kerim'de hükmünü bulamazsan Rasûlullah'ın sünnetiyle hüküm ver. Kur'an'da ve
Sünnet'te bulunmazsa selef-i salihîn'in fetva ve hükümleriyle amel et.
Kur'an'da,, Sünnet'te ve selef-i salihîn'in fetvalarında da bulamazsan istersen
ictihad et, istersen çekimser kal. Çekimser kalmanın senin için
daha hayırlı olduğunu sanıyorum.
Selâm üzerine olsun'.
Zikredilen hadîslerden
açıkça anlaşıldığına göre kadı, herhangibir meselede önce Allah'ın Kitabına,
sonra Rasûlullah'ın sünnetine, sonra selef-i salihîn'in üzerinde ittifak ettiği
hükümlere müracaat ederek hüküm vermelidir.
Eğer o meselenin hükmünü
bunlarda bulamazsa bütün gücüyle gayret edip ictihad etmelidir.
Şehir'in ortasında
müsait bir alan varsa, kadılık makamı için belli bir yer tayin edilmemişse,
kadı'nın şehirin ortasında oturması müstehabdır. Böylece şehir halkının ona
müracaat etmesi kolaylaşır.
Kadı'nın tayin
edildiği yere gündüz girmesi sünnettir. Kadı ilk önce Cuma namazının kılındığı
mescide gidip orada iki rekât namaz kıldıktan sonra kadılık makamına
gitmelidir. Kadı, kadılık makamına geldiğinde, bir tellâl vasıtasıyla kadı'nın
göreve başladığı, ihtiyacı olanların kadı'ya müracaat edebilecekleri ilan
edilmelidir. Bundan sonra kadı, gelen davalara bakmaya başlar. Göreve başladığı
andan itibaren maaş almaya hak kazanır.
Kadı önce hapiste
olanların davalarına bakmalıdır. Çünkü hapis bir azaptır. Kadı, hapiste
yatanların dosyalarını inceleyip hapiste kalıp kalmamaları .gerektiğine karar
vermelidir. Eskiden şehirde 'Kadı, haftanın falan günü hapishanede olanların
davalarına bakacaktır. Kimin hapishanede adamı varsa kadı'ya müracaat etsin'
diye ilan eden tellâllar bulunurdu. Hapis, bir azap olduğu için kadı'nın
herşeyden önce hapiste olanların davalarına bakması, tahliye edilmesi
gerekenleri tahliye etmesi, ceza verilmesi gerekenlere ceza vermesi gerekir.
Hapishanedekilerin
davalarına baktıktan sonra tâzir cezası
gerekenlere tâzir cezası uygulamalı, mal ödemesi gerekenlere rrialı ödettir-melkiir.
'Ben zulmen hapsedildim' diyenin hasmından hüccet istemeli, eğer hüccet
getiremezse, yeminle beraber hapsedilen kişiyi tahliye etmelidir.
Daha sonra çocukların,
delilerin ve sefihlerin vasisi olan kişileri araştırmalıdır. Onlar, malına
sahip olmaktan, hakkını aramaktan aciz olan kimselerin mallarında tasarruf
ettiklerinden davalarının öne alınması gerekir. Onlardan adil ve kuvvetli
gördüğü kimseleri vasîlik görevinde bırakır. Fasık gördüğü kişileri ise
vasilikten azledip onların yerine adil ve kuvvetli kişileri vasi tayin etmesi
vacibdir. Adil, fakat zayıf olan vasileri takviye etmelidir.
Daha sonra çocuklar
için, kadı tarafından emin olarak tayin edilen kişileri araştırmalı,
vasiyetleri yerine getirmekle görevli olanların durumunu incelemeli, onlardan
fasık gördüğü kimseyi, azletmeli, emin ve zayıf gördüğü kişiyi de başka biriyle
takviye etmelidir.
Sonra umumi vakıfların
ve mütevellilerin durumunu incelemeli, sonra özel vakıfların ve mütevellilerin
durumunu araştırmalıdır. Bunları inceledikten sonra daha önemli gördüğünü öne
almalıdır.
Bunlardan sonra da
halkın maslahatı ve hakları için bütün gücüyle dürüst ve adil bir şekilde
çalışmalıdır. İhmalkârlık ve zulüm yapmamalı, halk için kolaylık göstermelidir.
Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur:
Allah, haksızlık
(zulüm) yapmadığı müddetçe kadı ile beraberdir, haksızlık yaparsa ondan
vazgeçer ve (bu kez) Şeytan ona mülâ-zemet eder.
Bir kul ki Allah onu
halkı görüp-gözetmek üzere vali kılar da o, hayırlı irşadıyla halkı muhafaza
etmezse, elbette o kişi cennet kokusu koklamayacaktir.
"
Kadi'nın, halini
bilmediği şahitleri ve davacıları kendisine tanıtacak, onların durumunu
kendisine anlatacak iki kişi tayin etmesi mendubdur. Çünkü kadı'nın bizzat
onların durumunu araştırması mümkün değildir. Bu bakımdan kadı, bu hususta
kendisine yardımcı olacak kişilere muhtaçtır.
