33-Ahzab
1- "Ey Peygamber:
Allah'tan kork, kafirlere ve münafıklara itaat etme. Şüphesiz, Allah her
şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."
2- "Sana Rabbin
tarafından vahyedilen kitaba uy; şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan
haberdardır."
3- "Allah'a güven,
dost ve dayanak olarak Allah yeter."
Bu, genç İslam toplumunun toplumsal ve ahlâki
hayatının çeşitli yönlerini düzenleyen Ahzab suresinin başlangıcıdır. Bu
başlangıç İslamın sosyal düzeninin özelliğini ve bu düzenin gerek pratik
hayatta gerekse vicdan aleminde dayandığı temel ilkeleri gözler önüne
sermektedir.
Kuşkusuz islam bir konferanslar ve vaazlar, davranış
ve ahlâk kuralları, yasa ve kanunlar, rejim ve gelenekler kolleksiyonu
değildir. İslam bunların tümünü kapsıyor ama, sadece bunların tümü islam
demek değildir. İslam teslim olmaktır. Allah'ın iradesine ve kaderine teslim
olmaktır; daha baştan itibaren Allah'ın emir ve yasaklarına itaat etmeye,
başka hiçbir direktife, hiçbir yöne yönelmeden, aynı şekilde O'ndan
başkasına güvenmeden Allah'ın belirlediği hayat sistemine uymaya hazır
olmaktır. Bu, daha baştan itibaren şu yeryüzünde yaşayan insanların, tek ve
ortaksız Allah'ın belirlediği evrensel yasalar sistemine boyun eğdiklerinin
bilincinde olmaktır. Hem kendilerinin hem içinde yaşadıkları yeryüzünün hem
yıldızların hem galaksilerin hareketlerini yönlendirenin; gizli açık,
görünmeyen-görünen, akılların algıladı,y-insanın kavrama yeteneğinin
algılama bakımından yetersiz kaldığı top yekün varlık alemini bu bir ve
ortaksız İlâh'ın yönettiğini bilmektir. Yüce Allah'ın emirlerine uymaktan,
yasaklarından sakınmaktan; yüce Allah'ın kolayca kullanmaları için
buyruklarına verdiği sebeplere sarılıp sonuçlara katlanmaktan başka
seçeneklerinin olmadığını kesin şekilde bilmektir. İşte temel budur. Bundan
sonra, vicdanda yer eden inanç sisteminin gereklerinin fiili tercümesi ve
nefsin Allah'a teslim olmasının, onun hayat sistemine göre hareket etmesinin
pratik sonuçları olan şeriat ve kanunlar, rejim ve gelenekler, davranış ve
ahlâk kuralları bu temele dayalı olarak biçimlendirilir. İslam bir inanç
sistemidir. Şeriat bu inanç sisteminden kaynaklanır. Toplumsal düzen de bu
şeriata dayandırılır. İşte birbirini bütünleyen, birbiri ile bağlantılı
olan, karşılıklı etkileşim halinde bulunan bu üçlü islam demektir.
Yepyeni kanunlar koyarak, alışılmışın dışında
uygulamalar belirleyerek müslümanların sosyal hayatlarını düzenleyen Ahzab
suresinin ilk direktifinin Allah'tan korkmaya ilişkin olması bu yüzdendir.
Bu direktif bizzat bu kanunları ve düzenlemeleri uygulamayı üstlenen
Peygamber efendimize yöneliktir. "Ey Peygamber, Allah'tan kork." Çünkü
Allah'tan korkmak, O'nun gözetiminin bilincinde olmak, O'nun yüceliğini
hissetmek en başta gelen ilkedir. Vicdanın derinliklerinde kanun koyma ve bu
kanunları uygulamayı gözetleyen bekçidir. İslamın öngördüğü bütün
yükümlülükler, bütün direktifler bu temele bağlanır.
İkinci direktif ise kafir ve münafıklara itaat
etmemeyi, onların direktif ve önerilerine uymamayı, görüş ve teşvik amaçlı
sözlerini dinlememeyi öngören yasaktır: "Kafirlere ve münafıklara itaat
etme.." Bu yasağın, Allah'ın vahyettiği kitaba uymaya ilişkin emirden önce
vurgulanması, o sıralar Medine ve çevresinde yaşayan kafir ve münafıkların
müslümanlar üzerindeki baskılarının çok ağır olduğunu gösteriyor. O kadar
ki, onların görüş ve direktiflerine uymamaya ilişkin bu yasağın konulmasını,
onları ve baskılarını bertaraf etmeye fiilen başlanmasını gerektirmiştir. Bu
yasak her zamanki toplumlar için geçerlidir. Mü'minleri genel anlamda kafir
ve münafıkların görüşlerine aymaktan, özellikle inanç, kanun koyma ve sosyal
düzen açısından onlara itaat etmekten sakındırıyor. Bununla müslümanların
hayat sisteminin tamamen Allah'ın dinine uygun olması, kesinlikle başka
görüş ve direktiflerin bu sisteme bulaşmaması amaçlanıyor.
Şu halde hiç kimse -zayıflık ve sapmaların egemen
olduğu dönemlerde kimi müslümanların yaptığı gibi- kafir ve münafıkların
sahip oldukları dış görünüşü itibariyle parlak olan ilmi birikime, deneyim
ve beceriye kanmamalıdır. Çünkü her şeyi bilen ve her şeyi bir hikmete göre
yerli yerinde yapan sadece yüce Allah'tır. Bu sonsuz bilgisi ve hikmeti
uyarınca mü'minlerin uyacakları hayat sistemini belirleyen O'dur. "Şüphesiz
Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir." İnsanların bilgisi ise
özden yoksun bir kabuktur ve üstelik çok azdır!
Bunun hemen ardından gelen üçüncü direktif ise
şudur: "Sana Rabbin tarafından vahyedilen kitaba uy..." Çünkü direktif
vermeye yetkili tek merci burasıdır. Uyulmayı hakkeden biricik kaynak budur.
Ayet ifadenin yapısında gizli bulunan bazı anlamlı mesajlar içeriyor. "Sana
Rabbin tarafından vahyedilen kitaba uy." "Sana" kelimesiyle vahiy
Peygamberimize özgü kılınıyor. "Rabbin tarafından" tamlaması ile de vahyin
kaynağı vurgulanıyor. Buyruğuna uymanın kaçınılmaz olduğu yüce Allah'tan
gelen somut ifadenin yanı sıra, cümlenin yapısında belirginleşen bu duyarlı
ve anlamlı mesajlarla da Allah tarafından vahyedilen kitaba uymanın
zorunluluğu vurgulanıyor. Bunun üzerine yapılan değerlendirme ise şöyledir:
"Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır." Sizinle ilgili bilgileri ve
sizin neler yapmakta olduğunuzu O vahiy kanaliyle size bildiriyor. Sizin
yaptıklarınızın gerçek mahiyetini, sizi bu tür eylemlere iten
vicdanlarınızda yer eden arzularınızı bilir.
Son direktif ise şudur: "Allah'a güven, dost ve
dayanak olarak Allah yeter" İnsanların senin yanında ya da karşında
olmalarına önem verme. Komplo ve tuzaklarına aldırma. Bütün işlerini Allah'a
bırak. O, sonsuz ilmine, hikmet ve ön tasarımına göre bu işleri yönlendirir.
İşi en sonunda Allah'a bırakmak ve sadece O'na dayanıp güvenmek, kalbin
gölgesinde yatıştığı sağlam bir dayanaktır. İnsan kalbi bu dayanağın yanında
kendi etkinliğinin sınırını bilir ve artık ötesine geçmez. Bunun ötesini
içten bir bağlılıkla, güvenle, teslimiyetle her türlü emir ve yönlendirme
yetkisine sahip olan yüce Allah'a bırakır.
Şu üç unsur: Allah korkusu (Takva), O'nun vahyettiği
kitaba uyma, -Kafir ve münafıklara karşı tavır almakla birlikte- sırf O'na
dayanıp güvenme unsurları davetçinin gücünü arttırır, onun daha duyarlı ve
dikkatli hareket etmesini sağlar. Davetin Allah'tan gelen, Allah'a doğru yol
alan ve Allah'a dayanan açık ve katışıksız metoduna göre yoluna devam
etmesini sağlar. "Dost ve dayanak olarak Allah yeter."
Bu direktifler duygusal gözlemlere dayanan kesin bir
mesajla sona eriyorlar:
4- "Allah bir
insanın göğüs boşluğunda iki kalp yaratmadığı gibi zihar yaptığınız (sen
bana anamın sırtı gibisin dediğiniz) eşlerinizi, sizin anneleriniz yapmadı
ve evlatlıklarınızı da öz oğullarınız gibi saymanızı meşru kalmamıştır.
Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir. Allah gerçeği söyler ve
O, doğru yola iletir."
İnsanın sadece bir kalbi vardır. Şu halde sadece bir
hayat sistemine uyması bir zorunluluktur. Hayat ve varlık için başvuracağı
tek ve kapsamlı bir düşünce sistemi olmalıdır. Değerleri ölçeceği, eşya ve
olayları değerlendireceği tek bir kriterinin olması kaçınılmazdır. Aksi
taktirde hayatı paramparça olur, birbirinden ayrı, birbiri ile çelişen
düşünceler arasında bocalanır. İki yüzlü davranışlar sergiler. Yamuklaşır.
Bir yöne doğru -sağa-sola sapmadan dengeli bir şekilde hareket edemez.
İnsan, davranış ve ahlâk kurallarını bir kaynaktan,
yasa ve kanunlarını bir başka kaynaktan, sosyal ya da ekonomik rejimi üçüncü
bir kaynaktan, sanat ve düşüncesini dördüncü bir kaynaktan alamaz. Çünkü bu
karmaşa içinde kalp sahibi bir insanın olgunlaşması, insana yaraşır dengeli
davranışlar sergilemesi mümkün değildir. Olsa olsa farklı merciler arasında
düşünce ve hareketleri paramparça olmuş bir et kemik yığını meydana gelir.
Gerçek bir inanç sistemine inanan bir insanın
hayatının herhangi bir noktasında, büyük ya da küçük bir meselede bu inanç
sisteminin gereklerinden ve özel değerlerinden soyutlanması mümkün değildir.
Bir insanın herhangi bir söz söylerken, herhangi bir harekette bulunurken
veya bir şeye niyetlenirken ya da bir şey hakkında düşünürken bu inanca göre
davranmaması, bu inanç sisteminin gereklerine uymaması söz konusu olamaz...
Ancak eğer bu inanç sistemi onun vicdanına pratik olarak yerleşmişse...
Çünkü yüce Allah insana sadece bir kalp bahşetmiştir. Bu yüzden tek bir
yasaya boyun eğmesi, bir tek düşünce sistemine dayanması, eşya ve olayları
tek bir ölçüye göre değerlendirmesi zorunludur.
İnanç sahibi bir kişi herhangi bir şey yaptığı
zaman: "Bunu şahsım adına yaptım. Bunu da islam adına yaptım" diyemez.
Nitekim günümüzde politikacılar, şirket yöneticileri; toplumsal ya da
bilimsel dernek temsilcileri bu tür sözler söylemektedirler. Oysa bir tek
kişilikleri ve bir tek inanç ile beslenen sadece bir kalpleri vardır. Bu
yüzden hayata ilişkin bir tane düşünceleri, değerleri ölçecekleri bir tane
kriterleri olmalıdır. Bağlı bulundukları inanç sisteminden kaynaklanan
düşünceleri onların her durumunu kuşatmalıdır.
İnsan tek başına, aile içinde, toplum arasında,
devlet yönetiminde, bütün yeryüzünde; gizli-açık, işçi-işveren,
yöneten-yönetilen olarak, bollukta ve darlıkta tek bir kalple yaşar. Bu
yüzden hiçbir durumda kriterleri, değer yargıları ve düşünce sistemi
değişmemelidir. "Allah bir insanın göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır."
Bu yüzden insanın izleyeceği hareket metodu bir
tanedir. Sadece bir yolda yürümeli, sadece bir vahye ve yalnızca bir merciye
yönelmelidir. Kısacası tek ve ortaksız Allah'a teslim olmalıdır. Çünkü bir
kalp iki İlâh'a birden kulluk yapamaz, iki efendiye birden hizmet edemez.
Aynı anda iki yolu izleyemez, iki merciye yönelemez. Böyle bir şey yapmaya
kalkıştığı an duygu, düşünce ve davranış olarak paramparça bir görünüm
sergiler, kendi kendi ile çelişir, et ve kemik yığınına dönüşür.
Uyulacak sistemin ve izlenecek yolun belirlenmesine
ilişkin bu kesin mesajdan sonra ayet-i kerime "zihar" (Yani, adamın karısına
sen bana anamın sırtı gibisin demesi) ve evlat edinme geleneklerinin
geçersiz olduklarını duyuruyor. Amaç toplumu açık, normal ve sağlam
temellere dayandırmaktır
5- "Evlatlıkları öz
babalarına nisbet ederek çağırın, bu Allah katında en doğru olanıdır. Şayet
öz babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin din kardeşleriniz ve
dostlarınızdır. Yanılarak yaptığınızda size bir günah yok, fakat kalbinizin
bile bile yaptığınızda günah vardır. Allah çok bağışla-yan çok
esirgeyendir."
Cahiliye döneminde erkek karısına: "Sen bana anamın
sırtı gibisin, yani anamın bana haram oluşu gibi haramsın" der ve o andan
itibaren karısıyla cinsel ilişkide bulunması haram olurdu. Sonra kadın
ortada kalırdı. Ne boşanmış sayılırdı ki bir başkası ile evlensin, ne de
normal bir eş gibi kocasına helal olurdu. Bu durum büyük sıkıntılara neden
olurdu. Bu uygulama aynı zamanda cahiliyede kadına karşı takınılan tavrın,
ona uygulanan baskının iğrençliğini, kadının ne büyük zorluklara ve
meşakkatlere katlandığını gösteriyor.
İslam aile ortamındaki sosyal ilişkileri yeniden
düzenleyip aileyi ilk toplumsal birim olarak tanımlayınca; kuşaklara
kaynaklık eden bu yuvaya layık olduğu özeni ve korumayı yerine getirince
kadının omuzlarına binmiş bu ayıbı kaldırdı, aile içi sosyal ilişkileri
adalet ilkesine dayalı olarak, taraflardan herhangi birine zorluk çıkarmadan
düzenledi. İslamın koyduğu bu kural da aynı amaca yöneliktir: "Zihar
yaptığınız (sen bana anamın sırtı gibisin dediğiniz) eşlerinizi, sizin
anneleriniz yapmadı" Çünkü dille söylenen bir söz pratik gerçeği
değiştiremez. Zira anne annedir, eş de eşdir. İnsanın bunlarla olan
ilişkisinin özelliği bir cümle ile değişmez. Bu yüzden cahiliyede olduğu
gibi "zihar" yapma, annenin haram oluşu gibi sürekli bir haramlığın sebebi
olarak kabul edilmemiştir.
Rivayete göre "zihar" geleneğinin geçersizliği
"mücadele" suresindeki ayetlerle karara bağlanmıştır. O zaman Evs b. Samit
karısı Havle binti Sa'lebe'ye zihar yapmıştı (sen bana anamın sırtı gibisin
demişti). Bunun üzerine kadın, Peygamber efendimize gelmiş ve "Ya
Resulallah, kocam malımı yedi, gençliğimi yedi bitirdi. Ona çocuk doğurdum.
Ne zamanki yaşlanıp çocuk doğuramaz hale gelince bu sefer "sen bana anamın
sırtı gibisin" dedi" diyerek şikayette bulunmuştu. Bunun üzerine Peygamber
efendimiz "Benim görüşüme göre sen ona ha-ram olmuşsun" demişti. Kadın bu
şikayetini defalarca tekrarlamış, bunun üzerine yüce Allah şu ayetleri
indirmişti: "Ey Muhammed! Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a
şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir: esasen Allah konuşmanızı
işitir. Doğrusu Allah işitendir, görendir. İçinizde karılarını `zihar'
yapanlar (sen bana anamın sırtı gibisin diyenler) bilsinler ki, karıları
anneleri değildir; anneleri ancak, onları doğuranlardır. Doğrusu
söyledikleri kötü ve asılsız bir sözdür. Allah şüphesiz affedendir,
bağışlayandır. Karılarım zihar yoluyla boşamak isteyip, sonra sözlerinden
dönenlerin, karısı ile ilişkiye girmeden önce bir köle azad etmeleri
gerekir. Size bu hususta böylece öğüt verilmektedir. Allah işlediklerinizden
haberdardır. Azâd edecek köle bulamayanın karısı ile ilişkiye girmeden önce
iki ay birbiri peşinden oruç tutması gerekir. Buna gücü yetmeyen, altmış
düşkünü doyurur. Bu kolaylık Allah'a ve Peygamberine inanmanızdan ötürüdür.
Bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır; kafirler için can yakıcı azab vardır."
(Mücadele Suresi, 1-4) Bununla, zihar yapma geçici bir süre için cinsel
ilişkinin haram oluşuna neden sayılmıştır. Sürekli bir haram ya da boşanma
nedeni olarak kabul edilmemiştir. Kefareti de bir köle âzâd etmek. Ya da ara
vermeden iki ay üst üste oruç tutmak yahut altmış yoksulu doyurmaktır. Bu
kefaret yerine getirildikten sonra tekrar adamın karısı kendisine helal
olur. Evlilik hayatı da eski haline döner. Böylece her zaman için geçerli
olan değişmez ve doğru hüküm pratik bir gerçeğe dayandırılmış olur: "Zihar
yaptığınız eşlerinizi, sizin anneleriniz yapmadı." Bu sayede aile, cahiliye
döneminde kadına reva görülen kötülüklerin ve meşakkatlerin bir yönünü
temsil eden bu tür cahiliye gelenekleri yüzünden dağılmaktan, aile
ortamındaki ilişkiler, erkeklerin cahiliye toplumunda kabaran arzuları ve
üstünlük kompleksleri karşısında bozulmaktan, karmaşık ya da başıboş hale
gelmekten korunmuştur.
Bu `zihar' meselesi. Evlat edinme ve evlat
edinilenlerin öz babalarında başkasına nisbet edilerek çağırılması
meselesine gelince, bu da hem aile hem de toplum yapısında sarsılmalara
neden oluyordu.
Arap toplumunda namusla ve soyla övünme geleneği son
derece yaygın ve meşhur olmasına rağmen, herkes tarafından bilinen ünlü bir
soya mensup birkaç ailenin dışında toplum içinde övünç vesilesi olan bu
gelenekle çelişen davranışlar sergileniyordu.
Örneğin toplumda babaları bilinmeyen çocuklar
olurdu. Herhangi bir adam bunlar arasında hoşuna giden birisini evlat
edinir, oğlu olarak çağırırdı. Bu çocuğu soyu arasına katardı. Böylece
gerçek baba-evlat gibi birbirlerine mirasçı olurlardı.
Öte yandan babaları bilinen çocuklar da vardı.
Herhangi bir adam bunlar arasında hoşuna giden birini kendisi için satın
alır, onu evlat edinirdi. Böylece kendi soyuna katardı. Artık o çocuk
insanlar arasında kendisini evlat edinen adamın adı ile tanınırdı. Adamın
ailesinden biri olurdu. Bu durum daha çok savaş ve baskınlarda esir alınan
kız ve erkek çocuklar için söz konusuydu. Bunlar-dan birini soyuna katmak
isteyen birisi, onu evladı olarak çağırır, ona kendi ismini verirdi. O da bu
isimle bilinir ve öz oğulun hak ve yükümlülüklerine sahip olurdu.
Bunlardan birisi de Zeyd b. Harise el-Kelbi idi.
Zeyd bir Arap kabilesine mensuptur. Daha küçük bir çocukken cahiliye
döneminde bir baskında esir alınmıştı. Hakim b. Hazzam da onu halası Hatice
:Allah ondan razı olsun- için satın almıştı. Hz. Hatice Peygamber
efendimizle evlenince Zeyd'i Peygamberimize hediye etmişti. Sonra Zeyd'in
babası ve amcası gelip onu Peygamber efendimizden istemişlerdi. Peygamber
efendimiz kararı Zeyd'e bırakmıştı. O da Peygamber efendimizin yanında
kalmayı tercih etmişti. Bunun üzerine Peygamber efendimiz onu âzad ederek
kendisine evlat edinmişti. Bu nedenle ona "Zeyd b. Muhammed" derlerdi. Zeyd
Peygamber efendimize inanan ilk kölelerdendi.
İslam, aile içi ilişkileri doğal temelleri üzerinde
düzenlemeye, bu doğal temeller üzeriné kurulu aile bağlarını güçlendirmeye,
bu bağları her türlü karışıklıktan ve bulanıklıktan uzak ve açık şekilde
belirtmeye başlayınca, bu evlat edinme geleneğini geçersiz kıldı. Soya bağlı
ilişkileri yani, kan, öz babalık ve evlatlık ilişkilerini gerçek sebeplerine
döndürerek şu ilkeyi yerleştirdi: "Evlatlıklarınızı da öz oğullarınız gibi
saymanızı meşru kılmamıştır." "Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş
sözlerdir." Söz ise realiteyi değiştirmez. Kan bağı, nutfenin taşıdığı soya
çekim bağı, evladın canlı babasının canlı bir parçası oluşundan kaynaklanan
doğal duygular bağı yerine yeni bir bağ meydana getiremez.
"Allah gerçeği söyler ve O, doğru yola iletir."
Yüce Allah, batılın bulaşmadığı kesin ve katışıksız
gerçeği söyler. Aile içi ilişkilerin ağızla söylenen dayanaksız bir söz
yerine et ve kandan kaynaklanan doğal bağlara dayandırılması da bu gerçeğin
bir gereğidir: "O, doğru yola iletir." Yüce Allah uyulması gereken doğru ve
fıtratın temel yasasına bağlı olan yolu gösterir. İnsanların pratikte hiçbir
anlam ifade etmeyen sözlerle, kendi ağızları ile oluşturdukları başka yollar
bu yola duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmaz. Yüce Allah'ın söylediği gerçek
söz ve fıtrat insanların ağızlarıyla uydurdukları gelenekleri ortadan
kaldırır ve uyulması gereken doğru yolu gösterir:
"Evlatlıkları, öz bahalarına nisbet ederek çağırın;
bu Allah katında en doğru olanıdır."
Çocuğun öz babasına nisbet edilerek çağırılması,
adaletin gereğidir. Kendisinden canlı bir parça olarak dünyaya gelen çocuğun
babası için bir adalettir. Babasının adını taşıyan, ona mirasçı olan ve
mirası bırakan, onunla yardımla-şan, gizli bir katılımla babasının devamı
sayılan, babasının ve atalarının özelliklerini temsil eden çocuk için
adalettir. Aynı şekilde her şeyi yerli yerine koyan; her türlü ilişkiyi
fıtri temellerine dayandıran, babanın ve çocuğun hiçbir meziyetini yok
etmeyen, evladın sorumluluğunu ve meziyetlerini gerçek babadan başkasına
yüklemeyen, yine gerçek evlattan başkasına evlatlık yükümlülüklerini ve
ayrıcalıklarını yüklenmeyen hak ilkesi için de adalettir.
İşte aile içindeki yükümlülükleri dengeli biçimde
ayarlayan toplumsal düzen budur. Bu düzen aileyi, realiteden destek gören
ince ve kalıcı temellere dayandırır. Aynı zamanda toplum binasını da gerçek
ve güçlü bir ilkeye dayandırır. Bu ilke evrensel gerçeğin ifadesidir ve
derin fıtri realiteyle uyuşmaktadır. Ailenin doğal gerçeğinden habersiz olan
bütün düzenler zayıf, temelleri çürük, iflas et-meye mahkum düzenlerdir. Bu
düzenlerin yaşaması mümkün değildir.(Komünizm, toplumsal yapı içinde aile
temelini inkar etmeye kalkıştı. Fakat büyük bir başarısızlığa uğradı ve
uğramaya devam edecektir de. Felsefi ve ideolojik düzenin ilkelerine rağmen
insan fıtratı Rusya'da mücadeleye başlamış ve .yavaş yavaş yeniden
egemenliğini kurup önplana çıkmaya başlamıştır.)
Cahiliye toplumunda aile içi ilişkilerdeki
başıboşluk, soyun karışmasına ve kimi zaman babaların bilinmemesine neden
olan cinsel anarşizm göz önünde bulundurulduğunda, islam, aile içi
ilişkileri yeniden düzenleyip toplumu da bu temele dayalı olarak kurarken bu
sorunu kolaylıkla çözümlemiştir. Gerçek babaların bilinmesine imkan
bulunmadığı durumlarda, islam toplumu içinde doğal hiçbir dayanağı
bulunmayan evlatlık edinme yerine din kardeşliği ve dostluğu ilkesini
yerleştirmiştir.
"Şayet babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin din
kardeşleriniz ve dostlarınızdır."
Bu, son derece edepli ve manevi bir ilişkidir. Bu
tür bir ilişki, mirasçı olmak, diyetlerin ödenmesinde dayanışmak gibi belli
yükümlülükler gerektirmez. -Bunlar soy ve kan bağının gerektirdiği
yükümlülüklerdir. Nitekim evlatlıklar için de bu yükümlülükler geçerliydi-.
Bu manevi bağın burada vurgulanması, evlatlık bağının geçersiz kılınmasından
sonra evlatlıkların toplum içinde yalnızlığa terk edilmemeleri amacına
yöneliktir.
"Şayet babalarını bilmiyorsanız" ifadesi, bize
cahiliye toplumundaki soy karışıklığının, cinsel ilişkilerdeki anarşizmin
boyutlarını tasvir etmektedir. İslam aile düzenini babalık temeline,
toplumsal düzeni de doğal ve sağlam aile esasına dayandırmak suretiyle bu
karışıklığı ve bu anarşizmi ortadan kaldırmıştır.
Soyları aslına döndürmek için gerekli çaba sarf
edildikten sonra, gerçek soyu belirleme imkanından yoksun oldukları
durumlarda mü'minler için herhangi bir sorumluluk yoktur.
"Yanılarak yaptığınızda size bir günah yok, fakat
kalplerinizin bile-bile yaptığında günah vardır."
Bu hoşgörünün geri planındaki gerekçe yüce Allah'ın
bağışlayıcılık ve merhametlilik niteliklerine sahip olması, insanlara
kaldıramayacakları yükü yüklememesidir:
"Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."
Peygamber efendimiz cahiliye toplumunda yaşanan
karışıklığın tüm sonuçlarını geçersiz kılan yeni düzenlemenin ciddiyetini
vurgulamak için gerçek soyun belirlenip doğrulanmasına büyük özen
gösterirdi. Bu yüzden gerçek soylarını gizleyenleri küfürle nitelendirirdi.
İbn-i Cerir diyor ki: Bize Ya'kup b. İbrahim anlattı; ona da İbn-i Aliye
anlatmış; ona da Uyeyne b. Abdurrahman babasından şöyle rivayet etmiş:
Ebubekir (r.a) şöyle dedi: Yüce Allah buyuruyor ki; "Evlatlıkları öz
babalarına nisbet ederek çağırın; bu Allah katında en doğru olanıdır. Şayet
babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır."
Ben de babaları bilinmeyenlerden biriyim. Şu halde ben sizin din
kardeşinizim. Babam dedi ki (Bu söz Uyeyne b. Abdurrahman'a aittir): Allah'a
andolsun ki, zannedersem o, babasının bir eşek olduğunu bilseydi kendini ona
nisbet ederdi. Nitekim Peygamber efendimiz "Kim -bildiği halde- kendisini
babasından başkasına dayandırırsa, kâfir olur." Bu özen, bu önemseme islamın
ailenin ve aile bağlarının her türlü kuşku ve yabancı unsurdan korunmasına,
ailenin her türlü korunma, doğruluk, güçlülük ve sağlamlık sebepleriyle
kuşatılmasına verdiği öneme uygun düşmektedir. Kuşkusuz bununla güdülen
amaç, birbiriyle kenetlenmiş, bozulmamış, temiz ve iffetli toplum binasının
sağlıklı temellere dayandırılmasıdır.
Bundan sonra evlatlık edinme uygulaması kaldırıldığı
gibi kardeşlik sözleşmesi de iptal ediliyor. Ancak kardeşlik uygulaması bir
cahiliye geleneği değildi. İslam, hicretten sonra mallarını ve ailelerini
Mekke'de bırakan muhacirlerin, aynı şekilde Medine'de müslüman olmalarının
sonucu aileleri ile bağlarını koparan bazı müslümanların durumunu pratik bir
çözüm yolu ile karşılamak amacı ile bu uygulamayı başlatmıştı. Bunun yanı
sıra Peygamber efendimizin genel anlamda müslümanlar adına karar verme
(velayet) yetkisine sahip olduğu ve bu yetkinin, soydan kaynaklanan her
türlü yetkiden öncelikli olduğu, onun eşlerinin bütün mü'minlerin manevi
anaları oldukları vurgulanıyor.
6- "Peygamber
mü'minlere canlarından ileridir. O'nun eşleri de mü'minlerin anneleridir.
Akraba olanlar miras hususunda Allah'ın kitabına göre birbirlerine
muhacirlerden ve ensardan daha yakındır. Dostlarınıza yapacağınız uygun bir
vasiyet bunun dışındadır. Bunlar kitapta yazılmıştır."
Muhacirler geride her şeylerini bırakarak Mekke'den
Medine'ye hicret etmişlerdi. Dinlerini korumak için Allah'a koşmuşlardı.
İnançlarını akrabalık bağlarına, mal varlığına, dünya hayatının gerektirdiği
sebeplere, çocukluk ve delikanlılık anılarına, arkadaşlık ve dostluk
duygularına tercih etmişlerdi. Sırf inançlarım kurtarmak için geride kalan
her şeyden soyutlanmışlardı. Onlar bu şekilde hicretleriyle, aralarında eş,
aile ve çocukta olmak üzere insanın değer verdiği her şeyden bu şekilde
uzaklaşmalariyle, inancın eksiksiz olarak gerçekleşmesinin, içinde inançtan
başka hiçbir şeye yer kalmayacak şekilde kalbi bürümesinin yeryüzündeki
canlı ve pratik örnekleriydi. Yüce Allah'ın şu sözünü doğrular tarzda insan
kişiliğinin bölünmez bütünlüğünün somut kanıtlarıydılar:
"Allah bir insanın göğüs boşluğunda iki kalp
yaratmamıştır."
Medine'de de bu durumun bir başka şekli ortaya
çıkmıştı. Bazı evlerde kimi fertler müslüman olmuş, kimisi de müşrik kalmaya
devam etmişti. Bunun sonucu akrabaları ile aralarındaki ilişkiler
kesilmişti. Bu yüzden ailesel ilişkilerde belli bir çözülme baş göstermişti.
Toplumsal düzeydeki ilişkilerde baş gösteren çözülme ise daha geniş
boyutlarda idi.
Müslüman toplum henüz yeni oluşmuştu. Yeni kurulan
islam devleti ise kurulu bir rejime dayalı bir düzenden çok ruhlara egemen
olan bir düşünce olmaya daha yakındı.
Tam bu noktada yeni inanç sisteminden kaynaklanan
bir bilinç dalgası kabardı. Bu bilinç dalgası bütün sevgileri, bütün
duyguları, bütün gelenek ve görenekleri, bütün ilişkileri ve bağları örttü.
Onların tüm etkinliklerini sildi süpürdü. Bununla kalpleri birbirine
bağlayan tek unsurun, inanç sisteminin olması hedefleniyordu. Aynı zamanda
inanç unsurunun bile kabile ortamındaki doğal köklerinden kopmuş parçaları
birbirine bağlaması, kan, soy, çıkar, dostluk, ırk ve dil gibi bağların
yerini alması, islama girmiş bu parçaları birbiri ile kaynaştırması, bunları
birbiriyle kenetlenmiş, birbiriyle kaynaşmış, karşılıklı yardımlaşma ve
dayanışma içinde bulunan gerçek bir kitle haline getirmesi isteniyordu.
Kuşkusuz konunun hükmü ile ya da devletin buyrukları ile olmayacaktı bu iş.
İçten gelen bir dürtü ile, ïnsanların normal hayatlarında alışık oldukları
her şeyi silip süpüren bir bilinç kabarması ile gerçekleşecekti. İşte islam
toplumu devlet düzenine ve rejimin gücüne dayanamadığı sıralarda bu temele
dayanmıştı.
Muhacirler, kendilerinden önce Medine'yi bir iman
yurdu haline getiren ensara konuk oldular. Ensar da evlerini, kalplerini ve
mallarını peşkeş çekerek muhacirleri karşıladılar. Onları barındırmak için
birbiriyle yarıştılar, muhacirleri konuk etmek hususunda o kadar birbirleri
ile çekiştiler ki, bir muhaciri ancak kur'a ile bir ensariye konuk etmek
mümkün olmuştu. Çünkü muhacirlerin sayısı, onları barındırmak isteyen
ensardan azdı. Fıtri cimrilikten, gösteriş ve riyadan uzak, gerçek bir
mutlulukla, gönül hoşnutluğu ile isteyerek her şeylerini onlarla
paylaştılar.
Peygamber efendimiz muhacir erkeklerle ensar
erkekleri arasında kardeşlik bağı oluşturdu. Bu kardeşlik, inanç sahipleri
arasındaki dayanışma tarihinde eşine rastlanmayan bir bağdı. Bu kardeşlik,
kan kardeşliğinin yerini aldı. O da miras, diyet ve benzeri soy bağından
kaynaklanan diğer hak ve yükümlülükleri kapsıyordu.
Bilgide bu bilinç yüksek bir zirveye ulaşmıştı.
Müslümanlar bu yeni ilişkiyi büyük bir ciddiyetle benimsemişlerdi. -Onların
bu tutumları islamın getirdiği bütün prensiplere karşı takındıkları tavrın
aynısıydı-. Bu bilinç islam toplumunu oluşturma ve onu kuşatma açısından
yerleşik bir devlet düzeninin, oturmuş bir yasama gücünün, otoriter bir
rejimin işlevini görmüş, hatta ondan fazlasını başarmıştı. Bu tür istisnai
ve karmaşık koşullarda bunun gibi yeni doğmuş bir toplumu korumak ve onları
bir arada tutmak için bunun gibi bir uygulama zorunluydu.
Bu tür duygusal yönü ağır basan istisnai
uygulamalar, benzeri koşullarla karşı karşıya kalan toplumların organik
oluşumlarını tamamlamaları için zorunludur. Yerleşik bir devlet sistemi,
oturmuş bir yasama gücü ve toplumun yaşaması, gelişmesi ve korunması için
gerekli olan güvenceleri yeterince sağlayan otoriter bir rejim meydana
gelene kadar bunun gibi istisnai uygulamalara başvurmak gerekir. Bu durum
doğal durumlar ve uygulamalar ortaya çıkma imkanı bulana kadar sürer.
Kuşkusuz islam, -bu tür duygusal yönü ağır basan
uygulamaları her zaman içermekle beraber, bu duygunun kalpteki kaynağının
her zaman açık, her zaman artar durumda ve her an için fışkırmaya elverişli
olmasını öngörmekle beraber toplumsal yapısını insan ruhunun normal gücüne
dayandırmayı ister, istisnai heyecanlanmalara değil. Duygusal yönü ağır
basan uygulamalar istisnai dönemlerde işlevlerini yerine getirdikten sonra
yerlerini doğal akışa terk ederler. Özel zorunluluk dönemi sona erince
normal düzen devreye girer.
Bu yüzden Kur'an-ı Kerim Bedir savaşından sonra
durumun yavaş yavaş normalleşmesinden, islam devletinin otoritesini
pekiştirmesinden, sosyal rejimin gitgide yerleşmesinden, rızık edinme için
makul şartların oluşmasından, büyük Bedir savaşının ardından sefere çıkan
seriyyelerin herkese yetecek kadar bol ganimet elde etmelerinden, özellikle
sürgün edilen yahudi Beni Kaynuka kabilesinden geride kalan bol servetten
sonra... Evet Kur'an-ı Kerim bu tür güvencelerin artması ile birlikte
muhacir ve ensar arasında başlatılan kardeşlik uygulaması, kan ve soy
bağından kaynaklanan yükümlülükleri açısından geçersiz kılmıştır. Ama bu
kardeşliğin sevgi ve duygusal yönü korunmuştur. İhtiyaç duyulduğunda tekrar
yürürlüğe konulsun diye. Bundan sonra islam toplumunda bütün işler doğal
durumuna döndürülmüştür. Örneğin miras ve diyetlerde yardımlaşma kan ve soy
akrabalığına özgü kılınmıştır. -Nitekim yüce Allah'ın ezeli kitabına ve
doğal yasasına göre aslolan budur-. "Akraba olanlar miras hususunda Allah'ın
kitabına göre birbirlerine muhacirlerden ve ensardan daha yakındır.
Dostlarınıza yapacağınız uygun bir vasiyet bunun dışındadır. Bunlar kitapta
yazılmıştır."
Aynı sırada Peygamber efendimizin genel anlamda
mü'minler adına karar verme yetkisi ve bu yetkinin kan akrabalığından, hatta
insanın kendi kendine olan yakınlığından daha öncelikli olduğu
vurgulanmıştır: "Peygamber, mü'minlere canlarından ileridir." Bu arada
Peygamber efendimizin eşlerinin bütün mü'minlerin manevi annemleri oldukları
belirtilmiştir: "Onun eşleri de mü'minlerin anneleridir."
Peygamber efendimize verilen bu yetki, hayat
sistemini ve hareket metodunu bütün yönleriyle belirlemeyi kapsayan genel
bir yetkidir. Bu konuda mü'minler bütünüyle Resulullah'ın buyruğuna uymakla
yükümlüdürler. Hz. Peygamberin yüce Allah'tan aldığı vahiy doğrultusunda
kendileri için seçtiği hayat sistemini seçmekten başka seçenekleri yoktur:
"Sizden biriniz arzusunu benim getirdiğim vahye uydurmadıkça mü'min
değildir."
Bu yetki, bu önceliklilik mü'minlerin duygularını da
kapsıyor. Çünkü Hz. Peygamberin şahsı onlara kendilerinden daha sevgili
olur. Onu bırakıp kendilerini tercih etmezler. Kalplerinde hiçbir kişi ya da
hiçbir şey Hz. Peygamberden ileri olamaz. Bir sahih hadiste Peygamber
efendimiz şöyle buyuruyor: "Beni kontrolünde tutan Allah'a andolsun ki,
sizden biriniz, beni kendisinden, malından, evladından ve bütün insanlardan
daha çok sevmedikçe mü'min olamaz." Yine bir başka sahih hadiste
belirtildiğine göre Hz. Ömer (r.a) "Ya Resulallah, Allah'a andolsun ki,
kendimin dışında seni her şeyden çok seviyorum" demiş. Bunun üzerine
Peygamber efendimiz "Hayır ya Ömer, beni kendinden daha çok sevmedikçe
olmaz" buyurmuştur. Ardından Hz. Ömer: "Ya Resulallah, Allah'a andolsun ki,
seni kendim dahil her şeyden çok seviyorum" demiş, Peygamberimiz de "Şimdi
oldu ya Ömer" buyurmuştur.
Bu sadece dille söylenen bir söz değildir. Yüce bir
makamdır bu. Kendisini bu erişilmez, bu aydınlık ufka ulaştıracak dolaysız,
direkt bir temas olmadığı sürece bir kalp buraya erişemez. Buraya eriştikten
sonra kalp şahsının cazibesinden, benliğinin her noktasına, her büklümüne
işlenmiş kendisine yönelik derin sevgiden sıyrılır. Çünkü insan kendi
şahsını ve kendi şahsı ile ilgisi bulunan her şeyi sever. Bu sevgi insan
düşüncesini, idrakini aşan boyutlardadır. Zaman zaman insan duygularını
yendiğini, nefsini tatmin ettiğini, kendi şahsına yönelik aşırı sevgiyi
kontrol altına aldığını düşünür. Oysa onurunu zedeleyecek şekilde kendisine
dokunulduğu zaman, kendisini yılan sokmuşçasına yerinden kalkar. Bu onur
kırıcı dokunuş karşısında büyük acı duyar ve tepkisine engel olamaz. Çünkü
insanın kendi şahsına yönelik sevgisi duygularında ve benliğinin
derinliklerinde gizlidir. İnsan nefsini tüm hayatın feda etmeye razı
edebilir, ancak kendisini küçük düşürücü, veya herhangi bir özelliğini
ayıplayıcı, yahut karakterini eleştirici yada bir niteliğini, eksikliğini
vurgulayıcı tarzda kişiliğine dokunan bir davranışı kabul etmeye razı etmesi
son derece güçtür.
