29-Akebut
1- Elif. Lâm. Mim.
Bu, birbirinden kopuk harflerin açıklaması için
tercih ettiğimiz görüş, bu harflerin, yüce Allah'ın Peygamberine -salât ve
selâm üzerine olsun- indirdiği Kitab'ın hammaddesini oluşturduklarına dikkat
çekmek için yer aldıklarıdır. Bu Kitap, bunlara benzer harflerden meydana
gelmiştir. Bu Kitab'a muhatap olan Arap toplumu da bu harflere yabancı
değildir. Bu harfleri tanıyor ve bu harfler aracılığı ile istedikleri sözü
kolaylıkla söyleyebiliyorlar. Ancak bu harfler aracılığı ile bu Kitab'ın
benzerini meydana getiremezler. Çünkü bu Kitap Allah yapısıdır, insan yapısı
değil.
Daha önce şöyle demiştik: bu şekilde birbirinden
kopuk harflerle başlayan sureler ya bu harflerden hemen sonra ya da şu anda
bu surede olduğu gibi surenin akışı içinde Kur'an'la ilgili bir açıklamayı
içeriyorlar. Nitekim bu surede Kur'an'la ilgili olarak şu ifadeler yer
almaktadır: "Sana vahiy yolu ile indirilen Kitab'ı oku." (Ankebut Suresi,
45) "Sana indirdiğimiz Kitab'ın niteliği işte budur." (Ankebut Suresi, 47`)
"Sen Kur'an'dan önce hiçbir kitap okumuş ya da eline kalem alarak yazmış
değilsin." (Ankebut Suresi, 48) "Kendilerine okunan bu Kitab'ı sana indirmiş
olmamız onlara yetmiyor mu?" (Ankebut Suresi, 51) Bu ifadeler, bazı
surelerin baş tarafında yer alan birbirinden kopuk harflerin açıklamasına
ilişkin olarak tercih ettiğimiz görüşe uygun düşmektedirler.
Bu açılıştan sonra, imandan, imanın gerçekleşmesi
için mü'minlerin karşı karşıya kaldıkları imtihanlardan, imtihan ve deneme
sonucu imanın da doğru olanlarla, yalancı olanların ortaya çıkarılmasından
söz ediliyor:
2- "İnsanlar sırf
`inandık' demekle; hiçbir sınavdan geçirilmeksizin bırakılıvereceklerini mi
sanıyorlar?"
3- Biz onlardan
önceki kuşakları sınavdan geçirdik. Bu sınav sonucunda Allah, doğru sözlüler
ile yalancıları kesinlikle belirleyecektir.
Surenin bu bölümünde yer alan bu ilk ve güçlü mesaj,
insanların iman anlayışına, onu dille söylenen bir sözden ibaret sanmalarına
yönelik kınama amaçlı bir soru şeklinde sunuluyor.
"İnsanlar sırf `inandık' demekle, hiçbir sınavdan
geçirilmeksizin bırakılıvereceklerini mi sanıyorlar?"
İman, sırf dille söylenen bir söz değildir. iman,
birtakım yükümlülükleri olan bir gerçektir. Kendine özgü ağırlıkları bulunan
bir emanettir. Sabretmeyi gerektiren bir cihaddır. Katlanılması zorunlu olan
bir çabadır. Bu yüzden, insanların "inandık" demeleri yeterli değildir.
Sınavdan geçirilmeden, bu sınav esnasında kararlılıklarını ortaya koymadan,
bu sınavdan cevherleri arınmış, kalpleri berraklaşmış olarak çıkmadan sırf
böyle bir iddiada bulunmakla bırakılmazlar. Tıpkı ateşin altını eriterek,
saf altın madeni ile karışımında bulunan diğer değersiz madenleri
birbirinden ayırması gibi -sınav anlamına alınan fitne kelimesinin sözlük
anlamı, altının eritilerek saflaştırılmasıdır. Bu açıdan kelimenin kendine
özgü bir anlamı, bir çağrışımı ve bir işareti vardır.- Aynı şekilde
sınavlarda kalpleri şekillendirir.
İşte, bu iman uğruna sınavdan geçirilme olgusu, yüce
Allah'ın ölçüsünde değişmez bir temel, her zaman geçerli olan bir kanundur!
"Biz onlardan önceki kuşakları sınavdan geçirdik. Bu
sınav sonucunda Allah, doğru sözlüler ile yalancıları kesinlikle
belirleyecektir."
Hiç kuşkusuz yüce Allah, sınamadan önce de kalplerin
gerçek durumunu
bilir. Ne var ki, sınavdan geçirme, Allah'ın
bilgisince bilinen, ancak insan bilgisine gizli olan durumları realite
dünyasında gözler önüne serer. Şu halde, insanlar meydana gelen
hareketlerinden dolayı hesaba çekilirler. Sırf yüce Allah'ın bildiği, ancak
hareket olarak ortaya konmayan durumlarından dolayı değil. Bu bir yandan
yüce Allah'ın insanlara yönelik lütfudur. Bir yandan onun adaletinin
belirtisidir, bir yandan da insanları eğitişinde uyguladığı yöntemin bir
parçasıdır. Bu eğitim sayesinde insanlar da herhangi bir kimseyi ancak açığa
çıkmış ve davranışları ile ortaya konmuş durumlarından dolayı sorumlu
tutmayı öğrenmiş olurlar. Çünkü insanın kalbinin gerçek durumunu Allah'dan
daha iyi bilmeleri mümkün değildir.
Şimdi mü'minlerin içindeki doğru sözlülerle,
yalancıların belirlenmesi için onların sınavdan geçirilmelerine, denemeye
tabi tutulmalarına ilişkin yüce Allah'ın belirlediği yasaya dönüyoruz.
Kuşku yok ki, iman, yüce Allah'ın yeryüzündeki
emanetidir. Bu emaneti ancak ona lâyık olanlar, onu taşıyacak güce sahip
bulunanlar, kalplerini tüm diğer duygulardan soyutlayıp, içtenlikle ona özgü
kılanlar yüklenebilir. Onu rahata ve konfora, huzur ve güvenliğe, nimet ve
aldanmaya tercih edenler taşıyabilirler bu emaneti. Bu emanet, yeryüzü
halifeliğidir. İnsanları Allah'ın yoluna sevk etme, yüce Allah'ın mesajını
insanların hayatında gerçekleştirme görevidir. Hiç kuşkusuz bu, onur verici
bir emanettir. Ve bu emanet oldukça ağırdır. Bu emanet., insanların yerine
getirmekle yükümlü oldukları yüce Allah'ın bir emridir . Bu yüzden
sınamalara sabredecek şekilde özel yöntemle hareket etmek gerekmektedir.
Bir mü'minin batıl ve batıl taraftarları tarafından
eziyetlere uğratılması, sonra kendisini savunacak, destek olacak bir
yardımcı bulamaması, kendi kendisini savunup kurtaracak durumda olmaması,
tağutlara, zorbalara karşı koyacak güçten yoksun bulunması da bir
imtihandır. Ve bu imtihanın en belirgin şeklidir. O kadar ki, imtihan sözü
duyulur duyulmaz, zihinde uyanan ilk olgu budur. Ancak bu, imtihanın en ağır
şekli değildir. Değişik şekillerde ve yöntemlerde beliren daha birçok
imtihan vardır. Bunlar işaret ettiğimiz imtihan şeklinden daha acı ve
sonuçları bakımından daha yıkıcı olabilirler.
Bir insanın kendisinden dolayı aile fertlerinin ve
sevdiklerinin başına bir felâketin gelmesinden korkması, üstelik böyle bir
durumda onları savunama-ması, son derece acı ve etkileyici bir imtihan
şeklidir. Aile fertleri ve sevdik1eri ona gelip barış yapmasını ya da teslim
olmasını telkin ederler. Sevgi adına, yakınlık adına eziyetlere ya da ölüme
terk ettiği kimseler için Allah'dan korkması gerektiğini ileri sürerek,
taviz vermesi çağrısında bulunurlar. Nitekim bu surede, bu tür bir imtihanın
son derece ağır ve meşakkatlisi olan anne ve baba açısından imtihana tabi
tutulmaya işaret edilmiştir.
Dünyanın batıl taraftarlarına yönelmesi, insanların
onları başarılı ve zinde görmesi, herkesin onları övmesi, kitlelerin onların
başarılarını alkışlaması, önlerine dikilen tüm engelleri bertaraf etmeleri,
onların adına övgülerin düzülme-si, seçkin bir hayat yaşamaları, buna
karşılık mü'minin ihmal edilmiş olması, sevilmemesi, hiç kimse tarafından
bilinmemesi, kimsenin onu savunmaması, o hayatta pek bir şeyleri bulunmayan
kendisi gibi az sayıdaki mü'minlerden başka savunduğu hakkın değerinin
bilinmemesi de çok acı bir imtihan şeklidir. Çevreden uzaklaşmak, inanç
adına yalnız kalmak da bir imtihandır. Bu durumdaki bir mü'min, çevresindeki
toplumların ve fertlerin sapıklığa daldıklarını, kendininse yapayalnız,
garip ve kovulmuş olarak kaldığını görür.
Bir diğer imtihan şekli de var ki, onu günümüzde
açıkça görmek mümkündür. Evet, bir mü'minin, ahlâki açıdan, toplumsal değer
yargıları bakımından kokuşmuş bazı milletlerin ve devletlerin toplumsal
açıdan kalkınmış olmalarını, uygarca bir hayat sürdürmelerini, her ferdin bu
toplumlarda insanın değerine yaraşır gözetim ve korunma imkânından
yararlanmalarını, Allah'ın dinine karşı çıkıp isyan ettikleri halde güç ve
zenginlik elde etmelerini görmesi de üstesinden gelinmesi çok zor olan bir
imtihandır.
Bir de en büyük imtihan vardır. Nefis ve ihtiras
imtihanı. Toprağın çekiciliği, et ve kanın ağırlığı, nimet ve iktidar ya da
rahatlık ve güven arzusu. Nefsin derinliklerinde, hayat şartlarında,
toplumun mantığında ve devrin insanlarının düşüncelerinde yer eden engellere
ve geçit vermez önlemlere rağmen iman yolunu izlemenin, imanın öngördüğü
üstün düzeye ulaşmanın zorluğu bütün imtihan şekillerinden daha ağır ve daha
büyük imtihandır.
Yol uzayıp Allah'ın yardımı gecikince, imtihan daha
şiddetli ve daha ağır olur. Deneme her zamankinden çok şiddetlenir,
sertleşir. Bu durum karşısında yüce Allah'ın koruduğu kimselerden başkası
direnç göstermez, sabretmez. Bunlar iman gerçeğini içlerine sindiren
kimselerdir, bu büyük emaneti, göğün yeryüzündeki emanetini, Allah'ın insan
vicdanına yüklediği emaneti eksiksiz bir şekilde yüklenen ve gereğini yapan
kimselerdir.
Hiç kuşkusuz yüce Allah, bu şekilde mü'minleri
imtihan etmekle onlara azap etmeyi, sıkıntılara sokup denemekle, onlara
eziyet etmeyi istemiyor. (Haşa Allah'a) Bu imtihan ve denemelerin asıl
amacı, emaneti yüklenebilmek için gerçek anlamda hazırlanmaktır. Çünkü bu
emanet özel bir hazırlığı gerektiriyor. Bu da ancak fiili olarak meşakkat
çekmekle, zorlukları pratik hayatta tutmakla, gerçek anlamda ihtirasları
yenmekle, acılara, ızdıraplara karşı hakkıyla sabretmekle, imtihanın uzun
süreli olmasına ve denemenin çok ağır olmasına rağmen, gerçekten Allah'ın
zaferine ya da sevabına güvenmekle mümkün olur.
Zorluklar, insan ruhunu adeta eritir, pisliklerini
giderir. İçindeki potansiyel güçleri uyarır ve yoğunlaştırır. Sert ve
şiddetli darbelerle döverek madenini sertleştirir, parlatır. Aynı şekilde
zorlukların toplumlar üzerinde de büyük ve kalıcı etkileri vardır. Acıların,
zorlukların potasında eritilen toplumlardan geriye sadece tabiat itibariyle
en sarsılmaz olanları, karakterleri en sağlam olanları, Allah'la sıkı sıkıya
ilişki halinde bulunanları, O'nun katındaki iki güzelliği; zafere ya da
ahiret sevabına şiddetle bağlananları kalır. Böyle bir süreçten geçen
toplumlar en sonunda bayrağı teslim alırlar. Çünkü bu hazırlık ve deneme
devresinden sonra artık emaneti yüklenecek niteliklere sahip olmuşlardır.
Onlar, ağır bir bedel ödedikleri, sıkıntılara karşı
sabrettikleri, uğrunda birçok acılara katlandıkları, büyük fedakârlıklarda
bulunduklârı için bu emaneti teslim alırlarken, onu her şeyden üstün
tutarlar.
Kanını feda eden sinirlerini yıpratan, rahatını,
huzurunu bir kenara bırakan, arzularından ve zevklerinden vazgeçen sonra
eziyetlere ve birçok şeyden yoksun olmaya karşı sonuna kadar sabreden biri
kuşkusuz, uğrunda bunca fedakârlıkta bulunduğu emanetin ne kadar değerli
olduğunun bilincinde olur. Bu yüzden çektiği bunca acıdan, katlandığı bunca
fedakârlıktan sonra bu emaneti ucuza kaptırmaz.
İman ve hak davasının en sonunda üstün gelmesi,
nihai zaferi kazanması ise, yüce Allah'ın vaadi ile garanti altına
alınmıştır. Bir mü'min Allah'ın vaadinin yerine gelmesinden kuşku duymaz.
Ama eğer bu vaad gecikirse hiç kuşkusuz yüce Allah'ın planladığı bir
hikmetten dolayıdır. Ve mutlaka iman davası için, mü'minler için hayır
kaynağıdır. Hiç kimse yüce Allah kadar gerçeğe ve gerçek taraftarlarına ilgi
gösteremez, onları koruyamaz. İmtihandan geçirilen, çeşitli musibetlerle
denenen mü'minler için, Allah'ın hak davasını yüklenecek güvenilir kimseler
olarak Allah tarafından seçilmeleri yeterli bir ödüldür. Onları sınayarak
seçmek suretiyle yüce Allah'ın imani direktiflerinin sağlam olduğuna
şahitlik etmeleri en büyük onurdur.
Bir sahih hadiste Peygamber efendimiz -salât ve
selâm üzerine olsun- şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar arasında en ağır
imtihandan geçirilenler peygamberlerdir. Sonra salih kişiler gelir. Bu
böylece devam eder gider. Kişi dini duygularının düzeyine göre, denenmek
amacı ile imtihandan geçirilir. Eğer sarsılmaz bir inanca, köklü bir dini
pratiğe sahipse, imtihanın dozajı arttırılır."
Mü'minleri dinlerinden döndürmek için onlara baskı
uygulayanlara, eziyet edenlere, bu amaçla her türlü kötülüğü yapanlara
gelince; onlar Allah'ın azabından kaçıp kurtulamazlar. Onların kof güçleri
istediği kadar debdebeli, ihtişamlı görünsün, bir balon gibi şişirilmiş
batıl sistemleri istediği kadar sağlam ve sarsılmaz görünsün, sonunda
kesinlikle yakayı ele vereceklerdir. Allah'ın vaadi bu yöndedir, her zaman
geçerli olan yasası eninde sonunda bunu öngörür.
4- Yoksa kötülük
işleyenler bizim elimizden kurtulabileceklerini mi sanıyorlar? Ne kadar
yanlış düşünüyorlar?"
Hiçbir bozguncu, yakayı kurtaracağını, bu işten
sıyrılacağını kesinlikle beklemesin. Böyle sanan, kötü bir hüküm vermiş
olur. Tasarladığı plan bozulur, düşüncesi boşa çıkar. Çünkü mü'minin imanını
denemek, doğrularla yalancıları birbirinden ayırmak amacıyla imtihanı bir
yasa olarak öngören yüce Allah, mü'minleri dinlerinden döndürmek için
ellerinden gelen her türlü kötülüğü yapanları suçüstü yakalayıp
cezalandırmayı da bir yasa olarak belirlemiştir. Bu yasa hiçbir şekilde
değiştirilemez, yürürlükten kaldırılamaz ve herhangi bir bölgeyle veya
toplumla sınırlandırılamaz.
Surenin girişinde yer alan ikinci mesaj da budur. Bu
da ilk mesajı dengeleyen ve onu bütünleyen bir özelliğe sahiptir. Kalpleri
denemek ve mü'min safları arındırmak için onları imtihandan geçirmek her
zaman yürürlükte olan bir yasa olduğuna göre, bu mü'minleri dinlerinden
döndürmek için her türlü kötülüğü yapanların ümitlerini boşa çıkarmaya,
onları hezimete uğratmaya ve bozguncuları suçüstü yakalamaya ilişkin yasanın
da yürürlüğe girmesi kaçınılmazdır.
Üçüncü mesaj ise, Allah'la buluşmayı umanlara güven
aşılamayı, kalplerini her türlü kuşkudan uzak bir şekilde sıkı sıkıya
Allah'a bağlamayı amaçlayan şu ifadede somutlaşmaktadır:
5- Kim Allah'a
kavuşmayı özlüyorsa, bilsin ki, Allah'ın bu buluşma için belirlediği vakit
kesinlikle gelecektir. O her şeyi işitir ve her şeyi bilir.
Şu halde Allah'la buluşmayı uman kalpler
sevinsinler, sarsılmaz bir güvenle yüce Allah'ın kendileri için vadettiği
güzelliklerin beklentisi içinde olsunlar. Sonuçtan emin bir insanın güveni
içinde beklesinler. Buluşma gününü coşkuyla gözlesinler. Ama kesinlikle bu
anın gerçekleşeceğinden kuşku duymasınlar.
Ayetin ifade biçimi Allah ile buluşacakları anı
gözleyen bu kalplerin son derece etkileyici mesajlar veren, insanı
düşündüren canlı bir tablosunu tasvir ediyor. Umutla bekleyen, özlem duyan,
oradaki güzelliklere bağlanan gönüllerin tablosudur bu. Ayet, bu arzuya, bu
buluşma ümidine insanın içini rahatlatan vurgulu bir ifadeyle karşılık
veriyor. Bunun üzerine, sözü edilen kalplere güven ve esenlik aşılayan bir
değerlendirme cümlesi yer alıyor. Yüce Allah bu kalpleri işitiyor, buluşma
anını en derin bir özlemle arzuladıklarını biliyor:
"O her şeyi işitir ve her şeyi bilir."
Surenin girişinde yer alan dördüncü mesajda ise,
imanın yükümlülüklerine, iman uğrunda cihadın zorluklarına katlanan
kalplerin aslında kendileri için, kendi iyilikleri için, kendilerine
bahşedilen lütufların tamamlanması için, durumlarının ve hayat tarzlarının
daha iyi bir düzeye yükselmesi için cihad ettiklerine dikkatleri çekiliyor.
Yoksa yüce Allah'ın hiç kimseye ihtiyacı yoktur. Çünkü O, herkesten
zengindir.
6- Kim kötülüklere
karşı savaşırsa bu savaşı kendisi için vermiş olur. Kuşku yok ki, Allah'ın
hiçbir yaratığa ihtiyacı yoktur.
Yüce Allah, mü'minlerin zorluklarla denenmesini
öngörüyorsa, meşakkatlere katlanabilmeleri için nefisleriyle cihad etme
yükümlülüğünü getiriyorsa, bunda güdülen amaç; onların hayatlarının insana
yaraşır bir düzeye gelmesidir, ahlaki ve ruhsal olgunluğa erişmeleridir,
dünya ve ahirette iyilik elde etmeleridir. Cihad, cihad edenin nefsini ve
kalbini onarır, düzeltir, kötülüklerden arındırır. Düşüncesini yüceltir,
ufkunu genişletir. İçindeki can ve mal cimriliğini törpüler, bu kötü
duyguları aşmayı sağlar. Onu her türlü maddi çıkarı aşacak düzeye getirir.
Ruhsal ve bedensel yapısındaki meziyetlerin, seçeneklerin en iyilerini
uyarır, ortaya çıkarır. Bütün bunlar mü'min topluma katılmadan, toplumun
durumunu düzeltmek, topluma hakkı yerleştirmek; toplum içinde iyiliği
kötülüğe, yapıcılığı bozgunculuğa egemen kılmak için üzerine düşen
sorumluluğu yerine getirmesinden önceki aşama içindir.
"Kim kötülüğe karşı savaşırsa bu savaşı kendisi için
vermiş olur."