Müzekki (tezkiye için
tayin edilen kişi) cerh ve tadil ilmini bilmelidir ki adili cerh, fasık'ı da
tezkiye etmesin. Tezkiye ettiği kişinin geçmişini; sohbet veya komşuluk veya
alışveriş yapmak suretiyle bilmesi gerekir. Tezkiye için tayin edilecek kişinin
sözüne güvenilmesi, itibar edilmesi için onun müslüman, âkil-bâliğ ve adil
olması da şarttır.
Kadı'nın, kendisine
bir kâtip edinmesi sünnettir. Çünkü kadı'nın kâtibe ihtiyacı vardır; zira kadı
hüküm ve ictihad ile meşgul olduğundan, bir de yazmakla uğraşırsa işler aksar.
Hz. Peygamber'in de kâtipleri vardı, onun için yazılması gereken şeyleri
yazarlardı. Bu kâtiplerin sayısı bazen kırk'a ulaşırdı.
Kâtipte Bulunması
Gereken Şartlar Kâtipte bulunması
gereken şartlar şunlardır:
1. Kâtip müslüman, adil, hür ve erkek olmalıdır.
Böylece hainlik
yapmasından korkulmaz, Yazdığına itimat edilir; zira kadı bazen gaflet edebilir
veya kâtibin yazdığını okumaz.
2. Kâtip, muhadereîeri yazmayı bilmelidir.
Muhadere, hüküm
meclisinde hasımlar arasında geçen konuşmaların yazıldığı defterdir. Bu
deftere sicil defteri denir ki orada her davanın hükmü ve hükmün tenfizi
yazılıdır.
Kâtipte Bulunması
Müstehab Olan Şartlar
Kâtipte bulunması
müstehab olan şartlan şöyle sıralayabiliriz:
1. Cehaletinden ötürü bir tuzağa düşmemesi için
fakih olmalıdır.
2. Aldaülmaması ve oyuna gelmemesi için akıllı
olmalıdır.
3- Galata ve
yanlışlığa düşmemesi için hattı güzel olmalıdır.
Hz. Ali şöyle
demiştir: 'Güzel hat, açıklık bakımından hakkı açtırır'.
4. Hesap (matematik) bilmelidir.
Zira miras taksiminde
ve vasiyetlerin tevziinde ona ihtiyaç vardır.
5. Hasımların dilleri hususunda fasih bir âlim
olmalıdır. .
İstediklerini ona
dikte ettirebilmesi ve yazdıklarını rahatça görebilmesi için kadı'nın, kâtibi
önüne oturtması uygun olur. Böylece hâdise hakkında bilgi sahibi olur.
Kadı'nın mütercim
(tercüman) edinmesi mendubdur. Tercüman hasımların sözlerini kadı'ya tercüme
eder. Çünkü genellikle kadı, hasımların dilini bilmez. Bu bakımdan onların
sözlerini kendisine teicüme edecek bir tecümana ihtiyacı vardır.
Hârice b. Zeyd b.
Sabit, babası Zeyd b. Sabitten şöyle rivayet ediyor: 'Peygamber (s.a) bana,
yahudilerin yazısını öğrenmemi emretti. Ben Peygamber'in onlara gönderdiği
mektuplarını yazardım, onların da Peygamber'e yazıp gönderdikleri mektupları
kendisine okurdum'.
Ebu Cemre (Nasr b.
İmran ed-Dab'î el-Basrî) de şöyle demiştir: 'Ben, İbn Abbas ile insanlar
arasında tercümanlık, yapıyordum'.
Tercümanın müslüman,
hür ve adil olması şarttır. Ancak bu durumda onun yaptığı tercümeye güvenilir.
Kadı'nın Kamçı ve
Hapishane Edinmesi
Kadı'mn, suçluları
terbiye etmek için bir dirre (kamçı) edinmesi gerekir. Kendine ilk defa dirre
(kamçı) edinen kişi Hz. Ömer'dir. Şâbi şöyle diyor: 'Hz. Ömer'in kamçısı,
Haccac-ı Zâlim'in kılıcından daha korkutucuydu'.
Kadı'nın, Allah'ın
veya kulun hakkını eda etmeyenleri veya tâzir cezasına müstahak olanları
hapsedeceği bir hapishane edinmesi gerekir. Hz. Ömer, Mekke'de 4000 dirheme bir
ev alıp onu hapishane yapmıştır,
Kadı'nın Meclisi
(Mahkeme Salonu)
Kadı'nın meclisinin
geniş olması müstehabdır; zira meclis dar olursa, davacı ve davalılar eziyet
çeker. Meclisin, yerli ve yabancılar tarafından kolaylıkla tanınıp bulunacak
bir yer olması, soğuk ve sıcaktan korunmuş olması gerekir. Yazın yaza uygun,
kışın kışa uygun bir bina olması gerekir ki hem kadı, hem de davacı ve
davalılar eziyet çekmesin.
