33-Ahzab


1- "Ey Peygamber: Allah'tan kork, kafirlere ve münafıklara itaat etme. Şüphesiz, Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."

2- "Sana Rabbin tarafından vahyedilen kitaba uy; şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır."

3- "Allah'a güven, dost ve dayanak olarak Allah yeter."

Bu, genç İslam toplumunun toplumsal ve ahlâki hayatının çeşitli yönlerini düzenleyen Ahzab suresinin başlangıcıdır. Bu başlangıç İslamın sosyal düzeninin özelliğini ve bu düzenin gerek pratik hayatta gerekse vicdan aleminde dayandığı temel ilkeleri gözler önüne sermektedir.

Kuşkusuz islam bir konferanslar ve vaazlar, davranış ve ahlâk kuralları, yasa ve kanunlar, rejim ve gelenekler kolleksiyonu değildir. İslam bunların tümünü kapsıyor ama, sadece bunların tümü islam demek değildir. İslam teslim olmaktır. Allah'ın iradesine ve kaderine teslim olmaktır; daha baştan itibaren Allah'ın emir ve yasaklarına itaat etmeye, başka hiçbir direktife, hiçbir yöne yönelmeden, aynı şekilde O'ndan başkasına güvenmeden Allah'ın belirlediği hayat sistemine uymaya hazır olmaktır. Bu, daha baştan itibaren şu yeryüzünde yaşayan insanların, tek ve ortaksız Allah'ın belirlediği evrensel yasalar sistemine boyun eğdiklerinin bilincinde olmaktır. Hem kendilerinin hem içinde yaşadıkları yeryüzünün hem yıldızların hem galaksilerin hareketlerini yönlendirenin; gizli açık, görünmeyen-görünen, akılların algıladı,y-insanın kavrama yeteneğinin algılama bakımından yetersiz kaldığı top yekün varlık alemini bu bir ve ortaksız İlâh'ın yönettiğini bilmektir. Yüce Allah'ın emirlerine uymaktan, yasaklarından sakınmaktan; yüce Allah'ın kolayca kullanmaları için buyruklarına verdiği sebeplere sarılıp sonuçlara katlanmaktan başka seçeneklerinin olmadığını kesin şekilde bilmektir. İşte temel budur. Bundan sonra, vicdanda yer eden inanç sisteminin gereklerinin fiili tercümesi ve nefsin Allah'a teslim olmasının, onun hayat sistemine göre hareket etmesinin pratik sonuçları olan şeriat ve kanunlar, rejim ve gelenekler, davranış ve ahlâk kuralları bu temele dayalı olarak biçimlendirilir. İslam bir inanç sistemidir. Şeriat bu inanç sisteminden kaynaklanır. Toplumsal düzen de bu şeriata dayandırılır. İşte birbirini bütünleyen, birbiri ile bağlantılı olan, karşılıklı etkileşim halinde bulunan bu üçlü islam demektir.

Yepyeni kanunlar koyarak, alışılmışın dışında uygulamalar belirleyerek müslümanların sosyal hayatlarını düzenleyen Ahzab suresinin ilk direktifinin Allah'tan korkmaya ilişkin olması bu yüzdendir. Bu direktif bizzat bu kanunları ve düzenlemeleri uygulamayı üstlenen Peygamber efendimize yöneliktir. "Ey Peygamber, Allah'tan kork." Çünkü Allah'tan korkmak, O'nun gözetiminin bilincinde olmak, O'nun yüceliğini hissetmek en başta gelen ilkedir. Vicdanın derinliklerinde kanun koyma ve bu kanunları uygulamayı gözetleyen bekçidir. İslamın öngördüğü bütün yükümlülükler, bütün direktifler bu temele bağlanır.

İkinci direktif ise kafir ve münafıklara itaat etmemeyi, onların direktif ve önerilerine uymamayı, görüş ve teşvik amaçlı sözlerini dinlememeyi öngören yasaktır: "Kafirlere ve münafıklara itaat etme.." Bu yasağın, Allah'ın vahyettiği kitaba uymaya ilişkin emirden önce vurgulanması, o sıralar Medine ve çevresinde yaşayan kafir ve münafıkların müslümanlar üzerindeki baskılarının çok ağır olduğunu gösteriyor. O kadar ki, onların görüş ve direktiflerine uymamaya ilişkin bu yasağın konulmasını, onları ve baskılarını bertaraf etmeye fiilen başlanmasını gerektirmiştir. Bu yasak her zamanki toplumlar için geçerlidir. Mü'minleri genel anlamda kafir ve münafıkların görüşlerine aymaktan, özellikle inanç, kanun koyma ve sosyal düzen açısından onlara itaat etmekten sakındırıyor. Bununla müslümanların hayat sisteminin tamamen Allah'ın dinine uygun olması, kesinlikle başka görüş ve direktiflerin bu sisteme bulaşmaması amaçlanıyor.

Şu halde hiç kimse -zayıflık ve sapmaların egemen olduğu dönemlerde kimi müslümanların yaptığı gibi- kafir ve münafıkların sahip oldukları dış görünüşü itibariyle parlak olan ilmi birikime, deneyim ve beceriye kanmamalıdır. Çünkü her şeyi bilen ve her şeyi bir hikmete göre yerli yerinde yapan sadece yüce Allah'tır. Bu sonsuz bilgisi ve hikmeti uyarınca mü'minlerin uyacakları hayat sistemini belirleyen O'dur. "Şüphesiz Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir." İnsanların bilgisi ise özden yoksun bir kabuktur ve üstelik çok azdır!

Bunun hemen ardından gelen üçüncü direktif ise şudur: "Sana Rabbin tarafından vahyedilen kitaba uy..." Çünkü direktif vermeye yetkili tek merci burasıdır. Uyulmayı hakkeden biricik kaynak budur. Ayet ifadenin yapısında gizli bulunan bazı anlamlı mesajlar içeriyor. "Sana Rabbin tarafından vahyedilen kitaba uy." "Sana" kelimesiyle vahiy Peygamberimize özgü kılınıyor. "Rabbin tarafından" tamlaması ile de vahyin kaynağı vurgulanıyor. Buyruğuna uymanın kaçınılmaz olduğu yüce Allah'tan gelen somut ifadenin yanı sıra, cümlenin yapısında belirginleşen bu duyarlı ve anlamlı mesajlarla da Allah tarafından vahyedilen kitaba uymanın zorunluluğu vurgulanıyor. Bunun üzerine yapılan değerlendirme ise şöyledir: "Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır." Sizinle ilgili bilgileri ve sizin neler yapmakta olduğunuzu O vahiy kanaliyle size bildiriyor. Sizin yaptıklarınızın gerçek mahiyetini, sizi bu tür eylemlere iten vicdanlarınızda yer eden arzularınızı bilir.

Son direktif ise şudur: "Allah'a güven, dost ve dayanak olarak Allah yeter" İnsanların senin yanında ya da karşında olmalarına önem verme. Komplo ve tuzaklarına aldırma. Bütün işlerini Allah'a bırak. O, sonsuz ilmine, hikmet ve ön tasarımına göre bu işleri yönlendirir. İşi en sonunda Allah'a bırakmak ve sadece O'na dayanıp güvenmek, kalbin gölgesinde yatıştığı sağlam bir dayanaktır. İnsan kalbi bu dayanağın yanında kendi etkinliğinin sınırını bilir ve artık ötesine geçmez. Bunun ötesini içten bir bağlılıkla, güvenle, teslimiyetle her türlü emir ve yönlendirme yetkisine sahip olan yüce Allah'a bırakır.

Şu üç unsur: Allah korkusu (Takva), O'nun vahyettiği kitaba uyma, -Kafir ve münafıklara karşı tavır almakla birlikte- sırf O'na dayanıp güvenme unsurları davetçinin gücünü arttırır, onun daha duyarlı ve dikkatli hareket etmesini sağlar. Davetin Allah'tan gelen, Allah'a doğru yol alan ve Allah'a dayanan açık ve katışıksız metoduna göre yoluna devam etmesini sağlar. "Dost ve dayanak olarak Allah yeter."

Bu direktifler duygusal gözlemlere dayanan kesin bir mesajla sona eriyorlar:

4- "Allah bir insanın göğüs boşluğunda iki kalp yaratmadığı gibi zihar yaptığınız (sen bana anamın sırtı gibisin dediğiniz) eşlerinizi, sizin anneleriniz yapmadı ve evlatlıklarınızı da öz oğullarınız gibi saymanızı meşru kalmamıştır. Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir. Allah gerçeği söyler ve O, doğru yola iletir."

İnsanın sadece bir kalbi vardır. Şu halde sadece bir hayat sistemine uyması bir zorunluluktur. Hayat ve varlık için başvuracağı tek ve kapsamlı bir düşünce sistemi olmalıdır. Değerleri ölçeceği, eşya ve olayları değerlendireceği tek bir kriterinin olması kaçınılmazdır. Aksi taktirde hayatı paramparça olur, birbirinden ayrı, birbiri ile çelişen düşünceler arasında bocalanır. İki yüzlü davranışlar sergiler. Yamuklaşır. Bir yöne doğru -sağa-sola sapmadan dengeli bir şekilde hareket edemez.

İnsan, davranış ve ahlâk kurallarını bir kaynaktan, yasa ve kanunlarını bir başka kaynaktan, sosyal ya da ekonomik rejimi üçüncü bir kaynaktan, sanat ve düşüncesini dördüncü bir kaynaktan alamaz. Çünkü bu karmaşa içinde kalp sahibi bir insanın olgunlaşması, insana yaraşır dengeli davranışlar sergilemesi mümkün değildir. Olsa olsa farklı merciler arasında düşünce ve hareketleri paramparça olmuş bir et kemik yığını meydana gelir.

Gerçek bir inanç sistemine inanan bir insanın hayatının herhangi bir noktasında, büyük ya da küçük bir meselede bu inanç sisteminin gereklerinden ve özel değerlerinden soyutlanması mümkün değildir. Bir insanın herhangi bir söz söylerken, herhangi bir harekette bulunurken veya bir şeye niyetlenirken ya da bir şey hakkında düşünürken bu inanca göre davranmaması, bu inanç sisteminin gereklerine uymaması söz konusu olamaz... Ancak eğer bu inanç sistemi onun vicdanına pratik olarak yerleşmişse... Çünkü yüce Allah insana sadece bir kalp bahşetmiştir. Bu yüzden tek bir yasaya boyun eğmesi, bir tek düşünce sistemine dayanması, eşya ve olayları tek bir ölçüye göre değerlendirmesi zorunludur.

İnanç sahibi bir kişi herhangi bir şey yaptığı zaman: "Bunu şahsım adına yaptım. Bunu da islam adına yaptım" diyemez. Nitekim günümüzde politikacılar, şirket yöneticileri; toplumsal ya da bilimsel dernek temsilcileri bu tür sözler söylemektedirler. Oysa bir tek kişilikleri ve bir tek inanç ile beslenen sadece bir kalpleri vardır. Bu yüzden hayata ilişkin bir tane düşünceleri, değerleri ölçecekleri bir tane kriterleri olmalıdır. Bağlı bulundukları inanç sisteminden kaynaklanan düşünceleri onların her durumunu kuşatmalıdır.

İnsan tek başına, aile içinde, toplum arasında, devlet yönetiminde, bütün yeryüzünde; gizli-açık, işçi-işveren, yöneten-yönetilen olarak, bollukta ve darlıkta tek bir kalple yaşar. Bu yüzden hiçbir durumda kriterleri, değer yargıları ve düşünce sistemi değişmemelidir. "Allah bir insanın göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır."

Bu yüzden insanın izleyeceği hareket metodu bir tanedir. Sadece bir yolda yürümeli, sadece bir vahye ve yalnızca bir merciye yönelmelidir. Kısacası tek ve ortaksız Allah'a teslim olmalıdır. Çünkü bir kalp iki İlâh'a birden kulluk yapamaz, iki efendiye birden hizmet edemez. Aynı anda iki yolu izleyemez, iki merciye yönelemez. Böyle bir şey yapmaya kalkıştığı an duygu, düşünce ve davranış olarak paramparça bir görünüm sergiler, kendi kendi ile çelişir, et ve kemik yığınına dönüşür.

Uyulacak sistemin ve izlenecek yolun belirlenmesine ilişkin bu kesin mesajdan sonra ayet-i kerime "zihar" (Yani, adamın karısına sen bana anamın sırtı gibisin demesi) ve evlat edinme geleneklerinin geçersiz olduklarını duyuruyor. Amaç toplumu açık, normal ve sağlam temellere dayandırmaktır

5- "Evlatlıkları öz babalarına nisbet ederek çağırın, bu Allah katında en doğru olanıdır. Şayet öz babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Yanılarak yaptığınızda size bir günah yok, fakat kalbinizin bile bile yaptığınızda günah vardır. Allah çok bağışla-yan çok esirgeyendir."

Cahiliye döneminde erkek karısına: "Sen bana anamın sırtı gibisin, yani anamın bana haram oluşu gibi haramsın" der ve o andan itibaren karısıyla cinsel ilişkide bulunması haram olurdu. Sonra kadın ortada kalırdı. Ne boşanmış sayılırdı ki bir başkası ile evlensin, ne de normal bir eş gibi kocasına helal olurdu. Bu durum büyük sıkıntılara neden olurdu. Bu uygulama aynı zamanda cahiliyede kadına karşı takınılan tavrın, ona uygulanan baskının iğrençliğini, kadının ne büyük zorluklara ve meşakkatlere katlandığını gösteriyor.

İslam aile ortamındaki sosyal ilişkileri yeniden düzenleyip aileyi ilk toplumsal birim olarak tanımlayınca; kuşaklara kaynaklık eden bu yuvaya layık olduğu özeni ve korumayı yerine getirince kadının omuzlarına binmiş bu ayıbı kaldırdı, aile içi sosyal ilişkileri adalet ilkesine dayalı olarak, taraflardan herhangi birine zorluk çıkarmadan düzenledi. İslamın koyduğu bu kural da aynı amaca yöneliktir: "Zihar yaptığınız (sen bana anamın sırtı gibisin dediğiniz) eşlerinizi, sizin anneleriniz yapmadı" Çünkü dille söylenen bir söz pratik gerçeği değiştiremez. Zira anne annedir, eş de eşdir. İnsanın bunlarla olan ilişkisinin özelliği bir cümle ile değişmez. Bu yüzden cahiliyede olduğu gibi "zihar" yapma, annenin haram oluşu gibi sürekli bir haramlığın sebebi olarak kabul edilmemiştir.

Rivayete göre "zihar" geleneğinin geçersizliği "mücadele" suresindeki ayetlerle karara bağlanmıştır. O zaman Evs b. Samit karısı Havle binti Sa'lebe'ye zihar yapmıştı (sen bana anamın sırtı gibisin demişti). Bunun üzerine kadın, Peygamber efendimize gelmiş ve "Ya Resulallah, kocam malımı yedi, gençliğimi yedi bitirdi. Ona çocuk doğurdum. Ne zamanki yaşlanıp çocuk doğuramaz hale gelince bu sefer "sen bana anamın sırtı gibisin" dedi" diyerek şikayette bulunmuştu. Bunun üzerine Peygamber efendimiz "Benim görüşüme göre sen ona ha-ram olmuşsun" demişti. Kadın bu şikayetini defalarca tekrarlamış, bunun üzerine yüce Allah şu ayetleri indirmişti: "Ey Muhammed! Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir: esasen Allah konuşmanızı işitir. Doğrusu Allah işitendir, görendir. İçinizde karılarını `zihar' yapanlar (sen bana anamın sırtı gibisin diyenler) bilsinler ki, karıları anneleri değildir; anneleri ancak, onları doğuranlardır. Doğrusu söyledikleri kötü ve asılsız bir sözdür. Allah şüphesiz affedendir, bağışlayandır. Karılarım zihar yoluyla boşamak isteyip, sonra sözlerinden dönenlerin, karısı ile ilişkiye girmeden önce bir köle azad etmeleri gerekir. Size bu hususta böylece öğüt verilmektedir. Allah işlediklerinizden haberdardır. Azâd edecek köle bulamayanın karısı ile ilişkiye girmeden önce iki ay birbiri peşinden oruç tutması gerekir. Buna gücü yetmeyen, altmış düşkünü doyurur. Bu kolaylık Allah'a ve Peygamberine inanmanızdan ötürüdür. Bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır; kafirler için can yakıcı azab vardır." (Mücadele Suresi, 1-4) Bununla, zihar yapma geçici bir süre için cinsel ilişkinin haram oluşuna neden sayılmıştır. Sürekli bir haram ya da boşanma nedeni olarak kabul edilmemiştir. Kefareti de bir köle âzâd etmek. Ya da ara vermeden iki ay üst üste oruç tutmak yahut altmış yoksulu doyurmaktır. Bu kefaret yerine getirildikten sonra tekrar adamın karısı kendisine helal olur. Evlilik hayatı da eski haline döner. Böylece her zaman için geçerli olan değişmez ve doğru hüküm pratik bir gerçeğe dayandırılmış olur: "Zihar yaptığınız eşlerinizi, sizin anneleriniz yapmadı." Bu sayede aile, cahiliye döneminde kadına reva görülen kötülüklerin ve meşakkatlerin bir yönünü temsil eden bu tür cahiliye gelenekleri yüzünden dağılmaktan, aile ortamındaki ilişkiler, erkeklerin cahiliye toplumunda kabaran arzuları ve üstünlük kompleksleri karşısında bozulmaktan, karmaşık ya da başıboş hale gelmekten korunmuştur.

Bu `zihar' meselesi. Evlat edinme ve evlat edinilenlerin öz babalarında başkasına nisbet edilerek çağırılması meselesine gelince, bu da hem aile hem de toplum yapısında sarsılmalara neden oluyordu.

Arap toplumunda namusla ve soyla övünme geleneği son derece yaygın ve meşhur olmasına rağmen, herkes tarafından bilinen ünlü bir soya mensup birkaç ailenin dışında toplum içinde övünç vesilesi olan bu gelenekle çelişen davranışlar sergileniyordu.

Örneğin toplumda babaları bilinmeyen çocuklar olurdu. Herhangi bir adam bunlar arasında hoşuna giden birisini evlat edinir, oğlu olarak çağırırdı. Bu çocuğu soyu arasına katardı. Böylece gerçek baba-evlat gibi birbirlerine mirasçı olurlardı.

Öte yandan babaları bilinen çocuklar da vardı. Herhangi bir adam bunlar arasında hoşuna giden birini kendisi için satın alır, onu evlat edinirdi. Böylece kendi soyuna katardı. Artık o çocuk insanlar arasında kendisini evlat edinen adamın adı ile tanınırdı. Adamın ailesinden biri olurdu. Bu durum daha çok savaş ve baskınlarda esir alınan kız ve erkek çocuklar için söz konusuydu. Bunlar-dan birini soyuna katmak isteyen birisi, onu evladı olarak çağırır, ona kendi ismini verirdi. O da bu isimle bilinir ve öz oğulun hak ve yükümlülüklerine sahip olurdu.

Bunlardan birisi de Zeyd b. Harise el-Kelbi idi. Zeyd bir Arap kabilesine mensuptur. Daha küçük bir çocukken cahiliye döneminde bir baskında esir alınmıştı. Hakim b. Hazzam da onu halası Hatice :Allah ondan razı olsun- için satın almıştı. Hz. Hatice Peygamber efendimizle evlenince Zeyd'i Peygamberimize hediye etmişti. Sonra Zeyd'in babası ve amcası gelip onu Peygamber efendimizden istemişlerdi. Peygamber efendimiz kararı Zeyd'e bırakmıştı. O da Peygamber efendimizin yanında kalmayı tercih etmişti. Bunun üzerine Peygamber efendimiz onu âzad ederek kendisine evlat edinmişti. Bu nedenle ona "Zeyd b. Muhammed" derlerdi. Zeyd Peygamber efendimize inanan ilk kölelerdendi.

İslam, aile içi ilişkileri doğal temelleri üzerinde düzenlemeye, bu doğal temeller üzeriné kurulu aile bağlarını güçlendirmeye, bu bağları her türlü karışıklıktan ve bulanıklıktan uzak ve açık şekilde belirtmeye başlayınca, bu evlat edinme geleneğini geçersiz kıldı. Soya bağlı ilişkileri yani, kan, öz babalık ve evlatlık ilişkilerini gerçek sebeplerine döndürerek şu ilkeyi yerleştirdi: "Evlatlıklarınızı da öz oğullarınız gibi saymanızı meşru kılmamıştır." "Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir." Söz ise realiteyi değiştirmez. Kan bağı, nutfenin taşıdığı soya çekim bağı, evladın canlı babasının canlı bir parçası oluşundan kaynaklanan doğal duygular bağı yerine yeni bir bağ meydana getiremez.

"Allah gerçeği söyler ve O, doğru yola iletir."

Yüce Allah, batılın bulaşmadığı kesin ve katışıksız gerçeği söyler. Aile içi ilişkilerin ağızla söylenen dayanaksız bir söz yerine et ve kandan kaynaklanan doğal bağlara dayandırılması da bu gerçeğin bir gereğidir: "O, doğru yola iletir." Yüce Allah uyulması gereken doğru ve fıtratın temel yasasına bağlı olan yolu gösterir. İnsanların pratikte hiçbir anlam ifade etmeyen sözlerle, kendi ağızları ile oluşturdukları başka yollar bu yola duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmaz. Yüce Allah'ın söylediği gerçek söz ve fıtrat insanların ağızlarıyla uydurdukları gelenekleri ortadan kaldırır ve uyulması gereken doğru yolu gösterir:

"Evlatlıkları, öz bahalarına nisbet ederek çağırın; bu Allah katında en doğru olanıdır."

Çocuğun öz babasına nisbet edilerek çağırılması, adaletin gereğidir. Kendisinden canlı bir parça olarak dünyaya gelen çocuğun babası için bir adalettir. Babasının adını taşıyan, ona mirasçı olan ve mirası bırakan, onunla yardımla-şan, gizli bir katılımla babasının devamı sayılan, babasının ve atalarının özelliklerini temsil eden çocuk için adalettir. Aynı şekilde her şeyi yerli yerine koyan; her türlü ilişkiyi fıtri temellerine dayandıran, babanın ve çocuğun hiçbir meziyetini yok etmeyen, evladın sorumluluğunu ve meziyetlerini gerçek babadan başkasına yüklemeyen, yine gerçek evlattan başkasına evlatlık yükümlülüklerini ve ayrıcalıklarını yüklenmeyen hak ilkesi için de adalettir.

İşte aile içindeki yükümlülükleri dengeli biçimde ayarlayan toplumsal düzen budur. Bu düzen aileyi, realiteden destek gören ince ve kalıcı temellere dayandırır. Aynı zamanda toplum binasını da gerçek ve güçlü bir ilkeye dayandırır. Bu ilke evrensel gerçeğin ifadesidir ve derin fıtri realiteyle uyuşmaktadır. Ailenin doğal gerçeğinden habersiz olan bütün düzenler zayıf, temelleri çürük, iflas et-meye mahkum düzenlerdir. Bu düzenlerin yaşaması mümkün değildir.(Komünizm, toplumsal yapı içinde aile temelini inkar etmeye kalkıştı. Fakat büyük bir başarısızlığa uğradı ve uğramaya devam edecektir de. Felsefi ve ideolojik düzenin ilkelerine rağmen insan fıtratı Rusya'da mücadeleye başlamış ve .yavaş yavaş yeniden egemenliğini kurup önplana çıkmaya başlamıştır.)

Cahiliye toplumunda aile içi ilişkilerdeki başıboşluk, soyun karışmasına ve kimi zaman babaların bilinmemesine neden olan cinsel anarşizm göz önünde bulundurulduğunda, islam, aile içi ilişkileri yeniden düzenleyip toplumu da bu temele dayalı olarak kurarken bu sorunu kolaylıkla çözümlemiştir. Gerçek babaların bilinmesine imkan bulunmadığı durumlarda, islam toplumu içinde doğal hiçbir dayanağı bulunmayan evlatlık edinme yerine din kardeşliği ve dostluğu ilkesini yerleştirmiştir.

"Şayet babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır."

Bu, son derece edepli ve manevi bir ilişkidir. Bu tür bir ilişki, mirasçı olmak, diyetlerin ödenmesinde dayanışmak gibi belli yükümlülükler gerektirmez. -Bunlar soy ve kan bağının gerektirdiği yükümlülüklerdir. Nitekim evlatlıklar için de bu yükümlülükler geçerliydi-. Bu manevi bağın burada vurgulanması, evlatlık bağının geçersiz kılınmasından sonra evlatlıkların toplum içinde yalnızlığa terk edilmemeleri amacına yöneliktir.

"Şayet babalarını bilmiyorsanız" ifadesi, bize cahiliye toplumundaki soy karışıklığının, cinsel ilişkilerdeki anarşizmin boyutlarını tasvir etmektedir. İslam aile düzenini babalık temeline, toplumsal düzeni de doğal ve sağlam aile esasına dayandırmak suretiyle bu karışıklığı ve bu anarşizmi ortadan kaldırmıştır.

Soyları aslına döndürmek için gerekli çaba sarf edildikten sonra, gerçek soyu belirleme imkanından yoksun oldukları durumlarda mü'minler için herhangi bir sorumluluk yoktur.

"Yanılarak yaptığınızda size bir günah yok, fakat kalplerinizin bile-bile yaptığında günah vardır."

Bu hoşgörünün geri planındaki gerekçe yüce Allah'ın bağışlayıcılık ve merhametlilik niteliklerine sahip olması, insanlara kaldıramayacakları yükü yüklememesidir:

"Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."

Peygamber efendimiz cahiliye toplumunda yaşanan karışıklığın tüm sonuçlarını geçersiz kılan yeni düzenlemenin ciddiyetini vurgulamak için gerçek soyun belirlenip doğrulanmasına büyük özen gösterirdi. Bu yüzden gerçek soylarını gizleyenleri küfürle nitelendirirdi. İbn-i Cerir diyor ki: Bize Ya'kup b. İbrahim anlattı; ona da İbn-i Aliye anlatmış; ona da Uyeyne b. Abdurrahman babasından şöyle rivayet etmiş: Ebubekir (r.a) şöyle dedi: Yüce Allah buyuruyor ki; "Evlatlıkları öz babalarına nisbet ederek çağırın; bu Allah katında en doğru olanıdır. Şayet babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır." Ben de babaları bilinmeyenlerden biriyim. Şu halde ben sizin din kardeşinizim. Babam dedi ki (Bu söz Uyeyne b. Abdurrahman'a aittir): Allah'a andolsun ki, zannedersem o, babasının bir eşek olduğunu bilseydi kendini ona nisbet ederdi. Nitekim Peygamber efendimiz "Kim -bildiği halde- kendisini babasından başkasına dayandırırsa, kâfir olur." Bu özen, bu önemseme islamın ailenin ve aile bağlarının her türlü kuşku ve yabancı unsurdan korunmasına, ailenin her türlü korunma, doğruluk, güçlülük ve sağlamlık sebepleriyle kuşatılmasına verdiği öneme uygun düşmektedir. Kuşkusuz bununla güdülen amaç, birbiriyle kenetlenmiş, bozulmamış, temiz ve iffetli toplum binasının sağlıklı temellere dayandırılmasıdır.

Bundan sonra evlatlık edinme uygulaması kaldırıldığı gibi kardeşlik sözleşmesi de iptal ediliyor. Ancak kardeşlik uygulaması bir cahiliye geleneği değildi. İslam, hicretten sonra mallarını ve ailelerini Mekke'de bırakan muhacirlerin, aynı şekilde Medine'de müslüman olmalarının sonucu aileleri ile bağlarını koparan bazı müslümanların durumunu pratik bir çözüm yolu ile karşılamak amacı ile bu uygulamayı başlatmıştı. Bunun yanı sıra Peygamber efendimizin genel anlamda müslümanlar adına karar verme (velayet) yetkisine sahip olduğu ve bu yetkinin, soydan kaynaklanan her türlü yetkiden öncelikli olduğu, onun eşlerinin bütün mü'minlerin manevi anaları oldukları vurgulanıyor.

6- "Peygamber mü'minlere canlarından ileridir. O'nun eşleri de mü'minlerin anneleridir. Akraba olanlar miras hususunda Allah'ın kitabına göre birbirlerine muhacirlerden ve ensardan daha yakındır. Dostlarınıza yapacağınız uygun bir vasiyet bunun dışındadır. Bunlar kitapta yazılmıştır."

Muhacirler geride her şeylerini bırakarak Mekke'den Medine'ye hicret etmişlerdi. Dinlerini korumak için Allah'a koşmuşlardı. İnançlarını akrabalık bağlarına, mal varlığına, dünya hayatının gerektirdiği sebeplere, çocukluk ve delikanlılık anılarına, arkadaşlık ve dostluk duygularına tercih etmişlerdi. Sırf inançlarım kurtarmak için geride kalan her şeyden soyutlanmışlardı. Onlar bu şekilde hicretleriyle, aralarında eş, aile ve çocukta olmak üzere insanın değer verdiği her şeyden bu şekilde uzaklaşmalariyle, inancın eksiksiz olarak gerçekleşmesinin, içinde inançtan başka hiçbir şeye yer kalmayacak şekilde kalbi bürümesinin yeryüzündeki canlı ve pratik örnekleriydi. Yüce Allah'ın şu sözünü doğrular tarzda insan kişiliğinin bölünmez bütünlüğünün somut kanıtlarıydılar:

"Allah bir insanın göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır."

Medine'de de bu durumun bir başka şekli ortaya çıkmıştı. Bazı evlerde kimi fertler müslüman olmuş, kimisi de müşrik kalmaya devam etmişti. Bunun sonucu akrabaları ile aralarındaki ilişkiler kesilmişti. Bu yüzden ailesel ilişkilerde belli bir çözülme baş göstermişti. Toplumsal düzeydeki ilişkilerde baş gösteren çözülme ise daha geniş boyutlarda idi.

Müslüman toplum henüz yeni oluşmuştu. Yeni kurulan islam devleti ise kurulu bir rejime dayalı bir düzenden çok ruhlara egemen olan bir düşünce olmaya daha yakındı.

Tam bu noktada yeni inanç sisteminden kaynaklanan bir bilinç dalgası kabardı. Bu bilinç dalgası bütün sevgileri, bütün duyguları, bütün gelenek ve görenekleri, bütün ilişkileri ve bağları örttü. Onların tüm etkinliklerini sildi süpürdü. Bununla kalpleri birbirine bağlayan tek unsurun, inanç sisteminin olması hedefleniyordu. Aynı zamanda inanç unsurunun bile kabile ortamındaki doğal köklerinden kopmuş parçaları birbirine bağlaması, kan, soy, çıkar, dostluk, ırk ve dil gibi bağların yerini alması, islama girmiş bu parçaları birbiri ile kaynaştırması, bunları birbiriyle kenetlenmiş, birbiriyle kaynaşmış, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma içinde bulunan gerçek bir kitle haline getirmesi isteniyordu. Kuşkusuz konunun hükmü ile ya da devletin buyrukları ile olmayacaktı bu iş. İçten gelen bir dürtü ile, ïnsanların normal hayatlarında alışık oldukları her şeyi silip süpüren bir bilinç kabarması ile gerçekleşecekti. İşte islam toplumu devlet düzenine ve rejimin gücüne dayanamadığı sıralarda bu temele dayanmıştı.

Muhacirler, kendilerinden önce Medine'yi bir iman yurdu haline getiren ensara konuk oldular. Ensar da evlerini, kalplerini ve mallarını peşkeş çekerek muhacirleri karşıladılar. Onları barındırmak için birbiriyle yarıştılar, muhacirleri konuk etmek hususunda o kadar birbirleri ile çekiştiler ki, bir muhaciri ancak kur'a ile bir ensariye konuk etmek mümkün olmuştu. Çünkü muhacirlerin sayısı, onları barındırmak isteyen ensardan azdı. Fıtri cimrilikten, gösteriş ve riyadan uzak, gerçek bir mutlulukla, gönül hoşnutluğu ile isteyerek her şeylerini onlarla paylaştılar.

Peygamber efendimiz muhacir erkeklerle ensar erkekleri arasında kardeşlik bağı oluşturdu. Bu kardeşlik, inanç sahipleri arasındaki dayanışma tarihinde eşine rastlanmayan bir bağdı. Bu kardeşlik, kan kardeşliğinin yerini aldı. O da miras, diyet ve benzeri soy bağından kaynaklanan diğer hak ve yükümlülükleri kapsıyordu.

Bilgide bu bilinç yüksek bir zirveye ulaşmıştı. Müslümanlar bu yeni ilişkiyi büyük bir ciddiyetle benimsemişlerdi. -Onların bu tutumları islamın getirdiği bütün prensiplere karşı takındıkları tavrın aynısıydı-. Bu bilinç islam toplumunu oluşturma ve onu kuşatma açısından yerleşik bir devlet düzeninin, oturmuş bir yasama gücünün, otoriter bir rejimin işlevini görmüş, hatta ondan fazlasını başarmıştı. Bu tür istisnai ve karmaşık koşullarda bunun gibi yeni doğmuş bir toplumu korumak ve onları bir arada tutmak için bunun gibi bir uygulama zorunluydu.

Bu tür duygusal yönü ağır basan istisnai uygulamalar, benzeri koşullarla karşı karşıya kalan toplumların organik oluşumlarını tamamlamaları için zorunludur. Yerleşik bir devlet sistemi, oturmuş bir yasama gücü ve toplumun yaşaması, gelişmesi ve korunması için gerekli olan güvenceleri yeterince sağlayan otoriter bir rejim meydana gelene kadar bunun gibi istisnai uygulamalara başvurmak gerekir. Bu durum doğal durumlar ve uygulamalar ortaya çıkma imkanı bulana kadar sürer.

Kuşkusuz islam, -bu tür duygusal yönü ağır basan uygulamaları her zaman içermekle beraber, bu duygunun kalpteki kaynağının her zaman açık, her zaman artar durumda ve her an için fışkırmaya elverişli olmasını öngörmekle beraber toplumsal yapısını insan ruhunun normal gücüne dayandırmayı ister, istisnai heyecanlanmalara değil. Duygusal yönü ağır basan uygulamalar istisnai dönemlerde işlevlerini yerine getirdikten sonra yerlerini doğal akışa terk ederler. Özel zorunluluk dönemi sona erince normal düzen devreye girer.

Bu yüzden Kur'an-ı Kerim Bedir savaşından sonra durumun yavaş yavaş normalleşmesinden, islam devletinin otoritesini pekiştirmesinden, sosyal rejimin gitgide yerleşmesinden, rızık edinme için makul şartların oluşmasından, büyük Bedir savaşının ardından sefere çıkan seriyyelerin herkese yetecek kadar bol ganimet elde etmelerinden, özellikle sürgün edilen yahudi Beni Kaynuka kabilesinden geride kalan bol servetten sonra... Evet Kur'an-ı Kerim bu tür güvencelerin artması ile birlikte muhacir ve ensar arasında başlatılan kardeşlik uygulaması, kan ve soy bağından kaynaklanan yükümlülükleri açısından geçersiz kılmıştır. Ama bu kardeşliğin sevgi ve duygusal yönü korunmuştur. İhtiyaç duyulduğunda tekrar yürürlüğe konulsun diye. Bundan sonra islam toplumunda bütün işler doğal durumuna döndürülmüştür. Örneğin miras ve diyetlerde yardımlaşma kan ve soy akrabalığına özgü kılınmıştır. -Nitekim yüce Allah'ın ezeli kitabına ve doğal yasasına göre aslolan budur-. "Akraba olanlar miras hususunda Allah'ın kitabına göre birbirlerine muhacirlerden ve ensardan daha yakındır. Dostlarınıza yapacağınız uygun bir vasiyet bunun dışındadır. Bunlar kitapta yazılmıştır."

Aynı sırada Peygamber efendimizin genel anlamda mü'minler adına karar verme yetkisi ve bu yetkinin kan akrabalığından, hatta insanın kendi kendine olan yakınlığından daha öncelikli olduğu vurgulanmıştır: "Peygamber, mü'minlere canlarından ileridir." Bu arada Peygamber efendimizin eşlerinin bütün mü'minlerin manevi annemleri oldukları belirtilmiştir: "Onun eşleri de mü'minlerin anneleridir."

Peygamber efendimize verilen bu yetki, hayat sistemini ve hareket metodunu bütün yönleriyle belirlemeyi kapsayan genel bir yetkidir. Bu konuda mü'minler bütünüyle Resulullah'ın buyruğuna uymakla yükümlüdürler. Hz. Peygamberin yüce Allah'tan aldığı vahiy doğrultusunda kendileri için seçtiği hayat sistemini seçmekten başka seçenekleri yoktur: "Sizden biriniz arzusunu benim getirdiğim vahye uydurmadıkça mü'min değildir."

Bu yetki, bu önceliklilik mü'minlerin duygularını da kapsıyor. Çünkü Hz. Peygamberin şahsı onlara kendilerinden daha sevgili olur. Onu bırakıp kendilerini tercih etmezler. Kalplerinde hiçbir kişi ya da hiçbir şey Hz. Peygamberden ileri olamaz. Bir sahih hadiste Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: "Beni kontrolünde tutan Allah'a andolsun ki, sizden biriniz, beni kendisinden, malından, evladından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe mü'min olamaz." Yine bir başka sahih hadiste belirtildiğine göre Hz. Ömer (r.a) "Ya Resulallah, Allah'a andolsun ki, kendimin dışında seni her şeyden çok seviyorum" demiş. Bunun üzerine Peygamber efendimiz "Hayır ya Ömer, beni kendinden daha çok sevmedikçe olmaz" buyurmuştur. Ardından Hz. Ömer: "Ya Resulallah, Allah'a andolsun ki, seni kendim dahil her şeyden çok seviyorum" demiş, Peygamberimiz de "Şimdi oldu ya Ömer" buyurmuştur.

Bu sadece dille söylenen bir söz değildir. Yüce bir makamdır bu. Kendisini bu erişilmez, bu aydınlık ufka ulaştıracak dolaysız, direkt bir temas olmadığı sürece bir kalp buraya erişemez. Buraya eriştikten sonra kalp şahsının cazibesinden, benliğinin her noktasına, her büklümüne işlenmiş kendisine yönelik derin sevgiden sıyrılır. Çünkü insan kendi şahsını ve kendi şahsı ile ilgisi bulunan her şeyi sever. Bu sevgi insan düşüncesini, idrakini aşan boyutlardadır. Zaman zaman insan duygularını yendiğini, nefsini tatmin ettiğini, kendi şahsına yönelik aşırı sevgiyi kontrol altına aldığını düşünür. Oysa onurunu zedeleyecek şekilde kendisine dokunulduğu zaman, kendisini yılan sokmuşçasına yerinden kalkar. Bu onur kırıcı dokunuş karşısında büyük acı duyar ve tepkisine engel olamaz. Çünkü insanın kendi şahsına yönelik sevgisi duygularında ve benliğinin derinliklerinde gizlidir. İnsan nefsini tüm hayatın feda etmeye razı edebilir, ancak kendisini küçük düşürücü, veya herhangi bir özelliğini ayıplayıcı, yahut karakterini eleştirici yada bir niteliğini, eksikliğini vurgulayıcı tarzda kişiliğine dokunan bir davranışı kabul etmeye razı etmesi son derece güçtür.

