87-Ala
1- Rabbinin yüce adını takdis
et.
2- O yaratan ve düzeltendir.
3- Ölçüleri belirleyip yolunu
gösterendir.
4-Yemyeşil meraları
bitirendir.
5-Sonra da onları kupkuru
çöpe çevirendir.
Böyle derin, yumuşak bir
girişle surenin açılışı ta baştan takdisin yankılarının çınladığı bir havayı
oluşturuyor. Takdisin anlamı yanında bu yankılarda etrafa yayılıyor.
,Ardından takdisi emreden sıfatlar yer Alıyor. "O yarattı düzene koydu. O
herşeyi ölçüyle yapıp doğru yolu göstermiştir. O, yeşillikler bitirmiştir.
Sonra da onları siyah bir çöpe çevirmiştir."
Böylece bütün bu varlık
seslerin yankılandığı bir mabede, eşsiz sanatın eserlerini sergileyen bir
galeriye dönüşmektedir: "O yarattı, düzene koydu. O, her şeyi ölçüyle yapıp
doğru yolu göstermiştir."
Ayet-i kerimede geçen tesbih
kavramı, yüceltmek, tenzih etmek, Allah'ın güzel sıfatlarının anlamlarını
zihinde canlandırmak; hayatı onların kalbe ve vicdana verdiği parıltılar,
feyzler, ışıklar ve zevkler arasında yaşamaktır. Yoksa sadece "Suphanallah"
sözünü soyut bir şekilde tekrar edip durmak değildir... "Rabbinin yüce adını
takdis et" ifadesi insanın vicdanında öyle bir mana ve duygu oluşturuyor ki,
onu sözlerle, kelimelerle ifade etmek çok zordur. Bu ancak vicdanla
tadılabilecek bir olgudur. Sıfatların manalarını gözlerimizin önüne
getirmekten kaynaklanan parıltılarla beraber-, yaşamayı ifade etmektedir.
Bu ayet-i kerimede sözü
edilen en birinci ve açık sıfat Rabblık ve yücelik sıfatıdır. Rabb terbiye
eden, eğiten, koruyup gözetendir. Bu sevgi ve şefkat dolu sıfatın yansıttığı
anlam surenin havası, müjdeleri ve rahatlatan vurguları ile mükemmel bir
uyum içine girmektedir. Yüce sıfatı ise sonsuz ufuklara yükselme duygusunu
harekete geçiriyor. Ruhu engin deryalara doğru yöneltip serbest bırakıyor.
Ayrıca yüceltme ve tenzih etme ile de ahenk içine giriyor. Bu ise özü
itibarı ile yücelik sıfatını hissetmektir. Bilincine varmaktır. Burada hitap
öncelikle Hz. peygambere yöneltilmektedir. Ve bu emir O'nun Rabbinden
gelmektedir. Hem de şu ifade ile: "Yüce olan Rabbinin adını takdis et."
Burada sözle ifade edilemeyecek kadar büyük bir yakınlık ve ünsiyet
bulunmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber Rabbinin bu emrini okur ve surenin
diğer ayetlerine geçmeden önce O'na doğrudan cevap verir; `.Yüce Rabb'imi
takdis ederim" derdi. Bu hitap da O'nun cevabıdır. Emir ve O'na itaattir.
Ünsiyet ve O'na karşılığın verilmesidir. O Rabbinin huzurundadır. Doğrudan
direktif almakta ve cevap vermektedir, çok yakın bir dostluk ve ilişki
içinde. Bu ayet indiğinde Hz. Peygamber "bu ayeti secdelerinizde söyleyiniz"
buyurdu. Ondan önce "Öyle ise yüce Rabbinin adını takdis et" ayeti indiğinde
ise "bunu rükularınızda söyleyiniz" buyurdu. İşte rükularda ve secdelerde
söylenen namaza ilave edilmiş hayat dolu kelimedir. Ona hayat doldurmuştur.
Böylece Allah'ın doğrudan emrine, doğrudan bir karşılık verilmiştir.
.Allah'ın kullarına, kendisine övgüde bulunmaları ve O'nu takdis etmeleri
için izin vermesi, Allah'ın onlar üzerindeki nimetlerinden ve lütuflarından
biridir. Çünkü bu, yüce Allah'la bir bağın kurulmasına izin verilmesidir.
İnsanın sınırlı olan
kavrayışlarıyla yakınlık kurma şekillerinden biridir. Bu, yüce Allah'ın
kendini özel sıfatları ile onlara tanıma lütfunda bulunduğu bir iletişim
şeklidir. İnsanların samimiyetleri ve güçleri oranında Allah'ı tanımalarına
vesile olmaktadır. Herhangi bir şekilde kulların Allah'la iletişim
kurmalarına izin verilmesi bir ikramdır. Ve Allah'ın kullarına lütfudur.
"Yüce Rabbinin adını takdis
et. O herşeyi ölçüyle yapıp doğru yolu göstermiştir."
Herşeyi yaratan ve düzelten
mükemmel şekilde yapan ve onu kemalin zirvesine çıkaran O'dur. Her yaratığın
görevini ve amacını belirleyen; uğrunda yaratıldığı hedefe doğru
yönlendiren, varlığının amacını gösteren, varlığı süresince kendisine
yararlı şeyleri belirleyen ve buna doğru yol gösteren O'dur.
Bu büyük gerçek evrendeki
herşeyde açıkça görülmektedir. Varlığın alemindeki herşey büyüğünden
küçüğüne, mükemmelinden basitine, O'nun sanatında aynıdır. yaratışı itibarı
ile eksiksizdir. Görevini yapmaya uygundur. Varlığının amacı belirlenmiştir.
En kolay yoldan bu amacını gerçekleştirmesi sağlanmıştır. Bütün varlıklar
eksiksiz bir uyum içindedir. Toplu yaşamlardaki sosyal görevleri için herşey
kolaylaştırılmıştır. Tıpkı bireysel görevleri yapması için herşeyi
kolaylaştırdığı gibi.
Tek başına bir atom
elektronları, protonları ve nötronları ile eksiksiz bir uyum içindedir.
Atomun durumu tıpkı güneşi, gezegenleri ve uyduları ile tam bir uyum içinde
bulunan güneş sistemi gibidir. O da güneş sistemi gibi, yolunu bilmekte ve
onun gibi fonksiyonunu yerine getirebilmektedir. Tek olan canlı hücre tüm
görevlerini yapması için mükemmel bir yapıya ve yeteneğe sahiptir. Bu konuda
hücrenin durumu, en karmaşık kompleks varlıkların en mükemmelinin durumundan
farksızdır.
Yalnız başına bir atom ile
güneş sistemi arasında bir canlı hücre ile canlı varlıkların en karmaşığı
arasında pek çok düzenleme oluşum ve birleşim dereceleri vardır ve bu
derecelerin hepsi yaratılıştaki bu mükemmelliği korumaktadır. Toplu ahengi
muhafaza etmektedir. Kendisine hükmedip idare eden tedbire ve takdire boyun
eğmektedir. Bütün bir evren bu derin gerçeğe bizzat kendisi şahit-tir.
İnsan kalbi bu evrendeki
direktifleri ve mesajları bir bütün olarak ele aldığında, sağduyusunu
kullanarak varlıklar üzerinde düşündüğünde bu gerçeği kavrayacaktır. Duygu
ile dolu bir kavrayışı hangi toplumda yaşarsa yaşasın ve hangi ilmi seviyede
bulunursa bulunsun her insan zorlanmadan elde edebilir. Yeter ki kalb açılan
pencereleri açıl: tutsun ve varlığın gönderdiği mesajları alması için alıcı
cihazlarını hazır tutsun.
İlk bakışta duyamadığım bu
gerçekleri, üzerinde düşünerek ve deneysel ilmi kullanarak daha yakından
kavramak mümkündür. Artık evrendeki herbir varlığın, bu kapsamlı gerçeğe
işaret ettiğine ilişkin birçok değerlendirme ve araştırmalar elimizin
altındadır.
