Hazreti İnsan Olabilmek!
Gönderen Kadir Hatipoglu - Nisan 16 2013 15:08:52

Hazreti İnsan Olabilmek!

                                                                                  Dr. Ülfet Görgülü[1]

                                                                       Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

Bir seminer dönüşüydü. Ankara uçağına son anda yetişmiş, telaş ve yorgunlukla oturmuştum koltuğa. Yanımdaki hanımefendiye selam verip iyi yolculuklar dileyince söz sözü açmış ve Diyanet’te çalıştığımı öğrenince çocukluk yıllarına uzanıvermişti birden. Rahmetli dedesinin dinî telkin ve nasihatlerinin hâlâ kulaklarında olduğunu söylüyor, o tatlı sohbetlere duyduğu özlemi anlatıyordu. Sözün bir yerinde dedesinin kendilerine sıkça tekrar ettiği bir öğüdü paylaşarak şunları söyledi: Dedem derdi ki bize; “Yavrum, öyle bir hayat yaşayın ki, Allah’ın sizi yarattığına değsin!”

Aman Allah’ım, bu ne hikmetli bir sözdü böyle! Bu hikmeti duymamı lütfettiği için Rabbime şükrederken, bir yandan da zihnime akın eden sorulara cevap arama peşine düşmüştüm. İnsanoğlu, yaratıldığına değecek bir hayat yaşayabildi mi bugüne kadar? İnsanlık onuruna liyakat gösterebildik mi gerçekten? İnsanın değerini idrak, kıymetini takdir edebildik mi? Hazreti insan olabilmek, meleklerin fevkinde bir konuma erişebilmek için hangi çabayı sarf ettik?

Evet… Yüce Allah’ın insanı yaratmış olması, ona ruh üfleyerek can vermesi, yeryüzünün halifesi kılması, kul olarak kendine muhatap seçmesi, ona verdiği değerin en açık ifadesi değil miydi? Üstelik meleklerin, insanın yeryüzünde bozgunculuk çıkarıp kan dökebileceğine dair çekincelerine rağmen, Allah-u Teala; “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurarak âdeta kulunun tarafını tutuyor, Âdem (a.s.)’e esmayı talim ediyor, melekleri de ona secde ile yükümlü kılıyordu (Bakara, 2/30-34). Böylece insan, Rabbi tarafından onurlandırılıyor, izzet ve şeref sahibi bir varlık olarak yeryüzünü onurlandırıyordu.

Her birimiz peygamber ailesinin bir ferdi olarak dünyaya açtık gözlerimizi. Yaratanımız dört kez yemin ederek duyurdu kainata, ahsen-i takvîm oluşumuzu (Tin, 95/1-4). Şan ve şeref sahibi eyledi bizi (İsra, 17/70), arzın halifesi. Gönül sahibi kıldı bizi, arş-ı ala misali. Kainat bizim için vâr edildi, eşya hizmetimize tahsis edildi, emrimize amade kılındı. Peygamberler gönderildi bizim için, semanın kapıları açıldı, vahiy nazil oldu… İlim, makam, mevki, servet sahibi olmakla ya da bunlara sahip olan kimselere yakınlığıyla nefsine pay çıkaran, bunu şeref vesilesi addeden insan, asıl onur ve şerefin âlemlerin Rabbine kul, alemlere rahmet Nebiye ümmet kılınmakta olduğunu idrak edebilse! Rabbimiz bize böylesine değer vermişken, biz insan onurunu maddi kriterler, sosyal statülerle ölçer olduk. Artık insanın değeri değil, bedeli konuşulur oldu.

Ya Rabbi! Senden uzak düştükçe yabancılaştık kendimize. Bilemedik ne kendi değerimizi, ne birbirimizin kıymetini. Beceremedik Hazreti insan olmayı. İnsanlıktan sınıfta kalıyor insanlık. Hür yarattığın kulunu köleleştirdik. Kölelik, insan onuruna indirilmiş en büyük darbeydi. Hürüz zannettik kendimizi, nefsani duyguların esiri olmuş iken. Kendimizi kendimiz köleleştirdik. Rotasını yitirmiş, pusulası bozulmuş insanoğlu savrulmakta benliğin uçurumlarına. Kendi ellerimizle atıyoruz kendimizi tehlikelere. Biz yazık ettik bize…

Yazık değil mi kadını metalaştıran zihniyete?