Bu konuda aşırıya kaçmadığını, yada fazla etkilenmediğini ileri sürmesine rağmen... İnsanın kendi şahsına yönelik derin sevgisini yenmek, dille söylenebilecek bir söz değildir. Daha önce de söylediğimiz gibi bu, yüce bir makamdır. Dolaysız ve manevi bir temas veya uzun süreli bir çaba, yahut sürekli bir egzersiz, ya da Allah'ın yardım ve desteğini hakkeden kesintisiz bir uyanıklık ve samimi bir istek olmadığı sürece insan kalbi bu yüce makama erişemez. Bu, Peygamber efendimizin nitelendirdiği gibi en büyük cihattır. Bu konuda Hz. Ömer'in -düzeyi ne olursa olsun- Peygamber efendimizin uyarısına muhtaç olması meselenin önemini ortaya koyması bakımından yeterli bir örnektir. Bu tertemiz kalbi açan, Peygamberimizin dolaysız, uyarı amaçlı teması olmuştur.

Peygamber efendimize verilen bu yetki mü'minlerin yükümlülüklerini de kapsar. Bir sahih hadiste Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: "Beni dünya ve ahirette her şeyden üstün ve kendisine daha yakın görmeyen bir mü'min yoktur. İsterseniz "Peygamber, mü'minlere canlarından ileridir" (Ahzab, 6) ayetini okuyun. Şu halde herhangi bir mü'min geride bir mal bırakırsa, soyundan olan kimseler ona mirasçı olsunlar. Şayet bir mü'min ölürde geride bir borç bırakırsa ya da ailesine bakacak kimsesi yoksa bana getirsinler. Çünkü ben onun yakınıyım." Yani bu adam borçlu ölmüş ve borcunu karşılayacak kadar malı da yoksa Hz. Peygamber onun borcunu ödeyecektir. Eğer kendilerine bakamayacak yaşta iseler çocuklarının bakımını üstlenecektir.

Bunun dışında hayat, doğal temellerine dayanır. Bunun için de duygusal yönü ağır basan ve istisnai durumlarda başvurulan uygulamalara gerek yoktur. Bununla beraber kardeşlik uygulamasının iptal edilmesinden sonra dostlar arasındaki sevgi kalıcıdır. Bir dostun dostuna ölümünden sonra mirasından pay verilmesini vasiyet etmesine ya da sağlığında bir şeyler hibe etmesine engel oluşturacak bir hüküm söz konusu değildir: "Dostlarınıza yapacağınız uygun bir vasiyet bunun dışındadır."

Bütün bu uygulamalar en başta gelen kulpa bağlanıyor ve bunun yüce Allah'ın ezeli kitabında yer alan iradesi olduğu vurgulanıyor: "Bunlar kitapta yazılmıştır." Böylece kalpler yatışıyor, sakinleşiyor; bütün yasamaların ve düzenlemelerin kâynağı olan büyük temele sarılıyor.

Bununla hayat doğal temelleri üzerinde normal şeklini alıyor. Kolay ve rahat bir şekilde yoluna devam ediyor. Fert ve toplumların hayatında son derece sınırlı olan kimi istisnai durumların dışında normalde ulaşılmayacak olan yüksek ufuklara bağlı kalmıyor.

Sonra islam, müslüman toplumun hayatında yine bu tür bir zorunluluk baş gösterdiğinde tekrar coşsun, tekrar kaynasın diye bu coşkun kaynağın kurumamasını istemiştir.

Yüce Allah'ın ezeli kitabında yazılan hükmü ve o yönde gelişen iradesi münasebetiyle, kalıcı bir yasa olsun, her zaman için geçerli bir hayat sistemi olsun diye, yüce Allah'ın genelde bütün Peygamberlerle, özelde de Peygamber efendimizle ve diğer büyük (ulul azm) Peygamberlerle yaptığı sözleşmeye işaret ediliyor. Bu sözleşme, Allah'ın hayat için belirlediği sistemi omuzlamayı, ona uymayı, onu insanlara açıkça duyurmayı, gönderildikleri milletlerin hayatına bu sistemi egemen kılmayı öngörüyor. Bununla insanların, Peygamberlerin açık .duyurularından sonra tüm mazeretleri geçersiz kılındıktan sonra bizzat kendi sapıklıklarından veya doğru yolda oluşlarından, mü'minliklerinden veya kafirliklerinden sorumlu olmaları hedeflenmiştir:

7- Hani" biz Peygamberlerden söz almıştık, senden, Nuh'tan, İbrahim'-den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan, pek sağlam bir söz aldık."

8- "Allah, doğrulardan doğruluklarını sormak ve kafirlere can yakıcı azap hazırlamak için bunu yapmıştır."

Bu, Nuh Peygamberden son Peygamber Hz. Muhammed'e (s.a.s) kadar değişmeden yürürlükte kalan bir sözleşmedir. Bu, tek bir sözleşme, tek bir hayat sistemi ve tek bir emanettir. Her biri kendisinden öncekinden aldığı şekliyle kendisinden sonra gelene teslim etmiştir.

Önce genel bir ifade kullanılıyor: "Hani biz Peygamberlerden söz almıştık..." Sonra kendisine Kur'an-ı Kerim indirilen ve alemlere yönelik evrensel mesajı taşıyan Hz. Muhammed'e (s.a.s) özel olarak işaret ediliyor. Ardından Peygamberler içinde (ulul azm) büyük olanlara değiniliyor. Bunlar, son Peygamberlikten önce gönderilen büyük risaletlerle görevlendirilmiş Peygamberlerdir. "Nuh tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan söz almıştık."

Kendileri ile sözleşme yapılanların açıklanmasından sonra sözleşmenin niteliğine değiniliyor: "Onlardan pek sağlam bir söz aldık." Burada sözleşme sağlam olarak nitelendirilirken ayetin orijinalinde geçen sözleşme anlamındaki "misak" kelimesinin sözlük anlamı göz önünde bulundurulmuştur. Bu sözcük bükülmüş ip anlamındadır. Bu yüzden antlaşmalar ve ilişkiler bu sözcükle ifade edilmiştir. Öte yandan sözcüğün duygulara yönelik mesajının etkinliğini arttıran manevi bir vurgusu da vardır. Bununla yüce Allah ile seçkin kulları arasında; Allah'ın vahyini almak, onu insanlara açıkça duyurmak, hiçbir taviz vermeden, sağa-sola sapmadan onun sistemini tam bir güvenle uygulamak üzere gerçekleşen bu sözleşmenin sağlam ve dayanıklı bir sözleşme olduğu vurgulanmak isteniyor.

"Allah doğrulardan doğruluklarını sormak için böyle yapmıştır."

Doğrular mü'minlerdir. Çünkü doğru sözü söyleyen ve doğru bir inanç sistemine inananlar onlardır. Onların dışındakiler yalancı kimselerdir. Çünkü batıla inanıyor, batıl söz söylüyorlardır. Bunun için ayette kullanılan bu nitelemenin bir amacı, vermek istediği bir mesaj vardır. Mü'minlerden doğruluklarının sorulması ise, tıpkı bir öğretmenin seçkin ve başarılı öğrencisine, mezuniyet törenine davet edilenlerin huzurunda soru sorup onun başarısını ve yükselmesini sağlayacak cevap almasına benziyor. Onurlandırma, başarıyı duyurma, şahitlerin huzurunda herkese bildirme, ödülün kazanıldığını açıklama, büyük haşir gününde böylesine büyük bir onuru hakkedenleri övme amacına yönelik bir sorudur bu.

Doğrulardan başkalarına gelince... Batıl bir inanç sistemine uyan, ya doğru ya da yalan söylemeyi gerektiren en büyük meselelerde, yani inanç meselesinde yalanı tercih edenlere gelince, onlar için hazırlanmış, onları bekleyen bir başka karşılık vardır:

"Kâfirlere can yakıcı bir azap hazırlanmıştır."

Hayat içindeki mücadelelerle, olayların etkisiyle müslümanın kişiliği biçimleniyordu. Günden güne ve olaydan olaya bu kişilik olgunlaşıyor, gelişiyor, karakteristik çizgileri belirginleşiyordu. Bu kişiliklerden oluşan müslüman kitle de kendine özgü nitelikleri ile, değer yargıları ile, kendisini diğer toplumlardan ayıran özellikleriyle varlık sahnesine çıkıyordu.

Olaylar kimi zaman yeni doğmakta olan toplumlar için o kadar ağır ve acımasız olur ki, zaman zaman bir sınav boyutlarına varır. Bu sınav tıpkı altının eritilip saf altın ile değersiz tortunun birbirinden ayrılması gibi ruhların gerçek durumlarını ve cevherlerini ortaya çıkarır. Değeri bilinmeyecek şekilde tortulara karışıp gitmesini önler.

Kur'an-ı Kerim ya sınav esnasında ya da sonuçlanmasından sonra iniyordu. İnerken olayları tasvir ediyor, olayların gizli yanlarını, köşesini-bucağını ortaya çıkaracak şekilde aydınlatıcı projektörlerini üzerine dikiyordu. Böylece tüm tavırları, tavırların gerisindeki duyguları, niyetleri ve vicdanlardaki kıpırdanmaları ortaya çıkarıyordu. Sonra her türlü perdeden ve örtüden soyutlanmış şekilde projektörün ışığı altında çırılçıplak duran kalplere hitap ediyordu. İçlerindeki alıcı ve verici noktaları uyarıyordu, böylece günden güne, olaydan olaya onları eğitiyordu. Bu kalplere yönelik mesajları ve onlardan aldığı tepkileri kendisinin belirlediği eğitim metoduna göre düzenliyordu.

Müslümanlar, emir ve yasakları, yasa ve direktifleri bir kerede inecek şekilde bu Kur'an'la başbaşa bırakılmamışlardı. Tam tersine yüce Allah onları deneylerden geçirmiş, musibetlere uğratmıştı. Fitne ve imtihanlara tabi tutmuştu. Çünkü yüce Allah, kalplere kazınan, sinirlere işlenen, ruhları tutup hayatın içindeki mücadele meydanına, olayların içine atan bu tür pratik ve uygulamalı bir eğitimden geçmedikleri sürece kendi halifesi olarak seçtiği insanların kişiliklerinin olumlu yönde istenen şekilde biçimlenemeyeceğini, sağlıklı olarak olgunlaşamayacağını, bir inanç sistemi üzerinde dengeli bir hayat sürdüremeyeceğini biliyordu. İşte Kur'an bu ruhlara olup bitenlerin gerçek mahiyetini, ne anlama geldiklerini göstermek için iniyordu. Fitne ateşi ile eriyen, imtihanın sıcaklığı ile kızgınlaşan, dövülmeye ve biçim verilmeye müsait durumda olan bu kalplere direktifler vermek, onları yönlendirmek için iniyordu.

Hiç kuşkusuz müslümanların Peygamber efendimizin sağlığında geçirdikleri bu dönem gerçekten olağanüstü bir dönemdi. Yerin gökle birleşmesi dönemiydi. Bu birleşme, gelişen olaylarda ve konuşmalarda belirginleşen açık ve dolaysız bir birleşmeydi. O dönemde her müslüman gecelerken yüce Allah'ın gözlerinin üzerinde olduğunu, kulağının onda olduğunu, söylediği her sözün, yaptığı her hareketin, daha doğrusu kafasında geçen her düşüncenin, her niyetin insanların gözlerinin önüne serileceğini; buna ilişkin olarak Hz. Peygambere vahiy ineceğini hissediyordu. Her müslüman Rabbi ile kendisi arasında doğrudan bir bağ bulunduğunun farkındaydı. İçinden çıkılmaz bir işle karşı karşıya kaldığında, zor bir problem baş gösterdiğinde yarın ya da öbür gün gök kapılarının açılıp problemi için bir çözüm, üstesinden gelemediği için bir çıkar yol, meselesini sonuca bağlayan bir açıklamanın gönderilmesini beklerdi. Bazan yüce Allah şöyle derdi: "Sen ey falan, şöyle dedin, şöyle yaptın, şunu gizledin şunu da açıkladın. Şöyle ol, şöyle olma." Ne olağanüstü ve ne dehşet verici bir olay! Yüce Allah'ın belirterek bir kişiye belli bir konuda hitap etmesi ne dehşet verici, ne olağanüstü bir olay! Oysa o kişi ve içindeki herkes ve her şeyle birlikte bütün yeryüzü yüce Allah'ın sonsuz mülkü içinde bir zerre konumundadır.

Gerçekten olağanüstü bir dönemdi. Bu gün insan o dönemi düşününce, olayları ve tutumları algılamaya çalışınca, akla hayale sığmayan o büyük realitenin nasıl meydana geldiğini kavrayacak gibi oluyor.

Ne var ki yüce Allah müslümanları eğitim ve müslüman kişiliklerini olgunlaştırmak için sadece bu duygularla başbaşa bırakmıyordu. Onları pratik deneylerden geçiriyor, birtakım musibetlere uğratarak onları sınıyordu. Bütün bunları kendisinin bildiği bir hikmet uyarınca yapıyordu. Çünkü o yarattıklarını herkesten iyi bilir. O latiftir, her şeyden haberdardır.

Bu ilahi hikmet üzerinde uzun uzadıya durmamız, kavramaya çalışmamız, etraflıca düşünmemiz ve kendi hayatımızda yaşadığımız olayları, başımızdan geçen imtihanları bu kavrayış ve bu düşüncenin ışığında değerlendirmemiz gerekir.

Ahzab suresinin bu bölümü, islami hareketin ve müslüman cemaatin tarihinde baş gösteren büyük olaylardan birinin geniş bir açıklamasını içeriyor. Çetin bir imtihanın yaşandığı bir durumu, hicretin dördüncü ya da beşinci yılında gerçekleşen `Ahzab savaşını' anlatıyor. Bu savaş, genç İslam toplumunun, bu toplumun sahip olduğu değer yargılarının ve düşüncelerinin denendiği bir imtihan alanıydı. Bu konudaki Kur'an ayetlerini, Kur'an'ın olayı sunuş yöntemini, bazı sahneler, olaylar, hareketler ve duygular üzerinde durup onları tanımlama ve anlama üzerinde değerlendirme yapmadaki ifade tarzını, bazı değer yargılarını ve yasaları belirginleştirmesini etraflıca algılamaya, onları anlamaya çalıştığımız zaman. Evet bütün bunlardan yola çıkarak yüce Allah'ın bu ümmeti aynı anda hem Kur'an'la hem de olaylarla nasıl eğittiğini kavrayabiliriz.

Kur'an-ı Kerim'in kendine özgü sunuş ve dikkatleri bir olay üzerine çekme yöntemini kavrayabilmemiz için, Kur'an ayetlerinin açıklamasına başlamadan önce, siret kitaplarının sunduğu şekliyle -uygun şekilde özetleyerek- olayın meydana gelişini aktaracağız. Bu arada yüce Allah'ın savaşı ve savaşta meydana gelen olayları sunuşu ile insanların sunuşu arasındaki farkı göstereceğiz.

Muhammed b. İshak bir topluluğa dayanarak şöyle der:

Hendek savaşı öncesinde cereyan eden olaylardan biri de, içinde Selam b. Ebu'l Hukeyk en-Nadrî, Huyey b. Ahtab en-Nadrî, Kenane b. Ebu'l Hukeyk en Nadrî, Hevze b. Kays el-Vailî ve Ebu Ammar el-Vailî bulunan bir yahudi grubunun, kabileleri Resulullah'a karşı kışkırtan Beni Nudeyr ve Beni Vail kabilelerinden birer grupla çıkıp Kureyş kabilesi ileri gelenleri ile görüşmelerde bulunmak üzere Mekke'ye gitmeleri ve onları Peygamber efendimize karşı savaşmaya çağırmalarıydı. Yahudiler Kureyşlilere şöyle demişlerdi: "Onu yok edene kadar sizinle beraber olacağız." Kureyşliler de: "Ey Yahudiler, sizler kendilerine kitap verilen ilk toplumsunuz. Yine bizim durumumuzdan haberdarsınız. Bizimle Muhammed s.a.s. arasında inanç ve görüş ayrılığı baş gösterdi. Sizce bizim dinimiz mi iyidir, yoksa onun dini mi iyidir?" diye sormuşlardı. Yahudiler şöyle cevap vermişlerdi: "Tam tersine, sizin dininiz onun dininden iyidir. Siz gerçeğe ondan daha yakınsınız." Yüce Allah onlar hakkında "Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar puta ve Tağut'a inanırlar ve kafirler hakkında `Bunların yolu mü'minlerin yolundan daha doğrudur' derler." ayetinden "Yoksa Allah'ın, lütfunun eseri olarak insanlara bağışlamış olduğu imtiyazı çekemiyorlar, bu yüzden onları kıskanıyorlar mı? Oysa biz İbrahim'in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık." (Nisa Suresi, 51,54)ayetine kadar indirmişti.

Yahudiler Kureyşlilere böyle söyleyince çok sevindiler. Hz. Peygambere karşı kendilerini savaşa çağırmış olmalarından memnun kaldılar ve hemen savaş hazırlıklarına başladılar.

Daha sonra bu yahudi heyeti -Kays Aylan topluluğu içinde yer alan- Gatafan kabilesinin bölgesine gidip onları da Peygamber efendimize karşı savaşmaya çağırdılar. Bu arada savaşa katılmaları durumunda kendilerine yardım edeceklerini de vaad ettiler. Öte yandan Kureyş kabilesinin de kendileri ile ittifak yaptıklarını söyleyerek Gatafanlıları aralarına kattılar.

Kureyş kabilesi Ebu Süfyan b. Harb komutasında yola çıktı. Gatafan kabilesinin başında da Fezaze oğullarından Uyeyne b. Hısn vardı. Aralarında Beni Mürre kabilesirtden Haris b. Avf ile kavminin en cesur savaşçılarının başında sefere katılan Mas'ar b. Ruhayle vardı.

Peygamber efendimiz bu ittifakı ve hedeflerini haber alınca hemen Medine'nin etrafında hendek kazılmasını kararlaştırdı. Peygamberimiz bizzat hendek kazma işinde çalıştı. Müslümanlar da onunla birlikte çalıştılar. Hem Peygamberimiz hem de müslümanlar işe dört elle sarıldılar. Bazı münafıklar Peygamber efendimizin ve müslümanların bu çalışmalarının gecikmesine, ağır yürümesine neden oluyorlardı. Bu amaçla basit. işlerle oyalanarak kaytarıyorlardı. Peygamberimizin bilgisi dışında ve ondan izin almaya gerek duymadan gizlice evlerine gidiyorlardı. Öte yandan müslümanlardan birinin de mutlaka yerine getirmesi gereken bir işi olsaydı gidip Peygamberimizden izin alır, işini görürdü. İşini gördükten sonra da iyiliğe olan arzusu ve sevap düşüncesi ile işinin başına dönerdi. Bunun üzerine yüce Allah bu mü'minler hakkında şu ayeti indirdi: "Mü'minler öyle kimselerdir ki, Allah'a ve Peygambere inanırlar; bunun yanı sıra herhangi bir kamu görevini yerine getirmek üzere Peygamberin yanında bulunduklarında O'ndan izin almaksızın bir yere gitmezler.

Ey Muhammed, ortak görev yerinden ayrılacakları zaman senden izin isteyenler varya, onlar Allah'a ve Peygambere inanan kimselerdir. Öyleyse böyleleri herhângi bir işleri için senden izin istediklerinde içlerinden dilediklerine izin ver ve onlar adına Allah'tan af dile. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir."(Nur Suresi, 62)

Daha sonra yüce Allah işten kaytaran ve Hz. Peygamberimizin izni olmadan evlerine giden münafıkları kastederek "Peygamberi çağırırken O'na, birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyiniz. (Ya da Peygamber sizi çağırdığında O'nun çağrısını, aranızda birbirinize yönelttiğiniz çağrılarla bir tutmayınız.) Allah, arkadaşlarını siper ederek gizlice Peygamberin yanından sıvışanları iyi bilir. Onun emrini çiğneyenler ya başlarına bir hela gelmesinden ya da acıklı bir azaba çarpılmaktan korkmalıdırlar." (Nur Suresi, 63)

Peygamber efendimiz Hendek kazma işini bitirince, Kureyş kabilesi, kendilerine uyan Beni Kinane ve Tihame halkı ile birlikte sayıları on binleri bulan müttefikleri ile Rume mıntıkasındaki sel yataklarından Medine'nin üzerine yürüdüler. Gatafan kabilesi ile kendilerine katılan Necd halkı Uhud dağının yanındaki "Zenbinekmo" bölgesinden çıkageldiler. Peygamber efendimiz ve müslümanlar, üç bin kişilik bir ordu halinde sel'a dağını arkalarına alacak şekilde harekete geçtiler. Peygamberimiz hendeği düşmanla aralarına alacak şekilde karargahını kurdu. Bu arada kadın ve çocukların kalelere yerleştirilmesini emretti.

Allah'ın düşmanı Huyey b. Ahtab en-Nadrî Beni Kureyze adına antlaşma ve ittifak kurma yetkisine sahip olan Ka'b b. Esed el-Kurezi'nin yanına geldi. Peygamber efendimiz daha önce onun kabilesi ile saldırmazlık hususunda anlaşmaya varmıştı. Bu konuda Ka'b b. Esed el-Kurezi ile antlaşma imzalamıştı. Huyey b. Ahtab çeşitli vaatlerde bulunarak bir sürü dil dökerek sonunda Ka'b b. Esed el-Kurezi'yi kendisi ile bir antlaşma yapmaya razı etti. Antlaşmaya göre Ka'b b. Esed, Huyey b. Ahtab'a şu güvenceyi veriyordu: "Eğer Kureyş ve Gatafan kabileleri Muhammed'e bir şey yapmadan dönecek olurlarsa ben de seninle birlikte senin kabilenin kalesine sığınacağım ve sana yönelik saldırıları ben de karşılayacağım." Böylece Ka'b Peygamberimizle arasındaki antlaşmayı tek taraflı olarak feshetmiş, daha önce ona verdiği sözden dönmüş oluyordu.

Huyey b. Ahtab ile Ka'b b. Esed arasında gerçekleşen bu antlaşma ile birlikte müslümanların başındaki belâ gittikçe ağırlaştı. Daha büyük bir korku içine düştüler. Çünkü düşmanları hem yukardan hem de aşağıdan kendilerini kuşatmıştı. Bazı mü'minler son derece olumsuz şeyler düşünüyorlardı. Münafıkların içindeki bozgunculuk çıkarma duygusu da belirmişti. Nitekim Amr b. Avf oğullarından Muattib b. Kuşeyr şöyle demişti: "Muhammed bize Kisra (İran hükümdarı) ve Kayser (Bizans hükümdarı)'in hazinelerini vaad etmişti. Ama şimdi hiçbirimizin tuvalete gidecek kadarlık bir can güvenliği yoktur. Harise b. Haris oğullarından birisi olan Evs b. Kayzi de Peygamber efendimize gidip kabilesinden bazı adamlar adına "Ya Resulallah, evlerimiz düşmana karşı korumasız durumdadır. İzin ver de çıkıp evlerimize gidelim. Çünkü evlerimiz Medine'nin' dışındadır" demişti.

Peygamber efendimiz de düşmanları da bir aya yakın bir süre beklediler. Muhasara ve karşılıklı ok atışları dışında aralarında herhangi bir çarpışma meydana gelmedi.

Müslümanların başındaki bela dayanılmaz boyutlara varınca, Peygamber efendimiz Gatafan kabilesinin liderlerinden Uyeyne b. Hısn ve Haris b. Avf'a haber göndererek kuşatma harekâtı içinde yer alan kuvvetlerini geri çekmeleri karşılığında Medine'nin yıllık ürününün üçte birini vereceğini bildirdi. (Yahudiler de kendilerine yardım etmeleri durumunda Hayber'in bir yıllık ürününü vaad etmişlerdi.) Bu konuda anlaşma sağlandı ve hatta maddeler yazıya da döküldü. Ancak şahitler gösterilmemiş ve anlaşma fiilen imzalanmamıştı. Sadece karşılıklı yumuşama ve memnuniyet belirtilmişti. Peygamber efendimiz anlaşmayı imzalamak isteyince Evs kabilesinin başkanı Sa'd b. Muaz ile Hazreç kabilesinin başkanı Sa'd b. Ubade'yi çağırarak meseleyi onlara açtı ve görüşlérine başvurdu. Bunun üzerine onlar: "Ya Resulallah bu, yapmamızı istediğin bir emir midir? Yoksa yerine getirmek zorunda olduğumuz yüce Allah'ın bir emri midir? Yoksa sırf bizim çıkarımızı düşünerek yapmış olduğun bir öneri midir?" diye sordular. Peygamber efendimiz: "Hayır bunu sırf sizin çıkarlarınızı düşünerek önerdim. Allah'a andolsun ki Arapların tek bir yaydan fırlamışçasına üzerinize saldırdıklarını, tıpkı köpekler gibi başınıza üşüştüklerini gördüğüm için bu öneride bulundum. Bununla, belli ölçüde aleyhinizde birleşen güçlerini kırmak istedim" dedi. Sa'd b. Muaz: "Ya Resulallah, biz ve şu düşmanlarımız daha önce Allah'a ortak koşuyor, putlara ibadet ediyorken, Allah'a ibadet etmiyor, O'nu gereği gibi tanımıyorken bile, bir ziyafet ya da satış durumu dışında onlar Medine'nin ürününün tadına bakamazlardı. Yüce Allah bizi İslam ile onurlandırmışken, bize doğru yolu göstermişken, seninle ve İslam ile bizi güçlendirmişken mi mallarımızı onlara peşkeş çekeceğiz? Allah'a andolsun ki meseleyi bir sonuca bağlayana kadar kılıçtan başka onlara verecek bir şeyimiz yoktur" dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz şöyle buyurdu: "İstediğini yap". Sa'd b. Muaz anlaşma metnini aldı ve orada yazılı bulunan maddelerin hepsini sildi ardından şöyle dedi: "Şimdi bize saldırsınlar bakalım."

Peygamber efendimiz ve arkadaşları, düşmanın saldırıya geçmesi, yukarıdan ve aşağıdan kendilerini muhasaraya alması nedeniyle yüce Allah'ın belirttiği şekliyle büyük bir korku içinde meşakkatli bir direniş gösterdiler. (Ümmü Seleme (r.a.) şöyle der: Peygamberimizle birlikte korku ve ölüm dolu sahneler yaşadım; Müreys'i, Hayber'i, Hudeybiye'yi, Mekke'nin fethini ve Huneyn savaşını gördüm. Ama Hendek savaşı gibi Peygamberimizi yoran bize de dehşet dolu anlar yaşatan, bizi korkutan bir olayı görmedim. Çünkü o zaman müslümanlar cendereye alınmış gibiydiler. Ve biz çocuklarımız hususunda Beni Kureyze kabilesine güvenmiyorduk. Bu yüzden bütün Medine sabahlara kadar nöbet tutardı. Korku içinde sabahlayan müslümanların tekbir seslerini duyuyorduk. Nihayet yüce Allah düşmanları kinleri ile birlikte geri çevirdi. Bir sonuç elde etmelerine müsaade etmedi.)

Daha sonra Gatafan kabilesinden Nuaym b. Mes'ud b. Amir Peygamber efendimizin yanına gelerek: "Ya Resulallah, ben müslüman oldum. Ama kabilem müslüman olduğumu bilmiyor. Ne yapmamı istiyorsan, emret yapayım" dedi. Peygamberimiz "Sen aramızda tek bir adamsın, yapabilirsen gidip düşmanı birbirine düşür. Çünkü savaş bir hile, bir taktiktir. (Nuaym b. Mes'ud b. Amir söyleneni yapınış, böylece hem Peygamberimize karşı oluşan müttefik kuvvetler arasında hem de onlarla Beni Kureyze kabilesi arasında güvensizlik baş göstermişti. Bu zatın faaliyetlerine ilişkin uzun ve ayrıntılı bilgiler siret kitaplarında mevcuttur. Biz konuyu gereğinden fazla uzatmamak endişesiyle meseleyi özetleyerek sunuyoruz.)

Yüce Allah, onları birbirine düşürdü, kışı andıran çok soğuk bir gecede üzerlerine dondurucu bir rüzgar estirdi. Bu rüzgar çadırlarını ve yemek pişirdikleri ocaklarını altüst etti...

Peygamber efendimiz düşmanların arasında ihtilaf baş gösterdiğini, yüce Allah'ın ittifaklarını dağıttığını fark edince, Huzeyfe b. Yeman'i çağırdı ve gidip düşmanın geceleyin ne yaptığını öğrenmesini istedi.

Tarihçi İbn-i İshak diyor ki: Bana Zeyd b. Ziyad, Muhammed b. Ka'b el Kurezi'den aktararak şöyle anlattı: Kufeli birisi Huzeyfe b. Yeman'a: "Ya Ebu Abdullah siz Resulullah'ı görüp ona arkadaşlık ettiniz değil mi?" diye sordu. Huzeyfe: "Evet, yeğenim" dedi. Adam "Peki ne yapıyordunuz?" dedi. Huzeyfe: "Cihad ediyorduk" şeklinde cevap verdi. Adam "Allah'a andolsun ki, eğer onu biz görseydik, yerde yürümesine izin vermez omuzlarımızda taşırdık" dedi. Bunun üzerine Huzeyfe: "Yeğenim, Allah'a andolsun ki sen bizi Hendek savaşında Resulullah'la birlikteyken görmeliydin. Gecenin bir kısmında Resulullah bize dönüp şöyle demişti: "Kim gidip düşmana bakacak ve olup bitenleri anlatmak üzere geri dönecek. Peygamberimiz bu adamın döneceğini garantiliyordu. Ayrıca bu adamın cennette arkadaşım olmasını Allah'tan dileyeceğim" diyordu. Buna rağmen, korkunun, açlığın ve soğuğun şiddetinden hiç kimseden ses çıkmıyordu. Kimse kalkmayınca Hz. Peygamber beni çağırdı. Peygamberimiz beni çağırınca kalkmaktan başka seçeneğim yoktu. Bana şöyle dedi: "Ey Huzeyfe, git düşmanların arasına gir ve neler yaptıklarına bak. Bize gelinceye kadar da kimseye bir şey söyleme." Gittim ve aralarına girdim. Rüzgar ve Allah ın askerleri onlara yapacağını yapmıştı. Yemek pişirecekleri bir tencere, ısınacakları bir ateş, sığınacakları bir sığınak, bir çadır kalmamıştı. Ebu Süfyan kalkmış şöyle diyordu: Ey Kureyşliler, herkes yanındaki adamın kim olduğuna baksın. Bunun üzerine ben hemen yanımdaki adamı tutup "Kimsin?" diye sordum. "Falan oğlu falan" dedi. Sonra Ebu Süfyan devamla "Ey Kureyşliler, Allah'a andolsun ki artık burada kalamazsınız. Atlarımız ve develerimiz mahvoldu. Beni Kureyze bizi yarı yolda bıraktı. Onlardan hoşumuza gitmeyen şeyler duyuyoruz. Gördüğünüz gibi şiddetli bir rüzgara tutulmuşuz. Aşımız pişmiyor, ateşimiz yanmıyor, sığınacak bir yerimiz yok. Haydi toparlanıp geri dönün. Çünkü ben dönüyorum" dedi. Sonra kalktı ve bağlı duran devesine yöneldi. Devenin üstüne oturdu ve onu üç ayağının üzerine kaldırdı. Allah'a andolsun ki, ayağa kaldırdıktan sonra devenin bağını çözebildi. Eğer Hz. Peygamber, yanıma gelmedikçe kimseye bir şey söyleme diye bana direktif vermeseydi, isteseydim onu orada okla öldürebilirdim.

Huzeyfe diyor ki; Peygamber efendimizin yanına döndüğüm zaman hanımlarından birine ait yemen işi bir örtünün altında namaz kılıyordu. Beni görünce ayaklarının arasına aldı ve örtünün bir ucunu üzerime attı. Ben ayaklarının arasındayken rüku ve secde yaptı. Selam verince ona gördüklerimi anlattım.

Gatafanlılar da Kureyşlilerin yaptıklarını duyunca toparlanıp yurtlarına döndüler.

Kur'an ayetleri, insan tiplerini ve karakteristik özellikleri tasvir etmek için olaylarda rol alan kişilerin adlarına ilişkin bir açıklamada bulunmuyor, şahısları tanıtma yönüne gitmiyor. Kalıcı değerler ile değişmez yasaları vurgulamak için olayların ayrıntılarına, gelişmelerin detayına girmiyor. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in ön plana çıkardığı değerler ve yasalar olayların sona ermesi ile bitmezler; şahısların ortadan kaybolması ile yok olmazlar, ortamın değişmesi ile gündemden düşmezler. Bütün kuşakların, bütün toplumların uyacakları birer kural olarak kalırlar. Kur'ana Kerim olayları ve tavırları yüce Allah'ın olaylar ve kişiler üzerinde egemen olan kaderi ile bağlantılı olarak ele alır. Böylece yüce Allah'ın dilediğini yapabilen eli, latif planı belirginleşir. Yine gerekli direktifleri vermek, çeşitli yorumlarda bulunmak ve meseleyi büyük temele bağlamak için savaşın her aşamasında durup değerlendirmelerde bulunur.

Kur'an-ı Kerim hikayeyi bizzat yaşayanlara, hikayede gelişen olayları bizzat gözleriyle görenlere anlatıyor olmasına rağmen, onlara olay hakkında bilmedikleri birçok şeyi haber veriyordu. Hikayenin kahramanları ve oyuncuları olmalarına rağmen kavrayamadıkları hikayenin çeşitli yönlerini aydınlığa kavuşturuyordu. Projektörlerini ruhların temellerinin, kalplerin dönemeçlerinin, vicdanların gizli bölmelerinin üzerine dikiyordu. Göğüslerin derinliklerinde gizli bulunan sırları, niyetleri ve duyguları gün yüzüne çıkarıyordu.

Kuşkusuz bunları gerçekleştirirken Kur'an-ı Kerim tasvir güzelliğinin, güçlü ve sıcak anlatımının erişilmez örneklerini sergiliyordu. Bunun yanı sıra korkaklığı, korkuyu, münafıklığı, hainliği ve karaktersizliği alaya alan, bu tür niteliklere sahip olanları can evinden vuran örneklerle onları aşağılayan anlatımlara yer veriyordu. Öte yandan mü'min ruhlardaki imanı, yiğitliği, sabır ve direnci son derece canlı bir şekilde tasvir ediyor, bu niteliklerin göz kamaştırıcı yüceliklerini belirginleştiriyordu.

Kur'an ayetleri her zaman harekete dönüktürler, işlevlerini görmeye hazırdırlar. Sadece olayı yaşayanların, onu bizzat görenlerin bulunduğu ortamlarda değil, bundan sonra her ortamda ve her tarihte aynı işlevi görürler. Aynı olay ya da farklı çevrelerde ve daha değişik boyutlarda benzeri bir olayla karşılaştığı zaman bir sınırlandırma söz konusu olmaksızın tüm insanlar arasında, yine de hareket etme özelliklerini korurlar. Hem de ilk is1am toplumundaki gücün aynısı ile hareket ederler.

Kur'an-ı Kerim'in ilk defa karşılaştığı şartların aynısı ile karşı karşıya kalanlar ancak gereği gibi anlayabilirler Kur'an ayetlerini. Ancak böyle durumlarda ayetler gizli hazinelerini açar, ancak böyle durumlarda kalpler ayetlerin içeriklerini eksiksiz bir şekilde kavrayacak hale gelebilirler. Böyle durumlarda Kur'an ayetleri kelime ve satırlardan güç ve enerjiye dönüşürler. Bu ayetlerde tasvir edilen olaylar ve gelişmeler elle tutulur gibi somutlaşırlar. Karakterler canlı, anlamlı, etkileyici, coşkun, hayatın pratiğinde hareket eder şekilde, hayatı hem realite dünyasında hem vicdan aleminde gerçek bir hareketliliğe iten unsurlar olarak belirginleşirler.

Kur'an bir okuma kitabı, bir kültür kaynağı değildir. Kesinlikle... Kur'an atılıma hazır bir canlılık kaynağıdır. Çeşitli durumlarda ve olaylar esnasında yenilenen mesajlar içerir. Onun ayetleri harekete hazır durumdadırlar. Yeter ki onlarla kaynaşacak, onlarla iletişim kurabilecek kalpler bulunsun. Olağanüstü sırlara sahip bulunan bu ayetlerde gizli bulunan potansiyel enerjinin hareket imkanı bulacağı şartlar oluşsun!

İnsan bir Kur'an ayetini yüzlerce defa okuyabilir. Sonra öyle bir noktaya gelir, öyle bir olayla karşılaşır ki, sanki ilk defa bu ayeti görmüş gibi olur. Ayet, kendisine bundan önce duymadığı mesajlar vermeye başlar. Kendisini şaşkına çeviren sorusunu cevaplandırır, içinde bulunduğu girift problemi çözüme bağlar, gizli bulunan yolu açığa çıkarır. Gidilmesi gereken yönü belirler. Karşı karşıya kaldığı meselede kalbi kesin bir bilgiye kavuşturur, derinliklerindeki kuşkulan gidererek onu yatıştırır.

Kur'an dışında, eski ve yeni hiçbir kitapta bu özellik yoktur.

Ahzab olayını anlatan Kur'an'ın bu yeni akışı, şayet Allah'ın yardımı ve latif planı olmasa,neredeyse köklerini kurutacak orduyu hiçbir şey yapamadan geri döndüren yüce Allah'ın mü'minlere ne büyük bir nimet bahşettiğini hatırlatarak başlıyor. Bu yüzden daha ilk ayette, ayrıntılara girmeden ve takınılan tavırlara değinilmeden bu olayın özelliği, başı ve sonu hep bir arada anlatılıyor. Amaç kendilerine hatırlatılan ve hatırlanması istenen Allah'ın nimetini ön plana çıkarmaktır. Bir diğer amaç ta mü'minlere vahyettiği kitaba uymalarını emreden, sırf kendisine güvenmelerini isteyen, hiçbir konuda kafir ve münafıklara uymamalarını isteyen yüce Allah'ın kendi davasını yürütenleri, kendi hayat sistemine uyup uygulayanları kâfir ve münafıkların düşmanca tutumlarından koruyacağını vurgulamaktır:

9- "Ey mü'minler! Allah'ın size yönelik nimetini hatırlayın, bir zaman üzerinize ordular gelmişti de, biz onların üzerine rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı görüyordu."

Böylece bu kısa girişte, savaşın başı, sonu ve düşman ordularının gelişi, yüce Allah'ın rüzgar ve mü'minlerin göremediği orduları onların üzerine salışı, yüce Allah'ın mü'minleri bilmesi ve onları görmesi ile bağlantılı olarak gönderdiği yardımı gibi savaşın en belirgin unsurları çiziliyor.

Bu özetten sonra savaşın ayrıntılı biçimde anlatılmasına, en ince noktasına kadar tasvir edilmesine geçiliyor:

10- "Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi; gözler kaymış, yürekler ağızlara gelmişti. Allah hakkında türlü zanlarda bulunuyor-dunuz.'

11- "İşte orada mü'minler denenmiş, şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı."

12- "Hani münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler: `Allah ve Resulü bize sadece boş vaadlerde bulundu" diyorlardı."

13- "Onlardan bir grup ta demişti ki; "Ey Medine halkı, artık tutunacak yeriniz yok, geri dönün': Onlardan bir topluluk da "Evlerimiz düşmana açıktır" diye izin istemişlerdi. 0ysa onların evleri düşmana açık değildi. Sadece kaçmak istiyorlardı."

