7-Araf
1- Elif, Lâm, Mim,
Sad
Surenin ilk ayetini oluşturan bu harf grubunun
benzerleri hakkındaki görüşümüzü Bakara ve Ali İmran surelerinin
başlangıçlarında açıklamıştık. Bunları açıklarken şu görüşü benimsemiştik:
Bu birbirinden kopuk harf grubu ile şuna işaret ediliyor: Şu Kur'an-ı Kerim
insanlar tarafından kullanılan türde harflerden oluşuyor. Fakat buna rağmen
insanlar bu harfleri kullanarak Kur'an'daki gibi sözler oluşturamıyorlar.
Tek başına bu olgu, Kur'an'ın insan eseri olmadığının açık kanıtıdır. Çünkü
Kur'an-ı Kerim'i oluşturan harfler ve kelimeler insanların önünde durdukları
halde onlardan Kur'an'ın bir benzerini oluşturmayı başaramamışlardır. Demek
ki, bu harflerin ve kelimelerin ardında başka bir sır saklıdır.
Biz bu görüşü bu konuda tercih ediyoruz, yoksa
"kesinlikle doğrudur" demiyoruz. Çünkü muradının ne olduğunu ancak yüce
Allah bilir.
Bu görüşe dayanarak sözdizimi bakımından şöyle bir
açıklama yapabiliriz: Bu "Elif, Lâm, Mim, Sad" harf grubu bir sonraki ayetle
bir isim cümlesi oluşturur. Cümlenin öznesi (müpteda'sı) "Elif, Lâm, Mim,
Sad" harfleri, yüklemi ise "Sana indirilen kitaptır" cümleciğidir. Bu
çözümlemeye göre cümlenin anlamı "Bu harfler ile onlardan oluşan cümleler
sana indirilen Kitab'dır" şeklinde olur. Bunun yanısıra burada şöyle bir
gramer çözümlemesi de yapılabilir: "Elif, Lâm, Mim, Sad" harflerinin
fonksiyonu sadece az önce açıkladığımız anlama işaret etmektir. İkinci
ayetin başında yer alan "Kitab" kelimesi gizli bir öznenin yüklemidir ve her
ikisi "Bu bir kitaptır" ya da "Şu bir kitaptır" şeklinde bir isim cümlesi
oluşturur.
UYARI VE HATIRLATMA
2- Bu Kur'an,
kendisi ile insanları uyarasın ve müminlere öğüt veresin diye sana indirilen
bir kitaptır. O halde bu görevi yaparken sakın ruhun sıkılmasın.
Bu Kur'an, kendisi aracılığı ile uyarı ve hatırlatma
görevi yapasın diye sana indirildi. Bu Kur'an, içindeki gerçekleri
haykırasın diye, insanları hoşlanmadıkları direktifler ile karşı karşıya
getiresin diye; birtakım inanç(ara, ilişki(ere ve geleneklere cephe olasın
diye; birtakım sosyal düzenlere, rejimlere ve toplumlara karşı çıkasın diye
sana indirildi. Böyle olduğu içindir ki, bu yolun zorlukları çoktur, bu
Kur'an aracılığı ile insanları uyarmanın sıkıntıları boldur. Bu surenin
tanıtma yazısında belirttiğimiz gibi, bu zorlukları ve bu sıkıntıları ancak
bu kitaba sarılarak sözkonusu tutumu benimseyenler, ancak bu kitabın
içerdiği gerçekleri haykırmanın getirdiği sıkıntılara göğüs gerenler; ancak
bu kitabın ilk taşıyıcısı olan Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine
olsun- gerek Arap Yarımadası'nda ve gerekse tüm yeryüzünde egemen olan azgın
cahiliye zihniyetine karşı çıkarken taşıdığı amaçları paylaşarak bu kitap
aracılığı ile insan hayatının alt yapısında köklü, yaygın ve sistematik
değişikler yapmayı amaçlayanlar idrak edebilirler.
Bu durum, sadece o günün Arap Yarımadası'nın ve
çevresindeki tüm yeryüzünün içinde bulunduğu şartlar için geçerli bir durum
değildir. Sebebine gelince islâm bir defalığına meydana gelmiş ve geçmişe
karışıp gitmiş bir tarih olayı değildir. İslâm, kıyamete kadar şu insanlıkla
sürekli yüzyüze gelme, sürekli onun karşısına dikilme olayıdır. İnsanlık ne
zaman doğru yoldan saparak o ilk günkü ortama dönerse, islâm o ilk günkü
gibi, onunla yüzyüze gelir, karşısına dikilir.
İnsanlık zaman zaman gerileyerek cahiliye dönemine
döner. İşte bedbaht ve onur kırıcı "gericilik" budur. İşte o zaman islâm
yeniden ortaya çıkarak insanlığı bu "gericilik"ten kurtarmaya ilişkin
görevini bir kere daha yerine getirmeye, insanlığın elinden tutarak onu
ilerleme ve uygarlaşması yoluna iletmeye koyulur. İşte o zaman bu islâm
çağrısının bayraktarlığını üstlenenler, bu Kitap aracılığı ile insanları
uyarmaya girişenler. İslâmın ilk dâvetçisi olan Peygamberimizin insanlığı
cahiliye bataklığına doğru gerisin geriye doğru yuvarlanmaktan ve
cahiliyenin azgın karanlıklarının kucağına düşmekten tamamen farklı bir
doğrultuya yöneltirken çekmiş olduğu zorlukların aynıları ile karşılaşırlar.
Bu azgın karanlıklar düşünce karanlıkları, ihtiras karanlıkları, azgınlık ve
haysiyetsizlik karanlıkları, şahsi arzulara ve başkalarının ihtiraslarına
kul olma, tutsak olma karanlıklarıdır! İnsanlığı cahiliye bataklığından
çekip çıkarmak üzere harekete geçenler bu zorluklarla boğuşurken yüce
Allah'ın, Peygamberimize yönelik şu direktifinin gönül açıcı hazzını
içlerinde duyarlar. Tekrarlıyoruz:
"Bu Kur'an, kendisi aracılığı ile insanları uyarasın
ve müminlere öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu
görevi yaparken sakın ruhun sıkılmasın."
Bu direktifin hazzını ruhunda duyacak olan çağrı
bayraktarı içinde bulunduğu pratik şartları iyi değerlendirmenin sonucu
olarak kimlerin öğüt verilerek müminler olduğunu ve kimlerin uyarıya muhtaç
gayri müminler (inanmamışlar) olduklarını iyi ayırdeder. Böylece bu Kur'an,
onun için yaşadığı günlerde ayet ayet iniyormuş gibi bir canlılık kazanır, o
da içinde yaşadığı toplumsal pratiğe karşı bu Kur'an aracılığı ile büyük
cihada girişir.
İnsanlık bugün Peygamberimizin günlerinde yaşanan
durumun aynısını yaşıyor; Peygamberimize inen bu Kitab'ın O'nu insanları
uyarmakla, onlara öğüt vermekle görevlendirdiği, cahiliye pratiğini kökten
değiştirmeyi amaçlarken, önüne çıkan zorluklar karşısında iç sıkıntısına
kapılmamaya çağrıldığı şartların tıpkısı hüküm sürüyor.
Zaman döndü-dolaştı ve bu dinin geldiği günkü konuma
geldi. İnsanlık gerek temelde gerek ayrıntılarda, gerek özde, gerek
görüntülerde, gerek yüzeyde, gerekse derinliklerde tam ve yaygın biçimde
cahiliye dönemine geri döndü.
Her şeyden önce inanca ilişkin düşüncelerinde geriye
döndü. Babaları mümin olanlar, ataları bu dine samimi biçimde bağlı olanlar
bile bu geriye dönüş kervanına katılmaktan kurtulamadılar. Çünkü islâm
inancı bu müslüman torunlarının kafalarında ve idraklerinde köklü
çarpıklıklara uğradı.
Bu dinin dünyanın çehresini değiştirerek yerine yeni
bir dünya kurmak için geldi. Bu yeni dünyada yüce Allah'ın ortaksız
otoritesi onaylanarak tüm tağutların, bütün şeytani güçlerin egemenliği
reddedilecekti; "kulluk" kavramının eri geniş anlamı ile sırf yüce Allah'a
kulluk edilecek, O'nunla birlikte kullardan birine tapılmayacaktı; yüce
Allah dilediklerini kula kulluk etme aşağılığından sırf Allah'a kulluk etme
düzeyine çıkaracaktı; bu yeni dünyada yüce Allah'dan başkasına kul olma
tutsaklığından olduğu gibi şahsi arzu ve ihtiraslarının tutsaklığından da
kurtulmuş, özgür, onurlu ve her tür aşağılıktan arınmış yeni "insan"
doğacaktı.
Bu din "Eşhedü en lâilâhe illellah (Allah'dan başka
ilâh olmadığına şahitlik ederim)" ilkesini yerleştirmeye geldi. Gerek bu
surede ve gerekse başka birçok surede vurgulandığı üzere, tarih boyunca
gelen bütün peygamberler insanları bu ilkeyi benimsemeye çağırmışlardır.
"Allah'dan başka ilâh olmadığına şahitlik etmek" şu demektir. Evrensel
düzendeki yüksek egemenlik gibi insan hayatına ilişkin yüce egemenlik de ulu
Allah'a özgüdür. Başka bir deyimle yüce Allah ön-tasarımı ve kaderi ile
evrene ve kullara, bunun yanısıra sistemi ve şeriatı ile kulların hayatına
egemendir. Müslüman bu temel ilkeden hareket ederek evreni yaratmada,
tasarlamakta ve yöneltmekte yüce Allah'ın ortağı olduğuna inanmaz; ibadet
amaçlı davranışları sadece yüce Allah'a sunar; hukuk sistemini, kanunları,
değer yargılarını, kriterleri, inançları ve düşünceleri sadece ilâhi
kaynaktan alır; herhangi bir zorbanın bu konuların herhangi birinde yüce
Allah'ın egemenlik yetkisine ortak olmaya kalkışmasına göz yummaz.
İşte bu dinin inanç açısından temeli budur. Acaba
günümüzde insanlığın bu temel ilke karşısındaki konumu nedir?
Bu bakımdan insanlık türlü türlü gruplara ve
akımlara ayrılır ki, bu grupların ve akımların ortak niteliği cahiliye
kökenli olmaktır.
Bu gruplardan ve akımlardan biri ateizmdir, yüce
Allah'ın varlığını kökten inkâr eder böylelerine "Allah tanımazlar
(ateistler)" denir. Bunların durumu herhangi bir açıklamaya ihtiyaç
duyulmayacak derecede bellidir.
Bu gruplardan ve akımlardan biri putperestliktir. Bu
akım bir ilâhın varlığını kabul eder, fakat çeşitli ilâhları ve putları O'na
ortak koşar. Bu akımın bağlılarına Hindistan'da, Afrika kıtasının orta
kesiminde ve dünyanın değişik yerlerinde rastlıyoruz.
Bu gruplardan ve akımlardan biri yahudiler ile
hristiyanların oluşturduğu "ehl-i kitap" topluluğudur. Bu topluluğun
mensupları çok eskiden yüce Allah'a oğul-evlât yakıştırmak sureti ile müşrik
olmuşlardı. Ayrıca yüce Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ve
rahiplerini ilâh edindikleri için de müşrik olmuşlardır. Gerçi onlar hiçbir
zaman hahamları ve rahipleri adına namaz kılmış, onlar için rukua varmış ve
secdeye kapanmış değillerdi, ama onların egemenlik iddialarını kabul
etmişler, onları orijinal kanun koyucular olarak tanımışlardı.
Ayrıca bunlar günümüzde yüce Allah'ın egemenliğinin
hayat tarzlarındaki köklerini tamamen kazıyarak "kapitalizm", "sosyalizm"
gibi adlarla andıkları ideolojileri hayat sistemi olarak benimsiyor ve
"demokrasi", "diktatörlük" gibi adlarla andıkları insan ürünü rejimleri
yürürlüğe koyuyor, böylece yüce Allah'ın dininden tamamen çıkarak eski
Yunanlılar'ın, Romalılar'ın ve benzerlerinin tıpkısı olan bir cahiliye
bataklığına saplanıyorlar, onlar gibi kendi kafalarına göre hayat düzenleri
ve rejimler uydurma sapıklığına düşmüş oluyorlar.
Bu gruplardan biri de kendilerine "müslüman"
sıfatını yakıştıranların oluşturduğu topluluktur. Bu topluluk adım adım
ehl-i kitab'ın, yani yahudiler ile hristiyanların izinden giderek yüce
Allah'ın dinini bırakıp insanların dinine kayıyor. "Yüce Allah'ın dini"
O'nun sistemi, şeriatı, hayat için koyduğu düzeni ve kanunudur. Buna
karşılık "kulların dini" de onların sistemi, hukuku, hayat için koydukları
düzenleri ve yasalarıdır.
Zaman döndü-dolaştı ve bu dinin insanlığa ilk indiği
güne geldi. İnsanlık tümü ile, bütün grupları ve akımları ile cahiliye
dönemine geri döndü. Bu grupların ve akımların hiçbiri yüce Allah'ın dinine
bağlı değil. Kur'an insanlığa ilk gün yönelttiği çağrıyı yeniden yöneltme
görevi ile karşı karşıyadır günümüzde. Onun bugün insanlığa yönelik amacı
indiği ilk günkü amacının aynısıdır: Bu kitap insanları öncelikle inanç ve
düşünce bakımından, arkasından da düzen ve pratik yaşantı düzeyinde müslüman
yapmak istiyor. Bu kitaptaki mesajların bayraktarlığını üstlenenler tıpkı
Peygamberimizin karşılaştığı güçlükler ile karşı karşıyadırlar.
Peygamberimizin, cahiliye bataklığına batmış kokuşmuş pislik içinde
debelenen, sapıklık çölünde yolunu şaşırmış, şeytanın kışkırtmalarına tutsak
olmuş o günkü insanlar karşısında katlandığı zorlukların aynısına katlanmak
durumundadır. Peygamberimizin o günlerdeki ilk amacı insanların kalplerinde
ve kafalarında "Eşhedü en lâ ilâhe illellah (Allah'dan başka ilâh olmadığına
tanıklık ederim)" ilkesine dayanan bir inanç ve düşünce geliştirmekti. Bunu
izleyen amacı yeryüzünde o güne kadar görülenden farklı bir pratik hayat
düzeni oluşturmaktı. Bu düzende sırf Allah'a kul olunacak O'nunla birlikte
bir başkasına kul olunmayacaktı. Bundan sonraki amacı insanlığın "yeniden
doğuşu'' nu gerçekleştirmekti. Bu yeni aşamada insan gerek kula kul olmanın
ve gerekse ihtiraslarına köle olmanın tutsaklığından kurtulacaktı.
İslâm bir defa gerçekleşmiş, arkasından geçmişin
karanlığına gömülüp gitmiş bir tarihi olay değildir. O bir zamanlar
gerçekleştirdiği fonksiyonu günümüzde yeniden gerçekleştirilmeye çağırıyor.
İslâm yeni fonksiyonunu, ilk seferinde karşılaştığı toplumsal şartlàrın,
rejimlerin, düzenlerin, düşüncelerin, inançların, değer yargılarının,
ölçülerin ve geleneklerin aynilerinden oluşmuş bir ortamda gerçekleştirmek
durumundadır.
"Cahiliye" bir pratik gerçektir, bir olgudur. Yoksa
kronolojik bir tarih dönemi değildir. Günümüzde cahiliye zihniyeti
yeryüzünün her tarafında cirit atıyor; bütün egemen inançlar, doktrinler,
düzenler ve rejimler prensip olarak "kulun kula kulluğu" ilkesine dayanıyor.
Hepsi yüce Allah'ın kullar üzerindeki mutlak egemenliğini reddediyor. Tümü
"insan arzusu"nun şu ya da bu biçimde egemen ilâh olmasını öngörüyor, "yüce
Allah'ın şeriatı"nın uygulanan kanun sistemi olmasına hep birlikte karşı
çıkıyorlar. Gerçi biçimleri, görüntüleri, sloganları, yaftaları, isimleri,
nitelikleri, grupları, akımları ve doktrinleri birbirinden farklı oluyor,
ama hepsi de cahiliye zihniyetini karakterize eden, bu zihniyetin özünü
belirleyen sözkonusu ortak ilkeyi hareket noktası olarak benimsiyorlar.
Bu ölçünün ışığında açıkça görülüyor ki, günümüzde
yeryüzünün her tarafını cahiliye düzeni kaplamıştır, insanlığın hayatına
cahiliye düzeni egemendir ve islâm günümüzde "varolmak"tan, mutlak anlamda
varolmaktan soyutlanmıştır; buna göre insanları islâma çağırma görevini
üstlenenler vaktiyle Peygamberimizin taşıdığı hedeflerin aynilerini
taşıyorlar, O'nun karşılaşmış olduğu zorlukların tıpkısı ile karşı
karşıyadırlar, bu yüzden onlar bu ayette dile gelen ilâhi direktifle teselli
bulmaya çağrılıyorlar. Tekrarlıyoruz:
"Bu Kur'an, kendisi ile insanları uyarasın ve
müminlere öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi
yaparken sakın ruhun sıkılmasın."
Bu gerçeği vurgulamak ve belirginleştirmek üzere
hakkındaki açıklamamızı biraz daha sürdürmek istiyoruz:
Günümüzün bütün toplumları cahiliye
toplumlarıdırlar. Bundan dolayı bu toplumlar "geri kalmış" ya da "gerici"
toplumlardır. Çünkü bu toplumlar islâmın ellerinden tutup kendilerini
bataklığından çıkarmış olduğu "cahiliye dönemi"ne "geri dönmüşlerdir."
İslâm, günümüzde bu toplumları cahiliyeye dönük geri kalmışlıktan ve
gericilikten kurtararak ilâhi değer yargıları ve ölçüleri sayesinde onları
"ilerleme" ve "uygarlaşma" yoluna iletmeye çağırıyor, böylesine önemli bir
görevle karşı karşıyadır.
İnsanlığın beşeri arzuların kulluğundan, kula
kulluktan tam anlamı ile kurtulabilmesi için toplumda yüce egemenliğin sırf
yüce Allah'ın tekelinde olması, bu egemenliğin ilâhi şeriatın üstünlüğünde
somutlaşmış olması gerekir. Yüce Allah'ın ölçüsüne göre "müslüman" ve
"uygar" olmanın tek yolu, tek biçimi budur. Çünkü yüce Allah'ın insanlar
için istediği uygarlık toplumdaki her ferdin özgür ve onurlu olması temel
ilkesine dayanır. Oysa kula kulluk sistemi yürürlükteyken, onurluluğun ve
özgürlüğün varolması sözkonusu olamaz; bazıları yüce egemenlik yetkisini
kullanan kanun koyucu ilâhlardan ve ezici çoğunluğu bu sahte ilâhların keyfi
arzularına boyun eğen "kullar"dan oluşmuş bir toplumun fertleri asla özgür
ve onurlu olamazlar. Öte yandan "yasama" işlevi sadece kanuni hükümler koyma
işlevi ile sınırlı değildir. Toplumdaki değer yargıları, ölçüler, ahlâk
kuralları ve gelenekler de bu işlevin kapsamına girerler. Bunların hepsi
fertlerin farkında olarak ya da olmayarak baskılarına boyun eğdikleri birer
"kanun koyma", birer "yasama" ürünüdürler. Bu nitelikteki toplum "gerici" ve
"geri kalmış" bir toplumdur; ya da islâm terminolojisinde "cahili ve müşrik"
bir toplumdur.
Herhangi bir toplumun birleştirici, ortak bağı
inanç, düşünce ve hayat sistemi olur da bu değerler herhangi bir ferdin
keyfi arzusu, herhangi bir kulun iradesi yerine yüce Allah'dan
kaynaklanırsa, böyle bir toplum "uygar" ve "ileri" bir toplum ya da islâmi
terimi ile "ilâhi değerlere bağlı bir müslüman" toplum olur. Çünkü bu
durumda toplumun birliği en yüce "insani" hasletlerde -manevi ve fikri
hasletlerde- somutlaşmış olur. Buna karşılık eğer bir toplumun birleştirici,
ortak bağını milliyet, renk, ırk ve yurt birliği gibi değerler oluşturursa o
toplum "gerici" ve "geri kalmış" islâm terminolojisinde "cahili ve müşrik"
bir toplum olur. Çünkü milliyet, deri rengi, ırk, yurt birliği gibi ortak
bağlar "insan"a ait yüce değerler değildirler. İnsan milliyetten, deri
renginden, ırkından ve yurdundan soyutlandığı takdirde yine "insan" olarak
kalır, fakat manevi değerlerinden ve düşünceden soyutlandığı takdirde
"insan" olma niteliğini sürdüremez.
Bunun yanısıra bir de şu var: İnsan, yüce Allah'ın
kendisine sunduğu en yüce bağış olan özgür iradesi ile inancını, düşüncesini
ve hayat tarzını değiştirebilir; kavrama, anlama, ikna olma ve yönelme yolu
ile sapık olan inanç, düşünce ve hayat tarzını bırakarak doğru inanca,
düşünceye ve hayat tarzına geçiş yapabilir. Fakat milliyetini, derisinin
rengini ve ırkını değiştiremez; falanca milliyeti ve deri rengini taşıyarak
doğmayı önceden belirleyemez; falanca ırktan ve şu yurdun yurttaşı olarak
doğmayı önceden plânlaması mümkün değildir. Buna göre bireyleri özgür
iradeye bağlı değerler etrafında biraraya gelen bir toplum, hiç kuşkusuz
fertlerinin iradesi dışında kalan, bireylerinin tercihlerine imkân tanımayan
değerler etrafında biraraya gelmiş bir toplumdan daha ileri, daha ideal ve
daha sağlam yapılı bir toplumdur.
Eğer bir toplumda insanın "insan" olma yönü en yüce
değer olarak ön plâna çıkarsa, insanı insan yapan hasletler itibar ve ilgi
odağı olursa o toplum "ileri" ve "uygar" bir toplum, islâmi terimi ile
"ilâhi değerlere bağlı" ve "müslüman'' bir toplum olur. Buna karşılık eğer
bir toplumda en yüce değer -hangi biçimi ve tanımı ile olursa olsun- "madde"
olursa o toplum "gerici", "geri kalmış", islâmi terimi ile "cahili" ve
"müşrik" bir toplum olur. Maddenin en yüce değer sayılması ister Marksizm'de
olduğu gibi "teorik" anlamda olsun, isterse "maddi üretim"i tapınma
derecesinde yücelten, bu uğurda başta ahlâkî değerler olmak üzere bütün
insani hasletleri ve değerleri harcamayı hiç çekinmeden göze alan Amerika,
Avrupa ve benzeri toplumlarda görüldüğü gibi "maddi üretim tutkusu"
anlamında algılansın, farketmez; her iki anlayış da aynı oranda insani
değerlere düşman sayılır.
İlâhi değerlere bağlı, müslüman toplum, maddeyi ne
"teorik" plânda ve ne de "maddi üretim" düzeyinde küçümsemez. Çünkü teorik
plânda içinde yaşadığımız evrenin yapısı "maddeden yararlanma" anlamında da
küçümsemez. Çünkü "maddi üretim"i geliştirmek, yeryüzünde yüce Allah'a
verilen söze ve O'nun koyduğu şartlara bağlı halifelik görevinin
dayanaklarından biridir, maddi üretimin temiz türlerinden yararlanmak
helâldir, bu surenin ayetlerini incelerken göreceğimiz gibi, madde uğruna
insani hasletleri, insani ilkeleri harcamaya yanaşmaz.
Eğer bir toplumda "insani" değerler ve "insani"
ahlâk yüce Allah'ın ölçüsünde olduğu gibi en yüce değerler olarak tutulduğu
takdirde böyle bir toplum uygar ve ileri toplum ya da islâm terminolojisinde
ilâhi değerlere bağlı, müslüman toplum olur. İnsani değer ile insani ahlâk
ne belirsiz ve cıvık ve ne de istikrarlı bir yapısı olmayan değişken
değerler değildir. Oysa toplumda kriter anarşisi meydana getirmek
isteyenler, başvurulabilecek hiçbir sabit ölçme ve değer koyma kriteri
bırakmamayı amaçlayanlar bu değerlerin oynak ve istikrarsız olduklarını
ileri sürerler.
Bu değer yargıları ile ahlâk kuralları insanda onu
insan yapan hasletleri geliştirirler, bu hasletler sayesinde ise, insan
kendine özgü ve hayvanınkinden üstün bir konuma yükselir, onu insan yapan
yönü baskınlık kazanır. Bu değer yargıları ve ahlâk kuralları insanda onun
hayvanla ortak olduğu yönleri geliştirmiyor. Mesele bu şekilde ortaya
konunca kesin ve sabit bir ara-ket, ayırıcı bir sınırlama çizgisi ortaya
çıkar. Bu sınır çïzgisi "tekâmül" teorisi taraftarlarının işi sürekli
cıvıklaştırma girişimlerine set çeker.
Durum böyle olunca ortada ayrı bir tarım toplumu
ahlâkı ayrı bir endüstri toplumu ahlâkı, farklı bir kapitalist ahlâk, farklı
bir sosyalist ahlâk olamaz. Toplumun ürünü olan, toplumsal yaşama düzeyinin
bağımlı değişkeni olarak ortaya çıkan bir ahlâktan sözedilemez. Saydığımız
toplumsal faktörler değer yargılarının ve ahlâk kurallarının üretilmesi ve
topluma benimsetilmesi işleminde kesin belirleyici rolü olan bağımsız
değişkenler kabul edilemezler. Yalnız uygar bir toplumda müslümanların
üzerlerinde uzlaştıkları "insani değerler ve ahlâk kuralları" ile geri
kalmış bir toplumda üzerlerinde uzlaşılan -deyim yerinde ise"hayvani değer
yargıları ve ahlâk kurallarından, eğer meseleyi islâmi terimler ile ifade
edersek "Allah'a bağlı, islâmi değerler ve ahlâk kuralları" ile "cahili ve
gerici değerler ve ahlâk kuralları"ndan sözedilebilir.
Hayvani ahlâkın, hayvani değerlerin, hayvani
içgüdülerin güdümü altında yaşayan toplumlar sanayide, ekonomide ve bilimde
istedikleri kadar ilerlemiş olsunlar, uygar toplumlar olamazlar. Bu kriter,
insanın kendisinde meydana gelecek gelişmeyi ölçmede asla yanılgıya düşmez.
Günümüzün cahiliye toplumlarında ahlâk kavramı
insanı hayvandan ayıracak bütün değerleri dışarda bırakacak derecededir ve
güdüktür. Nitekim bu toplumlarda gayrı meşru cinsel ilişkiler, hatta sapık
cinsel ilişkiler ahlâksızlık sayılmıyor. Bu toplumlarda ahlâk kavramı sadece
kişiler arası., ekonomik ve siyasî -doğallıkla devlet menfaatinin elverdiği
oranda- ilişkileri kapsamına alabiliyor. Bu cahiliye toplumlarının
yazarları, gazetecileri, sanatçıları, bütün eğitim ve tanıtma organları genç
kızlara, evli kadınlara, delikanlılara, genç erkeklere açıkça "başıboş
cinsel ilişkiler ahlâksızlık değildir" diyorlar.
Bu tür toplumlar "insani" bakış açısından ve insani
gelişim çizgisinin belirlediği ölçüye göre uygar olmayan toplumlardır. Bu
toplumlar aynı zamanda islâm dışıdırlar da. Çünkü islâmlaşma çizgisi,
insanın şehevi arzuların tutsaklığından kurtulma çizgisi, insanı insan yapan
özellikleri geliştirme çizgisi, bu özellikleri hayvani içgüdülere baskın
çıkarma çabasının çizgisidir.
Günümüzün cahiliye toplumlarını tanıtmak için,
onların inançtan ahlâkdan ve düşünceden yaşama tarzına kadar her alanda ne
denli cahiliye bataklığına gömülmüş oldukları hakkında bundan daha fazlasını
söylemek bu tefsir kitabının çerçevesini aşar. Sanıyorum ki, bu kısa
değinmeler günümüz cahiliye toplumlarını ana hatları ile gözler önüne
sermeye yeterlidir. Bu kısa açıklamamız aynı zamanda islâm çağrısının
günümüzdeki amacını, bu çağrının bayraktarlığını üstlenenlerin neler yapmak
istediklerini de belirler. Bu amaç insanlığı inanç, ahlâk ve sosyal düzen
plânında islâma yeniden girmeye çağırmaktır. Bu Peygamberimizin vaktiyle
ortaya koyduğu girişimin aynısıdır. Bulunduğumuz nokta, islâm çağrısının ilk
hareket noktasının tıpkısıdır. Şu anda Peygamberimizin, kendisine Kur'an
indiği ve yüce Allah'ın şu kitabı ile karşı karşıya geldiği pozisyonun
aynısı ile yüzyüzeyiz. Tekrarlayalım:
"Bu Kur'an, kendisi ile insanları uyarasın ve
müminlere öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi
yaparken, sakın ruhun sıkılmasın."
ALLAH'IN MESAJINA
UYUN
Yüce Allah, bir yandan Peygamberimize -salât ve
selâm üzerine olsun- bu direktifi yöneltirken öte yandan Kur'an'ın ilk
muhatabı olan o gününün müslümanlarına ve yanısıra islâmın cahiliye
bataklığından çıkarmaya uğraştığı her dönemin kuşaklarına sesleniyor, onlara
bu kutsal kitabın içerdiği mesajlara uymalarını emrederek, yüce Allah
dışındaki dostlara uymalarını yasaklıyor. Çünkü mesele özünde "bağlılık" ve
"uyma" meselesidir. İnsanlar hayatları boyunca kime uyacaklar? Ya yüce
Allah'ın emrine uyacaklar ki, bunlar müslümanlardır, ya da yüce Allah'dan
başkasının emrine uyacaklar ki, bunlar da müşriklerdir. Bu iki tutum,
birbiri ile bağdaşması mümkün olmayan iki karşıt tutumdur.
3- "Rabbiniz
tarafından size indirilen mesaja uyunuz, O'nun dışında başka dostlar edinip
peşlerinden gitmeyiniz. Ne kadar kıt düşüncelisiniz! "
Bu ayetin içeriği bu dinin temel meselesine parmak
basıyor. İnsanlar ya yüce Allah'ın indirdiği mesaja uyacaklar; bu tutum yüce
Allah'a teslim olmaktır; O'nun ilâhlığını onaylamaktır; emir verip itaat
edilmekte somutlaşan egemenliği O'nun tekeline vermektir; başkasının değil,
sırf O'nun emir ve yasağına uymaktır. Ya da insanlar O'nun dışında başka
dostlar edinip onlara uyacaklardır ki, bu müşriktir, yüce Allah'ın ortaksız
ilâhlığını onaylamamaktır. Başka nasıl olsun ki, egemenlik yüce Allah'ın
tekeline verilmemektedir.
Bu iki ayette şöyle bir anlatım özelliği dikkatimizi
çekiyor: Peygamberimize hitap ederken Kitab'ın O'nun şahsına indirildiği
belirtiliyor; "Bu Kur'an... Sana indirilen bir kitaptır." insanlara
seslenirken de Kitab'ın Rabbleri tarafından onlara indirildiği vurgulanıyor;
"Rabbiniz tarafından size indirilen mesaja uyunuz." Bu arada Peygamberimize
Kitap indirilmesinin gerekçesi bu kitaba inanmak, insanları uyarmak ve
müminlere öğüt vermek olarak belirtilirken, müminlere Allah tarafından Kitap
indirilişinin gerekçesi inanmaları, uymaları ve başka hiç kimsenin
emirlerine uymamaları olarak açıklanıyor. Her iki durumda da kitap
indirilişinin Peygamberimize ve insanlara dayandırılmasının amacı özel ilgi
gösterme, onurlandırma, teşvik ve coşturmadır. Sebebine gelince kime Rabbi
tarafından kitap indirilmiş ise, kim bu iş için seçilmiş ise, kime bu
ayrıcalık bağışlanmış ise, o kimse öğüt almalı, şükretmeli, işe kuvvetle
sarılmalı, asla bıkkınlık göstermemelidir, ondan böyle davranması beklenir.
İnsanları islâma çağırma girişimi son derece
önemlidir. Çünkü cahiliyenin düşüncelerini, değer yargılarını, ahlâkını,
geleneklerini, göreneklerini, kurumlarını, rejimlerini, toplumsal
yapılarını, ekonomik sistemlerini, yüce Allah ile, evrenle ve insanlarla
ilişkilerini köklü, yaygın ve geniş boyutlu biçimde değiştirmek anlamına
geliyor.
Girişim bu denli büyük çaplı olduğu için, sonraki
ayetlerde sert bir biçimde sarsılıyor, sinirler ağır bir darbe ile
uyarılıyor; cahiliye bataklığında pinekleyen, bu zihniyetin düşüncelerinin
ve rejimlerinin pisliğine gömülmüş cibilliyetler ürpertiliyor, yerlerinden
hoplatılıyor. Bunun için bu uyuşuk vicdanlara vaktiyle peygamberlerini
yalanlamış olan eski milletlerin dünyadaki toplu-kırım sahneleri ve bunun
yanısıra ahiretteki akıbetleri sunuluyor.
4- Biz nice kentleri
yokettik. Azabımız, onları, ya geceleyin ya da öğle uykuları sırasında
yakalayıverdi.
5- Azabımıza
uğradıkları andaki tek feryadları "Biz gerçekten zalimdik " demekten ibaret
oldu.
Eski milletlerin başlarından geçen toplu-kırım
olayları en yararlı hatırlatıcı, en etkili uyarıcıdır. Kur'an, bu gerçekleri
sık sık gündeme getirir; onları insanların gafil kalblerini uyarıcı
darbeler, duygulandırıcı etkenler olarak kullanır.
Sakinlerinin peygamberleri yalanlamaları yüzünden
helâke uğrayan kentler, siteler, yerleşim birimleri çoktur. Bu yerleşim
birimleri, sakinleri dalgınken, gafilken sürpriz bir afet yolu ile helâke
uğramıştır. Olay ya geceleyin ya da gündüz uykusu sırasında meydana
gelmiştir. Yani insanların uykuya daldıkları ve kendilerini güvenliğin
kucağına bıraktıkları bir zaman kesiti içinde. Okuyoruz.
"Biz nice kentleri yokettik. Azabımız onları ya
geceleyin ya da öğle uykuları sırasında yakalayıverdi."
Her iki zaman kesiti de, yani gece uykusu da, öğle
sonu uykusu da dalmışlık, kendini koyuvermişlik ve güven saatleridir. Bu
zaman kesitlerinde insanları yakalamak korkutma bakımından daha şiddetli,
etkileme bakımından daha dehşetli olduğu gibi öğüt almaya, çekinmeye,
sakınmaya, dikkatli olmaya daha sevkedici bir nitelik taşır.
Sonra olan nedir? Bu dalgınlıkları içinde
yakalananların gösterdikleri tek reaksiyon itiraftır! Hiçbir savunma amaçlı
iddia ileri süremiyorlar, sadece kötülüklerini kabul ediyorlar. Okuyoruz:
"Azabımıza uğradıkları andaki tek feryatları `Biz
gerçekten zalimdik' demekten ibaret oldu."
İnsan kusurunu itiraf etmemek, kabahatli olduğunu
onaylamamak ïçin kendini savunma amacı ile her türlü ïddiayı ileri sürer.
Fakat sözünü ettiğimiz sürpriz azaba uğrayanlar öyle zor bir
pozisyondadırlar ki, "Biz gerçekten zalimdik" demekten başka hiçbir iddia
ileri süremiyorlar. Aman Allah'ım! Ne korkunç, ne ürkütücü, ne dehşetli bir
durum ki, o anda yapılabilen tek girişim günahı itiraf etmek, müşriklik
suçunu kabul etmek olabiliyor!
Bu felâketzedelerin bu sözleri ile kasdettikleri
"zulüm" müşriklik anlamına gelir. Kur'an üslubunda bu ifade biçimine sık sık
rastlarız. Gerçekten müşriklik zulüm olduğu gibi, zulüm de müşrikliktir.
Kendisini yaratan Rabbine ortak koşan kimseden daha zalimi düşünülebilir mi?
Görüldüğü gibi sahne dünyada sunuluyor. Yüce Allah,
peygamberlerini yalanlayanları yakalayarak azabına çarptırmış, onlar da yüce
Allah'ın azabını belirmiş gözleri ile görüp dururken, zalim olduklarını
itiraf etmişlerdir, gerçek gözlerinin önüne serilmiş, onlar da onu
onaylamışlardır. Fakat bu onaylamanın ve itirafın artık hiçbir yararı
yoktur; pişmanlık ve tevbe yüce Allah'ın bu azabını başlarından savacak
değildir. Çünkü azabın inmesi ile pişmanlık zamanı geçmiş, tevbe yolu
kesilmiştir.
Olay bu şekilde bir dünya sahnesinde gözlerinizin
önüne serilmişken birdenbire, hiç ara vermeksizin ahiret alanına geçiş
yapıyor, dinleyicilerini de durup nefes almaya fırsat bırakmadan beraberinde
bu alana geçiriyor. Bu geçişi simgeleyen film şeridinin kareleri bitişiktir,
yanyana duruyorlar. Geçiş zaman ve mekân boyutlarını yutarak aşıyor, dünya
ahiret ile birleşiyor, dünya azabı ahiret azabı ile bütünleşiyor, pozisyon
şu beklenmedik anın titreşimlerinde dokunaklaşıyor.
6- "Kendilerine
peygamber gönderilenleri de peygamberleri de sorguya çekeceğiz.
7- Onlara olup
bitenleri bilgimize dayanarak kesinlikle bir bir anlatacağız. Zira onlar
hiçbir zaman bilgi alanımız dışında kalmamışlardı.
8- O gün tam doğru
tartı vardır. Kimlerin tartıları ağır çekerse, onlar kurtuluşa ermişlerdir.
9- Kimlerin
tartıları hafif kalırsa, onlar ayetlerimiz karşısında takındıkları zalimce
tutumları yüzünden kendilerini mahvetmiş olurlar. "
Böylesine tasvir edici, canlandırıcı ve duyguları
kamçılayıcı ifade tarzı Kur'an'ın özelliklerinden biridir. Bu ifade tarzı
içinde tüm bir dünya turu bir ana, bir kitap satırına sığdırılır, dünya ve
ahiret birbiri ile kaynaşır, başlangıç ve bitiş aynı anda bütünleşiverir.
Dünyada yüce Allah'ın azabına uğrayan bu kimseler
orada, yani ahirette hesap vermek üzere sorguya çekildiklerinde,
davranışlarına karşılık biçilecek o yüce duruşmada ayağa diktirildiklerinde
dünyada ansızın azapla yüzyüze geldikleri sırada yapmış oldukları "Biz
gerçekten zalim olduk" itirafı ile yakayı kurtaramazlar. Orada yeni bir
sorgulama ile karşı karşıya gelecekler ve o dehşetli günün akla sığmaz
kalabalığı önünde teşhir edilecekler, iplikleri pazara çıkarılacaktır.
Tekrarlıyoruz:
"Kendilerine peygamber gönderilenleri de
peygamberleri de sorguya çekeceğiz.
Onlara olup bitenleri bilgimize dayanarak kesinlikle
bir bir anlatacağız. Zira onlar hiçbir zaman bilgi alanımızın dışında
kalmamışlardı."
Bu sorgulama son derece titiz ve ayrıntılıdır;
kendilerine peygamber gönderilenleri de peygamberleri de kapsamına alır. Bu
sorgulamada ele alınan mesele, o müthiş kalabalık önünde inceden inceye
anlatılır, bütün gizli-kapaklı tarafları ortaya dökülür. Kendilerine
peygamber gönderilenlere sorular sorulur, onlar da bu sorular karşısında
itiraflarda bulunurlar; peygamberlerin kendilerine sorular sorulur, onlar da
bu sorulara cevap verirler. Sonra her şeyi bilen, her şeyin içyüzünden
haberdar olan yüce Allah, sorguya çekilenlere unuttukları noktalar hakkında
açıklamalar yapar; bu açıklamaları her şeyi kayda geçirmiş olan bilgisine
dayanarak yapar. Zira O her şeyin yanı başında idi, hiçbir şey O'nun bilgi
alanı dışında değildi. Bu mesajın etkisi, hatırlatıcılığı ve uyarıcılığı son
derece derindir. Devam ediyoruz:
"O gün tam doğru tartı vardır."
O günkü tartıda mızıkçılık yapmak, verilecek hükmü
gürültüye getirmek, hükümlerin ve tartıların güvenirliğini giderici
tartışmalara girişmek mümkün değildir. Devam ediyoruz:
"Kimlerin tartıları ağır çekerse onlar kurtuluşa
ermişlerdir."
Yüce Allah'ın hakka şıkı sıkıya bağlı terazisinde bu
kimselerin tartıları ağır çekmiştir. O halde bu mutlu sonucun ödülü
kurtuluştur. Bunca uzun yolculuğun sonunda, bu uzun sürecin son aşamasında
cehennemden kurtularak cennete girmeyi hakketmekten daha büyük kurtuluş mu
olur? Devam ediyoruz:
"Kimlerin tartıları hafif kalırsa, onlar ayetlerimiz
karşısında takındıkları zalimce tutumları yüzünden kendilerini mahvetmiş
olurlar."
Yüce Allah'ın haksızlık etmesi, yanlış tartması
sözkonusu olmayan terazisinde, bu kimselerin tartıları hafif kalmıştır. Bu
durum karşısında onlar kendilerini mahvetmişler, öz benliklerini
kaybetmişlerdir. Artık ne kazanabilirler ki? Çünkü kişi çalışır, çabalar,
kendisi için, öz benliği için bir şeyler biriktirir. Ama kendini mahvedince,
bizzat öz benliğini kaybedince artık geriye ne kalır ki?
Ayetteki "Onlar ayetlerimiz karşısında takındıkları
zalimce tutumları yüzünden" ifadesi bize açıkça anlatıyor ki, bu kimseler
yüce Allah'ın ayetlerini inkâr ettikleri için kendilerini mahvetmişler, öz
benliklerini kaybetmişlerdir. Daha önce söylediğimiz gibi Kur'an dilinde
"zulüm" terimi müşriklik ya da kâfirlik anlamına gelir. Çünkü "Allah'a ortak
koşmak, büyük zulümdür." (Lokman Suresi: 13)
Biz burada islâm düşüncesi tarihi boyunca islâm-dışı
bir mantıkla tartışmaya girişenlerin hatasına düşerek "bu tartı nasıl bir
tartıdır, bu terazi ne biçim bir terazidir?" tartışmasına girecek değiliz.
Çünkü madem ki, yüce "Allah gibi olan bir şey yoktur", madem ki, her anlamda
benzersizdir, O'nun eylemlerinin ve tasarruflarının tümü de benzersiz ve
eşsiz niteliktedir. Burada bize düşen görev, bu ayetlerin amaçladıkları
gerçeği vurgulamaktır. O da şudur: O gün hesaplaşma gerçektir, bu
hesaplaşmada hiç kimse zerre kadar haksızlığa uğramaz; hiçbir davranış,
hiçbir eylem değerinden düşük bir karşılık görmez, unutulmaz, ihmale
uğramaz.
UZUN BİR YOLCULUK
Büyük göç buradan başlıyor... İnsanlığın kıssasına
detaylı biçimde başlamadan önce kesin bir gerçek olarak yüce Allah'ın
varlıkların bir türü olan insanı yeryüzüne yerleştirmesinden söz edilerek
bir giriş yapılıyor.
10- "Size yeryüzünde
yurt sağladık, orada size çeşitli geçim kaynakları bağışladık. Ne kadar az
şükrediyorsunuz!
İnsanlık türünün tamamını yeryüzüne yerleştiren
yeryüzünün yaratıcısı ve insanların yaratıcısı olan yüce Allah'tır.
Yeryüzünde insanlığın hayatı için elverişli müsait ve koruyucu şartları,
özellikleri hazırlayan, rızıkları ve yaşamları için gereken ortam hazırlayan
Allah'tır.
Atmosferi, oluşumu, hacmi, güneş ve aydan uzaklığı,
güneş etrafında dönüşü, ekseninin yörüngesine eğriliği, dönüş hızı ve diğer
özellikleriyle yeryüzünü insanlık türünün yaşamına elverişli hale getiren,
yüce Allah'tır. İnsanın yaradılışı, hayatı bu hayatının gelişmesi ve
ilerlemesi için gereken gıda maddeleri, rızıkları, güçleri ve enerjileri bu
yeryüzüne yerleştiren de O'dur. İnsanlığı bu yeryüzündeki yaratıkların
efendisi kılan da Allah'tır. Yüce Allah insanlara bu evrenin birtakım
yasalarını keşfetmeleri ve evreni kendi yararlarına kullanmaları için
birtakım özellikler ve yetenekler vermişti. Bu özelliklere ve yeteneklere
dayanarak insanlar, bu yeryüzünün yaratıklarına egemen olabilir ve onları
kendi hizmetlerine koşturabilirler.
Eğer yüce Allah insanı yeryüzünde bunca imkânlarla
yerleştirmemiş olsaydı, bu güçsüz yaratık klasik ve modern cahiliye
mensuplarının ifadesiyle "Tabiata egemen olamazdı"! İnsanlık kendi öz
gücüyle evrenin korkunç ve ezici güçlerine karşı koymaya asla güç
yetiremezdi!
Günümüzün modern cahiliye düşüncelerine
(felsefesine) şekil veren, Grek ve Roma düşünceleridir Evreni, insana düşman
olarak gösteren bu düşüncedir. Bu düşünce evrenin doğal güçlerini, insanın
varlığına ve hareketine karşı güçler olarak kabul eder. insanı yalnız başına
çabasıyla bu güçlere karşı koyan bir varlık konusunda değerlendirir.
Evrensel bir yasayı keşfetmeyi, tabiat güçlerinden birini hizmetlerine
almayı insanlık ile Evren (tabiat) arasındaki savaşta kazanılmış bir zafer
olarak kabul eder ve tabiatın mağlûp edilmesi şeklinde değerlendirir:
Bunlar gerçekten bayağı düşüncelerdir. Hatta bunlar
alabildiğince çirkin yaklaşımlardır!
Eğer onların zannettikleri gibi, bu evrensel yasalar
insana karşı olsaydı, her an pusuda bekleyen, her an ona karşı duran bir
düşman olsaydı ve bu yasaların arkasında her şeyi yerli yerince düzenleyen
bir irade bulunmamış olsaydı, insanlar daha baştan varolamazlardı! Yoksa
insan nasıl varolabilirdi? Arkasında hiçbir irade bulunmayan ve kendisine
düşman olan bir evrende insan nasıl varolabilirdi? Var olduğunu kabul etsek
de bu insan, bunca düşman şartlara karşı koyan evrensel güçlere rağmen
hayatını nasıl sürdürebilirdi? Çünkü onların anlayışlarına göre evren, kendi
başına özgür biçimde hareket eder, onun gücünün ötesinde kendisine egemen
olan hiçbir güç de yoktur!
Sadece islâm düşüncesi, bu birbirinden kopuk
varlıkları, güçleri sistemli biçimde ele alarak hepsini kapsamlı bir ahenk
içinde birbirine bağlar... Evreni yaratan Allah'tır. İnsanı yaratan da
Allah'tır. Allah'ın iradesi ve hikmeti bu evrenin tabiatının bu insanın
varolmasına elverişli olmasını dilemiştir. İnsanın bu evrenin bazı temel
yasalarını öğrenmesi ve buradan hareketle onu kendi hizmetinde kullanması
için gereken yetenekleri de O'nun bünyesine yerleştiren de yine Allah'ın
iradesi ve hikmetidir... Değerlendirmede göz önünde bulundurulan bu uyum ve
ahenk, her şeyi en güzel biçimde yaratan ve yarattıklarını birbirlerine
düşman, aykırı ve çelişen varlıklar olarak yaratmayan Allah'ın sanatına
gerçekten lâyıktır"...
İslâmın bu düşüncesinin ışığı altında "insan"
sevecen ve dost bir evrende, her şeyi en güzel biçimde ve mahirane olarak
himaye eden bir kuvvetin altında yaşamını sürdürür. Kalbi huzur içinde,
vicdanı rahat olarak ve kendinden emin adımlarla ilerler. Yeryüzünde Allah
adına halifelik görevini yerine getirirken bu halifelik konusunda kendisine
Allah'ın yardım edeceğine güveni tamdır. Evrenle ilişkilerini düzenlerken,
onunla alışverişte bulunurken, sevgi ve dostluk ruhuyla meseleye yaklaşır.
Varlığın sırlarından herhangi birinin farkına vardıkça, halifelik görevini
yerine getirmede kendisine yardımcı olacak, ilerleme, refah ve mal yönünden
yeni bir güç ve kuvvet elde etmesine yarayacak yasalardan birini öğrendikçe
yüce Allah'a daha fazla şükreder.
İslâm düşüncesi, insanı varlığın sırlarını
araştırmadan, yasalarını keşfetmeden çalışmaktan alıkoymaz. Tam tersine ona
bu yolda özendirir. Kalbine güven ve huzur doldurur. Çünkü bu anlayışla
insan dost olan, sırlarını kendisinden cimriliği nedeniyle saklamayan,
desteğini ve yardımını kendisinden esirgemeyen bir evrenle karşı
karşıyadır... İnsan, bu anlayışa göre her an kendisini pusuda bekleyen,
yönelişlerinin hepsini etkisiz hale getirmeye çalışan, umutlarını ve
hülyalarını yok etmeye uğraşan düşman bir evrenle mücadele içinde değildir!
"Existansiyalizmin" (varoluşçuluğun) en büyük
çıkmazı bu uğursuz ve çirkin düşüncede yatmaktadır. Evrenin varlığını, hatta
insanlığın toplumsal varlığını, yapısı itibariyle, insanın bireysel
varlığına aykırı gören, ezici ağırlıklarıyla insanın varlığına gölge
düşürdüklerini ileri süren düşüncesinde! .. Bu gerçekten korkunç bir
düşüncedir. Sonuç olarak ya insanı toplum dışına, pısırıklığa ve yok oluşa
iter! Veya şımarıklığı, isyankârlığı ve bireyselliği doğurur. Her iki halde
de insanı bekleyen ancak hastalık haline gelen sarsıntılardır! Psikolojik ve
akli bunalımlardır! Çöllerde ürküp kaçmaktır! İsyankârlık çöllerinde, yokluk
çöllerinde şaşkın şaşkın dolaşmaktır! Temelde bu iki çöl şaşkınlığı arasında
fark yoktur...
Bu Avrupa düşünce ekolleri içinde yalnızca
"Existansiyalizm"in (varoluşçuluk) çıkmazı değildir. Bütün akımları ve
ekolleriyle Avrupa düşüncesi bu dramın etkisi altındadır ve onun kurbanı
olmuştur. Hatta bütün zamanlardaki ve toplumlardaki cahiliye düşüncelerinin
en büyük çıkmazı budur. Fakat islâm dini, geniş kapsamlı inanç sistemiyle bu
faciayı rahat bir şekilde önlemiştir. İslâmın öngördüğü inanç sistemi
insanın zihnine bu evrenin ve bu evrenin ötesindeki egemen gücün fonksiyonu
açısından sağlıklı bir düşünce yerleştirmiştir.
Bu anlayışa göre, "insan" bu yeryüzünün oğludur. Bu
kâinatın yavrusudur. Yüce Allah O'nu bu yeryüzünden yaratmıştır. Ve onu
buraya yerleştirmiştir. Yeryüzünde onun için gıda maddeleri ve geçim
vasıtaları hazırlamıştır. Yeryüzünün anahtarlarını kendisinin eline verecek
bilginin yollarını kolaylaştırmıştır. Evrenin yasalarını insanın varlığı
için elverişli ve uygun kılmıştır. Bilinçli bir şekilde bu yasaları
incelediğinde, insana destek olur ve hayatını daha da kolaylaştırırlar.
Ne var ki, insanlar çok az şükrederler. Çünkü onlar
cahilliklerin bilinçsizlikleri içinde yüzmektedirler. Hatta bilenler bile
Allah'ın kendilerine bağışladığı nimetlerin hakkını ödeyebilecek şekilde bir
şükretme imkânına sahip değillerdir. Yüce Allah güçlerinin yettiğini
yapmalarıyla yetinmeseydi, güçlerinden daha fazlasını isteseydi, onlar bunca
nimetin hakkını nasıl ödeyebileceklerdi? Dolayısıyla hem bilenler, hem de
cahiller için Allah'ın şu hükmü uygun düşmekte ve gerçeği ifade etmektedir:
"...Ne kadar az şükrediyorsunuz!"
