80-Abese
1-Surat astı ve döndü.
2- Yanına âma geldi diye.
3- Ne bileceksin sen belki o
arınacak?
4- Yahut öğüt alacak da bu
öğüt, kendisine fayda verecek.
5- Kendisini yeterli görüp
tenezzül etmeyene gelince.
6- Sen onunla ilgileniyorsun!
7- Onun arınmamasından sana
ne?
8- Fakat koşarak sana gelene;
9- Allah'tan sakınarak
gelmişken.
10- Sen onunla
ilgilenmiyorsun!
11- Asla olmaz böyle şey!
Kur'an ayetleri birer hatırlatmadır öğüttür.
12- Dileyen onu düşünüp öğüt
Alır.
13- Sahifeler içindedirler,
değerli, şanslı.
14- Yükseltilen ve tertemiz
tutulan (sahifeler)
15- Taşıyıcıların
ellerindedirler.
16- (Allah'a göre) değerli ve
çok iyi (yazıcı ve taşıyıcıların).
Bu olayla ilgili olarak inen bu yönlendirme
gerçekten büyük bir olaydır. ilk bakışta ortaya çıkanın çok ötesinde bir
büyüklüğe sahiptir. Bu ve onun yeryüzünde yerleştirmeyi hedeflediği gerçek
bir mucizedir. Onun insanlığın hayatına bilfiil kazandırılması ve bunun
meydana getirdiği etkiler gerçekten bir mucizedir. Belki de bu islamın ilk
mucizesi ve aynı zamanda en büyük mucizesidir. Fakat bu yönlendirme
Kur'an'ın ilahi metoduna bağlı olarak ferdi bir olaydan sonra bu şekilde
verilmektedir. Kur'an bu ilahi metodu gereği bireysel olayları ve sınırlı
ilgileri, sınırsız gerçeği ve şaşmaz sistemi yerleştirmek için bir fırsat
bir araç olarak kullanmaktadır.
Yoksa bu yönlendirmenin burada yerleştirmeyi
hedeflediği gerçek ve bu gerçeğin Müslüman ümmetin hayatına
yerleştirilmesinden kaynaklanan gerçek etkiler özde, islamın kendisidir. Bu
islamın ve ondan önceki tüm semavi dinlerin mesajların yeryüzünde ekmeye
dikmeye çalıştığı gerçeğin kendisidir. Bu gerçek bir insana nasıl
davranılacağını, insanların bir kesimine nasıl muamele edileceğini
göstermekten ibaret değildir. Olayın ve ona getirilen yorumun ilk
çağrıştırdığı olgu bu olsa da bu gerçeğin gerçekten çok boyutlu olduğu ve
bundan daha çok önemli olduğu bir realitedir. Bu gerçek insanların hayattaki
tüm işleri nasıl düzenleyecekleri, nasıl değerlendirecekleri ile ilgilidir.
Ölçme ve değerlendirmenin kriterlerini nereden almaları gerektiği ile
ilgilidir.
Bu yönlendirmenin yerleştirmeyi hedeflediği
gerçek şudur: "Yeryüzünde yaşayan insanlar değerlerini ve ölçülerini, yalın,
semavi, ilahi kriterlerden almalıdırlar. Bu kriterler onlara gökten
gelmelidir. Üzerinde yaşadıkları hayatın şartları ile sınırlı olmamalıdır.
Hayatlarının düzenleri ile bağımlı olmamalıdır. Bu düzenler ve şartlarla
sınırlı olan düşüncelerinden kaynaklanmamalıdır.
Bu gerçekten büyük bir iştir. Aynı zamanda
gerçekten zor bir iştir. insanların yeryüzünde gökten gelen değerlerle
yaşamaları, yeryüzünün değerlerine karşı bağımsız ve bu değerlerden
kaynaklanan baskılara karşı özgür yaşamaları gerçekten zor bir iştir.
İnsanlığın geniş çaplı gerçekliğini ve bu
gerçekliğin duygular üzerindeki ağırlığını gönüller üzerindeki baskısını
kavradığımızda bu işin büyüklüğünü ve zorluğunu daha rahat anlayabiliriz.
insanların pratik hayatlarından kaynaklanan şartların ve baskıların
hepsinden sıyrılmanın zorluğunu düşündüğümüzde bu işi daha rahat
anlayabiliriz. insanın karşılaştığı zorluklar, yaşam şartlarından,
hayatlarının bağlarından, çevrelerinin geleneklerinden, tarihlerin
tortularından ve insanı sağlam bir şekilde yere bağlayan yeryüzünün
ölçülerini, değerlerini ve düşüncelerini gönüllere ağır biçimde yerleştiren
diğer şartları hesaba kattığımızda onlarla baş etmenin ne kadar zor olduğunu
daha iyi anlarız.
Hz. Peygamber Rabbinden böyle bir direktif
almaya ulaşması için bu konuda uyarılmaya ihtiyaç duymasını kavradığımızda
bu işin önemini ve zorluğunu daha iyi anlayabiliriz ki yüce Allah O'nu
sadece uyarmakla kalmamış O'nu sert bir şekilde azarlamıştır. Bu da O'nun
yaptığı işin gerçekten Hayret edilecek, akılalmaz bir iş olduğunu ortaya
koymaktadır.
Bu işin veya herhangi bir işin önemini tasvir
etmek için şöyle denmesi yeterlidir. Bizzat Hz. Peygamberin kendiside bu
noktaya ulaşması için uyarıya ve yönlendirmeye ihtiyaç duymuştur.
Evet böyle bir uyarı dahi yeterlidir. Zira Hz.
Muhammed'in üstün kişiliği, büyüklüğü ve yüceliği yanında yine de bu konuda
uyarıya ve direktife ihtiyaç duyuyorsa bu onun çok daha önemli, çok daha
büyük bir mesele olduğunu ortaya koyar. İşte ilahi yönlendirmenin bu
bireysel olay nedeniyle yeryüzüne yerleştirmeyi hedeflediği ilkenin gerçek
mahiyeti budur. insanların değerlerini ve ölçülerini yeryüzünün sosyal
realitelerinden kaynaklanan, değerlerinden ve ölçülerinden bağımsız bir
şekilde gökten almalarıdır. İşte en büyük mesele budur.
Yüce Allah'ın peygamberler aracılığı ile
insanlara gönderip tüm değerleri kendisi ile ölçmeyi istediği kriter budur.
"Sizin Allah katında en değerliniz, en çok takva sahibi olanınızdır." (Hucurat
13) İşte insanın ağırlığını artıran veya düşüren yegane değer budur. Bu
yalın semavi bir değerdir.
Yeryüzünün şartları ve durumları ile hiçbir
ilgisi yoktur, hiçbir ilgisi.
Ne var ki insanlar yeryüzünde yaşamaktadırlar
ve birbirlerine birçok bağlarla bağlı bulunmaktadırlar ve bu bağların kendi
hayatlarında yerine göre bir ağırlığı bir değeri ve bir çekiciliği
bulunmaktadır. Sonra insanlar soy gibi, güç gibi, mal gibi başka değerlere
de yer vermekte, günlük hayatlarında bunlarla düşüp kalkmaktadırlar. Sonra
bu değerlerin dağılımından kaynaklanan birtakım pratik ilişkiler de
doğmaktadır. Bu ilişkilerin bir kısmı ekonomiktir, bir kısmı ekonomik
değildir. İşte bu değerlerden insanların birbirlerine karşı konumları
farklılaşmakta ve yeryüzünün değerlerine göre bazıları bazılarına üstün
gelmekte öne çıkmaktadır.
Sonra islam geliyor. Onlara diyor ki: "Sizin
Allah katında en hayırlınız, en değerliniz en çok takva sahibi
olanlarınızdır." Böylece insanların hayatında büyük değeri olan, duyguların
üzerinde ağır baskılar oluşturan ve onu etkileyici bir cazibe ile yere
bağlayan tüm değerleri elinin tersi ile itiyor. Bunların hepsinin yerine
doğrudan gökten Alınan ve göğün ölçüsünde kabul edilen tek ölçü olan yeni
değerlere onları bağlıyor.
Sonra bu olay geliyor. Sınırlı şartlarda
meydana gelen bu hadise sözkonusu değerin yerleştirilmesi için bir fırsat
kabul ediliyor. Bu vesile ile temel ilke belirleniyor. Ölçü göğün ölçüsüdür.
Değer göğün değeridir. İslam ümmetinin insanların bildiği alıştığı herşeyden
elini çekmesi, yeryüzünden kaynaklanan ilişkilerden, değerlerden,
düşüncelerden ölçülerden ve kriterlerden kurtulması gerekir ki değerlerini
yalnız gökten alabilsin. Yalnız göğün tartısı ile tartabilsin!