Burada Medine'yi baştan başa saran korku, şehri bütünüyle saran ve hiç kimsenin elinden kurtulamadığı dayanılmaz sıkıntı tablolaştırılıyor. Şehir Kureyş ve Gatafan müşrikleri ve Beni Kureyze yahudileri tarafından her yönüyle; yukarısıyla, aşağısıyla sarılmıştı. Aynı korkuyu ve sıkıntıyı duyma bakımından kalpler arasında bir farklılık yoktu. Farklı olan nokta bu kalplerin gösterdikleri tepkiydi. Allah hakkında besledikleri düşünceydi, zorluk anında sergiledikleri tavırlardı, değerlere, sebep ve sonuçlara ilişkin düşünceleriydi. Bu yüzden sınav sonuç bakımından eksiksizdi, imtihan her şeyi en ince noktasına kadar ölçüyordu. Mü'minlerle münafıklar arasındaki ayırım kesindi ve hiçbir kuşkuya yer bırakmıyordu.

Bu gün baktığımızda o anı bütün karakteristik çizgileri ile, bütün heyecanları ile, bütün duyguları ile ve bütün hareketleri ile bu kısacık ifadenin satırları arasında somut olarak görüyor gibi oluyoruz.

Bakıyoruz ve durumu dışarıdan seyrediyoruz: "Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi..."

Sonra bakıyoruz ve bu durumun ruhlar üzerindeki etkilerini görüyoruz: "Gözler kaymış, yürekler ağızlara gelmişti." Bu, korku, sıkıntı ve felaket anını yüz ifadeleri ile kalplerin hareketleri ile çizen tasvirli bir ifadedir. "Allah hakkında türlü zanlarda bulunuyordunuz" Ama bu zanların ne olduğu açıklanmıyor. Duygu ve düşüncelerdeki karmaşık durumu, herkesin bir yol tutmasını, değişik kalplerde yer eden farklı düşünceleri tasvir etsin diye bu şekilde kısa bir ifade ile yetiniliyor.

Sonra durumun karakteristik çizgileri daha da belirginleştiriliyor, olayın korku ifade eden özellikleri biraz daha netleştiriliyor: "İşte orada mü'minler denenmiş, şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı..." Mü'minleri sarsan korku, dehşet verici ve çetin bir korku olmalı.

Muhammed b. Mesleme ve başkaları şu rivayette bulunmuşlar: Hendek savaşı sırasında gecemiz gündüz olmuştu. Müşrikler aralarında nöbetleşiyorlardı. Bir gün Ebu Süfyan arkadaşları ile birlikte saldırıyordu. Öteki gün Halit b. Velid saldırıyordu. Bir başka gün Amr b. As komutasında saldırıya geçiyorlardı. Bir diğer gün Hubeyre b. Ebu Vehb müşriklere komuta ediyordu. Ardından başka bir gün de İkrime b. Ebu Cehil saldırıyordu. Öteki gün bu sefer Dirar b. Hattab saldırıyordu. Böylece bela daha da ağırlaşıyor, halk şiddetli bir korkuya kapılıyordu. Makrizî'nin "İmta'ul esma" adlı eserinde yer alan bir rivayet müslümanların o günkü durumunu şu şekilde tasvir etmektedir:

"Sonra müşrikler gün doğarken aniden saldırdılar. Peygamber efendimiz ve arkadaşları savaş durumunu aldılar ve gecenin geç vakitlerine kadar çarpıştılar. Peygamber efendimizle birlikte hiçbir müslüman mevzisini terk edemiyordu. Bu yüzden Peygamberimiz, öğlen, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılamamıştı. Ashab "Ya Resulallah, vallahi namaz kılamadık" diyorlardı. Peygamberimiz de "Vallahi ben de kılamadım" diyordu. Nihayet yüce Allah müşrikleri uzaklaştırdı, her grup karargahına geri döndü. Useyd b. Hudeyr iki yüz kişiyle birlikte hendeğin kenarında beklemeye koyuldu. Halit b. Velit komutasındaki müşrik süvarileri de atlarını ileri geri sürerek karşı tarafa geçmek istiyorlardı. Useyd b. Hudeyrin komutasındaki ikiyüz kişilik grup bir saate yakın onlarla savaştılar. Bu sırada Vahşi, Tufeyl b. Numan b. Hansa el-Ensari es-Sulemiye bir mızrak fırlattı ve Uhut'ta Hz. Hamza'yı r.a. öldürdüğü gibi onu da öldürdü. Peygamber efendimiz şöyle diyordu: "Müşrikler bizi orta namazı, ikindi namazını kılmak-tan alıkoydular. Allah içlerini ve kalplerini ateşle doldursun."(Cabir'den rivayet edilen hadiste, Peygamber efendimizin sadece ikindi namazını kılamadığı belirtili-yor. Oysa bu durum birkaç kere tekrarlanmıştır. Bir keresinde ikindi namazını kılamamış ve bu duayı yapmıştır. Bir keresinde de sözü edilen bütün namazları kılamamıştır.)

Müslümanlardan iki gözcü grup bir gece keşfe çıkmış ve birbirleri ile karşılaşmışlardı. Birbirlerini düşman sanmışlardı. Aralarında çarpışma çıkmış, ölen, yaralanan olmuştu. Sonra islam ordusunun parolasını söylemişlerdi: "Ha - mim Lâ ünserûn". Böylece birbirleri ile savaşmaktan vazgeçmişlerdi. Peygamber efendimiz "Yaralanmanız Allah yolundadır, sizden öldürülenler de şehittir" buyurmuştu.

Müslümanların en büyük sıkıntıları, hendek içinde müşrikler tarafından kuşatılmışken arkadan Beni Kureyze'nin kendilerine başkaldırmalarından kaynaklanıyordu. Çünkü bir an olsun müşriklerin hendeği aşıp saldırıya geçmeleri ve yahudilerin üzerlerine yürümeleri endişesinden kurtulamıyorlardı, kendilerini güvenlikte hissetmiyorlardı. Çünkü nihai ve sonuç alıcı bir savaşla köklerini kazmak amacı ile üzerlerine yürüyen güçler arasında azınlık durumundaydılar.

Bunun yanı sıra gerek Medine'de gerekse savaşçılar arasında münafıkların moral bozucu komploları ve bozguncuların entrikaları da büyük sıkıntılara neden oluyordu:

"Hani münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler: "Allah ve Resulü bize sadece boş vaadlerde bulundu" diyorlardı."

Onlar, herkesi derinden sarsan bu sıkıntı anını, insanın dayanma gücünü aşan bu ağır meşakkati içlerindeki gizli duyguları açığa vurmak için bir fırsat bilmişlerdi. Çünkü herhangi bir kimsenin kendilerini kınamayacağından emindiler. Bu panik havasını Allah , ve Peygamberinin verdiği sözü küçümsemek, alaya almak, bu konuda insanların içine kuşku salmak için bir fırsat olarak değerlendirmişlerdi. Çünkü söyledikleri sözlerden dolayı herhangi bir kişinin gelip kendilerini sorguya çekmeyeceğini düşünüyorlardı. Realite de görünüşü itibariyle gevşeme ve kuşkulanma noktasında onları doğrular mahiyetteydi. Bunun yanı sıra onlar kendi ruhları ve duyguları karşısında da mantıklıydılar; çünkü korku üzerlerindeki gösterişten ibaret ince perdeyi ortadan kaldırmıştı. Ruhlarında öyle bir panik baş göstermişti ki, zayıf imanlarının tutunmasına imkan kalmamıştı. Bu yüzden gösterişe ve gizlemeye gerek duymadan gerçek duygularını açığa vurmuşlardı.

Bu tip münafıklara ve bozgunculara her toplumda rastlamak mümkündür. Sıkıntı anında, zorluklar çepeçevre kendilerini kuşatınca işte bu kardeşlerinin tutùmunu takınırlar. Onlar zaman durdukça her kuşakta ve her toplumda ortaya çıkan birer örnektirler!

"Onlardan bir grup da demişti ki; "Ey Medine halkı, artık tutunacak yeriniz yok, geri dönün."

Onlar, hendeğin önünde bu şekilde birbirlerine kenetlenerek dikilmelerinin yersiz ve gereksiz olduğu, üstelik gerideki evlerinin tehlikeye açık olduğu bahanesi ile Medine'lileri safları terk etmeye, evlerine dönmeye teşvik ediyorlardı. Ruhları en zayıf noktasından; kadınlar ve çocukların başına bir şeyin gelmesine ilişkin korku gediğinden yakalayıp içeri sızan son derece iğrenç bir propagandaydı bu. Tehlike kapıdaydı, korku ise her tarafı sarmıştı. Kuşkular ise dur durak bilmiyordu:

"Onlardan bir topluluk da "Evlerimiz düşmana açıktır" diye Peygamberden izin istemişlerdi."

Evlerinin düşmanın saldırabileceği şekilde açıkta olduğu ve korumasız olarak bırakıldığı gerekçesiyle izin istiyorlardı.

Tam bu noktada Kur'an-ı Kerim gerçeği açıklayarak mazeretlerini, bahanelerini geçersiz kılıyor:

"Oysa onların evleri düşmana açık değildi."

Onları yalan, hile, korkaklık ve kaçma girişimi içinde kıskıvrak yakalıyor: "Sadece kaçmak istiyorlardı."

Denildiğine göre; Beni Harise kabilesi Evs b. Kayzi'yi Peygamber efendimizin yanına göndererek "Evlerimiz düşmanın saldırısına açıktır", Ensardan hiç kimsenin evi bizimkilere benzemiyor. Bizi Gatafanlıların saldırısından koruyacak hiç kimse yok. İzin ver evlerimize dönelim. Çocuklarımızı, kadınlarımızı koruyalım " diye izin istemişlerdi. Peygamber efendimiz de onlara izin vermişti. Sa'd b. Muaz bunu duyunca: "Ya Resulallah onlara izin verme Allah'a andolsun ki, onlar bu şekilde davranıp geri dönmezlerse bize de onlara da bir zorluk ulaşmaz" demişti. Bunun üzerine Peygamber efendimiz bunların izin isteklerini geri çevirmişti.

Kur'an-ı Kerim'in "Sadece kaçmak istiyorlar" diye karşılık verdiği bu adamlar işte böylesine olumsuz bir tavır takınıyorlardı.

Ayetlerin akışı, kargaşa, panik ve korkulu kaçışmaların egemen olduğu ortamı tasvir eden bu çarpıcı ve edebi ifadenin yanında duruyor. Bu münafıkların ve kalplerinde hastalık bulunanların ruhsal durumlarını yansıtan bir tablo çizmek üzere duruyor. İnancın gevşekliğini, kalbin kapaklıyı ve düşmanla yüz yüze gelinir gelinmez herhangi bir şeyde kararlı olmaya, ya da etrafa gösteriş yapmaya gerek duymaksızın saffı terk edebileceğini ortaya koyan psikolojik ve içe dönük bir tablodur bu:

14- "Eğer Medine'nin etrafından üzerlerine saldırılsaydı, sonra da kendilerinden dinlerinden dönmeleri istense, çok azı hariç hemen dinlerinden dönerlerdi."

15- "Oysa arkalarına dönüp kaçmayacaklarına dair Allah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen sözden sorumluydular."

Düşman henüz Medine'nin dışındayken ve henüz kendilerine saldırmamışken böyle yapıyorlardı. Ya birde üzerlerine saldırıp Medine'yi tamamen kuşatmış olsalardı ne olacaktı durumları, nasıl bir sıkıntıya ve paniğe kapılacaklardı? Çünkü olmuş tehlike beklenen tehlikeye benzemez. "Sonra da kendilerinden dinlerinden dönmeleri istense..." Dinlerini terk etmeleri istense "Dinlerinden dönerler." Oyalanmadan, tereddüt geçirmeden çabucak irtidat ederler. "Çok azı hariç" çok az zaman beklerlerdi. Ya da çok azı çağrıya karşılık vermeden, teslim olmadan, küfre dönmeden önce bir süre oyalanırdı. Çünkü onların inançları gevşek ve içlerinde tutunamayan bir inançtır. Onlar da direnç gösteremeyen ödleklerdir.

İşte Kur'an-ı Kerim onları bu şekilde ortaya çıkarıyor, ruhlarını her türlü perdeden soyutlayarak, orta yere koyuyor. Sonra da onları anlaşmayı bozmakla, sözlerinden dönmekle suçluyor. Hem de kiminle? Bundan önce yüce Allah'a daha değişik bir söz vermişlerdi, fakat bu sözlerini tutmamışlardı:

İbn-i Hişam tarihçi İbn-i İshak'ın sîretine dayanarak şöyle der: Burada söz konusu edilenler Beni Harise kabilesidir. Bunlar Uhud savaşında Beni Seleme kabilesi ile birlikte bozguna uğrayıp geri kaçmaya yüz tutmuşlardı. Sonra da bir daha bu şekilde düşman karşısında bozguna uğrayıp geri kaçmayacaklarına ilişkin olarak Allah'a söz vermişlerdi. İşte burada kendiliklerinden verdikleri söz hatırlatılıyor.

Şu kadarı varki Uhud savaşında yüce Allah rahmetiyle, gözetimiyle onları kuşatmış, içlerine güven duygusunu akıtmıştı. Böylece onları yenilginin ağır faturalarından kurtarmıştı. Uhud savaşında meydana gelen bu olay, cihad aşamasının haşlarında yaşanan eğitime yönelik bir dersti. Ama bugün, aradan uzun bir zaman geçmişken ve yeterli deneyime sahip olmuşken böyle bir davranışta bulunmak sorumluluğu gerektirmektedir. İşte bu yüzden Kur'an-ı Kerim onları bu kadar sert bir ifadeyle uyarıyor.

Bu bölümün yanı başında -onlar da tehlikeden kurtulmak, korkudan emin olmak arzusuyla yüce Allah'a verdikleri sözden dönmüşken- Kur'an-ı Kerim tam zamanında kalıcı değerlerden birini açıklıyor; onları anlaşmayı bozmaya ve savaşta düşmandan kaçmaya iten yanlış düşüncelerini düzeltiyor:

16- "De ki: "Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız. kaçmak size fayda vermez. Kaçsanız bile az zaman yaşatılırsınız."

17- "De ki: "Allah size bir kötülük dilerse veya bir rahmet isterse, O'na karşı kim sizi koruyabilir? Allah'tan başka dost ve yardımcı bulamazsınız. "

Yüce Allah'ın önceden belirlediği kader bütün olaylara ve olayların sonuçlarına egemendir. Olayları ve gelişmeleri önceden çizilmiş yolda yönlendirir ve onları kaçınılmaz akıbete noktalandırır. Ölüm veya öldürülme zamanı gelince karşılaşılması kaçınılmaz olan bir kaderdir. Bu zaman bir saniye öne alınamadığı gibi geciktirilemez de. Kaçmak kaçınılmaz kader karşısında kaçana hiçbir yarar sağlamaz. Eğer kaçacak olurlarsa yakın bir zamanda önceden yazılmış ölüm vaktinde akıbetleriyle yüz yüze geleceklerdir. Çünkü bu dünyada geleceğine ilişkin söz verilen her an yakındır ve bu dünyadaki zevkü sefa süresi çok kısadır. Allah'a karşı onları koruyacak ve onlara ilişkin iradesinin önüne geçecek hiç kimse yoktur. O dilerse onlara kötülük eder, dilerse onlara merhamet eder. Kendilerini koruyacak ve Allah'ın kaderine karşı savunacak Allah'ın dışında bir dost ve yardımcı bulamazlar.

Şu halde teslimiyetse teslimiyet, itaatsa itaat, Allah'a verilen söze bağlılıksa bağlılık. Bütün bunları hem darlıkta hemde genişlikte yapmak gerekir. O'na dönmek, her yönüyle O'na dayanıp güvenmek zorunludur. Sonra yüce Allah neyi nasıl dilerse öyle yapar.

Ardından yüce Allah'ın insanları savaştan alıkoyanları bildiğine ilişkin bir açıklama ile mesele tekrar gündeme getiriliyor. Bunlar cihattan geri kaldıkları gibi "Artık tutunacak yeriniz yok, geri dönün" diyerek başkalarını da evlerinde oturmaya davet eden kimselerdir. Bu arada onların ruhsal durumlarını yansıtan nefis bir tablo çiziliyor. Bu tablo -gerçeği yansıtmakla beraber- insanlar arasında hiç eksik olmayan bu tiplerin gülünçlüğünü, içine düştükleri komik durumu ortaya koymaktadır. Zorluk anında korkanların, bir kenara sinenlerin, telaşlanıp, paniğe kapılanların; güvenli ve rahat ortamda ise böbürlenenlerin, bol keseden atanların tablosudur bu. Bu tabloda bir de onların iyilik yapma hususunda çok cimri davrandıkları, bu konuda en ufak bir çaba göstermedikleri, uzaktan bir tehlike sezdikleri an derhal korkuya kapıldıkları, ne yapacaklarını şaşırdıkları ortaya konuyor. Kur'an'ın ifade tarzı bu nefis tabloyu olağanüstü sanat fırçası ile çiziyor. Ayetlerin mucizevi akışı dışında bu tabloyu yansıtabilmek, içeriğini aktarmak mümkün değildir.

18- "Allah içinizde savaştan alıkoyanları ve kardeşlerine "Bize gelin zorlanmadıkça savaşmayın" diyenleri gerçekten bilir. Zaten bunlardan pek azı savaşa gelir."

19- "Geldikleri zaman da size karşı çok hassastırlar, size yardım etmek istemezler. Ancak savaşta bir korku gelince, onların üzerine ölüm baygınlığı çökmüş insan gibi gözleri dönerek sana baktıklarını görürsün. Korku gidipte sıra ganimetleri paylaşmaya gelince, mala düşkünlük göstererek, sizi sivri dilleriyle incitirler. Onlar inanmamışlar, bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır. Bu Allah'a göre kolaydır."

20- "Bunlar, düşman birliklerinin (Medine'den) gitmediklerini sanıyorlardı. Bu birlikler tekrar gelmiş olsalardı, kendilerini çölde bedevilerin yanında bulunup, sadece sizin haberlerini sormayı dilerlerdi. İçinizde olsalardı, pek azı savaşırlardı."

Bu ayetler, yüce Allah'ın müslüman safları dağıtmaya çalışan ve kardeşlerini evlerinde oturmaya çağıran böylece insanları savaştan alıkoyan kimseleri kesinlikle bildiğini vurgulayarak başlıyor. "Zaten bunlardan pek azı savaşa gelir." Yani arada sırada cihada katılırlar. Onlar da, hileleri de yüce Allah tarafından bilinmektedir.

Ardından harikalar yaratan fırça bu tiplerin karakteristik çizgilerini çizmeye başlıyor:

"Size karşı pek cimridirler." İçlerinde müslümanlara karşı bir çekememezlik, cihada ve onların elde ettikleri mala karşı bir kıskançlık, müslümanlara yönelik duygu ve düşüncelerinde bir cimrilik vardır.

"Ancak savaşta bir korku gelince, onların üzerine ölüm baygınlığı çökmüş insan gibi, gözleri dönerek sana baktıklarını görürsün" Psikolojik durumları somutlaştıran son derece canlı bir tablo... Çizgiler adeta hareket ediyor... Ama aynı zamanda gülünç bir tablo. Bu korkaklar grubunun içine düştükleri komik durumu yansıtıyor. Tabloda somutlaştırılan hareketler ve tavırlar tir tir titreyen, ödleri kopan korkakların dehşet anındaki durumlarını anlatıyor.

Bu tablonun en komik tarafı ise korku gidip yerini güvenliğe bırakmasından sonraki durumlarını yansıtan tarafıdır: "Korku gittikten sonra sizi sivri dilleri ile incitirler."

Korku dağılınca bunlar saklandıkları deliklerinden çıkarlar. Biraz önce korkudan tir tir titreyen bu adamlar seslerini yükseltmeye başlarlar. Kabararak etrafa caka satarlar. Korkudan bir köşeye sindikten sonra güvenli ortamda ortaya çıkıp şişinirler; utanmadan nasıl savaşta zorluklarla karşılaştıklarını, ne yararlı işler becerdiklerini, büyük bir cesaretle savaş alanına atıldıklarını anlatıp dururlar.

Ayrıca onlar: "İyilik yapma hususunda da cimrilik yaparlar." Bütün bu iddialara, övünmelere ve bol keseden atmalara rağmen iyilik adına güçlerini, çabalarını, mal ve canlarını harcamazlar, fedakârlıkta bulunmazlar.

Bu tip insanlar bir kuşakla, bir toplumla sınırlı değildirler. Sürekli bulunurlar. Bunlar güvenlikte oldukları sürece, kendilerini rahatta hissettikleri sürece cesurdurlar, her yerde konuşurlar ve hep ön plana çıkarlar. Ama korku varsa, iddet söz konusuysa korkaktırlar, suskundurlar, bir köşeye sinmişlerdir. Üstelik onlar iyiliğe ve iyilik taraftarlarına karşı cimridirler. Laftan başka bir şey vermezler onlara.

"Onlar inanmamışlar, bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır."

İşte ilk sebep budur. Sebep, iman aydınlığının kalplerine yansımamış ol ması, iman nuru ile yollarını bulmamış olmaları ve imanın öngördüğü hayat sistemine uymamış olmalarıdır. "Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır..." Hiçbir sonuç elde edememişlerdir. Çünkü olumlu bir sonuç elde etmenin asıl unsuru yok ortada.

"Bu, Allah'a göre kolaydır."

Allah'a zor gelen hiçbir şey yoktur. Allah'ın emri hemen yerine gelir. Ahzap günündeki tutumlarına gelince, surenin akışı gülünç ve küçük düşürücü bir tabloda durumlarını tasvir ederek devam ediyor:

"Bunlar, düşman birliklerinin (Medine'den) gitmediklerini sanıyorlardı. Onlar hâlâ korkudan titriyorlardı. Birbirlerini yalnız bırakıp bir köşede sinme çabasındaydılar. Düşman birliklerinin gittiklerine, korkunun gidip güvenliğin geldiğine bir türlü inanamıyorlardı!

"Bu birlikler tekrar gelmiş olsalardı, kendilerinin çölde bedevilerin yanında bulunup, sadece sizin haberlerinizi sormayı dilerlerdi."

Ne alaycı bir ifade! Ne kadar küçük düşürücü bir tasvir? Ne komik bir tablo. Eğer bu birlikler tekrar gelmiş olsalardı, bu korkaklar, hiçbir zaman Medine'de oturmuş olmamayı tercih ederlerdi. Medinelilerin hayatlarına ve akıbetlerine ortak olmayan Bedevi Araplardan olmayı isterlerdi. Medine'de neler olup bittiğini bilmemiş olmayı, aradaki uzaklığın ve ayrılığın boyutlarını vurgulamak ve orada yaşanan dehşet dolu anlardan uzak bulunmak bakımından Medine'ye ilişkin bilgileri bir yabancının diğer bir yabancıdan sorması gibi edinmeyi isterlerdi.

Evlerinde oturmuş, savaştan uzak olmalarına ve doğrudan savaşa katılmamış olmalarına rağmen bu tür komik temennilerde bulunuyorlardı. Bunlarınki uzaktan duyulan bir korkudur. Savaşa girmedikleri halde, ondan uzak bulundukları halde paniğe kapılmış, yürekleri ağızlarına gelmişti: "İçinizde olsalardı, pek az savaşırlardı..."

Bu son fırça darbesi ile birlikte tablonun çizimi tamamlanıyor. Medine'de yeni kurulan islam toplumu içinde yaşayan, ondan sonra da her kuşakta ve her toplumda aynı nitelikleri ve karekteristik çizgileri koruyarak yaşayacak olan bu tiplerin tablosu tamamlanıyor. Tablonun çizimi tamamlanırken gönüllerde bu tiplere yönelik bir küçümseme, onlarla alay etme, onlardan uzak olma duyguları yerediyor. Allah ve insanlar yanında değersiz oldukları düşüncesi canlanıyor zi-, hinlerde.

İşte münafıkların, kalplerinde hastalık bulunanların, düşman karşısında dikilmiş saflarda bozgunculuk çıkaranların durumu. Ve işte onların aşağılık tabloları... Ne varki korku, sıkıntı, zorluk ve şiddet bütün insanları aynı aşağılık pozisyona düşürmez. Karanlık ortamlarda son derece aydınlık tablolar da var. İnsanların sarsıldığı ortamlarda kendilerine olan güvenlerini yitirmeyen, Allah'a sıkı sıkıya bağlı olan, O'nun vereceği hükme önceden razı olan, yaşanan korku, kargaşa ve karışıklıktan sonra Allah'ın yardımından ümitlerini kesmeyen sağlam karakterli kimseler de mevcuttur.

Bu aydınlık tabloyu anlatan ayetlerin akışı önce Peygamber efendimizi anlatıyor:

21- "Andolsun ki, Allah'ın elçisinde sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmaya inanan ve Allah'ı çok anan kimseler için en güzel bir örnek vardır."

Peygamber efendimiz dehşetin ürkütücülüğüne, sıkıntının dayanılmaz boyutlarda olmasına rağmen müslümanlar için kendilerini güvenlikte hissettikleri bir sığınak konumundaydı. Bu korkulu ortamda güven, ümit ve huzur kaynağıydı. Onun bu büyük olay esnasındaki tavrında toplumları ve davet hareketlerini yönetenlere yollarım gösterecek dersler vardır. Peygamber efendimiz Allah a ve ahiret günü ile buluşmayı uman, kendisi için iyi bir örnek isteyen, Allah ı sürekli hatırlayan vé O'nu unutmayan kimseler için en güzel bir örnektir.

Burada daha fazla detaya giremeyeceğimiz için, Peygamber efendimizin o günkü tavrına örnek olsun diye birkaç işaret aracılığı ile değinmekte yarar görüyoruz.

Peygamber efendimiz müslümanlarla birlikte hendek kazma işinde çalışıyor, kazma sallıyor, kürekle toprak atıyordu. Küfelere doldurulan toprağı hendeğin dışına taşıyordu. Bu çalışma esnasında şarkı söyleyenlere katılıyordu. Müslümanlar çalışırken yüksek sesle recez (Aruz vezninde bir şiir kalıbı.) bahrinden şiirler okuyorlardı. Peygamber efendimiz de nakarat kısmında onlara katılıyordu. Meydana gelen olayların etkisi ile basit şarkılar mırıldanıyorlardı. Örneğin, ismi Cuayl olan bir müslüman vardı. Peygamber efendimiz adamın ismini beğenmemiş, ona `Ömer' demişti. Hendek kazma işinde çalışanlar da bu olayı şu basit şiire konu etmişlerdi:

Onu Cuayl'den sonra Ömer diye isimlendirdi.

Bu gün zavallıya yardımcı oldu.

Bu şiiri okurken "Ömer" kelimesini tekrarlarken Peygamberimiz de tekrarlıyordu. Aynı şekilde "zehran" kelimesini söylerlerken Peygamberimiz de tekrarlıyordu.

Artık müslümanların çalıştığı, Peygamber efendimizin aralarında kazma salladığı, kürekle toprak attığı, toprağı küfeye doldurup taşıdığı, onlarla birlikte bu şiiri mırıldadığı bu atmosferi bugün tasavvur edebiliyoruz. Bu atmosferin müslüman ruhlara nasıl bir enerji sağladığını, içlerinde hoşnutluk, fedakarlık, güven ve onurluluk duygularını doğuranın nasıl bir kaynak olduğunu düşünebiliyoruz.

Zeyd b. Sabit hendek kazımı sırasında toprak taşıyanlar arasında bulunuyordu. Peygamber efendimiz onun için "Ne iyi çocuktur" demişti. Bir gün uyku ağır gelmiş, hendekte uyuya kalmıştı. Çok şiddetli bir soğuk ta vardı. Umare b. Hazm silahını almış, ama o bunun farkına varmamıştı. Uyanınca çok korkmuştu. Peygamber efendimiz "Ey uykucu, uyudun silahın gitti" demişti. Sonra da "Bu çocuğun silahından haberi olan var mı?" diye sormuştu. Umare "Ya Resulallah, silahı bendedir" demişti. Bunun üzerine Peygamber efendimiz "Silahını geri ver" demiş ve müslümanların korkutulmasını, şaka olsun diye eşyalarının alınmasını yasaklamıştı.

Bu olay da, müslüman saflarda yer alan büyük-küçük herkesin göz ve kalp uyanıklığını, ayrıca Peygamber efendimizin şakacı, tatlı, şefkatli ve yüce ruhunu tasvir ediyor: "Ey uykucu, uyudun silahın gitti". Son olarak bu olay müslümanların en ağır koşullarda, Peygamberlerinin koruyucu kanatları altında yaşadıkları o atmosferi de tasvir ediyor.

Sonra Peygamber efendimiz uzakta beliren büyük zaferi seyrediyordu. Kazma darbeleri ile kayalardan çıkan kıvılcımlardan bu zaferi gözleri ile görüyordu. Bunu müslümanlara haber veriyor, içlerine güven aşılıyordu. Korkularını dindirip kesin haberlerle ruhlarını yatıştırıyordu.

Tarihçi İbn-i İshak Selman-ı Farisi'nin (r.a) şöyle dediğini anlatır: "Hendeğin bir tarafını kazmaya çalışıyordum. O sırada sert bir kaya çıktı karşıma. Peygamber efendimiz de bana yakın bir yerdeydi. Toprağı kazdığımı ama çok zorlandığımı görünce, inip kazmayı elimden aldı. Kayaya bir darbe indirdi. Kazmanın değdiği yerden bir kıvılcım parladı. Sonra bir daha vurdu. Yine bir kıvılcım çıktı. Sonra kayaya üçüncü bir darbe indirdi. Bu seferde kazmanın değdiği yerden kıvılcım çıktı. "Anam, babam sana feda olsun ya Resulallah, sen kayayı parçalarken kazmanın ağzından çıkan kıvılcımlar neydi?" dedim. "Yoksa sen onları gördün mü ya Selman?" diye buyurdu. "Evet" dedim. "Birinci kıvılcımda yüce Allah bana Yemeni sundu. İkinci kıvılcımda Şam ve Mağrib'i, üçüncüsünde ise doğuyu sundu" dedi.

Makrizi'nin "İmta'ul esma" adlı eserinde anlattığına göre, Peygamber efendimizin bu dedikleri Hz. Ömer'in halifeliği döneminde ve Selman-ı Farisi'nin hayatta olduğu sırada gerçekleşmiştir.

Bu gün düşündüğümüzde, tehlike kapıya dayanmışken, her yandan korku çemberine alınan o kalpler üzerinde bu tür bir sözün ne büyük etki bıraktığını görür gibi oluyoruz.

Bu aydınlık tablolara düşman birlikleri hakkında bilgi toplamaktan dönen Huzeyfe'yi de eklememiz gerekir. Huzeyfe yolda çok üşümüştü. Peygamber efendimiz de eşlerinden birine ait bir örtünün altında namaz kılıyordu. Ama Peygamberimiz namazında, Rabbi ile iletişim halindeyken, Huzeyfe'nin namazın sonuna kadar soğuktan titremesine gönlü razı olmuyor. Aksine tutuyor, ayaklarının arasında ona yer veriyor, ısınsın diye örtünün bir ucunu üzerine atıyor, sonra da namazına devam ediyor. Namazı bitirince, Huzeyfe edindiği bilgileri O'na anlatıyor. Peygamberimizin kalbinin önceden bildiği haberi müjdeliyor. Çünkü Peygamberimiz, düşman birliklerinin geri döndüklerini bildiği halde Huzeyfe'yi olup bitenleri görmesi için göndermişti.

Peygamber efendimizin bu korkulu atmosferdeki cesaretine, dayanıklılığına, kararlılığına ilişkin haberler ise, hikayenin tümünde son derece belirgindirler. Bizim ayrıca bunları anlatmamıza gerek yoktur. Hepsi de bilinen ve yararlanılan şeylerdir.

Hiç kuşkusuz yüce Allah doğruyu söylemiştir: "Andolsun Allah'ın elçisinde sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmaya inanan ve Allah'ı çok anan kimseler için en güzel bir örnek vardır."

Sonra imanın, güven verici ve huzur aşılayıcı tablosu ile mü'minlerin korku karşısındaki, tehlike ile yüz yüze geldiklerindeki durumlarını tasvir eden tablolarına sıra geliyor. Nitekim bu tehlike mü'min gönülleri sarsmıştı. Ama onlar bu tehlikeyi güven, bağlılık, müjde ve iç huzuru için kullanılacak bir etken olarak algılıyorlar:

22- "Mü'minler düşman ordularını gördükleri zaman; "Bu Allah'ın ve Resulünün bize vaad ettiği zaferdir. Allah ve Resulü doğru söylemiştir" dediler. Bu, onların sadece imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı."

Müslümanların bu büyük olay karşısında içine düştükleri korku, yüz yüze geldikleri zorluğun doğurduğu sıkıntı, üzerlerine saldıran zorlu düşmanın neden olduğu panik onları şiddetle sarsacak kadar büyüktü. Nitekim her zaman en doğrusunu söyleyen yüce Allah onların bu durumunu şu şekilde anlatmaktadır:

"İşte orada mü'minler denenmiş, şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı."

Kuşkusuz onlar da insandılar. İnsanın gücü ise sınırlıdır. Bu yüzden yüce Allah insanlara güçlerini aşan sorumluluklar yüklemez. Yüce Allah'ın en sonunda kendilerine yardım edeceğine ilişkin derin güvenlerine rağmen; yine Peygamber efendimizin, içinde bulundukları bu sıkıntılı atmosferin boyutlarını aşan Yemen'in

Şam'ın, Mağrib'in ve Maşrik'in fethedileceğini ima eden müjdesine rağmen. Bütün bunlara rağmen karşı karşıya kaldıkları korku, onları sarsıyor, huzursuz ediyor, canlarını sıkıyordu.

Bu durumu en güzel Huzeyfe'nin sözleri tasvir etmektedir. Peygamber efendimiz arkadaşlarının durumunun farkındadır. Ruhsal durumlarını görüyor. Bu yüzden: "Kim gidip düşmanın ne yaptığını görecek, sonra da gelip bize haber verecek -Peygamberimiz burada o kişinin geri döneceğini garantiliyor-. Onun cennette benim arkadaşım olmasını Allah'tan dileyeceğim" diyor Dönüş garantisine rağmen, cennette Hz. Peygamberle arkadaş olmaları yönünden yapılan duaya rağmen kimse Peygamberimize cevap vermiyor. Hz. Huzeyfe'ye bizzat ismi ile hitap edildiği zaman da şöyle diyor: Peygamber efendimiz beni çağırınca kalkmaktan başka çarem yoktu! Dikkat edin, böyle bir şey ancak sarsıntının son noktaya vardığı durumlarda olur...

Ne varki, sarsılmanın, gözlerin korkudan kaymasının, yüreklerin ağızlara gelmesinin yanı sıra, Allah'la aralarında kopmayan bir bağlantı vardı. Yüce Allah'ın olaylara egemen olan yasalarına ilişkin şaşmaz bir anlayışları vardı. Bu yasaların değişmezliğine, başlangıçları gerçekleştirdiğine göre sonuçlarının da gerçekleşeceğine ilişkin sonsuz güvenleri vardı. Bunun için mü'minler meydana gelen sarsıntıyı yardımı beklemenin nedeni olarak algılıyorlardı. Çünkü onlar, daha önce yüce Allah'ın şu sözünü doğrulamışlardı: "Acaba sizden öncekilerin başlarına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeksizin, cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine ağır sıkıntılara ve zorluklara uğradılar, öylesine sarsıldılar ki, Peygamberleri ile çevresindeki inanmışlar "Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?" dediler. İyi bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır" (Bakara Suresi, 214)

Şu anda onlar da sarsılıyorlar, şu halde Allah'ın yardımı onlara da yakındır! Bu yüzden şöyle demişlerdi: "Bu Allah'ın ve Resulü'nün bize vaad ettiği zaferdir." "Allah ve Resulü doğru söylemiştir..." "Bu, onların sadece imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı." "Bu, Allah'ın ve Resulü'nün, bize vaad ettiği zaferdir."

Allah ve Resulü, bu korku, bu zorluk, bu sarsıntı ve bu sıkıntı karşısında bize zafer vaad ettiler. Şu halde Allah'ın yardımının gelmesi kaçınılmazdır: "Allah ve Resulü doğru söylemiştir." Allah ve Resulü zaferin belirtileri hususunda doğru söylemiştir. Bu belirtilerin ifade ettikleri anlam hususunda doğru söylemiştir. Bu yüzden kalpleri Allah'ın yardımı ve vaadine yönelik sarsılmaz bir güvenle doludur: "Bu, onların sadece imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı."

Kuşkusuz onlar da insandı. İnsana özgü duygulardan, zaaflardan kurtulmaları mümkün değildi. Zaten kendi cinslerinin sınırlarını aşmaları, bu cinsin çerçevesi dışına çıkmaları, doğal özelliklerini ve yeteneklerini yitirmeleri istenmiyordu. Çünkü yüce Allah onları bu nitelikleri için yaratmıştır. İnsan olarak kalsınlar; başka bir cinse, örneğin meleğe, şeytana, hayvana yahut taşa dönüşmesinler diye yaratmıştır... Evet onlar da insandılar, bu yüzden korkuyorlardı, bir zorlukla karşılaştıklarında sıkılıyorlardı, insan gücünü aşan bir tehlike ile yüz yüze geldiklerinde sarsılıyorlardı. Ama, bununla beraber onlar, kendilerini Allah'a bağlayan, düşüp parçalanmalarını önleyen, içlerindeki ümidi tazeleyen, onları ümitsizlikten koruyan sağlam, güvenilir bir kulpa bağlanmışlardı. Bu ve şu durumlarıyla onlar, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş eşsiz bir örnektiler.'

Yüzyıllar içinde tanık olunan bu eşsiz örneği kavrayabilmemiz için, bu gerçeği kesinlikle algılamamız gerekir. Onların insan olduklarını, güçlülüğüyle, zayıflığıyla insan tabiatından soyutlanmadıklarını kavramamız gerekir. Onların sahip oldukları ayrıcalığın; göklerin kulpuna yapışmış olmakla beraber yeryüzündeki insana özgü nitelikleri korumalarından, kendi insanlıkları çerçevesinde insanoğlu için hazırlanan en yüksek zirveye ulaşmış olmalarından kaynaklandığını göz ardı etmememiz gerekir.

Bu açıdan, bir gün içimizde zaaf baş gösterdiğini yahut sarsıldığımızı, ya da

korktuğumuzu veya tehlikenin, şiddetin, sıkıntının ve dehşetin etkisiyle sıkıldığımızı görürsek, hemen karamsarlığa kapılmamalıyız, telaşlanıp artık helâk olduğumuzu sanmamalıyız. Veya artık hiçbir zaman büyük bir sorumluluk yüklenemeyeceğimizi, buna layık olmadığımızı düşünmemeliyiz. Ancak, insan oluşumuzdan kaynaklandığı gerçeğinden hareket ederek kendi zaafımızın yanında durmamamız gerekir. Bizden daha iyi olanlarda baş gösterdi diye kendi zaafımızda ısrar etmemeliyiz. Çünkü ortada sağlam ve güvenilir bir kulp var. Göklerin kopmaz kulpu var. Sürçmekten kurtulmamız için ona sarılmalıyız, güven ve bağlılık tazelemeliyiz, içimizde baş gösteren sarsıntıyı gelecek yardımın müjdesi olarak algılamalıyız. Böylece direncimizi ve kararlılığımızı korumuş, daha,güçlü ve kendinden emin olarak yolumuza devam etmiş oluruz.

