46-Ahkaf
1- Ha, Mim.
2- Bu Kitab'ın
indirilişi aziz, hakim olan Allah katındandır.
3- Biz, gökleri,
yeri ve ikisinin arasında bulunanları, ancak gerçek üzere ve belirli bir
süre için yarattık; inkar edenler, uyarıldıkları şeylerden yüz
çevirmektedirler.
Surenin girişindeki ilk vurgu; onların kullandığı
arap harfleri ile o harflerin cinsinden insan sözü arasında benzeri
görülmemiş biçimde oluşan Kur'an arasındaki ilişki, bu görünüşün O'nun aziz,
hakim olan Allah tarafından indirildiğine tanıklık ettiği ve yanısıra da,
Allah'ın kendi katından indirilen kitab eliyle yapılan gözlemler ile
gözlerin görüp kalplerin okuduğu varlık kitabı arasındaki ilişkiye parmak
basıyor.
Her iki kitap da, haktır ve düzenlenip
oluşturulmanın sonucudurlar. İşte okunan kitabın "Aziz, hakim olan Allah
katından" indirilmesi kudret ve hikmetin göstergesi olup; göklerin, yerin ve
aralarındaki varlıkların yaratılışları ise; hak ve duyarla takdir ile
bürünmüş durumdadır: "Gökleri, yeri ve aralarındaki ancak hak" ve Allah'ın
yaratmadaki hikmetinin gerçekleşeceği ve yarattığına biçtiği ömrün
tamamlanacağı " Belirlenmiş bir süre ile yarattık...
Her iki kitap da açık olup, kulağa ve gözlere
sunulmuş durumdadırlar. Allah'ın kudretini söylüyor, hikmetine tanıklık
ediyor, düzenlemesi ve yazgısı çerçevesinde varlıklarını sürdürüyorlar.
Ayrıca evren kitabı okunan kitabın kendisi ve içerdiği uyarılarla
müjdelemelerin doğruluğuna delalet ediyor. Buna karşın "Kafirler
uyarıldıklarından yüz çeviriyorlar". İşte okunan ve gözlemlenen kitaplara
işaretle dikkat çekilmek istenen bu yadırganacak tutumdur!
İndirilen, okunan kitap, Allah'ın bir ve her şeyin
yaratıcısı, düzenleyicisi, yazgısını belirleyen olması dolayısıyla her şeyin
Rabbi olduğunu belirtirken; canlı varlık kitabı da bu gerçeğin aynısını
söylemektedir. İşte düzeni, varlığını sürdürmesi ve uyumluluğu hep birlikte;
bilgiye dayanarak yapan ve icad eden, düzenleyen, yazgı belirleyen
sanatkarın birliğine tanıklık etmekteler. Yapılan ve icad edilenlerin
tümündeki imza da aynı imzadır. Öyle ise nasıl oluyor da insanlar O'nun
dışında ilahlar ediniyorlar? O ilahlar ne yaratmış, ne icad etmiş? İşte bu
varlık, gözler ve kalplerde açık olarak varlığını sürdürmektedir.
4- Ey Muhammed! De
ki: "Allah'ı bırakıp taptığınız şeyleri gördünüz mü? Bana gösterin, onlar
yerden neyi yarattılar? Yoksa göklerin yaratılışında onların bir ortay mı
var? Eğer doğru iseniz bundan önce inmiş olan bir kitap, yahut bir bilgi
kalıntısını getirin."
Bu Allah'ın Rasulüne toplumun karşısına, göz
önündeki evren kitabının tanıklığını dayanak göstererek çıkması konusundaki
telkinidir. O kitap ki; düşmanlık ve salt karşı olmaya dayanır durumun
dışında, tartışma ve yanıltmaya şans tanımaz, insan fıtratına, aralarındaki
bastırılması veya yanıltılması zor, özgün gizli bir bağlantı aracılığı ile
seslenir.
"Bana gösterin onlar yerden neyi yarattılar?"
İnsan; taş, ağaç, cin, melek veya bu türden başka
tapınılanların dünya ve dünya üzerindeki varlıklardan bir şey yarattıklarını
asla ileri süremez. Çünkü fıtratın mantığı, realitenin mantığı olup; bu
türden herhangi bir iddianın hemen karşısına dikilmektedir.
"Yoksa göklerin yaratılışında onların bir ortağı mı
var?"
Yine insan, o ilahların göklerin yaratılışı ve
sahipliğinde de bir ortaklığı olduğunu ileri süremez. Zira göklere bir tek
bakış, yaratıcısının eşsizliğini hissettirir, birliğini sezinletir ve onu
sapıklıkları, temelsiz yanılgılarından arındırır. Çünkü bu Kur'an'ı indiren
Allah, varlığa bakışın insan kalbine etkisini çok iyi bilir. O burda onları;
düşünmeleri, kanıt edinmeleri ve kalbe doğrudan etkilerine eğilmeleri için
yöneltiyor varlık kitabına.
Sonra kimi ruhlarda görülen, onları dayanaksız şu
veya bu iddiada bulunmaya götüren sapıkların önüne set çekiyor.
Onlara yolu kapatarak iddialarına kanıt
getirmelerini isterken, aynı zamanda onlara doğru akıl yürütmenin metodunu
da öğretiyor. Görüş, yargı ve değerlendirmede uyulması gereken sağlıklı
yöntemi izlemeğe zorluyor onları:
"Eğer doğru iseniz, bundan önce inmiş olan bir
kitap, yahut bir bilgi kalıntısı getirin: '
Ya Allah katından gönderilmiş tahrife uğramamış
kitap, ya da önceki kuşaklardan aktarılarak gelen ve doğruluğu kesin olarak
bilinen bilgi kalıntısı. İddialara temel oluşturabilecek şeyler sadece
bunlar. Kur'an'dan önce indirilen kitapların durumu ise ortada; hepsi de,
yazgı koyan, düzen veren, örneksiz vareden yaratıcının birliğine tanıklık
etmekteler. İçlerinde, çok sayıda ilah olduğu hurafesini onaylayan ya da
göklerin yaratılmasında bir ortaklıkları olduğunu veya yerdekilerin bir
kısmını onların yarattığını söyleyen bir kitap yok! Ortada bu tutarsız
iddiaları doğrulayan kesin bir bilgi de yok.
Kur'an; kelimeleri az, ufku geniş, vurgusu güçlü ve
keskin kanıtlı bir tek ayette; onları, varlığın söz götürmez tanıklığı ile
karşı karşıya getirip dayanaksız iddia yolunu kapatarak onlara doğru
araştırma yöntemini öğretiyor.
Sonra Allah'tan başka şeyleri ilah edinmelerindeki
sapıklıklarını kınayarak onları; dünyada kendilerine karşılık veremiyen,
çağrılarını duymayan ve ahirette de düşman kesilip onlara kulluk ettiklerini
reddedecek olan bu ilahların gerçeği-ne objektif bir göz atmaya çağırıyor:
5- Allah'ı bırakıp
da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere yalvarandan daha
sapık kim olabilir? Oysa onlar, bunların yalvardıklarından habersizdirler.
6- İnsanlar kıyamet
günü toplatılınca, putları onlara düşman olurlar ve tapınmalarını inkar
ederler.
Peygamberimizin geldiği toplumun mensuplarının
kimileri; ya doğrudan ya da meleklerin sembolleri oldukları varsayımı ile
putları, kimileri ağaçları, kimileri de doğrudan melekleri veya şeytanı ilah
ediniyordu. Onların hepsi de, çağırana ya hiç veya yararlı bir karşılık
vermeyen şeylerdir. Ağaçlar taşlar hiç karşılık vermezler, melekler de
müşriklere karşılık vermez. Şeytanlar ise; vesvese verir sapıklığı
önerirler. Sonra; kıyamet günü insanlar Rabb'inin huzurunda
toplandıklarında, bu ilahlar tapanlarından uzaklaşacaklar. Şeytan dahil.
Nitekim başka bir surede bu gerçek şöyle açıklanıyor:
"Herkese ilişkin hüküm verilip iş işten geçtikten
sonra şeytan, cehennemliklere der ki. Hiç kuşkusuz Allah'ın size yönelik
vaadi doğru idi, ben ise size verdiğim sözü yerine getirmedim. Benim size
yönelik, somut bir yaptırım gücüm yoktu, sadece sizi yoluma çağırdım siz de
çağrıma uyuverdiniz'.. O halde beni suçlamayınız, kendinizi suçlayınız,
şimdi ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Aslında
vaktiyle beni Allah'a ortak Koşmanızı da onaylamış değildim. Hiç kuşkusuz
zalimler, acıklı bir azap çekeceklerdir." (İbrahim suresi, 22)
Allah'tan başka şeylerin ilah olduğu iddiasını
reddeden evrensel gerçeğin ardından onları, iddialarının gerçeği ile dünyada
ve ahirette vereceği sonuçla işte böyle yüzyüze getiriyor. Her iki durumda
da değişmez gerçek kendini gösteri-yor: Varlık kitabının dile getirdiği,
müşriklerin kendi çıkarlarının gerektirdiği ve dünya ile ahirette
ulaşacakları sonucun değerlendirilmesinin ortaya koyduğu Allah'ın birliği
gerçeği.
Kur'an'ın, kıyamet gününe kadar kendilerine cevap
vermeyecek ilahlara yal-varanların sapıklığını kınaması, Kur'an'ın indiği
dönemdeki toplumların tanıdığı tarihsel ilahlara yönelik ise de, nassın
delaleti ve boyutları bu tarihsel olgudan daha kapsamlı, daha geniştir.
Kendisine yalvarana cevap vermeyen, cevap verme yeteneğinden yoksunken,
hangi yer ve zamanda olursa olsun Allah'ın dışında birine yalvarandan daha
sapık kimdir? Herkes -kim olursa olsun- kendisine yal-varana cevap veremez.
Allah'ın dışında dilediğini yapan yoktur. Kuşku yoktur ki şirk eski
müşriklerin bildiği basit türleri ile sınırlı değildir. Sulta, makam ve mal
sahiplerini Allah'a ortak koşan nice müşrikler var ki, umutlarını onlara
bağlamış yalvarmaktalar. Oysa onların hepsi de, yalvaranlarına, gerçek bir
karşılık verme gücünden yoksundurlar. Dahası onlar kendilerine yarar veya
zarar verme gücüne sahip değiller. Dolayısıyla onların o üstün gördükleri
kişilere yalvarmaları şirktir. Onlardan hayır ummaları şirktir. Onlardan
korkmaları şirktir. Fakat bu, çoklarının bilincinde olmadan işledikleri
gizli şirktir.
MÜŞRİKLERİN İFTİRASI
Müşriklerin durumları ve şirk inancının
tutarsızlığının dile getirilmesinin ardından surenin akışı onların Allah'ın
Resulü ve onlara getirdiği gerçek konusundaki tutumlarını gündeme alarak,
Allah'ın birliği meselesini çözüme kavuşturduğu biçimde vahiy meselesini de
çözüme kavuşturuyor:
7- Ayetlerimiz
onlara açıkca okunduğu zaman inkar edenler kendilerine gelen gerçek için:
"Bu apaçık bir büyüdür" derler.
8- veya "Onu
Muhammed uydurdu"derler. De ki: "Eğer ben onu uydurduysam, beni Allah'a
karşı hiçbir şekilde savunamazsınız O Kur'an için yaptıklarınız
taşkınlıkları daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda şahid olarak Allah
yeter. O, bağışlayandır, merhamet edendir."
9- Ey Muhammed! De
ki: "Ben Peygamberlerin ilki değilim; benim ve sizin başınıza gelecekleri
bilmem; ben sadece bana vahyedilene uyuyorum. Ben sadece apaçık bir
uyarıcıyım."
10- De ki: "Hiç
düşündünüz mü: Eğer bu Kur'an Allah katından olduğu halde siz onu
tanımamışsanız; İsrailoğullarından bir şahid de bunun benzerini Tevrat'ta
görüp inandığı halde siz inanmaya tenezzül etmemişseniz durumunuz nice olur?
Şüphesiz Allah, zalim bir toplumu doğru yola iletmez."
11- İnkar edenler
inananlar için: "Eğer İslam iyi bir şey olsaydı, onlar ona uymada bizi
geçemezlerdi" derler. Onlar doğru yola girmedikleri için de "Bu, eski bir
uydurmadır" derler.
12- Kur'an'dan önce,
Musa'nın kitabı Tevrat, bir rahmet ve rehberdi. Bu Kur'an, zulmedenleri
uyarmak ve güzel davrananlara müjde olmak ütere arap diliyle indirilmiş,
kendinden öncekileri doğrulayan bir Kitab'dır.
Vahiy meselesine, onların vahye ilişkin dillerinde
sakız ettikleri sözlerinin değersizliği ve ona karşı tutumlarının
çirkinliğini belirterek başlıyor. Vahiyle gelenler, karışıklık, kapalılık ve
kuşku içermeyen "apaçık" ayetler, vahiy olayı da yine kuşku içermez `hak'
iken onlar, bu ayetlere: "Bu apaçık bir büyüdür" diyorlar. Oysa hakla büyü
birbirine ne kadar uzaktırlar. Bu iki unsur asla bir yerde kesişmezler ve
benzerlik içermezler.
Onların ne bir şüpheye ne de bir kanıtın delaletine
dayanmayan tekerlemeleri ve çirkin iddialarına başlangıçtan itibaren hücum
işte böyle başlıyor. Ardından geveleyip durdukları "Onu uydurdu"
tekerlemelerine geçiyor...