Fakir ve âma bir adam olan ibni Ümmü Mektum
Hz. Peygambere geliyor. Bu arada Peygamber Kureyş'in ileri gelenlerinden bir
toplulukla meşguldür. Onları islama çağırmaktadır. Onların Müslüman olması
ile islamın Mekke'de karşılaştığı zorluk ve sıkıntının hafifleyeceğini
bunların islama yararlı olacaklarını ummaktadır. Çünkü Rebia'nın iki oğlu
olan Utbe ve Şeybe başka bir adı Ebu Cehil olan Amr ibni Hişam, Ummeye ibni
Halef ve Velid ibni Muğire'den oluşan bu büyükler ile peygamberin yolunda
duruyor. insanları ondan uzaklaştırıyor ve ona birtakım çetin tuzaklar
kurarak açıkça onu Mekke'de dondurmak istiyorlardı. Bu toplulukla beraber
Abdülmuttalib'in oğlu Abbas da Peygamberi dinlemeye gelmişti. Kabileye
herşeyin üstünde bir değer ve saygınlık kazandıran ve kabileye dayalı cahili
bir ortamda, bir insana kendisine en yakın çevresi ve ona en çok bağlı
olanları saygı göstermez çağrısını kabul etmezse dışındaki insanların bu
davayı kabul etmeleri daha da zorlaşacaktı.
Hz. Peygamber İşte bu kadar önemli olan bu
toplulukla uğraşırken fakir ve âma adam geliyor. Burada peygamber kendisi ve
çıkarı için değil, islam ve islamın çıkarı için uğraşıyor. Eğer bu topluluk
Müslüman olursa Mekke'deki davanın önündeki, yolundaki zorlu engeller, sivri
dikenler temizlenmiş olacak ve bundan sonra islam Mekke çevresine
yayılacaktı. Ama bu ileri gelen büyüklerin Müslüman olmasından sonra tabi.
İşte bu adanı geliyor ve Hz. Peygambere diyor
ki: "Ey Allah'ın elçisi, bana da oku, bana da öğret, Allah'ın sana
öğrettiklerinden." Rasulullah'ın içinde bulunduğu şartları ve kiminle
uğraştığını bile bile bu sözlerini tekrar ediyor. Hz. Peygamber ikide bir
sözünün ve çabasının kesilmesinden rahatsız oluyor ve adamın görmediği
yüzünde hoşnutsuzluk ifadeleri beliriyor. Yüzünü ekşitiyor ve onunla
ilgilenmiyor. Fakir ve kimsesiz olan ve kendisini bu büyük işten alıkoyan
adama aldırmıyor. Çünkü uğraştığı şeyin ardında davası ve dini için büyük
umutlar besliyor. Aslında o bunlarla uğraşırken dininin zafere ulaşmasını
arzu etmektedir. Çağrısına karşı samimiyetini, islamın çıkarına bağlılığını
ve onun yayılması için aşırı isteğini ortaya koyuyor.
İşte tam bu sırada gök meseleye el koyuyor.
Meseleye el koyuyor ki bu konudaki kesin hükmünü belirlesin. Yolun tüm
işaretlerini ortaya koysun. Değerlerin kendisi ile ölçüldüğü kriterleri
belirlesin. Şartları ve değerlerin tümünü bir kenara itsin. isterse bu
şartlar ve değerlendirmeler insanların ölçüleri ile belirlenen ve davanın
çıkarını gözeten ölçüler olsun. isterse bu ölçüler; insanlığın efendisi Hz.
Muhammed belirlemiş olsun.
Bu arada yücelerin yücesi Allah'tan
onurlandırılmış eşsiz bir ahlak sahibi olan Peygamberine sert bir üslup
içinde azarlama geliyor. Bu bütün bir Kur'an içinde yakın ve sevgili dost
peygambere karşı "kella-hayır!" kelimesinin kullanıldığı tek yerdir. "Kella"
kavramı hitapta azarlama ve sitem anlamına gelir. Çünkü bu bütün bir dinin
kendisine dayandığı çok önemli bir meseledir.
Kur'an-ı Kerim'in bu ilahi azarı ortaya koyuş
üslubu da eşsiz bir üslubtur. Bunu beşeri yazım diliyle dile getirmek mümkün
değildir. Zira yazım dilinin kendisine has ilkeleri, gelenekleri ve
disiplinleri vardır. Bu da bu mesajların doğrudan ve bütün diriliği ile
bütün sıcaklığı ile ortaya konmalarını engellemektedir. Bu konuda sadece
kullanılan üslubu, onları bu şekilde sergileme gücüne sahiptir. Kur'an hızlı
dokunuşlar, kısa ifadeleri ile ortaya koymaktadır. Sanki bu ifadeler birer
tepkidir, hayat kokan çizgiler, parıltılar ve hatlardır.
"Surat astı ve döndü, yanına âma geldi diye."
Sanki burada muhataptan başka üçüncü bir şahıstan söz edilmektedir. Bu
üslupta şöyle bir incelik sezilmektedir. Burada sözkonusu olan konu yani
Allah'ın hoşnutsuzluğu direk olarak yüce Allah peygamberine ve sevgilisine
yöneltmek istememektedir, O'na şefkatinden ve merhametinden dolayı. Böyle
hoş olmayan bir ifadeyi O'na yöneltmeyi ikramından dolayı uygun
bulmamaktadır.
Ardından azarlamanın kendisinden kaynaklandığı
işe işaret edildikten sonra ifade yön değiştiriyor. Hitap şeklinde bir azara
dönüşüyor. Bir ölçüde yumuşak bir ifade ile başlıyor. "Ne bileceksin belki o
arınacak. Yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek." Nereden
bileceksin o büyük iyiliğin gerçekleşeceğini? Senin elindeki iyiliğe istekli
olarak gelen bu fakir ve âma adamın arınmak istediğini. Kalbinin uyanarak
öğüt alacağını ve bu öğütün kendisine yarayacağını. Bu kalbin Allah'ın nuru
ile aydınlanacağını, göğün aydınlığını karşılayacak yeryüzündeki bir
aydınlık kulesine dönüşeceğini. Sen nerden bileceksin? Bu hidayete açılan
her kalbin içinde iman gerçeği yerleştiğinde meydana gelen bir olgudur ve
Allah'ın terazisinde ağır basan, büyük önemi olan da budur.
Sonra azarın ibresi yükseliyor. Üslup
ağırlaşıyor. Azarlamaya yol açan işin gerçekten Hayret verici bir iş olduğu
dile getiriliyor. "Kendisini yeterli görüp tenezzül etmeyene gelince sen ona
yöneliyorsun. Onun arınmamasından sana ne? Fakat koşarak sana gelene
Allah'tan korkarak gelmişken sen onunla ilgilenmiyorsun." Sana ve dinine
karşı üstünlük taslayan getirdiğin hidayete, iyiliğe, aydınlığa ve temizliğe
ilgi duymayan adama gelince, sen ona ilgi gösterip kendisine önem
veriyorsun. Hidayete gelmesi için uğraşıyorsun. Senden yüz çevirdiği halde
sen habire ona mesajını takdim ediyorsun! Onun arınmamasından sana ne? Eğer
o pisliği ve kiri içinde kalmak istiyorsa bu seni ne ilgilendirir? Sen onun
günahından hesaba çekilmeyeceksin, onunla üstün gelmeyeceksin, onun
desteğiyle ayakta değilsin. "Fakat koşarak sana gelene" seni seçerek ve sana
itaat ederek "Allah'tan sakınarak" ve günahlardan sakınarak gelene "sen
onunla ilgilenmiyorsun!" iyiliği ve takvayı dileyerek gelen inanmış adamla
ilgilenmemek boş işle uğraşmak diye adlandırılıyor. Bu ise ağır bir
nitelemedir.
Ardından azarın ibresi biraz daha yükseliyor.
Kesin red ve sert tepki sınırına ulaşıyor. "Asla olamaz." Bu ifade bu
ortamda gerçekten dikkatle üzerinde durulması gereken bir hitap şeklidir.
Sonra bu davanın gerçekliği, yüceliği,
büyüklüğü ve üstünlüğü açıklanıyor. Hiç kimseye, hiçbir desteğe ihtiyacı
olmadığı belirtiliyor. Bu dava bizzat kendisine yönelenlere sadece kendisini
isteyenlere yönelmelidir. Bu istekli insanın dünya ölçülerindeki değeri ve
konumu ne olursa olsun. "Kur'an ayetleri birer hatırlatmadır, öğüttür.
Dileyen O'nu düşünüp öğüt Alır. O sahifeler içindedir. Değerli ve şanlı,
yükseltilen ve temiz tutulan sahifeler de. Bunlarda taşıyıcıların
ellerindedir. Allah katında değeri olan çok iyi yazıcı ve taşıyıcıların." O
her yönü ile değerli, şereflidir. Sahifelerinde şereflidir, bu tertemiz
sahifeleri melekler yüceler aleminden alıp yeryüzündeki seçilmiş insanlara
ulaştırmak için taşıyıp getirmektedir. Onu getiren meleklerde onurlu ve
arınmıştırlar. Dolayısıyla o her yönüyle, kendisi ile ilgili her açıdan
şanlı tertemizdir. Uzaktan yakından bununla ilgili olan herşeyde öyle. Ve o
gerçekten çok değerlidir. Kendisine ihtiyaç duymadıklarını açıkça söyleyen
ondan yüz çeviren kimselere takdim edilmez. O sadece değerini bilenler ve
O'nunla arınmak isteyenler içindir.