Bu konuda aşırıya kaçmadığını, yada fazla
etkilenmediğini ileri sürmesine rağmen... İnsanın kendi şahsına yönelik
derin sevgisini yenmek, dille söylenebilecek bir söz değildir. Daha önce de
söylediğimiz gibi bu, yüce bir makamdır. Dolaysız ve manevi bir temas veya
uzun süreli bir çaba, yahut sürekli bir egzersiz, ya da Allah'ın yardım ve
desteğini hakkeden kesintisiz bir uyanıklık ve samimi bir istek olmadığı
sürece insan kalbi bu yüce makama erişemez. Bu, Peygamber efendimizin
nitelendirdiği gibi en büyük cihattır. Bu konuda Hz. Ömer'in -düzeyi ne
olursa olsun- Peygamber efendimizin uyarısına muhtaç olması meselenin
önemini ortaya koyması bakımından yeterli bir örnektir. Bu tertemiz kalbi
açan, Peygamberimizin dolaysız, uyarı amaçlı teması olmuştur.
Peygamber efendimize verilen bu yetki mü'minlerin
yükümlülüklerini de kapsar. Bir sahih hadiste Peygamber efendimiz şöyle
buyuruyor: "Beni dünya ve ahirette her şeyden üstün ve kendisine daha yakın
görmeyen bir mü'min yoktur. İsterseniz "Peygamber, mü'minlere canlarından
ileridir" (Ahzab, 6) ayetini okuyun. Şu halde herhangi bir mü'min geride bir
mal bırakırsa, soyundan olan kimseler ona mirasçı olsunlar. Şayet bir mü'min
ölürde geride bir borç bırakırsa ya da ailesine bakacak kimsesi yoksa bana
getirsinler. Çünkü ben onun yakınıyım." Yani bu adam borçlu ölmüş ve borcunu
karşılayacak kadar malı da yoksa Hz. Peygamber onun borcunu ödeyecektir.
Eğer kendilerine bakamayacak yaşta iseler çocuklarının bakımını
üstlenecektir.
Bunun dışında hayat, doğal temellerine dayanır.
Bunun için de duygusal yönü ağır basan ve istisnai durumlarda başvurulan
uygulamalara gerek yoktur. Bununla beraber kardeşlik uygulamasının iptal
edilmesinden sonra dostlar arasındaki sevgi kalıcıdır. Bir dostun dostuna
ölümünden sonra mirasından pay verilmesini vasiyet etmesine ya da sağlığında
bir şeyler hibe etmesine engel oluşturacak bir hüküm söz konusu değildir:
"Dostlarınıza yapacağınız uygun bir vasiyet bunun dışındadır."
Bütün bu uygulamalar en başta gelen kulpa bağlanıyor
ve bunun yüce Allah'ın ezeli kitabında yer alan iradesi olduğu vurgulanıyor:
"Bunlar kitapta yazılmıştır." Böylece kalpler yatışıyor, sakinleşiyor; bütün
yasamaların ve düzenlemelerin kâynağı olan büyük temele sarılıyor.
Bununla hayat doğal temelleri üzerinde normal
şeklini alıyor. Kolay ve rahat bir şekilde yoluna devam ediyor. Fert ve
toplumların hayatında son derece sınırlı olan kimi istisnai durumların
dışında normalde ulaşılmayacak olan yüksek ufuklara bağlı kalmıyor.
Sonra islam, müslüman toplumun hayatında yine bu tür
bir zorunluluk baş gösterdiğinde tekrar coşsun, tekrar kaynasın diye bu
coşkun kaynağın kurumamasını istemiştir.
Yüce Allah'ın ezeli kitabında yazılan hükmü ve o
yönde gelişen iradesi münasebetiyle, kalıcı bir yasa olsun, her zaman için
geçerli bir hayat sistemi olsun diye, yüce Allah'ın genelde bütün
Peygamberlerle, özelde de Peygamber efendimizle ve diğer büyük (ulul azm)
Peygamberlerle yaptığı sözleşmeye işaret ediliyor. Bu sözleşme, Allah'ın
hayat için belirlediği sistemi omuzlamayı, ona uymayı, onu insanlara açıkça
duyurmayı, gönderildikleri milletlerin hayatına bu sistemi egemen kılmayı
öngörüyor. Bununla insanların, Peygamberlerin açık .duyurularından sonra tüm
mazeretleri geçersiz kılındıktan sonra bizzat kendi sapıklıklarından veya
doğru yolda oluşlarından, mü'minliklerinden veya kafirliklerinden sorumlu
olmaları hedeflenmiştir:
7- Hani" biz
Peygamberlerden söz almıştık, senden, Nuh'tan, İbrahim'-den, Musa'dan ve
Meryem oğlu İsa'dan, pek sağlam bir söz aldık."
8- "Allah,
doğrulardan doğruluklarını sormak ve kafirlere can yakıcı azap hazırlamak
için bunu yapmıştır."
Bu, Nuh Peygamberden
son Peygamber Hz. Muhammed'e (s.a.s) kadar değişmeden yürürlükte kalan bir
sözleşmedir. Bu, tek bir sözleşme, tek bir hayat sistemi ve tek bir
emanettir. Her biri kendisinden öncekinden aldığı şekliyle kendisinden sonra
gelene teslim etmiştir.
Önce genel bir ifade kullanılıyor: "Hani biz
Peygamberlerden söz almıştık..." Sonra kendisine Kur'an-ı Kerim indirilen ve
alemlere yönelik evrensel mesajı taşıyan Hz. Muhammed'e (s.a.s) özel olarak
işaret ediliyor. Ardından Peygamberler içinde (ulul azm) büyük olanlara
değiniliyor. Bunlar, son Peygamberlikten önce gönderilen büyük risaletlerle
görevlendirilmiş Peygamberlerdir. "Nuh tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem
oğlu İsa'dan söz almıştık."
Kendileri ile sözleşme yapılanların açıklanmasından
sonra sözleşmenin niteliğine değiniliyor: "Onlardan pek sağlam bir söz
aldık." Burada sözleşme sağlam olarak nitelendirilirken ayetin orijinalinde
geçen sözleşme anlamındaki "misak" kelimesinin sözlük anlamı göz önünde
bulundurulmuştur. Bu sözcük bükülmüş ip anlamındadır. Bu yüzden antlaşmalar
ve ilişkiler bu sözcükle ifade edilmiştir. Öte yandan sözcüğün duygulara
yönelik mesajının etkinliğini arttıran manevi bir vurgusu da vardır. Bununla
yüce Allah ile seçkin kulları arasında; Allah'ın vahyini almak, onu
insanlara açıkça duyurmak, hiçbir taviz vermeden, sağa-sola sapmadan onun
sistemini tam bir güvenle uygulamak üzere gerçekleşen bu sözleşmenin sağlam
ve dayanıklı bir sözleşme olduğu vurgulanmak isteniyor.
"Allah doğrulardan doğruluklarını sormak için böyle
yapmıştır."
Doğrular mü'minlerdir. Çünkü doğru sözü söyleyen ve
doğru bir inanç sistemine inananlar onlardır. Onların dışındakiler yalancı
kimselerdir. Çünkü batıla inanıyor, batıl söz söylüyorlardır. Bunun için
ayette kullanılan bu nitelemenin bir amacı, vermek istediği bir mesaj
vardır. Mü'minlerden doğruluklarının sorulması ise, tıpkı bir öğretmenin
seçkin ve başarılı öğrencisine, mezuniyet törenine davet edilenlerin
huzurunda soru sorup onun başarısını ve yükselmesini sağlayacak cevap
almasına benziyor. Onurlandırma, başarıyı duyurma, şahitlerin huzurunda
herkese bildirme, ödülün kazanıldığını açıklama, büyük haşir gününde
böylesine büyük bir onuru hakkedenleri övme amacına yönelik bir sorudur bu.
Doğrulardan başkalarına gelince... Batıl bir inanç
sistemine uyan, ya doğru ya da yalan söylemeyi gerektiren en büyük
meselelerde, yani inanç meselesinde yalanı tercih edenlere gelince, onlar
için hazırlanmış, onları bekleyen bir başka karşılık vardır:
"Kâfirlere can yakıcı bir azap hazırlanmıştır."
Hayat içindeki mücadelelerle, olayların etkisiyle
müslümanın kişiliği biçimleniyordu. Günden güne ve olaydan olaya bu kişilik
olgunlaşıyor, gelişiyor, karakteristik çizgileri belirginleşiyordu. Bu
kişiliklerden oluşan müslüman kitle de kendine özgü nitelikleri ile, değer
yargıları ile, kendisini diğer toplumlardan ayıran özellikleriyle varlık
sahnesine çıkıyordu.
Olaylar kimi zaman yeni doğmakta olan toplumlar için
o kadar ağır ve acımasız olur ki, zaman zaman bir sınav boyutlarına varır.
Bu sınav tıpkı altının eritilip saf altın ile değersiz tortunun birbirinden
ayrılması gibi ruhların gerçek durumlarını ve cevherlerini ortaya çıkarır.
Değeri bilinmeyecek şekilde tortulara karışıp gitmesini önler.
Kur'an-ı Kerim ya sınav esnasında ya da
sonuçlanmasından sonra iniyordu. İnerken olayları tasvir ediyor, olayların
gizli yanlarını, köşesini-bucağını ortaya çıkaracak şekilde aydınlatıcı
projektörlerini üzerine dikiyordu. Böylece tüm tavırları, tavırların
gerisindeki duyguları, niyetleri ve vicdanlardaki kıpırdanmaları ortaya
çıkarıyordu. Sonra her türlü perdeden ve örtüden soyutlanmış şekilde
projektörün ışığı altında çırılçıplak duran kalplere hitap ediyordu.
İçlerindeki alıcı ve verici noktaları uyarıyordu, böylece günden güne,
olaydan olaya onları eğitiyordu. Bu kalplere yönelik mesajları ve onlardan
aldığı tepkileri kendisinin belirlediği eğitim metoduna göre düzenliyordu.
Müslümanlar, emir ve yasakları, yasa ve direktifleri
bir kerede inecek şekilde bu Kur'an'la başbaşa bırakılmamışlardı. Tam
tersine yüce Allah onları deneylerden geçirmiş, musibetlere uğratmıştı.
Fitne ve imtihanlara tabi tutmuştu. Çünkü yüce Allah, kalplere kazınan,
sinirlere işlenen, ruhları tutup hayatın içindeki mücadele meydanına,
olayların içine atan bu tür pratik ve uygulamalı bir eğitimden geçmedikleri
sürece kendi halifesi olarak seçtiği insanların kişiliklerinin olumlu yönde
istenen şekilde biçimlenemeyeceğini, sağlıklı olarak olgunlaşamayacağını,
bir inanç sistemi üzerinde dengeli bir hayat sürdüremeyeceğini biliyordu.
İşte Kur'an bu ruhlara olup bitenlerin gerçek mahiyetini, ne anlama
geldiklerini göstermek için iniyordu. Fitne ateşi ile eriyen, imtihanın
sıcaklığı ile kızgınlaşan, dövülmeye ve biçim verilmeye müsait durumda olan
bu kalplere direktifler vermek, onları yönlendirmek için iniyordu.
Hiç kuşkusuz müslümanların Peygamber efendimizin
sağlığında geçirdikleri bu dönem gerçekten olağanüstü bir dönemdi. Yerin
gökle birleşmesi dönemiydi. Bu birleşme, gelişen olaylarda ve konuşmalarda
belirginleşen açık ve dolaysız bir birleşmeydi. O dönemde her müslüman
gecelerken yüce Allah'ın gözlerinin üzerinde olduğunu, kulağının onda
olduğunu, söylediği her sözün, yaptığı her hareketin, daha doğrusu kafasında
geçen her düşüncenin, her niyetin insanların gözlerinin önüne serileceğini;
buna ilişkin olarak Hz. Peygambere vahiy ineceğini hissediyordu. Her
müslüman Rabbi ile kendisi arasında doğrudan bir bağ bulunduğunun
farkındaydı. İçinden çıkılmaz bir işle karşı karşıya kaldığında, zor bir
problem baş gösterdiğinde yarın ya da öbür gün gök kapılarının açılıp
problemi için bir çözüm, üstesinden gelemediği için bir çıkar yol,
meselesini sonuca bağlayan bir açıklamanın gönderilmesini beklerdi. Bazan
yüce Allah şöyle derdi: "Sen ey falan, şöyle dedin, şöyle yaptın, şunu
gizledin şunu da açıkladın. Şöyle ol, şöyle olma." Ne olağanüstü ve ne
dehşet verici bir olay! Yüce Allah'ın belirterek bir kişiye belli bir konuda
hitap etmesi ne dehşet verici, ne olağanüstü bir olay! Oysa o kişi ve
içindeki herkes ve her şeyle birlikte bütün yeryüzü yüce Allah'ın sonsuz
mülkü içinde bir zerre konumundadır.
Gerçekten olağanüstü bir dönemdi. Bu gün insan o
dönemi düşününce, olayları ve tutumları algılamaya çalışınca, akla hayale
sığmayan o büyük realitenin nasıl meydana geldiğini kavrayacak gibi oluyor.
Ne var ki yüce Allah müslümanları eğitim ve müslüman
kişiliklerini olgunlaştırmak için sadece bu duygularla başbaşa bırakmıyordu.
Onları pratik deneylerden geçiriyor, birtakım musibetlere uğratarak onları
sınıyordu. Bütün bunları kendisinin bildiği bir hikmet uyarınca yapıyordu.
Çünkü o yarattıklarını herkesten iyi bilir. O latiftir, her şeyden
haberdardır.
Bu ilahi hikmet üzerinde uzun uzadıya durmamız,
kavramaya çalışmamız, etraflıca düşünmemiz ve kendi hayatımızda yaşadığımız
olayları, başımızdan geçen imtihanları bu kavrayış ve bu düşüncenin ışığında
değerlendirmemiz gerekir.
Ahzab suresinin bu bölümü, islami hareketin ve
müslüman cemaatin tarihinde baş gösteren büyük olaylardan birinin geniş bir
açıklamasını içeriyor. Çetin bir imtihanın yaşandığı bir durumu, hicretin
dördüncü ya da beşinci yılında gerçekleşen `Ahzab savaşını' anlatıyor. Bu
savaş, genç İslam toplumunun, bu toplumun sahip olduğu değer yargılarının ve
düşüncelerinin denendiği bir imtihan alanıydı. Bu konudaki Kur'an
ayetlerini, Kur'an'ın olayı sunuş yöntemini, bazı sahneler, olaylar,
hareketler ve duygular üzerinde durup onları tanımlama ve anlama üzerinde
değerlendirme yapmadaki ifade tarzını, bazı değer yargılarını ve yasaları
belirginleştirmesini etraflıca algılamaya, onları anlamaya çalıştığımız
zaman. Evet bütün bunlardan yola çıkarak yüce Allah'ın bu ümmeti aynı anda
hem Kur'an'la hem de olaylarla nasıl eğittiğini kavrayabiliriz.
Kur'an-ı Kerim'in kendine özgü sunuş ve dikkatleri
bir olay üzerine çekme yöntemini kavrayabilmemiz için, Kur'an ayetlerinin
açıklamasına başlamadan önce, siret kitaplarının sunduğu şekliyle -uygun
şekilde özetleyerek- olayın meydana gelişini aktaracağız. Bu arada yüce
Allah'ın savaşı ve savaşta meydana gelen olayları sunuşu ile insanların
sunuşu arasındaki farkı göstereceğiz.
Muhammed b. İshak bir topluluğa dayanarak şöyle der:
Hendek savaşı öncesinde cereyan eden olaylardan biri
de, içinde Selam b. Ebu'l Hukeyk en-Nadrî, Huyey b. Ahtab en-Nadrî, Kenane
b. Ebu'l Hukeyk en Nadrî, Hevze b. Kays el-Vailî ve Ebu Ammar el-Vailî
bulunan bir yahudi grubunun, kabileleri Resulullah'a karşı kışkırtan Beni
Nudeyr ve Beni Vail kabilelerinden birer grupla çıkıp Kureyş kabilesi ileri
gelenleri ile görüşmelerde bulunmak üzere Mekke'ye gitmeleri ve onları
Peygamber efendimize karşı savaşmaya çağırmalarıydı. Yahudiler Kureyşlilere
şöyle demişlerdi: "Onu yok edene kadar sizinle beraber olacağız."
Kureyşliler de: "Ey Yahudiler, sizler kendilerine kitap verilen ilk
toplumsunuz. Yine bizim durumumuzdan haberdarsınız. Bizimle Muhammed s.a.s.
arasında inanç ve görüş ayrılığı baş gösterdi. Sizce bizim dinimiz mi
iyidir, yoksa onun dini mi iyidir?" diye sormuşlardı. Yahudiler şöyle cevap
vermişlerdi: "Tam tersine, sizin dininiz onun dininden iyidir. Siz gerçeğe
ondan daha yakınsınız." Yüce Allah onlar hakkında "Şu kendilerine kitaptan
bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar puta ve Tağut'a inanırlar ve
kafirler hakkında `Bunların yolu mü'minlerin yolundan daha doğrudur'
derler." ayetinden "Yoksa Allah'ın, lütfunun eseri olarak insanlara
bağışlamış olduğu imtiyazı çekemiyorlar, bu yüzden onları kıskanıyorlar mı?
Oysa biz İbrahim'in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş,
kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık." (Nisa Suresi, 51,54)ayetine
kadar indirmişti.
Yahudiler Kureyşlilere böyle söyleyince çok
sevindiler. Hz. Peygambere karşı kendilerini savaşa çağırmış olmalarından
memnun kaldılar ve hemen savaş hazırlıklarına başladılar.
Daha sonra bu yahudi heyeti -Kays Aylan topluluğu
içinde yer alan- Gatafan kabilesinin bölgesine gidip onları da Peygamber
efendimize karşı savaşmaya çağırdılar. Bu arada savaşa katılmaları durumunda
kendilerine yardım edeceklerini de vaad ettiler. Öte yandan Kureyş
kabilesinin de kendileri ile ittifak yaptıklarını söyleyerek Gatafanlıları
aralarına kattılar.
Kureyş kabilesi Ebu Süfyan b. Harb komutasında yola
çıktı. Gatafan kabilesinin başında da Fezaze oğullarından Uyeyne b. Hısn
vardı. Aralarında Beni Mürre kabilesirtden Haris b. Avf ile kavminin en
cesur savaşçılarının başında sefere katılan Mas'ar b. Ruhayle vardı.
Peygamber efendimiz bu ittifakı ve hedeflerini haber
alınca hemen Medine'nin etrafında hendek kazılmasını kararlaştırdı.
Peygamberimiz bizzat hendek kazma işinde çalıştı. Müslümanlar da onunla
birlikte çalıştılar. Hem Peygamberimiz hem de müslümanlar işe dört elle
sarıldılar. Bazı münafıklar Peygamber efendimizin ve müslümanların bu
çalışmalarının gecikmesine, ağır yürümesine neden oluyorlardı. Bu amaçla
basit. işlerle oyalanarak kaytarıyorlardı. Peygamberimizin bilgisi dışında
ve ondan izin almaya gerek duymadan gizlice evlerine gidiyorlardı. Öte
yandan müslümanlardan birinin de mutlaka yerine getirmesi gereken bir işi
olsaydı gidip Peygamberimizden izin alır, işini görürdü. İşini gördükten
sonra da iyiliğe olan arzusu ve sevap düşüncesi ile işinin başına dönerdi.
Bunun üzerine yüce Allah bu mü'minler hakkında şu ayeti indirdi: "Mü'minler
öyle kimselerdir ki, Allah'a ve Peygambere inanırlar; bunun yanı sıra
herhangi bir kamu görevini yerine getirmek üzere Peygamberin yanında
bulunduklarında O'ndan izin almaksızın bir yere gitmezler.
Ey Muhammed, ortak görev yerinden ayrılacakları
zaman senden izin isteyenler varya, onlar Allah'a ve Peygambere inanan
kimselerdir. Öyleyse böyleleri herhângi bir işleri için senden izin
istediklerinde içlerinden dilediklerine izin ver ve onlar adına Allah'tan af
dile. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir."(Nur Suresi, 62)
Daha sonra yüce Allah işten kaytaran ve Hz.
Peygamberimizin izni olmadan evlerine giden münafıkları kastederek
"Peygamberi çağırırken O'na, birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyiniz.
(Ya da Peygamber sizi çağırdığında O'nun çağrısını, aranızda birbirinize
yönelttiğiniz çağrılarla bir tutmayınız.) Allah, arkadaşlarını siper ederek
gizlice Peygamberin yanından sıvışanları iyi bilir. Onun emrini çiğneyenler
ya başlarına bir hela gelmesinden ya da acıklı bir azaba çarpılmaktan
korkmalıdırlar." (Nur Suresi, 63)
Peygamber efendimiz Hendek kazma işini bitirince,
Kureyş kabilesi, kendilerine uyan Beni Kinane ve Tihame halkı ile birlikte
sayıları on binleri bulan müttefikleri ile Rume mıntıkasındaki sel
yataklarından Medine'nin üzerine yürüdüler. Gatafan kabilesi ile kendilerine
katılan Necd halkı Uhud dağının yanındaki "Zenbinekmo" bölgesinden
çıkageldiler. Peygamber efendimiz ve müslümanlar, üç bin kişilik bir ordu
halinde sel'a dağını arkalarına alacak şekilde harekete geçtiler.
Peygamberimiz hendeği düşmanla aralarına alacak şekilde karargahını kurdu.
Bu arada kadın ve çocukların kalelere yerleştirilmesini emretti.
Allah'ın düşmanı Huyey b. Ahtab en-Nadrî Beni
Kureyze adına antlaşma ve ittifak kurma yetkisine sahip olan Ka'b b. Esed
el-Kurezi'nin yanına geldi. Peygamber efendimiz daha önce onun kabilesi ile
saldırmazlık hususunda anlaşmaya varmıştı. Bu konuda Ka'b b. Esed el-Kurezi
ile antlaşma imzalamıştı. Huyey b. Ahtab çeşitli vaatlerde bulunarak bir
sürü dil dökerek sonunda Ka'b b. Esed el-Kurezi'yi kendisi ile bir antlaşma
yapmaya razı etti. Antlaşmaya göre Ka'b b. Esed, Huyey b. Ahtab'a şu
güvenceyi veriyordu: "Eğer Kureyş ve Gatafan kabileleri Muhammed'e bir şey
yapmadan dönecek olurlarsa ben de seninle birlikte senin kabilenin kalesine
sığınacağım ve sana yönelik saldırıları ben de karşılayacağım." Böylece Ka'b
Peygamberimizle arasındaki antlaşmayı tek taraflı olarak feshetmiş, daha
önce ona verdiği sözden dönmüş oluyordu.
Huyey b. Ahtab ile Ka'b b. Esed arasında gerçekleşen
bu antlaşma ile birlikte müslümanların başındaki belâ gittikçe ağırlaştı.
Daha büyük bir korku içine düştüler. Çünkü düşmanları hem yukardan hem de
aşağıdan kendilerini kuşatmıştı. Bazı mü'minler son derece olumsuz şeyler
düşünüyorlardı. Münafıkların içindeki bozgunculuk çıkarma duygusu da
belirmişti. Nitekim Amr b. Avf oğullarından Muattib b. Kuşeyr şöyle demişti:
"Muhammed bize Kisra (İran hükümdarı) ve Kayser (Bizans hükümdarı)'in
hazinelerini vaad etmişti. Ama şimdi hiçbirimizin tuvalete gidecek kadarlık
bir can güvenliği yoktur. Harise b. Haris oğullarından birisi olan Evs b.
Kayzi de Peygamber efendimize gidip kabilesinden bazı adamlar adına "Ya
Resulallah, evlerimiz düşmana karşı korumasız durumdadır. İzin ver de çıkıp
evlerimize gidelim. Çünkü evlerimiz Medine'nin' dışındadır" demişti.
Peygamber efendimiz de düşmanları da bir aya yakın
bir süre beklediler. Muhasara ve karşılıklı ok atışları dışında aralarında
herhangi bir çarpışma meydana gelmedi.
Müslümanların başındaki bela dayanılmaz boyutlara
varınca, Peygamber efendimiz Gatafan kabilesinin liderlerinden Uyeyne b.
Hısn ve Haris b. Avf'a haber göndererek kuşatma harekâtı içinde yer alan
kuvvetlerini geri çekmeleri karşılığında Medine'nin yıllık ürününün üçte
birini vereceğini bildirdi. (Yahudiler de kendilerine yardım etmeleri
durumunda Hayber'in bir yıllık ürününü vaad etmişlerdi.) Bu konuda anlaşma
sağlandı ve hatta maddeler yazıya da döküldü. Ancak şahitler gösterilmemiş
ve anlaşma fiilen imzalanmamıştı. Sadece karşılıklı yumuşama ve memnuniyet
belirtilmişti. Peygamber efendimiz anlaşmayı imzalamak isteyince Evs
kabilesinin başkanı Sa'd b. Muaz ile Hazreç kabilesinin başkanı Sa'd b.
Ubade'yi çağırarak meseleyi onlara açtı ve görüşlérine başvurdu. Bunun
üzerine onlar: "Ya Resulallah bu, yapmamızı istediğin bir emir midir? Yoksa
yerine getirmek zorunda olduğumuz yüce Allah'ın bir emri midir? Yoksa sırf
bizim çıkarımızı düşünerek yapmış olduğun bir öneri midir?" diye sordular.
Peygamber efendimiz: "Hayır bunu sırf sizin çıkarlarınızı düşünerek önerdim.
Allah'a andolsun ki Arapların tek bir yaydan fırlamışçasına üzerinize
saldırdıklarını, tıpkı köpekler gibi başınıza üşüştüklerini gördüğüm için bu
öneride bulundum. Bununla, belli ölçüde aleyhinizde birleşen güçlerini
kırmak istedim" dedi. Sa'd b. Muaz: "Ya Resulallah, biz ve şu düşmanlarımız
daha önce Allah'a ortak koşuyor, putlara ibadet ediyorken, Allah'a ibadet
etmiyor, O'nu gereği gibi tanımıyorken bile, bir ziyafet ya da satış durumu
dışında onlar Medine'nin ürününün tadına bakamazlardı. Yüce Allah bizi İslam
ile onurlandırmışken, bize doğru yolu göstermişken, seninle ve İslam ile
bizi güçlendirmişken mi mallarımızı onlara peşkeş çekeceğiz? Allah'a
andolsun ki meseleyi bir sonuca bağlayana kadar kılıçtan başka onlara
verecek bir şeyimiz yoktur" dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz şöyle
buyurdu: "İstediğini yap". Sa'd b. Muaz anlaşma metnini aldı ve orada yazılı
bulunan maddelerin hepsini sildi ardından şöyle dedi: "Şimdi bize
saldırsınlar bakalım."
Peygamber efendimiz ve arkadaşları, düşmanın
saldırıya geçmesi, yukarıdan ve aşağıdan kendilerini muhasaraya alması
nedeniyle yüce Allah'ın belirttiği şekliyle büyük bir korku içinde
meşakkatli bir direniş gösterdiler. (Ümmü Seleme (r.a.) şöyle der:
Peygamberimizle birlikte korku ve ölüm dolu sahneler yaşadım; Müreys'i,
Hayber'i, Hudeybiye'yi, Mekke'nin fethini ve Huneyn savaşını gördüm. Ama
Hendek savaşı gibi Peygamberimizi yoran bize de dehşet dolu anlar yaşatan,
bizi korkutan bir olayı görmedim. Çünkü o zaman müslümanlar cendereye
alınmış gibiydiler. Ve biz çocuklarımız hususunda Beni Kureyze kabilesine
güvenmiyorduk. Bu yüzden bütün Medine sabahlara kadar nöbet tutardı. Korku
içinde sabahlayan müslümanların tekbir seslerini duyuyorduk. Nihayet yüce
Allah düşmanları kinleri ile birlikte geri çevirdi. Bir sonuç elde
etmelerine müsaade etmedi.)
Daha sonra Gatafan kabilesinden Nuaym b. Mes'ud b.
Amir Peygamber efendimizin yanına gelerek: "Ya Resulallah, ben müslüman
oldum. Ama kabilem müslüman olduğumu bilmiyor. Ne yapmamı istiyorsan, emret
yapayım" dedi. Peygamberimiz "Sen aramızda tek bir adamsın, yapabilirsen
gidip düşmanı birbirine düşür. Çünkü savaş bir hile, bir taktiktir. (Nuaym
b. Mes'ud b. Amir söyleneni yapınış, böylece hem Peygamberimize karşı oluşan
müttefik kuvvetler arasında hem de onlarla Beni Kureyze kabilesi arasında
güvensizlik baş göstermişti. Bu zatın faaliyetlerine ilişkin uzun ve
ayrıntılı bilgiler siret kitaplarında mevcuttur. Biz konuyu gereğinden fazla
uzatmamak endişesiyle meseleyi özetleyerek sunuyoruz.)
Yüce Allah, onları birbirine düşürdü, kışı andıran
çok soğuk bir gecede üzerlerine dondurucu bir rüzgar estirdi. Bu rüzgar
çadırlarını ve yemek pişirdikleri ocaklarını altüst etti...
Peygamber efendimiz düşmanların arasında ihtilaf baş
gösterdiğini, yüce Allah'ın ittifaklarını dağıttığını fark edince, Huzeyfe
b. Yeman'i çağırdı ve gidip düşmanın geceleyin ne yaptığını öğrenmesini
istedi.
Tarihçi İbn-i İshak diyor ki: Bana Zeyd b. Ziyad,
Muhammed b. Ka'b el Kurezi'den aktararak şöyle anlattı: Kufeli birisi
Huzeyfe b. Yeman'a: "Ya Ebu Abdullah siz Resulullah'ı görüp ona arkadaşlık
ettiniz değil mi?" diye sordu. Huzeyfe: "Evet, yeğenim" dedi. Adam "Peki ne
yapıyordunuz?" dedi. Huzeyfe: "Cihad ediyorduk" şeklinde cevap verdi. Adam
"Allah'a andolsun ki, eğer onu biz görseydik, yerde yürümesine izin vermez
omuzlarımızda taşırdık" dedi. Bunun üzerine Huzeyfe: "Yeğenim, Allah'a
andolsun ki sen bizi Hendek savaşında Resulullah'la birlikteyken
görmeliydin. Gecenin bir kısmında Resulullah bize dönüp şöyle demişti: "Kim
gidip düşmana bakacak ve olup bitenleri anlatmak üzere geri dönecek.
Peygamberimiz bu adamın döneceğini garantiliyordu. Ayrıca bu adamın cennette
arkadaşım olmasını Allah'tan dileyeceğim" diyordu. Buna rağmen, korkunun,
açlığın ve soğuğun şiddetinden hiç kimseden ses çıkmıyordu. Kimse
kalkmayınca Hz. Peygamber beni çağırdı. Peygamberimiz beni çağırınca
kalkmaktan başka seçeneğim yoktu. Bana şöyle dedi: "Ey Huzeyfe, git
düşmanların arasına gir ve neler yaptıklarına bak. Bize gelinceye kadar da
kimseye bir şey söyleme." Gittim ve aralarına girdim. Rüzgar ve Allah ın
askerleri onlara yapacağını yapmıştı. Yemek pişirecekleri bir tencere,
ısınacakları bir ateş, sığınacakları bir sığınak, bir çadır kalmamıştı. Ebu
Süfyan kalkmış şöyle diyordu: Ey Kureyşliler, herkes yanındaki adamın kim
olduğuna baksın. Bunun üzerine ben hemen yanımdaki adamı tutup "Kimsin?"
diye sordum. "Falan oğlu falan" dedi. Sonra Ebu Süfyan devamla "Ey
Kureyşliler, Allah'a andolsun ki artık burada kalamazsınız. Atlarımız ve
develerimiz mahvoldu. Beni Kureyze bizi yarı yolda bıraktı. Onlardan
hoşumuza gitmeyen şeyler duyuyoruz. Gördüğünüz gibi şiddetli bir rüzgara
tutulmuşuz. Aşımız pişmiyor, ateşimiz yanmıyor, sığınacak bir yerimiz yok.
Haydi toparlanıp geri dönün. Çünkü ben dönüyorum" dedi. Sonra kalktı ve
bağlı duran devesine yöneldi. Devenin üstüne oturdu ve onu üç ayağının
üzerine kaldırdı. Allah'a andolsun ki, ayağa kaldırdıktan sonra devenin
bağını çözebildi. Eğer Hz. Peygamber, yanıma gelmedikçe kimseye bir şey
söyleme diye bana direktif vermeseydi, isteseydim onu orada okla
öldürebilirdim.
Huzeyfe diyor ki; Peygamber efendimizin yanına
döndüğüm zaman hanımlarından birine ait yemen işi bir örtünün altında namaz
kılıyordu. Beni görünce ayaklarının arasına aldı ve örtünün bir ucunu
üzerime attı. Ben ayaklarının arasındayken rüku ve secde yaptı. Selam
verince ona gördüklerimi anlattım.
Gatafanlılar da Kureyşlilerin yaptıklarını duyunca
toparlanıp yurtlarına döndüler.
Kur'an ayetleri, insan tiplerini ve karakteristik
özellikleri tasvir etmek için olaylarda rol alan kişilerin adlarına ilişkin
bir açıklamada bulunmuyor, şahısları tanıtma yönüne gitmiyor. Kalıcı
değerler ile değişmez yasaları vurgulamak için olayların ayrıntılarına,
gelişmelerin detayına girmiyor. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in ön plana çıkardığı
değerler ve yasalar olayların sona ermesi ile bitmezler; şahısların ortadan
kaybolması ile yok olmazlar, ortamın değişmesi ile gündemden düşmezler.
Bütün kuşakların, bütün toplumların uyacakları birer kural olarak kalırlar.
Kur'ana Kerim olayları ve tavırları yüce Allah'ın olaylar ve kişiler
üzerinde egemen olan kaderi ile bağlantılı olarak ele alır. Böylece yüce
Allah'ın dilediğini yapabilen eli, latif planı belirginleşir. Yine gerekli
direktifleri vermek, çeşitli yorumlarda bulunmak ve meseleyi büyük temele
bağlamak için savaşın her aşamasında durup değerlendirmelerde bulunur.
Kur'an-ı Kerim hikayeyi bizzat yaşayanlara, hikayede
gelişen olayları bizzat gözleriyle görenlere anlatıyor olmasına rağmen,
onlara olay hakkında bilmedikleri birçok şeyi haber veriyordu. Hikayenin
kahramanları ve oyuncuları olmalarına rağmen kavrayamadıkları hikayenin
çeşitli yönlerini aydınlığa kavuşturuyordu. Projektörlerini ruhların
temellerinin, kalplerin dönemeçlerinin, vicdanların gizli bölmelerinin
üzerine dikiyordu. Göğüslerin derinliklerinde gizli bulunan sırları,
niyetleri ve duyguları gün yüzüne çıkarıyordu.
Kuşkusuz bunları gerçekleştirirken Kur'an-ı Kerim
tasvir güzelliğinin, güçlü ve sıcak anlatımının erişilmez örneklerini
sergiliyordu. Bunun yanı sıra korkaklığı, korkuyu, münafıklığı, hainliği ve
karaktersizliği alaya alan, bu tür niteliklere sahip olanları can evinden
vuran örneklerle onları aşağılayan anlatımlara yer veriyordu. Öte yandan
mü'min ruhlardaki imanı, yiğitliği, sabır ve direnci son derece canlı bir
şekilde tasvir ediyor, bu niteliklerin göz kamaştırıcı yüceliklerini
belirginleştiriyordu.
Kur'an ayetleri her zaman harekete dönüktürler,
işlevlerini görmeye hazırdırlar. Sadece olayı yaşayanların, onu bizzat
görenlerin bulunduğu ortamlarda değil, bundan sonra her ortamda ve her
tarihte aynı işlevi görürler. Aynı olay ya da farklı çevrelerde ve daha
değişik boyutlarda benzeri bir olayla karşılaştığı zaman bir sınırlandırma
söz konusu olmaksızın tüm insanlar arasında, yine de hareket etme
özelliklerini korurlar. Hem de ilk is1am toplumundaki gücün aynısı ile
hareket ederler.
Kur'an-ı Kerim'in ilk defa karşılaştığı şartların
aynısı ile karşı karşıya kalanlar ancak gereği gibi anlayabilirler Kur'an
ayetlerini. Ancak böyle durumlarda ayetler gizli hazinelerini açar, ancak
böyle durumlarda kalpler ayetlerin içeriklerini eksiksiz bir şekilde
kavrayacak hale gelebilirler. Böyle durumlarda Kur'an ayetleri kelime ve
satırlardan güç ve enerjiye dönüşürler. Bu ayetlerde tasvir edilen olaylar
ve gelişmeler elle tutulur gibi somutlaşırlar. Karakterler canlı, anlamlı,
etkileyici, coşkun, hayatın pratiğinde hareket eder şekilde, hayatı hem
realite dünyasında hem vicdan aleminde gerçek bir hareketliliğe iten
unsurlar olarak belirginleşirler.
Kur'an bir okuma kitabı, bir kültür kaynağı
değildir. Kesinlikle... Kur'an atılıma hazır bir canlılık kaynağıdır.
Çeşitli durumlarda ve olaylar esnasında yenilenen mesajlar içerir. Onun
ayetleri harekete hazır durumdadırlar. Yeter ki onlarla kaynaşacak, onlarla
iletişim kurabilecek kalpler bulunsun. Olağanüstü sırlara sahip bulunan bu
ayetlerde gizli bulunan potansiyel enerjinin hareket imkanı bulacağı şartlar
oluşsun!
İnsan bir Kur'an ayetini yüzlerce defa okuyabilir.
Sonra öyle bir noktaya gelir, öyle bir olayla karşılaşır ki, sanki ilk defa
bu ayeti görmüş gibi olur. Ayet, kendisine bundan önce duymadığı mesajlar
vermeye başlar. Kendisini şaşkına çeviren sorusunu cevaplandırır, içinde
bulunduğu girift problemi çözüme bağlar, gizli bulunan yolu açığa çıkarır.
Gidilmesi gereken yönü belirler. Karşı karşıya kaldığı meselede kalbi kesin
bir bilgiye kavuşturur, derinliklerindeki kuşkulan gidererek onu yatıştırır.
Kur'an dışında, eski ve yeni hiçbir kitapta bu
özellik yoktur.
Ahzab olayını anlatan Kur'an'ın bu yeni akışı, şayet
Allah'ın yardımı ve latif planı olmasa,neredeyse köklerini kurutacak orduyu
hiçbir şey yapamadan geri döndüren yüce Allah'ın mü'minlere ne büyük bir
nimet bahşettiğini hatırlatarak başlıyor. Bu yüzden daha ilk ayette,
ayrıntılara girmeden ve takınılan tavırlara değinilmeden bu olayın özelliği,
başı ve sonu hep bir arada anlatılıyor. Amaç kendilerine hatırlatılan ve
hatırlanması istenen Allah'ın nimetini ön plana çıkarmaktır. Bir diğer amaç
ta mü'minlere vahyettiği kitaba uymalarını emreden, sırf kendisine
güvenmelerini isteyen, hiçbir konuda kafir ve münafıklara uymamalarını
isteyen yüce Allah'ın kendi davasını yürütenleri, kendi hayat sistemine uyup
uygulayanları kâfir ve münafıkların düşmanca tutumlarından koruyacağını
vurgulamaktır:
9- "Ey mü'minler!
Allah'ın size yönelik nimetini hatırlayın, bir zaman üzerinize ordular
gelmişti de, biz onların üzerine rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular
göndermiştik. Allah yaptıklarınızı görüyordu."
Böylece bu kısa girişte, savaşın başı, sonu ve
düşman ordularının gelişi, yüce Allah'ın rüzgar ve mü'minlerin göremediği
orduları onların üzerine salışı, yüce Allah'ın mü'minleri bilmesi ve onları
görmesi ile bağlantılı olarak gönderdiği yardımı gibi savaşın en belirgin
unsurları çiziliyor.
Bu özetten sonra savaşın ayrıntılı biçimde
anlatılmasına, en ince noktasına kadar tasvir edilmesine geçiliyor:
10- "Onlar size
yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi; gözler kaymış, yürekler ağızlara
gelmişti. Allah hakkında türlü zanlarda bulunuyor-dunuz.'
11- "İşte orada
mü'minler denenmiş, şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı."
12- "Hani münafıklar
ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler: `Allah ve Resulü bize sadece boş
vaadlerde bulundu" diyorlardı."
13- "Onlardan bir
grup ta demişti ki; "Ey Medine halkı, artık tutunacak yeriniz yok, geri
dönün': Onlardan bir topluluk da "Evlerimiz düşmana açıktır" diye izin
istemişlerdi. 0ysa onların evleri düşmana açık değildi. Sadece kaçmak
istiyorlardı."
Burada Medine'yi baştan başa saran korku, şehri
bütünüyle saran ve hiç kimsenin elinden kurtulamadığı dayanılmaz sıkıntı
tablolaştırılıyor. Şehir Kureyş ve Gatafan müşrikleri ve Beni Kureyze
yahudileri tarafından her yönüyle; yukarısıyla, aşağısıyla sarılmıştı. Aynı
korkuyu ve sıkıntıyı duyma bakımından kalpler arasında bir farklılık yoktu.
