Rabbani Toplum Ve Özellikleri
Gönderen Kadir Hatipoglu - Ocak 22 2015 09:15:23

Allahı Rab tanımak ve rabbim Allah deyip hamdetmek

Fatiha ile birlikte Rabbimizin kim olduğunu açıklıyoruz kendimize,başkalarına ve Allaha.

Alemlerin Rabbinin, cansız ve şuursuz canlıların Rabbinin bizimde Rabbimiz olduğunun farkında olduğumuzu söylüyoruz

Allahın Rabliğinden hoşnutluğumuzu dile getiriyoruz, iyi ki Rabbimiz Allah diyoruz, Rabbimiz Allah diye hamd ediyoruz ve Onun her türlü yasasından hoşnut olduğumuzu, razı olduğumuzu, Onun Rabliğini överek dile getiriyoruz

Rabbim ALLAH diyoruz

Allah-u Teâlâ’nın, yaratan, nimet veren ve terbiye eden anlamlarına gelen güzel isimlerinden birisi de Rabdir.

Allah-u Teâlâ’nın yeryüzündeki halifesi olan insanoğlu eğitmenlik vasfını rabbimizden almıştır. Nasıl ki   وَالْبَصِيرِ  , السَّمِيعُ   gibi sıfatlar Allah’ın isimleri olmakla beraber kullarında kendi boyutlarında tecelli etmekte ise aynı şeklide “rab” ismi de kullar üzerinde öğretmen olarak tecelli etmektedir.

تَاْدِيبِي فَاَحْسَنَ رَبِّي اَدَّبَنِي

Efendimiz “Beni rabbim terbiye etti” derken işte her şeyi ile bu yetişmeden bahsediyordu…

Peygamberler gerçeği bildirme veya hatırlatma için, nasihat, güzel öğüt, müjdeleme, korkutma ve uyarma gibi eylemlerle görevlerini yaparlar.

Müminleri diğer insanlardan ayıran en temel özellik, “istikamet üzere” yürüyor olmalarıdır. Onlara bu farklılığı kazandıran ise, peygamberler silsilesinin tarih boyunca insanlığa hatırlattığı, uygulamalı olarak gösterdiği ve nihayet Son Peygamber s.a.v.’de ekmel seviyesine ulaşan özelliktir: Hayatı “rabbanî” boyutuyla hissetmek ve yaşamak!..

İnsanın da, evrenin de kaynağı aynı ilahî irade olduğuna göre, hayatı böyle görmenin ve yaşamanın şaşılacak bir durum olmadığını, hatta meseleyi böyle değerlendirmenin esas olduğunu anlamak zor değil.

اِنَّا لِلَّهِ وَاِنَّآ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

“Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz”[1] demek, hayatın rabbanî yönünü varlık anlayışımızın merkezine koymak demektir.

İşte bu noktada başta Efendimiz s.a.v. olmak üzere peygamberler silsilesinin (hepsine selam olsun) insanlık için arz ettiği önem karşımıza çıkıyor. Onlar olmasaydı varlığı ve hayatı bu kıvamda kavrayıp hissedebilir miydik?

Yüce Rabbimiz tarih boyunca insanlığı rehbersiz bırakmamış, yollarını her şaşırdıklarında kullarına, rahmet ve merhametinin bir tecellisi olarak 124 bin peygamber göndermiştir.[2] Son Peygamber s.a.v.’in insanlığa getirdiği, hatırlattığı, öğrettiği ve yaşadığı ise, rabbanî hayatın zirve seviyesiydi.

Burada bizi bekleyen önemli bir soru var: Efendimiz s.a.v.’den sonra peygamber gelmeyeceğine göre, gelişen olaylar ve değişen durumlar karşısında Ümmet-i Muhammed rabbanî istikametini nasıl muhafaza edecek?