İşte ölçü budur. Allah'ın ölçüsü, değerlerin
ve ölçülerin kendisi ile ölçüldüğü insanların ve konumların kendisi ile
takdir edildiği kriter budur. İşte söz budur, Allah'ın sözü. Her sözün, her
hükmün ve her ölçünün gelip kendisine dayandığı söz.
Peki bu ilke nerede ve ne zaman belirleniyor?
Mekke'de. islamın mesajının itildiği ve Müslümanların azınlıkta olduğu
Mekke'de. Sonra bu büyüklerle ilgilenme kişisel bir çıkardan kaynaklanmıyor.
Fakir bir âma ile ilgilenmekte kişisel bir değerlendirmeden gelmiyor.
Herşeyin başı da sonu da davadır burada. Eni sonu davadır bunun. Fakat İşte
davanın kendisi de bu ölçünün kendisidir. Bu değerlerin kendileridir. Dava
bu ölçüyü ve bu değerleri insanlığın hayatına yerleştirmek için gelmiştir.
Bu nedenle bu ölçünün ve bu değerlerin belirlediklerinin dışında hiçbir
şeyle onurlandırılamaz, güçlendirilemez, zafere götürülemez.
Daha öncede belirttiğimiz gibi bu tespit az
önce sözü edilen kişisel olaydan ve onu ilgilendiren konusundan çok kapsamlı
ve çok önemlidir. Burada belirlenen ilke insanların değerlerini ve
ölçülerini yerden değil, gökten almalarıdır. Yeryüzünün kriterlerinden
değil, göğün kriterlerinden almalarıdır. "Sizin Allah katında en değerliniz
takvası en ileri olanınızdır." Allah katında en değerli olan ebetteki
korunmaya, önem verilmeye ve ilgi duyulmaya en çok uygun olan kimsedir.
isterse bu insan insanların yeryüzündeki hayatlarının baskısı altında oluşan
ve dünyadaki konumlarına göre farklılık gösteren insanların Alışageldikleri
soy, güç ve mal gibi değerlerinden, ölçülerinden ve daha akla gelen başka
değerlerden tamamen soyutlanmış olsun. Zira bu değerler imandan ve takvadan
soyutlandığı zaman hiçbir anlam ifade etmezler. Bunlar iman ve takva uğrunda
harcandıkları takdirde ancak bir değer ve anlam ifade edebilirler.
İşte bu olay münasebeti ile ilahi direktifin
yerleştirmeyi amaçladığı büyük gerçek budur. Zaten Kur'an-ı Kerim metodu
gereği bireysel olayları ve dar kapsamlı uygun zeminleri sınırsız gerçeği ve
değişmez sistemi ortaya koymak için birer araç olarak kullanır.
Hz. Peygamberin gönlü bu direktif ve azar
karşısında üzüntüye boğulmuştur. Bütün gücü ve bütün sıcaklığıyla ona teslim
olmuştur. İslam'ın en temel gerçeklerinden biri olması nedeniyle bu hakikatı
bütün hayatı boyunca canlı bir şekilde yerleştirmeyi hedeflediği gibi
Müslüman cemaatin hayatına yerleştirmeyi de amaçlamıştır.
Hz. Peygamberin bu konudaki ilk hareketi bu
olay nedeni ile kendisine gelen direktifi ve azarı açıklaması olmuştur. Bu
açıklama gerçekten büyük ve gerçekten takdire şayandır. Peygamberin yaşadığı
şartlarda hangi açıdan bakarsak bakalım bir peygamberden başkası bu
açıklamayı yapma cesaretini ve samimiyetini kendinde bulamaz.
Evet insanlara işlediği bir hata yüzünden
böyle eşsiz bir şekilde ve acı ifadelerle azarlandığını açıklamak ancak bir
peygamberin güç yetirebileceği bir iştir. Peygamberden başka bir büyük için
bu yanlışı kabul etmesi ve gelecekte onu telafi etmesi bile yeterli olurdu.
Fakat peygamberlik başkadır. Onun yasası başka, ilkeleri başkadır.
Bu açıklamayı islam davetinin içinde yaşadığı
bu zor şartlar içinde Kureyş'in büyüklerine karşı bomba tesiri yapabilecek
böyle bir açıklamayı ancak bir peygamber yapabilir. Zira bu çevre, bu ortam
insanların soyları, malları, makamları ve kuvvetleri ile övündükleri ve
piyasada bunların dışındaki hiçbir değerin önemsenmediği bir karaktere
sahiptiler. Haşimoğlu Abdülmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed'e bu ortamda
şöyle denmişti: "Bu Kur'an iki şehir halkından büyük bir adama indirilmeli
değil miydi?"(Zuhruf 31) Muhammed'in soyu belli idi. Fakat onlar Hz.
Muhammed'in peygamberlikten önce bir başkanlığı, kişisel bir liderliği
olmaması nedeniyle onun peygamberliğini red edebilecek kadar yanlış
değerlere saplanmışlardı! Sonra böyle bir eylemin bu tür bir ortamda göğün
vahyinden başka bir yerden kaynaklanması da mümkün değildi. Bunun yerden
kaynaklanması özellikle bu zamanda bu yerden fışkırması olacak şey değildi.
İşte bu, bu kadar önemli bir ilkeyi yoluna
koyan göğün gücüdür. Bu ilke Hz. Peygamberin gönlü aracılığıyla onun
etrafındaki çevreye yayılmıştır. Güçlü, köklü ve sağlam bir şekilde olaya
yerleşmiştir. Müslüman ümmetin hayatında uzun devirler boyunca varlığını
sürdürmüştür.
Bu insanlığın bütün karakterleri ile doğuşu
gibi yeniden doğması kadar önemli idi. Değer bakımından ondan çok daha yüce
ve büyük bir anlam ifade ediyordu. İnsanın teorik ve pratik olarak gerçekten
yeryüzünden kaynaklanan her türlü değerlerden kurtulması, onlara karşı özgür
hale gelmesi, gökten inen başka değerlere bağlanması, yeryüzünün tüm
değerlerinden, ölçülerinden, kriterlerinden, pratik şartlarından baskısı ve
ağırlığı bulunan gerçeğe dayalı bağlarından ete, damara, kana ve duygulara
karışan tüm yeryüzü ilkelerinden, bağlarından koparılması ve ayrılması sonra
bu yeni değerlerin herkes tarafından anlaşılması kabul görüp uygulanması
gerçek bir yeniden doğuşu ifade ediyordu. Hz. Peygamberin bizzat kendi
gönlünün dahi bu noktada olgunlaşması için uyarıya ve direktife ihtiyaç
duyması, onca büyük gerçeğe ulaşması. Ve bu büyük gerçeğin Müslümanlığın
vicdanında apaçık bir gerçeğe Müslüman toplumun hukukunda temel bir ilkeye
dönüşmesi ve uzun asırlar boyunca Müslümanların hayatında yankısını bulan
islam toplumundaki hayatın temel gerçeklerinden biri haline gelmesi elbette
ki bir yeniden doğuş demekti.
Biz dahi bugün bu yeni doğuşun gerçekliğini
yeteri kadar kavrayabilmiş değiliz. Zira biz gönüllerimizde ve
vicdanlarımızda bu özgürlük gerçeğini somut biçimde şekillendiremiyoruz.
Yeryüzünden kaynaklanan konumların ve bağlılıkların oluşturduğu değerler,
ölçüler ve kriterler öyle ezici bir ağırlıktadır ki "ilericilik!" iddiasında
bulunan bazı felsefi ekoller yeryüzünün bu değerlerini veya bunlardan
birini, yani ekonomik düzenlemeyi insanın bütün bir gidişatını inançlarını,
sanatlarını, edebiyatını, yasalarını, geleneklerini ve hayata ilişkin
düşüncelerinin tümünü belirlediğini sanmışlardır. Nitekim insanın iç
dünyasının gereklerinden ve hayatın gerçeklerinden haberi olmayan azgın bir
cahillik içinde ve dar bir açıdan olayları değerlendiren tarihi maddecilik
ekolünün tarih iddialarında olduğu gibi!
Değerlerin bu şekilde düzenlenmesi gerçekten
bir mucizedir. O zamanda ve o şartlarda islamın eli ile gerçekleşen insanın
yeniden doğuşu mucizesidir.