Farklı olan nokta bu kalplerin gösterdikleri tepkiydi. Allah hakkında
besledikleri düşünceydi, zorluk anında sergiledikleri tavırlardı, değerlere,
sebep ve sonuçlara ilişkin düşünceleriydi. Bu yüzden sınav sonuç bakımından
eksiksizdi, imtihan her şeyi en ince noktasına kadar ölçüyordu. Mü'minlerle
münafıklar arasındaki ayırım kesindi ve hiçbir kuşkuya yer bırakmıyordu.
Bu gün baktığımızda o anı bütün karakteristik
çizgileri ile, bütün heyecanları ile, bütün duyguları ile ve bütün
hareketleri ile bu kısacık ifadenin satırları arasında somut olarak görüyor
gibi oluyoruz.
Bakıyoruz ve durumu dışarıdan seyrediyoruz: "Onlar
size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi..."
Sonra bakıyoruz ve bu durumun ruhlar üzerindeki
etkilerini görüyoruz: "Gözler kaymış, yürekler ağızlara gelmişti." Bu,
korku, sıkıntı ve felaket anını yüz ifadeleri ile kalplerin hareketleri ile
çizen tasvirli bir ifadedir. "Allah hakkında türlü zanlarda bulunuyordunuz"
Ama bu zanların ne olduğu açıklanmıyor. Duygu ve düşüncelerdeki karmaşık
durumu, herkesin bir yol tutmasını, değişik kalplerde yer eden farklı
düşünceleri tasvir etsin diye bu şekilde kısa bir ifade ile yetiniliyor.
Sonra durumun karakteristik çizgileri daha da
belirginleştiriliyor, olayın korku ifade eden özellikleri biraz daha
netleştiriliyor: "İşte orada mü'minler denenmiş, şiddetli bir sarsıntı ile
sarsılmışlardı..." Mü'minleri sarsan korku, dehşet verici ve çetin bir korku
olmalı.
Muhammed b. Mesleme ve başkaları şu rivayette
bulunmuşlar: Hendek savaşı sırasında gecemiz gündüz olmuştu. Müşrikler
aralarında nöbetleşiyorlardı. Bir gün Ebu Süfyan arkadaşları ile birlikte
saldırıyordu. Öteki gün Halit b. Velid saldırıyordu. Bir başka gün Amr b. As
komutasında saldırıya geçiyorlardı. Bir diğer gün Hubeyre b. Ebu Vehb
müşriklere komuta ediyordu. Ardından başka bir gün de İkrime b. Ebu Cehil
saldırıyordu. Öteki gün bu sefer Dirar b. Hattab saldırıyordu. Böylece bela
daha da ağırlaşıyor, halk şiddetli bir korkuya kapılıyordu. Makrizî'nin
"İmta'ul esma" adlı eserinde yer alan bir rivayet müslümanların o günkü
durumunu şu şekilde tasvir etmektedir:
"Sonra müşrikler gün doğarken aniden saldırdılar.
Peygamber efendimiz ve arkadaşları savaş durumunu aldılar ve gecenin geç
vakitlerine kadar çarpıştılar. Peygamber efendimizle birlikte hiçbir
müslüman mevzisini terk edemiyordu. Bu yüzden Peygamberimiz, öğlen, ikindi,
akşam ve yatsı namazlarını kılamamıştı. Ashab "Ya Resulallah, vallahi namaz
kılamadık" diyorlardı. Peygamberimiz de "Vallahi ben de kılamadım" diyordu.
Nihayet yüce Allah müşrikleri uzaklaştırdı, her grup karargahına geri döndü.
Useyd b. Hudeyr iki yüz kişiyle birlikte hendeğin kenarında beklemeye
koyuldu. Halit b. Velit komutasındaki müşrik süvarileri de atlarını ileri
geri sürerek karşı tarafa geçmek istiyorlardı. Useyd b. Hudeyrin
komutasındaki ikiyüz kişilik grup bir saate yakın onlarla savaştılar. Bu
sırada Vahşi, Tufeyl b. Numan b. Hansa el-Ensari es-Sulemiye bir mızrak
fırlattı ve Uhut'ta Hz. Hamza'yı r.a. öldürdüğü gibi onu da öldürdü.
Peygamber efendimiz şöyle diyordu: "Müşrikler bizi orta namazı, ikindi
namazını kılmak-tan alıkoydular. Allah içlerini ve kalplerini ateşle
doldursun."(Cabir'den rivayet edilen hadiste, Peygamber efendimizin sadece
ikindi namazını kılamadığı belirtili-yor. Oysa bu durum birkaç kere
tekrarlanmıştır. Bir keresinde ikindi namazını kılamamış ve bu duayı
yapmıştır. Bir keresinde de sözü edilen bütün namazları kılamamıştır.)
Müslümanlardan iki gözcü grup bir gece keşfe çıkmış
ve birbirleri ile karşılaşmışlardı. Birbirlerini düşman sanmışlardı.
Aralarında çarpışma çıkmış, ölen, yaralanan olmuştu. Sonra islam ordusunun
parolasını söylemişlerdi: "Ha - mim Lâ ünserûn". Böylece birbirleri ile
savaşmaktan vazgeçmişlerdi. Peygamber efendimiz "Yaralanmanız Allah
yolundadır, sizden öldürülenler de şehittir" buyurmuştu.
Müslümanların en büyük sıkıntıları, hendek içinde
müşrikler tarafından kuşatılmışken arkadan Beni Kureyze'nin kendilerine
başkaldırmalarından kaynaklanıyordu. Çünkü bir an olsun müşriklerin hendeği
aşıp saldırıya geçmeleri ve yahudilerin üzerlerine yürümeleri endişesinden
kurtulamıyorlardı, kendilerini güvenlikte hissetmiyorlardı. Çünkü nihai ve
sonuç alıcı bir savaşla köklerini kazmak amacı ile üzerlerine yürüyen güçler
arasında azınlık durumundaydılar.
Bunun yanı sıra gerek Medine'de gerekse savaşçılar
arasında münafıkların moral bozucu komploları ve bozguncuların entrikaları
da büyük sıkıntılara neden oluyordu:
"Hani münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunan
kimseler: "Allah ve Resulü bize sadece boş vaadlerde bulundu" diyorlardı."
Onlar, herkesi derinden sarsan bu sıkıntı anını,
insanın dayanma gücünü aşan bu ağır meşakkati içlerindeki gizli duyguları
açığa vurmak için bir fırsat bilmişlerdi. Çünkü herhangi bir kimsenin
kendilerini kınamayacağından emindiler. Bu panik havasını Allah , ve
Peygamberinin verdiği sözü küçümsemek, alaya almak, bu konuda insanların
içine kuşku salmak için bir fırsat olarak değerlendirmişlerdi. Çünkü
söyledikleri sözlerden dolayı herhangi bir kişinin gelip kendilerini sorguya
çekmeyeceğini düşünüyorlardı. Realite de görünüşü itibariyle gevşeme ve
kuşkulanma noktasında onları doğrular mahiyetteydi. Bunun yanı sıra onlar
kendi ruhları ve duyguları karşısında da mantıklıydılar; çünkü korku
üzerlerindeki gösterişten ibaret ince perdeyi ortadan kaldırmıştı.
Ruhlarında öyle bir panik baş göstermişti ki, zayıf imanlarının tutunmasına
imkan kalmamıştı. Bu yüzden gösterişe ve gizlemeye gerek duymadan gerçek
duygularını açığa vurmuşlardı.
Bu tip münafıklara ve bozgunculara her toplumda
rastlamak mümkündür. Sıkıntı anında, zorluklar çepeçevre kendilerini
kuşatınca işte bu kardeşlerinin tutùmunu takınırlar. Onlar zaman durdukça
her kuşakta ve her toplumda ortaya çıkan birer örnektirler!
"Onlardan bir grup da demişti ki; "Ey Medine halkı,
artık tutunacak yeriniz yok, geri dönün."
Onlar, hendeğin önünde bu şekilde birbirlerine
kenetlenerek dikilmelerinin yersiz ve gereksiz olduğu, üstelik gerideki
evlerinin tehlikeye açık olduğu bahanesi ile Medine'lileri safları terk
etmeye, evlerine dönmeye teşvik ediyorlardı. Ruhları en zayıf noktasından;
kadınlar ve çocukların başına bir şeyin gelmesine ilişkin korku gediğinden
yakalayıp içeri sızan son derece iğrenç bir propagandaydı bu. Tehlike
kapıdaydı, korku ise her tarafı sarmıştı. Kuşkular ise dur durak bilmiyordu:
"Onlardan bir topluluk da "Evlerimiz düşmana
açıktır" diye Peygamberden izin istemişlerdi."
Evlerinin düşmanın saldırabileceği şekilde açıkta
olduğu ve korumasız olarak bırakıldığı gerekçesiyle izin istiyorlardı.
Tam bu noktada Kur'an-ı Kerim gerçeği açıklayarak
mazeretlerini, bahanelerini geçersiz kılıyor:
"Oysa onların evleri düşmana açık değildi."
Onları yalan, hile, korkaklık ve kaçma girişimi
içinde kıskıvrak yakalıyor: "Sadece kaçmak istiyorlardı."
Denildiğine göre; Beni Harise kabilesi Evs b.
Kayzi'yi Peygamber efendimizin yanına göndererek "Evlerimiz düşmanın
saldırısına açıktır", Ensardan hiç kimsenin evi bizimkilere benzemiyor. Bizi
Gatafanlıların saldırısından koruyacak hiç kimse yok. İzin ver evlerimize
dönelim. Çocuklarımızı, kadınlarımızı koruyalım " diye izin istemişlerdi.
Peygamber efendimiz de onlara izin vermişti. Sa'd b. Muaz bunu duyunca: "Ya
Resulallah onlara izin verme Allah'a andolsun ki, onlar bu şekilde davranıp
geri dönmezlerse bize de onlara da bir zorluk ulaşmaz" demişti. Bunun
üzerine Peygamber efendimiz bunların izin isteklerini geri çevirmişti.
Kur'an-ı Kerim'in "Sadece kaçmak istiyorlar" diye
karşılık verdiği bu adamlar işte böylesine olumsuz bir tavır takınıyorlardı.
Ayetlerin akışı, kargaşa, panik ve korkulu
kaçışmaların egemen olduğu ortamı tasvir eden bu çarpıcı ve edebi ifadenin
yanında duruyor. Bu münafıkların ve kalplerinde hastalık bulunanların ruhsal
durumlarını yansıtan bir tablo çizmek üzere duruyor. İnancın gevşekliğini,
kalbin kapaklıyı ve düşmanla yüz yüze gelinir gelinmez herhangi bir şeyde
kararlı olmaya, ya da etrafa gösteriş yapmaya gerek duymaksızın saffı terk
edebileceğini ortaya koyan psikolojik ve içe dönük bir tablodur bu:
14- "Eğer Medine'nin
etrafından üzerlerine saldırılsaydı, sonra da kendilerinden dinlerinden
dönmeleri istense, çok azı hariç hemen dinlerinden dönerlerdi."
15- "Oysa arkalarına
dönüp kaçmayacaklarına dair Allah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen sözden
sorumluydular."
Düşman henüz Medine'nin dışındayken ve henüz
kendilerine saldırmamışken böyle yapıyorlardı. Ya birde üzerlerine saldırıp
Medine'yi tamamen kuşatmış olsalardı ne olacaktı durumları, nasıl bir
sıkıntıya ve paniğe kapılacaklardı? Çünkü olmuş tehlike beklenen tehlikeye
benzemez. "Sonra da kendilerinden dinlerinden dönmeleri istense..."
Dinlerini terk etmeleri istense "Dinlerinden dönerler." Oyalanmadan,
tereddüt geçirmeden çabucak irtidat ederler. "Çok azı hariç" çok az zaman
beklerlerdi. Ya da çok azı çağrıya karşılık vermeden, teslim olmadan, küfre
dönmeden önce bir süre oyalanırdı. Çünkü onların inançları gevşek ve
içlerinde tutunamayan bir inançtır. Onlar da direnç gösteremeyen
ödleklerdir.
İşte Kur'an-ı Kerim onları bu şekilde ortaya
çıkarıyor, ruhlarını her türlü perdeden soyutlayarak, orta yere koyuyor.
Sonra da onları anlaşmayı bozmakla, sözlerinden dönmekle suçluyor. Hem de
kiminle? Bundan önce yüce Allah'a daha değişik bir söz vermişlerdi, fakat bu
sözlerini tutmamışlardı:
İbn-i Hişam tarihçi İbn-i İshak'ın sîretine
dayanarak şöyle der: Burada söz konusu edilenler Beni Harise kabilesidir.
Bunlar Uhud savaşında Beni Seleme kabilesi ile birlikte bozguna uğrayıp geri
kaçmaya yüz tutmuşlardı. Sonra da bir daha bu şekilde düşman karşısında
bozguna uğrayıp geri kaçmayacaklarına ilişkin olarak Allah'a söz
vermişlerdi. İşte burada kendiliklerinden verdikleri söz hatırlatılıyor.
Şu kadarı varki Uhud savaşında yüce Allah
rahmetiyle, gözetimiyle onları kuşatmış, içlerine güven duygusunu akıtmıştı.
Böylece onları yenilginin ağır faturalarından kurtarmıştı. Uhud savaşında
meydana gelen bu olay, cihad aşamasının haşlarında yaşanan eğitime yönelik
bir dersti. Ama bugün, aradan uzun bir zaman geçmişken ve yeterli deneyime
sahip olmuşken böyle bir davranışta bulunmak sorumluluğu gerektirmektedir.
İşte bu yüzden Kur'an-ı Kerim onları bu kadar sert bir ifadeyle uyarıyor.
Bu bölümün yanı başında -onlar da tehlikeden
kurtulmak, korkudan emin olmak arzusuyla yüce Allah'a verdikleri sözden
dönmüşken- Kur'an-ı Kerim tam zamanında kalıcı değerlerden birini açıklıyor;
onları anlaşmayı bozmaya ve savaşta düşmandan kaçmaya iten yanlış
düşüncelerini düzeltiyor:
16- "De ki: "Eğer
ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız. kaçmak size fayda vermez. Kaçsanız
bile az zaman yaşatılırsınız."
17- "De ki: "Allah
size bir kötülük dilerse veya bir rahmet isterse, O'na karşı kim sizi
koruyabilir? Allah'tan başka dost ve yardımcı bulamazsınız. "
Yüce Allah'ın önceden belirlediği kader bütün
olaylara ve olayların sonuçlarına egemendir. Olayları ve gelişmeleri önceden
çizilmiş yolda yönlendirir ve onları kaçınılmaz akıbete noktalandırır. Ölüm
veya öldürülme zamanı gelince karşılaşılması kaçınılmaz olan bir kaderdir.
Bu zaman bir saniye öne alınamadığı gibi geciktirilemez de. Kaçmak
kaçınılmaz kader karşısında kaçana hiçbir yarar sağlamaz. Eğer kaçacak
olurlarsa yakın bir zamanda önceden yazılmış ölüm vaktinde akıbetleriyle yüz
yüze geleceklerdir. Çünkü bu dünyada geleceğine ilişkin söz verilen her an
yakındır ve bu dünyadaki zevkü sefa süresi çok kısadır. Allah'a karşı onları
koruyacak ve onlara ilişkin iradesinin önüne geçecek hiç kimse yoktur. O
dilerse onlara kötülük eder, dilerse onlara merhamet eder. Kendilerini
koruyacak ve Allah'ın kaderine karşı savunacak Allah'ın dışında bir dost ve
yardımcı bulamazlar.
Şu halde teslimiyetse teslimiyet, itaatsa itaat,
Allah'a verilen söze bağlılıksa bağlılık. Bütün bunları hem darlıkta hemde
genişlikte yapmak gerekir. O'na dönmek, her yönüyle O'na dayanıp güvenmek
zorunludur. Sonra yüce Allah neyi nasıl dilerse öyle yapar.
Ardından yüce Allah'ın insanları savaştan
alıkoyanları bildiğine ilişkin bir açıklama ile mesele tekrar gündeme
getiriliyor. Bunlar cihattan geri kaldıkları gibi "Artık tutunacak yeriniz
yok, geri dönün" diyerek başkalarını da evlerinde oturmaya davet eden
kimselerdir. Bu arada onların ruhsal durumlarını yansıtan nefis bir tablo
çiziliyor. Bu tablo -gerçeği yansıtmakla beraber- insanlar arasında hiç
eksik olmayan bu tiplerin gülünçlüğünü, içine düştükleri komik durumu ortaya
koymaktadır. Zorluk anında korkanların, bir kenara sinenlerin, telaşlanıp,
paniğe kapılanların; güvenli ve rahat ortamda ise böbürlenenlerin, bol
keseden atanların tablosudur bu. Bu tabloda bir de onların iyilik yapma
hususunda çok cimri davrandıkları, bu konuda en ufak bir çaba
göstermedikleri, uzaktan bir tehlike sezdikleri an derhal korkuya
kapıldıkları, ne yapacaklarını şaşırdıkları ortaya konuyor. Kur'an'ın ifade
tarzı bu nefis tabloyu olağanüstü sanat fırçası ile çiziyor. Ayetlerin
mucizevi akışı dışında bu tabloyu yansıtabilmek, içeriğini aktarmak mümkün
değildir.
18- "Allah içinizde
savaştan alıkoyanları ve kardeşlerine "Bize gelin zorlanmadıkça savaşmayın"
diyenleri gerçekten bilir. Zaten bunlardan pek azı savaşa gelir."
19- "Geldikleri
zaman da size karşı çok hassastırlar, size yardım etmek istemezler. Ancak
savaşta bir korku gelince, onların üzerine ölüm baygınlığı çökmüş insan gibi
gözleri dönerek sana baktıklarını görürsün. Korku gidipte sıra ganimetleri
paylaşmaya gelince, mala düşkünlük göstererek, sizi sivri dilleriyle
incitirler. Onlar inanmamışlar, bu yüzden Allah onların işlerini boşa
çıkarmıştır. Bu Allah'a göre kolaydır."
20- "Bunlar, düşman
birliklerinin (Medine'den) gitmediklerini sanıyorlardı. Bu birlikler tekrar
gelmiş olsalardı, kendilerini çölde bedevilerin yanında bulunup, sadece
sizin haberlerini sormayı dilerlerdi. İçinizde olsalardı, pek azı
savaşırlardı."
Bu ayetler, yüce Allah'ın müslüman safları dağıtmaya
çalışan ve kardeşlerini evlerinde oturmaya çağıran böylece insanları
savaştan alıkoyan kimseleri kesinlikle bildiğini vurgulayarak başlıyor.
"Zaten bunlardan pek azı savaşa gelir." Yani arada sırada cihada katılırlar.
Onlar da, hileleri de yüce Allah tarafından bilinmektedir.
Ardından harikalar yaratan fırça bu tiplerin
karakteristik çizgilerini çizmeye başlıyor:
"Size karşı pek cimridirler." İçlerinde müslümanlara
karşı bir çekememezlik, cihada ve onların elde ettikleri mala karşı bir
kıskançlık, müslümanlara yönelik duygu ve düşüncelerinde bir cimrilik
vardır.
"Ancak savaşta bir korku gelince, onların üzerine
ölüm baygınlığı çökmüş insan gibi, gözleri dönerek sana baktıklarını
görürsün" Psikolojik durumları somutlaştıran son derece canlı bir tablo...
Çizgiler adeta hareket ediyor... Ama aynı zamanda gülünç bir tablo. Bu
korkaklar grubunun içine düştükleri komik durumu yansıtıyor. Tabloda
somutlaştırılan hareketler ve tavırlar tir tir titreyen, ödleri kopan
korkakların dehşet anındaki durumlarını anlatıyor.
Bu tablonun en komik tarafı ise korku gidip yerini
güvenliğe bırakmasından sonraki durumlarını yansıtan tarafıdır: "Korku
gittikten sonra sizi sivri dilleri ile incitirler."
Korku dağılınca bunlar saklandıkları deliklerinden
çıkarlar. Biraz önce korkudan tir tir titreyen bu adamlar seslerini
yükseltmeye başlarlar. Kabararak etrafa caka satarlar. Korkudan bir köşeye
sindikten sonra güvenli ortamda ortaya çıkıp şişinirler; utanmadan nasıl
savaşta zorluklarla karşılaştıklarını, ne yararlı işler becerdiklerini,
büyük bir cesaretle savaş alanına atıldıklarını anlatıp dururlar.
Ayrıca onlar: "İyilik yapma hususunda da cimrilik
yaparlar." Bütün bu iddialara, övünmelere ve bol keseden atmalara rağmen
iyilik adına güçlerini, çabalarını, mal ve canlarını harcamazlar,
fedakârlıkta bulunmazlar.
Bu tip insanlar bir kuşakla, bir toplumla sınırlı
değildirler. Sürekli bulunurlar. Bunlar güvenlikte oldukları sürece,
kendilerini rahatta hissettikleri sürece cesurdurlar, her yerde konuşurlar
ve hep ön plana çıkarlar. Ama korku varsa, iddet söz konusuysa korkaktırlar,
suskundurlar, bir köşeye sinmişlerdir. Üstelik onlar iyiliğe ve iyilik
taraftarlarına karşı cimridirler. Laftan başka bir şey vermezler onlara.
"Onlar inanmamışlar, bu yüzden Allah onların
işlerini boşa çıkarmıştır."
İşte ilk sebep budur. Sebep, iman aydınlığının
kalplerine yansımamış ol ması, iman nuru ile yollarını bulmamış olmaları ve
imanın öngördüğü hayat sistemine uymamış olmalarıdır. "Bu yüzden Allah
onların işlerini boşa çıkarmıştır..." Hiçbir sonuç elde edememişlerdir.
Çünkü olumlu bir sonuç elde etmenin asıl unsuru yok ortada.
"Bu, Allah'a göre kolaydır."
Allah'a zor gelen hiçbir şey yoktur. Allah'ın emri
hemen yerine gelir. Ahzap günündeki tutumlarına gelince, surenin akışı
gülünç ve küçük düşürücü bir tabloda durumlarını tasvir ederek devam ediyor:
"Bunlar, düşman birliklerinin (Medine'den)
gitmediklerini sanıyorlardı. Onlar hâlâ korkudan titriyorlardı. Birbirlerini
yalnız bırakıp bir köşede sinme çabasındaydılar. Düşman birliklerinin
gittiklerine, korkunun gidip güvenliğin geldiğine bir türlü inanamıyorlardı!
"Bu birlikler tekrar gelmiş olsalardı, kendilerinin
çölde bedevilerin yanında bulunup, sadece sizin haberlerinizi sormayı
dilerlerdi."
Ne alaycı bir ifade! Ne kadar küçük düşürücü bir
tasvir? Ne komik bir tablo. Eğer bu birlikler tekrar gelmiş olsalardı, bu
korkaklar, hiçbir zaman Medine'de oturmuş olmamayı tercih ederlerdi.
Medinelilerin hayatlarına ve akıbetlerine ortak olmayan Bedevi Araplardan
olmayı isterlerdi. Medine'de neler olup bittiğini bilmemiş olmayı, aradaki
uzaklığın ve ayrılığın boyutlarını vurgulamak ve orada yaşanan dehşet dolu
anlardan uzak bulunmak bakımından Medine'ye ilişkin bilgileri bir yabancının
diğer bir yabancıdan sorması gibi edinmeyi isterlerdi.
Evlerinde oturmuş, savaştan uzak olmalarına ve
doğrudan savaşa katılmamış olmalarına rağmen bu tür komik temennilerde
bulunuyorlardı. Bunlarınki uzaktan duyulan bir korkudur. Savaşa girmedikleri
halde, ondan uzak bulundukları halde paniğe kapılmış, yürekleri ağızlarına
gelmişti: "İçinizde olsalardı, pek az savaşırlardı..."
Bu son fırça darbesi ile birlikte tablonun çizimi
tamamlanıyor. Medine'de yeni kurulan islam toplumu içinde yaşayan, ondan
sonra da her kuşakta ve her toplumda aynı nitelikleri ve karekteristik
çizgileri koruyarak yaşayacak olan bu tiplerin tablosu tamamlanıyor.
Tablonun çizimi tamamlanırken gönüllerde bu tiplere yönelik bir küçümseme,
onlarla alay etme, onlardan uzak olma duyguları yerediyor. Allah ve insanlar
yanında değersiz oldukları düşüncesi canlanıyor zi-, hinlerde.
İşte münafıkların, kalplerinde hastalık
bulunanların, düşman karşısında dikilmiş saflarda bozgunculuk çıkaranların
durumu. Ve işte onların aşağılık tabloları... Ne varki korku, sıkıntı,
zorluk ve şiddet bütün insanları aynı aşağılık pozisyona düşürmez. Karanlık
ortamlarda son derece aydınlık tablolar da var. İnsanların sarsıldığı
ortamlarda kendilerine olan güvenlerini yitirmeyen, Allah'a sıkı sıkıya
bağlı olan, O'nun vereceği hükme önceden razı olan, yaşanan korku, kargaşa
ve karışıklıktan sonra Allah'ın yardımından ümitlerini kesmeyen sağlam
karakterli kimseler de mevcuttur.
Bu aydınlık tabloyu anlatan ayetlerin akışı önce
Peygamber efendimizi anlatıyor:
21- "Andolsun ki,
Allah'ın elçisinde sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmaya inanan ve
Allah'ı çok anan kimseler için en güzel bir örnek vardır."
Peygamber efendimiz dehşetin ürkütücülüğüne,
sıkıntının dayanılmaz boyutlarda olmasına rağmen müslümanlar için
kendilerini güvenlikte hissettikleri bir sığınak konumundaydı. Bu korkulu
ortamda güven, ümit ve huzur kaynağıydı. Onun bu büyük olay esnasındaki
tavrında toplumları ve davet hareketlerini yönetenlere yollarım gösterecek
dersler vardır. Peygamber efendimiz Allah a ve ahiret günü ile buluşmayı
uman, kendisi için iyi bir örnek isteyen, Allah ı sürekli hatırlayan vé O'nu
unutmayan kimseler için en güzel bir örnektir.
Burada daha fazla detaya giremeyeceğimiz için,
Peygamber efendimizin o günkü tavrına örnek olsun diye birkaç işaret
aracılığı ile değinmekte yarar görüyoruz.
Peygamber efendimiz müslümanlarla birlikte hendek
kazma işinde çalışıyor, kazma sallıyor, kürekle toprak atıyordu. Küfelere
doldurulan toprağı hendeğin dışına taşıyordu. Bu çalışma esnasında şarkı
söyleyenlere katılıyordu. Müslümanlar çalışırken yüksek sesle recez (Aruz
vezninde bir şiir kalıbı.) bahrinden şiirler okuyorlardı. Peygamber
efendimiz de nakarat kısmında onlara katılıyordu. Meydana gelen olayların
etkisi ile basit şarkılar mırıldanıyorlardı. Örneğin, ismi Cuayl olan bir
müslüman vardı. Peygamber efendimiz adamın ismini beğenmemiş, ona `Ömer'
demişti. Hendek kazma işinde çalışanlar da bu olayı şu basit şiire konu
etmişlerdi:
Onu Cuayl'den sonra Ömer diye isimlendirdi.
Bu gün zavallıya yardımcı oldu.
Bu şiiri okurken "Ömer" kelimesini tekrarlarken
Peygamberimiz de tekrarlıyordu. Aynı şekilde "zehran" kelimesini
söylerlerken Peygamberimiz de tekrarlıyordu.
Artık müslümanların çalıştığı, Peygamber efendimizin
aralarında kazma salladığı, kürekle toprak attığı, toprağı küfeye doldurup
taşıdığı, onlarla birlikte bu şiiri mırıldadığı bu atmosferi bugün tasavvur
edebiliyoruz. Bu atmosferin müslüman ruhlara nasıl bir enerji sağladığını,
içlerinde hoşnutluk, fedakarlık, güven ve onurluluk duygularını doğuranın
nasıl bir kaynak olduğunu düşünebiliyoruz.
Zeyd b. Sabit hendek kazımı sırasında toprak
taşıyanlar arasında bulunuyordu. Peygamber efendimiz onun için "Ne iyi
çocuktur" demişti. Bir gün uyku ağır gelmiş, hendekte uyuya kalmıştı. Çok
şiddetli bir soğuk ta vardı. Umare b. Hazm silahını almış, ama o bunun
farkına varmamıştı. Uyanınca çok korkmuştu. Peygamber efendimiz "Ey uykucu,
uyudun silahın gitti" demişti. Sonra da "Bu çocuğun silahından haberi olan
var mı?" diye sormuştu. Umare "Ya Resulallah, silahı bendedir" demişti.
Bunun üzerine Peygamber efendimiz "Silahını geri ver" demiş ve müslümanların
korkutulmasını, şaka olsun diye eşyalarının alınmasını yasaklamıştı.
Bu olay da, müslüman saflarda yer alan büyük-küçük
herkesin göz ve kalp uyanıklığını, ayrıca Peygamber efendimizin şakacı,
tatlı, şefkatli ve yüce ruhunu tasvir ediyor: "Ey uykucu, uyudun silahın
gitti". Son olarak bu olay müslümanların en ağır koşullarda,
Peygamberlerinin koruyucu kanatları altında yaşadıkları o atmosferi de
tasvir ediyor.
Sonra Peygamber efendimiz uzakta beliren büyük
zaferi seyrediyordu. Kazma darbeleri ile kayalardan çıkan kıvılcımlardan bu
zaferi gözleri ile görüyordu. Bunu müslümanlara haber veriyor, içlerine
güven aşılıyordu. Korkularını dindirip kesin haberlerle ruhlarını
yatıştırıyordu.
Tarihçi İbn-i İshak Selman-ı Farisi'nin (r.a) şöyle
dediğini anlatır: "Hendeğin bir tarafını kazmaya çalışıyordum. O sırada sert
bir kaya çıktı karşıma. Peygamber efendimiz de bana yakın bir yerdeydi.
Toprağı kazdığımı ama çok zorlandığımı görünce, inip kazmayı elimden aldı.
Kayaya bir darbe indirdi. Kazmanın değdiği yerden bir kıvılcım parladı.
Sonra bir daha vurdu. Yine bir kıvılcım çıktı. Sonra kayaya üçüncü bir darbe
indirdi. Bu seferde kazmanın değdiği yerden kıvılcım çıktı. "Anam, babam
sana feda olsun ya Resulallah, sen kayayı parçalarken kazmanın ağzından
çıkan kıvılcımlar neydi?" dedim. "Yoksa sen onları gördün mü ya Selman?"
diye buyurdu. "Evet" dedim. "Birinci kıvılcımda yüce Allah bana Yemeni
sundu. İkinci kıvılcımda Şam ve Mağrib'i, üçüncüsünde ise doğuyu sundu"
dedi.
Makrizi'nin "İmta'ul esma" adlı eserinde anlattığına
göre, Peygamber efendimizin bu dedikleri Hz. Ömer'in halifeliği döneminde ve
Selman-ı Farisi'nin hayatta olduğu sırada gerçekleşmiştir.
Bu gün düşündüğümüzde, tehlike kapıya dayanmışken,
her yandan korku çemberine alınan o kalpler üzerinde bu tür bir sözün ne
büyük etki bıraktığını görür gibi oluyoruz.
Bu aydınlık tablolara düşman birlikleri hakkında
bilgi toplamaktan dönen Huzeyfe'yi de eklememiz gerekir. Huzeyfe yolda çok
üşümüştü. Peygamber efendimiz de eşlerinden birine ait bir örtünün altında
namaz kılıyordu. Ama Peygamberimiz namazında, Rabbi ile iletişim
halindeyken, Huzeyfe'nin namazın sonuna kadar soğuktan titremesine gönlü
razı olmuyor. Aksine tutuyor, ayaklarının arasında ona yer veriyor, ısınsın
diye örtünün bir ucunu üzerine atıyor, sonra da namazına devam ediyor.
Namazı bitirince, Huzeyfe edindiği bilgileri O'na anlatıyor. Peygamberimizin
kalbinin önceden bildiği haberi müjdeliyor. Çünkü Peygamberimiz, düşman
birliklerinin geri döndüklerini bildiği halde Huzeyfe'yi olup bitenleri
görmesi için göndermişti.
Peygamber efendimizin bu korkulu atmosferdeki
cesaretine, dayanıklılığına, kararlılığına ilişkin haberler ise, hikayenin
tümünde son derece belirgindirler. Bizim ayrıca bunları anlatmamıza gerek
yoktur. Hepsi de bilinen ve yararlanılan şeylerdir.
Hiç kuşkusuz yüce Allah doğruyu söylemiştir:
"Andolsun Allah'ın elçisinde sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmaya
inanan ve Allah'ı çok anan kimseler için en güzel bir örnek vardır."
Sonra imanın, güven verici ve huzur aşılayıcı
tablosu ile mü'minlerin korku karşısındaki, tehlike ile yüz yüze
geldiklerindeki durumlarını tasvir eden tablolarına sıra geliyor. Nitekim bu
tehlike mü'min gönülleri sarsmıştı. Ama onlar bu tehlikeyi güven, bağlılık,
müjde ve iç huzuru için kullanılacak bir etken olarak algılıyorlar:
22- "Mü'minler
düşman ordularını gördükleri zaman; "Bu Allah'ın ve Resulünün bize vaad
ettiği zaferdir. Allah ve Resulü doğru söylemiştir" dediler. Bu, onların
sadece imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı."
Müslümanların bu büyük olay karşısında içine
düştükleri korku, yüz yüze geldikleri zorluğun doğurduğu sıkıntı, üzerlerine
saldıran zorlu düşmanın neden olduğu panik onları şiddetle sarsacak kadar
büyüktü. Nitekim her zaman en doğrusunu söyleyen yüce Allah onların bu
durumunu şu şekilde anlatmaktadır:
"İşte orada mü'minler denenmiş, şiddetli bir
sarsıntı ile sarsılmışlardı."
Kuşkusuz onlar da insandılar. İnsanın gücü ise
sınırlıdır. Bu yüzden yüce Allah insanlara güçlerini aşan sorumluluklar
yüklemez. Yüce Allah'ın en sonunda kendilerine yardım edeceğine ilişkin
derin güvenlerine rağmen; yine Peygamber efendimizin, içinde bulundukları bu
sıkıntılı atmosferin boyutlarını aşan Yemen'in
Şam'ın, Mağrib'in ve Maşrik'in fethedileceğini ima
eden müjdesine rağmen. Bütün bunlara rağmen karşı karşıya kaldıkları korku,
onları sarsıyor, huzursuz ediyor, canlarını sıkıyordu.
Bu durumu en güzel Huzeyfe'nin sözleri tasvir
etmektedir. Peygamber efendimiz arkadaşlarının durumunun farkındadır. Ruhsal
durumlarını görüyor. Bu yüzden: "Kim gidip düşmanın ne yaptığını görecek,
sonra da gelip bize haber verecek -Peygamberimiz burada o kişinin geri
döneceğini garantiliyor-. Onun cennette benim arkadaşım olmasını Allah'tan
dileyeceğim" diyor Dönüş garantisine rağmen, cennette Hz. Peygamberle
arkadaş olmaları yönünden yapılan duaya rağmen kimse Peygamberimize cevap
vermiyor. Hz. Huzeyfe'ye bizzat ismi ile hitap edildiği zaman da şöyle
diyor: Peygamber efendimiz beni çağırınca kalkmaktan başka çarem yoktu!
Dikkat edin, böyle bir şey ancak sarsıntının son noktaya vardığı durumlarda
olur...
Ne varki, sarsılmanın, gözlerin korkudan kaymasının,
yüreklerin ağızlara gelmesinin yanı sıra, Allah'la aralarında kopmayan bir
bağlantı vardı. Yüce Allah'ın olaylara egemen olan yasalarına ilişkin şaşmaz
bir anlayışları vardı. Bu yasaların değişmezliğine, başlangıçları
gerçekleştirdiğine göre sonuçlarının da gerçekleşeceğine ilişkin sonsuz
güvenleri vardı. Bunun için mü'minler meydana gelen sarsıntıyı yardımı
beklemenin nedeni olarak algılıyorlardı. Çünkü onlar, daha önce yüce
Allah'ın şu sözünü doğrulamışlardı: "Acaba sizden öncekilerin başlarına
gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeksizin, cennete gireceğinizi mi
sandınız? Onlar öylesine ağır sıkıntılara ve zorluklara uğradılar, öylesine
sarsıldılar ki, Peygamberleri ile çevresindeki inanmışlar "Allah'ın yardımı
ne zaman gelecek?" dediler. İyi bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır" (Bakara
Suresi, 214)
Şu anda onlar da sarsılıyorlar, şu halde Allah'ın
yardımı onlara da yakındır! Bu yüzden şöyle demişlerdi: "Bu Allah'ın ve
Resulü'nün bize vaad ettiği zaferdir." "Allah ve Resulü doğru
söylemiştir..." "Bu, onların sadece imanlarını ve teslimiyetlerini
arttırdı." "Bu, Allah'ın ve Resulü'nün, bize vaad ettiği zaferdir."
Allah ve Resulü, bu korku, bu zorluk, bu sarsıntı ve
bu sıkıntı karşısında bize zafer vaad ettiler. Şu halde Allah'ın yardımının
gelmesi kaçınılmazdır: "Allah ve Resulü doğru söylemiştir." Allah ve Resulü
zaferin belirtileri hususunda doğru söylemiştir. Bu belirtilerin ifade
ettikleri anlam hususunda doğru söylemiştir. Bu yüzden kalpleri Allah'ın
yardımı ve vaadine yönelik sarsılmaz bir güvenle doludur: "Bu, onların
sadece imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı."
Kuşkusuz onlar da insandı. İnsana özgü duygulardan,
zaaflardan kurtulmaları mümkün değildi. Zaten kendi cinslerinin sınırlarını
aşmaları, bu cinsin çerçevesi dışına çıkmaları, doğal özelliklerini ve
yeteneklerini yitirmeleri istenmiyordu. Çünkü yüce Allah onları bu
nitelikleri için yaratmıştır. İnsan olarak kalsınlar; başka bir cinse,
örneğin meleğe, şeytana, hayvana yahut taşa dönüşmesinler diye
yaratmıştır... Evet onlar da insandılar, bu yüzden korkuyorlardı, bir
zorlukla karşılaştıklarında sıkılıyorlardı, insan gücünü aşan bir tehlike
ile yüz yüze geldiklerinde sarsılıyorlardı. Ama, bununla beraber onlar,
kendilerini Allah'a bağlayan, düşüp parçalanmalarını önleyen, içlerindeki
ümidi tazeleyen, onları ümitsizlikten koruyan sağlam, güvenilir bir kulpa
bağlanmışlardı. Bu ve şu durumlarıyla onlar, insanlık tarihinde benzeri
görülmemiş eşsiz bir örnektiler.'
Yüzyıllar içinde tanık olunan bu eşsiz örneği
kavrayabilmemiz için, bu gerçeği kesinlikle algılamamız gerekir. Onların
insan olduklarını, güçlülüğüyle, zayıflığıyla insan tabiatından
soyutlanmadıklarını kavramamız gerekir. Onların sahip oldukları ayrıcalığın;
göklerin kulpuna yapışmış olmakla beraber yeryüzündeki insana özgü
nitelikleri korumalarından, kendi insanlıkları çerçevesinde insanoğlu için
hazırlanan en yüksek zirveye ulaşmış olmalarından kaynaklandığını göz ardı
etmememiz gerekir.
Bu açıdan, bir gün içimizde zaaf baş gösterdiğini
yahut sarsıldığımızı, ya da
korktuğumuzu veya tehlikenin, şiddetin, sıkıntının
ve dehşetin etkisiyle sıkıldığımızı görürsek, hemen karamsarlığa
kapılmamalıyız, telaşlanıp artık helâk olduğumuzu sanmamalıyız. Veya artık
hiçbir zaman büyük bir sorumluluk yüklenemeyeceğimizi, buna layık
olmadığımızı düşünmemeliyiz. Ancak, insan oluşumuzdan kaynaklandığı
gerçeğinden hareket ederek kendi zaafımızın yanında durmamamız gerekir.
Bizden daha iyi olanlarda baş gösterdi diye kendi zaafımızda ısrar
etmemeliyiz. Çünkü ortada sağlam ve güvenilir bir kulp var. Göklerin kopmaz
kulpu var. Sürçmekten kurtulmamız için ona sarılmalıyız, güven ve bağlılık
tazelemeliyiz, içimizde baş gösteren sarsıntıyı gelecek yardımın müjdesi
olarak algılamalıyız. Böylece direncimizi ve kararlılığımızı korumuş,
daha,güçlü ve kendinden emin olarak yolumuza devam etmiş oluruz.