Şu halde cihad yolunda belli bir mesafe kat ettikten
sonra hiç kimse yüce Allah'tan cihadının bedelini isteyerek, O'na ve
davasına yaptıklarını çok görerek, dava adına başardığı işlerin ödülünün
geciktiğini düşünerek yolun ortasında durmamalıdır, hareketten geri
kalmamalıdır. Çünkü onun cihadı yüce Allah'a bir şey kazandırmaz. Allah
zayıf ve zavallı insanın çabasına, çalışmasına muhtaç değildir; "Kuşku yok
ki, Allah'ın hiçbir yaratığa ihtiyacı yoktur."
Ama yüce Allah'ın onun uğrundaki cihada katılmasını
sağlaması, onu yeryüzünde kendi halifesi olarak ataması, sonra ahirette
sevabı ile onu ödüllendirmesi Allah'ın insana yönelik bir lütfudur.
7- İman edip iyi
ameller işleyenlerin kötülüklerini kesinlikle silecek ve onları
iyiliklerinin daha üstün karşılıkları ile ödüllendireceğiz.
Şu halde, imanın gerektirdiği olumlu ve yapıcı işler
yapan mü'minler Allah katında kendilerini bekleyen kötülüklerin silinmesine
ve iyiliklerin karşılık görmesine ilişkin müjde ile sevinsinler, cihadın
gerektirdiği yükümlülüklere karşı sabretsinler. Dinden döndürme amaçlı
baskılara, imtihanlara karşı dirensinler sarsılmasınlar. Çünkü, yolun
sonunda kendilerini bekleyen son derece aydınlık bir ümit, her şeye değer
güzel bir ödül vardır. Dünya nimetlerini kaçırsa bile bu ödül mü'min için
yeterlidir.
Sonra, surenin baş tarafında işaret ettiğimiz
mü'minlerin geçirildikleri imtihan türlerinden birine geliyor sıra: Mü'minin
ailesi ile, sevdikleri ile denenmesine değiniliyor. Böylesine önemli ve
kritik bir noktada kesin ve fakat dengeyi sağlayan ortalama açıklama ile
sorun çözümleniyor. Ne aşırı gidilmesine, ne ipin ucunun kaçırılmasına, ne
de tamamen edilgen bir tavır takınılmasına izin verilmiyor:
8- Biz insana
ana-babasına iyi davranmayı tavsiye ettik. Fakat eğer annen ve baban, ne
idüğü belirsiz bir putu bana ortak koşmaya seni zorlarsa, sakın sözlerini
dinleme. Hepiniz bana döneceksiniz. O zaman neler yaptığınızı size haber
veririm.
9- İman edip iyi
ameller işleyenleri kesinlikle iyi kullar arasına katarız.
Anne-baba, akrabalar arasında insana en yakın
olanlardır. Onların bir üstünlükleri vardır. Sevgi gösterilme bakımından
önceliklidirler. Onlara karşı yapılması gereken zorunlu görevler vardır.
Sevgi, saygı, değer verme, ihtiyaçlarını karşılama gibi. Ama Allah'ın hakkı
gündeme gelince, onlara uymak, sözlerini dinlemek söz konusu olamaz. İşte
izlenecek yol: "Biz insana ana-babasına iyi davranmayı tavsiye ettik. Fakat
eğer annen ve baban, ne idüğü belirsiz bir putu bana ortak koşmaya seni
zorlarlarsa, sakın sözlerini dinleme."
Kuşkusuz Allah adına kurulan bağ, en öncelikli
bağdır. Hiçbir zaman kopmayan sağlam kulp Allah'a bağlılıktır. Eğer anne ve
baba müşrik iseler, onlara iyilikte bulunulur, bakımları, geçimleri
üstlenilir. Ama onlara itaat edilmez, dedikleri yapılmaz. Şu dünya hayatı
bir gün sona erecektir. Sonra herkes Allah'ın huzurunda toplanacaktır:
"Hepiniz bana döneceksiniz. O zaman neler
yaptığınızı size haber veririm."
Bu arada mü'minlerle, müşriklerin birbirlerinden
farklı konumda olduklarına dikkat çekiliyor. Çünkü aralarında soy birliği ve
evlilik gibi akrabalık bağları kurulmuş olmasa bile, mü'min toplum bir
ailedir. Ve mü'minler birbirinin dostu ve destekçisidir.
"İman edip iyi ameller işleyenleri kesinlikle iyi
kullar arasına katarız."
Böylece Allah'a bağlanan mü'minler, gerçekte
oldukları gibi tek bir cemaat olarak nitelendiriliyorlar. Kan, akrabalık,
soy ve evlilik gibi bağlar geçersiz sayılıyor. Dünya hayatı ile birlikte
onların da sona erdikleri vurgulanıyor. Çünkü bunlar hiçbir zaman kopmayan,
sağlam kulptan ayrıldıkları için asıl değil, geçici bağlardır.
Tirmizi, bu ayeti açıklarken, ayetin Sa'd b. Ebu
Vakkas -Allah ondan razı olsun- ile annesi Himne binti Ebu Süfyan hakkında
indiğini söyler. Sa'd b. Ebu Vakkas annesine çok iyi davranırdı. Bir ara
annesi "Bu yeni icad ettiğin din de neyin nesi Vallahi bundan sonra sen eski
dinine dönmedikçe ya da ben ölmedikçe hiçbir şey yemeyeceğim-içmeyeceğini.
Sen de yaşadıkça `Annesinin katili' diye ayıplanırsın" demiş ve bir gün, bir
gece hiçbir şey yemeden, içmeden beklemişti. Bunun üzerine Sa'd yanına
gelmiş ve şöyle demişti: "Anneciğim, yüz tane canım olsa ve bunlar teker
teker çıksa yine de dinimi terk etmem. İster ye, ister yeme." Kadın da
oğlundan ümit kesince tekrar yemeye, içmeye başlamıştı. Bunun üzerine yüce
Allah bu ayeti indirerek anne-babaya iyi davranılmasını, onlara iyilikte
bulunulmasını emretmiş, fakat şirk hususunda onlara uymayı yasaklamıştır.
Böylece iman, akraba ve yakınlık sınavından
başarıyla çıkmış, ama müşrik akrabalara karşı iyilik ve güzel muamele,
uyulması gereken bir kural olarak yerini korumuştu. Her mü'min her an için
bu tür bir sınavla karşı karşıya kalabilir. Bu yüzden yüce Allah'ın
açıklaması ile Sa'd b. Ebu Vakkas'ın fiili uygulaması onlara kurtuluş ve
güvenlik sancağı olmalıdır.
Daha sonra sınanmak amacı ile eziyetlere
uğratılırken, korkudan feryadı basan, öte yandan tehlike geçip kendini
güvencede hissedince bol keseden atan bazı ruhların bu durumla ilgili her
şeyi en ince noktasına kadar yansıtan eksiksiz bir tablosu çiziliyor. Bu
tablo sayılı birkaç kelime ile göz önünde canlandırılıyor. Karakteristik
özellikleri belirgin, temel çizgileri net olarak göze çarpan canlı bir
tablodur bu.
10- Öyle kimseler
var ki, "Allah'a inandık" derler. Fakat Allah uğrunda işkenceye
uğradıklarında insanların işkencesini Allah'ın azabı ile bir tutarlar. Eğer
sana Rabb'inin bir yardımı gelecek olursa, böyleleri kesinlikle "Biz
sizlerle beraberdik " derler. Acaba Allah, insanların içlerinde sakladıkları
duyguları herkesten iyi bilmez mi?
11- Hiç kuşkusuz
Allah, kimlerin iman ettiklerini iyi bildiği gibi, kimlerin münafık
olduklarını da iyi bilir.
Bu tip insanlar tehlikesiz ortamlarda yükünün hafif
olduğunu, kolay taşınacağını, dille söylemekten başka bir yükümlülük
gerektirmediğini sanarak iman sözünü açıkça duyururlar. "Fakat Allah uğrunda
işkenceye uğratılınca" kendilerini güvencede hissederken henüz sıkıntılara
uğratılmamışken, açıkça söyledikleri bu sözden dolayı baskı görünce
"insanların işkencesini Allah'ın azabı ile bir tutarlar." Paniğe kapılırlar,
ruhlarındaki değerler altüst olur, vicdanlarındaki inanç yıkılırcasına
sarsılır. Allah'ın azabı da dahil, bu gördüğünden daha ağır bir azabın daha
etkin bir eziyetin olamayacağını düşünürler. Ve her biri kendi kendine şöyle
der: Bu gördüğüm en şiddetli, en acıklı azaptır. Bundan daha ağır bir azap
olamaz. Şu halde ne diye imanımda ısrar edeyim, baskılara sabredeyim? Zaten
Allah'ın azabı da bundan fazla bir şey yapamaz bana. Hiç kuşkusuz bu
düşünce, insanların kat kat fazlasına katlanabildikleri eziyetler ile hiç
kimsenin boyutlarını kavrayamadığı yüce Allah'ın korkunç azabını birbirine
karıştırmanın ifadesidir.
Bu tip insanların zor zamanda sınanmak amacı ile bir
eziyetle karşı karşıya kaldıklarında takındıkları tavır bundan ibarettir.
"Eğer sana Rabb'inin bir yardımı gelecek olursa,
böyleleri kesinlikle `Biz sizlerle beraberdik' derler."
Biz sizlerle beraberdik... Zor zamanda tutumları
paniğe kapılmaktan, ölçüleri ve değerleri karıştırmaktan, arkasına bakmadan
can havliyle koşmaktan, kötü düşüncelere kapılıp yanlış değerlendirmeler
yapmaktan ibaret olan bu adamlar tehlike geçip kendilerini güvencede
hissedince bol keseden atmaya başlarlar. Kavga kaçkını korkaklar
böbürlenerek kahramanlık taslarlar. Baskılar karşısında bozguna uğramış
zayıf karakterliler aslan kesilerek: "Biz sizlerle beraberdik" derler.
"Acaba Allah insanların içlerinde sakladıkları
duyguları herkesten iyi bilmez mi?"
Acaba Allah bu göğüslerin içerdiği sabır ya da
panikten iman ya da münafıklıktan haberdar değil midir? Bu adamlar kimi
kandıracaklar? Kimin gözünü boyayacaklar?
"Hiç kuşkusuz Allah, kimlerin iman ettiklerini iyi
bildiği gibi, kimlerin münafık olduklarını da iyi bilir."
Hiç kuşkusuz yüce Allah, onları herkes tarafından
tanınacakları şekilde ortaya çıkaracaktır. Çünkü işkencelerle, baskılarla
sınanmanın amacı mü'minlerle münafıkların açık-seçik belli olmalarıdır.
Kur'an-ı Kerim'in bu tip insanların yanılgıya
düştükleri noktayı ortaya koyarken kullandığı incelikli ifade karşısında
biraz durmak istiyoruz.
"İnsanların işkencesini Allah'ın azabı ile bir
tutarlar."
Buradaki yanılgı, azaba katlanamamalarından,
dirençlerinin zayıf kalmasından, sabırlarının tükenmesinden kaynaklanmıyor.
Çünkü gerçek mü'minler de böyle bir duruma düşebilirler. -Zaten insan
gücünün de belli bir sınırı vardır. Ancak gerçek mü'minler her zaman duygu
ve düşüncelerinde insanların yapabildikleri tüm işkence ve baskı yöntemleri
ile yüce Allah'ın korkunç azabını kesin şekilde birbirinden ayırırlar.
İnsanların uyguladıkları işkencelerin insan takatını, insanın dayanma gücünü
aştığı anlarda bile küçücük fani dünya ile büyük ve sonsuz alemi birbirine
karıştırmazlar. İşkenceler, baskılar, takatını, dayanma gücünü aşsalar bile
hiçbir şey mü'minin düşüncesinde Allah'ın yerini tutamaz. İşte kalplerdeki
iman ile münafıklık arasındaki yol ayırımı burasıdır.
Son olarak, kötülüğe teşvik etme ve baştan çıkarma
yoluyla sınama örneği sunuluyor. Onunla birlikte kâfirlerin suç ve cezaya
ilişkin çarpık düşüncèleri anlaşılıyor. Bu arada sorumluluğun bireysel
olduğu cezanınsa sorumlu kişiyi ilgilendirdiği vurgulanıyor. Bu husus,
adaleti en üst düzeyde, en belirgin özellikte gerçekleştiren İslâm'ın
uyguladığı büyük ilkelerden biridir.
12- Kâfirler,
mü'minlere "Bizim yolumuzu izleyin de günahlarınızı biz yüklenelim derler.
Oysa onların, mü'minlerin omuzlarındaki hiçbir günahı yüklenmeleri söz
konusu değildir. Onlar kesinlikle yalan söylüyorlar.
13- Kafirler, hem
kendi günah yüklerini ve hem de bu yüklerin yanında başka birçok günah
yüklerini taşıyacaklar ve kıyamet günü düzmece iddiaları konusunda
kesinlikle sorguya çekileceklerdir.
Kâfirler, aşiretlerin ortak diyetleri ve ortak
sorumlulukları birlikte üstlenmelerine ilişkin kabile anlayışından hareketle
böyle bir söz söylüyorlardı. Bu, yüzden başkalarının işlediği Allah'a ortak
koşma suçunu yüklenebileceklerini böylece onları azaba uğratmaktan
kurtarabileceklerini sanıyorlardı. Bu çarpık anlayıştan hareketle dünyada
yapılanların ahirette karşılık göreceğine ilişkin olarak anlatılanları da
alaya alıyorlardı.
"Bizim yolumuzu izleyin de günahlarınızı biz
yüklenelim."
Bu yüzden onlara bu düşüncelerini kesinlikle
reddeden net bir cevap veriliyor. Her insanın tek başına Rabb'ine
döndürüleceği, yaptıklarından dolayı yalnız başına sorguya çekileceği ve hiç
kimsenin onun herhangi bir suçunu üstlenemeyeceği vurgulanıyor:
"Onların mü'minlerin omuzlarındaki hiçbir günahı
yüklenmeleri söz konusu değildir."
Bu sözlerindeki yalan ve asılsız iddia yüzlerine
vuruluyor:
"Onlar kesinlikle yalan söylüyorlar."
Sapıklıklarının, müşrikliklerinin ve düzmece
iddialarının, bir de başkalarını sapıklığın sorumluluğundan kurtarmaları bir
yana, üstelik onları saptırmanın günahını da omuzlarına bindiriyor:
"Kâfirler, hem kendi günah yüklerini ve hem de hu
yüklerin yanında başka birçok günah yüklerini taşıyacaklar ve kıyamet günü
düzmece iddiaları konusunda kesinlikle sorguya çekilecekler."
Bu sınav kapısı da böylece kapatılıyor. Böylece
insanlar yüce Allah'ın onları gruplar halinde hesaba çekmeyeceğini, teker
teker sorgulayacağını ve herkesin kendi yaptıklarından sorumlu olduğunu
öğreniyorlar.
Surenin birinci bölümü, iman sözünü seçenlerin
denenmelerine, doğru söyleyenlerle, yalancılar belli olana kadar
sınanmalarına ilişkin yüce Allah'ın yasasından söz edilerek noktalanmıştı.
Orada işkencelere uğratılmak suretiyle denemeye tabi tutulmaya, akrabalık
yönünden sınanmaya, kâfirler tarafından kötülüğe teşvik etmek, baştan
çıkarmak yoluyla sınanmaya işaret edilmişti.
Bu bölümde ise, Hz. Nuh'tan -selâm üzerine olsun- bu
yana insanlığın uzun tarihi boyunca iman davasının geçirildiği imtihanlardan
çeşitli örnekler sunuluyor. Bu imtihanlar insanlığın doğuşundan itibaren
Allah davasının taşıyıcıları peygamberlerin -selâm üzerlerine olsun- karşı
karşıya kaldıkları olaylarda, çektikleri eziyetlerde, uğradıkları
işkencelerde somutlaştırılarak gözler önüne seriliyor. Bu olaylar bazen Hz.
İbrahim ve Lût -selâm üzerlerine olsun- kıssalarında olduğu gibi kısmen
ayrıntılı bazen de öz olarak anlatılıyor.
Bu kıssalarda çeşitli imtihan şekilleri, davet
yoluna dikilen çeşitli engeller ve zorluklar somut örnekler halinde
canlandırılıyor.
Örneğin, Hz. Nuh -selâm üzerine olsun- kıssasında
sarf edilen çabanın, harcanan emeğin büyüklüğü, buna karşılık elde edilen
sonucun azlığı ön plana çıkıyor. Çünkü Hz. Nuh soydaşlarının arasında 950
(dokuzyüzelli) yıl kalıyor, bu süre içinde onları yüce Allah'ın dinine
çağırıyor, buna rağmen çok azı inanıyor:
"Sonunda zalimliklerini inatla sürdürürlerken
Tufan'a yakalandılar."
Hz. İbrahim'in -selâm üzerine olsun- kıssasında ise,
işlenen suçlara verilen cezanın korkunçluğu ve sapıklığın azgınlaşması ön
plana çıkıyor. Hz. İbrahim elinden geldiği kadar onların doğru yolu
bulmalarını sağlamaya çalışmıştı. Somut kanıtlar ileri sürerek, mantıksal
açıdan ikna etmeye çalışarak onlarla tartışmıştı.
"Soydaşlarının İbrahim'e verdiği cevap sadece; `Bu
adamı öldürünüz, ya da yakınız' biçiminde oldu."
Lût peygamberin -selâm üzerine olsun- kıssasında
ise, rezaletin şımarıklığın, pervasızlığın, utanmadan sıkılmadan açıkça
işleniyor olması, insanlığın sapıklıkta ve anormal ilişkilerde en aşağılık
düzeylere yuvarlanması, bununla beraber uyarıcıya küstahça karşı koymaları
ön plana çıkıyor.
"Soydaşlarının tek cevabı `Eğer doğru söylüyorsan,
Allah'ın azabını başımıza getir bakalım' demeleri oldu."
Hz. Şuayb ile -selâm üzerine olsun- Medyenliler
kıssasında ise, bozgunculuk, hak ve adaleti çiğneme, Allah'ın ayetlerini
yalanlama tavırları ön plana çıkıyor: "Bunun üzerine ani bir yer
sarsıntısına tutuldular da oldukları yerde yığılıp kalıverdiler." Bu arada
Ad ve Semudoğulları'nın maddi güçle övünüp kendilerini üstün görmelerine,
nimetle şımarmalarına değiniliyor.
Aynı şekilde, mal varlığının insanı
azgınlaştırmasına, tağutların ellerindeki egemenliğin baskı ve sindirme
aracı olarak kullanılmasına, münafıklığın azıtmasına örnek olarak Karun,
Firavun ve onun veziri Haman'a işaret ediliyor.
Bu kıssalar üzerine bir değerlendirme olsun diye,
üstünlük taslamalarına herkese tepeden bakmalarına rağmen, Allah davasının
yolunda pusu kuran sapık güçlerin basitliğini, güçsüzlüğünü ortaya koyan bir
örnek sunuluyor.
"Allah dışında başka dostlar, başka dayanaklar
edinenlerin durumu, ağdan örülmüş bir yuva edinen örümceğin durumuna benzer.
Hiç kuşkusuz en dayanıksız ev örümcek yuvasıdır. Onlar keşke bunun bilincine
erselerdi."
Bu bölüm, Allah'ın indirdiği Kitab'ı insanlara
okumasını, namaz kılmasını ve bundan sonra işi Allah'a bırakmasını içeren
Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- yönelik bir çağrı ile
son buluyor! "Hiç kuşkusuz Allah onların kendisini bir yana bırakıp ne gibi
şeylere taptıklarını bilir."
14- Biz Nuh'u,
soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. Dokuzyüzelli yıllık bir süre
boyunca aralarında kaldı. Sonunda zalimliklerini inatla sürdürürlerken,
Tufan'a yakalandılar.
15- Buna karşılık
Nuh'u ve gemidekileri kurtararak bu olayı bütün insanların ders alacakları
bir mucize yaptık.
Tercih ettiğimiz görüşe göre, Hz. Nuh'un
soydaşlarını Allah'ın ayetlerine inanmaya çağırdığı peygamberlik dönemi
dokuzyüzelli yıl sürmüştür. Ayrıca peygamberlik döneminden önce belirsiz bir
süre aralarında yaşamıştı. Yine Tufan'dan sonra ne kadar sürdüğü bilinmeyen
bir süre daha yaşamıştır. Hiç kuşkusuz bu, son derece uzun ve insanların
yaşam süreleri bakımından alışık olmadığımız, doğal olmayan bir ömürdür.