Newyork İlimler Akademisi
başkanı bilgin A. Crassy Morrisson "İnsan Tek Başına Ayakta Duramaz" adlı
kitabında şöyle diyor:
"Kuşların yuvaya dönüş
içgüdüleri vardır. Kapınızın üzerinde yuva yapan nar bülbülü sonbaharda
güneye göç eder, fakat ilkbahar gelir gelmez doğruca eski yuvasına döner.
Her Eylül ayında memleketimizde (Amerika'da) bulunan kuşların çoğu sürüler
halinde güneye göç eder. Bu kuşlar yolculukları esnasında engin denizler
üzerinde aşağı yukarı bin mil kadar bir mesafe Alırlar. Fakat hiçbir zaman
yollarını şaşırmazlar. Posta güvercini, kendisine kapalı bir kutu içinde
yaptırılan uzun yolculuk esnasında tepesi üzerindeki yeni yeni seslerden
bunalıp şaşkına dönünce bir müddet tur attıktan sonra hiç şaşırmadan
vatanına doğru yönelir. Esen rüzgar, ağaçları ve dalları ne kadar
karıştırırsa karıştırsın, arı, maharetle kovanını bulur. Bütün bunlar gözle
görülen delillerdir.
Meskene dönüş duyarlılığı
insanda zayıftır. Fakat o, bu alandaki eksikliğini birtakım aletlerle yapar.
Demek ki biz böyle bir içgüdüye muhtacız, fakat aklımız bu ihtiyacı
karşılamaktadır. Halbuki nice mikroskobik gözlere sahiptir. Şahin, kartal,
akbaba gibi yırtıcı kuşların teleskopik bir göz taşıdıkları şüphesizdir.
İnsan bu konuda da mekanik aletleriyle üstünlüğünü korumaktadır. Çünkü insan
icat ettiği teleskop sayesinde, görme kuvvetinin ancak iki milyon defa
artırılması halinde görebileceği yıldız kümelerini seyretmektedir. Yine o,
elektron mikroskobu yardımıyla çıplak gözle görülmeyecek bir bakteriyi
görebilir.
İhtiyar atınızı tek başına
bırakacak olursanız, karanlık ne kadar koyu olursa olsun, yolunu bulacaktır.
At, karanlıkta net olmasa da görebilir. Çünkü o, yolun yaydığı kırmızı ötesi
rengin ışınlarından az da olsa faydalanan gözleri sayesinde yol ile iki
tarafın ısı derecesindeki farkı hisseder. Baykuş, gece karanlığı ne kadar
koyu olursa olsun, serin otlar üzerinde yürüyen sıcak kanlı fareyi fark
eder. Biz insanlar ise ışık dediğimiz demette radyasyon olayını icat ederek
geceyi gündüze çevirebiliyoruz.
İşçi arılar peteklerinde
üremek için değişik hacimli hücreler yaparlar. Küçük hücreleri yeni doğacak
işçi arılara, büyükleri de erkek arılara ayırırlar. Àyrıca müstakbel
kraliçeler (arı beyi) için de özel hücreler hazırlarlar. Kraliçe,
döllenmemiş yumurtaları erkek arılara tahsis edilen hücrelere, döllenmiş
yumurtaları da yeni doğacak dişi işçiler ve müstakbel kraliçeler için
hazırlanmış münasip hücrelere yerleştirir. Değişikliğe uğramış olan işçi
arılar yeni arı neslinin gelişini uzun zaman beklerken arı yavrularının
(kurtçukların) beslenmeleri için gereken hazırlıkları da yaparlar. Yavrular,
ilk önce, bal ve çiçek tozundan hazırlanmış lokmalar ve işçi arıların
başlarındaki bezeden çıkan süt koyuluğunda besleyici bir sıvı ile
beslenirler. Fakat erkek ve dişi arı yavrularının gelişmesine bağlı olarak,
belirli bir devreden sonra, balın çiğnenmesi ve ön sindirim işinden
vazgeçilir ve bu andan itibaren sadece bal ve çiçek tozu verilir. Bu şekilde
beslenen dişi arı yavruları işçi arılar olur. Kraliçe hücrelerinde bulunan
dişi yavrulara gelince; bunlara çiğnenmiş ve ön sindirime uğramış besinlerin
verilmesine devam edilir. Böyle özel bir şekilde bakım gören yavrular
kraliçe arılar olur ve döllenmiş yumurtaları yalnız bu kraliçe arılar verir.
Buraya kadar sözkonusu
ettiğimiz arıların üreme şekli peteklerde hususi hücrelerin bulunuşuna ve bu
hücrelere has yumurtaların konuluşuna bağlıdır. Ayrıca gıdayı değiştirmek
için ona esrarengiz bir tesir yapmak bahis konusudur. Bütün bunlar belirli
süreler içinde beklemeyi çeşitli elemanları ve hadiseleri birbirinden ayırd
etmeyi, verilen gıdanın doğurduğu tesir safhalarını takip etmeyi gerektirir.
Böylesi değişiklikler, özellikle bir topluluk hayatına tatbik edilmekte ve
onun varlığı için zaruri görülmektedir. Bunun için gerekli olan bilgi ve
maharet mutlaka arıların toplum halindeki yaşayışları başladıktan sonra
teşekkül etmiştir. Fakat arının oluşturulması ve hayatını sürdürebilmesi
için bu büyük bilgi ve maharetin doğuştan mevcut olması zaruri değildir. O
halde öyle anlaşılıyor ki, belirli şartlar altında gıdanın göstereceği
tesirleri bilmekte arı insanı bile geçmiştir. Koklama ve işitme duyguları:
Köpek, geçmekte olan hayvanı
bakmadan hissedebilir. İnsan, zayıf olan koklama duyusunu kuvvetlendirecek
herhangi bir cihaz henüz icat edememiştir. Hatta biz koklama duyumuzun
mesafesini uzatma çarelerini araştırmak için işe nereden başlayacağımızı
bile kestiremiyoruz. Fakat bizim bu duyumuz, zayıf olmasına rağmen, son
derece küçük, mikroskobik zerreleri teşhis edebilecek kadar bir keskinliğe
sahiptir. Acaba aynı korkuyu hepimiz Aynı şekilde mi hissederiz? Öyle
anlaşılıyor ki her birimizin aldığı tesir aynı olmuyor. Tat her birimizde
farklı bir tatma duyusu meydana getirmektedir. İşin Hayret edilecek bir yönü
de duyumların böyle farklılık göstermesinde irsi yetin ehemmiyetidir.
Bütün hayvanlar işitir.
Hayvanların duyabildiği seslerin birçoğu bizim duyabileceğimiz titreşim
sınırlarının dışındadır. Öyle ince ve hafif sesler vardır ki bizim sınırlı
işitme duyumuzun kat kat üstünde kalır. Fakat insan, icat ettiği cihazlar
sayesinde, kilometrelerce uzakta yürüyen bir sineğin sesini kulak kepçesinin
üzerinde yürüyormuş gibi duyabilmektedir. İnsan buna benzer cihazlarla güneş
ışınlarının tesirini bile tespit etmiştir.
Örümcekler, balıklar,
kelebekler...
Su örümceklerinden biri,
kendisi için, örümcek ağı ipliğinden balon şeklinde yuva yapar ve onu suyun
altında bir yere bağlar. Sonra su yüzüne çıkar ve gayet ince bir ustalıkla
vücudunun altındaki kıllar arasında bir hava kabarcığı saklayarak suyun
içine dalar. Hava kabarcığını yuvasının altına bırakır. Bu işi defalarca
tekrar eder, nihayet balon biçimindeki yuva şişince içine girip yavrular. Şu
örümceği, bu balon içinde hava cereyanlarından emin olarak yavrularını
büyütür. Burada dokuma, mühendislik, inşa ve havacılık ilimlerinin bir
sentezi ile karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz.
Yavru halindeki "som" balığı
yıllarca denizde yaşar. Fakat birgün gelir doğduğu nehre döner. İşin
enteresan tarafı "som" balığının, içinde doğduğu nehir kolunun büyük nehirle
birleştiği yerden içe doğru girmesidir. Belki bu nehrin iki tarafında
bulunan iki Amerikan eyaletinden birinde kanunlar kesin, diğerinde
gevşektir, fakat kanunlar, nehrin sadece bir kıyısını tercih ettiğini
söyleyebileceğimiz som balığına göre mutlak manada kesindir. Peki, bu balığı
o kadar ince ve titiz hesaplarla doğum yerine döndüren şey nedir? Doğduğu
yer istikametinde yüzmekte olan som balığı nehrin başka bir koluna
nakledilse yanlış yolda olduğunu fark eder ve ana nehre ulaştıktan sonra
yolunu değiştirerek asıl gideceği yere yönelir.