Şurası açıktır ki, peygambersiz dönemde yaşamak “peygambersiz yaşamak” değildir. Bu, özellikle Ümmet-i Muhammed için son derece önemli bir noktadır. Zira Efendimiz s.a.v.,

“Size iki şey bırakıyorum; onlara sıkıca sarıldığınız zaman asla yoldan sapmazsınız: Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün sünneti..”[3] buyurmuştur.

Efendimiz s.a.v.’in buyurduğu her şey haktır. Dolayısıyla Kur’an ve Sünnet’e gereği gibi sarıldığımızda, onları hayatımızın merkezine yerleştirdiğimizde yoldan sapmamız da, rehbersiz kalmamız da söz konusu olmayacaktır.

Yeryüzünde insanların bakışlarını üzerinde toplayan yegane umut kaynağı Kur'an-ı Kerim’dir. O dünyanın çeşitli yerlerinde perişanlık denizinde boğulan ve ümitsizlik çöllerinde nereye yöneleceğini bilmeyip de acı dikenler üzerinde sürünen insanların bakışlarını kendisine çeken gerçek umut kaynağı, yol gösterici ve aydınlık zirvelerin üstündeki zirvedir.

Kur'an-ı Kerim ilk Rabbani toplumun önderi, öğretmeni ve eğiticisi olan En-Nebî’ül-Âzâm Muhammed (s.a.v.)’in liderliğinde cahiliyye adet ve inançlarının esiri olan bireylerden kurmuştur. Onlardan hiçbiri Hz. Muhammed (s.a.v.) gönderilinceye kadar, cahiliyyenin esaretinden kurtulabileceklerini akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. İşte bu, o insanların arkalarından tüm insanlığa bırakacakları büyük bir mucize idi. Gelecek nesillere, çağlar ötesinden, o dönem ve o dönem insanlarından hayatlarında fevkalade değişikliklere yol açması sebebiyle, insanları tümden hayranlık içinde bırakmıştır.Duvarları çökmüş olan ve temellerinin kaybolmasına çok az kalan Rabbani toplumu ilâhi lütufla yeniden ümmetin her yer ve zamanda göreceği şekilde kuracak ve tesir edecek olan Kur'an-ı Kerim’dir. Ümmet Rabbani topluma dönmek arzusunda samimi olduğu takdirde, kendisini yeniden Rabbani topluma kavuşturacak olan büyük umut kaynağı işte bu Kitaptır.

İnanan insan Kur'an ayetlerini düşünürken kendini derin hayretler içinde bırakacak hayat, kainat ve insan ile ilgili sayısız örnek ve tasvirlerle karşılaşır. Öyle ki bu örneklerin her birini okudukça kalbi imanla dolar. Bu ayetler kendisine en mükemmel fikirleri, en kıymetli çözüm yollarını gösterir ve o her zaman Allah (c.c.)’ın şu sözünü hatırlar:

وَاِذَا مَا اُنْزِلَتْ سُورَةٌ فَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ اَيُّكُمْ زَادَتْهُ هَذِهِ اِيمَانًا  فَاَمَّا الَّذِينَ اَمَنُوا فَزَادَتْهُمْ اِيمَانًا وَهُمْ يَسْتَبْشِرُونَ

“Ne zaman bir sûre indirilse, münafıklar birbirlerine (alay yoluyla); Bu sûre hanginizin imanını artırdı? derler. Mü'minlere gelince inen her sûre onların imanını artırır ve onlar bu sûrelerin inişiyle sevinip birbirini müjdelerler.”[4]. Âyet gayet veciz olarak hakkı tasdik eden ve pisliklere bulaşmaktan sakınan Rabbani toplumun güzel ve aydınlık bir tasvirini yapmakta ve bu toplumu diğerlerinden ayıran imanî özelliklerin kendisinde belirgin olmadığı hiçbir toplum, insanların sığınacağı ve sükûnet bulacağı bir toplum olmaya layık değildir. Fıtrata uygun olan toplum, semavî gözetimden uzak olan, yalnız insan aklı ve eliyle düzenlenmiş toplumların estirdiği her çeşit aldatmacayı reddeden toplumdur.