İşte islamın ilk yıllarındaki bu eşsiz örnekte meydana gelen denge budur. Kur'an-ı Kerim bu eşsiz örnekten, geçmişteki tutumlarından, imtihanı başarıyla geçmelerinden, Allah yolunda giriştiği cihattan, kimilerinin Allah'la buluşmasından, kimilerinin de bu buluşmayı beklemesinden şu şekilde söz ediyor:

23- "Mü'minler arasında öyleleri varki, Allah'a verdikleri sözde dururlar. Kimileri sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimileri de şehitlik beklemektedir. Onlar hiç sözlerini değiştirmediler."

Bu, daha önce işaret edilen ve savaşta düşman karşısında geri dönüp kaçmayacaklarına ilişkin olarak Allah'a söz veren, ama Allah'a verdikleri bu sözü tutmayan kimselerin durumunu anlatan örneğe karşılık olarak yer alıyor: "Allah'a verilen sözden sorumluydular."

İmam Ahmed, Sabit'ten şunları aktarır: Amcam Enes b. Nadr Peygamber efendimizin yanında Bedir savaşma katılmamıştı. Bu durum zoruna gidiyordu. "Hz. Peygamberin yaptığı ilk savaşa katılmadım. Eğer yüce Allah bundan sonra bana Peygamber efendimizle birlikte bir savaşa katılmayı nasip ederse neler yapacağımı görecektir" diyordu ve bundan fazlasını söylemekten de korkuyordu. Nihayet Peygamber efendimizin yanında Uhud savaşına katıldı. Savaşın devam ettiği bir sırada Saad b. Muaz'a "Ey Ebu Amr, cennetin kokusu ne hoş. Uhud'un ötesinden bu kokuyu duyuyorum" dedi ve öldürülene kadar müşriklerle savaştı. Cesedinde seksen küsür ok, kılıç ve mızrak yarası tespit edilmişti. Kız kardeşi -Hâlâm Rubbiy binti Nadr- "Kardeşimi ancak parmaklarından tanıyabildim" demişti. Bunun üzerine şu ayet inmişti: "Mü'minler arasında öyleleri varki, Allah'a verdikleri sözde durdular". Sahabeler bu ayetin Enes ve arkadaşları hakkında indiği düşüncesindeydiler. (Müslim, Tirmizi ve Nesai)

Mü'minler arasında yer alan bu tiplerin aydınlık portreleri burada, münafıklık, zaaf ve sözlerinden dönenlerin tablolarına karşılık yer alan iman tablosunu bütünlemek için sunuluyor. Bunda, olaylar ve Kur'an aracılığı ile eğitme sahnesindeki karşılaştırmanın gerçekleşmesi amacı güdülüyor.

Bunun üzerine imtihanın hikmetini, verilen sözü tutmanın ya da dönmenin akıbetini açıklamak ve bütün bunlarda meseleyi Allah'ın iradesine bağlamak suretiyle bir değerlendirme yapılıyor:

24- "Bu sebeple Allah, doğruları doğrulukları ile mükafatlandırır; münafıkları da dilerse azaplandırır veya tevbelerini kabu1 eder. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."

Bu değerlendirme cümlesi, olaylar ve sahnelere ilişkin tasvirli anlatımın arasında yer alıyor. Amaç, bütün meseleyi Allah'a bağlamak, olaylar ve gelişmeler üzerindeki perdeyi kaldırıp ilahi hikmeti ortaya koymaktır. Şu halde, bu olay ve gelişmelerin hiçbiri boşuna değildir. Raslantı sonucu meydana gelmemiştir. Hepsi de önceden planlanan bir hikmet ve belli bir amaç doğrultusunda meydana gelmektedir ve yüce Allah'ın dilediği sonuçlara varacaklardır. Bunun yanı sıra tüm olaylarda ve gelişmelerde yüce Allah'ın kullarına yönelik rahmeti belirginleşmektedir. Çünkü onun merhameti ve bağışlaması daha yakın ve daha büyüktür: "Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."

Büyük olaya ilişkin bu açıklama olayın, mü'minlerin Rabbleri ile ilgili düşüncelerini doğrulayan, münafık ve bozguncuların sapıklıklarını, yanlış düşüncelerini ortaya koyan sonuç kısmı ile noktalanıyor. Aynı zamanda pratik bir sonuçlandırma ile imani değerler yerleştiriliyor:

25- "Âllah, o kafirleri hiçbir şey elde edemeden öfkeleriyle geri çevirdi. Allah'ın yardımı savaşta mü'minlere yetti. Allah güçlüdür, mutlak galiptir."

Savaş başlamış, gelişmiş ve bir sonuca ulaşmıştı. Ama savaşın dizgini Allah'ın elindeydi, istediği gibi yönlendiriyordu. Kur'an-ı Kerim bu gerçeği kendine özgü ifade yöntemi ile vurguluyor. Bu gerçeği pekiştirmek, onu kalplere yerleştirmek, gerçek islami düşünceyi açığa kavuşturmak için meydana gelen tüm olayları ve sonuçları doğrudan doğruya yüce Allah'a dayandırıyor.

Savaş sadece Kureyş ve Gatafan müşriklerinin yenilgisi ile sonuçlanmamıştı. Müşriklerin müttefiki olan yahudi Beni Kureyze kabilesi de hezimete uğramıştı:

26- "Allah, kitap ehlinden onlara yardım eden Kureyze yahudilerini de kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü. Onlardan bir kısmını öldürüyorsunuz, bir kısmını da esir alıyordunuz."

27- "Topraklarını, evlerini, mallarını ve henüz ayağınızı dahi basmadığınız yerleri Allah size miras olarak verdi. Allah'ın gücü her şeye yeter."

Bu ayetlerin işaret ettiği gelişmeleri anlayabilmek için yahudilerle müslümanların ilişkilerine bir göz atmakta yarar vardır...

Medine'de yaşayan yahudiler, müslümanların gruplar halinde buraya gelişlerinden sonraki kısa bir süre dışında müslümanlarla barışık bir hayat sürdürmediler. Peygamber efendimiz Medine'ye gelir gelmez onlarla bir barış antlaşması imzalamıştı. Bu antlaşmada Peygamberimiz onlara yardım etmeyi, onları korumayı garantilemişti. Ancak antlaşmayı bozmamalarını, bozgunculuk çıkarmamalarını, başkalarının ayıplarını araştırmamalarını, düşmana yardımcı olmamalarını, kimseyi incitecek davranışlarda bulunmamalarını şart koşmuştu.

Ne varki yahudiler, çok geçmeden yeni dinin, ilk ehli kitap toplum olmaları bakımından sahip oldukları geleneksel ayrıcalıklı konumlarına yönelik tehlikesini sezdiler. Yahudiler bu niteliklerinden dolayı Medine'liler arasında sahip bulundukları saygın konumlarından büyük kazançlar sağlıyorlardı. Aynı şekilde İslam dininin Peygamber efendimizin önderliğinde toplum için öngördüğü yeni sosyal düzenin de kendileri açısından ne denli tehlikeli olacağını sezmişlerdi. Çünkü yahudiler, Medine'de en etkin, en yüce söz kendilerine ait olsun diye Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki ihtilafı istismar ediyorlardı. Fakat İslam Evs ve Hazreç kabilelerini saygın Peygamberlerinin önderliğinde birleştirince, artık yahudiler iki grup arasında avlanacakları bulanık suyu bulamaz oldular.

Onların belini kıran en büyük darbe, bilginleri ve hahamları olan Abdullah b. Selam'ın müslüman olmasıydı. Yüce Allah onun göğsünü islama açmış ve müslüman olmuştu. Ailesini davet etmiş onlar da müslüman olmuşlardı. Fakat, müslüman olduğunu açıklayacak olursa yahudilerin aleyhinde dedikodu çıkaracağından korkuyordu. Bu yüzden Peygamber efendimizden kendisinin müslüman olduğunu yahudilere bildirmeden önce kendisini onlara sormasını istedi. Peygamberimiz onun nasıl biri olduğunu yahudilere sorunca: "Bizim efendimizdir, efendimizin oğludur. Hahamımızdır, bilginimizdir" dediler. Bu sırada Abdullah b. Selam ortaya çıkıp kendisinin inandığı şeye onların da inanmalarını istedi. Buna çok bozuldular ve hakkında kötü söz söylediler. Yahudi ailelere ondan uzak durmalarını tembih ettiler. Dini ve siyasi egemenliklerine, rejimlerine yönelen gerçek tehlikeyi sezdiler. Ve Hz. Muhammed'in (s.a.s) işini bitirmek için kesintisiz komplolar düzenlemeye karar verdiler.

İşte bugüne kadar müslümanlarla yahudiler arasında bir gün olsun durmayan savaş o günden itibaren başlamış oldu.

Bu günkü deyimiyle ilk önce soğuk savaş başladı. Hz. Muhammed (s.a.s) ve islam aleyhine propaganda savaşı başladı. Yahudiler uzun tarihleri boyunca geliştirdikleri tüm taktikleri uyguladılar bu savaşta. Hz. Muhammed'in (s.a.s) Peygamberliği hakkında kuşku uyandırma, yeni inanç sisteminin etrafında çeşitli şüpheler yayma taktiğine başvurdular. Bazı müslümanların aralarını bozma yolunu tuttular. Bazan Evs ve Hazreç kabilelerinin, bazan muhacirlerle ensarın arasını bozmaya çalıştılar. Müşrikler hesabına müslümanlar aleyhine casusluk yaptılar.

Müslüman görünen bir grup münafıkla işbirliği yönüne giderek onlar aracılığı ile müslüman saflar arasına fitne sokmaya çalışırlar... En sonunda da maskelerini indirip Ahzap savaşında olduğu gibi müslümanlar karşısında oluşan düşman saftaki yerlerini aldılar.

En önemli toplulukları Beni Kaynuka, Beni Nadr ve Beni Kureyze'ydi. Bu toplulukların her birinin gerek Peygamber efendimizle gerekse müslümanlarla belli bir ilişkisi vardı.

En cesurları Beni Kaynuka kabilesi idi. Bedir'de büyük bir zafer elde etmelerinden dolayı müslümanlara kin besliyorlardı. İğneleyici sözler söylüyor, daha önce Peygamberimizle yaptıkları antlaşmayı inkar ediyorlardı. Bu tutumları, Hz. Peygamberin Kureyş'le yaptığı ilk savaşta galip geldikten sonra bir daha karşı koyamayacakları şekilde etkinlik kazanmasından, gücünün artmasından korktuklarının belirtisiydi.

İbn-i Hişam, İbn-i İshak kanalı ile onların durumlarını şu şekilde anlatır: "Peygamber efendimiz Beni Kaynuka kabilesini pazarda toplayıp onlara şöyle seslendi: "Ey yahudiler, Kureyşlilerin başına gelen felaketin aynısını başınıza indirmesi konusunda Allah'tan sakının ve müslüman olun. Çünkü siz, benim Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğumu biliyorsunuz. Bunu kendi kitabınızda ve yüce Allah'ın sizinle yaptığı sözleşmede görüyorsunuz". Buna karşılık olarak yahudiler: "Ey Muhammed, sen bizi kendi kavmine benzetiyorsun. Savaştan anlamayan bir toplumla karşılaşıp onları yenmiş olman seni aldatmasın. Allah'a andolsun ki, eğer biz seninle savaşmış olsaydık, nasıl insanlar olduğumuzu sana öğretirdik" dediler.

İbn-i Hişam Abdullah b. Cafer'e dayanarak şunları anlatır: Beni Kaynuka ile ilgili gelişmelerden biri de şudur: Bir Arap kadını gidip Beni Kaynuka pazarında süt satar, sonra da bir kuyumcu dükkanında oturur. Orada bulunanlar kadından yüzünü açmasını isterler, kadın itiraz eder. Kuyumcu kadının elbisesinin eteğini elbisenin üst tarafına düğümler. Kadın ayağa kalkınca ayıp yerleri görünür. Yahudiler gülüşürler. Kadın bağırır. Bir müslüman, kuyumcunun üzerine atılır ve onu öldürür. Kuyumcu yahudi olduğu için diğer yahudiler hep birlikte o müslümanı öldürürler. Öldürülen müslümanın ailesi de yahudilere karşı müslümanları yardıma çağırır. Bunun üzerine müslümanlar öfkelenirler. Böylece müslümanlarla Beni Kaynuka kabilesi arasında büyük bir kavga başlamış olur.

İbn-i İshak bu olayın gelişimini şöyle tamamlar: Peygamber efendimiz vereceği karara boyun eğeceklerini bildirene kadar onları ablukaya aldı. Yüce Allah Peygamberimize yahudilerin aleyhine fırsat vermişken Abdullah b. Ubeyy b. Selul kalkıp şöyle dedi: Ey Muhammed, dostlarıma iyi davran -Beni Kaynuka kabilesi Hazreç kabilesinin müttefiki idi- Peygamberimiz duymazlıktan geldi. Tekrar "Ey Muhammed, dostlarıma iyi davran" dedi. Peygamberimiz onu dinlemedi, yüzünü bir tarafa çevirdi. Bu sefer elini Peygamberimizin zırhının cebine soktu. Peygamberimiz "Bırak beni" dedi. Peygamberimizin yüzünün rengi değişecek kadar öfkelenmişti. "Yazıklar olsun sana, bırak beni" dedi. "Hayır, vallahi dostlarıma iyi davranmadığın sürece bırakmam seni. Bunlar dörtyüz zırhsız, üçyüz zırhlı savaşçıdır. Kızıla ve karaya karşı korurlardı beni. Sense bir gün de kılıçtan geçirmek istiyorsun. Allah'a andolsun ki, ben çıkacak felaketlerden endişeleniyorum" dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz "Onları sana bağışladım" dedi.

Abdullah b. Ubeyy o güne kadar kabilesi arasında etkinlik sahibi birisiydi. peygamber efendimiz Beni Kaynuka kabilesi hakkında aracılık yapmasını kabul ederek, onların silahları hariç diğer mallarını yanlarına alarak Medine'yi terk etmelerine izin verdi. Böylece Medine önemli bir güce sahip yahudilerin bir kısmından kurtulmuş oldu.

Beni Nadr kabilesine gelince; Peygamber efendimiz Uhud savaşından sonra Hicri dördüncü senede, daha önce aralarında vardıkları bir antlaşma uyarınca öldürülen iki kişinin diyetine katkıda bulunmalarını istemek üzere yaşadıkları bölgeye gitti. Peygamberimiz bulundukları yere gelince: "Tamam ey Ebul Kasım, sana istediğin miktarda yardımda bulunacağız" dediler. Sonra aralarında yalnız kalınca: "Bu adamı bir daha bu durumda bulamazsınız. -Peygamber efendimiz onların evlerinden birinin duvarının dibinde oturuyordu- Kim bu evin üzerine çıkıp, üzerine bir kaya indirerek bizi ondan kurtaracak?

Ardından bu alçakça komployu uygulamaya başladılar. Peygamber efendimiz onların yapmak istedikleri şeyi sezdi ve hemen oradan ayrılıp Medine'ye döndü. Onlara karşı savaş hazırlıklarının başlatılmasını emretti. Onlarda kalelerine kapandılar. Münafıklığın elebaşısı Abdullah b. Ubeyy b. Selul, "Direnin ve kendinizi savunun, sizi kesinlikle teslim etmeyeceğiz. Eğer ölürseniz biz de sizinle ölürüz. Eğer sürgün edilirseniz biz de sizinle şehri terk ederiz" diye onlara haber gönderdi. Ama münafıklar sözlerinde durmadılar. Yüce Allah Beni Nudayrlıların içine korku saldı. Onlar da savaşmadan, direnmeden teslim oldular. Peygamber efendimizden, şehri terk etmelerine izin vermesini, canlarını bağışlamasını, silah hariç yanlarında bir deve yükü mal alıp gitmelerine müsaade etmesini istediler. Peygamberimiz de bu şekilde hareket etti. Çıkıp Haybere gittiler. Bazıları da Şam'a gitti. Haybere giden ileri gelenleri arasında Selam b. Ebu'l Hukeyk, Kenane b. Rebi b. Ebu'l Hukeyk ve Huyey b. Ahtab vardı. Ahzap savaşında Kureyş ve Gatafan müşriklerinin müslümanlara karşı birlik oluşturup saldırıya geçmeleri gündeme getirildiği sırada onlardan da söz edilmişti.

Şimdi Beni Kureyze savaşına gelmiş bulunuyoruz. Daha önce bunların Ahzap savaşındaki tutumlarına değinilmişti. Başta Huyey b. Ahtap olmak üzere Beni Nudayr kabilesinin ileri gelenlerinin teşvikleriyle müşriklerle birlik olup müslümanlar aleyhine oluşan ittifaka katılmışlardı. Beni Kureyze kabilesinin bu ortamda Peygamber efendimizle daha önce yaptıkları saldırmazlık ve savunma işbirliği antlaşmasını bozmaları, düşman birliklerinin Medine'nin dışında giriştikleri saldırılardan daha ağır gelmişti müslümanlara.

Şu rivayet, o sırada müslümanlara yönelen tehdidin büyüklüğünü ve Beni Kureyze'nin antlaşmayı bozmasından dolayı duyulan korkunun boyutlarını çok güzel tasvir ediyor: Peygamber efendimiz haberi duyunca, Evs kabilesinin lideri Saad b. Muaz, Hazreç kabilesinin lideri Saad b. Ubade ile birlikte Abdullah b. Revaha ve Havvat b. Cubeyri r.a. göndererek şöyle buyurdu: "Gidin bakalım bunlara ilişkin olarak duyduğumuz şeyler doğru mudur değil midir? Eğer söylenenler doğruysa, sadece benim anlayacağım şekilde gizlice anlatın, halka duyurmayın. Ama eğer bize verdikleri sözde duruyorlarsa bunu halka duyurun." (Bu sözler, Peygamber efendimizin bu haberin nefislerde bırakacağı kötü etkilerden endişelendiğini gösteriyor).

Heyet Beni Kureyze'nin bulunduğu yere gelince, onları Peygamber efendimizden onlara ilişkin duyduklarından da beter bir durumda gördüler: "Resulullah da kimdir? Muhammed'le aramızda herhangi bir antlaşma, bir sözleşme yoktur" dediler. Bunun üzerine heyet döndü ve durumu Peygamber efendimize açıklamadan işaretle bildirdiler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz "Allahu ekber, müjdeler olsun ey müslümanlar" buyurdu. (Kötü haberin saflarda yayılmasına karşı müslümanlara güven aşılamak için böyle davranmıştı).

İbn-i İshak diyor ki: "Bundan sonra imtihan ağırlaştı. Korku gittikçe arttı. Müslümanlar hem yukarıdan, hem aşağıdan düşmanla çevrilmişlerdi. Hatta müslümanlar en olmadık olumsuzlukları düşünmüşlerdi. Bazı münafıklar da ortalığı karıştırıyorlardı..."

Ahzap savaşının başlangıcında durum bundan ibaretti.

Yüce Allah, yardımı ile Peygamberini destekleyince, düşmanlarını hiçbir sonuç elde edemeden gerisin geri gönderince ve yüce Allah mü'minleri savaştan koruyunca, Peygamber efendimiz zaferle Medine'ye döndü. İnsanlar silahlarını bırakmışlardı. Peygamber efendimiz Ümmü Seleme'nin r.a. evinde cephenin tozlarından yıkandığı bir sırada Cebrail a.s. geldi ve "Silahını bıraktın mı ya Resulallah?" dedi. Peygamber efendimiz "Evet" dedi. Cebrail a.s. "Ama melekler henüz silahlarını bırakmadılar. Şimdi o kavmin üzerine yürümenin zamanıdır" dedi. Sonra da şunları ekledi: "Yüce Allah Beni Kureyze kabilesinin üzerine yürümeni emrediyor." Beni Kureyze'nin yurdu Medine'den birkaç mil uzaktaydı. Bu olay öğlen namazından sonra meydana geliyordu. Peygamber efendimiz "Beni Kureyze'nin yurduna varmadıkça hiç kimse ikindi namazını kılmasın" Ardından müslümanlar yola koyuldular. İkindi namazının vakti onlar yoldayken girdi. Bazısı namazı yolda kıldı ve "Resulullah sırf acele etmemiz için böyle söylemiştir" dediler. Diğerleri de Beni Kureyze'nin yurduna varmadıkça ikindi namazını kılmayacağız dediler. Peygamberimiz iki tarafa da sert bir tepki göstermedi.

Peygamber efendimiz Ümmü Mektum'u (Hakkında "Abese vetevella encaehul'a'ma" =Surat astı ve döndü. Kör geldi, diye= ayeti inen kör sahabe) Medine'de kendisine vekil bırakarak peşlerinden gitti. Bayrağı Ali b. Ebu Talib'e verdi. Sonra Peygamber efendimiz yurtlarının önünde savaş düzeni alarak yirmibeş gece onları ablukaya aldı. Bu abluka uzun sürünce Evs kabilesinin lideri Saad b. Muaz'ın hakemliğini kabul ettiler. Çünkü cahiliye döneminde Evs kabilesinin müttefikleri idiler. Onlar Saad b. Muaz'ın kendilerine iyi davranacağına inanıyorlardı. Nitekim Abdullah b. Ubeyy b. Selul dostları olan Beni Kaynuka kabilesi için öyle yapmış, aracılık yaparak onları Resulullah'ın elinden kurtarmıştı. İbn-i Ubeyy'in Beni Kaynuka için yaptığı aracılık gibi Saad'ın da kendileri hakkında aracılık yapacağını sanmışlardı. Saad b. Muaz'ın hendek savaşının sürdüğü günlerde, (koptuğu zaman kolun hareket etmesine engel oluşturan bir damara) ok isabet etmek suretiyle yaralandığını bilmiyorlardı. Resulullah bu damarım dağlamış ve yakından ilgilenmek için onu mescidin bir tarafına yatırmıştı. O sırada Saad b. Muaz Allah'a şöyle dua ediyordu: "Allah'ım eğer Kureyşle bundan sonra yine savaşmamızı takdir etmişsen, bizi o güne yetiştir. Eğer bizimle onlar arasındaki savaşın bitmesini takdir etmişsen onların birliğini parçala, darmadağın et. Beni Kureyze kabilesi hakkında da gözlerimi aydın etmedikçe canımı alma." Yüce Allah Saad'ın bu duasını kabul etmiş ve kendi kendilerini onun hakemliğini kabul etmelerini takdir etmişti.

Bu sırada Peygamber efendimiz onların hakkında hakemlikte bulunması için onu Medine'den çağırttı. Bindirildiği bir merkebin sırtında çıkagelince Evs kabilesinden olanlar etrafını sarıp şöyle demeye başladılar: "Ey Saad, bunlar senin müttefiklerindir, onlara iyi davran." Onu yumuşatmaya, onlar hakkında merhametli davranmasını sağlamaya çalışıyorlardı. O ise sessizce söylenenler i dinliyordu. Fazla ısrar edince: "Şimdi Saad'ın Allah için yapacağı bir işte kınayanın kınamasından korkmayacağı andır" dedi. Bunun üzerine Saad'ın onları sağ bırakma taraftarı olmadığını anladılar.

Saad b. Muaz r.a. Peygamber efendimizin içinde bulunduğu çadıra yaklaşınca, Peygamber efendimiz "Büyüğümüze yardım edin" dedi. Müslümanlar hemen kalkıp onu merkebin sırtından indirdiler. Peygamberimizin ona karşı bu şekilde davranması, vereceği hükmün daha etkin olması için karar verme yetkisine sahip olduğu bir ortamda ona saygı gösterilmesini, onurlandırılmasını sağlama amacına yönelikti.

Saad oturduğu zaman, Peygamber efendimiz ona şöyle dedi: "Şu adamlar -Beni Kureyze'yi göstererek- senin hakemliğini kabul ettiler. Onlar hakkında istediğin kararı verebilirsin." Saad "Benim vereceğim karar onlar hakkında geçerli midir?" Peygamberimiz "Ev.;t" dedi. Peki "Şu çadırda bulunanları da kapsıyor mu?" "Evet" dedi Peygamberimiz. Bu sefer Peygamber efendimizin bulunduğu tarafı göstererek, "Bunları da içine alıyor mu?" dedi. (Peygamberimize bakarken yüzü sevgi ve saygı ile parlıyordu) Peygamberimiz "Evet" dedi. Bunun üzerine Saad b. Muaz r.a. "Ben savaşçılarının öldürülmesine, mallarına ve ocuklarına el konulmasına hükmediyorum." Peygamber efendimiz "Kuşkusuz sen, yüce Allah'ın yedi kat göğün üstünden verdiği hükmün aynısı ile hükmettin" dedi.

Sonra Resulullah s.a.s. yerde çukurların kazılmasını emretti. Yahudiler bağlı olarak getirilip boyunları vuruldu. Yediyüz, sekizyüz kişi civarındaydılar. Tüyü bitmemiş olanları (yani erginlik çağına ulaşmamış delikanlıları) kadınlarla birlikte esir alındı, mallarına el konuldu. Huyey b. Ahtab da aralarındaydı. Daha önce onlara verdiği sözü tutarak onlarla birlikte kalelerine sığınmıştı.

O günden sonra yahudiler hep aşağılandılar. Bunun sonucu Medine'deki münafıklık hareketi zayıfladı. Münafıkların başları önlerine eğildi. Yapa geldikleri şeylerin çoğundan korkmaya başladılar. Bu ve öteki olayların ardından müşrikler bir daha müslümanlara saldırmayı düşünecek fırsat bulamadılar. Bundan sonra hep müslümanlar saldırdılar. Nihayet Mekke ve Taif fethedildi. Yahudilerin, münafıkların ve müşriklerin faaliyetleri arasında bir paralellik vardı. Yahudiler kovulduktan sonra bu paralellik bozuldu. Aynı zamanda bu olay islam devletinin kurulup oturması açısından iki dönemi birbirinden ayıran en belirgin gelişmedir.

Yüce Allah'ın şu sözü de bunu doğrulamaktadır:

"Allah, kitap ehlinden onlara yardım eden Kureyze yahudilerini de kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü. Onlardan bir kısmını öldürüyorsunuz, bir kısmını da esir alıyorsunuz."

"Topraklarını, evlerini, mallarını ve henüz ayağınızı dahi basmadığınız yerleri Allah size miras olarak verdi. Allah'ın gücü her şeye yeter."

Ayetin orjinalinde geçen Seyâsî = kaleler demektir. Müslümanların miras aldıkları ama bundan önce ayak basmadıkları topraklardan maksat bulundukları bölgeden uzak Beni Kureyze'ye ait araziler olabilir. Diğer malları ile birlikte bu araziler de müslümanlara geçmişti. Öte yandan bununla, Beni Kureyze'nin kendi topraklarını savaşmadan teslim etmelerine de işaret edilmiş olabilir. Bu durumda ayetin orjinalinde geçen "Vata'a" kelimesi savaş anlamında kullanılmış olur. Çünkü savaşta düşman bölgeleri çiğnenir.

"Allah'ın gücü her şeye yeter"

İşte bu, olayın mahiyetini ve mesajını somutlaştıran bir değerlendirmedir. Bu değerlendirmede her mesele Allah'a döndürülüyor. Nitekim, savaşı anlatan ayetlerin akışı; olayı bütünüyle Allah'a döndürmek, savaştaki eylemleri doğrudan doğruya Allah'ın iradesine dayandırmak biçiminde gelişmişti. Amaç, bu büyük gerçeği pekiştirmektir. Yüce Allah'ın yaşanan olaylar ve olayların ardından inen Kur'an ayetleri aracılığı ile müslümanların gönüllerine yerleştirdiği bu büyük gerçeği ön plana çıkarmaktır. Böylece islam düşüncesinin ruhlarda bu büyük gerçeğe dayanması hedeflenmektedir.

Bu büyük olayın sunuluşu böylece sona erdi. Bu sunuş, Kur'an-ı Kerim'in hem müslüman toplumun kalbine hem de pratik hayatına yerleştirmek için geldiği ilahi yasaları, değerleri, direktif ve kuralları kapsamıştı.

Böylece olaylar eğitme amacına yönelik birer unsur işlevini görmüş oluyorlar. Kur'an'da hayata ve hayattaki gelişmelere, hayatın amaç ve düşüncelerine rehberlik ve tercümanlık yapmış oluyor. Sonuçta Kur'an ve imtihanlar aracılığı ile değerler yerleşir, kalpler yatışır, huzura kavuşur.

Ahzab, suresinde yer alan bu üçüncü ders, bütün müslüman erkek ve kadınların alacakları ödüle ilişkin son açıklamanın dışında bütünüyle Peygamber efendimizin eşlerine ayrılmıştır. Peygamber efendimizin eşlerinin bu surenin başlarında "Mü'minlerin anneleri" olarak isimlendirildiklerini görmüştük. Kuşkusuz bu `ana'lığın birtakım yükümlülükleri vardır. Bu sıfatı hakketmelerine neden olan yüksek derecenin birtakım yükümlülükleri vardır. Peygamber efendimizin yanında sahip oldukları yüce mevkinin birtakım yükümlülükleri vardır. Bu derste bu yükümlülüklerden bazıları açıklanacaktır. Bunun yanı sıra yüce Allah'ın, Peygamberin tertemiz evi tarafından temsil edilmesini, onlara dayalı bir hayat sürdürmesini, insanların yolunu aydınlatan bir meşale işlevini görmesini dilediği değerlerde yerleştirilmektedir.

28- "Ey Peygamber! Eşlerine söyle: "Eğer dünya hayatını ve süslerini istiyorsanız gelin size boşanma bedelinizi vereyim ve güzellikle salıvereyim."

29- "Eğer Allah'ın Peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah içinizden iyi davrananlara büyük mükâfat hazırlamıştır."

Peygamber efendimiz hem kendisi hem de ailesi için sade bir hayat seçmişti. Kuşkusuz bu sadelik dünya nimetlerinden yararlanamamaktan kaynaklanmıyordu. Nitekim Peygamber efendimiz henüz hayattayken geniş araziler fethedilmiş, çok sayıda ganimet ve bol zenginlik kaynakları elde edilmişti. Bu sayede daha önce malı ve serveti bulunmayan birçok kişi zengin olmuştu. Buna rağmen bir ay boyunca Peygamberimizin evlerinde ateşin yanmadığı olurdu. Bununla birlikte sadaka vermede, bağışta bulunma ve hediye etmede son derece eli açıktı. Ancak bu tavır dünya hayatının nimetlerinin üstüne çıkma ve içtenlikle yüce Allah'ın katındaki nimetleri arzulama duygusundan kaynaklanıyordu. Mal mülk elde etme imkanına sahip bulunduğu halde sakınan, yeryüzünün nimetlerini geride bırakan, Allah katındaki sonsuz ve kalıcı nimetleri seçen birinin arzusuydu bu. Peygamber efendimiz inancı ve inancının öngördüğü şeriatı açısından hem kendisine hemde aile fertlerine böyle bir hayat yaşatmakla yükümlü değildi. Çünkü onun inancına ve şeriatına göre güzel ve temiz şeyler haram değildi. Nitekim peşlerine düşmeden, arzuyla kavrulmadan, tamamen içine dalmadan, onlarla uğraşmadan, zorlanmaksızın kendisine sunulan şeyi, beklenmedik bir şekilde tesadüfen eline geçen şeyi kendisine haram kılmazdı. Ayrıca kendisi için seçtiği bu sade hayatı yaşamaya da ümmetini zorlamazdı. Ancak dileyen bunu seçebilirdi. Dünya zevklerini ve nimetlerini aşmak, onların ağırlıklarından kurtulmak, nefsin istek ve eğilimlerinden bağımsız tam bir özgürlük elde etmek isteyenler bu yolu seçebilirdi.

Ancak, Peygamberimizin eşleri de kadındılar, insandılar. Her insanda bulunan duygulara onlar da sahipti. Üstünlüklerine, saygınlıklarına ve yüce Peygamberlik kaynağına olan yakınlıklarına rağmen dünya nimetlerine yönelik doğal arzu içlerinde canlılığını korurdu. Yüce Allah'ın Peygamberine ve mü'minlere bol nimetler bahşettiğini görünce; kendilerine verilen nafakanın arttırılması konusunda Peygamber efendimize başvurdular. Ne varki Peygamberimiz bu başvuruyu memnunlukla karşılamadı. Tam tersine üzüldü ve hoşnutsuzluğunu belirtti. Çünkü O, kendisi için tercih ettiği hayat biçimi ile serbest, yüce ve hoşnutluk içinde yaşamak istiyordu. Dünya nimetlerinden yararlanmak gibi bir mesele ile en alt düzeyde ilgilenmek, hem kendi hayatının hemde yakınlarının hayatının, dünyanın her türlü gölgesinden ve lekesinden arı, yüce ve aydınlık ufuklara yükselmesini istiyordu. Peygamber efendimiz bu olaya helal ve haram açısından yaklaşmıyordu. -Çünkü helal ve haram olan şeyler açıklanmıştır- Basit yeryüzünün baştan çıkarıcı cazibesine kapılmadan, özgür, serbest ve bağımsız bir hayat sürdürme meselesidir bu.

Peygamber efendimiz eşlerinin kendisinden nafaka istemelerinden dolayı o kadar üzülmüştü ki, arkadaşları ile görüşmek istememişti. Hz. Peygamberin onlarla görüşmek istememesi ashabın ağırına gidiyordu. Hiçbir mesele bu kadar önemli değildi onlara göre. Yanına gitmek istiyorlardı ama izin verilmiyordu. İmam Ahmed, Cabir r.a.'den şöyle rivayet eder: Ebubekir kalkıp Resulullah'ın yanına gitmek için izin istedi. -O sırada sahabeler Peygamberimizin kapısında oturuyorlardı. Peygamberimiz de içerde oturuyordu- Ama Ebu Bekir'e girmek için izin verilmedi. Sonra Ömer geldi izin istedi, ona da izin verilmedi. Ardından Ebubekir ve Ömer'e -Allah onlardan razı olsun- birlikte izin verildi. Onlar da içeri girdiler. Peygamberimiz sessizce oturmuş, eşleri de çevresinde toplanmışlardı. Hz. Ömer: "Ben, Peygamber efendimize bir şey söyleyeyim de belki onu güldürebilirim" dedi. Sonra şunları söyledi: "Ya Resulallah, eğer Zeyd'in kızı -Ömer'in karısı biraz önce benden nafaka istemiş olsaydı, kesinlikle boynunu koparırdım." Bunun üzerine Peygamber efendimiz azı dişleri görünecek kadar güldü. Ve şöyle dedi: "Şu etrafımdakiler de benden nafaka istiyorlar." Hz. Ebubekir r.a. Hz. Aişe'yi dövmek için Hz. Ömer r.a. de Hz. Hafsa'yı dövmek için kalkıp şöyle dediler: "Yanında olmayan bir şeyi mi Hz. Peygamberden istiyorsunuz?" Peygamber efendimiz onların kızlarını dövmelerine engel oldu. Sonra Peygamberimizin eşleri: "Allah'a andolsun ki, bundan sonra, sahip olmadığı bir şeyi Resulullah'tan istemeyeceğiz" dediler. Bunun üzerine yüce Allah eşlerini dünya nimetleri ile kendisi arasında dilediklerini seçmekte serbest bırakmasını emrettiği ayetleri indirdi. Peygamber efendimiz önce Hz. Aişe r.a.'den başladı: "Sana bir şey söyleyeceğim, ama anne ve babana danışmadan acele ile karar vermeni istemiyorum" dedi. Hz. Aişe: "Ne söyleyeceksin?" dedi. Peygamber efendimiz: "Ey Peygamber! Eşlerine söyle.." ayetini okudu. Hz. Aişe: "Senin hakkında anne ve babama mı danışacağım, kesinlikle, Allah'ı ve Peygamberini tercih ediyorum. Bir de benim hangisini tercih ettiğimi diğer eşlerine söylememeni istiyorum" dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz: "Allah beni güçlük çıkarmam için göndermedi. Beni bir öğretici, kolaylaştırıcı olarak gönderdi. Onlardan biri senin hangisini seçtiğini sorarsa söyleyeceğim" dedi. (Müslim, Zekeriyya bin İshak'tan aktarmıştır)

Buhari doğrudan Ebu Seleme b. Abdurrahman'dan şu hadisi aktarır. Ebu Seleme der ki: "Peygamber efendimizin eşi Hz. Aişe r.a. şöyle dedi: Yüce Allah Peygamberimize eşlerini serbest bırakmasını emredince, Peygamberimiz önce benden başladı ve şöyle dedi: Sana bir şey söyleyeceğim, anne-babana danışmak için acele karar vermemende bir sakınca yok. -Kuşkusuz Peygamberimiz anne babamın kendisinden ayrılmanı istemeyeceklerini biliyordu- Sonra, Peygamber efendimiz yüce Allah'ın "Ey Peygamber! Eşlerine söyle..." diye başlayan iki ayeti indirdiğini söyledi. Ben de "Bunlardan hangisi için ana-babama danışacağım? Ben Allah'ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorum" dedim.

Kuşkusuz Kur'an-ı Kerim, islamın hayat düşüncesinin temel değerlerini belirlemek için inmiştir. Bu değerlerin pratik ve canlı tercümelerinin Hz. Peygamberin evinde ve özel hayatında bulunması, en ince ve açık şekliyle bu evde gerçekleşmesi gerekir. Çünkü bu ev, islam ve müslümanlar için bir meşaledir ve yüce Allah içindeki her şeyle birlikte tüm yeryüzüne varis olana kadar öyle kalacaktır.

İki şıktan birini tercih etmeye ilişkin bu iki ayet izlenecek yolu belirliyor: ya dünya hayatı ve bu hayatın göz alıcı süsleri... Ya da Allah, Peygamberi ve ahiret yurdu. Ama bir kalp iki hayat görüşünü birden barındıramaz. Çünkü yüce Allah bir insanın göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır.

Peygamber efendimizin eşleri "Bu andan itibaren, sahip bulunmadığı bir şeyi Resulullah'tan istemeyeceğiz" demişlerdi. Ama sorunun esasının açığa kavuşması için Kur'an ayetleri indi. Çünkü bu, bir şeyin onun yanında bulunması ya da bulunmaması meselesi değildi. Mesele, ya Allah'ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu seçmek ya da süs ve zevkleri seçmekti. Yoksa tüm yeryüzü hazinelerinin ellerinin altında olması ile evlerinde yiyecek bir şeyin bulunmaması arasında bir fark yoktur. Nitekim onlar kesin olarak iki şıktan birini tercih etme durumunda bırakıldıktan sonra Allah'ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu tercih ettiklerini açıkça bildirmişlerdi. Böylece onlar Peygamberin yanındaki saygın yerlerine, o büyük Resulün evine yaraşır yüce ufuktaki yerlerine layık olduklarını kanıtlamışlardı. Bazı rivayetlerde, Peygamber efendimizin eşlerinin bu tercihinden dolayı sevindiği belirtilmektedir.

Bu olayın üzerinde bir miktar durup değişik açılardan irdelemek istiyoruz: Bu olay, islamın değer yargılarına ilişkin düşüncesini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Dünya ve ahiretin algılanış yöntemini çizmektedir. Müslümanın kalbinde dünya değerleri ile ahiret değerleri; toprağa yöneliş ile göğe yöneliş arasındaki tüm tereddütleri, tüm yalpalanmaları durdurmaktadır. Bu kalbi, onu sırf Rabbine yönelmekten, başkasına değil sadece Rabbine özgü olmaktan alıkoyan her türlü yabancı bağdan kurtarmaktadır.