İşte islamın ilk yıllarındaki bu eşsiz örnekte
meydana gelen denge budur. Kur'an-ı Kerim bu eşsiz örnekten, geçmişteki
tutumlarından, imtihanı başarıyla geçmelerinden, Allah yolunda giriştiği
cihattan, kimilerinin Allah'la buluşmasından, kimilerinin de bu buluşmayı
beklemesinden şu şekilde söz ediyor:
23- "Mü'minler
arasında öyleleri varki, Allah'a verdikleri sözde dururlar. Kimileri sözünü
yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimileri de şehitlik beklemektedir.
Onlar hiç sözlerini değiştirmediler."
Bu, daha önce işaret edilen ve savaşta düşman
karşısında geri dönüp kaçmayacaklarına ilişkin olarak Allah'a söz veren, ama
Allah'a verdikleri bu sözü tutmayan kimselerin durumunu anlatan örneğe
karşılık olarak yer alıyor: "Allah'a verilen sözden sorumluydular."
İmam Ahmed, Sabit'ten şunları aktarır: Amcam Enes b.
Nadr Peygamber efendimizin yanında Bedir savaşma katılmamıştı. Bu durum
zoruna gidiyordu. "Hz. Peygamberin yaptığı ilk savaşa katılmadım. Eğer yüce
Allah bundan sonra bana Peygamber efendimizle birlikte bir savaşa katılmayı
nasip ederse neler yapacağımı görecektir" diyordu ve bundan fazlasını
söylemekten de korkuyordu. Nihayet Peygamber efendimizin yanında Uhud
savaşına katıldı. Savaşın devam ettiği bir sırada Saad b. Muaz'a "Ey Ebu
Amr, cennetin kokusu ne hoş. Uhud'un ötesinden bu kokuyu duyuyorum" dedi ve
öldürülene kadar müşriklerle savaştı. Cesedinde seksen küsür ok, kılıç ve
mızrak yarası tespit edilmişti. Kız kardeşi -Hâlâm Rubbiy binti Nadr-
"Kardeşimi ancak parmaklarından tanıyabildim" demişti. Bunun üzerine şu ayet
inmişti: "Mü'minler arasında öyleleri varki, Allah'a verdikleri sözde
durdular". Sahabeler bu ayetin Enes ve arkadaşları hakkında indiği
düşüncesindeydiler. (Müslim, Tirmizi ve Nesai)
Mü'minler arasında yer alan bu tiplerin aydınlık
portreleri burada, münafıklık, zaaf ve sözlerinden dönenlerin tablolarına
karşılık yer alan iman tablosunu bütünlemek için sunuluyor. Bunda, olaylar
ve Kur'an aracılığı ile eğitme sahnesindeki karşılaştırmanın gerçekleşmesi
amacı güdülüyor.
Bunun üzerine imtihanın hikmetini, verilen sözü
tutmanın ya da dönmenin akıbetini açıklamak ve bütün bunlarda meseleyi
Allah'ın iradesine bağlamak suretiyle bir değerlendirme yapılıyor:
24- "Bu sebeple
Allah, doğruları doğrulukları ile mükafatlandırır; münafıkları da dilerse
azaplandırır veya tevbelerini kabu1 eder. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok
esirgeyendir."
Bu değerlendirme cümlesi, olaylar ve sahnelere
ilişkin tasvirli anlatımın arasında yer alıyor. Amaç, bütün meseleyi Allah'a
bağlamak, olaylar ve gelişmeler üzerindeki perdeyi kaldırıp ilahi hikmeti
ortaya koymaktır. Şu halde, bu olay ve gelişmelerin hiçbiri boşuna değildir.
Raslantı sonucu meydana gelmemiştir. Hepsi de önceden planlanan bir hikmet
ve belli bir amaç doğrultusunda meydana gelmektedir ve yüce Allah'ın
dilediği sonuçlara varacaklardır. Bunun yanı sıra tüm olaylarda ve
gelişmelerde yüce Allah'ın kullarına yönelik rahmeti belirginleşmektedir.
Çünkü onun merhameti ve bağışlaması daha yakın ve daha büyüktür: "Şüphesiz
Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."
Büyük olaya ilişkin bu açıklama olayın, mü'minlerin
Rabbleri ile ilgili düşüncelerini doğrulayan, münafık ve bozguncuların
sapıklıklarını, yanlış düşüncelerini ortaya koyan sonuç kısmı ile
noktalanıyor. Aynı zamanda pratik bir sonuçlandırma ile imani değerler
yerleştiriliyor:
25- "Âllah, o
kafirleri hiçbir şey elde edemeden öfkeleriyle geri çevirdi. Allah'ın
yardımı savaşta mü'minlere yetti. Allah güçlüdür, mutlak galiptir."
Savaş başlamış, gelişmiş ve bir sonuca ulaşmıştı.
Ama savaşın dizgini Allah'ın elindeydi, istediği gibi yönlendiriyordu.
Kur'an-ı Kerim bu gerçeği kendine özgü ifade yöntemi ile vurguluyor. Bu
gerçeği pekiştirmek, onu kalplere yerleştirmek, gerçek islami düşünceyi
açığa kavuşturmak için meydana gelen tüm olayları ve sonuçları doğrudan
doğruya yüce Allah'a dayandırıyor.
Savaş sadece Kureyş ve Gatafan müşriklerinin
yenilgisi ile sonuçlanmamıştı. Müşriklerin müttefiki olan yahudi Beni
Kureyze kabilesi de hezimete uğramıştı:
26- "Allah, kitap
ehlinden onlara yardım eden Kureyze yahudilerini de kalelerinden indirdi ve
kalplerine korku düşürdü. Onlardan bir kısmını öldürüyorsunuz, bir kısmını
da esir alıyordunuz."
27- "Topraklarını,
evlerini, mallarını ve henüz ayağınızı dahi basmadığınız yerleri Allah size
miras olarak verdi. Allah'ın gücü her şeye yeter."
Bu ayetlerin işaret ettiği gelişmeleri anlayabilmek
için yahudilerle müslümanların ilişkilerine bir göz atmakta yarar vardır...
Medine'de yaşayan yahudiler, müslümanların gruplar
halinde buraya gelişlerinden sonraki kısa bir süre dışında müslümanlarla
barışık bir hayat sürdürmediler. Peygamber efendimiz Medine'ye gelir gelmez
onlarla bir barış antlaşması imzalamıştı. Bu antlaşmada Peygamberimiz onlara
yardım etmeyi, onları korumayı garantilemişti. Ancak antlaşmayı
bozmamalarını, bozgunculuk çıkarmamalarını, başkalarının ayıplarını
araştırmamalarını, düşmana yardımcı olmamalarını, kimseyi incitecek
davranışlarda bulunmamalarını şart koşmuştu.
Ne varki yahudiler, çok geçmeden yeni dinin, ilk
ehli kitap toplum olmaları bakımından sahip oldukları geleneksel ayrıcalıklı
konumlarına yönelik tehlikesini sezdiler. Yahudiler bu niteliklerinden
dolayı Medine'liler arasında sahip bulundukları saygın konumlarından büyük
kazançlar sağlıyorlardı. Aynı şekilde İslam dininin Peygamber efendimizin
önderliğinde toplum için öngördüğü yeni sosyal düzenin de kendileri
açısından ne denli tehlikeli olacağını sezmişlerdi. Çünkü yahudiler,
Medine'de en etkin, en yüce söz kendilerine ait olsun diye Evs ve Hazreç
kabileleri arasındaki ihtilafı istismar ediyorlardı. Fakat İslam Evs ve
Hazreç kabilelerini saygın Peygamberlerinin önderliğinde birleştirince,
artık yahudiler iki grup arasında avlanacakları bulanık suyu bulamaz
oldular.
Onların belini kıran en büyük darbe, bilginleri ve
hahamları olan Abdullah b. Selam'ın müslüman olmasıydı. Yüce Allah onun
göğsünü islama açmış ve müslüman olmuştu. Ailesini davet etmiş onlar da
müslüman olmuşlardı. Fakat, müslüman olduğunu açıklayacak olursa yahudilerin
aleyhinde dedikodu çıkaracağından korkuyordu. Bu yüzden Peygamber
efendimizden kendisinin müslüman olduğunu yahudilere bildirmeden önce
kendisini onlara sormasını istedi. Peygamberimiz onun nasıl biri olduğunu
yahudilere sorunca: "Bizim efendimizdir, efendimizin oğludur. Hahamımızdır,
bilginimizdir" dediler. Bu sırada Abdullah b. Selam ortaya çıkıp kendisinin
inandığı şeye onların da inanmalarını istedi. Buna çok bozuldular ve
hakkında kötü söz söylediler. Yahudi ailelere ondan uzak durmalarını tembih
ettiler. Dini ve siyasi egemenliklerine, rejimlerine yönelen gerçek
tehlikeyi sezdiler. Ve Hz. Muhammed'in (s.a.s) işini bitirmek için
kesintisiz komplolar düzenlemeye karar verdiler.
İşte bugüne kadar müslümanlarla yahudiler arasında
bir gün olsun durmayan savaş o günden itibaren başlamış oldu.
Bu günkü deyimiyle ilk önce soğuk savaş başladı. Hz.
Muhammed (s.a.s) ve islam aleyhine propaganda savaşı başladı. Yahudiler uzun
tarihleri boyunca geliştirdikleri tüm taktikleri uyguladılar bu savaşta. Hz.
Muhammed'in (s.a.s) Peygamberliği hakkında kuşku uyandırma, yeni inanç
sisteminin etrafında çeşitli şüpheler yayma taktiğine başvurdular. Bazı
müslümanların aralarını bozma yolunu tuttular. Bazan Evs ve Hazreç
kabilelerinin, bazan muhacirlerle ensarın arasını bozmaya çalıştılar.
Müşrikler hesabına müslümanlar aleyhine casusluk yaptılar.
Müslüman görünen bir grup münafıkla işbirliği yönüne
giderek onlar aracılığı ile müslüman saflar arasına fitne sokmaya
çalışırlar... En sonunda da maskelerini indirip Ahzap savaşında olduğu gibi
müslümanlar karşısında oluşan düşman saftaki yerlerini aldılar.
En önemli toplulukları Beni Kaynuka, Beni Nadr ve
Beni Kureyze'ydi. Bu toplulukların her birinin gerek Peygamber efendimizle
gerekse müslümanlarla belli bir ilişkisi vardı.
En cesurları Beni Kaynuka kabilesi idi. Bedir'de
büyük bir zafer elde etmelerinden dolayı müslümanlara kin besliyorlardı.
İğneleyici sözler söylüyor, daha önce Peygamberimizle yaptıkları antlaşmayı
inkar ediyorlardı. Bu tutumları, Hz. Peygamberin Kureyş'le yaptığı ilk
savaşta galip geldikten sonra bir daha karşı koyamayacakları şekilde
etkinlik kazanmasından, gücünün artmasından korktuklarının belirtisiydi.
İbn-i Hişam, İbn-i İshak kanalı ile onların
durumlarını şu şekilde anlatır: "Peygamber efendimiz Beni Kaynuka kabilesini
pazarda toplayıp onlara şöyle seslendi: "Ey yahudiler, Kureyşlilerin başına
gelen felaketin aynısını başınıza indirmesi konusunda Allah'tan sakının ve
müslüman olun. Çünkü siz, benim Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber
olduğumu biliyorsunuz. Bunu kendi kitabınızda ve yüce Allah'ın sizinle
yaptığı sözleşmede görüyorsunuz". Buna karşılık olarak yahudiler: "Ey
Muhammed, sen bizi kendi kavmine benzetiyorsun. Savaştan anlamayan bir
toplumla karşılaşıp onları yenmiş olman seni aldatmasın. Allah'a andolsun
ki, eğer biz seninle savaşmış olsaydık, nasıl insanlar olduğumuzu sana
öğretirdik" dediler.
İbn-i Hişam Abdullah b. Cafer'e dayanarak şunları
anlatır: Beni Kaynuka ile ilgili gelişmelerden biri de şudur: Bir Arap
kadını gidip Beni Kaynuka pazarında süt satar, sonra da bir kuyumcu
dükkanında oturur. Orada bulunanlar kadından yüzünü açmasını isterler, kadın
itiraz eder. Kuyumcu kadının elbisesinin eteğini elbisenin üst tarafına
düğümler. Kadın ayağa kalkınca ayıp yerleri görünür. Yahudiler gülüşürler.
Kadın bağırır. Bir müslüman, kuyumcunun üzerine atılır ve onu öldürür.
Kuyumcu yahudi olduğu için diğer yahudiler hep birlikte o müslümanı
öldürürler. Öldürülen müslümanın ailesi de yahudilere karşı müslümanları
yardıma çağırır. Bunun üzerine müslümanlar öfkelenirler. Böylece
müslümanlarla Beni Kaynuka kabilesi arasında büyük bir kavga başlamış olur.
İbn-i İshak bu olayın gelişimini şöyle tamamlar:
Peygamber efendimiz vereceği karara boyun eğeceklerini bildirene kadar
onları ablukaya aldı. Yüce Allah Peygamberimize yahudilerin aleyhine fırsat
vermişken Abdullah b. Ubeyy b. Selul kalkıp şöyle dedi: Ey Muhammed,
dostlarıma iyi davran -Beni Kaynuka kabilesi Hazreç kabilesinin müttefiki
idi- Peygamberimiz duymazlıktan geldi. Tekrar "Ey Muhammed, dostlarıma iyi
davran" dedi. Peygamberimiz onu dinlemedi, yüzünü bir tarafa çevirdi. Bu
sefer elini Peygamberimizin zırhının cebine soktu. Peygamberimiz "Bırak
beni" dedi. Peygamberimizin yüzünün rengi değişecek kadar öfkelenmişti.
"Yazıklar olsun sana, bırak beni" dedi. "Hayır, vallahi dostlarıma iyi
davranmadığın sürece bırakmam seni. Bunlar dörtyüz zırhsız, üçyüz zırhlı
savaşçıdır. Kızıla ve karaya karşı korurlardı beni. Sense bir gün de
kılıçtan geçirmek istiyorsun. Allah'a andolsun ki, ben çıkacak felaketlerden
endişeleniyorum" dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz "Onları sana
bağışladım" dedi.
Abdullah b. Ubeyy o güne kadar kabilesi arasında
etkinlik sahibi birisiydi. peygamber efendimiz Beni Kaynuka kabilesi
hakkında aracılık yapmasını kabul ederek, onların silahları hariç diğer
mallarını yanlarına alarak Medine'yi terk etmelerine izin verdi. Böylece
Medine önemli bir güce sahip yahudilerin bir kısmından kurtulmuş oldu.
Beni Nadr kabilesine gelince; Peygamber efendimiz
Uhud savaşından sonra Hicri dördüncü senede, daha önce aralarında vardıkları
bir antlaşma uyarınca öldürülen iki kişinin diyetine katkıda bulunmalarını
istemek üzere yaşadıkları bölgeye gitti. Peygamberimiz bulundukları yere
gelince: "Tamam ey Ebul Kasım, sana istediğin miktarda yardımda bulunacağız"
dediler. Sonra aralarında yalnız kalınca: "Bu adamı bir daha bu durumda
bulamazsınız. -Peygamber efendimiz onların evlerinden birinin duvarının
dibinde oturuyordu- Kim bu evin üzerine çıkıp, üzerine bir kaya indirerek
bizi ondan kurtaracak?
Ardından bu alçakça komployu uygulamaya başladılar.
Peygamber efendimiz onların yapmak istedikleri şeyi sezdi ve hemen oradan
ayrılıp Medine'ye döndü. Onlara karşı savaş hazırlıklarının başlatılmasını
emretti. Onlarda kalelerine kapandılar. Münafıklığın elebaşısı Abdullah b.
Ubeyy b. Selul, "Direnin ve kendinizi savunun, sizi kesinlikle teslim
etmeyeceğiz. Eğer ölürseniz biz de sizinle ölürüz. Eğer sürgün edilirseniz
biz de sizinle şehri terk ederiz" diye onlara haber gönderdi. Ama münafıklar
sözlerinde durmadılar. Yüce Allah Beni Nudayrlıların içine korku saldı.
Onlar da savaşmadan, direnmeden teslim oldular. Peygamber efendimizden,
şehri terk etmelerine izin vermesini, canlarını bağışlamasını, silah hariç
yanlarında bir deve yükü mal alıp gitmelerine müsaade etmesini istediler.
Peygamberimiz de bu şekilde hareket etti. Çıkıp Haybere gittiler. Bazıları
da Şam'a gitti. Haybere giden ileri gelenleri arasında Selam b. Ebu'l
Hukeyk, Kenane b. Rebi b. Ebu'l Hukeyk ve Huyey b. Ahtab vardı. Ahzap
savaşında Kureyş ve Gatafan müşriklerinin müslümanlara karşı birlik
oluşturup saldırıya geçmeleri gündeme getirildiği sırada onlardan da söz
edilmişti.
Şimdi Beni Kureyze savaşına gelmiş bulunuyoruz. Daha
önce bunların Ahzap savaşındaki tutumlarına değinilmişti. Başta Huyey b.
Ahtap olmak üzere Beni Nudayr kabilesinin ileri gelenlerinin teşvikleriyle
müşriklerle birlik olup müslümanlar aleyhine oluşan ittifaka katılmışlardı.
Beni Kureyze kabilesinin bu ortamda Peygamber efendimizle daha önce
yaptıkları saldırmazlık ve savunma işbirliği antlaşmasını bozmaları, düşman
birliklerinin Medine'nin dışında giriştikleri saldırılardan daha ağır
gelmişti müslümanlara.
Şu rivayet, o sırada müslümanlara yönelen tehdidin
büyüklüğünü ve Beni Kureyze'nin antlaşmayı bozmasından dolayı duyulan
korkunun boyutlarını çok güzel tasvir ediyor: Peygamber efendimiz haberi
duyunca, Evs kabilesinin lideri Saad b. Muaz, Hazreç kabilesinin lideri Saad
b. Ubade ile birlikte Abdullah b. Revaha ve Havvat b. Cubeyri r.a.
göndererek şöyle buyurdu: "Gidin bakalım bunlara ilişkin olarak duyduğumuz
şeyler doğru mudur değil midir? Eğer söylenenler doğruysa, sadece benim
anlayacağım şekilde gizlice anlatın, halka duyurmayın. Ama eğer bize
verdikleri sözde duruyorlarsa bunu halka duyurun." (Bu sözler, Peygamber
efendimizin bu haberin nefislerde bırakacağı kötü etkilerden endişelendiğini
gösteriyor).
Heyet Beni Kureyze'nin bulunduğu yere gelince,
onları Peygamber efendimizden onlara ilişkin duyduklarından da beter bir
durumda gördüler: "Resulullah da kimdir? Muhammed'le aramızda herhangi bir
antlaşma, bir sözleşme yoktur" dediler. Bunun üzerine heyet döndü ve durumu
Peygamber efendimize açıklamadan işaretle bildirdiler. Bunun üzerine
Peygamber efendimiz "Allahu ekber, müjdeler olsun ey müslümanlar" buyurdu.
(Kötü haberin saflarda yayılmasına karşı müslümanlara güven aşılamak için
böyle davranmıştı).
İbn-i İshak diyor ki: "Bundan sonra imtihan
ağırlaştı. Korku gittikçe arttı. Müslümanlar hem yukarıdan, hem aşağıdan
düşmanla çevrilmişlerdi. Hatta müslümanlar en olmadık olumsuzlukları
düşünmüşlerdi. Bazı münafıklar da ortalığı karıştırıyorlardı..."
Ahzap savaşının başlangıcında durum bundan ibaretti.
Yüce Allah, yardımı ile Peygamberini destekleyince,
düşmanlarını hiçbir sonuç elde edemeden gerisin geri gönderince ve yüce
Allah mü'minleri savaştan koruyunca, Peygamber efendimiz zaferle Medine'ye
döndü. İnsanlar silahlarını bırakmışlardı. Peygamber efendimiz Ümmü
Seleme'nin r.a. evinde cephenin tozlarından yıkandığı bir sırada Cebrail
a.s. geldi ve "Silahını bıraktın mı ya Resulallah?" dedi. Peygamber
efendimiz "Evet" dedi. Cebrail a.s. "Ama melekler henüz silahlarını
bırakmadılar. Şimdi o kavmin üzerine yürümenin zamanıdır" dedi. Sonra da
şunları ekledi: "Yüce Allah Beni Kureyze kabilesinin üzerine yürümeni
emrediyor." Beni Kureyze'nin yurdu Medine'den birkaç mil uzaktaydı. Bu olay
öğlen namazından sonra meydana geliyordu. Peygamber efendimiz "Beni
Kureyze'nin yurduna varmadıkça hiç kimse ikindi namazını kılmasın" Ardından
müslümanlar yola koyuldular. İkindi namazının vakti onlar yoldayken girdi.
Bazısı namazı yolda kıldı ve "Resulullah sırf acele etmemiz için böyle
söylemiştir" dediler. Diğerleri de Beni Kureyze'nin yurduna varmadıkça
ikindi namazını kılmayacağız dediler. Peygamberimiz iki tarafa da sert bir
tepki göstermedi.
Peygamber efendimiz Ümmü Mektum'u (Hakkında "Abese
vetevella encaehul'a'ma" =Surat astı ve döndü. Kör geldi, diye= ayeti inen
kör sahabe) Medine'de kendisine vekil bırakarak peşlerinden gitti. Bayrağı
Ali b. Ebu Talib'e verdi. Sonra Peygamber efendimiz yurtlarının önünde savaş
düzeni alarak yirmibeş gece onları ablukaya aldı. Bu abluka uzun sürünce Evs
kabilesinin lideri Saad b. Muaz'ın hakemliğini kabul ettiler. Çünkü cahiliye
döneminde Evs kabilesinin müttefikleri idiler. Onlar Saad b. Muaz'ın
kendilerine iyi davranacağına inanıyorlardı. Nitekim Abdullah b. Ubeyy b.
Selul dostları olan Beni Kaynuka kabilesi için öyle yapmış, aracılık yaparak
onları Resulullah'ın elinden kurtarmıştı. İbn-i Ubeyy'in Beni Kaynuka için
yaptığı aracılık gibi Saad'ın da kendileri hakkında aracılık yapacağını
sanmışlardı. Saad b. Muaz'ın hendek savaşının sürdüğü günlerde, (koptuğu
zaman kolun hareket etmesine engel oluşturan bir damara) ok isabet etmek
suretiyle yaralandığını bilmiyorlardı. Resulullah bu damarım dağlamış ve
yakından ilgilenmek için onu mescidin bir tarafına yatırmıştı. O sırada Saad
b. Muaz Allah'a şöyle dua ediyordu: "Allah'ım eğer Kureyşle bundan sonra
yine savaşmamızı takdir etmişsen, bizi o güne yetiştir. Eğer bizimle onlar
arasındaki savaşın bitmesini takdir etmişsen onların birliğini parçala,
darmadağın et. Beni Kureyze kabilesi hakkında da gözlerimi aydın etmedikçe
canımı alma." Yüce Allah Saad'ın bu duasını kabul etmiş ve kendi kendilerini
onun hakemliğini kabul etmelerini takdir etmişti.
Bu sırada Peygamber efendimiz onların hakkında
hakemlikte bulunması için onu Medine'den çağırttı. Bindirildiği bir merkebin
sırtında çıkagelince Evs kabilesinden olanlar etrafını sarıp şöyle demeye
başladılar: "Ey Saad, bunlar senin müttefiklerindir, onlara iyi davran." Onu
yumuşatmaya, onlar hakkında merhametli davranmasını sağlamaya
çalışıyorlardı. O ise sessizce söylenenler i dinliyordu. Fazla ısrar edince:
"Şimdi Saad'ın Allah için yapacağı bir işte kınayanın kınamasından
korkmayacağı andır" dedi. Bunun üzerine Saad'ın onları sağ bırakma taraftarı
olmadığını anladılar.
Saad b. Muaz r.a. Peygamber efendimizin içinde
bulunduğu çadıra yaklaşınca, Peygamber efendimiz "Büyüğümüze yardım edin"
dedi. Müslümanlar hemen kalkıp onu merkebin sırtından indirdiler.
Peygamberimizin ona karşı bu şekilde davranması, vereceği hükmün daha etkin
olması için karar verme yetkisine sahip olduğu bir ortamda ona saygı
gösterilmesini, onurlandırılmasını sağlama amacına yönelikti.
Saad oturduğu zaman, Peygamber efendimiz ona şöyle
dedi: "Şu adamlar -Beni Kureyze'yi göstererek- senin hakemliğini kabul
ettiler. Onlar hakkında istediğin kararı verebilirsin." Saad "Benim
vereceğim karar onlar hakkında geçerli midir?" Peygamberimiz "Ev.;t" dedi.
Peki "Şu çadırda bulunanları da kapsıyor mu?" "Evet" dedi Peygamberimiz. Bu
sefer Peygamber efendimizin bulunduğu tarafı göstererek, "Bunları da içine
alıyor mu?" dedi. (Peygamberimize bakarken yüzü sevgi ve saygı ile
parlıyordu) Peygamberimiz "Evet" dedi. Bunun üzerine Saad b. Muaz r.a. "Ben
savaşçılarının öldürülmesine, mallarına ve ocuklarına el konulmasına
hükmediyorum." Peygamber efendimiz "Kuşkusuz sen, yüce Allah'ın yedi kat
göğün üstünden verdiği hükmün aynısı ile hükmettin" dedi.
Sonra Resulullah s.a.s. yerde çukurların kazılmasını
emretti. Yahudiler bağlı olarak getirilip boyunları vuruldu. Yediyüz,
sekizyüz kişi civarındaydılar. Tüyü bitmemiş olanları (yani erginlik çağına
ulaşmamış delikanlıları) kadınlarla birlikte esir alındı, mallarına el
konuldu. Huyey b. Ahtab da aralarındaydı. Daha önce onlara verdiği sözü
tutarak onlarla birlikte kalelerine sığınmıştı.
O günden sonra yahudiler hep aşağılandılar. Bunun
sonucu Medine'deki münafıklık hareketi zayıfladı. Münafıkların başları
önlerine eğildi. Yapa geldikleri şeylerin çoğundan korkmaya başladılar. Bu
ve öteki olayların ardından müşrikler bir daha müslümanlara saldırmayı
düşünecek fırsat bulamadılar. Bundan sonra hep müslümanlar saldırdılar.
Nihayet Mekke ve Taif fethedildi. Yahudilerin, münafıkların ve müşriklerin
faaliyetleri arasında bir paralellik vardı. Yahudiler kovulduktan sonra bu
paralellik bozuldu. Aynı zamanda bu olay islam devletinin kurulup oturması
açısından iki dönemi birbirinden ayıran en belirgin gelişmedir.
Yüce Allah'ın şu sözü de bunu doğrulamaktadır:
"Allah, kitap ehlinden onlara yardım eden Kureyze
yahudilerini de kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü. Onlardan
bir kısmını öldürüyorsunuz, bir kısmını da esir alıyorsunuz."
"Topraklarını, evlerini, mallarını ve henüz
ayağınızı dahi basmadığınız yerleri Allah size miras olarak verdi. Allah'ın
gücü her şeye yeter."
Ayetin orjinalinde geçen Seyâsî = kaleler demektir.
Müslümanların miras aldıkları ama bundan önce ayak basmadıkları topraklardan
maksat bulundukları bölgeden uzak Beni Kureyze'ye ait araziler olabilir.
Diğer malları ile birlikte bu araziler de müslümanlara geçmişti. Öte yandan
bununla, Beni Kureyze'nin kendi topraklarını savaşmadan teslim etmelerine de
işaret edilmiş olabilir. Bu durumda ayetin orjinalinde geçen "Vata'a"
kelimesi savaş anlamında kullanılmış olur. Çünkü savaşta düşman bölgeleri
çiğnenir.
"Allah'ın gücü her şeye yeter"
İşte bu, olayın mahiyetini ve mesajını somutlaştıran
bir değerlendirmedir. Bu değerlendirmede her mesele Allah'a döndürülüyor.
Nitekim, savaşı anlatan ayetlerin akışı; olayı bütünüyle Allah'a döndürmek,
savaştaki eylemleri doğrudan doğruya Allah'ın iradesine dayandırmak
biçiminde gelişmişti. Amaç, bu büyük gerçeği pekiştirmektir. Yüce Allah'ın
yaşanan olaylar ve olayların ardından inen Kur'an ayetleri aracılığı ile
müslümanların gönüllerine yerleştirdiği bu büyük gerçeği ön plana
çıkarmaktır. Böylece islam düşüncesinin ruhlarda bu büyük gerçeğe dayanması
hedeflenmektedir.
Bu büyük olayın sunuluşu böylece sona erdi. Bu
sunuş, Kur'an-ı Kerim'in hem müslüman toplumun kalbine hem de pratik
hayatına yerleştirmek için geldiği ilahi yasaları, değerleri, direktif ve
kuralları kapsamıştı.
Böylece olaylar eğitme amacına yönelik birer unsur
işlevini görmüş oluyorlar. Kur'an'da hayata ve hayattaki gelişmelere,
hayatın amaç ve düşüncelerine rehberlik ve tercümanlık yapmış oluyor.
Sonuçta Kur'an ve imtihanlar aracılığı ile değerler yerleşir, kalpler
yatışır, huzura kavuşur.
Ahzab, suresinde yer alan bu üçüncü ders, bütün
müslüman erkek ve kadınların alacakları ödüle ilişkin son açıklamanın
dışında bütünüyle Peygamber efendimizin eşlerine ayrılmıştır. Peygamber
efendimizin eşlerinin bu surenin başlarında "Mü'minlerin anneleri" olarak
isimlendirildiklerini görmüştük. Kuşkusuz bu `ana'lığın birtakım
yükümlülükleri vardır. Bu sıfatı hakketmelerine neden olan yüksek derecenin
birtakım yükümlülükleri vardır. Peygamber efendimizin yanında sahip
oldukları yüce mevkinin birtakım yükümlülükleri vardır. Bu derste bu
yükümlülüklerden bazıları açıklanacaktır. Bunun yanı sıra yüce Allah'ın,
Peygamberin tertemiz evi tarafından temsil edilmesini, onlara dayalı bir
hayat sürdürmesini, insanların yolunu aydınlatan bir meşale işlevini
görmesini dilediği değerlerde yerleştirilmektedir.
28- "Ey Peygamber!
Eşlerine söyle: "Eğer dünya hayatını ve süslerini istiyorsanız gelin size
boşanma bedelinizi vereyim ve güzellikle salıvereyim."
29- "Eğer Allah'ın
Peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah içinizden iyi
davrananlara büyük mükâfat hazırlamıştır."
Peygamber efendimiz hem kendisi hem de ailesi için
sade bir hayat seçmişti. Kuşkusuz bu sadelik dünya nimetlerinden
yararlanamamaktan kaynaklanmıyordu. Nitekim Peygamber efendimiz henüz
hayattayken geniş araziler fethedilmiş, çok sayıda ganimet ve bol zenginlik
kaynakları elde edilmişti. Bu sayede daha önce malı ve serveti bulunmayan
birçok kişi zengin olmuştu. Buna rağmen bir ay boyunca Peygamberimizin
evlerinde ateşin yanmadığı olurdu. Bununla birlikte sadaka vermede, bağışta
bulunma ve hediye etmede son derece eli açıktı. Ancak bu tavır dünya
hayatının nimetlerinin üstüne çıkma ve içtenlikle yüce Allah'ın katındaki
nimetleri arzulama duygusundan kaynaklanıyordu. Mal mülk elde etme imkanına
sahip bulunduğu halde sakınan, yeryüzünün nimetlerini geride bırakan, Allah
katındaki sonsuz ve kalıcı nimetleri seçen birinin arzusuydu bu. Peygamber
efendimiz inancı ve inancının öngördüğü şeriatı açısından hem kendisine
hemde aile fertlerine böyle bir hayat yaşatmakla yükümlü değildi. Çünkü onun
inancına ve şeriatına göre güzel ve temiz şeyler haram değildi. Nitekim
peşlerine düşmeden, arzuyla kavrulmadan, tamamen içine dalmadan, onlarla
uğraşmadan, zorlanmaksızın kendisine sunulan şeyi, beklenmedik bir şekilde
tesadüfen eline geçen şeyi kendisine haram kılmazdı. Ayrıca kendisi için
seçtiği bu sade hayatı yaşamaya da ümmetini zorlamazdı. Ancak dileyen bunu
seçebilirdi. Dünya zevklerini ve nimetlerini aşmak, onların ağırlıklarından
kurtulmak, nefsin istek ve eğilimlerinden bağımsız tam bir özgürlük elde
etmek isteyenler bu yolu seçebilirdi.
Ancak, Peygamberimizin eşleri de kadındılar,
insandılar. Her insanda bulunan duygulara onlar da sahipti. Üstünlüklerine,
saygınlıklarına ve yüce Peygamberlik kaynağına olan yakınlıklarına rağmen
dünya nimetlerine yönelik doğal arzu içlerinde canlılığını korurdu. Yüce
Allah'ın Peygamberine ve mü'minlere bol nimetler bahşettiğini görünce;
kendilerine verilen nafakanın arttırılması konusunda Peygamber efendimize
başvurdular. Ne varki Peygamberimiz bu başvuruyu memnunlukla karşılamadı.
Tam tersine üzüldü ve hoşnutsuzluğunu belirtti. Çünkü O, kendisi için tercih
ettiği hayat biçimi ile serbest, yüce ve hoşnutluk içinde yaşamak istiyordu.
Dünya nimetlerinden yararlanmak gibi bir mesele ile en alt düzeyde
ilgilenmek, hem kendi hayatının hemde yakınlarının hayatının, dünyanın her
türlü gölgesinden ve lekesinden arı, yüce ve aydınlık ufuklara yükselmesini
istiyordu. Peygamber efendimiz bu olaya helal ve haram açısından
yaklaşmıyordu. -Çünkü helal ve haram olan şeyler açıklanmıştır- Basit
yeryüzünün baştan çıkarıcı cazibesine kapılmadan, özgür, serbest ve bağımsız
bir hayat sürdürme meselesidir bu.
Peygamber efendimiz eşlerinin kendisinden nafaka
istemelerinden dolayı o kadar üzülmüştü ki, arkadaşları ile görüşmek
istememişti. Hz. Peygamberin onlarla görüşmek istememesi ashabın ağırına
gidiyordu. Hiçbir mesele bu kadar önemli değildi onlara göre. Yanına gitmek
istiyorlardı ama izin verilmiyordu. İmam Ahmed, Cabir r.a.'den şöyle rivayet
eder: Ebubekir kalkıp Resulullah'ın yanına gitmek için izin istedi. -O
sırada sahabeler Peygamberimizin kapısında oturuyorlardı. Peygamberimiz de
içerde oturuyordu- Ama Ebu Bekir'e girmek için izin verilmedi. Sonra Ömer
geldi izin istedi, ona da izin verilmedi. Ardından Ebubekir ve Ömer'e -Allah
onlardan razı olsun- birlikte izin verildi. Onlar da içeri girdiler.
Peygamberimiz sessizce oturmuş, eşleri de çevresinde toplanmışlardı. Hz.
Ömer: "Ben, Peygamber efendimize bir şey söyleyeyim de belki onu
güldürebilirim" dedi. Sonra şunları söyledi: "Ya Resulallah, eğer Zeyd'in
kızı -Ömer'in karısı biraz önce benden nafaka istemiş olsaydı, kesinlikle
boynunu koparırdım." Bunun üzerine Peygamber efendimiz azı dişleri görünecek
kadar güldü. Ve şöyle dedi: "Şu etrafımdakiler de benden nafaka istiyorlar."
Hz. Ebubekir r.a. Hz. Aişe'yi dövmek için Hz. Ömer r.a. de Hz. Hafsa'yı
dövmek için kalkıp şöyle dediler: "Yanında olmayan bir şeyi mi Hz.
Peygamberden istiyorsunuz?" Peygamber efendimiz onların kızlarını
dövmelerine engel oldu. Sonra Peygamberimizin eşleri: "Allah'a andolsun ki,
bundan sonra, sahip olmadığı bir şeyi Resulullah'tan istemeyeceğiz" dediler.
Bunun üzerine yüce Allah eşlerini dünya nimetleri ile kendisi arasında
dilediklerini seçmekte serbest bırakmasını emrettiği ayetleri indirdi.
Peygamber efendimiz önce Hz. Aişe r.a.'den başladı: "Sana bir şey
söyleyeceğim, ama anne ve babana danışmadan acele ile karar vermeni
istemiyorum" dedi. Hz. Aişe: "Ne söyleyeceksin?" dedi. Peygamber efendimiz:
"Ey Peygamber! Eşlerine söyle.." ayetini okudu. Hz. Aişe: "Senin hakkında
anne ve babama mı danışacağım, kesinlikle, Allah'ı ve Peygamberini tercih
ediyorum. Bir de benim hangisini tercih ettiğimi diğer eşlerine söylememeni
istiyorum" dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz: "Allah beni güçlük
çıkarmam için göndermedi. Beni bir öğretici, kolaylaştırıcı olarak gönderdi.
Onlardan biri senin hangisini seçtiğini sorarsa söyleyeceğim" dedi. (Müslim,
Zekeriyya bin İshak'tan aktarmıştır)
Buhari doğrudan Ebu Seleme b. Abdurrahman'dan şu
hadisi aktarır. Ebu Seleme der ki: "Peygamber efendimizin eşi Hz. Aişe r.a.
şöyle dedi: Yüce Allah Peygamberimize eşlerini serbest bırakmasını
emredince, Peygamberimiz önce benden başladı ve şöyle dedi: Sana bir şey
söyleyeceğim, anne-babana danışmak için acele karar vermemende bir sakınca
yok. -Kuşkusuz Peygamberimiz anne babamın kendisinden ayrılmanı
istemeyeceklerini biliyordu- Sonra, Peygamber efendimiz yüce Allah'ın "Ey
Peygamber! Eşlerine söyle..." diye başlayan iki ayeti indirdiğini söyledi.
Ben de "Bunlardan hangisi için ana-babama danışacağım? Ben Allah'ı,
Peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorum" dedim.
Kuşkusuz Kur'an-ı Kerim, islamın hayat düşüncesinin
temel değerlerini belirlemek için inmiştir. Bu değerlerin pratik ve canlı
tercümelerinin Hz. Peygamberin evinde ve özel hayatında bulunması, en ince
ve açık şekliyle bu evde gerçekleşmesi gerekir. Çünkü bu ev, islam ve
müslümanlar için bir meşaledir ve yüce Allah içindeki her şeyle birlikte tüm
yeryüzüne varis olana kadar öyle kalacaktır.
İki şıktan birini tercih etmeye ilişkin bu iki ayet
izlenecek yolu belirliyor: ya dünya hayatı ve bu hayatın göz alıcı
süsleri... Ya da Allah, Peygamberi ve ahiret yurdu. Ama bir kalp iki hayat
görüşünü birden barındıramaz. Çünkü yüce Allah bir insanın göğüs boşluğunda
iki kalp yaratmamıştır.
Peygamber efendimizin eşleri "Bu andan itibaren,
sahip bulunmadığı bir şeyi Resulullah'tan istemeyeceğiz" demişlerdi. Ama
sorunun esasının açığa kavuşması için Kur'an ayetleri indi. Çünkü bu, bir
şeyin onun yanında bulunması ya da bulunmaması meselesi değildi. Mesele, ya
Allah'ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu seçmek ya da süs ve zevkleri
seçmekti. Yoksa tüm yeryüzü hazinelerinin ellerinin altında olması ile
evlerinde yiyecek bir şeyin bulunmaması arasında bir fark yoktur. Nitekim
onlar kesin olarak iki şıktan birini tercih etme durumunda bırakıldıktan
sonra Allah'ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu tercih ettiklerini açıkça
bildirmişlerdi. Böylece onlar Peygamberin yanındaki saygın yerlerine, o
büyük Resulün evine yaraşır yüce ufuktaki yerlerine layık olduklarını
kanıtlamışlardı. Bazı rivayetlerde, Peygamber efendimizin eşlerinin bu
tercihinden dolayı sevindiği belirtilmektedir.
Bu olayın üzerinde bir miktar durup değişik
açılardan irdelemek istiyoruz: Bu olay, islamın değer yargılarına ilişkin
düşüncesini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Dünya ve ahiretin algılanış
yöntemini çizmektedir. Müslümanın kalbinde dünya değerleri ile ahiret
değerleri; toprağa yöneliş ile göğe yöneliş arasındaki tüm tereddütleri, tüm
yalpalanmaları durdurmaktadır. Bu kalbi, onu sırf Rabbine yönelmekten,
başkasına değil sadece Rabbine özgü olmaktan alıkoyan her türlü yabancı
bağdan kurtarmaktadır.