Görüldüğü gibi Kur'an onu, söylenmesi imkansız veya
uzak bir ihtimal imajı vererek haber kipinde değil de soru kipinde veriyor:
"Yoksa onu uydurdu mu diyorlar?"
Demek büyüklenme onları, bu akla hayale sığmaz
tekerlemeyi söylemeye götürüyor ha!
Peygamberimize onlara Rabbi, görevi ve tüm bu
varlıktaki güç ve değerlerin gerçeğine ilişkin bilincinden kaynaklanan
peygamberlik edebine yaraşır biçimde cevap vermesini telkin ediyor:
"De ki: `Eğer ben onu uydurduysam, beni Allah'a
karşı hiçbir şekilde savunamazsınız; O Kur'an için yaptığınız taşkınlıkları
daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda şahid olarak Allah yeter. O,
bağışlayandır, merhamet edendir."
Onlara de ki: Onu nasıl, kimin hesabına ne amaçla
uydurmuş olabilirim? Bana inanasınız ve bana bağlanasınız diye mi
uyduracağım onu? Fakat, eğer ben onu uydurursam, Allah'tan gelecek cezaya
karşı sizin bana hiçbir faydanız olmaz ve O beni onu uydurmama karşılık
yakalayıverir. O beni, iftirama karşılık cezalandırdığı durumda; beni
korumak ve bana yardım etmekten aciz olduğunuza göre, benimle birlikte olup
bana uymanız, bana ne yarar sağlar?!
Bu; ne yapacağını Rabb'inden öğrenen, varlıkta
O'ndan başkasını görmeyen, O'ndan başka güç tanımayan bir peygambere yakışır
cevap olmasının yanında mantıklıdır da. Üzerinde düşünenler onu
kavrayabileceklerdir. Eğer bu konuda akıllarını hakem edinseler onlara bu
cevabı verecektir. Sonra onları yaptıkları ile birlikte Allah'a havale
ediyor: "O, Kur'an için yaptığınız taşkınlıkları daha iyi bilir." Allah
onlara yaptıklarına göre karşılık verecektir. "Benimle sizin aranızda şahid
olarak Allah yeter." Tânıklık eder, yargılar. O'nun tanıklığı ve yargılaması
konumu gereği tek başına yeterlidir. "O, bağışlayandır, merhamet edendir."
O'nun size acıması rahmetiyle doğru yolu göstermesi, iman ve hidayetten
önceki günahlarınızı bağışlaması umulur.
Uyarı, korkutma ve özendirme içeren bir cevap.
Kalbin duyarlığına, tüm kaçamak yollarını tutarak dokunduğundan dinleyenler,
meselenin; müşriklerin ciddiyetsiz tekerlemeleri ve gülünç iddialarından
beri olduğunu ve davetçinin iç dünyasında hissettiklerinden daha büyük ve
derin olduğunu anlıyorlar.
Onlarla meselenin -vahiy meselesinin- irdelenmesini
gözlemlenen olayları başka bir açıdan sürdürüyor. Vahiy ve peygamberliğin
neyini yadırgıyorlar da büyü veya uydurma ithamında bulunuyorlar aceleyle?
Oysa durum ne yabancılık ne de acayiplik içermemektedir:
"De ki: `Ben peygamberlerin ilki değilim. Benim ve
sizin başına gelecekleri bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyuyorum;
sadece apaçık bir uyarıcıyım."
Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- ilk
peygamber değildir. O'ndan önce peygamberler geçmiş olup durumu onların
durumu gibidir. Dolayısıyla peygamberlerin ilki değildir. O, Allah'ın
peygamberliğe layık gördüğünü bilip kendisine vahiy indirdiği bir insan
olarak kendisine emredileni insanlara duyurmaktadır. İşte peygamberliğin özü
ve yapısı budur. Peygamber kalbi, bağlantı kurduktan sonra Rabb'ine kanıt
sormaz, kendisi için ayrıcalık istemez. Sadece yolunda yürür, kendisine
gelen vahiy doğrultusunda Rabb'inin mesajını insanlara iletir: "Benim ve
sizin başınıza gelecekleri bilmem. Ben sadece bana vahyedilenlere uyuyorum."
O peygamberlik yolunda; gaybi bildiği veya yaşadığı toplumu müjdelediği
Allah'ın mesajının durumunun iç yüzünü bildiği için yürüyor değil, Rabb'ine
güven, iradesine teslimiyet ve direktifine boyun eğerek, işaret ve direktife
göre hareket etmekte ve adımlarını Allah'ın sevkettiği yere koymakta-dır.
Önündeki gayb bilinmez olup sırrı Rabb'inin katındadır. O, örtünün
arkasındaki sırrı öğrenmeğe çalışmamaktadır. Çünkü içi rahattır. Yine
Rabb'ine olan edebi de kendisine açılmayan şeyi öğrenmeye çalışmasını
meneder. Kısaca O, kendi ve görevinin sınırları içinde durur: "Ben sadece
apaçık bir uyarıcıyım"
Bu aynı zamanda, Resulullah'ı örnek alarak Allah'a
çağrı yoluna koyulanların da tutumu olup mü'minlerin iç rahatlığını ifade
eder. Onların bu tutumları, davetin ne sonuç vereceğini veya geleceği
bildikleri yahut davetten az ya da çok bir şeye sahip olduklarından
kaynaklanıyor değil. Sadece görevlisi olduğu için çalışıyorlar o kadar.
Onlar Rabb'lerinden kanıt isteğinde de bulunmazlar kanıtları kalplerindedir.
Kendileri için ayrıcalık da istemezler, ayrıcalıkları Allah'ın kendilerini
seçmiş olmasıdır sadece. Allah'ın yol boyunca adımlarını atacakları yerleri
belirleyerek çizdiği duyarlı çizginin dışına taşmazlar. Sonra onları hemen
yakınlarındaki bir tanıkla yüzyüze getiriyor; onun tanıklığının önemi var.
Çünkü o vahyin yapısını bilen ehl-i kitaptandır:
"De ki: `Hiç düşündünüz mü: Eğer bu Kur'an Allah
katından olduğu halde siz onu tanımamışsanız; İsrailoğullarından bir şahid
de bunun benzerini Tevrat'ta görüp inandığı halde siz inanmaya tenezzül
etmemişseniz, durumunuz nice olur? Şüphesiz Allah, zalim bir toplumu doğru
yola iletmez."
Ayette dile getirilen, özel bir olayın doğrudan
ifadesi olabileceği gibi; İsrailoğullarından bir veya daha çok kişinin,
Tevrat'ın yapısına ilişkin bilgisi sayesinde, Kur'an'ın yapısının Allah
katından indirilen kitapların yapısıyla aynı olduğunu anlayarak iman
etmelerinin ifadesi de olabilir. Ayetin Abdullah b. Selâm hakkında indiğine
ilişkin rivayetler gelmiştir. Fakat bu sure Mekke'de inmiş, Abdullah b.
Selâm ise Medine döneminde müslüman olmuştur. Sadece bu ayetin Medine'de ve
Abdullah b. Selâm'a ilişkin olarak indiğini teyid etmek için bu ayetin
Medine'de indiğini söyleyen rivayetler olduğu gibi, bu ayetin de Mekke'de
indiği ve Abdullah'a ilişkin olarak inmediğini söyleyen rivayetler de
vardır.
Mekke'deki başka bir olaya ilişkin de olabilir. Az
sayıda olmakla birlikte Mekke döneminde de ehl-i kitaptan bazıları müslüman
olmuştur. Ümmi müşriklerin yaşadığı bir ortamda ehl-i kitaptan bazılarının
iman etmeleri müşriklerin yanında kıymet ifade ediyordu. Kur'an birkaç yerde
bu durumu ön plana çıkararak; bir bilgi, yol gösteren veya aydınlatıcı bir
kitaba dayanmaksızın peygamberi ve getirdiğini yalanlayan müşriklerin
karşısına çıkmaktadır.
Tartışmada "De ki: `Hiç düşündünüz mü: Eğer bu
Kur'an Allah katındansa..." türü bir yöntemin uygulanması, Mekke toplumunun
psikolojisine egemen olan inat ve yanlışta ısrarın sarsılması, içlerine
korku salınması ve yalanlama yönünde ilerlemelerine engel olunmasına
yöneliktir. Onların durumu, şöyle bir değerlendirmeye götürülmeye
çalışılıyor: Madem bu Kur'an'ın Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
söylediği gibi gerçekten Allah katından olma ihtimali olup; doğru çıktığında
ise onlar için sonuç korkunç olacaktır. Öyle ise onlar için en akla yatkın
tutum; tüm uyarıların başlarına gelme olasılığını içeren bu varsayıma karşı
ihtiyatlı olmaktır. Bu durumda da ihtiyatlılığın gereği, korkunç sonuçla
yüzyüze gelmeden önce, yalanlamada acele etmeyip çekingenlik ve tedbirlilik
içinde durumu değerlendirmeleri olacaktır. Özellikle de, bu ihtimale; ehl-i
kitaptan bir veya daha çok kişinin Kur'an'ın yapısının kendinden önceki
kitapların yapısında olduğuna tanıklık etmesi ve imandan zevk alma eklendiği
durumda. Buna karşın bakıyoruz ki, Kur'an'ın kendilerinden biri aracılığı ve
dilleriyle geldiği toplum büyükleniyor; gerçekleri görmezlikten geliyor. Bu
tutum; Allah tarafından cezalandırılmayı ve yapılanların boşa çıkarılmasını
hakeden, açık bir zulüm ve hoyrat bir şaşkınlık olan gerçeğin çiğnenmesidir:
"Şüphesiz Allah, zalim bir toplumu doğru yola iletmez."
Kur'an insan kalbinin; kuşkuları, sapıklıkları ve
hastalıklarına karşılık vermek için çeşitli yollar ve üsluplarla kaçamak
yolları kapatarak her türlü yöntemle tedaviye alıyor. Davet ve bu dine
çağıranların azığı Kur'an'ın bu çeşitli yöntemlerindedir. Kur'an Allah
katından olmasına karşın, değindiğimiz amaca yönelik olarak konuyu doğrudan
verme yöntemini değil de kuşkuya düşürme yöntemini kullanmaktadır. Kimi
durumlarda ikna yöntemlerinden biridir bu.
Sonra, müşriklerin Kur'an ve bu dine ilişkin
temelsiz tekerlemelerinin sunuşu konusunda ilerleyerek, onların bu dini
yalanlayıp yüz çevirmelerine dayanak olarak ileri sürdükleri özürlerini ele
alıyor, mü'minleri küçümseyen kendilerini beğenmişlerin özürleri:
"İnkar edenler inananlar için `Eğer islam iyi bir
şey olsaydı, ona uymada bizi geçemezlerdi' derler. Onlar doğru yola
girmedikleri için de `Bu, eski bir uydurmadır' derler."
Başlangıçta islamın çağrısına yoksul ve kölelerden
oluşan bir grup icabet ederek öncü konumunu aldı. Bu durum, kibirlilerin
önde gelenlerinin gözünde islamın kusurluluğundan kaynaklanıyordu. Duruma
kendilerince şöyle açıklık getiriyorlardı: Eğer bu din hayırlı olsaydı,
bunlar onu bizden iyi anlayamaz ve ona uymada bizden erken davranamazlardı.
Toplum içindeki konumumuz, kavrayışımızın güçlülüğü ve değerlendirme
yeteneğimizin üstünlüğü gereği hayrı biz onlardan daha iyi anlarız!..
Oysa işin asli öyle değil. Onları islamın çağrısına
uymaktan alıkoyan, ondan kuşkulanmaları veya dayandığı gerçeklerin içerdiği
hayrı anlamamaları değil; Hz. Muhammed'e boyun eğerek sosyal konum ve
ekonomik çıkarlarını yitir-meyi kendilerine yedirememeleri ve babaları,
ataları ve üzerinde bulundukları inanç sistemi sayesinde şerefli oldukları
boş kuruntusuydu. İslam a koşarak gelip öncü konumunu alanların psikolojik
yapısında ise; toplumun ileri gelenlerini islama gelmekten alıkoyan bu
engellerin hiç biri bulunmuyordu.
Temel neden kuşkusuz psikolojik eğilimler. Onların
etkisinde kalıp büyüklük kuruntusuna kapılan insanlara; Hakka boyun eğme,
fıtratın sesine kulak verme ve kanıta teslim olma ağır geliyor. Onlara hak
ve ehline karşı, inatçı tutum takınma, mazeret uydurma, tutarsız iddialar
ileri sürme ve onlardan yüz çevirmeyi dikte ettiren o psikolojik
eğilimlerdir. Onlar bu dikte ettirilenleri benimsedikten sonra, hiç bir
biçimde kendilerinin batıl yolda olabileceklerini kabul etmiyor, kendilerini
hayatın ekseni kılıp onun çevresinde dönüyor ve hayatın da onun çevresinde
dönmesini istiyorlar:
"Onlar doğru yola girmedikleri için de `Bu, eski bir
uydurmadır' derler."
Başka türlü düşünmek mümkün mü?(!) Onlar onunla
doğru yolu bulamadıkları ve ona baş eğemediklerine göre, mutlaka Hakk'ın bir
kusuru olmalı. Çünkü onların hata etmeleri düşünülecek şey değildir. Onlar
kendi nazarları veya topluma lanse etmek istedikleri durumları açısından;
kutsal, masum ve hatasızdırlar(!)..
Vahiy ve peygamberlik meselesine ilişkin olan bu
geziyi, İsrailoğullarından bir tanığın tanıklığında da yaptığı gibi Hz.