Kadı'nın, hüküm vermek
için mescidde oturması mekruhtur. Bunun sebebi ise mecsidi
bağınp-çağırmalardan, tartışmalardan uzak tutmaktır; zira kadı'nın
meclisi, bağırıp-çağırmadan hâli
olmaz. Ayrıca bazen kadı'nın meclisine, mescide girmeye ehil olmayan
hayızh kadınlar, deliler, çocuklar ve kâfirler de girerler.
Kadı'nın, masa gibi
yüksek bir yerde oturması âdaptandır. Böylece halkı daha iyi görür. Kadı'nın,
kıbleye yönelerek hüküm vermesi mendubdur; zira kıble, en hayırlı cihettir.
Kadı, makamına oturduğunda kendisini muvaffak kılması, verdiği hükümde isabet
etmesi için Allah'tan yardım talep etmeli, dua ve niyazda bulunmalıdır. Hz.
Peygamber evinden çıktığında şöyle dua ediyordu:
Allah'ın adıyla,
Allah'a tevekkül ettim. Ey Allahım! Dalâlete gitmekten veya götürülmekten, kaymaktan
veya kaydırılmaktan, zulmetmekten veya zulme uğramaktan, cahillik etmekten veya
bana karşı cahillik edilmesinden sana sığınıyorum.
Hacib, hüküm zamanında
halkı içeri sokmayan kapıcıdır. Kadı'nın -kapının açık olması, halkın kadıya
müracaat edebilmesi için- böyle bir kapıcı edinmesi mekruhtur. Ancak kadı'nın
kapısında izdiham söz-konusu ise, halkın düzgün bir biçimde kadı'nın huzuruna
girmesini sağlamak için kapıcı edinmesi mekruh değildir.
Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur:
Allah bir kimseyi
müslümanlarm işleri üzerine vali kılar, vali de onların ihtiyaçları,
zaruretleri ve fakirliklerinin önüne perde çeker (dileklerine kulak asmaz) ise,
Allah Teâlâ da kıyamet günü o valinin ihtiyacı, zarureti ve fakirliği önüne
perde çeker (dileklerini kabul etmez).
Herhangibir hükümdar,
kapısını muhtaç, yoksul ve düşkünlerin yüzüne kaparsa, Allah da göklerin
kapısını onun ha<tet, yoksulluk ve düşkünlüğüne karşı kapar.
Muhaddir'e gelince,
muhaddir, davacı ve davalıları sıraya sokup onların isimlerini teker teker
okuyarak kadı'nm huzuruna çağıran kişidir. Buna aynı zamanda nakib de denir.
(Bugünkü tabirle mübaşir demektir). Kadı'nın ihtiyaç nedeniyle muhaddir
(mübaşir) edinmesinde hiçbir sakınca yoktur.
Hükümdeki deliller
birbirine ters düştüğünde kadı'nm fakihlerle istişare etmesi mendubdur; zira
Allah Teâlâ 'Emirde onlarla istişare et' (Âlu İmran/159) buyurmaktadır.
Kadı'nm üç hususta
hasımlar arasında eşit davranması vacibdir:
1. Hasımların, huzuruna girmeleri esnasında
eşit-davranması gerekir.
Yani onlardan biri
ayağa kalkıp diğeri için kalkmamazlık yapmamalıdır. Çünkü bu, adalete ters
düşer. Hasımlardan biri için ayağa kalkar da diğeri için kalkmazsa, kendisi
için ayağa kalkmadığı kişinin kalbini kırar. Bu nedenle ya ikisi için de ayağa
kalkmalı veya hiçbirisi için kalkmamalıdır. '
2. Hasımları dinleme hususunda eşit
davranmalıdır.
İkisine de aynı gözle
bakmalı, ikisinin de selâmlarını almalı, her ikisini de dinlemelidir. Böylece
hiçbirinin kalbi kırılmaz, her ikisi de adaletin yerine geleceğinden şüphe
etmez. Eğer kadı hasımlardan birini bir söz veya bir mülahaza ile tahsis eder,
fakat diğeri için aynı şeyi yapmazsa adaletsizlik yapmış olur.
3-
Hasımların, huzurunda oturmaları hususunda eşit davranmalıdır.
Yani her ikisini de
önüne oturtmalı veya her ikisini de yanına yaklaştırmalı veya hasımlardan
birini sağına, diğerini de soluna oturtmalıdır ki her ikisinin de kalbi hoş
olsun.
Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur:
Kim halk arasında
hüküm vermekle görevlendirilirse, işaretiyle, mülahazasıyla, oturuşuyla onların
arasında eşit davranmalıdır. Birine bağırmadığı şekilde ötekine bağırmasın.
Abdullah b. Zübeyr Hz.
Peygamber'in, İki hasmın (davalı ile davacının) hakim'in önüne oturmasına
hükmettiğini söylemiştir.
Kadı, önce davacıya,
sonra da davalıya söz hakkı vermelidir. Davacı, kadı'dan, davalıya yemin teklif
etmesini talep etmedikçe kadı kendiliğinden davalıdan yemin talep etmemelidir.