Bu konuda çözüm bekleyen daha
güç bir bilmece vardır; yukarıda anlattığımız hareketin tanı aksini yapan
yılan balıklarının macerası. Bu Hayret verici yaratıklar, olgunluk çağına
erişince, bulundukları çeşitli göl ve nehirlerden göç etmeye başlar. Söz
gelimi Avrupa'da bulunan yılan balıkları denizde binlerce kilometre
seyrettikten sonra, hepsi de Bermudanın güney açıklarındaki dipsiz
derinliklere gider. Burada yavruladıktan sonra ölür. Yavru balıklar, engin
denizin ortasında hiçbir şeyden haberi olmayan o hayvanlar da yolculuğa
çıkar. Ölmüş annelerinin geliş yolunu bularak onların geldikleri sahile
varırlar. Orada da kalmayarak eskiden annelerinin yaşadığı nehri, gölü veya
su birikintisini bulurlar. Böylece suyun her bir zerresi yılan balığıyla
tanışmış olur. Düşünelim ki, bu hayvan buraya gelebilmek için en kuvvet!i
akıntılara göğüs germiş, bütün deniz kabarmaları ve kasırgalarına mukavemet
göstermiş ve birçok azgın dalgalarla boğuşarak onları yenmiştir. Şimdi artık
gelişebilir. Nihayet birgün olgunluk çağına gelince gizli bir kuvvet onu
dönmeye, geldiği yere doğru tekrar yola çıkmaya sevk eder.
O halde yılan balığına böyle
yön veren kuvvet nereden doğmaktadır? Şimdiye kadar hiçbir Amerikan yılan
balığı Avrupa sularında yakalanmadığı gibi hiçbir Avrupa yılan balağına da
Amerika sularında rastlanamamıştır. Tabiat Avrupa yılan balağının
gelişmesini diğerlerine nispetle bir veya birkaç yıl daha geciktirmiştir ki
yürüyeceği uzun mesafe için gerekli kuvveti kazanmış olsun.
Ne dersiniz, maddenin en
küçük parçaları, atomlar ve moleküller, yılan balığını teşkil etmek için bir
araya geldiklerinde, bunlarda bir yön verme şuuru ve icra için gerekli bir
irade gücü mü doğmaktadır, acaba?
Rüzgarın dişi bir kelebeği
üst kattaki odanızın penceresinden içeriye attığını düşünelim. Dişi kelebek
hemen gizli bir işaretle erkeğine haber verir. Erkek kelebek ne kadar uzakta
bulunursa bulunsun bu işareti Alır ve karşılığını verir. Siz bu iki kelebeği
şaşırtmak için ne yapsanız faydasızdır.
Acaba bu çelimsiz ve cılız
yaratığın verici ve radyo istasyonu ve erkeğinin de antenli bir alıcı
radyosu mu vardır, yoksa dişisi, havayı titreştiriyor da öteki bu
titreşimleri mi alıyor?
Biz bugün, uzakta bulunan bir
kimse ile böyle bir münasebet kurabilecek kudreti elde etmek için pek hassas
cihazlara başvurmak mecburiyetindeyiz. Birgün gelecektir ki delikanlı,
hiçbir mekanik cihaz kullanmadan, uzak mesafelerdeki dostuna seslenecek ve
ondan cevap alabilecektir, bunlara hiçbir engel mani olamayacaktır.
Telefon ve radyo (telsiz) pek
mükemmel iki cihazdır. Her ikisi de uzakta bulunan kimselerle çabuk temas
kurmayı sağlar. Fakat bunları kullanabilmek için tel şebekesine ve belirli
makinaya ihtiyaç vardır. Bu bakımdan kelebek bizden üstündür. Ne var ki onu
kıskanmaya hakkımız yoktur. Biz insanlar da aklımızı kullanmalı ve ferdî bir
telsiz sistemi keşfetmeliyiz. Ancak o zamandır ki biz de telepati sahibi
olacağız.
Bitkiler, döllenmeyi sağlamak
ve dolayısıyle varlıklarını sürdürebilmek için bazı aracılar kullanmasını
başarmışlardır. Yaptıkları İşten habersiz olan bu aracılar bir çiçekten
diğerine çiçek tozu taşıyan böcekler, rüzgar, tohumları o çiçekten bu çiçeğe
taşıyan uçar yürür. Nihayet bitkiler insanı, o yüce mahluku da tuzağa
düşürmüştür. İnsan, doğrusu, tabiatı güzelleştirmiş, tabiat da onu bol bol
mükafatlandırmıştır. Fakat insan çok üreyen bir mahluktur, bu sebeple de
ziraata başvurmak mecburiyetinde kalmıştır. O, tohum ekmeye, ekini
yetiştirip biçmeye, depolamaya, ayrıca bitkileri geliştirmeye, aşılamaya ve
gübrelemeye mecburdur. Eğer insan bu işlemi ihmal edecek olursa aç kalır.
Böylelikle medeniyet yıkılır, yeryüzü tekrar ilk haline döner.
Henüz yavru halinde iken
yuvalarından Alınan kuşlar, büyüdükleri zaman kendi familyalarının tipinde
yuva yaparlar. Öyle anlaşılıyor ki, nesilden nesle intikal eden gelenekler
çok eski ve derin temellere sahiptir. Acaba bütün bu işler bir tesadüf eseri
mi, yoksa hikmetli bir varlığın yaratması mahsulü müdür? Bir kısmından söz
ettiğimiz, hayvanlara ait bu kudret ve imkanlar, "içgüdü" diye
isimlendirdiğimiz ve nesilden nesile geçen (irsî) bir geleneğin kuvvetinin
belirtileridir. Yeryüzünün her köşesini işgal eden bunca canlı içinde,
insanda olduğu gibi, akıl yürütme ve netice çıkarma kudretine sahip bulunan
hiçbir varlık yoktur. Canlılar dünyasında çevre şartlarına uyma sayesinde
hayata devam etmek vardır, bunun yanında şartlara uymada çok 'ileri
gidildiği takdirde yok olmak tehlikesi de sözkonusudur. Fakat sadece
insandır ki rakam bilgisi ve matematik zekâsı ilerleyebilmiştir. Böceklerden
biri ayaklarının sayısını bilecek olsa bile kendi familyasından iki böceğin
ayak sayısını bilme imkanına sahip olamayacaktır, çünkü bu, akıl yürütme
kudretine bağlıdır.
Istakoz gibi birçok hayvan
vardır ki, sözgelimi, pençelerinden birini kaybedecek olsa vücudundan parça
koptuğunu farkeder, hücrelerini çalıştırmak ve bakiye unsurlarından
faydalanmak suretiyle hemen kaybolan organı yerine getirmeye koyulur. Organ
tam olarak yerine gelince hücrelerin çalışması durur, çünkü hücreler,
bilinmeyen bir yolla işi bırakma zamanının geldiğini anlar.
Tatlı su polipi ikiye
ayrıldığı zaman, bu parçalardan biri yoluyla yeniden teşekkül etme imkanını
bulur. Solucanın başını kesecek olursanız hemen yeni bir baş imal ettiğini
görürsünüz. Biz insanlar da yaralarımızı iyileştirme imkanına sahibiz. Fakat
operatör -gerçekten olabilecekse- hücreleri harekete geçirip de yeni yeni
kollar, tırnaklar... Ve sinirler elde etme imkanına ne zaman
kavuşacaklardır?
Burada "yeniden yaratma"
bilmecesine bir parça ışık tutan müthiş bir gerçek vardır: Hücreler ilk
gelişimi sırasında bölünecek olursa, bölünen her parça tam bir canlı meydana
getirme kudretine sahip olmaktadır. O halde ilk hücre iki ayrı parçaya
ayrılırsa her bir parçadan ayrı ayrı fertler oluşur. İkizlerin birbirine
benzemesi bu olayla izah edilebilir. Fakat hadiseden daha önemli bir netice
çıkarmalıyız: Demek ki başlangıçta mevcut olan her hücre bütün
ayrıntılarıyla türünün tam bir ferdi olabilmektedir. O halde hiç şüphe yok
ki sen her hücre ve dokuda aynen sensin.