Ancak biz bu bilgiyi varlık aleminin en doğru kaynağından ediniyoruz. Zaten
doğruluğunun tek kanıtı da budur. Eğer Hz. Nuh'un bu uzun ömrüne bir
açıklama getirmek istersek, şunları söyleyebiliriz: İnsanların sayısı o gün
için az ve sınırlıydı. Bu yüzden, yüce Allah'ın yeryüzünün imarı ve hayatın
sürmesi için zorunlu olan sayı çokluğunun yerine az sayıdaki insanlara uzun
ömürler vermesi normaldir. Daha sonra insanlar çoğalıp yeryüzü imar
edilince. artık insanların uzun süre yaşamalarına gerek kalmamıştır. Birçok
canlının yaşam sürelerinde bu husus göz önünde bulundurulmuştur. Çünkü
canlılar arasında sayı ve nesil azaldıkça, ömür uzuyor. Nitekim akbabalarda
ve kaplumbağa gibi bazı sürüngenlerde durum bundan ibarettir. Bunlardan
bazılarının ömrü yüzyıllar bulur. Öte yandan milyonlarca üreyen sinekler iki
haftadan fazla yaşamazlar. Şair bu gerçeği şu şekilde ifade etmektedir!
Küçük kuşların çok olur yavrusu
Ama anne şahinin yavrusu azdır.
Bu yüzden şahin kuşunun ömrü uzundur. Zayıf ve küçük
kuşlar ise az yaşarlar. Ama her şeyin arka planındaki olağanüstü hikmet
Allah'a özgüdür. O'nun katında her şeyin belirlenmiş bir planı vardır.
Dokuzyüzelli yıllık gibi uzun bir ömrün meyvesi ise sadece Hz. Nuh'a inanan
az sayıdaki mü'min olmuştur. Kâfirliklerini, inatçılıklarını, yıllar yılı
süren davete karşı olumsuz tavırlarını sürdüren zalim kalabalığı ise, Tufan
önüne katıp götürmüştür. Gemiye binen az sayıdaki mü'min de kurtulmuştur.
Böylece Tufan ve gemi kıssası "bütün insanların ders alacakları bir mucize"
olarak kalmıştır. Bu mucize, yüzyıllardır insanlara küfrün ve zulmün acı
akıbetini anlatıyor.
Hz. Nuh'un -selâm üzerine olsun- kıssasından sonra,
surenin akışı yüzyılları bir çırpıda aşarak insanlığa gönderilmiş büyük
risalete, Hz. İbrahim'in sunduğu mesaja ulaşıyor!
16- İbrahim'i de
peygamber olarak gönderdik. Hani o soydaşlarına dedi ki; "Allah'a kulluk
ediniz, O'ndan korkunuz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. "
17- Sizler Allah'ı
bir yana bırakarak birtakım putlara tapıyor, düzmece iddialar ortaya
atıyorsunuz. Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız putlar size rızık
veremezler. Rızkınızı Allah katında arayınız, O'na kulluk ediniz, O'na
şükrediniz, O'nun huzuruna döndürüleceksiniz.
18- Eğer
peygamberinizi yalanlıyorsanız, biliniz ki, sizden önceki milletler de
peygamberlerini yalanlamışlardı. Peygamberin görevi, ilahi mesajı açıkça
duyurmaktan ibarettir.
Hz. İbrahim onları oldukça sade ve basit ifadelerle
çağırmış, sözlerinde kapalılığa, giriftliğe yer vermemişti. Bu çağrıda son
derece ince ve bilinçli bir sıralama göz önünde bulundurulmuştur. Dava
adamları bu incelik üzerinde iyice düşünmelidirler.
Hz. İbrahim soydaşlarını inanmaya çağırdığı davanın
gerçek mahiyetini açıklayarak sözlerine başlamıştı:
"Allah'a kulluk ediniz, O'ndan korkunuz."
Sonra bu gerçeği ve bu gerçeğin içerdiği onlara
yönelik iyiliği sevdirmeye çalışmıştı. Keşke iyiliğin nerede olduğunu
bilselerdi:
"Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır."
Bu değerlendirme cümlesi onları cahilliklerini
bırakıp kendileri için hayırlı olanı seçmeye özendiren anlamlar
içermektedir. Bu, aynı zamanda köklü bir gerçeğin ifadesidir de. Sırf
etkileyici sözlerle heyecanlandırma amacını gütmüyor.
Üçüncü adımda Hz. İbrahim -selâm üzerine olsun-
onların benimsedikleri inanç sisteminin çarpıklığını, kokuşmuşluğunu değişik
yönlerden açıklamıştı. Birincisi; onlar Allah'ı bir yana bırakarak ağaçtan
yontulmuş heykellere, putlara ibadet ediyorlardı. Bu ise, özellikle Allah'a
yönelik ibadetle bir tutulduğunda son derece küçük düşürücü, ilkel bir
ibadet şeklidir. İkincisi, onlar bu ibadetleri yaparlarken, herhangi bir
kanıta bir delile dayanmıyorlardı. Sadece uyduruyor, saçmalıyorlardı. Daha
önce benzeri görülmemiş, geçmişte yapılmamış bir şey icad ediyorlardı. Asla
bir temele dayanmadan kendi kendilerine uyduruyorlardı. Üçüncüsü ibadet
ettikleri bu putlar, onlara bir yarar dokundurmuyordu, bir rızık vermiyordu.
"Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız putlar size
rızık veremezler." Dördüncü adımda, onları yüce Allah'a yöneltiyor,
rızıklarını O'nun katından arasınlar diye. Çünkü rızık, ihtiyaçlarını
ilgilendiren, ayrıca önemsedikleri bir meseledir.
"Rızkınızı Allah katında arayınız."
Rızık meselesi ruhların, özellikle imanın
kaplamadığı nefislerin en büyük uğraşıdır. Şu kadar var ki, rızkı sadece
Allah katından aramak sırf ruhlardaki gizli eğilimleri harekete geçirmek
amacı ile değil, bir gerçek olduğu için vurgulanmaktadır.
En sonunda ise, onları rızıkları bahşeden, birçok
nimet lütfeden yüce Allah'a ibadet etmeye, nimetlerine karşılık O'na
şükretmeye çağırıyor:
"O'na kulluk ediniz, O'na şükrediniz."
Bu ifadenin sonunda da Allah'dan kaçıp
kurtulamayacaklarını, iyisi mi O'na ibadet ederek, O'na şükrederek mü'min
kullar olarak O'na dönmelerini belirtiyor:
"O'nun huzuruna döndürüleceksiniz."
Bütün bunlardan sonra yine de peygamberi
yalanlıyorlarsa, bundan basit, bundan önemsiz ne var ki! Çünkü onlar,
Allah'a hiçbir zarar veremezler. O'nun peygamberine hiçbir şey
kaybettiremezler. Nitekim onlardan önce de birçok toplumlar kendilerine
gönderilen peygamberleri yalanlamışlardı. Peygamberin, Allah'ın mesajını
açıkça duyurmaktan başka bir görevi yoktur!
"Eğer peygamberinizi yalanlıyorsanız, biliniz ki,
sizden önceki milletler de peygamberlerini yalanlamışlardı. Peygamberin
görevi ilahi mesajı açıkça duyurmaktan ibarettir.
İşte, Hz. İbrahim -selâm üzerine olsun- adım adım
onları böyle yakalıyor. Bu şekilde yolunu bulup kalplerine giriyor. Büyük
bir dikkatle, etkileyici uyarılarla bam tellerine böyle dokunuyor. Hiç
kuşkusuz bu adımlar davet metodu için bir örnek sayılır. Her zaman ve her
yerdeki dava adamlarının bu örneği titizlikle incelemeleri gerekir. Aynı
yöntemle ruhlara ve kalplere hitap edebilmeleri için sözlerini bu tarzda
yöneltmeleri bir zorunluluktur.
Ayetlerin akışı kıssayı bitirmeden önce bir noktada
duruyor ve Allah'a iman
davasını reddeden, O'na dönüşü, ölümden sonra
dirilişi ve Allah'ın huzurunda toplanmayı yalanlayan tüm kâfirlere hitap
ediyor!
19- Kâfirler,
Allah'ın, canlıları ilk kez nasıl yarattığını ve ölüleri nasıl yeniden
dirilteceğini görmüyorlar mı? Bu işlem Allah için kolaydır.
20- Onlara de ki;
"Yeryüzünde geziniz de Allah'ın canlıları ilk kez nasıl yarattığını görünüz.
" Allah bu yaratma işlemini ilerde bir kere daha tekrarlayacaktır. Hiç
kuşkusuz Allah'ın her şeye gücü yeter.
21- Allah dilediğini
azaba çarptırır ve dilediğine merhamet eder. Hepiniz O'nun huzuruna
döndürüleceksiniz.
22- Ne yerde ve ne
gökte Allah'ın yapacaklarına engel olamazsınız. Allah'dan başka hiçbir
koruyucu dostunuz, hiçbir destekçiniz yoktur.
23- Allah'ın
ayetlerini ve O'nun karşısına çıkacaklarını yalanlayanlar var ya, onlar
rahmetimden ümitlerini kesmiş kimselerdir. Onları acıklı bir azap
beklemektedir.
Allah'ı ve onunla buluşmayı inkâr eden tüm kâfirlere
yönelik bir hitaptır bu. Bu Kitab'ın kanıtı bütün evrendir. Alanı ise
göklerle yeryüzüdür. Bu hitap, tüm evreni iman ayetlerinin ve kanıtlarının
sergilendiği bir vitrin; kalplere ve duygulara hitap eden açık bir sayfa;
Allah'ın ayetlerinin araştırıldığı bir alan; Allah'ın varlığının ve
birliğinin vaad ve tehditlerinin gerçekliğinin kanıtlarını barındıran bir
sahne olarak öngören Kur'an'ın ifade tarzı uyarınca yöneltiliyor. Evrensel
sahneler ve evrende meydana gelen olaylar her zaman gözlemlenebilirler ve
hiçbir zaman göz önünden kaybolmazlar. Ne var ki, uzun süre alışıldığı için,
bu olaylar insan ruhu üzerindeki tazeliklerini yitirirler. Sürekli
yenilendikleri için kalplere yönelik etkileri zayıflar. İşte Kur'an-ı Kerim
onları yeniden yitirdikleri o engin ürpertiye, son derece anlamlı mesajlar
kullanarak dikkatlerini o göz kamaştırıcı ayetlere yöneltiyor. Bu uyarılar
aracılığı ile evrensel sahneleri ve evrende meydana gelen görkemli olayları
kalplerde ve vicdanlarda canlandırıyor. Dikkatlerini ve kavrama
yeteneklerini bu sahne ve olayların ardındaki sırlara ve insan hayatındaki
etkilerine yöneltiyor. Bunları gözlerin gördüğü, duyguların etkilendiği
kanıtlar, deliller olarak sunuyor. Hiçbir şekilde soğuk zihinsel tartışma
yöntemlerine, hiçbir canlılık ve hareketlilik göstermeyen mantıksal
önermelere başvurmuyor. Sözünü ettiğimiz donuk zihinsel tartışma yöntemleri
ile mantıksal önermeler İslam düşüncesine dışarıdan bulaşmış, onun ruhuna
yabancı unsurlardır. Oysa davayı sunmanın en güzel örneği, insanları ilahi
mesaja inanmaya çağırmanın biricik metodu, en güzel düşünce yöntemi Kur'an-ı
Kerim'de mevcuttur...
"Kâfirler, Allah'ın canlıları ilk kez nasıl
yarattığını ve ölüleri nasıl yeniden dirilteceğini görmüyorlar mı? Bu işlem
Allah için kolaydır."
Hiç kuşkusuz onlar, yüce Allah'ın canlıları ilk kez
nasıl yarattığını kesinlikle görüyorlardı. Bu işlemi yeşeren bir bitkide,
yumurtada, ceninde ve daha önce olmayıp, sonradan ortaya çıkan her şeyde
gözlemliyorlardı. Bunlardan hiçbirini insanlar fert-fert ya da topluca
yaratmaya güç yetiremedikleri gibi yarattıklarını da iddia edemezler. Bir
kere tek başına hayat sırrı bile bir mucizedir. Önce de böyleydi, şimdi de
öyledir. Herhangi bir kimsenin hayatı var etmeye çalışması veya böyle bir
iddiada bulunması bir yana, nereden ve nasıl kaynaklandığının bilinmesi
bakımından da bir mucizedir. Allah'ın sanatının ürünü olduğundan başka
herhangi bir açıklaması da yoktur hayatın. Yüce Allah her an insanların
gözleri ve kavrayışları önünde ilk kez yaratma işlemini gerçekleştiriyor.
İnsanlar bunu görüyor ve inkâr edemiyorlar.
İlk kez yaratma işlemini gözleriyle gördüklerine
göre, ilk kez yaratanın, bu işlemi tekrarlayacağını da bilmeleri gerekir!
"Bu işlem, Allah için kolaydır."
Aslında yaratıklar arasında yaratılması yüce Allah'a
zor gelen herhangi bir varlık yoktur. Ancak karşılaştırma insanların
ölçülerine göre yapılıyor. Çünkü insanların değer ölçülerine göre yeniden
yapmak, ilk kez yapmaktan daha kolaydır. Yoksa yüce Allah'ın gücüne oranla
ilk kez yapmak yeniden yapmak gibidir, yeniden yapmak da ilk kez yapmak
gibidir. Bu işlem için sadece yüce Allah'ın iradesinin yönelmesi ve "ol"
sözü yeterlidir. "O da oluverdi".
Sonra ayet-i kerime, onları yeryüzünde dolaşmaya,
yüce Allah'ın yaratma ve meydana getirme işlemlerindeki, canlı-cansız
varlıklardaki sanatını ve ayetlerini gözlemlemeye çağırıyor. Böylece ilk
defa meydana getirenin, bu işlemi hiç zorlanmadan yineleyeceğini
anlamalarını amaçlıyor!
"Onlara de ki; yeryüzünde geziniz de Allah'ın
canlıları ilk kez nasıl yarattığını görünüz. Allah bu yaratma işlemini
ilerde bir kere daha tekrarlayacaktır. Hiç kuşkusuz Allah'ın her şeye gücü
yeter."
Yeryüzünde gezmek, gözün ve kalbin daha önce alışık
olmadıkları, farkında olmadıkları yeni manzaralar, yeni sahneler görmelerini
sağlar. Bu ifade son derece ince bir gerçeğe yönelik oldukça derin etkili
bir işaret içeriyor. İnsanoğlu alışık olduğu yerde yaşamını sürdürürken,
buradaki göz kamaştırıcı sahnelere, ilginç evrensel gelişmelere dikkat
etmeye başlar. Fakat yolculuğa çıkınca, başka tarafa taşınınca, seyahat
edince her sahne karşısında duyguları uyanır, bu yeni mekândaki her
manzaraya dikkat kesilir. Oysa daha önce yaşadığı yerde bu sahne ve
manzaraların aynısına hatta daha görkemlisine aldırmadan, dikkat etmeden
geçip giderdi. Belki de, yolculuğundan ve bir süre ayrılışından önce fazla
önemsemediği sahneleri, manzaraları düşünmek, onları açık bir kalple
seyretmek üzere yepyeni bir duyguyla, değişik bir ruhla dönecektir eski
yerine. Bu sefer yaşadığı yerdeki sahneler ve olağanüstü manzaralar ona daha
önce farkında olmadığı, ya da kendisine göre bir anlam ifade etmediği,
enterese etmediği şeyler söyleyecektir.
Kalplere giden yolları, ruhların gizli sırlarını en
ince noktasına kadar bilen ve bu Kur'an'ı indiren Allah eksikliklerden
uzaktır.
"Onlara de ki; yeryüzünde geziniz de Allah'ın
canlıları ilk kez nasıl yarattığını görünüz."
İlk kez yaratmanın nasıl gerçekleştiğini görsünler
diye yeryüzünde gezmelerine ilişkin emirden sonra geçmiş zaman kipi ile
kurulan "ilk kez nasıl yarattı" cümlesi insan ruhunda belli bir duyguyu
uyandırıyor. Yeryüzünde hayatın ilk ortaya çıkışına, ilk yaratma eyleminin
nasıl başladığına tanıklık eden olayları ve manzaraları gözlemlemek
mümkündür. Nitekim günümüzde hayatın gelişim sürecini; nasıl ortaya
çıktığını, nasıl yayıldığını, nasıl geliştiğini-hayatın sırrına ilişkin
doyurucu bir sonuca ulaşmamış olsalar bile, hayatın ne olduğunu, yeryüzünde
hangi kaynaktan. geldiğini, yeryüzündeki ilk canlı varlığın nasıl meydana
geldiğini öğrenmek için çeşitli kazı faaliyetlerini yürüten arkeologların
çalışmaları bu amaca yöneliktir. Yeryüzünde hayatın ilk kez ortaya çıkışını,
arkeolojik kazılar yoluyla araştırmak, bunu öğrendikten sonra bu eylemi
ahiretteki dirilişe bir kanıt olarak algılamak yüce Allah'ın bu ayette
ifadesini bulan bir direktifidir.
Bunun yanı sıra bir başka düşünce de akla geliyor.
Şöyle ki, bu ayete ilk kez muhatap olan Araplar günümüzde ortaya çıkan bu
tür bilimsel araştırmalar yapacak durumda değildiler. Şayet bu ayette
kastedilen bu tür bir bilimsel araştırma olsa bile o gün için ayetin arka
planındaki gerçeğe ulaşmaya güç yetiremezlerdi. Şu halde Kur'an-ı Kerim'in
onların yapabilecekleri ve elde ettikleri sonuçla kolaylıkla ahiretteki
diriliş gerçeğini kabul edebilecekleri bir şeyi istemesi kaçınılmaz oluyor.
O zaman onlardan istenen her tarafta hayat olgusunün bitkilerde, hayvanlarda
ve insanlarda ilk kez nasıl ortaya çıktığını gözlemlemeleridir. Biraz önce
de değindiğimiz gibi, burada yeryüzünde gezmeye çıkmaya ilişkin buyruk, yeni
sahneler görmek suretiyle duyguların uyanması amacına yöneliktir. Geçe ve
gündüz her an, her saniye açıkça gözlemlenebilen hayat olgusunun ortaya
çıkışı ile belirginleşen Allah'ın sonsuz gücünün eserlerini düşünmeye,
etraflıca incelemeye bir çağrıdır.
Burada Kur'an'ın özelliğine uygun düşen önemli bir
ihtimal daha var. Kur'an-ı Kerim insanlara direktiflerini yönlendirirken, bu
direktiflerin insanlığın tüm kuşaklarının hayatlarına, yaşam düzeylerine,
içinde yaşadıkları her türlü koşula, sahip bulundukları tüm araçlara uygun
olmasını göz önünde bulundurur. Amaç her birinin kendi hayat şartlarına ve
ölçülerine uygun direktifi alıp uygulamalarıdır. Bunun yanı sıra hayatın
sürekli gelişimine yardımcı olacak, yol göstericilik yapacak direktifler de
kalıcılığını sürdürür. Bu yüzden bu ayetin açıklamasına ilişkin olarak
burada sunduğumuz bu iki düşünce arasında bir çelişki söz konusu değildir.
Ayeti bu şekilde açıklamak akla daha yatkın ve
Kur'an'ın özelliği bakımından daha uygundur.
"Hiç kuşkusuz Allah'ın her şeye gücü yeter."
Allah bu sınırsız gücü ile hayatı ilk kez yaratır,
sonra bu yaratmayı tekrarlar. Allah'ın bu sınırsız gücü, insanların yetersiz
düşünceleri ile, sınırlı deneyimleri sonucu öğrendikleri ve mümkün olan ile
mümkün olmayanı ona göre belirledikleri kanunlar olarak algıladıkları bağlar
ile sınırlandırılamaz.
Yüce Allah'ın her şeye gücünün yettiğinin bir
belirtisi de dilediği kimseye azap etmesi ve dilediğine merhamet etmesidir.
Tüm canlıların dönüşü O'nadır. Hiç kimse O'nu aciz bırakamaz, engel olamaz!
"Allah dilediğini azaba çarptırır ve dilediğine
merhamet eder. Hepiniz O'nun huzuruna döndürüleceksiniz."