Olayın bir yanı bu. Öte yandan bu olay, Peygamber efendimizin ve onunla birlikte yaşayanların, ona bağlananların yaşadıkları hayatın gerçek mahiyetini bize tasvir etmektedir. Bu gerçeğin en güzel yanı da Peygamberimizin yaşadığı hayatın bir insanın hayatı olduğunu, onunla birlikte bulunanların diğer insanlar gibi yaşadıklarını, insanlıklarından, duygularından ve insan olmalarından kaynaklanan özelliklerinden soyutlanmadıklarını ortaya koymasıdır. Bununla beraber onlar yüce, eşsiz ve büyük bir zirveye ulaşmışlardır, kendilerini her yönüyle Allah'a adamış, ondan başkasından soyutlanmışlardır. Çünkü bu ruhlardaki insani duygular ve beşeri arzular ölmemiştir. Sadece yücelmiş, dış etkenlerden arınmışlardır. Geride insanlığın kendine özgü tatlı tabiatı kalmıştır. Ama bu beşeri tabiat bu insanların, bir insan için önceden planlanan en yüksek olgunluk-kemal derecesine yükselmelerine engel oluşturmamıştır.

Bizler Peygamber efendimizi ve sahabelerini gerçek dışı ya da eksik bir tabloda tasavvur ettiğimizde çoğu zaman yanılırız. Onları her türlü insani duygudan ve beşeri arzudan soyutlarız. Bununla onları yücelttiğimizi, bizim eksiklik ve zaaf olarak algıladığımız şeylerden arındırdığımızı zannederiz.

Bu yanlış algılama, onlar için realiteye uymayan bir tablonun çizilmesine neden olur. Bu tablo birtakım anlaşılmaz, karmaşık hallerle örtülmüş bir görünümdedir. Bunların arasından onların temel insani belirtilerini görmemiz imkansızlaşıyor. Bu yüzden bizimle onlar arasındaki insanlık bağı kopuyor. Onların bu hallerle çevrilmiş kişilikleri bizim kafamızda dokunulmaz, elle tutulmaz hayallere yakın efsanevi varlıklar olarak kalıyor. Onları bizden farklı, değişik bir varlık türü, melekler veya her halükarda onlar gibi beşeri duygulardan ve arzulardan uzak bir varlık olarak düşünürüz. Bu hayal ürünü tablo şeffaf olmakla birlikte, onları bizim çevremizin dışına çıkarmaktadır. Artık onları örnek almaz, onlardan etkilenmeyiz. Onlara benzeme, onlara pratik hayatta uyma ümidimiz kalmaz. Bu yüzden Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının hayatı harekete dönük en önemli unsurunu, dinamizmini yitirir. Duygularımızın onları örnek almaya, onları taklit etmeye yönelik olarak harekete geçmesi durumu ortadan kalkar. Bunun yerini hayranlık duymak ve büyülenmek gibi, pratik hayatımızda somut hiçbir etkinliği bulunmayan, anlaşılmaz, kapalı ve büyüleyici bir duygusallık alır. Sonra bizimle bu büyük kişilikler arasındaki canlı iletişimi de kaybederiz. Çünkü iletişim ancak, onların gerçek insanlar olduklarını, tıpkı bizim sahip olduğumuz duygu, arzu ve heyecanlar gibi gerçek duygu, arzu ve heyecanlara sahip olduklarını algıladığımız an gerçekleşebilir. Şu kadarı varki, onlar sahip oldukları bu beşeri özellikleri yüceltmiş, bizim duygularımıza bulaşan lekelerden arındırmışlardır.

Yüce Allah'ın Peygamberlerini, melekler veya insanlardan başka bir varlık türü arasından seçmeyipte insanlar arasından seçip göndermesindeki hikmeti açıktır. Amaç Peygamberlerin hayatı ile onlara uyanların hayatları arasındaki gerçek bağın sürekli olmasıdır. Peygamberlere uyanların, Peygamberlerin kalplerinin de daha temiz daha arı ve daha yüce olmakla beraber normal insanlarınki gibi duygu ve arzularla dolu olduklarını bilmeleridir. Böylece onları, bir insanın diğer bir insanı sevmesi gibi severler. Küçük bir insanın büyük bir insanı taklit etmesi gibi onları izlemeye koyulurlar.

Peygamber efendimizin eşlerinin iki şıktan birini tercih etme durumunda bırakılmaları meselesi çerçevesinde, Peygamberimizin eşlerinin içlerindeki dünya nimetlerine yönelik doğal arzu karşısında biraz duruyoruz. Bu arada Peygamber efendimizle eşlerinin ev hayatın yansıtan tabloyu gözlemliyoruz; burada gördüklerimiz nafakalarının arttırılması için kocalarına başvuran kadınlardır! Bu başvuruları kocalarının canını sıkıyor ama, bu baş vurudan dolayı Hz. Ebubekir'le Hz. Ömer`in Hz. Aişe r.a. ile Hafsa r.a.'ı dövmelerini kabul etmiyor. Çünkü mesele, beşeri duygu ve eğilimlerin arındırılması ve yüceltilmesi meselesidir, uyuşturulması ya da öldürülmesi değil. Peygamber efendimizle eşleri arasında baş gösteren bu mesele yüce Allah'ın Peygamber efendimize eşlerini iki şıktan birini tercih etmeleri durumunda bırakmalarını emretmesine kadar bu şekilde kalıyor. Bu emirden sonra onlar da Allah'ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu tercih ediyorlar. Ama herhangi bir zorlama, bir şiddet, bir baskı söz konusu olmadan bu kararı veriyorlar. Eşlerinin kalplerinin bu aydınlık ve yüce ufka erişmiş olmasından dolayı Peygamberimizin de gönlü neşeleniyor, seviniyor.

Ayrıca, Peygamber efendimizin kalbinde yer eden tatlı beşeri arzuya da değinmek istiyoruz: Peygamberimiz açıkça Aişe'yi seviyor ve yüce Allah'ın hem kendisi hem de ev halkı için dilediği değerli düzeye yükselmesini istiyor. Bu yüzden eşlerinin iki şıktan birini tercih etmeleri meselesini önce Aişe'ye açıyor. Yücelmesi ve arınması için ona yardım etmek istiyor; anne ve babasına danışmadan karar vermede acele etmemesini tavsiye ediyor. -Aslında Peygamberimiz, Hz. Aişe'nin de dediği gibi onun anne ve babasının kocasından ayrılmasını istemeyeceklerini biliyor- Hz. Aişe, Peygamber efendimizin gönlündeki bu tatlı arzunun farkındadır. Bunun için seviniyor ve sözleri ile bu sevgiye önem verdiğini ortaya koyuyor. Bu konuşma esnasında Peygamber efendimiz küçük eşini seven, kendisinin yaşadığı yüce ufka onun da yükselmesini, hep birlikte orada kalmayı, duygularında yer eden ve yüce Allah'ın hem kendisi hem de ev halkı için dilediği asil değerleri onunla paylaşmak isteyen bir insan olarak ön plana çıkıyor. Aynı şekilde Hz. Aişe de eşinin kalbindeki yerinin sağlam oluşundan dolayı sevinen bir insan olarak beliriyor. Peygamberimizin kendisine yönelik arzusundan, kendisine duyduğu sevgiden ve yüce ufku tercih etmesi dolayisiyle kendisiyle birlikte aydınlık ufukta kalması için anne ve babasının yardımına başvurmasını istemesinden dolayı duyduğu sevinci gizlemiyor Bu arada onun kadınlık duygularını da gözlüyoruz: Peygamberimizden, diğer eşlerine bu meseleyi açınca kendisinin yaptığı tercihi onlara söylememesini istiyor! Onun bu isteğinin altında tercih meselesinde yalnız kalma, diğer eşlerinden ayrıcalıklı olma, en azından bu konumda bazısından farklı olma duygusu yatıyor. Öte yandan Peygamber efendimizin Hz. Aişe'ye verdiği cevapta Peygamberliğin yüceliğini gözlemliyoruz. Şöyle diyor Peygamber efendimiz: "Allah beni güçlük çıkarmam için göndermedi. Beni bir öğretici, kolaylaştırıcı olarak gönderdi. Onlardan biri senin hangisini seçtiğini sorarsa kesinlikle söyleyeceğim". Çünkü Peygamberimiz herhangi bir eşinden kendisini iyi bir sonuca götürecek şeyi gizlemek, onu şaşırtacak, işini zorlaştıracak bir imtihana sokmak istemiyor. Tam tersine, nefsinin isteklerini aşmak, yeryüzünün çekici güzelliklerinden ve dünya nimetlerinin aldatıcı görünümlerinden kurtulmak için yardım isteyen herkese yardım elini uzatıyor.

Peygamber efendimizin ve ashabının hayatlarını sunarken insanlara özgü bu gibi önemli belirtileri örtbas etmemeliyiz, onları ihmal etmemeliyiz, değerlerini küçümsememeliyiz. Bunları gerçek mahiyetleriyle kavramamız, bizimle Peygamber efendimizin ve seçkin sahabelerinin şahsiyetleri arasında canlı bir bağ kurar. Bu bağda, insan kalbini fiili örnek olmaya, pratik olarak izlemeye yönelten karşılıklı etkileşim ve iletişim mevcuttur.

Bu kısa ayrılıktan sonra tekrar Kur'an ayetlerine dönüyoruz. Dünya ve ahiret meselelerine ilişkin değerlerin belirlenmesinden ve yüce Allah'ın "Allah bir insanın göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır" sözünün Peygamber efendimizin ve ehli beytinin hayatında pratik olarak gerçekleşmesinden sonra... Evet bundan sonra, Kur'an ayetlerinin bu açıklamanın ardından, Peygamber efendimizin eşleri için hazırlanan ödülü, açıkladığını görüyoruz. Onların yüce makamlarına ve Allah'ın seçkin Peygamberinin yanındaki saygın yerlerine uygun düşecek şekilde hem lehlerine hemde aleyhlerine olan özellikleri vurguladığını görüyoruz

30- "Ey Peygamber hanımları! Sizden kim açık bir edepsizlik ,y,aparsa, onun azabı iki kat olur. Bu Allah'a kolaydır. "

31- "Fakat sizden kim Allah'a ve Resulüne uymaya devam eder ve yararlı iş yaparsa ona da mükafatı iki kat veririz ve cennette onun için bol bir rızık hazırlamışızdır. "

Kuşkusuz bu, onların sahip bulundukları saygın yerin bir sonucudur. Çünkü onlar Hz. Peygamberin eşleridirler, mü'minlerin anneleridirler. Bu iki nitelik onlara ağır görevler yüklemektedir. Aynı zamanda onları kötülüğe yaklaşmaktan da korumaktadır. Sözgelimi onlardan biri, gizli saklı tarafı bulunmayan apaçık bir edepsizlik işleyecek olursa, iki kat azabı hakkedecektir. İşte bu varsayım onların bulundukları saygın yerin kendilerine ne büyük bir yükümlülük getirdiğini ortaya koymaktadır: "Bu Allah'a kolaydır." Onların, Allah'ın seçkin Peygamberinin yanındaki konumları yüce Allah'ın onları cezalandırmasına engel oluşturamaz, bu konuda yüce Allah'a zorluk çıkaramaz. Nitekim bazı zihinlerde böyle bir düşünce uyanabilir!

"Sizden kim Allah'a ve Resulüne uymaya devam eder ve iyi iş yaparsa..." Ayetin orjinalinde geçen "Kunût" kelimesi; uymak, boyun eğmek demektir. Salih amel ise, uymanın ve boyun eğmenin fiili tercümesidir: "Ona da mükafatı iki kat veririz.." Nitekim açık bir edepsizlik işlenmesi durumunda da verilecek azap ikiye katlanacaktır. "Ve cennette onun için bol rızık hazırlamışızdır..." Kat kat ödülün yanı sıra bol bir rızık da hazırlanmış onu bekliyor. Yüce Allah'tan bir lütuf, bir iyilik olarak...

Sonra "mü'minlerin annelerine" başka kadınlarda bulunmayan özellikleri açıklanıyor; insanlarla ilişkilerinde uymaları gereken görevleri, Allah'a ibadet hususundaki yükümlülükleri, ev içindeki görevleri belirtiliyor; yüce Allah'ın bu saygın evi özel olarak gözettiğine, onu kuşatıp pisliklerden koruduğuna değiniliyor. Bunun yanı sıra onlara kendi evlerinde okunan Allah'ın ayetleri ve hikmet (Peygamberin sünneti) hatırlatılıyor. Bunların da onlara özel yükümlülükler getirdiğine ve onları dünyadaki diğer kadınlardan farklı kıldığına işaret ediliyor:

32- "Ey Peygamber hanımları! Eğer Allah'tan sakınıyorsanız sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Sözü yumuşak, tatlı bir eda ile söylemeyin ki, kalbinde hastalık bulunan kimse kötü şeyler ümit etmesin, daima ciddi ve ağır başlı söz söyleyin. "

33- "Evlerinizde oturun, ilk cahiliye dönemi kadınlarının açılıp-saçılması gibi açılıp-saçılmayın. Namaz kılın, zekat verin, Allah'a ve Peygamberine itaat edin. Ey ehl-i beyt (Ey Peygamberin ev halkı) şüphesiz Allah sizden pisliği giderip sizi tertemiz yapmak ister. '

34- "Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın, şüphesiz Allah latiftir, her şeyden haberdardır. "

İslam geldiği zaman -o günkü diğer toplumlar gibi- Arap toplumu da kadına bir zevk ve cinsel doyum aracı olarak bakıyordu. İnsanlık bakımından onu aşağı bir düzeyde görüyordu.

Yine islam geldiği zaman, cinsel ilişkilerde bir tür anarşizmin egemen olduğunu gördü. Daha önce bu surede değinildiği gibi aile düzeninin kokuştuğunu, bozulduğunu gördü.

Bunun yanı sıra iğrenç bir cinsel anlayış, güzellikten zevk alma duygusunun alçalması, sadece bedensel açlığın giderilmesi ile ilgilenme, yüksek, sakin ve tertemiz güzelliğe ilgi duymama gibi aşağılayıcı özellikler kol geziyordu. Bu sapıklıklar kadının bedenini konu alan cahiliye şiirinde, sadece kadının bedeninin kaba yerleri ile ve kaba anlamları ile ilgilenişinde kendini göstermektedir.

İslam gelince ilk iş olarak toplumun kadına bakışını yükseltti. İki cins arasındaki ilişkilerde insani yönü ön plana çıkardı. Çünkü kadın-erkek arasındaki ilişki sadece bedenin açlığını gidermek, et ve kanın heyecanını dindirmek demek değildir. Bu, bir tek nefisten meydana gelen iki insani varlığın (kadın ve erkeğin) birleşmesidir. Bu iki cins arasında sevgi ve şefkat vardır, birleşmelerinde huzur ve rahat vardır. Ayrıca bu birleşmenin bir hedefi vardır ve bu hedef, insanın yaratılmasına, yeryüzünün imarına ve insanın bu yeryüzüne Allah'ın yasası uyarınca halife olarak atanmasına ilişkin yüce Allah'ın iradesi ile bağlantılıdır.

Aynı şekilde islam aile bağlarını yeni baştan düzenler. Aileyi toplumsal düzenin temeli olarak öngörür. Kuşakları doğup geliştiği bir yuva kabul eder. Bu yüzden bu yuvanın korunması, gözetilmesi, onun atmosferini kirleten her türlü duygu ve düşünceden arındırılması için geniş önlemler alır.

Aile hukuku, islam hukukunun önemli bir kısmını oluşturur. Yine Kur an ayetlerinin hatırı sayılır bir bölümü ailesel sorunlarla ilgilidir. Aile düzenine ilişkin yasamaların yanı sıra, toplumun dayandığı bu başlıca temelin güçlendirilmesi amacı ile, özellikle ruhsal temizliğe ve iki cins arasındaki ilişkilerin arındırılmasına, bu ilişkinin her türlü çirkinlikten korunmasına, hatta salt bedensel ilişkilerde bile kaba şehvetten arındırılmasına yönelik kesintisiz direktifler de islam eğitim yönteminin önemli bir parçasını oluşturur.

Bu surede de toplumsal düzenlemeler ve aile meseleleri büyük bir yer kaplamaktadır. Şu anda ele almakta olduğumuz bu ayetlerde Peygamber efendimizin eşlerinden söz edilmektedir. Bu ayetlerde onların insanlarla ilişkilerine, kendileri ile ilgili meselelere, Allah'la ilişkilerine ilişkin bir direktif yer almaktadadır. Bu direktifte yüce Allah onlara şöyle seslenmektedir: "Ey ehl-i beyt! Şüphesiz Allah sizden pisliği giderip sizi tertemiz yapmak ister."

Şu halde yüce Allah'ın onlara sözünü ettiği ve onlara uygulattığı pisliği giderme ve arınma yöntemlerine bakalım. Onlar ehl-i beyttir. Hz. Peygamberin eşleridirler. Yeryüzünün tanıdığı en temiz, en iffetli kadınlardır. Onlar dışında-ki kadınlar Hz. Peygamberin himayesinde, yüce hanesinde yaşayan bu kadınlardan daha çok bu yöntemlere muhtaçtırlar.

Yüce Allah önce işgal ettikleri yerin büyüklüğünü, konumlarının yüceliğini, bütün kadınlardan üstün oluşlarını, bu konumları ile tüm dünya kadınların-dan farklı oluşlarını hatırlatıyor. Ama bu seçkin yerin hakkını vermelerini, tüm gereklerini eksiksiz yerine getirerek bu seçkin yerde bulunmalarını şart koşuyor:

"Ey Peygamber hanımları! Eğer Allah'tan sakınıyorsanız, sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz."

Sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz, ama eğer sakınırsanız. Bulunduğunuz yere hiç kimse size ortak olamaz, kimseyle bu yeri paylaşmazsınız. Ancak bu ayrıcalık takva ile mümkündür. Çünkü mesele sırf Peygambere yakın olmakla bitmez. Bu yakınlığın hakkını bizzat yerine getirmeniz gerekir.

Onların yerine getirmek zorunda oldukları hak, bu dinin dayandığı kesin ve net hak ilkesidir. Peygamber efendimiz kendisine yakın oluşlarına aldanma-maları, bu yakınlığın Allah katında kendilerine bir yarar sağlayamayacağı hususunda ailesine seslenirken bu ilkeyi vurguluyordu: "Ey Muhammed kızı Fatıma! Ey Abdulmuttalib'in kızı Safıye! Ey Abdulmuttalip oğulları! Allah'a karşı size hiçbir yardımım dokunamaz. Ama malımdan dilediğinizi isteyebilir-siniz." (Müslim.)

Bir başka rivayete göre Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ey Kureyşliler,kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Abdulmuttalip oğulları kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Muhammed'in kızı Fatıma, kendini ateşten kurtar. Çünkü ben, Allah'a andolsun ki, Allah'a karşı size hiçbir yardımda bulunamam. Ancak siz benim akrabalarımsınız, bu konuda üzerime düşeni yapacağım." (Müslim ve Tirmizi.)

Ayet-i kerime onların takva sayesinde hakettikleri derecelerini açıkladık-tan sonra, yüce Allah'ın ehli beytten biri, pisliği gidermek, onları arındırmak için kullanmak istediği yöntemleri açıklıyor:

"Sözü yumuşak, tattı bir eda ile söylemeyin ki, kalbinde hastalık bulunan kimse kötü şeyler ümit etmesin."

Burada Peygamber efendimizin eşlerinin yabancı erkeklerle konuştukları zaman, erkeklerin şehvetlerini uyandıracak, duygularını tahrik edecek, kalplerin hastalıklarını ümitlendirecek, arzularını heyecanlandıracak şekilde yumuşak ve tatlı bir eda ile konuşmaları yasaklanıyor.

Peki yüce Allah'ın bu tür bir davranıştan sakındırdığı bu kadınlar kimlerdir? Bunlar Hz. Peygamberin hanımları ve mü'minlerin analarıydı. Ve bunlara ilişkin olarak ilk akla gelen düşünce, hiç kimsenin onlar hakkında kötü bir düşünce beslemeyeceği, hiçbir hasta kalbin kötü bir ümide kapılmayacağıdır. Herhangi dönemde oluyor bu sakındırma?... Hz. Peygamberin döneminde. Gelmiş geçmiş bütün yüzyıllar içinde insanlığın en seçkin, en temiz döneminde. Ne var ki erkekleri ve kadınları yaratan Allah, eğer yumuşak konuşur ve kelimeleri tatlı ve ince bir edayla çıkarırsa kadının sesinde erkeklerin kalplerindeki ümidi harekete geçiren, fitne ateşini alevlendiren bir özellik olduğunu biliyor. Ayrıca Peygamberin hanımı da olsa, mü'minlerin anası da olsa herhangi bir kadın karşısında tahrik olan, kötü ümitlere kapılan hasta kalpli insanların her dönemde ve her toplumda mevcut olduklarını biliyor. Bu yüzden tahrik edici sebepler temelden ortadan kaldırılmadıkları sürece pislikten temizlenmek, kirden arınmak mümkün değildir.

Ya içinde yaşadığımız şu günlere ne demeli? Fitnenin kol gezdiği, şehvetlerin tahrik olduğu, cinsel arzuların açıkça sergilendiği bu hasta, kirli ve aşağılık çağımızda ne yapmalı? İçindeki her şeyin insanı baştan çıkardığı, şehvet duygusunu kamçıladığı, içgüdüleri uyandırdığı, kızgın cinsellik ateşini körüklediği bir atmosferde yaşayan bizler ne yapmalıyız? Kadınların kırıtarak konuştuğu, seslerini alabildiğine tahrik edici bir tonda çıkardığı, kadınlığın tüm baştan çıkarıcı unsurlarım, seksi çağrıştıran tüm imalı davranışları, şehvetin ateşini alevlendiren tüm tavırları konuşmalarına ve nağmelerine yansıttığı bu toplumda, bu çağda, bu atmosferde ne yapmalıyız? Bu kadınlar nerede, temizlik nerede? Böylesine kirli bir atmosferde temizlik nasıl varlığını koruyabilir? Çünkü bizzat günümüzün kadınları, davranışları ile ve sesleri ile yüce Allah'ın seçkin kulların-dan uzaklaştırmak istediği pisliklerdir.

"Daima ciddi ve ağır başlı söz söyleyin."

Bundan önce yüce Allah onların yumuşak ve edalı söz söylemelerini yasaklamıştı. Şimdi de ciddi meselelerde söz söylemelerini, çirkin sözleri ağızlarına almamalarını emrediyor. Çünkü konuşmanın konusu da tıpkı konuşmada kullanılan kelimeler gibi cinsel arzuları uyandırabilir. Bu yüzden er veya geç peşinden başka bir şeyin gelmemesi için bir kadınla yabancı bir erkek arasında nağmeli ve imalı bir konuşma, şakalaşma ve eğlenme, tatlı tatlı sohbet etme ve mizah olmamalıdır.

Her şeyi yaratan, yarattıklarını ve yapısal özelliklerini bilen yüce Allah'tır Mü'minlerin tertemiz annelerine bunları söyleyen. Gelmiş geçmiş tüm zamanların en iyisinde yaşayan insanlarla konuşurken herhangi bir çirkin eğilime im-

kan vermemek için...

"Evlerinizde oturun."

Ayetin orjinalinde geçen (Vakarna) kelimesi fiilinden türemiş ve ağırlaşmak, oturmak anlamına gelir. Fakat bu kesinlikle sürekli evlerde oturacakları ve hiçbir zaman dışarı çıkmayacakları anlamına gelmez. Bu, ha-yatlarında aslolanın evler olduğuna ilişkin latif bir işarettir. Onların yeri evlerdir, onların dışındakiler içinde ağırlaşmadıkları, sürekli kalmadıkları geçici şeylerdir. O tür yerlerde ihtiyaç duydukları kadar kalır sonra da asıl yerlerine dönerler.

Ev kadının sığınağıdır. Orada yüce Allah'ın dilediği şekliyle asıl kişiliğini bulur: Bu sayede çirkinleşmeden, sapmadan, lekelenmeden, yüce Allah'ın fıtratına uygun olarak hazırladığı görevinin dışındaki alanlarda boşuna çırpınıp yorulmadan tertemiz bir hayat sürdürür.

"İslam, aile için gerekli olan atmosferi hazırlamak, orada doğan yavruların güvenli bir ortamda gelişmelerini sağlamak için evin geçimini erkeğe yüklemiştir. Annenin zavallı yavrucağıza gönül huzuru içinde vakit ayırabilmesi, gerekli emeği sarf edebilmesi, annenin yuvaya gerekli olan sevgi, şefkat ve huzurlu bir düzen verebilmesi için ailenin maddi geçimini erkeğe farz kılmıştır. Çünkü iş ve kazanç peşinde koşan, bunun sonucu bitkin düşen, hareketleri iş saatleri ile sınırlı bulunan, tüm gücünü ve enerjisini işi için harcamak zorunda olan bir annenin eve gerekli olan kokuyu, havayı vermesi mümkün değildir. Ev içindeki küçüklerin hakkı olan bakım ve gözetimi gereği gibi yapması imkansızdır. Memur ve işçi kadınların evlerindeki atmosfer otel ve hanlarınkinden farksızdır. Oralarda ev havası bulunmaz. Çünkü gerçek bir evi ancak kadın oluşturabilir. Bir yerde kadın olursa ev kokusu yayılabilir. Evin o huzur veren sıcaklığını ancak anne sağlayabilir. Vaktini, emeğini ve ruhsal enerjisini işine harcayan bir kadın, veya bir eş ya da bir anne evin havasına sadece bitkinlik, yorgunluk ve bezginlik katar.

"Kadının çalışmak için evin dışına çıkması ev için bir felakettir. Fakat zorunlu durumlarda bu gerekebilir. Fakat böyle bir şeye gerek duymadan geçimlerini sağlamak mümkünken insanların isteyerek böyle bir yola başvurmaları kötülüğün kol gezdiği, dejenere olmuş sapık çağlarda ruhlara, vicdanlara ve akıllara isabet eden bir lanettir."

Kadının iş haricinde evin dışına çıkması. Erkeklerle içiçe eğlencelere dalmak için sokağa çıkması. Kadınlı erkekli balolara, parti ve toplantılara katılması ise, insanlığı hayvanların düzeyine indiren bir bataklığa yuvarlamaktır.

Kuşkusuz Peygamber efendimiz döneminde kadınlar yasal bir engelleme söz konusu olmaksızın Peygamberimizin mescidinde namaz kılmak için evlerinden dışarı çıkarlardı. Ama o zaman iffet vardı, kalplerde Allah korkusu yer etmişti. Ayrıca kadınlar namaz için evlerinden dışarı çıktıkları zaman örtülerine bürünürlerdi. Hiç kimse onları tanımazdı. Vücutlarının baştan çıkarıcı yerlerini göstermezlerdi. Bununla beraber Hz. Aişe r.a Peygamber efendimizin vefatından sonra kadınların namaz için evlerinden dışarı çıkmalarını hoş karşılamamıştır.

Buhari ve Müslim'de Hz. Aişe'den aktarılan şöyle bir söz vardır: "Mü'minlerin kadınları, Peygamber efendimizle birlikte sabah namazını kılar sonra da evlerine dönerlerdi. Fakat örtülerine bürünürlerdi ve hiç kimse sabahın alacakaranlığında onları tanımazdı."

Yine Buhari ve Müslim'de Hz. Aişe'nın şöyle dediği anlatılır: Eğer Resulullah kadınların şimdi yaptıklarını görseydi, İsrailoğullarının kadınlarının mescidlerinden alıkonuldukları gibi onları da mescidlere gelmekten alıkordu." Hz. Aişe'nin sağlığında kadınlar ne yapıyorlardı acaba? Peygamberimizin onları mescide gelmekten alıkoyacağını düşünmesine neden olacak ne gibi bir davranış sergilemişlerdi? Ya bugünlerde gördüklerimiz karşılaştırıldığında onların yaptıklarının bir önemi kalır mı acaba?

"İlk cahiliye dönemi kadınlarının açılıp-saçılması gibi açılıp-saçılmayın."

Bu yasaklama, evlerinde oturmalarına ilişkin emirden sonra, dışarı çıkmak zorunda kaldıkları durumlar içindir. Cahiliye döneminde kadınlar açılıp saçılırlardı. Ne varki, cahiliye dönemi kadınlarının açılıp saçılmasına ilişkin olarak tüm anlatılanlar günümüzün çağdaş cahiliyesindeki açılıp saçılmalarla karşılaştırıldığında çok basit kalıyor veya daha iffetli gibi görünüyor.

Mücahid şöyle der: Kadın evinden çıkar erkekler arasında dolaşırdı. İşte cahiliye döneminin açık sapıklığı buydu.

Katade ise şöyle der: Kırıtan ve şivekâr bir yürüyüşleri vardı. Yüce Allah bunu yasakladı.

Mukatil b. Hayyan ise "Açılıp-saçılmaktan maksat şudur: Onlar başlarına örtülerini atarlardı ama uçlarını bağlamazlardı. Böylece gerdanlıkları, küpeleri ve boyunları bütünüyle görünecek şekilde açıkta kalırdı. İşte ayette söz konusu edilen açılıp saçılma budur."

İbn-i Kesir de tefsirinde şöyle der: Cahiliye döneminde kadın göğsünün üzerinde herhangi bir örtü olmaksızın erkekler arasında dolaşırdı. Bazan boyun, saçlarının uçları ve kulağındaki küpeler açıkta kalırdı. Bu yüzden yüce Allah mü'min kadınlara bedenlerini örtmelerini ve dikkat çekici davranışlardan kaçınmalarını emretti.

İşte Kur'an-ı Kerim'in ele alıp düzelttiği cahiliye dönemi açılıp saçılmalarına bazı örnekler. Bununla islam toplumunun cahiliyenin kalıntılarından arındırılması, tahrik edici unsurların, baştan çıkarıcı etkenlerin toplumdan uzaklaştırılması, aynı şekilde toplumun âdâbının, düşüncesinin, duygu ve zevkinin yükseltilmesi hedeflenmiştir.

Zevkini diyoruz, çünkü çıplak bir bedenin baştan çıkarıcı çekiciliğinden duyulan insani zevk ilkel ve kaba bir zevktir. Hiç kuşkusuz bu zevk, huzur veren utanmanın, güzelliğinden, ruh güzelliğinden, iffet ve duygu güzelliğinden alınan zevkin yanında çok aşağı bir düzeyde kalır.

Bu ölçü, insanlık düzeyinin yüceliğini ve ilerlemişliğini öğrenmek bakımından yanılmazdır. Çünkü utanma, haya duyma güzeldir. Hem de gerçek ve yüce bir güzelliktir. Ancak bu üstün güzelliği kaba cahili zevke sahip kimseler algılayamaz. Onlar çıplak etin güzelliğinden başkasını göremezler, açık-saçık etin baştan çıkarıcı fısıldamasından başkasını duyamazlar.

Kur'an-ı Kerim cahiliyenin açık-saçıklığına işaret ediyor ve bu açık-saçıklığın bir cahiliye kalıntısı olduğu mesajını veriyor. Cahiliye dönemini geride bırakanların bunları aşmalarının gerektiğini duygu, düşünce ve davranış biçimlerinin cahiliyeninkinden üstün olması gerektiğini vurguluyor.

Cahiliye zaman içindeki belli bir dönem değildir. Cahiliye belli bir hayat düşüncesi olan belli bir toplumsal durumdur. Bu düşünce ve bu durum herhangi bir zamanda herhangi bir yerde ortaya çıkabilir. Bir yerde bunların ortaya çıkması cahiliyenin varlığının kanıtıdır.

Bu ölçüden hareketle anlıyoruz ki, şu anda biz, insanlık bakımından aşağının aşağısı bir bataklığa yuvarlanmış, kaba duygulu, hayvan düşünceli, kör bir cahiliye döneminde yaşıyoruz. Böyle bir hayatı yaşayan ve yüce Allah'ın insanlar için kirden, pislikten arınma, ilk cahiliye hayatından kurtulma aracı kıldığı temizlik ve arınma yöntemlerine başvurmayan bir toplumda temizliğin, bereketin ve arınmışlığın söz konusu olamayacağını anlıyoruz. Bu yüzden yüce Allah -temiz, arı ve aydınlık bir hayat yaşamalarına rağmen- en başta Peygamber efendimizin ehl-i beytinin bu yöntemleri uygulamasını istiyor.

Kur'an-ı Kerim Peygamber efendimizin hanımlarını bu yöntemlere yöneltiyor, ardından kalplerini yüce Allah'a bağlıyor, bakışlarını aydınlık ufka yükseltiyor. Onlar yollarını aydınlatan nuru, bu aydınlık ufkun merdivenlerini tırmanmaları için gerekli olan yardımı buradan alıyorlardı:

"Namaz kılın, zekat verin, Allah'a ve Peygamberine itaat edin."

Allah'a kulluk, toplumsal hayat tarzından ve hayatta uyulan ahlâk kurallarından soyutlanamaz. Allah'a kulluk sözünü ettiğimiz aydınlık düzeye yükselmenin yoludur, yolcu için gerekli olan yol azığıdır. Şu halde insana destek ve yol azığı bahşeden Allah'a bağlılık kaçınılmazdır. Kalbin arınıp temizlenmesi için Allah'a bağlanmak şarttır. Ferdin insanların geleneklerinin, toplumun göreneklerinin, çevrenin baskısının üstüne çıkabilmesi; insanlardan, toplumdan ve çevreden daha üstün ve daha doğru bir yolda olduğunu düşünmesi için Allah'a bağlılık zorunludur. Bu durumdaki bir fert kendisinin gördüğü nura doğru başkalarına öncülük etmeye layıktır. Yoksa başkalarının onu karanlıklara ve cahiliyeye sürüklemeleri uygun değildir. Çünkü Allah'ın yolundan saptıkça hayat, cahiliye bataklığında boğulur.

İslam, bir çok ibadet şekillerinden, davranış ve ahlâk kurallarından, yasa ve düzenlemelerden oluşan bir bütündür. Ama bütün bunları inanç çerçevesi içinde birleştirir. Bunların her birinin inanç sisteminin gerçekleşmesinde üstlendiği bir rolü vardır. Hepsi de aynı amaca yönelik olarak bir ahenk oluştururlar. İşte bu bütünlük ve ahenk bu dinin genel yapısını meydana getirirler. Bunlar olmaksızın bu dinin yapısı meydana gelmez çünkü.

Peygamber efendimizin saygın ev halkına (ehl-i beyt) yönelik duygusal, ahlaki ve davranış kuralları ile ilgili direktiflerin sonunda namaz kılmaya, zekat vermeye ve Allah'a ve Peygamberine uymaya ilişkin bir,emrin yer alması da bu yüzdendir. Çünkü ibadet ve itaat olmaksızın bu direktiflerin hiçbiri yerine gelmez, amacına ulaşmaz. Kuşkusuz bütün bunlar bir hikmete, bir amaca ve bir hedefe yöneliktir:

"Ey ehl-i beyt! Şüphesiz Allah sizden pisliği giderip sizi tertemiz yapmak ister."

Bu ifadede bir çok mesaj var. Hepsi de şefkat, sevgi ve dostluk yüklü. Burada yüce Allah evi nitelendirmeden, kime ait olduğunu belirtmeden "ehl-i beyt" diye isimlendiriyor onları. Sanki şu yeryüzünde bu nitelendirmeyi hakkeden tek ev buymuş gibi. Bu yüzden "el-beyt" dendimi tanınmış, bilinmiş, belirtilmiş demektir. Kâbe için de böyle denir. Beytullah, Allah'ın evi. O da el-beyt, Beytul haram (dokunulmaz ev) olarak isimlendirilmiştir. Peygamber efendimizin evinin bu şekilde nitelendirilmiş olması, yüce Allah'ın ona kazandırdığı büyük bir saygı, onur ve seçkinliktir.

Yüce Allah şöyle diyor: "Ey ehl-i beyt! Şüphesiz Allah sizden pisliği giderip sizi tertemiz yapmak ister." İfadede, yükümlülüğün nedeninin ve hedefinin açıklanmasından dolayı Peygamberimizin ehl-i beytine yönelik bir iltifat vardır. Bu iltifat, onlara şu mesajı veriyor: Yüce Allah bizzat onlarla ilgileniyor, onları temizlemek, pisliği gidermek istiyor. Bu, doğrudan doğruya şu evin halkına yönelik yüce bir gözetimdir. Bu sözleri söyleyenin kim olduğunu düşündüğümüz zaman... Şu evrenin Rabbi... Bütün evrene "Ol" deyince, hemen "olu-veren"... Ulu ve kerem sahibi Allah... Her şeyi boyunduruğu altına alıp kont-rol eden... Her şeyden üstün olan... Caydırıcı güce sahip olan... Her şeyden büyük olan Allah... Bu sözleri söyleyenin kim olduğunu düşündüğümüz zaman, ehl-i beyte yönelik bu büyük lütfun boyutunu kavrarız.

Yüce Allah bunu, yüceler aleminde, şu yeryüzünde; her bölgede ve her an, her saniye okunan, milyonlarca kalbin onunla ibadet ettiği, milyonlarca dudağın onunla hareket ettiği kitabında söylüyor.

Sonu itibariyle yüce Allah bu emir ve direktifleri ehl-i beytten pisliğin giderilmesi ve onların arınması için araç olarak sunuyor. "Tathir" kelimesi "Tatahhur kelimesinden gelir. Pisliği gidermek ise, insanların bizzat başvurdukları pratik hayatlarında uyguladıkları yöntemlerle gerçekleşir. İslamın yolu budur. Vicdanda bilinç ve takva... Hayatta da davranış ve hareket... Bunların ikisi bir araya gelince islam tamamlanır. İslam'ın bu hayattaki hedef ve amaçları bunların ikisi ile gerçekleşir.

Peygamber efendimizin eşlerine yönelik bu direktiflerin sonu başlangıçta-ki gibi bağlanıyor. Burada da tıpkı başlangıçtaki gibi bulundukları saygın yerleri, başka kadınlardan ayrıcalıklı oluşları, Peygamber efendimizin yanındaki yerleri, yüce Allah'ın kendilerine büyük bir nimette bulunarak evlerini Kur'an Ve hikmetin indiği, nur, hidayet ve imanın parladığı bir makam haline getirmesi hatırlatılıyor:

"Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın."

Kuşkusuz bu, büyük ve onurlu bir nimettir. İnsanın bu nimette somutlaşan yüce kadri hissetmesi, buradaki Allah'ın bağışını hayal etmesi, hiçbir nimetin değerine ulaşamadığı eşsiz nimetin kıymetini algılayabilmesi için hatırlatılması yeterlidir.

Aynı şekilde bu hatırlatma da, Peygamber efendimizin hanımlarının dün-ya hayatının nimetleri ve süsleri ile Allah, Peygamberi ve ahiret yurdu arasında tercih yapmaları durumunda bırakılmaları hususu ile başlayan kitabın sonunda yer alıyor. Böylece yüce Allah'ın onlara ayrıcalıklı kıldığı nimetin büyüklüğü ile bütün güzellik ve süsleri ile birlikte dünya hayatının basitliği, değersizliği gözler önüne seriliyor.

İslam toplumunun temizlenmesinden ve toplum hayatının islamın getirdiği değerlere dayandırılmasından söz edilmişken -ki bu konuda kadın-erkek arasında bir fark yoktur. Çünkü onlar bu noktada eşittirler- bu değerleri gerçekleştirecek nitelikler büyük bir dikkatle, bir sıralama içinde ve ayrıntılı olarak hatırlatılıyor:

 

35- "Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, boyun eğen erkekler ve boyun eğen kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazi erkekler ve mütevazi kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allah'ı çok anan erkekler ve Allah'ı çok anan kadınlar; işte Allah bunlar için bağış ve büyük bir mükafat hazırlamıştır. "

Bu ayette bir arada zikredilen bu birden fazla nitelikler müslümanın kişiliğinin oluşmasında birbirlerine yardımcı olurlar. Bu nitelikler; islam, iman, boyun eğme, doğruluk, sabır, tevazu, Allah için malı harcamada bulunma, oruç, ırzı koruma ve Allah'ı çok anma şeklinde sıralanıyor. Bu niteliklerin her birinin müslümanın kişiliğinin oluşmasında ayrı bir değeri vardır.