İNSANLIĞIN DOĞUŞU
Daha sonra etkileyici olaylarıyla insanlığın
yaradılışı hikâyesi başlıyor. Hikâye insanın yücelikler aleminin kanatları
altında ve dehşet verici bir şenlik içinde insanın yaradılışını açıklamak
suretiyle başlıyor. Bu ilânı her şeyin sahibi, üstün kudret sahibi olan ulu
ve yüce Allah yapıyor. Bu da insanın ne kadar büyük ihsana ve hürmete mazhar
olduğunu ortaya koyuyor. O'nun için, meleklerden olmakla beraber, o
sıralarda onlarla birlikte olan İblis (Şeytan) da dahil olmak üzere bütün
melekler toplanıyor. Bu toplantıya gökler, yer ve Allah'ın yarattığı bütün
varlıklar şahit oluyor. Bu olay varlıklar alemi tarihinde gerçekten önemli
bir olaydır ve dehşet vericidir.
11- Sizi yarattık,
arkasından belirli bir biçime soktuk, sonra meleklere "Ademe secde edin,
dedik. İblis dışında hepsi secde etti. Sadece o secde edenlerden olmadı. "
12- "Allah İblis'e
"Secde etmeni emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan ne oldu? dedi. O da
"Ben ondan üstünüm, beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın " dedi.
13- "Allah ona "o
halde in oradan, orada büyüklük taslamak haddine düşmedi. Çık dışarı, sen
alçağın birisin, dedi. "
14- "İblis, "Bana
insanların tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver" dedi.
15- Allah "Sen
mühlet verilenlerden birisin" dedi.
16- "İblis dedi ki;
"Beni kışkırtıp sapıklığa düşürdüğün için, andolsun ki, doğru yolun üzerinde
pusu kurup insanların yolunu keseceğim. "
17- "Sonra
önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım da
çoğunluğunu şükreder bulamayacaksın. "
18- "Allah dedi ki;
"Çık oradan yerilmiş ve kovulmuş olarak! Andolsun ki, insanlardan kim sana
uyarsa, onları ve sizi birlikte cehenneme dolduracağım. "
İşte ilk sahne budur... Bu gerçekten etkileyici bir
sahnedir. Önemli bir sahnedir... Biz burada önce kıssanın sahnelerini
sunmayı, bunlar üzerinde yapılacak yorumu ve bu sahnelerin imajları üzerinde
yapılacak tesbitleri sonraya bırakmayı uygun görüyoruz.
"Sizi yarattık arkasından belirli bir biçime soktuk,
sonra meleklere, "Adem'e secde edin, dedik. İblis dışında hepsi secde etti.
Sadece o secde edenlerden olmadı."
Yaratma: Yapma, meydana getirme anlamına tasvirde,
biçim verme ve özelliklerle donatma anlamına gelebilir. Yaratma ve tasvir
meydana gelişte iki aşama değil, iki basamaktır. Çünkü buradaki "sonra"
kavramı, zaman sıralamasını değil de, manevi yükseliş sıralaması için
kullanılmış olabilir. Tasvir (Şekil ve özellik kazanmak) soyut anlamda
varolmaktan daha ileri bir basamaktır. Varolma hammadde için de geçerlidir.
İnsani bir şekil kazanma ve birtakım özelliklere sahip olma açısından
tasvir, varolmanın basamaklarından daha ilerde bir basamaktır. Sanki burada
şöyle denmek istenmiştir: Biz size sadece varolmayı bağışlamakla yetinmedik,
sizin varlığınızı üstün özelliklere sahip bir varlık kıldık... Nitekim başka
bir ayette: "Her şeye yaradılışını veren sonra da yol gösteren O'dur" (Taha
-50) deniyor.
Çünkü bütün varlıklara özellikler ve fonksiyonlar
verilmiş ve yaratılışı esnasında bu görevlerini yerine getirmesi için ona
yol gösterilmiştir. Yaratılış özellikleri ve fonksiyon verilişi ile bu
görevlerin yerine getirilmesi arasında bir zaman boşluğu yoktur. Eğer
buradaki yol gösterme, O'nun Rabbine yol bulması dahi olsa, yine anlam
değişmez. Çünkü her şey yaratıldığı andan itibaren Rabbine yol bulmuştur.
Aynı şekilde Adem'e de yaradılışı sırasında insanî özellikleri verilmiş ve
"Sonra" da ise manevi yönden yükselmeye yöneltilmişti. Yoksa arada zaman
aşımı yoktur. Biz bu görüşdeyiz.
Hangi açıdan bakarsak bakalım, Hz. Adem'in -selâm
üzerine olsun- yaradılışına, insanlığın meydana gelişine ilişkin Kur'an
ayetlerinin bütünü, bu varlığa insani özelliklerinin ve kendisine özgü
fonksiyonunu yaradılışı ile birlikte verildiği düşüncesi Kur'an'da ağırlık
kazanmaktadır. İnsanlık tarihinde görülen ilerlemenin, yükselişin bu
özelliklerin daha açık bir şekilde ortaya çıkmaları, gelişmeleri, terbiye
edilmeleri ve insanın bunlar sayesinde üstün bir deneyime sahip olmasında
görülen ilerleme olduğunu ortaya koymaktadır. Yoksa Darwinizm'in ileri
sürdüğü gibi, başka türlerin gelişerek sonuçta insan olduğu şeklinde insanın
"öz varlığında" herhangi bir başkalaşım olmadığını ortaya koymaktadır.
Arkeolojik kazılara dayanan yaradılış ve evrim
teorisine bağlı olarak zaman süreci içinde hayvanlarda değişik ilerleme
aşamalarının varlığını ve bunların birbirini izleyen gelişmeler olduğunu
ileri sürmek "sağlıklı" verilere dayanmayan bir teoriden ibarettir.
"Kesinlik" ifade etmez. Çünkü yerin katmanlarında bulunan kayaların
ömürlerini belirleme çalışmaların da kendileri bile tahminden öteye
geçemezler. Bu çalışmalar yıldızların ömürlerini radyasyon yoluyla kestirmek
gibidir. Bunları düzeltecek, hatta kökünden değiştirecek daha başka
tahminlerin ortaya çıkmasını engelleyebilecek hiçbir şey yoktur! Böyle bir
varsayım bu canlıların birbirlerinden daha gelişmiş olduğunu söylememiz için
yeterli değildir. .
Kayaların ömürlerine ilişkin bilgimizin kesin
olduğunu varsaysak bile, belirli çevre şartlarının etkisiyle ve bu şartlarla
uyum sağlayabildikleri oranda bazı canlı türleri varolmuş olabilir ve çevre
şartları değişip yaşamalarına elverişsiz hale geldiği için bu canlıların
soyu kurumuş olabilir. Bu varsayımı ileri sürmemiz için, engelleyici hiçbir
veri yoktur.
Darwin'in ve ondan sonrakilerin arkeolojik kazıları
bundan öte bir şeyi ispatlayamaz. Zaman süreci içinde herhangi bir hayvan
türünün kendisinden önceki bir hayvan türünden organik olarak
evrimleştiğini, o zaman süreci içindeki kayaların katmanlarının tanıklığına
bakarak kesin biçimde ispatlayamaz. Sadece şu kadarını ispatlayabilir: Zaman
süreci içinde birtakım hayvan türleri kendisinden önceki bir hayvan türünden
daha gelişmiştir... Böyle bir gelişmeyi bizim anladığımız biçimde yorumlamak
da mümkündür. Yani bu zaman diliminde yeryüzünde egemen olan şartlar bu
hayvan türünün varlığına müsaade ediyorlardı. Şartlar değişince, yeryüzü
başka bir hayvan türünün meydana gelmesine elverişli oluyordu. Bu hayvan
türü de meydana geliyordu. Değişen şartlar daha önceki şartlarda yaşayan
hayan türünün neslinin tükenmesine yolaçıyordu. Buna bağlı olarak bu hayvan
türleri de yok oluyorlardı:
Buna bağlı olarak insan türünün yaradılışı bağımsız
bir yaradılıştır. İnsan, yüce Allah'ın yeryüzündeki şartların insanın
hayatı, gelişmesi ve ilerlemesi için elverişli hale geldiğini bildiği bir
zaman süreci içinde yaratılmıştır. İnsanın yaradılışı konusunda Kur'an
ayetlerinin bir bütün olarak ortaya koyduğu yaklaşım budur.
"İnsan" hem biyolojik ve fizyolojik yönden hem de
aklî ve ruhî yönden diğer canlılardan apayrı bir özelliğe sahiptir. Bu öyle
apayrı bir özelliktir ki, içlerinden bazıları ateist olmalarına rağmen, yeni
Darwinist'ler insanın bu özelliğini kabul etmek zorunda kalmışlardır.
İnsanın bu özelliği de, insanın yaradılışının başlı başına bir yaradılış
olduğunu ve başka hayvan türleriyle hiçbir organik bağı bulunmadığını
belgeleyen önemli bir delildir!
Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, değişmesi mümkün
olmayan bir gerçektir ki, ulu ve yüce Allah'ın kendisi bizzat ruhani
varlıklar olan meleklerin hazır bulunduğu bir topluluğun huzurunda bu insan
denen varlığın doğuşunu açıklıyor:
"Sonra meleklere: "Adem"e secde edin dedik. İblis
dışında hepsi secde etti. Sadece o secde edenlerden olmadı."
Melekler de Allah'ın bir başka yaratık kesimidirler.
Kendilerine mahsus özellikleri ve fonksiyonları vardır. Allah'ın onlar
hakkında bize verdiği bilgilerden başka bir şey bilmiyoruz. Daha önce Fî
Zılâl-il'in başka bir yerinde Allah'ın bu konuda bize bildirdiklerini
özetlemiştik. (Kehf-50) Aynı şekilde iblis de meleklerden ayrı olarak
Allah'ın bir yaratığıdır. Nitekim Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Gerçekten iblis
cinlerdendi. Fakat Rabbinin emri dışına çıktı." Cinler de meleklerden ayrı
bir varlıktır. Onlar hakkında da Allah'ın bize bildirdikleri dışında başka
bir şey bilmiyoruz. Daha önce bu cüzde yüce Allah'ın cinlere ilişkin bize
bildirdiklerini de özetlemiştik. (En'am 100,128,130. ayetlerinin tefsirine
bakınız.) Bu surede ilerde geleceği gibi iblis ateşten yaratılmıştır ve
kesinlikle meleklerden ayrı bir varlıktır. Fakat buna rağmen meleklerle
birlikte Adem'e secde etmekle emredilmiştir. Kendine özgü yaratığın
doğuşunda her şeyin sahibi olan yüce Allah büyük toplantıda herkesin Adem'e
secde etmesini istemiştir. Bu isteğini açıkça ilân etmiştir.
Allah'a karşı gelmeyen ve aldıkları emri yapan
melekler, Allah'ın emrini yerine getirmek üzere itaatkâr bir şekilde secdeye
kapandılar. Hiçbir tereddüt göstermediler. Büyüklük taslamadılar. Herhangi
bir sebepten, herhangi bir şekilde ve herhangi bir düşünceyle günah işlemeyi
düşünmediler. Bu onların karakteridir. Ve bu onların özellikleridir. Aynı
zamanda fonksiyonları da budur. Böylece bu insan denen varlığın Allah
katında ne kadar değerli olduğu gözler önüne serildiği gibi, melekler diye
bilinen Allah'ın kullarında kesin itaat da somut bir biçimde
canlandırılmaktadır.
İblis'e gelince, o, yüce Allah'ın emrini uygulamaya
yanaşmadı ve O'na karşı geldi. İlerde iblisin gönlünden nelerin geçtiği,
yüce Allah'ın kendisinin Rabbi yaratıcısı, kendi işlerinin ve evrendeki
bütün işlerin tümünün kendisinin elinde olduğunu bile bile, bunların
hiçbirinde asla tereddüt etmediği halde yüce Rabbine itaat etmesine engel
olan düşüncenin ne olduğu ifade edilecektir!
Aynı şekilde biz burada yüce Allah'ın
yarattıklarının üç tane prototipini görüyoruz. 1. Kesin itaat ve bütün bir
teslimiyet örneği. 2- Kesin isyan ve başkaldırma örneği. 3- Üçüncü örnek,
insanın karakteri örneğidir. İlerde insanı ve çift yönlü sıfatlarını
öğreneceğiz. Birinci karakter Allah'a karşı tam bir teslimiyet ve samimiyet
örneğini sergilemiştir. Bu kesin teslimiyeti ile, O, bu sahnede görevini
tamamlamıştır. Diğer iki karakterin nasıl şekillendiklerini, hangi tarafa
yöneldiklerini ilerde öğrenmeye çalışacağız.
"Allah iblis"e "Secde etmeni emrettiğimde seni secde
etmekten alıkoyan ne oldu?" dedi. O da "Ben ondan üstünüm, beni ateşten onu
ise çamurdan yarattın" dedi.
İblis, Allah'ın kesin hükmüne rağmen, kendisinin de
bir görüşü olabileceğini ileri sürdü. Allah'ın kesin emri ortada olduğu
halde, şeytan kendisinin gördüğü sebeplere ve illetlere dayanarak kendisi
hakkında hüküm verme yetkisini kendisinde gördü. Halbuki kesin ilâhi hüküm
ve apaçık emir ortadayken tartışma olamaz. Düşünmek boşunadır. Kesin itaat
gerekir. Uygulama zorunluluğu doğar. Lanet olası iblis de yüce Allah'ın
yaratıcı, mülkün sahibi, rızık verici ve her şeyi düzene koyan, her şeyin
ancak O'nun izni ve belirlemesiyle meydana geldiğini hiç de bilmiyor
değildi. Fakat buna rağmen kendisine ulaştığı biçimde emre itaat etmedi ve
bu emri kendi mantığına dayanarak başka yollara girdi:
"O da "Ben ondan üstünüm; beni ateşten, onu ise
çamurdan yarattın" dedi.
Bu isyanın büyüklüğünü ortaya koymak amacıyla vakit
geçirilmeden derhal cezalandırıldı:
"Allah O'na: "O halde in oradan, orada büyüklük
taslamak haddine düşmedi. Çık dışarı, sen alçağın birisin" dedi.
İblisin Allah'ı tanıması, O'na fayda vermedi.
Allah'ın varlığına ve sıfatlarına inanması da O'na bir yarar sağlamadı...
Allah'ın emirlerini öğrendiği halde bu emri kabul ve reddetme yetkisini
kendisinde gören, yüce Allah'ın daha önceden kendisi hakkında hüküm verdiği
bir meselede hakimiyet yetkisini kendisinde gören, bu hakimiyet yetkisiyle
Allah'ın sözkonusu meseleye ilişkin hükmünü reddedebileceğini söyleyen her
insan da iblisin konumundadır. Demek ki, bu bilgiye ve itikada (inanç
sistemine) rağmen meydana gelen bir küfürdür. Çünkü iblisin ne bilgisi
eksikti, ne de itikadı!..
İblis bu tutumuna karşılık olarak cennetten
kovulmuştur. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmıştır. Allah'ın lanetine
müstehak olmuştur. Alçaklık damgası yemiştir.
Ne var ki, bu çirkin ve inatçı yaratık Hz. Adem'in
kendisinin kovulmasına ve gazaba uğramasına neden olduğunu unutmuyor.
İntikam almadan bu kötü sonuna (akıbetine) teslim olmuyor. İçinde yoğrulduğu
çirkin karakterine uygun biçimde fonksiyonunu yapmadan cezaya razı olmuyor:
"İblis: "Bana insanların tekrar dirilecekleri güne
kadar mühlet ver" dedi.
"Allah "Sen mühlet verilenlerden birisin" dedi.
İblis dedi ki; "Beni kışkırtıp sapıklığa düşürdüğün
için, andolsun ki, doğru yolun üzerinde pusu kurup insanların yolunu
keseceğim."
Sonra önlerinden, arkalarından sağlarından,
sollarından onlara sokulacağım da çoğunluğunu şükreder bulamayacaksın."
Bu, kötülük üzerinde kesin ısrar etmektir. Sapıklık,
azgınlık üzerinde kesin biçimde diretmektir. Böylece iblisin bu karakterinin
O'nun başlıca özelliklerinden biri olduğu ortaya çıkıyor... O'nun
karakterindeki bu kötülük yüzeysel ve geçici bir kötülük değildir. Köklü,
bilinçli, sistemli ve sürekli bir kötülüktür.
Ayrıca bu tasvirde iblisin aklî normları ve
psikolojik hareketleri de canlı ve somut sahnelerle ortaya koymuştur.
iblis, Rabbinden kıyamet gününe kadar kendisine
mühlet vermesini dilerken, bu isteğini ancak Allah'ın iradesi ve
belirlemesiyle olabileceğini çok iyi biliyordu. Yüce Allah O'nun bu isteğini
kabul de etmiş ona zaman tanımıştır. O'na tanınan bu süre, başka bir surede
açıklığa kavuşturulduğu gibi, "Belirlenen güne." (Hicr 38, Sâd-81) kadardır.
Rivayetlerde belirtildiğine göre, bugün yeniden diriliş günü değil, Allah'ın
hayatta kalmasını dilediği kimselerin dışında yerde ve göklerdeki herkesin
öldüğü Sur'a ilk üfürüldüğü gündür.
İblis uzun yaşama hükmünü elde ettikten sonra yüce
Allah'a karşı isyankârlığı ve gururu nedeniyle kendisine takdir ettiği
sapıklığın ve bu sapıklık belasını kendisine göndermesinin intikamını
alacağını iğrenç bir küstahlıkla ilân ediyor. Kendisinin dramatik akıbeti
sebebiyle Allah'ın lanetine uğramasına ve cennetten kovulmasına neden olan,
Allah'ın kendisini onurlandırdığı bu insanı saptıracağını söylüyor! Onun bu
saptırma çabasını Kur'an-ı Kerim'in O'ndan aktardığı şu sözde somut olarak
görebiliyoruz.
"Andolsun ki, doğru yolun üzerinde pusu kurup
insanların yolunu keseceğim. Sonra önlerinden, arkalarından, sağlarından,
sollarından onlara sokulacağım."
Demek ki, iblis Adem ve neslini saptırmak için
Allah'ın dosdoğru yolu üzerinde oturacak. Oradan geçmek isteyen herkesi
engellemeye çalışacaktır Allah'a giden yolun somut olması mümkün değildir.
Çünkü yüce Allah, bir yere çakılıp kalmaktan münezzehtir. Böylece
anlaşılıyor ki, bu yol Allah'ın rızasını elde etmeye vasıta olan iman ve
itaat yoludur... İblis bu amacını gerçekleştirmek için her taraftan insana
sokulacaktır: "Önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından..."
Onlarla iman ve itaatin arasına girmek için... Bu iblisin, insanı saptırmak
için sürekli çabasını ve tükenmez gayretini ortaya koyan canlı, hareketli ve
somut bir tablodur. İblisin amacı insanların Allah'ı tanımamaları ve O'na
şükretmemeleridir. O'nun tuzaklarından kurtulup Allah'ın çağrısına kulak
veren az bir grup müstesna:
"Çoğunluğu şükreder bulamayacaksın."
Burada şükretmenin tekrar edilmesi surenin baş
tarafında ifadesini bulan "Ne de az şükrediyorsunuz" cümlesiyle tam bir
ahenk sağlamaktadır. Böylece az şükredilmesinin nedeni açıklanmış, gizli
olan gerçek etken ortaya çıkarılmıştır. Bu temel etken iblisin O'na karşı
çalışması ve Allah'a giden yolda oturmasıdır! İnsanın, kendisini doğru
yoldan alıkoyan gizli düşmanına karşı uyanık hareket etmesi istenmiştir.
İnsanların çoğunun şükretmesine engel olan bu musibetin nereden
kaynaklandığını öğrendikten sonra ona karşı önlem almaları gerektiğini
hatırlatmıştır.
Şeytanın arzu ettiği kendisine verilmiştir. Çünkü
yüce Allah'ın iradesi bu insan denen varlığın kendi yolunu kendisinin
seçmesini istemiştir. Zira insanın yaradılıştan gelen birtakım yetenekleri
vardır ki, insan onlarla iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırabilir. Serbest
olarak tercihini yapması için ona akıl da verilmiştir. Peygamberler
aracılığıyla sürekli biçimde ona hatırlatmada bulunulmuş ve onu doğru yoldan
ayrılmaktan sakındırmış, islâm dinine bağlanıp onunla kendisini düzeltmesini
istemiştir. Yüce Allah'ın iradesine bağlı olarak, insan ya doğru yolu veya
şeytanın yolunu algılayabilme, kendi bünyesine ya iyiliği veya kötülüğü
yerleştirebilme ve iki sonuçtan birine doğru yol alma imkânına sahip
kılınmıştır. Doğru yola girse de sapıklık yolunu seçse de neticede Allah'ın
sınava ilişkin yasası gerçekleşir, Allah'ın dediği olur. Hidayet de sapıklık
da Allah'ın yürürlükteki yasasına ve özgür iradesine bağlı olarak
gerçekleşir.
Fakat ayetlerin devamında yüce Allah'ın, lanet olası
iblisin kendisine süre tanınmasına ilişkin isteğinin kabul edildiğinin
açıkça belirtilmesine rağmen, bu son isteğinin verildiğine dair bir açıklama
yapmadıklarını görüyoruz. Yüce Allah bu konuda bir açıklama yapmamıştır.
Yalnız iblisin oradan kovulduğunu açıklamıştır. Bu öyle bir kovuluştur ki,
kimse ona engel olamaz. Onu yerilmiş ve gazaba uğramış bir biçimde
kovmuştur. Şeytan ve kendisine uyan ve onunla beraber sapıklığa düşen
insanlardan cehennemi doldurmak üzere huzurundan uzaklaştırmıştır.
"Allah dedi ki; `Çok oradan yerilmiş ve kovulmuş
olarak! Andolsun ki, insanlardan kim sana uyarsa, onu ve sizi birlikte
cehenneme dolduracağım."
İblise uyan insanlar ya Allah'ı tanımada, ilahlığına
kesin inanmada, O'na uyarlar veya aynen onun gibi Allah'ın hakimiyetini ve
hükmünü kabul etmezler, Allah'ın emirlerine rağmen meseleleri gözden geçirme
hakkına sahip olduklarını, Allah'ın emirlerini uygulayıp uygulamamakta kendi
mantıklarını kriter olarak kabul ettiklerini iddia ederler. Ya da
kendilerini Allah'ın yolundan tamamen saptırması için iblise uyarlar...
Fakat bu iki sapıklık da temelde aynıdır ve şeytana uymaktır. Cezası da
şeytan ile birlikte cehennemi boylamaktır!
Yüce Allah, şeytan ve soydaşlarına doğru yoldan
saptırma olanağı vermiştir. Hz. Adem'e ve O'nun nesline de sınama gereği
olarak tercih imkânı vermiştir. Yüce Allah insana bu tercih imkânı vermekle
hem ceza hem mükâfatın ona uygun düşmesini dilemiştir. Onu bu nitelikle
diğer yaratıkları arasında kendisine has özelliklere sahip kılmak
istemiştir. O ne melektir ne de şeytan. Onun bu evrendeki fonksiyonu ne
meleğin fonksiyonu ne de şeytanın fonksiyonudur.
YASAK AĞAÇ
Olayın akışı içinde çizilen tablo burada bitiyor.
Hemen arkasından başka bir sahne başlıyor:
Yüce Allah, iblisi bu şekilde cennetten
uzaklaştırdıktan sonra hitabı Adem'e ve eşine yöneltiyor. Biz burada yalnız
Hz. Adem'in kendi cinsinden bir eşi olduğunu biliyoruz. Bu eşinin nereden
geldiğini bilmiyoruz. Şu anda sözkonusu edeceğimiz ayet ile Kur'an-ı
Kerim'in diğer ayetleri bu gayb konusundan haber vermemektedirler. Hz.
Havva'nın Hz. Adem'in kaburga kemiğinden yaratıldığından söz eden
rivayetlerin hepsi yahudi uydurmasından kaynaklanır. Bu nedenle bu konuda
onlara dayanamayız. Bu konuda kesin olarak söylenebilecek tek şey yüce
Allah'ın Hz. Adem'e kendi cinsinden bir eş yarattığı ve böylece onların iki
eş olduklarıdır. Zaten yüce Allah'ın yarattığı tüm yaratıkların çift olarak
yaratıldıkları değişmez bir yasadır. "Biz belki ibret alırsınız diye, her
şeyden bir çift yarattık." (Zâriyat-49) Bu sürekli geçerli olan değişmez bir
yasadır. Allah'ın tüm yarattıkları için geçerli olan köklü bir kuraldır. Bu
değişmez yasayı baz alarak meseleye baktığımızda Hz. Havva'nın yaradılışının
Hz. Adem'in yaradılışından uzun bir süre sonra gerçekleşmediğini ve O'nun
yaradılışının da Hz. Adem'in yaradılışında izlenen yolun aynısıyla
gerçekleştiğini söyleyebiliriz.
Durum ne olursa olsun, burada hitab Hz. Adem'e ve
eşine yöneltilmektedir. Cenabı Allah hayatlarındaki sorumluluklarını
bildiren emirlerini kendilerine iletirken, her ikisine de hitap ediyor.
Böylece her ikisini de beraber eğitmeye ve onları asıl görevlerine
hazırlamaya başlıyor. Zaten yüce Allah insanı sırf bu fonksiyonu için
yaratmıştır. İnsanın bu temel görevi yeryüzünde halifelik görevidir. Nitekim
Bakara suresinin (30.) ayetlerinde yüce Allah buyuruyor ki: "Hani Rabbin
meleklere, `Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti."
19- "Ey Adem, .sen
ve eşin cennette oturunuz, istediğinizi nerede bulursanız yiyiniz. Yalnız şu
ağaca yaklaşmayın. yoksa zalimlerden olursunuz. "
Kur'an "Bu ağacın" hangi ağaç olduğunu belirtmez.
Zira bu ağacın hangi ağaç olduğunu belirtmek, ondan sakınma hikmetine
katkıda bulunmaz. Öyle anlaşılıyor ki, burada önemli olan yasağın
çiğnenmesiydi. Çünkü yüce Allah orada her ikisinin de helal şeyleri
kullanmasına izïn vermişti. Yasaktan da kaçınmalarını öğütlemişti. Bu insan
cinsinin iradesini geliştirecek, kendisi için belirlenen sınırda durmasını
sağlayacak, bünyesine yerleştirilen arzularına ve ihtiraslarına karşı
direnmesini öğretecek, arzularına ve ihtiraslarına karşı galip gelmesini
temin edecek, onu hayvanlar gibi bu arzuların ve ihtirasların mahkûmu
olmaktan kurtaracak ve insanı onlara hakim konuma getirecek bir yasağın
olması zaten gerekiyordu... İşte insanı hayvanlardan ayıran "İnsanın temel
özelliği" de budur. Ancak bu özelliğin imanda gerçekleşmesiyle "insan
olmanın içeriği" kavranabilir.
İşte tam bu esnada iblis, sırf onun için fonksiyonun
gereğini yerine getiriyor.
Yüce Allah'ın kendisini bu derece onurlandırdığı, bu
mahşeri kalabalık huzurunda, meleklerin huzurunda doğuşunu ilân ettiği,
meleklerin kendisine secde etmelerini istediği, meleklerin de kendisine
secde ettiği, iblisin kendi yüzünden cennetten çıkarıldığı ve meleklerin
arasından kovulduğu bu eşi ve benzeri olmayan yaratık... Evet işte böyle bir
yaratık olan insan, çift yönlü bir karaktere sahiptir. İki tarafa da
yönelebilecek bir yeteneğe sahip olarak yaratılmıştır. Onun birtakım zaaf
tarafları vardır. Bu konularda Allah'ın emirlerine bağlı kalmadığı takdirde
bu açık noktalardan onu yakalamak ve ona bu açıdan sokulmak mümkündür...
İnsanın bilinen birtakım ihtirasları vardır. Bu ihtiraslarından sokularak
onu peşinde sürüklemek o kadar zor değildir!
İBLİS HZ. ADEM'İ
KANDIRIYOR
İşte şimdi iblis Hz. Adem'in bu ihtirasları ile
oynamaya başlıyor.
20- "Fakat şeytan,
gözlerinden saklı tutulan ayıp yerlerini meydana çıkarmak amacı ile onlara
şu sözleri fısıldadı. Rabbiniz, ya melek olmayasınız ya da burada sürekli
kalacakların arasına katılmayasınız diye size bu ağacı yasakladı. "
21- "Onlara "Ben
gerçekten sizin iyiliğinizi istiyorum " diye yemin etti. "
Şeytanın insanlara nasıl fısıldadığını bilmiyoruz.
Aslında biz şeytanın ne olduğunu bilmiyoruz ki, onun insanlara nasıl
fısıldadığını bilebilelim. Aynı şekilde şeytanın insanla nasıl temasa
geçtiğini ve onu nasıl saptırdığını da bilmiyoruz. Şu kadar var ki, biz
şeytanın insanı herhangi bir yöntemle ona birtakım şeyler aşıladığını, bu
aşılamanın ve bu saptırmanın temelde insanın yaradılışında varolan zaaf
noktalarına dayandığını, iman ve zikirle bu zaaf noktalarını takviye etmenin
mümkün olduğunu, Allah'a iman eden ve O'nu sürekli zikredenlerin şeytanın
etkisinden tamamen kurtulabileceklerini ve bu durumda şeytanın zaten zayıf
olan tuzaklarının etkisinden kurtulabileceklerini kesin haberden
öğreniyoruz. Bize göre bu tür gayb konularında sağlıklı kabul edilebilecek
tek kaynak da Haber'i sadıktır.
İşte bu şekilde şeytan Hz. Adem ve Hz. Havva'ya
gözlerinden saklı tutulan ayıp yerlerini meydana çıkarmak için fısıldadı...
Onun hedefi buydu... Adem ile Havva'nın ayıp yerleri vardı. Fakat bu
ayıpları gözlerinden saklı tutulduğu için onları görmüyorlardı. İlerde
ayetlerin devamından anlaşılacağı gibi, onların bu ayıpları algılanabilen
somut ayıplardı ve somut bir şeyle örtülmeleri gerekiyordu. Sanki bu
ayıpları, avret yerleriymiş gibi geliyor bana. Fakat tabii ki şeytan onlara
asıl amacını açıklamamıştı. Böylece anlaşılıyor ki, şeytan onlara ancak
onların köklü arzuları açısından yaklaşmış olmaktadır.
"Rabbiniz ya melek olmayasınız ya da burada sürekli
kalacakların arasına katılmayasınız diye size bu ağacı yasakladı."
İşte bu şekilde "insanın" potansiyel içgüdüleriyle
oynadı. İnsan, fıtratı gereği olarak ölmemek, ebedi olarak yaşamak veya
sonsuza dek yaşamayı andıracak kadar uzun bir süre yaşamak ister! Sınırlı,
kısa bir ömürle, sınırlı olmayan bir mülke sahip olmak ister.
Burada "melek" şeklinde okunan kelime bir kıraate
göre "Melik" şeklinde okunmuştur. Taha suresinin (120). ayetin metni bu
kıraatı desteklemektedir: "Size sonsuzluk ağacını ve yıkılmayacak bir
hükümranlığı göstereyim mi?" Buna göre şeytan onları yıkılmayacak
hükümranlık ve sonsuz ömür va'detmekle aldatmış olur. Gerçekten de bunlar
insanın en güçlü ihtiraslarıdır. Hatta denebilir ki, cinsel arzular bile
insanın kuşaktan kuşağa neslini sürekli olarak sürdürme ihtirasını
gerçekleştirme vasıtalarından biri olmaktan öte bir anlam ifade etmezler.
"Melek" şeklindeki kıraate göre ayetin anlamı ise şöyle olur. "Şeytan
melekler gibi, bedenin somut bağlarından kurtarma ve orada sonsuza dek kalma
va'diyle onları aldatmaya çalışmıştır... Şu kadar var ki, birinci kıraat en
meşhur kıraat olmasa da diğer Kur'an ayetlerinin metinleriyle ve şeytanın
insanın köklü ihtiraslarına uygun düşen tuzaklarıyla daha güzel
bütünleşmektedir.
Lanet olası şeytan, Allah'ın onlara bu ağacı
yasakladığını Allah'ın bu yasağının onların gönlünde gerçek bir ağırlığı ve
kuvveti olduğunu bildiğinden bir taraftan onların ihtiraslarını harekete
geçirirken, diğer taraftan bu tezgahını onlara verdiği teminatla takviye
etmeye çalışmış, Allah'a yemin ederek kendilerine öğüt verdiğini ve bu
öğüdünde samimi olduğunu söylemiştir:
"Onlara "Ben gerçekten sizin iyiliğinizi istiyorum"
diye yemin etti."
Hz. Adem ve Hz. Havva itici arzuların ve büyüleyici
yeminin etkisiyle şeytanın kendilerine düşman olduğunu ve iyiliklerini
düşünmesinin mümkün olamayacağını unuttular. Allah'ın kendilerine bir yasak
koyduğunu, hikmetini anlasalar da anlamasalar da O'na itaat etmeleri
gerektiğini hesaplayamadılar! Allah'ın takdiri olmadan hiçbir şeyin
olamayacağını, eğer o, kendilerine sonsuzluk ve yıkılmayan hükümranlık
takdir etmişse, bunu elde etmelerinin imkânsız olduğunu düşünememişlerdi!
Onlar bunların hepsini unutmuşlardı. Ve şeytanın
tahriklerine kapılmışlardı!
22- "Böylece onları
aldatarak alta düşürdü. Ağacın meyvesinden tadar tadmaz, ayıp yerleri
meydana çıktı. Bunun üzerine cennet yaprakları ile örtünmeye koyuldular.
Rabbleri onlara şöyle seslendi: "Ben size o ağacı yasaklamamışmıydım,
şeytanın açık düşmanınız olduğunu size söylememiş miydim?
Böylece tuzak gerçekleşmiş ve acı meyvesini
vermişti. Şeytan bu oyun ile onları Allah'a itaat derecesinden ona karşı
gelme düzeyine indirmişti. Ve onları bundan da daha aşağı bir seviyeye
düşürmüştü:
"Böylece onları aldatarak alta düşürdü!"
Şimdi onların ikisi de ayıpları olduğunu anladılar.
Daha önce kendilerinden gizli olan bu ayıpları şimdi görünmeye başlandı.
Cennet yapraklarını toplamaya, onları birbirine geçirmeye ve bu birbirine
geçirilmiş olan cennet yapraklarını ayıp yerlerinin üstüne koymaya
"örtünmeye" çalıştılar. Buradan da anlaşılıyor ki, bu ayıpları insanın
yaradılışı gereği açmaktan haya ettiği bedensel avret yerleriydi. Bu avret
yerlerini ancak cahiliyenin etkisiyle fıtratı bozulan kimseler açabilir ve
soyunabilirler!
"Rabbleri onlara şöyle seslendi: "Ben size o ağacı
yasaklamamış mıydım? Şeytanın açık düşmanınız olduğunu size söylememiş
miydim?"
Günahları ve nasihatı bir an için kulak ardı
etmeleri yüzünden Rabblerinden bu sitem ve azarı işittiler... Allah onlara
nasıl hitap edildi ve onlar nasıl bu sözleri işittiler meselesine gelince,
burada daha önce onlara nasıl hitap ettiyse, meleklere nasıl seslendiyse, bu
da öylece gerçekleşti diyebiliriz. Bunların hepsi gaybtır. Onların nasıl
gerçekleştiğini bilemeyiz. Ancak bunlar meydana gelen gerçek olaylardır. Ve
Allah dilediğini yapar.
Bu yüce sesleniş ise bu eşsiz yaratığın karakterinin
bir başka yönünü ortaya koymaktadır. Evet bu yaratık unutabilir ve yanlış
yapabilir. Onun bir zaaf tarafı vardır. Şeytan oradan kendisine sokulabilir.
O sürekli bağlılık göstermeyebilir ve sürekli doğru yolda yürümeyebilir.
Fakat o, hatasını anlayabilir, ayağının kaydığını farkedebilir, pişman olur.
Rabbinden yardım ve bağışlanma diler. Şeytan gibi günah üzerinde ısrar
etmez. Rabbinden dileği, günah işlemesi için ona yardım etmesi değildir!
23- "Adem ile eşi
dedi ki; "Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz, bize
acımazsan kesinlikle hüsrana uğrayanlardan oluruz. "
Bu "insanı Rabbine bağlayan ve ona Rabbine giden
kapıları açan temel özelliğidir... Günahını kabul etme... Pişmanlık duyma...
Günahının bağışlanmasını dileme, zayıf olduğunun bilincine varma, ondan
yardım dileme, onun rahmetini taleb etme... Bunlarla beraber güç ve kuvvetin
ancak Allah'ın yardımı ve rahmeti ile gerçekleşebileceğine, yoksa hüsrana
uğrayanlardan olacağına kesin biçimde inanma...
HZ. ADEM VE
HAVVA'NIN DÜNYAYA İNİŞİ
Burada birinci deneyim sona ermiş olmaktadır.
İnsanın belli başlı özellikleri böylece ortaya çıkmış bulunmakta, insan bu
özellikleri tanımış ve bizzat tadına da bakmış hale gelmiştir. Gizli
özelliklerine ilişkin bu uyarı ile halifelikle ilgili özelliğini takınmasına
ve ona hazırlık yapmasına, düşmanı ile bundan böyle asla durmayacak olan
savaşa girmesine zemin hazırlanmış olmaktadır.
24- "Allah dedi ki,
"Oradan aşağıya ininiz, şeytan ile siz birbirinizin düşmanısınız, sizler
belirli bir süre yeryüzünde barınacak geçineceksiniz. "
25- "Orada
yaşayacak, orada ölecek ve tekrar diriltilerek oradan çıkarılacaksınız. "
Hepsi birlikte indiler... Bu yeryüzüne indiler...
Fakat onlar nerede idiler? O cennet nerede idi? Bu konular bizde kendisine
ilişkin hïçbir haber bulunmayan gayb meseleleridir. Tek başına gayb
anahtarını katında bulunduran Allah'ın bize bildirdiğinden verdiklerinin
dışında bu konularda bir şey diyemeyiz. Valıyin kesilişinden sonra bu gaybı
öğrenmeye ilişkin çabaların tamamı boşa kürek sallamaktan başka bir anlam
ifade edemez. Bu konulardaki bütün yalanlamalar da aynı şekilde insanların
bugünkü alışkanlıklarına dayanmaktadır. İnsanların zannı
"bilgileri/bilimleri" ise, şımarıklıktan başka bir şey değildir. Çünkü bu
"bilim" elinde hiçbir vasıta ve araç yok iken bu gayb konularına girmeye
çalışırken haddini ve sahasını aşmış olur. Gaybın tamamını inkâr ederken
tamamen şımarmış olur. Çünkü gayb, bu bilimi her yönden kuşatmış
bulunmaktadır. Bilimin alanına giren "madde"nin dahi bugün bilinmeyen kısmı,
bilinen kısmından çok daha fazladır. (Daha geniş bilgi için 7. cüzünde
En'am-59 ayetinin tefsirine bakınız.)
Hepsi birden yeryüzüne indiler. Adem ile eşi ve
iblis ile soydaşları. Birbirleriyle mücadele etsinler, biri diğerine
düşmanlık etsin diye indiler. İki yaratık ve iki karakter arasında savaş
sürüp gitsin diye... Bu iki yaratıktan biri sırf kötülük için yaratılmış,
diğeri hem iyiliğe hem de kötülüğe yönelebilecek çifte yetenekli
kılınmıştır. Böylece sınav gerçekleşmiş ve Allah'ın takdiri yerini
bulmuştur.
Hz. Adem'e ve nesline yeryüzünde yerleşmeleri orada
barınmaları ve bu süreye kadar oradaki nimetlerden yararlanmaları takdir
edilmişti. Orada yaşamaları, orada ölmeleri, sonra oradan çıkarılıp tekrar
diriltilmeleri belirlenmişti... Bu süreçten sonra insanlar Rabblerine
dönecekler, bu uzun yolculuklarının sonunda ya onun cennetine veya
cehennemine varacaklardı.
Birinci yolculuk burada sona eriyor. Onu kimbilir
kaç yolculuk izleyecek. İnsan bu yolculuk boyunca Rabbine sığındığı müddetçe
galip gelecek, düşmanı ile dost olduğu sürece de sürekli mağlûb olacaktır.
İNSANIN YAPISI
Biz burada verilenleri birer hikâye olarak
algılamamalıyız! Çünkü bunlar insanın gerçek özelliklerini ortaya koyan
açıklamalardır. Bunlar insanın gerçek niteliğini, karakterini, yaradılışını,
kendisini kuşatan dünyaları, hayatına hükmeden kaderi, yüce Allah'ın insan
için razı olduğu yolu, kendisiyle karşılaşacağı sınavı ve kendisini bekleyen
sonu ortaya koymaktadır. Bunların hepsi de "İslâm Düşüncesinin İlkelerini"
belirlemede göz önünde bulundurulması gereken gerçeklerdir.
Biz burada bu gerçekleri Fî Zılâl'de izlediğimiz
metodun elverdiği ölçüde öz olarak belirtmeye çalışacağız. Bu konuların
geniş açıklamalarını ise bu konuya ilişkin özel araştırmamıza havale
edeceğiz. "İslâm Düşüncesinin Özellikleri ve İlkeleri" kitabına...
1- İnsanlığın doğuşu kıssasından anladığımız birinci
gerçek daha önce belirttiğimiz gibi, evrenin yapısı ile insan denen varlığın
yaradılışı arasında bir uyumun bulunduğu gerçeğidir. İnsanı ve evreni
kuşatan ilâhi takdir, insanın bu yaradılışını tesadüfe bırakmamış, onu
belirlenmiş bir takdir ile gerçekleştirmiştir. Ayrıca insan ile evren
arasındaki uyumu değişmez bir ilke olarak koymuştur.
Allah'ı gerçek anlamda tanımayanlar, O'nu gereği
gibi takdir edemeyenler, Allah'ın kaderlerini ve işlerini kendi küçücük
beşeri ölçüleriyle değerlendirmeye çalışırlar. Bunlar baktıklarında
görüyorlar ki, insan denen bu varlık, bu yeryüzünde koca evren içinde havaya
savrulan bir zerreden farksız olduğunu görüyorlar. O zaman da diyorlar ki,
bu insanın varoluşunun arkasında bir amacın bulunması "akla yatkın"
değildir. Bu insanın evrenin nizamı içinde bir fonksiyonu olduğunu söylemek
ise daha mantıksız bir şeydir! Onlardan bazıları ise, insanın bir tesadüf
eseri meydana geldiğini, etrafını kuşatan evrenin onun varoluşuna ve
hayatının tümünün varoluşuna karşı olduğunu sanmaktadırlar! .. Aslında
bunların hepsi, kaynak yönünden Allah'ın kaderlerinin ve işlerinin insanın
küçücük ölçüleriyle değerlendirilmesinden ortaya çıkan saçmalıklardan öteye
geçmez!
Gerçekten bu baş döndürücü mülkün asıl sahibi
insanın kendisi olsaydı bu yeryüzünü gereği gibi idare etmezlerdi. Zaten
yeryüzünün üzerinde gezen birinin onun sahibi olması da düşünülemez! Çünkü
insanın kapasitesi bu başdöndürücü mülk gibi bir varlığı idare etmeye ve
oradaki her şeyi gereken önemi vermeye yetmez. Oradaki her şeyi
değerlendirmeye ve idare etmeye elverişli değildir. Burada yer alan
varlıkların tümü arasında sağlıklı bir ahenk kuramaz. Ancak yüce Allah insan
gibi değildir. O gerçekten Allah'tır. Göklerde ve yerde hiçbir şey O'nun
kontrolü dışına çıkamaz. O bu koca mülkün sahibidir. Burada O'nun koruması
olmadan taş taş üstünde kalmaz. O'nun iradesi olmadan hiçbir şey varolamaz.
Allah'ın yolundan saptıktan ve arzularıyla başbaşa kaldıktan sonra insanın
yakasına yapışan en büyük musibet, bunu ilim/bilim! diye takdim etse de,
O'nun Allah'ın, Allah olduğunu unutmasıdır. Yüce Allah'ı kendi arzusuna göre
düşünmesidir! Allah'ın kaderlerini ve işlerini insanın küçük kriterleriyle
değerlendirmeye çalışmasıdır! Sonra da gurura kapılıp bu arzuların
direktifleri ile gerçeğin üzerine örtmesidir!
İnsanlığın içine düştüğü pek çok sapık düşüncelerin
tipik bir örneği olarak Sir James Jeans, "Gizemli Evren" kitabında diyor ki:
"Son derece küçük ve sevimli bir kum taneciği olan
dünyamızın üzerinde durup uzayda ve zaman için yerküremizi kuşatan evrenin
yapısını ve varlığının amacını anlamaya çalıştığımızda, başta korku ve
dehşetle irkiliyoruz. Bu evren nasıl korkunç ve ürpertici olmaz! Öyle dehşet
verici boyutları var ki, aklımız onların sahasını kavramaktan aciz
kalmaktadır. Üzerinden öyle uzun asırlar geçmiştir ki, onları düşünmek bile
mümkün değildir. Bu uzun yılların yanında insanlık tarihi öyle
sönükleşmektedir ki, bir göz açıp kapatmak kadar sığan bir süreye
sıkışmaktadır. Evet evren bize, korku ve dehşet vermektedir. Çünkü orada
korkunç ölçüde bir bütünlük olduğunu izliyoruz. Uzay boşluğu içinde
dünyamızın ne denli sönükleştiğini biliyoruz. Bizim bu dünyamız uzayın diğer
varlıklarına oranla dünyanın okyanuslarında bulunan milyonlarca kum
taneciklerinden sadece biri olmaktan öteye geçmez! Fakat bütün dünyayı
titreten en korkunç şey, görülebildiği kadarıyla bu evrende bizim hayatımıza
benzer başka bir hayatın olmadığıdır. Sanki bizim duygularımızın,
arzularımızın, sanatlarımızın ve dinlerimizin hepsi bu evrenin düzenine ve
planına yabancı kalmaktadır. Hatta bu evren ile bizim hayatımıza benzer bir
hayat arasında köklü bir düşmanlık olduğunu söylemek gerçeğin ta kendisi
olabilir. Çünkü uzayın büyük çoğunluğu öyle soğuktur ki, orada her çeşit
hayat bütünü ile donar. Öte yandan uzayda yer alan maddelerin büyük
çoğunluğu öyle bir sıcaklığa sahiptir ki, bu sıcaklık orada hayatı imkânsız
hale getirmektedir. Aynı şekilde uzay çok çeşitli ışınlarla dolup
taşmaktadır. Bu ışınlar durmadan uzay cisimlerine, çarpmaktadırlar. Ki, bu
ışınların çoğu hayatın düşmanıdır veya ana son vermeye yeterlidir.
İşte şartların bizi içine attığı evren budur. Eğer
bizim bu dünyada ortaya çıkışımızın evrende meydana gelen ani değişimle
gerçekleşmiş olması doğru değilse, en azından gerçekten bir tesadüf eseri
olarak adlandırabilecek bir olay sonucunda meydana geldiğimiz
söylenebilir!.."
Biz daha önce evrenin hayatın ortaya çıkışına düşman
olduğunu, bununla beraber herhangi egemen bir gücün takdiri ve iradesinin de
mevcut olmadığını ileri sürmenin üstelik hayatın bir realite olarak
varolduğunu ileri sürmenin bilgin bir aklın değil, normal akıl sahibi bir
insanın bile düşünemeyeceği şeyler olduğunu söylemiştik! Yoksa her şeye
rağmen egemen olan takdir edici hiçbir gücün mevcut olmadığını söylemekle
beraber hayatın, kendisine düşman olan bir evrende ortaya çıkışı nasıl
mümkün olabilir? Acaba hayat bu evrenden daha mı kuvvetlidir ki, onun
istememesine rağmen ortaya çıkmıştır? Mesela insan denilen bu varlık
varolmadan önce bir realite olarak varolan bu evrenden daha mı güçlüydü? Bu
gücü ile mi evrenin karşı koymasına rağmen evrende ortaya çıktı?
Bunlar aslında üzerinde durmaya bile değmeyen
düşüncelerdir! Eğer bu "bilginler" biz ancak kendi imkânlarımızla
ulaşabildiğimiz konularda görüş ileri sürebiliriz demekle yetinip, hiçbir
temele dayanmayan bu gibi "meta-fizik" saçmalıklarla uğraşmasalardı, sadece
fiziki varlıklarla uğraşsalardı eksik de olsa insanlara etraflarını kuşatan
evreni tanımasına ilişkin fonksiyonlarını yerine-getirebilirlerdi! Fakat
onlar, sağlıklı bilginin alanları dışına çıkıyorlar, küçücük insanın
arzuları dışında hiçbir delile dayanmayan teorilere ve zanlara dalıyorlar!
Biz, Allah'ın rahmeti ve hidayeti ile, bu muhteşem
evrene baktığımızda Sir James Jeans'ın kendisinden söz ettiği korku ve
dehşetin izine bile rastlamıyoruz! Yalnızca bu evrenin yaratıcısı olan
Allah'a saygı duyuyor ve ondan korkuyoruz. O'nun yaratmasında apaçık olarak
ortaya çıkan ululuğunu ve güzelliğini idrak ediyoruz. Yüce Allah'ın
yarattığı bu dost evrende tam bir güven ve yakınlık hissediyoruz kendimize,
Cenab-ı Allah bizi bu evrende tam bir uygunluk ve ahenk içinde
yaratmıştır... Evet Evren'in dehşet verici büyüklüğü ve çok dakik ve ince
hesapları bizi ürpertiyor. Fakat biz buna rağmen korkuya ve dehşete
kapılmıyoruz. Kaybolmuşluk duygusuna ve her an yok olma beklentisine
kapılmıyoruz. Çünkü bizim de O'nun da Rabbi Allah'tır... Evrenle
ilişkilerimizi sevgi, kolaylık, dostluk ve güven ilkesine göre düzenliyoruz.
Rızıklarımızı, gıda maddelerimizi, geçim kaynaklarımızı ve mallarımızı
evrende bulmaya çalışıyoruz... Ve Allah'ın şükreden kullar arasına girmeyi
umuyoruz:
"Size yeryüzünde yurt sağladık, orada size çeşitlï
geçim kaynakları bağışladık. Ne kadar az şükrediyorsunuz."
2- "İnsanlığın yaradılış kıssasından öğrendiğimiz
ikinci gerçek şudur: Eşsiz bir varlık olan insan canlılar aleminde
onurlandırılmış bir varlıktır. Kendisine verilen görev gerçekten çok
büyüktür. İçinde hareket ettiği alanlar ve ufuklar çok geniştir. Tek Allah'a
kulluğunun sınırları içinde kendileriyle ilişki kurduğu alemler
çeşitlidir... İnsanın bu şekilde değerlendirilmesi, evrende köklü, etkili
bir fonksiyona sàhip olan insanın değerini yok eden, onun duyularına dayalı
positivist ve materyalist ekollerin yaklaşımına tamamen aykırı düşmektedir.
Bu ekollerde meselenin odak noktasını, madde ve maddenin zorunlu etkileri
oluşturur. Kıssadan anlaşılan insanın prototipi, aynı zamanda Freud
tarafından ileri sürülen deneysel psikoloji (Psikanaliz) ekolünün
yaklaşımına da tamamen aykırı düşmektedir! Çünkü bu anlayış insanı, cinsel
bataklıkta kabul eder ve onun "yücelmesine" bu cinsel bataklık yoluyla
gerçekleşebileceğini iddia eder! Kıssa da anahatları belirlenen bu insan
tipi, insanı hayvanlar dünyasının seviyesine indirgeyen ve neredeyse insanın
bütün özelliklerini yok kabul eden olgunlaşma ve tekamül (evrim) ekolünün
anlayışına da tamamen aykırı düşer! .. Ne var ki, islâmın insan denen eşsiz
varlığı bu şekilde onurlandırılmış kabul etmesi, aydınlanma ve düşünce
özgürlüğü döneminde ortaya çıkan felsefi akımların ileri sürdükleri gibi,
insandan bir "ilâh" yapmaya çalışması anlamına gelmez. Çünkü sağlıklı islâmi
düşüncede ancak gerçek ve denge vardır.