Musa'nın -selâm üzerine olsun- kitabına işaretle bitiriyor:
"Kur'an'dan önce, Musa'nın kitabı, Tevrat, bir
rahmet ve rehberdi. Bu Kur'an zulmedenleri uyarmak ve güzel davrananlara
müjde olmak üzere Arap diliyle indirilmiş, kendisinden öncekileri doğrulayan
bir Kitab'dır."
Kur'an, kendisi ile kendisinden önceki kitaplarla
özellikle de Musa'nın kitabi arasındaki bağlantıya işareti tekrarlayıp
durur. Bilindiği gibi İsa'nın kitabı İncil, Tevrat'ın tamamlayıcısı ve
uzantısıdır. Şeriat ve akidenin kaynağı Tevrat'tır. Burda da Musa'nın
kitabına `imam' adını vermekte ve O'nu rahmetle nitelemektedir. Esasen
gökten inen mesajların tümü; rahmetin tüm anlamlarını kapsamak üzere hem bu
hayatta hem de öbür hayatta dünya ve dünyada bulunanlara rahmettirler. "Bu
da kendinden öncekileri doğrulayan Arap dilinde bir kitaptır..." Tüm
dinlerin dayandığı ilk temeli, yöneldikleri ilahi yolu ve Rabb'ine ulaşmak
için insanlığın yöneldiği yüce yönelişi doğrulayan bir saygın kitap.
Gelen vahyin Arapça olmasının belirtilmesi,
Araplara; bu risalet için kendilerinin, bu eşsiz Kur'an için dillerinin
seçilmiş olmasının ortaya koyduğu, Allah'ın onlara bağışladığı nimeti,
gözetip kollaması ve önem vermesini hatırlatmak içindir.
Ardından peygamberliğin yapısı ve görevinin
açıklanmasına geçiyor:
"Zulmedenleri uyarmak, güzel davrananlara müjde
olmak üzere"
Bu ilk turun sonunda onlara, güzel davrananların
görecekleri karşılığı tasvir ediyor, Kur'an'ın onlara; yalnız Allah'ın
Rabb'lığının itirafı, bu inanç ve gerektirdikleri doğrultusunda hareket etme
şartı ile getirdiği müjdenin içeriğini açıklıyor
13- Doğrusu,
"Rabbimiz Allah'tır" deyip, sonra da dosdoğru gidenlere korku yoktur, onlar
üzülmeyeceklerdir.
14- İşte onlar
cennetliklerdir; yaptıklarına karşılık olarak, içinde temelli kalacaklardır.
"Rabbimiz Allah'tır" sözü, dille söylenip geçilecek
bir kelime değil; dahası, insanın iç dünyasında kalan salt bir inanç da
değil. O eksiksiz bir hayat düsturu olup, hayattaki tüm girişim ve
yönelimleri, hareket ve heyecanları kapsar. Düşünce, bilinç, insanlar,
nesneler, eylemler, olaylar ve bu varlığın tüm öğeleri arasındaki bağlantı
ve ilişkilere bir ölçü koyar.
"Rabbimiz Allah'tır": Kulluk O'na, yönelim O'nadır,
yalnız O'ndan korkulur ve yalnız O'na dayanılır.
"Rabbimiz Allah'tır": O'nun dışında ne bir kimseye
ne de herhangi bir şeye hiçbir şekilde hesap verilmez. O'nun dışında
kimseden korkulmaz, bir yararlılık da umulmaz.
"Rabbimiz Allah'tır": Her girişim, her düşünce, her
değerlendirme O'na yönelik olup, rızası gözetilir.
"Rabbimiz Allah'tır": O'ndan başkasının hakimliğine
başvurulmaz. O'nun şeriatından başkasına egemenlik tanınmaz. O'nun yol
göstermesinden başka şeyle doğru yol bulunmaz.
"Rabbimiz Allah'tır": Varlığın içerdiği canlı cansız
bütün varlıklar bizimle bağlantılıdır. Allah'la olan bağlantımız üzerinde
onlarla kesişiriz.
İşte bu açılardan "Rabbimiz Allah'tır", dilin
telaffuz ettiği bir kelime veya hayatın gerçeklerinden uzak edilgen bir
inanç sistemi değil, eksiksiz bir hayat programıdır.
"Sonra dosdoğru gidenler." Bu da diğer önemli bir
mesele. Rabbimiz Allah'tır düsturunun benimsenmesini izleyen tutumun düstura
uyarlanması ve gereklerini yerine getirilmesi konusunda direnilmesi aşaması
kısaca şöyle özetlenebilir: Psikolojinin dengeye oturması; kalbin dinginliğe
ermesi; duygu ve heyecanların kararlılık kazanarak çok çeşitli ve etkin olan
iç dürtülerle dış dünyadaki cazibeli şeylerin etkisiyle sallantı, sarsıntı
ve kuşkuya düşmemeleri. Yolun kayganlıklar, dikenler ve engeller içermesi ve
şurdan burdan sapıklığa çağıran özellikte olmasına karşın amel ve
davranışların seçilmiş düstur çerçevesinde yürütülmesi.
Dolayısıyla "Rabbimiz Allah'tır" bir düstur,
öğrenilip seçildikten sonra ona göre hareket etme ikinci aşamadır. Allah'ın
kendilerine doğru olma ve bilgi nasib ettikleri, seçilmiş kişilerdir. Ayetin
"Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir" ifadesiyle değindiği
kimseler onlardır. Sistem hedefe götürür ve ona göre hareket etme de hedefe
ulaşmanın güvencesi iken, korku üzüntü niçin olsun?
İşte "Onlar cennetliklerdir, yaptıklarına karşılık
olarak içinde temelli kalacaklardır."
"Yaptıkları" kelimesi; "Rabbimiz Allah'tır" düsturu
ile hayatta ona göre hareket etmenin anlamına açıklık getiriyor. O, ortada
karşılığı cennette temelli kalış olan bir amelin varlığına işaret ediyor ki
o da; "Rabbimiz Allah'tır" düsturu çizgisinde gevşemeksizin çalışmanın
vücuda getirdiği ameldir.
Bu noktada, bu dindeki inanca ilişkin kelimelerin,
dille söylenen soyut lafızlar olmadığı bilincine eriyoruz. İşte `Lâ ilâhe
illallah'la yapılan şahitlik, bir söz olmayıp bir düsturdur. Eğer salt bir
söz olarak kalmış olsa, islamın müslüman olmak için istenilen sayılı
esasları arasında yer almazdı.
Yine bu noktada; günümüzde milyonların söyleyip de
dudaklarından öteye geçmeyen, hayatlarında herhangi bir etkisi görülmeyen
tanıklığın gerçek değerini de kavrıyoruz. Onlar putçuluk benzeri cahili bir
hayat düsturu çerçevesinde yaşıyorlar, fakat bir de bakıyorsunuz ki bu tür
sözleri döktürüyor boş dudakları!
Kuşku yok ki; `Lâ ilâhe illallah' veya `Rabbimiz
Allah'tır' bir hayat düsturudurlar. Vicdan ve ruhların, bu tür sözlerin
işaret ettiği eksiksiz hayat programının arayışına girmeleri için onlarda
önce bunların yer etmesi gerekir.
Bu bölüm, düzelmesi, sapması; düzeldiği ve saptığı
durumlarda karşılaştığı sonuçlar konusunda fıtratı izliyor. Çocuklara ana
babaya iyi davranmaları tavsiyesi ile başlıyor. Bu konuya ilişkin tavsiyeler
Kur'an'da genellikle ya Allah inancına ilişkin sözleri izliyor veya onunla
birlikte yer alıyor. Nedeni, güç ve önem açısından babalık oğulluk bağının,
iman bağından sonra en öncelikli ve gözetilip üstün tutulmaya en layık bağ
olması. Bu birliktelik iki işareti içerir: Biri yukarıda söylediğimiz.
Diğeri: İman bağı ilk ve öncelikli bağ olup, en güçlü durumu gözönüne
alındığında da kan bağının onun ardından geldiği.
Bu bölümde insan tutumuna iki örnek yer alıyor:
Birinci örnekte, iman bağı ile ana baba bağı; hidayete erdiren ve Allah'a
ulaştıran doğru yolda kesişirler. İkincisinde soy bağı karşılaşmamak üzere
iman bağından ayrılır. Birinci örnekte görülenin varacağı yer cennet, nasibi
müjdelenmektir. İkincidekinin varacağı yer ateş, azabı haketmektir. İkinci
örnektekinin varacağı yer ve azabı haketmesine bağlı olarak; kıyamet
sahnelerinden bir sahnede, yoldan çıkma ve büyüklenmenin cezalandırılmasını
canlandıran azabın görünümünü de veriyor.
15- Biz insana, ana
babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve
zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürdü. Nihayet
insan güçlü çağına erip kırk yaşına varınca: "Ya Rabbi, dedi, beni, bana ve
anama, babama verdiğin nimete şükretmeye razı olacağın yararlı işler yapmaya
sevk eyle. Benim içinde zürriyetim içinde iyiliği devam ettir. Ben sana
döndüm ve elbette ki ben müslümanlar-danım."
O, insan olmanın ötesinde başka herhangi bir nitelik
aranmaksızın, insan cinsinin tümüne yönelik, insanlık temeli üzerine oturan
bir tavsiye. O hiçbir kayd ve şarta bağlamadan iyilik etmeyi öngören bir
tavsiyedir. Başka bir niteliğe gerek olmaksızın salt annelik niteliği,
kendisi bu iyiliği gerektirir. Bu o insanın yaratıcısından gelen tavsiye
olup belki de sadece bu türe özgüdür. Nitekim; kuşlar veya hayvanlar ya da
böcekler, haşereler dünyasında küçüklerin, büyüklerini koruyup gözetmekle
yükümlü olduğu bilinmiyor. Gözlemlenen hayvanların, kimi türlerde bu
yaratıkların fıtratının büyüklere küçükleri gözetip korumayı yüklemesinden
ibarettir. Dolayısı ile bu tavsiyenin insan cinsine özgü olması muhtemeldir.
.
Kur'an-ı Kerim ve Peygamberimizin hadislerinde ana
babaya iyilik emretme çokca yinelenir. Ana babaya çocuklara iyi davranmaları
konusundaki tavsiyeler i e; özel durumlarla sınırlı olmak üzere pek nadir
görülür. Çünkü fıtrat, ana babanın bir özendiriciye gerek olmaksızın özden
kaynaklanan yapısal bir güdü ile çocukları koruyup gözetmelerini tek başına
güvenceye alır. Onlar bu koruyuculuk görevini; sıkıntı çekmelerini geçin,
çoğunlukla ölüm sınırına ulaşan ilginç mükemmel soylu bir özveri ile
ikilemeden, karşılık beklemeksizin hatta teşekkür bile ummaksızın yerine
getirirler. Doğmakta olan kuşak ise; arkada kalanlar ve tüm varlığını kurban
edip yokolmaya yüz tutmuş olan kuşakla pek az ilgilenir. Çünkü o, ileriye
itici rolü gereği varını yoğunu kurban ederek gözetip koruyacağı kendisinden
oluşacak bir kuşak istediğindedir! Hayat sürecinin karakteri budur!
İslam aileyi; yapısının ilk kerpici, yeni yavruların
adım adım gelişip büyüdükleri ve yapıları gereği beklentisi içinde oldukları
sevgi, yardımlaşma, birlikte yaşama ve yapıcılık mefhumlarıyla
karşılaştıkları yuva olarak görür. Aile yuvasından mahrum kalan çocuk -aile
kapsamı dışında eğitim ve rahat etme olanakları ne derece sağlanırsa
sağlansın- birçok yönden anormal olarak büyür. Aile yuvasının dışında hangi
yuvada olursa olsun ilk kaybettiği de sevgi hissidir. Nitekim çocuğun
fıtratı gereği, ömrünün ilk iki yılında annesine yalnız başına kendisi sahip
olmak istediği kanıtlanmıştır. Onu başkasıyla paylaşmaya katlanama-maktadır.
Çocuk yuvalarında bunun sağlanması mümkün değildir. Çünkü bir çocuk bakıcısı
çok sayıda çocuğun bakımını yürüttüğünden, çocuklar çok çocuk bakıcı
karşısında birbirlerine kinlenmekte kalplerine kin tohumları ekilmektedir.
Dolayısıyla sevgi tohumu hiçbir zaman gelişememektedir. Ayrıca çocukta
sarsılmaz kişilik oluşması için, hayatının bir bölümünde kendisini kontrol
edecek değişmez bir yöneticiye ihtiyaç duyar. Bu ortam da doğal olarak aile
yuvasının dışında sağlanamaz. Çocuk. yuvaları, çocuk bakıcılarının nöbetleşe
değişmeleri zorunluluğundan ötürü değişmez yönetici sağlayamıyorlar. Bunun
sonucu da çocukların kişilikleri sağlıksız gelişiyor, sarsılmaz kişilik
oluşumu imkanından mahrum kalıyorlar. Çocuk yuvalarındaki deneyimler;
islamın sağlam fıtrat temeli üzerine oturtmayı hedeflediği, tutarlı toplum
yapısında ailenin ilk tuğla olarak görülmesinin üstün hikmetini günbe gün
ortaya çıkarmaktadırlar.
Kur'an burada, analığın gerçekleştirdiği karşılık
beklemeyen saygın soylu özveriyi tasvir ediyor. Öyle ki; çocuklar Allah'ın
ana babaya ilişkin tavsiyesi konusunda ne ölçüde özen gösterirlerse
göstersinler hiçbir şekilde onun karşılığım ödeyemeyeceklerdir:
"Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu.
Taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürdü."
Kelimelerin dizimi ve verdiği ses neredeyse; zorluk
çekme, emek harcama, zayıflık ve yorgunluğu somutlaştırmaktadır: "Anası onu
zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu." Sanki, ağır bir yük yüklenmiş,
zorlukla nefes alıp veren, nefes alıp vermeden ötürü dili dışarıya sarkmış
gamlı bir çilekeşin ahları ile karşı karşıyayız! Başka değil, özellikle son
günleri olmak üzere hamilelik, doğum ve doğum sancılarının görüntüsünün ta
kendisi!
Döl bilimi ilerliyor. Hamileliğin içerdiği özveriye
ilişkin verdiği bilgilere baktığımızda olayın insanı etkin biçimde
duygulandırıcı görünümü ile karşılaşıyoruz. Yumurta sperme ile birleşir
birleşmez, yeteneği ile donatılmış olarak çeperine tutunmak için döl
yatağına koşuyor. Yapıştığı döl yatağının çeperini yiyerek deliyor, hemen o
noktaya anne kanı akın ediyor. Öyle ki; bu döllenmiş yumurta, sürekli
besleyici anne kanı bolluğu içinde yüzüyor ve canlanıp gelişmek için onu
emiyor. O sürekli döl yatağı çeperini yemekte, hayat suyunu emmektedir.
Zavallı anne ise; temiz besleyici olarak bu yeme hırslısı, doymaz, obur
yumurtaya sunmak için yer içer sindirir ve özümler. Ceninin kemik oluşumu
döneminde, anne kanından kireç alımının artmasından ötürü anne kireç
açısından zayıflar. Çünkü o, bu küçüğün kemiklerinin oluşması için
kemiklerinin eriğini vermektedir. Bütün bu söylediklerimiz
söylenebileceklerin yanında az kalır.
Sonra doğum. O, zor ve yıpratıcı bir iş, fakat
yolaçtığı korkunç ızdırapların tümü de ne fıtratın önüne geçebiliyor ne de
anneye meyvenin çekiciliğini unutturabiliyor. Cazibesi unutulmayan meyve,
fıtratın emrine uyma ve hayata yaşayan gelişen bir fidan vermeden ibarettir.
Bu arada kendisi solup ölürken!
Sonra annenin süt içinde kemiğinin etinin öz soyunu
sunduğu emzirme ve gönlünün sinirlerinin enerjisini sarfettiği koruyup
gözetme. Bununla birlikte o ferah mesut olup merhamet ve sevgi doludur. Ne
usanır ne de bu çocuğun verdiği zorluğu kötü görür. Yaptıklarına karşılık
olmak üzere en büyük arzusu onu sağlıklı ve gelişir görmektir. Onun
beklediği biricik sevgili karşılık işte budur!
İnsan bu özveriye karşılık verme ölçüsüne nasıl
ulaşacak? Ne yaparsa yapsın, onun yapacağı azın azı olmanın ötesine
geçemeyecektir.
Resulullah, -salât ve selâm üzerine olsun- annesini
omuzunda taşıyarak tavaf ettiren biri gelip Hakkını ödedim mi?" diye
sorduğunda; "Hayır bir nefes soluğun hakkını bile ödeyemedin" (Hafız Ebu
Bekr El-Bezzaz, Bureyde'den ve babasından bu hadisi rivayet eder.)
karşılığını verdiğinde ne kadar doğru söylemiş.
ANA-BABAYA SAYGI
Ana babaya iyi davranmanın emredilip, annenin ortaya
koyduğu soylu özveride görülen özelliklerle vicdanların uyarıldığı bu
bölümden, fıtratın dengelendiği ve kalbin doğru yolu bulduğu olgunlaşma
aşamasına geçiyor:
"Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına
varınca: `Ya Rabb'i dedi; beni, bana ve ana babama verdiğin nimete
şükretmeğe, razı olacağın yararlı işler yapmağa sevkeyle Benim için
zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm ve elbette ki ben
müslümanlardanım".
Güçlü çağına erme otuzla kırk yaşlar arasında
gerçekleşir. Kırk yaş olgunlaşmanın son sınırıdır. Ona ulaşıldığında tüm
güçler tamamlanır; insan olgunluk ve dinginlik içinde ölçüp biçme ve
düşünmeye hazır duruma gelir. Doğru yoldaki sağlam fıtrat bu yaşta, hayatın
ötelerine, hayattan sonrası ve dönüp varacağı yeri araştırmaya yönelir.
Kur'an burada, ömrün arkasını dönüp giden yarısı ile
başlamak üzere olan diğer yarasının ayrım noktasında bulunan, Allah'a
yönelmiş doğru yolda olan nefsin içinden geçen duyguları tasvir ediyor:
"Ya Rabb'i beni, bana ve anama, babama verdiğin
nimete şükretmeye sevk eyle."
Rabb'inin nimetini algılayan, o ve önceden de ana
babasının nasiblenmesi dolayısı ile eski vefalısı olan bu nimeti büyük görüp
onun şükrü konusundaki abasını küçük görüp azımsayan kalbin yakarışı. Tüm
gücüyle O'na yönelmesi konusunda yardım etmesi için yakarıyor Rabb'ine:
"Bana ilham et". Dileği; her şeyden soyutlanıp şükür görevine yönelerek güç
ve dikkatini bu devasa görevin dışında başka bir uğraşa bölmemek.
"Ve razı olacağın yararlı iş işlememi..."
Diğer bir dileği... Görüldüğü gibi, mükemmellik ve
iyilik açısından Rabb inin ondan razı olmasın sağlayacak düzeye ulaşan
yararlı iş işlemede başarı elde etmesi için yardım diliyor. Yani istediği
Rabb'inin rızası. Umulan sadece o.
"Benim zürriyetim içinde de iyiliği devam ettir."
İşte üçüncü dileği de bu. Mü'min kalbin, salih
amelinin zürriyeti yoluyla etkisini sürdürmesi ve arkasında Allah'a kulluk
eden, rızasını dileyenler olduğu konusunda içinde rahat olması arzusu. Salih
zürriyet salih kulun amelidir, O, onun katında hazinelerden daha değerli ve
dünyanın tüm güzelliklerinden daha çok huzur veren şeydir. Allah'a itaatin
gelecek kuşaklarda da sürmesine yönelik ana babadan soya uzanan dua.
Dileğini Rabb'ine yöneltiyor. Bu içtenlikli duanın
önüne aldığı dileğini. Ki o, tevbe ve teslimiyetten ibarettir:
"Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben
müslümanlardanım."
İşte doğru yolda olan, sağlam fıtrat sahibi salih
kulun tutumu. Rabb'inin ona olan tutumuna gelince Kur'an ona açıklık
getiriyor:
16- Onlar öyle
kişilerdir ki, yaptıklarının en iyisini onlardan kabul ederiz ve onların
günahlarım bağışlarız, cennet halkı arasındadırlar. Bu dünyada kendilerine
söylenen doğru sözün gerçekleşmesidir.
Amellerin en güzeline göre karşılık, günahların
bağışlanması. Dönüş yeri asıl dostlarla birlikte olmak üzere cennet. Dünyada
va'dolundukları doğru va'din gerçekleşmesi. Allah va'dinden caymaz. Doğrusu
bol ve rahata erdiren bir karşılık.
17- Fakat o kimse ki
anasına babasına: "Öf size, benden önce nice nesiller gelip geçmiş iken
benim öldükten sonra dirilip çıkarılacağımı mı bana va'dediyorsunuz?" dedi.
Onlarsa Allah'a sığınarak "Yazık sana, etme, gel inan; Allah'ın sözü
gerçektir" derken O; "Bu, eskilerin masallarından başka birşey değildir"
der.
Ana baba müslüman, çocuk ise isyankar; ilk inkar
ettiği de onların iyiliği. Onlara, onlardan bıkkınlığını yansıtan, kaba
küstah ve incitici bir dille hitab ediyor: "Öf size!" Ardından asılsız bir
bahaneye yaslanarak ahireti inkar ediyor: "Benden önce nice nesiller gelip
geçmişken, benim öldükten sonra diriltilip çıkarılacağını mı bana
va'dediyorsunuz?" Yani gittiler ve onlardan hiç kimse dönmedi.
Kıyametin zamanı gelinceye kadar kopmayacağına
ilişkin hüküm kesinleşmiştir. Diriliş ise dünya hayatının süresi bittikten
sonra topluca oluşacaktır. Dirilişin; önce ölen bir kuşağın, doğmakta olan
kuşağın döneminde olacağı biçimde, parça parça oluşacağını kimse
söylememiştir. O bir oyun eğlence veya hedef gözetmeyen anlamsız bir olay
bir yolculuk değil, sona erdiğinde son hesabın yapılacağı olaydır.
Bilerek yapılan inkarı görüp küfrü işiten ana baba,
bu saldırı ve tecavüz karşısında ürpererek ona bağırıyorlar: "Onlar Allah'a
sığınarak: `Yazık sana, etme, gel inan, Allah'ın sözü gerçektir".
Duyduklarının ürkütücülüğünün oluşturduğu korku, sözlerinin aktarımında
kendini gösteriyor. Buna karşın o küfründe ısrar ediyor, inkarında
ilerleyerek: "Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir" diyor.
Burda Allah onu, kaçınılmaz olan sonu açısından ele
alıyor:
18- İşte onlar da
kendilerine azab sözü gerekli olmuş kimselerdir. Kendilerinden önce geçen
cin ve insan toplulukları arasında azab içinde bulunacaklardır. Gerçekten
onlar ziyana uğrayanlardır.
Bu ve benzerlerine gerekli olan söz, dini yalanlayan
inkarcıların uğrayacakları cezadır. Onlar çokturlar. Bu türden nice insan ve
cin kuşakları gelip geçmiştir. Onlara Allah'ın geri kalmaz, değişmez olan
doğru tehdidi yeter: "Onlar kaybedenlerdir" Dünyada iman, ahirette Allah'ın
rızası ve huzura ermeyi yitirip, inkarcı ve sapıklara hak olan azaba düçar
olmaktan daha büyük olan hangi kayıptır?
Doğru yolu bulanlarla sapıkların görecekleri
karşılığı özet olarak verdikten sonra; bunlardan her bir ferde özel olarak
uygulanacak değerlendirmenin duyarlılığını tasvir ediyor:
19- Herkesin
yaptıklarına göre dereceleri vardır. Allah, onlara yaptıklarının karşılığını
verir, asla kendilerine haksızlık yapılmaz.
Yani her grubun göreceği karşılığa ilişkin bu özetin
sınırları içinde kalmak üzere, özel olarak her ferd kendi yaptığı ve
derecesinin karşılığını elde edecek. Bunlar insanlar için genel iki
örnektirler. Fakat, örneğin neredeyse iki şahsın kimliklerini. belirleyen
ölçüye varan bu üslup içinde verilmesi, örneğin gerçekmişçesine
canlandırılması açısından daha etkilidir.
Onlarla özel kişilerin kastedildiğine ilişkin
rivayetler de var. Fakat bu rivayetler doğru değil. İbret kaynağı ve örnek
sayılmaları daha uygundur. Her örneğin ardından gelen değerlendirmenin ifade
tarzı da bu görüşü doğruluyor. İşte birinci örneğe ilişkin değerlendirme.
"Onlar öyle kişilerdir ki, yaptıklarının en iyisini onlardan kabul ederiz ve
günahlarını bağışlarız, cennet halkı arasındadırlar. Bu, dünyada kendilerine
söylenen en doğru sözün gerçekleşmesidir" İkinci örneğin değerlendirilmesi
de şöyledir: "Onlar da kendilerine azab sözü gerekli olmuş kimselerdir.
Kendilerinden önce gelen cin ve insan toplulukları arasında azabın içinde
bulunacaklardır. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır." Sonra bir genel
değerlendirme yapılıyor: "Herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır.
Allah onlara yaptıklarının karşılığını verir; asla kendilerine haksızlık
yapmaz." Bu değerlendirmelerden anlaşılan onlarla bu gruplar içinde
tekrarlanan örneğin kastedildiği izlenimi veriyorlar.
ATEŞE ATILDIKLARI
GÜN
20- İnkar edenler
ateşe sunuldukları gün kendilerine denir ki: "Dünya hayatında bütün güzel
şeylerinizi zayi ettiniz; onların zevkini sürdürdünüz. Yeryüzünde haksız
yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan ötürü bugün, alçaltıcı bir
azab ile cezalandırılacaksınız.
Tablo hızlı hareket eden kesitlerden oluşuyor, fakat
derin kapsamlı bir vurgu içeriyor. Çünkü o ateşe sunulma tablosu. Ateşin
karşısında, oraya sürülmelerinin hemen eşiğinde veya sürülmelerinin nedeni
açıklanıyor: "Dünya hayatında bütün güzel şeylerinizi zayi ettiniz; onların
zevkini sürdünüz". İfadeden anlaşıldığına göre, güzel şeylere sahiptiler.
Fakat onları, dünya hayatında tüketiyor ahiret için bir şey ayırmıyorlar.
Yine onlardan ahireti hesaba almaksızın yararlanıyorlar. Onlardan, ahireti
gözönüne almadan, nimetine karşılık Allah'a şükretmeden ve fuhuş veya
haramdan da sakınmadan lezzet elde etme uğruna hayvanların yararlandığı gibi
yararlanıyorlar. Sonuçta dünya onların oluyor ahirette elleri boş kalıyor.