Rabbani toplumun özelliği dört tanedir:

1- Tevhid, 2- Sadık kulluk, 3- Fedâkarlık ve sevgi, 4- Hakkı ve sabrı tavsiye etmek.

1- Tevhid:

 Tevhid-i ilahide saflık, ancak tüm boyutlarıyla tevhidin manasının kalbe yerleşmiş olmasıyla elde edilebilir. Bu ise Allahü Teâlâ (c.c.)’yı İlah ve Rablığında tek kabul etmek, isim ve sıfatlarında O’nu birlemektir. Bundan sonradır ki, bu tevhid anlayışı hiçbir sapmanın zarar veremeyeceği bir hal alır. Allahü Teâlâ (c.c.)’nın kullarından istediği tevhid anlayışı ancak bu şekildedir:

قُلْ هُوَ اللّهُ اَحَدٌ , اَللّهُ الصَّمَدُ , لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ , وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوً ا اَحَدٌ ,

“Deki: O Allah birdir, Samed’dir. Doğurmadı, doğurulmadı da. Hiçbir şey O’na denk değildir.”[5]

Kur'an-ı Kerim’in sureleri bu boyutları eksiksiz olarak beyan eden ve tevhid inancını kalbe ve akla yerleştiren ayetlerle doludur. Bu ise diğer inançlardan ayrı olarak sadece saf ve katıksız İslâm inancının özelliğidir. Bu tüm Peygamberlerin tebliğini yaptıkları akidenin tâ kendisidir.

وَمَا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا نُوحى اِلَيْهِ اَنَّهُ لَا اِلهَ اِلَّا اَنَا فَاعْبُدُونِ

“Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona şöyle vahyetmiş olmayalım: Gerçek şu ki, benden başka ilâh yoktur. Onun için bana kulluk edin.”[6] Hz. Peygamber (s.a.v.) bu gerçeği şu sözüyle teyit etmektedir:

 

 “Benim ve benden önceki peygamberlerin söylediği en faziletli söz, Lâ ilâhe illallahtır.” (İmâm-ı Mâlik- Muvatta). Özellikle peygamberler akidenin boyutlarını, ibadet ve yaşayışlarıyla izah etmişler ve her türlü kapalılık ve karışıklığı önlemişlerdir. Bundan sonra, hiçbir kimsenin bu akideden yüz çevirmesi ve gereğiyle amel etmemesi için bir neden kalmamıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.) getirdiği dava ile ortaya çıkarken, kendisinden önce gelenlerin getirdiklerinden başka bir dava getirmiş değildir. Kavminden veya kavmi dışındakilerin arasından, getirdiği bu davadan yüz çevirenler, saf tevhid akidesinden saparak, kendi iradesini kendisini yaratana ve rızkını verene teslim etmeyi reddetmiş ve böylece ateş ehli olmayı hak etmişlerdi.

Allahü Teâlâ (c.c.)’nın uluhiyetinde tek olduğunu anlatan ayetlerden bazıları şunlardır:

شَهِدَ اللّهُ اَنَّهُ لَا اِلهَ اِلَّا هُوَ وَالْمَلئِكَةُ وَاُولُوا الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ لَا اِلهَ اِلَّا هُوَ الْعَزيزُ الْحَكيمُ

 “Allah kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de O’ndan başka ilâh olmadığına şahitlik ettiler. O Aziz ve Hakim’dir.”[7]

لَوْ كَانَ فيهِمَا الِهَةٌ اِلَّا اللّهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَانَ اللّهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ

“Eğer yerde, gökte Allah’tan başka tanrılar olsaydı, ikisi de bozulup gitmişti.”[8]

اَمَّنْ يَهْديكُمْ فى ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَنْ يُرْسِلُ الرِّيَاحَ بُشْرًا بَيْنَ يَدَىْ رَحْمَتِه ءَاِلهٌ مَعَ اللّهِ تَعَالَى اللّهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ

“Yahut karanın ve denizin karanlıklarında size yolunuzu gösteren ve rahmetinin önünden rüzgârları bir müjdeci olarak gönderen mi? Allah ile birlikte başka bir ilâh mı var!? Allah, onların ortak koştuklarından yücedir.” [9]

Allahü Teâlâ (c.c.)’nın Rububiyette tek olduğunu anlatan ayetlerden bazıları şunlardır:

خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ ثُمَّ جَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ اْلاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍ يَخْلُقُكُمْ فِى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِى ظُلُمَاتٍ ثَلاَثٍ ذَلِكُمُ اللهُ رَبُّكُمْ لَهُ الْمُلْكُ لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ فَاَنَّى تُصْرَفُونَ

“O sizin hepinizi, birtek candan yaratmıştır ve ondan da eşini var etmiştir ve sizin için hayvanlardan dört türden koyun, keçi, sığır, deve sekiz çift ikram ve ihsan etmiştir. O sizi analarınızın karınlarında, üç kat karanlık içinde peşpeşe yaratılış safhalarından geçirerek yaratmaktadır. İşte Rabbiniz olan Allah budur, hükümranlık O’nundur, O’ndan başka gerçek ilah yoktur. Buna rağmen nasıl oluyor da, O’na kulluktan başka ilahlara çevriliyorsunuz.”[10]

هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اللَّيْلَ لِتَسْكُنُوا فِيهِ وَالنَّهَارَ مُبْصِرًا اِنَّ فِى ذَلِكَ لاَيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ

“Geceyi sizin için, istirahat etmenize elverişli, gündüzü de aydınlık yapan O’dur.”[11]

Allahü Teâlâ (c.c.)’nın isim ve sıfatlarındaki tevhidi bildiren ayetlerden bazıları:

وَاللهُ يَسْمَعُ تَحَاوُرَكُمَا اِنَّ اللهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ

“Allah sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah, işitendir, görendir”[12]

وَلِلَّهِ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنَى فَادْعُوهُ بِهَا وَذَرُوا الَّذِينَ يُلْحِدُونَ فِى اَسْمَائِهِ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

“En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na onlarla duâ edin ve O’nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.”[13]

هُوَ اللهُ الَّذِى لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ

“O öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Gizliyi de, âşikârı da bilir”[14]

 İbret almak isteyenler veya ebedî ışığın yolunu tutanlardan olmayı arzu edenler için, ayetlerin bu kadarı yeterlidir. Ne var ki Müslümanların büyük bir çoğunluğu gerçek tevhidi bilmiyor. Bu da kalplere acı ve hüzün veriyor. Müslüman’a tevhidin gerçeğinin açıklanması, hiç şüphesiz onun hayatındaki her şeyi açıklığa kavuşturur. Kendisini şaşkınlıkla başıboş dolaşmasını engelleyip, onu sağlam bağlarla bağlayarak, dosdoğru yola iletir, yalpalamadan yürümesini sağlar. Kâmil manadaki tevhidi, tüm boyutlarıyla bilmediği sürece, Müslüman’ın     اللّهُ لآ اِلَهَ اِلاَّ    “Lâ ilâhe illallah” ın manasına ulaşması asla mümkün değildir. Bildiği takdirde ise, bu ifadenin gerçek manasını idrak edecektir ki, bu mana, insanın Allah’ı tüm ortaklardan tenzih etmesi, yaratma ve tedebbür işlerinin tümünü O’na havale etmesi, başına gelmesi muhtemel her türlü hayr ve şer karşısında mütevekkil olmasıdır.