Çünkü davalıdan yemin etmesini istemek davacının hakkıdır. Kadı'nm davalıya
yemin teklif etmesi, davacının izin ve talebine bağlıdır. Kadı hasımlardan
her-hangibirine delilleri telkin etmemeli, nasıl iddia edilmesi veya nasıl
inkâr edilmesi gerektiğini ifham ettiren bir söz de sarfetmemelidir. Eğer böyle
yaparsa hasımlardan birine meyletmiş, diğerine zarar vermiş olur ki bu
haramdır. Kadı, şahitleri sıkıştırmamalıdır. Söz veya işaretle onlara eziyet
vermemelidir; yani onlarla muaraza veya istihza etmemelidir. Çünkü böyle
yapmak, insanları şahitlikten nefret ettirir; şahitlik yapmaktan uzaklaştırır.
Oysa insanların şahitlere ihtiyacı vardır.
Ne kâtibe, ne de
şahide, (sakın) zarar verilmesin. Eğer zarar verirseniz, o takdirde doğru
yoldan çıkmış olursunuz. (Bakara/282)
Kadı ancak adaletini
bildiği veya iki adil tezkiyecinin tezkiye etmesiyle adaleti sabit olan
kişilerin şahitliğini kabul edebilir. İki düşmanın birbirleri aleyhindeki
şahitliği, babanın evlada evladın babaya karşı şahitliği kabul edilmez; zira
düşmanların birbirlerine iftira atması, babanın evladına, evladın babasına
müsamahakâr davranması sözkonu-sudur; zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Hain bir erkeğin hain
bir kadın için, zani bir erkeğin zani bir kadın için şahitliği kabul
edilmeyeceği gibi, düşmanın düşman aleyhindeki şahitliği de kabul edilmez.
Hz. Ömer'in de şöyle
dediği rivayet edilmektedir: 'Hasmın da itham edilenin de şahitliğinin kabul
edilmesi caiz değildir'.
Kadı, şu on durumda
hüküm vermekten kaçınmalıdır:
1. Öfkeli olduğu zaman .
2. Acıktığı zaman
3- Susadığı
zaman
4. Şiddetli şehvetin tesiri altında olduğu zaman
5. Aşırı üzgün olduğu zaman
6. Aşın sevinçli olduğu zaman
7. Hasta olduğu zaman
8. Küçük veya büyük abdest için sıkıştığı zaman
9. Uyukladığı zaman
10. Aşırı sıcak ve aşırı soğuk olduğu zaman
Nefiste sarsıntı ve
izdırap meydana getiren benzeri haller de bunlara kıyas edilmiştir. Buna binaen
kadı, ahlâkı kötüleştiği, fikrinde karışıklık meydana geldiği zaman da hüküm
vermekten kaçınmalıdır; zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Hiçbir kimse, kendisi
öfkeli haldeyken iki kişi arasında hüküm vermesin.
Bu hadîsteki nehiy,
kerahat üzerine hamledilmiştir; yani insan, böyle durumlarda hüküm
vermemelidir. Fakat kadı böyle bir durumda hüküm verirse, verdiği hüküm geçerli
olur.
Kadi'nın bizzat
alışveriş yapması mendub değildir. Kadı'nın kalbi esas mesleğiyle meşgul
olmalıdır. Eğer satıcı veya alıcı kadı'ya suhulet gösterir, sonra da kadı'ya
işi düşerse, kadı'nın kalbi ona meyledebilir.
.
1. Kadı'nın kendi nefsi için hüküm vermesi caiz
olmadığı gibi, hükümde töhmet (itham) sözkonusu olduğu için geçerli de
sayılmaz. Zira kendi lehine hüküm verme ihtimali vardır.
2. Kadı'nın ortağı için hüküm vermesi de caiz değildir.
Kendisinin ortağı olmasından ötürü, onun lehine hüküm vermesi sözkonusudur.
3. Kadı'nın
asılları (anası, babası, dedesi,
ninesi) veya ferleri (çocukları
ve torunları) hakkında da hüküm vermesi caiz değildir.
Bunlar hakkında
verdiği hükümler geçerli kabul edilmez. Çünkü burada itham ve sevgi ihtimali
vardır. Ancak kadı, zikrettiğimiz bu kişilerin aleyhine hüküm verirse, verdiği
hüküm geçerli ve caiz olur; zira burada itham sözkonusu değildir.
4. Kadı'nın düşmanı hakkında hüküm vermesi caiz değildir.
Çünkü itham edilebilir. Ancak düşmanı lehine hüküm verirse, verdiği hüküm
geçerli ve caiz olur; zira burada itham edilme ihtimali yoktur.
Kadı'nın, bu
nedenlerle bu kişiler hakkında hüküm vermesi yasaklandığında, bu kişiler
hakkında halife veya başka bir kadı hüküm verir. Böylece hükümdeki itham
ihtimali ortadan kalkmış olur.