Olayın bir yanı bu. Öte yandan bu olay, Peygamber
efendimizin ve onunla birlikte yaşayanların, ona bağlananların yaşadıkları
hayatın gerçek mahiyetini bize tasvir etmektedir. Bu gerçeğin en güzel yanı
da Peygamberimizin yaşadığı hayatın bir insanın hayatı olduğunu, onunla
birlikte bulunanların diğer insanlar gibi yaşadıklarını, insanlıklarından,
duygularından ve insan olmalarından kaynaklanan özelliklerinden
soyutlanmadıklarını ortaya koymasıdır. Bununla beraber onlar yüce, eşsiz ve
büyük bir zirveye ulaşmışlardır, kendilerini her yönüyle Allah'a adamış,
ondan başkasından soyutlanmışlardır. Çünkü bu ruhlardaki insani duygular ve
beşeri arzular ölmemiştir. Sadece yücelmiş, dış etkenlerden arınmışlardır.
Geride insanlığın kendine özgü tatlı tabiatı kalmıştır. Ama bu beşeri tabiat
bu insanların, bir insan için önceden planlanan en yüksek olgunluk-kemal
derecesine yükselmelerine engel oluşturmamıştır.
Bizler Peygamber efendimizi ve sahabelerini gerçek
dışı ya da eksik bir tabloda tasavvur ettiğimizde çoğu zaman yanılırız.
Onları her türlü insani duygudan ve beşeri arzudan soyutlarız. Bununla
onları yücelttiğimizi, bizim eksiklik ve zaaf olarak algıladığımız şeylerden
arındırdığımızı zannederiz.
Bu yanlış algılama, onlar için realiteye uymayan bir
tablonun çizilmesine neden olur. Bu tablo birtakım anlaşılmaz, karmaşık
hallerle örtülmüş bir görünümdedir. Bunların arasından onların temel insani
belirtilerini görmemiz imkansızlaşıyor. Bu yüzden bizimle onlar arasındaki
insanlık bağı kopuyor. Onların bu hallerle çevrilmiş kişilikleri bizim
kafamızda dokunulmaz, elle tutulmaz hayallere yakın efsanevi varlıklar
olarak kalıyor. Onları bizden farklı, değişik bir varlık türü, melekler veya
her halükarda onlar gibi beşeri duygulardan ve arzulardan uzak bir varlık
olarak düşünürüz. Bu hayal ürünü tablo şeffaf olmakla birlikte, onları bizim
çevremizin dışına çıkarmaktadır. Artık onları örnek almaz, onlardan
etkilenmeyiz. Onlara benzeme, onlara pratik hayatta uyma ümidimiz kalmaz. Bu
yüzden Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının hayatı harekete dönük en önemli
unsurunu, dinamizmini yitirir. Duygularımızın onları örnek almaya, onları
taklit etmeye yönelik olarak harekete geçmesi durumu ortadan kalkar. Bunun
yerini hayranlık duymak ve büyülenmek gibi, pratik hayatımızda somut hiçbir
etkinliği bulunmayan, anlaşılmaz, kapalı ve büyüleyici bir duygusallık alır.
Sonra bizimle bu büyük kişilikler arasındaki canlı iletişimi de kaybederiz.
Çünkü iletişim ancak, onların gerçek insanlar olduklarını, tıpkı bizim sahip
olduğumuz duygu, arzu ve heyecanlar gibi gerçek duygu, arzu ve heyecanlara
sahip olduklarını algıladığımız an gerçekleşebilir. Şu kadarı varki, onlar
sahip oldukları bu beşeri özellikleri yüceltmiş, bizim duygularımıza bulaşan
lekelerden arındırmışlardır.
Yüce Allah'ın Peygamberlerini, melekler veya
insanlardan başka bir varlık türü arasından seçmeyipte insanlar arasından
seçip göndermesindeki hikmeti açıktır. Amaç Peygamberlerin hayatı ile onlara
uyanların hayatları arasındaki gerçek bağın sürekli olmasıdır. Peygamberlere
uyanların, Peygamberlerin kalplerinin de daha temiz daha arı ve daha yüce
olmakla beraber normal insanlarınki gibi duygu ve arzularla dolu olduklarını
bilmeleridir. Böylece onları, bir insanın diğer bir insanı sevmesi gibi
severler. Küçük bir insanın büyük bir insanı taklit etmesi gibi onları
izlemeye koyulurlar.
Peygamber efendimizin eşlerinin iki şıktan birini
tercih etme durumunda bırakılmaları meselesi çerçevesinde, Peygamberimizin
eşlerinin içlerindeki dünya nimetlerine yönelik doğal arzu karşısında biraz
duruyoruz. Bu arada Peygamber efendimizle eşlerinin ev hayatın yansıtan
tabloyu gözlemliyoruz; burada gördüklerimiz nafakalarının arttırılması için
kocalarına başvuran kadınlardır! Bu başvuruları kocalarının canını sıkıyor
ama, bu baş vurudan dolayı Hz. Ebubekir'le Hz. Ömer`in Hz. Aişe r.a. ile
Hafsa r.a.'ı dövmelerini kabul etmiyor. Çünkü mesele, beşeri duygu ve
eğilimlerin arındırılması ve yüceltilmesi meselesidir, uyuşturulması ya da
öldürülmesi değil. Peygamber efendimizle eşleri arasında baş gösteren bu
mesele yüce Allah'ın Peygamber efendimize eşlerini iki şıktan birini tercih
etmeleri durumunda bırakmalarını emretmesine kadar bu şekilde kalıyor. Bu
emirden sonra onlar da Allah'ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu tercih
ediyorlar. Ama herhangi bir zorlama, bir şiddet, bir baskı söz konusu
olmadan bu kararı veriyorlar. Eşlerinin kalplerinin bu aydınlık ve yüce ufka
erişmiş olmasından dolayı Peygamberimizin de gönlü neşeleniyor, seviniyor.
Ayrıca, Peygamber efendimizin kalbinde yer eden
tatlı beşeri arzuya da değinmek istiyoruz: Peygamberimiz açıkça Aişe'yi
seviyor ve yüce Allah'ın hem kendisi hem de ev halkı için dilediği değerli
düzeye yükselmesini istiyor. Bu yüzden eşlerinin iki şıktan birini tercih
etmeleri meselesini önce Aişe'ye açıyor. Yücelmesi ve arınması için ona
yardım etmek istiyor; anne ve babasına danışmadan karar vermede acele
etmemesini tavsiye ediyor. -Aslında Peygamberimiz, Hz. Aişe'nin de dediği
gibi onun anne ve babasının kocasından ayrılmasını istemeyeceklerini
biliyor- Hz. Aişe, Peygamber efendimizin gönlündeki bu tatlı arzunun
farkındadır. Bunun için seviniyor ve sözleri ile bu sevgiye önem verdiğini
ortaya koyuyor. Bu konuşma esnasında Peygamber efendimiz küçük eşini seven,
kendisinin yaşadığı yüce ufka onun da yükselmesini, hep birlikte orada
kalmayı, duygularında yer eden ve yüce Allah'ın hem kendisi hem de ev halkı
için dilediği asil değerleri onunla paylaşmak isteyen bir insan olarak ön
plana çıkıyor. Aynı şekilde Hz. Aişe de eşinin kalbindeki yerinin sağlam
oluşundan dolayı sevinen bir insan olarak beliriyor. Peygamberimizin
kendisine yönelik arzusundan, kendisine duyduğu sevgiden ve yüce ufku tercih
etmesi dolayisiyle kendisiyle birlikte aydınlık ufukta kalması için anne ve
babasının yardımına başvurmasını istemesinden dolayı duyduğu sevinci
gizlemiyor Bu arada onun kadınlık duygularını da gözlüyoruz:
Peygamberimizden, diğer eşlerine bu meseleyi açınca kendisinin yaptığı
tercihi onlara söylememesini istiyor! Onun bu isteğinin altında tercih
meselesinde yalnız kalma, diğer eşlerinden ayrıcalıklı olma, en azından bu
konumda bazısından farklı olma duygusu yatıyor. Öte yandan Peygamber
efendimizin Hz. Aişe'ye verdiği cevapta Peygamberliğin yüceliğini
gözlemliyoruz. Şöyle diyor Peygamber efendimiz: "Allah beni güçlük çıkarmam
için göndermedi. Beni bir öğretici, kolaylaştırıcı olarak gönderdi. Onlardan
biri senin hangisini seçtiğini sorarsa kesinlikle söyleyeceğim". Çünkü
Peygamberimiz herhangi bir eşinden kendisini iyi bir sonuca götürecek şeyi
gizlemek, onu şaşırtacak, işini zorlaştıracak bir imtihana sokmak istemiyor.
Tam tersine, nefsinin isteklerini aşmak, yeryüzünün çekici güzelliklerinden
ve dünya nimetlerinin aldatıcı görünümlerinden kurtulmak için yardım isteyen
herkese yardım elini uzatıyor.
Peygamber efendimizin ve ashabının hayatlarını
sunarken insanlara özgü bu gibi önemli belirtileri örtbas etmemeliyiz,
onları ihmal etmemeliyiz, değerlerini küçümsememeliyiz. Bunları gerçek
mahiyetleriyle kavramamız, bizimle Peygamber efendimizin ve seçkin
sahabelerinin şahsiyetleri arasında canlı bir bağ kurar. Bu bağda, insan
kalbini fiili örnek olmaya, pratik olarak izlemeye yönelten karşılıklı
etkileşim ve iletişim mevcuttur.
Bu kısa ayrılıktan sonra tekrar Kur'an ayetlerine
dönüyoruz. Dünya ve ahiret meselelerine ilişkin değerlerin belirlenmesinden
ve yüce Allah'ın "Allah bir insanın göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır"
sözünün Peygamber efendimizin ve ehli beytinin hayatında pratik olarak
gerçekleşmesinden sonra... Evet bundan sonra, Kur'an ayetlerinin bu
açıklamanın ardından, Peygamber efendimizin eşleri için hazırlanan ödülü,
açıkladığını görüyoruz. Onların yüce makamlarına ve Allah'ın seçkin
Peygamberinin yanındaki saygın yerlerine uygun düşecek şekilde hem lehlerine
hemde aleyhlerine olan özellikleri vurguladığını görüyoruz
30- "Ey Peygamber
hanımları! Sizden kim açık bir edepsizlik ,y,aparsa, onun azabı iki kat
olur. Bu Allah'a kolaydır. "
31- "Fakat sizden
kim Allah'a ve Resulüne uymaya devam eder ve yararlı iş yaparsa ona da
mükafatı iki kat veririz ve cennette onun için bol bir rızık
hazırlamışızdır. "
Kuşkusuz bu, onların sahip bulundukları saygın yerin
bir sonucudur. Çünkü onlar Hz. Peygamberin eşleridirler, mü'minlerin
anneleridirler. Bu iki nitelik onlara ağır görevler yüklemektedir. Aynı
zamanda onları kötülüğe yaklaşmaktan da korumaktadır. Sözgelimi onlardan
biri, gizli saklı tarafı bulunmayan apaçık bir edepsizlik işleyecek olursa,
iki kat azabı hakkedecektir. İşte bu varsayım onların bulundukları saygın
yerin kendilerine ne büyük bir yükümlülük getirdiğini ortaya koymaktadır:
"Bu Allah'a kolaydır." Onların, Allah'ın seçkin Peygamberinin yanındaki
konumları yüce Allah'ın onları cezalandırmasına engel oluşturamaz, bu konuda
yüce Allah'a zorluk çıkaramaz. Nitekim bazı zihinlerde böyle bir düşünce
uyanabilir!
"Sizden kim Allah'a ve Resulüne uymaya devam eder ve
iyi iş yaparsa..." Ayetin orjinalinde geçen "Kunût" kelimesi; uymak, boyun
eğmek demektir. Salih amel ise, uymanın ve boyun eğmenin fiili tercümesidir:
"Ona da mükafatı iki kat veririz.." Nitekim açık bir edepsizlik işlenmesi
durumunda da verilecek azap ikiye katlanacaktır. "Ve cennette onun için bol
rızık hazırlamışızdır..." Kat kat ödülün yanı sıra bol bir rızık da
hazırlanmış onu bekliyor. Yüce Allah'tan bir lütuf, bir iyilik olarak...
Sonra "mü'minlerin annelerine" başka kadınlarda
bulunmayan özellikleri açıklanıyor; insanlarla ilişkilerinde uymaları
gereken görevleri, Allah'a ibadet hususundaki yükümlülükleri, ev içindeki
görevleri belirtiliyor; yüce Allah'ın bu saygın evi özel olarak gözettiğine,
onu kuşatıp pisliklerden koruduğuna değiniliyor. Bunun yanı sıra onlara
kendi evlerinde okunan Allah'ın ayetleri ve hikmet (Peygamberin sünneti)
hatırlatılıyor. Bunların da onlara özel yükümlülükler getirdiğine ve onları
dünyadaki diğer kadınlardan farklı kıldığına işaret ediliyor:
32- "Ey Peygamber
hanımları! Eğer Allah'tan sakınıyorsanız sizler herhangi bir kadın gibi
değilsiniz. Sözü yumuşak, tatlı bir eda ile söylemeyin ki, kalbinde hastalık
bulunan kimse kötü şeyler ümit etmesin, daima ciddi ve ağır başlı söz
söyleyin. "
33- "Evlerinizde
oturun, ilk cahiliye dönemi kadınlarının açılıp-saçılması gibi
açılıp-saçılmayın. Namaz kılın, zekat verin, Allah'a ve Peygamberine itaat
edin. Ey ehl-i beyt (Ey Peygamberin ev halkı) şüphesiz Allah sizden pisliği
giderip sizi tertemiz yapmak ister. '
34- "Evlerinizde
okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın, şüphesiz Allah latiftir,
her şeyden haberdardır. "
İslam geldiği zaman -o günkü diğer toplumlar gibi-
Arap toplumu da kadına bir zevk ve cinsel doyum aracı olarak bakıyordu.
İnsanlık bakımından onu aşağı bir düzeyde görüyordu.
Yine islam geldiği zaman, cinsel ilişkilerde bir tür
anarşizmin egemen olduğunu gördü. Daha önce bu surede değinildiği gibi aile
düzeninin kokuştuğunu, bozulduğunu gördü.
Bunun yanı sıra iğrenç bir cinsel anlayış,
güzellikten zevk alma duygusunun alçalması, sadece bedensel açlığın
giderilmesi ile ilgilenme, yüksek, sakin ve tertemiz güzelliğe ilgi duymama
gibi aşağılayıcı özellikler kol geziyordu. Bu sapıklıklar kadının bedenini
konu alan cahiliye şiirinde, sadece kadının bedeninin kaba yerleri ile ve
kaba anlamları ile ilgilenişinde kendini göstermektedir.
İslam gelince ilk iş olarak toplumun kadına bakışını
yükseltti. İki cins arasındaki ilişkilerde insani yönü ön plana çıkardı.
Çünkü kadın-erkek arasındaki ilişki sadece bedenin açlığını gidermek, et ve
kanın heyecanını dindirmek demek değildir. Bu, bir tek nefisten meydana
gelen iki insani varlığın (kadın ve erkeğin) birleşmesidir. Bu iki cins
arasında sevgi ve şefkat vardır, birleşmelerinde huzur ve rahat vardır.
Ayrıca bu birleşmenin bir hedefi vardır ve bu hedef, insanın yaratılmasına,
yeryüzünün imarına ve insanın bu yeryüzüne Allah'ın yasası uyarınca halife
olarak atanmasına ilişkin yüce Allah'ın iradesi ile bağlantılıdır.
Aynı şekilde islam aile bağlarını yeni baştan
düzenler. Aileyi toplumsal düzenin temeli olarak öngörür. Kuşakları doğup
geliştiği bir yuva kabul eder. Bu yüzden bu yuvanın korunması, gözetilmesi,
onun atmosferini kirleten her türlü duygu ve düşünceden arındırılması için
geniş önlemler alır.
Aile hukuku, islam hukukunun önemli bir kısmını
oluşturur. Yine Kur an ayetlerinin hatırı sayılır bir bölümü ailesel
sorunlarla ilgilidir. Aile düzenine ilişkin yasamaların yanı sıra, toplumun
dayandığı bu başlıca temelin güçlendirilmesi amacı ile, özellikle ruhsal
temizliğe ve iki cins arasındaki ilişkilerin arındırılmasına, bu ilişkinin
her türlü çirkinlikten korunmasına, hatta salt bedensel ilişkilerde bile
kaba şehvetten arındırılmasına yönelik kesintisiz direktifler de islam
eğitim yönteminin önemli bir parçasını oluşturur.
Bu surede de toplumsal düzenlemeler ve aile
meseleleri büyük bir yer kaplamaktadır. Şu anda ele almakta olduğumuz bu
ayetlerde Peygamber efendimizin eşlerinden söz edilmektedir. Bu ayetlerde
onların insanlarla ilişkilerine, kendileri ile ilgili meselelere, Allah'la
ilişkilerine ilişkin bir direktif yer almaktadadır. Bu direktifte yüce Allah
onlara şöyle seslenmektedir: "Ey ehl-i beyt! Şüphesiz Allah sizden pisliği
giderip sizi tertemiz yapmak ister."
Şu halde yüce Allah'ın onlara sözünü ettiği ve
onlara uygulattığı pisliği giderme ve arınma yöntemlerine bakalım. Onlar
ehl-i beyttir. Hz. Peygamberin eşleridirler. Yeryüzünün tanıdığı en temiz,
en iffetli kadınlardır. Onlar dışında-ki kadınlar Hz. Peygamberin
himayesinde, yüce hanesinde yaşayan bu kadınlardan daha çok bu yöntemlere
muhtaçtırlar.
Yüce Allah önce işgal ettikleri yerin büyüklüğünü,
konumlarının yüceliğini, bütün kadınlardan üstün oluşlarını, bu konumları
ile tüm dünya kadınların-dan farklı oluşlarını hatırlatıyor. Ama bu seçkin
yerin hakkını vermelerini, tüm gereklerini eksiksiz yerine getirerek bu
seçkin yerde bulunmalarını şart koşuyor:
"Ey Peygamber hanımları! Eğer Allah'tan
sakınıyorsanız, sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz."
Sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz, ama eğer
sakınırsanız. Bulunduğunuz yere hiç kimse size ortak olamaz, kimseyle bu
yeri paylaşmazsınız. Ancak bu ayrıcalık takva ile mümkündür. Çünkü mesele
sırf Peygambere yakın olmakla bitmez. Bu yakınlığın hakkını bizzat yerine
getirmeniz gerekir.
Onların yerine getirmek zorunda oldukları hak, bu
dinin dayandığı kesin ve net hak ilkesidir. Peygamber efendimiz kendisine
yakın oluşlarına aldanma-maları, bu yakınlığın Allah katında kendilerine bir
yarar sağlayamayacağı hususunda ailesine seslenirken bu ilkeyi vurguluyordu:
"Ey Muhammed kızı Fatıma! Ey Abdulmuttalib'in kızı Safıye! Ey Abdulmuttalip
oğulları! Allah'a karşı size hiçbir yardımım dokunamaz. Ama malımdan
dilediğinizi isteyebilir-siniz." (Müslim.)
Bir başka rivayete göre Peygamber efendimiz şöyle
buyurmuştur: "Ey Kureyşliler,kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Abdulmuttalip
oğulları kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Muhammed'in kızı Fatıma, kendini
ateşten kurtar. Çünkü ben, Allah'a andolsun ki, Allah'a karşı size hiçbir
yardımda bulunamam. Ancak siz benim akrabalarımsınız, bu konuda üzerime
düşeni yapacağım." (Müslim ve Tirmizi.)
Ayet-i kerime onların takva sayesinde hakettikleri
derecelerini açıkladık-tan sonra, yüce Allah'ın ehli beytten biri, pisliği
gidermek, onları arındırmak için kullanmak istediği yöntemleri açıklıyor:
"Sözü yumuşak, tattı bir eda ile söylemeyin ki,
kalbinde hastalık bulunan kimse kötü şeyler ümit etmesin."
Burada Peygamber efendimizin eşlerinin yabancı
erkeklerle konuştukları zaman, erkeklerin şehvetlerini uyandıracak,
duygularını tahrik edecek, kalplerin hastalıklarını ümitlendirecek,
arzularını heyecanlandıracak şekilde yumuşak ve tatlı bir eda ile
konuşmaları yasaklanıyor.
Peki yüce Allah'ın bu tür bir davranıştan
sakındırdığı bu kadınlar kimlerdir? Bunlar Hz. Peygamberin hanımları ve
mü'minlerin analarıydı. Ve bunlara ilişkin olarak ilk akla gelen düşünce,
hiç kimsenin onlar hakkında kötü bir düşünce beslemeyeceği, hiçbir hasta
kalbin kötü bir ümide kapılmayacağıdır. Herhangi dönemde oluyor bu
sakındırma?... Hz. Peygamberin döneminde. Gelmiş geçmiş bütün yüzyıllar
içinde insanlığın en seçkin, en temiz döneminde. Ne var ki erkekleri ve
kadınları yaratan Allah, eğer yumuşak konuşur ve kelimeleri tatlı ve ince
bir edayla çıkarırsa kadının sesinde erkeklerin kalplerindeki ümidi harekete
geçiren, fitne ateşini alevlendiren bir özellik olduğunu biliyor. Ayrıca
Peygamberin hanımı da olsa, mü'minlerin anası da olsa herhangi bir kadın
karşısında tahrik olan, kötü ümitlere kapılan hasta kalpli insanların her
dönemde ve her toplumda mevcut olduklarını biliyor. Bu yüzden tahrik edici
sebepler temelden ortadan kaldırılmadıkları sürece pislikten temizlenmek,
kirden arınmak mümkün değildir.
Ya içinde yaşadığımız şu günlere ne demeli? Fitnenin
kol gezdiği, şehvetlerin tahrik olduğu, cinsel arzuların açıkça sergilendiği
bu hasta, kirli ve aşağılık çağımızda ne yapmalı? İçindeki her şeyin insanı
baştan çıkardığı, şehvet duygusunu kamçıladığı, içgüdüleri uyandırdığı,
kızgın cinsellik ateşini körüklediği bir atmosferde yaşayan bizler ne
yapmalıyız? Kadınların kırıtarak konuştuğu, seslerini alabildiğine tahrik
edici bir tonda çıkardığı, kadınlığın tüm baştan çıkarıcı unsurlarım, seksi
çağrıştıran tüm imalı davranışları, şehvetin ateşini alevlendiren tüm
tavırları konuşmalarına ve nağmelerine yansıttığı bu toplumda, bu çağda, bu
atmosferde ne yapmalıyız? Bu kadınlar nerede, temizlik nerede? Böylesine
kirli bir atmosferde temizlik nasıl varlığını koruyabilir? Çünkü bizzat
günümüzün kadınları, davranışları ile ve sesleri ile yüce Allah'ın seçkin
kulların-dan uzaklaştırmak istediği pisliklerdir.
"Daima ciddi ve ağır başlı söz söyleyin."
Bundan önce yüce Allah onların yumuşak ve edalı söz
söylemelerini yasaklamıştı. Şimdi de ciddi meselelerde söz söylemelerini,
çirkin sözleri ağızlarına almamalarını emrediyor. Çünkü konuşmanın konusu da
tıpkı konuşmada kullanılan kelimeler gibi cinsel arzuları uyandırabilir. Bu
yüzden er veya geç peşinden başka bir şeyin gelmemesi için bir kadınla
yabancı bir erkek arasında nağmeli ve imalı bir konuşma, şakalaşma ve
eğlenme, tatlı tatlı sohbet etme ve mizah olmamalıdır.
Her şeyi yaratan, yarattıklarını ve yapısal
özelliklerini bilen yüce Allah'tır Mü'minlerin tertemiz annelerine bunları
söyleyen. Gelmiş geçmiş tüm zamanların en iyisinde yaşayan insanlarla
konuşurken herhangi bir çirkin eğilime im-
kan vermemek için...
"Evlerinizde oturun."
Ayetin orjinalinde geçen (Vakarna) kelimesi
fiilinden türemiş ve ağırlaşmak, oturmak anlamına gelir. Fakat bu kesinlikle
sürekli evlerde oturacakları ve hiçbir zaman dışarı çıkmayacakları anlamına
gelmez. Bu, ha-yatlarında aslolanın evler olduğuna ilişkin latif bir
işarettir. Onların yeri evlerdir, onların dışındakiler içinde
ağırlaşmadıkları, sürekli kalmadıkları geçici şeylerdir. O tür yerlerde
ihtiyaç duydukları kadar kalır sonra da asıl yerlerine dönerler.
Ev kadının sığınağıdır. Orada yüce Allah'ın dilediği
şekliyle asıl kişiliğini bulur: Bu sayede çirkinleşmeden, sapmadan,
lekelenmeden, yüce Allah'ın fıtratına uygun olarak hazırladığı görevinin
dışındaki alanlarda boşuna çırpınıp yorulmadan tertemiz bir hayat sürdürür.
"İslam, aile için gerekli olan atmosferi hazırlamak,
orada doğan yavruların güvenli bir ortamda gelişmelerini sağlamak için evin
geçimini erkeğe yüklemiştir. Annenin zavallı yavrucağıza gönül huzuru içinde
vakit ayırabilmesi, gerekli emeği sarf edebilmesi, annenin yuvaya gerekli
olan sevgi, şefkat ve huzurlu bir düzen verebilmesi için ailenin maddi
geçimini erkeğe farz kılmıştır. Çünkü iş ve kazanç peşinde koşan, bunun
sonucu bitkin düşen, hareketleri iş saatleri ile sınırlı bulunan, tüm gücünü
ve enerjisini işi için harcamak zorunda olan bir annenin eve gerekli olan
kokuyu, havayı vermesi mümkün değildir. Ev içindeki küçüklerin hakkı olan
bakım ve gözetimi gereği gibi yapması imkansızdır. Memur ve işçi kadınların
evlerindeki atmosfer otel ve hanlarınkinden farksızdır. Oralarda ev havası
bulunmaz. Çünkü gerçek bir evi ancak kadın oluşturabilir. Bir yerde kadın
olursa ev kokusu yayılabilir. Evin o huzur veren sıcaklığını ancak anne
sağlayabilir. Vaktini, emeğini ve ruhsal enerjisini işine harcayan bir
kadın, veya bir eş ya da bir anne evin havasına sadece bitkinlik, yorgunluk
ve bezginlik katar.
"Kadının çalışmak için evin dışına çıkması ev için
bir felakettir. Fakat zorunlu durumlarda bu gerekebilir. Fakat böyle bir
şeye gerek duymadan geçimlerini sağlamak mümkünken insanların isteyerek
böyle bir yola başvurmaları kötülüğün kol gezdiği, dejenere olmuş sapık
çağlarda ruhlara, vicdanlara ve akıllara isabet eden bir lanettir."
Kadının iş haricinde evin dışına çıkması. Erkeklerle
içiçe eğlencelere dalmak için sokağa çıkması. Kadınlı erkekli balolara,
parti ve toplantılara katılması ise, insanlığı hayvanların düzeyine indiren
bir bataklığa yuvarlamaktır.
Kuşkusuz Peygamber efendimiz döneminde kadınlar
yasal bir engelleme söz konusu olmaksızın Peygamberimizin mescidinde namaz
kılmak için evlerinden dışarı çıkarlardı. Ama o zaman iffet vardı, kalplerde
Allah korkusu yer etmişti. Ayrıca kadınlar namaz için evlerinden dışarı
çıktıkları zaman örtülerine bürünürlerdi. Hiç kimse onları tanımazdı.
Vücutlarının baştan çıkarıcı yerlerini göstermezlerdi. Bununla beraber Hz.
Aişe r.a Peygamber efendimizin vefatından sonra kadınların namaz için
evlerinden dışarı çıkmalarını hoş karşılamamıştır.
Buhari ve Müslim'de Hz. Aişe'den aktarılan şöyle bir
söz vardır: "Mü'minlerin kadınları, Peygamber efendimizle birlikte sabah
namazını kılar sonra da evlerine dönerlerdi. Fakat örtülerine bürünürlerdi
ve hiç kimse sabahın alacakaranlığında onları tanımazdı."
Yine Buhari ve Müslim'de Hz. Aişe'nın şöyle dediği
anlatılır: Eğer Resulullah kadınların şimdi yaptıklarını görseydi,
İsrailoğullarının kadınlarının mescidlerinden alıkonuldukları gibi onları da
mescidlere gelmekten alıkordu." Hz. Aişe'nin sağlığında kadınlar ne
yapıyorlardı acaba? Peygamberimizin onları mescide gelmekten alıkoyacağını
düşünmesine neden olacak ne gibi bir davranış sergilemişlerdi? Ya bugünlerde
gördüklerimiz karşılaştırıldığında onların yaptıklarının bir önemi kalır mı
acaba?
"İlk cahiliye dönemi kadınlarının açılıp-saçılması
gibi açılıp-saçılmayın."
Bu yasaklama, evlerinde oturmalarına ilişkin emirden
sonra, dışarı çıkmak zorunda kaldıkları durumlar içindir. Cahiliye döneminde
kadınlar açılıp saçılırlardı. Ne varki, cahiliye dönemi kadınlarının açılıp
saçılmasına ilişkin olarak tüm anlatılanlar günümüzün çağdaş cahiliyesindeki
açılıp saçılmalarla karşılaştırıldığında çok basit kalıyor veya daha iffetli
gibi görünüyor.
Mücahid şöyle der: Kadın evinden çıkar erkekler
arasında dolaşırdı. İşte cahiliye döneminin açık sapıklığı buydu.
Katade ise şöyle der: Kırıtan ve şivekâr bir
yürüyüşleri vardı. Yüce Allah bunu yasakladı.
Mukatil b. Hayyan ise "Açılıp-saçılmaktan maksat
şudur: Onlar başlarına örtülerini atarlardı ama uçlarını bağlamazlardı.
Böylece gerdanlıkları, küpeleri ve boyunları bütünüyle görünecek şekilde
açıkta kalırdı. İşte ayette söz konusu edilen açılıp saçılma budur."
İbn-i Kesir de tefsirinde şöyle der: Cahiliye
döneminde kadın göğsünün üzerinde herhangi bir örtü olmaksızın erkekler
arasında dolaşırdı. Bazan boyun, saçlarının uçları ve kulağındaki küpeler
açıkta kalırdı. Bu yüzden yüce Allah mü'min kadınlara bedenlerini
örtmelerini ve dikkat çekici davranışlardan kaçınmalarını emretti.
İşte Kur'an-ı Kerim'in ele alıp düzelttiği cahiliye
dönemi açılıp saçılmalarına bazı örnekler. Bununla islam toplumunun
cahiliyenin kalıntılarından arındırılması, tahrik edici unsurların, baştan
çıkarıcı etkenlerin toplumdan uzaklaştırılması, aynı şekilde toplumun
âdâbının, düşüncesinin, duygu ve zevkinin yükseltilmesi hedeflenmiştir.
Zevkini diyoruz, çünkü çıplak bir bedenin baştan
çıkarıcı çekiciliğinden duyulan insani zevk ilkel ve kaba bir zevktir. Hiç
kuşkusuz bu zevk, huzur veren utanmanın, güzelliğinden, ruh güzelliğinden,
iffet ve duygu güzelliğinden alınan zevkin yanında çok aşağı bir düzeyde
kalır.
Bu ölçü, insanlık düzeyinin yüceliğini ve
ilerlemişliğini öğrenmek bakımından yanılmazdır. Çünkü utanma, haya duyma
güzeldir. Hem de gerçek ve yüce bir güzelliktir. Ancak bu üstün güzelliği
kaba cahili zevke sahip kimseler algılayamaz. Onlar çıplak etin
güzelliğinden başkasını göremezler, açık-saçık etin baştan çıkarıcı
fısıldamasından başkasını duyamazlar.
Kur'an-ı Kerim cahiliyenin açık-saçıklığına işaret
ediyor ve bu açık-saçıklığın bir cahiliye kalıntısı olduğu mesajını veriyor.
Cahiliye dönemini geride bırakanların bunları aşmalarının gerektiğini duygu,
düşünce ve davranış biçimlerinin cahiliyeninkinden üstün olması gerektiğini
vurguluyor.
Cahiliye zaman içindeki belli bir dönem değildir.
Cahiliye belli bir hayat düşüncesi olan belli bir toplumsal durumdur. Bu
düşünce ve bu durum herhangi bir zamanda herhangi bir yerde ortaya
çıkabilir. Bir yerde bunların ortaya çıkması cahiliyenin varlığının
kanıtıdır.
Bu ölçüden hareketle anlıyoruz ki, şu anda biz,
insanlık bakımından aşağının aşağısı bir bataklığa yuvarlanmış, kaba
duygulu, hayvan düşünceli, kör bir cahiliye döneminde yaşıyoruz. Böyle bir
hayatı yaşayan ve yüce Allah'ın insanlar için kirden, pislikten arınma, ilk
cahiliye hayatından kurtulma aracı kıldığı temizlik ve arınma yöntemlerine
başvurmayan bir toplumda temizliğin, bereketin ve arınmışlığın söz konusu
olamayacağını anlıyoruz. Bu yüzden yüce Allah -temiz, arı ve aydınlık bir
hayat yaşamalarına rağmen- en başta Peygamber efendimizin ehl-i beytinin bu
yöntemleri uygulamasını istiyor.
Kur'an-ı Kerim Peygamber efendimizin hanımlarını bu
yöntemlere yöneltiyor, ardından kalplerini yüce Allah'a bağlıyor,
bakışlarını aydınlık ufka yükseltiyor. Onlar yollarını aydınlatan nuru, bu
aydınlık ufkun merdivenlerini tırmanmaları için gerekli olan yardımı buradan
alıyorlardı:
"Namaz kılın, zekat verin, Allah'a ve Peygamberine
itaat edin."
Allah'a kulluk, toplumsal hayat tarzından ve hayatta
uyulan ahlâk kurallarından soyutlanamaz. Allah'a kulluk sözünü ettiğimiz
aydınlık düzeye yükselmenin yoludur, yolcu için gerekli olan yol azığıdır.
Şu halde insana destek ve yol azığı bahşeden Allah'a bağlılık kaçınılmazdır.
Kalbin arınıp temizlenmesi için Allah'a bağlanmak şarttır. Ferdin insanların
geleneklerinin, toplumun göreneklerinin, çevrenin baskısının üstüne
çıkabilmesi; insanlardan, toplumdan ve çevreden daha üstün ve daha doğru bir
yolda olduğunu düşünmesi için Allah'a bağlılık zorunludur. Bu durumdaki bir
fert kendisinin gördüğü nura doğru başkalarına öncülük etmeye layıktır.
Yoksa başkalarının onu karanlıklara ve cahiliyeye sürüklemeleri uygun
değildir. Çünkü Allah'ın yolundan saptıkça hayat, cahiliye bataklığında
boğulur.
İslam, bir çok ibadet şekillerinden, davranış ve
ahlâk kurallarından, yasa ve düzenlemelerden oluşan bir bütündür. Ama bütün
bunları inanç çerçevesi içinde birleştirir. Bunların her birinin inanç
sisteminin gerçekleşmesinde üstlendiği bir rolü vardır. Hepsi de aynı amaca
yönelik olarak bir ahenk oluştururlar. İşte bu bütünlük ve ahenk bu dinin
genel yapısını meydana getirirler. Bunlar olmaksızın bu dinin yapısı meydana
gelmez çünkü.
Peygamber efendimizin saygın ev halkına (ehl-i beyt)
yönelik duygusal, ahlaki ve davranış kuralları ile ilgili direktiflerin
sonunda namaz kılmaya, zekat vermeye ve Allah'a ve Peygamberine uymaya
ilişkin bir,emrin yer alması da bu yüzdendir. Çünkü ibadet ve itaat
olmaksızın bu direktiflerin hiçbiri yerine gelmez, amacına ulaşmaz. Kuşkusuz
bütün bunlar bir hikmete, bir amaca ve bir hedefe yöneliktir:
"Ey ehl-i beyt! Şüphesiz Allah sizden pisliği
giderip sizi tertemiz yapmak ister."
Bu ifadede bir çok mesaj var. Hepsi de şefkat, sevgi
ve dostluk yüklü. Burada yüce Allah evi nitelendirmeden, kime ait olduğunu
belirtmeden "ehl-i beyt" diye isimlendiriyor onları. Sanki şu yeryüzünde bu
nitelendirmeyi hakkeden tek ev buymuş gibi. Bu yüzden "el-beyt" dendimi
tanınmış, bilinmiş, belirtilmiş demektir. Kâbe için de böyle denir.
Beytullah, Allah'ın evi. O da el-beyt, Beytul haram (dokunulmaz ev) olarak
isimlendirilmiştir. Peygamber efendimizin evinin bu şekilde nitelendirilmiş
olması, yüce Allah'ın ona kazandırdığı büyük bir saygı, onur ve
seçkinliktir.
Yüce Allah şöyle diyor: "Ey ehl-i beyt! Şüphesiz
Allah sizden pisliği giderip sizi tertemiz yapmak ister." İfadede,
yükümlülüğün nedeninin ve hedefinin açıklanmasından dolayı Peygamberimizin
ehl-i beytine yönelik bir iltifat vardır. Bu iltifat, onlara şu mesajı
veriyor: Yüce Allah bizzat onlarla ilgileniyor, onları temizlemek, pisliği
gidermek istiyor. Bu, doğrudan doğruya şu evin halkına yönelik yüce bir
gözetimdir. Bu sözleri söyleyenin kim olduğunu düşündüğümüz zaman... Şu
evrenin Rabbi... Bütün evrene "Ol" deyince, hemen "olu-veren"... Ulu ve
kerem sahibi Allah... Her şeyi boyunduruğu altına alıp kont-rol eden... Her
şeyden üstün olan... Caydırıcı güce sahip olan... Her şeyden büyük olan
Allah... Bu sözleri söyleyenin kim olduğunu düşündüğümüz zaman, ehl-i beyte
yönelik bu büyük lütfun boyutunu kavrarız.
Yüce Allah bunu, yüceler aleminde, şu yeryüzünde;
her bölgede ve her an, her saniye okunan, milyonlarca kalbin onunla ibadet
ettiği, milyonlarca dudağın onunla hareket ettiği kitabında söylüyor.
Sonu itibariyle yüce Allah bu emir ve direktifleri
ehl-i beytten pisliğin giderilmesi ve onların arınması için araç olarak
sunuyor. "Tathir" kelimesi "Tatahhur kelimesinden gelir. Pisliği gidermek
ise, insanların bizzat başvurdukları pratik hayatlarında uyguladıkları
yöntemlerle gerçekleşir. İslamın yolu budur. Vicdanda bilinç ve takva...
Hayatta da davranış ve hareket... Bunların ikisi bir araya gelince islam
tamamlanır. İslam'ın bu hayattaki hedef ve amaçları bunların ikisi ile
gerçekleşir.
Peygamber efendimizin eşlerine yönelik bu
direktiflerin sonu başlangıçta-ki gibi bağlanıyor. Burada da tıpkı
başlangıçtaki gibi bulundukları saygın yerleri, başka kadınlardan
ayrıcalıklı oluşları, Peygamber efendimizin yanındaki yerleri, yüce Allah'ın
kendilerine büyük bir nimette bulunarak evlerini Kur'an Ve hikmetin indiği,
nur, hidayet ve imanın parladığı bir makam haline getirmesi hatırlatılıyor:
"Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti
hatırlayın."
Kuşkusuz bu, büyük ve onurlu bir nimettir. İnsanın
bu nimette somutlaşan yüce kadri hissetmesi, buradaki Allah'ın bağışını
hayal etmesi, hiçbir nimetin değerine ulaşamadığı eşsiz nimetin kıymetini
algılayabilmesi için hatırlatılması yeterlidir.
Aynı şekilde bu hatırlatma da, Peygamber efendimizin
hanımlarının dün-ya hayatının nimetleri ve süsleri ile Allah, Peygamberi ve
ahiret yurdu arasında tercih yapmaları durumunda bırakılmaları hususu ile
başlayan kitabın sonunda yer alıyor. Böylece yüce Allah'ın onlara
ayrıcalıklı kıldığı nimetin büyüklüğü ile bütün güzellik ve süsleri ile
birlikte dünya hayatının basitliği, değersizliği gözler önüne seriliyor.
İslam toplumunun temizlenmesinden ve toplum
hayatının islamın getirdiği değerlere dayandırılmasından söz edilmişken -ki
bu konuda kadın-erkek arasında bir fark yoktur. Çünkü onlar bu noktada
eşittirler- bu değerleri gerçekleştirecek nitelikler büyük bir dikkatle, bir
sıralama içinde ve ayrıntılı olarak hatırlatılıyor:
35- "Müslüman
erkekler ve müslüman kadınlar, mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, boyun
eğen erkekler ve boyun eğen kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar,
sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazi erkekler ve mütevazi
kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan
erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını
koruyan kadınlar, Allah'ı çok anan erkekler ve Allah'ı çok anan kadınlar;
işte Allah bunlar için bağış ve büyük bir mükafat hazırlamıştır. "
Bu ayette bir arada zikredilen bu birden fazla
nitelikler müslümanın kişiliğinin oluşmasında birbirlerine yardımcı olurlar.