 Rızkın tümüyle Allah (c.c.)’ın elinde olduğuna, bu konuda cahil ve şaşkınlar dışında kimsenin tartışmayacağına, bâtılın hiçbir yönden ona erişemeyeceğine, Kur'an’da ve Resulullah (s.a.v.)’ın sünnetinde olana bağlılıktan başka tüm bağların bâtıl olduğuna, tüm bunlara ve gereklerine iman etmenin, kişiyi cennete yaklaştıracak ve cehennemden uzaklaştıracak hak yol olduğuna, bilerek inanması halinde    اللّهُ لآ اِلَهَ اِلاَّ  “Lâ ilâhe illallah”ın gerçek manası Müslüman’ın kalbinde yerleşmiş demektir.

İşte kelime-i tevhidin gerçek manası budur. Müslüman’ın Hz. Peygamber (s.a.v.)’in emrini, başkalarının emrinden büyük görmesi, yasaklarına boyun eğmesi, O’nun sevgisini kendi canından, malından, çocuklarından üstün tutması gerekliliğine inanmalı, O’nun sünnetlerini araştırarak, kendisine nasıl gerçek bir önder olduğunu öğrenmesi, O’nun nübüvvetine iman etmedikçe, imanının kabul olunmayacağını bilmesi, Peygamberlerin Rablerinden getirmiş oldukları dinin, Allah (c.c.)’ın kulları için seçtiği İslâm olduğuna Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Allah (c.c.) tarafından seçilerek insanlara gönderilen bir beşer olduğuna ve kendisine vahyedilenler dışında gaybı bilmediğine inanması gerekmektedir…

İşte kişi ancak bu şekilde iman ettiği takdirde Hz. Muhammed (s.a.v.)’in risaletini gerçek manasıyla idrak etmiş olur. Dolayısıyla Kelime-i Tevhid, mü'minin kalbinde, Allah (c.c.)’ın izniyle meyve veren mübarek bir ağaç olur. Tevhidin hakikati işte böyle açıklık kazanır ve insan kalbine yerleşir. İnsan, huzur, rahat ve istikrar içinde hayatını sürdürerek, iman dolu kalbiyle, ümit ve çağrı gününü bekler.

2- Sadık Kulluk:

İki şarta sahip olmadıkça, Allah (c.c.)’a yapılan kulluğun halisane ve sadık bir kulluk olması mümkün değildir.

 a) Niyette samimiyet,

 b) Allah (c.c.)’ın emrettiği ve Resûlüllah (s.a.v.)’ın yaşayarak gösterdiklerine bağlı kalmak.

Sadece kendisine kulluk edilmeye layık olan Allahü Teâlâ (c.c.)’dır. Çünkü, insanları yaratan, işlerini düzenleyen, nimetlerin her çeşidini ikram eden sadece O’dur. İbadet, Allah (c.c.)’a gerçek bir şükrün ifadesi ve amelin tezahürü olmakla birlikte, kulu nefsinde yetiştirir, ona her türlü maddi ve manevi güçleri en iyi şekilde dengeleme ikramı verir. Böylece insanoğlu, Allahü Teâlâ (c.c.)’nın dünyada kullarına mubah kıldığı nimetlerden istifade eder. Şüphesiz ki ibadet, kulun imanını artırır, kalbinin pasını siler, toplumun her kesiminde refah ve huzur yaygınlaşır. İbadet, Müslümanların akıl ve kalplerinden İslâm akidesini silecek her türlü fikir akımına karşı toplumsal yapının yeni baştan kurulmasını isteyen düşünceyi yönlendirir. Ne yazık ki Müslümanlar, başlarına gelen musibetli dönemden bu yana, artık baktıkları şeyi görmez, şüphelendikleri hususlardan çekinmez, şaşkın bir hale düşmüşlerdir. Böylece mukaddes değerleri ve güzel ahlakları ifsad olmuştur. Öyle ki hayrı şer içinde aramaya, serpilmiş olan hidayet esaslarını sapıklıklar içinde toplamaya ve tüm yolları karanlık olan çıkmaz sokaklara sapmaya başlamışlardır. Sonuç bakımından da, dışarıdan gelen yabancı fikir akımlarını taklit etmenin esiri olmuşlardır.