Kadı'nın, aralarındaki
ihtilaf ve anlaşmazlıkları halletmesi için kendisine müracaat edenlerden -az
veya çok- hediye alması caiz değildir. Bu kişilerin, kendisi kadı olmadan önce
de kendisine hediye verme alışkanlıkları olsa bile onlardan hediye alması caiz
olmaz. Bu kişilerin kadı'nın bulunduğu şehirde oturup oturmamaları da meseleyi
değiştirmez; zira davacı ve davalılardan hediye kabul etmek, genellikle
tarafgirliğe ve sevgi göstermeye neden olur. Oysa İslâm, harama götüren her
kapının kapatılmasını emretmiştir.
Kadı'nm, kadı olmadan
önce kendisine hediye verme itiyadında olmayan herkesten -kadı'nm yanında bir
davası olmasa bile- hediye kabul etmesi de caiz değildir; zira bugün olmasa
dahi ileride onun da davası olma ihtimali vardır. Ayrıca bu kişi, kadı olmadan
önce kendisine hediye vermeyi âdet edinmiş bir kişi değildir. Onun kadı'ya
hediye vermesi, belki de ileride olabilecek bir davası içindir.
Ebu Humeyd es-Sâidî
şöyle rivayet ediyor: "Rasûlullah (s.a) -Abdullah b. Lutbiye el-Ezdî
isminde- bir adamı zekât toplama memuru tayin etmişti. Bu memur işini bitirdiği
zaman Rasûlullah'a geldi ve şöyle dedi:
- Ey Allah'ın Rasûlü! Şu sizin zekât malınızdır,
bu da bana hediye verilmiştir.
- Sen babanın ve ananın evinde otursaydın da
sana hediye verilir miydi, verilmez miydi baksaydın ya!
Akabinde zevalden
sonraki bir namazın ardından ayağa kalktı, ke-lime-i şehadet getirdi ve Allah'ı
layık olduğu sıfatlarla sena etti. Sonra Amma ba'du (=Sözün bundan sonrası
şudur) deyip şu hutbeyi irad etti:
Bu âmilin (memurun)
hali nedir? Ben onu bir işe memur tayin ediyorum, sonra bana gelip hesap
verirken 'Şu sizindir, bu da bana hediye verildi' diyor. O, babasının ve anasının
evinde otursaydı da ona hediye verilir miydi, verilmez miydi baksaydı ya!
Muhammed'in nefsi elinde bulunan (Allah)a yemin ederim ki herhangibiriniz
devlet-millet malından hainlik yapıp haksız birşey alırsa, muhakkak kıyamet
gününde o çaldığı malı boynu üzerinde taşıyarak getirecektir, Öyle bir halde ki
çaldığı şey bir deve ise deveyi iniltisi olduğu halde, bir sığır ise bağırması
olduğu halde, bir davar ise melemesi olduğu halde bunların herbirini boynunda
taşıyarak getirecektir. Ben (emrolunduğum şeyi sizlere) tebliğ ettim.
Ravi Ebu Humeyd şöyle
devam etti: Bundan sonra Rasülullah (s.a) elini, bizim kendisinin koltuk altı
beyazlığını göreceğimiz derecede yukarı kaldırdı".
Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur:
Devlet memurunun
hediye alması hırsızlıktır.
Bu hükümler, kadı'nın
yanında davası bulunan kimselerden gelen hediyeler hakkındadır. Fakat kadı'nın
yanında davası olmayan ve kadı olmadan önce de ona hediye verme itiyadında olan
bir kişinin verdiği hediyeyi kabul etmek kadı için caizdir. Ancak bu hediyenin,
sayı veya keyfiyet bakımından daha önceki hediyelerden fazla olmaması gerekir.
Eğer bu hediye.sayı ve keyfiyet bakımından, o kişinin kendisine kadı olmadan
Önce verdiği hediyelerden fazla ise, o hediyenin kabul edilmesi
kadı için caiz olmaz.
Ayrıca şu hususa da dikkat edilmesi gerekir: Hediye konusundaki bu hüküm, veren
kişinin belli bir kasdının olmamasıyla kayıtlıdır. Eğer bu hediye ile haksız
hüküm vermesi veya gereken hükmü vermekten imtina etmesi amaçlanıyorsa, bu
rüşvettir. Rüşvet ise en büyük günahlardandır. Kadı o hediyeyi (!) almakla
-rüşveti veren veya ikisi arasında aracılık yapan kişi gibi- günahkâr olur.
Ebu Hüreyre ve Abdullah b.
Amr'dan şöyle rivayet edilmiştir: 'Rasülullah (s.a), rüşveti alana da
verene de lanet etti'.
Sevban da şöyle
rivayet ediyor: 'Rasülullah (s.a) rüşvet verene de rüşvet alana da aralarında
elçilik yapana da lanet etmiştir'.
Kadı kendisine verilen
ve haram olan hediyeyi mülk edinemez. Onu derhal sahibine iade etmesi vacibdir.
Eğer sahibine iade edilmesi mümkün değilse, onu beyt'ul-mal'a vermesi gerekir.