Boyutlarını Allah'tan başkasının bilmediği bu görkemli sonu verip dünyadaki
geçici çekiciliği satın alıyorlar.
"Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve
yoldan çıkmanızdan ötürü bugün, alçaltıcı bir azabla cezalandırılacaksınız."
Yeryüzünde büyüklenen her kulun büyüklenmesi
haksızcadır. Çünkü büyüklük Allah'a özgü olup kullarından hiç biri az veya
çok büyüklük özelliğine sahip değillerdir. Alçaltıcı azab yeryüzünde
büyüklenene yerinde bir karşılıktır. Dolayısıyla, büyüklenme ve Allah'ın
düsturu ile yolundan ayrılmanın karşılığı da alçalıştır. Üstünlük Allah'a,
peygamberine ve mü'minlere özgüdür.
İşte böylece, o iki örnek ve sonunda ulaşacakları
yerleri ile ahireti yalanlayan, Allah'ın düsturundan ayrılıp O'na baş eğmeyi
kendilerine yediremeyenlerin karşılaştıkları azabı tasvir eden bu etkin
tablonun sunuşu ile sona eriyor. İnsan kalbine; dengeli sağlam fıtratları
güvenilir yolu isteme yönünde uyaran bir değini.
Bu bölüm; surenin işlediği meselenin çözümüne hizmet
eden, insan kalbini önceki iki turun ele aldığı yönlerin dışında bir yönden
ele alan ve başka bir alanda gerçekleşen bir gezidir. Ad kavminin ve Mekke
çevresinde onun dışındaki azaba uğrayan kentlerin harabelerinin verdiği
anlamı deşeleyen bir gezi. Ad kavmi kardeşleri ve peygamberleri Hz. Hûd'a
-selâm üzerine olsun-; müşriklerin kardeşleri ve peygamberleri Hz.
Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- karşı takındıkları tutumu
takınarak itirazlarını ortaya sürdüler, peygamberleri itirazlarına;
insanlığı ve görevinin sınırları içinde, peygamberlik edebine yaraşır
biçimde cevap verdi. Uyarıyı dinlememeyi sürdürünce, onları ağır, yokedici
bir azap yakaladı. Onlar güçlü, zengin ve zeki kimselerdi. Fakat güçleri,
servetleri ve zekaları onlardan birşey savamadı. Gözleri, kulakları ve
akıllarından yararlanamadılar. İddialarına göre Allah'a yaklaşma aracı
olarak edindikleri ilahları da onları azabtan koruyamadı.
Mekkeli müşrikleri; önce kendileri gibi olan
geçmişlerinin harabeleri, sonları dolayısıyla kendi sonları ardından da
kopukluk göstermeyen, istisna içermeyen değişmez çizgi ile yüzyüze
getiriyor. Tek değişmez temeli üzerinde varlığını sürdüren peygamberlik ve
değişim dönüşüm göstermeyen ilahi yasa çizgisi ile. Konunun bu
bağlantılarının ön plana çıkarılması sayesinde akide ağacı; kökleri derin,
dalları zamanın her derinliklerine uzanan, yer ve zamanın değişimine karşın
bir tek olarak beliriyor.
21- Ey Muhammed! Ad
kavminin kardeşi Hud'u an; ondan önce ve sonra, `Allah'tan başkasına kulluk
etmeyin" diyen nice uyarıcılar gelmişken, Ahkaf bölgesindeki kavmini
uyarmış, "Doğrusu sizin için büyük günün azabından korkuyorum" demişti.
Ad kavminin kardeşleri Hûd'dur -selâm üzerine
olsun-. Kur'an O'nu burada; O'nunla kavmi arasındaki sevgi ve kavminin O'nun
çağrısına eğilim duymaları, O'na ve çağrısına karşı besledikleri zannın
olumlulaşmasının dayanağı olan akrabalık bağlarının zihinlerde
canlandırılması için kavmine kardeşliği niteliği ile anıyor. O Hz.
Muhammed'le O'na düşmanlık eden kavmi arasındaki bağın aynısıdır da.
`Ahkaf', `Hıkf'ın çoğulu olup kum tepeler
anlamınadır. Ad kavminin yurtları Arap yarımadasının güneyinde Hadramut diye
anılan çevreye dağılmış tepeler üzerinde idi.
Allah peygamberini, Ad'ın kardeşlerini ve Ahkaf'taki
kavmini uyarmasını anmaya çağırıyor. Kur'an O'nu Resulullah'ın, kardeşleri
olmasına rağmen, kavminin kendisinden yüz çevirmesinin benzeri ile
karşılaşan peygamberlerden bir kardeşini örnek alması ve Mekkeli müşriklerin
de, yakın çevrelerinde bulunan kendi benzerlerinin sonunu hatırlamaları için
anıyor.
Ad'ın oğullarını kardeşleri Hud uyardı. O kavmini
uyaran ilk kişi değildi. O'ndan önce de kavimlere peygamberler gelmişti.
"O'ndan önce ve sonra `Allah'tan başkasına kulluk
etmeyin' diye nice uyarıcılar da gelip geçti."
Zaman mekan açısından O'na uzak olarak da yakın
olarak da peygamberler gelip geçmiştir. Uyarılar kesintisiz, peygamberlik
zinciri süreklidir. Dolayısıyla bu durumda bir gariplik söz konusu değildir.
Alışılmış bilinen bir şeydir.
Onları, her peygamberin kavmini uyardığı ile
uyarıyor: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin; ben sizin büyük bir günün
azabına uğramanızdan korkuyorum." Yalnız Allah'a kulluk; insanın iç
dünyasında bir inanç, yaşayışında bir düsturdur. Ona muhalefet etme; insanı,
dünyada veya ahirette ya da her ikisinde felakete götürür. "Büyük bir günün
azabı" deyiminin işaret ettiği gün; bu kavmin uğradığı azabdan daha zorlu
durumlar yaşanacak olan kıyametin koptuğu an anlamınadır. Peki, Allah'a
yöneltme ve azabı ile uyarmaya karşı kavminin cevabı ne oldu?
22- Dediler: "Sen
bizi tanrılarımızdan çevirmek için mi geldin? Doğrulardan isen bizi tehdit
ettiğin şeyi getir."
Kötü zan, anlayışsızlık, uyarıya meydan okuma,
uyardığı azabın acele istenmesi, alaya alma, yalanlama, büyüklenme ve
batılda direnme!
Hud'a gelince tüm bunları; aşamayacağı sınırlar
içinde kalmak üzere ileri sürdükleri tüm iddiaların tutarsızlığını ortaya
koyacak biçimde, peygamber edebi ile cevaplıyor:
23- De ki: "Azabın
ne zaman geleceğine dair bilgi, ancak Allah katındadır. Ben
görevlendirildiğim şeyi size duyuruyorum; fakat sizi cahillik eden bir kavim
görüyorum."
24- Nihayet azabın
ufukta geniş bir bulut halinde vadilerine doğru geldiğini görünce "Bu, bize
yağmur yağdıracak bir buluttur"dediler. Hayır, o sizin acele gelmesini
istediğiniz şey, içinde acı azab bulunan bir rüzgardır.
25- Rabb'inin
emriyle herşeyi yıkar, mahveder. Derken onlar o hale geldiler ki evlerinden
başka birşey görünmez oldu. İşte biz suç işleyen toplumu böyle
cezalandırınız.
Sizi, uyarmaya sorumlu tutulduğum gibi uyarıyorum
sadece. Size haber verilen azabın ne zaman nasıl olacağım bilmiyorum. Ben
sadece Allah'ın görevlendirdiği bir elçiyim. Allah la birlikte bilgi ve
kudret sahibi oldu umu da söylüyor değilim, "fakat sizi cahillik eden bir
kavim görüyorum" ahmaklık ediyorsunuz. Öğüt veren, uyarıcı yakın kardeşi;
böyle yalanlama ve meydan okuma ile karşılamaktan hangi cahillik hangi
ahmaklık daha ileri olabilir?
Anlatım, bu konuda asıl gözetilen son yönünde
ilerlemek için, meydan okuma ve azabı acele isteme tutumlarına cevap olmak
üzere Hud'la kavmi arasındaki uzun mücadeleyi özet olarak veriyor:
Rivayetler, olayı; sıcaklığın artıp yağmurun
kesilmesiyle havanın kirlenmesi biçiminde geliştiğini, ardından Allah
üzerlerine bir bulut gönderdiğinde, yağmur yağacağı samsıyla sevinerek onu
vadilerinde karşılamaya çıkıp "Bu, bize yağmur yağdıracak bir buluttur"
dediklerini bildiriyorlar.
Onlara cevap olgunun diliyle geliyor: "Hayır o,
sizin acele gelmesini istediğiniz şey, içinde acı azab bulunan bir
rüzgardır. Rabb'inin emriyle herşeyi yıkar, mahveder." O, başka bir surede
sözü edilen uğultulu azgın kasırgadır. Nitekim niteliğine ilişkin gelen
ayetten de anlaşılmaktadır: "Üzerinden geçtiği hiçbir şeyi bırakmıyor, onu
çürütüp kül gibi ediyor." (Zariyat, 42)
Kur'an metni rüzgarı, yıkmakla emrolunmuş akıllı bir
canlı gibi tasvir ediyor; "Rabb'inin emriyle herşeyi yıkar, mahveder". Bu,
Kur'an'ın insana göstermeye özendiği varlığın durumuna ilişkin gerçektir. Bu
varlık canlı olup, tüm güçleri aklı selim sahibidir. Hepsi Rabb'ini idrak
etmekte ve O'nun tarafından yükümlü tutulduğuna yönelmektedir. İnsan da bu
güçlerin biridir. Gerçekten inanıp kalbi hedefe ulaştıran bilgiye
açıldığında; çevresindeki varlığa ilişkin güçleri anlayabilmekte ve onlarla,
hayat ve kavrayışa ilişkin insanların bildiği, dışarıdan görünen biçimin
dışında başka bir yolla, akıllı canlıların gerçekleştirdiği iletişime
girebilmektedir. Her şeyde ruh ve hayat vardır. Fakat biz dış görünüş ve
şekillerce, içler ve gerçeklerden engellenmiş olduğumuzdan bunu
anlayamıyoruz. Çevremizdeki varlık, açık gözlerin görüp sıradan gözlerin
görmediği örtülerle örtülen sırlarla doludur.
Rüzgar emrolunduğunu yerine getirerek herşeyi
yıkıyor. Bunun sonucu Ad kavmi "Evlerinden başka bir şeyin görülmediği bir
ortada kalıyorlar". Ne kendileri, ne hayvanları, ne eşyaları hiçbir şey
görünmüyor; ne bir kimse ne de tüten bir ocağın bulunmadığı ürperti veren
boş evleri ayakta, sadece: "İşte biz suçlu"ları böyle cezalandırırız."
Suçlularda hükmünü yürüten, istisnaya yer vermeyen bir yasa ve yazgı.
Yıkım ve harabeye uğrayanların görünümünü içeren
tablodan, şimdiki benzerlerine dönerek iç dünyalarına, kalpleri titreten bir
değini de bulunuyor:
26- Onlara size
vermediğimiz servet ve kuvvet vermiştik, onlara kulaklar, gözler ve gönüller
yaratmıştık. Fakat ne kulakları ne gözleri ne de gönülleri kendilerine bir
yarar sağlamadı. Zira düşünüp ibret almıyorlardı, tersine bile bile Allah'ın
ayetlerini inkar ediyorlar. ve alay edip durdukları şey kendilerini
kuşatıverdi.
İşte yıkımla görevlendirilen rüzgarın yıktıkları.
Onlara, size vermediğimiz -özetle- güç, mal ve bilgiyi vermiştik. Yine
onlara, kulaklar, gözler, gönüller vermiştik. -Kur'an anlama yeteneğini;
kimi kez kalp, kimi kez gönül, kimi kez zeka, kimi kez de akıl sözüyle dile
getirir. Hepsi de kavramanın biçimlerinden bir biçimde kavrama anlamınadır-
Fakat bu duygular ve kavrama güçleri onlara yarar sağlamadı. Çünkü onlar,
onları işlevsiz bıraktılar, görevlerini yapmaktan alıkoydular; "Zira bile
bile Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlardı".. "Düşünüp ibret almıyorlardı,
tersine bile bile Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlardı ve alay edip
durdukları şey kendilerini kuşatıverdi."
Anlatılan olaydan, her göz, kulak ve akıl sahibinin
alacağı ibret; güçlünün gücü, varlıklının malı ve bilgilinin bilgisiyle
gururlanmaması gerektiği olacaktır. İşte durum ortada, evrensel güçlerden
biri güç; amel bilgi ve güç sahiplerinin üzerine inip herşeyi yıkarak onları
"Evlerinden başka birşey görülmez halde bırakıyor. Bu Allah'ın onları,
suçluları yakaladığı yasasıyla yakalamasının sonucu oluyor.
Rüzgar, Allah'ın oluşturduğu evrensel sistem
uyarınca biteviye iş gören bir güç. Allah yıkım için göndereceği zaman ona
güç verir. Rüzgâr da kendisinin de varlıktan olması sebebiyle varlıksal
yapısının gerektirdiğini yoluna koyarak, çizilmiş yasa uyarınca işlevini
yerine getirir. Kuruntu hastalarının ileri sürdükleri gibi evrensel
yasaların aşılmasına gerek yoktur. Zira belirlenmiş yazgının sahibi de
çizilmiş yasanın sahibidir. Her olay, her hareket, her yönelim, tüm canlı ve
cansız varlıkların durumu değerlendirilmiş olup evrensel yasanın planı
dahilinde gerçekleşmektedir.