Her şeyde Kur'an'ın bütün ayetlerinden yola çıkarak
diğer varlıklardan bağımsız olarak yaratıldığını kesin demesek de en azından
bu şekilde yaratıldığını tercih ettiğimiz bu eşsiz varlıklı insanın doğuşu
ilân edildi. Evet bu doğuşu evrensel bir toplantıda açıklandı... Bu doğuşun
tanıkları melekler olmuştu. Onun doğuşunu melekler içinde ve bütün
varlıkların huzurunda yüce ve ulu olan Allah ilân etmiştir. Bakara suresinde
yer alan bir ayette belirtildiğine göre yüce Allah onu yarattığı andan
itibaren O'nun yeryüzünde halife olacağını da açıklamıştır. O'nun cennetteki
ilk sınavı bu halifelik görevine hazırlık niteliğindeydi. Hatta değişik
surelerde yer alan Kur'an ayetleri yüce Allah'ın yalnız yeryüzüne değil, bu
evrenin tümünü bu halifelik görevini yerine getirmesi için onun hizmetine,
göklerdeki ve yerdeki her şeyi onun emrine verdiğini ilân etmektedirler.
Burada yaratıcısı tarafından insana verilen görevin
büyüklüğü de ortaya çıkmaktadır. Çünkü ne kadar küçük olursa olsun bir
gezegenin bayındır bir hale getirilmesi ve Allah'ın halifeliğinin orada
egemen kılınması gerçekten çok büyük bir iştir'.
Yine kıssadan ve Kur'an-ı Kerim'in diğer
ayetlerinden anlaşılıyor ki, insan yalnız yeryüzünde değil, bütün bir
evrenin içinde eşsiz bir yaratıktır. Meleklerden, cinlerden ve Allah dışında
hiç kimsenin kendisinden haberdar olmadığı varlıklardan oluşan diğer
yaratıkların kendilerine has görevleri vardır. Sonra bunlar aynı zamanda
yapacakları bu fonksiyonlara uygun düşecek karakterlere sahip olarak
yaratılmışlardır. Bunların içinde yalnız insan kendisine has özellikleri ve
bu fonksiyonuyla eşsiz bir yaratık olmuştur. Yüce Allah'ın şu sözü insanın
bu özelliğini ifade etmektedir. "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara
sunduk, onu yüklenmekten kaçındılar, ondan korktular; Onu insan yüklendi;
çünkü O, çok zalim, çok cahildir. (Ahzap-72) Demek ki, insan evrenin tümünde
bu özellikleri açısından eşsizdir. Onun özellikleri arasında zulüm ve
cahillik de vardır! Bunların yanında tam özgür olmasa da bir seçme özgürlüğü
vardır. İleri seviyede bilgi edinme yeteneğine sahiptir. Kişisel bir iradesi
vardır. Zulüm ve cahilliğe ne kadar gücü yetiyorsa, adalet ve ilme de gücü o
kadar yeter. İnsanın bu iki yönlü karakteri de aslında onu diğer varlıklar
arasında eşsiz bir konuma getirmektedir.
Bunların hepsi, evrenin korkunç büyüklükteki
varlıkların hacimleriyle karşılaştırıldığında küçücük bir hacme sahip
bulunan bu dünya üzerinde insana o tür bakış açılarını reddetmektedirler.
Çünkü hacim her şey demek değildir. Bilme yeteneğine sahip olan akıl,
Allah'a kulluğun sınırları dahilinde gerçekleşen bağımsız hareket etme
yeteneğine sahip olan irade, kişisel tercih ve seçme yeteneği gibi
özellikler, Sir James Jeans'ın ve benzerlerinin insanın değeri ve
fonksiyonuna ilişkin görüşlerini kendisine dayandırdığı hacimden çok daha
üstündürler ve değer yönünden hacmi çok geride bırakırlar.
Gerek bu kıssada ve gerekse Kur'an'ın diğer bütün
ayetlerinde bu insan denen varlığa verilen önem, sadece bu yeryüzündeki
halifelik görevini eşsiz özellikleri sayesinde yerine getirmesiyle sınırlı
değildir. Biz insana verilen bu önemin tablosunu insanın içinde hareket
ettiği alanları, ufukları ve kendisiyle ilişki halinde bulunan bu alemleri
düşünerek tamamlayabiliriz.
"İnsan yüce ve ulu olan Rabbiyle doğrudan bir ilişki
içindedir! O'nu kendi eliyle yaratan, kendi sözleriyle meleklerin ve bütün
varlıkların içinde doğuşunu ilân eden Allah'tır. Sakıncalı görülen ağaç
dışında her şeyi yemesini serbest kılarak cennete gönderen de O'dur. Sonra
kendi isteğiyle O'na yeryüzünün halifeliğini veren ve Bakara suresindeki .
ayette de belirtildiği gibi bilginin temelini öğreten O'dur. "Allah Adem'e
bütün isimleri öğretti." Bu isim öğretme, bizim tercihimize göre,
kendilerine isim verilen eşyayı ve manayı sözcükler ve isimlerle
sembolleştirme yeteneğidir. Daha önce Bakara suresinin ilgili ayetini
açıklarken belirttiğimiz gibi, bu yetenek bilginin yaygınlaştırılmasına ve
insan cinsinin tümüne genelleştirilmesine imkân sağlayan temel kuraldır.
Yine yüce Allah hem cennette hem de cennetten sonra insana öğütlerde
bulundu. İnsanlığı diğer varlıklar arasında eşsiz hale getirecek özel
yeteneklerle donattı. Onların arasından kendilerine peygamberler gönderdi.
Onun tevbesini kabul edeceğine ve hatalarını bağışlayacağına söz vermek
suretiyle merhametle muamele etti. Bütün evrende eşsiz bir varlık olan
insana Allah'ın verdiği nimetler saymakla bitmez.
"İnsan, melekler alemi ile de ilişki halindedir."
Yüce Allah, meleklerin, ona secde etmelerini istemiştir. Meleklerden
bazılarını insana muhafız tayin etmiştir. Yine meleklerin bazılarını
peygambere vahyini ulaştırması için vasıta kılmıştır. Ayrıca "Rabbimiz
Allah'tır" deyip doğru yola girenlere melekleri gönderir. Onlar müminlerin
direnmelerini sağlamaya çalışırlar ve onlara müjde verirler. Allah yolunda
savaşanlara da melekleri gönderir, kendilerine yardım edip müjdeler versin
diye. Öte yandan bu melekleri kâfirlerin üzerine salar. Kâfirleri
öldürürler, azab ve horlamayla onların canlarını alırlar... Hem dünyada hem
de ahirette insanlar ile melekler arasında birçok ilişkiler vardır.
"İnsanların cinlerle de ilişkisi vardır:" Cinlerin
iyileri ile de şeytanları ile de. Az önce insan ile şeytan arasındaki ilk
savaşın tasvirine tanık olmuştuk. Bu savaş belirlenmiş günün vakti gelinceye
kadar sürecektir. İnsanın, cinlerin iyileriyle ilişkisi de Kur'an'ın başka
ayetlerinde belirtilmiştir. Hz. Süleyman'ın -selâm üzerine olsun- kıssasında
açıkça görüldüğü gibi, cinlerin, insanların emrine girişi de değişmez bir
realitedir.
"İnsan aynı zamanda bu maddi evrenle de ilişki
içindedir." Özellikle yeryüzü, gezegenler ve yakın olan yıldızlarla ilgisi
vardır. İnsan bunlarla, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak ilişkiye
geçer. Bu yeryüzünün güçleri, enerjileri, rızıkları ve yeraltı kaynakları
onun hizmetine verilmiştir. Yeryüzünün bazı sırlarını açacak Allah vergisi
yetenekleri vardır. Yeryüzünün bazı yasalarını öğrenebilir. Bu yasaları
öğrenmesi, bu büyük görevini yerine getirmesine yardım eder. İşte insan
kendisine sağlanan bütün bu imkânlar içerisinde bütün canlılarla ilişkisini
sürdürür... Son olarak insan yapısının ve yeteneklerinin çift yönlü olmaları
nedeniyle bizzat kendisinden de çok uzakta bulunan geniş boyutlu bir sahada
hareket eder! En yüksek göklere çıkar, meleklerin derecelerini geride
bırakır. Yeter ki, samimi bir biçimde Allah'a kulluk yapsın ve sonuna kadar
bu yolda ilerlesin. Hayvanî duygularını ilâh edindiğinde "İnsanî
özelliklerinden" soyutlandığında ve hayvanlara yaraşan bir çamurun içinde
debelendiğinde ise hayvanların düzeyinden de daha aşağı bir konuma düşer. Bu
iki kutup arasındaki mesafe somut dünyadaki gökler ile yer arasındaki
mesafeden daha büyüktür ve daha uzun bir mesafedir!
Bu kıssanın ve diğer Kur'an ayetlerinin de işaret
ettiği gibi bu özelliklerin hepsi insandan başka varlığa verilmemiştir.
3- Bu kıssadan öğrendiğimiz üçüncü gerçek de şudur:
İnsan denen bu varlık bütün bu eşsizliğine rağmen veya bu eşsizliği
nedeniyle yapısının bazı yönlerinden zayıftır. Öyle zayıftır ki, onu
kötülüğe sürüklemek ve ihtiras duygularının yuları ile en alçak yerlere
sürüklemek mümkün olmaktadır. Onun şu ihtiras duygularının başında sonsuzluk
sevgisine karşı zaafı, mülk sevgisine karşı zaafı gelmektedir... İnsan
Allah'ın yolundan uzaklaştığında, arzularına teslim olduğunda veya inatçı
düşmanına teslim olduğunda zaafının en şiddetli ve alçak hallerine düşer.
İnsanın bu düşmanı onu saptırmayı boynunun borcu olarak kabul etmekte, var
gücünü kullanmakta ve eline geçirdiği hiçbir fırsatı bu yolda ihmal
etmemektedir!
İşte bu nedenle Cenab-ı Allah'ın da ona merhametinin
gereği olarak insan yalnız fıtratı ile başbaşa bırakılmamış ve tek başına
aklına havale edilmemiştir. Bunlara ilave olarak kıssanın sonunda bir
değerlendirme niteliği taşıyan ayette de geleceği gibi, onu uyarmaları ve
hatırlatmada bulunmaları için kendisine peygamberler gönderilmiştir. İşte
insanı kurtaracak olan en büyük dayanak da budur. Nefsani duygularından
sıyrılıp Allah'a koşmak suretiyle gerçekleşen ihtiraslarından kurtuluş...
Rabbini andığında, O'nun rahmetini ve öfkesini, mükâfatını ve cezasını
hatırladığında geri kaçıp gizlenen düşmanı ndan kurtuluş...
Bunların hepsi insanın iradesini güçlendirir ki,
kendi zaaflarına ve ihtiraslarına hakim olsun. İnsan bunun ilk eğitimini
cennette görmüştür. "Mahzurlu" sayılan şeye uymasının farz kılınmasıyla
O'nun bu iradesi takviye edilmek istenmiştir. Saptırma ve zaaflarına karşı
onu etkin hale getirmiştir. İnsan birinci deneyiminde başarısızlığa
uğramışsa da bu başarısızlığı diğer gelecek deneyimleri için bir ibret
olmuştur!
Yine Allah'ın insana merhametinin bir eseri olarak
ona tevbenin kapısını her an açık tutmuştur. İnsan, unutup tekrar
hatırladığında, ayağı kayıp tekrar ayağa kalktığında, sapıp tekrar tevbe
ettiğinde... Kapının kendisi için açık olduğunu görecektir. Allah onun
tevbesini kabul eder. Sürçmesini ona bağışlar. Bundan sonra Allah'ın yoluna
girdiğinde Allah kötülüklerini iyiliklere dönüştürür. Sevaplarını dilediği
kadar artırır. İlk suçunu kendisi ve nesli için değişmez bir lanet yazgısı
olarak kabul etmez. Yani insanın sonsuza dek süren bir günahı yoktur.
Babadan oğula geçen herhangi bir günah da sözkonusu değildir. Hiç kimse bir
başkasının günahını yüklenmez.
İslâm düşüncesindeki bu gerçek, hristiyanlıktaki
kilise düşüncelerinin temelini oluşturan nesilden nesile geçen günah
efsanesinin insanlığın omuzlarına yüklediği ağırlığı kaldırmaktadır. Bu öyle
bir anlayıştır ki, pek çok efsaneye ve hurafeye kaynaklık ettiği gibi,
üzerinde kurulan ayıpların ve yapılanların korkunç ağırlıktaki sis
bulutlarına da kaynaklık etmiştir... Bu ağır yük insanların boyunlarına
vurulan bir lanet tasması gibi insanlığın yakasını bırakmayan Hz. Adem'in
günahıdır... Bu öyle ağır bir yüktür ki, güya ilâh, insanoğlu kılığına
girerek (Mesih, İsa) asılarak, işkence çekerek bu nesilden nesile geçen
günahın faturasını ödemiştir. (!) İşte bu nedenle güya kendi kanı ile Hz.
Adem'in bütün insanlar tarafından miras olanın günahının faturasını ödeyen
Mesih ile birleşen herkesi "bağışlayacağını" söz vermiştir!
İslâm düşüncesinde mesele bundan çok daha rahat
biçimde halledilmiştir... Hz. Adem unutmuş ve hata etmiştir... Sonra da
tövbe etmiş ve bağışlanma dilemiştir. Yüce Allah'da tövbesini kabul etmiş ve
onu bağışlamıştır... Bu günahdan geriye kalan, sadece, uzun boylu mücadele
hayatında insanlığa yardım edecek deneyimin sağladığı ibret verici örnektir.
Bu ne kolaylık! Bu ne berraklık ve netlik! Bir inanç
problemine bu ne rahat çözümdür!
4- Bu kıssadan anlaşılan dördüncü gerçek ise,
şeytana karşı verilen savaşın ciddiyeti ve köklü olduğu kadar, sürekli ve
çetin oluşudur.
Kıssanın akışı içinde ortaya çıkmıştır ki, bu inatçı
düşman herhalde bu insanı izlemekte her taraftan ve her yönden ona
geleceğinde, her an ve zaman onu izleyeceğinde ısrarlıdır.
"İblis dedi ki; "Beni kışkırtıp sapıklığa düşürdüğün
için andolsun ki, doğru yolun üzerinde pusu kurup insanların yolunu
keseceğim." Sonra önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından onlara
sokulacağım da çoğunluğunu şükreder bulamayacaksın."
Lanetlik şeytan, bu tuzağı kendisi kurmayı seçmiş ve
planını gerçekleştirmesi için kendisine uzun süre verilmesini istemiştir.
Allah'ın emrini apaçık olarak işittiği halde, O'na göz göre göre isyan
ederek işlediği günahının bağışlanmasını dileyip Allah'a yalvaracağına,
böyle bir yolu tercih etmiştir. Sonra Allah ın yolu üzerinde pusu
kuracağını, kimsenin oradan geçmesine izin vermeyeceğini, onları Allah'ın
yolundan saptırmak için her taraftan onlara sokulacağını açıklamıştır!
Şeytan insanlara ancak onların zaaflarından ve
ihtiraslarının giriş noktalarından sokulabilir. insanlar ancak iman ve zikir
ile, onun saptırmalarına ve telkinlerine karşı direnme gücünü arttırmak ile,
ihtiraslarına baskın çıkmak, kendi arzularını Allah'ın yoluna boyun
eğdirmekle kendilerini şeytandan koruyabilirler.
Şeytana karşı verilen savaş köklü ve önemli bir
savaştır. Bu savaş doğru yola uymak için şeytani arzularla, iradeyi egemen
kılmak için ihtiraslarla, yeryüzünün en güzel yönetim şekli olan Allah'ın
şeriatına uymakla şeytanın kendi dostlarını içine sürüklediği yeryüzündeki
bozgunculuk ve kötülükle yapılan bir savaştır. Vicdanlardaki savaş ile
pratik hayattaki savaş birbirine bağlıdır, ayrı değildir. İkisinin de
arkasında şeytan vardır!
İnsanların, kendilerinin hakimiyetine, yasalarına,
değerlerine ve ölçülerine boyun eğmesini isteyen, Allah'ın hakimiyetini,
yasalarını değerlerini ve O'nun dininden kaynaklanan ölçülerini
uzaklaştırmak arzusunda olan yeryüzünde kurulmuş bulunan tağutlar, cin
şeytanlarından direktif alan insan kılıklı şeytanlardır. Tağutlara karşı
mücadele etmek bizzat şeytanın kendisiyle savaşmak demektir. Ondan uzak
değildir.
Böylece en köklü, en uzun boylu ve en büyük savaşın,
bizzat şeytana ve şeytanın dostlarına karşı verilen savaş olduğu ortaya
çıkıyor. Buna bağlı olarak müslüman kendi arzularına, ihtiraslarına karşı
savaşırken, bir taraftan da şeytanın dostları olan yeryüzündeki tağutlarla,
tağutların taraftarları ve kuklalarıyla savaşacaktır. İçinde yaşadıkları
ortamda onların körükledikleri kötülük, bozgunculuk ve çözülme ile de
savaşacaktır. Müslüman bu savaşların hepsine girerken karşısında ciddi,
kesin ve çetin bir tek savaş olduğunun bilincinde olmalıdır. Zira bu savaşta
müslüman düşmanın tek olduğunu ve kendi yolunda gitmeye ısrarlı olduğunu
bilmektedir... Ve işte cihad bu nedenle kıyamet gününe kadar sürecektir. Hem
de bütün şekilleriyle ve bütün sahalarıyla...
5- Son olarak bu kıssa ve onu izleyen
değerlendirmeler insanın yapısında ve fıtratında yer eden bir gerçeğe parmak
basmaktadır. Bu gerçek de, insanın çıplaklıktan ve açık-saçıklıktan
utanmasıdır.
"Böylece onları aldatarak alta düşürdü. Ağacın
meyvesinden tadar-tatmaz ayıp ierleri meydana çıktı. Bunun üzerine cennet
yaprakları ile örtünmeye koyuldular."
"Ey insanoğulları, size ayıp yerlerini örtecek ve
süslenmenizi sağlayacak elbiseler gönderdik. Takva elbisesi bunlardan daha
hayırlıdır. Bu Allah'ın ayetlerinden biridir. Ola ki, düşünüp ders alırlar."
"Ey insanoğulları, şeytan ana-babanızı
elbiselerinden soyundurup ayıp yerlerini meydana çıkararak cennetten
çıkardığı gibi sizleri de ayartıp tuzağa düşürmesin."
Bu ayetlerin hepsi de sözü edilen meselenin önemine,
insan fıtratında köklü bir yeri olduğuna işaret etmektedirler. Örtünme ve
ayıp yerlerini örtme insanı güzelleştiren bir şeydir ve onun bedensel
ayıplarını da kapatır. Nitekim takva da insanın psikolojik ayıplarının
örtüsü ve elbisesidir.
Sağlıklı bir yaradılışa (fıtrata) sahip olan insan
bedensel ve psikolojik ayıplarının ortaya çıkışından rahatsız olur. Onları
örtmeye ve gözlerden uzak tutmaya çalışır. Bedeni örtüden, ruhu da takvadan,
Allah'tan ve insanlardan haya etme duygusundan soyutlanmaya çalışanlar,
dillerini kalemlerini, yönlendirme ve basın yayın organlarını insanın bu
doğal eğilimini kökten kazımak için her çeşit şeytani yönteme ve metoda
başvuranlar. Bunlar "insanı" kendi fıtri özelliklerinden ve insanı insan
yapan özelliklerden soyutlamak isteyenlerdir. Onlar insanı kendi düşmanı
olan, şeytana, şeytanın elbiselerini indirmek ve ayıp yerlerini açmak gibi
arzularına teslim olmasını istemektedirler. Bunlar aynı zamanda siyonizmin
insanlığı yok etmek ve insanlık içinde çözülmüşlüğü yaymak suretiyle
siyonizmin egemenliğine boyun eğdirmek için hazırladığı korkunç plânları
uygulayan kimselerdir. Zaten insanlık kendi değerlerini yitirmiş durumdadır!
Çıplaklık hayvanların fıtratına mahsus bir durumdur.
İnsan, insan olmanın altında bir seviyeye düşmediği sürece çıplaklığa
taraftar olmaz. Çıplaklığı, güzellik olarak görmek insanın zevklerinde
kesinlikle bir çarpıklığın ifadesidir. Afrika ormanlarında yaşayan geri
kalmış insanlar da çıplak idiler. İslâm kendi medeniyetiyle birlikte bu
bölgelere girdiğinde bu medeniyetin ilk görünümü çıplakları giydirmek
olmuştu. "İlerici" modern cahiliye ise, insanları islâmın geri kalmış
milletleri kendisinden kurtarmaya çalıştığı bir bataklığa sürüklemektedir.
İslâm, insanları islâmı anlamı ile "medeniyet" düzeyine çıkarmak ister.
Çünkü islâm, insanın özelliklerini kurtarmayı, onları belirginleştirmeyi ve
takviye etmeyi arzu eder.
İnsanın psikolojik olarak hayadan ve takvadan
soyutlanması ilkelliğin hortlaması ve cahiliyeye dönüş demektir. Halbuki
uğursuz sesler ve kalemler yönlendirme ve basın-yayın organları bunun
çığırtkanlığını yapmaktadırlar. Yoksa bu şeytanın eğitilmiş yönlendirilmiş
organlarının istediği ve telkin ettiği gibi ilerleme ve medenileşme
değildir. (Medeniyetin anlamı için A'raf Suresi'nin 2. ayetine bakınız)
İnsanlığın Kur'an'da yer alan yaradılış kıssası bu
köklü değerlere ve ölçülere işaret etmekte ve onları en güçlü şekilde
açıklamaktadır.
Bizi, şeytanın telkinlerinden ve cahiliyenin
bataklığından kurtarıp doğru yola ileten Allah'a şükürler olsun!
Bu da surenin akışında yer alan değerlendirme amaçlı
duraklamalardan biridir. İnsanlığın büyük hikâyesini içindeki ilk sahnenin
ardından yer alan uzunca bir duraklamadır bu. Nitekim surenin akışı içinde
her aşamada buna benzer duraklamalara rastlanmaktadır. Sanki şöyle denmek
isteniyor: Büyük yolculuğa çıkmadan önce şu konaktaki ders alınacak şeyleri
iyice düşünmek için burada bir nebze duralım."
Bu şeytanla insanlık arasında belirtileri
başgösteren savaşın karşısında bir duraklamadır. Şeytanın yöntemlerinden ve
nüfuz alanlarından sakındırmak, geçmişte beliren, çeşitli görünüm ve şekilde
belirecek olan hareket tarzını ortaya çıkarmak içindir bu duraklama.
Ancak Kur'an'ın ifade metodu, bir durumu karşılama
sözkonusu olmadığı sürece direktif vermez. İslâmi hareketin pratiğinde bir
olgu olarak belirmedikçe herhangi bir hikâyeyi aktarmaz. Kur'an'ın ifade
metodu, söylediğimiz gibi sırf sanatsal zevk için hikâyeleri aktarmaz.
Yalnızca teorik olarak sunmak için herhangi bir gerçeği açıklamaz... Çünkü
islâmın realistliği ve ciddiliği direktif açıklamalarının islâmi hareketin
fiilen karşısına çıkan durumlara karşılık olmalarını zorunlu kılmaktadır.
Büyük insanlık hikâyesinin ilk aşamasının ardından
burada yer alan şu değerlendirme de Arap cahiliyesinde varolan bir olguyu
karşılıyordu... Kureyşliler, putların ve put bakıcılarının barınağı haline
getirdikleri Allah'ın evini ziyaret eden diğer Arap müşriklerine karşı
kendileri için bazı haklar uydurmuşlardı. Bu hakları, Allah'ın dinine uygun
olduğunu iddia ettikleri inançlara dayandırıyorlardı. Bu düşünceleri de
Allah'ın şeriatı olduğunu iddia ettikleri birtakım yasal kalıplara
dökmüşlerdi. Bu şekilde aşağı-yukarı her cahiliye toplumundaki tapınak
bekçilerinin kâhinlerin ve liderlerin yaptığı gibi müşriklerin kendilerine
boyun eğmelerini sağlamak amacındaydılar. Kureyş, kendisine özel bir isim de
bulmuştu; `Husm'... Kendileri için, diğer Araplar'a tanınmayan bazı haklar
belirlemişlerdi. Bu haklardan, Kâbe'yi tavaf etmeye ilişkin olanına göre,
sadece onlar giyinik olarak Kâbe'yi tavaf edebilirlerdi. Diğer Araplarsa,
daha önce giydikleri giysiler içinde tavaf edemezlerdi. Bu yüzden tavaf için
kendilerine `Hums' adını veren Kureyşliler'den giysi ödünç almak ya da daha
önce giymedikleri yeni giysiler bulmak zorundaydılar. Yoksa aralarında
kadınlar da bulunmak üzere Kâbe'yi çıplak tavaf ederlerdi.
İbn-i Kesir tefsirinde şöyle der: (Kureyşliler'in
dışındaki Araplar daha önce giydikleri giysiler içinde Kâbe'yi tavaf
etmeyiz" şeklinde yorumlamaya çalışıyorlardı. Kureyşlilerse -ki onlar
kendilerine `Hums' diyorlardı giysileriyle tavaf ederlerdi. Bir Kureyşli'den
giysi ödünç alamayan kimse çıplak tavaf ederdi. Kimi zaman bir kadın da
çıplak tavaf edebilirdi. Böyle bir durumda avret yerinin üzerine bir ölçüde
kapatacak bir örtü koyardı. Genellikle kadınlar çıplak tavaf etmeyi geceleri
yaparlardı. Bunu kendi kendilerine uydurmuşlardı ve atalarını takip
ediyorlardı. Atalarının bu davranışlarının Allah'ın emrine ve şeriatına
uygun olduğuna inanıyorlardı. Yüce Allah ise, bu iddialarım şu şekilde
reddediyor:
"Onlar bir kötülük işlediklerinde `Biz atalarımızdan
böyle gördük, böyle yapmamızı emreden Allah'dır derler... Yüce Allah buna
cevap olarak şöyle buyuruyor: Onlara de ki... "Yani `Ey Muhammed, böyle bir
iddiada bulunana de ki: "Allah kötülük işlemeyi emretmez." Yani sizin şu
yaptığınız şey, iğrenç bir kötülüktür. Yüce Allah'ın böyle bir şeyi
emretmesi mümkün değildir. "Allah adına bilmediğiniz bir şeyi mi
söylüyorsunuz?" Yani, doğru olup olmadığını bilmediğiniz sözleri Allah'a mı
mal ediyorsunuz? Yine yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki; "Rabbim bana
ölçülü ve dengeli olmayı emretti." Yani adil ve doğru olmamı emretti: "Her
secde yerinde ve anında tüm varlığınızla O'na yönelerek müşriklikten tamamen
arınmış bir bağlılıkla O'na dua ediniz." Yani, yüce Allah yerinde yaptığınız
ibadetlerinizde dosdoğru olmanızı emretmektedir. Bu da mucizelerle destekli
peygamberlerin -salât ve selâm üzerlerine olsun Allah'tan getirdikleri
mesajlara ve yasalara uymak, Allah'a yönelik ibadette tamamen şirk"den
arınmakla mümkündür. Çünkü yüce Allah, bu iki şartı birarada barındırmadığı
sürece hiçbir ameli kabul etmez. (Yani, amel hem doğru ve şeriata uygun
olacak hem de bütünüyle şirkten arı olacaktır.)
Allah'ın şeriatıyla bir ilgisi bulunmadığı halde
O'nun şeriatından olduğunu ileri sürdükleri şu yiyeceklere özgü geleneklerin
yanında ibadet, tavaf ve giysi konusunda hüküm verme işlemine ilişkin
cahiliye olgusuyla karşılaşılırken... Evet bu olguyla karşı karşıya
kalınırken ilk insanlık hikâyesi üzerine yapılan bu değerlendirme, geliyor.
Bu değerlendirmede yüce Allah'ın haram kıldıklarının dışında kalan cennet
meyvelerinden yenmesi hatırlatılıyor. Özellikle de giysi sözkonusu ediliyor.
Yasaklanmış meyveyi yedirmek suretiyle şeytanın Adem ve Havva'yı kandırması
ve üzerlerindeki elbiseyi çıkarması yer alıyor. Bu arada Adem ve Havva'nın
ayıp yerlerinin görünmesinden dolayı fıtratlarının gereği utanmaları ve
cennet yapraklarıyla ayıp yerlerini örtmeye çalışmaları dile getiriliyor.
Dolayısıyla hikâyede sözkonusu edilen olaylar ve
bunlar üzerine yapılan ilk değerlendirme, cahiliyede yaşanan belli bir
olgunun realistçe karşılanması amacına yöneliktir... Bu hikâyenin, Kur'an'ın
değişik yerlerinde, çeşitli durumlara karşılık olmak üzere başka surelerde
de birtakım kesitleri ve sahneleri anlatılır. Bunların ardından şu çeşitli
durumları karşılayan açıklamalar ve değerlendirmeler yapılır. Kuşkusuz hepsi
de gerçektir. Ancak beşerin pratiğini karşılamayı amaçlayan Kur'an'ın
ayrıntılı açıklama yöntemi, her konuda sunulan hikâyenin halkalarıyla,
ortamın ve konunun tabiatının arasındaki bu tercih ve uyumu gerektirmiştir.
(Kur'an'da Kıssa" bölümüne bakınız.)
HİCAP VE TAKVA
26- "Ey
insanoğulları, size ayıp yerlerinizi örtecek ve süslenmenizi sağlayacak
elbiseler gönderdik. Takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır. Bu Allah'ın
ayetlerinden biridir. Ola ki, düşünüp ders alırlar. "
Bu çağrı, hikâyeden sunulan sahnenin ışığında
yapılmaktadır. Çıplak kalma, ayıp yerlerinin ortaya çıkması ve cennet
yapraklarıyla bu yerleri örtme sahnesi... Bütün bunlar bir hatanın
meyvesiydi. Hata ise, Allah'ın emrine karşı çıkma ve O'nun yasakladığı
meyveyi yeme noktasında işlenmişti. Yoksa -kitabı mukaddes'te yer alan-
efsanelerin ve gerek bu efsanelerden, gerekse `Freud'un zehirli
düşüncelerinden beslenen batının sanat çevrelerinin gevelediği gibi bir
hatanın işlenmesi sözkonusu değildir. Bu hata, ahd-i kadimde -tevratta- yer
alan efsanelerin ileri sürdüğü gibi "bilgi amacından" yemede değildir. Yine
aynı efsanelerin iddia ettiği gibi yüce Allah'ın, insanoğlunun hayat
ağacından yiyip tanrılardan biri haline gelmesini kıskanması ve korkması da
sözkonusu değildir. (Yüce Allah onların vasfettiklerinden yücedir, büyüktür)
Aynı şekilde, yahudi Freud'un kendilerine öğrettiği
gibi hayatta olup biten her şeyi ona göre yorumlamak için cinsel bataklığın
etrafında dönen Avrupa sanatının düşündüğü gibi işlenen hata cinsel ilişki
de değildir.
Hatayı takip eden çıplaklık sahnesini ve cahiliye
toplumunda müşriklerin yaşadığı çıplaklığı karşılamak açısından ayetlerin
akışı bu çağrıda yüce Allah'ın insanlara öğrettiği, kolaylaştırdığı, aynı
şekilde yasalaştırdığı nimetinden; ortaya çıkan avret yerlerini örten
giysiden söz etmektedir. Çıplaklığın çirkinliğine ve iğrençliğine karşılık
giysi -bu örtücü özelliğiyle- bir süs ve güzellik unsuru olarak
belirmektedir. Bunun için yüce Allah "indirdik" yani "indirdiğimiz kitapta
sizin için yasalaştırdık" diye buyurmaktadır. "Libas-giysi" kelimesi, ayıp
yerlerini örten giysiler için kullanılır, bunlarda iç çamaşırlarıdır.
"Riyaş" ise vücudun tümünü örten ve süsleyen giysiler için kullanılır,
bunlar da dış giysilerdir. Aynı şekilde "Riyaş" kelimesi, rahat bir hayat,
nimet ve mal için de kullanılır. Bunların tümü de birbirine girmiş ve
birbirlerini gerekli kılan anlamlardır.
"Ey insanoğulları, size ayıp yerlerinizi örtecek ve
süslenmenizi sağlayacak elbiseler gönderdik."
Aynı şekilde burada -takva elbisesi- sözkonusu
edilmekte ve "Daha hayırlıdır" şeklinde nitelendirilmektedir.
"Takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır. Bu,
Allah'ın ayetlerinden biridir."
Abdurrahman b. Eslem: "Adam Allah'dan korkar avret
yerlerini örter. İşte takva elbisesi budur" derdi.
Yüce Allah'ın avret yerlerinin örtülmesi ve süslenme
için giysiyi yasalaştırması ile takva arasında bir bağ vardır. Çünkü her
ikisi de giysidir. Şu, kalbin ayıplarını örter ve onu süsler, bu da vücudun
ayıplarını örter ve onu süsler. Her ikisi de birbirlerini gerekli
kılmaktadır. Çünkü vücudun çıplaklığından iğrenme ve utanma duygusu
Allah'dan korkma ve O'ndan utanma duygusundan kaynaklanır. Allah'dan
utanmayan ve O'ndan korkmayan biri çıplaklığa aldırmadığı gibi, çıplaklığa
çağırılması da önemli değildir O'nun açısından. Çünkü utanma ve takva
duygusundan soyutlanma ile giysilerin çıkarılması dolayısıyla ayıp
yerlerinin ortaya çıkması arasında bir fark yoktur.
Çünkü vücudun örtülmesi hayadır. Yoksa siyon
protokollarının içerdiği iğrenç yahudi planları uyarınca insanlıklarını
mahvetmek için insanların utanma duygularına ve iffetlerine musallat olmuş
çığırtkanların ileri sürdüğü gibi sırf çevresel bir alışkanlık ve gelenekten
ibaret değildir. Yüce Allah'ın insanın içinde yarattığı fıtrattır giysi...
Sonra giysi, yüce Allah'ın insan için indirdiği bir yasadır. Ayrıca yüce.
Allah, yeryüzünde insanların emrine verdiği güç ve rızıklarla onlara bu
yasayı uygulama imkânını da vermiştir.
Yüce Allah, Ademoğulları'na kendileri için
yasalaştırdığı giysi ve örtü nimetini hatırlatıyor. Bu sayede insanlıklarını
hayvanların düzeyine yuvarlanmaktan korumuştur. Ayrıca bu konuda gerekli
olan araçları rahatlıkla elde edebilecekleri de hatırlatılmaktadır:
"Ola ki, düşünüp ders alırlar."
Bu noktadan hareketle müslüman, insanların utanma
duygularına ve ahlâklarına yönelik yoğun saldırılarla, süslenme, uygarlık ve
moda adı altında vücudun çıplaklığı için başlatılan propagandalar ve
insanlıklarını yok etmeye, siyonist egemenliğe daha kolay kul olmalarını
sağlamak için çözülmelerini çabuklaştırmaya yönelik siyonist plan arasında
bir ilgi kurabilir. Sonra tüm bunlarla, ruhların derinliklerinde gizli
kalmış bu dinin temellerini yıkmaya yönelik planlar arasında ilgi kurabilir.
Öyle ki, dünyanın her yerinde yahudi şeytanların hesabına çalışan
kalemlerin, propaganda araçlarının çağırdığı ruhsal ve bedensel çıplaklığa
ilişkin ahlâksız ve adi atılımlar, bu öldürücü balyozlarını dinin bu
kalıntılarına bile yöneltirler. Oysa "insanlığın" süsü örtüdür. "Hayvanlığı"
süsü de çıplaklıktır. Ancak zamanımızda insanlar, yüce Allah'ın
"insanlıklarını" korumaya ve onurlandırmaya ilişkin nimetini
hatırlatmaksızın kendilerini hayvanlık aleminin düzeyine indiren cahiliye
gericiliğine dönüyorlar.
27- "Ey
insanoğulları, şeytan ana-babanızı elbiselerinden soyundurup ayıp yerlerini
meydana çıkararak cennetten çıkardığı gibi sizleri de ayartıp tuzağa
düşürmesin. " Sizin şeytanı ve adamlarını göremeyeceğiniz yerlerden onlar
sizi görürler. Biz şeytanları inanmayanlara dost yaptık. "
28- "Onlar bir
kötülük işlediklerinde `Biz atalarımızdan böyle gördük, böyle yapmamızı
emreden Allah'dır' derler. Onlara de ki; ,Allah kötülük işlemeyi emretmez.
Allah adına bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?"
29-" De ki; "Rabbim
bana ölçülü ve dengeli olmayı emretti. Her secde yerinde ve anında tüm
varlığınızla O'na yönelerek müşriklikten tamamen arınmış bir bağlılıkla O'na
dua ediniz. Sizi ilkin yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz. "
30- "Allah,
insanların bir kesimini doğru yola iletti, bir kesimi de sapıklığı haketti.
Çünkü onlar Allah'ı bir yana bırakarak şeytanları dost edindiler ve (buna
rağmen) doğru yolda olduklarını sanıyorlar. "
Bu, anne-babalarının hikâyesinin ve şeytanla
başlarından geçen olayların ve Rabblerinin emrini unutup düşmanların
vesvesesine kulak vermeleri nedeniyle, düşmanlarının başlarına getirdiği
çıplaklık sahnesinin ardından yer alan değerlendirme amaçlı duraklamanın
içinde Ademoğulları'na yapılan ikinci çağrıdır.
Bu çağrı, Allah'ın evini çıplak tavaf etme hikâyesi
ve atalarının yapa geldikleri şeylerin Allah'ın emri ve hükmü olduğunu ileri
sürmeleri konusundaki cahiliye geleneklerine ilişkin söylediklerimizle
anlaşılmış oluyor.
Birinci çağrı; Ademoğulları'na anne-babalarının
yaşadığı sahneyi ve ayıp yerlerini örten iç elbiseyle insanı güzelleştiren
dış elbiseyi göndermedeki yüce Allah'ın nimetini hatırlatma amacına
yöneliktir. Şu ikinci çağrı ise; genelde tüm insanlara ilk günlerinde
islâmın karşılaştığı müşriklere yönelik şeytana teslim olmamalarına ilişkin
bir sakındırma mahiyetindedir. Hayatları için seçtikleri sistem, yasa ve
gelenekler noktasında ona uyup fitneye kapılmamaları için bir uyarıdır.
Nitekim şeytan daha önce anne-babalarının cennetten çıkarılmalarına neden
olmuş, avret yerlerini göstermek için elbiselerini çıkarıp çıplak
bırakmıştı. Dolayısıyla eski ve yeni cahiliye toplumlarının karakteristik
özelliği olan çıplaklık ve açık-saçıklık, şeytanın saptırması sonucu işlenen
eylemlerden biridir. Adem ve çocuklarını yoldan çıkarmaya yönelik inatçı
düşmanın planını uygulamasıdır.
Bu, insanla düşmanı arasında süren savaşın bir
cephesidir. O halde Ademoğulları kendilerini, tuzağa düşürmek için
düşmanlarına fırsat vermemelidirler. Bu savaşta galip gelip en sonunda
cehennemi onlarla doldurmasına imkân tanımamalıdırlar.
"Ey insanoğulları, şeytan ana-babanızı
elbiselerinden soyundurup ayıp yerlerini meydana çıkararak cennetten
çıkardığı gibi sizleri de ayartıp tuzağa düşürmesin."
Yüce Allah, sakındırmayı artırmak, sakınma duygusunu
ön planda tutmak için onlara şeytan ve yardakçılarının kendilerinin
göremeyeceği yerlerden onları görebildiklerini haber vermektedir. O halde
şeytan, gizli yöntemleriyle onları tuzağa düşürme açısından son derece
güçlüdür. Dolayısıyla kendilerini saptırmaması için çok daha ihtiyatlı
olmaya, fazlasıyla uyanık olmaya ve sürekli hazırlıklı bulunmaya ihtiyaçları
vardır.
"Sizin şeytanın ve adamlarının göremeyeceğiniz
yerlerden onlar sizi görürler."
Sonra da sakınma gereğini ifade eden etkin ve
anlamlı bir mesaj yer alıyor... Kuşkusuz yüce Allah, şeytanların mü'min
olmayanlara dost olmalarını takdir etmiştir. Dostu düşman olan kişinin vay
haline... O zaman düşmanı onu boyunduruğu altına alacak, saptıracak,
Allah'dan bir yardım, bir destek ve bir dostluk görmeden dilediği yöne
sürükleyecektir.
"Biz şeytanları, inanmayanlara dost yaptık."
Bu bir gerçektir. Allah müminlerin dostu olduğu
gibi, şeytan da mümin olmayanların dostudur. Bu aynı zamanda ürkütücü bir
gerçektir. Ve son derece tehlikeli sonuçlar doğurmaktadır. Bu gerçek bu
şekilde kesin olarak ifade edildikten sonra müşrikler olmuş bir durum gibi
bununla karşı karşıya bırakılmaktadır. Biz de şeytanın dostluğunun nasıl
olduğunu, insanların düşüncelerinde ve hayatlarında ne şekilde hareket
ettiğini gözlerimizle görüyoruz. Bu, onün örneklerinden biridir:
"Onlar bir kötülük işlediklerinde "Biz atalarımızdan
böyle gördük, böyle yapmamızı emreden Allah'dır derler."
Arap müşriklerinin yaptığı ve söylediği buydu.
Aralarında kadınlar da bulunduğu halde Allah'ın evini çıplak tavaf etme
kötülüğünü işliyor sonra böyle yapmalarını emredenin yüce Allah olduğunu
ileri sürüyorlardı! Oysa ataları böyle emredip yapmışlardı. Onlar da bu
davranışı atalarından miras alıp uyguluyorlardı.
Onlar -müşrik olmalarına rağmen- dinin hayatın
problemleri ile ne işi var? diyen ve Allah'ın dışında sistem, yasa, değer
yargıları, ölçüler, gelenek ve görenekler belirleme hakkına sahip olduğunu
ileri süren modern cahiliye toplumları gibi büyüklenmiyorlardı. Bir yalan
uyduruyor, bir yasa belirliyorlardı. Sonra da "böyle yapmamızı emreden
Allah'dır" diyorlardı. Kuşkusuz bu, son derece iğrenç ve alçakça bir
plandır. Çünkü gönüllerinde dini duyguların kalıntıları bulunan kimseleri
kandırıp bu uydurmalarının Allah katından gelmiş bir şeriat olduğu
kuruntusuna kapılmalarına neden olmaktadır. Bununla beraber bunlar Allah'ın
dışında insanların durumlarına en uygun olanı görüp, onlar için kanun koyma
yetkisine sahip olduğunu iddia edenden daha az küstahtılar.
Yüce Allah Peygamberine, -salât ve selâm üzerine
olsun- Allah'a yapılan bu iftirayı yalanlamak, O'nun şeriatının tabiatını ve
kötülükten uzak oluşunu açıklamakla onları karşılamasını emretmektedir.
Çünkü yüce Allah'ın kötülüğü emretmesi O'nun yüce şanına yaraşır bir şey
değildir:
"Onlara de ki; "Allah kötülük işlemeyi emretmez.
Allah adına bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?"
Yüce Allah kesinlikle kötülüğü emretmez. Kötülük
ise; aşırı yani sınırı aşan her şey demektir. Çıplaklık da bu tür
kötülüklerden biridir. Yüce Allah'ın böyle bir şeyi emretmesi mümkün
değildir. Yüce Allah belirlediği sınırlara tecavüz edilmesini, örtü, haya ve
takvaya ilişkin emirlerine karşı çıkılmasını nasıl emreder? Sonra yüce
Allah'ın emir ve yasaları iddiayla olmaz. O'nun emirleri ve hükümleri
peygamberlerine indirdiği kitaplarında yer alır. Allah'ın sözlerinin ve
hükümlerinin öğrenileceği diğer bir kaynağın varlığı sözkonusu değildir.
Allah'ın kitabına ve Allah'ın peygamberinin tebliğine dayanmadığı sürece bir
insanın herhangi bir emrin Allah'ın hükmü olduğunu ileri sürmesi geçersiz
bir iddiadır. Çünkü Allah'ın dini hakkında söz söyleyen birinin dayanacağı
şey Allah'ın sözü ile kanıtlanmış kesin bilgi olmalıdır. Yoksa her insan
kendi arzusunu öne sürüp, bu Allah'ın dinidir iddiasında bulunduğu zaman,
bir kargaşanın baş gösterme imkânı doğmuş olur.
Kuşkusuz cahiliye aynı cahiliyedir. Ve o, her zaman
temel özelliklerini korur. İnsanlar cahiliyeye geriye dönüş yaptıkları her
seferse, benzer sözleri söylemiş, zaman ve mekân farklılığına rağmen
aralarında benzer düşünceler gelişmiştir. Günümüzde içinde yaşadığımız şu
cahiliye toplumunda bir yalancının çıkıp kendi arzusunun yönelttiği birtakım
şeyler söyleyip sonra da "İşte Allah'ın şeriatı" demediği gün olmuyor. Gün
geçmiyor ki, küstah ve büyüklük taslayan birinin çıkıp dinin belirlenmiş
emir ve yasaklarını inkâr edip "dinin böyle olması mümkün değildir", "dinin
böyle emretmesi imkânsızdır", "dinin bunu yasaklamış olması mümkün değildir"
demesin... Kanıt ise; kendi arzusudur tabii...
"Allah adına bilmediğiniz bir şeyi mi
söylüyorsunuz?"
Bu kötülüğü işlemelerini emredenin yüce Allah
olduğuna ilişkin iddiaları reddedildikten sonra yüce Allah'ın emrinin aksi
yönden belirdiği açıklanmaktadır. Yüce Allah her işte adalet ve dengeyi
emretmiştir, kötülük ve aşırılığı değil. İbadet ve ayinlerde Allah'ın hayat
metoduna uygunluğu, Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- indirdiği
kitaba başvurmayı emretmiştir. Sorunu her insanın arzusuna uyarak birtakım
şeyler söyleyip sonra da bunun Allah'ın dini olduğunu iddia edeceği şekilde
başıboş bırakmamıştır. Boyun eğmenin sırf kendisine yönelik olmasını,
kulluğun eksiksiz bir şekilde kendisi için olmasını emretmiştir. Hiç kimse
hiç kimsenin şahsından kaynaklanan kurallara uyamaz. Aynı şekilde hiç kimse
de bir başkasının şahsından kaynaklanan buyruklarına boyun eğemez.
"De ki; "Rabbim bana ölçülü ve dengeli olmayı
emretti. Her secde yerinde ve anında tüm varlığınızla O'na yönelerek
müşriklikten tamamen arınmış bir bağlılıkla O'na dua ediniz."
Allah'ın emrettiği budur. Bu da onların
söylediklerinin aksi bir durumdur. Bunları bize emreden Allah'dır iddiasında
bulunmalarına rağmen atalarına ve kendileri gibi kulların koyduğu yasalara
uymalarına, çıplaklık ve açık-saçıklığa karşıt bir açıklamadır. Çünkü yüce
Allah, Ademoğulları'na ayıp yerlerini örten ve onları süsleyen elbiseyi
göndermekte lütufta bulunduğunu belirtmektedir. Ayrıca bu, hayatları ve
ibadetleri için hükümler koyan iki ayrı kaynak edinmek suretiyle içinde
yüzdükleri şirk durumuyla da uyuşmayan bir durumdur.
Açıklamanın bu kesitinde hatırlatma ve uyarı yer
almaktadır. Sınanmaları için kendilerine belirlenen surenin sonunda yüce
Allah'a dönüşlerine, bu esnada biri Allah'ın emrine, biri de şeytanın emrine
uyan ïki gruba ayrılacaklarına işaret edilmektedir.
"...Sizi ilkin yarattığı gibi yine O'na
döneceksiniz."
"Allah, insanların bir kesimini doğru yola iletti,
bir kesimi de sapıklığı haketti. Çünkü onlar Allah'ı bir yana bırakarak
şeytanları dost edindiler ve (buna rağmen) doğru yolda olduklarını
sanıyorlar."
Bu büyük yolculuğa başlama noktası ile bitiş
noktasını, ilk hareket noktasını ve sona ulaşma noktasını birleştiren tek ve
olağanüstü bir açıklamadır.
"...Sizi ilkin yarattığı gibi yine O'na
döneceksiniz."
Yolculuğa iki grup halinde başlamışlardı; biri Adem
ve eşi, biri de şeytan ve adamları... Aynı şekilde de dönecekler.
İtaatkârlar babaları Adem ve anneleri Havva ile birlikte Allah'a teslim
olmuş, O'na inanmış ve O'nun emirlerine uymuşların grubu olarak dönecekler
(isyancılar da iblis ve adamlarıyla birlikte dönecekler). İblisi dost
edinmeleri, O'nun da onları dost edinmesi nedeniyle yüce Allah cehennemi
onlarla dolduracaktır. Halbuki kendilerinin doğru yolda olduklarını
sanıyorlardı.
Kuşkusuz yüce Allah, dostluğu Allah'a yönelik olanı
doğru yola iletmiş, dost olarak şeytanı seçenleri de saptırmıştır. İşte
onlar, iki grup halinde geri dönüyorlar:
"Allah insanların bir kesimini doğru yola iletti,
bir kesimi de sapıklığı haketti. Çünkü onlar Allah'ı bir yana bırakarak
şeytanları dost edindiler ve (buna rağmen) doğru yolda olduklarını
sanıyorlar."
Bakın, işte dönüyorlar. Hem de yolculuğun iki yanını
da kapsayan bir tabloda... Tabii ki, Kur'an'ın yöntemi üzere... Kur'an'ın
ifade tarzının dışında böyle bir şeyin gerçekleşmesi imkânsız bir şey çünkü.
İSRAF VE ALLÀH'IN
NİMETLERİ
Sonra surenin akışı, belirlenen yolda süren uzun
yolculuğu sunmadan önce bu duraklamada da "Ademoğulları"na yönelik çağrı
yinelenmektedir:
31- "Ey
insanoğulları, her mescide girişinizde güzel elbiseler giyiniz. Yiyiniz,
içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez. "
32- "De ki;
"Allah'ın kullarının yararına sunduğu güzellikleri ve temiz yiyecekleri kim
haram etti? De ki; Bunlar, dünya hayatında müminler içindir kıyamet günü ise
sadece onlarındır, biz ayetlerimizi bilenlere böyle ayrıntılı biçimde
açıklıyoruz. "
33- "De ki; Allah
sadece açık-gizli bütün kötülükleri, günahı, haksız saldırıyı, Allah'ın
hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmanızı ve Allah
hakkında bilmediklerinizi söylemeyi haram kıldı."
Bu cahiliye döneminde Arap müşriklerinin inançlarına
karşılık olarak sunulan inancın temel gerçeklerini iyice yerleştirmek için
yapılan vurgudan sonrâ yer alan bir başka vurgudur. Bu da büyük insanlık
hikayesiyle yüzyüze gelinirken, tüm Ademoğulları'na yönelik çağrının akışı
içinde yer almaktadır.
Bu gerçeklerden en belirgini, yüce Allah'ın kulları
için varettiği iyi şeyleri O'nun izni ve hükmü sözkonusu olmaksızın
yasaklamaları ile bu yasaklamayı gerçekleştiren ve Allah hakkında bilmeden
konuşan, bu konuda birtakım şeyleri ileri süren kimsenin doğrudan doğruya
sıfatı konumundaki şirk arasındaki ilgidir.
Yüce Allah, kullarına kendilerine gönderdiği
giysilerden oluşan süslerini, dış elbiselerini her ibadette giymeleri
çağrısında bulunuyor. Bu ibadetler arasında çıplak olarak yerine
getirdikleri ve bu esnada yüce Allah'ın yasaklamadığı tersine, kullarına bir
nimet olarak bahşettiği giysiyi yasakladıkları tavaf da yer alıyordu. Oysa
O'nun indirdiğine uymak (elbiseyi giymek) suretiyle ibadet etmeleri daha
iyiydi. Elbiseleri çıkarmak ve yaptıkları aşırılıklarla değil:
"Ey insanoğulları, her mescide girişinizde güzel
elbiselerinizi giyiniz."
Aynı şekilde yüce Allah, israfa kaçmaksızın
yiyeceklerin iyisinden yararlanmaları çağrısında bulunmaktadır:
"Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah
israf edenleri sevmez."
Gelen rivayetlerde Arap müşriklerinin tıpkı giysi
konusundaki yasaklamaları gibi yiyeceklerde de birtakım yasaklamalar
getirdikleri anlatılmaktadır. Bu da aynı şekilde Kureyş'in uydurduğu bir
şeydi kuşkusuz.