"Ne yerde ve ne gökte Allah'ın yapacaklarına engel
olamazsınız. Allah'dan başka hiçbir koruyucu dostunuz, hiçbir destekçiniz
yoktur."`
Azap ve merhamet Allah'ın iradesine bağlıdır. Çünkü
yüce Allah doğru yol ile sapıklık yolunu açıkça göstermiştir. İnsanda da her
iki yoldan dilediğini aynı kolaylıkta seçmesini sağlayacak yetenekler var
etmiştir. Bundan sonra insan seçtiği yolu tutar. Ancak insanın yönü, Allah'a
doğru ise, yol göstericiliğini arzuluyorsa, bunlar yüce Allah'ın kendisine
yardımcı olmasını sağlar. -Bu yardımı yüce Allah kendi üzerine almıştır.-
Doğru yola götüren delillerden yüz çevirmesi ve insanların doğru yola
girmelerine engel olması durumunda ise Allah'ın ipinden kopar, sapıklığa
düşer. İşte Allah'ın rahmet ve azabı bu gerekçelere dayanır.
"O'nun huzuruna döndürüleceksiniz."
İnsanların Allah'a dönüşünü anlatmak için kullanılan
bu sert ifade, kendisinden sonraki cümlenin içerdiği anlama da uygun
düşmektedir.
"Ne yerde ve ne gökte Allah'ın yapacaklarına engel
olamazsınız."
Bu varlık aleminde Allah'a döndürülmeyi önleyecek
bir gücünüz yoktur. Ne yeryüzündeki gücünüz, ne de zaman zaman gökyüzünde
etkin rol oynadıklarını sanarak ibadet ettiğiniz meleklerin ve cinlerin gücü
buna yetmez!
"Allah'dan başka hiçbir koruyucu dostunuz, hiçbir
destekçiniz yoktur." Nerede, Allah'dan başka dost ve destekçiler?
İnsanlardan, yahut melekler ve cinlerden koruyucu dostlar ve destekçiler
nerede? Bunların tümü yüce Allah'ın yarattığı kullardır. Kendilerine bile
herhangi bir fayda veya zarar dokunduramazlar. Nerde, kaldı ki başkalarına
koruyucu ve destekçi olabilsinler.
"Allah'ın ayetlerini ve O'nun karşısına
çıkacaklarını yalanlayanlar var ya, onlar rahmetimden ümitlerini kesmiş
kimselerdir. Onları acıklı bir azap beklemektedir."
Çünkü insanın kalbi kâfir olup Allah'la arasındaki
bağ kopmadıkça Allah'ın rahmetinden ümit kesmez. Aynı şekilde bir insanın
kalbi ile Allah arasındaki ilişki bozulmadıkça, kalbinin yumuşaklığı
kurumadıkça ve artık onun için Allah'ın rahmetine ulaştıracak bir yol
kalmadıkça kâfir olmaz. Akibet ise bellidir: "Onları acıklı bir azap
beklemektedir."
Kıssanın akışı içinde, genelde iman davasını inkâr
eden tüm kâfirlere, özelde de Hz. İbrahim'in -selâm üzerine olsun-
soydaşlarına yönelik bu ara hitaptan sonra, ayeti kerime Hz. İbrahim'in
soydaşlarının verdiği cevabı açıklamaya dönüyor. Bu gerçekler karşısında
onların verdiği cevap oldukça tuhaf ve ilginç olarak beliriyor. Küfür ve
zorbalığın sahip olduğu maddi güç ve iktidara güvenerek büyüklük taslayışı,
övünmesi şaşkınlık verici bir tutum olarak gözler önüne seriliyor!
24- Soydaşlarının
İbrahim'e verdikleri cevap sadece "Bu adamı öldürünüz, ya da yakınız "
biçiminde oldu. Fakat Allah onu ateşte yanmaktan kurtardı. Hiç kuşkusuz bu
olayda mü'minlerin alacakları birçok ders vardır.
Öldürün bu adamı ya da yakın... İşte Hz. İbrahim'in
-selâm üzerine olsun biraz önce davetin sunuluşu açısından son derece
yararlı olduğunu belirttiğimiz tarzda kalplerine ve akıllarına yönelttiği
açık, sade ve anlaşılır çağrıya verdikleri cevap buydu.
Azgın tağutlar çirkin yüzlerini gösterdikleri için
ve İbrahim peygamber de bu azgınlığı savıp, ondan korunamadığı için, üstelik
kendisini koruyacak bir çevresi ve maddi gücü bulunmadığı için, kudret eli
olaya açıkça müdahale ediyor. İnsanlara göre alışılmışın dışında olan
olağanüstü bir mucize ile işe el koyuyor!
"Fakat Allah onu ateşte yanmaktan kurtardı."
Hiç kuşkusuz Hz. İbrahim'in olağanüstü bir şekilde
ateşten kurtuluşu, kalplerini imana hazırlayanlar için bir mucizedir. Ne var
ki, onun soydaşları bu olağanüstü mucizeye rağmen ona inanmamıştı. Bu da
gösteriyor ki, mucizeler, olağanüstü olaylar insanları doğru yola
iletmezler. İnsanların mü'min olmalarını sağlayan, onların doğru yola
girmeye ve iman etmeye olan yatkınlıklarıdır.
"Hiç kuşkusuz bu olayda mü'minlerin alacakları
birçok ders vardır."
Bu olaydan çıkarılacak birinci ders; Hz. İbrahim'in
ateşte yanmaktan kurtulmasıdır. İkincisi ise, yüce Allah'ın kurtulmasını
istediği yalnız bir adama azgın zorbaların, eziyet edememeleridir. Üçüncü
ders ise, mucizenin taşlaşmış inatçı kalpleri doğru yola iletemediği
gerçeğidir. Davet hareketlerinin tarihini, kalplerin yönlendirilmesini,
sapıklık ve hidayet etkenlerini araştırmak isteyenler bunun üzerinde uzun
uzun düşünmelidirler.
Kıssanın akışı, Hz. İbrahim'in -selâm üzerine olsun-
ateşte yanmaktan kurtulmasından sonraki gelişmeleri de aktararak devam
ediyor. Hz. İbrahim, apaçık mucizenin bile kalplerini yumuşatmadığı
soydaşlarından ümidini kesmiştir artık. Bu yüzden onlarla her türlü ilişkiyi
kesmeden önce içinde bulundukları durumu olduğu gibi belirterek onlara
karşılık veriyor!
25- İbrahim
soydaşlarına dedi ki; "Sizler dünya hayatında birbirinizin hatırı için
Allah'ı bir yana bırakarak putları ilah edindiniz. Ama ilerde kıyamet günü
birbirinizi tanımazlıktan gelecek, birbirinize lânet okuyacaksınız.
Varacağınız yer cehennemdir. Orada size yardım elini uzatan hiçbir kimse
olmayacaktır.
Hz. İbrahim onlara şöyle diyor! Sizler Allah'ı bir
yana bırakarak birtakım putları, heykelleri ilah edindiniz. Ama bu
davranışınız o düzmece tanrılara ibadet etmenin yerinde olduğuna
inandığınızdan yahut bu konuya ilişkin olarak kuşkudan uzak bir düşünceye
sahip olduğunuzdan kaynaklanmıyor. Bu putlara ibadet ederken amacınız
birbirinize hoş görünmektir. Yekdiğerinizi memnun etmektir. Siz gerçeği
açıkça gördüğünüz halde arkadaşınızın ibadet ederek yöneldiği putu bırakmak
istemiyorsunuz. Sırf aranızdaki sevgiyi korumak için, sırf birbirinizin
hatırı için gerçeğin ve ilahi inanç sisteminin aksine bir tutum
içindesiniz... Böyle bir durum inanç sistemini ciddiye almayan toplumlarda
ortaya çıkar. Böylece toplumlarda kişi arkadaşını hoşnut etmek için
inancından ödün verir. Arkadaşına muhalefet etmektense, inancın ilkelerini
çiğnemeyi göze alır, onları daha önemsiz görür. Oysa inanç sistemi son
derece ciddi ve önemlidir. Gevşekliği, başkalarını hoşnut etme uğruna onda
ödün vermeyi, gereken önemi vermemeyi kesinlikle kabul etmez.
Sonra Hz. İbrahim onların ahiretteki durumlarını
ortaya koyuyor. Bu sefer, inanç sisteminden ödün verme pahasına zarar
görmesinden çekindikleri, sırf bunun için putlara ibadet etmeyi
sürdürdükleri, onları korudukları sevgi ve arkadaşlık kıyamet günü
düşmanlığa, lânetleşmeye ve ayrılığa dönüşüyor.
"Kıyamet günü birbirinizi tanımazlıktan gelecek,
birbirinize lânet okuyacaksınız."
O gün liderler, kendilerini izleyenler,
tanımazlıktan gelecekler. Dostlar birbirlerini inkâr edecekler. Her grup
arkadaşını kendisini saptırmakla, yoldan çıkarmakla suçlayacaktır. Her azgın
kendisini azdıran arkadaşına lânet okuyacaktır.
Üstelik bu küfürleşme ve lânetleşmeler hiçbir işe
yaramayacak, hiç kimsenin azap görmesine engel olamayacaktır!
"Varacağınız yer cehennemdir. Orada size yardım
elini uzatan hiçbir kimse olmayacaktır."
İbrahim'i içine atıp yakmak istedikleri, ama yüce
Allah'ın yardım elini uzatıp kurtardığı ateşe kendileri gireceklerdir. Fakat
kendilerine yardım elini uzatan hiç kimse olmayacaktır, ateşte yanmaktan
kurtulamayacaklardır.
Hz. İbrahim'in soydaşlarına yönelik çağrısı ve
hiçbir kuşkuya yer vermeyen somut mucize,. kendi karısının dışında Lût
adında birinin kendisine inanması ile sonuçlanıyor. Bazı rivayetlerde
belirtildiğine göre Lût peygamber, Hz. İbrahim'in kardeşinin oğludur. Hz.
Lût, İbrahim peygamberle birlikte Irak Keldanileri'nin yaşadığı Ur kentinden
Ürdün'ün öte yakasına göç etmiş ve ikisi oraya yerleşmiştir!
26- Bunun üzerine
Lût ona inandı ve soydaşlarına "Ben sizden uzaklaşıp Rabb'ime gidiyorum. Hiç
kuşkusuz O üstün iradelidir ve her yaptığı yerindedir" dedi.
Burada Hz. Lût'un niçin yurdunu terk edip hicret
ettiğini anlamak için söylediği şu sözün üzerinde durmak istiyoruz! "Ben
sizden uzaklaşıp Rabb'ime gidiyorum." Hz. Lût, müşriklerin baskısından
kurtulmak için hicret etmiyor. Herhangi bir bölgeye yerleşmek ya da maddi
bir kazanç elde etmek yahut ticari avantaj sağlamak amacı ile yurdunu
bırakıp göç etmiyor. Sadece Rabb'ine hicret ediyor. O'na yakın olmak, O'nun
korusuna sığınmak için hicret ediyor. Eti ve kanıyla hicret etmeden önce
kalbi ile, inancı ile hicret ediyor. Herhangi bir şekilde soydaşlarının
hidayet ve imana olumlu yaklaşmalarına ilişkin en ufak bir umut kırıntısı
kalmadıktan sonra küfür ve sapıklık ülkesinden uzak ibadetini, kalbini ve
tüm varlığını Rabb'ine özgü kılmak için O'na doğru hicret ediyor.
Yüce Allah, Hz. İbrahim'e -selâm üzerine olsun-
geride bıraktığı yurdunun, soydaşlarının ve ailesinin yerine, içindeki
canlı-cansız tüm varlıklarla birlikte yeryüzüne varis olacağı güne kadar
Allah'ın mesajını insanlara sunacak bir soy bahşediyor. Nitekim Hz.
İbrahim'den sonra gönderilen tüm peygamberler ve bütün davet hareketleri
onun soyunun arasından çıkmıştır. Bu ise, hem dünyada hem de ahirette
kaybedilenlere karşılık elde edilen büyük bir ödüldür.
27- İbrahim'e
İshak'ı ve Yakub'u armağan ettik. O'nun soyuna peygamberlik ve kitap sunduk.
O'nu dünyada ödüllendirdiğimiz gibi hiç kuşkusuz ahirette de iyi kullarımız
arasındadır.
Hiç kuşkusuz bu, büyük bir lütuf, sonsuz bir
bağıştır. Bu bağışta, her şeyiyle Allah'a adanmanın somut örneği olan;
azgınların ateşte yakmak için etrafını kuşattığı buna karşılık çevresindeki
her şeyin esenlik ve serinliğe, bağış ve nimete dönüştüğü bu adama yönelik
Allah'ın hoşnutluğu belirginleşmektedir. Elbette bu ödül onun yaptıklarına
yakışır bir karşılıktır.
Daha sonra, İbrahim kıssasının ardından Lût
peygamberin kıssası yer alıyor. Kıssa, Hz. Lût'un, Hz. İbrahim'le birlikte
Rabb'ine hicret edip Ürdün vadisinde konaklamalarından sonra Hz. Lût'un,
yalnız başına ölü denizin ya da kendisinden sonrakï adıyla Lût gölünün
kıyısına yerleşmiş kabilelerden birinin arasına katılıp yaşamını
sürdürmesinden sonraki gelişmeleri içeriyor. Hz. 1ût'un aralarına katıldığı
kabile Sodom kentinde yaşıyordu. Hz. Lût da uzun süre aralarında kalmaktan
dolayı onlardan biri olmuştu.
Daha sonra bu toplumda tuhaf anormallikler baş
gösterdi. Kur'an-ı Kerim böyle bir olayın insanlık tarihinde ilk kez meydana
geldiğini belirtmektedir. Bu anormallik, yüce Allah'ın erkekler için
yarattığı kadınlar yerine erkeklere karşı duyulan sapık cinsel eğilimdi.
Oysa yüce Allah, her iki cinsi, aralarında bütün canlı türlerinde geçerli
olan normal fıtri eğilime uygun olacak nesil yoluyla hayatın devamını
garantileyen üretici doğal birleşmeler gerçekleştirsinler diye yaratmıştır.
Çünkü yüce Allah bütün canlıları,dişi ve erkek olmak üzere çift çift
yaratmıştır. Dolayısıyla Lût kavminden önce böyle bir anormallik, aynı cinse
karşı duyulan böyle bir sapık eşcinsel eğilim görülmüş değildi.
28- Lût'u da
peygamber olarak gönderdik. Hani o soydaşlarına şöyle demişti: "Sizler
kesinlikle şimdiye kadar hiç kimsenin işlemediği, iğrenç bir eylemi
yapıyorsunuz. "
29- "Sizler,
kadınları bırakıp erkek-erkeğe cinsel ilişkide bulunuyor, kervanların yolunu
kesiyor ve aranızda düzenlediğiniz toplantılarda o çirkin eylemi
işliyorsunuz. Öyle mi?" Soydaşlarının tek cevabı "Eğer doğru söylüyorsan,
Allah'ın azabını başımıza getir bakalım " demeleri oldu.
30- Lut dedi ki;
"Rabb'im, şu bozgunculara karşı bana yardım et. "
Hz. Lût'un onlara yönelik sözlerinden kavminin
arasında her türlü bozgunculuğun kol gezdiği anlaşılıyor. Onlar o güne kadar
hiçbir insanın işlemediği anormal ve iğrenç bir eylem işliyorlardı.
Erkek-erkeğe cinsel ilişkide bulunuyorlardı. Bu ise
fıtratın kökten bozulduğunu, sapıttığını gösteren iğrenç ve anormal bir
eylemdir. Çünkü fıtrat kimi zaman kadınlarla normal ve temiz ili kinin
sınırını aşmakla bozulabilir. Bu tür bir suç çirkin bir eylemdir. Ama yine
de fıtri çerçeve içinde, onun mantığına uygun bir eylemdir. Fakat Lût
kavminin gerçekleştirdiği öteki anormal ilişki ise, bütün canlıların fıtri
eğilimlerinden uzaklaşmadır. İnsanın, hem ruhsal, hem de organik yapısının
bozulmasıdır. Yüce Allah, en büyük hayat çizgisi ile âhenk oluşturacak
şekilde iki eş arasındaki cinsel ilişkiye bir lezzet vermiştir. Aynı şekilde
bu büyük hayat çizgisinin devamını da bu birleşmenin ürünü olan nesle bağlı
kılınıyor. Yine bu ahenge uygun olarak her iki cinsi bu birleşmeden hem
ruhsal, hem de bedensel olarak lezzet alabilecekleri yeteneklerle
donatmıştır. Fakat bu anormal ilişkinin amacı yoktur. Bu tür bir ilişkinin
herhangi bir amacının olmayışına bağlı olarak yüce Allah insan fıtratını
bundan zevk alacak özellikte yaratmamıştır. Eğer bir insan bu tür bir
ilişkiden zevk alıyorsa bunun anlamı, o insanın fıtrat çizgisinden nihai
olarak sıyrıldığı, hayat çizgisi ile uyuşmayacak şekilde çarpık bir tabiata
büründüğü, tersyüz olduğudur.
Ayrıca yolları kesip, soygunculuk yapıyorlardı.
Gelip geçenleri korkutuyor, etrafa dehşet saçıyorlardı. Yakaladıkları
erkeklere zorla tecavüz ediyorlardı. Bu ise, talan, soygunculuk ve
yeryüzünde bozgunculuk yapmak gibi eylemlerin yanında, kötülük bakımından
ilkinden bir adım daha ilerde bir kötülüktür.
Öte yandan bu iğrenç eylemi kendi aralarında
düzenledikleri toplantılarda gerçekleştiriyorlardı. Açıktan açığa, hep
beraber, birbirlerinden utanmayan toplu halde işliyorlardı. Bu ise kötülük
bakımından daha ileri bir derecedir. Fıtratın büsbütün bozulmasıdır,
dejenere olmasıdır. Artık düzelmesi mümkün olmayacak şekilde insanın
rezaletle, iğrençlikle övünç duymasıdır.
Burada kıssa özetle sunuluyor. Ancak öyle
anlaşılıyor ki, Hz. Lût önce onlara emrediyor, güzellikle bu eylemlerine
engel olmak istiyor. Onlar ise bu eylemlerinde ısrar ediyorlar. Bu sefer Hz.
Lût onları Allah'ın azabı ile korkutuyor, işledikleri bu büyük suçun
iğrençliğini yüzlerine vuruyor!
"Soydaşlarının tek cevabı `Eğer doğru söylüyorsan,
Allah'ın azabını başımıza getir bakalım' demeleri oldu."
Bu söz, uyarıya karşı küstahlıkta bulunmanın,
uyarıyı yalanlamakla birlikte tehditlere meydan okumanın, dönüşü imkânsız
bir kaçışın ifadesidir . Peygamberleri de elinden geleni yapmış ve
Rabb'inden son olarak yardım dilemek üzere O'na yönelmekten başka yapacak
bir şeyi kalmamıştır!
"Lût dedi ki; `Rabb'im şu bozgunculara karşı bana
yardım et."
Burada Lût'un duasının üzerine perde iniyor ve duaya
verilen cevabın sunulduğu sahne açılıyor. Bu arada Hz. Lût'un duasının
karşılığı olarak kavminin işlediği iğrenç suçun cezasını infaz etmek üzere
görevlendirilen melekler yolda Hz. İbrahim'e konuk oluyorlar. Daha önce
kısır olan eşinden salih bir evlâdının olacağını müjdeliyorlar!
31- Elçilerimiz
İbrahim'e oğlu olacağına ilişkin müjde ile geldiklerinde "Biz şu kentin
halkını yok edeceğiz, çünkü oranın halkı zalimdir" dediler.
32- İbrahim "Ama
orada Lût var" deyince, elçiler şöyle dediler: "Biz orada kimlerin olduğunu
herkesten iyi biliyoruz. Lût'u ve yakınlarını kurtaracağız. Yalnız eşi orada
kalarak azaba çarpılanlardan olacaktır. "
Bu sahnede, Hz. İbrahim'in yanındaki meleklere
değinerek kısaca geçiliyor. Çünkü amaç, bu sahneyi detaylı olarak sunmak
değildir. Daha önce İbrahim kıssasında yüce Allah'ın ona İshak ve Yakub'u
evlât olarak bahşettiğine değinilmiştir. Burada ise, müjdeye konu olan
İshak'ın doğuşudur. Bu yüzden kıssa ayrıntılı olarak sunulmuyor. Çünkü
güdülen amaç burada Lût'un kıssasını tamamlamaktır. Meleklerin İbrahim'e
uğramalarının amacının ona bir müjde vermek olduğuna değinilmişti. Sonra
melekler ona asıl görevlerinin ne olduğunu bildiriyorlar.
"Biz şu kentin halkını yok edeceğiz, çünkü oranın
halkı zalimdir dediler."
Hz. İbrahim'in duyarlılığı ve yumuşaklığı kendini
gösteriyor ve meleklere o kentte Lût'un bulunduğunu, onunsa zalim biri
olmayıp tam tersine salih bir insan olduğunu anlatmaya başlıyor.