Bu doğuştan itibaren evrensel çaptaki bu büyük
olayla beraber gelen değerler egemen olmuştur. Fakat mesele Arap toplumunda
ve Müslümanların kendi işlerinde bile o kadar kolay ve basit değildi. Fakat
Hz. Peygamber Allah'ın iradesi ile ve kendisinin Kur'an'ın değişmez
direktifleri karşısındaki ataklığından ve sıcaklığından kaynaklanan
uygulamaları ve yönlendirmeleri ile bu gerçeği gönüllere ve hayata ekip
yerleştirmeyi iyice kökleşip dal budak salması ve uzun asırlar boyunca işi
tersine çevirme girişiminde bulunan etkenlerin ve faktörlerin tümüne rağmen
Müslüman cemaatin hayatı şenlendirmesi için başında beklemiş ve onu
titizlikle koruyabilmiştir.
Hz. Peygamber bu olaydan sonra ibni Ümmü
Mektub'a iltifat eder ve onu korurdu. Gördüğü her yerde ona şöyle derdi:
"Hakkında Rabbimin beni azarladığı adam. Hoş geldin, merhaba:' Hz. Peygamber
ayrıca onu hicretten sonra iki kere Medine'ye kendisinin vekili tayin
etmiştir.
Yeryüzü kaynaklı dünya değerlerinden ve
şartlarından kaynaklanan toplumsal çevrenin ölçülerini ve değerlerini ayak
altına Alıp çiğnemek için Hz. Peygamber halasının kızı Zeynep binti Cahş
Esedi'yi azadlısı Zeyd bin Harise ile evlendirmiştir. Evlilik ve hısımlık
gerçekten önemli ölçüde hassas bir konudur. Özellikle de Arap toplumunda bu
mesele daha da hassasiyet taşıyordu.
Bundan önce hicretin ilk yıllarında
Müslümanları kardeş yaparken amcası Hamza ile azadlısı Zeyd'i Halid bin
Ruveyha Has'ami ile Bilal İbni Rebah'ı kardeş yapmıştır. Mute savaşında
Zeyd'i komutan tayin etmiştir. O'nu başkomutan yapmıştır. ikinci komutan
Cafer ibni Ebu Talip'tir. Üçüncü komutan Abdullah bin Revaha Ensari'dir.
Zeyd, Halid ibni Velid'in de içinde bulunduğu ensar ve muhacirlerden oluşan
üç bin kişilik bir ordunun başına tayin edilmiştir.
Hz. Peygamber bizzat kendisi bu orduyu yolcu
etmiştir. Bu savaşta her üç komutan da şehid olmuştur. (Allah hepsinden razı
olsun.)
Hz. Peygamberin yaptığı son işlerden biri de
Üsame ibni Zeyd'i Bizans'a karşı savaşacak bir orduya komutan tayin
etmesidir. Bu orduda ensar ve muhacirlerden büyük bir kesim yer almıştır.
iki özel dostu, iki veziri ve Müslümanların görüş birliği ile ondan sonraki
iki halifesi Ebu Bekir ve Ömer'de bu ordunun içindedir. Onların içinde
Kureyş'in en erken islamı kabul eden ve Hz. Peygamberin yakın dostu Saad
İbni Ebi Vakkas da vardı.
Genç yaşta ordu komutanı tayin edilen Üsame
hakkında bazı insanlar ileri geri konuşmuştu. ibni Ömer (Allah ikisinden de
razı olsun) bu konuda der ki: Hz. Peygamber bir ordu hazırladı ve başına
Üsame ibni Zeyd'i komutan tayin etti. Bazı insanlar onun komutan tayin
edilmesini eleştirdiler. Hz. Peygamber buyurdu ki: "Eğer siz onun
komutanlığına dil uzatırsanız garipsemem. Çünkü siz daha önce onun babasının
da komutan tayin edilmesini eleştirmiştiniz. Allah'a yemin ederim ki bu adam
komutanlık için yaratılmıştır. Ona en layık olan kimsedir. O insanlar içinde
en çok sevdiğim kimselerden biridir, buyurmuştur."(Buhari, Müslim, tirmizi)
Selmani Farisi hakkında birtakım sözlerin
ortaya çıkması ve insanların Farsçılık ve Arapçılıktan söz etmeleri dar
kapsamlı, ulusçu telkinlerin ortaya çıkması üzerine Hz. Peygamber bu konuda
kesin tavrını ortaya koyarak bu anlayışı bir çırpıda kesip attı ve şöyle
buyurdu: "Selman bizdendir. Bizim ailedendir." (Taberani, Hakim) Böylece
göğün değerlerini ve ölçüsünü onların kendileri ile övündükleri soy
ufuklarının önüne geçirdi. Duyarlılıkla bağlı bulundukları dar soyculuğun
sınırlarını aştı ve onu doğrudan kendi ailesinden saydı.
Ebuzer Gifari ile Bilal ibni Rebah arasında
Ebuzer'in dilinin sürçmesi neticesinde "Ey kara kadının oğlu" cümlesi ile
bir soğukluk meydana geldiğinde Hz. Peygamber buna çok öfkelenmiş ve bu
öfkesini ağır ve korkunç bir ifade ile Ebuzer'in yüzüne vurmuştur: "Ey
Ebuzer! Bardağı taşırdın. Beyaz kadının oğlunun, siyah kadının oğluna hiçbir
üstünlüğü yoktur." (İbni Mübarek Elbir Vessela`da az bir değişiklikle
rivayet etmiştir.) Böylece peygamber işi kökünden halletmiştir. Ya islam, ya
cahiliyye islam göğün değerleri göğün ölçüleridir. Cahiliye ise yeryüzü
kaynaklı değerler ve yeryüzü kaynaklı ölçülerdir.
Hz. Peygamberin bu güzel sözü bütün sıcaklığı
ile Ebuzer'in hassas kalbine ulaştı. Ebuzer son derece etkilendi ve üzüldü.
Alnını yere koydu ve Bilal alnına basmadığı müddetçe kafasını yerden
kaldırmayacağına yemin etti. Böylece söylediği büyük sözün günahını
temizlemek istiyordu. Bilal'in kendisi ile yükseldiği değer kazandığı ölçü
göğün ölçüsü idi. Ebu Hureyre'den gelen rivayette deniyor ki: Hz. Peygamber
şöyle buyurdu: "Ey Bilal! islamda kendi kendine yaptığın işin en üstününden,
en güzelinden söz et bana. Çünkü ben bu gece cennette senin ayak seslerini
işittim:' Bilal de şöyle dedi: "islamda en çok yararını umduğum iş gece
olsun, gündüz olsun tam bir abdest aldığımda, temizlendiğimde bu abdestle
Allah'ın bana verdiği İmkan ölçüsünde mutlaka bir kaç rekat namaz
kılmamdır." (Buhari, Müslim)
Hz. Peygamber yanına gelmek için izin isteyen
Ammar ibni Yasir'e şöyle dedi: "Ona izin verin gelsin. Temiz ve arındırılmış
insan hoş geldin." (Tirmizi) Yine onun hakkında "Ammar iliklerine kadar
imanla doludur" buyurmuştur. (Nesei) Huzeyfe'den (Allah ondan razı olsun)
gelen rivayette Peygamberin şöyle dediği ifade ediliyor: Sizin aranızda daha
ne kadar kalacağımı bilemiyorum. Ebu Bekir ve Ömer'e işaret ederek benden
sonraki iki kişiye uyunuz. Ammar'ın izinden gidiniz. ibni Mesud'un size
söylediklerini tasdik ediniz. (Tirmizi)
Medine'li olmayan insanların ibni Mesud'u Hz.
Peygamberin ailesinden sanırlardı. Ebu Musa (Allah ondan razı olsun) der ki:
Ben ve kardeşim Yemen'den geldik. Bir süre Medine'de kaldık. ibni Mesud ve
annesini Hz. Peygamberin aile fertlerinden görüyorduk. Çünkü onlar Hz.
Peygamberin yanına o kadar çok girip çıkıyorlardı ki, O'na o kadar
bağlılardı ki biz onları akraba sandık. (Buhari, Müslim, Tirmizi)
Azadlı kölelerden biri olan Cüleybib için Hz.
Peygamberin bizzat kendisi onu Ensar'dan bir kadınla evlendirmek için
uğraşmış, kendisi ona kız istemeye gitmiştir. Kızın anne-babası kabul
etmeyince kız şöyle demiştir: "Siz Hz. Peygamberin emrini geri mi çevirmek
istiyorsunuz? Eğer o buna razı olmuşsa dediğini yapın. Beni ona verin."
Bunun üzerine anne-babası da razı olmuş ve Cüleybib'i kızları ile
evlendirmişlerdir. (İmam ahmed`in Müsned`inde Enes`ten gelen bir hadis)
Evliliğinden kısa bir dönem sonra şehid edildi
Cüleybib. Şehid edildiği bu savaşta Hz. Peygamber onu bizzat kendisi
aramıştır. Ebu Berze Eslemi'den (Allah ondan razı olsun) gelen rivayette
deniyor ki: Hz. Peygamber bir savaştaydı. Yüce Allah ona savaşmadan zafer
bağışladı. Bundan sonra Hz. Peygamber: "Aranızda göremediğimiz kimse var
mı?" diye sordu. Evet; falanı, falanı ve falanı göremiyoruz dediler. Hz.