Yazık değil mi rahimlerde yaşamına son verdiğimiz bebeklerimize?

Yazık değil mi İsmail misali Allah’a kurban etmek yerine içkiye, uyuşturucuya kurban verdiğimiz gençlerimize?

Yazık değil mi ötekileştirilen, istismar edilen, ayrımcılığa maruz bırakılan, terörün, işkencenin mağduru olan herkese?

Yazık değil mi sömürülen emeğe, zedelenen onura, gaspedilen haklara?

Yazık değil mi açmadan solan tomurcuklara?

Yazık değil mi baharı görmeden kuruyan dallara?

Yazık değil mi kalem tutması gerekirken silahla tanışan ellere?

Yazık değil mi muhabbetle çarpması gerekirken kin ve nefretin bürüdüğü kalplere?

Yazık değil mi korkuyla titreyen yüreklere, zulümle ağlayanlara, inleyenlere?

Hani Filistinli Muhammed’in sevgi dolu yüreğine saplanmıştı sevgi nedir bilmeyen bir kurşun, babasının dizinde ve dünyanın gözleri önünde…

Annesinin bahçeye kurduğu sofraya henüz oturmuştu Zeynep kardeşleriyle, sofranın ortasına scut füzesi düştüğünde, parçalara ayrılan onların minik bedenleri değildi, insanlığın onuru parçalanmıştı, vicdanı iflas etmişti hakikatte.

Bıçağı maktüle saplamadık aslında, kendi kalbimize indirdik her seferinde…

Biz yazık ettik bize!

Edep tacını giyinmeliydik, takva elbisesini kuşanmalıydık, kadın, erkek, genç, yaşlı, ana, baba, evlat, kardeş hep birlikte. Ellerimizi ve dillerimizi uzatmamalıydık, bir kardeşimizin canına, malına, ırzına, izzetine (Müslim, Birr, 32). Titremeliydi yüreğimiz bir üşüyen gördüğümüzde. Düşenin elinden tutup kaldırmalıydık, uykularımız kaçmalıydı dertli bir can gördüğümüzde. Tokluktan midelerimiz ifsad olacak kadar yemek yerken biz, açlıktan susuzluktan ölmemeliydi Afrika’lı, Arakan’lı, dünyalı çocuklar, bizim çocuklarımız…

Ve darıldı bize Rabbimiz! Hani; “Rabbin seni bırakmadı ve gücenmedi sana” (Duha, 93/3) buyurmuştu Hak Teala elçisine. Ama korkarım gücendi bize. Yazık ettik kendimize...

Hucurât ve Hümeze sûrelerinin nüzulüne sebep olduk. “Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinenlerin vay hâline!” (Hümeze, 104/1-2) hitabıyla uyarıldık. Müminler olarak kardeş olduğumuz hatırlatıldı yeniden. Alay etmek, kötü isim takmak, su-i zan yapmak, kusur araştırmak, gizliyi deşmek, arkadan çekiştirmek sığar mıydı kardeşliğe? (Hucurât, 49/10-12) Namusa dil uzatanlar, iffetli kimselere iftira atanlar tel’in ediliyordu vahiy ile (Nûr, 24/23).