Melekler onu rahatlatacak bir cevap vererek
görevlerinin bilincinde olduklarını ve bunu herkesten daha iyi bildiklerini
vurguluyorlar.
"Elçiler şöyle dediler; Biz orada kimlerin olduğunu
herkesten iyi biliyoruz. Lût'u ve yakınlarını kurtaracağız. Yalnız eşi orada
azaba çarpılanlardan olacaktır."
Çünkü karısının gönlü onun kavminden yanaydı.
Onların çürümelerini ve sapıklıklarını onaylıyordu. Bu ise, tuhaf bir
durumdu.
Sonra ayetlerin akışı üçüncü sahneye geçiyor. Bu
sahnede Hz. Lût yer alıyor. Melekler de güzel, parlak delikanlılar
görünümünde yanına gelmişler. O ise kavminin yaygın sapıklığını ve bu
konukları bekleyen kötülüğü, üstelik onlara engel olamayacağını biliyor. Bu
yüzden canı sıkılıyor, bu kötü şartlar altın-dayken konuklarının gelmiş
olmasından huzursuz oluyor!
33- Elçilerimiz
yanına varınca Lût'un canı sıkıldı, gelişleri yüzünden telaşa kapıldı. Bunun
üzerine elçilerimiz ona dediler ki; "Korkma, tasalanma. Biz seni ve
yakınlarını kurtaracağız. Yalnız eşin geride kalıp azaba çarpılanlardan
olacaktır. "
34- "Biz bu kent
halkının iğrenç sapıklığı yüzünden başlarına gökten ağır bir azap
yağdıracağız. "
35- Biz o yıkık
kentten, geriye düşünen kimselerin ders çıkarmalarına yarayacak belirgin
izler bıraktık.
Burada Lût'un kavminin hastalık derecesine varan
sapıklığın ateşiyle yanarak konuklara saldırmalarına, Hz. Lût'un onlarla söz
düellosuna girmesine kısaca değiniliyor ve hemen olayın sonu sunuluyor.
Melekler Hz. Lût'a gerçek kimliklerini açıklıyorlar. O bu sıkıntı
içindeyken, canı bu kadar sıkılmışken ne için görevlendirildiklerini ona
anlatıyorlar!
Bunun üzerine elçilerimiz ona dediler ki; "Korkma,
tasalanma. Biz seni ve yakınlarını kurtaracağız. Yalnız eşin geride kalıp
azaba çarpılanlardan olacaktır."
"Biz bu kent halkının iğrenç sapıklığı yüzünden,
başlarına gökten ağır bir azap yağdıracağız."
Bu ayet, Hz. Lût ve ona inanan ailesi hariç, içinde
oturanlarla birlikte o kentin yıkılış sahnesini canlandırıyor. Bu yıkılma
sahnesi, yağmurlar ve çamura bulaşmış taşlarla gerçekleşmişti. Öyle
anlaşılıyor ki, bu kenti altüst edip yutan felâket, volkanik bir patlamaydı.
Bu patlamayla birlikte fışkıran lavlàr
üzerlerine yağmıştı.
Bu yıkılışın izleri halâ gözler önündedir.
Yüzyıllardan beri aklını kullanıp düşünecek kimselere Allah'ın gücünün
ayetlerinden söz etmektedir.
"Biz o yıkık kentten, geriye düşünen kimselerin ders
çıkarmalarına yarayacak belirgin izler bıraktık."
Hiç kuşkusuz bu akıbet; bozulan, kokuşan ve ne meyve
vermesi ne de yaşaması mümkün olmayan, kesilip yakılmaktan başka bir işe
yaramayan bu pis ağaç için doğaldı.
HZ. ŞUAYB VE DAVETİ
36- Medyenliler'e de
kardeşleri Şuayb'ı peygamber olarak gönderdik. Şuayb dedi ki; "Ey
soydaşlarım, Allah'a kulluk sununuz, ahiret gününü hiç aklınızdan
çıkarmayınız, yeryüzünde kargaşa çıkarıp dirliği bozmayınız. "
37- Fakat
Medyenliler Şuayb'ı yalanladılar. Bunun üzerine ani bir yer sarsıntısına
tutuldular da oldukları yerde yığılıp kalıverdiler.
Bunlar bütün peygamberlerin sunduğu mesajın bir
olduğunu, insanların uymasını istedikleri inanç sisteminin özde bir olduğunu
açıkça gösteren işaretlerdir. "Allah'a kulluk sununuz, ahiret gününü hiç
aklınızdan çıkarmayınız." Gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin sunduğu inanç
sisteminin temel ilkesi tek ve ortaksız Allah'a kulluktur. Ahiret gününü
akıldan çıkarmamak ise, insanların eksik tartmak ve ölçmek, haram kazanç
elde etmek, ticaret amacı ile yolda gelip geçenlerin mallarına el koymak,
insanlara eşya satarken onları aldatmak, yeryüzünde bozgunculuk yapmak ve
Allah'ın kullarının haklarını çiğnemek gibi dünya hayatından bekledikleri
duyguların değişmesi için bir garantidir.
Daha sonra kısaca peygamberlerini yalanladıkları, bu
yüzden yüce Allah'ın peygamberleri yalanlayan toplumları cezalandırmaya
ilişkin yasası uyarınca suçüstü yakalanıp yok edildikleri, yurtlarının yerle
bir edildiği belirtiliyor:
"Bunun üzerine ani bir yer sarsıntısına tutuldular
da oldukları yerde yığılıp kalıverdiler."
Onların ödlerini kopartan ve onları çarpılmış gibi
hareketsiz bırakan, böylece evlerinde yığılıp kalmalarına neden olan korkunç
gürültüden sonra yurtlarını şiddetle sarsıp yerle bir eden dehşet verici yer
sarsıntısına ilişkin açıklama daha önce geçmişti. Hiç kuşkusuz bu ani
gürültü onların insanları korkutup etrafa dehşet saçmalarına uygun bir
karşılıktır. Nitekim onlar aniden ve nara atarak insanlara saldırırlardı.
Aynı şekilde Ad ve Semud kavimlerinin yerle bir
edilişlerine de işaret ediliyor.
38- Adoğulları ile
Semudoğulları'nı da yok ettik. Bunu vaktiyle oturdukları evlerin yıkıntıları
size açıkça göstermektedir. Şeytan onlara işledikleri kötülükleri güzel
göstererek kendilerini yoldan çıkardı. oysa isteselerdi gerçeği
görebilirlerdi.
Ad kavmi Arap Yarımadası'nın güneyindeki Hadramut
yakınlarında Ahkaf denilen bölgede yaşıyordu. Semud kavmi ise yarımadanın
kuzeyindeki Vadil Kura yakınlarında Hicre denilen bölgede yaşıyordu. Ad
kavmi ise, yeri-göğü titreten korkunç bir gürültü ile yerle bir edilmişti.
Her iki toplumun harap olmuş yurtları Araplar tarafından biliniyordu.
Ticaret amacı ile gerçekleştirdikleri yaz ve kış yolculuklarında buralardan
geçiyorlardı. Bir süre sürdürülen üstünlük ve egemenlikten sonraki yok
edilişin, yerle bir edilişin izlerini gözleri ile görüyorlardı.
Bu genel işaret onların sapıklıklarının sırrını
gözler önüne seriyor. Bu, aynı zamanda diğer toplumların da sapıklıklarının
altında yatan sırdır.
"Şeytan onlara işledikleri kötülükleri güzel
göstererek kendilerini yoldan çıkardı. Oysa isteselerdi gerçeği
görebilirlerdi."
Hiç kuşkusuz gerçeği kavramalarını sağlayacak
akılları vardı. Doğru yola iletecek somut kanıtlar gözlerinin önünde
duruyordu. Fakat şeytan onları baştan çıkarmış, işledikleri kötülükleri
güzel göstermişti. Bu açık delikten girerek onları istediği gibi
yönlendirmişti. Bu delik, kendi kendileri ile gurur duymaları, yaptıkları
işlerle övünmeleri, sahip bulundukları maddi güç, mal ve nimetlere kanmaları
idi: "Onları yoldan çıkardı." İnsanın iman etmesi ile sonuçlanan biricik
doğru yola girmelerine engel oldu. Böylece fırsatı kaçırmış oldular. "Oysa
isteselerdi gerçeği görebilirlerdi." Çünkü görecek gözleri, gördüklerini
algılayacak kavrama yetenekleri ve akılları vardı.
BÜYÜKLENENLERİN SONU
39- Karun'u,
Firavun'u ve Haman'ı yok ettik. Musa onlara açık kanıtlar getirdi. Fakat
yeryüzünde büyüklük tasladılar, ama elimizden kurtulamadılar.
Karun, Hz. Musa'nın kavmi İsrailoğulları'na mensup
biriydi. Sahip bulunduğu servetle ve bilgiyle onlara karşı büyüklük
taslamış, azgınlaşmıştı. Kendisine iyilikte bulunmasını, dengeli hareket
etmesini, alçak gönüllü olmasını, azgınlaşıp bozgunculuk yapmamasını
öğütleyenlerin öğütlerini dinlememişti. Firavun ise, acımasız bir zorbaydı.
Kötülüklerin en iğrencini, suçların en çirkinini işliyordu. İnsanları
aşağılıyor, onları sınıflara bölüyordu. İsrailoğulları'nın erkeklerini
zorbalıkla, zulümle öldürüyor, kadın1arını erkeksiz bırakmak suretiyle
korkunç bir soykırım uyguluyordu. Haman ise, onun izleyeceği stratejileri
belirleyen, bilgi ve becerisiyle zulüm ve diktatörlükte ona yardımcı olan
veziri idi.
"Musa onlara açık kanıtlar getirdi. Fakat yeryüzünde
büyüklük tasladılar."
Ama göz kamaştırıcı servetleri, caydırıcı güçleri,
her şeyi en ince detayına kadar planlayan korkunç dehaları onları
koruyamadı. Yüce Allah'ın onları suçüstü yakalamasına engel olamadı.
Allah'ın korkunç azabından kaçıp kurtulmalarını sağlayamadı. Biraz sonra
göreceğimiz gibi, yüce Allah onları suçüstü yakalayıp cezalandırdı.
"Ama elimizden kurtulamadılar."
ALLAH'IN AMANSIZ
YOKEDİŞİ
İşte yüce Allah maddi güce, mal-mülke, sürekliliği
ve üstünlüğü sağlayan araçlara sahip bulunan bu adamların her birini; uzun
süre insanlara baskı uygulayıp eziyet ettikten sonra suçüstü yakalayıp
cezalandırmıştır.
40- Her birini teker
teker suçüstü yakaladık. Kimini önünde taşları savuran müthiş bir kasırgaya
tuttuk, kimi korkunç bir gök gürültüsüne tutularak cansız yere düştü, kimini
yerin dibine geçirdik, kimini de denizde boğduk. Allah'ın onlara zulmetmesi
söz konusu değildi, fakat onlar kendilerine zulmettiler.
Ad kavmi, önünde taşları savurarak etrafı kırıp
döken, çarptığı insanı öldüren korkunç bir kasırgaya tutuldu. Semud kavmi
ise, insanın ödünü koparıp cansız bırakan bir gök gürültüsü ile yok edildi.
Karun ve sarayı ise yerin dibine geçirildi. Firavun ve Haman da denizde
boğuldular. Her biri zulmederken suçüstü yakalanıp cezalandırıldı! "Allah'ın
onlara zulmetmesi söz konusu değildi; fakat onlar kendi kendilerine
zulmettiler."
ÖRÜMCEK GİBİ ACİZ
OLANLAR
Şimdi... Yüzyıllardan beri gelmiş geçmiş, kâfir,
zalim ve fasık azgınların, diktatörlerin yerle bir edildikleri yerlerin
gözlerimizin önünde bulunduğu şu anda... Ayrıca surenin baş taraflarında
imtihan etmeye, denemeye ve baştan çıkarmaya ilişkin açıklamaların
ardından... Evet şimdi, bu alanda çarpışan güçlerin gerçek mahiyetlerini
gözler önüne sermek amacı ile bir örnek veriliyor... Kuşkusuz gerçek anlamda
tek bir güç var, o da yüce Allah'ın gücüdür. Bunun dışında yaratıkların
sahip bulunduğu güçler, basit ve önemsiz şeylerdir. Bu güçlere bağlanan veya
sığınan biri, cılız iplerden örülü bir yuvaya sığınan zayıf-güçsüz örümcek
gibidir. Örümcek de, sığındığı yuva da aynı derecede güçsüz ve çaresizdir.
41- Allah dışında
başka dostlar, başka dayanaklar edinenlerin durumu; ağdan örülmüş bir yuva
edinen örümceğin durumuna benzer. Hiç kuşkusuz en dayanıksız ev, örümcek
yuvasıdır. Onlar keşke bunun bilincine erselerdi.
42- Hiç kuşkusuz
Allah onların kendisini bir yana bırakıp ne gibi şeylere taptıklarını bilir.
O üstün iradelidir ve her yaptığı yerindedir.
43- Biz insanlara bu
örnekleri anlatıyoruz, ama onların anlamını bilgililerden başkası
kavrayamaz.
Varlık alemindeki güçlerin gerçek mahiyetini gözler
önüne seren son derece gerçekçi ve o kadar da ilginç bir tasvirdir bu. Ne
yazık ki, insanlar zaman zaman bu gerçeği unuturlar. Bu yüzden, tüm
değerlere ilişkin ölçüleri karışır, bütün bağlarla ilgili düşünceleri
karmaşık hale gelir, ellerindeki tüm kriterler bozulur. Ne tarafa
gideceklerini, neyi alıp neyi bırakacaklarını bilmez hale gelirler:
Bu durumda iktidar sahiplerinin ellerindeki
caydırıcı güce aldanırlar. Bu otoriteyi yeryüzünde dilediğini yapabilen tek
egemen güç sanırlar. Bu yüzden korku ile ümitle bu güce yönelirler. Ondan
korkarlar, endişelenirler. Vereceği zarardan korunmak ya da onun koruyucu
(!) kanatları altına girmeyi garantilemek için onu hoşnut etmeye çalışırlar.
Kimi zaman zenginliğin, mal varlığının sağladığı
güce aldanırlar. Bu gücü insanların ve hayatın kaderine egemen tek güç
sanırlar. Bu yüzden hem arzuyla hem de korkuyla karışık bir duyguyla mala
yönelirler. Onun sayesinde üstünlük sağlamak için, tasarladıkları gibi
insanların sırtlarına binmek için mal kazanmaya, servet elde etmeye
çalışırlar.
Bazı kereler bilimin gücüne aldanırlar. Gücün,
zenginliğin ve sahip bulunanların dilediklerini elde ettikleri, diledikleri
gibi gezdikleri diğer tüm güçlerin ana kaynağının bilim olduğunu düşünürler.
Bu yüzden mabedlerde ibadet eden kullar gibi koşu içinde, taparcasına bilime
yönelirler.
Varlık alemindeki güçlerin gerçek mahiyetini
bilmeyen insanlar bütün bu maddi güçlere aldanırlar. Fertlerin, toplumların
ya da devletlerin elindeki bu güçler onların gözlerini kamaştırır, başlarını
döndürür. Lambanın etrafında dönen, ateşin cazibesine kapılıp içine düşen
pervane gibi bu göz alıcı, bu baş döndürücü maddi güçlerin etrafında dönüp
içinde kaybolup giderler.
Diğer tüm küçük güçleri yaratan, onlara egemen olan,
onları bahşeden, onları yönlendiren ve dilediği zaman dilediği kimsenin
buyruğuna veren tek egemen gücü unuturlar.
Gerek fertlerin, gerek toplumların, gerekse
devletlerin ellerindeki bu güçlere sığınmanın tıpkı örümceğin ağdan örülü
yuvasına sığınması gibi olduğunu unuturlar. Halbuki bu zayıf, güçsüz ve
çaresiz örümceği, gevşek yuva koruyacak değildir.. Bu zayıf eve sığınmakla
tehlikelerden korunması mümkün değildir.
Allah'ın himayesinden başka bir himaye, O'nun
güvenilir korusundan başka bir sığınak, O'nun sarsılmaz gücünden başka bir
destek yoktur.
Kur'an-ı Kerim bu büyük gerçeği mü'min kitlenin
ruhuna yerleştirmeye büyük özen gösterir. Böylece mü'min kitle, yoluna
dikilen tüm güçlerden daha üstün bir duruma gelir. Yeryüzünde büyüklük
taslayan zorbalar ayaklarının altında ezilir, kaleler ve burçlar önünde
birer birer yıkılır.
Kuşkusuz bu büyük gerçek, o zamanlar bütün ruhlara
yerleşmiş, kalplere kök salmış, kana karışarak damarlarda dolaşmıştı. Sadece
dille söylenen bir sözden ibaret kalmamıştı. Tartışmalara sermaye olacak bir
sorun olarak algılanmamıştı. Tam tersine son derece açık ve anlaşılır bir
gerçek olarak ruhlara yerleşmişti. Duygu ve düşüncelerde bu gerçeğin dışında
bir fikir dolaşmazdı.
Tek güç, Allah'ın gücüdür. Biricik dostluk Allah'ın
dostluğudur. O'nun dışındakiler istediği kadar büyüklük taslasın, azgınlaşıp
zorbalaşsın, istediği kadar zulüm, baskı ve işkence araçlarına sahip olsun
kesinlikle zayıftırlar, güçsüzdürler, önemsizdirler.
İşte örümcek; ağından başka hiçbir güce sahip
değildir: "Hiç kuşkusuz en dayanıksız ev, örümcek yuvasıdır. Onlar keşke
bunun bilincine erselerdi." Birçok baskı ve işkenceden geçen, aldatma ve
baştan çıkarmalarla karşı karşıya kalan dava adamları; çeşitli güçlerle
yeryüzüne geldiklerinde bu büyük gerçeğin üzerinde durmalı ve onu hiçbir
zaman akıllarından çıkarmamalıdırlar. Bu güçlerin bir kısmı onları dövmek,
ezmek isteyecektir. Kimi aldatmaya, satın almaya çalışacaktır. Ama bu
güçlerin tümü de Allah'a göre örümcek ağı konumundadır. İnanç sistemi
açısından da öyle. Fakat dava adamının benimsediği inanç sisteminin doğru
olması, varlık alemindeki güçlerin gerçek mahiyetini bilmesi, sağlıklı ölçüp
değerlendirmesi şarttır.
"Hiç kuşkusuz Allah onların kendisini bir yana
bırakıp ne gibi şeylere taptıklarını bilir."
Onlar Allah'ı bir yana bırakıp dost edindikleri
kimselerden yardım istiyorlar. Oysa yüce Allah onların dost edindikleri bu
düzmece tanrıların gerçek durumlarını çok iyi biliyor. Bu gerçek, az önce
geçen örnekte somut olarak gözler 8nüne serildi. Ağdan örülü yuvasına
sığınan örümcek örneği ile tasvir edildi.
"O üstün iradelidir ve her yaptığı yerindedir."
Üstün ve dilediğini yapabilen biricik egemen güç
O'dur. O'dur bu varlık alemini en ince noktasına kadar planlayıp
yönlendiren. 0'nun her yaptığı yerindedir.
"Biz insanlara bu örnekleri anlatıyoruz, ama onların
anlamını bilgililerden başkası kavrayamaz."
Nitekim kalpleri ve akılları gerçeği algılamaya
kilitli Kureyş kabilesine mensup bir grup müşrik, bu örneği küçümsemiş, alay
konusu yapmışlardı. "Muhammèd'in Rabb'i sinekten, örümcekten söz ediyor"
demişlerdi. Bu şaşırtıcı tasvir, duygularını sarsıp harekete geçirmemişti.
Çünkü onlar akıllarını kullanmıyor, gerçekleri bilmiyorlardı! "Onların
anlamını bilgililerden başkası kavrayamaz."
EVRENDEN İŞARETLER
Ardından ayetlerin akışı, az önce vurgulanan bu
büyük gerçeği, tüm evrenin özünde, planında yer eden büyük gerçeğe bağlıyor.
Zaten Kur'an-ı Kerim'in sunuş tarzı tüm gerçeklerin evrenin yapısında yer
alan bu büyük gerçeğe bağlanmasını öngörür.
44- Allah gökleri ve
yeri hak ilkesine dayalı olarak yarattı. Mü'minlerin bu olgudan alacakları
birçok dersler vardır.