Müslim'in sahih'inde, Hişam'a Urve'den, o da
babasından şöyle rivayet etmektedir: "Hums (Kureyş) olanların dışındaki
Araplar Kâbe'yi çıplak tavaf ederlerdi. Hums ise, Kureyş ve Kureyşliler
arasında doğanlara denirdi. Kendilerine `Hums' adını veren Kureyşliler
müzdelifeden çıkmazlardı İnsanlar Arafat'a ulaştıklarında onlar şöyle
derlerdi: "Biz Harem ehliyiz. Birinin bizim elbiselerimizi giymeden Kâbe'yi
tavaf etmesi ve bizim bölgemize girdikten sonra bizim yiyeceklerimizden
başkasını yemesi olacak iş değildir. "Mekke'de ödünç elbise alacağı bir
arkadaşı bulunmayan ya da elbise kiralayacak kadar parası bulunmayan biri şu
ikisinden birini yapmak durumunda kalırdı: Ya Kâbe'yi çıplak tavaf ederdi,
ya da kendi elbisesiyle. Tavaf bittikten sonra da elbisesini çıkarıp atardı,
kimse de dokunmazdı. Bu elbiseye `atık' derlerdi."
Kurtubi'nin "Ahkam-ul Kur'an adlı tefsirinde şu
açıklama yer almaktadır: Cahiliye döneminde Araplar'ın hac zamanında etli
yemekler yemedikleri, hafif yiyeceklerle yetindikleri ve Kâbe'yi çıplak
tavaf ettikleri söylenmiştir. Bunun için onlara "Her mescide girişinizde
güzel elbiseleri giyiniz. Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz" denmiştir.
Yani size yasaklanmamış bir şeyi yasaklamak açısından aşırılığa düşmeyiniz.
İsraf, helâl olanı haram kılmakla olabileceği gibi, sınırı aşmakla da olur.
Bu bir açıdan o da bir açıdan sınırı aşmaktır çünkü.
Ayetlerin akışı, her mescide girişte güzel
elbiseleri giymeye ve güzel yiyecek ve içeceklerden yararlanmaya ilişkin
çağrıyla yetinmiyor, bunun yanında, yüce Allah'ın kulları için varettiği
güzellikleri ve temiz rızıkları haram kılmayı da kınıyor. Gerçekten bir
insanın -kendi görüşüne dayanarak yüce Allah'ın insanlar için varettiği
güzellikleri ve temiz şeyleri haram kılması ayıplanacak bir şeydir. Çünkü
Allah'ın hükmü olmaksızın herhangi bir şeyin haram ya da helâl kılması
sözkonusu olamaz.
"De ki; "Allah'ın kullarının yararına sunduğu
güzellikleri ve temiz yiyecekleri kim haram etti?
Bu ayıplamanın ardından şu güzel elbiseler ve şu
temiz rızıklar kendileri için bunları vareden Rabblerine inanmalarından
dolayı mümin olanların hakkı olduğu belirtiliyor. Her ne kadar bu dünyada
başkaları da bunlara ortak oluyorsa da bunlar kıyamet günü sırf kendilerine
özgü olacaktır. Kâfir olanların onlara ortak olması sözkonusu olmayacaktır.
"De ki; Bunlar dünya hayatında müminler içindir
kıyamet günü ise sadece onlarındır."
Durum bu değildir ki, onlara haram olsun, yüce
Allah'ın ahirette onlara ayırdığı bir şeyin haram olması mümkün değildir.
"Biz ayetlerimizi bilenlere böylece ayrıntılı
biçimde açıklıyoruz."
Bu dinin gerçeğini bilenler, bu açıklamadan
yararlanan kimselerdir.
Yüce Allah'ın gerçekten haram kıldığına gelince; bu
giysilerden dengeli bir şekilde süslenme, savurganlık ve kibirlenmeye
kaçmaksızın yiyecek ve içeceğin iyisinden yararlanmak değildir. Yüce
Allah'ın gerçekten haram kıldığı onların yaptıklarıdır.
"De ki; "Allah sadece açık-gizli bütün kötülükleri,
günahı, haksız saldırıyı, Allah'ın hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri
O'na ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediklerinizi söylemenizi haram
kıldı."
Allah'ın haram kıldığı budur. İnsanların görebildiği
ya da göremediği kötülükler ve Allah'ın belirlediği sınırları aşan
davranışlar. Günahlar... -genel anlamda Allah'ın emirlerine yapılan her
isyan günah olarak nitelendirilmektedir Haksız saldırı... Allah'ın
belirlediği şekliyle hak ve adalete uymayan her davranış demektir bu...
Allah'ın kendilerine hiçbir güç ve yetki vermediği şeyleri ve kimseleri
ilâhlığın özelliklerinde Allah'a ortak koşma... Cahiliye toplumunda olup
bitenler bu açıklamanın kapsamına girmekteydi ve bu, her cahiliye toplumunda
yaşanan bir olgudur. İnsanlar için kanunlar koymak suretiyle Allah'a ortak
koşma, kimilerine ilâhlığın özelliklerini verme... Allah hakkında
bilmedikleri şeyleri söyleme... Tıpkı müşriklerinin helâl kılma ve haram
kılmada söyleyip bir bilgiye ve kanıta dayanmaksızın Allah'a mal ettikleri
sözler gibi...
İlk defa bu ayetlerle muhatap olan ve aşağıdaki
kınamayla karşı karşıya kalan müşriklerin durumuna ilişkin olarak gelen
rivayetler oldukça ilginçtir. "De ki, Allah'ın kullarının yararına sunduğu
güzellikleri kim haram etti? Kelbi şöyle rivayet etmektedir: "Müslümanlar
elbise giyerek Kâbe'yi tavaf edince, müşrikler onları kınadılar... Ayet
bunun üzerine nazil oldu."
Cahiliye, taraftarlarına neler yapıyor, görün.
Fıtratları yozlaşmış ve Kur'ana Kerim'in Adem ve Havva'ya ilişkin olarak
"... Ağacın meyvesinden tadar-tatmaz ayıp yerleri meydana çıktı. Bunun
üzerine cennet yaprakları ile örtünmeye koyuldular" şeklinde sözünü ettiği
sağlam fıtrattan uzaklaşmış, sapmış birtakım insanlar Allah'ın evini çıplak
tavaf ediyorlar. Bu, yetmiyormuş gibi, müslümanları giyinik olarak, yüce
Allah'ın insanları onurlandırmak ve örtmek, fıtrî sağlamlığı ve güzelliği
içinde fıtratlarının temel özelliklerini geliştirmek ve onları hayvansal
çıplaklıktan, hem bedensel, hem de ruhsal çıplaklıktan kurtarmak için
insanlara lütfettiği güzellikler içinde Kâbe'yi tavaf ederken görünce...
Allah'ın yarattığı fıtrat uyarınca Allah"ın lütfettiği güzel giysiler içinde
Allah'ın evini tavaf ederken görünce onları "kınıyorlar."
Cahiliye insanları bu hale getirir, işte...
Fıtratlarını, zevklerini, düşüncelerini, değer ve ölçülerini işte böyle
yozlaştırır, altüst eder... Acaba çağdaş cahiliye, bu konuda insanlara Arap
cahiliyesinde eski Yunan cahiliyesinde Roma cahiliyesinde, eski İran
cahiliyesinde ve her zaman ve her yerdeki cahiliyelerde yaptıklarından
farklı bir şey mi yapmaktadır?
Çağdaş cahiliye, insanların elbiselerini
çıkarmaktan, onları Allah korkusu ve utanma duygusundan uzaklaştırmaktan
başka bir şey mi yapıyor? Bu çıplaklığı ilericilik, çağdaşlık ve yenilik
olarak kitlelere kabul ettirmiyor mu? Örtünen özgür ve iffetli müslüman
kadınları "gericiler", "gelenekçiler" ve "köylüler" diye ayıplamıyor mu?
Yozlaşma aynı yozlaşmadır. İnsanların sağlam
fıtrattan uzaklaşıp çarpık bir karaktere sahip olmaları yinelenmiştir.
Ölçülerdeki başkalaşım aynı başkalaşımdır. Bütün bunlardan sonra aynı
büyüklenme duygusudur egemen olan.
"Böyle bir direktif mi almışlar? Tersine onlar azgın
bir millettir." (Zariyat -53)
Şu çıplaklık, şu yozlaşma, şu hayvanlaşma ve şu
büyüklenme ile şirk ve Allah`ın dışında insanlar için yasalar koyan sahte
tanrılar arasındaki ilgi açısından cahiliye toplumları arasında ne gibi bir
fark vardır?
Şayet Arap müşrikleri, kâhinlerin, tapınak
bekçilerinin ve kabile önderlerinin buyruklarına göre hareket eden
benzerleri diğer eski cahiliye toplumları gibi şu çıplaklık konusunda yarım
adadaki egemenliklerini garantiye almak için onların bilgisizliklerini
istismar eden, akıllarını hiçe sayan yeryüzünün sahte tanrılarının
buyruklarına göre hareket etmişlerse günümüz müşrik erkek ve kadınları da bu
konuda yeryüzü tanrılarının buyruklarına göre hareket ediyor, bunlara
uymazlık edemiyor. Kadınıyla, erkeğiyle çağdaş cahiliye mensuplarının
kendilerini kurtaramadıkları bu çılgınlığın gerisinde moda evleri ve
stilistleri,. güzellik uzmanları ve güzellik salonları denen sahte tanrılar
yer almaktadır. Bu tanrılar emirler yağdırırlar, ardından yeryüzünün her
tarafındaki züppeler ve çıplak hayvanlar onur kırıcı bir itaatle bu
buyrukları hemen uygularlar. Bu seneki yeni moda herhangi bir kadının boyuna
posuna uysa da uymasa da, güzellik için öngörülen şatafatlar kendisine uygun
olsa da olmasa da bu zavallı kadın ister istemez hepsini uygulayacaktır. Bu
sahte tanrıların emirlerine itaat edecektir. Yoksa çevresindeki diğer
hayvancıklar tarafından ayıplanır.
Moda evlerinin, güzellik salonlarının, çıplaklık ve
teşhir kamplarının, bu kızgın hamleyi yönlendiren bilimlerin, fotoğrafların,
roman ve hikâyelerin, dergi ve gazetelerin gerisinde kimler vardır? Bir
kısmı, ahlâksızlık için tercih edilecek ve elden ele dolaştırılacak duruma
gelmiş dergi ve hikâyelerin bu duruma gelmesinde kimlerin parmağı vardır?
Evet bütün bunların gerisinde yer alanlar kimlerdir?
Bütün dünyada, tüm bu iletişim araçlarının gerisinde
yer alanlar yahudidir... Yahudiler, ruhsal hezimete uğramış bu hayvanların
üzerinde tanrılık yetkilerini ve özelliklerini ellerinde tutuyorlar. Her
yerde başlattıkları bu akımlar aracılığıyla hedeflerine ulaşıyorlar. Bu
salgınlar aracılığıyla bütün dünyayı oyuncak haline getirmek, bunun ardından
psikolojik ve ahlâki çözülmeyi yaygınlaştırmak, insan fıtratını yozlaştırıp
moda ve güzellik uzmanlarının ellerinde oyuncak haline getirmek onların
hedefleri arasında yer almaktadır. Sonra kumaş, süs ve güzellik araçlarının
ayrıca bu pazara dayanan ve ondan beslenen birçok sanayi ürünlerinin
tüketimindeki savurganlıkla ekonomik hedeflerine ulaşmayı amaçlamaktadırlar.
Kuşkusuz elbise ve kıyafet sorunu, Allah'ın
şeriatından ve O'nun hayat sisteminden kopuk olarak ele alınacak bir sorun
değildir. Surenin akışı içinde bu sorunla iman ve şirk sorunu arasındaki bu
ilginin kurulması bu yüzdendir.
Bu sorunun inanç sistemi ve şeriatla çeşitli
yönlerden ilgisi vardır.
Her şeyden önce bu sorun,Rabblık sorunuyla
ilgilidir. Bu konularda insanlar için hükümler koyan, hem ahlâk, hem ekonomi
hem de hayatın birçok yönünde derin etkisi bulunan mercinin belirlenmesiyle
ilgilidir.
Cahiliye, düşünceleri, zevkleri, değerleri ve
ahlâkları yozlaştırır. Böylece hayvanlara özgü çıplaklığı, açık-saçıklığı
ilericilik, gelişmişlik olarak nitelendirir, bunun yanında insana özgü
örtünmeyi de gelişmemişlik, gericilik olarak nitelendirir. İnsan fıtratının
ve insanî özelliklerin bundan daha fazla yozlaşması, tersyüz olması
düşünülemez.
Bütün bunlardan sonra bazı cahiliye mensubu kişiler
kalkıp bize şunu söylüyorlar: Dinle kıyafetin ne ilgisi var? Kadın giyimiyle
dinin ne alâkası var? Güzellik, dini neden ilgilendirsin?.. İşte bu, her
zaman ve her yerdeki cahiliye toplumlarında insanların yaşadığı bir
yozlaşma, bir tersyüz olma durumudur.
Ayrıntılı bir sorun olarak belirmesine karşın
Allah'ın ölçüsünde ve islâmın değerlendirmesinde bu denli önemsediği için
öncelikle tevhid ve şirk sorunuyla ilişkisi bulunduğu için, ikinci olarak
insan fıtratının, ahlâki yapısının, toplumun ve hayat düzeninin sağlam ya da
bozuk oluşuyla ilişkili olduğu için... Surenin akışı bu sorunun üzerine,
güçlü, etkin ve vurgulu bir değerlendirme yapıyor. Büyük inanç sistemine
ilişkin konuları ele alırken başvurduğu yöntemle soruna değiniyor.
İnsanoğluna, yeryüzünde hayatlarının sınırlı ve belirlenmiş olduğuna, süre
dolduğu zaman bir saat geriye ya da ileriye alınmasına imkân bulunmadığına
ilişkin bir uyarıda bulunmak suretiyle sorun üzerine etkin bir değerlendirme
yapıyor.
TOPLUMLARIN ECELİ
34- "Her toplumun
belirlenmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde onu ne bir an
erteleyebilirler ve nede bir an öne alabilirler. "
Kuşkusuz bu, inanç sisteminin temel gerçeklerinden
biridir. Ayetlerin akışı bununla, hayatın sürmesine aldanmamaları konusunda
uyarmak amacıyla, Allah'ı anmayan, O'na şükretmeyen gafil gönüllerin teline
dokunuyor.
Burada sözkonusu edilen `ecel', ya her insanın
ölümüyle, hayatının sona ermesiyle dolan "ecel"dir ya da her milletin
yeryüzündeki güçleri ve hakimiyetleri anlamındaki `ecel'idir. İster bu olsun
ister şu olsun, farketmez. Bir an bile öne alınması ya da geciktirilmesi
mümkün değildir bunun.
Bu gezintiyi tamamlamadan önce, gerek -En'am
suresinde (3) sözkonusu edilen kurbanlar, adaklar ve bunlara ilişkin olarak
belirlenen haramlar ve helaller konusunda gerekse bu surede sözkonusu edilen
giyecek ve yiyecek konusunda cahiliye mensuplarının tutumlarını karşılarken
Kur'an'ın ifade yöntemindeki şaşırtıcı benzerliği belirtmeden geçemeyeceğiz.
Kur'an'ın ifade yöntemi, kurbanlar, adaklar,
hayvanlar ve meyveler konusunda öncelikle cahiliyenin fiilen uyguladığı
gelenekler ve uyguladıkları bu geleneklerin Allah'ın hükmü olduğunu -Allah'a
iftira atarak- ileri sürmeleriyle söze başlamıştı. Sonra, kendilerinin haram
kıldıkları şeyin Allah tarafından haram kılındığına ve helâl kıldıkları
şeyin Allah tarafından helâl kılındığına ilişkin olarak dayandıkları bir
kanıtın olup olmadığını sormuştu.
"...Yoksa Allah'ın size bu direktifi verdiğinin
somut tanıkları mısınız? Körü körüne insanları yoldan çıkarmak amacı ile
Allah' a iftira eden, Allah adına yalan uyduran kimseden daha zalim kim
olabilir? (En'am: 144)
Daha sonra, ilâhlığın özelliklerinden olan
hakimiyeti ellerine geçirmekte somutlaşan bu şirklerini Allah'ın kaderine ve
kendilerine yönelik buyruğuna dayandırmaya çalışmak suretiyle bu
karşılaşmadan kaçışlarını gözler önüne sermişti:
"Müşrikler diyecekler ki; "Eğer Allah dileseydi ne
biz ve atalarımız O'na ortak koşar ve ne de bir şeyi yasaklardık." Onlardan
öncekilerle bu şekilde peygamberlerini yalanladılar da azabımızın acısını
tattılar. Onlara de ki; "Önümüze koyacağınız bir bildiğiniz var mı? Siz
sadece sanının, yakıştırmaların peşinden gidiyorsunuz, sırf tahminlere
dayanıyorsunuz.
-"De ki; "Yetkin delil Allah'ın tekelindedir. Eğer o
dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi.
-De ki; "Allah'ın bu yasakları koyduğuna şahitlik
edecek tanıklarınızı getiriniz bakalım. Eğer onlar bu yolda şahitlik
ederlerse, sakın şahitliklerini onaylama. Ayetlerimizi yalanlayanların,
ahirete inanmayanların ve Rabblerine eş koşanların keyfi arzularına uyma.
(En'am 148-150)
Müşriklerin Allah'a mal ederek ileri sürdükleri bu
batıl hükümler yalanlandıktan sonra Peygamberimizin onlara; geliniz, bu
konuda doğru, tek, güvenilir ve ondan başkasına başvurmanın doğru olmadığı
kaynağa dayanarak yüce Allah'ın size haram ettiklerinin ve emrettiklerinin
gerçek mahiyetini açıklayayım demişti.
"De ki; Geliniz, Rabbinizin neleri yasakladığını
size söyleyeyim: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ana-babaya karşı iyi
davranınız. Yoksulluk kaygısı ile evlatlarınızı öldürmeyiniz. Sizin de
onların da rızkını biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de
yaklaşmayınız. Haklı bir gerekçe yokken Allah'ın dokunulmaz saydığı cana
kıymayınız. İşte Allah ola ki düşünürsünüz diye size bu direktifleri veriyor
(En'am 151)
Burada da aynı sıra ve adımlar takip edilmiştir.
Çıplaklık kötülüğü ve giyecek ve yiyecekler konusunda yasaklar (haramlar) ve
serbestler (helaller) belirleme bakımından egemenlik iddiasında bulunmakla
içine düştükleri şirk durumu anlatılmıştı. Bu kötülük ve şirkten sakınmaları
gerektiği vurgulanmıştı. Bunun yanında şeytanın yaptıkları ve komplosu
sonucu anne ve babalarının cennette tek başına gelen çıplaklık trajedisi
dile getirilmiş ve yüce Allah'ın ayıp yerlerini örten giysilerle
süslenmelerini sağlayan giysileri göndermekle onlara yönelik nimeti
hatırlatılmıştı. Ardından bu konuda belirledikleri yasaklar (haramlar) ve
serbestler (helallerin) için bunlar Allah'ın hükmüdür! O'nun emridir
demeleri tuhaf karşılanarak reddedilmişti:
"De ki; Allah'ın kullarının yararına sunduğu
güzellikleri ve temiz yiyecekleri kim haram etti? De ki, "Bunlar, dünya
hayatında müminler içindir, kıyamet günü ise sadece onlarındır. Biz
ayetlerimizi bilenlere böyle ayrıntılı biçimde açıklıyoruz.
Burada kesin bilgiden söz edilmektedir, müşriklerin
dinlerini, düşünce yapılarım, ibadetlerini ve yasalarını dayandırdıkları
sanılardan ve yalanlardan değil. İşledikleri kötülüklere ilişkin ileri
sürdükleri asılsız kuruntular boşa çıkarılınca Kur'an'ın ifade yöntemi yüce
Allah'ın gerçekten onlara haram kıldığı şeyleri açıklamaya koyulmuştu:
-"De ki Allah sadece açık-gizli bütün kötülükleri,
günahı, haksız saldırıyı, Allah'ın hakkında hiçbir delil indirtmediği
şeyleri O'na ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediklerinizi söylemeyi
haram kıldı."
Nitekim daha önce de giyecek ve yiyecekler konusunda
yüce Allah'ın emrettiği gerçekleri açıklamış onların Allah'a dayandırarak
ileri sürdükleri hükümlerin geçersizliğini açıklamıştı:
"Ey insanoğulları her mescide girişinizde güzel
elbiseler giyiniz, yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf
edenleri sevmez."
Her iki karşılaşmada da sorun bütünüyle iman ve şirk
sorununa bağlanmıştı. Çünkü bu özü itibarıyla hakimiyet sorunudur,
insanların hayatı üzerindeki hakimiyet yetkisinin kime ait olacağı
sorunudur. İnsanların kulluklarının kime yönelik olacağı sorunudur.
Sorun aynı sorundur. Ve bu sorun. karşılanırken aynı
yönteme başvurulmakta, aynı adımlar takip edilmektedir. Ve kuşkusuz ulu
.Allah doğru söylüyor!
"...Eğer Kur'an Allah'dan başkası tarafından gelmiş
olsaydı, içinde mutlaka birçok çelişkiler bulurlardı." (Nisa: 82)
En'am suresi ile A'raf suresinin tabiatlarını
incelediğimizde, inanç sorununun irdelendiği bu iki farklı alanda Kur'an'ın
ifade birliği ve önemi daha bir belirginleşmektedir. Çünkü alanları
farklılığı, temel sorunlarda cahiliyeye karşı başvurulan metodun birliğine
engel oluşturmaz. Ve kuşkusuz bu Kur'an-ı indiren ulu Allah eksikliklerden
uzaktır, yücedir.
AYETLERİ
DOĞRULAYANLAR VE YALANLAYANLAR
Şu anda... ilk yaradılış hikâyesi ile bedenin
giysilerle, ruhun da Allah korkusuyla örtülmesi konusunda Arap cahiliyesinin
bunun da ötesinde tüm cahiliye toplumlarının karşılanması, aynı zamanda bu
sorunun tümden büyük inanç sorununa bağlanması üzerine yapılan değerlendirme
amaçlı bu uzun duraklamanın ardından...
Evet, şimdi de insanoğluna yönelik yeni bir çağrı
başlıyor. Geçen duraklamada giysi sorununun bağlandığı büyük sorunla ilgili
bir çağrı... dini kurallar ve yasalar konusunda, hayata ilişkin durumlarda
ve sistemlerde başvurulacak ve uyulacak merci sorunu... İnsanların
başvuracakları yönü belirlemek içindir bu. Bu yön Rabblerinden getirdikleri
mesajı duyuran Peygamberlerin -salât ve selâm üzerine olsun- yönüdür. Bu
gezintide ayetlerin akışının değindiği yolculuğun sonunda gerçekleşecek
hesaplaşma ve yapılanların karşılık görmesi olayı peygamberlerin çağrısına
uyma ya da uymama temeline göre olacaktır:
35- "Ey
insanoğulları, size sizden olan peygamberler gelerek, ayetlerimi
açıkladıkları zaman kimler kötülüklerden sakınıp kendilerini düzeltirlerse,
onlar için artık korku sözkonusu değildir ve onlar üzülmezler de. "
36- "Ayetlerimizi
yalanlayanlar, onlara burun kıvıranlar ise, orada ebedi kalmak üzere
cehennemliktirler. "
Yüce Allah'ın Adem ve evlatlarıyla yaptığı sözleşme
budur. Budur O'nun yarattığı ve üzerindeki süreyi belirlediği yeryüzünde
halifelik yapmanın şartı. Yüce Allah, bu şart ve sözleşme uyarınca
üstlendiği fonksiyonu yerine getirmesi için insan türünü yeryüzüne halife
kılmış ve oraya yerleştirmiştir. İnsanın bu sözleşme ve şarta uymayan tüm
davranışları dünyada Allah'a teslim olmuş kişilerce reddedilecek ve
onaylanmayacaktır. Aynı zamanda, O, ahiretteki karşılığı cehennem ateşi olan
bir günah yüklenmiştir. Yüce Allah bu günaha karşılık bir diyet ya da bir
bedel kabul etmeyecektir.
"...Kimler kötülüklerden sakınıp kendilerini
düzeltirlerse, onlar için artık korku sözkonusu değildir ve onlar hiç
üzülmezler de."
Çünkü takva (Allah korkusu) onları günahlardan ve
kötülüklerden uzak tutar, -kötülüklerin en iğrenci de Allah'a ortak koşmak,
onun egemenliğini gaspetmek, ilâhlık özelliklerini iddia etmektir- onları
güzel şeylere, Allah'ın emirlerine uymaya yöneltir. Sonuçta onları korkudan
emin oldukları ve hoşnut oldukları bir yere vardırır.
"Ayetlerimizi yalanlayanlar, onlara burun kıvıranlar
ise orada ebedi kalmak üzere cehennemliktirler."
Çünkü yalanlama ve Allah'ın sözleşmesine ve şartına
uymaya burun kıvırma, bu müstekbirlerin (büyüklük taslayanların) dostları
olan iblisle ateşte buluşmalarına neden olur. Böylece yüce Allah'ın vaadi
gerçekleşmiş olur:
"Andolsun ki, insanlardan kim sana uyarsa onları ve
sizi birlikte cehenneme dolduracağım."
ÖLÜM SAHNESİ
Buradan itibaren, ayetlerin akışı geçen gezintinin
sonunda işaret edilen ecelin sona ermesiyle gerçekleşen ölüm sahnesini
sunmaya başlıyor. "Her toplumun belirlenmiş bir eceli vardır. Ecelleri
geldiğinde onu ne bir an erteleyebilirler ve ne de bir an öne alabilirler."
Ardından mahşer ve hesaplaşma sahnesini, bir de insanlar arasında hüküm
verme ve dünyadayken yapılanların karşılığını görme sahnesini sunuyor. Bu
sahneler, sanki daha önce özetle dile getirilen Allah'dan sakınan
muttakilerle büyüklük taslayanların (müstekbirlerin) durumunun ayrıntılı
biçimde ele alınışı amacına yöneliktir. Belirlenen ecelin bitiminden sonra
muttekilerle müstekbirlerin başına gelenlerin tasviri niteliğindedir.
Kur'an'ın eşsiz yöntemiyle yapılan bir tasvirdir bu. Kur'an'ın yöntemi,
Kur'an-ı okuyanın ve dinleyenin göreceği ve tüm varlığıyla seyredeceği
biçimde canlı ve hareketli olarak gözler önüne getirir sahneleri...
Kur'an'ın ifade yöntemi, kıyamet sahnelerine
dirilişi ve hesaplaşma, nimet ve azap sahnelerine büyük önem vermiştir.
Yaşadığımız dünyadan sonra yüce Allah'ın insanlara vadettiği bu öte dünya
sadece vasfedilmemiş, aynı zamanda somut, canlı, hareketli, açık ve belirgin
bir şekilde tasvir edilmiştir. Müslümanlar bu alemde eksiksiz bir şekilde
yaşamışlardı. Sahnelerini görmüş, ondan etkilenmişlerdi. Kimi zaman kalpleri
titremiş, kimi zaman bedenleri ürpermiş, ardından tekrar huzura
kavuşmuşlardı. Uzakta onlar için cehennem ateşinin kavurucu alevi belirmiş,
bazen cennetten hoş meltemler esivermiştir. Bu yüzden vadedilen gün gelmeden
önce, o alemi tam anlamıyla öğrenmişlerdi. Onların bu aleme ilişkin
sözlerini ve duygularını izleyen biri, onların şu dünyadaki hayatlarından
daha derin ve daha doğru bir biçimde o alemde yaşadıklarını anlardı. Onlar
bütün duygularıyla o aleme taşınırlardı. Tıpkı insanın bir evden diğer bir
eve, bir bölgeden diğer bir bölgeye taşınması gibi. Hem de daha şu gözle
görülen ve algılanan dünya hayatındayken. Öte dünya onların duygularında
vadedilen bir gelecekten ibaret değildi, gözle görülen bir realiteydi.
Belki de burada sunulan sahneler, Kur'an-ı Kerim'de
yer alan kıyamete ilişkin sahnelerin en uzunları, en hareketlileridir.
Peşpeşe gelen manzaralar en çok barındıran ve birçok karşılıklı konuşmayı
içeren sahnelerdir. Tüm bunları öylesine coşkun bir canlılıkla
sunmaktadırlar ki, bütün bunların kelimelerle nasıl ifade edildiğine hayret
ediyor insan. Çünkü tüm bunları bizzat görmedikçe algılamak mümkün değildir.
Daha önce de söylediğimiz gibi bu sahneler, Adem
peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- hikâyesi, O'nun ve eşinin
şeytanın aldatması sonucu cennetten çıkarılması üzerine yapılan bir
değerlendirme olarak yer alıyorlar. Ayrıca anne-babalarını cennetten
çıkardığı gibi, onları da tuzağa düşürmemesi için yüce Allah tarafından
Ademoğulları'na bir uyarı niteliğindedirler. Yüce Allah, insanları eski
düşmanlarının telkinlerine ve vesveselerine uymaları konusunda uyarıyor.
Peygamberlerin getireceği doğru yol kılavuzu ve şeriata uyacaklarına şeytana
uymayı tercih ettikleri takdirde dostlarının şeytan olacağını vurgulayarak
insanları tehdit ediyor. Sonra ayetlerin akışı, ölüm sahnesini ardından da
aralarında bir zaman farkı yokmuş gibi kıyamet sahnelerini sunuyor. Bir de
bakıyoruz ki, orada olup bitenler şu peygamberlerin haber verdiklerini
doğruluyorlar. Şeytana uyanlara cennete dönüş yasaklanıyor. Anne-babaları
çıkarıldığı gibi, oradan alıkonuluyorlar. Şeytana karşı çıkıp Allah'a itaat
edenlerse, cennete geri dönüyorlar ve yüceler aleminden şöyle sesleniliyor
onlara:
"İşlediğinize karşılık olarak işte size varis
olduğunuz cennet." (A'raf 43)
Tıpkı göçmenlerin ve gurbetçilerin mutluluk ülkesine
dönüşleri gibi.
Geçen hikâye ile bu hikâye üzerine yapılan
değerlendirmeler ve hemen ardından yer alan ve başından sonuna kadar
birtakım güzellikleri barındıran kıyamet sahneleri arasındaki bu uyum
içinde... Bu hikâye ruhlar aleminde meleklerin hazır bulunduğu bir sahnede
başlıyor. -Yüce Allah o gün Adem ve eşini yaratıp cennette yerleştiriyor.
Şeytan onları aldatıp eksiksiz ve saf kulluk ve itaat derecesinden aşağı
düşürüyor ve onların cennetten çıkarılmalarına neden oluyor- yine meleklerin
hazır bulunduğu bir sahneden sona eriyor... Evet bu ahenk içinde başlangıçla
sonuç birleşiyor. Arada dünya hayatı, en sonunda da ölüm yer alıyor. Bu da
başlangıç ve sonuçla birlikte ortada tam bir düzen oluşturuyor.
Şimdi bu olağanüstü sahneleri sunmaya başlayalım.
ÖLÜMDEN SONRA
KÂFİRLERİN TAVRI
İşte, ölüm sahneleriyle karşı karşıyayız... Allah'a
iftira eden, O'nun adına yalan söyleyenlerin ölüm sahnesi... Bunlar
babalarından devraldıkları düşünce ve ayinleri, kendi kendilerine
yasalaştırdıkları gelenek ve hükümleri Allah'ın emri olarak ileri
sürmüşlerdi.
Peygamberlerin getirdiği Allah'ın ayetlerini
yalanlayanların -oysa inanılması gereken Allah'ın hükmü budur- zan ve yalanı
bilgiye ve gerçeğe tercih edenlerin ölüm sahnesi... Bunlar kendileri için
belirlenen dünya nimetlerinden, paylarını aldıkları gibi, peygamberlerin
getirdiği ve onlara duyurduğu Allah'ın ayetlerinden de paylarını almışlardı:
37- "Allah adına
yalan uydurandan ya da O'nun ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kim
olabilir? Onlara kitaptaki payları erişir. Sonunda canlarını almak üzere
elçilerimiz yanlarına geldiklerinde kendilerine `Allah'ın dışında taptığınız
putlar hani nerede? deyince, "Koyup gittiler bizi' derler. Böylece kâfir
olduklarına dair kendileri şahitlik ederler.
İşte şimdi Allah'a iftira eden, O'nun adına yalan
söyleyen ya da O'nun ayetlerini yalanlayanların sahnesiyle karşı karşıyayız.
Allah'ın elçileri olan melekler gelmiş canlarını alıyorlar. Bu esnada
aralarında şu karşılıklı konuşma geçiyor.
"...Allah'ın dışında taptığınız putlar hani nerede"
dediler.
Allah'a iftira ederek ileri sürdüğünüz iddialar
nerede? Dünyada dost edindiğiniz ve peygamberlerin diliyle size ulaşan
Allah'ın mesajından sizi alıkoyan tanrılarınız hani? Şu anda hayatınız
elinizden alınmakta ve sizi ölümden kurtaracak, Allah'ın belirlediği zamanı
bir an olsun geciktirecek kimse bulamıyorsunuz. Hani nerede o sahte
tanrılarınız?
Verilen cevap, o kaçınılmaz, net ve biricik cevap
oluyor.
"(..) Koyup gittiler bizi' derler."
Göremiyoruz onları, kaybolup gittiler. Nerede
olduklarını bilmiyoruz. Yanımıza da gelmiyorlar?.. Kullukla yöneldikleri
tanrılarının yol göstermediği, böylesine sıkıntılı bir anda yardım edemediği
kulların durumu ne acı... Böyle anlarda kullarına yol göstericilik yapamayan
tanrılara yazıklar olsun.
"(...) Böylece kâfir olduklarına dair kendilerine
şahitlik ederler."
Aynı şekilde onları surenin akışı içinde,
dünyadayken kendilerine Allah'ın azabı geldiğinde bu tür bir tavır içinde
görmüştük.
"Azabımıza uğradıkları andaki tek feryatları `Biz
gerçekten zalimdik' demekten ibaret oldu."
CENNET VE CEHENNEM
MANZARALARI
Ölüm sahnesi sona erince, kendimizi bir sonraki
sahnenin karşısında buluyoruz. Az önceki ölüm sahnesinde yer alanlar bu
sefer ateştedirler... Ayetlerin akışı iki sahne arasında olup bitenden söz
etmiyor. Ölüm, diriliş ve mahşer arasındaki süreyi atlıyor. Sanki az önce
ölüm sahnesinde yer alanlar, evlerinden alınıp ateşe konulmuşlar gibi.
38- "Allah onlara
"Sizden önce gelip göçen cin ve insan toplulukları yanında cehenneme giriniz
" der. Her cehenneme giren topluluk yoldaşına lânet okur. Sonunda hepsi
biraraya gelince sonrakiler, kendilerinden öncekiler için "Ey Rabbimiz, bizi
bunlar yoldan çıkardı, onun için bunlara bir kat daha fazla cehennem azabı
çektir" derler. Allah da onlara "Herbirinizin azabı ikiye katlanmıştır, ama
bilmiyorsunuz. "
39- "Öncekiler de,
kendilerinden sonrakilere "Sizin de bizden bir farkınız yoktu. O halde siz
de işlediğiniz kötülüklerin karşılığı olan azabı çekiniz " derler.
"(...) Sizden önce gelip geçen cin ve insan
toplulukları yanında cehenneme giriniz."
Burada, ateşte, cin ve insanlardan arkadaşlarınıza,
dostlarınıza katılın... Rabbine isyan eden iblis değil miydi? O değil miydi
Adem ve eşini cennetten çıkaran? Evlâtlarından saptırdığını saptıran o değil
miydi? Yüce Allah'ın O'nu ve O'na kananlar ateşe dolduracağını vadettiği o
değil miydi?.. O halde birlikte girin ateşe... Öncekiler ve sonrakiler
giriniz. Çünkü hepiniz birbirinizin dostusunuz. Birbirinizden farkınız yok
sizin.
Dünyadayken bu milletler, topluluklar ve gruplar
birbirlerinin dostlarıydılar. Sonrakiler önce gelenleri takip ederdi.
Uyulanlar uyanlara direktifler verirlerdi. Bugünse, aralarında nasıl kin baş
gösterdiğini, birbirlerine nasıl kötü sıfatlarla hitap ettiklerini görelim:
"(...) Her cehenneme giren topluluk yoldaşına lânet
okur."
Sonunda oğulun babasını lânetlemesi, efendisinin
kölesine sahip çıkmaması, tanımazlıktan gelmesi ne kötü...
"(...) Hepsi biraraya gelince..."
Sonrakilerle öncekiler buluşunca, uzaklarla yakınlar
birleşince, aralarında çekişme ve tartışma başlar:
dan çıkardı, onun için bunlara bir kat daha fazla
cehennem azabı çektir' (derler.)
Komedileri ya da trajedileri böyle başlar. Sahne
birbirine dost olanları ve yardakçıları ortaya çıkarıyor. Bunlar düşmanlar
gibi birbirlerini tanımazlıktan geliyorlar, bazısı bazısını itham ediyor.
Kimisi kimisine lânet okuyor. "Rabbimiz"den en kötü cezayı vermesini
istiyor. İftira attıkları, ayetlerini yalanladıkları "Rabbimiz"den... Bu
günse, sadece O'na dönüyorlar, dua ederek O'na yöneliyorlar. Gelen cevap tam
da dualarına karşılık oluyor.. Ama ne karşılık...
"(...) Allah da onlara "Herbirinizin azabı ikiye
katlanmıştır, ama bilmiyorsunuz der."
Hem size hem de onlara isteğiniz "azabın ikiye
katlanması cezası" verilmiştir.
Duanın cevabını duydukları zaman aleyhlerinde duada
bulunanlar dua edenlere karşı adeta seviniyorlar. Onlara dönüp şamatayla
"hep birlikte bu cezayı haketmişsiniz' derler.
"Öncekiler de kendilerinden sonrakilere "sizin de
bizden bir farkınız yoktu. O halde siz de işlediğiniz kötülüklerin karşılığı
olan azabı çekiniz" derler."
Bu alaylı ve aşağılayıcı sahne de böylece bitmiş
oluyor, ardından bu değişmez sona ilişkin bir açıklama ve bir vurgu yer
alıyor. Bu da nimetler yurdundaki müminlerin oluşturduğu karşıt sahnelerin
sunulmasından önce yapılıyor.
40- "Ayetlerimizi
yalanlayanlar ve onlara burun kıvıranlar var ya, gökyüzü kapıları yüzlerine
açılmaz ve deve, iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremezler. Biz ağır
suçluları işte böyle cezalandırırız. "
41- Onlara bir
cehennem döşeği ile üzerlerini örtecek bir cehennem yorganı verilir. Biz
zalimleri işte böyle cezalandırırız.
Bu harikulade sahnenin önünde istediğin gibi durup
düşünebilirsin... İğne deliğinin karşısında bir deve... Kocaman devenin
geçmesi için bu küçücük delik açıldığında o zaman -ama sadece o zaman- şu
yalanlayanlar için gök kapılarının açılması, dualarının ya da tevbelerinin
kabul edilmesini -ne yazık ki vakit geçmiştir- onların nimetler yurduna,
cennete girmelerini bekleyebilirsin. Ama şu anda, deve iğnenin deliğinden
geçene kadar onlar ateşte olacaklar. Buluştukları birbirlerine katıldıkları
birbirlerini kınayıp lânetleştikleri, kimisi kimisine en kötü cezaya
çarptırılması isteği ve dostun dostuna isteğini hep birlikte tattıkları
cehennemde kalacaklar.
"(...) Biz ağır suçluları işte böyle
cezalandırırız."
Sonra ateşteki yaşayışlarını seyret:
"Onlara bir cehennem döşeği ile üzerlerine örtecek
bir cehennem yorganı verilir."
Cehennem ateşinden bir döşek vardır altlarında... Bu
döşek -alaya almak için- yatak olarak nitelendirilmektedir. Yoksa bu bilinen
bir yatak gibi değildir. Ne yumuşaktır ne de rahattır rahatlatır adamı. Aynı
zamanda cehennem ateşinden yorganlar atarlar üstlerine.
"...Biz zalimleri işte böyle cezalandırırız."
O suçlular da zalimler. Allah'ın ayetlerini
yalanlayan, yalan uydurarak Allah'a mal eden iftiracı müşriklerdir zalimler.
Bunların tümü de Kur'an'ın ifadesine göre aynı ânlamına gelen sıfatlardır.
42- "İman edip iyi
ameller işleyenlere gelince biz hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazla yük
yüklemeyiz. Onlar orada ebedi olarak kalmak üzere cennetliktirler. "
43- "Kalplerindeki
kin-kıskançlık kalıntılarını söküp atmışlardır. Ayaklarının altında ırmaklar
akar. Onlar şöyle derler; Bizi bu derece erdiren Allah'a hamdolsun. Eğer
Allah bize yol göstermeseydi, biz kendiliğimizden bu dereceye eremezdik.
Belli ki, Rabbimizin peygamberleri bize gerçeği getirmişlerdi, onlara şöyle
seslenilir; İşte size cennet, işlediğiniz iyi amellerin karşılığı olarak onu
hakettiniz.
Bunlar inanan ve yapabildikleri kadar iyi işler
yapan kimselerdir. Güçlerinin yetebileceğinden fazlasıyla sorumlu
değildirler. İşte bunlar cennetlerine geri dönüyorlar. Bunlar Allah'ın izni
ve lütfu ile cennet ehlidirler. Yüce Allah rahmeti sonucu, ayrıca inanıp iyi
işler yapmaları nedeniyle cennete varis kılmıştır onları. Bu, Allah'ın
peygamberlerine uyup şeytana karşı çıkmalarının, ulu ve merhamet sahibi
Allah'ın emirlerine itaat edip aşağılık ve değişmez düşmanlarının
vesvesesini dinlememelerinin karşılığıdır. Şayet yüce Allah'ın rahmeti
olmasaydı -güçleri oranında- yaptıkları amelleri yeterli olmazdı. Nitekim
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Herhangi birinizin yaptığı iyi
işler onun cennete girmesi için yeterli değildir" Sen de mi ya Rasulullah?"
dediklerinde, yüce Allah rahmeti ve lütfu ile beni kuşatmadıkça ben de
öyle"... buyurmuştur (Sahihi Müslim)
Bu konuda yüce Allah'ın duyurdukları ile
peygamberimizin sözleri arasında bir çelişki, bir farklılık sözkonusu
değildir Çünkü peygamberimiz kendiliğinden konuşmaz. Bu konu etrafında
islâmi gruplar arasında meydana gelen tüm tartışmalar, bu din hakkındaki
sağlıklı bir anlayıştan çok kişisel ihtiraslara, arzulara dayanmaktadır.
Kuşkusuz yüce Allah, insanoğlunun eksik olduğunu, yetersiz olduğunu, birçok
yönden zayıf olduğunu, yaptığı iyi amellerin değil cennete, dünyada
kendisine verilen herhangi bir nimete bile karşılık olamayacağını biliyordu.
Bu nedenle yüce Allah, onlara merhamet etmeyi üzerine aldı ve insanların az,
eksik ve sınırlı çabalarını kabul edip, onlara cenneti vadetti. Bu, yüce
Allah'ın onlara yönelik lütfunun ve rahmetinin eseridir. Evet, onu
yaptıkları iyi işlerle hakettiler ama, Allah'ın onlara yönelik rahmeti
sayesinde elde ettiler.
Sonra... Şu iftiracı, yalancı, suçlu, alim ve kâfir
müşrikler cehennemde lânetleşip çekişirlerken, daha önce birbirlerinin
dostu, yardımcısı iken burada birbirlerine kin ve nefret beslerken...
İnanıp inançları gereği işler yapanlar cennette
sevgi, dostluk ve şefkat içinde kardeşçe yaşıyorlar. Aralarında esenlik ve
dostluk duyguları egemendir.
"(...) Kalplerindeki kin-kıskançlık kalıntılarını
söküp atmıştır."
Onlar insandırlar ve insan olarak yaşadılar. Dünya
hayatında içlerinde bastırmalarına rağmen aralarında kin gütmeler, meydana
gelmişti. Kimi zaman öfkelerini yendikleri, bazen de ona yenik düştükleri
olmuştu. Bununla beraber gönüllerde her zaman izleri kalabilir.
Kurtubi "Ahkam-ul Kur'an" adlı tefsirinde
Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurduğunu anlatır.
"Kin, cennet kapılarının üzerinde develerin çöktüğü yerler gibi durur. Allah
onu müminlerin gönüllerinden söküp atmıştır." Hz. Ali (r.a)'nın şöyle dediği
rivayet edilir: Ben, Osman, Talha ve Zübeyr'in yüce Allah'ın haklarında
"Kalplerinde kin-kıskançlık kalıntılarını söküp atarız" dediği kişilerden
olmanızı ümid ederim.
Cehennemliklerin altlarından ve üstlerinden ateş
alevlenirken, cennetliklerin en altlarından ırmaklar akar. Üzerlerine tatlı
bir meltem esmektedir.
"...Ayaklarının altında ırmaklar akar."
Cehennem ehli birbirlerine hakaret etmekle,
çekişmekle uğraştıkları sırada cennet ehli verdiği nimetlere karşı Allah'a
hamd etmek, O'nun kendilerine yönelik rahmetini itiraf etmekle uğraşıyorlar.
"...Bizi bu dereceye erdiren Allah'a hamdolsun. Eğer
Allah bize yol göstermeseydi, biz kendiliğimizden bu dereceye eremezdik.
Belli ki, Rabbimizin peygamberleri bize gerçeği getirmişlerdi."
Cehennem ehline, "Sizden önce gelip geçen cin ve
insan toplulukları yanında cehenneme giriniz" şeklinde aşağılayıcı ve
kınayıcı bir tarzda seslenirlerken cennet ehline hoş bir karşılama ve güzel
bir ağırlamayla seslenilmektedir:
" ..Onlara şöyle seslenilir, işte size cennet,
işlediğiniz iyi amellerin karşılığı olarak onu hakettiniz."
Bu şekilde cehennem ehli ile cennet ehli arasında
tam bir karşıtlık meydana getiriliyor.
Ardından sahnenin sunulmasına devam ediyor ve
birdenbire kendimizi geçen sahnenin karşısında buluyoruz. Artık cennet ehli
yurtlarından emindirler, cehennem ehli de sonucu gözleriyle görmüşlerdir. Bu
arada öncekiler sonrakilere sesleniyor, Allah'ın geçmişteki vaadinden
soruyorlar:
44- "Cennetlikler,
cehennemliklere seslenerek, "Biz Rabbimizin bize vadettiklerini gerçekleşmiş
bulduk, siz de Rabbinizin size yönelik vaadlerini gerçekleşmiş buldunuz mu?
derler. Cehennemlikler "Evet derlen Bu sırada aralarından biri yüksek sesle
şöyle bağırır, "Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun. "
45- "Onlar insanları
Allah yolundan alıkoyarlar, onu eğri göstermeye yeltenirler ve ahirete de
inanmazlar. "
Bu sırada acı olay göze çarpmaktadır. Çünkü müminler
Allah'ın vaadinin gerçekleşeceğinden emin oldukları gibi, azabının da
gerçekleşeceğinden kesinlikle emindirler. Ama yine de soruyorlar.
Gelen cevap tek bir kelimedir "... Evet..."
Burada cevap bitiyor ve karşılıklı konuşma da
kesiliyor.
"...Bu sırada aralarından biri yüksek sesle şöyle
bağırır:
`Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun."
"onlar insanları Allah yolundan alıkoyarlar, O'nu
eğri göstermeye yeltenirler ve ahirete de inanmazlar."
Burada kastedilen "zalimler" kelimesinin anlamı da
belirlenmiş oluyor. Bu kelime "kâfirler" kelimesiyle eş anlamlıdır. Bunlar
insanları Allah'ın yolundan alıkoyan kimselerdir. Yolun eğri olmasını
isterler, doğru olmasından hoşlanmazlar. Onlar aynı zamanda ahireti de inkâr
ederler.
"Onu eğri göstermeye yeltenirler.." sıfatı insanları
Allah'ın yolundan alıkoyanların gerçekte ne yapmak istediklerine işaret
etmektedir. Onlar eğri yolu isterler, doğru yolu değil. Çünkü onlar
eğrilikten hoşlanırlar, doğruluktan değil. Doğruluğun da tek bir şekli
vardır: Allah'ın belirlediği yolda, O'nun hayat sistemine uyarak O'nun
şeriatını uygulamak. Bunun dışındaki her şey eğridir, eğriliği istemektir.
Bu istek, ahireti inkâr etmekle aynı düzeydedir. Çünkü insanları Allah'ın
yolundan alıkoyan, O'nun hayat sisteminden ve şeriatından sapan biri ahirete
inanmıyor demektir ve o Rabbine döneceğinden emin değildir. İşte Allah'ın
hükmünden başka hükümlere uyan kişilerin tabiatlarının gerçek bir tasviri...
Bu tasvir, ruhların gerçek mahiyetlerini belirginleştirmekte, onları
derinden kaynaklanan, gerçekçi bir sıfatla nitelendirmektedir.
Sonra bakışlar sahnenin dışına yöneliyor. Orada
cennetle cehennemi ayıran bir engel ilişiyor gözlerimize. Bu engelin
üzerinde bazı insanlar duruyor ve bunlar cehennem ehli ile cennet ehlini
yüzlerinden, belirtilerinden tanıyorlar. O halde, bakalım kimdir bunlar,
cennet ve cehennem ehli ile ne işleri vardır?
46- "İki taraf
arasında bir set ve bu setin tepelerinde her iki grubu simalarından tanıyan
kimseler vardır. Cennete girememiş, fakat gireceklerini uman bu kimseler
cennetliklere "selâmun aleyküm" diye seslenirler. "
47- "Bunların
bakışları, cehennemliklere doğru kaydırılınca da "Ey Rabbimiz, bizi zalimler
ile biraraya getirme" derler.
48- "Bu
tepelerdekiler, simalarından tanıdıkları bazı azılı kâfïrlere de şöyle
seslenirler. "Ne kalabalığınız ve ne de şımarmanıza yolaçan güçleriniz size
yarar sağlamadı. "
49- ' `Allah onları
hiçbir rahmete erdirmez " diye haklarında .yemin ederek küçümsediğiniz
kimseler bunlar mıydı? Bu arada Allah onlara ' `Giriniz cennete, sizin için
hiçbir korku sözkonusu değil artık, hiç üzülmeyeceksiniz " der.
Araf'ta -cennetle cehennemi birbirinden ayıran
engel- duran bu adamların, iyilikleriyle kötülükleri denk gelen bir grup
insan olduğu rivayet edilir. Bu yüzden ne cennet ehli ile birlikte cennete,
ne de cehennem ehli ile birlikte cehenneme gitmişlerdir. İkisinin arasında
kalıp Allah'ın lütfunu beklemekte, O'nun merhametini ümit etmektedirler.
Bunlar cennet ehlini yüzlerinden tanırlar. Belki de yüzlerinin beyazlığı,
parlaklığı, ya da çehrelerinden yayılan aydınlık ve meymenetten tanırlar.
Aynı şekilde cehennem ehlini de yüzlerinden tanırlar. -Belki de yüzlerindeki
siyahlıktan, meymenetsizlikten ya da dünyadayken büyüklük taslayıp havalara
kaldırdıkları burunlarının üzerine vurulmuş bir damgadan tanırlar.- Nitekim
Kalem suresinde şöyle denmektedir. "Onun havada olan burnunu yakında yere
sürteceğiz." (Kalem: 16)
İşte onlar cennet ehline bakıp selâm veriyorlar. Ve
yüce Allah onlarla birlikte kendilerini de cennete sokmasını arzuluyorlar.
Gözleri cehennem ehline ilişince -sanki istemeyerek o tarafa yönelmişler
gibi- onlarla aynı sonucu paylaşmaktan Allah'a sığınıyorlar:
İki taraf arasında bir set ve bu setin tepelerinde
her iki grubu simalarından tanıyan kimseler vardı. Cennete girememiş, fakat
gireceklerini uman bu kimseler cennetliklere "selâmun aleyküm" diye
seslenirler.
"Bunların bakışları cehennemliklere doğru
kaydırılınca "Ey Rabbimiz, bizi zalimler ile biraraya getirme" derler."
Sonra yüzlerinden tanınan suçluların önde
gelenlerini görürler. Onları azarlayıp, kınayarak şöyle derler: "Bu
tepelerdekiler, simalarından tanıdıklara bazı azılı kâfirlere de şöyle
seslenirler. Ne kalabalığınız ne de şımartmanıza yolaçan güçleriniz size
yarar sağlamadı."
İşte siz ateştesiniz. Kalabalığınız size yaramadı.
Büyüklük taslamanız hiçbir fayda sağlamadı.
Sonra onlara, müminler hakkında onların sapık
olduklarına, Allah'ın onlara merhamet etmeyeceğine ilişkin dünyada
söyledikleri kendi sözlerini hatırlatıyorlar.