Bireyleri, düşünceleriyle birlikte sosyal hayatı kurmaya yönlendiren toplum, hiç şüphesiz varlığını sürdürmek için güven ve azimle çalışan, medeniyetin merdivenlerine çıkma gücünü kendisinde bulan toplumdur. Yerin ve göğün, içindekilerle birlikte boyun eğdiği Allahü Teâlâ (c.c.)’ya, sadık kulluk niyetiyle ve kâmil bir itaatle iradesini teslim etmeyen bir toplum, asla bu seviyeye ulaşamaz!

3- Fedâkarlık ve Sevgi:

Tüm toplumlar örf ve adetler bakımından farklı manzaralar arz ederler. Eşyanın tabiatı, hatta toplumların karakteri gereği bu böyledir. Bu böyle olunca şüphesiz Rabbani toplumun örf, adet ve karakteri en üstün olacaktır. Çünkü bu toplum özelliğini, sağlam ve mükemmel olan şeriattan almıştır. Bunun sonucu basiretli, anlayışlı ve uyanık bir olumluluk içinde hareket eden bir toplum olur. Bu özellikler, Rabbani toplumun bireyleri arasında yakınlaşmaya sebep olur. Onların vicdanlarına birbirlerini sevmeyi, yardımlaşmayı, fedâkarlığı yerleştirir. Hz. Peygamber (s.a.v.), dostluk ve merhamet prensiplerini şu sözüyle, tasvirlerin en güzeli olarak dile getirmiştir:

قال رسولُ اللّه: مَثَلُ المُؤْمِنِينَ في تَوَادِّهِمْ وَتَرَاحُمِهِمْ وَتَعاطُفِهِمْ مَثَلُ الجَسَدِ إذَا اشْتَكَى مِنْهُ عُضْوٌ تَدَاعَى لَهُ سَائِرُ الجَسَدِ بِالسَّهَرِ وَالحُمَّى

“"Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte mü'minlerin misâli, bir bedenin misâlidir. Ondan bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve hararette ona iştirak ederler."[15]

وَمِنْ اَيَاتِهِ اَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا لِتَسْكُنُوا اِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةً اِنَّ فِى ذَلِكَ لاَيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

Rabbimiz buyuruyor: “O’nun ayetlerinden biri de kendileriyle kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır.”[16]

Rabbani toplumların mensupları, bu özelliğin devamını arzuladıkları için Allahü Teâlâ (c.c.)’ya şöyle niyazda bulunurlar.

رَبَّناَ لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ

“Rabbimiz, bize hidayet verdikten sonra kalplerimizi saptırma, katından bize bir rahmet ihsân et.”[17]

Fedakarlık örneklerinden biride Îsâr

Kelime olarak insanın, başkalarını kendisine tercih etmesi demek olan îsâr; geniş anlamıyla toplumun menfaat ve çıkarlarını şahsî çıkarlarından önce düşünmek, şahsiliklere karşı bütün bütün kapanıp, yaşama zevki yerine yaşatma hazzıyla var olmaktır.

Îsârın karşıtı cimrilik ve şahsî çıkar duygusudur ki, Hak’tan, halktan ve Cennet’ten uzak kalmanın âmili sayılmıştır.[18] Îsâr ruhundan ‘cûd’, ‘sehâ’ ve ‘ihsan’ sözcükleriyle ifade edeceğimiz cömertlik, semâhat ve civanmertlik doğmuştur.

Cûd, mü’minin, gönlünde herhangi bir rahatsızlık duymadan, sahip olduğu şeylerin, hiç olmazsa bir kısmını infak etmesinin ve başkaları için var olabilmesinin adıdır.

Sehâ, müminin, infakı ve başkalarını düşünmeyi önde götürmesi ve kendi mutluluğu içinde, hatta onun da önünde onların mutluluğunu düşünebilmesi;

ihsan ise onun, ihtiyacı olduğu hâlde başkalarını kendine tercih edebilmesidir.