Bu ayet, peygamberlerin kıssalarından sonra, ayrıca
varlık alemindeki güçlerin gerçek mahiyetini tasvir eden örneğin ardından
yer alıyor. Hiç kuşkusuz bunlar birbirleriyle uyumlu ve birbirleriyle
bağlantılıdırlar. Nitekim bu ilgi sürekli ön planda tutulmuştur. Bu bağ
evrene serpiştirilen tüm gerçeklerle göklerin ve yerin yaratılışının
dayanağı olan büyük gerçek arasındaki ilgidir. Gökler ve yer, en ince
noktasına kadar belirlenmiş bir düzen çerçevesinde evrenin özünü oluşturan
büyük gerçeğe dayanır. Bu gerçeğe duyarlı olarak planlanan evrensel düzen
kesinlikle bozulmaz, aksamaz ve değişmez. Unsurları arasında çarpışma söz
konusu olmaz. Çünkü bu, hiçbir eğri tarafı bulunmayan kendi içinde ahenkli
evrensel gerçektir.
"Mü'minlerin bu olgudan alacakları birçok dersler
vardır."
Evrenin katmanlarına ve göze görünmeyen bölmelerine
serpiştirilmiş, ancak evrenin ahenkli yapısı ile, şaşmaz düzeni ile
kendisini gösteren, gözün alabildiğince uzanan evrenin her yanına dağılmış
bulunan Allah'ın evrensel ayetlerini algılamak üzere kalplerini açık
bulunduran mü'minlerin bu olgudan alacakları birçok ders vardır. Zaten
mü'minler bu ayetleri kavrayan kimselerdir. Çünkü onlar ayetleri algılamak
ve kavramak üzere basiretleri ve duyguları açık kimselerdir.
Bölümün sonunda Peygamber efendimize indirilen Kitap
ile namaz ve Allah'ın zikri ile göklerin ve yerin dayanağı olan gerçek ve
Nuh peygamberden bu yana Allah'ın dinine yönelik davet zinciri arasında
bağlantı kuruluyor.
45- Ey Muhammed!
Sana vahiy yolu ile indirilen Kitab'ı oku ve namazı kıl. Hiç kuşkusuz namaz,
insanı iğrenç işlerden, kötülüklerden alı-kor, Allah'ı anmak en büyük
ibadettir. Allah ne yaptığınızı bilir.
Sonra vahiy yolu ile indirilen Kitab'ı oku. Çünkü
insanları davet etmek için kullandığın araç, bu Kitap'tır. O'na eşlik eden
ilahi ayettir, göklerin ve yerin yaratılışının dayanağı olan büyük gerçekle
bağlantılı bulunan hak ilkesidir.
Bir de namazı kıl. Çünkü namaz -gerçekten kılındığı
zaman- insanı iğrenç işlerden, kötülüklerden alı kor. Çünkü namaz Allah'a
bağlanma durumudur. Bu yüzden kişi namazla birlikte büyük günah işlemekten,
kötülüklere bulaşmaktan utanır, bu şekilde Allah'ın karşısına çıkmaktan
sıkılır. Namaz arınmadır, kötülüklerden soyutlanmadır. Kötülüklerin kiri,
iğrenç davranışların ağırlığı namazla uyuşmazlar: "Namaz kılan, buna rağmen
namazı kendisini iğrenç işler-den ve kötülüklerden alıkoymayan birisinin
kıldığı namaz, kendisini Allah'dan uzaklaştırmaktan başka işe yaramamıştır.
(İbn-i Cerir rivayet etmiş ve "Bize Ali anlattı, ona da İsmail b. Meslem
Hasan'dan aktararak anlattı. Hasan'da ona Resulullah şöyle buyurdu demiştir"
der.) Böyle birisi namazı olduğu gibi kılmamıştır. Sadece namazın
gerektirdiği davranışları yerine getirmiştir. Namazı gerçek anlamda kılmak
ile, namazın gerektirdiği hareketleri yapmak arasında büyük fark vardır.
Namaz gerçek anlamda kılındığı zaman Allah'ı anmaktır. "Allah'ı anmak en
büyük ibadettir." Kesin olarak büyüktür, her türlü heyecandan, her türlü
özlemden büyüktür. Bütün ibadetlerden ve içten yakarışlardan daha büyüktür.
"Allah ne yaptığınızı bilir."
Hiçbir şey, hiçbir durum O'na gizli kapaklı kalmaz.
Siz O'na döneceksiniz. Yaptıklarınıza göre hakettiğiniz cezayı verecektir.
20. CÜZ SONU - 21.
CÜZ BAŞLANGICI
Burası Ankebut suresinin son bölümüdür. Surenin iki
bölümü ise, daha önce yirminci cüzde ele alınmıştı. Surenin ekseni, -daha
önce değindiğimiz gibi- dilleri ile mü'min olduklarını söyleyenlerin
imtihandan, denemeden geçirilmelerine ilişkin açıklamalardır. Bu imtihan ve
denemelerle güdülen amaç, kalplere bulaşmış kötülüklerin giderilmesi,
imtihan ve deneme esnasında gösterilen sabrı ölçü alarak iman konusunda
doğru söyleyenlerle münafıkların birbirinden ayrılmasıdır. Bunun yanı sıra
iman davasına ve mü'minlere karşı koyan, çeşitli baskı ve işkence
yöntemlerini kullanarak onları davalarından vazgeçirmeye, doğru yoldan
çıkarmaya çalışan yeryüzü menşeli güçlerin önemsizliğinin belirtilmesi de
surenin genelinde ön plana çıkan gerçeklerden biridir. Bu arada yüce
Allah'ın kötülük taraftarlarını suçüstü yakaladığı, denemelere karşı
sabreden, imtihanların uzamasına karşı direnç gösteren mü'minlere yardım
ettiği de vurgulanıyor. Bu, Hz. Nuh'dan -selâm üzerine olsun- bu yana
gelmiş-geçmiş tüm davet hareketleri için geçerli olan Allah'ın koyduğu bir
yasadır. Bu yasa kesinlikle değişmez ve bu yasa evrenin yapısına karışmış,
aynı şekilde özelliği bakımından hiçbir değişikliğe uğramayan davet hareketi
tarafından temsil edilen büyük gerçekle, hak ilkesi ile doğrudan
ilişkilidir.
Geçen cüzün sonunda yer alan surenin ikinci bölümü,
kendisine inanan mü'minlerle birlikte vahiy yoluyla kendisine indirilen
Kitab'ı okumasına, Allah'ı anmak amacı ile namazı kılmasına, kulların her
yaptığını bilen Allah'ı gözetmesine ilişkin Peygamber efendimize yönelik bir
çağrıyla son bulmuştu.
Bu son bölümde ise tekrar Kur'an-ı Kerim'den ve daha
önce indirilen kitaplarla aralarındaki ilgiden söz ediliyor. Bu arada
müslümanlara kendilerine gönderilen kitapları değiştirip şirke sapan
zalimler hariç, Yahudi ve Hıristiyanlarla tartışırken alabildiğince gönül
alıcı ve etkili bir dil kullanmaları emrediliyor. Çünkü şirk en büyük
zulümdür. Ayrıca müslümanların tarih boyunca gelmiş-geçmiş tüm davet
hareketlerine inandıklarını, Allah tarafından gönderilen bütün kitapları
kabul ettiklerini açıkça duyurmaları isteniyor. Çünkü daha önce gönderilen
kitaplar da Allah katından gelmiş ve şu anda ellerinde bulunan Kitab'ı
doğrulayan hak içeriklidirler.
Daha sonra müşriklerin yüce Allah'ın kendilerine
gönderdiği peygambere indirilen Kitab'ı inkâr ettikleri, bu büyük iyiliği
gereği gibi değerlendirmedikleri, kendi içlerinden bir peygambere indirilen
bu Kitap'la somutlaşan ilahi lütfa gereken olumlu karşılığı veremedikleri
bir sırada Ehl-i Kitab'a mensup bazı kimselerin bu son Kitab'a
inandıklarından söz ediliyor. Oysa bu Kitap'la kendilerine hitap eden,
Allah'ın sözlerini aktaran bu peygamber daha önce ne bir kitap okumuş ne de
yazmıştı. Bu Kitab ı onun yazdığına, kendi emeğinin ürünü olduğuna ilişkin
en ufak bir kuşku yoktu ortada.
Öte yandan müşrikler, Allah'ın azabının çabucak
kendilerine ilişmesini istemekten sakındırılıyorlar. Bu azabın ansızın
gelebileceği belirtilerek tehdit ediliyorlar. Bu arada Allah'ın azabının
aslında ne kadar yakınlarında olduğu, cehennem ateşinin nasıl kendilerini
kuşattığı ve ilahi azabın başlarından aşağı ve ayaklarının altından
kendilerini sardığı günkü durumları tasvir ediliyor.
Sonra Mekke'de davalarından vazgeçmeleri için baskı
gören, çeşitli işkencelerden geçirilen mü'minlere dönülüyor. Sadece Allah'a
kulluk sunabilmeleri için dinleri uğruna Allah'a hicret etmeye teşvik
ediliyorlar. Mü'minlere hitap edilirken öyle enteresan bir üslup
kullanılıyor ki, vicdanlarını kemiren her türlü olumsuz düşünce, onları
bulundukları yere bağlayan her türlü engel bir çırpıda gideriliyor. Bir iki
psikolojik uyarı amaçlı fiske ile kalpleri Rahman'ın parmakları arasında
şekilden şekile sokuluyor. Kalplerde bu kadar kısa sürede meydana gelen
olağanüstü değişiklik de gösteriyor ki, bu Kur'an'ı indiren Allah bu
kalplerin yaratıcısıdır. Çünkü bu kalplerin gizli giriş ve çıkış
noktalarını, ancak onları yaratan bilebilir. Sırf latif ve her şeyden
haberdar olan yüce Allah bu kalplere bu şekilde dokunabilir.
Ardından surenin akışı, buradan müşriklerin
tutumlarındaki çarpıklığın şaşırtıcılığını gözler önüne seren bir konuya
geçiyor. Müşriklerin karmaşık ve çelişkili bir düşünceye sahip olduklarını
somut olarak vurguluyor. Müşrikler, yüce Allah'ın gökleri ve yeri
yarattığını, güneşi ve ayı buyruğu altına alıp iradesi doğrultusunda
yönlendirdiğini, gökten yağmur yağdırdığını, bu yağmur aracılığı ile ölü
toprağı dirilttiğini kabul ediyorlar. Gemiye bindikleri zaman dini bütünüyle
Allah'a özgü kılarak sadece O'na yalvarıyorlardı. Sonra aynı müşrikler,
birtakım düzmece ilahı Allah'a ortak koşuyor, O'nun indirdiği Kitab'ı inkâr
ediyorlardı. Allah'ın Peygamberine eziyet ediyor, O'na inananları
dinlerinden vazgeçirmek için işkenceden geçiriyorlardı. Öte yandan
müşriklere Allah'ın kendilerine yönelik nimeti hatırlatılıyor.
Çevrelerindeki insanlar korku ve endişe içinde yaşarlarken, onların
güvenceli ve dokunulmaz Mekke'de yaşamalarının
Allah'ın kendilerine yönelik bir lütfu olduğu
vurgulanıyor. Ama onlar Allah`a iftira ediyorlar, uydurma tanrıları O'na
ortak koşuyorlar. Bu tutumlarından dolayı cehenneme atılacakları, buranın
kâfirlerin barınağı olduğu belirtiliyor.
Sure, Allah yolunda cihad eden, bütün ibadet
şekillerini sadece O'na özgü kılmak isteyen, engelleri, imtihanları olun
uzunluğunu ve engelleyicilerin çokluğunu birer birer aşan kimselerin; doğru
yola iletileceklerine ilişkin Allah'dan gelen vurgulu ve pekiştirilmiş bir
vaad ile noktalanıyor.
DAVETTE HOŞGÖRÜ
46- Yahudilerin ve
Hıristiyanların zalim olanları dışında kalanları ile tartışırken
olabildiğince gönül alıcı ve etkili bir dil kullanınız. Onlara deyiniz ki,
"Bizler hem bize ve hem de size indirilen kitaplara inanıyoruz. Bizim de
sizin de ilahınız birdir, biz O tek ilaha teslim olmuşuz. "
Hz. Nuh'dan itibaren son peygamber Hz. Muhammed'e
kadar gelmiş-geçmiş tüm peygamberlerin insanlara sunmak üzere yüklendikleri
mesaj tek bir ilah tarafından gönderilmiş değişmez bir çağrıdır. Bu davanın
tek hedefi vardır. O da sapıtmış insanlığı gerçek Rabb'ine döndürmektir,
O'nun yoluna iletmek ve O'nun belirlediği yöntemle eğitmektir. Allah
tarafından gönderilmiş bütün peygamberlerin sundukları mesaja inanan
mü'minler, önceki peygamberlere inanan diğer mü'minlerle kardeştirler. Çünkü
bütün mü'minler tek ilaha kulluk sunan bir ümmetin bireyleridirler.
Gelmiş-geçmiş tüm kuşaklarıyla insanlık iki sınıfa ayrılır! Birincisi,
Allah'ın taraftarlarını (Hizbullah'ı) oluşturan mü'minler, ikincisi de
şeytanın taraftarlarını (Hizbuşşeytan'ı) oluşturan Allah karşıtları... Bu
sınıflandırma her türlü zaman ve mekân sınırlandırmasının dışında insanlığın
tüm kuşaklarını içine alan genel bir durumdur. Buna göre mü'minlerin her bir
kuşağı yüzyıllar boyunca uzanan bu silsilenin bir halkasıdır.
Bu, İslâm'ın dayandığı temel ilkeyi oluşturan ve bu
Kur'an ayetinde ifadesini bulan büyük, üstün ve yüce gerçektir. Bu gerçek
insanlar arasındaki ilişkiyi sadece kan, soy, ırk, vatan; alış-veriş veya
ticarete bağlı kalmanın düzeyinden daha yukarılara çıkarır. İnsanlar
arasındaki ilişkiyi tek bir inanç sistemine bağlılık şeklinde
somutlaştırarak yüce Allah'a ulaştırır. Bu inanç sisteminde bütün ırklar ve
renkler kaynaşır gider, kavim ve ülke farklılıkları ortadan kalkar. Zaman ve
mekân değişikliği, kardeşlik noktasında hiçbir anlam ifade etmez. Orada her
şeyi boyunduruğu altına alan yüce yaratıcının kopmaz ipinden başka hiçbir
şey kalmaz.
Bu yüzden müslümanlar Ehl-i Kitap'la tartışırken,
olabildiğince gönül alıcı ve etkili bir dil kullanmaya teşvik ediliyorlar.
Amaç, yeni gönderilen risaletin geliş hikmetini açıklamaktır. Bu yeni
risaletle önceki risaletler arasındaki bağı ortaya koymaktır, bir de
kendisinden önceki davetlerle uyuşan, yüce Allah'ın hikmeti ve insanların
ihtiyaçlarına ilişkin eksiksiz bilgisi doğrultusunda onları bütünleyen
Allah'ın gönderdiği mesajlardan bu sonuncusuna uymanın zorunluğuna
inandırmaktır. Ancak "Yahudilerin ve Hıristiyanların zalim olanları" bu
genellemenin dışındadırlar. Çünkü onlar, kalıcı inanç sisteminin temel
kuralı olan Tevhid, yani Allah'ın ilahlıkta ve Rabb'lıkta birliği ilkesinden
sapmışlardır. Allah'a birtakım düzmece ilahları ortak koşmuşlardır, O'nun
hayat sistemini bir kenara bırakıp insan aklının ürünü başka sistemlere
uymuşlardır. Bu yüzden böyleleri ile tartışılmaz, iyi ilişkiler içine girmek
gerekmez. Nitekim İslâm Medine'de bir devlet kurar kurmaz böylelerine savaş
ilan etmiştir.
Bazıları, Peygamber efendimizin Mekke'de müşrikler
tarafından dışlanmışken Yahudi ve Hıristiyanlara hoş göründüğünü, onlarla
iyi ilişkiler içine girmeye özen gösterdiğini, fakat daha sonra Medine'de
belli bir güç elde edilince Mekke'deyken onlarla ilgili olarak söylediği tüm
sözleri unutarak kendilerine savaş açtığını söyleyerek Hz. Peygambere büyük
bir iftira atarlar. Hiç kuşkusuz Mekke'de inen bu ayet, onların bu
sözlerinin açık bir iftira olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü Ehl-i Kitap'la
tartışırken olabildiğince gönül alıcı ve yumuşak bir dil kullanmak, sadece
onların zalim olmayanları ile, Allah'ın gerçek dininden sapmayanları ile,
bütün peygamberlerin sunduğu risaletlerin içerdiği katışıksız Tevhid, yani
Allah'ın ilahlıkta ve Rabb'lıkta birliği ilkesinin dışına çıkmayanları ile
sınırlıdır.
"Onlara deyiniz ki; `Bizler hem bize ve hem de size
indirilen kitaplara inanıyoruz. Bizim de sizin de ilahınız birdir, biz O tek
ilaha teslim olmuşuz."
Şu halde çekişmeye, bölünmeye gerek yoktur.
Tartışmak, münakaşa etmek yersizdir. Hepsi de bir ilaha inanıyor.
Müslümanlar da hem kendilerine hem . , de kendilerinden önceki toplumlara
indirilen kitaplara inanırlar. Bu kitaplar özleri itibariyle birdirler.
İlahi sistemin tüm halkaları birbirine bağlıdır.
47-Ey muhammed, sana
indirdiğimiz Kitab'ın niteliği işte budur. Buna göre daha önce kitap
verdiklerimiz ona inanırlar. Şu müşriklerden de ona inananlar vardır. Bizim
ayetlerimizi inkâr edenler, sadece inatçı kâfirlerdir.
48- Sen Kur'an'dan
önce hiçbir kitap okumuş ya da eline kalem alarak yazmış biri değilsin. Öyle
olsaydı batıl yanlısı inkârcılar kuşkulanırlardı.
Sana bu Kitab'ı öteden beri başvurduğumuz bir
yöntem, değişmez bir yasa uyarınca indirdik. Allah'ın peygamberlerine vahiy
indirdiği yolu kullanarak gönderdik bu Kitab'ı. "Ey Muhammed, sana
indirdiğimiz Kitab'ın niteliği işte budur." Bu Kitap karşısında insanlar iki
safa ayrılır. Birinci safı Ehl-i Kitap'tan ve Kureyş kabilesinden inananlar
oluşturur. İkinci safı ise, Ehl-i Kitab'ın bu Kur'an'ın doğruluğuna ve
ellerindeki kitapları doğruladığını şahitlik etmelerine rağmen inkâr edip
inatçılıklarını sürdürenler oluşturur. "Bizim ayetlerimizi inkâr edenler,
sadece inatçı kâfirlerdir." Çünkü bu ayetler o kadar açık ve tutarlıdırlar
ki, onları görmesin ve kavramasın diye kendi eliyle ruhunu örten, üzerini
perdele en inatçılardan başkası inkâr edemez. Nitekim küfrün sözlük anlamı
bir şeyi örtmek, gizlemektir. Buna benzer ifadelerde küfrün bu anlamı göz
önünde bulundurulmuştur.
"Sen Kur'an'dan önce hiçbir kitap okumuş ya da eline
kalem alarak yazmış biri değilsin. Öyle olsaydı batıl yanlısı inkârcılar
kuşkulanırlardı."
İşte Kur'an-ı Kerim çocukça kuruntulara varana
kadar, onların tüm kuşkularını ele alarak birer birer çürütüyor. Çünkü Hz.
Peygamber hayatının uzun bir dönemini aralarında geçirmişti. Ve bu süre
içinde ne bir kitap okumuş, ne de yazmıştı. Sonra da okur-yazar olanları
dehşete düşüren bu olağanüstü Kitab'ı onlara getirmişti. Eğer daha önce
okur-yazar biri olsaydı bu konuda kuşkuları bulunacaktı. İşte onun
aralarında geçen geçmiş hayatı. Bu konuda bir kuşkuları varsa söylesinler.
Biz de diyoruz ki, Kur'an-ı Kerim, onların çocukça
itirazları dahil her türlü kuşkularını ele alıp çürütüyor. Söz gelimi O'nun
daha önce okur-yazar biri olduğunu varsayarsak bile yine de onların bu
kitaptan kuşku duymaları doğru olmazdı. Çünkü bizzat bu Kur'an'ın kendisi,
insan emeğinin ürünü olmadığının somut tanığıdır. Çünkü Kur'an gerçekten
insan takatının, bilgisinin, ufuklarının çok çok üstündedir. Kur'an'ın
içerdiği gerçekte tıpkı evrenin yaratılışının dayanağı olan gerçek gibi
sınırsızdır. Bir insan Kur an ayetlerinin karşısında durduğu zaman bu
ayetlerin arkasında gizli bir güç bulunduğunu, ifadelerinin insanı etkileyen
özellikte olduğunu, bunlarınsa bir insandan kaynaklanamayacağını
49- Aslında Kur'an,
kendilerine bilgi verilenlerin içlerine sinen açık ayetlerden, inandırıcı
kanıtlardan oluşmuştur. Bizim ayetlerimizi inkâr edenler, sadece inatçı
zalimlerdir.