Çünkü bu, meşru olmayan bir kazançtır. Dolayısıyla onu mülk edinmesi helâl
değildir.
Kadı'nın, hasımlardan
herhangibirinin davetine icabet etmesi -dava sona ermeden- caiz değildir. Bu
ziyafet davetinin, kadı'nın görev yaptığı vilayetin dışında olması da meseleyi
değiştirmez; zira kadı'nın, hasımlardan birinin ziyafet davetine katılması,
ona meyletmesine sebep olabilir.
. Kadı'nın, davacı ve
davalı olmayan kişilerin davetine katılması, -kadı'nın davetlere katılması
ister âdeti olsun, ister olmasın- caizdir, hatta mendubdur; zira bu davetlerin
bir kısmı düğün, sünnet gibi genel davetlerdir; bu davetlere herkes davet
edilmektedir. Ayrıca burada hasımlık olmadığı gibi kadı'nın itham edilmesi de
sözkonusu değildir. Bu nedenle kadı'nın bu tür davetlere katılması caizdir.
Kadı'nın hasta ziyaretlerine, cenaze merasimlerine katılması da caizdir,
mendubdur. Çünkü burada insanların gönüllerini almak, Allah'a yakınlaşmak bahis
mevzudur.
Kadı, herhangibir dava
hakkında hüküm verir, daha sonra da bu hükmünden döner, başka bir hüküm
verirse, bu hüküm bundan sonraki davalar
için mi geçerli
olur, yoksa önceki ve sonraki
meselelerin tümünde geçerli olur mu?
1. Buna şu
şekilde cevap verilebilir: Kadı, herhangibir davada karar verir, sonra bu
kararının Kur'an'a, mütevatir hadîse, sahih olan ahad hadîse veya asi ile fer
arasındaki ayrılığı giderecek kadar kesin olan kıyas-ı celî'ye muhalif olduğunu
görür de kendisinin veya başkasının tashihi ile bu kararından dönüp yeni bir
karar verirse, daha önce verdiği hüküm nakzedilir. Kadı'nin daha önce verdiği
hüküm üzerine terettüb eden asılların tashih edilmesi vacibdir; zira Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim bizim şu işimizin
(dinimizin) içinde, ondan olmayan birşeyi ihdas ederse o (ihdası), merduttur.
Ayrıca ashab ve
tabiin'in verdiği hükümler ve bunlardan dönmeleri hakkında da birçok rivayet
vardır. Onlardan bazılarını zikredelim:
• Hz. Ömer, parmakların yararlarını dikkate
alarak diyet hususunda parmaklar arasında
farklılık yapmıştır. Kendisine
Hz. Peygamber'in parmakların diyeti
hususunda eşit hüküm verdiği bildirilince,
kendi kararından dönmüştür.
• Ömer b. Abdulaziz, bir ayıp (kusur) nedeniyle
geri verilen köle ile beraber haraç da verilmesi gerektiğine hükmetti. Urve,
Hz. Aişe'den Rasûlulah'ın 'Haraç kefaletledir' buyurduğunu rivayet edince, Ömer
b. Abdulaziz kendi görüşünden vazgeçti.
• Hz. Ali, Kadı Şureyh'in biri anabir kardeş
olan iki amcaoğlu ile ilgili olarak 'mal kardeşe aittir' şeklinde verdiği hükmü
nakzetmiştir. Kadı Şureyh bu hükmü 'Rahim sahipleri, Allah'ın kitabında
birbirlerine (mirasçı olma bakımından) daha yakındırlar' (Enfal/75) ayetinden
çıkardığını söyleyince, Hz. Ali ona şu ayeti okuyarak cevap vermiştir:
Babası, annesi ve
evladı olmadığı halde vefat eden bir erkek veya kadının erkek veya kizkardeşi
varsa, vasiyeti ve borcu çıktıktan sonra onların herbirine terekenin altıdabiri
düşer. (Nisa/12)
2. Kadı'nın
verdiği birinci hüküm içtihada veya gizli kıyasa dayanıyorsa, bu hükmünden
vazgeçip yine ictihad veya gizli kıyasa dayanarak ikinci bir hüküm daha
verirse, birinci hükmü nakzedilmez.
Ancak bundan sonraki
meselelerde ikinci hükmü geçerli olur; zira her iki hükmü de zan durumundadır,
dolayısıyla biri diğerinden daha evlâ değildir. Eğer zanların bir kısmının
diğerini nakzedeceği kabul edilirse, hiçbir hüküm devam etmez, kanunlar
istikrar bulmaz. İşte bu nedenle 'İctihad, ictihad ile nakzedilemez' kaidesi
çıkmıştır, Bu kaideye binaen birinci hüküm, geçerliliğini muhafaza eder.
nakzedilemez.