وَالَّذِينَ تَبَوَّؤُ الدَّارَ وَاْلاِيمَانَ مِنْ قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ اِلَيْهِمْ وَلاَ يَجِدُونَ فِى صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّآ اُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى اَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَاُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

 “Ve onlardan önce Medine’yi yurt ve iman evi edinmiş olanlar, kendi-lerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilen ganimetlerden dolayı, gö-nüllerinde bir haset hissi taşımazlar, aksine kendileri ihtiyaç ve zaruret içinde bulunsalar bile, diğerlerini kendilerine tercih ederler. Kim aç gözlülükten sakı-nırsa, onlardır mutluluğa ulaşacak olanlar.[19] âyetiyle işaret edilmek istenen îsâr zirvesi de işte budur.

Bu âyetin nüzûl sebebi olarak, sahabenin dillere destan îsâr kahramanlığını gösteren şöyle bir hâdise rivayet edilmektedir:

Hz. Ebu Hüreyre anlatıyor: “Allah Resulü’ne (sallallahü aleyhi ve sellem) (yemeğe ihtiyacı olan) bir adam geldi. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarına haber gönderdi, ancak onlar ‘Yanımızda sudan başka (yiyecek) bir şey yok.’ dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), “Bu adamı kim misafir edecek?” dedi. Ensar’dan bir zât -ki Ebu Talha olduğu zikredilmiştir- “Ben Yâ Resulallah!” diye cevap verdi. Ve adamı alıp evine götürdü. Hanımına, “Resulullah’ın misafirine yemek ikram et.” dedi. Hanımı, “Vallahi benim yanımda çocuklarımın yiyeceğinden başka bir şey yoktur.” dedi. Kocası da ona, “Sen yemeği hazırla, kandili yak, çocuklar akşam yemeği istedikleri zaman onları uyut.” dedi. Hanımı dediği gibi yaptı. Sonra kandili düzeltiyor gibi yapıp söndürdü. Ev sahipleri yemek yiyor gibi yapıp aç yattılar. Sabahleyin misafir Resulullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına vardı. Allah Resulü, “Bu gece Allah, yaptıklarından ötürü, falan ve falandan son derece hoşnut oldu ve haklarında şu âyeti inzal buyurdu: “Kendilerinde bir ihtiyaç olsa bile onları kendilerine tercih ederler” dedi.[20]

Îsâr ve cömertliğin ulaşılması güç zirvelerinden birini gösteren bu durum sahabede, farklı derecelerde de olsa, âdeta tabiî bir hâl almıştı. Zîrâ hem mal hem de canlarını seve seve Allah rızası için harcayarak cömertliğin her türlüsünün destanını yazmışlardı. Onları anlatan kitaplar bu altın tablolarla bezelidir. Bu durum da elbette Peygamber Yolu’nda gitmenin bir neticesiydi, zîrâ O Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mi’rac gibi bir makama yüceltilmiş olmasına rağmen insanlığın kurtuluşu için onların içine geri dönmüş ve kimsenin yapmaya güç yetiremeyeceği bir îsâr ahlâkı ortaya koymuştu.

4- Hakkı ve Sabrı Tavsiye Etmek:

Rengi ne olursa olsun toplumu, özelliklerini kendi başına işlemesi için terk etmek doğru değildir. Bu bakımdan şirkin her türlüsünü reddeden, Allah (c.c.)’a asi olmayan, mensupları birbirlerine düşmanlık etmeyen bir toplumdur Rabbani Toplum…

Rabbani toplumun ilk üç özelliği Tevhid, Sadık kulluk ve Fedâkarlık ve sevgi bazen toplumun mensuplarının kalbinde zaafa uğrar. Bu zaafın izalesine, şiddetli acılarını dindirmeye, bu zaaftan doğan izleri silmeye ve böylece bu üç özellik başarısızlığa uğradığında, onlara destek olacak başka bir özelliğe gerek duyulur. İşte bu özellik, toplum mensuplarının birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeleridir.