Palamut ağacının yemişi yere
düşer, sert, kahve rengi kabuğu onu korur, toprak içinde çukurlardan birine
yuvarlanır. ilkbahar geldi mi yemişin içindeki öz dirilir, kabuk yarılır;
içinde genlerin sakladığı yumurta biçimindeki özden bir yemek ziyafeti
hazırlanmıştır. Palamut yemişi toprağa kök salar, İşte size bir filiz, taze
bir fidan ve birkaç yıl sonra bir palamut ağacı daha. Genleri bulunduran
pala mat yemişinin özü, bu tomurcuk milyarlarca defa çoğalmış ve dalları,
gövdesi, yaprakları ve meyvesiyle yeni bir ağaç meydana getirmiştir, her
tarafıyla, zamanında meyvesi olduğu pala muta benzeyen bir ağaç. Yüzlerce
yıl sayılmayacak kadar çok palamut yemişlerinde aynı atom düzeni mevcuttur.
Belki üç milyon yıl önce palamut ağacını meydana getiren bir düzen.
Her hücre, hangi canlıda
bulunursa bulunsun, bir et parçası olabilmesi için kendisine biçim vermesi
veya hemen eskiyi veren cildin bir kısmını teşkil edebilmesi için kendisini
kurban etmesi gereklidir. Yine hücre dişlerdeki mine tabakasını oluşturmaya,
gözdeki saydam sıvıyı meydana getirmeye ve mesela burunla kulağın oluşumunda
vazife almaya mecburdur. Aynı zamanda herbir hücre, vazifesini yerine
getirebilmesi için gerekli form ve özellikleri elde etmelidir.
Herhangi bir hücrenin sağ
veya sol eli bulunabileceğini tasarlamamız pek güçtür. Fakat şu bir
gerçektir ki, hücrelerden biri sağ kulağın bir parçasını teşkil ederken
diğeri de sol kulağın bir cüzü oluverir. Kimyevi özellikleri bakımından
birbirinin aynı olan bazı kristallerin, güneş ışınlarını sola, diğerlerinin
de sağa saptırdığını biliyoruz. Böyle bir özelliğin hücrelerde de mevcut
olması muhtemeldir. Çünkü hücreler, kendilerine has ve gerçekten isabetli
bir mekanda bulundukları takdirde, öyle anlaşılıyor ki, ya sağ veya sol
kulağın bir parçasını teşkil eder. Kulaklarınız başınızda aynı hizadadır ve
mesela ağustos böceğinde olduğu gibi dirseğin üstünde değildir. Kulaklarda
birbirine ters düşen girinti ve çıkıntılar vardır. iki kulak birbirine o
kadar benzer ki birini ötekinden ayırd etmek son derece güçtür.
Yüz binlerce hücre en doğru
işi en münasip zamanda ve en uygun yerde yapmaya mecbur edilmiş gibidir.
Bazı karıncalar, içgüdünün
veya düşüncenin -hangisi hoşunuza giderse onu tercih ediniz- sevkiyle,
gıdasını temin etmek için, "mantar tarlaları" diyebileceğimiz yerlerde besin
olarak mantar yetiştirirler. Bu karıncalar aynı zamanda gül biti ve tırtıl
gibi küçük böcekleri avlar. Bu küçük yaratıklar karıncaların sağmal inekleri
ve keçileri gibidir. Karıncalar bunlardan bala benzer belirli bir su alarak
beslenirler.
Karıncalar diğer bazı
karıncaları esir alarak işlerinde çalıştırırlar. Bazı karıncalar da yuva
yaparken bitki yapraklarını arzu edilen ebada uygun olarak keserler. işçi
karıncalar yuvanın etrafını düzene koyarken bu iş için yavru karıncaları
çalıştırır, çünkü -ipekböceği gibi- ipek iplik salgılayan bu yavrular
yuvanın etrafını beraberce örerler. Çoğu defa yavru karınca kendisi için bir
yuva (koza) yapmaya fırsat bulamaz, fakat bununla beraber o, topluma hizmet
etmiş olur!
Karıncayı oluşturan cansız
atomlar ve moleküller bu kadar karmaşık işlerin içinden nasıl çıkabiliyor?
Şüphe etmemelidir ki bütün bu
işleri yaparken karıncaya yol gösteren bir Yaratıcı vardır."
Evet... Hiç şüphesiz ona ve
küçük-büyük diğer tüm yaratıklara yol gösteren bir yaratıcı vardır. Ve o
yaratıcı "Rabbinin yüce adını takdis et. O yarattı, düzene koydu. O, herşeyi
ölçüyle yapıp doğru yolu göstermiştir."
Bu bilginin sözlerinden
aktardığımız bu pasajlar insanların bitkiler, böcekler, kuşlar ve hayvanlar
dünyasında tesbit ettiklerinin sadece bir kısmıdır. Bunların ötesinde daha
yığınlarca gerçekler bulunmaktadır. Ayrıca bunların hepsi de yüce Allah'ın:
"O yarattı, düzene koydu. O herşeyi ölçüyle yapıp doğru yolu göstermiştir."
sözünün geniş anlamından sadece bir yönünü dile getirmektedir. Gözlerimizin
önündeki bu varlığın ne yazık ki, ancak pek az bir kısmını tanıyor,
biliyoruz. Bu varlıkların ötesinde gayb alemi yer almaktadır. Gayb ile
ilgili dünyayı da ancak yüce Allah'ın bize bildirdiği kadarı ile; zayıf olan
beşeri yapımızın kaldırabileceği kadarı ile tanıyabiliyoruz.
Koca evrenin sayfasından
Alınan bu geniş kapsamlı ifadeden, kainatın dört bir yanında yankılanan
takdis çınlamalarından, evrenin en ücra köşelerinin bile bu yankıya karşılık
vermesinden sonra kendisine göre yüklü mesajı ve anlamı bulunan bitki
hayatına ilişkin bir dokunuş yer almaktadır:
"O, yeşiller bitirmiştir.
Sonra da onları siyah bir çöpe çevirmiştir."
Yeşillik, her türlü bitkiyi
kapsamaktadır. Hiçbir bitki yoktur ki Allah'ın yaratıklarından birine
yaramasın. Yani buradaki yeşillik hayvanların otlatıldığı çayırların
ötesinde bir anlam taşımaktadır. Çünkü yüce Allah bu dünyayı yaratmış ve
burada yaşayan her canlının gıdasını da temin etmiştir. isterse bu yaratık
toprağın üzerinde dolaşsın, ister yerin içinde yaşasın isterse havada uçsun
farketmez.
Bitkiler ilk önce yemyeşil
olarak boy verir. Sonra sararıp solarak kupkuru bir hale gelir. Bitki, hem
yemyeşil iken hem de kupkuru hale geldikten sonra yiyecek olarak kullanılır.
Yaratan ve düzenleyen, takdir edip yol gösterenin dilemesi ile her iki halde
de bu bitkiler işe yaramaktadır.
Burada bitkilerin hayatına
değinilmesi, gizliden gizliye şu gerçeği çağrıştırmaktadır: Her ekinin bir
hasadı, her canlının mutlaka bir sonu vardır. Bu dokunuş, dünya hayatı ile
ahiret hayatından söz eden konunun içeriği ile bütünleşmektedir... "Fakat
siz şu yakın hayatı tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha iyi ve daha
kalıcıdır." Dünya hayatı tıpkı bu Yeşillik gibidir. Sonra eriyip kupkuru
hale gelen ot gibidir. Ahiret hayatı ise sonsuza dek kalıcıdır.
Ayetlerin akışı içinde ele
Alınan bu gerçekler, koca evrenin sayfasından Alınan ve derin anlamlar
taşıyan bu girişten sonra bu varlık alemi ve bu alemdeki yaratıklarla temasa
geçmektedir. Hem de bu güzel sunuş ve sergileniş içinde. Zaten bu cüzdeki
surelerin tamamı bu türden bir çerçeveye oturmaktadır. Bu çerçeve, ayetlerin
havası gölgesi ve vurguları ile gerçek bir uyum sergilemektedir. Tam bir
ahenk içine girmektedir.