50- Onlar "Allah
Muhammed'e mucizeler indirseydi ya' derler. Onlara de ki; "Mucizeler,
Allah'ın tekelindedir. Ben sadece açık sözlü bir uyarıcıyım. "
Kur'anın ayetleri, yüce Allah'ın kendilerine bilgi
bahşettiği kimselerin içlerine sinen, gizli kapaklı yönü bulunmayan, hiçbir
şekilde şüpheye yer bırakmayan açık ve anlaşılır kanıtlardır. Bu kanıtları
olanca çıplaklığı ile içlerinde
hissederler kalpleri onlarla yatışır. Onlar varken
başka delil arama gereğini duymazlar. Bu isimlendirmeyi hakkeden ilim mü'min
gönüllere yerleşen, burada özümsenen, olgunlaşıp yayılan, yollarını
aydınlatan ve onları hedefe götüren kopmaz ipe bağlayan bilgidir. "Bizim
ayetlerimizi inkâr edenler, sadece inatçı zalimlerdir." Bizim ayetlerimizi
inkar edenler, gerçekleri ölçerken, olayları değerlendirirken adalet
ilkesini gözetmeyen, hak ilkesini çiğneyen, dosdoğru yolun sınırlarını aşan
zalimlerdir.
Onların kastettiği, insanlığın henüz emeklediği
çağlarda gelen peygamberlerin getirdiği ilahi mesajların yanı sıra
gösterdikleri ve sadece o anda seyreden kuşaklar için kanıt oluşturan somut
mucizelerdir. Oysa Hz. Muhammed'in getirdiği mesaj, yüce Allah'ın içindeki
canlı-cansız tüm varlıklarla birlikte yeryüzünün varis olacağı güne kadar
ulaştığı herkes için bir kanıttır. Bu yüzden onun peygamberliğini
destekleyen olağanüstü ayetler Kur'an-ı Kerim'in okunan ayetleridir. Bunlar
olağanüstülükleri hiçbir zaman tükenmeyen mucizelerdir. Bu Kur'an'ın
hazineleri tüm kuşaklara açıktır. Bunlar kendilerine bilgi verilenlerin
içlerine sinen açık ve anlaşılır ayetlerdir. Bu ayetlerin üzerinde
düşündükçe olağanüstülüklerini, mucizeliklerini hissederler. Bu ayetlerin
sahip oldukları hayret verici etkileyiciliğin kaynağını düşünürler.
"Onlara de ki; mucizeler Allah'ın tekelindedir."
Takdir ve planı uyarınca gerek duyulduğu zaman mucizeleri O gösterir. Ben bu
konuda Allah'a herhangi bir şey öneremem. Böyle bir şey benim yetkimin
dışındadır. Benim Rabb'ime karşı takınmam gereken edep de buna elvermez.
"Ben sadece açık sözlü bir uyarıcıyım." Benim görevim uyarmaktır,
sakındırmaktır. Gerçekleri ortaya koyup açıklamaktır. Ben ancak üstlendiğim
görevi yerine getiririm. Bundan sonrası Allah'a aittir. Gelişmeleri dilediği
gibi planlar.
Bu ifade inanç sistemini her türlü kuruntudan ve
şüpheden soyutluyor. Peygamberin etki alanını seçilmiş, görevlendirilmiş bir
insan olarak açık şekilde belirliyor. Peygamberin, caydırıcı güce sahip yüce
Allah'ın sıfatlarına bürünmesi imkansızdır. Böylece somut mucizeler
gösterildikten sonra geçmişteki risaletlerin etrafını saran şüphe bulutları
bu son peygamberliğin üzerinde yoğunlaşmamış olur. Nitekim bu şüphe
bulutları insanların duygularına karışmış gitgide kuruntu ve efsanelere
bürünmüştür. Sapmaların ana kaynağı da burası olmuştur.
Bu türde somut mucizelerin gösterilmesini
isteyenler, kendilerine bu Kur'an'ı indirmekle yüce Allah'ın ne büyük bir
lütufta bulunduğunu değerlendirme yeteneğinden yoksundurlar.
51- Kendilerine
okunan bu Kitab'ı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu ? Bu olay,
mü'minler için ders alınacak, düşündürücü bir rahmettir.
Hiç kuşkusuz bu davranışları Allah'ın nimetini
küçümsemenin, şımarmanın ifadesidir. Onun insanları gözetmesini
değerlendirememenin belirtisidir. Oysa yüce Allah'ın bu Kur'an'ı indirmekle
onlara bahşettiği nimet her türlü şükür ve takdirin üstündedir. Bu Kur'an
sayesinde gökle içiçe yaşamaları yetmiyor mu? Kendilerine gökten inen, kendi
iç dünyalarından söz eden, çevrelerinde olup bitenleri gözler önüne seren,
Allah'ın gözlerinin üzerlerinde olduğunu düşünmelerini sağlayan, yüce
Allah'ın kendilerinden söz edecek kadar, kendilerine bir takım kıssalar
anlatıp kendilerini eğitecek kadar kendileriyle ilgilendiğini vurgulayan bu
kitap yetmiyor mu? Oysa onlar, Allah'ın sonsuz mülkünde küçük, önemsiz ve
basit yaratıklardır. Onlar da, dünyaları da dünyalarının etrafında döndüğü
güneşleri de ancak yüce Allah'ın ayakta tutabildiği korkunç uzay boşluğunda
gözle görülmeyecek kadar küçük ve önemsiz cisimlerdir. Buna rağmen yüce
Allah, kendilerine okunmak üzere sözlerini indirerek onları onurlandırıyor.
Onlarsa bununla yetinmiyorlar.
"Bu olay, mü'minler için ders alınacak, düşündürücü
bir rahmettir. Çünkü bu rahmeti somut olarak içlerinde hissedenler
mü'minlerdir. Onlar yüce Allah'ın bu Kitab'ı indirmekle insanlığa ne büyük
bir lütufta bulunduğunu, onlara ne güzel bir nimet gönderdiğini düşünürler.
O, yüce ve ulu yaratıcının kendilerini huzuruna, sofrasına davet etmekle,
kendilerine ne büyük bir onur bahşettiğinin bilincindedirler. Ve onlar bu
Kur'an'dan yararlanırlar. Çünkü Kur'an kalplerinde diridir. Hazinelerini
onlar için açar, sırlarını ortaya döker. Ruhlarında bilgi ile, nur ile
parlar.
Fakat bütün bunları anlamayanlar, bu sonsuz nimetin
değerinin bilincinde olmayanlar, bu Kur'anı doğrulayacak mucizeler isterler.
Bunlar kör olmuş kimselerdir. Kalpleri Kur'an'ın aydınlığına açılmaz.
Böyleleri ile uğraşmaya değmez. Şu halde Hz. Peygamber kendisi ile onlar
arasındaki sorunun çözümünü Allah'a bırakmalıdır.
52- Onlara de ki;
"Benimle sizin aranızda Allah'ın tanıklığı yeterlidir. O göklerde ve erde ne
varsa hepsini bilir. Batıla eğriye inanıp Allah'ı inkar edenler var ya,
onlar hüsrana uğrayacak kimselerdir."
Hiç kuşkusuz göklerde ve yerde ne varsa hepsini
bilen yüce Allah'ın şahitliği en büyük şahitliktir. Ve O onların batıla
uyduklarını biliyor:
"Batıla, eğriye inanıp Allah'ı inkâr edenler var ya,
onlar hüsrana uğrayacak kimselerdir."
Büsbütün kaybedecekler. Her şeylerini yitirecekler.
Dünyada ve ahirette hüsrana uğrayacaklar. Hem kendilerini, hem doğru yolu
kaybedecekler. Dengeli ve huzurlu bir hayattan uzak olacaklar. Gerçekten ve
aydınlıktan yoksun kalacaklar.
Allah'a inanmak bir kazançtır. Başlı başına bir
kârdır. Buna rağmen Allah'a inanan birinin bu inancından dolayı
ödüllendirilmesi Allah'ın bir lütfudur. Çünkü iman, kalp için huzur
kaynağıdır. Yolda şaşmadan güven içinde yürümektir. Olaylar karşısında
sarsılmamaktır. Sağlam bir dayanağa yaslanmaktır. Koruyucuya güvenmektir.
Akıbetten emin olmaktır. Bu ise, başlı başına bir kazançtır. İşte kâfirler
bunu kaybetmektedirler.
"Onlar hüsrana uğrayacak kimselerdir."
Bundan sonra surenin akışı içinde yer alan
müşriklerle ve onların cehennem yanı başlarında olduğu halde azabın çabucak
kendilerine ilişmesini istemeleriyle ilgili konu sürüyor!
53- Onlar senden
azabımın bir an önce gerçekleşmesini isterler. Eğer azabımın belirli bir
vadesi olmasaydı, hemen başlarına gelirdi. Fakat azabım hiç beklemedikleri
bir anda, farkında olmadan başlarına gelecektir.
Müşrikler uyarıcıyı duyuyorlardı, ama yüce Allah'ın
bir süre kendilerine ilişmeden öylece bırakmasının arka planındaki
gerekçeyi, hikmeti kavrayamıyorlardı. Bu yüzden meydan okurcasına Peygamber
efendimizden kendilerine ilişeceğini iddia ettiği azabı çabucak getirmesini
istiyorlardı. Oysa çoğu zaman yüce Allah'ın onlara mühlet tanıması, daha çok
saldırganlaşıp bozgunculuk yapsınlar diye zalimlerin yavaş-yavaş
akıbetleriyle yüzyüze gelmeleri veya imanları ve dayanma güçleri artsın,
safları arasında sabır ve direnmeye katlanamayanlar ayıklansın diye
mü'minlerin sınavdan geçirilmeleri amacına yöneliktir. Ya da bu sapıtmışlar
arasında yer alıp da yüce Allah'ın kendilerinde hayır olduğunu bildiği bazı
kimselerin doğru yolla eğri yolun birbirinden iyice ayrılmasından sonra
hidayete ermeleri, böylece zalimlerin uğrayacakları azaptan kurtulmaları
amacına yöneliktir. Ya da bu zalimlerin soyundan Allah'a kulluk sunan,
babaları sapık da olsa Allah'ın yolunu izleyenlere katılan yapıcı, salih bir
nesil ortaya çıkarma amacına yöneliktir. Veya bütün bunların dışında
Allah'ın gizli planının öngördüğü bir başka amaç gözetilmektedir.
Ne var ki, müşrikler yüce Allah'ın hikmetinden ve
planından herhangi bir şey kavramıyorlardı. Bu yüzden meydan okuyarak sözü
edilen azabın bir an önce gelmesini istiyorlardı. "Eğer azabımın belirli bir
vadesi olmasaydı, hemen başlarına gelirdi." Burada yüce Allah bir an önce
gelmesini istedikleri azabın önceden belirlenmiş vadesi dolunca hemen
başlarına geleceğini, ama beklemedikleri, farkında olmadıkları bir sırada
onları kıskıvrak yakalayacağını, böylece şaşırıp kalacaklarını vadediyor!
Nitekim bir süre sonra Bedir savaşında bu azabı
tatmışlardı. Böylece yüce Allah'ın va'di doğru çıkmıştı. Onlar da yüce
Allah'ın va'dinin nasıl yerine geldiğini gözleriyle görmüşlerdi. Ne var ki,
yüce Allah onlardan önceki milletler-den Allah'ın ayetlerini yalanlayanlarda
olduğu gibi onları kökten yok etmemişti. Yine somut mucizenin
gösterilmesinden sonra yalanlayanların kökten yok edilmelerine ilişkin
yasanın uygulanması zorunlu hale gelmesin diye onların bu isteklerine maddi
bir mucizeyle karşılık verilmişti. Çünkü onlardan bir çoğunun daha sonra
müslüman olmaları, İslam askerlerinin en iyilerinden olmaları takdir
edilmişti. Onların soyundan gelen birçok kuşak uzun süre İslam bayrağını
taşımıştı. Hiç kuşkusuz bütün bunlar Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği
bir plan uyarınca gerçekleşmişti.
Müşrikleri farkında olmadıkları bir sırada
kendilerini ansızın yakalayıverecek dünya azabı ile tehdit ettikten sonra
ayet-i kerime, cehennem kandillerini gözetlediği halde azabın bir an önce
başlarına gelmesini istemelerinin tuhaf bir tutum olduğunu yineliyor!
54- Onlar senden
azabımın bir an önce gerçekleşmesini isterler. Oysa cehennem, kâfirleri
çepeçevre kuşatmıştır.
Kur'anın tasvir yöntemi, gelecek zamanda meydana
gelecek bir olayı şu anda yaşanıyormuş gibi canlandırmaya ilişkin sunuş
tarzı uyarınca kâfirleri çepeçevre kuşatmış bulunan cehennemi
gözlemleyebilecekleri şekilde tasvir ediliyor. Cehennemle onların ölçülerine
göre ilerde karşılaşılacak ve şu anda gaybın kapsamındadır. Ama yüce
Allah'ın bilgisine açık realiteye göre şu anda hazır durumdadır. Cehennemin
gaybın kapsamındaki gerçek şekliyle tasvir edilmesi duygularda bir ürperti
meydana getiriyor. Azabın bir an önce başlarına gelme-sini istemelerinin
tuhaflığını daha bir belirginleştiriyor. Cehennem tarafından kuşatılmış
biri, hangi azabın çabuklaştırılmasını ister? Farkında olmadan, aldanarak
cehennem tarafından tutulmak üzereyken neyin bir an önce olmasını ister?
Onlar bu şekilde sözü edilen azabın bir an önce
başlarına gelmesini isterken, şu anda kendilerini çepeçevre kuşatmış bulunan
cehenneme atıldıkları zamanki durumları canlandırılıyor:
55- O gün azap,
tepelerinden inerek ve ayakları altından çıkarak onları sarar ve kendilerine
"yaptığınız kötülüklerin karşılığını tadınız bakalım " denir.
Son derece korkunç bir sahnedir bu. Bu sahnede küçük
düşürücü, onur kırıcı şekilde itilip kakıldıkları çok acı bir azar
işittikleri vurgulanıyor! "Yaptığınız kötülüklerin karşılığını tadınız
bakalım" İşte azabın bir an önce başlarına gelmesini istemelerinin,
uyarıları küçümsemenin akıbeti budur.
HİCRET VE MÜKAFATI
Surenin akışı, ilahi mesaj karşısındaki inatçı
tutumlarını sürdüren, Allah'ın peygamberini yalanlayan, kötülükleri
pervasızca işleyen müşrikleri azabın tepelerinden indiği, ayaklarının
altından çıkıp kendilerini sardığı korkunç azap sahnesinde bırakıyor. Bu
sefer mü'minlere, Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar ta-rafından dinlerinden
dönmeleri için baskıya uğratılan, Rabb'lerine kulluk sunmaktan alıkonulan
mü'minlere yöneliyor. Surenin akışı onlara yöneliyor ve onları dinleri için
hicret etmeye, inançlarını kurtarmaya çağırıyor. Ama bu çağrı çok sevimli
bir ifade ile, insanı çepeçevre bürüyen bir koruyuculuk anlayışı ile,
kal-bin bütün tellerine dokunan bir hitap üslubu ile gerçekleştiriliyor!
56- Ey mü'min
kullarım, benim yarattığım bu yeryüzü geniştir. O hal-de gerektiğinde yurt
değiştirmeyi göze alarak sırf bana kulluk ediniz.
Bu Kalpleri yaratan, onların giriş noktalarından
haberdar olan, onların gizli bölmelerini, içlerinde depreşen duyguları,
içlerinde tutup açığa vurmadıkları düşünceleri bilen yüce Allah... Evet bu
kalpleri yaratan yüce Allah onlara bu sevimli çağrı ile sesleniyor: "Ey
mü'min kullarım" Onları dinleri uğruna hicret etmeye çağırırken böyle
sesleniyor. Amaç daha ilk andan itibaren kendi gerçekliklerini
hissetmelerini sağlamaktır. Bu da Rabb'lerine dayandırılmaları ile,
sahiplerinin adına eklenmeleri ile gerçekleştiriliyor: "Ey kullarım!"
Bu kalplerde uyandırılmak istenen ilk duygu,
verilmek istenen ilk mesajdır. İkinci mesaj ise şudur: "Benim yarattığım bu
yeryüzü geniştir."
Siz benim kullarımsınız. Bu da benim yarattığım
yeryüzü. Ve bu yeryüzü geniştir. Sizi barındırmaya müsaittir. Şu halde sizin
için sıkıntılı bir durumu alan, dininizden dönmeniz için baskı gördüğünüz;
dostunuz, sahibiniz, Allah'a gereği gibi kulluk sunamadığınız bu bölgede
sizi tutan nedir? Ey kullarım, bu dar, bu sıkıntılı yerden çıkıp benim
yarattığım geniş yeryüzüne dağılın. Dininizi kurtarın. Özgürce ibadet edin!
"Sırf Bana kulluk ediniz."
Kuşkusuz hicret etmeye çağırılan bir insanın içinde
uyanan ilk duygu, vatandan ayrılmanın doğurduğu sıkıntıdır. İşte bu durum
göz önünde bulundurularak bu iki uyarı ile bu gönüllere mesaj verilmek
isteniyor. Önce yakınlık duygusunu uyandıran sevimli ve okşayıcı çağrı: "Ey
kullarım" Sonra yeryüzünün geniş olduğu hatırlatılarak içlerine güven ve
huzur aşılanıyor "Benim yarattığım yeryüzü geniştir." Madem ki, tüm yeryüzü
Allah'ındır, o halde yeryüzünün en sevimli bölgesi sadece Allah'a kulluk
sunma imkanının bulunduğu yerdir.
Sonra ayetlerin akışı kalplerin içinde geçen
duyguları, düşünceleri birer birer ele alarak gerekli mesajları veriyor. Bu
açıdan kalplerin duyduğu endişelerden biri tehlike dolu hicret yolculuğu
korkusudur. Göç etmeye kalkışmakla karşı karşıya kalınan ölüm tehdididir.
-Müşrikler mü'minleri Mekke'de alıkoyuyor ve ilk muhacirlerin şehri terk
etmesi ile oluşturdukları tehlikeyi sezdikten sonra onların hicret
etmelerine müsade etmiyorlardı- Öte yandan, Mekke'den çıkmayı başarsalar
bile yolda kendilerini bekleyen birçok tehlike vardı. Bu noktada ikinci
mesaj yöneltiliyor!
57- Her canlı ölümü
tadacak ve sonra hepiniz benim huzuruma döndürüleceksiniz.
Ölüm her yerde kaçınılmazdır. Şu halde atılacak
adımda ölüm riskini hesaplamak yersizdir. Çünkü onlar ölümün nedenlerini
bilmiyorlar. Dönüş Allah'adır. En sonunda O'nun huzurunda toplanılacaktır.
Üstelik onlar Allah'ın yarattığı geniş yeryüzünde O'nun himayesine doğru
hicret ediyorlar. Ömürlerinin sonunda da O'na döneceklerdir. Onlar dünyada
da ahirette de Allah'a dönmekten başka seçeneği bulunmayan kullardır. Bu
yatıştırıcı mesajlardan sonra artık kimin içinden ölüm korkusu geçebilir?
Hicret buyruğu karşısında kimin içi daralabilir?
Buna rağmen yüce Allah sadece kendisine
döneceklerini vurgulamakla yetinmiyor. Bir de Ahirette kendileri için
hazırlanan nimetleri açıklıyor. Onlar bir ülkeyi terk etmek durumunda
kalıyorlar. Buna karşılık geniş bir yeryüzü bekliyor kendilerini. Evlerini
barklarını geride bırakıyorlar. Karşılığında ise cennete konuyorlar. Geride
bıraktıklarının türünde ama daha büyük bir karşılık elde ediyorlar!
58- İman edip iyi
ameller işleyenleri, altlarından çeşitli ırmaklar akan ve içlerinde sürekli
kalacakları yüksek köşklere yerleştiririz. İyi işler yapanların alacakları
ödül ne güzeldir!
59- Onlar ki,
sıkıntılar karşısında sabrederler ve sadece Rabb'lerine güvenirler.
60- Nice hayvanlar
var ki, rızıklarını sağlamaya güçleri yetmez. Onların ve sizin rızkınızı
Allah sağlar. O her şeyi işitir, her şeyi bilir.