Rivayet edildiğine
göre Hz. Ömer, ölünün ana-bababir olan kız-kardeşini -feraiz ilminde
el-müştereke diye bilinen meselede- mirastan mahrum etmiştir. Bu mesele şu
şekildedir: Ölen bir kişi geride kocasını, annesini, anabir erkek kardeşlerini
ve bababir kardeşlerini bırakıyor. Feraiz kaidelerine göre burada koca, malın
yarısını alır (çünkü ölenin çocuğu yoktur). Anne malın altıdabirini, anabir
kardeşler malın üçtebirini alır. Ana-bababir olan kardeşe ise birşey kalmaz.
Çünkü o asabedir; yani pay sahipleri hisselerini aldıktan sonra geriye kalan
onundur. Oysa burada geriye birşey kalmamıştır.
İşte bu meselede Hz.
Ömer önce bu şekilde hükmetmiş, sonra bu hükümden vazgeçmiştir. Ana-bababir
olan kardeşle anabir olan kardeşleri mirasın üçtebirine ortak yapmıştır.
Kendisine, 'Daha önce
neden başka şekilde hükmettin?' diye sorulunca, Hz. Ömer şöyle cevap
vermiştir: 'Önceki hükmümüz de geçerlidir, şimdiki hükmümüz de geçerlidir'.
Kadı, bir meselede
şer'an sahih olan delile dayanarak hüküm verdiğinde onun hükmü kaza yönünden
de diyanet yönünden de geçerlidir; yani kadı, şer'î bir delile dayanarak hüküm
verirse, lehine hüküm verilen kişinin o malı alması zahiren ve batınen helâl
olur.
Eğer davacı davasında
haksız ise, kadı da onun getirdiği delillere istinaden hüküm vermişse, bu hüküm
her ne kadar zahirde ve kadılık yönünden geçerli ise de diyanet yönünden
geçerli değildir; yani kadı, davacının delillerine binaen davacıyı haklı bulup
onun lehine hüküm verirse, davacının aldığı o mal helâl olmaz. Onu sahibine
geri vermesi ve tevbe etmesi gerekir; zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Şüphesiz ben (de sizin
gibi) bir insanım. Zaman olur ki bana (sizden iki) hasım gelir de bazınız
(haksızken) meramını diğerinden daha düzgün ifade etmiş olabilir. Ben de bu
düzgün ifadeyi doğru zannederek onun lehine hükmedebilirim. Bu bakımdan kimin
lehine bir müslimin (ve gayr-ı müslimin) hakkı ile hükmettimse (bilsin ki) bu
hak ateşten bir parçadır.
Âlimlerin bu hadîsten
çıkardıkları hükümler şunlardır:
1. Âlimler bu hadîsten, haksız olduğu halde bir
müslümanla mücadele edenin günahkâr olduğu ve aldığı malın haram olduğu
hükmünü çıkarmışlardır.
2. Bir davayı kazanmak için batıl bir delile
başvuran kişinin -kadı lehine hükrnetse bile- Allah katında günahkâr olduğu,
aldığı malın haram olduğu hükmünü çıkarmışlardır.
3-
Müctehidin içtihadında hata etmekle günahkâr olmayacağı, hatasına rağmen ecir
alacağı, bununla beraber müctehidin hükmünün haramı helâl kılmayacağı hükmünü
çıkarmışlardır; zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir hâkim hüküm
vereceği zaman hakkı arayıp da hükmederse- ve hükmünde de isabet ederse o
hâkime iki ecir vardır; (hakkı aramak ve hakka isabet ecirleri). Eğer
hükmedeceği zaman hakkı arar ve fakat hata ederse bu hâkime de bir ecir vardır;
(hakkı aramak ecri).
Kadı'nm Hükmünün 'Kaza
Yönünden Geçerli, Diyanet v Yönünden Geçersiz
Olması' Kaidesinden Çıkan
Meseleler
1. Bir
erkek, yalan yere bir kadının hanımı olduğunu iddia etse ve bu hususta da
deliller getirse, kadı da delillere istinaden hüküm verse, kadı'nın verdiği
hüküm ile o adamın o kadından istifade etmesi helâl olmaz, o kadının kendisini
o adamın istifadesine sunmaması farz olur.
2. Bir kişi, haksız yere başkasının malında
hakkı olduğunu iddia etse, kadı da onun lehine hüküm verse, kadı'nın hükmüyle o
mal o kişiye helâl olmaz. O kişi, kadı'nın hükmü ile o malı din yönünden mülk
edinemez. O malı asıl sahibine geri vermesi farzdır.
3. Bir ortak, şufa hakkını iskat ettiği halde
şufa hakkı iddia eder ve bu hususta da delil getirirse, kadı da delile istinaden
onun lehine hüküm verirse, o kişi din yönünden şufa hakkına sahip değildir.
Yani her ne kadar hüküm yönünden (zahiren) şufa hakkına sahip olsa da din
yönünden (Allah katında) şufa hakkına sahip değildir.
Kadı'nın, halife
tarafından azledilmesi sözkonusu değildir. Ancak şu sıfatlardan biri kadı'da
bulunursa kendiliğinden azlolur:
a. İrtidat
ederse (İslâm dininden çıkarsa)
İslâm dininden çıkan
kişi kâfir olur. Kâfirin ise müslümanlar üzerinde herhangibir velayeti
(hâkimiyeti) yoktur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
. Allah elbette
kâfirler için mü'minlerin aleyhine bir yol (fırsat) kıl-mayacaktır.