Bundan sonra Hz. Peygambere
ve O'nun arkasındaki ümmetine büyük müjde yer alıyor:
6- Ey Muhammed! Sana Kur'an'ı
biz okutacağız ve asla unutmayacaksın.
7- Yalnız Allah'ın dilediği
başka. O açığı da bilir gizliyi de.
8- Seni en kolay yolu tutmağa
muvaffak edeceğiz.
9- O halde hatırlatmak fayda
verirse hatırlat.
Burada müjde Kur'ana Kerimin
ezberlenmesi ve hafızada tutulması için gereken çaba ve yorgunluğun Hz.
Peygamberin boynundan kaldırılması ile başlıyor: "Ey Muhammed! Sana Kur'an'ı
biz okutacağız ve asla unutmayacaksın." Peygamberin görevi sadece okumaktır.
Onu Rabbinden almaktır. Bundan sonra onu kalbe yerleştirecek ve O'nun
okuttuğunun unutulmamasını sağlayacak olan Rabb indir. Rabbi bu konuda O'na
teminat vermektedir.
Bu Hz. Peygamberi bu yüce,
güzel Kur'an konusunda rahatlatıp huzura kavuşturan bütün bir kalbiyle
sevdiği Kur'an konusundaki endişelerini silip süpüren bir müjdedir. Daha
önceleri Hz. Peygamber gönlünden gelen bir sevgi ile O'nu koruma bilinci ve
arzusuyla ve bu konudaki büyük sorumluluğuyla heyecana kapılıyor, Hz.
Cebrail O'nu bir ayet getirdiğinde hemen onu defalarca tekrar ediyor,
herhangi bir harfini unuturum endişesiyle Cebrail'in söylediklerini
arkasından tekrarlıyordu. Bu tutumu, gönlünü rahatlatan ve Rabbinin bu
konuda kendisine teminat verdiğini bildiren müjdeler gelinceye kadar böyle
devam etmişti.
Bu aynı zamanda peygamberin
izinden giden ümmeti için de bir müjde idi. Ümmet bu müjde ile inanç sistemi
konusunda gönül rahatlığı içinde olacaktı. Çünkü bu sistemi gönderen
Allah'tı. Peygamberin kalbinde O'nu koruyup teminat altına alan O'ydu. Bu da
yüce Allah'ın kendi himayesini, bu dinin O'nun katındaki değerini ve bu
dinin Allah'ın terazisindeki ağırlığını ifade ediyordu.
Kesin bir sözün verildiği
veya şaşmaz bir ilkenin dile getirildiği her yerde olduğu gibi burada da
Allah'ın iradesinin özgür olduğu, herhangi bir kayıtla sınırlanamayacağı
ifade ediliyor. isterse bu kayıt ve sınır ilahi iradenin verdiği sözden,
belirlendiği yasadan kaynaklansın. ilahi irade verilen söze ve belirlenen
yasaya rağmen tam anlamıyla özgürdür. Kur'an-ı Kerim her yerde bu gerçeği
kafalarımıza yerleştirmeye özen göstermektedir. Nitekim biz de Fizilal'de bu
konuya zaman zaman değindik. İşte buradaki ifade de aynı gerçeğe parmak
basmaktadır:
"Yalnız Allah'ın dilediği
başka." Bu, Hz. Peygambere Kur'an'ı asla unutmayacağına dair verilen gerçek
sözün ardından ilahi iradenin özgürlüğünü ve enginliğini ortaya koymak için
sözkonusu edilmiştir. Böylece iş yine de özgür iradenin denetiminde
kalmaktadır. Söz verdiği konularda bile sürekli olarak herkes bu mutlak
iradeye yönelecek, sürekli gözünü ona dikecektir. Kalb Allah'ın isteğine,
sonsuza kadar canlı ve diri bir şekilde bağlı kalacaktır.
"O açığı da bilir, gizliyi de
bilir." Sanki bu açıklama bu bölümde geçen, koruma ve istisnanın bir sebebi
niteliğindedir. Bunların hepsi bir hikmete bağlıdır. Bu hikmeti de gizli ve
açık herşeyin gözeticisi Allah bilmektedir. işi her yönüyle en iyi bilen
sadece O'dur, Bu eksiksiz gözetimi ve bilgisi uyarınca kararını O belirler
ve O açıklar.
İkinci kapsamlı müjde ise
şudur: "Seni en kolay yolu tutmağa muvaffak edeceğiz."
Bu hem Hz. peygamberin
şahsına, hem de izinden giden ümmetine yönelik bir müjdedir. Ayrıca bu dinin
yapısını bu davanın gerçek mahiyetini, insan hayatındaki fonksiyonunu ve
varlık düzenindeki yerini, konumunu belirlemektedir. iki kelime ile de olsa:
"Seni en kolay yolu tutmağa muvaffak edeceğiz". Bu iki kelime inanç
sisteminin ve aynı zamanda bu evrenin en önemli gerçeklerinden birini dile
getirmektedir. Böylece bu peygamberin karakteri bu inanç sisteminin
karakteri ve bu evrenin karakteri ile ilişkiye geçmektedir. Kudretin elinden
kolaylıkla yaratılan; yoluna kolaylıkla devam eden, kolaylıkla amacına doğru
yönelen varlıkla, peygamber ve akidenin bağını sağlamlaştırmaktadır. Öyle
ise bu bir ışık patlamasıdır. Sınırı olmayan gerçeğin ufuklarına,
boyutlarına ve derinliklerine kadar ulaşan bir patlama...
Yüce Allah'ın kendisini kolay
olana muvaffak ettiği insan bütün hayatı boyunca kolay bir yol izleyecektir.
Oluşuma, hareket ve yönelişi Allah'a doğru olan bu evrenle uyum içinde
yoluna davam edecektir. Bu koca evrenin çizgisinden sapanların dışında hiç
kimseyle çatışmayacaktır. Bunlar ise koca evrenle karşılaştırıldıklarında
hiçbir ağırlığı ve hiçbir değeri olmayan yaratıklardır. Bu durumda insan
bütün bir evren ile bütün olaylar, varlıklar ve kişilerle ayrıca olaylara
varlıklara ve kişilere hükmeden yasalar ile bütünleşerek kolay, yumuşak,
düzenli bir hareket içine girer. Elinde kolaylık, dilinde kolaylık, attığı
adımında kolaylık, işinde, eyleminde kolaylık, yaklaşımında kolaylık,
düşüncesinde kolaylık, işleri ele alışında kolaylık, işlere çözüm
getirmesinde kolaylık vardır. Kendisine karşı kolaylık, başkasına karşı
kolaylık vardır.
İşte bu şekilde Hz.
Peygamberin her işinde kolaylık vardı. iki şey arasından tercih yapmak
durumunda kaldığında kolayını tercih ederdi. Nitekim Hz. Aişe'den gelen bir
rivayette bu gerçeğe parmak basılmaktadır. Hz. Aişe diyor ki: "Hz. Peygamber
evinin içinde insanların en yumuşak olanıydı. Sevinçli-güleç
yüzlüydü."(Buhari, Müslim) Sahih-i Buhari'de deniyor ki: "Bir cariye Hz.
Peygamberin elini tutar ve onu dilediği yere Alır götürürdü."
Hz. Peygamberin giyimi,
yiyeceği, yatışı ve diğer tüm hareketlerinde kolaylığı tercih ettiği ve
sürekli külfetsiz olanını seçtiği görülmektedir.
Ebu Abdullah Şemseddin,
Muhammed İbni Kayyim, EI Cevziye'nin "Zadu'l Meal" adlı kitabında Hz.
Peygamberin giyimi ile ilgili olarak şunları kaydetmektedir: "Hz.
Peygamberin "sehap" adı verilen bir sarığı vardı. Onu Ali'ye giydirdi. Hz.