Rüzgarda, diğer evrensel güçler gibi Rabb'inin
emrinde olup o ve tüm varlık için çizilen yasa çerçevesinde kendisine
verilen görevi yerine getirir. Allah'ın kendisi için istediğine bağlı kalmak
zorunda olan insan gücü de onun gibidir. Evrensel güçlerden, insan gücüne
boyun eğenler, Allah'ın ona boyun eğmelerini istedikleridir. İnsanlar
hareket ettiklerinde, Allah'ın onlar için istediğini, dilediği biçimde
yerine getirmek için, bu varlıktaki rollerini oynuyorlar sadece, başka
değil. Hareket ve seçimdeki özgürlükleri ise; genel evrensel uyuşumla
sonuçlanan külli yasanın bir parçasıdır. Her şey kusursuz kurulmuştur.
Eksiklik düzensizlik göstermesi söz konusu değildir.
Bu turu, Ad kavminin ve Mekke'nin çevresinde bulunan
diğer kent halklarının cezalandırılmalarından çıkarılacak genel bir ibret
ile bitiriyor:
27- Andolsun, Biz
çevrenizdeki kentleri de yok ettik ve belki küfredenlerden dönerler diye
ayetleri tekrar tekrar açıkladık.
28- O zamanlar,
Allah'ı bırakıp da O'na yakınlık sağlamak için edindikleri tanrılar
kendilerine yardım etmeli değil miydi? Hayır, tanrılar onlardan
uzaklaştılar. Bu, onların yalanı ve uydurdukları şeydir.
Allah, Arap yarımadasında; güneyde Ahkaf yöresinde
Ad, kuzeyde Hicr'de Semud, Mekkelilerin Şam yolları üzerinde bulunan Medyen
ve yine Mekkelilerin kuzeye yaptıkları yaz gezisi yollarının uğrak yeri Lût
kavmi kentlerinin halkları gibi peygamberlerini yalanlayan kentleri harab
etmiştir.
Görünen o ki; Allah, dini yalanlayanların tevbe edip
Rabb'lerine dönmeleri için ayetlerini çeşitlendiriyor. Fakat onlar
sapıklıklarında direniyorlar, bunun üzerine onları, çeşit çeşit belalar
yakalıyor. Onların başına gelen belalar, arkalarından gelenlerce haber
verildiğinden daha geriden gelenlerce de biliniyor. Mekke müşrikleri de o
haberleri duyuyor, gidip gelirken kalıntılarını da görüyorlardı.
Burda onları somut gerçekle yüzyüze getiriyor: İşte
Allah onlardan önceki müşriklerin her türlü varlıklarını yıkıp yok ediyor,
fakat Allah'ın dışında edindikleri ilahlar onları yıkımdan kurtaramıyor.
Onlar o ilahlarla Allah'a yaklaştıkları iddiasındalar, oysa onlar sadece
Allah'ın azabını indirmektedirler: "Allah'ı bırakıp O'na yakınlık sağlamak
için edindikleri tanrılar kendilerine yardım etmeli değil miydi?"
Taptıkları kendilerine yardım etmediler, "Tanrılar
onlardan uzaklaştılar". Onların elinden tutup Allah'ın azabına karşı yardım
etmek bir yana, onlara bir yol bile göstermemiş, yalnız başlarına
bırakmışlardır.
"Bu, onların yalanı ve uydurdukları şeydir."
O; yalan, uydurma olup ulaştığı sonuç bu, gerçeği de
budur: Yıkım ve yokoluş... Onları Allah'a yaklaştırdıkları iddiasıyla
Allah'tan başka ilahlar edinen müşrikler, bu somut gerçeklere rağmen neyin
beklentisindedirler? İşte sonuç, işte varacağı yer.
CİNLER
Bu son bölüm, tüm surenin işlediği mesele dahilinde
yeni bir gezi. Kur'an'ı dinleyen bir grup cinin öyküsü; Kur'an'ı
işittiklerinde birbirlerini susturup dinlemeye çağırmaları, içlerinin iman
konusunda kararlılığa ermesi ve toplumlarına onları Allah'a çağıran,
kurtuluş ve bağışlanmayla müjdeleyen sapıklık ve yüz çevirmenin
tehlikelerinden sakındıran uyarıcılar olarak dönmeleri tertibi ile Kur'an'ı
ilk işittiklerinde söyledikleri "susup dinleyin" sözlerinde somutlaşan
Kur'an'ın onların iç yapılarına yaptığı etkinin tasviri ile veriliyor.
Kur'an'ın cinlere etkisi, toplumlarına O'na ilişkin
anlattıkları ve onları O'na çağırmalarında somutlaşmaktadır. Kur'an'ın
durumuna ilişkin tüm bunların ortaya konulması insan kalbini harekete
geçirmeğe yöneliktir. O Kur'an ki esasen o kalpler için inmiştir. Kuşkusuz
bu etkin bir vurgu. Kalpleri derinden sert biçimde etkilemektedir. Aynı
zamanda, cinlerin diliyle Musa'nın kitabı ile Kur'an arasındaki bağlantıya
dikkat çekerek, cinlerin kavrayıp da insanların görmezlikten geldiği bu
gerçek açıklığa kavuşturuluyor. Surede gelen diğer konular ile uyum içinde
olan bu vurgunun engin dolaysız etkileme özelliği gözden kaçmıyor.
Yine cinlerin sözlerinde yer alan, açık evrensel
kitabı ve onun; Allah'ın göklerle yerin yaratılmasında gözlemlenen, öldürüp
diriltmeğe kadir olduğuna tanıklık eden gücüne, ilişkin değini de etkin bir
vurgu içerir. Ki bu insanların çekişmeye girdikleri kimi kez de inkara
yeltendikleri bir gerçektir.
Ölümden sonra dirilmenin ilintisi dolayısıyla,
kıyamet sahnelerinden bir sahne de sunuyor: "İnkar edenler ateşe
sunulacaklardır..: '
Bitişte, Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine
olsun- onların tutumlarına sabretmesi, çizilen yazgıya bırakıp
cezalandırılmaları konusunda acele etmemesi tavsiye ediliyor. Çünkü onlara
tanınan süre çok kısa olup helaktan önce duyurunun gerçekleşmesi için
verilmiştir.
29- Bir zamanlar
cinlerden bir topluluğu Kur'an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Ona
geldiklerinde "Susun dinleyin" dediler. Kur'an okuması bitince uyarıcılar
olarak kavimlerine döndüler.
30- "Ey kavmimiz,
dediler, biz Musa'dan sonra indirilen kendinden öncekini doğrulayan, Hakk'a
ve doğru yola götüren bir Kitab dinledik."
31- "Ey kavmimiz,
Allah'ın davetçisine uyun ve O'na inanın ki Allah günahlarınızdan bir
kısmını bağışlasın ve sizi, acı bir azabın korusun."
32- Kim Allah'ın
davetçisine uymazsa, yeryüzünde başına inecek belaya engel olamaz. Onlar
apaçık bir sapıklık içindedirler.
33- Gökleri ve yeri
yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye de kadir
olduğunu görmediler mi? Evet O, herşeye kadirdir.
Sözü edilen cin grubunun sözleri -Kur'an'ı
işittiklerinde saygılı tutum takınmaları ile birlikte- kusursuz inanmanın
temel ilkelerini kapsıyor ki onlar: Vahiy ve Kur'an'la Tevrat arasındaki
akide birliğinin doğrulanması. Kur'an'ın gösterdiği gerçeğin itirafı,
ahirete ve amellerin kiminin azaba, kiminin bağışlanmaya neden oluşturduğuna
iman. Allah'ın yaratmak için gereken güç ve kudrete sahip kulların tek
yardımcısı olduğu ve evrenin yaratılışı ile ölülerin diriltilmesi arasında
ilişki olduğunun itirafı. Bunlar esasen surenin tümünün içerdiği ilkeler ve
diğer bölümlerin de ele aldığı meselelerdir. Hepsi de bir grup cinin
ağzından veriliyor. Yani insanlar aleminin dışında başka bir alem tarafından
dile getiriliyorlar.
Cinlerin sözlerini ele almadan önce, cinler ve olaya
ilişkin birkaç söz söylememiz yerinde olacak.
Kur'an'ın; bir grup cinin Resulullah'tan -salât ve
selâm üzerine olsun- Kur'an dinlemeye yöneltilmeleri olayından söz etmesi ve
cinlerin konuştukları ve yaptıklarını aktarması, tek başına; cinlerin
varlığı, olayın gerçekten yaşanmış olduğu, cinlerin Resulullah'ın
seslendirdiği yapısı ile konuşulan Arapçayı dinleyip anlayabildikleri, iman
etme, küfre sapma, doğru yolu bulma, sapıklığa düşme kabiliyetinde
olduklarının kabul edilmesi için yeterlidir. Bu gerçeğin bunun ötesinde
herhangi bir güçlendirme veya pekiştirme öğesine ihtiyacı yoktur. Zaten
insan Allah'ın değişmez olarak ortaya koyduğu gerçeğe bir eklemede bulunma
hakkına sahip değildir.
Ama biz yine de bu gerçeği, insan düşüncesi
çerçevesinde açıklamaya çalışacağız.
Çevremizdeki evren, öz nitelik ve etkileri açısından
bilmediğimiz yaratıkları güçler ve sırlarla doludur. Biz bu güç ve sırların
kucağında yaşamamıza rağmen, çok azını tanıyor çoğundansa habersiziz. Hergün
bu sırların bir kısmını keşfediyor, kimi güçleri de kavrıyoruz. Bu
yaratıkların bazılarını da, kimi kez özü, kimi kez niteliği, kimi kez de
salt çevremizdeki varlıkta gözlemlenen etkileriyle öğreniyoruz.
Biz halâ yolun başlangıcındayız. Evrenin bilinmesi
yolunun. O evren ki, biz atalarımız, dedelerimiz, çocuk ve torunlarımız onun
çok küçük bir zerresinin üzerinde yaşıyoruz. Evrenin hacmi veya ağırlığı
açısından, sözü edilecek kadar önem taşımayan bu yer gezegeninin üzerinde
hayatımızı sürdürüyoruz.
Yolun başlangıcında olmamıza karşın, bugün
bildiklerimiz; sadece beş asır öncesi insanının bilgisine kıyasla cinlerin
durumundan daha büyük gariplik gösterir. Beş asır önce biri, atomun bugün
sözünü ettiğimiz sırlarına ilişkin bir şey söyleyecek olsaydı, onun deli
olduğunu veya cinlerin durumundan daha garip şeylerden sözettiğini
sanırlardı.
Bu, yeryüzünde hilafet ve bu hilafetin gerekliliği
için hazırlanan beşeri gücümüzün sınırlarını ve yeryüzünde hilafet görevini
yürütmemiz için Allah'ın bize sırlarını açıp boyun eğer olsunlar diye
emrimize verdiklerinin çerçevesi içinde öğrenir keşfederiz. Varlığın güçleri
bize ne ölçüde boyun eğerlerse ve sırlarını ne ölçüde açarlarsa açsınlar; ne
yapı ne de boyut açısından bize -yani insanlığa tanınan süre ne kadar uzarsa
uzasın- Allah'ın hikmeti ve takdiri uyarınca, yeryüzünde hilafet için gerek
duyduğumuz çemberin ötesine geçmezler.
Daha çok buluş yapacak, çok şey öğreneceğiz. Bize,
yanında atom sırlarının çocuk oyuncağı kalacağı evrenin sır ve güçlerinden
bir çok ilginçlikler açılacak. Fakat ine de biz, bilgi konusunda insan için
çizilen çemberin sınırları içinde kalacağız. Allah'ın şu sözleri bu
sınırlara ayrıntı getirmekteler: "Size bilgiden -yalnız yaratıcı ve
yaşatıcının bildiği bu varlığın içerdiği sır ve gayblere kıyasla pek az bir
şey verilmiştir"(İsra suresi, 85)
"Yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem olsa, denizler de
mürekkep olup arkasından yedi deniz daha gelip mürekkep olsa ona yardım etse
de Allah'ın kelimeleri yazılsa, yine onlar tükenir Allah'ın kelimeleri
tükenmez" (Lokman, 27)
Bu durumda bizim salt düşünsel alışkanlıklarımızın
veya bilinen deneyimlerimizin dışında olmasına dayanarak, bilinmeyen gayp
alemi ile bu varlığın sır ve güçlerine ilişkin bir şeyin varlığı-yokluğu ve
düşünülüp-düşünülemeyeceği konusunda kesin tutum takınmamız gerekir.
Unutmamalıyız ki biz, akıl ve ruhlarımızın sırlarının kavranmasını bırakalım
bir yana, vücutlarımızın, içerdiği aygıtlar ve güçlerin sırlarını bile
kavramış değiliz!
Bize açılacak program içine hiç girmeyecek sırlar
olabileceği gibi, özünün program dışı kalıp, sadece niteliği, etkisi veya
salt varlığı bilgimize açılacak sırlar da olabilir. Çünkü onlar yeryüzünde
hilafet görevi açısından bize yarar sağlamayacak olan sırlardır.
Allah'ın bu güç ve sırlardan bize ayrılanı;
bağışladığı gücümüze dayanan bilgi ve deneyimlerimiz kanalıyla değil de,
doğrudan sözü aracılığı ile vermesi durumunda bize düşen, bu bağışı şükür ve
teslimiyet içinde kabul etmektir. Onları ne eksiltir ne artırır olduğu gibi
alırız. Çünkü bu tür bilgiyi aldığımız biricik kaynak, bize sadece bu
kadarını veriyor. Ortada bu tür sırları alacağımız başka bir kaynak da yok!