İslam; teslim olmaktır. İman ise, tasdik etmektir. Bu iki nitelik arasında sağlam bir bağ vardır. Veya biri diğerinin öteki yüzüdür. Çünkü teslim olmak, tasdik etmenin gereğidir. Teslim olmak gerçek anlamda tasdik etmekten kaynaklanır.

Boyun eğmek ise; islam ve imandan kaynaklanan bir itaattir. Ama içten gelen bir hoşnutlukla, dışarıdan gelen bir zorlama ile değil.

Doğruluğa gelince; bu niteliğe sahip olmayan müslüman ümmetin saflarının dışına çıkar. Yüce Allah'ın şu sözü bu gerçeği ifade etmektedir: "Yalanı, ancak Allah'ın ayetlerine inanmayanlar uydurur. Onlar ise yalancıların ta kendileridirler." (Nahl Suresi, 105) Yalancı saftan, bu doğru ümmetin safından kovulmuştur.

Sabır; bu niteliğe sahip olmadan bir müslüman inanç sistemini omuzlayamaz, bu inancın yükümlülüklerini yerine getiremez. Bir müslüman attığı her adımda sabra muhtaçtır. Nefsin ihtiraslarına karşı sabır. Davetin zorluklarına karşı sabır. İnsanların işkencelerine karşı sabır. Kişilerin kaypaklıklarına, zayıflıklarına, sapıklıklarına ve dönekliklerine, renkten renge girmelerine karşı sabır. İmtihanlara, denemelere, dinden döndürme amaçlı baskılara karşı sabır. Bolluğa ve darlığa karşı sabır. Evet bu zor ve meşakkatli iki olguya karşı sabır...

Tevazu; kalp ve organları ilgilendiren bir nitelik. Bu nitelik kalbin yüce Allah'ın ululuğundan etkilendiğini, onun heybetini ve korkusunu hissettiğini gösterir. Allah için malı harcamada bulunma: Bu nitelik nefsin cimrilikten arındığının, insanlara karşı merhamet duygusu ile dolu olduğunun, müslüman toplum dayanışma içinde olduğunun, malin hakkını verdiğinin, nimeti veren Allah'a bağışından dolayı şükür ettiğinin göstergesidir.

Oruç; Kur'an-ı Kerim orucun sürekli ve bir düzen içinde tutulmasına işaret etmek amacı ile onu mü'minlerin bir niteliği olarak sunuyor. Oruç zorunlulukların üstüne çıkmaktır. Hayatın sürmesi bakımından öncelikli bulunan ihtiyaçlara karşı sabır göstermektir. İradeyi güçlendirmek ve beşeri varlık içinde insani unsurun hayvani unsura üstünlük kurmasını sağlamaktır...

Irzı korumak; bu nitelikte temizlik vardır, insanın yapısındaki en köklü ve en güçlü eğilimi kontrol altına alma vardır. Allah'ın yardım ettiği sakınan kimselerden başkasının gem vuramadığı azgın istekleri gemleme özelliği vardır. Yine bu nitelikte, ilişkilerin belli bir düzene oturtulması, erkek ve kadının birleşmesinde et ve kanın heyecanından daha yüce duyguların hedeflenmesi, bu ilişkinin Allah'ın şeriatına ve yeryüzünün imarı, yeryüzündeki hayat düzeyinin yükseltilmesi amacı ile iki cinsin yaratılışındaki yüce hikmete uygunluğu göz önünde bulundurulur.

Allah'ı çok anmak; bu nitelik insanın tüm hareketleri ile Allah inancı arasındaki bağlantıyı sağlayan halkadır. Kalbin sürekli Allah'ı düşünmesidir. Hiçbir düşünce ve harekette sağlam kulptan ayrılmamasıdır. Kalbin, içine nur ve hayat akıtan Allah'ı anma duygusu ile parlamasıdır.

Eksiksiz bir müslüman kişiliğin oluşması için birbirlerini bütünleyen bu niteliklere sahip olan kimseler için... "İşte Allah bunlar için bağış ve büyük bir mükafat hazırlamıştır."

Böylece, surenin bu bölümünün baş taraflarında özel olarak Peygamber efendimizin eşleri söz konusu edilirken burada müslüman erkek ve kadınların nitelikleri, kişiliklerinin değişmez özelliklerine ilişkin konu genelleştiriliyor. Bu âyette erkeğin yanında kadından da söz ediliyor. Böylece islami pratiğin bir parçası olarak, kadının değerinin yükseltilmesi, toplum içinde kadına yönelik bakış açısının daha ileri düzeye götürülmesi, Allah'la ilişkide, temizlik, ibadet ve hayat içinde dengeli ve tutarlı bir davranış sergilemek bakımından bu inanç sisteminin yükümlülüklerini yerine getirmede erkekle eşit oldukları alanlarda hakkettiği yeri alması hedefleniyor.

Bu bölümde islam toplumunun yapısını islam düşüncesinin ilkelerine göre düzenlemeyi amaçlayan yeni bir girişime tanık olacağız. İlk önce surenin başında sözü edilen eski "evlat edinme" geleneğinin değiştirilmesi gündeme getiriliyor. Yüce Allah bu islam öncesi geleneğini fiilen ortadan kaldırma görevini doğrudan doğruya Peygamberimizin omuzlarına yüklemiştir.

Araplar, evlatlığın boşanmış eşi ile evlenmeyi tıpkı öz oğlun boşanmış eşi ile evlenmek gibi yasak sayıyorlardı. Evlatlıkların boşanmış eşleri ile evlenmenin serbest olabilmesi için bu yeni kuralı uygulamaya koyan çığır açıcı bir örneğe ihtiyaç vardı. İşte yüce Allah, Peygamberlik misyonunun bir uzantısı olan bu yükü yüklenmek üzere Peygamberimizi seçmişti. Peygamberimizin bu konudaki tutumunu irdelerken şunu göreceğiz: O'ndan başka hiç kimse bu ağır yükü yüklenemezdi, O'nun dışında hiç kimse bu köklü geleneğe ters düşen uygulama ile toplumun karşısına çıkamazdı. Bölümün ayetlerini incelerken dikkatlerimizi çekecek olan diğer bir nokta da şudur: Bu olaya ilişkin uzun bir değerlendirme ile vicdanlar yüce Allah'a bağlanmaya, müslümanlar ile Allah arasındaki ve kendi aralarındaki ilişkiler açıklanmaya ve Peygamberimizin onlara yönelik görevi belirtilmeye çalışılıyor. Bütün bu çabaların amacı bu yeni uygulamaya yönelik psikolojik direnci kırmak, yüce Allah'ın bu yeni düzenlemeye ilişkin buyruğunun gönül hoşluğu ile ve teslimiyetle benimsenmesini sağlamaktır.

Bu amaçla olayın ayrıntılarına girişmeden önce şu temel kural vurgulanıyor: Karar verme yetkisi yüce Allah'ın ve Peygamberimizin tekelindedir. Yüce Allah ve Peygamberimiz herhangi bir konuda bir karar verdikten sonra erkek kadın hiçbir müminin bu kararın dışına çıkmaya yetkileri yoktur. Bu vurgulamalı ifadeden aynı zamanda şunu anlıyoruz: Arapların köklü geleneklerine ve yıllanmış alışkanlıklarına ters düşen bu yeni uygulamayı topluma benimsetmek, hayli zor olmuştur.

36- "Allah ve Resulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur."

Elimizdeki güvenilir bilgiye göre bu ayet Cahş kızı Zeynep hakkında inmiştir. Olay şöyle: Peygamberimiz, müslüman toplumun geçmişten devraldığı sınıf farklarını ortadan kaldırarak insanları tarak dişleri gibi eşitleştirmek ve Allah'tan korkma derecesi dışındaki sözde üstünlük derecelerini geçersiz kılmak istiyordu. Oysa o günün toplumunda azad edilmiş köleler, efendiler zümresinden aşağıda bir sınıf sayılıyordu. Peygamberimizin azadlık kölesi ve evlatlığı olan Zeyd b. Harise de bu sınıfın bir üyesi idi. Peygamberimiz bu eski kölesini Haşimoğullarının soylu bir kızı olan Cahş kızı Zeynep ile evlendirmeyi düşündü. Böylece kendi ile çevresi içinde ve kendi insiyatifi ile sınıf farklılığını geçersiz kılarak toplumda tam bir eşitlik sağlamayı amaçlamıştı. Bu sınıf farklılığı bilinci o kadar köklü ve o kadar katı idi ki, onu ancak Peygamberimizden kaynaklanan bir uygulama ortadan kaldırabilirdi. Müslüman toplum bu uygulamayı örnek olarak kabul edebilecek ve bu sayede tüm insanlık bu yolda yürüyebilecekti.

Konuya ilişkin olarak "İbn-i Kesir" tefsirinde şu satırları okuyoruz: "Allah ve Resulü bir işte hüküm verdiği zaman artık inanmış bir erkeğe ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur" ayeti hakkında Avfı, Abdullah b. Abbas'a dayanarak şu açıklamayı yapıyor: Peygamberimiz, bir gün Cahş kızı Zeyneb'i evlatlığı Zeyd b. Harise'ye istemeye gitti. Zeynep "Ben onunla evlenmem" dedi. Peygamberimiz "Hayır, onunla evleneceksin" dedi. Bunun üzerine Zeynep "Öyleyse bu konuyu düşüneyim" dedi. Tam onlar bu konuyu konuşurlarken yüce Allah, Peygamberimize "Allah ve Resulü bir işte hüküm verdikleri zaman..." diye başlayan ayeti indirdi. Bunun üzerine Zeynep, "Ya Resulallah, sen onunla evlenmemi uygun görüyor musun?" diye sordu. Peygamberimizin "Evet, uygun görüyorum" demesi üzerine "Ben Allah'ın Resulüne karşı gelecek değilim, öyleyse onunla evleniyorum" dedi."

Öte yandan İbn-i Luhaya'nın, Ebu Amre yolu ile İkrime'ye dayandırarak verdiği bilgiye göre yine Abdullah b. Abbas bu konuda şöyle diyor; "Peygamberimiz, Cahş'ın kızı Zeyneb'i, evlatlığı Zeyd b. Harise ile evlendirmek istedi. Fakat oldukça sinirli bir kadın olan Zeynep "Ben ondan daha soyluyum, diyerek bu teklifi reddetti. Bunun üzerine "Allah ve Resulü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman..." diye başlayan ayeti indirdi "

Mücahid, Katade ve Mukatil b. Hayyan gibi ünlü tefsir bilginleri de bu ayetin, Peygamberimizin Zeyd b. Harise ile evlenmesi yolundaki teklifini önce reddeden, fakat sonra kabul eden Cahş kızı Zeynep hakkında indiğini belirtmişlerdir.

Yine "İbn-i Kesir" tefsirinde konu hakkında şu açıklamayı okuyoruz:

"Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem diyor ki: Bu ayet, Ümmü Gülsüm bint-i Akabe b. Ebu Muit adlı kadın hakkında inmiştir. Bu kadın, Hudeybiyye barış antlaşmasından sonra Medine'ye göç eden ilk kadındı. Peygamberimizin eşi olmak istemiş, Peygamberimiz bu teklifi önce kabul etmiş, fakat sonra kendisini evlatlığı Zeyd b. Harise ile evlendirmek istemişti. -Herhalde o sırada Zeyd, eşi Zeynep'ten ayrılmıştı- Fakat Ümmü Gülsüm ve erkek kardeşi `Biz Peygamberimiz ile hısım olmak istiyorduk' diyerek bu teklifi soğuk karşılamışlardı. Bunun üzerine `Allah ve Resulü bir işte hüküm verdikleri zaman..: diye başlayan ayet indi. Arkasından `Peygamber, müminler için canlarından önde gelir' diye başlayan daha geniş kapsamlı ayet indi. (Ahzab Suresi, 6) İlk ayet somut bir olay hakkında indiği haldé bu ayet genel anlamlı idi."

Yine "İbn-i Kesir" tefsirinde konu hakkında şu açıklama ile karşılaşıyoruz: "İmam-ı Ahmed'in Abdurrezzak, Muammer ve Sabit Bennanı kanalı ile bildirdiğine göre sahabilerden Enes şöyle diyor: Peygamberimiz, Ensar'dan bir kadını, azadlı bir eski köle olan Culeybib adına kadının babasından istemişti. Adam `anasına danışayım' dedi. Peygamberimiz `iyi öyleyse, danış' dedi. Adam karısına varıp olayı anlatınca kadın `Hayır, olmaz. Peygamber bula bula Culeybib'i mi buldu? Oysa biz kızımızı falancaya, filancaya bile vermeye razı olmamıştık' dedi. O sırada kızları perde arkasından ana-babasının bu konuşmasını dinliyordu. Babası durumu Peygamberimize bildirmeye gidince annesine `Peygamberimizin emrine karşı gelmek mi istiyorsunuz? Eğer o bize o adamı uygun gördü ise bu evliliğe razı olun' dedi. Kızın bu sözü ana-babasına dokundu. Bunun üzerine `Biz bu evliliğe razıyız' dediler. Peygamberimiz `Ben de bu evliliği uygun görüyorum' dedi. Bunu duyan Medine `Bu iş nasıl olur?' diye sokaklara döküldü. Üzerlerine yürüyen Cüleybib bir süre sonra ölü olarak bulundu. Çevresinde onun tarafından öldürülen birkaç müşrikin cesedi yatıyordu. Sonradan bu kızın evinin Medine'nin en yoksul, en perişan evi olduğunu gözlerimle görmüştüm."

Okuduğumuz tarihi belgeler -eğer doğru iseler- bu ayeti Zeyd'in, Zeynep bint-i Cahş ile ya da Ümmü Gülsüm bint-i Akabe b. Ebu Muit ile evlenmesi olayına bağlıyorlar.

Konuya ilişkin üçüncü belgeye yer verişimizin sebebi şudur: Bu belge o günün toplumuna egemen olan ve islamın yıkmak istediği, Peygamberimizin değiştirmeyi fiilen, uygulamalı olarak üstlendiği zihniyeti ortaya koyuyor. Bu uygulama, islam toplumunu islamın yeni zihniyetine ve yeryüzü değerlerine ilişkin bakış açısına göre düzenleme çabasının bir parçası idi. Böylece islamın ruhundan kaynaklanan islam sistemine dayalı "özgürlük özlemi"nin önü açılmış oluyordu.

Fakat ayet genel kapsamlıdır, herhangi bir somut olayla sınırlandırılamaz. Bununla birlikte eski evlat edinme geleneğinin izlerini silme girişimi ile, boşanmış evlatlık eşleri ile evlenmeyi serbest bırakmakla ve Peygamberimizin, Zeyd'in eski eşi ile evliliği olayı ile de ilgili olabilir. Bu son olay o günün toplumunda yadırgandığı gibi günümüze kadar bazı islam düşmanları tarafından Peygamberimize dil uzatma bahanesi olarak kullanılmış ve etrafında bir sürü masal örülmüştür.

Bu ayetin iniş sebebi ister okuduğumuz belgelerdeki olaylar olsun, isterse Peygamberimizin Zeynep ile evlenmesi olsun, ortaya koyduğu temel kural, müslümanların vicdanlarında, pratik hayatlarında ve zihniyetlerinde derin etkiler meydana getiren, genel ve geniş kapsamlı bir devrim idi.

İslam inanç sisteminin bu ilk müslümanların vicdanlarına tam anlamı ile yerleşmişti. Vicdanlar bu ilkeyi özümlemiş, duygular bu ilkenin denetimine girmişti. Bu ilke şöyle özetlenebilir: Müslümanların ne öz varlıkları ve ne de davranışları kendilerine ait değildi. Hem öz varlıkları ve hem de ellerinde olan her şey yüce Allah'a ait idi. O dilediği gibi onları yönetir, kendileri için neyi isterse onu seçerdi. Onlar genel doğal yasalara göre işleyen şu koca evrenin bir parçası idiler. Evrenin yaratıcısı ve yöneticisi, onları bu evren ile birlikte hareket ettiriyordu. Koca evren senaryosu içindeki rollerini bölüştürüyor, evren sahnesindeki hareketlerini belirliyordu. Onlar bu sahnede oynayacakları rolü kendileri seçemezlerdi. Çünkü senaryonun tamamını bilmiyorlardı. Onlar canlarının istediği hareketi seçemezlerdi. Çünkü sevdikleri hareket, paylarına düşen rolle bağdaşmayabilirdi. Onlar ne senaryonun yazarları ve ne de sahnenin rejisörleri idi. Onlar sadece birer ücretli işçi idiler. Yaptıkları işe karşılık ücretlerini alacaklardı. Sonuç konusunda ne lehlerinde ve ne de aleyhlerinde bir rolleri yoktu.

Böyle olunca özlerini gerçekten yüce Allah'a adamışlardı. Özlerini tümü ile adamışlardı. Öyle ki, benliklerinden kendilerine hiçbir şey kalmamıştı. O zaman evren bütünün yapısı ile uyuma girdi. Hareketleri evrenin genel dönüşü ile uyumluluk kazandı. Gezegenler ve yıldızlar nasıl yörüngelerinde dönüyorlarsa onlar da yörüngelerinde döner oldular. Hiçbiri yörüngesinden çıkmaya, evren bütünü ile uyumlu dönüşlerinin temposunu hızlandırmaya ya da yavaşlatmaya kalkışmıyordu.

Öyle olunca yüce Allah'ın "kader"inin sonuçlarına, önlerine getirdiklerine gönülden razı oldular. Çünkü yüce Allah'ın kaderinin her şeyi, herkesi, her olayı ve her durumu yönlendirdiğini Allah'a bir iç-bilinç ile kavradılar. Bunun sonucu alarak yüce Allah'ın kendilerine yönelik kaderini güvenle, huzurla, sevinçle, geniş ufukla bir anlayışla kucakladılar.

Gün geçtikçe yüce Allah'ın kaderinin sonuçlarını beklenmedik birer süpriz gibi karşılamaz oldular. Duygusal reaksiyon yerine soğukkanlılığı, acı duyma yerine sabrı koydular. Yüce Allah'ın kaderinin sonuçlarını, bu sonuçları bekleyen, gözleyen, onlarla önceden duygu dünyasında aşinalık kuran bilge bir kişinin olgunluğu ile benimsediler. Onlar karşısında paniğe kapılmadılar, sarsılmadılar, yabancılık duygusuna kapılmadılar.

Bundan dolayı istedikleri bir iş bir an önce olsun diye evren çarkının dönüşünün hızlanmasını istemeye kalkışmadılar. Bir an önce gerçekleşmesini istedikleri bir amaçları uğruna olayların akışının yavaşlamasını dilemeye yönelmediler. Bu amaçları çağrılarının başarısı ve egemen olması olduğu zaman bile bu soğukkanlılıktan ayrılmadılar. Her zaman yüce Allah'ın kaderinin. çizdiği yolda yürüdüler. Bu yol kendilerini nereye götürürse götürsün, buna razı idiler, gönülden hoşnut idiler. Kutsal amaçları uğrunda canlarını, emeklerini, mallarını feda ediyorlardı. Ama aceleci olmuyorlar, sıkıntıya kapılmıyorlar, önemli bir iş yapıyormuş duygusunu kalplerine uğratmıyorlar, gururlanmıyorlar, hayal kırıklığına ve hayıflanma hissine yakalanmıyorlardı. Kesinlikle inanıyorlardı ki, yaptıkları her iş yüce Allah'ın yapmalarını planladığı işti, yüce Allah neyi dilerse o olurdu ve her işin, her olayın belirlenmiş bir vadesi, bir vakti vardı.

Onlar yüce Allah'ın "el"ine kayıtsız-şartsız teslim olmuşlardı. Adımlarını bu el attırıyor, hareketlerini bu el yönlendiriyordu. Onlar kendilerini güden bu ele güveniyorlardı. Onun beraberliğinde rahattılar, kaygısız ve endişesizdiler. Kendilerini yumuşak başlılıkla, hiç karşı koymadan ve hiç zorluk çıkarmadan bu "el''in güdümüne vermişlerdi.

Bununla birlikte olanca güçleri ile çalışırlar, ellerindeki tüm imkanları kullanırlar, zamanlarını ve emeklerini boşuna harcamazlar, amaçlarına ulaşmak için her çareye, her yola başvururlardı. Sonra yapamayacakları işlere kalkışmazlardı. Hiçbir zaman "insan" olduklarını unutmazlar, insan olmaktan kaynaklanan niteliklerini göz ardı etmezler, güçlerinin ve zaaflarının sınırlarını aşarak insanüstü varlıklarmış gibi görünmeye kalkışmazlardı. Sahibi olmadıkları duyguların ve güçlerin sahipleriymiş gibi davranmazlar, yapmadıkları ile övülmek istemezlerdi, sadece yapabildiklerini söylerler, palavra atmazlardı.

Bir yandan yüce Allah'ın "kader"ine mutlak anlamda teslim olmuşlarken öbür yandan olanca güçlerini seferber ederek çalışıyorlar ve güçlerinin tükendiği noktada gönül rahatlığı içinde durmasını biliyorlardı. Bu duyarlı denge o seçkin insanlardan oluşmuş toplumun hayatına damgasını basmış belirgin ayrıcalığı idi. Onları dağların bile taşımaktan çekindikleri bu ağır yükü, yani bu inanç sisteminin yükünü taşımaya ehil kılan faktör işte bu kişiliklerine damgasını basan duyarlı denge idi.

İlk müslümanlar bu ön sıradaki islam ilkesini vicdanlarının derinliklerine sindirebildikleri için tarihte okuduğumuz o olağanüstü başarıları kazanmışlardı. Onlar hem "bireysel" düzeyde hem o günkü insanlık camiasının parçasını oluşturan bir "toplum" olarak olağan-üstü başarılar göstermişlerdi. Bu kurala sıkıca uymaları sayesinde adımları ve hareketleri uzay cisimlerinin dönüşleri ve zaman akışının temposu ile uyum sağlamıştı. Gerek evrensel varlıklar ile gerekse "zaman"ın akışı ile aralarında sürtüşme ve çatışma görülmemişti. Bu sürtüşme ve çatışmaların yol açacakları "engelleme"lere ve "yavaşlama"lara meydan vermemişlerdi. Bu sayede emekleri ve çabaları "bereket" kazandı. Bu bereketin sonucu olarak çok kısa bir zaman dilimi içinde o kadar bol ve tatlı ürünler elde edebildiler.

İlk müslümanlar vicdanları ile evren bütünün hareketleri arasında ve bu ikisi ile yüce Allah'ın evreni yöneten "kader"i arasında uyum sağlayan bu psikolojik "dönüşüm" hiçbir insanın gerçekleştiremeyeceği bir "mucize" idi. Bu göz kamaştırıcı gerçekleştiren tek güç gökleri, yeryüzünü, uzaydaki gezegenleri, yıldızları yoktan var eden ve bunların hareketleri, dönüşleri arasında yüceliğine özgü bir ahenk kuran Allah'ın iradesi idi.

Kur'an-ı Kerim'in çok sayıdaki ayeti bu gerçeğe parmak basar. Bu anlamı vurgulayan ayetlerin bir kaçını şimdi birlikte okuyalım:

"Ey Muhammed, sen sevdiklerini doğru yola getiremezsin, fakat Allah dilediğini doğru yola iletir." (Kasas, 56)

"Onları doğru yola getirmek sana düşmez. Ancak Allah dilediğini doğru yola iletir." (Bakara, 272)

"Doğru yola iletmek Allah'ın tekelindedir." (Bakara, 120)

İşte geniş anlamda ve "büyük gerçek" niteliği ile "doğruya iletmek (hidayet)" budur. Yani insanı şu koca evren bütünü içindeki yerinin bilincine erdirmek, attığı adımlar ile evrenin hareket süreci arasında ahenk kurmak.

İnsanın kalbi yüce Allah'ın ilettiği "doğru" ile tam anlamı ile bütünleşmedikçe, bireysel hareketleri evren bütününün dönüşleri ile uyum kurmadıkça, vicdanı yüce Allah'ın varlık bütününü yöneten yaygın "kader"i ile kaynaşmadıkça harcanan çabalar, verilen emekler beklenen ölçüde verimli olamazlar.

Bu açıklama şunu ortaya koyuyor: "Allah ve Resulü bir işte hüküm verdikleri zaman artık inanmış bir erkeğe ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur" ayeti, hakkında inmiş olabileceği belirli bir olayın dar sınırları içine sıkıştırılamayacak kadar geniş kapsamlı ve çok boyutludur. Bu ayet islam sisteminin temel kurallarından birini, bu sistemin önemli bir ana prensibini açıklamaktadır.

HZ. PEYGAMBERİN ZEYNEB'LE EVLENMESİ

Daha sonraki ayetlerde Peygamberimizin Hz. Zeynep ile evlenmesi ve bu olayın öncesinde ve sonrasında ortaya konan hükümler ve direktifler gündeme getiriliyor. Okuyalım:

37- "Ey Muhammed! Allah'ın nimet verdiği ve senin de nimetlendirdiğin kimseye. Eşini bırakma, Allah'tan sakın"diyor, Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun. İnsanlardan çekiniyordun; oysa Allah tan çekinmen daha uygundu. Sonunda Zeyd eşiyle ilgisini kesince onu seninle evlendirdik, ki evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlara evlenmek konusunda mü'minlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin. Allah'ın buyruğu yerine gelecektir."

38- "Allah'ın, Peygambere takdir ettiği bir şeyde O'na bir güçlük yoktur. Bu Allah'ın sizden öncekilere de uyguladığı yasadır. Allah'ın emri şüphesiz gereği gibi yerine gelecektir." ,

39- "O Peygamberler Allah'ın buyruklarını tebliğ ederler, Allah tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Allah hesap görücü olarak yeter."

40- "Muhammed içinizden hiç kimsenin babası değil. O, Allah'ın elçisi ve Peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir."

Surenin başında islamdan önceki "evlat edinme" geleneğinin geçersiz olduğu açıklanmış, evlatlıkların öz babalarının soyundan sayılmaları gerektiği belirtilmiş ve aile-içi ilişkiler doğa1 temellerine dayandırılmıştı. O ayetleri bir daha hatırlayalım:

"Allah evlatlıklarınızı da öz oğullarınız gibi saymanızı meşru kılmamıştır. Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir. Allah gerçeği söyler ve O, doğru yola iletir."

"Evlatlıkları, babalara nisbet ederek çağırın; bu Allah yanında daha adaletlidir. Şayet babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Yanılarak yaptığınızda size bir günah yok, fakat kalplerinizin bile bile yaptığında günah vardır. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."

Fakat eski evlat edinme geleneğinin arap toplumunda canlı ve somut izleri vardı. Toplumsa1 hayattaki bu somut izleri silmek, evlat edinme geleneğini ortadan kaldırmak kadar kolay bir iş değildi. Çünkü toplumsal geleneklerin vicdanlarda köklü etkileri vardır. bu etkileri silmek için ortaya karşıt ve pratik örnekler koymak gerekir. Ortaya konacak bu karşıt ve pratik örneklerin ilk başlarda yadırganmaları ve çoğunluğun vicdanlarında yoğun sert tepkiler uyandırmaları kaçınılmazdır.

Peygamberimizin Zeyd b. Harise'yi, halasının kızı Zeynep bint-i Cahş ile evlendirmişti. Bilindiği gibi Zeyd, Peygamberimizin azadlığı ve evlatlığı idi. Önceleri "Muhammed'in oğlu" olarak anıldığı halde daha sonra öz babasının oğlu olarak anılmaya başladı. Peygamberimiz bu evlilikle eskiden kalma sınıf ayrımını ortadan kaldırarak "Allah katında en üstünleriniz, O'ndan en çok korkanlarınızdır" ayetinin anlamını hayata geçirmek, islamın bu yeni değer yargısını pratik bir uygulama ile perçinlemek istemişti. (Hucurat Suresi, 13)

Bunun arkasından yüce Allah, Peygamberimize peygamberlik misyonunun bir uzantısı olarak bu konuda başka bir yük yüklemeyi diledi. Bu yük, eski evlatlık düzeninin izlerini silmeye ilişkindi. Bunun için Peygamberimizin, evlatlığı Zeyd'in boşadığı eşi ile evlenmesi gerekti. Peygamberimiz bu uygulaması ile toplumunun köklü bir alışkanlığına karşı çıkıyordu. Evlat edinmeye ilişkin eski geleneğin ortadan kaldırılmış olmasına rağmen hiç kimse böyle bir uygulama ile o günkü toplumun karşısına çıkmaya cesaret edemezdi.

Yüce Allah, Zeyd'in Zeyneb'i boşayacağını ve yerine gelmesini dilediği bir hikmeti uyarınca onunla evleneceğini Peygamberimize ilham yolu ile sezdirmişti. Bu arada Zeyd ile Zeynep arasındaki ilişkiler bozulmuş ve artık uzun zaman birlikte yaşamayacakları ihtimali belirmişti.

O günlerde Zeyd, birkaç kez Peygamberimize başvurarak Zeynep ile bozuştuklarından ve artık onunla geçinemeyeceğinden yakınmıştı. İnanç konusunda hemşehrileri ile yiğitçe, mertçe ve tavizsizce mücadele etmekten çekinmeyen Peygamberimiz, Zeyneb'in geleceğine ilişkin ilahi ilhamın sorumluluğunu omuzlarında hissediyor, o köleleşmiş geleneği uygulamalı olarak yıkmak üzere hemşehrilerinin karşısına çıkmakta tereddüt ediyordu. Bu arada bir de Zeyd'e bakalım. Yüce Allah onu biri müslümanlıktan, öbürü Peygamberimizin akrabalığından ve diğeri de Peygamberimizin sevgisinden oluşan üç katlı bir nimetle onurlandırmıştı. Peygamberimizin kendisine karşı beslediği sevgi, diğer herkese karşı duyduğu sevgiye baskındı. Peygamberimiz onu kölesi iken azad etmiş, sıkı bir eğitimden geçirmiş ve cömert sevgisi ile bağrına basmıştı. İşte bu yüzden Zeyd'in yakınmalarına karşılık ona "Allah'tan kork da eşin ile iyi geçin, ondan ayrılmayı düşünme" diyordu. Böylece hemşehrilerinin köklü alışkanlıklarına karşı çıkmasını gerektireceğini bildiği önemli gelişmeyi,. göğüslemeye tereddüt ettiği sert çatışmanın gününü ertelemeye çalışıyordu. Nitekim yüce Allah, Peygamberimizin o günlerdeki duygularını şöyle anlatıyor:

"Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun. İnsanlardan çekiniyordun; oysa Allah'tan çekinmen daha uygundur."

Peygamberimizin, Allah tarafından açıklanacağını bildiği halde sakladığı sır, O'nun yapacağını kalbine ilham ettiği işti. Bu iş yüce Allah tarafından açıkça bildirilmemişti. Eğer açıkça bildirilseydi, Peygamberimiz onu yapmakta tereddüt etmez, onu ertelemez, onu geriye atmaya çalışmazdı; tersine getireceği sonuç ne olursa olsun, onu öğrenir öğrenmez, anında açıklardı. Fakat Peygamberimiz sadece içine doğan bir ilham karşısında idi. Aynı zamanda o işle karşı karşıya kalmaktan ve olayın kahramanı olarak halk ile karşı karşıya gelmekten ürküyordu.

Sonunda yüce Allah'ın izni ile beklenen oldu. Günün birinde Zeyd, Zeyneb'i boşayıverdi. Ne Zeyd ve ne de Zeynep boşanmalarını izleyecek olayı akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Çünkü toplumda egemen olan geleneksel anlayışa göre Zeynep, Peygamberimizin oğlunun boşanmış eşi idi ve Peygamberimize düşmezdi. Gerçi eski evlat edinme geleneği kaldırılmıştı, ama bu anlayış yine geçerliliğini koruyordu. Üstelik evlatlıkların boşanmış eşleri ile evlenmenin serbest olduğuna ilişkin henüz bir ayet inmemişti. Bu yoldaki serbestliği kurallaştıracak olan olay, bir süre sonra gerçekleşecek olan Peygamberimizin Zeynep ile evlenmesi olayı olacaktı. Kural oturuncaya kadar olay, müthiş bir hayretle, süprizle ve yadırgama ile karşılanmıştı.

Olayın bu akışı, onun hakkında eski-yeni bir çok islam düşmanı tarafından çıkarılan söylentileri, uydurulan masalları ve yakıştırılan iftiraları kökünden çürütüyor.

Olayın gelişimi, yüce Allah'ın buyurduğu gibidir. Okuyalım:

"Sonunda Zeyd, eşi ile ilgisini kesince onu seninle evlendirdik ki, evlatlıklar eşleri ile ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda müminler için bir sorumluluk olmadığı bilinsin."

Bu çığır açıcı uygulama Peygamberimizin, görevinin gereği olarak üstlendiği ağır bir fedakârlık, ödediği ağır bir vergi idi. Bu uygulamayı, onu son derece antipatik karşılayan bir toplum ile karşı karşıya gelerek gerçekleştirmişti. O yüzden bu karşı çıkma konusunda çekingen davranmıştı. Oysa aynı Peygamberimiz Allah'ın birliği davası ile; toplumun taptığı putları, Allah'a koştuğu sözde ortakları ve bu yolda körü körüne atalarının izinden gitmelerini açık bir dille yererek aynı toplumun karşısına çıkarken hiç tereddüt etmemişti. Bu ayetin sonundaki değerlendirme cümlesi şöyledir: "Allah'ın buyruğu yerine gelecektir."

Bu buyruğun önüne geçilemez, gereğinden kaçılamaz. O kesinlikle ve somut biçimde gerçekleşir. Ne ertelenebilir ve ne de baştan savulabilir. Peygamberimizin Zeynep ile evlenmesi, Zeyneb'in boşanmayı izleyen "bekleme süresi"nin bitiminden sonra oldu. Söz konusu süre dolunca Peygamberimiz, en sevdiği insan olan eski eşi ile Zeyneb'e haber göndererek kendisi ile evlenmek istediğini bildirdi.

Sahabilerden Hz. Enes, bu olayı bize şöyle anlatır:

"Zeyneb'in boşanmayı izleyen bekleme dönemi dolunca Peygamberimiz, Zeyd b. Harise'ye `Zeyneb'e git ve kendisi ile evlenmek istediğimi söyle' dedi. Zeyd, Zeyneb'in yanına vardığında kadın hamur yoğuruyordu. Olayın bundan sonrasını Zeyd'in kendisinden dinleyelim:

"Zeyneb'i görünce heyecanlandım. Öyle ki, yüzüne karşı `Peygamber seninle evlenmek istiyor' diyemedim. Bu yüzden yüzümü çevirip geri döndükten sonra `Ey Zeynep, müjde! Peygamberimiz seninle evlenmek istediğini söyleyeyim diye beni sana gönderdi' diyebildim. Zeynep, `Rabbimin emri gelmeden ben hiçbir şey yapmam' dedikten sonra yerinden kalkıp namaza durdu. Arkasından kendisi ile ilgili Kur'an ayetleri indi. Bunun üzerine Peygamberimiz, evine gelerek izin almaksızın yanına girdi." (Bu hadisi İmam-ı Ahmed rivayet etmiş, Müslim ve Nesai de onu değişik kanallardan Süleyman b. Muğire'ye dayandırarak nakletmişlerdir.)

Nitekim Buhari'nin, sahabilerden Enes b. Malik'e dayanarak bildirdiğine göre bu olayın kahramanı olan "Zeynep bint-i Cahş, Peygamberimizin öbür eşlerine karşı `Sizi Peygamber ile aileleriniz' beni ise yedi kat gök üzerinden yüce Allah evlendirdi' diyerek övünürdü."

Olay kolay kapanmadı. Çünkü islam toplumun tümü üzerinde şok etkisi yapmıştı. Bu arada münafıkların dilleri çözülmüştü, "Muhammed, oğlunun eşi ile evlendi" dedikodusunu yayıyorlardı.

Mesele, yeni bir ilkeyi yerleştirme meselesi olduğu için Kur'an-ı Kerim, olayın üzerinde ısrarla durmaya, onu "tuhaflık" unsurundan arındırarak yalın, tarihi ve mantıkî aslına dönüştürmeye yönelik çabasına devam etti. Okuyoruz:

"Allah'ın, Peygamber'e takdir ettiği bir şeyde O'nun için güçlük yoktur."

Yüce Allah, Peygamber'e Zeynep ile evlenerek evlatlıkların boşanmış eşleri ile evlenmeyi yasaklayan eski arap geleneğini kaldırmasını buyurdu. Buna göre bu uygulamada hiçbir sakınca yoktur. Üstelik Peygamberimiz, bu uygulamayı ortaya çıkaran ilk Peygamber değildir. Çünkü; "Bu, Allah'ın sizden öncekilere de uyguladığı bir yasadır."

Bu uygulama, yüce Allah'ın değişmez ve nesnelerin özleri ile uyumlu yasaları uyarınca yürürlükte kalmıştır. Sonradan üzerini örten düşünceler ve yapmacık gelenekler dayanaksızdır. Devam ediyoruz:

"Allah'ın emri, kuşkusuz, gereği gibi yerine gelecektir."

Yüce Allah'ın emri kesinlikle uygulanacak, gereği yapılacaktır. Onun önünde hiçbir şey ve hiç kimse duramaz. Bu uygulama belirli bir gerekçeye, uzmanlığa ve ölçüye dayalı olarak tasarlanmıştır. Yüce Allah'ın onun ardında güttüğü bir amacı vardır. O onun gerekliliğini, uygulama biçimini, zamanını ve yerini herkesten iyi bilir. Bu gerekçe ile o konudaki eski geleneği kaldırmayı, izlerini uygulamalı biçimde silmeyi, kendi eli ile o geleneğe ters düşen somut bir örnek ortaya koymayı emretmiştir. Yüce Allah'ın bu emrini yerine getirmek kaçınılmazdır.

Demin de belirttiğimiz gibi bu yasa daha önceki Peygamberlerin dönemle-rinde uygulanmıştır. Okuyoruz:

"O Peygamberler Allah'ın buyruklarını insanlara iletirler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka hiç kimseden korkmazlar."

Yüce Allah'ın omuzlarına yüklediği Peygamberlik görevini yerine getirirken insanların tepkilerini umursamazlar. Onları buyruklarını duyursunlar, uygulasınlar, yürürlüğe koysunlar diye göndermiş olan yüce Allah dışında hiç kimseden korkmazlar. Çünkü;

"Hesap görücü olarak Allah yeter."

Onları sadece O hesaba çeker. Onlardan hesap sormak insanlara düşmez. Devam edelim:

"Muhammed, içinizden hiç kimsenin babası değildir."

Öyleyse ne Zeyd, Muhammed`in oğludur ve ne de Zeynep oğlunun eşi, yani gelinidir. Zeyd, Harise'nin oğludur. Eğer olaya böylesine gerçekçi ve yalın bir açıdan bakılırsa bu uygulamanın hiçbir sakıncalı yönünün olmadığı kolayca görülür.

Muhammed (s.a.s) ile tüm müslümanlar arasındaki, bu arada Zeyd arasındaki ilişki Peygamber-ümmet ilişkisidir. Yoksa o bu insanların hiçbirinin babası değildir.

"O Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur."