Peygamber bu fesi sarar ve altında takke de giyerdi. Bazen fes olmadan
sadece takke giyer, bazen de takkesiz fes giyerdi. Sarık sardığı zaman
sarığın ucunu iki omsuzunun arasına salıverirdi. Nitekim Müslim "Sahih"inde
Ömer ibni Haris'ten şöyle bir hadisi aktarmaktadır: "Hz. Peygamberi minber
üzerinde gördüm. Başında siyah bir sarık vardı. Ucunu iki omsuzunun arasına
salıvermişti." Yine Müslim'de Cabir'den gelen hadiste sarığının bir uzunluğu
olduğu ifade edilmektedir. Böylece anlaşılıyor ki Hz. Peygamber sarığını
sürekli olarak omuzlarının arasına sarkıtmazdı. Yine denilir ki Hz.
Peygamber Mekke'ye girdiğinde üzerinde savaş kıyafeti vardı. Başında ise
miğferi bulunuyordu. Yani her yerde uygun olan kıyafeti giymiştir.
Başka bir bölümde diyor ki,
doğrusu şudur ki yolların en güzeli Peygamberin yoludur. Peygamberin
belirlediği, uyulmasını istediği, teşvik ettiği ve sürekli uyguladığı
yoldur. Bu yola göre O'nun sünneti insanın en kolay olanı tercih edip
giymesidir. Bazen yünden, bazen pamuktan, bazen ketenden giyinmesidir.
Peygamber bazen Yemen abasını giymiş, bazen yeşil aba giymiş, cübbe giymiş,
başına takke örtmüş, gömlek giymiş, şalvar giymiş, fistan giymiş, kürk
giymiş, mest giymiş, ayakkabı giymiş, bazen saçının örüklerini arkaya
sarkıtmış, bazen de olduğu gibi bırakmıştır...
Peygamberin yemeği hususunda
ise şunları kaydetmektedir: Hz. Peygamberin yemeğine ilişkin hayatı da böyle
idi. Var olanı geri çevirmez, olmayanı aratmazdı. Güzel şeyleri kendisine
ikram edildiği zaman yerdi. Hoşuna gitmeyeni yemez ancak başkasının yemesine
de engel olmazdı. Asla bir yemeğe kusur aramazdı. Hoşuna giderse yer, yoksa
bırakırdı. Nitekim kendisine ikram edilen keler yemeğini alışmadığı için
yememiş, fakat onu ümmetine de haram kılmamıştır. Bu yemek O'nun kendi
sofrasında yenmiş, O'da bakmıştır. Tatlı ve bal yemiş ve bunları çok
sevmiştir. Yaş hurmayı da kuru hurmayı da yemiş, sütü hem sade olarak hem de
başka şeylerle karışık olarak içmiştir. Kağut ve balı, su ile içmiş, hurma
şerbetini içmiş, sütten ve undan yapılan çorbayı yemiş, salatalığı yaş hurma
ile yemiş, kaymak yemiş, hurmayı ekmekle, ekmeği sirke ile yemiştir.
Kavrulmuş eti yemiş, pişirilmiş kabağı yemiş ve bu yemeği sevmiştir.
Haşlanmış pazı- , yemeğini yemiş, tiridi yağla yemiş, peynir yemiş, ekmeği
zeytinyağı ile yemiş, karpuzu yaş hurma ile yemiştir. Hurmayı kaymakla yemiş
ve bunu sevmiştir. Güzel bir yemeği reddetmemiş ve zorla yemeye
çalışmamıştır, zorluk çıkarmamıştır. İzlediği yol bulduğu yemekti,
bulamadığında ise sabretmekte...
Peygamberin uykusu ve
uyanması ile ilgili olarak da, şunları söylemektedir: Bazen döşek üzerine,
bazen post üzerine, bazen hasır üzerine bazen yere, bazen divanın kumları
üzerine, bazen de siyah bir örtü üzerine yatardı.
Hz. Peygamberin işleri
düzenlemesinde kolaylığı, yumuşaklığı ve toleranslı davranmayı teşvik eden
hadisleri ise gerçekten pek çoktur. Hepsini burada vermemiz zordur. Kolaylık
gösterilen konuların başında inanç sistemi ve yükümlülükleri gelmektedir. Bu
konuda Hz. Peygamber "şüphesiz bu din kolaydır. Dinin tüm emirlerine
sarılmayı deneyen herkes mağlup olur." (Buhari) "işinizi kendi kendinize
zorlaştırmayınız. Yoksa işiniz zorlaşır. Çünkü bir topluluk kendi işini
zorlaştırmaya yöneldiğinde işleri zorlaştırılmıştı."(Ebu Davud)
"Bitkiler ne bir aşılmadık
düzlük bırakmış ne de bir sırtı çıplak toprak bırakmıştır."(Buhari)
"Kolaylaştırınız,
zorlaştırmayınız."(Buhari, Müslim)
Sosyal ilişkilerle ilgili ise
şöyle buyurmuştur: "Satın aldığında, sattığında ve hüküm verdiğinde
toleranslı davranan adama Allah'ın rahmeti üzerine olsun."(Buhari)
"Mümin kolaycıdır ve yumuşak
huyludur."(Beyhaki)
"Mümin başkalarıyla iyi
geçinen kendisi ile iyi geçinilendir."(Darakutni) "Allah'ın en sevmediği
adam, aşırı kin ve düşmanlık besleyendir."(Buhari, Müslim) Hz. Peygamberin
takılan isimlerde ve jest ve mimiklerde bile zorluk ve katılıktan
hoşlanmaması derin anlamlı işaretlerden sayılmaktadır. Bu da onun fıtratının
gerçek yüzünü Rabbinin O'nu düzenlemesini, yapı ve karakter olarak kolaylığa
muvaffak kılışı göstermektedir. Said ibni Musayyib babasından (Allah ondan
razı olsun) rivayetle babasının Hz. Peygambere geldiğini bildiren bir
rivayeti kaydeder. Burada Peygamber Musayyib'e sorar: Adın nedir? O da sert
ve katı anlamına gelen Hazn der. Bunun üzerine Peygamber: Aksine sen
Sehl'sin, kolaysın der. Musayyib ise: Babamın bana verdiği ismi değiştirmem!
der. İbni Musayyib der ki: O aramızda bundan sonra hep Hazune katı, üzüntülü
olarak kalmıştır.(Buhari)
İbni Ömer derki: Hz.
Peygamber Âsiye ismini Cemile diye değiştirmiştir. (Müslim) Hz. Peygamberin
sözlerinden biri de şudur: Kardeşini güzel bir yüzle karşılaman
iyiliktendir. (Tirmizi)
Bu öyle şefkatle dolu bir
duygudur ki isimlerdeki ve detaylardaki sertlik ve katılığı bile görmekte ve
ondan nefret etmektedir. Kolaylığa ve yumuşaklığa eğilim duymaktadır.
Hz. Peygamberin bütün hayatı
hoş görünüm, kolaylığın, sakinliğin, yumuşaklığın ve tüm işlerde kolaylıkla
bütünleşmenin en açık örnekleri ile doludur. Hz. Peygamberin gönülleri nasıl
tedavi ettiğini gösteren aşağıdaki örnek Aynı zamanda O'nun metodunu ve
karakterini, ortaya koymaktadır.
"Birgün kırsal kesimde
yaşayan bir köylü Hz. Peygambere geldi. O'ndan birşeyler istiyordu.
istediğini verdi ve ona dedi ki: sana iyilik ettim mi? Köylü adam, hayır
iyilikte etmedin, güzel de davranmadın! Müslümanlar öfkelendiler ve üzerine
yürüdüler. Hz. Peygamber kendilerine işaret ederek durmalarını söyledi.
Sonra evine gitti. Köylü adamı çağırdı ve birşeyler daha verdi. Sonra ona
dedi: Sana iyilikte bulundum mu? Adam evet dedi. Allah sana güzel bir aile,
güzel bir akraba çevresini vererek mükafatlandırsın. Hz. Peygamber ona sen
daha önce birşeyler söylemiş ve arkadaşlarımın kalbini kırmıştın. Eğer
dilersen yanımda söylediğin bu sözü onların yanında da söyle. Böylece
onların gönlündeki sana olan kırgınlığı giderebilirsin dedi. Adam olur dedi.