(Nisa/141)
b. Ehliyeti yok olursa
Ehliyet şu durumlarda
yok olur: Kadı delirirse veya sürekli baygınlık geçirirse veya iki gözü kör
olursa veya dilsiz olursa veya sağır olursa veya ictihad ehliyeti ortadan
kalkarsa veya gaflet ve unutkanlığa maruz kalırsa kadı'nın ehliyeti yok olur;
verdiği hükümler geçersiz sayılır; zira kaza yönünden ehliyetini kaybetmiştir.
Ayrıca kadı'lıkta vacib olan birşeyi yerine getirmekten kendisini aciz bırakan
hastalık sebebiyle de kadı kendiliğinden azlolur.
c. Fasık olursa
Kadı fasık olduğunda
kendiliğinden azlolur; zira fasıldık, velayete aykırıdır. Bu 'zaruret kadısı1
dışındaki kadılar için geçerlidir. 'Zaruret kadısı' kuvvet sahibi bir sultan'ın
atadığı (zoraki) kadıdır.
Bu durumlardan
herhangibiri nedeniyle azlolan kadı, daha sonra bundan kurtulursa, meselâ
sağırlığı giderse veya hastalıktan iyileşirse veya fasıkhktan kurtulursa,
kadılık sıfatı geri gelmez. Çünkü o, mertebesinden düşmüştür. Ancak yeni bir
tayin ile o mertebeye gelebilir! zira birşey batıl olduğunda kendiliğinden sahih
olmaz.
a. Kadı'da kendiliğinden azlolunmasına neden
olan sıfatlar bulunmadığı halde halife başka nedenlerden dolayı kadı'yı
azledebilir. Meselâ pekçok kişinin şikayet etmesi sebebiyle halife kadı'yı azledebilir.
Rivayet edildiğine
göre bir topluluğa namaz kıldıran bir imamı, kıble tarafına tükürdüğü için Hz.
Peygamber azletmiştir.
Bir imam, kıble
tarafına tükürdüğü için azledilebiliyorsa, benzer sebeplerden ötürü kadı'nın
azledilmesi daha uygundur.
b. Halife, kadı'dan daha üstün birini gördüğünde
-müslümanlara bu meziyeti kazandırmak için- kadı'yı azledebilir.
c. Kadı'mn azledilmesi müsiümaniarın maslahatına
olursa -meselâ kadı'nın azledilmesiyle bir fitnenin önüne geçilecekse- kadı'nın
ayarında veya kadı'nın ayarına yakın
bir kişi de bulunursa, İmam'ın
kadıyı azletmesi caizdir.
d. Yukarıda saydığımız sebeplerden biri olmadığı
halde halifenin keyfî olarak kadı'yı azletmesi haramdır.
Çünkü bu faydasız ve
yasaklanmış bir harekettir. Fakat buna rağmen halife keyfî olarak kadı'yı
azlederse, azl -onun yerine geçecek kadılığa elverişli birisi varsa- İmam'a
itaat ilkesine riayeten geçerli olur. Eğer onun yerine kadılık yapacak uygun
birisi yoksa, halifenin kadı'yı azletmesi geçerli olmaz. Çünkü bunda müsiümaniarın
herhangibir maslahatı olmadığı gibi, aynı zamanda müsiümanların zararı
sözkonusudur.
Azl haberi kadı'nın
kulağına gelmeden önce kadı'nın azl'i tamamlanmış sayılmaz. Çünkü kadı
azledildiğinden haberdar değildir. Ancak azl haberi kendisine ulaştığında
azledilmiş olur; yani azl haberi kendisine ulaşmadan önce vermiş olduğu
hükümler geçerli kabul edilir.
• Halife kadı'ya
azledüdiğini bildiren bir mektup yazsa, kadı da bunu okusa azledilmiş olur.
Hatta bu mektubu kadı'ya başka birisi okumuş olsa dahi kadı azl olur. Çünkü her
iki durumda da azl haberi kadıya ulaşmış sayılır. Bundan sonra kadı'nın hüküm
vermesi sözkonusu değildir, verdiği hükümler geçerli sayılmaz.
- '
Kadı'nın kendini
azletmesi caizdir; zira kadı, imamhn vekilidir. Vekil ise kendisini vekaletten
azletme yetkisine sahiptir. Öyleyse kadı da kendini kadılıktan -eğer kesinlikle
kadılık için tayin edilmemişse-azledebilir. Fakat kesinlikle kadılık için tayin
edilmişse, yerine geçip kadılık yapacak başka birisi de yoksa, kadı'nın kendini
azletmesi geçerli sayılmaz. Çünkü böyle bir durumda kadılık yapması onun
üzerine farzdır.
İmam (halife) ölür veya imamlıktan çekilirse kadı azlolunmaz. Çünkü
yargıyı tatil etmekte müslümanlar için zarar sözkonusudur.