Peygamber, bu sıfatı ile gökten yere indirilen son mesaj bütününün ışığı altında insanların kıyamet gününe kadar uygulayacakları değişmez yasaları yürürlüğe koyar. Onun koyduğu bu yasaların kendinden sonra değişmeleri, başkalaşmaları düşünülemez. Çünkü;

"Allah her şeyi bilendir."

O insanlara neyin yararlı olacağını, problemlerini hangi yasaların çözeceğini herkesten iyi bilir. Peygamberimize bu buyruğu ileten, O'nun hesabına bu tercihi yapan O'dur. Bu buyruğun amacı evlatlıkların eşleri ile evlenmeyi serbest ilan etmektir. Yalnız bunun için evlatlıkların eşleri ile ilgilerini kesmeleri, onlar ile işlerini bitirmeleri, onları salıvermeleri gerekir. Yüce Allah'ın, her şeyi kapsayan; en yararlı ve en uygun düzenin, yasanın ve kanunun hangisi olduğunu belirleyen bilgisinin ve müminlere dönük merhametinin ve en iyide somutlaşan dileğinin ışığı altında verdiği hüküm budur.

Daha sonraki ayetlerde kalpler bu son ayetin esprisine bağlanıyor, Peygamberine verdiği buyruklar ve müslümanlar için belirlediği tercihler konusunda gönüller yüce Allah'a bağlanıyor. Çünkü bu buyrukların, bu tercihlerin amacı hayırdır, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmaktır. Okuyalım:

41- "Ey inananlar Allah'ı çok anın."

42- "ve O'nu sabah akşam tesbih ediniz."

43- "Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize melekleriyle beraber rahmetini gönderen Allah'tır. Mü'minlere karşı çok bağışlayıcı, çok esirgeyici de O'dur."

"Allah'ı anmak" demek, O'na kalpten bağlanmak, sürekli olarak O'nun gözetimi ve denetimi altında yaşamaktır. Yoksa kuru kuruya yüce Allah'ın adını tekrarlayıp durmak değildir. Namaz kılmak da Allah'ı anmaktır. Hatta elimizdeki Peygamberimize dayanan bazı açıklamalara göre Allah'ı anmak, hemen hemen namaz kılmakla eş anlamlıdır.

Nitekim Ebu Davud'un, Nesei'nin ve İbn-i Mace'nin Ameş ve Aaz Ebu Müslim kanalları ile sahabilerden Ebu Said-ül Hudri'ye ve Ebu Hureyre'ye dayandırarak bildirdiklerine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

"Eğer bir kişi gece eşini uykudan uyandırırda iki rekat namaz kılarlarsa o gece ikisi de Allah`ı çokça anan erkekler ve kadınlar arasına katılırlar."

Gerçi "Allah'ı anmak" kavramı, namazdan daha geniş kapsamlıdır. Çünkü bu kavram Rabb'i anmanın ve O'nunla kalpten ilişki kurmanın her türünü, her biçimini içerir. Bu anmanın dile dökülmesi ya da gizli yapılması önemli değildir. Amaç, biçimi ne olursa olsun, yüce Allah ile canlı, sıcak ve duygulandırıcı bir ilişki kurmaktır.

İnsan kalbi yüce Allah ile ilişki kurmadığı, O'nu anmadığı, O'nunla başbaşa olmadığı anlarda boştur, ihtirasların oyuncağıdır, şaşkındır. Fakat yüce Allah'ı andığı, O'nunla ilişki halinde olduğu anlarda dolu, ciddi ve kararlı olur; yolunu-yöntemini bilir; nereden kalkıp nereye gideceğinin, adımlarını nereye doğru atacağının bilincinde olur.

Bu yüzden gerek Kur'an-ı Kerim ve gerekse Peygamberimiz sık sık Allah'ı anmamızı teşvik ederler. Kur'an "Allah'ı anmak" ile insanın geçirdiği bazı vakitler ve durumları arasında bağ kurar. Amaç bu vakitleri ve durumları yüce Allah'ı anmakla donatmak, yüce Allah ile ilişki halinde olmanın bilinci ile renklendirmektir; kalbin Allah bilincinden yoksun kalmaması, O'nu unutmamasıdır. Okuyoruz:

"O'nu sabah-akşam tesbih ediniz."

Özellikle sabah ve akşam vakitleri, kalpleri yüce Allah'ı anmaya özendirici, duyguları bu amaca yöneltici nitelikte vakitlerdir. Çünkü bu anlarda somut olarak görülüyor ki, yüce Allah durumları değiştiriyor, karanlıkları aydınlıklara ve aydınlıkları karanlıklara dönüştürüyor; ama kendisi kalıcı ve süreklidir; ne değişir, ne başkalaşır, ne halden hale dönüşür ve ne de kaybolur. Oysa O'nun dışındaki her şey değişir ve başkalaşır; dönüşüme uğrar ve yok olur.

Bu ayetlerde yüce Allah'ı anma, O'nu noksanlıkların her türlüsünden uzak tutma direktifinin yanı sıra O'nun merhameti, gözetimi, yaratıkları ile ilgili oluşu, onların iyiliğini isteyişi de dile getiriliyor. Oysa yüce Allah bu yaratıkların hiç birine muhtaç değildir, tersine onlar Allah'ın gözetimine ve lütfuna muhtaç, yoksullardır. Okuyoruz:

"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize melekleri ile birlikte rahmetini gönderen Allah'tır. O müminlere karşı çok esirgeyicidir."

Şanı yüce, nimeti bol, bağışı büyük, lütfu katmerli olan Allah'ı düşünelim. Bütün bunlara rağmen güçsüz, muhtaç ve ölümcül kullarını anıyor. O kullar ki, ne güçleri ne hareket insiyatifleri var; ne kalıcı ve ne de istikrarlıdırlar. Buna rağmen yüce Allah onları anıyor, onlar ile ilgileniyor, onlara kendisi rahmet yağdırırken melekleri onlar adına af diliyor. Onları yüceler aleminde iyilikle anıyor; O'nun anışı bütün evrende, tüm varlık aleminde yankılanıyor. Nitekim Buhari'nin bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

"Yüce Allah buyuruyor ki: Kim beni yalnız başına anarsa ben de O'nu yalnız başına anarım. Kim beni bir topluluk içinde anarsa ben de onu onunkinden daha üstün bir topluluk arasında anarım."

Akla, idrake sığmaz müthiş bir gerçek karşısındayız. Yüce Allah, bu yer yuvarlağının üzerinde barındırdığı bütün canlı-cansız varlıklar ile birlikte o koca gök cisimleri yanında yok sayılacak kadar küçük bir zerre olduğunu herkesten iyi bilir. Ayrıca koca koca gök cisimleri barındırdıkları tüm cansız-canlı varlıklar ile birlikte O'nun sahibi olduğu varlık bütünün, bir "ol" buyruğu ile oluveren evren bütününün sadece bir parçasıdırlar. Ayeti bir kere daha ve düşüne düşüne okuyalım:

"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize melekleri ile birlikte rahmetini gönderen Allah'tır."

Yüce Allah'ın aydınlığı tektir, yekparedir ve yaygındır. Onun dışında sayıca çok ve birbirinden farklı karanlıklar vardır. İnsan yüce Allah'ın bu aydınlığının dışına çıkınca sözü geçen karanlıklardan biri ya da hepsi içinde yaşamak zorunda kalır. İnsanları karanlıklardan yalnız Allah'ın aydınlığı kurtarır. Bu aydınlık kalplerinde doğar, ruhlarına yayılır, onları fıtratlarına iletir. Bu "fıtrat" evrenin de varlık-özünü oluşturur. Yüce Allah'ın insanlara yönelik merhameti ve meleklerin onlar adına af dilemeleri, onlar için dua etmeleri onları karanlıklardan çıkararak aydınlığa erdirir. Yalnız bunun için kalplerinin "iman"a açık olması gerekir. Çünkü;

"Allah müminlere karşı çok esirgeyicidir."

İnsanların "çalışma yurdu" olan dünyadaki durumları budur. "Ödül-ceza yurdu" olan ahiretteki durumlarına gelince; yüce Allah'ın lütfu orada da onları yüzüstü bırakmaz. Orada da kendilerini ağırlanma, saygın karşılama ve onurlu ödül beklemektedir. Okuyalım:

44- "O'na kavuştukları gün, Allah'ın onlara iltifatı "selam "dır. Allah onlara güzel bir mükafat hazırlamıştır."

Onları orada bütün korkulardan, bütün yorgunluklardan, bütün sıkıntılardan kurtaran bir "esenlik" bir "selam" bekliyor. Yüce Allah'tan gelen bu selamı, bu esenlik dileğini onlara melekler iletecektir. Cennetin her kapısından girerek yanlarına gelen melekler kendilerine bu yüce esenlik dileklerini iletirler. Ayrıca kendilerine onurlandırıcı bir ödül de verilecektir. Aman Allah'ım! Bu ne saygın ağırlama.

İşte insanlar için yasalar koyan, tercihlerde bulunan Allah, bu Allah'tır. O halde kim O'nun tercihlerini sevmezlikle karşılayabilir?

Kullara yüce Allah'ın tercihlerini duyurduğu, pratik uygulaması ile bu tercihleri ve yasaları sosyal hayata yansıttığı belirtilen Peygamberimizin şimdi de görevi ve müminlere yönelik bir lütuf olduğu açıklanıyor. Okuyalım:

45- "Ey Peygamber, biz seni tanık, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik."

46- "Allah'ın izniyle, bir davetçi ve aydınlatan bir lamba olarak görevlendirdik."

47- "Mü'minlere Allah'tan büyük bir lütfa ereceklerini müjdele."

48- "Kafirlere ve münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine aldırma, Allah'a güven; koruyucu olarak Allah sana yeter."

Görüldüğü gibi Peygamberin insanlara yönelik görevlerinden biri onlara "tanık"lık etmektir. Buna göre insanlar yalana, uydurmaya bulaşması; değişikliğe ve çarpıtılmaya uğraması söz konusu olmayan bu "tanık"lığın lehlerine olmasına çalışmalıdır. Peygamberin insanlara yönelik bir başka görevi "müjdeleyici" olmaktır. O, iyi işler yapanları yüce Allah'ın rahmeti ile, bağışı ile, lütfu ve saygın ağırlaması ile müjdeler. Diğer bir görevi de gafilleri uyarmaktır. ısrarla kötülük işleyenleri bekleyen azabı, cezayı haber vermektir. Böylece kötü yolda olanlar amansız bir şekilde yakalanmamış olurlar, uyarısız olarak azaba çarpılmamış olurlar. Diğer önemli bir görevi de insanları "Allah'a çağırmak"tır. O insanları dünyaya, şöhrete, milli gurura, cahiliye bağnazlığına, ganimete, mevkiye ve koltuğa çağırmaz; yalnızca "Allah'a çağırır". "Allah'ın izni ile" O'na ulaştıran tek yolun yolcuları olmalarını ister. O bu konuda yeni bir çığır açmıyor, aklına eseni yapmıyor, söylediklerini kafadan atmıyor. Yüce Allah'ın iznine ve buyruğuna göre hareket ediyor, yüce Allah'ın kendisi için çizdiği sınırı aşmıyor. Bu Peygamber'in bir diğer niteliği "aydınlatıcı bir projektör, bir ışık kaynağı" olmaktır. Karanlıkları dağıtır, kuşkuları giderir ve yolu ışıklandırır. Saçtığı ışık, karanlıklar içindeki yolcuların önünü aydınlatan yol buldurucu ve güven verici bir ışıktır.

Gerek Peygamberimiz, gerekse yüce Allah katından getirdiği "ışık" bu tarife tıpatıp uygundur. O, varlık bütününün mahiyetini, evren-yaratıcı ilişkisini, insanın varlık bütünü içindeki ve yaratıcısı karşısındaki konumunu, varlık bütününün ve insan "varoluş"un dayanağı olan değer yargılarını; varlık bütünü ile insanın kaynağını, akıbetini, amacını; insanın izleyeceği yolu ve kullanacağı yöntemi açıklayan, net, berrak bir düşünce sistemi getirmiştir. Getirdiği mesaj kesin sözlü, hiçbir kuşkulu ve karmaşık yanı yoktur. Doğrudan doğruya insan fıtratına seslenir. En kestirme yoldan ve en geniş kapılardan girerek insan fıtratının en derin köşelerine, en çapraşık lâbirentlerine nüfuz eder.

Okuduğumuz ayetlerde Peygamberimizin "müjdeliyici" fonksiyonu "Ey Peygamber, seni davetçi ve aydınlatan bir lamba olarak görevlendirdik" ayetinde bir kelime ile hatırlatıldıktan sonra "Müminlere, Allah'ın büyük bir lütfuna ereceklerini müjdele" ayetinde ayrıntılı bir açıklama ile pekiştiriliyor. Amaç, yüce Allah'ın müminlere yönelik lütfunu ve bağışlayıcılığını büyüteç altına almaktır. O müminler ki, yüce Allah, şu Peygamberi eli ile onların uyacakları yasaları koyuyor ve bu yasalara uymak onları müjdeli sonuçlara ve Allah'ın "büyük lütfu"na erdiriyor.

Peygambere yönelik bu sesleniş, kafirlere ve münafıklara uymasını yasaklayan, onların kendisine ve müminlere yönelik baskılarını umursamamasını telkin eden, sadece Allah'a dayanmasını ve O'nun yardımının sağlayacağı güvenceyi yeterli görmesini isteyen bir direktifle noktalanıyor. Okuyalım:

"Kafirlere ve münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine aldırma; Allah'a güven; koruyucu olarak Allah sana yeter."

Bu sesleniş, kanun koyma, yönlendirme ve yeni sosyal düzenlemeler getirme konusu ele alınmadan önce, daha surenin başındayken yönetilen seslenişin aynısıdır. Burada fazla olarak Peygamberimize kafirlerden ve münafıklardan gelen baskıları umursamaması, onların hiçbir sözlerine ve düşüncelerine uymaması, onlara hiçbir konuda güvenmemesi telkin ediliyor. Çünkü tek dayanak Allah'tır;

"Koruyucu olarak Allah yeterlidir."

Görülüyor ki, Zeyd ve Zeynep olayının sunuluşuna ve değerlendirilmesine, evlatlıkların boşanmış eşleri ile evlenilebileceğine ve Peygamberimizin bu konuda ortaya koymakla görevlendirildiği pratik örnek meselesine geniş yer veriliyor. Bundan anlıyoruz ki, bu öncülüğü toplumun sindirmesi zor olmuş, vicdanlar yüce Allah'ın pekiştirmelerine ve açıklamalarına ihtiyaç duymuş, yüce Allah ile ilişkilerini güçlendirmeleri, O'ndan gelen önerilerin mutlaka rahmet ve gözetim içerdiklerinin bilincine varmaları gerekmiştir. Bu yeni uygulamayı hoşnutlukla gönül rızası ile ve teslimiyetle karşılamaları için vicdanların bu nitelikleri taşımaları şart olmuştur.

AİLENİN DÜZENLENMESİ

Surenin bu bölümü genel bir hükmü açıklayarak başlıyor. Bu hüküm, Kur'an'ın aile kurumunu düzenlemeye ilişkin bir yasasıdır. Yasa, cinsel ilişki kurmadan önce boşanan kadınlar konusundadır. Bu yasayı Peygamberimizin özel hayatını düzenleyen bazı hükümler izliyor. Sadece Peygamberimiz için geçerli olan bu hükümlerde O'nun eşleri ile ilişkileri, eşlerinin diğer erkekler ile ilişkileri, müslümanlar ile Peygamberimizin ailesi arasındaki ilişkiler açıklanıyor; bunların yanı sıra Peygamberimizin ve ailesinin Allah katındaki, melekler katındaki ve yüceler alemindeki saygınlığı vurgulanıyor.

Bölümün sonunda Peygamberimizin eşleri, kızları ve bütün mümin kadınlar için aynı derecede bağlayıcı olan bir hüküm yer alıyor. Bu genel hükümde kadınlara bir iş için ev dışına çıkarken tüm vücutlarını örtmeleri emrediliyor. Bu sıkı giyim, onların özgür ve namuslu kadınlar olduklarının bilinmesini sağlayarak şehirdeki münafıkların, ahlaksızların, dedikoducuların sataşmalarını ve dil uzatmalarını önleyecektir. Bölüm, söz konusu münafıklara ve dedikoduculara yönelik bir tehditle noktalanıyor; bu tehditte sözü geçen münafıklar ve dedikoducular, mümin kadınları rahatsız etmekten ve çıkardıkları söylentilerle toplumun huzurunu bozmaktan vazgeçmedikleri takdirde Medine dışına sürülecekleri bildiriliyor.

Bu yasalar ve direktifler, müslüman toplumu, islam düşüncesi uyarınca yeniden düzenlemeyi amaçlayan çabaların bir bölümünü oluşturur. Peygamberimizin özel hayatına ilişkin hükümlere gelince yüce Allah bu hükümleri açıklamakla bu ailenin hayatını bir kitap sayfası gibi gelecek nesillerin gözleri önüne sermeyi dilemiş ve bu amacı gerçekleştirmenin teminatını her zaman ve her yerde okunacak olan, hiçbir zaman elden düşmeyecek olan. Kur'an'ın sayfalarında görmüştür. Bu açıklamalar aynı zamanda, bu ailenin yüce Allah tarafından onurlandırışının da kanıtını oluşturur. Bu ailenin her işini doğrudan doğruya yüce Allah'ın kendisi üstlenmiş ve onu ölümsüz Kur'an'ın sayfalarında bütün insanlara sunmuştur.

Şimdi bu bölümün ilk ayetini inceleyelim:

49- "Ey iman edenler! Mü'min kadınları nikahlayıp da, henüz dokunmadan onları boşarsanız, onları iddet müddetince beklemeniz gerekmez. Kendilerine bağışta bulunarak onları güzellikle serbest bırakın."

Bakara suresinde cinsel ilişki kurulmadan boşanan kadınlara ilişkin hüküm şöyle açıklanmıştı:

"Kadınlara el sürmeden ya da mehirlerini belirlemeden onları boşamanızın sakıncası yoktur. Fakat eli geniş olan kendi gücüne göre ve eli dar olan da kendi gücüne göre olmak üzere onlara geleneklere uygun bir hediye versin. Bu iyilikseverler için bir borçtur.

Eğer kadınların mehirlerini belirler de onları el sürmeden boşarsanız, kendilerinin ya da nikahlarını kıymaya yetkili erkeğin bağışlaması durumu dışında belirlediğiniz mehrin yarısını ödemeniz gerekir. Bağışlamanız (mehrin tamamını bırakmanız) takvaya daha yakındır. Birbirinize karşı erdemli olmayı unutmayınız. Hiç kuşkusuz ne yaparsanız Allah onu görür." (Bakara, 236-237)

Görüldüğü gibi cinsel ilişki kurulmadan boşanan kadının eğer mehri belirlenmiş ise kendisine bu mehrin yarısının verilmesi gerekir. Eğer mehri belirlenmemiş ise kendisine uygun bir hediye verilir. Bu hediyenin değeri boşayan erkeğin mali durumunun genişliği ve darlığı ile orantılı olur.

Cinsel ilişki kurulmadan boşanan kadın konusunda Bakara suresinde olmayıp da burada bulunan hüküm bu kadının boşanmayı izleyen "bekleme dönemi" ile ilgilidir. Bu ayette böyle bir bekleme dönemi geçirmenin gereksiz olduğu belirtiliyor. Çünkü boşayan erkek ile boşanan kadın arasında cinsel ilişki kurulmamıştır. Bekleme döneminin gerekçesi, boşanan kadının rahminin arınmasını sağlamak, sona eren evliliğin izini taşımadığından emin olmaktır. Amaç soy karışıklığına meydan vermemektir; yani ilerdeki kocanın soyundan olmayan çocuğun babası sayılmasına ya da eski kocanın soyundan gelen çocuğun babası sayılmasına yol açmamaktır. Ama eğer eşler arasında boşama öncesinde cinsel ilişki kurulmamış ise boşanan kadının rahminin boş olduğu bellidir. Bu yüzden bekleme süresi geçirmenin gereği yoktur. Ayetin o bölümünü okuyalım:

"Henüz dokunmadan onları boşarsanız, onları iddet müddetince beklemeniz gerekmez."

Bu cümleyi "Onlara bağışta bulununuz" buyruğu izliyor. Eğer evlenirken mehir belirlenmiş ise bu mehrin yarısı ödenir. Yok, eğer mehir belirlenmemiş ise kadına kocanın malı durumuna göre değeri değişecek uygun bir hediye verilir. Ayetin sonunu okuyoruz:

"Onları güzellik ile serbest bırakınız."

Yani bu eşlerinizi sıkmadan, üzmeden, kendileri ile inatlaşmadan ve yeni bir yuva kurmalarını engelleme hırsına kapılmadan tatlılıkla salıveriniz.

Surede yer alan bu genel hüküm, müslüman ümmetin sosyal hayatını düzenleme amacına yönelik çabaların bir parçasıdır.

PEYGAMBERİN HANIMLARINA KARŞI MÜSLÜMANLARIN DURUMU

Bundan sonraki ayette aynı anda nikah altında tutulabilecek kadın sayısının tavanını dört ile sınırlayan Nisa suresindeki ayetin inişinden sonra Peygamberimizin kaç kadın ile evli olabileceği ve bu konuda sadece kendine ve ailesine özgü hükümlerin neler olduğu açıklanıyor. Nikah altında bulundurulabilecek eş sayısına tavan getiren Nisa suresi ayetinde şöyle buyurulmuştu:

"Eğer gözetiminiz altındaki yetim kızlar ile evlendiğiniz takdirde onların haklarını gerektiği gibi gözetemeyeceğinizden korkuyorsanız, size nikahı düşen kadınların ikisi, üçü, ya da dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer onlar arasında adil davranamayacağınızdan korkarsanız tek kadınla evleniniz." (Nisa, 3)

Bu ayet indiği sırada Peygamberimiz dokuz kadın ile evli idi. Bu evliliklerin her birinin farklı bir özel gerekçesi vardı. Ayşe ve Hafsa, Peygamberimizin iki en yakın dostu olan Ebu Bekir'in ve Ömer'in kızları idiler. Ümmü Habibe Ebu Süfyan'ın; Ümmü Seleme ve Sevda, Zema'nın ve Zeynep, Huzeyme'nin kızları idi. Bu son dördü eşlerini yitirmiş "muhacir" kadınlardı, bu yüzden Peygamberimiz onları kayırmak, onurlandırmak istemişti. Bunların hiçbiri ne genç ve ne de güzel olmadıkları için onlar ile yapılan evliliklerin kayırma ve onurlandırma amacına yönelik olduğu apaçıktı.

Cahş kızı Zeyneb'e gelince Peygamberimizin onunla evlenmesinin nedenini yukarda incelemiştik. Bilindiği gibi Peygamberimiz onu evlatlığı Zeyd ile evlendirmiş, fakat yüce Allah'ın takdiri o yolda olduğu için bu evlilik başarısız olmuştu. Peygamberimiz, boşanmanın yıkımını telâfi etmek için onunla evlenmişti. Bunun böyle olduğunu bu evliliğin hikayesini okurken öğrenmiştik.

Bu dokuz eşin son ikisi Mustalak oğullarından Haris'in kızı Cuveyriyye ile Hayy b. Ahtap kızı Safiyye idi. Bu ikisi köle idi. Peygamberimiz kendilerine özgürlük verdikten sonra sırası ile onları eşleri arasına kattı. Maksadı kabileleri ile ilişkilerini güçlendirmek ve kendilerini kayırmak, onurlandırmaktı. Çünkü aileleri ağır baskılara uğradıktan sonra müslüman olmuşlardı.

Bu hanımlar "müminlerin anaları" oldular, Peygamberimizin yatağını paylaşma şerefini kazandılar, nikah altında tutulmaları ya da boşanmaları yolunda Peygamberimize "tercih hakkı" tanıyan aşağıdaki iki ayetin inişi üzerine yüce Allah'ı, Peygamber'i ve ahireti seçtiler.

Nikah altında bulundurulabilecek eş sayısını sınırlayan ayetin inmesi üzerine Peygamberimizden boşanmaya yanaşmak istemediler. Yüce Allah da onların bu arzularını kırmayarak Peygamberimizi söz konusu sınırlamanın dışında tuttu; o sırada nikahı altında bulunan eşlerinin hepsi ile evli kalmasını serbest kıldı, bu eşlerinin tümünü O'na helal saydı. Arkasından bu eşlere yenisini eklemesini ya da içlerinden birini bir başka kadınla değiştirmesini yasakladı. Başka bir deyimle bu ayrıcalık sadece onların kendilerine özgü idi. Amaç Allah'ı, Peygamberimizi ve ahireti seçen bu saygın kadınları Peygamberimizin eşi olma şerefinden yoksun bırakmamaktı. İşte şimdi okuyacağımız ayetler bu ilkeleri açıklamaktadırlar:

50- "Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin eşlerini, Allah'ın sana ganimet olarak verdiği cariyelerini, seninle beraber hicret eden amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını, teyzelerinin kızlarını ve peygamber nikahlamayı dilediği takdirde mü'minlerden ayrı sırf sana mahsus olmak üzere, kendisinin mehrini Peygambere hibe eden mü'min kadını almanı helal kılmışızdır. Biz zorluğa uğramaman için mü'minlerin eşleri ve cariyeleri hakkında onların üzerine neyi farz kılmış olduğumuzu bildirmiştik. Allah bağışlayandır, merhamet edendir."

51- "Ey Muhammed! Onların dilediğini geri bırakır dilediğini de yanına alırsın. Kendilerinden uzak durduğun kadınlardan arzu ettiğini tekrar yanına almanda, senin üzerine bir günah yoktur. Bu onların gözlerinin aydın olmasını, üzülmemelerini, hepsine verdiğin şeylere razı olmalarını daha iyi sağlar. Allah kalplerinizde olanı bilir; Allah bilendir, halimdir."

52- "Ey Muhammed! Bundan sonra artık sana başka kadınlarla evlenmen, bunları başka eşlerle değiştirmen, güzellikle hoşuna gitse bile sana helal değildir. Ancak elinin altında bulunan cariyeler hariç, Allah her şeyi gözetleyicidir."

Bu ayetlerin birincisinde nitelikleri belirtilen kadınlar ile evli kalmak, Peygamberimize helal kılınmıştı. Bunlar sayıca dörtten fazla da olabilirlerdi. Oysa Peygamber dışındaki müslüman erkeklerin dörtten fazla eşle evli olmaları yasaklanmıştı. Ayette nitelikleri belirtilen Peygamber eşleri şunlardı: Peygamberimiz tarafından mehirleri ödenen eşleri. Savaş esirlerinden payına düşen köleler. Kendisi ile birlikte Mekke'den Medine'ye göçen ve aynı zamanda dayı, teyze, hala kızları olan eşleri. Eğer bu sınıftan olan eşleri kendisi ile birlikte göç etmedi ise nikahı altında kalamıyorlar. Bu hükmün amacı göç eden kadınları kayırmak, ödüllendirmektir. Bir de gönüllü olarak Peygamberimiz ile evlenmek isteyen ve mehir istemeyen velisiz kadınlar. Peygamberimiz bunları nikahlamak isterse onlar da dört eş sınırlamasının dışında kalacaklardı. Peygamberimizin bu tanıma uyan bir kadınla evlenip evlenmediği tartışma konusudur. En güçlü ihtimal, böylesine gönüllü olarak kendisi ile evlenmek isteyen kadınları başka erkekler ile evlendirdiği yolundadır.

Yüce Allah bu serbestliği sırf Peygamberimize tanımıştı. Çünkü O erkek kadın bütün müminlerin koruyucusu, kayırıcısı idi. Onun dışındaki erkekler eşleri ve cariyeleri konusunda yüce Allah'ın koyduğu sınırlamalara uymak zorunda idiler. Böylece Peygamberimize "sınırlama" ayetinden önce nikahladığı eşleri ile evliliğini sürdürme ve şahsını kuşatan özel şartlara uyum gösterme kolaylığı tanınmış oluyordu.

Bunun yanı sıra Peygamberimiz kendisi ile gönüllü olarak evlenmek isteyen kadınlardan dilediğini nikahlayabilecek ve dilediğinin isteğini sonraya bırakabilecekti. Ayrıca sonraya bıraktığı gönüllü kadınlar arasında ilerde dilediği ile evlenebilecekti. Bu arada dilediği eşi ile yatabilecek ve dilediği ile yatmayı sonraya bırakabilecekti. Okuyoruz:

"Bu, onların gözlerinin aydın olmasını, üzülmemelerini, hepsine verdiğin şeylere razı olmalarını daha iyi sağlar."

Böylece Peygamberimizin içinde bulunduğu özel şartlar, kendisine yönelik arzular ve onunla birlikte yaşama şerefine dönük özlemler gözetilmiş oluyordu. Yüce Allah bu arzuları biliyor, onları bilgisi ve hoşgörüsü uyarınca kanalize ediyordu. Okuyalım:

"Allah, kalplerinizde olanı bilir. Allah bilendir, halimdir."

Arkasından Peygamberimizin eşlerini sayıca ve ismen donduran yasaklayıcı ayet indi. Bu ayette Peygamberimizin sadece eşlerinin sayısı sınırlanmıyordu, aynı zamanda kişi olarak da donduruluyorlardı, yani Peygamberimiz sayı tavanına bağlı kalsa bile onlardan herhangi birini bir başka kadınla değiştiremeyecekti. Bu yasaklamadan önce yukarıda saydığımız eşlerine bir başkasını eklediği yolunda elimizde bilgi yoktur. Okuyoruz:

"Ey Muhammed, bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmen, bunları başka eşler ile değiştirmen, güzellikleri hoşuna gitse bile sana helal değildir. Yalnız elinin altında bulunan cariyeler hariç."

Peygamberimizin cariyelerinin sayısı ve kimlikleri ve sınırlamanın dışında tutulmuştu. İstediği sayıda cariyeye sahip olabilecekti. Ayetin sonunu okuyalım: "Allah her şeyi gözetleyicidir."

Mesele bu gözetlemeye ve bu gözetimin altında bulunan duygusunun kalplerdeki güçlülük derecesine bağlanmıştır.

Hz. Aişe'nin verdiği bilgiye göre Peygamberimizin eşlerinin sayısını ve kimliklerini donduran bu yasak O'nun ölümünden önce kaldırılmış ve kendisine sınırsız evlenme özgürlüğü tanınmıştı. Fakat sınırlamanın kalkmasına rağmen eşlerine başka birini eklememiş, yukarda sayılan eşleri "mü'minlerin anneleri" olarak kalmıştı.

Daha sonraki ayetlerde gerek Peygamberimizin sağlığında ve gerekse ölümünden sonra müslümanlar ile O'nun ailesi ve "mü'minlerin anneleri" olan eşleri arasındaki ilişkileri düzenleyen açıklamalar gündeme geliyor. Bu açıklamalarda o günkü toplumun somut bir olgusu sergileniyor. Bu olgu şudur: Bazı münafıklar ile hasta kalpli sapıklar Peygamberimizi ailesi ve eşleri konusunda rahatsız ediyorlardı. Okuyacağımız ayetlerde bu kimseler sert bir dille uyarılıyor; davranışlarının Allah katında ne kadar iğrenç ve aşağılık olduğuna dikkatleri çekiliyor; kalplerindeki gizli hilelerin ve kötü duyguların yüce Allah tarafından bilindiği gerçeği ile tehdit ediliyorlar. Okuyalım:

53- "Ey inananlar! Peygamberin evlerine, yemeğe çağrılmaksızın vakitli vakitsiz girmeyin; fakat davet edilirseniz girin ve yemeyi yiyince dağılın. Sohbet etmek için de gidip oturmayın. Bu haliniz peygamberi üzüyor, o da size bir şey söylemeye çekiniyordu. Allah gerçeği söylemekten çekinmez. Peygamber eşlerinden bir şey isteyeceğinizde onu perde arkasından isteyin. Bu sayede sizin kalplerinizde onların Kalplerde daha temiz kalır. Allah'ın Peygamberini üzmeniz ve O'ndan sonra eşlerini nikahlamanız asla caiz değildir. Çünkü bu Allah katında büyük bir günahtır."

54- "Bir şeyi açıklasanızda gizleseniz de Allah şüphesiz hepsini bilir.

Buhari'nin güvenilir bir rivayet zincirine dayanarak bildirdiğine göre saha-bilerden Enes b. Malik şöyle diyor:

"Peygamberimiz Cahş kızı Zeynep ile evlenirken bir düğün yemeği vermişti. Konukları yemeğe ben çağırmıştım. Bir grup konuk geliyor, yemek yiyip çıkıyor, arkasından başka bir grup geliyor, onlar da yemek yiyip gidiyorlardı. Böylece yemeğe çağrılmadık hiç kimse bırakmamış, herkese yemek vermiştim. Bunun üzerine Peygamberimize "Ey Allah'ın Resulü, çağıracağım başka kimse kalmadı" dedim. O da "Öyleyse sofrayı kaldırın" dedi.

Bu arada üç grup konuk evde kaldı, konuşmaya dalmışlardı. Peygamberimiz evden çıkıp Ayşe'nin odasına gitti. `Selâmun aleyküm, ey eşim, Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerine olsun' dedi. Ayşe de O'na `Allah'ın selamı ve rahmeti senin de üzerine olsun; ey Allah'ın Resulü, yeni eşini nasıl buldun? Allah onu sana uğurlu etsin' diye karşılık verdi.

Arkasından diğer eşlerinin odalarını ziyaret etti. Hepsine Ayşe'ye söylediği sözleri söyledi ve hepsinden Ayşe'nin verdiği cevabın aynısını aldı. Sonra dönüp geldi. .İçeri girdiğinde o üç grup hala evdeydi ve konuşmaya devam ediyorlardı. Peygamberimiz son derece çekingen ve utangaç bir insandı. Bu yüzden geri dönerek tekrar Ayşe'nin odasına gitti. Bir süre sonra ya ben ya da bir başkası konukların gittiklerini kendisine haber verince eve döndü. Kapıdan girmek üzere bir adımını eşikten içeri atmış, öbür ayağı henüz dışardayken aramıza perde gerildi ve tam o sırada `hicap' ayeti indi."

Az önce okuduğumuz iki ayet, evlere girip çıkmaya ilişkin bazı edep kurallarını içeriyor. Cahiliye dönemi araplarının bu kurallardan haberleri yoktu. Peygamberimizin evine girerken bile bu tür kurallar gözetmiyorlardı. Halk, birbirlerinin evlerine, sahiplerinden izin almadan giriyordu. Nur suresinin izin alarak evlere girilmesi gerektiği yolundaki ayetlerini açıklarken bu konuya değinmiştik.

Bu pervasızlık Peygamberimizin evlerine girerken daha çok kendini gösteriyordu. Çünkü bu evler halk için gökten inen bilgi ve hikmetin merkezleri haline gelmişlerdi. Bu yüzden bazı araplar Peygamberimizin evlerine ulu-orta giriyorlar, ocakta yemek olduğunu gördüklerinde davet edilmeyi beklemeden yemeğe kalıyorlardı. Bazıları yemekten sonra da oturmaya devam ederek aralarında konuşmaya dalıyorlardı. Bunu davet edilerek gelenler gibi çağrısız olarak eve dalanlar da yapıyorlardı. Böyle yaparken Peygamberimizi ve ailesini rahatsız ettiklerini hiç düşünmüyorlardı.

Nitekim elimizdeki bilgiye göre yukarda sözünü ettiğimiz o üç grup düğün yemeğinden sonra sohbete daldıklarında evin yeni gelini, yani Cahş kızı Zeynep yüzünü duvara dönüp oturmak zorunda kalmıştı. Peygamberimiz ise bu sıkıcı konuklarını uyarmaktan utanıyordu; ziyaretçilerini gücendirmekten, utandırmaktan çekiniyordu. O kadar utangaçtı. Bu yüzden yüce Allah, O'nun yerine gerçeği o kaba konukların yüzlerine vurmak gereğini duymuştu. Çünkü;

"Allah gerçeği söylemekten çekinmez."

Nitekim kadın-erkek ilişkileri konusundaki engin duyarlılığı ile tanınan Hz. Ömer, Peygamberimize dokunulmazlığı ve kadın giyimini disipline bağlamayı öneriyor ve yüce Allah'ın bu yolda emir vermesini diliyordu. Sonunda bu konuyu çözüme bağlayan ayetler inince Hz. Ömer'in önerisi kabul edilmiş, duyarlığı tatmin edilmiş oldu.

Buhari'nin güvenilir bir rivayet zincirine dayanarak bildirdiğine göre sahabilerden Enes b. Malık bu konuda şöyle diyor:

"Bir defasında Ömer, Peygamberimize `Ey Allah'ın Resulü, senin evlerine iyi-kötü herkes giriyor. Mü'minlerin annelerine (eşlerinize) örtünmelerini emretsen " daha iyi olmaz mı?' Bunun üzerine örtünmeye ilişkin ayet indi.

Bu sırada inen ayetlerin birincisi insanlara, o günün araplarına şunları öğretiyor: Peygamberin evlerine izinsiz girmemelidirler. Eğer yemeğe çağrılı iseler bu çağrıya cevap vereceklerdir. Fakat yemeğe çağrılmadıkları halde oturup ocaktaki yemeğin pişmesini beklememelidirler! Yemekten sonra çıkıp gitmeli, evde kalıp gevezeliğe dalmamalıdırlar.

Günümüzdeki müslümanların da, bir çoklarının ihmal ettiği, bu edep kurallarına şiddetle ihtiyaçları vardır. Günümüzde yemeğe çağrılan bazı konukların yemekten sonra evde kalarak gevezeliğe daldıkları görülür. Hatta bu gevezelik yemek masasında sürdürülür. Eğer ev halkı islam edebinin bazı kalıntılarını hala kişiliklerinde taşıyan kimselerse sıkıntıdan patlayacak gibi olurlar. Fakat pişkin konuklar daldıkları gevezeliklerini hararetle sürdürürler, evdekilerin tedirginlikleri hiç umurlarında bile değildir. İslamın edep kuralları her duruma cevap verir, her ihtiyacı karşılar. Yeter ki, yüce Allah'tan gelen bu tutarlı kurallara uyalım.

Ayetin ortalarında Peygamberimizin eşleri ile yabancı erkekler arasında bir perde bulunması gerektiği belirtiliyor. Okuyoruz:

"Peygamber eşlerinden bir şey istediğinizde onu perde arkasından isteyiniz."

Ayetin devamında böyle bir perdenin bulunmasının her iki tarafın kalplerinin temiz kalmasına yarayacağı açıklanıyor. Okuyalım:

"Bu sayede sizin kalpleriniz de onların kalpleri de daha temiz kalır."

Öyleyse hiç kimse ortaya çıkıp da yüce Allah'ın buyurduğunun tersini söylemesin. Şu tür sözleri kasdediyorum: Kadınlar ile erkeklerin bir arada bulunmaları, perdesiz ve "örtünme"siz bir arada yaşamaları, birbirleri ile serbestçe konuşmaları, buluşmaları, oturup kalkmaları, birlikte çalışmaları daha iyidir. Böyle olunca karşıt cinslerin kalpleri temiz olur, içlerinden kötülük geçmez, bastırılmış cinsel duygular kanalize olur; karşıt cinsler birbirlerine karşı terbiyeli ve nazik olurlar, davranışları incelir. Yüce Allah'ın kimi zavallı, nasipsiz, kendini bilmez ve aşağılık kulları sık sık böyle laflar ederler.