Hakk, batılın dışındaki her şeyi kapsar. Ehl-i Hakka gelince, onlar her zaman mal ve can, eza ve cefaya maruz kalan kimselerdir. Bu nedenle Kur'an’da söz edilen sabır, bir imtihanın işaretidir.

, اِلاَّ الَّذِينَ اَمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ - اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ - وَالْعَصْرِ

“Asra yemin olsun ki, insan gerçekten hüsran içerisindedir. Ancak iman edip, Salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.”[21]

Rabbani toplumda, her fert başkasının iyiliğine, hayrına ve yararına olan hususlarda gayretli olur, bunların gerçekleşmesi için çalışır. Toplum, fertlerin gayretlerini gerekli olmayan yerlere yönlendiren kötü şüphelerden arınmış olur. Toplumun her ferdi artık ümitle, sürekli bir yükselişle ilerlemeye başlar. Hiç şüphesiz bu yardımlaşma, dayanışma ve nasihatleşme özelliği, toplum mensupları arasında kuvvetli bir kaynaşmaya, kalplerde kardeşlik duygusunu pekiştirmeye, zayıflara yardım elinin uzatılmasına neden olur. Bütün bu özelliklerin bir topluma yerleşmesi ve tam anlamıyla gerçekleşmesi halinde, o topluma artık “Rabbani Toplum” diyebiliriz.

Bu özelliklerden herhangi birine yapılan saldırı toplumun Rabbanîliğine karşı yapılmış sayılır. Çünkü bu özellikler, güç ve sağlamlığını topluma mensup fertlerin iman kuvvetinden alırlar. Onların kuvvetinin gevşemesi, bu özelliklerin gevşemesine neden olur. Topluma mensup fertlerin, bu özellikler ile zıtları arasında yalpalamaya başlamaları, nefislerinde gevşekliğin baş göstermesi, Allah (c.c.)’ın azabına maruz kalacaklarının bir işaretidir.

Küçük bir grubun bu özelliklerden uzaklaşıp sapması Rabbani topluma zarar veremez. Bu özelliklerin sağlamlığı ve topluma mensup fertlerin, bu özelliklere sarılış kuvveti Rabbani topluma öyle bir güç kazandırmıştır ki, artık küçük bir grubun veya bazı fertlerin sapması bu gücü gevşetmeye ve Rabbani Toplumun özünden onu silmeye gücü yetmez. Günümüz Müslüman toplumlarına gelince, onlar hemen hemen tüm özelliklerini kaybetmiş, çok azı dışında, tüm Rabbani izler özlerinden silinmiştir. Arda kalan bir avuç insan veya hayra sarılmış küçük bir grup, gönlündeki eziklikle birlikte, Rabbinin emrine uyarak Resûlünün izinden gittikçe, Rabbini kendisinden razı olarak bulacaktır. Topluma mensup fertleri, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in getirdiği yola iletmek için yanıp tutuşanlar bu kimselerdir. Yâ Rabbi, Bizleri de onlardan eyle.

 

                                                                       Kadir HATİPOĞLU

                                                                Kazım Karabekir Merkez Camii
                                                                            İmam Hatibi

                                                                        BAĞCILAR /İSTANBUL



[1] Bakara, 156

[2] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/266

[3] el-Muvatta, el-Müstedrek

[4] Tevbe:124

[5] İhlas Sûresi

[6] Enbiya:25

[7] Âl-i İmran:18

[8] Enbiya:22

Neml:63[9]

[10] Zümer:6

[11] Yunus:67

[12] Mücadele:1

[13] A’raf:180

[14] Haşr:22

[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/133.

[16] Rum:21

[17] Âl-i İmran:8

[18] Tirmizî, Birr, 40

[19] Haşr, 59/9

[20] Buhari, Tefsir 59/6

[21] Asr Sûresi



islam ve Hayat,Güncel Vaaz ve Hutbeler