Burdaki, Cin suresindeki -bu iki yerdeki cinlere
ilişkin ayetlerin aynı olaya ilişkin olduğu görüşü tercih edilen görüştür-
ve Kur'an'ın başka yerlerine dağılmış olan cinlere ilişkin diğer ayetler ve
bu cinlerin Kur`an`ı dinlemeleri olayını anlatan hadislerden cinlere ilişkin
gerçeklerin bazılarını kavrayabiliriz. Fakat daha ötesine geçemeyiz. O
gerçekler şöyle özetlenebilir:
Adı cin olan bir yaratık türü vardır. İblisin Adem'e
ilişkin sözlerinden ateşten yaratıldıkları anlaşılmaktadır: "Ben ondan
hayırlıyım, beni ateşten yarattın onu çamurdan yarattın." (A'raf suresi, 12)
Allah'ın şu sözüne göre de İblis cinlerdendir. "İblis secde etmedi. O, cin
kökenli idi ve Rabb'inin buyruğu dışına çıktı." (Kehf suresi, 50)
O yaratıklar; ateşten yaratılma ve Allah'ın İblise
-ki o cindir- ilişkin "Çünkü o sizin şeytanı ve adamlarını göremeyeceğiniz
yerlerden onlar sizi görürler." (A'raf suresi, 27)
Anlaşıldığı üzere, onların insanı görüp insanların
onları görememeleri gibi insanın özelliklerinin dışında başka özelliklere de
sahiptirler.
Geçen ayette `O ve soydaşlarından söz edilmesi
onların da insanlar gibi belirli toplumsal birimlerinin olduğunu gösterir.
Allah'ın Adem ve iblise birlikte yönelttiği, "Oradan
aşağıya inin, şeytan ile siz birbirinizin düşmanısınız, sizler belirli bir
süre yeryüzünde barınacak, geçineceksiniz." (A'raf, 24) sözünden anlaşılıyor
ki onlar bu gezegende -nerede olduğunu bilmiyoruz- hayat sürebilecek
yapıdadırlar.
Hz. Süleyman'ın -selâm üzerine olsun- emrine verilen
cinlerin yeryüzünde O'nun için çeşitli işler görmüş olmaları da onların
dünyada yaşayabilecek yapıda olmalarını gerektirir.
Allah'ın, cinlerden doğrudan aktarma biçiminde
gelen, "Biz göğe dokunduk, onu kuvvetli bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş
bulduk ve biz onun dinlemeğe mahsus olan oturma yerlerine oturur, gayb
haberlerini dinlemeğe çalışırdık. Artık şimdi kim dinlemek istese, kendisini
gözetleyen bir alev parçası bulur." (Cin suresi, 8,9) sözü de; onların dünya
dışında da yaşayabilecek yapıda olduklarını gösterir.
Yukarıda verdiğimiz naslar, ayrıca Allah'ın lanetli
iblisle geçen konuşmasının doğrudan aktarımı olan, "Senin izzet ve şerefine
yemin olsun ki; onların tümünü azdıracağım yalnız onlardan ihlas sahibi
kulların hariç" (Sad suresi, 82-83) sözü ve bunların dışında başka benzer
naslar, onların insanın psikolojik yapısına etki edebilir olup, sapıkları
yönlendirme iznine sahib olduklarını gösterir. Fakat onların insanlara nasıl
vesvese verdiklerini ve bunu hangi araçla yaptıklarını bilmiyoruz.
Bir grup cinin Kur'an'ı dinlemesi, anlaması ve ondan
etkilenmesi gösteriyor ki; onlar insanların sesini dinleyebilir, dillerini
anlayabilirler.
Bu cin grubunun Cin suresindeki "Ve biz, bizden de
müslümanlar var, Hak yoldan sapanlar var. Kimler müslüman olursa işte onlar
doğru yolu aramışlardır. Yoldan sapanlar da cehenneme odun olmuşlardır."
(Cin suresi, 14-15) sözleri ve kendileri iman ettikten sonra, iman
etmediklerini bildikleri kavimlerine imana çağırıcı uyarıcılar olarak
dönmeleri, doğru yolu bulma ve sapıklığa düşme kabiliyetinde olduklarını
gösterir.
Cinlerin durumuna ilişkin kesin olarak bilinenler bu
kadar. Kanıta dayanmayan bir ekleme yapılmaksızın bunlar bizim için
yeterlidir.
Bu ayetler ve tercih edilen görüşe göre Cin
suresinin tümünün ele aldığı olayın durumuna gelince, bu konuda birçok
rivayet gelmiştir. En sağlıklılarını buraya alıyoruz:
Buhari, Müslim, İmam Ahmed, İmam Hafız Ebu Bekr
El-Beyhaki İbn. Abbas -Allah ondan razı olsun- çıkışlı olarak şu haberi
veriyorlar: İbn. Abbas "Resulullah ne cinlere Kur'an okudu nede onları
gördü. Resulullah arkadaşlarından bir grupla, Ukaz panayırına gitmek üzere
yola çıkmıştı. Bu esnada şeytanlarla gökten gelen haber arasına bir engel
giriyor ve üzerlerine alev gönderiliyor. Onlar da kavimlerine geri
dönüyorlar. Kavimleri onlara: Neyiniz var? diye sorduklarında, onlar: Gökten
gelen haberle aramıza girildi ve üzerimize alev gönderildi karşılığını
veriyorlar. Dinleyenler: Sizinle gökten gelen haber arasına giren, yeni
oluşan bir olaydan başka şey olamaz. Gidip dünyanın doğusunu batısını
araştırın bakalım, gökten gelen haberle aranıza giren nedir? dediler. Bunun
üzerine, gökten gelen haberle onların arkasına giren engelin ne olduğunu,
dünyanın her yerinde araştırmak üzere yola koyuluyorlar. İşte araştırmaya
çıkanlar arasından Tihame'ye yönelen grup, Ukaz panayırına giderken
`Nahle'de konaklayan Resulullah'a arkadaşlarıyla sabah namazını kılarken
denk geliyorlar. Okuduğu Kur'an'ı işittiklerinde dinliyorlar ve "Allah'a
yemin olsun, gökten gelen haberle aranıza giren işte bu" diyorlar İşte ordan
kavimlerine döndüklerinde: "Ey kavmimiz: `Biz harikulade güzel bir Kur'an
dinledik. Doğru yola iletiyor, O'na inandık. Artık Rabb'imize hiç kimseyi
ortak koşmayacağız" (Cin suresi, 1-2) diyorlar. Ardından yüce Allah,
Peygamberimize "De ki: `Bana vahyolundu ki, cinlerden bir topluluk Kur'an'ı
dilediler"le başlayan ayetlerini indiriyor. Ona vahyedilen cinlerin
sözlerinden başkası değildir.
Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi -taşıma zinciri ile
birlikte- Alkame'den vermişler. Alkame: "İbni Mesud'a -Allah ondan razı
olsun- `cinlerin denk geldiği gece sizden Resulullah'a -salât ve selâm
üzerine olsun- arkadaşlık eden biri var mıydı?' dediğimde şunları
anlattı:"Bizden kimse O'na arkadaşlık etmedi, fakat biz bir gece O'nunla
birlikte idik, O'nu kaybettik. Vadilerde dağ yollarında O'nu aradık
bulamayınca: Kaçırıldı veya suikaste uğradı dedik ve geceyi çok sıkıntılı
geçirdik. Sabahleyin bir de baktık Hira yönünden geldi. Ya Resulallah, sizi
kaybettik, aradık bulamadık, bulamayınca çok sıkıntılı bir gece geçirdik,
dediğimiz de: "Bana cinlerden bir davetçi geldi, onunla gittim, onlara
Kur'an okudum" dedi. Sonra bizi götürüp kendileri ve ateşlerinin izlerini
gösterdi. O'ndan yiyecek istemişler O da: "Üzerine Allah'ın adı anılmış
elinize geçen her kemik et olarak tam sizin yiyeceğinizdir. Deve veya
tırnaklı hayvan pisliği de hayvanlarınızın yiyeceğidir" demiş, ardından da
"Siz onlarla taharet almayın çünkü onlar kardeşlerinizin yiyeceğidir" demiş"
dedi.
İbni İshak -İbni Hişam `El-Siyre'de vermiş- cinlerin
Kur'an'ı dinlemesi olayının Resulullah Taif gezisinden dönerken
gerçekleştiğini bildiriyor. Peygamberimiz amcası Ebu Talib'in ölümünün
ardından, Mekke'de kendisi ve müslümanlara eziyetin artması üzerine, Sakif
kabilesinden yardım istemek için Taif'e gitti. Sakif kabilesi O'nun isteğine
çok kötü karşılık verdi ve çocuklarla ayak takımını O'na karşı kışkırttı.
Onlar da Peygamberimizi taşa tutarak, mübarek ayaklarını yaralayıp
kanattılar. Bunun üzerine şu güzel, derin anlamlı ve etkileyici yakarış ile
Rabb'ine yöneldi: "Ey Allah'ım; gücümün zayıflığını, becerimin azlığını ve
insanlar karşısında etkisiz kalışımı sana şikayet ederim. Ey merhametlilerin
merhametlisi, ezilenlerin ve benim Rabb'im sensin. Beni kime bırakacaksın,
bana uzaktan surat asana mı, yoksa üzerime egemen kıldığın bir düşmana mı?
Eğer bana kızgınlığın yoksa, başka şeye aldırmam. Fakat senden gelecek
afiyet beni daha çok rahatlatır. Üzerime kızgınlığını indirmen veya
hoşnutsuzluğunun üzerime inmesinden; karanlıkların aydınlanması ve dünya ile
ahiretin durumlarının düzelmesini sağlayan yüzünün nuruna sığınırım. Senin
yolunda her sıkıntıya katlanırım, yeter ki razı ol. Senden başka güç, beceri
sahibi yoktur.
Sonra, Sakif kabilesinin yardım yapmasından umut
kestiğinde Resulullah Mekke'ye dönmek üzere Taif'ten ayrıldı. Nahle'deyken
gece namazına durduğu esnada Allah'ın sözünü ettiği bir grup cin O'na denk
geldi. Bana söylendiğine göre onlar yedi cindi. O'nu dinlediler. Namazı
bitirdiğinde kavimlerine dönerek onları uyardılar. Kendileri dinlediklerini
benimseyip iman etmişlerdi. İşte Allah onların haberini, Peygamberimize:
"Bir zamanlar cinlerden bir grubu, Kur'an dinlemek üzere sana
yöneltmiştik"ten "Ve sizi acı bir azabtan korusun"a kadar olan ayetleri ve
"De ki: `Bana vahyolundu ki, cinlerden bir grup Kur'an'ı dinlediler"le
haşlayarak onların bu sure(Cin)deki haberlerinin bitimine kadar olan
ayetleri bildirdi.
İbni Kesir tefsirinde, İbni İshak'ın rivayetine
ilişkin şunları söylüyor: "Bu rivayet doğrudur. Fakat cinlerin
Peygamberimizi Taif dönüşünde dinledikleri sözü, üzerinde durulması gereken
bir konu. Sözü edilen İbni Abbas'tan gelen hadisin de delalet ettiği gibi,
cinlerin Resulullah'ı dinlemeleri vahyin başlangıcında olmuştur.
Resulullah'ın Taif'e gidişi ise, İbni İshak ve diğerlerinin de belirttikleri
gibi, amcasının ölümünden sonra ve hicretten bir veya iki yıl öncedir.
Allahu alem."
Bu olaya ilişkin başka birçok rivayet var, biz tüm
bunlar arasında İbni Abbas'tan gelen ilk önce verdiğimiz rivayete güven
duyuyoruz. Çünkü o, Kur'an'la tam bir uyum içindedir: "De ki: `Bana
vahyolundu ki, cinlerden bir grup Kur'an'ı dinlediler..." Peygamberimiz'in
olayı vahiy yoluyla öğrendiği kesindir. O cinleri ne görmüş ne de
hissetmiştir. Diğer yandan bu rivayet taşıma zinciri açısından da en güçlü
rivayettir. Sonra Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- olayı vahiy
yoluyla öğrendiği konusunda İbni İshak'tan gelen rivayette onunla ittifak
halindedir. Ayrıca cinlerin niteliğine ilişkin Kur'an'dan öğrendiklerimiz de
bu görüşü güçlendirmektedir: "Sizin şeytanı ve adamlarım göremeyeceğiniz
yerden onlar sizi görürler." (A'raf suresi, 27)
Olayın gerçekliğinin ve mahiyetinin belirtilmesi
konusunda bu kadarı yeterlidir.
"Bir zamanlar cinlerden bir topluluk, Kur'an
dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Ona geldiklerinde birbirlerine: `Susun,
dinleyin' dediler. Okuma bitirilince de uyarıcılar olarak kavimlerine
döndüler."
İfadeden anlaşıldığı üzere, bu cin grubunun Kur'an'ı
dinlemeğe yönelmeleri rastlantı olmayıp Allah'ın düzenlemesi sonucu
gerçekleşmiştir. Diğer bir deyişle, cinlerin önceden Hz. Musa'nın
peygamberliğini öğrendikleri gibi, son peygamberliğin haberini de
öğrenmeleri bir kısmının iman ederek, insan şeytanları için hazırlanmış
olduğu kadar cin şeytanları için de hazırlanmış olan ateşten kurtulmalarının
Allah'ın takdirinde olması dolayısıyla bu olay gerçekleşmiştir.