Peygamber tekrar: "Aranızda göremediğiniz kimse var mı?"diye sordu. Evet;
falanı, falanı ve falanı göremiyoruz, dediler. Hz. Peygamber üçüncü olarak
"Aranızda göremediğiniz kimse var mı?" diye sordu. Hayır, dediler. Hz.
Peygamber bunun üzerine "Ama ben Cüleybib'i göremiyorum" buyurdu. O'nu
aramaya koyuldular. Öldürdüğü kişinin yanında onu da ölü buldular. Hz.
Peygamber gelip başında durdu: "Yedi kişiyi öldürmüş, sonra O'nu
öldürmüşler. Bu adam bendendir ben de O'ndanım" buyurdu. Sonra O'nun ölüsünü
kucakladı. Rasulullah'ın iki elinden başka bu adamın bir tabutu olmadı.
Mezarını kazdılar ve Resulallah O'nu bizzat kendisi kabrine koydu. Bu
rivayette yıkandığından söz edilmemiştir.(Müslim)
Bu ilahi yönlendirme ve peygamberin
sergilediği bu uygulama ile insanlık böyle eşsiz bir şekilde yeniden
doğuyordu. Yeryüzünde yaşadığı halde dünyanın bağlarından sıyrılmış,
özgürleşmiş bir halde değerlerini ve ölçülerini gökten alan Rabbani toplum
yeşermeye başladı. İşte bu islamın en büyük mucizesi idi. Ancak Allah'ın
iradesi ile ve peygamberin çalışması ile gerçekleşebilecek bir mucize. O
mucizenin kendisi dahi bu dinin Allah katından geldiğini ve onu insanlara
getiren kişinin peygamber olduğunu açık bir şekilde belgelemektedir.
İslamın Allah tarafından belirlenen bir
güzelliğinde bir planın gereği olarak Hz. Peygamberden sonra en yakın dostu
Ebu Bekir'i ve ikinci derecedeki en yakını Ömer'i O'nun yerine halife
getirmesi idi. Çünkü bu dinin karakterini en iyi kavrayan Hz. Peygamberin
yoluna, izine en fazla bağlı olan, O'na uyum sağlayan bu seçkin
şahsiyetlerdi. Peygamberin sevgisine yol açacak işleri ve attığı adımları en
iyi takib edecek kimselerdi.
Hz. Ebu Bekir dostu olan Hz. Peygamberin
Üsame'nin komutan tayin edilmesi yolundaki isteğini yerine getirmiştir.
Seçildikten hemen sonra yaptığı ilk iş Hz. Peygamberin hazırladığı ordunun
başına Üsame'nin getirilişini onaylayarak bu konudaki peygamberin emrini
yerine getirmesidir. Medine'nin dışına kadar bizzat kendisi O'nu uğurladı.
Üsame binek üzerinde Hz. Ebu Bekir ise yaya yürüyordu. Genç yaşta olan Üsame
kendisinin binek üzerinde bulunmasından utanç duyuyor ve diyordu ki: Ey
Allah elçisinin halifesi! Ya sen de bineğe binersin, ya da bende inerim.
Halife de şöyle yemin ediyordu: Allah'a yemin ederim ki sen inmeyeceksin ve
yine Allah'a yemin ederim ki ben de binmeyeceğim. Bir süre Allah yolunda
ayaklarımın tozlanmasında ne sakınca var ki?
Sonra Ebu Bekir halifeliğin ağır yükünü
omuzladığından Hz. Ömer'e ihtiyacı olduğunu hissetti. Fakat Ömer Üsame
ordusunda bir askerdi. Komutan ise Üsame idi. Dolayısı ile komutandan Hz.
Ömer'i Medine'de bırakmak için izin almak gerekiyordu. Halife başkomutana
düşüncesini şu tatlı ifade ile dile getirdi: "Eğer Ömer'i vererek bana
yardımcı olmayı uygun görürsen yardımcı ol:' Aman Allah'ım! Eğer bana yardım
etmeyi uygun görürsen yardım et... Bunlar gerçekten yüce, çok yüce
ufuklardır. İnsanlar ancak Allah'ın iradesi ile Allah tarafından gönderilen
bir peygamberin eğitimi ile ancak bu ufuklara yükselebilirler. Ardından
zamanın çarkı dönüyor. Ömer ibni Hattab halife oluyor. Ammar İbni Yasir'i
Kufe'ye vali tayin ediyor. Ömer'in önünde Süheyl İbni Amr, ibni Haris, İbni
Hişam, Ebu Süfyan İbni Harb ve Mekke'nin fethi sırasında kendisine
ilişilmeden serbest bırakılan Kureyşin büyüklerinden bir topluluk kapısında
duruyor. Ömer, onlardan önce Süheyl'i ve Bilal'i içeri Alıyor. Çünkü bunlar
islama ilk sarılanlar ve Bedir savaşına katılanlardandır. Burada Ebu
Süfyan'ın burnu şişiyor. Cahiliye öfkesi ve tepkisi ile diyor ki: "Bugün
gibisini hiç görmedim. Bu köleleri içeri Alıyor da bizi kapısında
bekletiyor" Gönlüne islamın hakikatı yerleşmiş olan arkadaşı ona diyor ki:
"Efendiler Allah'a yemin ederim ki ben sizin yüzünüzdeki hiddeti ve öfkeyi
görüyorum. Eğer ille de öfkelenecekseniz kendi kendinize öfkeleniniz. Onlar
da islama çağrıldılar, siz de. Ama onlar hemen kabul ettiler, siz ise geç
kaldınız. Eğer kıyamet gününde onlar çağrılıp siz çağrılmazsanız haliniz
nice olur."
Hz. Ömer Üsame ibni Zeyd'e Abdullah İbni
Ömer'den daha fazla bir maaş ayırmıştır. Oğlu Abdullah kendisine bunun
hikmetini sorduğunda O'na şöyle demiştir: "Evladım! dedi. Zeyd Hz.
Peygamberin katında senin babandan daha sevimli idi. Üsame'de Hz.
Peygamberin katında senden daha sevimli idi. Bu nedenle ben Hz. Peygamberin
sevgisini kendi sevgime tercih ettim." (Tirmizi)
Hz. Ömer, bu sözü söylerken Hz. Peygamberin
sevgisini göğün kriteriyle ölçüldüğünü çok iyi biliyordu.
Hz. Ömer Ammar'ı soylu bir aileden olan ve
muzaffer bir komutan olan Halid bin Velid'i teftişe gönderiyor. Ammar O'nu
babası ile, başka bir rivayete göre ise sarığının bezi ile Halid'i bağlıyor.
Soruşturma sona erip suçsuzluğu ortaya çıkıncaya kadar böyle kalıyor. Sonra
kalkıyor. Kendi elleriyle bağlarını çözüyor ve sarığını başına sarıyor. Ve
Halid herşeye rağmen bunda hiçbir sakınca görmüyor. Çünkü Ammar
Rasulullah'ın en yakın dostu, islamın ilk fedailerindendi ve Resulallah
O'nun hakkında övücü sözler söylemişti.
Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir'den söz ederken diyor
ki: "O bizim efendimizdir. Efendimizi azad etmiştir." Azad edilen efendi ile
Bilal'i kastediyor. Bilal Ümeyye İbni Halefin kölesi idi. Ümeyye O'na çok
işkence ediyordu. Hz. Ebu Bekir Bilal'i ondan satın alarak azad etti. İşte
bu nedenle Ömer İbni Hattab Bilal'den söz ederken efendimiz diyor!
Aynı Ömer şunları da söylüyor: "Eğer bugün Ebu
Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim sağ olsaydı onu halife adayı olarak
gösterirdim" demektedir. Halbuki aynı Ömer o zaman sağ olan Hz. Osman'ı, Hz.
Ali'yi, Talha ve Zübeyr'i halife adayı olarak gösteremiyor. Kendisinden
sonra işi altı kişilik şûra'ya bırakıyor. Belli bir kişiyi bizzat kendi
eliyle halife adayı gösteremiyor!
Ali İbni Ebu Talib (Allah onun yüzünü
ağartsın) Ammar'ı ve oğlu Hasan'ı Küfelilere gönderiyor. Kendisi ile Hz.
Aişe arasında çıkan anlaşmazlık nedeni ile onları savaşa çağırıyor. Bu arada
diyor ki: Ben şüphesiz biliyorum ki Hz. Aişe Peygamberimizin dünya ve
ahiretteki hanımıdır. Fakat yüce Allah Peygambere mi yoksa O'nun eşine mi
uyacağınız konusunda sizi sınamaktadır.(Buhari) Bunun üzerine müminlerin
annesi ve Ebu Bekir Sıddık'ın kızı Hz. Aişe konusunda insanlar Hz. Ali'nin
sözüne uyuyorlar.