"Allah onları hiçbir rahmete erdirmez" diye
haklarında yemin ederek küçümsediğiniz kimseler bunlar mıydı?
Bakın, şimdi onlar nerdedirler ve onlara neler
söylenmektedir?
"Giriniz cennete, sizin için hiçbir korku sözkonusu
değil ve artık hiç üzülmeyeceksiniz."
50- "Cehennemlikler
cennetliklere "Bize biraz su ya da Allah'ın size sunduğu yiyeceklerden biraz
bir şeyler ikram ediniz? diye seslenirler. Cennetlikler ise "Allah her
ikisini de kâfirlere haram kıldı" derler.
Yine bizler, diğer tarafa yöneldiğimizde hüzün acı
ve hatırlatma dolu bir cevap istiyoruz:
"...Cennetlikler ise Allah her ikisini de kâfirlere
haram kıldı" derler.
51- "Onlar dinlerini
oyun ve eğlence yerine koydular, dünya hayatı kendilerini baştan çıkardı.
Onlar nasıl bu günler ile karşılaşacaklarını unuttular ve ayetlerimizi
ısrar/a yalanladılarsa, bugün de biz onları unutuyoruz.
Sonra birden, mülk ve egemenlik sahibi aziz ve ulu
Allah konuşsun diye tüm insanların sesleri kesiliyor: "Onlar nasıl bu günler
ile karşılaşacaklarını unuttular ve ayetlerimizi ısrarla yalanladılar ise,
bu gün de biz onları unuturuz."
52- "Biz onlara,
ilme dayalı ayrıntılı açıklamalarla donattığımız, müminlere doğru yol
kılavuzu ve rahmet olan bir kitap (Kur'an) gönderdik. "
53- "Onlar ille de
onun somut yorumunu mu bekliyor/ar? Somut yorumu ortaya çıktığı gün onu
vaktiyle unutmuş olan/ar Rabbimizin peygamberleri gerçeği getirmişlerdi.
Şimdi bize şefaat edecek aracı/arımız var mı ya da işlemiş olduğumuz
kötülüklerden farklı işler yapmak üzere tekrar geri döndürülür müyüz "
derler. Onlar kendilerini hüsrana düşürmüşler ve uydurdukları ilâhlar
ortalıkta görünmez olmuştur.
Sahnenin safhaları bu şekilde geliş gidişlerle
sürüyor. Bir keresinde ahiret anlatırken, bir keresinde dünyayı anlatıyor.
Kendileri bugünde Rabbleriyle buluşacaklarını unuttukları gibi, unutulan ve
ateşte azab görenleri anlatıyor bazen. Bunlar Allah'ın ayetlerini de inkâr
etmişlerdi. Oysa bu ayetleri ayrıntılı biçimde açıklanmış, aydınlatılmış
kitap sunmuştu onlara. Yüce Allah sonsuz bilgisine dayanarak bu kitabı
ayrıntılı biçimde açıklamıştı. Ancak onlar kitabı bir yana bırakıp, kendi
arzularına, asılsız kuruntulara ve zanlara uymuşlardı. Sahne bazen, daha
onlar dünyadayken onlarla birliktedir. Bu kitabın içindeki uyarıların
akıbetini bekliyorlar. Aynı zamanda onlar bekledikleri bu akıbetin
gelmesinden sakındırılıyorlar. Bekledikleri son ise, şu sahnede bir realite
olarak gördükleri durumdur.
Kuşkusuz bunlar gözler önüne serilen sahnenin
safhalarında beliren olağanüstü olaylardır. Onları ancak şu eşsiz kitap
belirginleştirebilir.
Bu büyük sahnenin sunulması da böylece sona erdi.
Ardından başlangıçla uyum arzeden bir değerlendirme yer alıyor. Bu
değerlendirmede kıyamet günü ve kıyamet sahneleri hatırlatılıyor. İnsanlar
Allah'ın ayetlerini ve peygamberlerini yalanlamaktan sakındırılıyor. Kitabın
içerdiği gerçekleri kabul edip uygulamak için yorumlanmasını beklememeleri
isteniyor. İşte, kitabın yorumlandığı gün bu sahnede canlandırılmaktadır. O
gün de tevbelerin kabul imkânı yoktur, bu zorlu günde insanı kurtaracak bir
aracının varlığı da sözkonusu değildir. Yeniden iyi işler yapmanın imkânı da
kalmamıştır.
Evet... Bu olağanüstü sahnenin eşsiz bir şekilde
sunulması da böylece sona erdi. Daha önce gördüğümüz hesaplaşma sahnesinden
ayrıldığımız gibi, bundan da ayrılıyoruz.
Oradan ayrılıp şu anda içinde yaşadığımız dünyaya
dönüyoruz. Kuşkusuz gidiş gelişlerle geçen uzun, hem de çok uzun bir
yolculuktur bu. Bu bir bütün olarak hayat yolculuğudur. Mahşer, hesaplaşma,
ceza ve sonrasını içine alan bir yolculuk... Nitekim daha önce ilk defa
yaratılırken, yeryüzüne inerken ve orada hayatlarını sürdürürlerken
insanlarla birlikte olmuştuk.
Kur'an-ı Kerim insanların kalplerini bu şekilde
çeşitli zamanlarda, değişik uzaklıklarda ve farklı mekanlarda dolaştırıyor.
Onlara olmuş şeyleri, şu anda olanları ve gelecekte olacakları gösteriyor.
Ama hepsini çeşitli kavimlerde gerçekleştiriyor. Belki hatırlarlar ve
uyarıcıya kulak verirler diye.
-Bu Kur'an, kendisi ile insanları uyarasın ve
müminlere öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi
yaparken sakın ruhun sıkılmasın.
-Rabbiniz tarafından size indirilen mesaja uyunuz,
O'nun dışında başka dostlar edinip peşlerinden gitmeyiniz. Ne kadar kıt
düşüncelisiniz!
-Rabbiniz Allah'dır, o gökleri ve yeri altı günde
yarattı, sonra Arş'a kuruldu. O gündüzü sürekli kovalayan geceyi gündüzün
üzerine örter. Güneş, ay ve yıldızlar O'nun buyruğuna başeğmişlerdir. iyi
bilin ki, yaratma ve yönlendirme O'nun tekelindedir. Alemlerin Rabbi olan
Allah yücelerin yücesidir. (A'raf 54)
İnsanın yaratılışından, varacağı son yere değin her
şeyi içeren bu gezintiden sonra ayetlerin akışı, insanların elinden tutarak
onu, evrenin gizlediği ve açıkladığı sırlarında başka bir yolculuğa
çıkarıyor. İnsanın yaratılış kıssasından sonra, göklerin ve yerin yaratılış
kıssası anlatılıyor. Dikkatler ve düşünceler; bu evrenin gizemlerine ve
sırlarına, doğal olaylara ve çevre koşullarına, dünya yörüngesinde dönerken
gündüzün peşisıra gelen geceye, Allah'ın emrine boyun eğen güneşe, aya ve
yıldızlara ve Allah'ın izniyle bulutları harekete geçirerek, kurak
topraklara sürükleyen, onlara hayat veren, her türlü ürünü bitirmelerini
sağlayan ve havada dönüp duran rüzgârlara yöneltilmektedir.
Ayetler, Allah'ın hükümranlığında gerçekleşen bu
gezintiye, insanların yaratılış kıssasından, yaptığı yolculuğun başından
sonuna değin tasvir edilmesinden, Allah'ın peygamberlerine uymaktansa,
şeytana tabi olan ve büyüklenenlerden ve de insanların Allah'ın iznine de
dinine de uymayan kendi kafalarından çıkardıkları cahili düşünceler ve
geleneklerden söz edilmesinden sonra, birkez daha geri dönmektedir.
Kur'an, insanlığı bu evreni yaratan ve ona boyun
eğdiren, kanunlarına göre hükmedilen ve belirlediği davranışlar yapılan,
yaratma ve emretme tekelinde bulunan Allah'a çevirmek için, bu gezintiye bir
kez daha dönmektedir.
Bütün evrenin yaratıcısına kulluk etmesine ilişkin
bu çetin ve incelikli hatırlatmaların yanısıra, insanın evrende isyan
ederek, bu kulluğa karşı büyüklük taslamasından söz edilmesi, onu evrende
çirkin ve yalnız bir isyankâr yapıyor.
Bu sahneler ışığında ve bu hatırlatmalar karşısında,
insanlara şöyle seslenilmektedir.
-Rabbinize yalvararak ve gizlice dua ediniz. Çünkü o
haddi aşanları sevmez. -Yeryüzünde dirlik-düzen sağlandıktan sonra
bozgunculuk çıkarmayınız. Allah'a korku ve umut içinde dua ediniz. Hiç
kuşkusuz Allah'ın rahmeti iyi işler yapanlara yakındır.
İnsanın dini Allah'a has kılması ve O'nun karşısında
kulluğunun kabulü, evrenin tümüyle O'nun otoritesine boyun eğmesinin ve
kulluğunu kabulünün bir parçasıdır... İşte bu, Kur'an yönteminin insanlığın
gönlüne yerleştirmeyi amaçladığı bir mesajdır. Bu evreni, gizli kanunları ve
gizli kanunların açık tezahürlerine dikkatle bakıp, düşünmeye yönelen
herhangi bir akıl veya gönülün bu manzaranın etkisinde kalarak, Allah'ın
otoritesini reddetmesi ve evreni yaratan ve hükmeden, kaderini belirleyen ve
otoritesi altına alan üstün kudretin bilincine vararak, gönlünün
derinliklerinden sarsılmaması mümkün değildir. Allah'ın çağrısına uymaya ve
tüm evrenin istisnasız boyun eğdiği otoritesini kabul etmeye yönelmesi, bu
gönlün atacağı ilk adımdır.
Kur'an'ın yöntemi, bu kuralı; ilâhlık gerçeğini
ortaya koymak, etrafını çevreleyen Allah'ın yaratıklarının tamamen Allah'a
boyun eğdiklerinin bilincine varacak olan insanın tek ilâha kulluğunu,
kalbinin bilinçlendirilmesini, tamamen kulluk gerçeğine bağlanmasını ve
güven içerisinde teslim olmasının gerçek lezzetine varmasını sağlamak için,
bu evrendeki ilk prensibi kabul etmiştir.
Kur'an yönteminin, tüm varlıkların Allah'a kulluk
ettiklerini ve bu varlıkların onun emir ve hükümlerine dikkat, çabukluk ve
tam bir itaatle teslim olup, emirlerine boyun eğdiklerini ortaya koymayı
amaçlayan biricik akli delil bu değildir... Bu sadece işin' bir yanıdır. -Bu
akli delil ile birlikte ve bu akli delilin ötesinde- başka bir delil daha
vardır. O da, tüm varlıklarla beraber aynı duyguları paylaşmak ve kapsayıcı
iman kervanı ile birlikte yürüyerek, güvenlik ve garantide olma duygusunu
hissetmektir.
Bu, zorlama ve dayatmanın işe karışmadığı, sırf
gönül rızasıyla kulluk etmenin tadıdır. Onu ancak, -emir ve yükümlülüklerden
önce- tüm varlıklarla dostluk, birliktelik ve güvenlik duyguları harekete
geçirecektir. Ne emirden kaçınmayı düşünür, ne de zorlamaya gerek duyar.
Çünkü o, bu kutlu ve güzel teslimiyet ile, doğuştan gelen temel bir
gereksinimi karşılamaktadır. Başkasına boyun eğmeye ve O'ndan gayrısına
kulluğa karşı kişinin başını dik tutan Allah'a teslimiyet... Alemlerin
Rabbine yüce ve şerefli bir teslimiyet...
İşte bu teslimiyet, imanın asıl anlamını
somutlaştırır ve kişiye imanın tadını tattırır... Bu kulluk, islâmın asıl
anlamını gerçekleştirir ve kişiye bir kimlik ve ruh kazandırır... İşte bu,
emir ve yükümlülüklerden, ibadet ve muamelelerden daha önce ortaya konup,
benimsenmesi gereken bir kuraldır... İşte, hikmetli Kur'an sisteminde,
inşasına, ortaya konmasına, kökleştirilmesine ve sağlamlaştırılmasına en çok
çabanın sarfedilmesi gereken konu budur.
KÂİNATIN YARATILIŞI
54- Rabbiniz
Allah'dır, o gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş'a kuruldu. O
gündüzü sürekli kovalayan geceyi gündüzün üzerine örter. Güneş, ay ve
yıldızlar O'nun buyruğuna başeğmişlerdir. İyi bilin ki, yaratma ve
yönlendirme O'nun tekelindedir. Alemlerin Rabbi olan Allah yücelerin
yücesidir.
İslâmın tevhid inancı, Allah'ın zatı ve fiillerinin
niteliği hakkında insan düşüncesine herhangi bir alan bırakmamıştır...
Allah'ın benzeri gibisi yoktur...Bu nedenle, insan düşüncesinin Allah'ın
zatı hakkında bir fikir ileri sürmesi doğru olmaz. Her türlü insan
düşüncesi, ancak insan aklının, kendisini çevreleyen nesnelerden oluşturduğu
çevrenin sınırları içerisinde oluşur. Yüce Allah'ın benzeri gibi bir şey
olmadığına göre, insan düşüncesinin Allah'ın zatının nitelikleri hakkında
fikir yürütmeye kalkışmaktan kesinlikle kaçınması gerekir. O yüce zatın
niteliği hakkında fikir yürütmeye kalkışmamak, yanısıra tüm fiillerinin
niteliği hakkında fikir üretmekten de kaçınmayı gerektirir. Bu durumda,
düşüncenin önünde yalnızca, etrafını çevreleyen evren üzerindeki bu
fiillerin etki alanı kalmaktadır... İşte bu, insan düşüncesinin alanıdır.
Ayrıca şu tür sorular da vardır:
Allah gökleri ve yeryüzünü nasıl yarattı? Arş'a
nasıl kuruldu? Yüce Allah'ın kurulduğu bu Arş nasıl bir şeydir? Bu ve
benzeri islâm inançlarının temeline aykırı, yararsız sorulardır. Bu inanç
temelini anlamamakta ısrarlı kimselerin bu sorulara cevap vermeye
kalkışmaları ise, öncelikle daha da yararsızdır.
Esefle belirtelim ki, islâmi düşünce tarihinde, kimi
gruplar bu problemlere dalmışlardır. Hem de Yunan felsefesinden kaynaklanan
bu yalancı fikirlerin salgını nedeniyle!
Allah'ın gökleri ve yeryüzünü yarattığı altı gün, ne
herhangi bir insanın, ne de diğer yaratıklardan birinin gözlemleyemeyeceği
bilinmezliğin (gayb) sorunlarındandır.
"Ben onları ne yerin yaratılışına ne de bizzat
kendilerinin yaratılışına şahid tuttum. Ben, yoldan çıkanları yardımcı
edinmem." ( Kehf 51)
Bu konuda söylenenlerin tümü, hiçbir sağlam temele
dayanmayan sözlerdir.
Bunlar altı aşamada , altı farklı durumda olabilir.
Dünya ve güneşin hareketlerine dayandırılan zaman ölçülerimizle benzeşmeyen
-çünkü yaratılmadan önce ne zaman ne de hareketlerine dayandırdığımız bu
gezegenler henüz ortada yoktu- Allah'ın günlerinden altı günde olabilir...
Başka bir şey de olabilir... Hiç kimse bu sayılar ile kesin olarak ne
kastedildiğini söyleyemez... Bu ve benzeri ayetleri, "ilim" adı verilen
tahminler ve nazariyeler seviyesini aşamayan insani "tahminler"e yormak,
zanlar ve faraziyeler derecesini aşamayan "ilim" karşısında ruhi bunalım
kaynağıdır.
Ayetin amacı ve yönelişiyle hiçbir ilgisi bulunmayan
bu konuları, bu güzel ayetlerle birlikte görünür evrenin her bir yanında ve
yaratılış sırları arasında sürdürdüğümüz bu eğitici yolculuğa devem etmek
için, bu kadarlık bir açıklama ile yetiniyoruz.
-Rabbiniz Allah'dır, o gökleri ve yeri altı günde
yarattı, sonra Arş'a kuruldu. O gündüzü sürekli kovalayan geceyi gündüzün
üzerine örter. Güneş, ay ve yıldızlar O'nun buyruğuna başeğmişlerdir. İyi
bilin ki, yaratma ve yönlendirme O'nun tekelindedir. Alemlerin Rabbi olan
Allah yücelerin yücesidir.
Allah, görünür bu alemi azamet ve ihtişamı ile
yaratmıştır, buyruğu altına aldığı ve dilediği gibi tasarrufta bulunduğu bu
evreni hükümranlık tekeline almıştır. Geceyi, kendini ısrarla izleyen
gündüzün üzerine kapadı. Gezegenlerin bu yörüngesel hareketinde gece,
gündüzü izler. Güneş, ay ve yıldızları buyruğu altına alan Allah, yöntemiyle
sizi eğiten, sistemiyle sizi bir toplum kılan, dileğiyle size şeriat
belirleyen, kanunları ile aranızda hüküm veren Rabbinizdir. Size Rabb olmayı
hak eden Rabbiniz. O, biricik yaratıcı ve hükümdardır. Ayrıca, başka bir
yaratıcı olmadığı gibi, başka bir hükümdar da yoktur... İşte bu ayetlerin
asıl davası budur... İlâhlık, Rabblık, hükümranlık ve Allah'ın tüm bunlarda
biricik olduğu davası insanların, yaşamlarının hukukunu belirlemede kulluk
davası. İşte, bu budur. En'am suresinde olduğu gibi, bu sure de, hayvanlar,
ekinler, ibadetler ve adaklardan örnekler vererek bu konuyu işliyor.
Bu konudaki Kur'an'ın genel üslubunun amaçladığı
büyük hedef, bize karşısında bulunduğumuz göz alıcı güzelliği, canlılığı,
hareketi ve şaşılası öğütleri unutturmamalı. Bu açıdan tüm bunlar, onların
ilham ettiği büyük hedefe denktir.
Gece, ona yetişmeye çalışarak, ısrarla gündüzü takip
etmektedir. Döndüğü bu yörüngede, gece ve gündüzün devretmesiyle birlikte,
düşünce ve bilinç de devretmektedir.
Hareketin güzelliği ve canlılığı, gece ve gündüzün
irade ve bir amaç taşıyan zeki bir kişi şeklinde somutlaştırılması... İşte
tüm bunlar, insan ürünü sanatın kesinlikle ulaşamayacağı bir tasvir ve üslup
güzelliği aşamasındadır!
Alışkanlık, evreni ve duyulardaki yansımasını
etkisiz kılmakta ve ona yönelen bakışları, gafil ve aptalca alışkanlıklar
perdesiyle örtmekte... Bu alışkanlık gizlenip, yerini terkettiğinde, sanki
ilk görüşme gibi, fıtratın bildirdiği yeni ve muhteşem bir karşılaşma olur.
Bu üslubta gece ve gündüz, sadece peşisıra tekrarlanan tabii bir olay
değildir. Aksine onlar, duyuları, ruhu, gaye ve hedefi olan birer canlıdır.
İkisi insana meyletmekte ve hayat hareketinde, hayatın tabii belirtisi olan
mücadele, münakaşa ve müsabakada insanla aynı özellikleri taşımaktadır!
İşte bu güneş, ay ve yıldızlar böyledir... Çünkü tüm
evren ruh taşıyan bir canlıdır! Çünkü Allah'ın emrini almakta ve gereğini
yerine getirmekte, hükmüne boyun eğmekte ve onu yerine getirmeye
koşmaktadır. Çünkü tüm evrendeki varlıklar, bir emir verildiğinde, Allah'a
itaat eden diğer canlılar gibi bu emri alırlar ve ona uyarak yerine
getirmeye koşarlar!
Bu manzara karşısında insanlık vicdanı sarsılmakta
ve boyun eğen canlılar kervanında itaate sürüklenmektedir. Yine bunlar
göstermektedir ki, bu insan sözünde bulunmayan Kur'anî bir etkidir... O,
kalblerin özünü ve yaratılışın gizemini bilen yüce söyleyicisinden
kaynaklanan bu etki ve insanın fıtratına seslenmektedir.
DUA VE HUŞU
Kur'an'î üslub bu noktaya geldiğinde, gafil ve
aptalca seyredilen evrenin bu canlı sahnesi, insanın vicdanını sarsmakta ve
tüm bu muazzam yaratıkların, yaratıcı ve hükümdarlarının otoritesi
karşısındaki kullukları ortaya çıkmaktadır... Tam bu sırada Kur'an,
insanlığı -O'ndan başka ilâh olmayan- biricik ilâhlarına yöneltiyor ve boyun
eğip bağış dileyerek O'na dönmelerini, ilâhlığını kabul etmelerini,
kulluklarının sınırlarını bilmelerini, otoritesine karşı gelmemelerini,
kendi arzularına uyup şeriatini terkederek -Allah, kendi sistemiyle onu
düzelttiği halde- yeryüzünde bozgunculuk yapmamalarını öğütlüyor.
55- Rabbinize
yalvararak ve gizlice dua ediniz. Çünkü O haddi aşanları sevmez.
56- Yeryüzünde
dirlik-düzen sağlandıktan sonra bozgunculuk çıkarmayınız. Allah'a korku ve
umut içinde dua ediniz. Hiç kuşkusuz Allah'ın rahmeti iyi işler yapanlara
yakındır.
Bu ayette, salih bir nefis, ona en uygun gelecek bir
dua ve yakarış haline yöneltiliyor... Bağırıp, çağırarak değil, gizli, içten
ve biçare bir şekilde! Gizli ve içtenlikli yakarış, Allah'ın yüceliğine en
lâyık ve kul ile mevlası arasında irtibatı sağlamada en uygun durumdur.
Müslimin, kendi isnadı ile rivayet ettiğine göre,
Ebu Musa şöyle demiştir. Biz peygamber ile beraber bir yolculukta (başka bir
rivayete göre; bir gazad) idik. Kafile yüksek sesle tekbir getirmeye
başladılar. Allah Rasulü(s) şöyle buyurdu. "Ey insanlar! Kendinizi heba
etmeyin. Siz ne sağıra, ne de uzakta olana bağırmıyorsunuz. Siz duyana ve
yakın olana yakarıyorsunuz. O sizinle beraberdir."
İşte bu, Allah'ın yüceliğine ve yakınlığına ilişkin
inançlı bir duygudur. Bu duyguyu, burada Kur'an yöntemi desteklemekte ve dua
esnasında alınması gereken tavır olarak ilân etmektedir. İşte, Allah'ın
yüceliğinin tam anlamıyla bilincine varan kişi, duasında bağırıp çağırmaktan
haya eder. Allah'a yakın olduğunun gerçekten şuuruna varan kişi, böyle
bağırıp çağırmaya bir gerekçe bulamayacaktır!
Duada yakarış durumu, Allah'a boyun eğme ve gönülden
yalvarma şeklinde tanımlanıyor ve insan, sadece Allah'ın hakkı olan
hakimiyeti kendilerinin de taşıdığı iddiasına kalkışarak Allah'ın
otoritesine karşı çıkmaktan menediliyor. Yine Allah yeryüzünü şeriati ile
bir düzene soktuğu halde, orada bozgunculuğa kalkışmayı da yasaklıyor...
Dualara cevap veren ve pek yakın olanın huzurunda gizlice boyun eğen ve
yakaran kişi, ne böyle bir saldırıya yeltenir, ne de düzene giren yeryüzünde
bozgunculuğa kalkışır. Bu iki reaksiyon arasında, nefsin ve şuurun yapısını
sağlamlaştıran içsel bir baş vardır. Kur'an sistemi, kalplerin heyecanlarını
ve nefislerin reaksiyonlarını dikkate alır. Çünkü o, yarattığını bilen ve
her şeyden haberdar olan yaratıcının sistemidir.
"Allah'a korku ve umut içinde dua edin."
Kızması ve cezalandırmasından korkarak, hoşnutluğunu
ve mükâfatını umarak.
"Hiç kuşkusuz Allah'ın rahmeti iyi işler yapanlara
yakındır."
Peygamberimizin ihsanı tanımlarken buyurduğu gibi,
sanki onu görüyormuşcasına Allah'a kulluk ederler, ki onlar O'nu görmese de,
O onları görmektedir...
Başka bir keresinde Kur'an bir kez daha, insanlığın
gönlüne seslenerek, zaten göz önünde bulunan şu evren kitabının bir
sayfasını daha açıyor. Fakat gönüller bu manzaraları gaflet ve dalgınlıkla
seyretmekte, seslenişlerine kulak vermemekte ve uyarılarına
aldırmamaktadır... Yukarıdaki ayette Allah'ın rahmetinin hatırlatılması
üzerine açılan bu sayfa, sağanak yağan yağmuru, yeşeren bitkileri, ölüm ve
mahvoluştan sonra yeniden dirilişi, Allah'ın rahmetinin birer örnekleri
olarak sunmaktadır:
57- O ki, rüzgârları
rahmetinin önünde müjdeleyici olarak gönderir. Bu rüzgârlar yüklü bulutu
havada yükseltince onu ölü bir yöreye gönderir, onun aracılığı ile oraya su
indiririz, arkasından bunun aracılığı ile her türlü yerden bitiririz. İşte
ölüleri de böyle yerden çıkarırız. Ola ki düşünür, ders alırsınız.
Bunlar, bir ilâhın varlığının evrendeki izleridir.
Bir yapıcılık, otorite, öntasarı ve takdirin izleri... Tüm bunlar,
insanların kendisinden başka ilâh benimsememesi gereken Allah'ın yapıp
etmeleridir. O, kullara olan rahmetinin ortaya çıkış yolları olarak bunları
belirleyen, rızkı veren yaratıcıdır.
Rüzgâr herzaman esmekte, her an bulutları taşımakta,
bulutlardan her an yağmur yağmakta... Fakat tüm bunlar, -gerçekte de olduğu
gibi- Allah'ın etkin yapıcılığına bağlanmaktadır. Şu anda da Kur'an bunu
-sanki gözle görüyormuşcasına- canlı bir sahne olarak resmedip sunmaktadır.
O, rüzgârları rahmetinin muştuları olarak
gönderendir. Rüzgârlar; Allah'ın bu evrene koyduğu belirli tabiat
kanunlarına göre eserler. (Evren kendini yaratacak, arkasından, üzerinde
egemen olan bu kanunları koyacak yetenekte değildir.) Fakat islâm düşüncesi,
evrende meydana gelen her bir olayın –onlar Allah'ın belirlediği tabiat
kanunlarına göre oluşsalar da- onu realiteler dünyasına çıkaran kendine has
bir takdir ile -tabiat kanunlarına uygun olarak- meydana geldiği inancına
dayanır. İşin başlangıcından beri ilâhi sünnete göre işlemesi ile bu sünnete
uygun olan olaylardan herbir tekil olayın, Allah'ın takdirine bağlı olarak
meydana geldiğini de söylemek tutarsız bir iddia değildir. -Evrendeki ilâhi
kanunlara uygun olarak- bulutların hareketleri, işte bu olaylardan biridir.
O da, kendisine özel bir takdire uygun olarak meydana gelir.
Rüzgârlar da bulutları, Allah'ın evrende koyduğu
kanunlara uygun olarak taşırlar. Fakat, o olaya özel bir takdir olduktan
sonra. Allah bulutları ölü bir beldeye, çöle veya çorak bir araziye
sürükler... Ondan yağmur yağdırır. Ve yerden her türlü ürünü çıkartır. -Bunu
da bu olaya has takdiri ile yapar.- Tüm bunlar, evrenin ve yaşamın tabiatına
uygun olarak koyduğu kanunlara göre gerçekleşir.
Bu yanıyla islâm düşüncesi, evrende olan herhangi
bir olayda tesadüf ve rasgeleliği yok saymaktadır. Onun ortaya çıkışından ve
oluşmasından, onda oluşan her bir harekete, değişmeye ve dönüşmeye varana
değin... Yanısıra, onu bir alet yerine koyan mekanik evren düşüncesini de,
cebriyeciliği (determinizm) de reddetmektedir. Bu felsefeye göre, evrenin
yaratıcısı ve ona hareket kanunlarını koyan evreni kendi haline bırakmış, o
da körü körüne bu kanunlara uygun olarak cebrï determinist mekanik hareketi
sürdürmektedir!
İslâm düşüncesi ise, yaratılışın Allah'ın istek ve
takdiri ile olduğunu kabul etmekte; ayrıca sağlam tabiat kanunları ile
yürürlükte olan ilâhi sünneti de tesbit etmektedir. Fakat bunların birbiri
ile paralel işlemlerini bir takdire bağlamıştır, her olay tabiat kanunlarına
göre olur ve her defasında bu olayda ilâhi sünnet işler. Olayı başlatan ve
ilâhi sünneti işleten takdir, sabit tabiat kanunları ve ilâhi kanunların
ötesinde, Allah'ın iradesine göre oluşmaktadır.
Bu düşünce, dinamiktir. Zihinden donukluğu, mekanik,
determinist inancın yarattığı donukluğu siler atar... Zihni daima kontrole
ve uyanıklığa çağırır... Allah'ın kanununa uygun her bir olay oluştuğunda ve
hareket, Allah'ın kanununa uygun olarak sonuçlandığında, bu zihin Allah'ın
kaderinin yerine geldiğini görerek ve işi yapanın, Allah'ın eli olduğunu
anlayarak titrer. Allah'ı büyükler, anar ve hareketlerini buna göre ayarlar.
Mekanik, determinist bir tavırla gafil olmaz ve Allah'ın kudretini unutmaz!
Bu düşünce gönüllere hayat verir, her yeni şeyde
yaratıcının fonksiyonunu görerek, her an, her bir harekette ve her olayda
hazır olan yaratıcıyı sabah-akşam, gece-gündüz tesbih ederek hep birlikte
bunu düşünen akılları coşturur.
Böylece Kur'an'ın bu ayetlerinde, Allah'ın irade ve
takdiriyle bu dünyada meydana gelen yaratılış ile yine Allah'ın irade ve
takdirinden kaynaklanacak olan ahiretteki diriliş arasında -canlıların bu
ilk yaratılışındaki yöntem tarzında bir bağ kurmaktır.
"İşte ölüleri de böyle yerden çıkarırız. Ola ki,
düşünür, ders alırsınız."
Farklı şekil, tür ve görüntüde de olsa hayat
mucizesinin tabiatı aynıdır... Yukarıdaki ayetten bu sonuç çıkmaktadır...
Nasıl ki Allah yeryüzünde ölüden diri çıkarmaktadır... Son aşamada da aynı
şekilde ölüden diri çıkaracaktır. Bu yeryüzüne farklı hayat, şekil ve
kılıflarıyla yaşamı bahşeden irade, ölülere hayat verecek olan iradenin de
kendisidir. Bu dünyada ölüden diriyi çıkaran takdir, bir kere daha ölüden
diriyi çıkarmayı takdir edecek olan ile aynıdır...
"Ola ki, düşünür, ders alırsınız."
İnsanlar, bu apaçık gerçeği unutuyorlar, sapıklık ve
vehimlere dalıyorlar!
Kur'an, evrenin uçsuz bucaksız enginliği ve
varlıkların gizemi arasındaki bu gezintiyi temiz ve kirli kalplerle ilgili
bir örnek vererek bitiriyor. Bunu da, diğer manzaralarla, tabiat ve
gerçeklerle uyum içerisinde olmasına dikkat ederek, sahnenin havasına uygun
yapıyor.
58- Verimli yöre,
Allah'ın izni ile, ürünü cömertçe verir. Kıraç yöre ise cılız ürün verir.
Biz şükredenler için ayetlerimizi böyle farklı açılardan açıklarız.
Temiz kalp, yüce Kur'an ve peygamber hadisinde, bir
tek toprağa, verimli araziye benzetiliyor. Kirli kalp ise, çorak toprağa,
kıraç araziye benzetiliyor. Her ikisi... kalp ve toprak... ürün bitirir ve
meyve verir. Kalbin ürünü, niyetler ve duygular, reaksiyonlar,
kabullenmeler, irade ve tavır belirlemelerdir. Ameller ve pratik hayattaki
sonuçları, ancak bunların peşisıra gelir. Toprağın ürünü ise, yemesi, rengi,
tadı ve türü farklı ekin ve meyvedir...
"Verimli yöre, Allah'ın izni ile, ürünü cömertçe
verir."
Güzel, verimli, gevşek ve tarıma elverişli...
"Kıraç yöre ise cılız ürün verir."
Çabalama, cefa, zorluk ve güçlük...
Hidayet, ayetler, öğüt ve nasihatler, kalbe suyun
verimli toprağa indiği gibi iner. Kalp eğer bir tek arazi gibi temiz ise,
bunları süzüp emer, zenginleştirir ve iyilikler üretir. Eğer kıraç toprak ve
araziler gibi kötü ve pis ise, bunları kulak ardı edip, katılaşır, kötülük,
bozgunculuk, zarar ve hoşnutsuzluk üretir. Çorak arazi gibi, diken ve kıtlık
bitirir!
"Biz şükredenler için ayetlerimizi böyle farklı
açılardan açıklarız."
Şükür, temiz kalpten çıkar: Güzelce kabul ettiğine
ve hoşça karşılık verdiğine delildir. Kabulleri ve algılamaları güzel olan
bu şükredenlere ayetler, ayrıntılı biçimde sunulur. Onlar bunlarla
faydalanırlar, düzelirler ve düzeltirler.
Şükür, bu surede -uyarma ve hatırlatma gibi- bahsi
pek çok tekrarlanan özelliklerdendir. Daha önce bu deyime rastladığımız
gibi, ilerde de onunla karşılaşacağız... O da uyarma ve hatırlatma gibi, bu
surenin belirgin ve tekrarlanan ifadelerinden biridir.
İSLÂM TARİHİ VE İMAN
KERVANI
Biz, iman kervanıyla birlikteyiz... İşte
sembolleri... İşte önderleri... Ve işte yol işaretleri... İman kervanı, bu
dünya gezegenindeki uzun yolculuğunda insanlıkla böyle karşılaşıyor...
Şeytanları, kinini dindirmek, tehdidini yerine getirmek ve bu arzuları
yöneterek insanoğlunu cehenneme sürüklemek için yönlendirdiği arzularının
etkisi altında yolu her kaydedişinde, Allah'ın dosdoğru yolundan her
sapışında, doğru yönden her ayrılışında karşılaşıyor. Bu yüce kervan,
insanlığı hidayet ile karşılayınca yolunu aydınlatıyor, cennet kokusu ile
tütsülüyor, onu zehirlenme tehlikesinden ve kovulmuş şeytanın, eski
düşmanının kışkırtmalarından sakındırıyor.
Bu, canlı bir sahne... Uzun yol boyunca, yaşam
planındaki derin çatışmanın sahnesi...
İnsanlık tarihi karmakarışık olaylar içerisinde
geçmiştir... Bu yaratığın tabiatı karmaşık ve çift yönlüdür, Tabiatında,
Allah'ın gücü ve takdiri ile birbirinden pek uzak iki unsur
birleştirilmiştir...
a- Yaratılış hammaddesini oluşturan çamur.
b- Ve bu çamuru insana dönüştüren Allah'ın ruhundan
bir nefes.
Tabiidir ki, bu varlığın tarihi, tamamen içiçe
girmiş ve son derece karışık etkenlerle oluşacaktır. Yukarda Adem
kıssasından bahsettiğimiz gibi, bu tabiatıyla insan, fiziki ve fizik ötesi
alemler ile etkileşim içerisindedir...
İlâhi hakikat ile etkileşim içerisindedir. Takdiri
ve isteği ile, kudreti ve hükümranlığı ile, rahmeti ve bağışları ile... Yüce
alem ve melekler ile etkileşim içerisindedir... Yanısıra iblis ve
taraftarları ile ilişki içerisindedir... Bu alem ve onda bulunan Allah'ın
yasaları ve tabiat kanunları ile etkileşimdedir... Türdeşleri ile etkileşim
içerisindedir... Fizik ve fizik ötesi alem ile bu tabiatı ve onlarla uyum
içerisinde olan ve çatışan yetenekleri ile bu alem ve fizik ötesi alem
etkileşim içerisindedir...
İnsanlık tarihi, bu ilişki ve irtibatlar okyanusunda
oluşur... Tabiatındaki kuvvet ve zayıflıktan, takva ve hidayetten. Fizik ve
fizik ötesi alem ile ilişkilerinden. Evrendeki somut unsurlar ve soyut
güçler ile etkileşiminden... Sonuçta Allah'ın kudreti ile olan tek yanlı
etkileşiminden.
İşte insanlık tarihi, tüm bunlardan oluşur... Ve bu
içiçe girmiş etkilerin ışığı altında yorumlanabilir:
İnsanlık tarihini, ekonomik veya siyasi yönden
yorumlayanlar; biyolojik ya da psikolojik yönden yorumlayanların yanısıra,
düşünce süreci açısından yorumlayanlar da vardır. Tüm bu kişiler, bu
ilişkiler yumağının ve insanı etkileyen diğer etkilerin sadece bir türüne
bakmaktadırlar ve insanın tarihini bu etkiler ile ilişkisine göre
yorumlamaktadırlar. Fakat islâmın tarih yorumu, bu okyanusta derinleşmekte,
onu kapsamakta ve bu bakış açısıyla insanlık tarihine yaklaşmaktadır.
Şimdi biz, bu okyanustan seçilmiş gerçekçi sahneler
karşısındayız... İnsanın türeyişi sahnesini görmüştük. İlk andan itibaren bu
yaratığı etkileyen, bütün alemler, varlıklar ve unsurlar -gizlisiyle,
açığıyla- bu sahnede biraraya getirilmişti. Bu yaratığın temel yeteneklerini
görmüştük... Ona yüce alemde yapılan onurlandırmayı, meleklerin secdesini
seyretmiştik. Daha sonra onun zaafını ve bundan yararlanarak düşmanının onu
nasıl yönlendirdiğini de seyrettik. Yeryüzüne atılışını ve onun unsurları ve
tabiat kanunları ile etkileşim içerisine girmesini de görmüştük...
Yine gördük ki, insan Rabbine iman ederken,
günahlarına bağış dilerken ve yaşamındaki ilk deneyiminden de ders alarak ne
şeytana, ne de arzularına uymayacağını, sadece Rabbinden gelen emirlere
uyacağına dair hilafet ahdini verirken bu yeryüzüne inmiştir...
Sonra yıllar geçti, okyanustaki dalgalar arasında
bocaladı, yaratılışında ve varlığındaki değişik ve karmaşık faktörlerin
tesirleri altında kaldı. Vücuduna ve vicdanına tesirlerde bulundu. İşte biz
bu dersin daha ilk başlarında, bu karmaşık etkenlerin insanı nasıl
cahiliyeye sürüklediğini göreceğiz!
O, unutkandı... Unuttu da. O, zayıftı... Zaafa da
düştü... Şeytan, ona üstün gelebilirdi. Geldi de... İnsanın bir kez daha
kurtuluşu gerekli!
O, yeryüzüne, hidayete ermiş, tevbe etmiş ve Allah'ı
birlemiş biri olarak inmişti... Fakat şimdi biz burada daha ilk başta onu
sapkın iftiracı ve müşrik biri olarak buluyoruz! Okyanustaki şiddetli
dalgalar arasına atılmıştır. Fakat burada onun bir kılavuzu vardır...
Buradaki kılavuzu olan peygamberlik misyonu onu Rabbine yöneltmektedir.
Rabbinin bir rahmeti olarak, tek başına bırakılmamıştır!
Biz bu surenin girişinde, bayraktarlığını Allah'ın,
Nuh, Hud, Salih, Lût, Şuayb, Musa ve Muhammed -selâm üzerlerine olsun- gibi
keremli rasullerinin yaptığı iman kervanı ile karşılaşıyoruz. Bu keremli
önderlerin -Allah'ın yardımı ve öğretisiyle- insanlık kervanını, şeytanın
sürüklediği uçurumdan kurtarmak ve her zaman hakka karşı olan müstekbir
insan şeytanlardan korumak için nasıl uğraştıklarına şahid oluyoruz.
Yanısıra hidayet ile sapıklık, hak ile batıl, keremli peygamberler ile
şeytanlaşmış cin ve insanlar arasında çatışma noktalarını görüyoruz... Her
aşamanın sonunda, korkutma ve uyarma, ardından müminlerin kurtuluşu ve
yalanlayanların cezalandırılma sahnelerini seyrediyoruz.
Kur'an'daki kıssalar, her zaman bu tarihi sırayı
izlemezler. Fakat, bu surede bu tarihi sıra izlenmektedir. Çünkü burada, ilk
yaratılışından bu yana insanlık kervanının yolculuğu gösterilmektedir.
Yanısıra, şeytanın, sonuçta cehenneme düşmesini sağlamak için tüm insanları
helaka sürüklemesi karşısında insanlığın doğru yolu bulmasına (hidayetine)
ve yoldaki işaretleri tamamen kaybederek her sapıtışında onun kurtuluşuna
çalışan bu iman kervanı anlatılmaktadır.
Ayetlere geçmeden önce, burada özetlediğimiz
prensipler (yol işaretleri) bütününe bakarak, hayratengiz ve bütüncül
manzara karşısında biraz duralım:
İnsanlık, yolun daha başında hidayete ermişti,
Allah'a inanıyor ve O'nu bir kabul ediyordu. Sonra gerek insanın bizzat
yapısındaki çatışan etkiler sebebiyle ve gerekse etkileşim içerisinde
bulunduğu unsur ve etkiler nedeniyle, şirk, sapıklık ve cahillik tarafına
saptı... Bu arada peygamberler, onlar sapmadan ve şirke düşmeden önce sahip
oldukları hakikati getirdiler. Helâk olan mahvoldu ve kurtulan hayat buldu.
Yaşayanlar Tevhid'i imanın gerçekliğini kabul edenlerdi. Onlar kendilerinin
tek bir ilahının olduğunu biliyorlar ve bütün varlıklarıyla bu biricik ilaha
teslim oluyorlardı. Onlar peygamberlerinin kendilerine `Ey soydaşlarım,
Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur" şeklindeki
çağrısını dinliyorlardı. İşte bu, Allah'ın dininin bütünüyle üzerine
temellendiği ve tarih boyunca tüm peygamberlerin izlediği tevhid
gerçeğidir... Bütün peygamberler, şeytanın saptırdığı ve Allah'a -cahiliye
türlerine göre değişen- başka ilâhları şirk koşan, unutan ve yolu yitiren
toplumlara, hak ile batıl arasındaki mücadelenin temelini oluşturan ve
Allah'ın sayesinde yalanlayanları sorguya çektiği ve kabullenenleri
kurtuluşa erdirdiği bu kelimeyi getirmişlerdir. Kur'an dillerinin
farklılığına rağmen, tüm peygamberlerin sözettiği ilkeleri aynı gösteriyor,
söyledikleri şeylerin hikâyesini ve içeriğini tek bir ayette şöyle ifade
ediyor: `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız
yoktur'
İşte bu, -tarih boyunca- ilâhi inançdaki anlam
-hatta lafız- birliğinin göstergesidir! Bu ifade, gerçek inancın
söylemindeki inceliği inanç birliğinin somut bir tasvirini yapmaktadır. Tüm
bunlar, inanç tarihini anlatırken Kur'an'ın izlediği metodu
göstermektedir...
Bu göstergenin ışığı altında, Kur'an metodu ile
dinler tarihinin metodu arasındaki fark ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu
anlatım, bütün Peygamberlerin Allah katından getirdiği temel inanç
kavramında herhangi bir aşama ve gelişmenin olmadığını da belirtmektedir.
İnançlarda gelişme aşamalardan söz edenler ve ilâhi inancı da bu gelişme ve
sürece katanlar Allah'ın buyruğundan farklı bir şey söylemektedirler. -Yüce
Kur'an'da gördüğümüz gibi- Bu inanç daima tek bir gerçeği getirmiştir ve onu
ifadelendiren sözler aynıyla hikâye edilmiştir. `Ey soydaşlarım, Allah'a
kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur.' Bütün peygamberlerin
kendisine çağırdığı bu ilâh, `alemlerin rabbi' olan ve büyük günde insanları
sorguya çekecek olan Allah'dır. Bu noktada, Allah katından gelen
peygamberler ne bir kabile, ne bir millet, ne de bir soyun Rabbine
çağırmıştır. Allah katından gelen bu peygamberler iki veya daha çok ilâha da
çağırmamışlardır... Yine bir toteme veya yıldızlara, ruhlara ya da putlara
kulluğu da çağırmadılar.
Dinler tarihi bilginlerinin ileri sürdükleri gibi,
bu dünyadan başka bir alemin olmadığı düşüncesine dayalı bir din Allah
katından gelmiş değildir. Bu araştırmacılar, sözkonusu değişik cahiliye
inançlarını gözden geçirirler, sonra da bu asılsız inançların o dönemde
yaşayan insanların tanıdıkları tek dini oluşturduklarını başka hak bir dinin
bulunmadığını ileri sürerler.
Ardarda gelen her peygamber, pak Tevhid'i, alemlerin
Rabbinin rabb kabul edilmesini ve din günündeki hesaba çekilme inançlarını
getirmiştir. Fakat her peygamberden sonra hortlayan cahiliyete ilaveten
insanın bizzat yaratılışındaki ve ona etki eden unsurlardaki karmaşıklık,
içiçe girmiş etkilerin tesiri inanç çizgisinde sapmalar oluşmaktadır... Bu
sapmalar, cahiliye inançlarından çeşitli şekillerde ortaya çıkıyor.. İşte
dinler tarihi bilginleri bunları araştırırlar ve sonra da bir süreç
içersinde, aşama aşama geliştiğini ileri sürerler.
Her neyse bu, Allah'ın sözü ve uyulmaya en layık
olandır. Özellikle islâm inancını inceleme veya onu savunma amacıyla bu
konudan sözedenler için. Bu Kur'an'a inanmayanlar ise, zaten oldukları
gibiler. Allah doğrudan söz eder ve hükmedenlerin en hayırlısıdır...
Her peygamber -tümüne selâm olsun- daha önceki
peygamberlerin kendilerini bıraktığı Allah'ın birliği inancından sapan
kavmine gelmiştir... İlk insanlar -Adem ve Havva'nın inançlarında olduğu
gibi- Alemlerin Rabbi olan Allah'ı birleyerek dünyaya gelmişlerdir. Sonra
yukarda belirttiğimiz etkenler sebebiyle sapıttılar. Sonunda Nuh (selâm ona
olsun) geldi ve onları bir kez daha alemlerin Rabbini birlemeye çağırdı.
Sonra tufan oldu ve yalanlayanlar mahvoldu, inananlar kurtuldu. Böylece
yeryüzü -Nuh'un öğrettiği şekilde- alemlerin Rabbini birleyen bu muvahidler
ve çocukları tarafından imar edildi. Bu durum, daha öncekilerin sapıttığı
gibi, tekrar cahiliyeye dönmelerine kadar sürüp gitti. Daha sonra Hud geldi
ve yalanlayanlar şiddetli bir fırtına ile mahvoldular... Sonra bu hikaye
böylece tekrar tekrar yaşandı.
Bu peygamberlerden her biri, kendi toplumuna
gönderilmiş ve `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir
ilâhınız yoktur' demişlerdi... Her peygamber kendi toplumuna kendilerinden
olması ve soydaşlarının hidayetine arzulu bulunması sebebiyle, hem
sorumluluğun ağırlığını ve hem de cahiliyede kalmaları halinde dünya ve
ahirette karşılaşacakları kötü sonuçlarını hatırlatarak `Ben size güvenilir
bïr öğütçüyüm' diyordu. Her defasında bu gerçek söze karşı kavmin ileri
gelenleri ve müstekbirlerinden oluşan önderleri karşı duruyor ve alemlerin
Rabbi olan Allah'a teslimiyetten kaçınıyorlardı. -bütün peygamberlerin ve
Allah'ın gönderdiği bütün dinlerin dayandığı temel prensip olan- dini ve
tapınmayı tek Allah'a ait kabul etmeyi reddediyorlardı. Bu noktada bütün
peygamberler tağutun yüzüne karşı gerçeği haykırıyorlardı. Sonra kavim inanç
temeline dayalı, birbirinden farklı iki topluluğa bölünüyordu. böylece
sadece inanç bağları toplumu belirliyordu. Ne milli bağlar, ne de ailevi
bağlar ortada kalıyordu. Tek bir toplum, birdenbire aralarında ne akrabalık
bağı, ne de bir ilişki olan birbirinden ayrı iki toplum haline geliyor. İşte
o zaman fetih gerçekleşiyor. Allah hidayete eren toplum ile sapıtan toplumun
arasında hüküm veriyor, yalancı müstekbirleri cezalandırıyor ve boyun eğen
müslümanları kurtarıyor. Allah'ın yasası, toplumun inanç temeline göre iki
farklı toplum haline gelmeden, inanç sahipleri kulluklarının sırf Allah'a
olduğunu açıklamadan imanlarını tağutun suratına haykırmadan, toplumlarıyla
farklılıklarını ilân etmeden önce, ne zafer ne de ayırd edici bir özellik
olabilir. Tüm bunlar Allah'a olan çağrı tarihine tanıklık etmektedir. Her
peygamberlik misyonu aynı konu üzerinde yoğunlaşmaktadır, tüm insanların
alemlerin Rabbi olan biricik Rabblerine kulluk etmeleri. Bu kulluk biricik
Allah'a has gerçektir. Ki insanlığın yaşamında onsuz doğru bir şeyin
olamayacağı temel kuraldır. Kur'an, bütün peygamberler arasında ortak olan
bu temel prensibi belirttikten sonra, diğer ayrılıkların ayrıntıları
hakkında pek az bilgi vermektedir. Çünkü -temel inanç prensibi ortaya
konduktan sonra- her türlü ayrıntı dindir ve ancak bu prensibe dayanır,
bunun dışına çıkamaz. Kur'an metodunun onunla belirginleşmesi ve iman
kervanının anlatılması esnasında -bütün Kur'an içersinde- sadece onun
hatırlatılması, bu prensibin Allah'ın terazisinde ağırlıklı önemini
gösterir. -En'am süresi girişinde söylediğimiz gibi- Bu prensibin, Kur'an'ın
Mekke'de inen surelerinin temel konusu olduğunu hatırlatıyoruz. Kur'an'ın
Medine'de inen sureleri de bu konuya değinmektedir.
Bu dinin bir "özü", bir de bu özü anlatma "yöntemi"
vardır. Bu dinin "yöntemi"ne önem, ne de zorluklar açısından dinin "özü"nden
daha aşağı değildir. Bizim görevimiz, bu dinin getirdiği temel özü öğrenmek
olduğu gibi, bu özü ortaya koyma yöntemine de bağlı kalmak olmalıdır. Bu
yöntemde, ilâhın biricik olduğu gerçeği belirgin, tekrar tekrar ve kuvvetle
vurgulanıyor. İşte bundan dolayıdır ki, bu suredeki kıssalarda yer alan
temel prensip, kuvvetle, tekrar tekrar, belirgin olarak ve özellikle ortaya
konuyor.
Bu kıssalar, insan ruhunda imanın tabiatı ile küfrün
tabiatını tasvir ediyorlar. İmana yatkın kalpler ile küfre teşne kalplere
ısrarla örnekler veriyor. Bütün peygamberlere iman edenlerin kalbinde asla
Allah'a teslimiyet ve Rasulüne boyun eğme noktasında herhangi bir büyüklenme
yer almaz. Allah'ın, onları sakındırmak ve tebliğ etmek için aralarından
birini seçmesini de şaşılası bir olay kabul etmezler. Bütün Rasulleri inkâr
edenleri ise, günahla kibirlenen kimselerdir. Yaratma ve emretme yetkisinin
tek sahibi Allah'ın hakkı olduğunu kabul ederek, ellerindeki gasbedilmiş
otoriteden vazgeçmeyi ve aralarından birini dinlemeyi gururlarına
yediremezler. Bunlar toplumları arasında, hakimler, aristokratlar,
şöhretliler ve otorite sahiplerinden oluşan, kavmin ileri gelenleri
(melesi)dirler... Bu noktada biz, bu dinin temel meselesini de
öğreniyoruz... O, otorite ve hakimiyet meselesidir... Bu ileri gelenler
(mele), peygamberler `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka
bir ilâhınız yoktur.' Ve `Ben ancak alemlerin Rabbinin bir elçisiyim' diye
söylediklerinde, bunun ne anlama geldiğini daima hissediyorlardı.. İlâhın
bir oluşu ve Rabblığın kapsayıcılığının anlamının, ellerindeki gasbedilmiş
otoritenin geri alınması ve asıl sahibine, alemlerin Rabbi olan Allah'a iade
edilmesi olduğunu anlıyorlardı. İşte mahvoluncaya değin bu uğurda direnip
durdukları bundandır! Arkalarından gelenlerin faydalanamaması ve helâk
yoluna koyulurcasına otorite arzusu ruhlarına işlemişti. Sonunda da bu yol
onları cehenneme götürdü. -Kıssalarda anlatıldığı gibi- yalanlayanların sonu
hakkında, değişmez ilâhi yasa işledi: Allah'ın ayetlerini unutma ve yolundan
sapma. Allah'ın, peygamberi vasıtasıyla gafilleri uyarması. Kulluğu sırf
Allah'a has kılmaya ve alemlerin Rabbine boyun eğmeye karşı kibirlenme.