Sabah olduğunda adam geldi. Hz. Peygamber de geldi ve şöyle buyurdu: Bu
köylü adam söylediğini söylemişti. Biz de ona biraz daha ikramda bulunduk. O
da buna razı oldu, öyle değil mi? Köylü adam evet dedi. Allah sana güzel bir
aile ve hayırlı bir akraba çevresi versin. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: Benimle bu köylü adamın durumu devesi kaçan bir adamın durumu
gibidir. insanlar devenin peşinde koşmuş ama bu kalabalık deveyi daha çok
ürkütmüştür. Deve sahibi sonunda insanlara benimle devemi başbaşa bırakın.
Ben onun dilinden anlar, ona nasıl davranacağımı bilirim diye seslenmiştir.
Devenin sahibi ona ön tarafından yavaş yavaş yaklaşmış ve sonuçta devesi
sakinleşerek gelip önüne çökmüştür. O da yükünü yüklemiş ve üstüne
binmiştir. Eğer ben adamı söylediği o yerde kendi haline bıraksaydım onu
öldürürdünüz ve ateşe girerdiniz.
İşte Hz. Peygamber
kendisinden kaçan gönülleri böyle avucuna Alıyordu. Hem de bu sadelik, bu
kolaylık, bu yumuşaklık ve bu uyum ile. Peygamberin hayatında bu konuda
pekçok örnekler vardır. İşte bunların hepsi Rabbinin O'na müjdelediği
hayatında, çağrısında ve tüm işlerinde kendisini muvaffak kıldığı, işlerin
kolaylaştırılması türünden davranışlardır.
Kolaylığa muvaffak kılınan bu
değerli, sevimli şahsiyet insanlığa bu davayı taşıyıp götürsün diye böyle
yetiştirilmiştir. Böylece davanın doğası ile bu kişiliğin doğası, bu davanın
gerçekliği ile bu kişiliğin gerçekliği bütünleşmiştir. İşte bu da Allah'ın
kolaylaştırması ve başarılı kılması ile O'nun onca büyüklüğüne rağmen büyük
emaneti omuzlaması için bir yeterlilik kazandırıyordu. Bu kolaylaştırma ile
peygamberlik mesajı ağır bir yük olmaktan çıkıyor, sevilen bir işe, güzel
bir uğraşıya sevince ve iç rahatlığına düşünüyordu.
Hz. Muhammed'in misyonu ve
yerine getirmesi için görevlendirildiği davanın sıfatı hakkında Kur'an-ı
Kerim'de şu açıklama yer almaktadır: "Biz seni ancak alemlere rahmet olarak
gönderdik." (Enbiya 107)
"Ümmi olan Resule, Nebiye
uyanlar onu ellerindeki Tevrat ve incil'de görüyorlardı. Peygamber onlara
iyiliği emrediyor, kendilerini kötülükten alıkoyuyor, güzel şeyleri
kendilerine helal, kötü şeyleri kendilerine haram kılıyor, yüklerini
hafifletiyor ve boyunlarındaki ağır yükümlülükleri kaldırıyordu." (A`raf
157)
Hz. Peygamberin omsuzuna
aldığı peygamberlik misyonu hakkında ise Kur'an şöyle buyuruyor: "Biz
Kur'an'ı öğüt için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?" (Kamer 22)
"Allah dinde sizin üzerinize
bir zorluk yüklememiştir." (Hac 78)
"Yüce Allah hiç kimseye
gücünün taşıyacağı yükten fazlasını yüklemez." (Bakara 286) "Allah size bir
zorluk yüklemek istemez. Sadece sizi arındırmak ister." (Maide 6) Bu
peygamberlik misyonu insanın gücü ölçüsünde kolaylaştırılmıştır. insanlara
bir zorluk ve sıkıntı yüklemez. Bu kolaylık onun tüm yükümlülüklerine
sirayet ettiği gibi ruhuna da yerleşmiştir. "Ey Muhammed! Hakka yönelerek
kendini Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah'ın
yaratışında değişme yoktur; İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu
bilmezler." (Rum 30)
İnsan nerede bu inanç sistemi
ile beraber yürürse yürüsün, orada kolaylığı, insan gücünün göz önünde
bulundurulduğunu, insanın değişik hallerinin, her çevrede ve her durumda
karşılaştığı şartların hesaba katıldığını görecektir. inanç sisteminin
kendisi dahi kolay kavranabilecek bir düşüncedir. Bir tek ilah vardır. O'nun
hiçbir benzeri yoktur. O herşeyi yoktan var etmiştir. Varlığının amacına
doğru yöneltmiştir. Peygamberler göndermiş, insanlara varlıklarının amacını
hatırlatmış, onları yaratıcısına doğru çevirmiştir. Bunun ötesindeki tüm
yükümlülükler hiçbir eğrilik ve sapma göstermeden sınırsız bir ahenkle bu
inanç sisteminden kaynaklanmıştır. insanlar onun kendilerine yüklediği
görevi sıkıntıya düşmeden, zorlanmadan yerine getirebilmektedirler. "Size
bir şey emredildiğinde gücünüz ölçüsünde onu yerine getiriniz. Size neyi
yasak etmişsem ondan sakının." (Buhari,Müslim) Yasak olan konularda bile
zaruret halinde bir sakınca yoktur. "Mecbur kaldıklarınız hariç." (En'am)
İşte bu geniş ölçüler çerçevesinde tüm yükümlülükler bir bir belirlenir.
İşte bu nedenle peygamberin
doğası ile peygamberlik misyonun doğası bütünleşmiştir. Davet yapan adam
gerçeği ile davanın gerçeği birleşmiştir. Hem de bu köklü apaçık. oluşum
içinde. Aynı şekilde kolaylaştırıcı peygamberin kolaylaştırılmış bir risalet
misyonu ile kendisine gönderildiği ümmet de bu doğaya sahip idi. Bu orta bir
ümmetti. Rahmetle müjdelenmiş iyiliği ve kolaylığı yüklenmiş bir ümmetti. Bu
ümmetin yaratılışı ile bu koca evrenin yaratılışı gerçek bir uyum içine
girmişti.
Bu evren bütün bir uyumu ve
hareketindeki ahengi ile Allah'ın sanatını somutlaştırmakta hiçbir çatışmaya
ve sürtüşmeye mahal vermeyen kolaylığını ve ahengini göstermektedir.
Milyonlarca cisim, Allah'ın fezasında yüzmekte, gerçek bir uyum ve şaşırtıcı
bir üstünlük içinde yörüngelerinde akıp gitmektedir. Herhangi bir çatışma
karışıklık ve sürtüşmeye yer vermeden. Milyarlarca canlı yaratığı hayat,
gayet düzenli ve mükemmel bir şekilde uzak ve yakın, amaçlarına doğru
yönlendirmektedir. Her biri yaratılış görevini rahatlıkla yerine getirir,
belirlenmiş biçimde amacına göre yol alır. Milyonlarca hareket, olay ve
varlıklar belirlenmiş hedefleri doğrultusunda topluca veya kendi başlarına
seyreder. Tıpkı aynı müzik aletlerinden yayılan farklı melodiler gibi.
Böylece hepsi uzun ve devamlı bir orkestra ile bütünleşmektedir!
Hiç şüphesiz bu, varlığın
doğası, liderlik misyonunun doğası. Peygamberin doğası ve Müslüman ümmetin
doğası arasındaki sınırsız uyumun bir ifadesidir. Zira bu tek olan Allah'ın
sanatıdır. Yoktan var eden, usta yaratıcının eseridir.
"O halde hatırlatmak fayda
verirse hatırlat."
Allah kelimesini O'na
okutmuştur ve o artık unutmayacaktır. Allah'ın dilediği dışında hiçbir şeyi
unutmayacaktır. O'nu kolay olana muvaffak etmiştir. Büyük emaneti
omuzlayabilsin diye, hatırlatmada bulunsun diye. Çünkü O bunun için
hazırlanmış, bunun için müjdelenmiştir. Nerede kalplere öğüt için fırsat
bulabilirsen yol bulabilirsen, ulaştırma için araç bulabilirsen orada öğüt
ver. Öğüt ver "fayda verecekse tabi'. Hatırlatma sürekli fayda verir. Ondan
az çok yararlananlar asla tükenmez. Hiçbir nesil ve hiçbir yerleşim birimi
öğütten faydalanma ve yararlanma yeteneğini tamamen yitirmez. İnsanlar ne
kadar bozulursa bozulsun kalbler ne kadar katılaşırsa katılaşsın, perdeler
ne kadar kalınlaşırsa kalınlaşsın.