İşte onlar için söylüyorum. Yüce Allah "Peygamber eşlerinden bir şey isterken onu perde gerisinden isteyiniz. Bu sayede sizin kalpleriniz de, onların kalpleri de daha temiz olur" diye buyururken hiç kimse kalkıp da bunun tersini söylemesin.

Hem yüce Allah bu sözleri "mü'minlerin anneleri" olan temiz Peygamber eşleri ile Peygamberin arkadaşları olan ilk müslümanlar için, yani hiç kimsenin boy ölçüşmeye kalkışamayacağı derecede seçkin insanlar için söylüyor. Eğer yüce Allah bir konuda bir şey der de O'nun kullarından biri aynı konuda başka bir şey söylerse söz, yüce Allah'ın sözüdür ve diğer herkesin sözü boştur. Bu türden bir kul sözünü hiç kimse ağzına almaya kalkışmaz. İnsanların bu tür saçma sözleri ağızlarına alabilmeleri için ölümlü kulların, insan psikolojisini bu kulların tümünün yaratıcısı olan, ölümsüz Allah'tan daha iyi bildiklerini iddia etmeleri gerekir.

Oysa elle tutulur, somut gerçek yüce Allah'ın doğru, buna karşılık yüce Allah'ın buyruğu ile çelişen sözleri söyleyenlerin yalan söylediklerini haykırıyor. Günümüzde dünyanın her tarafında yaşanan tecrübeler bu sözlerimizi doğrulamaktadır. Sınırsız "karma-hayat" düzeninin egemen olduğu ülkelerde görülen ahlâk bunalımı bu sözlerimizin en kesin, en açık kanıtıdır. "Karma.-hayat" düzeninin en iğrenç meyvalarını devşiren Amerika, bu tür ülkelerin en başında gelir.

Evet, ayette açıklanıyor ki, Peygamber'in evlerine gelen konukların çağrılı olmadıkları halde yemeğin pişmesini beklemeleri ve yemekten sonra da evde kalarak sohbete dalmaları O'nu rahatsız ediyor, fakat aşırı nazikliğinden dolayı onlara bir şey diyemiyor. Ayetin sonunda da müslümanların Peygamberi rahatsız etmemeleri ve ölümünden sonra O'nun eşleri ile evlenmemeleri gerektiği belirtiliyor. Çünkü O'nun eşleri mü'minlerin anneleri gibidirler. Peygamber ile bu kadınlar arasındaki özel konum, O'nun ölümünden sonra onlarla hiç kimsenin evlenmemesini gerektirir. O ailenin dokunulmazlığı, saygınlığı ve ayrıcalıklı konumu ancak bu şekilde gözetilmiş olur. Okuyoruz:

"Allah'ın Peygamberini üzmeniz ve O'ndan sonra eşlerini nikahlamanız asla caiz değildir"

Elimizdeki bilgilere göre münafıklardan biri Hz. Ayşe ile evlenebilmek için Peygamberimizin ölmesini bekliyormuş! Ayetin sonunu okuyoruz:

" Çünkü bu, Allah katında büyük bir günahtır."

Herhangi bir hareketin yüce Allah katında "büyük günah" sayılmasından daha korkunç bir şey düşünülebilir mi?

Fakat bu korkunç uyarı ile yetinilmiyor, buna yine aynı derecede korkunç bir tehdit ekleniyor. Okuyalım:

"Bir şeyi açıklasanız da, gizli tutsanız da, hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir." Demek ki, bu mesele ile doğrudan doğruya yüce Allah ilgileniyor. O gizli açık bütün duyguları bilir. Bütün düşüncelerden, bütün gizli niyetlerden haberdardır. Bu mesele O'nun için son derece önemlidir. İsteyen O'nun bu konudaki buyruğunu çiğnesin. O zaman O'nun son derece korkunç ve mahvedici darbesinin altında ezilir.

Bu uyarıcı ve tehdidi izleyen ayette Peygamber eşlerinin hangi erkeklerin karşısına saklanma kaygısı taşımadan çıkabilecekleri açıklanıyor. Okuyoruz:

55- "Onlara (Peygamber hanımlarına); babaları, oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, hizmetçi kadınları ve cariyeleri hakkında bir günah yoktur. Ey Peygamber hanımları, Allah'tan korkun, şüphesiz Allah, her şeyi görmektedir."

Burada sayılan erkekler ile sıkıca örtünmeden görüşmek bütün müslüman kadınlara serbest bırakılmıştır. Acaba sadece Peygamberimizin eşlerine seslenen bu özel ayet mi, yoksa Nur suresindeki tüm müslüman kadınlara seslenen genel hükümlü ayet mi daha önce indi? Bunu belirleyemedim. Herhalde hüküm önce Peygamber eşlerine özgü idi de sonra genellik kazandı. Bu ihtimal, söz konusu yükümlülüğün niteliğine daha uygun düşer.

Yüce Allah'ın "Ey Peygamber eşleri, Allah'tan korkunuz, şüphesiz Allah her şeyi görmektedir" diyerek bu direktif ile Allah korkusu arasında bağ kurması, O'nun her şeyden haberdar olduğunu hatırlatması, dikkatlerimizden kaçmamalıdır. Allah korkusu, Allah denetimi böylesine duyarlı noktalarda sürekli olarak karşımıza çıkarılır. Çünkü Allah korkusu ilk ve son güvencedir. Bu duygu kalplerin göz açtırmak ve gözlerini kırpmaz, uyanık gözetleyicisidir.

Ayetlerin devamında Peygamberimizi, gerek şahsı ve gerekse ailesi ile ilgili olarak üzenlere, rahatsız edenlere yönelik uyarılar ve çirkin davranışlarına dönük kınamalar yineleniyor. Bu uyarılar iki yoldan yapılıyor: Birinci yolunda Peygamberimiz övülüyor, gerek yüce Allah katındaki gerekse yüceler alemi nezdindeki itibarı konumu vurgulanıyor. Öbür uyarı türünde Peygamberimizi üzmenin, yüce Allah'ı üzmek anlamına geldiği, bunun Allah katındaki cezasının da dünyada ve ahirette O'nun rahmetinden kovulmak ve bu çirkin işe denk düşecek bir azaba çarpılmak olduğu belirtiliyor. Okuyoruz:

56- "Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamberi överler Ey inananlar! siz de O'nu övün, O'na salat ve selam getirin."

57- `Allah'ı ve Peygamberini inciltenlere, Allah, dünyada da ahirette de lanet eder; onlar için alçaltıcı bir azab hazırlamıştır."

Ayetin orijinalinde Allah'ın ve meleklerin, Peygamberimize "selât" ettikleri belirtiliyor. Yüce Allah'ın, Peygamberimize "selât" etmesi, O'nu yüceler aleminde övgü ile anması anlamına gelir. Meleklerin O'na "selât" etmeleri de Allah katında O'nun için dua etmeleri demektir.

Aman Allah'ım, bu ne erişilmez derece! Yüce Allah'ın, Peygamberimize yönelik övgüsünü bütün evren tekrarlıyor. Bu övgünün ışığı bütün evrene yayılıyor. Evrenin bütün parçaları bu övgüye yine aynı övgü ile cevap veriyor. Bu ezeli, ebedi, sürekli ve kesintisiz övgü evren bütününün özüne siniyor. Bu nimetten, bu onurdan sonra artık başka bir nimet ve onur düşünülemez. Yüce Allah'ın ve meleklerin "selât-ü selam"ından sonra artık insanların "selât-ü selam"ının ne yeri olabilir? Fakat yüce Allah, mü'minlerin Peygamberimize yönelik "selât-ü selam''larını kendi "selât-ü selam"ı ile yan yana getirerek onları şereflendirmek; onları, bu yoldan yüce, ezeli ve onur verici ufuklara yükseltmek istemiştir.

Yüce Allah'ın bu övgüsünün ışığı altında insanların Peygamberimizi üzmeleri, rahatsız etmeleri son derece çirkin, aşağılık, iğrenç ve lânetlik bir davranış olarak biliniyor. Ayeti bir kere daha okuyalım:

"Allah'ı ve Peygamberini incitenlere Allah, dünyada da ahirette de lânet eder onları alçaltıcı bir azap beklemektedir."

Peygamberimizi incitmenin yüce Allah'ı incitmek demek olması ve bu çirkin eylemin O'nun kullarınca, O'nun zavallı yaratıklarınca işlenmiş olması eylemin iğrençliğini kat kat arttırmaktadır. Gerçekte bu zavallılar yüce Allah`ı incitemezler, böyle bir işe elleri ermez. Fakat bu ifade, yüce Allah'ın, Peygamberinin incitilmesinden kaynaklanan duyarlılığını dile getiriyor. Bu incitme sanki yüce zatına yönelik bir incitmedir. Ne kadar iğrenç, ne kadar çirkin, ne kadar yüz kızartıcı!

Bir sonraki ayette erkek-kadın bütün müminlere yönelik "incitme" eylemleri de kınanıyor. Mümin erkeklere ya da kadınlara iftira atanlar, onlara işlemedikleri suçları yakıştıranlar, uydurma kusurlarla onları küçük düşürmeye kalkışanlar azarlanıyor. Okuyoruz:

58- "Mü'min erkek ve kadınları, yapmadıkları bir şeyle suçlayıp inciltenler, iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olurlar."

Azarın tonundaki bu ağırlıktan şunu anlıyoruz: O günlerin Medine'sinde erkek ve kadın müminlere karşı entrikalar çevirmeyi, çirkin söylentiler yayarak onların adlarını karalamayı, başlarına çorap örmeyi, onları asılsız suçlarla suçlamayı iş edinen bir grup vardı. Aslında bu kötü eğilim her zaman ve her yerde yaygındır. Yani mümin erkekler ve mümin kadınlar, her toplumda kötü niyetli sapıkların, münafıkların ve hasta kalplilerin sürekli entrikaları ile yüz yüzedirler. Yüce Allah, burada onlar adına bu entrikalara cevap veriyor; müminlerin düşmanlarının alınlarına suçluluk ve iftiracılık damgasını vuruyor. Hiç şüphesiz en doğru söz O'nun sözüdür.

Daha sonra yüce Allah Peygamberimize eşlerine, kızlarına ve bütün mümin kadınlara özel işleri için dışarı çıktıklarında tüm vücutlarını, başlarını ve gerdanlarını bol bir örtü ile sıkıca örtmelerini söylemeyi emrediyor. Bu kılık edepli kadınları edepsizlerden ayıracak ve edepli kadınları kötü amaçla erkeklerin sataşma girişimlerinden koruyacaktır. Namuslu kadınların kılıkları ile belli olmaları ve ağırbaşlılıkları sataşacak kadın arayan kadın avcılarını utandıracak caydıracaktır. Okuyoruz:

59- "Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle: Bir ihtiyaç için dışarı çıktıklarında örtülerini üstlerine alsınlar, vücutlarını örtsünler. Bu onların hür ve namuslu bilinmelerini ve bundan dolayı inciltilmemelerini daha iyi sağlar. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."

Tefsir bilgini bu ayeti açıklarken şöyle diyor: O yıllarda Medine'de bazı ahlâksız erkekler vardı. Bunlar gece karanlık basınca Medine sokaklarına çıkar, kadınlara sataşırlardı. O yılların Medine evleri dar ve basitti. Bu yüzden gece olunca kadınlar abdest bozmak amacı ile dışarı çıkarlardı. Sözü geçen ahlâksız erkekler de bunu kollarlardı. Sıkı örtünmüş kadın görünce "bu köle olmayan, özgür bir kadındır" diyerek ondan uzak dururlardı. Fakat sıkıca giyinmemiş kadın gördüklerinde "bu köledir" diyerek üzerine çullanırlardı.

Bir başka tefsir bilgini olan Mücahid de bu ayeti açıklarken şunları söylüyor: Kadınlar bol örtüye bürünerek köle olmadıklarını, özgür kadınlar olduklarını belli ederler. Öyle olunca ahlâksız kadın avcıları onlara sarkıntılık etmez, kimlikleri konusunda kuşkuya düşmezdi. Ayetin sonunda "Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir" buyuruluyor. Yani kadınların cahiliye döneminde bu sıkı örtünme kuralına uymamaktan doğan kusurlarını bağışlar. Çünkü o dönemde bu kuralı bilmiyorlardı.

Bu ayetlerde arap toplumunu ahlâksızlıklardan arındırma uğruna harcanan sürekli çabayı, bütün fitne ve anarşi sebeplerini ortadan kaldırmak için yapılan sıkı telkinleri, fitnenin ve anarşinin alanını mümkün olduğu kadar daraltmak için gösterilen özeni görüyoruz. Amaç islam geleneklerini topluma tam anlamı ile yerleştirmek, egemen kılmaktır.

Bölümün sonunda müslüman toplum arasında birliği sarsıcı dedikodular yayan münafıklara, hasta ruhlu kimselere ve bozgunculara yönelik bir tehdit ile karşılaşıyoruz. Bu kesin ifadeli, sert tehdidin içeriği şudur: Eğer bu bozguncular bu kötü tutumlarını değiştirmezlerse, mümin erkek ve kadınları rahatsız etmek-ten ve toplumsal huzuru bozmaktan vazgeçmezlerse Peygamberin sert önlemleri ile karşı karşıya kalacaklardır. Daha önce yahudilere uyguladığı sert önlemleri onlar hakkında da yürürlüğe koyacaktır. Açıkçası onları Medine'den sürerek şehrin havasını pisliklerinden arındıracaktır. Bu amaçla can dokunulmazlıkları kalkacak, nerede yakalanırlarsa öldürüleceklerdir. Bu önlemler, yüce Allah'ın yasasının gereği idi. Daha önce Peygamber eli ile yahudiler hakkında uygulandığı gibi vaktiyle toplumlarının huzurunu bozan diğer kötülük düşkünlerine de uygulanmıştı

60- "İki yüzlüler, kalplerinizde fesat bulunanlar, şehirde bozguncu haberler yayanlar, eğer bundan vazgeçmezlerse, andolsun ki seni onlarla mücadeleye davet ederiz; sonra çevrende az bir zamandan fazla kalamazlar."

61- "Lanetlenmiş olarak, nerede bulunurlarsa yakalanır ve öldürülürler."

62- "Allah'ın geçmiş milletlere uyguladığı yasa budur ve Allah'ın yasasında bir değişme bulamazsın."

Bu kesin sözlü ve sert tehditten, yahudi kökenli Beni Kureyze kabilesinin sürülüşünden sonra müslümanların Medine'de ne kadar güçlendiklerini, islam devletinin kent üzerindeki egemenliğinin ne kadar pekiştiğini anlıyoruz. Bu kesin egemenliğin doğal sonucu olarak münafıklar kuytu köşelere çekilmek zorunda kalmışlardı. Sadece gizli komplolar düzenleyebiliyorlar, açıkça ortaya çıkmaya cesaret edemiyorlardı. Sürekli tehdidin ve korkunun soluğunu enselerinde hissediyorlardı.

Surenin bu son bölümünde insanların kıyametin ne zaman kapacağına ilişkin Peygamber efendimize yönelttikleri soruları, işi alaya alarak kıyametin bir an önce kopmasını istemeleri ve bu konudaki kuşkuları söz konusu ediliyor. Bu soruya verilen cevapta meselenin yüce Allah'ı ilgilendirdiği vurgulanıyor. Bunun yanı sıra kıyametin yakın olduğu ve onları farkında olmadan ansızın yakalama ihtimalinin çok yüksek olduğu belirtilerek sakındırılıyorlar. Ardından surenin akışı bir kıyamet sahnesini sunuyor ki, kıyametin bir an önce kopmasını isteyenler için pek de sevindirici değil. O gün yüzleri cehennem ateşinde evirilip çevriliyor. O gün dünyadayken Allah'a ve Peygamberine uymadıklarına pişman oluyorlar. O gün dünyadaki önderlerinin ve büyüklerinin iki kat azaba çarptırılmalarını istiyorlar. Bu sahne hiç kimsenin bir an önce gerçekleşmesini isteyemeyeceği korkunç bir sahnedir. Sonra surenin akışı onları bu kıyamet sahnesinden alıp tekrar şu yeryüzüne getiriyor. Bu döndürme ile güdülen amaç, müminlerin Hz. Musa'ya eziyet eden, ona -daha sonra yüce Allah'ın suçsuzluğunu ortaya koyduğu- çeşitli suçlamalarda bulunan İsrailoğulları gibi davranmaktan sakındırmaktır. -Öyle anlaşılıyor ki, bu sakındırma fiilen yaşanmış bir olaya karşılık olmuştur. Belki de bazılarının Peygamberimizin arap geleneğine ters düşerek evlatlığının boşadığı Zeynep'le evlenmesi hakkında ileri geri konuşmalarıdır söz konusu olan-. Bunun yanı sıra surenin akışı müminleri, dedikodu yapmaktan, birini ayıplamaktan uzak yapıcı, doğru söz söylemeye çağırıyor. Yüce Allah'ın işlerini iyileştirmesinin, günahlarını bağışlamasının buna bağlı olduğunu vurguluyor. Allah'a ve Peygamberine itaat etmeye teşvik ederek, buna karşılık olarak kendileri için hazır bekletilen büyük lütuf hatırlatıyor.

Sure derin etkili ve ürpertici bir mesajla son buluyor. Göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten kaçındığı, buna karşın insanın yüklendiği bu büyük, bu dehşet verici, bu ağır emanete ilişkin bir mesajla noktalanıyor. Bu yüce Allah'ın, verilecek karşılığın amele göre düzenlenmesine ilişkin planının tamamlanması ve insanın kendi isteğiyle seçtiği ve tercih ettiği şeylerden dolayı sorguya çekilmesi amacına yöneliktir. "Allah münafık erkeklere ve münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azap etsin; mü'min erkeklerin ve mü'min kadınların tevbesini kabul etsin. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (Ahzab Suresi, 73)

Peygamber efendimizin uzun uzun anlattığı; uzun süre korkuttuğu ve Kur'an-ı Kerim'in okuyan kişinin adeta görebileceği şekilde sahnelerini anlattığı kıyametin ne zaman kopacağını sık sık Peygamberimizden soruyorlardı. Kıyamet gününü soruyorlardı, bu günün bir an önce gelmesini istiyorlardı. Bu acelecilikleri bundan kuşku duydukları yahut yalanladıkları veya alaya aldıkları anlamını taşıyordu. Bu anlamlar soranların kişiliklerine, imana yakınlık veya uzaklıklarına göre değişiyordu.

63- "Ey Muhammed! İnsanlar senden kıyametin zamanını soruyorlar. De ki: "Onun bilgisi Allah katındadır, ne bilirsin, belki de zaman ya-kındır."

Kıyametin ne zaman kopacağına ilişkin bilgi, yüce Allah'ın sırf kendisine özgü kıldığı ve aralarında Peygamberler ile önde gelen melekler de olmak üzere canlılardan hiçbirisinin bilmesini istemediği gaybın kapsamındadır. İman ve islamın gerçek mahiyetine ilişkin hadiste şu açıklama var: Abdullah b. Ömer r.a. babası Hz. Ömer r.a: in şöyle dediğini anlatır: Bir gün Peygamber efendimizin yanında oturduğumuz bir sırada birden bembeyaz elbiseli, simsiyah saçlı bir adam çıkageldi. Adamın üzerinde yolculuk belirtileri yoktu ve hiç birimiz onu tanımıyorduk. Sonra gelip Peygamber efendimizin karşısında oturdu, dizlerini Peygamberimizin dizlerine dayandırdı, ellerini de dizlerinin üzerine koydu ve şöyle dedi: "Ey Muhammed, bana islamı anlat". Peygamberimiz: "İslam; Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in onun kulu ve Peygamberi olduğuna şahitlik etmen; namaz kılman, zekat vermen, Ramazan orucunu tutman, imkan bulursan Kâbe'ye hac etmendir" dedi. Adam "Doğru söyledin" dedi. Biz şaşırmıştık, hem soruyor hem de tasdik ediyor, diye. Sonra adam "Bana imanı anlat" dedi. Peygamber efendimiz: "İman; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kıyamet gününe, kaderin hayır ve şerrine inanmandır" dedi. Adam tekrar "Doğru söyledin" dedi. Bu sefer "Bana "İhsan'ı anlat" dedi. Peygamberimiz: "İhsan; Allah'ı görüyor gibi O'na ibadet etmektir. Çünkü sen onu görmüyorsan da O seni görüyor" dedi. Adam "Peki kıyamet ne zaman kopacak?" diye sordu. Peygamberimiz: "Bu konuda kendisine soru sorulan sorandan daha fazla bir bilgiye sahip değildir" dedi. Sonra Peygamberimiz bize, "Bu Cebrail'di size dininizi öğretmek için gelmişti" dedi. (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai)

Kendisine soru sorulan Peygamber efendimiz soran da Hz. Cebrail'dir. Ve ikisi de kıyametin ne zaman kopacağını bilmiyorlar: "De ki; Onun bilgisi Allah katındadır." Kıyamete ilişkin bilgi, Allah'ın kullarından hiç birine değil, sadece Allah'a özgüdür, onun tekelindedir.

Yüce Allah bunu, kendisinin bildiği bir hikmete dayalı olarak takdir etmiştir. Biz bu hikmetin bir yönünü algılayabiliyoruz: Buna göre yüce Allah, insanlar hep ondan sakınsınlar, sürekli onu hatırlasınlar ve ansızın gelip çatmasına karşı hazırlıklı olsunlar diye kıyametin kopacağı günü gizlemiştir. Kuşkusuz bu hazırlıklı olma durumu da yüce Allah'ın kendilerine iyilik dilediği, kalplerine takva duygusu yerleştirdiği kimseler için geçerlidir. Kıyametin kopacağının farkında olmayan ve her an onunla karşılaşma bilincinin verdiği uyanıklıktan yoksun bulunanlara gelince; onlar kendilerini aldatıyorlar, cehennem ateşinden korumuyorlar. Oysa yüce Allah her şeyi onlara açıklamış, onları sakındırmış, uyarmıştır. Kıyameti gece ve gündüz her an kopma ihtimali bulunan bir gayb olarak gizlemiştir. "Ne bilirsin belki de zaman yakındır."

64- "Allah kafirlere lanet etmiş ve onlar için çılgın bir ateş hazırlamıştır."

65- "Orada ebedi olarak kalacaklar kendilerini koruyacak ne bir dost, ne bir yardımcı bulamayacaklardır."

66- "Yüzleri ateşe çevrildiği gün: "Keşke Allah'a itaat etseydik, keşke Peygambere itaat etseydik" derler."

67- "Rabbimiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik, fakat onlar bizi yoldan saptırdılar" derler."

68- Rabbimiz! Onlara iki kat azab ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov "

Onlar kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlardı. İşte onlara bir kıyamet met sahnesi:

"Allah kafirlere lanet etmiş ve onlar için çılgın bir ateş hazırlamıştır." Allah kafirleri rahmetinden uzaklaştırmıştır, onlar için kızgın ve alevli bir ateş hazırlamıştır. Bu ateş, tutuşturulmuş, hazır durumda bekletiliyor. "Orada ebedi olarak kalacaklar."

O ateşte uzun bir dönem kalacaklar. Bunun ne kadar süreceğini Allah'tan başkası bilemez. Allah'ın bildiği ve dilediği zaman dolmadıkça bunun sonu da gelmez. Onlar her türlü yardımdan soyutlanmışlar ve bütün yardımcılardan yok-sundular. Herhangi bir dostun veya yardımcının yardımıyla bu kızgın alevden kurtulma ümitleri de kalmamıştır:

"Ne bir dost ne de bir yardımcı bulamayacaklardır."

Onların ateşteki durumlarını yansıtan sahne ise, iç karartıcı ve acı bir sahnedir:

"Yüzleri ateşe çevrildiği gün."

Ateş etraflarını sarmıştır onların. Olayın bu şekilde ifade edilmesi ile hareketin tasviri ve somutlaştırılması istenmektedir. Bir yandan da onların içinde bulundukları azabın aşağılayıcılığını iyice belirginleştirmek amacı ile ateşin onların yüzlerinin her tarafına hırsla uzandığı anlatılmaktadır.

"Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, peygambere itaat etseydik" derler.

Bu, boş bir istektir. Hem yersiz hemde kabul olma imkanı yok. Çünkü iş işten geçmiştir. Bu sadece geçmişte kaçırılan fırsatlardan dolayı ahlanmanın, vahlanmanın belirtisidir.

Sonra, dünyadayken kendilerini saptıran önderlerine ve büyüklerine karşı intikam duygusu uyanıyor içlerinde. Pişmanlığın, tevbenin işe yaramadığı bir sırada yalnızca Allah'a dönüp tevbe ediyorlar.

"Rabbimiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik, fakat onlar bizi yoldan saptırdılar" derler. "Rabbimiz! Onlara iki kat azab ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov".

İşte kıyamet budur. Peki neyini soruyorlar? Bu uğursuz akıbete karşı tek kurtarıcı, o gün için işe yarayacak ameller işlemektir.

Öyle anlaşılıyor ki, Peygamber efendimizin Zeynep bint-i Cahş ile evlenmesi, islamın bu fiili uygulama ile ortadan kaldırmağa çalıştığı bu cahiliye geleneğine ters düşmesi... Öyle anlaşılıyor ki Peygamber efendimizin bu evliliği pek kolay ve sakin geçmemiştir. Münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar, islamın kesin, net ve sade düşüncesini sindirememiş, kavrayamamış kararsızlar bu evliliği dillerine dolamışlar. Ağız, burun etmişler, mırın kırın ederek memnuniyetsizliklerini belirtmişler, yanlış yorumlar yapmışlar, karşı çıkmışlar. Gizlice konuşmuşlar, vesvese çıkarmışlardır. Büyük sözler etmişlerdir.

Münafıklar ve bozguncular susmak nedir bilmiyorlardı. Zehirlerini kusmak için her fırsatı ganimet biliyorlardı. Tıpkı, Ahzap savaşında, Hz. Aişe'ye atılan iftira olayında, ganimetlerin paylaşılmasında olduğu gibi. Her münasebette haksız yere Peygamber efendimizi incitecek davranışlarda bulunuyorlardı.

Bu sırada -Beni Kureyze kabilesinin bundan önce de diğer yahudilerin Medine'den uzaklaştırılmalarından sonra- Medine'de açıktan açığa kafir olan hiç kimse kalmamıştı. Şehirde yaşayanların tümü artık müslüman görünüyordu. Bunların bir kısmı müslümanlığında samimiydi, diğer bir kısmı ise münafıktı. İşte bu tür söylentileri yayan, yalanları ortalıkta dillerine dolayanlar bu münafıklardı. Bazı mü'minler de onların tuzaklarına düşüyorlardı, çıkardıkları bazı söylentilere alet oluyorlardı. Burada Kur'an-ı Kerim, İsrailoğullarının Hz. Musa'yı incitmeleri gibi onları Hz. Peygamberi incitmekten sakındırıyor, ölçmeden, biçmeden gelişi güzel konuşmaktan sakındırıp doğru konuşmaya yöneltiyor. Onları Allah'a ve Peygambere itaat etmeye teşvik edip bu davranışın ardından kendilerini bekleyen büyük nimeti, lütfu hatırlatıyor:

69- "Ey inananlar! Siz de Musa'yı incitenler gibi olmayın. ,Allah onu, onların dedikleri şeyden temize çıkardı. O Allah'ın yanında gözde, itibarlı bir kul idi."

70- "Ey inananlar! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin."

71- "Ki Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınız bağışlasın. Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, şüphesiz büyük bir kurtuluşa ermiş olur."

Kur'an-ı Kerim burada Hz. Musa'ya yönelik incitme eyleminin türünü belirtmiyor. Ancak eylemin türünü belirleyen bazı rivayetler var. Ne varki, Kur'anı Kerim'in kısaca geçtiği bu konuyu uzun uzadıya anlatmamızın gereksiz olduğuna inanıyoruz. Bununla yüce Allah mü'minleri Hz. Peygamberi incitecek her türlü davranıştan sakındırmayı dilemiştir. Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde İsrailoğulları kaypaklığın, yamukluğun somut örnekleri olarak gösterilmişlerdir. Mü'minlerin Kur'an-ı Kerim'in her münasebette sapıklık ve kaypaklığın açık örneği olarak sunduğu bu sapık ve kaypak kimselere benzemekten sakınıp tiksinmeleri için onların Peygamberlerini incittiklerine işaret edilmesi yeterli oluyor.

Kuşkusuz yüce Allah Hz. Musa'yı kavminin iftirasından aklamıştı: "O Allah'ın yanında gözde, itibarlı bir kul idi." Seçkin bir yeri ve itibarı vardı. Yüce Allah, Peygamberlerini her türlü yalan ve iftiradan korur, onları temize çıkarır. Hz. Muhammed (s.a.s.) de Peygamberlerin en üstünüdür, yüce Allah'ın aklamasına, savunmasına en çok layık olanıdır.

Kur'an-ı Kerim mü'minleri doğru ve uygun söz söylemeye, sözlerini ölçüp biçmeye, münafıkları ve bozgunculuk peşinde koşanları dinlemeden önce, Peygamberleri, yol göstericileri ve yöneticileri hakkında bir beyinsiz sapığın veya art niyetli bir pisliğin lafına kulak vermeden önce söylenenlerin amacını ve hedefini bilmeye yöneltiyor. Çünkü yüce Allah doğru söz söyleyenleri gözetir, onların adımlarını yönlendirir, doğru ve yararlı söz söylemelerinin karşılığı olarak işlerini düzeltir. Yüce Allah güzel söz söyleyip salih amel işleyenlerin günahlarını bağışlar. Ademoğullarının işlemekten kurtulamadıkları ve bağışlama ve örtmenin dışında yakalarını sıyıramadıkları kötülüklerini örter.

"Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur."

Allah'a ve Peygambere itaat, başlı başına bir başarıdır. Çünkü itaat Allah'ın hayat sistemine göre hareket etmektir. Allah'ın hayat sistemine göre hareket etmek huzur ve güven kaynağıdır. Gerisinde bir başka ödül olmasa bile açık, hedefe ulaştırıcı ve doğru bir yolda yürümekte başlı başına bir mutluluktur. Düz ve aydınlık bir yolda yürüyüpte çevresinde Allah'ın yarattığı tüm varlıkların kendisine eşlik ettiği, yardımcı olduğu kimse, dar, dolambaçlı ve karanlık bir yolda yürüyüpte çevresinde Allah'ın yarattığı tüm varlıkların saldırdığı, çarptığı, incittiği bir kimse gibi değildir. Allah'a ve Peygambere itaat etme eylemi özünde kendi ödülünü de taşımaktadır. Buna göre Allah'a ve Peygamberine itaat etmek, hesaplaşma gününden ve cennetteki sınırsız nimetlerden önce elde edilen büyük bir başarıdır. Ahiretteki nimetler ise itaatin ödülünün. yanında artı bir lütuftur. Yüce Allah'ın kereminden ve bol nimetlerinden kaynaklanan bir lütuftur. Yüce Allah dilediğine sınırsız rızık verir.

Belki de yüce Allah bu lütfu bahşetmekle insanın zayıflığını, omuzlarına yüklenen sorumluluğun ağırlığını, büyüklüğünü göz önünde bulundurmuştur. Göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten kaçındığı ama kendisinin yüklendiği bu emanete bakmıştır. İnsan bu büyük emaneti yüklenmiş, tek başına taşımaya söz vermiştir. Fakat insan zayıflığın, ihtirasların, eğilim ve arzuların baskısı altında olması ile birlikte yetersiz bir bilgiye, kısa bir ömre, yer ve zamandan kaynaklanan engellerle kuşatılmıştır. Öte yandan engel ve mesafelerin ötesine ilişkin tam bir bilgiye ve görüşe sahip değildir.

72- "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, sorumluluğundan korktular. Pek zalim ve cahil olan insan onu yüklendi."

Kur'an-ı Kerim'in burada (örnek olsun diye) sözünü ettiği gökler, yeryüzü ve dağlar... İnsanın içinde veya bir köşesinde yaşadığı bu dehşet verici varlıklar küçük ve basit şeyler olarak beliriyorlar. Bu yaratıklar, herhangi bir çabaya gerek duymadan, dolaysız olarak yaratıcılarını bilirler. Yaratıcının koyduğu ve kendi yaratılışlarına, yapılarına ve düzenlerine hükmeden yasaya uygun olarak hareket ederler. Düşünmeye ve aracıya gerek duymadan dolaysız olarak yaratıcının koyduğu yasaya itaat ederler. Bu yasaya uygun olarak ve bir saniye bile geri kalmadan sürekli hareket ederler. Bilinçsizce ve seçme hakkına sahip olmadan yaratılışları ve tabiatları doğrultusunda görevlerini yerine getirirler.

Şu güneş, kendi yörüngesinde her zamanki dönüşlerini hiçbir zaman aksatmadan sürdürüyor. Işınlarını göndererek yüce Allah'ın kendisi için planladığı görevini yerine getiriyor. Bunun yanı sıra kendisinden kaynaklanan bir irade söz konusu olmaksızın kendi sisteminde yer alan uydularını kendine çekiyor, böylece evrensel rolünü eksiksiz olarak yerine getiriyor...

Şu yeryüzü kendi yörüngesinde dönüyor, ekinlerini, bitirip yeşertiyor. Üzerindeki canlıları besliyor, ölülerini bağrında saklıyor, kaynaklarını fışkırtıyor... Ama kendi iradesi dışında yüce Allah'ın evrensel yasası uyarınca...

Şu ay... Şu yıldızlar ve gezegenler. Şu rüzgarlar ve bulutlar. Şu hava ve şu su. Şu dağlar. Şu tepeler. Hepsi... Hepsi bir şeyler yapıyor. Rabbinin izniyle işini görüyor. Yaratıcısını biliyor, kendinden bir çaba, bir emek ve bir girişim olmak-sızın yaràtıcısının iradesine boyun eğiyor. Bunlar sorumluluk emanetini, irade emanetini, kendini bilme emanetini, özel girişim emanetini yüklenmekten kaçınmışlardı:

"Onu insan yüklendi"

Kendi kavrama gücü ve bilinciyle Allah'ı tanıyan insan. Kendi düşüncesi ve görüşüyle Allah'ın yasasını bulan insan. Kendi çabası ve girişimleriyle bu yasaya göre hareket eden insan. Kendi iradesiyle, kişisel sorumluluğu ile, sapma ve azgın arzulara karşı direnci ile, eğilim ve ihtiraslara karşı verdiği mücadele ile Allah'a eden insan bu emaneti yüklendi. İnsan attığı bütün bu adımlarda bilerek ve isteyerek hareket eder.. Yolunu seçerken bu yolun kendisini nereye götüreceğini bilir.

Hacmi küçük, gücü az, çalışması yetersiz, ömrü sınırlı, çeşitli ihtirasların, arzuların, eğilim ve isteklerin etkisinde kalan bu yaratığın yüklendiği bu emanet hiç kuşkusuz büyük ve ağır bir emanettir.

Kuşkusuz insanın bu ağır yükün altına girmesi büyük bir tehlikedir. Bu yüzden "çok zalim" yani kendine haksızlık eden ve "çok cahil" yani kendi gücünü ve kapasitesini bilmeyen birisi olarak nitelendirilmiştir. İnsanın kendi isteğiyle yüklenmeye koştuğu bu ağır yük karşısında bu husus geçerlidir. Ama sorumluluğunu yerine getirince... Kendisini yaratıcısına ulaştıracak, doğrudan doğruya O'nun yasasına iletecek, eksiksiz bir şekilde Rabbinin iradesine boyun eğmesini sağlayacak bir bilgiyi elde edince... Doğrudan doğruya bilen, yollarını bulan, boyun eğen, kendileri ile yaratıcıları ve onun yasası arasına hiçbir engel girmeyen sayısız yaratıkların göklerde, yerde ve dağlarda kolayca, rahat ve eksiksiz bir şekilde tabiatları ve davranışları ile yollarını bulmalarını sağlayan bilgiye, hidayete ulaşıp, eksiksiz olarak itaat edince... Hiçbir şekilde itaatten; boyun eğmekten ve görevini yerine getirmekten geri durmayınca. İnsan bilinçli olarak, bilerek ve isteyerek bu dereceye ulaşınca, gerçekten onurlu bir makama, yüce Allah'ın yarattığı varlıklar içinde eşsiz bir dereceye ulaşır.

Kuşkusuz, özgür irade, kavrama yeteneği, kişisel girişim ve sorumluluk yüklenme... İşte bunlardır insanı, yüce Allah'ın yarattığı birçok varlıktan ayrıcalıklı kılan. Yüce Allah'ın yüceler aleminde duyurduğu ve onunla melekleri Ademe secde ettirdiği bu onurun gerekçesi budur. Yüce Allah, insana verilen bu onuru kalıcı kitabı olan Kur'an'da şu sözlerle duyuruyor: "Biz Ademoğullarını gerçekten çeşitli ayrıcalıklarla donattık." (İsra suresi, 70) Şu halde insan, yüce Allah'ın katındaki ayrıcalığının gerekçesini bilmelidir, göklere, yere ve dağlara sunulan ama onların yüklenmekten kaçınıp, korktukları ve fakat kendisinin isteyerek yüklendiği emaneti yerine getirmelidir...!

Yüce Allah bu ayrıcalığı insanlara vermiştir ki;

73- "Bunun sonucu olarak, Allah münafık erkek ve kadınlara, müşrik erkek ve kadınlara azab edecektir. Mümin erkek ve kadınların tevbelerini kabul edecektir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir."

Emaneti insanın tek başına yüklenmesi, kendi kendine bilmek, kendi kendine yolunu bulmak, kendi kendine hareket etmek ve kendi kendine sonuca varmak üzere bu yükü omuzlaması. Bunlar insanın kendi tercihinin akıbetine katlanması, alacağı karşılığın yaptığı işe göre olması amacına yöneliktir. Münafık erkek ve münafık kadınların, müşrik erkek ve müşrik kadınların azabı hakketmeleri içindir. Yüce Allah'ın mü'min erkek ve mü'min kadınlara yardım elini uzatması, kendi içlerinde taşıdıkları zaaf ve eksikliklerin, yollarına dikilen engel ve barikatların, kendilerini sıkan cazibe ve ağırlıkların baskısı altında düştükleri hatalardan dolayı tevbelerini kabul etmesi içindir. Hiç kuşkusuz bu yüce lütfu ve yardımıdır. Çünkü O, kullarını bağışlamaya, onlara merhamet etmeye daha yakındır: "Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir."

Peygamber efendimize yönelik Allah'a itaat etmeye, kafir ve münafıklara karşı çıkmağa, Allah'tan gelen vahye uymaya, başkasına değil sadece O'na güvenip dayanmaya ilişkin bir direktifle başlayan, bunun yanı sıra kendini Allah'a adayan, sadece O'na yönelik olarak hareket eden, O'nun direktiflerine uyan islam toplumunun sosyal düzeninin dayandığı çeşitli direktif ve yasaları içeren bu sure şu derin etkili ve dehşet verici mesajla son buluyor.

Sorumluluğun ağırlığını, emanetin büyüklüğünü tasvir eden, ağırlık noktasını ve büyüklüğün kaynağını belirleyen ve tümünü insanın Allah'ı bilmesi, O'nun yasasına göre yol alması ve O'nun iradesine boyun eğmesi noktası etrafında yoğunlaştıran bu mesajla son buluyor.

Sure bu mesajla son buluyor. Surenin başı ile sonu surenin içerdiği konular ve varmak istediği hedeflerle ahenk oluşturuyor. Zaten bu olağanüstü ahenkte bizzat bu kitabın kaynağına işaret etmektedir.

 

 


Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.