Bolluk sebebiyle gafil olma, korkutmaya karşı alaycı bir tavır takınma ve
azabın çabuklaştırılmasını isteme... Azgınlık, tehdid ve müminlere
işkence... Müminlerin sabretmesi ve inanç temelli kamplaşma... Sonra tarih
boyunca olagelen Allah'ın yasasına uygun olarak (azabın) tekrar gelişinin
hızlanması!
Son olarak şunu da belirtelim: Batıla dalanlar,
gerçeğin varlığına bile tahammül edemezler. Hatta gerçek, -aralarındaki
meseleyi Allah`ın hükmüne ve zaferine bırakarak- batıldan ayrı yaşamayı
istese bile. Batıl onun bu konumunu dahi kabullenemez. Aksine gerçeği takip
eder, saldırır ve kovarlar. Şuayb (selâm ona olsun) toplumuna şöyle demişti:
`Eğer içinizden bir grup benim aracılığım ile
gönderilen mesaja inanırken, diğer bir grup buna inanmamış ise, Allah'ın
aramızda hüküm vereceği güne kadar sabrediniz, O hüküm verenlerin en
iyisidir.'
Fakat onlar bu durumu kabul etmediler. Ne hakkın
yaşamasını, ne de tağutların otoritesinden çıkarak, tek Allah'ın dinini
kabul eden bir toplumun varlığını kabullenebilirler.
O'nun kendini beğenmiş soydaşları dediler ki: `Ya
seni ve seninle birlikte inananları kentimizden süreriz, ya da dinimize
dönersiniz."
Şuayb tağutların bu tekliflerini reddederek, gerçeği
haykırdı ve onlara dedi ki: `İstemesek de mi? Allah bizi sizin dininizden
kurtardıktan sonra tekrar ona dönersek Allah'a yalan yere iftira etmiş
oluruz.'
Şuayb (selâm ona olsun) Allah'a çağıranların,
tağutlara karşı tavır almasının farz olduğunu bildiği için böyle yapmıştır.
Çünkü onlardan kaçınmanın bir yararı yoktur. Tağutlar onları, dinlerini
tamamen terk etmedikçe ve Allah onları kurtardığı halde tekrar tağutların
dinine dönmedikçe rahat bırakmazlar. Onların sırf, kalplerini tağutlara
kulluktan arındırmaları ve sadece Allah'a kulluğu benimsemeleri sonucu,
Allah onları kurtarmıştır. Savaşa dalmaktan, zorluklarına katlanmaktan,
kesin inanç kamplaşmasından sonra Allah'ın zaferini beklemekten ve Şuayb ile
beraber `Sırf Allah'a dayanırız biz. Ey Rabbimiz, soydaşlarımız ile
aramızdaki anlaşmazlığı sen hak uyarınca çözüme bağla. Çünkü anlaşmazlıkları
en iyi çözüme bağlayan sensin' demekten başka çıkar yol yoktu... İşte bundan
sonra tarih boyunca olduğu gibi, bir kez daha Allah'ın yasağı harekete
geçecektir.
Kur'an kıssaları konusunda, bu ana hatları
belirtmekle yetiniyoruz, böylece ayetleri ayrıntıları ile incelemeye
geçebilelim.
Aşağıdaki bölümde Allah'ın şerefli peygamberlerinin
yürüdüğü iman kervanının bütün evrende bulunan iman kervanından söz
edilmektedir.
-Rabbiniz Allah'dır, o gökleri ve yeri altı günde
yarattı, sonra Arş'a kuruldu. O gündüzü sürekli kovalayan geceyi gündüzün
üzerine örter. Güneş, ay ve yıldızlar O'nun buyruğuna başeğmişlerdir. İyi
bilin ki, yaratma ve yönlendirme O'nun tekelindedir. Alemlerin Rabbi olan
Allah yücelerin yücesidir. (A'raf 54)
Gökleri ve yeri yaratan, sonra Arş'a kurulan, geceyi
sürekli gündüzü kovalamaya sürükleyen, güneş, ay ve yıldızları buyruğuna baş
eğdiren, yaratma ve yönlendirme tekelinde olan bu ilâhın dinine girmek. işte
yalnızca bu ilâhın dinini din edinmek, tüm peygamberlerin çağırdığı ve tüm
insanların kendisine çağrıldığı temel prensiptir. Her bir şeytan Allah yolu
boyunca oturur ve ondan saptırmaya, çeşitli şekilleriyle ortaya çıkan
cahiliyeye döndürmeye çalışır. Fakat tümü de Rabblik konusunda Allah'dan
başkasını O'na ortak koşma lekesiyle damgalıdırlar.
Kur'an yöntemi, bu evrenin Allah'a kulluğu ile
insanın, içinde yaşadığı evrenle birlikte bir düzene girmeye, kâinatın
tamamen teslim olduğu ve emirlerine boyun eğerek hareket ettiği Allah'a
teslim olmaya çağrılması arasındaki bağı tekrar tekrar hatırlatıyor. Çünkü
bu evrensel gerçeğin hatırlatılması, insan kalbinin yumuşamasına ve teslim
olanların kulluk yoluna kendi içinden gelen bir güdüyle yönelmesine
yetecektir. Bütün varlık nizamında, tek başına baş kaldıramayacaktır.
Şerefli peygamberler, insanlığı uyduruk bir yolcu
çağırmıyorlar, onlar sadece tüm kâinatın dayandığı temele, bu evrende bir
yol olan temel gerçeğe çağırıyorlar... O, insanın yaratılışında varolan
gerçeğin bizzat kendisidir ve arzuları onu bulandırmadığı ve şeytanlar
aslıyyetini bu gerçekten uzaklara sürüklemediği sürece, fıtratları da ona
çağırmaktadır.
İşte bunlar, görüldüğü şekilde surelerdeki ayetlerin
birbiri ardınca sıralanışından çıkardığımız dokunuşlardır.
HZ. NUH'UN DAVETİ
59- Nuh'u
soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. Onlara dedi ki"
Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka
bir ilâhınız yoktu, sizin hesabınıza büyük günün azabından korkuyorum.
60- Soydaşlarının
ileri gelenleri ona `senin açık bir sapıklık içinde olduğunu görüyoruz'
dediler.
61-62- Nuh onlara
dedi ki, `Ey soydaşlarım, bende bir sapıklık yoktur. Tersine tüm varlıkları
Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim. Size Rabbimin mesajlarını
iletiyorum, size öğüt veriyorum ve Allah'dan gelen vahiy sayesinde sizin
bilmediğinizi biliyorum. '
Burada kıssa, özetle anlatılıyor. Ayrıntıya gerek
duyulan Hud veya Nuh suresi gibi Kur'an'ın başka bir yerinde de bu ayrıntı
verilmiyor. Burada amaç, az önce sözünü ettiğimiz prensibin tasvirini
yapmaktır.
İnancın tabiatı, tebliğ yolu, toplumun buna
yönelmesinin tabiatı, peygamberlik gerçeği ve korkutmanın
gerçekleşmesi...Kur'an kıssalarının yöntemi doğrultusunda, bu prensiplerin
bu aşamalara göre gerçekleşeceği bu kıssa, işte bu yüzden anlatılıyor.
"Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik."
Allah'ın yasası gereği her peygamber, fıtratı
bozulmamış gönülleri birleştirmek ve kolayca anlamaları ve bilmemeleri için
kendi kavimlerine ve soydaşlarının lisanı ile gönderilmiştir. Fıtratı
bozulanlar bu yasaya hayret ederler. Büyüklenerek kendileri gibi bir insana
inanmazlar, çağrısını kabul etmezler ve kendilerine meleklerin tebliğ
etmesini isterler! Bu ancak bir bahanedir. Hangi yoldan gelirse gelsin,
hidayete tabi olmazlar.
"Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik ve
onlara bütün peygamberlerin getirdiği aynı sözler ile seslendi:
"Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka
bir ilâhımız yoktur."
Bu sözler asla değişmemiştir. Bu inancın, onsuz
varolamayacağı bir kuralıdır. İnsan yaşamının dayandığı temel direktir. Bu,
yön birliği, amaç birliği ve ilişki birliğinin garantisidir. Yine bu,
insanın, arzularına kulluk etmekten ve kendisi gibi bir kula tapınmaktan
kurtulmasına ve bütün arzularını, ihtiraslarını, korkutmalarını ve
vaadlerini aşmasını garanti eder.
Allah'ın dini bir hayat sistemidir. Temel prensibi
ise, insan yaşamındaki tüm otoritenin Allah'a has kılınmasıdır. İşte bu,
sadece Allah'a kulluğun ve insanların O'ndan başka ilahı olmamasının
anlamıdır. Otorite inançda, Allah'ın bu evrenin Rabbi olmasında, kudreti ve
takdiri ile yaratanı ve yöneteni olmasında somutlaşır. Nitekim Allah'ın
insanın Rabbi, yaratanı, kudreti ve takdiri ile yönlendireni olduğu
inancında da somutlaşır.
Allah'ın dini, insanın pratik hayatında yüce
Allah'ın Rabbliğini kabul etme esasında, O'nun şeriatına ve emrine uyma
ilkesinde somutlaştığı oranda, ibadet amaçlı davranışların Allah'a
yöneltilmesinde de somutlaşır. Bunların her üçü de birbirinden ayrılmaz,
parçalanma kabul etmez bir bütündür. Yoksa, sözkonusu olan şirktir ki, bu da
Allah ile birlikte bir başkasına kulluk etmek, ya da O'nu tamamen bir yana
bırakaràk başka bir varlığa tapınmaktır.
Nuh toplumuna bu biricik sözü söyledi ve onu, öğüt
veren bir kardeşin kardeşine olan şevkati ve halkın iyiliğini düşünen bir
önderin samimiyeti ile yalanlamanın akıbetiyle korkuttu:
"Sizin hesabınıza büyük günün azabından korkuyorum."
Bu ayetten anlıyoruz ki, Nuh'un dini.. ahiret
inancı, büyük günde ceza ve hesap inancı olan... en eski dindir. Nuh bu
günde soydaşlarını bekleyen azaptan korkuyor... Böylece Allah'ın metodu ve
inanç konularını ortaya koyuşu ile dinler tarihi bilim adamlarının ve
Kur'an'ın yönteminden habersiz olarak onları izleyenlerin yöntemleri
arasındaki farklılık ortaya çıkıyor.
Bu dosdoğru apaçık saf çağrıyı Nuh'un toplumunda
sapık ve yoldan çıkmış kimseler nasıl karşıladılar?
"Soydaşlarının ileri gelenleri ona `Senin açık bir
sapıklık içinde olduğunu görüyoruz' dediler."
Müşrik Araplar'ın Peygamberimize; "Sapıttı,
İbrahim'in dininden döndü" demeleri gibi.
Sapıklığı üst noktaya varanlar, işte böyle onu sapık
sayarak hidayete çağırıyorlar! Hatta yaratılışında bozulma bu dereceye
ulaşınca, küstahlık da işte bu dereceye varır! Mihenk ölçüsü, Allah'ın
hatasız ve yanılmaz terazisi olmayınca, işte böyle ölçüler değişir, değer
hükümleri geçersiz kalır ve arzularıyla hüküm verilir.
Allah'ın hidayeti ile doğru yolu bulanlara bugünün
cahiliyesi ne diyor? Onlara sapıklar ismini kondurmakta, kendilerinden olup,
görüşlerini kabul edenler ve hoşnut olanları, evet hem de, pis su
birikintisine, cahiliyenin düşüp yuvarlandığı bataklığın kılavuzu olan
kimseleri, hidayeti bulmuş kimseler sayıyorlar.
Tenlerini göstermeyen genç kızlara bugünün
cahiliyesi ne diyor? Çırılçıplak vücutlara hoş bakmayan gençlere ne diyor?
Onların bu yücelik, paklık ve saflıklarına, geri
kalmış, donmuş ve şehirleşememiş `mürteci' damgasını vurmaktadırlar.
Cahiliye, onların bu yücelik, paklık ve saflıklarını, pis su birikintisi
içindeki bataklığa batırmak için, sahip olduğu tüm reklam ve propaganda
olanaklarını seferber eder. Cahiliye, ilgileri futbol, film, sinema,
televizyon v.b. tutkunluğundan daha yüce olan ve dans ve oyun salonları
düşkünü olmayan kimselere ne der? Onlara, içine kapanık, kültür yoksunu
`donuk' kişiler adını koyar. Yaşamlarını bu tür şeylerde harcamaları için
tüm gayretini sarfeder.
Cahiliye aynı cahiliyedir... Sadece şekil ve
dönemler değişmiştir!
Nuh sapık olmadığını ilan ediyor, çağrısının özünü
ve kaynağını onlara açıklıyor. Bu çağrıyı, kendi arzu ve kuruntularından
uydurmuş değildir. O yalnızca, alemlerin Rabbi tarafından gönderilen,
yanısıra öğüt ve emanet görevini yüklenen ve Allah'dan gelen vahiy sayesinde
onların bilmediğini bilen bir elçidir. O Allah'ı içinde buluyor. Onunla
ilişki içindedir, onlar ise O'nunla kendileri arasında perde çekmişlerdir.
"Nuh onlara dedi ki; `Ey soydaşlarım, bende bir
sapıklık yoktur, tersine tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilen bir
peygamberim. Size Rabbimin mesajlarını iletiyorum, size öğüt veriyorum ve
Allah'dan gelen vahiy sayesinde sizin bilmediklerinizi biliyorum."
Burada, surenin akışı içerisindeki bu boşlukta bir
an için şunu hissediyoruz. Sanki onlar, Allah'ın kendi aralarından onlar
gibi bir insanı elçi seçmesine, onu soydaşlarına göndermesine, bu
peygamberlerin ruhunda, böyle seçilmemiş diğer insanların hissedemediği bir
ilim hissetmesini hayretle karşılıyorlar. Ayetlerin akışı içerisinde bir
anda hissettiğimiz bu ayırıma daha sonraki ayetler deyinmektedir.
63- "Kötülüklerden
sakınasınız ve bu sayede merhamete eresiniz diye sizi uyarmak için içinizden
biri aracılığı ile Rabbinizden size mesaj gelmiş olması tuhafınıza mı
gitti?"
Bu seçimde tuhaf olan ne var ki? Asıl bu insan
yaratığının tüm işleri tuhaftır. Bütün alemlerle etkileşim içerisindedir.
Tabiatında yer alan Allah'ın ruhundan üfürme bileşeni nedeniyle Rabbi ile
bağlantı halindedir... Allah aralarındàn bir elçi seçtiği zaman -ki Allah
elçiliğini kime vereceğini iyi bilir- yapısına yerleştirilen, Allah ile
bağlantı kurabilme ve ondan vahiy alabilme yeteneği sayesinde, bu elçiyi
kabullenecektir. İşte, ona insanlığını kazandıran hayretengiz yaratılışlı bu
yaratığın yüce konumunun nedeni olan incelikli sır budur.
Nuh onlara peygamberliğin amacını açıklıyor.
"Kötülüklerden sakınasınız ve bu sayede merhamete
eresiniz diye sizi uyarmak için..."
Bu sakındırma, sonuçta Allah'ın rahmetine
ulaşabilsinler diye kalpteki sakınma duygularını coşturma amacı güdüyor...
Bunun arkasında Nuh'un lehine ne bir şahsi çıkar, ne de bir maksat
sözkonusu. Sadece bu şerefli ve yüce amaca sahip...
Fakat insan fıtratı belirli bir derecede bozulmaya
uğrayınca; ne düşünüyor, ne değerlendiriyor, ne de öğüt alıyor. Bu noktada
ona artık ne korkutma, ne de hatırlatma bir yarar sağlamayacaktır.
64- "Onu yalanladılar. Bunun
üzerine onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık. Ayetlerimizi
yalanlayanları ise boğduk. Kuşkusuz onlar kör bir kavim idiler. "
Bunların hidayete, saf niyetli öğütlere uyarılara
karşı körlüklerini görmüştük... Bu körlükleri nedeniyle yalanladılar... Bu
körlükleri nedeniyle ayette anlatılan akıbete uğradılar...
HZ.HUD VE AD KAVMİ
Tarih akıp gidiyor, yanısıra ayetler de onu izliyor.
Şimdi biz Hud'un soydaşları Ad karşısındayız:
65- "Ad kavminde de
kardeşleri Hud'u peygamber olarak gönderdik. Hud onlara `Ey soydaşlarım,
Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. O'ndan korkmuyor
musunuz?' dedi. "
66- "Soydaşlarının
ileri gelen kâfirleri O'na `Biz seni aptal olarak görüyoruz ve bir yalancı
olduğunu sanıyoruz' dediler. "
67- "Hud onlara dedi
ki; `Bende bir aptallık yoktur, tersine tüm varlıkların Rabbi tarafından
gönderilen bir peygamberim. "
68- "Size Rabbimin
mesajlarını iletiyorum, sizin için güvenilir bir öğüt vericiyim. "
69- "Sizi uyarmak
üzere içinizden biri aracılığı ile Rabbiniz tarafından size mesaj olması
tuhafınıza mı gidiyor? Allah'ın sizi Nuh kavminin yerine geçirdiğini, sizi
vücud yapısı bakımından onlardan daha güçlü yarattığını hatırlayınız.
Allah'ın nimetlerini hatırlayınız ki kurtuluşa eresiniz. "
70- "Soydaşları ona
dedi ki, :Sen bize tek Allah'a kulluk edelim, atalarımızın taptıkları
ilâhları bırakalım diye mi geldin. Eğer söylediklerin doğru ise ilerde
çarpılacağımızı söylediğin azabı şimdi başımıza getir, bakalım. "
71- "Hud onlara dedi
ki, `Rabbinizin azabı ve öfkesi hakkınızda kesinleşti. Allah'ın haklarında
hiçbir kanıt indirmediği, kendiniz ve atalarınız tarafından takılmış
birtakım adlar üzerine benimle tartışmaya mı girişiyorsunuz? O halde
bekleyin bakalım, ben de sizin ile birlikte bekliyorum. "
72- "Hud'u ve
beraberindekileri rahmetimizin sonucu olarak kurtardık. Ayetlerimizi
yalanlayarak inanmamış olanların ise kökünü kuruttuk. "
İşte, aynı peygamberlik, aynı tartışma ve aynı
netice... Bu aynı kanun, yürürlükteki yasa ve ilâhi adettir...
Ad kavmi, Nuh'un ve gemide, sayılarının 13 olduğu
söylenen, yanında olup, kurtulanların torunlarıdır.. Şüphe yok ki, bunların
ataları, gemide kurtulan müminler, Nuh'un dininde -ki islâmdı- idiler ve
kendisinden başka ilâh olmayan biricik Allah'a tapınıyorlar ve O'nun
alemlerin Rabbi olduğuna inanıyorlardı. Zaten Nuh da onlara `Fakat ben
alemlerin Rabbinin elçisiyim' demişti. Uzun bir süre geçti. Yeryüzüne
dağıldılar. Şeytan her zamanki oyunlarını onlara da oynadı. Onları
-öncelikle mülk ve mal sevgisi olmak üzere- Allah'ın şeriatına değil, kendi
isteklerine göre arzuları doğrultusunda yöneltti. Hud'un kavmi
peygamberlerinin tek olan Allah' a tekrar kulluğa çağırmasını hoş görmeme
sapıklığına düşdüler.
"Ad kavmine de kardeşleri Hud'u peygamber olarak
gönderdik. Hud onlara `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka
bir ilâhınız yoktur. O'ndan korkmuyor musunuz?' dedi."
Bu sözleri daha önce Nuh söylemiş, kavmi O'nu
yalanlamış, bu nedenle başlarına gelen gelmişti. Allah onların ardından Ad
kavmini gönderdi. Burada onların yurtları belirtilmiyor. Başka surelerden
öğreniyoruz ki, onlar, Yemen sınırında Yemame ve Hadramut arasında yüksekçe
yerler olan Ahkaf'lıdırlar. -Bunlar da daha önce Nuh'un kavminin gittiği
yolu izliyorlar. Bu yolu izleyenlerin başlarına gelenleri ne düşünüyorlar,
ne de hatırlıyorlar. Bu yüzden Hud Allah'dan ve bu korkunç sonuçtan
korkmamalarından endişe ederek, onlara seslenirken `O'ndan korkmuyor
musunuz?' sorusunu da, sözlerine ekledi.
Kavminin ileri gelenlerine, soydaşlarından birinin
onları hidayete çağırması ve çok az sakınmalarını hoş görmemesi ağır geldi
ve haddi aşarak, O'nu deli ve ahmak saydılar. Ne kötü değer takdiri!
Utanmadan ve hayasızca, hep beraber peygamberlerini delilik ve yalancılıkla
suçlamaya kalkıştılar:
"Soydaşlarının ileri gelen kâfirleri O'na `Biz seni
aptal olarak görüyoruz ve bir yalancı olduğunu sanıyoruz' dediler."
Araştırmadan, düşünmeden ve hiçbir delile
dayanmadan, böyle ölçüsüzce davrandılar.
"Hud onlara dedi ki; Bende bir aptallık yoktur,
tersine tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim. Size
Rabbimin mesajlarını iletiyorum, sizin için güvenilir bir öğüt vericiyim."
Kendisinden, -sapıklık iddiasını reddettiği gibi-
aptal olduğu iddiasını da kesinlikle ve doğrulukla reddetti. -Daha önce
Nuh'un ortaya koyduğu gibi- onlara, elçiliğinin kaynağını ve hedefini
açıkladı, bu konuda onlara öğüt verdiğini ve tebliğinde doğru sözlü olduğunu
da ortaya koydu. 'Tüm bunları, onlara bir davetçinin yumuşaklığı ve
güvenilir bir kişinin doğruluğu ile söyledi.
Daha önce Nuh kavminin tuhaf karşıladığı gibi,
onların da peygamberlikten kaynaklanan bu misyonun içeriğini garipsemiş
olmalılar ki, sanki her ikisi de aynı ruhu taşıyan bir kişilikmişçesine, Hud
da onlara daha önce Nuh'un söylediği sözleri tekrarlıyor:
"Sizi uyarmak üzere içinizden biri aracılığı ile
Rabbinizden size mesaj gelmesi tuhafınıza mı gidiyor?"
Sonra sözlerine, onlara sunulan bir gerçeği
ekliyor... Nuh kavminden sonra yeryüzüne halef olmaları, dağlık bölgede
türemeleri nedeniyle vücutça sağlam ve kuvvetli olmaları, yanısıra otorite
ve saltanat verilmesi gerçeğini:
"Allah'ın sizi Nuh kavminin yerine geçirdiğini, sizi
vücud yapısı bakımından onlardan daha güçlü yarattığını hatırlayınız.
Allah'ın nimetlerini hatırlayınız ki kurtuluşa eresiniz."
Nimetlere şükürle karşılık verme, azgınlıktan
kaçınma, geçmişlerin sonundan sakınma, bu halef olmanın, bu güç ve kuvvetin
gereklerindendir. Onlar değişmeyen, şaşmaz ilâhi kanuna uygun olan ve
belirli bir kadere göre işleyen yasaların işlemeyeceğine dair Allah'dan
yemin mi aldılar? Nimetleri sayıp dökmek, insanlarda şükrü doğurur. Nimete
şükür ise, sebeplerin korunmasını ister. Bunun ardından da, dünya ve öte
dünyada kurtuluş sağlanır.
Fakat fıtrat değiştiği zaman, ne düşünüyor, ne
uyarıları değerlendiriyor, ne de öğütleri dinliyor. İşte böylece kavmin
ileri gelenleri günah içinde, gurura kapıldılar, tartışmayı kısa kestiler ve
ögütleri ağır bulanın aceleciliği ile uyarıları alaya aldılar ve azabın
çabuk gelmesini istediler:
Soydaşları ona dedi ki, Sen bize tek Allah'a kulluk
edelim, atalarımızın taptıkları ilâhları bırakalım diye mi geldin. Eğer
söylediklerin doğru ise, ilerde çarpılacağımızı söylediğin azabı şimdi
başımıza getir, bakalım.'
Sanki bakmaya dayanamadıkları ve dinlemeye
sabredemedikleri kötü bir işe çağırılıyorlar!
Soydaşları ona dedi ki, `Sen bize tek Allah'a kulluk
edelim, atalarımızın taptıkları ilâhları bırakalım diye mi geldin.'
Gönüllerin ve akılların ülfet peydah ettiği
realiteye tutsaklık duygusuna dair ne kötü bir manzara! Bu tutsaklık duygusu
insanı, inceleme ve değerlendirme hürriyeti, düşünce ve inanç hürriyeti gibi
insanlık özelliklerinden soyutluyor. Kişiyi gelenek ve göreneklerin, örf ve
adetlerin kulu, kendisi ve kendi gibi diğer kölelerin arzularının kulu yapar
ve bilgi ve aydınlığın tüm yollarını ona kapatır.
Böylece kavim, gerçekle yüzyüze gelmekten, daha
doğrusu kulu oldukları batılın saçmalığını düşünmekten kaçınarak, azabın
çabuk gelmesini istiyor ve güvenilir öğütçü peygamberlerine şöyle diyorlar:
"Eğer söylediklerin doğru ise, ilerde
çarpılacağımızı söylediğin azabı şimdi başımıza getir, bakalım"
Daha sonra, Peygamberin kesin ve hızlı karşı cevabı
geliyor:
"Hud onlara dedi ki, `Rabbinizin azabı ve öfkesi
hakkınızda kesinleşti. Allah'ın haklarında hiçbir kanıt indirmediği,
kendiniz ve atalarınız tarafından tartışmaya mı girişiyorsunuz? O halde
bekleyin bakalım, ben de sizin ile birlikte bekliyorum."
Rabbinin kendisine bildirdiği, hakettikleri ve
kaçacak hiçbir sığınakları bulunmayan akıbetlerini onlara ulaştırıyor... Bu
beraberinde Allah'ın gazabı olan, defedilemez bir azab. Sonra azaba dair bu
aceleleri peşisıra azap hızlandırılıyor. Düşünce ve inançlarının bayağılığı
ortaya konuyor.
"Allah'ın haklarında hiçbir kanıt indirmediği,
kendiniz ve atalarınız tarafından takılmış birtakım adlar üzerine benimle
tartışmaya mı girişiyorsunuz?
Allah'la birlikte kulluk ettiğiniz şeylerin hiçbir
gerçekliği yoktur. Kendiniz ve atalarınız tarafından takılmış birtakım
adlardır. Allah onlar hakkında bir kanıt indirmemiş ve izin de vermemiştir.
Bu durumda ne onların bir otoriteleri, ne de sizin buna dair bir kanıtınız
vardır.
Kur'an'da tekrar edilen `Allah'ın haklarında hiçbir
kanıt indirmediği' ifadesi, temel bir gerçeği düşündürüyor... Allah'ın
indirmediği her söz, kanun, örf veya düşüncenin bir ağırlığı yoktur, etkisi
azdır ve kayboluşu çabuk olur... Fıtrat, tüm bunları hafife alır. Eğer
sözler, Allah'dan geliyorsa, Allah'ın onlara yerleştirdiği bir yetki
nedeniyle, bir ağırlığı vardır ve gönüllere işler, yerleşir.
Nice alımlı düşünce, nice süslü ve otorite destekli
sosyal kurum ve uygulama vardır, ama Allah'ın otoritesinden kaynaklanan bir
güç içeren sözleri karşısında eriyip gider. Huzurlu bir güven ve yetkinliğin
verdiği sağlamlık içerisinde Hud soydaşlarına meydan okudu:
"O halde bekleyin bakalım, ben de sizin ile birlikte
bekliyorum."
Bu güven, Allah'a çağıranların hissettiği gücün
kaynağıdır... Hud, getirdiği hakkın Allah'ın otoritesinden aldığı gücü ve
kuvveti bildiği gibi, batılın -her ne kadar yaygın ve güçlü görünse de-
gerçekte zayıf, etkisiz ve güçsüz olduğunu da yakinen bilir.
Bekleyiş pek uzun sürmüyor:
"Hud'u ve beraberindekileri rahmetimizin sonucu
olarak kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayarak inanmamış olanların ise kökünü
kuruttuk."
Bu, geriye bir kişi bile bırakılmadan gerçekleşen
tam bir yokediştir. Bu olay hakkında, son ferdine kadar bütün kavim yok
edildiği için, `kökleri kazındı' ifadesi kullanılabilir.
Böylece yalanlayanların defterinden bir sayfa daha
kapanmaktadır. Uyarı yarar sağlamadığı halde, başka bir uyarı daha
yapılıyor... Başka surede bu azap hakkında ayrıntılı bilgi verildiği halde,
burada ayrıntıya girilmiyor. Biz de, konuları hızlı geçmeyi amaçlayan bu
ayetleri izleyerek, durmuyoruz ve bu ayetteki yerler hakkında fazla
ayrıntıya girmiyoruz.
SEMUD KAVMİ VE HZ.
SALİH
73- Semud kavmine de
kardeşleri Salih'i peygamber olarak gönderdik. Salih onlara dedi ki, `Ey
soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhımız yoktur.
Rabbinizden size bir belge geldi. Şu Allah'ın dişi devesi size bir delildir.
Bırakın onu, Allah'ın çayırında otlasın, sakın ona bir kötülük etmeyin,
yoksa acı bir azaba çarptırılırsınız.
74- Allah'ın sizi Ad
kavminin yerine geçirdiğini ve ovalarında köşkler edinip dağlarında yontma
evler yaptığınız bir bölgeye yerleştirdiğini hatırlayınız. Allah'ın
nimetlerini hatırlayınız da yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan kesinlikle
kaçınınız.
75- Salih'in kendini
beğenmiş soydaşları, içlerinden iman etmiş horlanmışlara, ezilenlere
`Salih'in Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?' dediler. Onlarda
`Evet, biz onun aracılığı ile gönderilen mesaja inanıyoruz' dediler.
76- Kendini
beğenmişler de onlara `Biz sizin inandığınızı inkâr ediyor, reddediyoruz'
dediler.
77- Arkasından
Rabblerinin emrine başkaldırarak dişi deveyi boğazladılar ve `Ey Salih, eğer
gerçekten peygambersen, ilerde çarpılacağımız söylediğin azabı şimdi
başımıza getir, bakalım' dediler.
78- Bu arada ani bir
yer sarsıntısına tutuldular da oldukları yerde yığılıp kalıverdiler.
79- Bunun üzerine
Salih, onlara sırt çevirdi ve `Ey soydaşlarım, size Rabbimin mesajını
ilettim, size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenlerden hoşlanmıyorsunuz'
dedi.
Bu, tarih boyunca süren, insanlık kitabının bir
başka sayfası. İşte, cahiliyeye tekrar dönülüyor, hak ile batılın ayrılış
sahnesi sergileniyor, yalanlayanların sonu, yeniden gerçekleşiyor.
"Semud kavmine de kardeşleri Salih'i peygamber
olarak gönderdik. Salih onlara dedi ki, `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk
ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur."
Bunlar, mahlukatın yola kendisiyle başladıkları ve
onunla bitirecekleri sözlerdir. İnanç, yöneliş, tavır alış ve tebliğ
noktasında tek bir yöntem vardır. Burada ek olarak bir de, Salih'in
kavminden doğrulamasını istediği bir mucize yer almaktadır.
Rabbinizden size bir belge geldi. Şu Allah'ın dişi
devesi size bir delildir." Burada ayetlerin amacı, ortak çağrıyı ortaya
koymak ve O'na inananlar ile O'nu yalanlayanların akıbeti gerçeğini
belirlemek olduğu için, mucize istekleri ayrıntıyla incelenmemiş, sadece bu
mucizenin varlığını ilân etmiştir. Yanısıra deve hakkında da onun
Rabblerinden gelen bir kanıt olduğu, Allah'ın devesi ve mucizesi olduğundan
başka bir ayrıntıdan söz edilmemiştir. Allah'ın devesi olduğunun
belirtilmesinden, Rabblerinin kanıtı olmasından, bizzat Allah'a nisbet
edilmesinden ve peygamberliğini doğrulayan bir delil olmasından, onun
sıradan bir deve olmadığını ve sıradan yollarla meydana çıkmadığını
anlıyoruz... Devenin durumu hakkında, bu güvenilir kaynakda söz edilenlere
başka hiçbir şey eklemiyoruz. -Kur'an'da ona dair bu işaret, başka bütün
ayrıntılardan daha yeterlidir- Biz ayetleri izlemeyi ve gölgelerinde
yaşamayı sürdürüyoruz:
"Bırakın onu, Allah'ın çayırında otlasın, sakın ona
bir kötülük etmeyin, yoksa acı bir azaba çarptırılırsınız.
Çünkü o Allah'ın devesidir. Bırakın onu, Allah'ın
çayırında otlasın, yoksa o kötü sonuç ile uyarıcıdır.
Ayet, kötü son ile uyardıktan sonra Salih kavmini,
düşünmeye, ders almaya, azgınların sonlarına bakmaya, bu azgınların ardından
onlara verilen nimetlere şükre çağırmaya başlıyor:
"Allah'ın sizi Ad kavminin yerine geçirdiğini ve
ovalarında köşkler edinip dağlarında yontma evler yaptığınız bir bölgeye
yerleştirdiğini hatırlayınız. Allah'ın nimetlerini hatırlayınız da
yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan kesinlikle kaçınınız."
Burada ayetler, Semud yurdunun nerede olduğundan
sözetmiyor. Fakat başka surede onların -Hicaz ile Şam arasında yer alan-
Hicr'de yaşadıkları belirtilmiştir. Salih'in onlara yaptığı
hatırlatmalardan, Semudlular'ın yaşadıkları yerin doğası hakkında kimi
bilgiler edindiğimiz gibi, yerleşim şekilleri, onlara verilen nimetlerin
etkileri hakkında da bilgi ediniyoruz. Burası hem ovalık, hem de dağlık bir
arazidir. Ovalık arazide köşkler (villalar, yalılar) yapmışlar, dağda evler
oymuşlardı. Bu kısa ayetlerdeki işaretlerden açıkça anlaşıldığına göre, bu
bir medeniyet idi... Salih Allah'ın onları Ad kavmine halef kıldığını
hatırlatıyor. Yerleşim yerleri onların yerleşim yerleri ile aynı olmasa
bile, tarihi süreç içerisinde, Ad medeniyetini izleyen medeniyetin sahibi
idiler. Otoriteleri Hicr dışına da taşmıştı. Bu nedenle, yeryüzünde
yerleşenlerin halifeleri ve hakimleri oldular. Salih onları, önlerindeki Ad
kavminin azgınlarının durumunu ibret alarak, güç ve medeniyetlerinden gurura
kapılıp yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan kesin olarak sakındırdı.
Yine buradaki veciz ve özet ifadeli ayetlerden,
şunları da anlıyoruz: Salihin (Selâm üzerine olsun) kavminden bir grup insan
iman etmiş, bir grup ise büyüklenmiştir.
İnanmayanların ileri gelenleri, yeryüzündeki
otoritelerinden soyutlanmaları ve alemlerin Rabbi olan tek ilâha dönmeleri
çağrısına iman edenleri, tek Allah'a kulluk ederek bu sayede kullara
kulluktan kurtulan ve boyunlarından tağutun boyunduruğunu söküp atan
müminlere işkence etmeye kalkışmaları gerekmektedir!
İşte tam böyle, Salih'in kendini beğenmiş ileri
gelen soydaşlarının güçsüz, ezilen müminlere işkenceye ve tehdidler
savurmaya koyulduklarını görmekteyiz:
"Salih'in kendini beğenmiş soydaşları, içlerinden
iman etmiş horlanmışlara, ezilenlere `Salih'in Rabbi tarafından
gönderildiğini biliyor musunuz? derler."
Açıktır ki bu soru, Salih'in Rabbinden getirdiğini
iddia ettiği mesajı doğrulamalarından kaçınmaları ve imanlarından
hoşlanmamaları nedeniyle tehdid ve küçümseme yüklüdür.
Fakat ezilenler artık bir daha ezilmeyeceklerdi.
Allah'a iman, gönüllerine kuvvet, ruhlarına güve ve huzur doldurmuştu...
Onlar, dinlerinden kesinlikle emin idiler. Kendini beğenmiş ileri gelenlerin
tehdid ve korkutmalarının ne yararı var? Alaya almalar ve zorlamalarının ne
faydası olur?
"Evet, biz onun aracılığı ile gönderilen mesaja
inanıyoruz" dediler.
Bundan dolayı ileri gelenler, tehdide yorulacak
şekilde açıkça konumlarını ilân ettiler:
"Biz sizin inandığınızı inkâr ediyor, reddediyoruz"
dediler.
Salih'in getirdiği hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak
şekildeki delile rağmen... İleri gelenlerin Salih'i doğrulamaktan alıkoyan
delil yetersizliği değildir... Çünkü, tek ilâha kulluk, onların
otoritelerini yıkmakla tehdid ediyordu... Çünkü insanda, hükümdar olma
arzusu ve hakimiyet ve otorite kompleksi vardır. Şeytan sapkınları bu
yulardan tutup, güdüyordu.
Sözlerini pratiğe geçirdiler. Kendilerine Allah
katından, peygamberini çağrısında doğrulayan bir delil olarak gönderilen ve
peygamberlerinin onları, saldırıdan sakındırdığı Allah'ın devesine
saldırdılar ve acı bir azaba çarptırıldılar.
Ardından Rabblerinin emrine başkaldırarak dişi
deveyi boğazladılar ve `Ey Salih, eğer gerçekten peygambersen, ilerde
çarpılacağımızı söylediğin azabı şimdi başımıza getir, bakalım' dediler.
Bu, isyanın yanısıra bulunan bir küstahlıktır. Allah
onların isyanlarını, bundaki küstahlıklarını ortaya koymak ve buna eşlik
eden kişisel duygularını tasvir etmek, yanısıra azabı çabuk isteme ve uyarı
ile alay ettiklerini de ifade etmek amacıyla, `başkaldırı' olarak
isimlendiriyor.
Gelen ayetler, sonucu ilânda gecikmediği gibi,
ayrıntıya da girmiyor:
"Bu arada ani bir yer sarsıntısına tutuldular da
oldukları yerde yığılıp kalıverdiler."
Ani sarsıntı ve yığılıp kalma, isyan ve arsızlığın
cezasıdır. Ani sarsıntıya bir dehşet de eşlik ediyor. Yere yığılıp kalma,
hareket etmekten acizliği sahnelemektedir. İsyankara ani sarsıntı ne de
uygun! Saldırgana acizlik ne yakışır! Kötü sona uygun bir ceza. Ve bu kötü
sonu uygun bir tasvir ile ifade.
Ayetler onları `yığılıp kaldıkları' şekilde
bırakıyor ve yalanlayıp, karşı çıktıkları Salih'in durumunu sahneliyor.
Bunun üzerine Salih onlara sırt çevirdi ve `Ey
soydaşlarım, size Rabbimin mesajını ilettim, size öğüt verdim, fakat siz
öğüt verenlerden hoşlanmıyorsunuz' dedi.
O, tebliğ ve öğüt verme emanetini yerine getirdiğine
dair şahidlik ediyor ve isyan ve yalanlama ile kendi başlarına getirdikleri
kötü sondan uzak olduğunu belirtiyor... Böylece, yalanlayanların kitabından
başka bir sayfa daha kapanıyor. Alay edenler, hatırlatmadan sonra,
kendilerine yapılan tehdide çarpılıyorlar.
HZ. LÛT VE KAVMİ
Tarihin akışı sürüyor. İbrahim (r.a)'in devrindeyiz.
Fakat ayetler, burada İbrahim kıssasından sözetmiyor. Çünkü surenin başında
geçen `Biz pek çok kasabayı yok ettik. Onları gece ya da öğle uykularında
iken bastırdık' ayetinde belirtilenlere uygun olarak, ayetler
yalanlayanların sonlarını araştırıyor. Bu kıssalar, uyarıcıyı yalanlayan
kasabaların yok edilişi hakkında bu genel ifadenin açıklamasıdır. İbrahim
Rabbinden onların yok edilmesini istemediği için, İbrahim'in kavmi helâk
edilmedi. İbrahim onlardan ve Allah dışında tapındıklarından uzaklaştı...
Burada sırasıyla içerdiği uyarı, yalanlama ve yok edilişle birlikte
-İbrahim'in kardeşi oğlu ve çağdaşı- Lût'un kavmi hakkında kıssa, ayetlerin
akışı içerisinde ve Kur'an yöntemine göre anlatılıyor:
80- Lût'u da
peygamber olarak gönderdik. O soydaşlarına dedi ki: "Sizler daha önce
dünyada hiç kimsenin işlemediği bir fuhuş türünü mü işliyorsunuz?
81- Sizler kadınları
bırakıp, erkeklere şehvetle yaklaşıyorsunuz. Kuşkusuz siz her türlü ölçüyü
çiğneyen, azgın bir toplumsunuz.
82- Soydaşlarının
verdikleri tek cevap şu oldu; `Lût'u ve arkadaşlarını kentinizden sürünüz,
çünkü onlar temizliğe pek meraklı kimselermiş' dediler.
83- Lût'u ve eşi
dışındaki yakınlarını kurtardık. Eşi ise geride kalıp helak olanlardan oldu.
84- Onların üzerine
müthiş bir yağmur yağdırdık. Gör bakalım, günahkârların sonu nasıl oldu?
Lût kavminin kıssası, fıtratın sapmasının özel bir
türünü, yukardaki kıssaların ana konusu olan tevhid ve ilâhlık sorunundan
daha farklı bir sorunu ortaya koymaktadır. Fakat gerçekte bu da, tevhid ve
ilâhlık sorunundan pek uzak değildir... Tek Allah inancı, O'nun kanun ve
şeriatına boyun eymeyi (teslimiyeti) de gerektirir. Allah'ın kanunu, insanın
tek bir parçanın birbirini tamamlayan iki öğesi olarak erkek ve dişi
cinsiyette yaratılmasını, üreme yoluyla bu cinsin hayatını sürdürmesini ve
üremenin de erkek ve dişinin birleşmesiyle olmasını dilemiştir... Bu
nedenle, bu kanun gereğince, onları bedensel ve ruhsal olarak bu birleşmeye
ve bu birleşme yoluyla üremeye uygun şekilde donatmıştır. Bu birleşme anında
duyacakları kuvvetli bir şehvet hissi ve temel bir arzu da yaratmıştır.
Böylece, bu birleşmeyi garantiye almış ve sonuçta bu cinsin hayatını
sürdürmesi noktasındaki Allah'ın dileğini gerçekleştirmiştir. Bu temel arzu
ve bu kuvvetli şehvet, bir de birleşmenin sonucu olarak daha sonra dünyaya
gelen neslin hamilelik, doğurma, emzirme, bakım, eğitim ve güvenliğinin
sağlanması v.b. güçlüklerini etkisiz kılma fonksiyonu da vardı. Ayrıca, bu
sayede, erkek ve dişinin bakım dönemi, hayvan yavrularından daha uzun süren
ve yetişkin nesillerden daha fazla bakıma muhtaç olan yeni doğmuş çocuklara
bakacak bir aile olarak hayatlarını sürdürmeleri de sağlanıyordu.
Bu, anlaşılması ve gereğinin yapılması Allah'a,
hükmüne, tedbir ve takdirinin güzelliğine inanmaya bağlı olan Allah'ın
kanunudur. İnançta ve Allah'ın koyduğu hayat nizamındaki sapmalara bağlı
olarak bunlarda da sapmalar gerçekleşir.
Fıtrattan sapma, Lût kavmi kıssasında apaçık olarak
ortaya çıkmaktadır. Lût onlara, yaptıklarının Allah'ın yarattığını bozma
olduğu ve bu çirkin sapıklığı ilk kendilerinin çıkardığını anlatmaya
çalışıyor:
"O soydaşlarına de ki; `Sizler daha önce dünyada hiç
kimsenin işlemediği bir fuhuş türünü mü işliyorsunuz? Sizler kadınları
bırakıp erkeklere şehvetle yaklaşıyorsunuz. Kuşkusuz siz her türlü ölçüyü
çiğneyen, azgın bir toplumsunuz."
Lût'un kavmini damgaladığı ölçü tanımaz azgınlık,
normal fıtratda somutlaşan Allah'ın sistemine tecavüzdeki azgınlıktır. Bu
azgınlık, insanlığın yaşamını sürdürebilmesi ve hayatın gelişmesi için
Allah'ın onlara verdiği cinsel güçtedir. Onlar bu gücü, özel amacına uygun
olmayan yerlerde harcadılar. Hem de sırf kural dışı `şehvet' uğruna. Allah
salim fıtri şehveti, Allah'ın doğal kanununun gerçekleşmesi için vermiştir.
Eğer kişi kendisi nefsinde, bu kanuna aykırı amaçlar hissediyorsa, bu
durumda o, ahlâkın bozulmasından önce, kural dışılık, sapma ve fıtratın
bozulması demektir. Zaten bunlar arasında da bir fark yoktur. İslâmi ahlâk
sapmamış ve bozulmamış fıtri ahlâktır.
Kadının -ruhî yapısı yanında- bedensel yapısı,
erkeğe, sırf şehvet amaçlanmamış olan bu birleşmede bozulmamış fıtrat
zevkini hissettirir. Yanısıra olan bu zevk, Allah'ın rahmeti ve nimetidir.
Hayatın devamı noktasındaki dileği ve kanunun gerçekleşmesini sağlamak için,
teklifin güçlüğünü dengeleyen bir zevki de vermeyi ihmal etmemiştir. Fakat
-erkeğe göre- erkeğin bedensel yapısı bu bozulmamış fıtrat zevkini sağlamaya
elverişli değildir. Bilakis, iğrenme hissi ağır basar ve bozulmamış fıtrata
sırf bu his bile engel olur.
İnanç kaynaklı düşüncenin doğası ve buna dayalı
hayat sistemi, bu durumda kesin etkilidir...
İşte Avrupa ve Amerika'daki modern cahiliye, sırf
doğru inançtan ve buna dayalı hayat sisteminden sapma nedeniyle, pek yaygın
bir şekilde kural dışı cinsel sapkınlıkları barındırıyor.
Burada, yeryüzünde kendileri dışında tam insanlık
hayatının dumura uğramasını isteyen yahudinin sahip olduğu propaganda
araçlarından kaynaklanan, ahlâk ve inançdaki çözülmenin yaygınlaşması nedeni
hakkında yaygın bir iddia vardır. Burada, yönlendirilen bu propaganda
araçlarından kaynaklanan kadının örtünmesinin, toplumlarda çarpık cinsi
saplantıların yayılmasına neden olduğu yaygın iddiası ortaya atılıyor.
Fakat, gerçeklerin tanıklığı gözlere saplanıyor. Avrupa ve Amerika'da
-hayvanlar aleminde olduğu gibi- bir kadın ile bir erkek arasında cinsel
ilişkiyi önleyecek tek bir engel kalmamıştır. Bu kadın-erkek arası, karma
hayat biçiminin yaygınlaşmasına paralel olarak, kural dışı sapık ilişkiler
de eksilmeksizin artmaktadır. Erkekler arasında sapık ilişkiler azalmadığı
gibi, bu tür sapık ilişkiler kadınlar arasında da yaygınlaşmaya başlamıştır.
Gözleri ile bu gerçeği göremeyenler, Amerikalı yazar Kenzi'nin "Erkekler
Arasında Cinsel Yaşam" ve "Kadınlar Arasında Cinsel Yaşam" adlı kitaplarını
okusunlar. Fakat bu güdümlü propaganda araçları, siyon protokolleri ve
misyoner kongreleri kararlarına uygun olarak, cinsi sapıklık konusunda bu
uydurmaları yaymaya ve onu kadının örtülü olmasına bağlamaya devam
etmektedirler.
Tekrar Lût kavmine dönüyoruz. Sapıklıkları
peygamberlerine verdikleri şu cevapta bir kez daha görünmektedir:
"Soydaşlarının verdikleri tek cevap şu oldu; `Lût'u
ve arkadaşlarını kentinizden sürünüz, çünkü onlar temizliğe pek meraklı
kimselermiş' dediler.
Ne tuhaf! Geriye pislik içindeki insanlar kalması
için kentten temizliğe pek meraklı olanlar sürülecek?
Fakat tuhaf olan ne? Modern cahilïye ne yapıyor?
Temizliğe düşkün olanları kovmuyor mu? Cahiliye toplumunun -ilericilik adı
altında, kadın, erkek herkesin bağlarını parçalayarak- yiyecek, can, mal,
fikir ve düşünce alanlarında daldığı bataklığa düşmeyenleri baskı altına
almıyor mu? O, temizliğe düşkün insanları görmek istemez. Çünkü o, buna
tahammül edemez ve onları ancak kendisi gibi pisliğe batmış olarak görmek
ister. Her dönemde cahiliye mantığı böyledir!
Diğer ayetlerde olduğu gibi burada da, ayrıntıya
girilmeden ve konu fazla uzatılmadan hızla sonuç bildiriliyor.
"Lüt'u ve eşi dışındaki yakınlarım kurtardık. Eşi
ise geride kalıp helâk olanlardan oldu. Onların üzerine müthiş bir yağmur
yağdırdık. Gör bakalım, günahkârların sonu nasıl olur?"
Sonuç, asilerin tehdid ettiği kimseler lehinedir.
Yanısıra bu, toplum àrasında inanç ve sistem temelli bir ayrımdır da. Lût'un
karısı -kendisine en yakın kimse olduğu halde- helâktan kurtulamamıştır.
Çünkü o, inanç ve sistem bakımından toplumunun helâk olan azgınlarının
işbirlikçisi idi.
Üzerlerine fırtınalarla yüklü helâk eden müthiş bir
yağmur yağdırıldı. Bu müthiş yağmur ve sel suları dünyayı, işledikleri bu
pislikten ve içinde yaşayıp öldükleri bataklıktan temizlemek için miydi?
Ne şekilde olursa olsun, yalanlayan günahkârların
kitabından bir sahife daha kapanmaktadır!
HZ. ŞUAYB VE MEDYEN
HALKI
Şimdi, karşımıza tarih süreci ïçerisinde yalanlayan
toplumların kitaplarından bir başka yaprak çıkmaktadır. Medyenlerin ve
kardeşleri Şuayb'ın sayfası:
85- Medyen halkına
da kardeşleri Şuayb'ı peygamber olarak gönderdik. Şuayb onlara dedi ki; `Ey
soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur.
Rabbinizden size bir belge geldi. Ölçüde ve tartıda dürüst olunuz,
insanların eşyalarını eksik vermeyiniz, yeryüzünde dirlik-düzen sağlandıktan
sonra bozgunculuk çıkarmayınız. Eğer mümin iseniz, sizin için hayırlı olan
tutum budur.
86- Bütün yol
başlarında pusu kurup inananları tehditle Allah yolundan alıkoymayınız, bu
yolu eğri göstermeye yeltenmeyiniz. Sayıca azken, Allah'ın sizi çoğalttığını
hatırlayınız. Görünüz, bozguncuların sonu nasıl oldu?
87 Eğer içinizden
bir grup benim aracılığım ile gönderilen mesaja inanırken diğer bir grup
buna inanmamış ise, Allah'ın aramızda hüküm vereceği güne kadar sabrediniz,
o hüküm verenlerin en iyisidir.
88- O'nun kendini
beğenmiş soydaşları dediler ki, `Ya seni ve seninle birlikte inananları
kentimizden süreriz, ya da dinimize dönersiniz Şuayb onlara dedi ki;
`İstemesek de mi?'
89- Allah bizi sizin
dininizden kurtardıktan sonra tekrar ona dönersek Allah'a yalan yere iftira
atmış oluruz. Rabbimiz Allah dilemedikçe bir daha sizin dininize dönmemiz
sözkonusu değildir. Rabbimizin bilgisi her şeyi kapsamına almıştır. Sırf
Allah'a dayanırız biz. Ey Rabbimiz, soydaşlarımız ile aramızdaki
anlaşmazlığı sen hak uyarınca çözüme bağla. Çünkü anlaşmazlıkları en iyi
çözüme bağlayan sensin!'