Metin bu grubun -sayıları üçle on arasındadır-
Kur'an'ı dinlerkenki görünümlerini çizerek, psikolojilerinde meydana gelen
ürperme, etkilenme ve baş eğmişliği tasvir ediyor: "O'na geldiklerinde
birbirlerine: `Susun, dinleyin' dediler". Dinleme süresince ortama tümüyle
bu söz egemen oluyor.
"Okuma bitirilince de uyarıcılar olarak kavimlerine
döndüler..."
Bu da diğeri gibi, Kur'an dinlemenin psikolojilerine
etkisini tasvir ediyor. Görüldüğü gibi sonuna kadar susarak dikkatle
dinliyorlar. Okuma bittiğinde beklemeden kavimlerine koşuyorlar. Çünkü
ruhları ve duyguları ondan; onun duyurulması ve onunla uyarma konusunda,
sessiz kalma veya oyalanmaya güç yetirilmez bir yük yüklenmişlerdir. Bu;
duygu ve düşüncesi, onu kendisinin gerektirdiklerine göre hareket etmeye,
durumunun gereklerini eksiksizce üslenmeye, ciddiyetle, özenle başkalarına
duyurulmasına iten ezici etkinlikte yeni bir şeyle dolan kimsenin durumudur:
"Ey kavmimiz dediler, biz Musa'dan sonra indirilen,
kendinden öncekileri doğrulayan, Hakk'a ve doğru yola götüren bir kitap
dinledik:'
Hızla kavimlerine dönerek: Biz Musa'dan sonra
indirilen, temel ilkeleri açısından Musa'nın kitabını doğrulayan yeni bir
kitap dinledik diyorlar. Bundan anlaşılıyor ki onlar Musa'nın kitabını
biliyorlardı. Dolayısıyla Kur'an'dan salt birkaç ayet dinlemekle iki kitap
arasındaki bağlantıyı kavrıyorlar. Dinledikleri ayetlerde Musa'nın ve
kitabının sözü geçmemiş de olabilir. Fakat yapıları onların Musa'nın
kitabının kaynağından olduklarını ele vermektedir. Göreceli olarak insan
hayatının etkenlerinden uzak olan cinlerin, Kur'an'ın ayetlerini salt
tatmakla böyle bir tanıklıkta bulunmaları, yol göstericilik ve doğrudan
etkileme öğeleri içerir.
Sonra, duygularının etkilenişini ve vicdanlarının
ona ilişkin hissettiklerini şöyle dile getiriyorlar:
"Hakk'a ve doğru yola götürüyor."
Kur'an'daki hak ve hidayet vurgusu çok etkilidir.
Körelmemiş bir kalbin ona dayanması düşünülemeyeceği gibi; inatkar, kendini
beğenmiş ve iğrenç havailikle eli kolu bağlı olmayan ruhun da ona direnmesi
mümkün değildir. Diğer yandan bu kalplere ilk kez dokunmasına karşın,
bakıyoruz onlar hemen böyle bir tanıklıkta bulunuyor, onun kendilerini
etkilemesini böyle dile getiriyorlar.
Ardından, uyarmaları konusunda mutlaka yerine
getirmeleri gereken bir görevleri olduğuna inanarak coşku ve iç yatışkanlığı
cesareti içinde kavimlerini uyarmaya koyuluyorlar:
"Ey kavmimiz, Allah'ın davetçisine uyun. O'na inanın
ki Allah günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi, acı bir azabtan
korusun."
Bu kitabın yeryüzüne inişini, insan ve cinlerden
ulaştığı herkes için Allah'tan bir çağrı ve Hz. Muhammed'i de -salât ve
selâm üzerine olsun- salt Kur'an okuması ve insanlarla cinlerin onu
dinlemesine dayanarak Allah'a çağıran davetçi kabul ederek kavimlerine
sesleniyorlar: "Ey kavmimiz, Allah'ın davetçisine uyun ve O'na inanın."
Sözlerinden ahirete inandıkları da anlaşılıyor.
Görüldüğü gibi, inanma ve Allah'ın çağrısına uymanın, günahların
bağışlanması ve azabdan korunmayı sağlayacağını biliyor, bu bildikleriyle de
kavimlerini uyarıyor, müjdeliyorlar.
İbni İshak, cinlerin sözlerinin bu ayetin sonuna
gelindiğinde bittiğini söylüyor. Fakat sözün akışı gelen iki ayetin de bu
grubun sözleri olduğunu gösteri-yor. Biz bunu tercih ediyoruz, özellikle de
gelen ayeti:
"Kim Allah'ın davetçisine uymazsa, yeryüzünde başına
inecek belaya engel olamaz. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler."
Görüldüğü gibi, ayet bu grubun kavimlerine
yönelttikleri uyarmalarının doğal tamamlayıcısı görünümündedir. Onlar
kavimlerini, çağrıya uymaya ve inanmaya çağırdıklarına göre; onlara, çağrıya
uymamanın sonucunun çok kötü olacağı, çağrıya uymayanın, Allah'ı ona bela
indirip acı azabı taddırmadan aciz bırakamayacağı, onun Allah'tan başka,
başarıya ulaştıracak veya yardım edecek dostlar da bulamayacağı ve bu hakka
yüz çeviren sapıkların doğru yoldan uzaklaşmış olduklarının açık olduğunu
açıklamaları tercih edilir bir durum olarak görünüyor.
Kurtulacakları veya hesaba çekilip sonucuna göre
karşılık görmenin olmadığı hesabı ile Allah'ın çağrısına uymayanların
tutumuna duyulan şaşkınlığı dile getiren, onun ardından gelen ayet de
onların sözlerinden olma ihtimali gösteriyor:
"Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla
yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeğe de kadir olduğunu görmediler mi?
Evet O her şeye kadirdir."
Bu, surenin başında ele alınan, gözlemlenen varlık
kitabına dönüştür. Kur'an üslubu; surede doğrudan verilen görüşle, hikaye
içinde gelen görüş arasında bu tür ardarda gelişleri çokca içerir. Böylece
aynı gerçeği dile getiren iki kaynak arasındaki paralellik ortaya konulmuş
olur.
Göklerle yerin oluşturduğu bu görkemli yaratıktan
başlamak üzere varlık kitabı bütünüyle yaratıcı kudrete tanıklık eder ve
insan hissine ölümden sonra diriltilmenin kolaylığını ilham eder.
Vurgulanmak istenen bu diriltmenin gerçekliğidir. Bu gerçeğin zihinlere
yerleştirilmesi konusunda en etkin yöntem de meselenin soru cevap üslubuyla
dile getirilmesidir. Ardından kapsamlı yorum geliyor: "O her şeye kadirdir".
Görüldüğü gibi ölümden sonra diriltme ve başkaları, olmuş olacak her şeyi
kapsamına alan bu kudretin çerçevesi içine girmektedir.
HESAP GÜNÜ
34- İnkar edenler
ateşe sunulacakları gün Allah onlara: "Nasıl bu ger-çek değil miymiş?" der.
'`Evet Rabb'imizin hakkı için gerçekmiş" derler. "Öyleyse inkar etmenizden
dolayı azabı tadın" der.
Tablonun çizimi; öykü veya öyküye başlangıç tarzı
bir anlatımla başlıyor: "İnkar edenler ateşe sunulacakları gün..."
Dinleyici, olacakların nitelenmesi beklentisi
içindeyken, ansızın tablo karşısında beliriyor. Aynı beklentisizlik içinde
tablonun hesap günü cereyan edecek diyalogların içeriğiyle de
karşılaşıyorlar: "Nasıl, bu gerçek değil miymiş?"
Hakkı yalanlayan, alaya alan ve uyarıldıkları azabı
acele isteyenlerin karşılaştıkları soru ne korkunç, esasen soru değil bela!
Bugün inkar ettikleri hak karşısında boyunları büküktür.
Rüsvalık, ezilmişlik ve korku içinde gelen cevap:
"Rabb'imiz hakkı için gerçekmiş: '
"Rabb'imizin hakkı için" sözleriyle yemin ediyorlar
bugün. Davetçisine uymadıkları, peygamberini dinlemedikleri ve varlığını
tanımadıkları Rabblerine yemin ediyorlar... Evet şimdi inkar ettikleri
gerçeğe O'nun adıyla yemin edenler onlardır! ..
Rezil rüsvay etme ve dehşete düşürme konusunda soru
bu noktada amacına ulaşıyor, iş bitiyor diyalog noktalanıyor:
"Öyleyse, inkar etmenizden dolayı azabı tadın' der."
İş tamamdır. Suç açık, suçlu suçunu itiraf etmiş
durumda haydi cehenneme. Burda tablonun hızlı hareketi özellikle
planlanmıştır. Artık yaptıklarının sonucuyla yüzleşme kaçınılmaz olup kabul
veya reddetme konusunda seçim yapmalarına yer kalmamıştır. Geçmişte inkar
ediyorlardı, şimdi ise, itiraf ediyorlar, öyle ise hemen tadacaklar!
Kafirlerin Kur'an-ı Kerim ve Resulullah'a ilişkin
tekerlemelerinin üzerinde durulduğu an surenin sonunda; kafirlerin sonuna
ilişkin bu keskin çizgili tablo ile başka alem mensuplarının iman etme
sahnelerinin ardından son vurgu geliyor. Vurgu Resulullah'a kafirlerin
tutumlarına sabredip onlara azabın çabuk gelmesini istememesi konusunda
verilen direktifin içerdiği anlamın ortaya koyduğu vurgudur. Onları bekleyen
akıbeti görüyor ve bu akıbet onların yakınındadır.
35- O halde
peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar
hakkında acele etme, onlar va'dedildikleri azabı gördükleri gün sanki
dünyada gündüzün sadece bir saat kadar kaldıklarını sanırlar. Bu, bir
tebliğdir. Yoldan çıkmışlardan başkası helak edilir mi hiç?
Ayetteki her kelime kabarık bir içeriği, her
ibarenin arkasında da; görüntüler, gölgeler, anlamlar, doğrudan etkileme
öğeleri, meseleler ve değerlerden oluşan bir alem var.
"Peygamberlerden azim ve irade sahiplerinin
sabrettikleri gibi sen de sabret. Onlar hakkında acele etme."
Ölçüsüz zorluklara katlanmış ve kavminin eşi
görülmemiş zulmüne göğüs germiş Hz. Muhammed'e gelen direktif bu! O ki; veli
ve koruyucudan yoksun yetim büyümüş; her türlü dayanak veya arkalılıktan
yoksun olduğu gibi, baba, anne, dede,amca ve şefkatli eş olmak üzere,
dünyaya ilişkin sevgi öğelerinden ve her türlü meşgul edici şeylerden
soyutlanarak kendisini yalnız Allah ve çağrısına adamıştır. O, müşrik
akrabalarından, ellerden gördüğü kötülüğün daha beterini görmüştür. Kabile
ve fertlerden birçok kere yardım isteğinde bulunmuş, her keresinde yardımsız
geri çevrilmiş, bazılarında ise; beyinsizlerin alayı ve mübarek ayaklarının
yaralanması ölçüsüne varan taşlamaları ile karşılaşmış fakat bu O'nu;
yukarıda geçen güzel saygılı yakarışı ile Rabb'ine yönelmesinin dışında bir
tavıra itmemiştir.
Tüm bu özelliklerine rağmen O bile Rabb'inin
yönlendirmesi ihtiyacındadır: "Peygamberlerden azim ve irade sahiplerinin
sabrettikleri gibi sen de sabret, onlar hakkında acele etme."
Dikkat edilmelidir ki o, zorlu bir yoldur. Bu
davetin yolu. Acı bir yol. Öyle ki; Allah sevgisinde içtenliği, arılığı;
cihatta metaneti, direnci; dava için her şeyden soyutlanması Hz. Muhammed'in
nefsi gibi olan bir nefis; sabır ve davanın inatçı hasımlarına azabın çabuk
gelmesi konusunda acele etmemesi için ilahi direktife gerek duymaktadır.
Evet, bu yolun meşakkati, teselli; zorlukları, sabır
ve acılığı da ilahi kaynaklı sevgi şarabından tatlı bir yudum almayı
gerektirir.
"Peygamberlerden azim ve irade sahiplerinin
sabrettikleri gibi sen de sabret, onlar hakkında acele etme..."
Yüreklendirme, sabra çağırma, teselli... Sonra
tatmin:
"Onlar, va'dedildikleri azabı gördükleri gün, sanki
dünyada gündüzün sadece bir saat kadar kaldıklarını sanırlar..: '
Kuşkusuz dünyada kalış kısa bir süredir. Günün bir
anı kadar. O çabuk geçecek bir hayattır, şu ahiretten önce yaşayacakları.
Değersizdir de. Arkasında, nefislerde gündüzün bir saatinin bıraktığı
izlenimden daha çok bir şey bırakmaz. Sonra kaçınılmaz sonuçla
karşılaşacaklar ve orada sürekli kalacaklardır. Onlara verilen bu süre,
helak ve acı azabın gerçekleşmesinden önce duyurunun sağlanması içindir:
"Bu bir tebliğdir. Yoldan çıkmışlardan başkası helak
edilir mi hiç?"
Hayır. Allah kullara zulmetmek istiyor değil. Asla.
Davetçi karşılaştığına sabretmelidir. Çünkü bu hayatının günün bir anı kadar
önemi vardır. Sonra olan olacak...
AHKAF SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.