Ailemiz, en büyük zenginliğimiz idi. Anne-babanın hürmeti Allah’a itaatin yanı başında geliyordu (İsrâ, 17/23). Varlık sebebimiz olan bu insanları sığdıramaz olduk evlerimize. Eşler verdi Rabbimiz birbirimizde huzur bulalım diye, sevgi ve rahmet koydu kalplerimize (Rum, 30/21). Sevgiyi de tükettik, rahmeti de. Şiddeti iletişim dili hâline getirince ne huzur kaldı, ne onur, hanelerimizde. Yılanı bile deliğinden çıkaracak kadar etkili olan tatlı dilimizi kullanmak yerine eleştiri, hakaret, küçümseme ve daha nice yanlışlarla kırdık birbirimizi. “Eşyayı dahi incitme” diyen ehl-i irfânı hiç işitmedik. Eşya nedir ki, biz Rahman’ın kullarını hor gördük, yenik düştük cahilliğimize (Furkan, 25/63). Çocuklarımız cennet çiçeğimizdi. Ne renk bıraktık ne koku. Rızık endişesiyle öldürmedik ama ruhlarını katlettik merhametsizce, küçücük dünyalarını mahvettik büyük hırs ve kaprislerimizle. Sadece yaşları küçüktü bizden, haysiyet ve onur bakımından hiç fark yok ki aramızda. Oysa “Küçüğümüze merhamet etmeyen ve büyüğümüze hürmet göstermeyen bizden değildir.” (Tirmizi, Birr ve sıla, 15) buyuruyordu Efendimiz. Tutabilseydik buyruğunu, uyabilseydik sünnetine...

Ya Rasulullah! Sizin nezdinizde kölenin hürden, fakirin zenginden, kadının erkekten, küçüğün büyükten, zencinin beyazdan bir farkı yoktu izzet ve şeref bakımından. İnsanlığın eşit olduğunu bildiriyor, üstünlüğün ancak takvadan kaynaklanabileceğini hatırlatıyordunuz Veda Hutbesinde (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411). Ama biz idrakine varamadık. “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.” (Buhari, Megazi, 35) buyurdunuz, biz iyilikte yarışamadık. Kadınların Allah’ın emaneti olduğunu bildirdiniz (Müslim, Hac, 19), erkekler, eşlerinin emanetçisi değil sahibi imişcesine davranmakta bir sakınca görmedi. Cennete giden yolun ve imanın kemalinin birbirimizi sevmekten geçtiğine dikkat çektiniz (Müslim, İman, 22), lakin biz muhabbet fedaileri olamadık. Bir Müslümanın şeref ve namusuna dil uzatmanın büyük günahların en büyüklerinden olduğunu hatırlattınız (Ebu Davud, Edeb, 35), maalesef dilimizi tutamadık. Siz bir gayrimüslimin cenazesine hürmeten ayağa kalkıyor ve onun da bir insan olduğunu söylüyordunuz (Müslim, Cenaiz, 81), biz hayattaki dostlarımızın kıymetini bilemedik. Beytullah’ı hayranlıkla seyrederken bile müminin hürmet ve dokunulmazlığının, Kabe’nin hürmetinden büyük olduğunu ilan ediyordunuz (İbn Mace, Fiten, 2), ama biz ellerimizle ve dillerimizle birbirimize dokunmaktan hiç çekinmedik.

Nice kapılardan kovulmuş, üstü başı perişan insanlar vardı ki Allah’a yemin etse Allah onu yemininde haklı çıkarırdı (Müslim, Birr, 138). Sizden öğrenmiştik onların Rableri nezdindeki bu itibarını. Şairin; “Harabat ehlini hor görme şakir,  Hazineye malik viraneler var” dediği gibi. Lakin biz kulağımızı bu hakikate kapayıp, garibanları hor görmekten geri durmadık. “Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz” (Müslim, Birr, 25) diye uyarmanıza rağmen, kardeş olmayı bir türlü beceremedik ama çok kolay düşman olduk, düşmanlar ürettik…

            Şimdi Ya Rasulullah, cümle ettiklerimize pişman olduk, tövbe etmek istiyoruz. Bunca günaha bulanmış beden ve gönüllerimizi istiğfar ile arıtmak diliyoruz. İmanımızı ve ahdimizi tazelemek muradımız. Kırdığımız kalpleri onarmak, paraladığımız onurları tamir etmek, ihlal ettiğimiz hak sahipleriyle helalleşmektir borcumuz. Yaratıldığına değer bir insan olmak, bize elçi, mürşid ve en güzel örnek olarak gönderilmiş olmanızın hakkını teslim etmek üzere ellerimizi uzattık, sana yeniden iman ve biat ediyoruz: “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasuluh.”

 

 

 

 



[1] Diyanet İşleri Başkanlığı, Din İşleri Yüksek Kurulu uzmanı



islam ve Hayat,Güncel Vaaz ve Hutbeler