90- Soydaşlarının
ileri gelenleri `eğer Şuayb'a uyarsanız, kesinlikle hüsrana uğrar,
mahvolursunuz' dediler.
91- Bu arada ani bir
yersarsıntısına tutuldular da oldukları yerde yığılıp kalıverdiler.
92- Şuayb'ı
yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Şuayb'ı
yalanlayanlar, asıl hüsrana uğrayanlar, asıl mahvolanlar oldular.
93- Bunun üzerine
Şuayb onlara sırt çevirdi ve `Ey soydaşlarım, size Rabbimin mesajlarını
ilettim, öğüt verdim, şimdi kâfir bir topluma nasıl acıyabilirim?' dedi.
Bu kıssada aynı konudaki benzerlerine kıyasla
konunun daha uzatıldığını görmekteyiz. Bu uzatmanın sebebi, inanç konusunun
yanısıra kimi insanlar arası ilişkileri de içermesidir. Bu suredeki diğer
kıssalarda özet sunuş yöntemi izlenmiş olsa bile.
Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'ı peygamber
olarak gönderdik. Şuayb onlara dedi ki: `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk
ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur.
Bu, ne değişen, ne de dönüşüme uğrayan bir çağrı
kuralıdır... Daha sonra yeni peygamberin elçiliği konusunda kimi
ayrıntılardan söz edilmektedir:
"Rabbinizden size bir belge geldi."
-Salih kısasında bahsedildiği gibi- bu belgenin ne
olduğundan söz edilmemiştir... Diğer surelerdeki kıssalarda da bunun
belirtildiğini bilmiyoruz. Fakat ayet burada -Allah'ın katından gönderilme
iddiasını isbat eden- getirdiği belgeye işaret etmektedir. Peygamberleri
onlara ölçü ve tartıda doğruluğa dair emrini, yeryüzünde bozgunculuk
yapmamalarına dair sakındırmasını ve halkın yolunu kesmekten ve müminleri
benimsedikleri dinden alıkoymaktan sakındırmasını hep bu belgeye
dayandırmaktadır.
Ölçüde ve tartıda dürüst olunuz, insanların
eşyalarını eksik vermeyiniz, yeryüzünde dirlik-düzen sağlandıktan sonra
bozgunculuk çıkarmayınız. Eğer mümin iseniz, sizin için hayırlı olan tutum
budur.
Bütün yol başlarında pusu kurup inananları tehditle
Allah yolundan alıkoymayınız, bu yolu eğri göstermeye yeltenmeyiniz. Sayıca
azken, Allah'ın sizi çoğalttığını hatırlayınız. Görünüz, bozguncuların sonu
nasıl oldu?
Bu yasaklamadan Şuayb'ın kavminin yalnızca Allah'a
kulluk etmeyen O'na ortak koşan bir toplum olduğunu anlıyoruz. Onlar
özellikle otoritede O'na kullarını ortak koşuyorlardı. Sosyal ilişkilerini
düzenlemede Allah'ın adil kanununa başvurmuyorlardı. Kendilerine
kendilerinin uydurdukları kurallar ediniyorlardı. -Belki de ortak koşmaları
sadece bu hususta idi- Onlar bu yüzden başkalarının yollarını kestikleri,
yeryüzünde bozgunculuk yaptıkları gibi, alışverişte de hile yapıyorlardı.
Doğru yolu bulan ve dinlerine inanan kişilere işkence eden ve Allah'ın
dosdoğru yolundan alıkoymaya çalışan zalimler idiler. Yanısıra, Allah
yolunda dosdoğru olmaktan hoşlanmıyorlar ve yolun Allah'ın sisteminde olduğu
gibi dosdoğru sürüp gitmemesini, yanlış ve saptıran olmasını istiyorlardı.
Şuayb (selâm üzerine olsun), onları, yalnızca
Allah'a kulluğa, O'nun ilâhlıkta biricik kabul edilmesine, sadece O`na
tapınmaya ve özellikle hayatın tümüne ilişkin otoritede biricik olduğu
gerçeğine çağırmakla işe başladı.
Şuayb'a onlara yaptığı çağrıya, dünya görüşü, ahlâk
ve sosyal ilişkileri düzenleyen kuralların kendisinden kaynaklandığı,
yanısıra hayata ilişkin tüm kural ve sistemlerin kendisinden kaynaklandığını
da bildiği bu prensip ile başlıyor. Tüm bunlar yalnızca şu prensibin
uygulanması durumunda düzelebilir.
Tek olan Allah'a tapınmaya, yaşantısında Allah'ın
dosdoğru sistemini uygulamaya ve Allah kendi şeriatı ile yeryüzünde
dirlik-düzen sağladıktan sonra arzularına uyarak bozgunculuk çıkarmayı
bırakmalarını istiyor. Tüm bunların yanısıra çağrısına kimi uyarıcı
gerçekleri de ekliyor... Onlara Allah'ın üzerlerindeki nimetini
hatırlatıyor.
Sayıca azken Allah'ın sizi çoğalttığını
hatırlayınız.
Onlar, kendilerinden önceki bozguncuların sonları
ile korkutuyor.
Görünüz, bozguncuların sonu nasıl oldu?
Böylece onların birazcık adaletli ve insaflı
davranmalarını, Allah'ın dinlerine ilettiği müminleri rahat bırakmamalarını,
onlara her yol başında beklememelerini, kimi tehditler savurarak bütün yol
başlarında pusu kurmamalarım ve eğer mümin olmayacaklar ise, Allah'ın iki
grup hakkında vereceği hükmü beklemelerini istiyor.
Eğer içinizden bir grup benim aracılığım ile
gönderilen mesaja inanırken diğer bir grup buna inanmamış ise, Allah'ın
aramızda büküm vereceği güne kadar sabrediniz, o hüküm verenlerin en
iyisidir.
Onları daha adil bir çizgiye çağırdı. Artık geriye
bir adım dahi atmayacağı son noktada durdu. Hüküm verenlerin en hayırlısı
olan Allah'ın hükmüne kadar, herkesi benimsediği dinde bırakmak ve bekleme,
birbirlerine zarar vermeden yaşama noktasında.Fakat tağutlar, yeryüzünde,
imanın olmasına ve tağutun dinini benimsemeyen bir grubun somut varlığına...
Yeryüzünde sadece Allah'ın dinini benimseyen, yalnızca O'nun otoritesini
kabul eden, hayatında sırf O'nun kanunları ile muhakeme olunan ve hayatında
sadece O'nun sistemini yol edinen müslüman bir toplumun varlığına... -eğer
bu toplum kendi içine kapansa ve Allah'ın söz verdiği hükmü gelinceye değin
tağutla uğraşmaktan vazgeçse bile- tağutun otoritesini böyle tehdid eden
müslüman bir toplumun varlığına asla tahammül edemiyorlardı.
Tağut, -onlar kendileri ile çatışmaya girmeseler
bile- müslüman toplum ile çatışmayı doğrulamaktadır. Çünkü hakkın sırf
varlığı bile batılı çileden çıkarmaktadır. Sırf bu varlık bile, batıl ile
çatışmasını gerekli kılmaktadır... İşte bu, yasasında değişiklik bulunmayan
Allah'ın kanunudur...
Onun kendini beğenmiş soydaşları dediler ki, `Ya
seni ve seninle birlikte inananları kentimizden süreriz, ya da dinimize
dönersiniz.'
Görüldüğü gibi batıl, bencilliği ve çatışma arzusu
nedeniyle barış ve birlikte yaşamayı kabul etmemektedir!Ancak, inanç
kuvveti, tehdid ve uyarılar karşısında ne gevşiyor, ne de sarsılıyor...
Şuayb bir adım bile gerileyemeyeceği bir noktada durmaktadır... Herkesi,
Allah'ın zaferini ve iki grup arasındaki hükmünü bekleyerek, dilediği inancı
edinme ve dilediği otoriteyi benimsemede serbest bırakmak şartıyla- barış ve
birlikte yaşama noktası... Davetçinin -batılın yönelttiği herhangi bir baskı
veya tehdid altında- bu noktadan bir adım dahi geriye gitme yetkisi
yoktur... Bunun dışında bir tavır, temsil ettiği haktan tamamen uzaklaşma ve
ona ihanet anlamına gelir. O'nun kendini beğenmiş soydaşları, inananlara
kentten sürme ya da dinlerine geri dönme tehdidini savurduğu zaman Şuayb,
kendi dinine sarılarak ve Allah'ın onu kurtardığı hüsrana uğratıcı dine
tekrar dönmekten nefret ederek hakkı haykırdı. Dua ederek, yardım dileyerek
ve hakka ve ailesine yardim sözünü tutmasını isteyerek, sığınağı ve efendisi
olan Rabbine sığındı:
"Şuayb onlara dedi ki; `İstemesek de mi? Allah bizi
sizin dininizden kurtardıktan sonra tekrar ona dönersek Allah'a yalan yere
iftira atmış oluruz. Rabbimiz Allah dilemedikçe bir daha sizin dininize
dönmemiz sözkonusu değildir. Rabbimizin bilgisi her şeyi kapsamına
almıştır."
Bu sözlerde imanın doğası ve iman edenlerin
ruhlarındaki etkisi belirlemektedir. Yanısıra cahiliyenin doğası ve iğrenç
etkisi ortaya konmaktadır. Böylece biz, bir peygamberin gönlündeki cesaret
duygusunu... Bu gönüldeki ilâhi gerçeğin sahnesini ve nasıl ortaya çıktığını
seyretmekteyiz.
Şuayb onlara dedi ki; `İstemesek de mi?'
Onların `Ya seni ve seninle birlikte inananları
kentimizden süreriz, ya da dinimize dönersiniz' şeklindeki sözleri hoş
görmeyerek, onlara şöyle dedi: `Bizi, Allah'ın kurtardığı, hoşlanmadığımız
dininize zorla tekrarını döndüreceksiniz?
Allah bizi sizin dininizden kurtardıktan sonra
tekrar ona dönersek Allah'a yalan yere iftira atmış oluruz.
İnsanların dini ve itaati tek olan Allah'a has
kılmadıkları ve Allah'ın hakkı olan otoriteyi onların hakkı kabul ederek,
kimi insanları Allah'dan başka rabler sayan cahiliye ve tağutların dinine
dönen kimse -Allah ona iyilik verdikten, doğru yolu ona gösterdikten, onu
gerçeğe yönelttikten ve kullara kulluktan kurtardıktan sonra- bu dine dönen
kimse, Allah ve dinine karşı yalan şahidlik etmiş olur. Bu şahidlik,
Allah'ın dininde iyi bir yan bulamadığı için onu terkettiği ve dinine
döndüğü veya tağutun dininin varlık hakkı bulunduğu, otoritesinin meşru
olduğu ve onun varlığının Allah'a iman ile tezat oluşturmayacağı anlamına
gelir. O, Allah'a iman ettikten sonra ona döner ve onu kabul eder... Bu
şahadet, hidayeti bilmeyenin ve islâm bayrağını yüklenmemiş olanın
şahadetinden daha tehlikeli bir şahitliktir. Tuğyan bayrağını kabullenme
şahidliği. Hayatta Allah'ın otoritesinin gasbedilmesinden daha ötede bir
tuğyan (azgınlık) şekli yoktur.
İşte Şuayb, tağutun, kendisi ve onunla birlikte
inananları Allah'ın kurtardığı dine tekrar çevirme tehdidini, böyle
tiksindirici bulmaktadır.
"Bir daha sizin dininize dönmemiz sözkonusu
değildir.
Bir daha ona dönmemiz kesinlikle tavrımız değil ve
bu asla mümkün olamaz... Şuayb, tağutun, otoritelerinden çıktıklarını ve
ortaksız olarak biricik Allah'ın dinine girdiklerini ilân eden müslüman
toplum ile karşılaştıkları her yerde savurduğu tehdid karşısında bu cevabı
vermektedir.
Tağutun dininden çıkarak, tek olan Allah'ın dinine
girmenin getirdiği yükümlülükler -tüm güçlüğüne ve zorluğuna rağmen- tağutun
dinine girmenin tehlikelerinden daha az ve daha önemsizdir. Tağutun dinine
girmenin getirdiği zorluklar, aşırıdır- hayattaki doygunluk, makam ve rızık
bakımından sağladığı güven ve refah ne kadar fazla olursa olsun bu
yükümlülükler, aşırı derecede ağır, yavaş ve devamlı sürerler ve insanın
bizzat insanlığına yüklenmiştir. Bu insanlık, insanın insana kul olması
durumunda sözkonusu olamaz. Hangi kulluk, insanın, başka insanlar tarafından
belirlenmiş kanunlara boyun eğmesinden daha pespaye olabilir? İnsanın
gönlünün, başka insanların iradesine, istek veya gazabına bağlı olmasından
daha fena hangi kulluk vardır? İnsanın geleceğinin, kendisi gibi bir insanın
arzu, istek ve ihtirasına bağlı olmasından daha kötü hangi kulluk olabilir?
İnsanın, başka bir insanın dilediği yöne doğru gitmesi için yular veya
boyunduruk takınmasından daha onur kırıcı ne olabilir?
Mesele, bu soyut kavramların sınırında da
durmuyor... İnsan düşüyor, düşüyor, sonunda -tağutun hükmü altında- hiçbir
kanunun korumadığı ve hiçbir engelin himaye etmediği "mal güvenliğini"
yitiriyor. Yanısıra, tağutun dilediği düşünce, fikir, anlayış, ahlâk,
gelenek ve adetler ile eğittiği çocuklarının güvenliğini de kaybediyorlar.
Daha ötesi bizzat kendi ruhlarına ve yaşamlarına hükmetmekte, onları arzusu
uğruna kurban etmekte, kendi şan ve şerefi uğruna kafatasları ve
iskeletlerinden abideler dikmektedir. Sonunda ırz güvenliğini de
yitiriyorlar. Çünkü, bir baba kızının namusunu, gerek -tarih boyunca
örnekleri pek çok gerçekleştiği gibi- tecavüz yoluyla olsun, gerekse,
herhangi bir ülkü altında şehvetlere sunulmasını veya herhangi bir perde
arkasına gizlenen fuhuş ve düşkünlüğe düşmesini sağlayan anlayış ve
düşünceleri edindirme yoluyla olsun, tağutun istediği düşkünlüklerden
koruyamaz... Kendisinin ve çocuklarının malını, namusunu ve hayatını
Allah'ın dışında, tağutların hükmü altında koruyacağını düşünen kimse,
kuruntu içerisinde yaşamaktadır ya da gerçekleri algılama hissini
yitirmiştir!Tağuta kulluk, can, mal ve namusa büyük yükler yüklemektedir...
Allah'a kulluğun yükümlülükleri ise, Allah'ın terazisinde ölçülmesinden öte,
bu yaşamın ölçüleri ile değerlendirildiğinde bile daha kârlı ve daha
sağlamdır.
Seyyid Ebu A'la el-Mevdudi `İslâmi Hareketin Ahlâki
Temelleri' adlı kitabında şöyle demektedir: "İnsanlığın, ilerlemesini veya
düşüşünü belirleyen faktörlerin, güç kaynaklarını kontrol eden ve toplumun
işlerini yönlendirenlerin rolüne ve tabiatına büyük oranda bağlı olduğunu
küçük bir çabayla dahi farketmek zor değildir. Bir örnek verirsek: Tren,
sürücüsünün istediği yönde hareket eder. Yolcular ona tabidir. Onlar tren ne
yöne giderse, o yöne gitmek zorundadırlar. Eğer onlar başka bir yöne gitmek
isterlerse, ya treni ya da sürücüyü değiştirmek zorundadırlar. Bu temsili
örnekteki gibi, insan medeniyetinin yönü güç ve kudret merkezlerini kontrol
edenler tarafından belirlenir.Yöneticiler, bütün kaynakları kontrol
ettikleri, iktidarın dizginlerini ellerinde tuttukları ve insan düşünce ve
davranışlarını şekillendirip kalıba sokacak araçlara sahip oldukları için
insanoğlunun bunların arkasından gitmeye çok zor direnç gösterebileceği
açıktır. Bu yöneticiler tek tek kişileri olduğu kadar sosyal sistemleri ve
ahlâkî değerleri de etkileyebilecek güce sahiptirler. Eğer iktidar ve idare
Allah'tan korkan kimselere verilirse, toplum doğru yolda yürür ve hatta
toplumun kötülük odakları dahi belirli kurallara tabi olmak zorunda
kalırlar. İyilik hakim olur, kötülerin bütünüyle kökü kazınmasa da
fonksiyonları tamamen sınırlandırılır. Tersine, eğer yönetim Allah'tan yüz
çevirenlerin eline geçerse, toplumun hayat tarzı Allah'a isyana, insanın
insanı sömürüsüne ve ahlâkî dejenerasyona ve kültürel kokuşmaya sürüklenir.
Böylelikle bu olay, bilim ve sanatı, ekonomi politiği, kültürü, ahlâk ve
davranışları, kanun ve adaleti etkileyerek fikirlerde ve ideallerde genel
bir çürümeye yolaçar.
İslâm, her şeyin üstünde, insanların kendilerini
tamamen Allah'ın hakikatine adamalarını ve yalnızca O'na hizmet ve ibadet
etmelerini arzu eder. Yanısıra islâm, Allah'ın kanununun insanlar tarafından
uygulanan kanun olmasını ister. Aynı zamanda islâm, adaletsizliğin kökünün
kazınmasını, Allah'ın gazabına uğramış kötülüklerin süpürülüp atılmasını,
faziletler ve sosyal değerlerin Allah rızası ile beslenmesini taleb
eder.Toplumda iktidar ve yönetim, yoldan sapmış inançsız yöneticilerin
ellerinde olduğu sürece bu amaçtan idrak edilemez ve islâmın bağlıları şu
elit yöneticilerin keyfi destek ve himayesinde sürdürülen ibadet
seremonileri ile yetinirler. Bu sebepten dolayı Allah rızasını arzu
edenlerin ilk görevi bu gaye için hayatlarını ve mallarını boşa
harcamaksızın örgütlü bir mücadeleye başlamaktır.İktidar ve yönetimi iyi
kimselere vermenin önemi o kadar büyüktür ki, bu mücadeleyi ihmal eden
kişinin Allah'ı hoşnut edecek hiçbir şeyi kalmaz. Kur'an ve sünnetin, ilâhi
iradeye boyun eğmeye ve onun emir ve yasaklarını öğrenip uymaya dayalı bir
toplum oluşturmanın gerekliliği ne kadar vurgulandığını düşünün -bu o kadar
mühimdir ki, eğer bir kişi böyle bir cemaate karşı isyan ederse- Allah'ın
birliğine inansa ve ibadetlerini yerine getirse bile- ona karşı savaşmak
bütün müslümanlara farzdır.Bunun nedeni, islâmın asıl amacı olan ilâhi
nizama dayalı bir sistemi kurmak ve korumak, iyilik sahiplerinin ortak
örgütlü güce sahip olmalarını gerektirmesidir; cemaatin birliğini
zayıflatmaya kalkışan kişi böyle bir suçun müsebbibidir ki, Allah'ın
birliğini tastik etmesi ve ibadetlerini yerine getirmesi onu cezadan
kurtarmaz. Tekrar düşünün. Kur'an neden cihada ondan kaçınanları münafıklığa
mahkûm edecek derecede önem veriyor? Çünkü cihad, ilâhi nizamı kurmaya
yönelik çabanın bir diğer adıdır; bu yüzden Kur'an onun imanın bir
göstergesi olduğunu ilân etmektedir. Başka bir deyişle, kalplerinde imanı
olan insanlar şeytani bir sistemle yönetilmeye ne tahammül edebilirler, ne
de islâmı hakim kılmak için sağlıklarını ve hatta hayatlarını vermekten
çekinirler. Böyle durumlarda zayıflık gösterenlerin imanlarının gerçekliği
hakkında şüphe doğar.Bu tesbitler meseleyi bütün boyutlarıyla ortaya koymasa
da bu kadarlık açıklamam şunu göstermeye yeterlidir. İslâm açısından iyilik
sahiplerinin yönetimi oluşturmasının merkezi ve temel bir önemi vardır. Bu
dine inanmış olanlar sadece hayatlarının dış görünüşünü şekillendirmeye
çalışmakla vazifelerini yapamazlar. Onların inançlarının doğası, yönetimi
inançsız ve kokuşmuş kişilerden zorla alarak, Allah'ın rızasına uygun
şekilde dünya işlerini idare edebilecekleri hayat biçimini kurmak ve
yerleştirmek üzere hak yolda olanlara vermeyi gerektirir.
Bu sonuca en yüksek seviyede kollektif çaba
olmaksızın ulaşılamayacağı için, yeryüzünde Allah'ın hakimiyetini kurma
amacına yönelmiş Allah'dan korkan bir cemaatin olması şarttır.İslâm
insanları, otoriteyi onu gasbeden insanların elinden alıp, bütünüyle Allah'a
teslim etmeye çağırdığı zaman, aslında onları kula kulluk boyunduruğundan
kurtarıp, insanlıklarını korumaya çağırmış oluyor. Yanısıra ruhlarını ve
mallarını tağutların ve zevklerinin yönlendirdiği isteklere göre
yönlendirmekten kurtarmaya çağırıyor... Onlara, -kendi bayrağı altında- her
türlü fedakârlığa katlanarak, tağutla mücadeleye koyulma sorumluluğunu
yüklüyor. Fakat, onları daha düşkün ve daha küçültücü olduğu gibi, daha ağır
ve daha uzun olan fedakârlıktan da kurtarıyor... İşte bu sayede, onları
nimete ve kurtuluşa çağırıyor...Bu sebeple Şuayb (selâm üzerine olsun) şöyle
haykırıyor.
"Allah bizi sizin dininizden kurtardıktan sonra
tekrar ona dönersek Allah'a yalan yere iftira atmış oluruz. Bir daha sizin
dininize dönmemiz sözkonusu değildir."
Fakat Şuayb, kavminden büyüklük taslayan tağutlaşmış
insanlara karşı başını dik tuttuğu ve sesini yükselttiği oranda, her şeyi
ilmi ile kuşatan yüce Rabbi huzurunda boyun eğiyor ve teslim oluyor. Takdiri
karşısında hiçbir şekilde direnmiyor ve karışmıyor. Yöntemini ve
yönlendirilmesini O'na bırakıyor. Boyun eğişini ve teslimiyetini ilan
ediyor:
Rabbimiz Allah dilemedikçe... Rabbimizin bilgisi her
şeyi kapsamına almıştır...
Kendisinin ve onu destekleyen müslümanların geleceğe
ilişkin tüm işlerini Rabbi olan Allah'a bırakıyor... O, sadece tağutların
kendi dinlerine geri dönme önerisini reddedebilir, kendisinin ve yanındaki
müminlerin dönmeme kararını bildirebilir, prensip olarak kendi somut
hoşnutsuzluğuna ilân edebilir... Fakat, kendisi ve müminler hakkındaki
Allah'ın dileği karşısında hiçbir şey yapamaz... İş, bu dileğe bağlıdır. O
ve beraberinde bulunan müminler, bilemez, Rabbleri ise her şeyi bilir.
İlmine ve dileğine boyun eğilir ve teslim olunur.
İşte, Allah dostlarının Allah'a karşı tavrı budur.
Tavır, işlerini O'na bağlamaktır. Bunun ardından dileğine ve takdirine karşı
koymazlar. Dilediği ve takdir ettiği herhangi bir şeye karşı hoşnutsuzluk
göstermezler.Burada Şuayb, kavminin tağutlarının tehdid ve uyarılarına
aldırmıyor ve tam bir güven ile dostuna yöneliyor, kendisi ile kavmi arasını
hak ile ayırması için yakarıyor.Sırf Allah'a dayanırız biz, Ey Rabbimiz,
soydaşlarımız ile aramızdaki anlaşmazlığı sen hak uyarınca çözüme bağla.
Çünkü anlaşmazlıkları en iyi çözüme bağlayan sensin!
Burada muhteşem bir sahne karşısındayız. Allah'ın
dostu ve peygamberinin nefsine `ilâhlık' gerçeğinin yansıması sahnesini.O,
kuvvetin kaynağını ve güvenli sığınağı anlıyor. Rabbinin iman ile isyan
arasında hak ile hükmedeceğini biliyor. Kendisine ve müminlere kaçınmaları
mümkün olmayan bir gereklilik olarak mücadeleye koyulmada yalnızca Rabbine
güveniyor. Zafer ve başarı da ancak Rabbindendir. Bu sırada kavminin kâfir
önderleri müminlere dönüyorlar, dinlerinde fitneye düşürmek amacıyla onları
tehdid ediyor ve korkutuyorlar. Soydaşlarının ileri gelenleri "Eğer Şuayb'a
uyarsanız, kesinlikle hüsrana uğrar mahvolursunuz" dediler. Mücadelenin
niteliği değişmeksizin sürekli aynı kalıyor. Tağutlar davetten alıkoymak
için önce davetçiye yöneliyor. O, imanına sarılıp, Rabbine, güvenince,
tebliğ emanetini yerine getirmeye ve sürdürmeye ısrarlı olunca, tağutun
çeşitli yollarla yaptığı tehditlere aldırmayınca, ona uyanlara yöneliyorlar
ve onları önce tehdit ve uyarılarla sonra da işkence ve şiddetle dinlerinden
döndürmeye çalışıyorlar... Onlar batıllarını destekliyecek hiçbir delile
sahip değiller. Ellerinde yalnızca işkence ve tehdit yöntemleri var.
Cehaletleri ile gönülleri ikna olanağına sahip değiller. -Özellikle daha
önce hakkı tanıyan, bilen kimseler, yalanlara kanarak batılın küçültücülüğü
gerï dönmezler- Fakat onlar, dini sırf Allah'a has kılan, otoriteyi sadece
O'nun hakkı sayan ve inancında ısrarlı olan kimselere karşı işkence
olanaklarına sahiptirler.Fakat Allah'ın yürürlükteki yasası... İşte, hak ve
batıl somut olarak belirince ve tam bir kamplaşma ile birbirine karşı iki
cephe olunca, geciktirilmeyen ilâhi yasa hükmünü uygular... Öyle de oldu.
Bu arada, ani bir yer sarsıntısına tutuldular da
oldukları yerde yığılıp kalıverdiler.Sarsıntı ve yerinde yığılıp kalma,
tehdid saldırının, işkence baskının cezasıdır. Ayetler, onların "Eğer
Şuayb'a uyarsanız, kesinlikle hüsrana uğran, mahvolursunuz" şeklindeki
sözlerini reddediyor... Bu sözü müminleri kötü sonla tehdid eden ve
uyaranlar söylemiştir. Fakat ayetlerde -apaçık bir şekilde- kötü sonda
Şuayb'a uyanların bir hissesi bulunmadığı, onun yalnızca diğer soydaşlarının
payı olduğu belirtiliyor. Şuayb'ı yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç
oturmamış gibi oldular. Şuayb'ı yalanlayanlar asıl hüsrana uğrayanlar, asıl
mahvolanlar oldular.
İşte biz onları bir anda, kasabalarında bir canlılık
belirtisi göstermeksizin hareketsiz yığılıp kalmış halde görüyoruz. Sanki
onlar bu kenti hiç kurmamışlar ve sanki orada hiçbir iz bırakmamışlar gibi!
İlâhi irade onların da sayfasını dürüyor. Soydaşları olan peygamberlerinden
ayrılık ve gruplaşmaları, ihmal ve susturmaları nedeniyle. Sonra yollarının
onun yolundan ayrılması, amaçlarının farklılaşması nedeniyle. Sonuçta acıklı
sonlarına ve helâk olanlar arasına katılmalarına acımayarak...Bunun üzerine
Şuayb onlara sırt çevirdi ve "Ey soydaşlarım, size Rabblerinin mesajlarını
ilettim, öğüt verdim. Şimdi kâfir bir topluma nasıl acıyabilirim?" dedi.
Çünkü o bir dinden, onlar başka bir dindendir. O bir ümmet, onlar farklı bir
ümmettir. Akrabalık ve soy bağı ise, bu dinde bir değer taşımaz, Allah'ın
mizanında bir ağırlığı olmaz. Geriye yalnızca bu dinin bağı kalıyor.
İnsanlar arasındaki bağ (ilişki) ancak Allah'ın sağlam ipidir. .
9. CÜZ BAŞLANGICI
Dokuzuncu cüz iki bölümden meydana gelmektedir.
Birincisi: Kur'an-ı Kerim'in Mekke döneminde inen ve
bu cüzün dörtte üçünü oluşturan "A'raf suresinin devamıdır.
İkincisi: Medine döneminde inen ve bu cüzün geriye
kalan dörtte birini oluşturan "Enfal suresi"nin birinci çeyreğidir. Biz
burada Kur'an surelerinin tanıtılması hususunda izlediğimiz metoda uygun
olarak birinci bölümün kısa bir özetini vermekle yetineceğiz. İkinci bölümün
tanıtılmasını ise, Enfal suresinin girişinde yapmak üzere şimdilik
erteleyeceğiz...Sekizinci cüzde A'raf suresinin daha önce sunmaya
çalıştığımız birinci bölümünün özetinde, Hz. Adem'den sonraki
peygamberlerin, peygamberliklerin ve milletlerin kıssalarına yer verilmişti.
Orada iman kafilesini oluşturan Hz. Nuh, Hud, Salih, Lût ve Şuayb
peygamberlerin kıssalarını, bu peygamberlerin kavimlerinden iman edenlerin
kurtuluşlarını ve onları yalanlayanların acı akıbetlerini açıklamaya
çalışmıştık.
Şimdi bu cüz, Şuayb peygamberin -selâm üzerine
olsun- kıssasının geri kalan ikinci bölümü sekizinci cüz'ün sonuna almayı ve
kıssayı orada tamamlamayı daha uygun görmüştük.Bundan sonra surenin akışı
kendi metoduna uygun olarak bu kıssaların değerlendirilmesi için bir nebze
duruyor. İşte bu değerlendirme sırasında yüce Allah'ın yalanlayıcılara
ilişkin kaderinin aşamalarını açıklıyor. Yüce Allah'ın onları, ola ki;
kalpleri yumuşar ve uyanır, Allah'a sığınırlar ve O'na niyazda bulunurlar
diye sıkıntılarla ve belalarla denediğini anlatıyor. Eğer onların kalpleri
buna rağmen uyanmaz, açılmaz ve sınanmadan yararlanmayacak olursa, bu sefer
yüce Allah'ın onları sınavların en çetini ile deneyeceğini açıklıyor.
Böylece Allah'ın kaderlerinden daha da gafil kalmalarına, hayatı sırf oyun
ve eğlenceden ibaret sanmalarına zemin hazırladığını belirtiyor. İşte bu
sırada Allah'ın azabı onları ansızın yakalayıveriyor: "Peygamber
gönderdiğimiz her ülkenin halkını, ola ki, bize yalvarırlar diye, mutlaka
sıkıntılara ve belâlara uğrattık. Sonra kötü günleri iyi günlerle
değiştirdik de sayıca çoğaldılar ve "Atalarımız da hem sıkıntılı, hem de
sevinçli günler geçirmişlerdi!" dediler. Bunun üzerine onları hiç
ummadıkları bir sırada ansızın yakalayıverdik."
Sure bu bağlamda imanı değerler ile, yüce Allah'ın
insanları cezalandırma yasaları arasındaki bağı ele alıyor. Bu yasalar ile
bu değerler arasında Allah'ın takdirinin aşamalarında hiçbir ayrılık, hiçbir
kopukluk yoktur. Ne var ki, evrendeki bu yasalar ile imanî değerler
arasındaki bu bağı gafil insanlar göremezler. Zira bu bağın etkileri yakın
vadede göze ilişmemektedir. Fakat bunlar uzun vadede mutlaka
gerçekleşmektedir: "Eğer o ülkelerin halkı iman edip kötülüklerden
sakınsaydı, göğün ve yerin bereket kapılarını yüzlerine açardık. Fakat
yalanladılar, biz de onları işlediklerinin cezasına çarptırdık."
Bu değerlendirmenin ardından yüce Allah'ın
yalanlayıcılara ilişkin kaderinin ve yasasının aşamaları ve bunların insan
hayatındaki imanî değerlerlerle ilgisini açıklıyor. Bunlar kalpleri tir tir
titreten tehdit dokunuşlarıdır, yalanlayıcıların akıbetlerine gafilleri
uyandıracak biçimde dikkat çeken direktiflerdir: "Acaba o ülkelerin halkı
geceleyin uyurken başına azabımızın gelmeyeceğinden emin midir? Acaba o
ülkenin halkı, kuşluk vakti eğlenirken azabımızın başlarına gelmeyeceğinden
emin midir? Onlar Allah'ın tuzağına yakalanmayacağından emin midir? Oysa
hüsrana uğrayan toplum dışında hiç kimse kendini Allah'ın tuzağından emin
sayamaz. Üzerinde yaşadıkları toprakları eski yerlilerinden miras alanlar,
istesek kendilerini günahları yüzünden musibetlere çarptırabileceğimizi,
kalplerini mühürleyebileceğimizi ve kulaklarının işitemez olabileceğini, bu
tarihi sürecin ışığında halâ kavrayamadılar mı?"
Bu değerlendirme Peygamberimize -salât ve selâm
üzerine olsun- yöneltilen bir direktifle sona eriyor. Bu kıssalardan
çıkarılan sonuçlara, daha önce yalanlayan kavimlerin durumlarına, onların
gerçek hallerine Allah'ın ilâhlığını ve birliğini kabul etmelerine rağmen
Allah'a verdikleri sözü ve taahhüdü unutmalarına, fıtratlarını
bozduklarından ve kalpleri gafil olduğundan dolayı peygamberlerinin
getirdikleri ayetlerin, belgelerin ve harikaların kendilerine etki
etmediğine değinilmiştir: "İşte bu ülkeler var ya, hani sana onlara ilişkin
bazı tarihi olayları anlatıyoruz. Bunlara peygamberleri açık belgeler,
mucizeler getirmişti. Fakat mucizelerden sonra yalanladıkları mesajlara
inanmaları sözkonusu olmadı. İşte Allah kâfirlerin kalplerini böyle
mühürler. Onların çoğunda söze bağlılık diye bir şey bulamadık, tersine
çoğunu yoldan çıkmış bulduk."
Hz. Nuh'un, Hud'un, Salih'in, Lût'un ve Şuayb
peygamberin (Allah'ın selâmı hepsinin üzerine olsun) kavimlerinin
akıbetlerine değinen kısa açıklamadan sonra, Hz. Musa'nın kıssasına
geçiliyor. Musa'nın önce Firavun ve kurmayları ile, sonra kavmi olan
İsrailoğulları ile ilgili kıssasına bu surede geniş yer veriliyor. Zaten
bütün Kur'an sureleri içinde, Hz. Musa'nın kıssasına en geniş yer verilen
sure de budur. Kur'an-ı Kerimin pek çok yerinde İsrailoğulları kıssasının
bazı bölümleri yer almıştır. Ayrıca Kur'an'ın diğer bazı yerlerinde kısa
kısa işaretlerle de bu konuya temas edilmiştir. Nitekim bütün milletlerin
ïçerisinde en çok İsrailoğulları kıssasına yer verilmiştir. Bu milletin
kıssasına bunca geniş yer verilmesi herhalde daha önce Fî Zılâl-il Kur'an'da
belirttiğimiz hikmetle açıklanabilir. Bu konudaki açıklamamıza burada da yer
vermek istiyoruz: Bu hikmetin bir yönü, yahudilerin Medine ve tüm Arap
Yarımadası'nda islâm davetine karşı düşmanlık, tuzak ve savaşta öncü
olmalarıdır. İlk günden itibaren müslüman topluma karşı savaş ilân ettiler.
Medine'de münafıklığı ve münafıkları himaye ettiler ve hem bu inanç
sistemine hem de müslümanlara karşı her vesile ile tuzak kurdular.
Müşrikleri vaadlerle müslüman cemaate karşı teşvik ettiler ve onlara karşı
ortak komplolar kurdular.
İnanç ve liderlik çevresinde şüphe, tereddüt ve
tahrifler oluşturmaya yöneldikleri gibi, müslüman toplumun saflarında harb,
hile ve casusluğa da kalkıştılar. Tüm bunları, apaçık ilân edilmiş bir
harpte yüzyüze savaşmadan yapıyorlardı. Onların düşmanlıklarının
öğrenilebilmesi için, tabiatlarının, tarihlerinin, mücadele yöntemlerinin ve
kalkıştıkları hareketlerin gerçeğinin ne olduğunun bilinmesi ve müslüman
topluma gösterilmesi gerekiyordu.
Allah, onların geçmişlerinde Allah'ın kılavuzluğuna
karşı düşmanlık gösterdikleri gibi, bütün tarihleri boyunca bu ümmete de
düşman olacaklarını bilmektedir. Bu gerekçe ile bu ümmete, onların tüm
durumları ve her türlü düşmanlık yöntemlerini uygun gördü.Bu hikmetin diğer
bir yönü de yahudilerin, Allah'ın son dini gelmeden önce, başka bir dinin
mensupları olmalarıdır. İslâm'dan önceki tarihleri, tarihin uzun bir
dönemini kaplamaktadır. İnançlarından sapmalar olmuş, Allah'a yaptıkları
"sözleşme"yi pek çok kez bozmuşlardı. Bu sapma ve bu sözde durmamaların
etkisi; ahlâk ve geleneklerine yerleştiği gibi, hayatlarına da yansımıştır.
Geçmiş bütün peygamberlerin ve ilâhî inanç birikiminin varisleri olan
müslüman ümmetin; bu kavmin tarihini, bu tarihin dönemlerini, bu yolun
kaygan yerlerini ve yahudilerin yaşamlarında ve ahlâklarında somutlaşan
tehlikeleri öğrenmesi gerekmektedir. İnanç ve hayat alanındaki bu
tecrübeleri de tecrübelerine eklemesi, asırlar boyu süren bu sözleşmelerden
faydalanması ve yoldaki tuzaklara düşmemesi, şeytanın müdahalelerine
kapılmaması ve inançdaki sapmalara ve sürçmelere kapılmaması için, bu
tecrübelerin kılavuzluğuna gerek duymaktadır.
Yahudilerin tecrübeleri uzun dönemler boyunca
çeşitli sahneler arzediyor. Allah, ümmetlerin üzerinden uzun zaman
geçtiğinde, kalplerinin katılaştığını ve nesillerin saptığını, müslüman
ümmetin de tarihlerinin kıyamete dek süreceğini ve yahudilerin hayatlarında
örnekleri olan dönemlerin müslümanların başına da gelebileceğini
bilmektedir. Bu yüzden bu ümmetin nesiller boyu gelecek, imamlarının,
önderlerinin ve davetçilerinin önüne diğer milletlerin başına gelen
akıbetlerden örnekler koymakta ve teşhis ettikten sonra problemlerini nasıl
çözeceklerini bunlardan öğrenmelerini sağlamaktadır. Şöyle ki, hidayet ve
doğruluğa başkaldırmak isteyen kalplerin en şiddetlisi, doğruyu bilip de
ondan sapan kalptir. Hem bu gerçekten habersiz kalpler, daveti kabule daha
yakındır. Çünkü bu kalpler, kendilerini coşturan yeni bir davetle
karşılaştıklarında, üzerinde ciddiyetle dururlar ve fıtratlarına seslenen bu
yeni davete hemen kulak verirler. Kendilerine daha önce de seslenilmiş
kalpler ise, ikinci seslenişi ciddiye almazlar, onunla sarsılmazlar,
büyüklük ve önemini hissetmezler. Bu yüzden daha fazla gayrete ve uzun boylu
sabıra gerek vardır. Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- ve
İsrailoğulları'nın kıssasına, nüzul sırasına göre değil de surelerin
Kur'an'daki dizilişine göre yazılan Fî Zil âl-il Kur'an'da daha önce Bakara,
Ali İmran, Nisa, Maide ve En'am suresinde yer verilmişti. Şu var ki,
surelerin iniş sıralarını esas alırsak, Mekke'de inmiş olan A'raf suresinin,
bu kıssaya ilişkin bölümleri Medine'de inmiş bulunan surelerdeki bölümlerden
önce gelmiş olacaktır. Zaten bu husus konunun buradaki ifade şekli ile
oradaki ifade şeklinden rahatlıkla anlaşılmaktadır Nitekim burada mevzu
anlatılırken, kıssa ve hikâye üslûbu esasına göre sunuluyor. Medine'de inen
surelerde ise, konu İsrailoğulları'nı karşısına alarak, tarihlerinde yer
alan olayları, gerçekleri ve oralarda takındıkları tutumları onlara
hatırlatma şeklinde sunuluyor.İsrailoğulları'nın kıssası gerek Mekke'de,
gerekse Medine'de inmiş bulunan Kur'an'ın bütünü içinde otuzdan fazla yerde
geçmektedir. Kıssanın detaylı biçimde ele alınışı ise, on değişik yerde ve
on surede yer almaktadır ki, bunlardan altısı özellikle daha ayrıntılıdır.
İşte A'raf suresinde yer alan bu bölüm, detaylı olarak kıssayı ele alan altı
yerden ilkidir. Hem de en geniş kapsamlı olanıdır. Ne var ki, burada ele
alınan bölümler Taha suresinde yer alan bölümlerden daha az sayıdadır.
Burada kıssa Firavun ve kurmaylarının, peygamberlik misyonunu nasıl
karşıladıklarını anlatarak başlıyor. Halbuki Taha suresindeki kıssa, Tur
Dağı tarafından Hz. Musa'ya gelen çağrı ile başlıyor. Kasas suresinde ise
İsrailoğulları'nın baskı dönemini yaşadığı sırada Hz. Musa'nın doğuşu
halkasından söze giriliyor. Kıssanın sunuluşu, Kur'an'ın bütün kıssaları
sunuş metoduna bağlı olarak surenin hedefleri ve havasıyla tam bir uyum
içinde; Firavun ve kurmaylarının peygamberlerini yalanlamalarının akıbetine
dikkatleri yöneltmekle başlıyor. Daha işin başında bütün dikkatler bu nokta
üzerine çekiliyor: "Sonra bu peygamberlerin arkasından Musa'yı ayetlerimiz
ile Firavun'a ve yakın adamlarına gönderdik, fakat onlar ayetlerimize karşı
zalimce bir tutum takındılar. Gör bakalım, bozguncuların sonu nice oldu?"
Sonra kıssanın bölümleri ve sahneleri ardarda
sıralanıyor. Öncelikle Firavun ve kurmaylarıyla mücadele sahnesine yer
veriliyor. Sonra da İsrailoğulları'nın dönekliği, kaypaklığı ve sapıklığını
ortaya koyan sahneler geliyor.
Biz ilerde kıssayı detaylı olarak sunacağımıza göre
burada sadece kıssanın en belirgin hatlarını ve genel olan mesajlarını
vermekle yetineceğiz:
1- Hz. Musa -selâm üzerine olsun- Firavun'a ve
kurmaylarına, alemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu
dile getirmekle karşı koyuyor: "Musa dedi ki; Ey Firavun, hem tüm
varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Bana Allah
hakkında sadece doğruyu söylemek yaraşır. Size Rabbinizden açık bir belge,
bir mucize getirdim. İsrailoğulları'nı benimle birlikte salıver." Ayrıca bu
davanın kendisine ait olmadığı, alemlerin Rabbi tarafından gönderildiği
gerçeği, Hz. Musa ile Firavun'un büyücüleri arasında geçen mücadele,
büyücülerin mağlûp düştüklerinde iman etmelerinde de ortaya çıkıyor. Çünkü
onlar da alemlerin Rabbine iman ediyorlar: "Bütün büyücüler secdeye
kapandılar. Tüm varlıkların Rabbine inandık dediler. Musa ile Harun'un
Rabbine." Aynı gerçek Firavun büyücüleri korkunç ceza ile tehdit ettiğinde
de gün yüzüne çıkıyor. Çünkü onlar Rabblerine yöneliyorlar. Hayatlarında,
ölümlerinde, dirilişlerinde ve bütün işlerinde Rabblerine döneceklerini ilan
ediyorlar: "Büyücüler dediler ki; biz zaten Rabbimize döneceğiz. Sırf
Rabbimizin ayetleri bize gelince onlara inandık diye bizden öç alıyorsun. Ey
Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak al canımızı."Hz. Musa
-selâm üzerine olsun- kendi kavmine gerçek Rabblerini öğretirken, pek çok
yerde kullandığı sözlerle de bu gerçeği dile getirmektedir. Buna bağlı
olarak Firavun, İsrailoğulları'na yaptığı zulmü tekrar yürürlüğe koyacağını
ve erkeklerini öldürüp kadınlarını sağ bırakacağını söylediğinde, "Musa
soydaşlarına dedi ki; "Allah'tan yardım isteyiniz ve sabrediniz. Yeryüzü
Allah'ındır. Orayı dilediği kullarının hizmetine verir. Mutlu sonuç,
günahlardan sakınanlarındır. Soydaşları dediler ki; sen gelmeden önce de
geldikten sonra da işkence çektik. Musa dedi ki; Umulur ki, Allah
düşmanlarınızı yok eder ve sizleri onların yerine getirir de nasıl hareket
edeceğinize bakar." Hz. Musa onları denizden geçirdikten sonra, kendi
putlarına tapan bir topluluğa rastladıklarında, bu kavmin ilâhları gibi
kendilerine de bir ilâh yapmalarını istedikleri zaman Musa'nın onlara
verdiği cevapta da bu gerçek dile getiriliyor: "Musa da onlara: Siz
gerçekten cahil bir toplumsunuz. Bunların uydukları sapık din yok olmaya
mahkûmdur, işledikleri ameller de geçersizdir. Dedi ki, Allah sizi bütün
varlıklara üstün kılmışken ben size Allah dışında bir ilâh mı arayayım?"
İşte kıssada yer alan bu Kur'an ayetleri, Hz.
Musa'nın -selâm üzerine olsun getirdiği dinin gerçek yüzünü ve bu gerçeğin
ortaya koyduğu itikadi düşüncenin gerçek mahiyetini kesin biçimde
belirlemektedir. Bu, aynı zamanda islâm dininin ve bütün peygamberlik
misyonlarında yeralan ilâhi dinin içerdiği sağlıklı düşüncedir. Bu ayeti
kerimeler aynı şekilde Batılı Dinler Tarihi araştırmacılarının bu konuda
ileri sürdükleri teorilerin ve kehanetlerin asılsız olduklarını ortaya
çıkartmakta ve onların metodlarına ve tesbitlerine bağlı olarak dinlerin
tekamül ettiklerini kabul edenlerin tutarsızlığını da ortaya koymaktadır.
Yine bu ayeti kerimeler, Hz. Musa'nın kendilerine
peygamber olarak gönderilmesinden sonra bile tarih boyunca sapıklıktan
ayrılmayan İsrailoğulları'nın çeşitli çehrelerinin ve dönek karekterlerinin
yapısını tesbit etmektedir. İşte bu sapıklıkları ve döneklikleri onların;
"Ey Musa, onların nasıl ilâhları varsa, bize de öyle bir ilâh yap"
demelerinden, Hz. Musa'nın Rabbine verdiği söze bağlı olarak Tur'a
çıktığında hemen buzağıya tapmalarından, Allah'ı apaçık olarak görmek
istemelerinden, yoksa iman etmeyeceklerini söylemelerinden rahatlıkla ortaya
çıkmaktadır. Şu kadar var ki, bu sapıklıklar Hz. Musa'nın Rabbinden alıp
getirdiği inanç sisteminin gerçek yüzünü göstermiyordu. Bunlar ancak o inanç
sisteminden sapmalardır. Buna bağlı olarak inanç sisteminden sapanların
inançları, nasıl akidenin kendisine mal edilebilir. Bu sapık inançlar
zamanla "Tevhid'e tek ilâh inancına doğru gelişme gösterdi", "tekamül etti"
denilebilir mi?
2- Hz. Musa'nın Firavun'a ve kurmaylarına karşı
koyması, ilâhi dinlerin tümü ile bütün cahiliye sistemleri arasındaki
mücadelenin gerçek yüzünü de ortaya koymaktadır. Sapıklık ve kötülük önderi
olan zorbaların zalimlerin bu dine nasıl baktıklarını, bu dinin varlığını
kendileri için nasıl büyük bir tehlike olarak gördüklerini açıklamaktadır.
Ayrıca müminlerin kendileri ile bu zalim ve zorbalar arasındaki savaşın
gerçek yüzünü nasıl anladıklarını da ortaya koymaktadır!
Sırf Hz. Musa'nın Firavun'a: "Ey Firavun, ben tüm
varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Bana Allah
hakkında sadece doğruyu söylemek yaraşır. Size Rabbinizden açık bir belge,
bir mucize getirdim. İsrailoğulları'nı benimle birlikte salıver" demiş
olması bile; "Tüm alemlerin Rabbine' yapılan bu çağrının içeriğini açıklığa
kavuşturmaktadır. Aslında bu ifade, bütün alemlerin Rabbine kul olduklarını
ortaya koymakla hakimiyeti, egemenliği, bütünüyle Allah'a vermiş olmakdır!
İşte bu realiteden hareketle Hz. Musa, İsrailoğulları'nı kendisiyle birlikte
salmasını, serbest bırakılmalarını istemiştir. Madem ki, yüce Allah bütün
alemlerin Rabbidir öyleyse, O'nun kullarından biri olan zorba ve diktatör
Firavun'un, onları kendisine kul etme hakkı ve yetkisi yoktur. Çünkü
insanların hepsi yalnızca alemlerin Rabbinin kullarıdır. Bu, ilâhlığın
bütünü ile yüce Allah'a verilmesi demektir. Çünkü egemenlik, yüce Allah'ın,
tüm varlıkların bir kesimini oluşturan insanların ilâhı olduğunun bir
göstergesidir. Ve Allah'ın tüm varlıklara egemenliği, bütün insanların
yalnız O'na boyun eğmesiyle gerçekleşir, ortaya çıkar. İnsanlar yalnız
Allah'a boyun eğmedikleri, sadece bu ilâhlığa başka bir ifadeyle bu
egemenliğe ibadet etmedikleri, ona bağlanmadıkları müddetçe, Allah'ın
ilâhlığını kabul etmiş olamazlar. Yoksa, Allah'ın şeriatı ile kendilerine
hükmetmeyen başka birinin egemenliğine, hakimiyetine boyun eğdiklerinde
Allah'ın ilâhlığını inkâr etmiş olurlar. Firavun ve kurmayları da "Alemlerin
Rabbine" çağırmanın tehlikesini anlamışlardı. İlâhlığı (Rububiyeti) tek'e
indirgemenin tehlikesini anlamışlardı. İlâhlığı (Rububiyeti) tek'e
indirgemenin, gerek Firavun'un ve gerekse ona bel bağlayanların bütün yetki
ve otoritelerinin ellerinden alınması anlamına geldiğini kavramışlardı. Bu
nedenle sözkonusu tehlikeyi, Musa'nın kendilerini yurtlarından çıkarmak
istediği şeklinde ifade etmişlerdi: "Firavun'un ileri gelen soydaşları
dediler ki; bu adam bilgili bir büyücüdür. Sizi yurdunuzdan çıkarmak
istiyor. Peki ne buyurursunuz?" "soydaşlarının ileri gelenleri, Firavun'a
dediler ki; Musa ile soydaşlarını toplumda kargaşalık çıkarsınlar, seni ve
ilâhlarını boşlukta bıraksınlar diye mi serbest bırakacaksın?" Onlar bu
sözleriyle, alemlerin Rabbine davet etmenin bir tek anlamı olduğunu, bunun
da egemenlik ve hakimiyetin kulların, zorbaların ellerinden çekip alınması
ve onların gerçek sahibi olan Allah'a verilmesi olduğunu dile getirmek
istiyorlardı. Egemenliğin Allah'a verilmesi olduğunu dile getirmek
istiyorlardı. Egemenliğin Allah'a verilmesi ise, onlara göre yeryüzünü
bozguna vermek demektir! Veya bugünkü cahiliye kanunlarında belirtildiği
gibi bu tür çağrılar, "devlet düzenini değiştirmeye ve kurulu rejimi
devirmeye çalışmak" anlamına geliyordu! Dilleriyle söylemeseler bile,
Allah'ın egemenlik ve hakimiyet hakkını yani ilâhlığını gasbeden ve O'nun
özelliklerini kendilerine yakıştıran modern cahiliye zorbalarının ve
diktatörlerinin bakış açısına göre, alemlerin Rabbine çağrı yapmak devlet
düzenini değiştirmeye çalışmak demektir. Zira bütün cahiliye sistemlerinde
devlet düzeni, kulların birinin ilâhlığı diğer insanların da ona kulluk
yapması ilkesine dayanır. Bunun yanında alemlerin Rabbine çağrı yapmak,
ilâhlık hakkının kulların yaratıcısına verilmesini istemek anlamına gelir.