Buradaki ifadede iyi işler yapmaları, zorluklara
katlanıp sabretmeleri, her hususta yüce Allah'a güvenip dayanmaları ima
ediliyor!
"İyi işler yapanların alacakları ödül ne güzeldir.
Onlar ki, sıkıntılar karşısında sabrederler ve sadece Rabb'lerine
güvenirler."
Bu ifade, güven aşılayıcı ve cesaretlendirici
sözlere ihtiyaç duyulan son derece sıkıntılı ve korkulu bir ortamda bu
kalplere güven aşılamayı, cesaret vermeyi amaçlayan bir mesaj içeriyor.
Bunun ardından vatan, mal, alışılan iş ve çalışma alanı, bilinen rızık
kazanma yöntemleri terk edildikten sonra kalplerde rızık korkusu baş
gösterir. Kalplere hafiften dokunduktan sonra bu endişeye de yer kalmıyor!
"Nice hayvanlar var ki, rızıklarını sağlamaya
güçleri yetmez. Onların ve sizin rızıklarınızı Allah sağlar."
Bu mesaj, kendi hayatlarından gözlemlenebilen bir
realiteyi hatırlatarak kalplerini uyarmayı amaçlıyor. Çünkü nice hayvanlar
var ki, kendi rızıklarını sağlamaya, toplamaya, taşımaya ve kendi başına
ilgilenmeye güçleri yetmez. Nasıl geniş rızık imkanları elde edeceklerini ve
nasıl koruyacaklarını bilmezler. Buna rağmen yüce Allah bu canlıların
rızıklarını gönderir ve açlıktan ölmelerine izin vermez. Aynı şekilde,
insanlar rızıklarını kendilerinin kazandıklarını, kendilerinin ortaya
çıkardıklarını sansalar bile, onları da yüce Allah rızıklandırıyor. Yüce
Allah onlara rızık elde etmelerini sağlayacak araçlar ve yöntemler
bahşetmiştir. Bu ise Allah tarafından bahşedilmiş başlı başına bir rızıktır.
Çünkü Allah'ın ardımı olmaksızın bunları elde etmeleri imkansızdır. Şu halde
hicret esnasında rızık darlığı yaşanacağına ilişkin korku yersizdir. Çünkü
onlar Allah'ın yarattığı yeryüzünün herhangi bir yerine göç eden Allah'ın
kullarıdırlar. Nereye giderlerse gitsinler Allah onları rızıklandıracaktır.
Tıpkı kendi rızkını taşıma gücünden yoksun bulunan hayvanları
rızıklandırdığı gibi. Yüce Allah bu güçsüz ve çaresiz canlıları
rızıklandırıyor ve kendi hallerine bırakmıyor.
Bu sevecen ve derin etkili mesajlar, onların Allah'a
bağlanmaları ile, Allah'ın gözetim ve yardımını düşünmeleri ile son buluyor.
Çünkü yüce Allah onları işitiyor ve ne durumda olduklarını biliyor. Bu
yüzden onları kendi başlarına bırakmıyor: "O her şeyi işitir, her şeyi
bilir."
Bu kısa gezinti de böylece sona eriyor. Bu gezintide
kalplerin bütün bölmelerine, köşe-bucaklarına dokunulmuş, yurdu terk etme
durumunda içlerinde uyanan tüm düşüncelere, endişelere cevap verilmiştir.
Böylece tüm korkular sonsuz bir güvene, sıkıntılar huzura, zorluklar rahata
dönüşmüştü. Kalpler sonsuz merhamet sahibi, kullarına nimetler bahşeden
Allah'ın himayesinde yakınlık, gözetim ve güven duygularına bürünmüş, huzura
kavuşmuşlardı.
Dikkat edin! Kalpleri yaratan yüce Allah'dan başkası
kalplerde depreşen duyguları bu şekilde bilemez. Kalplerin içindeki duygu ve
düşünceleri bilen Allah'dan başkası onları yatıştıramaz tedavi edemez.
MÜŞRİKLERİN SAÇMALAMALARI
Mü'minlerle çıkılan bu gezintiden sonra surenin
akışı yeniden müşriklerin tutum ve davranışlarındaki çelişkileri gözler
önüne seriyor. Müşrikler yüce Allah'ın gökleri ve yeri yarattığını, güneşi
ve ayı insanların yararına sunduğunu, gökten su indirip bu su aracılığı ile
ölü toprağı canlandırdığını kabul ediyorlardı. Bu kabullenmeye bağlı olarak
O'nun kendi rızıklarını bollaştırıp azalttığına da inanıyorlardı.
Korktukları zamanlar da sadece Allah'a dua ederek yöneliyorlardı. Bütün
bunlardan sonra da kalkıp Allah'a ortak koşuyorlardı, sırf O'na kulluk sunan
mü'min kullarına çeşitli baskılar uyguluyorlardı. Bu mü'min kulları
çelişkiden ve karışıklıktan uzak inanç sistemlerinden vazgeçirmek için her
türlü işkence ve sindirme yöntemlerine başvuruyorlardı. Yüce Allah'ın kendi
saygın ve dokunulmaz evinin (Kabe'nin) çevresinde onların güvenli bir
ortamda hayatlarını sürdürmelerini sağlamakla kendilerine bahşettiği nimeti
unutarak, bu dokunulmaz ve saygın evde O'na kulluk sunanları korkutuyor,
terör estiriyorlardı.
61- Eğer müşriklere
"Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı insanların yararına sunan kimdir?"
diye sorarsan kesinlikle "Allah'tır"derler. Öyleyse nasıl gerçekten
saptırdıyorlar?
62- Allah, dilediği
kulunun rızkını bol verir, dilediği kulunun rızkını da kısar. Hiç kuşkusuz
Allah her şeyi bilir.
63- Eğer müşriklere
"Gökten yere su indirerek onun aracılığı ile ölmüş toprağı canlandıran
kimdir?" diye sorarsan kesinlikle "Allah'dır" derler. De ki, "Hamd olsun
Allah'a"Aslında onların çoğu düşünme yeteneğinden yoksun kimselerdir.
Bu ayetler o zamanki Arapların bağlı bulundukları
inanç sisteminin bir tablosunu çiziyor. Bu da gösteriyor ki, Araplar'ın
inanç sistemlerinin temeli tevhidi, yani Allah'ın ilahlıkta ve Rabb'lıkta
birliği ilkesiydi. Sapmalar daha sonra baş göstermişti. Bunda şaşılacak bir
şey yok. Çünkü Araplar Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'in soyundan geldikleri
gibi İbrahim'in dinine bağlı olduklarına da inanıyorlardı. Bu noktadan
harekétle bağlı bulundukları inanç sistemini üstün görüyorlardı. Yine Hz.
İbrahim'in dinine bağlı olmakla övünerek yarımadada kendileri ile birlikte
yaşayan Yahudi ve Hristiyanların inançlarını küçümsüyorlardı. Tabii kendi
inançlarındaki çelişki ve sapmaları görmüyorlardı.
Gökleri ve yeri yaratanın, Güneş'i ve Ay'ı
insanların yararına sunanın, gökten su indirip bu su aracılığı ile ölü
toprağı canlandıranın kim olduğu sorulduğunda bütün bunları yapanın yüce
Allah olduğunu söylüyorlardı. Buna rağmen onlar kendi elleriyle yonttukları
putlara ya da cinlere yahut meleklere kulluk sunuyorlardı. Bu saydıklarımızı
yaratma işleminde Allah'a ortak koşmamakla beraber kulluk sunarken bunları
O'na ortak koşuyorlardı. Bu ise, tuhaf bir çelişkiydi. Yüce Allah bu
çelişkinin tuhaflığını bu ayetlerde dile getiriyor. "Öyleyse nasıl gerçekten
saptırılıyorlar" Yani nasıl oluyor da gerçek inançtan saptırılıp böylesine
karmaşık, tuhaf bir inanca bağlanıyorlar? "Aslında onların çoğu düşünme
yeteneğinden yoksun kimselerdir." Çünkü böylesine karmaşık, böylesine
çelişkili bir inancı kabul eden birinin aklı çalışmıyor, düşünme
yeteneğinden yoksun demektir.
Gökleri ve yeri yaratanın, Güneş'i ve Ay'ı
insanların yararına sunanın kim olduğuna ilişkin soru ile gökten su indirip
bu su aracılığı ile ölü toprağı canlandıranın kim olduğuna ilişkin olarak
yöneltilen soru arasında yüce Allah'ın kullarından dilediğinin rızkını
bollaştırdığı, dilediğinin de daralttığı vurgulanıyor. Böylece rızıkla
ilgili ilahi yasa ile göklerin ve yerin yaratılışı ve diğer ilahi güç ve
yaratmanın etkin olaylar arasında bağlantı kuruluyor. Bu da Allah'ın büyük
küçük her şeyi kapsayan bilgisine dayandırılıyor: "Hiç kuşkusuz Allah her
şeyi bilir."
Rızıkla gök cisimlerinin dönmesi arasındaki
bağlantı; hayatla su ile ekin ve bitkilerle ilgisi açıktır. Rızkın bollaşıp
daralması da yüce Allah'ın elindedir. Bu da yukarıdaki ayetlerde sözü edilen
gerçekler, evrensel gizli olaylara uygun olarak gerçekleşir. Çünkü gökten
inen su, akarsular, yeşeren bitkiler, üreyen hayvanlar, yer altı madenleri
ve cevherler, kara ve deniz avcılığı gibi genel rızık kaynakları bütünüyle
gökleri ve yeri yönlendiren evrensel yasalar sistemine, güneşin ve ayın
insanların yararına sunulmuş olmasına bağlıdırlar. Bu bağlılık açık ve
dolaysızdır. Bu evrensel yasalar sisteminde en ufak bir değişiklik meydana
gelecek olursa, bu değişikliğin etkileri tüm yeryüzündeki hayata ve yer
altındaki doğal zenginlik kaynaklarına anında ve aynı oranda yansır. Hatta
yer altındaki bu kaynakların oluşumu, bir yerde toplanması, bir yerden
diğerine aktarımı yeryüzünün yapısından kaynaklanan sebeplere ve yerin güneş
ve ayın hareketlerinden etkilenmesine bağlantılı olarak gerçekleşir.(Daha
geniş bilgi için Furkan suresinin 2. ayetinin tefsirine bakınız)
Kur'an-ı Kerim, kendi gerçekliğinin kanıtı ve delili
olarak dikkatleri koskoca evrene ve onun görkemli sahnelerine çeker. Kendi
içerdiği gerçeği düşünmenin, gözlemlemenin sergi alanı olarak evreni
gösterir. İnsan kalbinin bu evren karşısında durup etraflıca düşünmesini,
evrendeki dehşet verici gelişmeler karşısında uyanık bulunmasını, yaratıcı
eli ve sonsuz gücünü hissetmesini, O'nun koyduğu olağanüstü ahenge sahip
yasalar sistemini kavramasını sağlar. Bunun için düzgün ve basit bir bakış
yeterlidir. Zor ve yorucu bilimsel araştırmaya da gerek yoktur. Sadece
uyanık bir duyguya, basîretli bir kalbe ihtiyaç vardır. Kur'anı Kerim evren
içinde Allah'ın ayetlerinden birini somut olarak belirginleştirdiği zaman
insanı bu sahne karşısında durdurur. Allah'ı överek tesbih etmesini sağlar.
Sonuçta bütün kalpleri Allah'a bağlar: De ki; "Hamd olsun Allah'a aslında
onların çoğu düşünme yeteneğinden yoksun kimselerdir."
Dünya hayatından, dünyadaki rızıkların bollaşıp
daralmasından söz edilmişken Kur'an-ı Kerim insanın özüne bütün değer
yargıları için son derece duyarlı bir ölçü koyuyor. Birden bütün
nimetleriyle rızıklarıyla dünya hayatı, ahiret yurdundaki hayatla
karşılaştırıldığında bir oyun ve eğlence olarak beliriyor!
64- Bu dünya hayatı
oyundan ve eğlenceden başka bir şey değildir. .4.sıl hayat ahiret yurdundaki
hayattır. Kâfirler keşki bunun bilincine varsalardı.
65- Onlar gemiye
bindikleri zaman sırf Allah'a yönelik bir inançla O'na yalvarırlar. Fàkat
Allah onları denizin tehlikelerinden kurtararak karaya çıkarınca hemen eski
puta tapan inançlarına dönerler.
Yaşandığı zaman ahiret göz önünde bulundurulmazsa,
dünya hayatı insanların en yüce hedefi haline belirse, hayatın gayesi dünya
nimetlerinden yararlanma olarak öngörülürse bütünüyle hayat oyun ve
eğlenceden ibaret olur. Ahiret yurdundaki hayat ise, canlılık fışkırıyor.
Canlılıkla dopdolu olmasından dolayı asıl hayat odur. '
Kur'an-ı Kerim burada insanları hayatın
nimetlerinden vazgeçirmeyi, dünya'dan kaçıp ondan el-etek çekmeyi öngören
mistisizme teşvik etmeyi amaçlamıyor. Böyle bir şey İslam'ın ruhuna ve asıl
amacına terstir. Burada, hayatın nimetlerinden yararlanılırken Ahiret'in
gözetilmesini ve yüce Allah'ın belirlediği sınırların aşılmamasını
amaçlıyor. Aynı şekilde dünya nimetlerinin basit düzeyinin üstüne
çıkılmasını, dünya hayatının zevklerinden yararlanma konusunda itirazsız her
dediği yerine getirilecek şekilde nefse tutsak olunmamasını kastediyor.
Buradaki mesele değerlerin şaşmaz ölçüsü ile ölçülecekleri kriter
meselesidir. Şunlar dünya değerleri, şunlar da ahiret değerleri. Mü'min
bunları bilmek zorundadır. Bu bilginin ışığında dengeli bir bakış açısına
sahip olarak tam bir özgürlükte dünya hayatının nimetlerinden yararlanır.
Kuşkusuz dünya ona göre bir oyun, bir eğlencedir. Ahiret ise, canlılık dolu
sonsuz bir hayattır.
Ölçme ve değerlendirme amaçlı bu duraklamadan sonra
surenin akışı müşriklerin içinde bulundukları çelişkileri sayıp dökmeye
devam ediyor!
"Onlar gemiye bindikleri zaman sırf Allah'a yönelik
bir inançla O'na yalvarırlar. Fakat onları denizin tehlikelerinden
kurtararak karaya çıkarınca hemen eski puta tapıcı inançlarına dönerler."
Bu da onların çelişkili ve anlaşılmaz inançlarından
biridir. Müşrikler gemiye binip suda dalgalar tarafından sürüklenen bir
oyuncak gibi sallanıp durdukları zaman Allah'tan başka hiçbir şeyi
hatırlamazlar. O anda sığınılacak tek güç düşünürler. O da yüce Allah'ın
gücüdür. Kafalarında sadece O vardır. Dillerinde yalnızca O'nun adı geçer.
Allah'ın birliğini kabu1 edecek yetenekte olan fıtratlarına uyarlar: "Fakat
Allah denizin tehlikelerinden kurtararak karaya çıkarınca hemen eski puta
tapıcı inançlarına döner." Fıtratın kendilerine fısıldadığı doğru ve tutarlı
mesajı, tehlike anının dışında dini Allah'a özgü kılarak sadece O'na
yalvarıp dua etmelerini unuturlar. Allah'ın birliğini itiraf edip kayıtsız
şartsız teslim olduktan sonra tekrar putçu inançlarına saparlar.
Bu sapma yüce Allah'ın kendilerine bahşettiği
nimetleri, fıtratı ve belgeleri inkâr edip belli bir süre için sınırlı dünya
hayatının nimetlerinden yararlanma ile sonuçlanıyor. Bundan sonra meydana
gelmesi kaçınılmaz olan kötü akıbet gerçekleşiyor.
66- Böylece
kendilerine verdiğimiz nimetlere nankörlük etsinler ve dünyada zevkleri ile
oyalansınlar bakalım! Nasıl olsa ilerde gerçeği öğreneceklerdir.!
67- Çevrelerindeki
beldelerde oturan insanlar kaçırılırken, can güvenliğinden yoksun bir hayat
yaşarken onların kentini dokunulmaz ve güvenli bir belde yaptığımızı
görmüyorlar mı? Buna rağmen hâlâ asılsız ilahlara inanıp Allah'ın
nimetlerini inkâr mı ediyorlar?
68- Allah hakkında
yalan uydurarak O'na iftira edenden ya da gerçeği yalanlayandan daha zalim
kim olabilir? Kâfirlerin yeri cehennem değil mi?
"Böylece kendilerine verdiğimiz nimetlere nankörlük
etsinler ve dünya zevkleri ile oyalansınlar bakalım! Nasıl olsa ilerde
gerçeği öğreneceklerdir."
Bu ifade bir yönden ilerde karşılaşacakları kötü
akıbeti ima eden gizli bir tehdittir.
Sonra müşriklere, yüce Allah'ın kendilerini şu anda
yaşadıkları güvenli ve dokunulmaz evin çevresine yerleştirmekle bahşettiği
nimet hatırlatılıyor. Ama onların Allah'ın nimetini hatırlamadıkları O'nun
birliğine inanmak ve sadece O'na ibadet etmek suretiyle O'na yönelik şükür
görevini yerine getirmedikleri tam tersine burada yaşayan mü'minleri
korkuttukları, onları sindirmeye çalıştıkları vurgulanıyor!
"Çevrelerindeki beldelerde oturan insanlar
kaçırılırken, can güvenliğinden yoksun bir hayat yaşarken onların kentini
dokunulmaz ve güvenli bir belde yaptığımızı görmüyorlar mı? Buna rağmen hâlâ
asılsız ilahlara inanıp Allah'ın nimetlerini inkâr mı ediyorlar?"
Dokunulmaz ve güvenli bir belde olan Mekke'de
oturanlar hayatlarını güven içinde sürdürüyorlardı. İnsanlar Allah'ın
evinden dolayı onlara saygı gösteriyorlardı. Öte yandan çevrelerinde yaşayan
kabileler birbirlerini boğazlıyor, birbirlerinden korkarak can güvenliğinden
yoksun bir hayat sürdürüyorlardı. Ancak Allah'ın içinde yaşayanlarla
birlikte güvenli yaptığı evinin bulunduğu Mekke kentinde güvenlik içinde
yaşayabiliyorlardı. Buna rağmen Allah'ın evini putların sergilendiği bir
yere dönüştürmeleri, orada Allah'tan başka herhangi bir yaratığa ibadet
etmeleri tuhaftır: "Buna rağmen hâlâ asılsız ilahlara inanıp Allah'ın
nimetlerini inkâr mı ediyorlar?" "Allah hakkında yalan uydurarak O'na iftira
edenler ya da gerçeği yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Kâfirlerin yeri
cehennem değil mi?"
Kuşkusuz onlar yüce Allah'ın ortaklarının bulunduğu
iddia etmekle O'na iftira ediyorlardı. Kendilerine sunulan gerçeği
yalanlayıp inatla karşı çıkıyorlardı. Hem cehennem kâfirlerin yeri değil
midir? Evet, kesinlikle...
Ankebut suresi bir başka grubun yer aldığı bir
tabloyu sunmakla son buluyor. Bunlar Allah'a ulaşmak, O'na bağlanmak için
O'nun yolunda cihad eden kimselerdir. Allah'a giden yolda karşı karşıya
kaldıkları zorluklara katlanan, hiçbir sorumluluktan kaçınmayan, asla
ümitsizliğe düşmeyen kimselerdir. Kendi nefislerinin baştan çıkarıcı
oyunlarına, insanların dinden döndürme amaçlı baskılarına karşı sabreden
kimselerdir. Yüklerini omuzlayıp yabancısı oldukları uzun ve meşakkatli yola
koyulan kimselerdir. Kuşkusuz Allah onları yalnız başlarına bırakmayacaktır.
İmanlarını geçersiz saymayacak, cihadlarını unutmayacaktır. Yüce katından
onları görüp hoşnut edecektir. Kendi uğrunda giriştikleri cihad hareketini
görecek ve onları kendi yoluna iletecektir. kendisine ulaşmak için nasıl
çabaladıklarını görecek ellerinden tutacaktır. Zorluklara karşı
sabredişlerini, her zaman iyi davranışlar içinde oluşlarını görecek ve
onları nimetlerin en iyisi ile ödüllendirecektir.
69- Uğrumuzda cihad
edenleri, kesinlikle bize ulaştıran yollara erdiririz. Hiç kuşkusuz Allah
iyi işler yapanlarla beraberdir.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.