Ayetlerin bu sıralanışı ve
dizilişi üzerinde düşündüğümüzde peygamberlik misyonunun değerini ve
emanetin büyüklüğünü kavrarız. Bu emaneti yerine getirmek bu kolaylığa
muvaffak olmayı gerektirmiş, sözü edilen okutmayı ve Allah'ın teminatını
zorunlu kılmıştır ki Hz. Peygamber bu azıkla donandıktan sonra hatırlatmanın
zorluklarının üstesinden gelebilsin.
Hz. Peygamber bu görevini ve
yükümlülüğünü yerine getirdiğinde vazifesini yapmış olur. Ondan sonra
insanlar kendi halleri ile başbaşadırlar. Bu konudaki tutumları ve
akıbetleri farklı olabilir. Yüce Allah bunların bu öğüde karşı tutumlarını
göz önünde bulundurarak dilediği şekilde onları cezalandırır veya
ödüllendirir:
10- Allah'tan korkan, öğüt
Alır.
11- Bedbaht olan ondan
kaçacaktır.
12-O en büyük ateşe
yaslanacaktır.
13- Sonra onun içinde ne ölür
ne de yaşar.
Sen öğüt ver, hatırlat.
"Allah'tan korkan." bu öğütten yararlanacaktır. Korkacak olan kalbi takva
ile donanmış olandır. Allah'ın öfkesinden ve azabından korkandır. Diri olan
kalb ürperir ve korkar. Çünkü o varlığını yaratıp düzelten, takdir edip yol
gösteren insanı kendi haline bırakmayan, onları ihmal etmeyen, mutlaka
iyiliğe ve kötülüğe karşı hesaba çekilecek olan doğrulukla, adaletle onları
cezalandıracak olan bir ilahı olduğunu bilir. Bu nedenle korkar.
Hatırlatıldığı zaman kendine gelir. Gösterildiği zaman görür. Öğüt verildiği
zaman ibret Alır.
"Bedbaht olan ondan
kaçacaktır." Öğütten kaçınır. Ona kulak asmaz, ondan yararlanmaz. Öyle ise o
"Bedbahttır." Bütün anlamı ve kapsamı ile kötü. Bedbahtlığın son sınırının
ve zirvesinin kendisinden somutlaştığı bedbaht. Boş, ölü, maddeye ve
eğlenceye gömülmüş varlığın gerçeklerini hissetmeyen onun dosdoğru
tanıklığına kulak asmayan, köklü ve derin mesajlarından etkilenmeyen, ruhu
ile dünyada bedbaht olan yeryüzündeki küçük ve basit değerler peşinden,
korku ve endişe içinde sürüklenerek yaşayan insan dünyada da bedbahttır.
Ahirette de haddi hesabı olmayan azabı hak etmesiyle yine bedbaht olacaktır:
"O en büyük ateşe
yaslanacaktır. Sonra onun içinde ne ölür ne de yaşar." Büyük ateş cehennem
ateşidir. Şiddeti ile korkunç, süresi ile sonsuz, hacmi ile büyüktür. İnsan
orada sürekli olarak kalacaktır. Ne orada ölüp rahatın tadına varacak, ne de
rahat ve güven içinde yaşayacaktır. Sadece sürekli azap görecektir. Bu öyle
bir azaptır ki, onunla karşılaşanlar ölümü en büyük kurtuluş umudu olarak
göreceklerdir.
Karşıdaki sayfada ise
kurtuluşun temizlenmek ve arınmakla beraber olduğunu görüyoruz.
14- Doğrusu mutluluğa
ermiştir.
15- Rabbinin adını anıp namaz
kılan.
16- Fakat siz şu dünya
hayatını üstün tutuyorsunuz.
17- Oysa ahiret daha iyi ve
daha kalıcıdır.
18- Bu hüküm elbette ilk
sahifelerde de vardır.
19- İbrahim'in ve Musa'nın
sahifelerinde.
"Doğrusu mutluluğa ermiştir.
Rabbinin adını anıp namaz kılan." Ayet-i kerimede geçen teskiye her tür
pislik ve kirden arınmaktır. Yüce Allah arınan ve Rabbinin adını anan,
kalbine O'nun yüceliğini yerleştirip "namaz kılan". Evet İşte bu arınan,
öğüt alan ve namaz kılan insanın "kurtulduğunu" kesin biçimde açıklıyor. Hem
bu dünyada kurtulmuş hem de diri bir kalb ile Rabbine bağlı bir halde
yaşayarak hatırlamanın tatlılığını ve sıcaklığını hissederek kurtulmuştur,
hem de ahirette kurtulmuştur. Cehennemin büyük ateşinden kurtularak,
nimetleri ve Allah'ın rızasını elde etmiştir. Bu ayette geçen fesalla
kavramının saygı ile ürpererek bağlandığı veya literatürdeki anlamı ile
namazı ifade etmesi arasında fark yoktur. Her ikisi de hatırlamadan,
Allah'ın yüceliğini kalbe yerleştirmeden ve onun ürpertisini vicdanında
hissetmeden kaynaklanabilir.
Bu akıbet nerede, diğeri
nerede? Bu son nerede, diğeri nerede?
Bu sahnenin gölgesinde
bedbahtları bekleyen büyük ateş ve arınanları bekleyen kurtuluş ve başarı
sahnesinin havasından muhatapları onların bedbahtlıklarının sebebine
gafletlerinin kaynağına onları öğüt almaktan arınmaktan, kurtuluş ve
başarıdan alıkoyan, büyük ateşe ve acı bedbahtlığa sürükleyen sebebe
yöneltmektedir:
Şüphesiz dünya hayatını
tercih etmek her kötülüğün başıdır. İşte bu tercihten dolayı insan
öğütten/hatırlatmadan yüz çevirir. Çünkü öğüt onların ahireti hesaba
katmalarını ve onu tercih etmelerini gerektirir. Halbuki onlar dünyayı
istemekte ve onu tercih etmektedirler.
Dünyaya dünya denmesi tesadüf
değildir. Dünya hem aşağılatıcı hem düşürücüdür. Ayrıca fanidir. Çabucak
geçer. "Oysa ahiret daha iyi ve daha kalıcıdır." Özü itibariyle daha
hayırlıdır. Zaman itibariyle daha kalıcıdır.
Bu gerçeğin ışığında dünyayı
ahirete tèrcih etmek aptallık ve kötü değerlendirme olarak ortaya
çıkmaktadır. Akıllı, sağduyu sahibi hiç kimse onu ahirete tercih edemez.
Surenin sonunda bu davanın
tarihi seyri, kaynağının köklülüğü, köklerinin zamanın derinliklerine
yayıldığı, yer ve zaman süreci boyunca ilkelerinin birliğine ilişkin bir
işaret yer almaktadır.
"Bu hüküm elbette ilk
sahifelerde de vardır. İbrahim'in ve Musa'nın sahifelerinde."
Bu akidenin büyük ilkelerini
içeren, ve bu surede yer alan bu köklü-engin gerçek ilk kutsal sayfalarda;
Hz. İbrahim ve Hz. Musa'nın kutsal sayfalarında yer alan gerçeğin aynısıdır.
Gerçeğin birliği, inanç
sisteminin birliği, bunların kendisinden kaynaklandığı yerin birliğinin,
insanlara peygamber göndermeyi gerektiren iradenin birliğinin gereğidir.
Gerçek bir tanedir. Bir tek kaynağa dayanmaktadır. Yenilenen ihtiyaçların ve
ardarda gelen devrelerin değişmesine göre detayları ve cüzi bölümleri
değişir. Fakat yine de tek olan bir kaynaktan gelen aslı, temeli değişmez.
Bu değişmeyen asıl yaratan ve düzelten takdir edip yol gösteren yüce
Rabbinden gelmiştir.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.