Bu nitelikler; islam, iman, boyun eğme, doğruluk, sabır, tevazu, Allah için
malı harcamada bulunma, oruç, ırzı koruma ve Allah'ı çok anma şeklinde
sıralanıyor. Bu niteliklerin her birinin müslümanın kişiliğinin oluşmasında
ayrı bir değeri vardır.
İslam; teslim olmaktır. İman ise, tasdik etmektir.
Bu iki nitelik arasında sağlam bir bağ vardır. Veya biri diğerinin öteki
yüzüdür. Çünkü teslim olmak, tasdik etmenin gereğidir. Teslim olmak gerçek
anlamda tasdik etmekten kaynaklanır.
Boyun eğmek ise; islam ve imandan kaynaklanan bir
itaattir. Ama içten gelen bir hoşnutlukla, dışarıdan gelen bir zorlama ile
değil.
Doğruluğa gelince; bu niteliğe sahip olmayan
müslüman ümmetin saflarının dışına çıkar. Yüce Allah'ın şu sözü bu gerçeği
ifade etmektedir: "Yalanı, ancak Allah'ın ayetlerine inanmayanlar uydurur.
Onlar ise yalancıların ta kendileridirler." (Nahl Suresi, 105) Yalancı
saftan, bu doğru ümmetin safından kovulmuştur.
Sabır; bu niteliğe sahip olmadan bir müslüman inanç
sistemini omuzlayamaz, bu inancın yükümlülüklerini yerine getiremez. Bir
müslüman attığı her adımda sabra muhtaçtır. Nefsin ihtiraslarına karşı
sabır. Davetin zorluklarına karşı sabır. İnsanların işkencelerine karşı
sabır. Kişilerin kaypaklıklarına, zayıflıklarına, sapıklıklarına ve
dönekliklerine, renkten renge girmelerine karşı sabır. İmtihanlara,
denemelere, dinden döndürme amaçlı baskılara karşı sabır. Bolluğa ve darlığa
karşı sabır. Evet bu zor ve meşakkatli iki olguya karşı sabır...
Tevazu; kalp ve organları ilgilendiren bir nitelik.
Bu nitelik kalbin yüce Allah'ın ululuğundan etkilendiğini, onun heybetini ve
korkusunu hissettiğini gösterir. Allah için malı harcamada bulunma: Bu
nitelik nefsin cimrilikten arındığının, insanlara karşı merhamet duygusu ile
dolu olduğunun, müslüman toplum dayanışma içinde olduğunun, malin hakkını
verdiğinin, nimeti veren Allah'a bağışından dolayı şükür ettiğinin
göstergesidir.
Oruç; Kur'an-ı Kerim orucun sürekli ve bir düzen
içinde tutulmasına işaret etmek amacı ile onu mü'minlerin bir niteliği
olarak sunuyor. Oruç zorunlulukların üstüne çıkmaktır. Hayatın sürmesi
bakımından öncelikli bulunan ihtiyaçlara karşı sabır göstermektir. İradeyi
güçlendirmek ve beşeri varlık içinde insani unsurun hayvani unsura üstünlük
kurmasını sağlamaktır...
Irzı korumak; bu nitelikte temizlik vardır, insanın
yapısındaki en köklü ve en güçlü eğilimi kontrol altına alma vardır.
Allah'ın yardım ettiği sakınan kimselerden başkasının gem vuramadığı azgın
istekleri gemleme özelliği vardır. Yine bu nitelikte, ilişkilerin belli bir
düzene oturtulması, erkek ve kadının birleşmesinde et ve kanın heyecanından
daha yüce duyguların hedeflenmesi, bu ilişkinin Allah'ın şeriatına ve
yeryüzünün imarı, yeryüzündeki hayat düzeyinin yükseltilmesi amacı ile iki
cinsin yaratılışındaki yüce hikmete uygunluğu göz önünde bulundurulur.
Allah'ı çok anmak; bu nitelik insanın tüm
hareketleri ile Allah inancı arasındaki bağlantıyı sağlayan halkadır. Kalbin
sürekli Allah'ı düşünmesidir. Hiçbir düşünce ve harekette sağlam kulptan
ayrılmamasıdır. Kalbin, içine nur ve hayat akıtan Allah'ı anma duygusu ile
parlamasıdır.
Eksiksiz bir müslüman kişiliğin oluşması için
birbirlerini bütünleyen bu niteliklere sahip olan kimseler için... "İşte
Allah bunlar için bağış ve büyük bir mükafat hazırlamıştır."
Böylece, surenin bu bölümünün baş taraflarında özel
olarak Peygamber efendimizin eşleri söz konusu edilirken burada müslüman
erkek ve kadınların nitelikleri, kişiliklerinin değişmez özelliklerine
ilişkin konu genelleştiriliyor. Bu âyette erkeğin yanında kadından da söz
ediliyor. Böylece islami pratiğin bir parçası olarak, kadının değerinin
yükseltilmesi, toplum içinde kadına yönelik bakış açısının daha ileri düzeye
götürülmesi, Allah'la ilişkide, temizlik, ibadet ve hayat içinde dengeli ve
tutarlı bir davranış sergilemek bakımından bu inanç sisteminin
yükümlülüklerini yerine getirmede erkekle eşit oldukları alanlarda
hakkettiği yeri alması hedefleniyor.
Bu bölümde islam toplumunun yapısını islam
düşüncesinin ilkelerine göre düzenlemeyi amaçlayan yeni bir girişime tanık
olacağız. İlk önce surenin başında sözü edilen eski "evlat edinme"
geleneğinin değiştirilmesi gündeme getiriliyor. Yüce Allah bu islam öncesi
geleneğini fiilen ortadan kaldırma görevini doğrudan doğruya Peygamberimizin
omuzlarına yüklemiştir.
Araplar, evlatlığın boşanmış eşi ile evlenmeyi tıpkı
öz oğlun boşanmış eşi ile evlenmek gibi yasak sayıyorlardı. Evlatlıkların
boşanmış eşleri ile evlenmenin serbest olabilmesi için bu yeni kuralı
uygulamaya koyan çığır açıcı bir örneğe ihtiyaç vardı. İşte yüce Allah,
Peygamberlik misyonunun bir uzantısı olan bu yükü yüklenmek üzere
Peygamberimizi seçmişti. Peygamberimizin bu konudaki tutumunu irdelerken
şunu göreceğiz: O'ndan başka hiç kimse bu ağır yükü yüklenemezdi, O'nun
dışında hiç kimse bu köklü geleneğe ters düşen uygulama ile toplumun
karşısına çıkamazdı. Bölümün ayetlerini incelerken dikkatlerimizi çekecek
olan diğer bir nokta da şudur: Bu olaya ilişkin uzun bir değerlendirme ile
vicdanlar yüce Allah'a bağlanmaya, müslümanlar ile Allah arasındaki ve kendi
aralarındaki ilişkiler açıklanmaya ve Peygamberimizin onlara yönelik görevi
belirtilmeye çalışılıyor. Bütün bu çabaların amacı bu yeni uygulamaya
yönelik psikolojik direnci kırmak, yüce Allah'ın bu yeni düzenlemeye ilişkin
buyruğunun gönül hoşluğu ile ve teslimiyetle benimsenmesini sağlamaktır.
Bu amaçla olayın ayrıntılarına girişmeden önce şu
temel kural vurgulanıyor: Karar verme yetkisi yüce Allah'ın ve
Peygamberimizin tekelindedir. Yüce Allah ve Peygamberimiz herhangi bir
konuda bir karar verdikten sonra erkek kadın hiçbir müminin bu kararın
dışına çıkmaya yetkileri yoktur. Bu vurgulamalı ifadeden aynı zamanda şunu
anlıyoruz: Arapların köklü geleneklerine ve yıllanmış alışkanlıklarına ters
düşen bu yeni uygulamayı topluma benimsetmek, hayli zor olmuştur.
36- "Allah ve
Resulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o
işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne karşı
gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur."
Elimizdeki güvenilir bilgiye göre bu ayet Cahş kızı
Zeynep hakkında inmiştir. Olay şöyle: Peygamberimiz, müslüman toplumun
geçmişten devraldığı sınıf farklarını ortadan kaldırarak insanları tarak
dişleri gibi eşitleştirmek ve Allah'tan korkma derecesi dışındaki sözde
üstünlük derecelerini geçersiz kılmak istiyordu. Oysa o günün toplumunda
azad edilmiş köleler, efendiler zümresinden aşağıda bir sınıf sayılıyordu.
Peygamberimizin azadlık kölesi ve evlatlığı olan Zeyd b. Harise de bu
sınıfın bir üyesi idi. Peygamberimiz bu eski kölesini Haşimoğullarının soylu
bir kızı olan Cahş kızı Zeynep ile evlendirmeyi düşündü. Böylece kendi ile
çevresi içinde ve kendi insiyatifi ile sınıf farklılığını geçersiz kılarak
toplumda tam bir eşitlik sağlamayı amaçlamıştı. Bu sınıf farklılığı bilinci
o kadar köklü ve o kadar katı idi ki, onu ancak Peygamberimizden kaynaklanan
bir uygulama ortadan kaldırabilirdi. Müslüman toplum bu uygulamayı örnek
olarak kabul edebilecek ve bu sayede tüm insanlık bu yolda yürüyebilecekti.
Konuya ilişkin olarak "İbn-i Kesir" tefsirinde şu
satırları okuyoruz: "Allah ve Resulü bir işte hüküm verdiği zaman artık
inanmış bir erkeğe ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı
yoktur" ayeti hakkında Avfı, Abdullah b. Abbas'a dayanarak şu açıklamayı
yapıyor: Peygamberimiz, bir gün Cahş kızı Zeyneb'i evlatlığı Zeyd b.
Harise'ye istemeye gitti. Zeynep "Ben onunla evlenmem" dedi. Peygamberimiz
"Hayır, onunla evleneceksin" dedi. Bunun üzerine Zeynep "Öyleyse bu konuyu
düşüneyim" dedi. Tam onlar bu konuyu konuşurlarken yüce Allah,
Peygamberimize "Allah ve Resulü bir işte hüküm verdikleri zaman..." diye
başlayan ayeti indirdi. Bunun üzerine Zeynep, "Ya Resulallah, sen onunla
evlenmemi uygun görüyor musun?" diye sordu. Peygamberimizin "Evet, uygun
görüyorum" demesi üzerine "Ben Allah'ın Resulüne karşı gelecek değilim,
öyleyse onunla evleniyorum" dedi."
Öte yandan İbn-i Luhaya'nın, Ebu Amre yolu ile
İkrime'ye dayandırarak verdiği bilgiye göre yine Abdullah b. Abbas bu konuda
şöyle diyor; "Peygamberimiz, Cahş'ın kızı Zeyneb'i, evlatlığı Zeyd b. Harise
ile evlendirmek istedi. Fakat oldukça sinirli bir kadın olan Zeynep "Ben
ondan daha soyluyum, diyerek bu teklifi reddetti. Bunun üzerine "Allah ve
Resulü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman..." diye başlayan ayeti
indirdi "
Mücahid, Katade ve Mukatil b. Hayyan gibi ünlü
tefsir bilginleri de bu ayetin, Peygamberimizin Zeyd b. Harise ile evlenmesi
yolundaki teklifini önce reddeden, fakat sonra kabul eden Cahş kızı Zeynep
hakkında indiğini belirtmişlerdir.
Yine "İbn-i Kesir" tefsirinde konu hakkında şu
açıklamayı okuyoruz:
"Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem diyor ki: Bu ayet,
Ümmü Gülsüm bint-i Akabe b. Ebu Muit adlı kadın hakkında inmiştir. Bu kadın,
Hudeybiyye barış antlaşmasından sonra Medine'ye göç eden ilk kadındı.
Peygamberimizin eşi olmak istemiş, Peygamberimiz bu teklifi önce kabul
etmiş, fakat sonra kendisini evlatlığı Zeyd b. Harise ile evlendirmek
istemişti. -Herhalde o sırada Zeyd, eşi Zeynep'ten ayrılmıştı- Fakat Ümmü
Gülsüm ve erkek kardeşi `Biz Peygamberimiz ile hısım olmak istiyorduk'
diyerek bu teklifi soğuk karşılamışlardı. Bunun üzerine `Allah ve Resulü bir
işte hüküm verdikleri zaman..: diye başlayan ayet indi. Arkasından
`Peygamber, müminler için canlarından önde gelir' diye başlayan daha geniş
kapsamlı ayet indi. (Ahzab Suresi, 6) İlk ayet somut bir olay hakkında
indiği haldé bu ayet genel anlamlı idi."
Yine "İbn-i Kesir" tefsirinde konu hakkında şu
açıklama ile karşılaşıyoruz: "İmam-ı Ahmed'in Abdurrezzak, Muammer ve Sabit
Bennanı kanalı ile bildirdiğine göre sahabilerden Enes şöyle diyor:
Peygamberimiz, Ensar'dan bir kadını, azadlı bir eski köle olan Culeybib
adına kadının babasından istemişti. Adam `anasına danışayım' dedi.
Peygamberimiz `iyi öyleyse, danış' dedi. Adam karısına varıp olayı anlatınca
kadın `Hayır, olmaz. Peygamber bula bula Culeybib'i mi buldu? Oysa biz
kızımızı falancaya, filancaya bile vermeye razı olmamıştık' dedi. O sırada
kızları perde arkasından ana-babasının bu konuşmasını dinliyordu. Babası
durumu Peygamberimize bildirmeye gidince annesine `Peygamberimizin emrine
karşı gelmek mi istiyorsunuz? Eğer o bize o adamı uygun gördü ise bu
evliliğe razı olun' dedi. Kızın bu sözü ana-babasına dokundu. Bunun üzerine
`Biz bu evliliğe razıyız' dediler. Peygamberimiz `Ben de bu evliliği uygun
görüyorum' dedi. Bunu duyan Medine `Bu iş nasıl olur?' diye sokaklara
döküldü. Üzerlerine yürüyen Cüleybib bir süre sonra ölü olarak bulundu.
Çevresinde onun tarafından öldürülen birkaç müşrikin cesedi yatıyordu.
Sonradan bu kızın evinin Medine'nin en yoksul, en perişan evi olduğunu
gözlerimle görmüştüm."
Okuduğumuz tarihi belgeler -eğer doğru iseler- bu
ayeti Zeyd'in, Zeynep bint-i Cahş ile ya da Ümmü Gülsüm bint-i Akabe b. Ebu
Muit ile evlenmesi olayına bağlıyorlar.
Konuya ilişkin üçüncü belgeye yer verişimizin sebebi
şudur: Bu belge o günün toplumuna egemen olan ve islamın yıkmak istediği,
Peygamberimizin değiştirmeyi fiilen, uygulamalı olarak üstlendiği zihniyeti
ortaya koyuyor. Bu uygulama, islam toplumunu islamın yeni zihniyetine ve
yeryüzü değerlerine ilişkin bakış açısına göre düzenleme çabasının bir
parçası idi. Böylece islamın ruhundan kaynaklanan islam sistemine dayalı
"özgürlük özlemi"nin önü açılmış oluyordu.
Fakat ayet genel kapsamlıdır, herhangi bir somut
olayla sınırlandırılamaz. Bununla birlikte eski evlat edinme geleneğinin
izlerini silme girişimi ile, boşanmış evlatlık eşleri ile evlenmeyi serbest
bırakmakla ve Peygamberimizin, Zeyd'in eski eşi ile evliliği olayı ile de
ilgili olabilir. Bu son olay o günün toplumunda yadırgandığı gibi günümüze
kadar bazı islam düşmanları tarafından Peygamberimize dil uzatma bahanesi
olarak kullanılmış ve etrafında bir sürü masal örülmüştür.
Bu ayetin iniş sebebi ister okuduğumuz belgelerdeki
olaylar olsun, isterse Peygamberimizin Zeynep ile evlenmesi olsun, ortaya
koyduğu temel kural, müslümanların vicdanlarında, pratik hayatlarında ve
zihniyetlerinde derin etkiler meydana getiren, genel ve geniş kapsamlı bir
devrim idi.
İslam inanç sisteminin bu ilk müslümanların
vicdanlarına tam anlamı ile yerleşmişti. Vicdanlar bu ilkeyi özümlemiş,
duygular bu ilkenin denetimine girmişti. Bu ilke şöyle özetlenebilir:
Müslümanların ne öz varlıkları ve ne de davranışları kendilerine ait
değildi. Hem öz varlıkları ve hem de ellerinde olan her şey yüce Allah'a ait
idi. O dilediği gibi onları yönetir, kendileri için neyi isterse onu
seçerdi. Onlar genel doğal yasalara göre işleyen şu koca evrenin bir parçası
idiler. Evrenin yaratıcısı ve yöneticisi, onları bu evren ile birlikte
hareket ettiriyordu. Koca evren senaryosu içindeki rollerini bölüştürüyor,
evren sahnesindeki hareketlerini belirliyordu. Onlar bu sahnede
oynayacakları rolü kendileri seçemezlerdi. Çünkü senaryonun tamamını
bilmiyorlardı. Onlar canlarının istediği hareketi seçemezlerdi. Çünkü
sevdikleri hareket, paylarına düşen rolle bağdaşmayabilirdi. Onlar ne
senaryonun yazarları ve ne de sahnenin rejisörleri idi. Onlar sadece birer
ücretli işçi idiler. Yaptıkları işe karşılık ücretlerini alacaklardı. Sonuç
konusunda ne lehlerinde ve ne de aleyhlerinde bir rolleri yoktu.
Böyle olunca özlerini gerçekten yüce Allah'a
adamışlardı. Özlerini tümü ile adamışlardı. Öyle ki, benliklerinden
kendilerine hiçbir şey kalmamıştı. O zaman evren bütünün yapısı ile uyuma
girdi. Hareketleri evrenin genel dönüşü ile uyumluluk kazandı. Gezegenler ve
yıldızlar nasıl yörüngelerinde dönüyorlarsa onlar da yörüngelerinde döner
oldular. Hiçbiri yörüngesinden çıkmaya, evren bütünü ile uyumlu dönüşlerinin
temposunu hızlandırmaya ya da yavaşlatmaya kalkışmıyordu.
Öyle olunca yüce Allah'ın "kader"inin sonuçlarına,
önlerine getirdiklerine gönülden razı oldular. Çünkü yüce Allah'ın kaderinin
her şeyi, herkesi, her olayı ve her durumu yönlendirdiğini Allah'a bir
iç-bilinç ile kavradılar. Bunun sonucu alarak yüce Allah'ın kendilerine
yönelik kaderini güvenle, huzurla, sevinçle, geniş ufukla bir anlayışla
kucakladılar.
Gün geçtikçe yüce Allah'ın kaderinin sonuçlarını
beklenmedik birer süpriz gibi karşılamaz oldular. Duygusal reaksiyon yerine
soğukkanlılığı, acı duyma yerine sabrı koydular. Yüce Allah'ın kaderinin
sonuçlarını, bu sonuçları bekleyen, gözleyen, onlarla önceden duygu
dünyasında aşinalık kuran bilge bir kişinin olgunluğu ile benimsediler.
Onlar karşısında paniğe kapılmadılar, sarsılmadılar, yabancılık duygusuna
kapılmadılar.
Bundan dolayı istedikleri bir iş bir an önce olsun
diye evren çarkının dönüşünün hızlanmasını istemeye kalkışmadılar. Bir an
önce gerçekleşmesini istedikleri bir amaçları uğruna olayların akışının
yavaşlamasını dilemeye yönelmediler. Bu amaçları çağrılarının başarısı ve
egemen olması olduğu zaman bile bu soğukkanlılıktan ayrılmadılar. Her zaman
yüce Allah'ın kaderinin. çizdiği yolda yürüdüler. Bu yol kendilerini nereye
götürürse götürsün, buna razı idiler, gönülden hoşnut idiler. Kutsal
amaçları uğrunda canlarını, emeklerini, mallarını feda ediyorlardı. Ama
aceleci olmuyorlar, sıkıntıya kapılmıyorlar, önemli bir iş yapıyormuş
duygusunu kalplerine uğratmıyorlar, gururlanmıyorlar, hayal kırıklığına ve
hayıflanma hissine yakalanmıyorlardı. Kesinlikle inanıyorlardı ki,
yaptıkları her iş yüce Allah'ın yapmalarını planladığı işti, yüce Allah neyi
dilerse o olurdu ve her işin, her olayın belirlenmiş bir vadesi, bir vakti
vardı.
Onlar yüce Allah'ın "el"ine kayıtsız-şartsız teslim
olmuşlardı. Adımlarını bu el attırıyor, hareketlerini bu el yönlendiriyordu.
Onlar kendilerini güden bu ele güveniyorlardı. Onun beraberliğinde
rahattılar, kaygısız ve endişesizdiler. Kendilerini yumuşak başlılıkla, hiç
karşı koymadan ve hiç zorluk çıkarmadan bu "el''in güdümüne vermişlerdi.
Bununla birlikte olanca güçleri ile çalışırlar,
ellerindeki tüm imkanları kullanırlar, zamanlarını ve emeklerini boşuna
harcamazlar, amaçlarına ulaşmak için her çareye, her yola başvururlardı.
Sonra yapamayacakları işlere kalkışmazlardı. Hiçbir zaman "insan"
olduklarını unutmazlar, insan olmaktan kaynaklanan niteliklerini göz ardı
etmezler, güçlerinin ve zaaflarının sınırlarını aşarak insanüstü
varlıklarmış gibi görünmeye kalkışmazlardı. Sahibi olmadıkları duyguların ve
güçlerin sahipleriymiş gibi davranmazlar, yapmadıkları ile övülmek
istemezlerdi, sadece yapabildiklerini söylerler, palavra atmazlardı.
Bir yandan yüce Allah'ın "kader"ine mutlak anlamda
teslim olmuşlarken öbür yandan olanca güçlerini seferber ederek çalışıyorlar
ve güçlerinin tükendiği noktada gönül rahatlığı içinde durmasını
biliyorlardı. Bu duyarlı denge o seçkin insanlardan oluşmuş toplumun
hayatına damgasını basmış belirgin ayrıcalığı idi. Onları dağların bile
taşımaktan çekindikleri bu ağır yükü, yani bu inanç sisteminin yükünü
taşımaya ehil kılan faktör işte bu kişiliklerine damgasını basan duyarlı
denge idi.
İlk müslümanlar bu ön sıradaki islam ilkesini
vicdanlarının derinliklerine sindirebildikleri için tarihte okuduğumuz o
olağanüstü başarıları kazanmışlardı. Onlar hem "bireysel" düzeyde hem o
günkü insanlık camiasının parçasını oluşturan bir "toplum" olarak
olağan-üstü başarılar göstermişlerdi. Bu kurala sıkıca uymaları sayesinde
adımları ve hareketleri uzay cisimlerinin dönüşleri ve zaman akışının
temposu ile uyum sağlamıştı. Gerek evrensel varlıklar ile gerekse "zaman"ın
akışı ile aralarında sürtüşme ve çatışma görülmemişti. Bu sürtüşme ve
çatışmaların yol açacakları "engelleme"lere ve "yavaşlama"lara meydan
vermemişlerdi. Bu sayede emekleri ve çabaları "bereket" kazandı. Bu
bereketin sonucu olarak çok kısa bir zaman dilimi içinde o kadar bol ve
tatlı ürünler elde edebildiler.
İlk müslümanlar vicdanları ile evren bütünün
hareketleri arasında ve bu ikisi ile yüce Allah'ın evreni yöneten "kader"i
arasında uyum sağlayan bu psikolojik "dönüşüm" hiçbir insanın
gerçekleştiremeyeceği bir "mucize" idi. Bu göz kamaştırıcı gerçekleştiren
tek güç gökleri, yeryüzünü, uzaydaki gezegenleri, yıldızları yoktan var eden
ve bunların hareketleri, dönüşleri arasında yüceliğine özgü bir ahenk kuran
Allah'ın iradesi idi.
Kur'an-ı Kerim'in çok sayıdaki ayeti bu gerçeğe
parmak basar. Bu anlamı vurgulayan ayetlerin bir kaçını şimdi birlikte
okuyalım:
"Ey Muhammed, sen sevdiklerini doğru yola
getiremezsin, fakat Allah dilediğini doğru yola iletir." (Kasas, 56)
"Onları doğru yola getirmek sana düşmez. Ancak Allah
dilediğini doğru yola iletir." (Bakara, 272)
"Doğru yola iletmek Allah'ın tekelindedir." (Bakara,
120)
İşte geniş anlamda ve "büyük gerçek" niteliği ile
"doğruya iletmek (hidayet)" budur. Yani insanı şu koca evren bütünü içindeki
yerinin bilincine erdirmek, attığı adımlar ile evrenin hareket süreci
arasında ahenk kurmak.
İnsanın kalbi yüce Allah'ın ilettiği "doğru" ile tam
anlamı ile bütünleşmedikçe, bireysel hareketleri evren bütününün dönüşleri
ile uyum kurmadıkça, vicdanı yüce Allah'ın varlık bütününü yöneten yaygın
"kader"i ile kaynaşmadıkça harcanan çabalar, verilen emekler beklenen ölçüde
verimli olamazlar.
Bu açıklama şunu ortaya koyuyor: "Allah ve Resulü
bir işte hüküm verdikleri zaman artık inanmış bir erkeğe ve kadına o işi
kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur" ayeti, hakkında inmiş olabileceği
belirli bir olayın dar sınırları içine sıkıştırılamayacak kadar geniş
kapsamlı ve çok boyutludur. Bu ayet islam sisteminin temel kurallarından
birini, bu sistemin önemli bir ana prensibini açıklamaktadır.
HZ. PEYGAMBERİN
ZEYNEB'LE EVLENMESİ
Daha sonraki ayetlerde Peygamberimizin Hz. Zeynep
ile evlenmesi ve bu olayın öncesinde ve sonrasında ortaya konan hükümler ve
direktifler gündeme getiriliyor. Okuyalım:
37- "Ey Muhammed!
Allah'ın nimet verdiği ve senin de nimetlendirdiğin kimseye. Eşini bırakma,
Allah'tan sakın"diyor, Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun.
İnsanlardan çekiniyordun; oysa Allah tan çekinmen daha uygundu. Sonunda Zeyd
eşiyle ilgisini kesince onu seninle evlendirdik, ki evlatlıkları eşleriyle
ilgilerini kestiklerinde onlara evlenmek konusunda mü'minlere bir sorumluluk
olmadığı bilinsin. Allah'ın buyruğu yerine gelecektir."
38- "Allah'ın,
Peygambere takdir ettiği bir şeyde O'na bir güçlük yoktur. Bu Allah'ın
sizden öncekilere de uyguladığı yasadır. Allah'ın emri şüphesiz gereği gibi
yerine gelecektir." ,
39- "O Peygamberler
Allah'ın buyruklarını tebliğ ederler, Allah tan korkarlar ve O'ndan başka
kimseden korkmazlar. Allah hesap görücü olarak yeter."
40- "Muhammed
içinizden hiç kimsenin babası değil. O, Allah'ın elçisi ve Peygamberlerin
sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir."
Surenin başında islamdan önceki "evlat edinme"
geleneğinin geçersiz olduğu açıklanmış, evlatlıkların öz babalarının
soyundan sayılmaları gerektiği belirtilmiş ve aile-içi ilişkiler doğa1
temellerine dayandırılmıştı. O ayetleri bir daha hatırlayalım:
"Allah evlatlıklarınızı da öz oğullarınız gibi
saymanızı meşru kılmamıştır. Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş
sözlerdir. Allah gerçeği söyler ve O, doğru yola iletir."
"Evlatlıkları, babalara nisbet ederek çağırın; bu
Allah yanında daha adaletlidir. Şayet babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin
din kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Yanılarak yaptığınızda size bir günah
yok, fakat kalplerinizin bile bile yaptığında günah vardır. Allah çok
bağışlayan, çok esirgeyendir."
Fakat eski evlat edinme geleneğinin arap toplumunda
canlı ve somut izleri vardı. Toplumsa1 hayattaki bu somut izleri silmek,
evlat edinme geleneğini ortadan kaldırmak kadar kolay bir iş değildi. Çünkü
toplumsal geleneklerin vicdanlarda köklü etkileri vardır. bu etkileri silmek
için ortaya karşıt ve pratik örnekler koymak gerekir. Ortaya konacak bu
karşıt ve pratik örneklerin ilk başlarda yadırganmaları ve çoğunluğun
vicdanlarında yoğun sert tepkiler uyandırmaları kaçınılmazdır.
Peygamberimizin Zeyd b. Harise'yi, halasının kızı
Zeynep bint-i Cahş ile evlendirmişti. Bilindiği gibi Zeyd, Peygamberimizin
azadlığı ve evlatlığı idi. Önceleri "Muhammed'in oğlu" olarak anıldığı halde
daha sonra öz babasının oğlu olarak anılmaya başladı. Peygamberimiz bu
evlilikle eskiden kalma sınıf ayrımını ortadan kaldırarak "Allah katında en
üstünleriniz, O'ndan en çok korkanlarınızdır" ayetinin anlamını hayata
geçirmek, islamın bu yeni değer yargısını pratik bir uygulama ile
perçinlemek istemişti. (Hucurat Suresi, 13)
Bunun arkasından yüce Allah, Peygamberimize
peygamberlik misyonunun bir uzantısı olarak bu konuda başka bir yük
yüklemeyi diledi. Bu yük, eski evlatlık düzeninin izlerini silmeye
ilişkindi. Bunun için Peygamberimizin, evlatlığı Zeyd'in boşadığı eşi ile
evlenmesi gerekti. Peygamberimiz bu uygulaması ile toplumunun köklü bir
alışkanlığına karşı çıkıyordu. Evlat edinmeye ilişkin eski geleneğin ortadan
kaldırılmış olmasına rağmen hiç kimse böyle bir uygulama ile o günkü
toplumun karşısına çıkmaya cesaret edemezdi.
Yüce Allah, Zeyd'in Zeyneb'i boşayacağını ve yerine
gelmesini dilediği bir hikmeti uyarınca onunla evleneceğini Peygamberimize
ilham yolu ile sezdirmişti. Bu arada Zeyd ile Zeynep arasındaki ilişkiler
bozulmuş ve artık uzun zaman birlikte yaşamayacakları ihtimali belirmişti.
O günlerde Zeyd, birkaç kez Peygamberimize
başvurarak Zeynep ile bozuştuklarından ve artık onunla geçinemeyeceğinden
yakınmıştı. İnanç konusunda hemşehrileri ile yiğitçe, mertçe ve tavizsizce
mücadele etmekten çekinmeyen Peygamberimiz, Zeyneb'in geleceğine ilişkin
ilahi ilhamın sorumluluğunu omuzlarında hissediyor, o köleleşmiş geleneği
uygulamalı olarak yıkmak üzere hemşehrilerinin karşısına çıkmakta tereddüt
ediyordu. Bu arada bir de Zeyd'e bakalım. Yüce Allah onu biri
müslümanlıktan, öbürü Peygamberimizin akrabalığından ve diğeri de
Peygamberimizin sevgisinden oluşan üç katlı bir nimetle onurlandırmıştı.
Peygamberimizin kendisine karşı beslediği sevgi, diğer herkese karşı duyduğu
sevgiye baskındı. Peygamberimiz onu kölesi iken azad etmiş, sıkı bir
eğitimden geçirmiş ve cömert sevgisi ile bağrına basmıştı. İşte bu yüzden
Zeyd'in yakınmalarına karşılık ona "Allah'tan kork da eşin ile iyi geçin,
ondan ayrılmayı düşünme" diyordu. Böylece hemşehrilerinin köklü
alışkanlıklarına karşı çıkmasını gerektireceğini bildiği önemli gelişmeyi,.
göğüslemeye tereddüt ettiği sert çatışmanın gününü ertelemeye çalışıyordu.
Nitekim yüce Allah, Peygamberimizin o günlerdeki duygularını şöyle
anlatıyor:
"Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun.
İnsanlardan çekiniyordun; oysa Allah'tan çekinmen daha uygundur."
Peygamberimizin, Allah tarafından açıklanacağını
bildiği halde sakladığı sır, O'nun yapacağını kalbine ilham ettiği işti. Bu
iş yüce Allah tarafından açıkça bildirilmemişti. Eğer açıkça bildirilseydi,
Peygamberimiz onu yapmakta tereddüt etmez, onu ertelemez, onu geriye atmaya
çalışmazdı; tersine getireceği sonuç ne olursa olsun, onu öğrenir öğrenmez,
anında açıklardı. Fakat Peygamberimiz sadece içine doğan bir ilham
karşısında idi. Aynı zamanda o işle karşı karşıya kalmaktan ve olayın
kahramanı olarak halk ile karşı karşıya gelmekten ürküyordu.
Sonunda yüce Allah'ın izni ile beklenen oldu. Günün
birinde Zeyd, Zeyneb'i boşayıverdi. Ne Zeyd ve ne de Zeynep boşanmalarını
izleyecek olayı akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Çünkü toplumda
egemen olan geleneksel anlayışa göre Zeynep, Peygamberimizin oğlunun
boşanmış eşi idi ve Peygamberimize düşmezdi. Gerçi eski evlat edinme
geleneği kaldırılmıştı, ama bu anlayış yine geçerliliğini koruyordu. Üstelik
evlatlıkların boşanmış eşleri ile evlenmenin serbest olduğuna ilişkin henüz
bir ayet inmemişti. Bu yoldaki serbestliği kurallaştıracak olan olay, bir
süre sonra gerçekleşecek olan Peygamberimizin Zeynep ile evlenmesi olayı
olacaktı. Kural oturuncaya kadar olay, müthiş bir hayretle, süprizle ve
yadırgama ile karşılanmıştı.
Olayın bu akışı, onun hakkında eski-yeni bir çok
islam düşmanı tarafından çıkarılan söylentileri, uydurulan masalları ve
yakıştırılan iftiraları kökünden çürütüyor.
Olayın gelişimi, yüce Allah'ın buyurduğu gibidir.
Okuyalım:
"Sonunda Zeyd, eşi ile ilgisini kesince onu seninle
evlendirdik ki, evlatlıklar eşleri ile ilgilerini kestiklerinde onlarla
evlenmek konusunda müminler için bir sorumluluk olmadığı bilinsin."
Bu çığır açıcı uygulama Peygamberimizin, görevinin
gereği olarak üstlendiği ağır bir fedakârlık, ödediği ağır bir vergi idi. Bu
uygulamayı, onu son derece antipatik karşılayan bir toplum ile karşı karşıya
gelerek gerçekleştirmişti. O yüzden bu karşı çıkma konusunda çekingen
davranmıştı. Oysa aynı Peygamberimiz Allah'ın birliği davası ile; toplumun
taptığı putları, Allah'a koştuğu sözde ortakları ve bu yolda körü körüne
atalarının izinden gitmelerini açık bir dille yererek aynı toplumun
karşısına çıkarken hiç tereddüt etmemişti. Bu ayetin sonundaki değerlendirme
cümlesi şöyledir: "Allah'ın buyruğu yerine gelecektir."
Bu buyruğun önüne geçilemez, gereğinden kaçılamaz. O
kesinlikle ve somut biçimde gerçekleşir. Ne ertelenebilir ve ne de baştan
savulabilir. Peygamberimizin Zeynep ile evlenmesi, Zeyneb'in boşanmayı
izleyen "bekleme süresi"nin bitiminden sonra oldu. Söz konusu süre dolunca
Peygamberimiz, en sevdiği insan olan eski eşi ile Zeyneb'e haber göndererek
kendisi ile evlenmek istediğini bildirdi.
Sahabilerden Hz. Enes, bu olayı bize şöyle anlatır:
"Zeyneb'in boşanmayı izleyen bekleme dönemi dolunca
Peygamberimiz, Zeyd b. Harise'ye `Zeyneb'e git ve kendisi ile evlenmek
istediğimi söyle' dedi. Zeyd, Zeyneb'in yanına vardığında kadın hamur
yoğuruyordu. Olayın bundan sonrasını Zeyd'in kendisinden dinleyelim:
"Zeyneb'i görünce heyecanlandım. Öyle ki, yüzüne
karşı `Peygamber seninle evlenmek istiyor' diyemedim. Bu yüzden yüzümü
çevirip geri döndükten sonra `Ey Zeynep, müjde! Peygamberimiz seninle
evlenmek istediğini söyleyeyim diye beni sana gönderdi' diyebildim. Zeynep,
`Rabbimin emri gelmeden ben hiçbir şey yapmam' dedikten sonra yerinden
kalkıp namaza durdu. Arkasından kendisi ile ilgili Kur'an ayetleri indi.
Bunun üzerine Peygamberimiz, evine gelerek izin almaksızın yanına girdi."
(Bu hadisi İmam-ı Ahmed rivayet etmiş, Müslim ve Nesai de onu değişik
kanallardan Süleyman b. Muğire'ye dayandırarak nakletmişlerdir.)
Nitekim Buhari'nin, sahabilerden Enes b. Malik'e
dayanarak bildirdiğine göre bu olayın kahramanı olan "Zeynep bint-i Cahş,
Peygamberimizin öbür eşlerine karşı `Sizi Peygamber ile aileleriniz' beni
ise yedi kat gök üzerinden yüce Allah evlendirdi' diyerek övünürdü."
Olay kolay kapanmadı. Çünkü islam toplumun tümü
üzerinde şok etkisi yapmıştı. Bu arada münafıkların dilleri çözülmüştü,
"Muhammed, oğlunun eşi ile evlendi" dedikodusunu yayıyorlardı.
Mesele, yeni bir ilkeyi yerleştirme meselesi olduğu
için Kur'an-ı Kerim, olayın üzerinde ısrarla durmaya, onu "tuhaflık"
unsurundan arındırarak yalın, tarihi ve mantıkî aslına dönüştürmeye yönelik
çabasına devam etti. Okuyoruz:
"Allah'ın, Peygamber'e takdir ettiği bir şeyde O'nun
için güçlük yoktur."
Yüce Allah, Peygamber'e Zeynep ile evlenerek
evlatlıkların boşanmış eşleri ile evlenmeyi yasaklayan eski arap geleneğini
kaldırmasını buyurdu. Buna göre bu uygulamada hiçbir sakınca yoktur. Üstelik
Peygamberimiz, bu uygulamayı ortaya çıkaran ilk Peygamber değildir. Çünkü;
"Bu, Allah'ın sizden öncekilere de uyguladığı bir yasadır."
Bu uygulama, yüce Allah'ın değişmez ve nesnelerin
özleri ile uyumlu yasaları uyarınca yürürlükte kalmıştır. Sonradan üzerini
örten düşünceler ve yapmacık gelenekler dayanaksızdır. Devam ediyoruz:
"Allah'ın emri, kuşkusuz, gereği gibi yerine
gelecektir."
Yüce Allah'ın emri kesinlikle uygulanacak, gereği
yapılacaktır. Onun önünde hiçbir şey ve hiç kimse duramaz. Bu uygulama
belirli bir gerekçeye, uzmanlığa ve ölçüye dayalı olarak tasarlanmıştır.
Yüce Allah'ın onun ardında güttüğü bir amacı vardır. O onun gerekliliğini,
uygulama biçimini, zamanını ve yerini herkesten iyi bilir. Bu gerekçe ile o
konudaki eski geleneği kaldırmayı, izlerini uygulamalı biçimde silmeyi,
kendi eli ile o geleneğe ters düşen somut bir örnek ortaya koymayı
emretmiştir. Yüce Allah'ın bu emrini yerine getirmek kaçınılmazdır.
Demin de belirttiğimiz gibi bu yasa daha önceki
Peygamberlerin dönemle-rinde uygulanmıştır. Okuyoruz:
"O Peygamberler Allah'ın buyruklarını insanlara
iletirler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka hiç kimseden korkmazlar."
Yüce Allah'ın omuzlarına yüklediği Peygamberlik
görevini yerine getirirken insanların tepkilerini umursamazlar. Onları
buyruklarını duyursunlar, uygulasınlar, yürürlüğe koysunlar diye göndermiş
olan yüce Allah dışında hiç kimseden korkmazlar. Çünkü;
"Hesap görücü olarak Allah yeter."
Onları sadece O hesaba çeker. Onlardan hesap sormak
insanlara düşmez. Devam edelim:
"Muhammed, içinizden hiç kimsenin babası değildir."
Öyleyse ne Zeyd, Muhammed`in oğludur ve ne de Zeynep
oğlunun eşi, yani gelinidir. Zeyd, Harise'nin oğludur. Eğer olaya böylesine
gerçekçi ve yalın bir açıdan bakılırsa bu uygulamanın hiçbir sakıncalı
yönünün olmadığı kolayca görülür.
Muhammed (s.a.s) ile tüm müslümanlar arasındaki, bu
arada Zeyd arasındaki ilişki Peygamber-ümmet ilişkisidir. Yoksa o bu
insanların hiçbirinin babası değildir.
"O Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur."
Peygamber, bu sıfatı ile gökten yere indirilen son
mesaj bütününün ışığı altında insanların kıyamet gününe kadar
uygulayacakları değişmez yasaları yürürlüğe koyar. Onun koyduğu bu yasaların
kendinden sonra değişmeleri, başkalaşmaları düşünülemez. Çünkü;
"Allah her şeyi bilendir."