Bilal ibni Rebaha islamdaki kardeşi Ebu
Ruveyha Has'amiye Yemenli bir kadınla evlenmek için kardeşinin aracılık
yapmasını rica ediyor. Bilal Yemenlilere der ki; ben Bilal ibni Rebah'ım. Bu
da kardeşim Ebu Ruveyha'dır. Ahlaki ve dini duyarlılığı pek iyi değildir.
Eğer kızınızı O'na vermek isterseniz veriniz. Yok vermek istemezseniz siz
bilirsiniz. Bilal onları aldatmıyor, kardeşinin hiçbir şeyini gizlemiyor. Bu
arada kendisinin aracı olduğu, söylediği şeyler hususunda Allah katında
sorumlu olduğunu unutmuyor. Yemenliler bu dürüstlük karşısında gönül
huzuruna kavuşuyorlar ve kardeşini evlendiriyorlar. Soylu bir aileden olan
bu Araba Habeşistan'lı azadlı köle Bilal'in aracılık yapmasını yeterli
buluyorlar!
İşte bu büyük gerçek islam toplumunda
yerleşmiştir ve pek çok engelleyici, olumsuz etkenlere rağmen uzun dönemler
boyunca varlığını sürdürmüştür. Abdullah İbni Abbas'tan söz edildiğinde
O'nunla birlikte azadlı kölesi İkrime'den de söz edilirdi. Abdullah ibni
Ömer'den söz edildiğinde azadlı kölesi Nafi'den de söz edilirdi. Enes ibni
Malik'ten bahsedildiğinde azadlı kölesi ibni Sirin'den de söz edilirdi. Ebu
Hureyre'den laf açıldığında azadlı kölesi Abdullah ibni Hürmüz'den de
bahsedilirdi. Basra'da Hasan-ı Basri, Mekke'de Mücahid İbni Cebr, Ata İbni
Rebah ve Tavus ibni Keysan fakihleri oluşturuyorlardı. Ömer ibni Abdülaziz
döneminde Mısır'da Denkal'dan siyah bir azadlı köle olan Yezid İbni Ebi
Hadib fetva makamına tayin edilmişti.
Göğün terazisi takva ehlini her zaman öne
çıkarmıştır. İsterse onlar yeryüzünün tüm değerlerinden soyutlanmış
olsunlar. Kendilerinin gözünde ve etraftaki insanların gözünde onlar en
üstün kimselerdir. Bu terazi yeryüzünden gerçekten çok yakın bir dönemde
kaldırıldı. Cahiliyenin bütün yeryüzünü kuşatan kapsamlı egemenliğinden
sonra bu kriter değerini yitirdi. Ve insan batılı devletlerin lideri
konumundaki Amerika'da bankada biriken dolarları ile değerlendirilmeye
başlandı. Doğu devletlerinin lideri olan Rusya'da egemen materyalist
felsefede ise insanın bir makine kadar değeri yoktu. Müslümanların yurduna
gelince, burada da islamın söküp atmak için geldiği eski cahiliye egemenliği
oluştu. İslamın kökünü kazıdığı sloganlar, düşünceler yayılmıştı. Bu ilahi
ölçü çiğnenmiş, iman ve takva ile ilgisi olmayan ve basit, yalın cahili
değerlere dönülmüştü.
Bugün bütün bir insanlığı bir kere daha
cahiliyeden kurtarmak için islam davasına sarılmaktan başka bir ümit ışığı
yoktur. insanlık islamın çağrısı ile yeniden doğmalı. Tıpkı birinci yeni
doğuşunda olduğu gibi. Nitekim surenin girişinde anlatılan bu olay bu
yeniden doğuşu açıklıyordu. Hem de kısa kesin ve derin çizgileri ortaya
koyan ayetlerle bu yeniden doğuş dile getiriliyordu.
Surenin bu ilk bölümünde anlatılan olayın
hemen ardında gelen yorumda bu gerçek kesin biçimde yerleştirildikten sonra
ikinci bölümde surenin akışı insana yönelmektedir. Doğru yoldan yüz çeviren,
imana ihtiyaç duymayan, Rabbine yapılan çağrıya üstten bakan insanın bu
tutumuna Hayret ediliyor. Tutumuna ve inkarına Hayretle bakılıyor. Çünkü o
varlığın kaynağını ve yetişmesinin aslını hatırlamıyor. Dünya ve ahiretteki
yaradılışında ve gelişmesinin her aşamasında Allah'ın kendi üzerindeki
ihsanı, lütfunu ve hakimiyetini görmüyor. Kendini yaratan, koruyan ve hesaba
çekecek olan Allah'a karşı görevini yerine getirmiyor:
17- Kahrolası insan ne kadar
da nankördür.
18- Allah onu hangi şeyden
yarattı.
19- Nutfe (sperm) den. Onu
yarattı ve ona biçim verdi.
20- Sonra ona yolu
kolaylaştırmıştır.
21- Sonra onu öldürdü, kabre
koydurdu.
22- Sonra dilediği zaman onu
yeniden diriltti.
23- Hayır, insan hala Allah'ın
kendisine emrettiğini yapmadı.
"Kahrolası insan!" Çünkü o Hayret verici
işleriyle kahrolmayı hak etmektedir. Bu ifade biçimi onun yaptığı işin
dehşetini, çirkinliğini ve kötülüğünü ifade etmektedir. Ayrıca onun
çirkinliği ve kötülüğü yüzünden ölümü gerektirecek cinayetler işlediği dile
getirilmektedir.
"Ne kadar inkarcıdır o!" Kafirliği ve
inkarcılığı ne de katıdır. Yaradılışının ve gelişmesinin gereklerini ne de
çok reddetmektedir, tanımamaktadır. Eğer bu gereklere riayet etseydi
yaratıcısına şükreder, dünyada alçak gönüllü olur, ahiretini hatırlardı.
Yoksa o neye dayanarak büyükleniyor, yüz
çeviriyor ve ihtiyaç duymuyor. Onun aslı nedir ki, kaynağı nedir ki?
"Allah onu hangi şeyden yarattı?"
Onun aslı yalın, alçak gönüllü bir köktendir.
Bütün değerini Allah'ın lütfundan ve nimetinden, takdirinden ve planından
almaktadır.
"Nutfe (sperm)den. Onu yarattı ve ona biçim
verdi."
Hiçbir değeri olmayan bu şeyden ve hiçbir
ağırlığı bulunmayan, dayanağı olmayan bu asıldan yarattı. Fakat onun
yaratıcısı ona biçim verdi. Güzelce herşeyini düzenledi. Sağlam bir yapı
olarak onu takdir buyurdu. Kendi bağışından ona bir değer, bir kıymet
kazandırdı. Böylece o eli ayağı düzgün bir yaratık oldu. Şerefli bir varlık
konumuna geldi. Bu alçak aslından onu yüksek makama çıkardı. Yeryüzünü
içindeki tüm varlıklarla onun emrine verdi.
"Sonra ona yolu kolaylaştırmıştır."
Hayat yolunun veya hidayet yolunun imkanlarını
önüne serdi. Bünyesine yerleştirdiği özellikler ve yeteneklerle yaşamını
kolaylaştırdı. Hem hayat sürecini hem de hidayet yolunu önüne yaydı.
Yolculuk sona erene kadar. Her canlının ister
istemez ve çaresiz olarak gelip dayanacağı, varacağı sona yetişene kadar.
"Sonra onu öldürdü ve kabre koydurdu."
Demek ki onun en sondaki durumu, en baştaki
durumu gibidir. Dilediğinde onu hayata çıkaran ve dilediğinde hayatını sona
erdirenin elindedir her şey. İşte bu kudret eli onun son sığınağını
yeryüzünün bağrında hazırlamıştır. Bunun için bir ikram ve bir korumadır.
Çünkü onun kendi halinde çürümesini ve kırılıp un ufak olmasını yasa haline
getirmemiştir. Onun fıtratını ölüsünü saklamayı ve kabre koyma arzusunu
yerleştirmiştir. İşte bu da yüce Allah'ın ona yönelik planı ve takdirinin
bir parçası idi.
İnsan Allah'ın dilediği zaman gelip çatıncaya
kadar toprağın bağrında kalacaktır. Allah'ın emri gelince tekrar onu hayata
döndürecek ve yapmak istediğini yapacaktır.
"Sonra dilediği zaman onu yeniden diriltir."
Yani o başı boş bırakılmamıştır. Hesaba
çekilmede n yaptıklarının karşılığını almadan çekip gidecek te değildir. Bu
iş için hazırlandığını, bu yetenekte yaratıldığını görmüyor mu?
"Hayır insan hala Allah'ın kendisine
emrettiğini yapmadı."
İnsan bütün bireyleri ile bütün nesilleri ile
insan genel olarak hayatının son demine kadar Allah'ın emrini hakkıyla
yerine getiremeyecektir. İşte Lemma edatı ile cümlenin verdiği mesaj budur.
Hayır o kusurludur, eksiktir. Görevini hakkı ile yapmamıştır. Aslını ve
yetişmesini gerçek anlamda hatırlayıp üzerinde düşünmemiştir. Kendisini
yaratana doğru yolu gösterene, koruyana karşı hakkı ile şükür görevini
yerine getirmemiştir. Hesap ve ceza gününe hazırlık niteliğindeki bu dünya
üzerindeki göçü sona ermemiştir. İşte insan bütünü ile bundan ibarettir.
Buna rağmen çoğunluk yüz çevirip burun kıvırır. Doğru yola karşı üstünlük
kompleksine kapılır. Kendini ona muhtaç hissetmez!
Yeni bir bölümde surenin akışı başka bir
dokunuşa geçmektedir. Bu yeni dokunuş insanın yaradılışı ve yetişmesi
gerçeğidir. insan bu yolculuğu boyunca yemeğine, kendi yiyeceklerine ve
hayvanlarının yiyeceklerine bakmaz mı? Bunlar yüce yaratıcı olan Allah'ın
kendi hizmetine verdiği nimetlerden sadece bazılarıdır.
24- İnsan yiyeceğine bir
baksın.
25-O suyu döktükçe döktük.
26- Sonra toprağı güzelce
yardık.
27- Orada bitirdik, taneleri.
28- Üzümler, goncalar,
29- Zeytinler, hurmalar.
30- İri ve sık ağaçlı
bahçeler.
31- Meyveler ve çayırlar.
32- Sizin ve hayvanlarınızın
yararına.
İşte insanın yiyeceklerinin aşama aşama
detaylı hikayesi budur. insan İşte bu nimetlere baksın. Bunlarda kendisinin
herhangi bir fonksiyonu var mı? Onların düzenlenmesinde bir yetkisi,
bulunuyor mu? Kendisine hayatı kazandıran ve onu en güzel şekilde dile
getiren el, yiyeceklerini meydana getiren ve onları harika bir şekilde dile
getiren elin kendisidir.
İnsan yiyeceğine bir baksın. Bunlar insana en
yakın, yapışık, en vazgeçilmez nimetlerdir. Sürekli olarak gözleri önünde
tekrarlanan ve kolayca kendisine sunulan bu vazgeçilmez nimetlere insan bir
baksın. Hayret verici bir kolaylıkla meydana gelen bu nimetlerin meydana
geliş sürecine baksın. Zira bunların kolayca meydana gelmeleri onlardaki
Hayret verici gerçekliği unutturmaktadır. Halbuki bu da insanın yaradılışı
ve gelişip yetişmesi gibi bir mucizedir. Attığı her adım onu yaratan
kudretin elindedir.
"Biz suyu döktükçe döktük."
Suyun yağmur şeklinde dökülmesi hangi çevrede
yaşarsa yaşasın, hangi derecede bilgi deneyimi olursa olsun her insanın
bilip tanıdığı bir hakikattır. Bu bir gerçektir. Her insan onunla
muhataptır, onunla yüz yüzedir. insanlık bilimde ilerledikçe bu ayetin
anlamını daha geniş boyutlarda kavramakta ve eski dönemlerde bilinenin
ötesinde bilgiler elde etmektedir. Böylece her insanın gördüğü ve hergün
tekrarlanan bu yağmur hakkında insanın bilgisi derinleşmektedir.
Büyük okyanusların meydana gelişine ilişkin şu
anki teorilerin doğruya en yakını, bu okyanusların önce gökte üstümüzde
oluştukları, sonra yeryüzüne boşandıklarını söyleyen teoridir. Bugün ise
okyanuslardan buharlaşan su, yağmur şeklinde yere inmektédir.
Çağdaş bilginlerden biri bu konuda diyor ki;
"Eğer yer küresinin güneşten ayrıldığı sıradaki sıcaklığı on iki bin derece
civarında idi. Veya yeryüzünün sıcaklık derecesi bu kadardı şeklindeki görüş
doğru ise bu demektir ki orada tüm elementler özgür ve bağımsızdır. Bu
nedenle önemli kimyasal herhangi bir oluşumun meydana gelmesi mümkün
değildi. Yerküresi ya da onu oluşturan parçalar yavaş yavaş soğumaya
başlayınca oluşumlar meydana geldi ve tanıdığımız gibi dünyanın hücresi
oluştu, darlık oksijen ve hidrojenin birleşebilmesi için sıcaklık
derecesinin dört bin dereceye düşmesi gerekiyordu. Bu noktaya gelindiğinde
elementler birleştiler. Şimdi bildiğimiz su meydana geldi. Ve yerkürenin
semasını kuşattı. Bu sıradan olay gerçekten korkunç büyüklükte meydana
gelmiş olmalıdır. Bütün okyanuslar gökte bulunuyordu. Birbiriyle birleşmeyen
elementlerin tamamı havada gaz halinde bulunuyorlardı. Atmosferin dış
yüzeyinde oluştuktan sonra yere doğru inmeye başladı. Fakat ona ulaşması
henüz mümkün değildi. Zira sıcaklık derecesi binlerce mil uzaklıktaki
mesafeye oranla yere yaklaştıkça artıyordu. Doğal olarak suyun yeryüzüne
ulaştığı tufan zamanı geldi. Ulaşıp buhar şeklinde tekrar yükseliyordu.
Okyanusların havada olduğu sıralarda soğumanın ilerlemesi ile meydana gelen
taşmalar gerçekten her türlü tahminin üstünde beklenenin çok ilerisinde
meydana gelmiştir. Ve bu coşku patlamalarla birlikte devam edip gitmiştir:
Biz Kur'an ayetlerini bu teoriye bağlamasak ta
bu teori bizim bu ayetlere ve işaret edilen tarihe ilişkin düşüncelerimizin
sınırlarını genişletmektedir. Suyun bardaktan boşanırcasına dökülmesi
tarihine bir boyut kazandırmaktadır. Bu teori doğru da olabilir.
Yeryüzündeki suyun aslına ilişkin başka teoriler de söz konusu olabilir.
Fakat Kur'an'ın hükmü her çevrede ve her nesilde yetişen tüm insanlara
hükmedecek niteliğini her zaman korur.
İşte yiyeceğin ilk kıssası budur: "Biz suyu
döktükçe döktük." Hiç kimse herhangi bir şekilde bu suyu meydana getirdiğini
iddia edemez. Meydana geliş tarihinde veya onun yeryüzüne gönderilmesinde
etkisi olduğunu, fonksiyonu olduğunu söyleyemez. Yiyeceğin kıssası bu yolda
kendi yasasına göre sürüp gider. Müdahale kabul etmez.
"Sonra toprağı güzelce yardık."
Bu suyun dökülmesinden sonraki aşamadır. İşte
bu aşama kendi kudretinden başka bir kudretle, kendi planlamasından başka
bir planlama ile suyun gökten yere indiğini, yeri yardığını, toprağının
arasına sızdığını seyreden veya yaratıcısının kudreti ile yerin toprağını
yaran ve yeryüzünde havaya doğru yükselen bitkinin acizliğine ve cılızlığına
rağmen üzerindeki kat kat ağırlığı yararak çıktığını seyreden, idare eden
elin ona yeri yardıkça yardığını, yumuşak, nazik ve körpe olan filizlerin
toprağa hakim olmasını sağlayan rahmanın elini gören, her ilkel insana
bununla hitab edilmesi uygundur. Çünkü bu herkesin gözleri önünde meydana
gelen bir mucizedir. Tohumun topraktan çimlenip, filizlenmesini düşünen
herkes bu mucizeyi görür. Yumuşacık filizin içinde gizli olan gücün
bağımsızlığını, özgürlüğünü hisseder.
İnsanlık bilim alanında ilerlediğinde ise
Kur'an'ın bu hükmüne ilişkin düşüncesinde yeni yeni boyutlara erişebilir.
Yerin bitkiler için yarılması olayında bizim düşündüklerimizin çok
ilerisinde düşüncelere ulaşabilirler. Az önce değindiğimiz bilimsel teorinin
işaret ettiği korkunç taşmalar sebebi ile yeryüzünün kabuk kısmındaki
kayaların ufalanmaları bugünkü bilginlerin yeryüzünü kaplayan ve kabuğunu
oluşturan sert kayaların ufalanmalarına yardımcı olduğunu varsaydıkları
pekçok atmosferde etkili faktörleri zamanla yeryüzünde etkine elverişli bir
toprak tabakasını oluşturduğu ifade edilmektedir. İşte bu da suyun
döküldükçe dökülmesi tarihinde meydana getirdiği suyun yan etkilerinden
biridir ve bu Kur'an ayetlerinin değindiği birbirini izleyen olaylarla daha
çok uyum sağlamıştır.