O insanlara neyin yararlı olacağını, problemlerini
hangi yasaların çözeceğini herkesten iyi bilir. Peygamberimize bu buyruğu
ileten, O'nun hesabına bu tercihi yapan O'dur. Bu buyruğun amacı
evlatlıkların eşleri ile evlenmeyi serbest ilan etmektir. Yalnız bunun için
evlatlıkların eşleri ile ilgilerini kesmeleri, onlar ile işlerini
bitirmeleri, onları salıvermeleri gerekir. Yüce Allah'ın, her şeyi kapsayan;
en yararlı ve en uygun düzenin, yasanın ve kanunun hangisi olduğunu
belirleyen bilgisinin ve müminlere dönük merhametinin ve en iyide somutlaşan
dileğinin ışığı altında verdiği hüküm budur.
Daha sonraki ayetlerde kalpler bu son ayetin
esprisine bağlanıyor, Peygamberine verdiği buyruklar ve müslümanlar için
belirlediği tercihler konusunda gönüller yüce Allah'a bağlanıyor. Çünkü bu
buyrukların, bu tercihlerin amacı hayırdır, insanları karanlıklardan
aydınlığa çıkarmaktır. Okuyalım:
41- "Ey inananlar
Allah'ı çok anın."
42- "ve O'nu sabah
akşam tesbih ediniz."
43- "Sizi
karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize melekleriyle beraber
rahmetini gönderen Allah'tır. Mü'minlere karşı çok bağışlayıcı, çok
esirgeyici de O'dur."
"Allah'ı anmak" demek, O'na kalpten bağlanmak,
sürekli olarak O'nun gözetimi ve denetimi altında yaşamaktır. Yoksa kuru
kuruya yüce Allah'ın adını tekrarlayıp durmak değildir. Namaz kılmak da
Allah'ı anmaktır. Hatta elimizdeki Peygamberimize dayanan bazı açıklamalara
göre Allah'ı anmak, hemen hemen namaz kılmakla eş anlamlıdır.
Nitekim Ebu Davud'un, Nesei'nin ve İbn-i Mace'nin
Ameş ve Aaz Ebu Müslim kanalları ile sahabilerden Ebu Said-ül Hudri'ye ve
Ebu Hureyre'ye dayandırarak bildirdiklerine göre Peygamberimiz şöyle
buyuruyor:
"Eğer bir kişi gece eşini uykudan uyandırırda iki
rekat namaz kılarlarsa o gece ikisi de Allah`ı çokça anan erkekler ve
kadınlar arasına katılırlar."
Gerçi "Allah'ı anmak" kavramı, namazdan daha geniş
kapsamlıdır. Çünkü bu kavram Rabb'i anmanın ve O'nunla kalpten ilişki
kurmanın her türünü, her biçimini içerir. Bu anmanın dile dökülmesi ya da
gizli yapılması önemli değildir. Amaç, biçimi ne olursa olsun, yüce Allah
ile canlı, sıcak ve duygulandırıcı bir ilişki kurmaktır.
İnsan kalbi yüce Allah ile ilişki kurmadığı, O'nu
anmadığı, O'nunla başbaşa olmadığı anlarda boştur, ihtirasların oyuncağıdır,
şaşkındır. Fakat yüce Allah'ı andığı, O'nunla ilişki halinde olduğu anlarda
dolu, ciddi ve kararlı olur; yolunu-yöntemini bilir; nereden kalkıp nereye
gideceğinin, adımlarını nereye doğru atacağının bilincinde olur.
Bu yüzden gerek Kur'an-ı Kerim ve gerekse
Peygamberimiz sık sık Allah'ı anmamızı teşvik ederler. Kur'an "Allah'ı
anmak" ile insanın geçirdiği bazı vakitler ve durumları arasında bağ kurar.
Amaç bu vakitleri ve durumları yüce Allah'ı anmakla donatmak, yüce Allah ile
ilişki halinde olmanın bilinci ile renklendirmektir; kalbin Allah
bilincinden yoksun kalmaması, O'nu unutmamasıdır. Okuyoruz:
"O'nu sabah-akşam tesbih ediniz."
Özellikle sabah ve akşam vakitleri, kalpleri yüce
Allah'ı anmaya özendirici, duyguları bu amaca yöneltici nitelikte
vakitlerdir. Çünkü bu anlarda somut olarak görülüyor ki, yüce Allah
durumları değiştiriyor, karanlıkları aydınlıklara ve aydınlıkları
karanlıklara dönüştürüyor; ama kendisi kalıcı ve süreklidir; ne değişir, ne
başkalaşır, ne halden hale dönüşür ve ne de kaybolur. Oysa O'nun dışındaki
her şey değişir ve başkalaşır; dönüşüme uğrar ve yok olur.
Bu ayetlerde yüce Allah'ı anma, O'nu noksanlıkların
her türlüsünden uzak tutma direktifinin yanı sıra O'nun merhameti, gözetimi,
yaratıkları ile ilgili oluşu, onların iyiliğini isteyişi de dile
getiriliyor. Oysa yüce Allah bu yaratıkların hiç birine muhtaç değildir,
tersine onlar Allah'ın gözetimine ve lütfuna muhtaç, yoksullardır. Okuyoruz:
"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için
üzerinize melekleri ile birlikte rahmetini gönderen Allah'tır. O müminlere
karşı çok esirgeyicidir."
Şanı yüce, nimeti bol, bağışı büyük, lütfu katmerli
olan Allah'ı düşünelim. Bütün bunlara rağmen güçsüz, muhtaç ve ölümcül
kullarını anıyor. O kullar ki, ne güçleri ne hareket insiyatifleri var; ne
kalıcı ve ne de istikrarlıdırlar. Buna rağmen yüce Allah onları anıyor,
onlar ile ilgileniyor, onlara kendisi rahmet yağdırırken melekleri onlar
adına af diliyor. Onları yüceler aleminde iyilikle anıyor; O'nun anışı bütün
evrende, tüm varlık aleminde yankılanıyor. Nitekim Buhari'nin bildirdiğine
göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Yüce Allah buyuruyor ki: Kim beni yalnız başına
anarsa ben de O'nu yalnız başına anarım. Kim beni bir topluluk içinde anarsa
ben de onu onunkinden daha üstün bir topluluk arasında anarım."
Akla, idrake sığmaz müthiş bir gerçek karşısındayız.
Yüce Allah, bu yer yuvarlağının üzerinde barındırdığı bütün canlı-cansız
varlıklar ile birlikte o koca gök cisimleri yanında yok sayılacak kadar
küçük bir zerre olduğunu herkesten iyi bilir. Ayrıca koca koca gök cisimleri
barındırdıkları tüm cansız-canlı varlıklar ile birlikte O'nun sahibi olduğu
varlık bütünün, bir "ol" buyruğu ile oluveren evren bütününün sadece bir
parçasıdırlar. Ayeti bir kere daha ve düşüne düşüne okuyalım:
"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için
üzerinize melekleri ile birlikte rahmetini gönderen Allah'tır."
Yüce Allah'ın aydınlığı tektir, yekparedir ve
yaygındır. Onun dışında sayıca çok ve birbirinden farklı karanlıklar vardır.
İnsan yüce Allah'ın bu aydınlığının dışına çıkınca sözü geçen karanlıklardan
biri ya da hepsi içinde yaşamak zorunda kalır. İnsanları karanlıklardan
yalnız Allah'ın aydınlığı kurtarır. Bu aydınlık kalplerinde doğar, ruhlarına
yayılır, onları fıtratlarına iletir. Bu "fıtrat" evrenin de varlık-özünü
oluşturur. Yüce Allah'ın insanlara yönelik merhameti ve meleklerin onlar
adına af dilemeleri, onlar için dua etmeleri onları karanlıklardan çıkararak
aydınlığa erdirir. Yalnız bunun için kalplerinin "iman"a açık olması
gerekir. Çünkü;
"Allah müminlere karşı çok esirgeyicidir."
İnsanların "çalışma yurdu" olan dünyadaki durumları
budur. "Ödül-ceza yurdu" olan ahiretteki durumlarına gelince; yüce Allah'ın
lütfu orada da onları yüzüstü bırakmaz. Orada da kendilerini ağırlanma,
saygın karşılama ve onurlu ödül beklemektedir. Okuyalım:
44- "O'na
kavuştukları gün, Allah'ın onlara iltifatı "selam "dır. Allah onlara güzel
bir mükafat hazırlamıştır."
Onları orada bütün korkulardan, bütün
yorgunluklardan, bütün sıkıntılardan kurtaran bir "esenlik" bir "selam"
bekliyor. Yüce Allah'tan gelen bu selamı, bu esenlik dileğini onlara
melekler iletecektir. Cennetin her kapısından girerek yanlarına gelen
melekler kendilerine bu yüce esenlik dileklerini iletirler. Ayrıca
kendilerine onurlandırıcı bir ödül de verilecektir. Aman Allah'ım! Bu ne
saygın ağırlama.
İşte insanlar için yasalar koyan, tercihlerde
bulunan Allah, bu Allah'tır. O halde kim O'nun tercihlerini sevmezlikle
karşılayabilir?
Kullara yüce Allah'ın tercihlerini duyurduğu, pratik
uygulaması ile bu tercihleri ve yasaları sosyal hayata yansıttığı belirtilen
Peygamberimizin şimdi de görevi ve müminlere yönelik bir lütuf olduğu
açıklanıyor. Okuyalım:
45- "Ey Peygamber,
biz seni tanık, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik."
46- "Allah'ın
izniyle, bir davetçi ve aydınlatan bir lamba olarak görevlendirdik."
47- "Mü'minlere
Allah'tan büyük bir lütfa ereceklerini müjdele."
48- "Kafirlere ve
münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine aldırma, Allah'a güven;
koruyucu olarak Allah sana yeter."
Görüldüğü gibi Peygamberin insanlara yönelik
görevlerinden biri onlara "tanık"lık etmektir. Buna göre insanlar yalana,
uydurmaya bulaşması; değişikliğe ve çarpıtılmaya uğraması söz konusu olmayan
bu "tanık"lığın lehlerine olmasına çalışmalıdır. Peygamberin insanlara
yönelik bir başka görevi "müjdeleyici" olmaktır. O, iyi işler yapanları yüce
Allah'ın rahmeti ile, bağışı ile, lütfu ve saygın ağırlaması ile müjdeler.
Diğer bir görevi de gafilleri uyarmaktır. ısrarla kötülük işleyenleri
bekleyen azabı, cezayı haber vermektir. Böylece kötü yolda olanlar amansız
bir şekilde yakalanmamış olurlar, uyarısız olarak azaba çarpılmamış olurlar.
Diğer önemli bir görevi de insanları "Allah'a çağırmak"tır. O insanları
dünyaya, şöhrete, milli gurura, cahiliye bağnazlığına, ganimete, mevkiye ve
koltuğa çağırmaz; yalnızca "Allah'a çağırır". "Allah'ın izni ile" O'na
ulaştıran tek yolun yolcuları olmalarını ister. O bu konuda yeni bir çığır
açmıyor, aklına eseni yapmıyor, söylediklerini kafadan atmıyor. Yüce
Allah'ın iznine ve buyruğuna göre hareket ediyor, yüce Allah'ın kendisi için
çizdiği sınırı aşmıyor. Bu Peygamber'in bir diğer niteliği "aydınlatıcı bir
projektör, bir ışık kaynağı" olmaktır. Karanlıkları dağıtır, kuşkuları
giderir ve yolu ışıklandırır. Saçtığı ışık, karanlıklar içindeki yolcuların
önünü aydınlatan yol buldurucu ve güven verici bir ışıktır.
Gerek Peygamberimiz, gerekse yüce Allah katından
getirdiği "ışık" bu tarife tıpatıp uygundur. O, varlık bütününün mahiyetini,
evren-yaratıcı ilişkisini, insanın varlık bütünü içindeki ve yaratıcısı
karşısındaki konumunu, varlık bütününün ve insan "varoluş"un dayanağı olan
değer yargılarını; varlık bütünü ile insanın kaynağını, akıbetini, amacını;
insanın izleyeceği yolu ve kullanacağı yöntemi açıklayan, net, berrak bir
düşünce sistemi getirmiştir. Getirdiği mesaj kesin sözlü, hiçbir kuşkulu ve
karmaşık yanı yoktur. Doğrudan doğruya insan fıtratına seslenir. En kestirme
yoldan ve en geniş kapılardan girerek insan fıtratının en derin köşelerine,
en çapraşık lâbirentlerine nüfuz eder.
Okuduğumuz ayetlerde Peygamberimizin "müjdeliyici"
fonksiyonu "Ey Peygamber, seni davetçi ve aydınlatan bir lamba olarak
görevlendirdik" ayetinde bir kelime ile hatırlatıldıktan sonra "Müminlere,
Allah'ın büyük bir lütfuna ereceklerini müjdele" ayetinde ayrıntılı bir
açıklama ile pekiştiriliyor. Amaç, yüce Allah'ın müminlere yönelik lütfunu
ve bağışlayıcılığını büyüteç altına almaktır. O müminler ki, yüce Allah, şu
Peygamberi eli ile onların uyacakları yasaları koyuyor ve bu yasalara uymak
onları müjdeli sonuçlara ve Allah'ın "büyük lütfu"na erdiriyor.
Peygambere yönelik bu sesleniş, kafirlere ve
münafıklara uymasını yasaklayan, onların kendisine ve müminlere yönelik
baskılarını umursamamasını telkin eden, sadece Allah'a dayanmasını ve O'nun
yardımının sağlayacağı güvenceyi yeterli görmesini isteyen bir direktifle
noktalanıyor. Okuyalım:
"Kafirlere ve münafıklara itaat etme. Onların
eziyetlerine aldırma; Allah'a güven; koruyucu olarak Allah sana yeter."
Bu sesleniş, kanun koyma, yönlendirme ve yeni sosyal
düzenlemeler getirme konusu ele alınmadan önce, daha surenin başındayken
yönetilen seslenişin aynısıdır. Burada fazla olarak Peygamberimize
kafirlerden ve münafıklardan gelen baskıları umursamaması, onların hiçbir
sözlerine ve düşüncelerine uymaması, onlara hiçbir konuda güvenmemesi telkin
ediliyor. Çünkü tek dayanak Allah'tır;
"Koruyucu olarak Allah yeterlidir."
Görülüyor ki, Zeyd ve Zeynep olayının sunuluşuna ve
değerlendirilmesine, evlatlıkların boşanmış eşleri ile evlenilebileceğine ve
Peygamberimizin bu konuda ortaya koymakla görevlendirildiği pratik örnek
meselesine geniş yer veriliyor. Bundan anlıyoruz ki, bu öncülüğü toplumun
sindirmesi zor olmuş, vicdanlar yüce Allah'ın pekiştirmelerine ve
açıklamalarına ihtiyaç duymuş, yüce Allah ile ilişkilerini güçlendirmeleri,
O'ndan gelen önerilerin mutlaka rahmet ve gözetim içerdiklerinin bilincine
varmaları gerekmiştir. Bu yeni uygulamayı hoşnutlukla gönül rızası ile ve
teslimiyetle karşılamaları için vicdanların bu nitelikleri taşımaları şart
olmuştur.
AİLENİN DÜZENLENMESİ
Surenin bu bölümü genel bir hükmü açıklayarak
başlıyor. Bu hüküm, Kur'an'ın aile kurumunu düzenlemeye ilişkin bir
yasasıdır. Yasa, cinsel ilişki kurmadan önce boşanan kadınlar konusundadır.
Bu yasayı Peygamberimizin özel hayatını düzenleyen bazı hükümler izliyor.
Sadece Peygamberimiz için geçerli olan bu hükümlerde O'nun eşleri ile
ilişkileri, eşlerinin diğer erkekler ile ilişkileri, müslümanlar ile
Peygamberimizin ailesi arasındaki ilişkiler açıklanıyor; bunların yanı sıra
Peygamberimizin ve ailesinin Allah katındaki, melekler katındaki ve yüceler
alemindeki saygınlığı vurgulanıyor.
Bölümün sonunda Peygamberimizin eşleri, kızları ve
bütün mümin kadınlar için aynı derecede bağlayıcı olan bir hüküm yer alıyor.
Bu genel hükümde kadınlara bir iş için ev dışına çıkarken tüm vücutlarını
örtmeleri emrediliyor. Bu sıkı giyim, onların özgür ve namuslu kadınlar
olduklarının bilinmesini sağlayarak şehirdeki münafıkların, ahlaksızların,
dedikoducuların sataşmalarını ve dil uzatmalarını önleyecektir. Bölüm, söz
konusu münafıklara ve dedikoduculara yönelik bir tehditle noktalanıyor; bu
tehditte sözü geçen münafıklar ve dedikoducular, mümin kadınları rahatsız
etmekten ve çıkardıkları söylentilerle toplumun huzurunu bozmaktan
vazgeçmedikleri takdirde Medine dışına sürülecekleri bildiriliyor.
Bu yasalar ve direktifler, müslüman toplumu, islam
düşüncesi uyarınca yeniden düzenlemeyi amaçlayan çabaların bir bölümünü
oluşturur. Peygamberimizin özel hayatına ilişkin hükümlere gelince yüce
Allah bu hükümleri açıklamakla bu ailenin hayatını bir kitap sayfası gibi
gelecek nesillerin gözleri önüne sermeyi dilemiş ve bu amacı
gerçekleştirmenin teminatını her zaman ve her yerde okunacak olan, hiçbir
zaman elden düşmeyecek olan. Kur'an'ın sayfalarında görmüştür. Bu
açıklamalar aynı zamanda, bu ailenin yüce Allah tarafından onurlandırışının
da kanıtını oluşturur. Bu ailenin her işini doğrudan doğruya yüce Allah'ın
kendisi üstlenmiş ve onu ölümsüz Kur'an'ın sayfalarında bütün insanlara
sunmuştur.
Şimdi bu bölümün ilk ayetini inceleyelim:
49- "Ey iman
edenler! Mü'min kadınları nikahlayıp da, henüz dokunmadan onları boşarsanız,
onları iddet müddetince beklemeniz gerekmez. Kendilerine bağışta bulunarak
onları güzellikle serbest bırakın."
Bakara suresinde cinsel ilişki kurulmadan boşanan
kadınlara ilişkin hüküm şöyle açıklanmıştı:
"Kadınlara el sürmeden ya da mehirlerini
belirlemeden onları boşamanızın sakıncası yoktur. Fakat eli geniş olan kendi
gücüne göre ve eli dar olan da kendi gücüne göre olmak üzere onlara
geleneklere uygun bir hediye versin. Bu iyilikseverler için bir borçtur.
Eğer kadınların mehirlerini belirler de onları el
sürmeden boşarsanız, kendilerinin ya da nikahlarını kıymaya yetkili erkeğin
bağışlaması durumu dışında belirlediğiniz mehrin yarısını ödemeniz gerekir.
Bağışlamanız (mehrin tamamını bırakmanız) takvaya daha yakındır. Birbirinize
karşı erdemli olmayı unutmayınız. Hiç kuşkusuz ne yaparsanız Allah onu
görür." (Bakara, 236-237)
Görüldüğü gibi cinsel ilişki kurulmadan boşanan
kadının eğer mehri belirlenmiş ise kendisine bu mehrin yarısının verilmesi
gerekir. Eğer mehri belirlenmemiş ise kendisine uygun bir hediye verilir. Bu
hediyenin değeri boşayan erkeğin mali durumunun genişliği ve darlığı ile
orantılı olur.
Cinsel ilişki kurulmadan boşanan kadın konusunda
Bakara suresinde olmayıp da burada bulunan hüküm bu kadının boşanmayı
izleyen "bekleme dönemi" ile ilgilidir. Bu ayette böyle bir bekleme dönemi
geçirmenin gereksiz olduğu belirtiliyor. Çünkü boşayan erkek ile boşanan
kadın arasında cinsel ilişki kurulmamıştır. Bekleme döneminin gerekçesi,
boşanan kadının rahminin arınmasını sağlamak, sona eren evliliğin izini
taşımadığından emin olmaktır. Amaç soy karışıklığına meydan vermemektir;
yani ilerdeki kocanın soyundan olmayan çocuğun babası sayılmasına ya da eski
kocanın soyundan gelen çocuğun babası sayılmasına yol açmamaktır. Ama eğer
eşler arasında boşama öncesinde cinsel ilişki kurulmamış ise boşanan kadının
rahminin boş olduğu bellidir. Bu yüzden bekleme süresi geçirmenin gereği
yoktur. Ayetin o bölümünü okuyalım:
"Henüz dokunmadan onları boşarsanız, onları iddet
müddetince beklemeniz gerekmez."
Bu cümleyi "Onlara bağışta bulununuz" buyruğu
izliyor. Eğer evlenirken mehir belirlenmiş ise bu mehrin yarısı ödenir. Yok,
eğer mehir belirlenmemiş ise kadına kocanın malı durumuna göre değeri
değişecek uygun bir hediye verilir. Ayetin sonunu okuyoruz:
"Onları güzellik ile serbest bırakınız."
Yani bu eşlerinizi sıkmadan, üzmeden, kendileri ile
inatlaşmadan ve yeni bir yuva kurmalarını engelleme hırsına kapılmadan
tatlılıkla salıveriniz.
Surede yer alan bu genel hüküm, müslüman ümmetin
sosyal hayatını düzenleme amacına yönelik çabaların bir parçasıdır.
PEYGAMBERİN
HANIMLARINA KARŞI MÜSLÜMANLARIN DURUMU
Bundan sonraki ayette aynı anda nikah altında
tutulabilecek kadın sayısının tavanını dört ile sınırlayan Nisa suresindeki
ayetin inişinden sonra Peygamberimizin kaç kadın ile evli olabileceği ve bu
konuda sadece kendine ve ailesine özgü hükümlerin neler olduğu açıklanıyor.
Nikah altında bulundurulabilecek eş sayısına tavan getiren Nisa suresi
ayetinde şöyle buyurulmuştu:
"Eğer gözetiminiz altındaki yetim kızlar ile
evlendiğiniz takdirde onların haklarını gerektiği gibi gözetemeyeceğinizden
korkuyorsanız, size nikahı düşen kadınların ikisi, üçü, ya da dördü ile
evlenebilirsiniz. Ama eğer onlar arasında adil davranamayacağınızdan
korkarsanız tek kadınla evleniniz." (Nisa, 3)
Bu ayet indiği sırada Peygamberimiz dokuz kadın ile
evli idi. Bu evliliklerin her birinin farklı bir özel gerekçesi vardı. Ayşe
ve Hafsa, Peygamberimizin iki en yakın dostu olan Ebu Bekir'in ve Ömer'in
kızları idiler. Ümmü Habibe Ebu Süfyan'ın; Ümmü Seleme ve Sevda, Zema'nın ve
Zeynep, Huzeyme'nin kızları idi. Bu son dördü eşlerini yitirmiş "muhacir"
kadınlardı, bu yüzden Peygamberimiz onları kayırmak, onurlandırmak
istemişti. Bunların hiçbiri ne genç ve ne de güzel olmadıkları için onlar
ile yapılan evliliklerin kayırma ve onurlandırma amacına yönelik olduğu
apaçıktı.
Cahş kızı Zeyneb'e gelince Peygamberimizin onunla
evlenmesinin nedenini yukarda incelemiştik. Bilindiği gibi Peygamberimiz onu
evlatlığı Zeyd ile evlendirmiş, fakat yüce Allah'ın takdiri o yolda olduğu
için bu evlilik başarısız olmuştu. Peygamberimiz, boşanmanın yıkımını telâfi
etmek için onunla evlenmişti. Bunun böyle olduğunu bu evliliğin hikayesini
okurken öğrenmiştik.
Bu dokuz eşin son ikisi Mustalak oğullarından
Haris'in kızı Cuveyriyye ile Hayy b. Ahtap kızı Safiyye idi. Bu ikisi köle
idi. Peygamberimiz kendilerine özgürlük verdikten sonra sırası ile onları
eşleri arasına kattı. Maksadı kabileleri ile ilişkilerini güçlendirmek ve
kendilerini kayırmak, onurlandırmaktı. Çünkü aileleri ağır baskılara
uğradıktan sonra müslüman olmuşlardı.
Bu hanımlar "müminlerin anaları" oldular,
Peygamberimizin yatağını paylaşma şerefini kazandılar, nikah altında
tutulmaları ya da boşanmaları yolunda Peygamberimize "tercih hakkı" tanıyan
aşağıdaki iki ayetin inişi üzerine yüce Allah'ı, Peygamber'i ve ahireti
seçtiler.
Nikah altında bulundurulabilecek eş sayısını
sınırlayan ayetin inmesi üzerine Peygamberimizden boşanmaya yanaşmak
istemediler. Yüce Allah da onların bu arzularını kırmayarak Peygamberimizi
söz konusu sınırlamanın dışında tuttu; o sırada nikahı altında bulunan
eşlerinin hepsi ile evli kalmasını serbest kıldı, bu eşlerinin tümünü O'na
helal saydı. Arkasından bu eşlere yenisini eklemesini ya da içlerinden
birini bir başka kadınla değiştirmesini yasakladı. Başka bir deyimle bu
ayrıcalık sadece onların kendilerine özgü idi. Amaç Allah'ı, Peygamberimizi
ve ahireti seçen bu saygın kadınları Peygamberimizin eşi olma şerefinden
yoksun bırakmamaktı. İşte şimdi okuyacağımız ayetler bu ilkeleri
açıklamaktadırlar:
50- "Ey Peygamber!
Mehirlerini verdiğin eşlerini, Allah'ın sana ganimet olarak verdiği
cariyelerini, seninle beraber hicret eden amcanın kızlarını, halalarının
kızlarını, dayının kızlarını, teyzelerinin kızlarını ve peygamber
nikahlamayı dilediği takdirde mü'minlerden ayrı sırf sana mahsus olmak
üzere, kendisinin mehrini Peygambere hibe eden mü'min kadını almanı helal
kılmışızdır. Biz zorluğa uğramaman için mü'minlerin eşleri ve cariyeleri
hakkında onların üzerine neyi farz kılmış olduğumuzu bildirmiştik. Allah
bağışlayandır, merhamet edendir."
51- "Ey Muhammed!
Onların dilediğini geri bırakır dilediğini de yanına alırsın. Kendilerinden
uzak durduğun kadınlardan arzu ettiğini tekrar yanına almanda, senin üzerine
bir günah yoktur. Bu onların gözlerinin aydın olmasını, üzülmemelerini,
hepsine verdiğin şeylere razı olmalarını daha iyi sağlar. Allah
kalplerinizde olanı bilir; Allah bilendir, halimdir."
52- "Ey Muhammed!
Bundan sonra artık sana başka kadınlarla evlenmen, bunları başka eşlerle
değiştirmen, güzellikle hoşuna gitse bile sana helal değildir. Ancak elinin
altında bulunan cariyeler hariç, Allah her şeyi gözetleyicidir."
Bu ayetlerin birincisinde nitelikleri belirtilen
kadınlar ile evli kalmak, Peygamberimize helal kılınmıştı. Bunlar sayıca
dörtten fazla da olabilirlerdi. Oysa Peygamber dışındaki müslüman erkeklerin
dörtten fazla eşle evli olmaları yasaklanmıştı. Ayette nitelikleri
belirtilen Peygamber eşleri şunlardı: Peygamberimiz tarafından mehirleri
ödenen eşleri. Savaş esirlerinden payına düşen köleler. Kendisi ile birlikte
Mekke'den Medine'ye göçen ve aynı zamanda dayı, teyze, hala kızları olan
eşleri. Eğer bu sınıftan olan eşleri kendisi ile birlikte göç etmedi ise
nikahı altında kalamıyorlar. Bu hükmün amacı göç eden kadınları kayırmak,
ödüllendirmektir. Bir de gönüllü olarak Peygamberimiz ile evlenmek isteyen
ve mehir istemeyen velisiz kadınlar. Peygamberimiz bunları nikahlamak
isterse onlar da dört eş sınırlamasının dışında kalacaklardı.
Peygamberimizin bu tanıma uyan bir kadınla evlenip evlenmediği tartışma
konusudur. En güçlü ihtimal, böylesine gönüllü olarak kendisi ile evlenmek
isteyen kadınları başka erkekler ile evlendirdiği yolundadır.
Yüce Allah bu serbestliği sırf Peygamberimize
tanımıştı. Çünkü O erkek kadın bütün müminlerin koruyucusu, kayırıcısı idi.
Onun dışındaki erkekler eşleri ve cariyeleri konusunda yüce Allah'ın koyduğu
sınırlamalara uymak zorunda idiler. Böylece Peygamberimize "sınırlama"
ayetinden önce nikahladığı eşleri ile evliliğini sürdürme ve şahsını kuşatan
özel şartlara uyum gösterme kolaylığı tanınmış oluyordu.
Bunun yanı sıra Peygamberimiz kendisi ile gönüllü
olarak evlenmek isteyen kadınlardan dilediğini nikahlayabilecek ve
dilediğinin isteğini sonraya bırakabilecekti. Ayrıca sonraya bıraktığı
gönüllü kadınlar arasında ilerde dilediği ile evlenebilecekti. Bu arada
dilediği eşi ile yatabilecek ve dilediği ile yatmayı sonraya
bırakabilecekti. Okuyoruz:
"Bu, onların gözlerinin aydın olmasını,
üzülmemelerini, hepsine verdiğin şeylere razı olmalarını daha iyi sağlar."
Böylece Peygamberimizin içinde bulunduğu özel
şartlar, kendisine yönelik arzular ve onunla birlikte yaşama şerefine dönük
özlemler gözetilmiş oluyordu. Yüce Allah bu arzuları biliyor, onları bilgisi
ve hoşgörüsü uyarınca kanalize ediyordu. Okuyalım:
"Allah, kalplerinizde olanı bilir. Allah bilendir,
halimdir."
Arkasından Peygamberimizin eşlerini sayıca ve ismen
donduran yasaklayıcı ayet indi. Bu ayette Peygamberimizin sadece eşlerinin
sayısı sınırlanmıyordu, aynı zamanda kişi olarak da donduruluyorlardı, yani
Peygamberimiz sayı tavanına bağlı kalsa bile onlardan herhangi birini bir
başka kadınla değiştiremeyecekti. Bu yasaklamadan önce yukarıda saydığımız
eşlerine bir başkasını eklediği yolunda elimizde bilgi yoktur. Okuyoruz:
"Ey Muhammed, bundan sonra artık başka kadınlarla
evlenmen, bunları başka eşler ile değiştirmen, güzellikleri hoşuna gitse
bile sana helal değildir. Yalnız elinin altında bulunan cariyeler hariç."
Peygamberimizin cariyelerinin sayısı ve kimlikleri
ve sınırlamanın dışında tutulmuştu. İstediği sayıda cariyeye sahip
olabilecekti. Ayetin sonunu okuyalım: "Allah her şeyi gözetleyicidir."
Mesele bu gözetlemeye ve bu gözetimin altında
bulunan duygusunun kalplerdeki güçlülük derecesine bağlanmıştır.
Hz. Aişe'nin verdiği bilgiye göre Peygamberimizin
eşlerinin sayısını ve kimliklerini donduran bu yasak O'nun ölümünden önce
kaldırılmış ve kendisine sınırsız evlenme özgürlüğü tanınmıştı. Fakat
sınırlamanın kalkmasına rağmen eşlerine başka birini eklememiş, yukarda
sayılan eşleri "mü'minlerin anneleri" olarak kalmıştı.
Daha sonraki ayetlerde gerek Peygamberimizin
sağlığında ve gerekse ölümünden sonra müslümanlar ile O'nun ailesi ve
"mü'minlerin anneleri" olan eşleri arasındaki ilişkileri düzenleyen
açıklamalar gündeme geliyor. Bu açıklamalarda o günkü toplumun somut bir
olgusu sergileniyor. Bu olgu şudur: Bazı münafıklar ile hasta kalpli
sapıklar Peygamberimizi ailesi ve eşleri konusunda rahatsız ediyorlardı.
Okuyacağımız ayetlerde bu kimseler sert bir dille uyarılıyor;
davranışlarının Allah katında ne kadar iğrenç ve aşağılık olduğuna
dikkatleri çekiliyor; kalplerindeki gizli hilelerin ve kötü duyguların yüce
Allah tarafından bilindiği gerçeği ile tehdit ediliyorlar. Okuyalım:
53- "Ey inananlar!
Peygamberin evlerine, yemeğe çağrılmaksızın vakitli vakitsiz girmeyin; fakat
davet edilirseniz girin ve yemeyi yiyince dağılın. Sohbet etmek için de
gidip oturmayın. Bu haliniz peygamberi üzüyor, o da size bir şey söylemeye
çekiniyordu. Allah gerçeği söylemekten çekinmez. Peygamber eşlerinden bir
şey isteyeceğinizde onu perde arkasından isteyin. Bu sayede sizin
kalplerinizde onların Kalplerde daha temiz kalır. Allah'ın Peygamberini
üzmeniz ve O'ndan sonra eşlerini nikahlamanız asla caiz değildir. Çünkü bu
Allah katında büyük bir günahtır."
54- "Bir şeyi
açıklasanızda gizleseniz de Allah şüphesiz hepsini bilir.
Buhari'nin güvenilir bir rivayet zincirine dayanarak
bildirdiğine göre saha-bilerden Enes b. Malik şöyle diyor:
"Peygamberimiz Cahş kızı Zeynep ile evlenirken bir
düğün yemeği vermişti. Konukları yemeğe ben çağırmıştım. Bir grup konuk
geliyor, yemek yiyip çıkıyor, arkasından başka bir grup geliyor, onlar da
yemek yiyip gidiyorlardı. Böylece yemeğe çağrılmadık hiç kimse bırakmamış,
herkese yemek vermiştim. Bunun üzerine Peygamberimize "Ey Allah'ın Resulü,
çağıracağım başka kimse kalmadı" dedim. O da "Öyleyse sofrayı kaldırın"
dedi.
Bu arada üç grup konuk evde kaldı, konuşmaya
dalmışlardı. Peygamberimiz evden çıkıp Ayşe'nin odasına gitti. `Selâmun
aleyküm, ey eşim, Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerine olsun' dedi. Ayşe de
O'na `Allah'ın selamı ve rahmeti senin de üzerine olsun; ey Allah'ın Resulü,
yeni eşini nasıl buldun? Allah onu sana uğurlu etsin' diye karşılık verdi.
Arkasından diğer eşlerinin odalarını ziyaret etti.
Hepsine Ayşe'ye söylediği sözleri söyledi ve hepsinden Ayşe'nin verdiği
cevabın aynısını aldı. Sonra dönüp geldi. .İçeri girdiğinde o üç grup hala
evdeydi ve konuşmaya devam ediyorlardı. Peygamberimiz son derece çekingen ve
utangaç bir insandı. Bu yüzden geri dönerek tekrar Ayşe'nin odasına gitti.
Bir süre sonra ya ben ya da bir başkası konukların gittiklerini kendisine
haber verince eve döndü. Kapıdan girmek üzere bir adımını eşikten içeri
atmış, öbür ayağı henüz dışardayken aramıza perde gerildi ve tam o sırada
`hicap' ayeti indi."
Az önce okuduğumuz iki ayet, evlere girip çıkmaya
ilişkin bazı edep kurallarını içeriyor. Cahiliye dönemi araplarının bu
kurallardan haberleri yoktu. Peygamberimizin evine girerken bile bu tür
kurallar gözetmiyorlardı. Halk, birbirlerinin evlerine, sahiplerinden izin
almadan giriyordu. Nur suresinin izin alarak evlere girilmesi gerektiği
yolundaki ayetlerini açıklarken bu konuya değinmiştik.
Bu pervasızlık Peygamberimizin evlerine girerken
daha çok kendini gösteriyordu. Çünkü bu evler halk için gökten inen bilgi ve
hikmetin merkezleri haline gelmişlerdi. Bu yüzden bazı araplar
Peygamberimizin evlerine ulu-orta giriyorlar, ocakta yemek olduğunu
gördüklerinde davet edilmeyi beklemeden yemeğe kalıyorlardı. Bazıları
yemekten sonra da oturmaya devam ederek aralarında konuşmaya dalıyorlardı.
Bunu davet edilerek gelenler gibi çağrısız olarak eve dalanlar da
yapıyorlardı. Böyle yaparken Peygamberimizi ve ailesini rahatsız ettiklerini
hiç düşünmüyorlardı.
Nitekim elimizdeki bilgiye göre yukarda sözünü
ettiğimiz o üç grup düğün yemeğinden sonra sohbete daldıklarında evin yeni
gelini, yani Cahş kızı Zeynep yüzünü duvara dönüp oturmak zorunda kalmıştı.
Peygamberimiz ise bu sıkıcı konuklarını uyarmaktan utanıyordu;
ziyaretçilerini gücendirmekten, utandırmaktan çekiniyordu. O kadar
utangaçtı. Bu yüzden yüce Allah, O'nun yerine gerçeği o kaba konukların
yüzlerine vurmak gereğini duymuştu. Çünkü;
"Allah gerçeği söylemekten çekinmez."
Nitekim kadın-erkek ilişkileri konusundaki engin
duyarlılığı ile tanınan Hz. Ömer, Peygamberimize dokunulmazlığı ve kadın
giyimini disipline bağlamayı öneriyor ve yüce Allah'ın bu yolda emir
vermesini diliyordu. Sonunda bu konuyu çözüme bağlayan ayetler inince Hz.
Ömer'in önerisi kabul edilmiş, duyarlığı tatmin edilmiş oldu.
Buhari'nin güvenilir bir rivayet zincirine dayanarak
bildirdiğine göre sahabilerden Enes b. Malık bu konuda şöyle diyor:
"Bir defasında Ömer, Peygamberimize `Ey Allah'ın
Resulü, senin evlerine iyi-kötü herkes giriyor. Mü'minlerin annelerine
(eşlerinize) örtünmelerini emretsen " daha iyi olmaz mı?' Bunun üzerine
örtünmeye ilişkin ayet indi.
Bu sırada inen ayetlerin birincisi insanlara, o
günün araplarına şunları öğretiyor: Peygamberin evlerine izinsiz
girmemelidirler. Eğer yemeğe çağrılı iseler bu çağrıya cevap vereceklerdir.
Fakat yemeğe çağrılmadıkları halde oturup ocaktaki yemeğin pişmesini
beklememelidirler! Yemekten sonra çıkıp gitmeli, evde kalıp gevezeliğe
dalmamalıdırlar.
Günümüzdeki müslümanların da, bir çoklarının ihmal
ettiği, bu edep kurallarına şiddetle ihtiyaçları vardır. Günümüzde yemeğe
çağrılan bazı konukların yemekten sonra evde kalarak gevezeliğe daldıkları
görülür. Hatta bu gevezelik yemek masasında sürdürülür. Eğer ev halkı islam
edebinin bazı kalıntılarını hala kişiliklerinde taşıyan kimselerse
sıkıntıdan patlayacak gibi olurlar. Fakat pişkin konuklar daldıkları
gevezeliklerini hararetle sürdürürler, evdekilerin tedirginlikleri hiç
umurlarında bile değildir. İslamın edep kuralları her duruma cevap verir,
her ihtiyacı karşılar. Yeter ki, yüce Allah'tan gelen bu tutarlı kurallara
uyalım.
Ayetin ortalarında Peygamberimizin eşleri ile
yabancı erkekler arasında bir perde bulunması gerektiği belirtiliyor.
Okuyoruz:
"Peygamber eşlerinden bir şey istediğinizde onu
perde arkasından isteyiniz."
Ayetin devamında böyle bir perdenin bulunmasının her
iki tarafın kalplerinin temiz kalmasına yarayacağı açıklanıyor. Okuyalım:
"Bu sayede sizin kalpleriniz de onların kalpleri de
daha temiz kalır."
Öyleyse hiç kimse ortaya çıkıp da yüce Allah'ın
buyurduğunun tersini söylemesin. Şu tür sözleri kasdediyorum: Kadınlar ile
erkeklerin bir arada bulunmaları, perdesiz ve "örtünme"siz bir arada
yaşamaları, birbirleri ile serbestçe konuşmaları, buluşmaları, oturup
kalkmaları, birlikte çalışmaları daha iyidir. Böyle olunca karşıt cinslerin
kalpleri temiz olur, içlerinden kötülük geçmez, bastırılmış cinsel duygular
kanalize olur; karşıt cinsler birbirlerine karşı terbiyeli ve nazik olurlar,
davranışları incelir. Yüce Allah'ın kimi zavallı, nasipsiz, kendini bilmez
ve aşağılık kulları sık sık böyle laflar ederler.
İşte onlar için söylüyorum. Yüce Allah "Peygamber
eşlerinden bir şey isterken onu perde gerisinden isteyiniz. Bu sayede sizin
kalpleriniz de, onların kalpleri de daha temiz olur" diye buyururken hiç
kimse kalkıp da bunun tersini söylemesin.