İşte bu, ister şu, isterse bunlardan başka
birşey olsun, meydana gelen önceki iki ayetin işaret ettiği bu olay sürecin
üçüncü aşamasıdır. Bu aşama bütün çeşitleri ve türleri ile bitkilerdir.
Burada bu bitkilerin muhataba en yakınlarından insan ve hayvanin en güzel
ihtiyaçlarından bazıları zikredilmiştir.
"Orada taneler bitirdik." Bu bütün taneleri
kapsamaktadır. İnsanların herhangi bir şekilde yediği taneleri ve
hayvanların herhangi bir halde kendisiyle beslendikleri bütün taneleri ile
beslenmektedir.
"Üzümler, goncalar."
Üzüm herkesçe bilinen üzümdür. Sebzeler ise
taze ve yaş olarak yenen ve peşpeşe koparılan yeşil bitkilerdir.
"Zeytinler, hurmalar, iri ve sık ağaçlı
bahçeler, meyveler ve çayırlar."
Zeytin ve hurma her Arabın bildiği
meyvelerdir. Tüm bahçeleri kapsamaktadır. Bunlar meyve ağaçlarından oluşan
ve etrafı duvarlarla çevrilen bahçelerdir. Ayet-i kerimede geçen "gulben"
kelimesi gulebanın çoğuludur. Yani dalları birbirine girmiş büyük ve iri
ağaçlar. Meyve ise bahçelerin ürünüdür. Eb kavramı ise hakim kanaata göre
hayvanların yiyecekleridir. Hz. Ömer bu kelimenin anlamını sormuş, sonra bu
konuda kendi kendini kınamıştır. Nitekim Naziat suresinde bununla ilgili
hadisi aktarmıştık. Biz bu konuda başka birşey ilave etmiyoruz.
İşte yiyeceklerin hikayesi budur. Onların
hepsi insanı yaratan el tarafından yaratılmışlardır. Herhangi bir aşamada
insanlar üzerinde bir etkisi ve gücü olduğunu iddia edemez. Yere ektiği
tohumları ve taneleri o yaratmamış ve icad etmemiştir. Başta bunların
yaratılması insan düşüncesinin ve kavrayışının çok ötesindedir. Elinin
altındaki toprak aynıdır. Fakat taneler ve tohumlar çok çeşitlidir. Her biri
yanyana bakınan tarlalarda meyvesini vermektedir. Hepsi aynı su ile
sulanmaktadır. Fakat yaratıcı el bitkileri ve meyveleri çeşit çeşit ortaya
çıkarmaktadır. Küçücük tohumda kendisini meydana getiren ağacın tüm
özelliğini korumakta ve bunları doğurduğu yavrusuna aktarmaktadır. Bunların
hepsi insanlardan habersiz olarak meydana gelmektedir. İnsanlar onların
sırrını bilmez. işlerine müdahale edemez ve onların işlerinin
düzenlenmesinde insanlara danışılmaz.
İşte kudret elinin meydana getirdiği
yiyeceklerin hikayesi budur.
"Sizin ve hayvanlarınızın geçimi için."
Belli bir süreye kadar. Bu geçim süresi bir
gün sona erecektir. Yüce Allah bu sona erişi hayatı belirlediği günde
belirlemiştir. Bu yararlanma döneminden sonra başka bir şey meydana
gelecektir. insanlar onu gelmeden önce düşünmelidirler.
33- Kulakları sağır edercesine
yüksek o gürültü geldiği zaman.
34- İşte o gün kişi kaçar,
kardeşinden,
35- Anasından, babasından,
36- Eşinden ve oğullarından.
37- O gün herkesin başından
aşkın işi vardır.
38- Bazı yüzler o gün parıl
parıldır.
39- Güleç ve sevinçli.
40- Bazı yüzler o gün
tozlanmış.
41- Karanlıklar bürümüştür
onları.
42- İşte onlar hayasız pis
kafirlerdir.
İşte dünyadaki nimetlerin sonu budur ve uzun
takdire kapsamlı tedbire ve insanın yaratılmasında ve yetişmesinde atılan
her adıma ve her aşamaya en uygun düşen de budur. Bu sahnede surenin girişi
ile uyum sağlayan bir sonuç yer almaktadır. Nitekim girişte bir adam Allah
korkusu ile geliyordu. Bir adamda ihtiyaç hissetmiyor ve doğru yoldan yüz
çeviriyordu. İşte burada bu her iki adamın Allah'ın terazisindeki değeri
ortaya konmaktadır.
Ayet-i kerimede geçen "saahha" sözcüğü etkili
ve sert bir musiki tonuna sahiptir. insanın kulak zarını patlatırcasına bir
ağırlığı vardır. Ağızdan çıkıp kulağa ulaşıncaya kadar şiddetli bir gürültü
ile havayı yara yara yetişmektedir.
Bu sert ve rahatsız edici melodi ile peşinde
gelen sahneye zemin hazırlanmaktadır. Bu sahne kişinin kendisine en yakın
olan insanlardan bile kaçıp kurtulmaya çalıştığı sahnedir. "O gün kişi
kaçar; kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından".
Kopmayan bağlarla ve sağlam ilişkilerle bağlandığı insanlardan kaçar. Çünkü
bu kıyamet ve gürültü bütün bağları ezip geçmekte ve onları birden koparıp
atmaktadır.
Bu sahnedeki korku tamamen psikolojik bir
korkudur. İnsanı psikolojik olarak ürkütmekte ve onu kaynağından kopardıktan
sonra egemenliği altına almaktadır. Şimdi herkes ne hali varsa görmek
durumundadır. Herkesin işi başından aşkındır. Herkesin derdi kendisine
yeter. Herkes öyle bir uğraş vermektedir ki çaba ve gayretinin bir zerresini
dahi geride bırakmamaktadır. "O gün herkesin başından aşkın işi vardır."
Bu ifadelerin ardında gizli olan mesajlar ve
bunların arasına yerleştirilen sinyaller gerçekten derindir ve ezip
geçmektedir. İnsanın vicdanını ve duygularını meşgul eden bu üzüntü ve
kederi tasvir etmek için bu ifadeden daha özlü ve daha kapsamlı bir ifade
düşünülemez. "O gün herkesin kendine yeter derdi vardır."
O günde tüm insanların hali endişedir. Korku
içindedir herkes. Çünkü kıyamet gelmiştir artık. Sonra müminlerin durumları
ile Kafirlerin durumlarını tasvir etmektedir. Cenabı Allah kendi terazisi
ile onların değerini ve ağırlığını belirledikten sonraki hallerini
gözlerimizin önüne getirmektedir.
"Bazı yüzler o gün parıl parıldır; güleç,
sevinçli."
Bunlar, nurlanmış, aydınlanmış, sevinçli,
güleç Allah'a yönelmiş yüzlerdir. Rabblerine ümitlerini bağlamışlardır.
O'nun rızasını elde ettiklerini hissettiklerinden huzur içindedirler. Bunlar
korkunç gürültünün korkusundan ve endişesinden kurtulmuşlar. Bu nedenle
ferahlamış, benzi açılmış, güleç ve sevinç dolu hale gelmişlerdir. Veya
varacakları yeri öğrenmiş ve gidecekleri yer belli olmuş. Bu nedenle
akılları durduran korkudan sonra içleri açılmış ve sevinmişlerdir.
"Bazı yüzler o gün tozlanmış, karanlıklar
bürümüştür, onları. İşte onlar günaha batmış kafirlerdir."
Bunlara gelince bunların üzerini de üzüntü ve
hüsran tozları kaplamıştır. Zilletin ve büzülmenin karanlığı kendilerini
kapatmıştır. Çünkü önceden ne yaptığını bilmektedir ve kendisini bekleyen
cezanın ne olduğunu iyiden iyiye anlamıştır. "İşte onlar günaha batmış
kafirlerdir:' Yani Allah'a ve peygamberlerine inanmayanlardır. Onun
sınırları dışına çıkanlar, yasaklarını çiğneyenlerdir.
Onlar ile onların yüzleri her iki kesimin
gideceği yeri tasvir edip çizmektedir. Sözcükler ve ifadelerle tüm
özellikleri ve çehreleri gün yüzüne çıkarılmıştır. Kur'an ifadesinin gücü ve
ince dikkatli dokunuşları ile bu yüzler sanki somut hale getirilmiştir.
Böylece surenin başı ile sonu uyum içine
girmektedir. Giriş ölçü gerçeğini yerleştirmekte sonuç ölçünün neticesini
dikte etmektedir. Ve bu kısa sure onca büyük gerçekleri sahneleri ve
manzaraları vurguları ve mesajları ile özel bir kişiliğe ulaşmaktadır. Bütün
bu özellikleri ile sure bu güzel ince yapısıyla kendisine has kimliğini
kazanmaktadır.
|