Hem yüce Allah bu sözleri "mü'minlerin anneleri"
olan temiz Peygamber eşleri ile Peygamberin arkadaşları olan ilk müslümanlar
için, yani hiç kimsenin boy ölçüşmeye kalkışamayacağı derecede seçkin
insanlar için söylüyor. Eğer yüce Allah bir konuda bir şey der de O'nun
kullarından biri aynı konuda başka bir şey söylerse söz, yüce Allah'ın
sözüdür ve diğer herkesin sözü boştur. Bu türden bir kul sözünü hiç kimse
ağzına almaya kalkışmaz. İnsanların bu tür saçma sözleri ağızlarına
alabilmeleri için ölümlü kulların, insan psikolojisini bu kulların tümünün
yaratıcısı olan, ölümsüz Allah'tan daha iyi bildiklerini iddia etmeleri
gerekir.
Oysa elle tutulur, somut gerçek yüce Allah'ın doğru,
buna karşılık yüce Allah'ın buyruğu ile çelişen sözleri söyleyenlerin yalan
söylediklerini haykırıyor. Günümüzde dünyanın her tarafında yaşanan
tecrübeler bu sözlerimizi doğrulamaktadır. Sınırsız "karma-hayat" düzeninin
egemen olduğu ülkelerde görülen ahlâk bunalımı bu sözlerimizin en kesin, en
açık kanıtıdır. "Karma.-hayat" düzeninin en iğrenç meyvalarını devşiren
Amerika, bu tür ülkelerin en başında gelir.
Evet, ayette açıklanıyor ki, Peygamber'in evlerine
gelen konukların çağrılı olmadıkları halde yemeğin pişmesini beklemeleri ve
yemekten sonra da evde kalarak sohbete dalmaları O'nu rahatsız ediyor, fakat
aşırı nazikliğinden dolayı onlara bir şey diyemiyor. Ayetin sonunda da
müslümanların Peygamberi rahatsız etmemeleri ve ölümünden sonra O'nun eşleri
ile evlenmemeleri gerektiği belirtiliyor. Çünkü O'nun eşleri mü'minlerin
anneleri gibidirler. Peygamber ile bu kadınlar arasındaki özel konum, O'nun
ölümünden sonra onlarla hiç kimsenin evlenmemesini gerektirir. O ailenin
dokunulmazlığı, saygınlığı ve ayrıcalıklı konumu ancak bu şekilde gözetilmiş
olur. Okuyoruz:
"Allah'ın Peygamberini üzmeniz ve O'ndan sonra
eşlerini nikahlamanız asla caiz değildir"
Elimizdeki bilgilere göre münafıklardan biri Hz.
Ayşe ile evlenebilmek için Peygamberimizin ölmesini bekliyormuş! Ayetin
sonunu okuyoruz:
" Çünkü bu, Allah katında büyük bir günahtır."
Herhangi bir hareketin yüce Allah katında "büyük
günah" sayılmasından daha korkunç bir şey düşünülebilir mi?
Fakat bu korkunç uyarı ile yetinilmiyor, buna yine
aynı derecede korkunç bir tehdit ekleniyor. Okuyalım:
"Bir şeyi açıklasanız da, gizli tutsanız da, hiç
kuşkusuz Allah her şeyi bilir." Demek ki, bu mesele ile doğrudan doğruya
yüce Allah ilgileniyor. O gizli açık bütün duyguları bilir. Bütün
düşüncelerden, bütün gizli niyetlerden haberdardır. Bu mesele O'nun için son
derece önemlidir. İsteyen O'nun bu konudaki buyruğunu çiğnesin. O zaman
O'nun son derece korkunç ve mahvedici darbesinin altında ezilir.
Bu uyarıcı ve tehdidi izleyen ayette Peygamber
eşlerinin hangi erkeklerin karşısına saklanma kaygısı taşımadan
çıkabilecekleri açıklanıyor. Okuyoruz:
55- "Onlara
(Peygamber hanımlarına); babaları, oğulları, erkek kardeşleri, erkek
kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, hizmetçi kadınları ve
cariyeleri hakkında bir günah yoktur. Ey Peygamber hanımları, Allah'tan
korkun, şüphesiz Allah, her şeyi görmektedir."
Burada sayılan erkekler ile sıkıca örtünmeden
görüşmek bütün müslüman kadınlara serbest bırakılmıştır. Acaba sadece
Peygamberimizin eşlerine seslenen bu özel ayet mi, yoksa Nur suresindeki tüm
müslüman kadınlara seslenen genel hükümlü ayet mi daha önce indi? Bunu
belirleyemedim. Herhalde hüküm önce Peygamber eşlerine özgü idi de sonra
genellik kazandı. Bu ihtimal, söz konusu yükümlülüğün niteliğine daha uygun
düşer.
Yüce Allah'ın "Ey Peygamber eşleri, Allah'tan
korkunuz, şüphesiz Allah her şeyi görmektedir" diyerek bu direktif ile Allah
korkusu arasında bağ kurması, O'nun her şeyden haberdar olduğunu
hatırlatması, dikkatlerimizden kaçmamalıdır. Allah korkusu, Allah denetimi
böylesine duyarlı noktalarda sürekli olarak karşımıza çıkarılır. Çünkü Allah
korkusu ilk ve son güvencedir. Bu duygu kalplerin göz açtırmak ve gözlerini
kırpmaz, uyanık gözetleyicisidir.
Ayetlerin devamında Peygamberimizi, gerek şahsı ve
gerekse ailesi ile ilgili olarak üzenlere, rahatsız edenlere yönelik
uyarılar ve çirkin davranışlarına dönük kınamalar yineleniyor. Bu uyarılar
iki yoldan yapılıyor: Birinci yolunda Peygamberimiz övülüyor, gerek yüce
Allah katındaki gerekse yüceler alemi nezdindeki itibarı konumu
vurgulanıyor. Öbür uyarı türünde Peygamberimizi üzmenin, yüce Allah'ı üzmek
anlamına geldiği, bunun Allah katındaki cezasının da dünyada ve ahirette
O'nun rahmetinden kovulmak ve bu çirkin işe denk düşecek bir azaba çarpılmak
olduğu belirtiliyor. Okuyoruz:
56- "Şüphesiz Allah
ve melekleri Peygamberi överler Ey inananlar! siz de O'nu övün, O'na salat
ve selam getirin."
57- `Allah'ı ve
Peygamberini inciltenlere, Allah, dünyada da ahirette de lanet eder; onlar
için alçaltıcı bir azab hazırlamıştır."
Ayetin orijinalinde Allah'ın ve meleklerin,
Peygamberimize "selât" ettikleri belirtiliyor. Yüce Allah'ın, Peygamberimize
"selât" etmesi, O'nu yüceler aleminde övgü ile anması anlamına gelir.
Meleklerin O'na "selât" etmeleri de Allah katında O'nun için dua etmeleri
demektir.
Aman Allah'ım, bu ne erişilmez derece! Yüce
Allah'ın, Peygamberimize yönelik övgüsünü bütün evren tekrarlıyor. Bu
övgünün ışığı bütün evrene yayılıyor. Evrenin bütün parçaları bu övgüye yine
aynı övgü ile cevap veriyor. Bu ezeli, ebedi, sürekli ve kesintisiz övgü
evren bütününün özüne siniyor. Bu nimetten, bu onurdan sonra artık başka bir
nimet ve onur düşünülemez. Yüce Allah'ın ve meleklerin "selât-ü selam"ından
sonra artık insanların "selât-ü selam"ının ne yeri olabilir? Fakat yüce
Allah, mü'minlerin Peygamberimize yönelik "selât-ü selam''larını kendi
"selât-ü selam"ı ile yan yana getirerek onları şereflendirmek; onları, bu
yoldan yüce, ezeli ve onur verici ufuklara yükseltmek istemiştir.
Yüce Allah'ın bu övgüsünün ışığı altında insanların
Peygamberimizi üzmeleri, rahatsız etmeleri son derece çirkin, aşağılık,
iğrenç ve lânetlik bir davranış olarak biliniyor. Ayeti bir kere daha
okuyalım:
"Allah'ı ve Peygamberini incitenlere Allah, dünyada
da ahirette de lânet eder onları alçaltıcı bir azap beklemektedir."
Peygamberimizi incitmenin yüce Allah'ı incitmek
demek olması ve bu çirkin eylemin O'nun kullarınca, O'nun zavallı
yaratıklarınca işlenmiş olması eylemin iğrençliğini kat kat arttırmaktadır.
Gerçekte bu zavallılar yüce Allah`ı incitemezler, böyle bir işe elleri
ermez. Fakat bu ifade, yüce Allah'ın, Peygamberinin incitilmesinden
kaynaklanan duyarlılığını dile getiriyor. Bu incitme sanki yüce zatına
yönelik bir incitmedir. Ne kadar iğrenç, ne kadar çirkin, ne kadar yüz
kızartıcı!
Bir sonraki ayette erkek-kadın bütün müminlere
yönelik "incitme" eylemleri de kınanıyor. Mümin erkeklere ya da kadınlara
iftira atanlar, onlara işlemedikleri suçları yakıştıranlar, uydurma
kusurlarla onları küçük düşürmeye kalkışanlar azarlanıyor. Okuyoruz:
58- "Mü'min erkek ve
kadınları, yapmadıkları bir şeyle suçlayıp inciltenler, iftira etmiş ve
apaçık bir günah yüklenmiş olurlar."
Azarın tonundaki bu ağırlıktan şunu anlıyoruz: O
günlerin Medine'sinde erkek ve kadın müminlere karşı entrikalar çevirmeyi,
çirkin söylentiler yayarak onların adlarını karalamayı, başlarına çorap
örmeyi, onları asılsız suçlarla suçlamayı iş edinen bir grup vardı. Aslında
bu kötü eğilim her zaman ve her yerde yaygındır. Yani mümin erkekler ve
mümin kadınlar, her toplumda kötü niyetli sapıkların, münafıkların ve hasta
kalplilerin sürekli entrikaları ile yüz yüzedirler. Yüce Allah, burada onlar
adına bu entrikalara cevap veriyor; müminlerin düşmanlarının alınlarına
suçluluk ve iftiracılık damgasını vuruyor. Hiç şüphesiz en doğru söz O'nun
sözüdür.
Daha sonra yüce Allah Peygamberimize eşlerine,
kızlarına ve bütün mümin kadınlara özel işleri için dışarı çıktıklarında tüm
vücutlarını, başlarını ve gerdanlarını bol bir örtü ile sıkıca örtmelerini
söylemeyi emrediyor. Bu kılık edepli kadınları edepsizlerden ayıracak ve
edepli kadınları kötü amaçla erkeklerin sataşma girişimlerinden
koruyacaktır. Namuslu kadınların kılıkları ile belli olmaları ve
ağırbaşlılıkları sataşacak kadın arayan kadın avcılarını utandıracak
caydıracaktır. Okuyoruz:
59- "Ey Peygamber!
Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle: Bir ihtiyaç için
dışarı çıktıklarında örtülerini üstlerine alsınlar, vücutlarını örtsünler.
Bu onların hür ve namuslu bilinmelerini ve bundan dolayı inciltilmemelerini
daha iyi sağlar. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."
Tefsir bilgini bu ayeti açıklarken şöyle diyor: O
yıllarda Medine'de bazı ahlâksız erkekler vardı. Bunlar gece karanlık
basınca Medine sokaklarına çıkar, kadınlara sataşırlardı. O yılların Medine
evleri dar ve basitti. Bu yüzden gece olunca kadınlar abdest bozmak amacı
ile dışarı çıkarlardı. Sözü geçen ahlâksız erkekler de bunu kollarlardı.
Sıkı örtünmüş kadın görünce "bu köle olmayan, özgür bir kadındır" diyerek
ondan uzak dururlardı. Fakat sıkıca giyinmemiş kadın gördüklerinde "bu
köledir" diyerek üzerine çullanırlardı.
Bir başka tefsir bilgini olan Mücahid de bu ayeti
açıklarken şunları söylüyor: Kadınlar bol örtüye bürünerek köle
olmadıklarını, özgür kadınlar olduklarını belli ederler. Öyle olunca
ahlâksız kadın avcıları onlara sarkıntılık etmez, kimlikleri konusunda
kuşkuya düşmezdi. Ayetin sonunda "Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir"
buyuruluyor. Yani kadınların cahiliye döneminde bu sıkı örtünme kuralına
uymamaktan doğan kusurlarını bağışlar. Çünkü o dönemde bu kuralı
bilmiyorlardı.
Bu ayetlerde arap toplumunu ahlâksızlıklardan
arındırma uğruna harcanan sürekli çabayı, bütün fitne ve anarşi sebeplerini
ortadan kaldırmak için yapılan sıkı telkinleri, fitnenin ve anarşinin
alanını mümkün olduğu kadar daraltmak için gösterilen özeni görüyoruz. Amaç
islam geleneklerini topluma tam anlamı ile yerleştirmek, egemen kılmaktır.
Bölümün sonunda müslüman toplum arasında birliği
sarsıcı dedikodular yayan münafıklara, hasta ruhlu kimselere ve bozgunculara
yönelik bir tehdit ile karşılaşıyoruz. Bu kesin ifadeli, sert tehdidin
içeriği şudur: Eğer bu bozguncular bu kötü tutumlarını değiştirmezlerse,
mümin erkek ve kadınları rahatsız etmek-ten ve toplumsal huzuru bozmaktan
vazgeçmezlerse Peygamberin sert önlemleri ile karşı karşıya kalacaklardır.
Daha önce yahudilere uyguladığı sert önlemleri onlar hakkında da yürürlüğe
koyacaktır. Açıkçası onları Medine'den sürerek şehrin havasını
pisliklerinden arındıracaktır. Bu amaçla can dokunulmazlıkları kalkacak,
nerede yakalanırlarsa öldürüleceklerdir. Bu önlemler, yüce Allah'ın
yasasının gereği idi. Daha önce Peygamber eli ile yahudiler hakkında
uygulandığı gibi vaktiyle toplumlarının huzurunu bozan diğer kötülük
düşkünlerine de uygulanmıştı
60- "İki yüzlüler,
kalplerinizde fesat bulunanlar, şehirde bozguncu haberler yayanlar, eğer
bundan vazgeçmezlerse, andolsun ki seni onlarla mücadeleye davet ederiz;
sonra çevrende az bir zamandan fazla kalamazlar."
61- "Lanetlenmiş
olarak, nerede bulunurlarsa yakalanır ve öldürülürler."
62- "Allah'ın geçmiş
milletlere uyguladığı yasa budur ve Allah'ın yasasında bir değişme
bulamazsın."
Bu kesin sözlü ve sert tehditten, yahudi kökenli
Beni Kureyze kabilesinin sürülüşünden sonra müslümanların Medine'de ne kadar
güçlendiklerini, islam devletinin kent üzerindeki egemenliğinin ne kadar
pekiştiğini anlıyoruz. Bu kesin egemenliğin doğal sonucu olarak münafıklar
kuytu köşelere çekilmek zorunda kalmışlardı. Sadece gizli komplolar
düzenleyebiliyorlar, açıkça ortaya çıkmaya cesaret edemiyorlardı. Sürekli
tehdidin ve korkunun soluğunu enselerinde hissediyorlardı.
Surenin bu son bölümünde insanların kıyametin ne
zaman kapacağına ilişkin Peygamber efendimize yönelttikleri soruları, işi
alaya alarak kıyametin bir an önce kopmasını istemeleri ve bu konudaki
kuşkuları söz konusu ediliyor. Bu soruya verilen cevapta meselenin yüce
Allah'ı ilgilendirdiği vurgulanıyor. Bunun yanı sıra kıyametin yakın olduğu
ve onları farkında olmadan ansızın yakalama ihtimalinin çok yüksek olduğu
belirtilerek sakındırılıyorlar. Ardından surenin akışı bir kıyamet sahnesini
sunuyor ki, kıyametin bir an önce kopmasını isteyenler için pek de
sevindirici değil. O gün yüzleri cehennem ateşinde evirilip çevriliyor. O
gün dünyadayken Allah'a ve Peygamberine uymadıklarına pişman oluyorlar. O
gün dünyadaki önderlerinin ve büyüklerinin iki kat azaba çarptırılmalarını
istiyorlar. Bu sahne hiç kimsenin bir an önce gerçekleşmesini isteyemeyeceği
korkunç bir sahnedir. Sonra surenin akışı onları bu kıyamet sahnesinden alıp
tekrar şu yeryüzüne getiriyor. Bu döndürme ile güdülen amaç, müminlerin Hz.
Musa'ya eziyet eden, ona -daha sonra yüce Allah'ın suçsuzluğunu ortaya
koyduğu- çeşitli suçlamalarda bulunan İsrailoğulları gibi davranmaktan
sakındırmaktır. -Öyle anlaşılıyor ki, bu sakındırma fiilen yaşanmış bir
olaya karşılık olmuştur. Belki de bazılarının Peygamberimizin arap
geleneğine ters düşerek evlatlığının boşadığı Zeynep'le evlenmesi hakkında
ileri geri konuşmalarıdır söz konusu olan-. Bunun yanı sıra surenin akışı
müminleri, dedikodu yapmaktan, birini ayıplamaktan uzak yapıcı, doğru söz
söylemeye çağırıyor. Yüce Allah'ın işlerini iyileştirmesinin, günahlarını
bağışlamasının buna bağlı olduğunu vurguluyor. Allah'a ve Peygamberine itaat
etmeye teşvik ederek, buna karşılık olarak kendileri için hazır bekletilen
büyük lütuf hatırlatıyor.
Sure derin etkili ve ürpertici bir mesajla son
buluyor. Göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten kaçındığı, buna karşın
insanın yüklendiği bu büyük, bu dehşet verici, bu ağır emanete ilişkin bir
mesajla noktalanıyor. Bu yüce Allah'ın, verilecek karşılığın amele göre
düzenlenmesine ilişkin planının tamamlanması ve insanın kendi isteğiyle
seçtiği ve tercih ettiği şeylerden dolayı sorguya çekilmesi amacına
yöneliktir. "Allah münafık erkeklere ve münafık kadınlara, müşrik erkeklere
ve müşrik kadınlara azap etsin; mü'min erkeklerin ve mü'min kadınların
tevbesini kabul etsin. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (Ahzab
Suresi, 73)
Peygamber efendimizin uzun uzun anlattığı; uzun süre
korkuttuğu ve Kur'an-ı Kerim'in okuyan kişinin adeta görebileceği şekilde
sahnelerini anlattığı kıyametin ne zaman kopacağını sık sık Peygamberimizden
soruyorlardı. Kıyamet gününü soruyorlardı, bu günün bir an önce gelmesini
istiyorlardı. Bu acelecilikleri bundan kuşku duydukları yahut yalanladıkları
veya alaya aldıkları anlamını taşıyordu. Bu anlamlar soranların
kişiliklerine, imana yakınlık veya uzaklıklarına göre değişiyordu.
63- "Ey Muhammed!
İnsanlar senden kıyametin zamanını soruyorlar. De ki: "Onun bilgisi Allah
katındadır, ne bilirsin, belki de zaman ya-kındır."
Kıyametin ne zaman kopacağına ilişkin bilgi, yüce
Allah'ın sırf kendisine özgü kıldığı ve aralarında Peygamberler ile önde
gelen melekler de olmak üzere canlılardan hiçbirisinin bilmesini istemediği
gaybın kapsamındadır. İman ve islamın gerçek mahiyetine ilişkin hadiste şu
açıklama var: Abdullah b. Ömer r.a. babası Hz. Ömer r.a: in şöyle dediğini
anlatır: Bir gün Peygamber efendimizin yanında oturduğumuz bir sırada birden
bembeyaz elbiseli, simsiyah saçlı bir adam çıkageldi. Adamın üzerinde
yolculuk belirtileri yoktu ve hiç birimiz onu tanımıyorduk. Sonra gelip
Peygamber efendimizin karşısında oturdu, dizlerini Peygamberimizin dizlerine
dayandırdı, ellerini de dizlerinin üzerine koydu ve şöyle dedi: "Ey
Muhammed, bana islamı anlat". Peygamberimiz: "İslam; Allah'tan başka ilâh
olmadığına ve Muhammed'in onun kulu ve Peygamberi olduğuna şahitlik etmen;
namaz kılman, zekat vermen, Ramazan orucunu tutman, imkan bulursan Kâbe'ye
hac etmendir" dedi. Adam "Doğru söyledin" dedi. Biz şaşırmıştık, hem soruyor
hem de tasdik ediyor, diye. Sonra adam "Bana imanı anlat" dedi. Peygamber
efendimiz: "İman; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine,
kıyamet gününe, kaderin hayır ve şerrine inanmandır" dedi. Adam tekrar
"Doğru söyledin" dedi. Bu sefer "Bana "İhsan'ı anlat" dedi. Peygamberimiz:
"İhsan; Allah'ı görüyor gibi O'na ibadet etmektir. Çünkü sen onu görmüyorsan
da O seni görüyor" dedi. Adam "Peki kıyamet ne zaman kopacak?" diye sordu.
Peygamberimiz: "Bu konuda kendisine soru sorulan sorandan daha fazla bir
bilgiye sahip değildir" dedi. Sonra Peygamberimiz bize, "Bu Cebrail'di size
dininizi öğretmek için gelmişti" dedi. (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai)
Kendisine soru sorulan Peygamber efendimiz soran da
Hz. Cebrail'dir. Ve ikisi de kıyametin ne zaman kopacağını bilmiyorlar: "De
ki; Onun bilgisi Allah katındadır." Kıyamete ilişkin bilgi, Allah'ın
kullarından hiç birine değil, sadece Allah'a özgüdür, onun tekelindedir.
Yüce Allah bunu, kendisinin bildiği bir hikmete
dayalı olarak takdir etmiştir. Biz bu hikmetin bir yönünü algılayabiliyoruz:
Buna göre yüce Allah, insanlar hep ondan sakınsınlar, sürekli onu
hatırlasınlar ve ansızın gelip çatmasına karşı hazırlıklı olsunlar diye
kıyametin kopacağı günü gizlemiştir. Kuşkusuz bu hazırlıklı olma durumu da
yüce Allah'ın kendilerine iyilik dilediği, kalplerine takva duygusu
yerleştirdiği kimseler için geçerlidir. Kıyametin kopacağının farkında
olmayan ve her an onunla karşılaşma bilincinin verdiği uyanıklıktan yoksun
bulunanlara gelince; onlar kendilerini aldatıyorlar, cehennem ateşinden
korumuyorlar. Oysa yüce Allah her şeyi onlara açıklamış, onları sakındırmış,
uyarmıştır. Kıyameti gece ve gündüz her an kopma ihtimali bulunan bir gayb
olarak gizlemiştir. "Ne bilirsin belki de zaman yakındır."
64- "Allah kafirlere
lanet etmiş ve onlar için çılgın bir ateş hazırlamıştır."
65- "Orada ebedi
olarak kalacaklar kendilerini koruyacak ne bir dost, ne bir yardımcı
bulamayacaklardır."
66- "Yüzleri ateşe
çevrildiği gün: "Keşke Allah'a itaat etseydik, keşke Peygambere itaat
etseydik" derler."
67- "Rabbimiz! Biz
yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik, fakat onlar bizi yoldan
saptırdılar" derler."
68- Rabbimiz! Onlara
iki kat azab ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov "
Onlar kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlardı.
İşte onlara bir kıyamet met sahnesi:
"Allah kafirlere lanet etmiş ve onlar için çılgın
bir ateş hazırlamıştır." Allah kafirleri rahmetinden uzaklaştırmıştır, onlar
için kızgın ve alevli bir ateş hazırlamıştır. Bu ateş, tutuşturulmuş, hazır
durumda bekletiliyor. "Orada ebedi olarak kalacaklar."
O ateşte uzun bir dönem kalacaklar. Bunun ne kadar
süreceğini Allah'tan başkası bilemez. Allah'ın bildiği ve dilediği zaman
dolmadıkça bunun sonu da gelmez. Onlar her türlü yardımdan soyutlanmışlar ve
bütün yardımcılardan yok-sundular. Herhangi bir dostun veya yardımcının
yardımıyla bu kızgın alevden kurtulma ümitleri de kalmamıştır:
"Ne bir dost ne de bir yardımcı bulamayacaklardır."
Onların ateşteki durumlarını yansıtan sahne ise, iç
karartıcı ve acı bir sahnedir:
"Yüzleri ateşe çevrildiği gün."
Ateş etraflarını sarmıştır onların. Olayın bu
şekilde ifade edilmesi ile hareketin tasviri ve somutlaştırılması
istenmektedir. Bir yandan da onların içinde bulundukları azabın
aşağılayıcılığını iyice belirginleştirmek amacı ile ateşin onların
yüzlerinin her tarafına hırsla uzandığı anlatılmaktadır.
"Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik,
peygambere itaat etseydik" derler.
Bu, boş bir istektir. Hem yersiz hemde kabul olma
imkanı yok. Çünkü iş işten geçmiştir. Bu sadece geçmişte kaçırılan
fırsatlardan dolayı ahlanmanın, vahlanmanın belirtisidir.
Sonra, dünyadayken kendilerini saptıran önderlerine
ve büyüklerine karşı intikam duygusu uyanıyor içlerinde. Pişmanlığın,
tevbenin işe yaramadığı bir sırada yalnızca Allah'a dönüp tevbe ediyorlar.
"Rabbimiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize
itaat etmiştik, fakat onlar bizi yoldan saptırdılar" derler. "Rabbimiz!
Onlara iki kat azab ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov".
İşte kıyamet budur. Peki neyini soruyorlar? Bu
uğursuz akıbete karşı tek kurtarıcı, o gün için işe yarayacak ameller
işlemektir.
Öyle anlaşılıyor ki, Peygamber efendimizin Zeynep
bint-i Cahş ile evlenmesi, islamın bu fiili uygulama ile ortadan kaldırmağa
çalıştığı bu cahiliye geleneğine ters düşmesi... Öyle anlaşılıyor ki
Peygamber efendimizin bu evliliği pek kolay ve sakin geçmemiştir.
Münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar, islamın kesin, net ve sade
düşüncesini sindirememiş, kavrayamamış kararsızlar bu evliliği dillerine
dolamışlar. Ağız, burun etmişler, mırın kırın ederek memnuniyetsizliklerini
belirtmişler, yanlış yorumlar yapmışlar, karşı çıkmışlar. Gizlice
konuşmuşlar, vesvese çıkarmışlardır. Büyük sözler etmişlerdir.
Münafıklar ve bozguncular susmak nedir
bilmiyorlardı. Zehirlerini kusmak için her fırsatı ganimet biliyorlardı.
Tıpkı, Ahzap savaşında, Hz. Aişe'ye atılan iftira olayında, ganimetlerin
paylaşılmasında olduğu gibi. Her münasebette haksız yere Peygamber
efendimizi incitecek davranışlarda bulunuyorlardı.
Bu sırada -Beni Kureyze kabilesinin bundan önce de
diğer yahudilerin Medine'den uzaklaştırılmalarından sonra- Medine'de açıktan
açığa kafir olan hiç kimse kalmamıştı. Şehirde yaşayanların tümü artık
müslüman görünüyordu. Bunların bir kısmı müslümanlığında samimiydi, diğer
bir kısmı ise münafıktı. İşte bu tür söylentileri yayan, yalanları ortalıkta
dillerine dolayanlar bu münafıklardı. Bazı mü'minler de onların tuzaklarına
düşüyorlardı, çıkardıkları bazı söylentilere alet oluyorlardı. Burada
Kur'an-ı Kerim, İsrailoğullarının Hz. Musa'yı incitmeleri gibi onları Hz.
Peygamberi incitmekten sakındırıyor, ölçmeden, biçmeden gelişi güzel
konuşmaktan sakındırıp doğru konuşmaya yöneltiyor. Onları Allah'a ve
Peygambere itaat etmeye teşvik edip bu davranışın ardından kendilerini
bekleyen büyük nimeti, lütfu hatırlatıyor:
69- "Ey inananlar!
Siz de Musa'yı incitenler gibi olmayın. ,Allah onu, onların dedikleri şeyden
temize çıkardı. O Allah'ın yanında gözde, itibarlı bir kul idi."
70- "Ey inananlar!
Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin."
71- "Ki Allah
işlerinizi düzeltsin ve günahlarınız bağışlasın. Kim Allah'a ve Peygamberine
itaat ederse, şüphesiz büyük bir kurtuluşa ermiş olur."
Kur'an-ı Kerim burada Hz. Musa'ya yönelik incitme
eyleminin türünü belirtmiyor. Ancak eylemin türünü belirleyen bazı
rivayetler var. Ne varki, Kur'anı Kerim'in kısaca geçtiği bu konuyu uzun
uzadıya anlatmamızın gereksiz olduğuna inanıyoruz. Bununla yüce Allah
mü'minleri Hz. Peygamberi incitecek her türlü davranıştan sakındırmayı
dilemiştir. Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde İsrailoğulları kaypaklığın,
yamukluğun somut örnekleri olarak gösterilmişlerdir. Mü'minlerin Kur'an-ı
Kerim'in her münasebette sapıklık ve kaypaklığın açık örneği olarak sunduğu
bu sapık ve kaypak kimselere benzemekten sakınıp tiksinmeleri için onların
Peygamberlerini incittiklerine işaret edilmesi yeterli oluyor.
Kuşkusuz yüce Allah Hz. Musa'yı kavminin
iftirasından aklamıştı: "O Allah'ın yanında gözde, itibarlı bir kul idi."
Seçkin bir yeri ve itibarı vardı. Yüce Allah, Peygamberlerini her türlü
yalan ve iftiradan korur, onları temize çıkarır. Hz. Muhammed (s.a.s.) de
Peygamberlerin en üstünüdür, yüce Allah'ın aklamasına, savunmasına en çok
layık olanıdır.
Kur'an-ı Kerim mü'minleri doğru ve uygun söz
söylemeye, sözlerini ölçüp biçmeye, münafıkları ve bozgunculuk peşinde
koşanları dinlemeden önce, Peygamberleri, yol göstericileri ve yöneticileri
hakkında bir beyinsiz sapığın veya art niyetli bir pisliğin lafına kulak
vermeden önce söylenenlerin amacını ve hedefini bilmeye yöneltiyor. Çünkü
yüce Allah doğru söz söyleyenleri gözetir, onların adımlarını yönlendirir,
doğru ve yararlı söz söylemelerinin karşılığı olarak işlerini düzeltir. Yüce
Allah güzel söz söyleyip salih amel işleyenlerin günahlarını bağışlar.
Ademoğullarının işlemekten kurtulamadıkları ve bağışlama ve örtmenin dışında
yakalarını sıyıramadıkları kötülüklerini örter.
"Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse büyük bir
kurtuluşa ermiş olur."
Allah'a ve Peygambere itaat, başlı başına bir
başarıdır. Çünkü itaat Allah'ın hayat sistemine göre hareket etmektir.
Allah'ın hayat sistemine göre hareket etmek huzur ve güven kaynağıdır.
Gerisinde bir başka ödül olmasa bile açık, hedefe ulaştırıcı ve doğru bir
yolda yürümekte başlı başına bir mutluluktur. Düz ve aydınlık bir yolda
yürüyüpte çevresinde Allah'ın yarattığı tüm varlıkların kendisine eşlik
ettiği, yardımcı olduğu kimse, dar, dolambaçlı ve karanlık bir yolda
yürüyüpte çevresinde Allah'ın yarattığı tüm varlıkların saldırdığı,
çarptığı, incittiği bir kimse gibi değildir. Allah'a ve Peygambere itaat
etme eylemi özünde kendi ödülünü de taşımaktadır. Buna göre Allah'a ve
Peygamberine itaat etmek, hesaplaşma gününden ve cennetteki sınırsız
nimetlerden önce elde edilen büyük bir başarıdır. Ahiretteki nimetler ise
itaatin ödülünün. yanında artı bir lütuftur. Yüce Allah'ın kereminden ve bol
nimetlerinden kaynaklanan bir lütuftur. Yüce Allah dilediğine sınırsız rızık
verir.
Belki de yüce Allah bu lütfu bahşetmekle insanın
zayıflığını, omuzlarına yüklenen sorumluluğun ağırlığını, büyüklüğünü göz
önünde bulundurmuştur. Göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten kaçındığı
ama kendisinin yüklendiği bu emanete bakmıştır. İnsan bu büyük emaneti
yüklenmiş, tek başına taşımaya söz vermiştir. Fakat insan zayıflığın,
ihtirasların, eğilim ve arzuların baskısı altında olması ile birlikte
yetersiz bir bilgiye, kısa bir ömre, yer ve zamandan kaynaklanan engellerle
kuşatılmıştır. Öte yandan engel ve mesafelerin ötesine ilişkin tam bir
bilgiye ve görüşe sahip değildir.
72- "Biz emaneti,
göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar,
sorumluluğundan korktular. Pek zalim ve cahil olan insan onu yüklendi."
Kur'an-ı Kerim'in burada (örnek olsun diye) sözünü
ettiği gökler, yeryüzü ve dağlar... İnsanın içinde veya bir köşesinde
yaşadığı bu dehşet verici varlıklar küçük ve basit şeyler olarak
beliriyorlar. Bu yaratıklar, herhangi bir çabaya gerek duymadan, dolaysız
olarak yaratıcılarını bilirler. Yaratıcının koyduğu ve kendi
yaratılışlarına, yapılarına ve düzenlerine hükmeden yasaya uygun olarak
hareket ederler. Düşünmeye ve aracıya gerek duymadan dolaysız olarak
yaratıcının koyduğu yasaya itaat ederler. Bu yasaya uygun olarak ve bir
saniye bile geri kalmadan sürekli hareket ederler. Bilinçsizce ve seçme
hakkına sahip olmadan yaratılışları ve tabiatları doğrultusunda görevlerini
yerine getirirler.
Şu güneş, kendi yörüngesinde her zamanki dönüşlerini
hiçbir zaman aksatmadan sürdürüyor. Işınlarını göndererek yüce Allah'ın
kendisi için planladığı görevini yerine getiriyor. Bunun yanı sıra
kendisinden kaynaklanan bir irade söz konusu olmaksızın kendi sisteminde yer
alan uydularını kendine çekiyor, böylece evrensel rolünü eksiksiz olarak
yerine getiriyor...
Şu yeryüzü kendi yörüngesinde dönüyor, ekinlerini,
bitirip yeşertiyor. Üzerindeki canlıları besliyor, ölülerini bağrında
saklıyor, kaynaklarını fışkırtıyor... Ama kendi iradesi dışında yüce
Allah'ın evrensel yasası uyarınca...
Şu ay... Şu yıldızlar ve gezegenler. Şu rüzgarlar ve
bulutlar. Şu hava ve şu su. Şu dağlar. Şu tepeler. Hepsi... Hepsi bir şeyler
yapıyor. Rabbinin izniyle işini görüyor. Yaratıcısını biliyor, kendinden bir
çaba, bir emek ve bir girişim olmak-sızın yaràtıcısının iradesine boyun
eğiyor. Bunlar sorumluluk emanetini, irade emanetini, kendini bilme
emanetini, özel girişim emanetini yüklenmekten kaçınmışlardı:
"Onu insan yüklendi"
Kendi kavrama gücü ve bilinciyle Allah'ı tanıyan
insan. Kendi düşüncesi ve görüşüyle Allah'ın yasasını bulan insan. Kendi
çabası ve girişimleriyle bu yasaya göre hareket eden insan. Kendi
iradesiyle, kişisel sorumluluğu ile, sapma ve azgın arzulara karşı direnci
ile, eğilim ve ihtiraslara karşı verdiği mücadele ile Allah'a eden insan bu
emaneti yüklendi. İnsan attığı bütün bu adımlarda bilerek ve isteyerek
hareket eder.. Yolunu seçerken bu yolun kendisini nereye götüreceğini bilir.
Hacmi küçük, gücü az, çalışması yetersiz, ömrü
sınırlı, çeşitli ihtirasların, arzuların, eğilim ve isteklerin etkisinde
kalan bu yaratığın yüklendiği bu emanet hiç kuşkusuz büyük ve ağır bir
emanettir.
Kuşkusuz insanın bu ağır yükün altına girmesi büyük
bir tehlikedir. Bu yüzden "çok zalim" yani kendine haksızlık eden ve "çok
cahil" yani kendi gücünü ve kapasitesini bilmeyen birisi olarak
nitelendirilmiştir. İnsanın kendi isteğiyle yüklenmeye koştuğu bu ağır yük
karşısında bu husus geçerlidir. Ama sorumluluğunu yerine getirince...
Kendisini yaratıcısına ulaştıracak, doğrudan doğruya O'nun yasasına
iletecek, eksiksiz bir şekilde Rabbinin iradesine boyun eğmesini sağlayacak
bir bilgiyi elde edince... Doğrudan doğruya bilen, yollarını bulan, boyun
eğen, kendileri ile yaratıcıları ve onun yasası arasına hiçbir engel
girmeyen sayısız yaratıkların göklerde, yerde ve dağlarda kolayca, rahat ve
eksiksiz bir şekilde tabiatları ve davranışları ile yollarını bulmalarını
sağlayan bilgiye, hidayete ulaşıp, eksiksiz olarak itaat edince... Hiçbir
şekilde itaatten; boyun eğmekten ve görevini yerine getirmekten geri
durmayınca. İnsan bilinçli olarak, bilerek ve isteyerek bu dereceye
ulaşınca, gerçekten onurlu bir makama, yüce Allah'ın yarattığı varlıklar
içinde eşsiz bir dereceye ulaşır.
Kuşkusuz, özgür irade, kavrama yeteneği, kişisel
girişim ve sorumluluk yüklenme... İşte bunlardır insanı, yüce Allah'ın
yarattığı birçok varlıktan ayrıcalıklı kılan. Yüce Allah'ın yüceler aleminde
duyurduğu ve onunla melekleri Ademe secde ettirdiği bu onurun gerekçesi
budur. Yüce Allah, insana verilen bu onuru kalıcı kitabı olan Kur'an'da şu
sözlerle duyuruyor: "Biz Ademoğullarını gerçekten çeşitli ayrıcalıklarla
donattık." (İsra suresi, 70) Şu halde insan, yüce Allah'ın katındaki
ayrıcalığının gerekçesini bilmelidir, göklere, yere ve dağlara sunulan ama
onların yüklenmekten kaçınıp, korktukları ve fakat kendisinin isteyerek
yüklendiği emaneti yerine getirmelidir...!
Yüce Allah bu ayrıcalığı insanlara vermiştir ki;
73- "Bunun sonucu
olarak, Allah münafık erkek ve kadınlara, müşrik erkek ve kadınlara azab
edecektir. Mümin erkek ve kadınların tevbelerini kabul edecektir. Allah çok
bağışlayan, çok merhamet edendir."
Emaneti insanın tek başına yüklenmesi, kendi kendine
bilmek, kendi kendine yolunu bulmak, kendi kendine hareket etmek ve kendi
kendine sonuca varmak üzere bu yükü omuzlaması. Bunlar insanın kendi
tercihinin akıbetine katlanması, alacağı karşılığın yaptığı işe göre olması
amacına yöneliktir. Münafık erkek ve münafık kadınların, müşrik erkek ve
müşrik kadınların azabı hakketmeleri içindir. Yüce Allah'ın mü'min erkek ve
mü'min kadınlara yardım elini uzatması, kendi içlerinde taşıdıkları zaaf ve
eksikliklerin, yollarına dikilen engel ve barikatların, kendilerini sıkan
cazibe ve ağırlıkların baskısı altında düştükleri hatalardan dolayı
tevbelerini kabul etmesi içindir. Hiç kuşkusuz bu yüce lütfu ve yardımıdır.
Çünkü O, kullarını bağışlamaya, onlara merhamet etmeye daha yakındır: "Allah
çok bağışlayan, çok merhamet edendir."
Peygamber efendimize yönelik Allah'a itaat etmeye,
kafir ve münafıklara karşı çıkmağa, Allah'tan gelen vahye uymaya, başkasına
değil sadece O'na güvenip dayanmaya ilişkin bir direktifle başlayan, bunun
yanı sıra kendini Allah'a adayan, sadece O'na yönelik olarak hareket eden,
O'nun direktiflerine uyan islam toplumunun sosyal düzeninin dayandığı
çeşitli direktif ve yasaları içeren bu sure şu derin etkili ve dehşet verici
mesajla son buluyor.
Sorumluluğun ağırlığını, emanetin büyüklüğünü tasvir
eden, ağırlık noktasını ve büyüklüğün kaynağını belirleyen ve tümünü insanın
Allah'ı bilmesi, O'nun yasasına göre yol alması ve O'nun iradesine boyun
eğmesi noktası etrafında yoğunlaştıran bu mesajla son buluyor.
Sure bu mesajla son buluyor. Surenin başı ile sonu
surenin içerdiği konular ve varmak istediği hedeflerle ahenk oluşturuyor.
Zaten bu olağanüstü ahenkte bizzat bu kitabın kaynağına işaret etmektedir.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.