İşte bu nedenle Firavun da, gerçek karşısında apışıp kaldığında, hemen
alemlerin Rabbine iman ettiklerini açıklayan ve bu ilan ile O'na kul olmayı
ve boyunduruğu altına girmeyi reddeden büyücülere aynı şeyleri söylemişti.
Onların memleket balkını yurdundan çıkarmak için tuzak kurduklarını ileri
sürmüştü. Onları cezanın ve işkencenin en büyüğü ile tehdit etmişti.
"Firavun onlara dedi ki; Ben izin vermeden O'na inandınız, öyle mi? Bu, bu
kentin halkını buradan çıkarabilmek için daha' önceden burada tasarladığınız
bir komplodur, ama yakında başınıza neler geleceğini öğreneceksiniz."
Andolsun ki, sağlı-sollu birer el ve ayağınızı
kesecek ve arkasından tümünüzü asacağım!"
Öte yandan alemlerin Rabbine iman eden, yalnız
Allah'a teslim olan, ilâhlığı ve ilâhlık özelliklerini gasbeden zorbanın
sahte kulluğunu tanımadıklarını ilân eden büyücüler de kendileri ile zorba
ve zalim statüko arasındaki savaşın gerçek mahiyetini biliyorlardı. Bu inanç
sistemine (akideye) dayalı bir savaştı. Zira bu inanç sistemi,
taraftarlarının sadece alemlerin Rabbine ibadet edeceklerini ilân
etmeleriyle, hattâ sırf "Alemlerin Rabbi Allah'tır" diye ilân etmeleriyle
zorbaların sultasını ve otoritesini sarsıyor, tehdit ediyordu! İşte bu
nedenle büyücüler, Firavun'un kendilerini töhmet altında tutması ve: "Bu
sizin ülke halkını yurtlarından dışarı çıkarmak için tezgâhladığınız bir
oyundur" demesi üzerine; "Sen ancak Rabbimizin ayetleri bize gelince onlara
inandık diye bizden öc alıyorsun." Sonra kendisine iman ettikleri Rabblerine
sığındılar ve: "Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak al
canımızı" diyerek O'ndan başkasına kulluk yapmayı ve O'ndan başkasına
tapmayı reddettiler. Bugün de gerçek anlamı ile ilâhlığın alemlerin Rabbine
ait olduğunu ilân edenler modern cahiliye sistemleri tarafından aynı şekilde
itham edilmekte ve devletin düzenini değiştirmeye çalışmakla
suçlanmaktadırlar! Onlar bütün içtenlikleriyle gerçek anlamda Allah'a teslim
olduklarında, yüce Allah da onların kalplerine bu kesin tutumu bir Furkan
olarak yerleştirdi.
3- Hz. Musa'nın Firavun'a ve kurmaylarına karşı
ileri sürdüğü mucizelerden... Yüce Allah'ın onları felâketlerle, kıtlıklarla
ve ürünleri azaltmakla cezalandırmasından.. Aşağıdaki ayetlerde belirtildiği
gibi yüce Allah'ın onları yok etmesine kadar, onların bütün bu mucizelere ve
musibetlere inatla, kurnazlıkla ve ısrarla sonuna kadar direnmelerinden...
Evet bütün bunlardan zorbaların, zalimlerin hak ve gerçek karşısında batılda
ne kadar direttikleri "Alemlerin Rabbine" yapılan çağrıya karşı ne ölçüde
direndikleri ortaya çıkmaktadır. Çünkü onlar kesinlikle biliyorlar ki, bu
çağrının bizzat kendisi onlara karşı bir savaştır. Çünkü bu çağrı temelde
onların varlıklarını, meşruluklarını kabul etmez, reddetmeyi öngörür!
"Andolsun ki, biz Firavunoğulları'nı, ola ki akılları başlarına gelir diye,
yıllarca süren kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık. Onlar bir iyilikle
karşılaşınca: "Bu kendimizden kaynaklanıyor", derler. Fakat eğer başlarına.
bir kötülük gelecek olursa, bunu Musa ile arkadaşlarının uğursuzluğuna
yorarlar. Oysa onların kaderlerini belirleme yetkisi sırf Allah'ın
tekelindedir. Fakat çoğu bunu bilmiyor. Musa'ya, `Bizi büyülemek üzere ne
kadar mucize gösterirsen göster, sana kesinlikle inanmayacağız' dediler. Biz
de onlara, ayrı ayrı birer mucize olarak su baskını, çekirge sürüsü, zararlı
böcek salgını, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de burun kıvırarak günahkâr
bir toplum oldular. Azab başlarına çökünce, `Ey Musa, sana verdiği
peygamberlik payesine dayanarak bizim için Rabbine dua et. Eğer bu azabı
başımızdan savarsak, andolsun ki, sana inanacak ve İsrailoğulları'nı seninle
birlikte göndereceğiz' dediler. Fakat o azabı günün birinde dolduracakları
belirli bir sürenin sonuna kadar başlarından savar savmaz hemen sözlerinden
dönüverdiler. Sonunda onlardan öç aldık; ayetlerimizi yalanladıkları, onları
umursamadıkları için kendilerini denizde boğduk." Bunların hepsinden beşeri
otoritelere dayalı sistemlerin gerçek karşısında ne derece ısrar edecekleri
ve "Alemlerin Rabbine yapılan çağrı" karşısında ne denli direnecekleri
ortaya çıkıyor. Çünkü onlar bizzat bu çağrının onların varlığının
meşruluğunu kabul etmemekle kendilerine karşı savaş açtığını kesin bir
şekilde bilmektedirler. Beşeri sistemler "Allah'tan başka ilâh olmadığının"
veya "Allah'ın alemlerin Rabbi olduğunun" ilân edilmesine asla izin
vermezler. Ancak bu sözler (ve ilkeler) gerçek anlamlarını yitirdiğinde ve
hiçbir anlamı olmayan kuru laflara dönüştüğünde onlara izin verebilirler.
Buna benzer durumlarda bu sözler onları rahatsız etmez! Çünkü onları
ilgilendirmez, (onları hedef almaz)! Ama ne zaman ki insanlardan bir
topluluk bu sözlere gerçek anlamları ile sahiplenirse, Allah'ın yasalarına
ve sistemine dayanmaksızın hakimiyeti ellerine geçiren ve bu hakimiyet ile
insanları kendilerine kul yapan ve onların yalnız Allah'a teslim olmalarına
fırsat vermeyen ve böylece ilâhlık özelliklerini kendinde görmüş olan beşeri
otorite (tağut), gerçeğe sahip çıkan topluluğun varlığına dayanamaz, onlara
tahammül edemez! Nitekim Firavun da Hz. Musa'nın alemlerin Rabbine çağrıda
bulunmasına, iman eden büyücülerin, "Biz alemlerin Rabbine iman ettik" diye
ilân etmelerine katlanamamış ve dayanamamıştı! Kendisi ve kavminin ileri
gelenleri bu çağrıyı, ardarda kendilerine gönderilen ayetlere, arka arkaya
gelen kıtlık, felâket, açlık ve musibetlere rağmen reddetmekte ısrar
ettiler... Ne var ki, bütün bu felâketler ve musibetler onlara göre,
alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim olmaktan çok daha kolay ve daha basitti.
Çünkü alemlerin Rabbine teslim olmaları, onların bu sahte otoritelerini ve
hakimiyetlerin ellerinden alıyor, insanları alemlerin Rabbinden başkasına
kul yaptıkları bu sultalarını resmen kaldırıyordu! Ayrıca bu gerçek, yüce
Allah'ın ayetlerini yalanlayanlara ilişkin takdirinin aşamalarında...
Onların sıkıntı ve zorluklarla... bolluk ve rahatlıkla denenmeleri sırasında
da ortaya çıkmaktadır.. Onların işin sonunda üstün kudret sahibi Allah
tarafından cezalandırılmaları ve daha önceleri yoksul bırakılan, horlanan
müminlerin ise yeryüzüne egemen kılınmasıyla da aynı gerçek gün yüzüne
çıkmaktadır.
"O güne kadar horlanan, ezilen toplumu
(İsrailoğulları'nı) bereketlerle donattığımız toprakların doğusuna ve
batısına mirasçı kıldık. İsrailoğulları'nın sabırlarına karşılık, Rabbinin
onlara verdiği güzel söz gerçekleşti. Firavun'un ve soydaşlarının ortaya
koydukları eserleri ve yükselttikleri yapıları yıkıp yok ettik."
4- Ne var ki, İsrailoğulları'nın o dönek ve çirkin
karakterleri yine baskın geldi. Kur'an-ı Kerim'in ifade tarzından rahatlıkla
anlaşıldığı gibi, onlar Allah'ın emrinden saptılar, peygamberleri,
liderleri, kurtarıcıları olan Hz. Musa'yı aldattılar ve karşı geldiler;
nimetlere nankörlük ettiler. Düzelmediler ve nimetlere karşı şükranlarını
ifade etmediler. Yüce Allah'ın defalarca onların tevbelerini kabul etmesine,
onları bağışlamasına rağmen, yine de bu tutumlarından vazgeçmediler. Ve
neticede Allah'ın cezasına müstehak oldular: "Hani Rabbin açıkça bildirdi
ki, işkencelerin en ağırını tattıracak zorbaları kıyamet gününe kadar
yahudilerin başlarına musallat edecektir. Hiç kuşkusuz Rabbin çabuk
cezalandırandır ve yine O, hiç kuşkusuz bağışlayıcı ve merhametlidir."
Gerçekten de Allah'ın tehdidi doğru çıkmış, gerçekleşmiştir.
Gelecek zaman boyunca da doğru çıkması gerekir. Bu
ancak onların tarih boyunca yaşadıkları birtakım dönemlerden ibarettir.
Onlar büyüklük taslamaya, bozgunculuk yapmaya, zulmetmeye başladıklarında ve
eziyetleri çekilmez duruma geldiğinde, yüce Allah kıyamet gününe kadar
azabın en acısını tattıracak kimseleri onların başlarına musallat edecektir!
5- Son olarak da bu sure Mekke'de inmiştir. Bununla
beraber yahudilerin (İsrailoğulları'nın) dönekliklerinden,
günahkârlıklarından ve aşırı kötü karakterlerinin çoğundan söz edilmektedir.
Halbuki gerek yahudi ve gerekse hristiyan müşteşrikler (oryantalistler) Hz.
Muhammed'in Medine'de yahudilerin müslüman olmalarından umudunu kestikten
sonra ancak Kur'an-ı Kerim'le onlara karşı saldırıya geçtiğini, Mekke'de ve
Medine devrinin ilk dönemlerinde onlarla iyi geçindiğini, yahudilere
saldırıyı içermeyen bir Kur'an okuduğunu, Araplarla yahudilerin ataları
İbrahim peygamberin aynı soyda birleştiğinden söz ederek, onların müslüman
olmasını arzu ettiğini, onların islâma girmesinden umudunu kesince böyle bir
saldırıya geçtiğini, kendilerince ileri sürüyorlar! Pek tabii ki, yalan
söylüyorlar... İşte bu Mekke'de inen bir suredir. Onlar hakkında gerçeği
dile getiriyor. `Bu değişmeyen gerçek hususunda Medine'de inen Bakara suresi
ile bu surenin ifade ettikleri arasında hiçbir farklılık yoktur. Surenin
163-170. ayetlerinin Medine'de inmiş olması ve yahudilerin başına kıyamete
kadar onlara eziyet edecek kimselerin yüce Allah tarafından musallat
kılınmasından söz etmeleri nedeniyle gözardı etsek bile, Mekke'de
indiklerinden kuşku olmayan bu ayetlerden önceki ve sonraki ayetlere
baktığımızda, onların da yahudilerin karakteri hakkında gerçeği dile
getirdiklerini görürüz... Burada, onların buzağıya tapmalarından, bir olan
Allah'ın adına Mısır'ı terketmelerine rağmen Hz. Musa'dan kendileri için
somut bir put niteliğinde bir ilâh yapmasını taleb etmelerinden, Allah'ı
apaçık olarak görmedikleri sürece iman etmeyeceklerini söylemeleri üzerine
sarsıntının-depremin kendilerini yakalamasından, şehre girerken Allah'ın
sözünü değiştirmelerinden söz edilmektedir. Böylece anlaşılıyor ki, bu tür
yaklaşımlara sahip olan müsteşrikler, Allah'a ve peygamberine iftira
ettikleri gibi, tarihe de iftira atmaktadırlar... İşte bu karaktere sahip
müsteşrikler, islâm hakkında yazı yazan birtakım kimseler yazdıkları
konularda onları üstad olarak kabul etmekte ve onların yaklaşımlarını esas
almaktadır. Kıssanın ana hatlarına ilişkin bu kadar açıklama yeter. Şimdi
ayetleri teker teker açıklamaya geçebiliriz. Bu kıssada iman kafilesinden
söz edilirken Hz. Musa ve İsrailoğulları'nın kıssasına uzun uzadıya yer
verilmesiyle; bir taraftan, Allah'ın mesajını yalanlayanların ilâhi takdir
tarafından aşama aşama nasıl izlendiklerini, imani değerler ile insan
hayatında yer alan Allah'ın değişmez yasaları arasında ne tür bir bağ
bulunduğunu ortaya koyarken öbür taraftan, imanın tabiatı (yapısı) ile
küfrün tabiatını açıklamayı hedef almaktadır. Kıssanın tasvir edilen,
somutlaştırılan kahramanlarında ve olaylarında, bu her iki çizgi
netleşmektedir. İsrailoğulları'nın bu kıssası, Allah'ın son derece şiddetli
azabının apaçık ortada olduğu bir sırada, onlardan alınan söz ve taahhüt ile
sona eriyor:
"Hani o dağı (Tur Dağı'nı) başları üzerine
çıkarmıştık, onlar dağın üzerlerine düşeceğini sanmışlardı. Bu durumda
kendilerine, size verdiğimiz Kitab'a sımsıkı sarılınız ve içindeki mesajları
sürekli aklınızda tutunuz ki, kötülüklerden sakınabilesiniz, dedik."
İşte bu nedenle bu taahhüt ve sözleşme sahnesinden
sonra bütün insanların fıtratından alınan söze, taahhüde geçilmektedir:
"Hani Rabbin, Ademoğulları'ndan, onların bellerinden soylarını dışarı aldı
ve: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diyerek kendilerini birbirlerine şahit
tutmuştu da onlar da, `Evet şahidiz' demişlerdi. Allah kıyamet günü şöyle
diyemeyesiniz diye bunu böyle yaptı. Bizim bundan haberimiz yoktu.. Ya da
şöyle diyemeyesiniz diye, Vaktiyle atalarımız müşrik olmuşlardı, biz
onlardan sonra gelen kuşaklardık, bizi eğri yola sapanların yaptıklarından
dolayı mı mahvedeceksiniz?"
Bu sahneden sonra, bu taahhüd ve sözleşmeden
sıyrılmak istediği gibi, Allah'ın ayetlerini apaçık olarak gördükten sonra
onlardan, onların verdiği bilgiden sıyrılmak isteyen adamın sahnesine
geçmektedir. Bu gerçekten etkili bir sahnedir. Bu sahnede, sözkonusu
sıyrılıştan tiksindirici ve onun gözle görünen akıbetinden sakındırıcı
etkili dokunuşlar vardır: "Onlara şu adamın olayını anlat: Adama
ayetlerimizi sunduk, fakat o onların içinden sıyrılıp çıktı, arkasından onu
şeytan peşine taktı da azgınlardan oldu. Eğer dileseydik bu ayetler
aracılığı ile onun düzeyini yükseltirdik, fakat o yere saplandı kaldı. Onun
durumu üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp hırlayarak
soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalanlayanların durumu
budur. Bu hikâyeyi onlara anlat, ola ki, üzerinde düşünürler. Ayetlerimizi
yalanlayan ve kendilerine zulmeden toplumun durumu ne kötü bir örnektir!"
Sonra hidayet ve küfrün tabiatı (yapısı ve
özellikleri) açıklanıyor. Buradan küfrün, fıtratın alıcı-verici cihazlarını
etkisiz hale getirdiği, Allah'a giden yolu tıkadığı ve kesin bir hüsranla
sona erdiği ortaya çıkıyor: "Allah kimi doğru yola iletirse o doğru yolda
olur, kimleri saptırırsa işte onlar hüsrana uğrayanlardır. Andolsun ki,
birçok cini ve insanı cehennemlik olarak yarattık. Onların kalpleri var,
fakat anlamazlar; gözleri var, fakat görmezler; kulakları var, fakat
işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta hayvanlardan daha sapıktırlar.
Onlar gaflet içindedirler."
Bu açıklamadan sonra Mekke'de islâmın mesajını
yalanlayarak Allah'ın isimlerinde sapıklığa düşen ve bu isimlerden sahte
ilâhlarına isimler türetmeye çalışarak karşı koyan müşriklere dikkat
çekiliyor. Allah'ın kendilerine bir süre tanıdığı şeklinde onlara bir tehdit
savruluyor. Kendilerini doğru yola çağıran arkadaşları Hz. Muhammed -salât
ve selâm üzerine olsun- hakkında enine boyuna iyi düşünmeye davet
edildikleri halde onlar bir çırpıda karar veriyor ve onun deli olduğunu
söyleyerek işin içinden çıkıyorlar! Yerin ve göklerin işleyen harika
sistemine bakmalarını, varlığın (kâinatın) sayfalarında yer alan hidayet
imajlarını görmeye çalışmalarını istiyor. Onları kendisinden habersiz
oldukları halde, kendilerini bekleyen ölümle karşı karşıya getirmeye
çalışıyor: "En güzel isimler Allah'ınkilerdir. O'na o isimler ile dua
ediniz. O'nun isimleri konusunda eğriliğe sapanları sapıklıkları ile başbaşa
bırakınız. Onlar yaptıklarının cezasını ilerde çekeceklerdir. Yarattığımız
insanlar içinde başkalarını hakka ileten ve hakka uygun, adil hükümler veren
bir kesim vardır. Ayetlerimizi yalanlayanları hiç farkına varmayacakları
biçimde yavaş yavaş kötü akıbetlerine yaklaştıracağız. Onlara mühlet
veririm. Çünkü benim tuzağım sağlamdır. Düşünmüyorlar mı ki, arkadaşları
Muhammed'in deli olması sözkonusu değildir, o sadece açık bir uyarıcıdır.
Göklerin ve yerin görkemli egemenlik mekanizmasını, Allah'ın yaşattığı her
şeyi ve ecellerinin gerçekten yaklaşmış olabileceğini düşünmüyorlar mı?
Kur'an'dan sonra hangi söze inanacàklar? Allah'ın saptırdığı kulu biç kimse
doğru yola iletemez. O, sapıkları azgınlıkları içinde debelenmeye bırakır."
Yine burada bu müşrikler yalanlamakta oldukları ve
zamanını ayırdıkları kıyamet sahnesiyle yüzyüze getiriliyorlar. Bu öyle
dehşet verici bir sahnedir ki, onların bu konuyu basite alarak soru haline
getirmelerine, küçümseyici, hafife alıcı bir tavırla onu ele almalarına
gerçekten denk düşüyor. Bunun yanında peygamberliğin yapısı ve peygamber
gerçeği de aydınlık kazanıyor. İlâhlığın gerçekliği ve yalnız Allah'ın
ilâhlığın özelliklerine sahip olduğu, buna bağlı olarak gayb bilgisinin ve
kıyametin ne zaman kopacağını açıklama yetkisinin sadece Allah'a mahsus
olduğu belirtiliyor: "Sana kıyamet anı hakkında sorarlar ne zaman gelip
çatacak diye. De ki, onun bilgisi Rabbimin tekelindedir, vakti gelince onu
gerçekleştirip açığa çıkaracak olan O'dur, göklerin ve yerin ağırlığını
kaldıramayacağı bu olay başınıza ansızın gelecektir. Sanki sen bu konuyu
sürekli kurcalıyormuşsun gibi, sana onu soruyorlar. De ki; Onun bilgisi
Allah'ın tekelindedir, fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmezler. De ki;
Ben kendime Allah'ın dilediğinden başka bir yarar ya da zarar dokunduracak
güçte değilim. Eğer görünmeyeni, gaybı bilseydim daha çok iyilik elde
ederdim. Ve başıma hiçbir kötülük gelmezdi. Ben sadece müminler toplumuna
seslenen bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim."
Müşriklerin birtakım gerçeklerle yüzyüze getirildiği
bu sahnede, ayrıca şirkin tabiatına (karakteri ve özelliklerine), fıtratın
Allah'ın birliğine dair vermiş olduğu sözden, taahhütten sapma serüvenine,
bu sapmanın insanın benliğinde nasıl etki bıraktığına dair bir açıklama da
yer alıyor. Ve bu sapma tasviri, sanki eski kuşakları Hz. İbrahim'in
tertemiz dinine bağlı iken sonraları bu çizgiden sapan müşrik nesillerin
sapmasının tasviridir.
"O ki, sizi tek bir kişiden türetti, o tek kişinin
beraberliğinde huzura ereceği eşini de onun kendi özünden yarattı, eşini
kucaklayıp sarınca hafif bir yük yüklendi, onu bir süre taşıdı, sonra yükü
ağırlaşınca eşler birlikte: `Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen
kesinlikle sana şükredenlerden oluruz, diye Allah'a dua ettiler. Fakat Allah
onlara sağlıklı bir çocuk verince, kendilerine Allah tarafından verilen bu
çocuk üzerinde Allah'a ortak koştular. Oysa Allah onların koştukları
ortaklardan münezzehtir. Hiçbir şey yaratmayan, kendileri birer yaratık olan
varlıkları mı Allah'a ortak koşuyorlar? Oysa bu düzmece ortaklar ne onlara
yardım edebilirler ne de kendilerine yardım edebilirler..." Aslında burada
birbirinin peşisıra gelen kuşakların birbirini izleyen durumları tek bir
kişide temsil edilmektedir. Bu tasvirin hem güzelliği yönünden, hem de
doğruluğu açısından kendisine has enteresan anlamları vardır...Hem burada
önemli olan şu Kur'an'la muhatap bulunan müşriklerin durumlarını somut
örneklerle ortaya koymak olduğundan dolayı, ifade biçimi teslim yönteminden
doğrudan hitab yöntemine geçiyor. Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine
olsun- hem onlara hem de ilâhlarına meydan okumasını istiyor: "Eğer onları
doğru yola çağırsanız size uymazlar, onları çağırsanız da karşılarında
suskun dursanız da sizin için birdir. Allah'ın dışındaki yalvardıklarınız
tıpkı sizin gibi birer kul, birer yaratıktırlar. Eğer onlara ilişkin
düşünceniz doğru ise, çağırın onları da size karşılık versinler bakalım.
Onların yürüyecek ayakları mı var, tutacak elleri mi var, görecek gözleri mi
var, yoksa işitecek kulakları mı var? De ki; Allah'a koştuğunuz ortakları
çağırınız, sonra hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz. Benim
dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an-ı) indiren Allah'tır. O, iyileri dost
edinir, koruması altında tutar. O'nun dışındaki yalvardıklarınız ne size
yardım edebilirler ne de kendilerine yardım edebilirler. Eğer onları doğru
yola çağırsanız işitmezler, onları sana bakar gibi görürsün, fakat
görmezler."
Surenin sonunda hitap peygamberimize -salât ve selâm
üzerine olsun- ve müslüman ümmete yöneltilmektedir. İnsanları islâma
çağırırken, kolay, yumuşak bir yol izlemeleri, onların itirazlarına ve
kasılmalarına karşı öfkelerine hakim olmaları, sabretmeleri, öfkeyi harekete
geçiren ve insanın göğsünü daraltan şeytandan Allah'a sığınmaları
gerektiğini hatırlatıyor: "Affı, kolaylaştırmayı prensip edin, iyi olanı
emret ve cahillere aldırış etme! Eğer şeytandan gelen bir dürtmeye, bir
kışkırtmaya uğrayacak olursan, Allah'a sığın. Çünkü O her şeyi işiten ve her
şeyi bilendir. Allah'dan korkanlar şeytandan gelen bir dürtmeye, bir
kışkırtmaya uğradıklarında, Allah'ın uyarılarını hatırlarlar ve hemen
gerçeği görürler. Şeytanların kardeşleri, dostları, azgınlıkta şeytanlara
yardakçılık ederler, sonra da ellerinden geleni yapmaya devam ederler. Sen
onlara bir ayet sunmadığın zaman, kendin bir ayet uydursaydın ya, derler. De
ki; Ben ancak Rabbim tarafından bana indirilen vahye uyuyorum. Bu
Kur'an'daki ayetler müminler topluluğu için Rabbinizin katından gelen
uyarıcı kanıt, doğru yol kılavuzu ve rahmettir."
Bu direktif surenin baş tarafında yer alan ayeti
bize hatırlatıyor: "Bu Kur'an, kendisi ile insanları uyarasın ve müminlere
öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi yaparken
sakın ruhun sıkılmasın." (A'raf, 2) Bu direktif peygamberin omuzuna yüklenen
yükün, insanları islâma çağırma yükünün ağırlığını haber veriyor. İnsanların
benliklerinde yer alan cahiliye tortularına, sis bulutlarına, kalıntılarına,
dönekliklere, arzulara ve ihtiraslara; gaflete, ağırlığa ve kasılmaya karşı
direnme... Sabır zarureti... kolaylık, yumuşaklık, zorunluluğu... Ve her
şeye rağmen yoluna devam etme zaruretinin getirdiği yükün ağırlığını ifade
ediyor! Daha sonra yolun zorluklarına karşı destek sağlayacak azığa ilişkin
bir direktif geliyor. Kur'an-a kulak vermeye ve sessizce onu dinlemeye, her
zaman ve her yerde Allah'ı anmaya, gafletten sakınmaya, zikir ve ibadette
Allah'a yakın meleklerin yolunu izlemeye ilişkin direktif:
"Kur'an okunduğu zaman onu dikkatle ve sessizce
dinleyiniz ki, size rahmet edilsin. Rabbinin adını yalvararak, korkarak ve
yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam an ve gafillerden olma. Rabbinin
yanındakiler, burun kıvırıp O'na kulluk etmekten geri durmazlar, O'nu
noksanlıklardan tenzih ederler." İşte bu, yol azığıdır... İbadetin edep
kuralı budur. Aynı şekilde hedeflerine ulaşanların, yakınlaştırılmış
meleklerin yolu da budur.
Şimdilik ana hatlara ilişkin bu kadarcık açıklama
yeterlidir. Artık ayetleri detaylı olarak ele almaya
geçebiliriz.Okuyacağınız bu bölüm surenin akışı içerisinde geçen Nuh
peygamberin, Hud peygamberin, Salih peygamberin, Lût peygamberin, Şuayb
peygamberin, (Allah'ın selâmı hepsinin üzerine olsun) ve kavimlerinin
kıssalarından sonra kısa bir duraklamadan ibarettir. Burada bir nebze
durulmakta, her yerleşim birimindeki -burada yerleşim birimi, büyük şehir
veya merkezi kasaba anlamına gelir- Peygamberi yalanlayanlara karşı ilâhi
irade ile cereyan eden ve ilâhi takdir ile gerçekleşen Allah'ın yasaları
açıklanmaktadır. Aslında bu yasa, Allah'ın yalanlayıcıları kendisiyle
cezalandırdığı tek bir yasadır. İşte bu yasa, bir yönden de insanlık
tarihini köklü biçimde etkileyen ve ona yön veren bir gerçektir. İşte bu
gerçeğe göre yüce Allah, ilâhi mesajı yalanlayanları sıkıntı ve zorluklarla
kıskıvrak yakalayıverir. Onların başına musibetler verir ki, kalpleri
yumuşasın, incelsin ve Allah'a yönelsinler. Gerçek ilâhlığın ve insanların
gerçekten kulluk etmeleri gereken gücün Allah'ın ilâhlığına teslim olmak
olduğunu anlasınlar.
94- "Peygamber
gönderdiğimiz her ülkenin halkını, ola ki, bize yalvarırlar diye, mutlaka
sıkıntılara ve belalara uğrattık. "
95- Sonra kötü
günleri iyi günlerle değiştirdik de sayıca çoğaldılar ve: "Atalarımız da hem
sıkıntılı hem de sevinçli günler geçirmişlerdi" dediler. Bunun üzerine
onları hiç ummadıkları bir sırada ansızın yakalayıverdik. "
96- "Eğer o
ülkelerin halkları iman edip kötülüklerden sakınsalardı, göğün ve yerin
bereket kapılarını yüzlerine açardık. Fakat yalanladılar, biz de onları
işlediklerinin cezasına çarptırdık. "
Burada Kur'an-ı Kerim herhangi bir olayı anlatmıyor.
Bir yasayı ortaya koyuyor. Herhangi bir toplumun tarihinden sahneler
sunmuyor. İlâhi kaderin aşamalarından söz ediyor... Böylece ortaya çıkıyor
ki: İşlerin kendisine göre düzenlendiği, olayların kendisine göre meydana
geldiği ve bu yeryüzünde "İnsanlık Tarihini" yönlendiren, hareketini
etkileyen bir yasa vardır. Peygamberlik misyonu dahi önemine ve yüceliğine
rağmen, bu yasanın gerçekleştirilmesini sağlayan vasıtalardan, etkenlerden
ancak biridir. Bu yasa önemi açısından peygamberlik misyonundan daha büyük
ve daha kapsamlıdır. İşlerin hiçbiri başıboş seyretmiyor. İnsan bugün
Allah'ın varlığını kabul etmeyen ateistlerin iddia ettiği gibi, bu
yeryüzünde yalnız başına varlığını sürdüremez (kendi başına buyruk olamaz!)
Bu evrende meydana gelen her şey, ancak plan ve program çerçevesinde meydana
gelmekte, bir hikmete bağlı olarak ortaya çıkmakta ve bir hedefe (bir amaca)
doğru yönelmektedir. İşin sonunda özgür iradeye uygun biçimde işleyen
geçerli bir yasa vardır. Bu yasayı belirleyen ve değişmez ilkeyi ortaya
koyan özgür ilâhi iradedir...
Her şey özgür ilâhi iradeye uygun ve Allah'ın
yürürlükteki yasasına bağlı olarak meydana gelir.
İşte o kasabaların durumları da Kur'an-ı Kerim
tarafından ele alındığı gibi, özgür ilâhi iradeye uygun ve Allah'ın
yürürlükteki yasalarına bağlı olarak belirlenmiştir. Diğer milletlerin
başlarına gelecekler de aynı kanunlara uygun biçimde işleyecektir!
İslâm düşüncesinde insanın iradesi ve hareketi,
insanlık tarihinin hareketinde ve bu tarihin yorumlanmasında önemli bir
etken olarak kabul edilir. Şu kadar var ki, insanın iradesi ve hareketi de
ancak Allah'ın özgür iradesi ve etken olan kaderinin çerçevesi içinde
meydana gelir ve gerçekleşebilir... Her şeyi kuşatan sadece Allah'tır...
Allah'ın özgür iradesi ve etken olan kaderinin çevresini içinde insanın
iradesi ve hareketi bütün bir varlık ile temasta bulunur, onların hepsiyle
ilişkisi vardır. Bu varlık aleminde hem etki altında kalır hem de etki eder.
Bu varlıklar dünyasında insanlık tarihini harekete geçiren ve yönlendiren
birçok etkenler ve faktörler vardır. Bu hareketin sahası hem geniş hem de
derindir... Bu gerçekliğin yanında "Tarihin İktisadi Yorumu", "Tarihin
Biyolojik Yorumu", "Tarihin Coğrafi Yorumu"... gibi çağrışımlar koca bir
kıta yanında küçük bir ada niteliğindedir. Bu küçük insanın basit
oyuncaklarından biri olmaktan öteye geçemez!
"Peygamber gönderdiğimiz her ülke balkını, ola ki,
bize yalvarırlar diye, mutlaka sıkıntılara ve helâlara uğrattık..."
Yüce Allah, iş olsun diye, kullarının canlarını,
bedenlerini, rızıklarını ve mallarını boşu boşuna sıkıntıya sokmaz.
Putperest mitolojilerde boş işlerle uğraşan kindar ilâhlar gibi, kendi
kinini dindirmek, öfkesini indirmek için onları cezalandırmaz! Allah bu tür
işleri yapmaktan tamamen uzak ve münezzehtir. Allah Teala sadece
peygamberlerini yalanlayanları sıkıntılarla ve belâlarla cezalandırır. Çünkü
zorluklarla deneme ve sınamanın tabiatı; henüz iyi tarafları bulunan, hayır
ümidi olan fıtratı uyarmak, birtakım iyilik kalıntılarını içinde taşıyan,
fakat aradan geçen uzun zaman nedeniyle üzeri küllenen kalpleri inceltmek,
yumuşatın ak, zayıf olan insanları güçlü olan yaratıcısına yöneltmek,
içtenlikle O'na yalvarmalarını sağlamak, merhametini ve bağışlamasını
dilemelerini temin etmektir. İnsanlar bu niyazları ve yakarışları ile
Allah'a taptıklarını ilân etmiş olurlar. Allah'a ibadet ise insanın
varlığının amacıdır. Yoksa yüce Allah'ın ne insanların kendisine
yalvarmalarına ne de O'na kulluk yaptıklarını ilân etmelerine ihtiyacı
vardır! "Ben cinleri ve insanları sırf bana ibadet etsinler diye yarattım.
Onların hiçbirisinden bir rızık istemem ve doyurmalarını da arzu etmem.
Muhakkak ki, Allah bol bol rızık verendir ve sağlam kuvvet sahibidir."
(Zariyat: 56-58) Kutsi bir hadiste belirtildiği gibi, şayet bütün insanlar
ve cinler tek bir yürek halinde birleşip Allah'a ibadet etseler Allah'ın
mülkünde (hakimiyet ve otoritesinde) hiçbir şeyi arttırmış olmazlar. Yine
şayet bütün insanlar ve cinler bir bütün olarak yüce Allah'a karşı gelseler
de Allah'ın mülkünden hiçbir şeyi eksiltemezler... Şu kadar var ki, kulların
Allah'a yönelmeleri, O'na niyazda bulunmaları, Allah'a kulluk yaptıklarını
ilân etmeleri kendileri için, hayatları ve yaşayışları için yararlıdır.
İnsanlar ne zaman Allah'ın kulu olduklarını ilân ederlerse, O'nun
dışındakilere kulluk yapmaktan kurtulurlar. Surenin baş taraflarında
belirtildiği gibi kendilerini saptırmak isteyen şeytana kulluk yapmaktan
kurtulurlar. İhtiraslarının ve arzularının baskısından kurtulur özgürlüğe
kavuşurlar. Kendileri gibi kullara kulluk yapmaktan kurtulurlar. Bundan
böyle şeytanın izlerini sürmekten, onu adım adım takip etmekten haya
ederler. Dara düştüklerinde kendisine yöneldikleri ve kendisine niyazda
bulundukları Allah'ı herhangi bir hareket veya niyet ile öfkelendirmekten
çekinirler. Kendilerini özgür kılacak, arındıracak ve tertemiz hale
getirecek, kendilerini heva ve hevese kulluk yapmak, kullara kulluk etmek
düzeyinden daha yüksek bir konuma getirecek dosdoğru yola sokarlar. Ondan
sapmazlar!
İşte bu nedenle ilâhi irade, kendilerine bir
peygamber gönderildiği halde onu yalanlayan her ülke ahalisini, canları ve
ruhları ile sıkıntılara, bedenleri ve malları ile zorluklara düşürmeye
hükmetmiştir. Böyle acılarla onların kalplerini diriltmeyi dilemiştir...
Şüphesiz ki, acı en güzel eğiticidir. Bu öyle güzel bir hayır kaynağıdır ki,
potansiyel enerji halindeki iyilik kaynaklarının kaynamasına neden olur.
Diri olan vicdanlarda duyarlılığı bileyen ve keskinleştiren bir berekettir.
Rahmetin gölgelerine yönelik bir berekettir. Bu rahmet ise, üzüntü ve
kederle yoğrulmuş güçsüz insanların üzerine darlık ve sıkıntı anlarında
rahat ve afiyet dolu, tatlı ve hafif meltemleri estirir.. "Ola ki,
yalvarırlar..."
"Sonra kötü günleri iyi günlerle değiştirdik."
Birden şiddetin yerini rahat, zorluğun yerini
kolaylık, kıtlığın yerini nimet, sıkıntının yerini huzur, kısırlığın yerini
nesil, kıtlığın yerini bolluk, korkunun yerin güven alıverir. Bir de
bakarsınız ki, ortalığı eğlence, rahat, yumuşaklık, nimetler, bolluk ve
bereket alıp yürümüştür... Ne var ki, bunların hepsi, aslında birer deneme
ve birer imtihandır...
Sıkıntılarla denenmeye karşı insanların çoğu dayanır
ve sabreder. İnsanların çoğu sıkıntıların zorluklarına katlanırlar. Çünkü
sıkıntı direnme güçlerini de harekete geçirir. Eğer sıkıntı ile imtihan
edilen kişide hayır varsa, bu imtihan ona Allah'ı hatırlatabilir, O'na
yönelmesini, O'nun huzurunda niyazda bulunmasını, O'nun gölgesinde huzura
kavuşmasını, O'nun himayesinde bir enginliğe kavuşmasını, O'nun vereceği
ferahlığa umut bağlamasını ve vaadini, sözcüğünü bir müjde kabul etmesini
sağlayabilir. Bolluk ile denenmeye gelince, bu konuda dayanabilen, sabreden
insanlar çok azdır. Bolluk insana her şeyi unutturur. Eğlence insanı
aldatır. Servet insanlığı azgınlığa götürür. Allah'ın pek az kulları dışında
kimse bolluk ile imtihandan başarı ile çıkamaz.
"Sonra kötü günleri iyi günlerle değiştirdik de
sayıca çoğaldılar ve: `Atalarımız da hem sıkıntılı hem de sevinçli günler
geçirmişlerdi' dediler."
Yani onlar çoğalmışlar ve yeryüzüne yayılmışlardı.
Kolay bir şekilde geçimlerini temin ediyorlar ve rahat bir hayat
yaşıyorlardı. İşledikleri amellerden dolayı, içlerinde hiçbir sıkılma
duymuyorlar ve yaptıklarından dolayı hiç kimseden korkmuyorlardı. Ayeti
kerimede geçen "Afer" sözcüğü, çokluğa, bolluğa işaret etmesinin yanında,
özel psikolojik bir halı de dile getirmektedir. Umursamanın azalması
durumunu-küçümseme şımarma halini... Her şeyi basite alma halini... Hem
bilinç olarak, hem de yaşam tarzı olarak vurdum duymazlığı esas alma halini
ifade etmektedir. Bu durum uzun bir süre rahat, nimet ve bolluk içinde
yaşayan bireylerin veya toplumların rahata, nimete ve bolluğa alışan
insanların hayatında rahatlıkla gözlenebilmektedir. Bu tür insanlar sanki
ruhlarındaki duyarlılığı yitirirler, artık hiçbir şeye aldırmazlar. Hiçbir
şeyi gözönünde bulundurmazlar. Rahat içinde harcamada bulunurlar, rahatça
eğlenceye ve rahat bir şekilde zevke dalarlar. Aşırı bir düşkünlükle bu
hayatlarına sımsıkı tutunurlar. İnsanın tüylerini diken diken yapan,
vicdanlarını tir tir titreten büyük günahların hepsini rahatlıkla ve
sıkılmadan işlerler! Allah'ın gazabından sakınmazlar, insanların
kınamalarından çekinmezler. Her şeyi rahatlıkla, sıkılmadan ve aldırmadan
yaparlar. Allah'ın evrendeki yasalarına dikkat etmezler. Yüce Allah'ın
imtihanlarını ve sınamalarını düşünmezler! Ve işte bu yüzdendir ki, bütün
olayların belli bir sebebe bağlı olmaksızın, belirlenmiş bir amacı
bulunmaksızın başıboş olarak meydana geldiklerini zannederler:
"Atalarımız da hem sıkıntılı hem de sevinçli günler
geçirmişlerdi, dediler... Yani biz sıkıntılı günlerimizi geçirdik. Şimdi
artık sevinçli, bolluk günlerimize sıra geldi! İşte görüyorsunuz, ya her şey
sonuçsuz bir şekilde geçip gidiyor. Bizim durumumuz da böylece şuursuzca ve
başıboş bir biçimde sürüp gidecektir!
İşte o zaman... Sürmekte olan gaflet anında,
unutkanlık, eğlence ve azgınlığın bir ürünü ve yürürlükteki yasanın gereği
olarak akıbetleri geliveriyor: "Bunun üzerine onları hiç ummadıkları bir
sırada ansızın yakalayıverdik." Unutmalarının, gurura kapılmalarının,
Allah'tan uzaklaşmalarının, şehvetlerinin, ihtiraslarının iplerini serbest
bırakmalarının, yaptıklarından hiç sıkılmamalarının Allah korkusunun hiç
akıllarına gelmemiş olmasının cezası olarak akıbetleri geliveriyor:
İşte bu şekilde Allah'ın yasası, insanlara yönelik
iradesine uygun biçimde gerçekleşmeye devam edecek, yine bu şekilde insanın
Allah'ın yasası ve iradesi çerçevesinde gerçekleşen iradesi ve eylemiyle
insanlık tarihinin yönü ve hareketi belirlenecektir. İşte bu şekilde
Kur'an-ı Kerim insanlara yasayı açıklıyor ve onları fitneden sakındırıyor.
Sıkıntılar ve bolluklarla denenme ve imtihan edilme fitnesinden...
İnsanların aşırı düşkünlük duygularını ve uyanıklığını sağlayan etkenlere
dikkat çekiyor. Yönelişlerine ve davranışlarına gerçek anlamda denk bir
cezayı içeren değişmez sonuçtan sakınmalarını istiyor. Buna rağmen kim
gafletten uyanmaz, kendisini sakındırmaz ve Allah'tan korkmazsa, kendi
kendisine zulmetmiş olur. Asla değiştirilmesi mümkün olmayan Allah'ın
cezasına kendisini çarptırmış olur. Ve hiç kimseye asla zulmedilmez:
"Eğer o ülkelerin halkları iman edip kötülüklerden
sakınsalardı, göğün ve yerin bereket kapılarını yüzlerine açardık. Fakat
yalanladılar, biz de onları işlediklerinin cezasına çarptırdık."
İşte bu, Allah'ın yürürlükteki değişmez yasalarının
(sünnetullahın) öbür yüzüdür. Şayet o memleketlerin halkları yalanlama
yerine iman etselerdi, şımarma yerine Allah'tan korksalardı, yüce Allah da
onlara yerin ve göğün bereket kapılarını açardı... İşte böyle... "Yerin ve
göğün bereketlerini" sonsuz ve hesapsız bir şekilde, üstlerinden ve
altlarından sunarak, onları bereketlere boğardık. Kur'an-ın ifadesi burada
genelliği ve kapsamlılığı açısından engin bir feyzin ışıklarını saçıyor.
Öyle ki bu bereketleri insanların alışageldikleri rızıklar ve gıda maddeleri
ile sınırlandırmak hiç de mümkün değildir.
Bu ayeti kerime ile ondan önceki ayeti kerime, hem
akidenin (inanç sisteminin) gerçeklerinden, hem de insan hayatının ve
evrenin gerçeklerinden biriyle bizi yüzyüze getiriyor. İnsanlık tarihinde
fonksiyoner bir rol oynayan etkenlerden birini gözlerimizin önüne getiriyor.
Ne var ki, pozitivist (rasyonel) ekollerin hepsi, bu gerçekten habersiz tam
anlamıyla gaflet içinde bulunmakta hatta onu bütünüyle reddetmektedirler! ..
Hiç şüphesiz Allah'a iman ve Allah'tan korkma
inancı, hayatın realitesinden ve insanlık tarihinin çizgisinden kopuk bir
mesele değildir. Allah'a iman ve Allah'tan korkma, Allah'ın vaadine bağlı
olarak insanı yerin ve göğün bereket kapılarının kendisine açılması için
yeterli bir ehliyete kavuşturur. Ve hiç şüphesiz Allah kadar sözüne bağlı
kimse yoktur!
Bizler Allah'a iman edenler olarak, Allah'ın verdiği
bu sözü inanmış bir gönülle kabul ediyor ve hemen onu tasdik ediyoruz. Bunun
nedenini, niçinini sorup araştırmıyoruz. Gerçekleşeceğinden bir an bile
tereddüt etmiyoruz. Biz gaybe dayalı olarak (görmediğimiz halde) Allah'a
iman ediyoruz. Ve bu imanın gereği olarak O'nun verdiği sözü tasdik
ediyoruz, onaylıyoruz...
Daha sonra imanımızın da bize emrettiği şekilde,
Allah'ın verdiği söze dikkatli bir düşünce ile yöneliyor ve nedenini,
niçinini de öğreniyoruz!
Allah'a iman, insan fıtratının diri olduğunu, fıtri
olan alıcı cihazlarının sağlıklı biçimde çalıştığını, insanın algılama
sisteminin doğru çalıştığını gösterir. İnsanın bünyesinin canlı ve diri
olduğunu, varlıklar alemindeki gerçeklere karşı geniş bir duyarlılık sahibi
olduğunu ortaya koyar. İşte bunların hepsi realiteye dayalı, pratik hayatta
insanın kurtuluşunu sağlayan faktörlerdir.
Allah'a iman, ileriye doğru fırlatıcı ve itici bir
kuvvet kaynağıdır. İnsan bünyesinin bütün yönlerini, enerjilerini biraraya
getirir. Ve onların hepsini bir hedefe yöneltir. Allah'ın desteğine
dayanması için onları özgür bir konuma getirir.
Allah'a iman insanın, ilâhi iradeye uygun olarak
yeryüzündeki halifeliği ve uygarlığı gerçekleştirmesi, bozgunculuk ve
fitneyi engellemesi, hayat düzeyinin yükselmesi ve ilerlemesi için
çalışmasını sağlar. İşte bunların hepsi pratik hayatta insanın kurtuluşunu
sağlayan faktörlerdir.
Allah'a iman insanları nefse kulluktan, kullara
kulluktan kurtarır (özgür kılar). Hiç şüphesiz ki, yalnız Allah'a kulluk
yapmakla özgürlüğüne kavuşmuş olan bir insan, yeryüzünde doğru yola iletmede
ve sağlıklı bir halifelik görevini yerine getirmede kendi nefislerine kulluk
eden ve birbirlerine kölelik yapan bir insandan daha lâyıktır!
Allah korkusu ise, bilinçli bir uyanıklık verir. onu
hareketin fırtınasında ve hayatın seyri içinde tepkisellikten,
hiddetlenmekten, zulmetmekten ve aldatmaktan korur. İnsanın çabasını,
enerjisini, sınırlarını aşmayacak, hiddetlenmeyecek, faydalı çalışmanın
alanı dışına taşmayacak bir şekilde dikkatli ve sağlıklı olarak yönlendirir.
İnsanın hayatında itici güçler ile frenleyici güçler
arasında bir denge kurulduğunda, yeryüzünde çalışarak, göğe doğru
tırmanarak, beşeri olan nefisten ve azgınlıktan kurtularak, Allah'a boyun
eğip ibadet ederek seyrini sürdürdüğünde, hayatın bu gidişatı faydalı ve
verimli olacak, Allah'ın rızasını elde edeceği gibi, O'nun desteğini de
almaya hak kazanacaktır. İşte bu şartlarda hayatı bolluk ve bereket
kuşatacak, iyilik yaygınlaşacak ve kurtuluş onu himayesine alacaktır.
Meseleye bu açıdan bakıldığında Allah'ın gizli olan lütfunun yanında, onun
gözle görülen bir realite olduğu anlaşılacaktır. Bu, apaçık sebepleri ve
illetleri olan bir realitedir. Bunun yanında söz verilen, taahhüt edilen ve
gözle görülmeyen Allah'ın takdiri de söz konusudur.
Yüce Allah'ın iman edenlere ve takva sahiplerine
kesin ve üzerine basa basa sözünü verdiği bereketlerin pekçok çeşitleri
vardır. Ayeti kerime bunların detaylarına inmiyor ve onları
sınırlandırmıyor. Kur'an-i ifadenin verdiği imaj, bize her taraftan coşup
gelen feyizleri, her yerden fışkıran kaynakları hatırlatmaktadır. Burada
hiçbir sınırlama, detaya inme ve açıklama yapılmamaktadır. Demek ki, burada
sözkonusu edilen bereketler, bereketin bütün şekillerini ve biçimlerini,
bütün çeşitlerini ve renklerini kapsamına almaktadır. İnsanların bildikleri
ve hayal edebildikleri bereketlerin hepsini kapsadıkları gibi, realite ve
hayal dünyalarında görmedikleri, bilmedikleri bereketleri de
içermektedirler!
Allah'a iman ve Allah korkusunu (Takva), sırf kuru
bir ibadet meselesi olarak değerlendirenler, insanların yeryüzündeki
realiteleri ile hiçbir ilgili (ilişkili) olmadığını düşünenler, hem imanı
tanımıyorlar, hem de hayatı tanımıyorlar! Böyle düşünenlerin yüce Allah'ın
tanıklık ettiği bu ayette sözkonusu bağa bakmaları ve bu ilişkiyi görmeleri
ne güzel olurdu! Çünkü bir işte Allah'ın şahitlik etmesi gerçekten
yeterlidir! İnsanların bildiği sebeplere dikkat çekmekle bu bağı gözler
önüne seriyor:
"Eğer o ülkelerin halkları iman edip kötülüklerden
sakınsalardı, göğün ve yerin hareket kapılarını yüzlerine açardık, fakat
yalanladılar, biz de onları işlediklerinin cezasına çarptırdık."
Bazı insanlar çevrelerine bakıp kendilerinin
müslüman olduklarını söyleyen birtakım milletlerin rızık yönünden sıkıntıda
olduklarını, kuraklık ve yoksulluğun yakalarını biraraya getirmediğini
görebileceklerdir!.. Bunun yanında iman etmeyen ve Allah'tan korkmayan
birtakım milletleri de göreceklerdir ki, bunlara rızık, kuvvet ve etkinlik
açısından kapıların ardına kadar açılmıştır. O zaman da "Öyleyse bu değişmez
yasa nerede?" diye soracaklardı.
Ne var ki, müminlerin sıkıntılı hali ile iman
etmeyenlerin rahat hayatı bir yanılgıdır. Durumların dış görüşleri onları
aldatmaktadır.
Bir kere kendilerinin müslüman olduklarını
söyleyenler, ne mümindirler ne de takva sahibidirler! Onlar kulluklarını
yalnız Allah'a yöneltmiyorlar. Pratik hayatlarında "Allah'tan başka ilâh
yoktur" şehadetini (şahitliğini) gerçekleştirmiyorlar! Onlar kendileri gibi
olan birtakım kullara boyunlarını teslim ediyorlar. Bunların kendileri için
ilâhlık yapmalarını, ister hukukta (kanun ve yasalarda), isterse değerlerde
ve geleneklerde onların kendileri adına yasamada bulunmalarını kabul
ediyorlar. Bunlar müminler değillerdir. Çünkü mümin, herhangi bir kulun
kendisine ilâhlık taslamasına yol vermez. Allah'ın kullarından birini,
yasası ve emirleriyle hayatına hükmedecek bir ilâh konumuna geçirmez. Bugün
kendilerinin mümin olduklarını zannedenlerin ataları, gerçek anlamda
müslüman oldukları günlerde, bütün dünya kendilerine boyun eğmişti. Yerin ve
göğün bereketlerine boğulmuşlardı. Ve işte onlar için Allah'ın verdiği söz
gerçekleşmişti.
Mümin ve takva sahibi olmadıkları halde kendilerine
rızık kapıları açılanlara gelince; onlar için değişmez yasa şudur! "Sonra
kötü günleri iyi günlerle değiştirdik de, sayıca çoğaldılar. Ve `Atalarımız
da hem sıkıntılı hem de sevinçli günler geçirmişlerdi, dediler." Bu onlar
için daha önce sözünü ettiğimiz gibi nimetlerle sınanmaktır. Bu sınav,
zorluk ve sıkıntı ile denenmekten daha zordur. İman etmeyenlere imtihan
amacıyla verilen bolluk ile müminlere ve takva sahiplerine Allah'ın sözünü
verdiği bereketler arasında büyük fark vardır. Bereket, güzel bir şekilde
kullanıldığında, iyilik, güven, huzur ve hoşnutlukla beraber bulunduğunda az
bir malda da sözkonusu olabilir. Nice zengin ve güçlü milletler vardır ki,
huzursuzluk içinde yaşamaktadırlar. Her an güvenleri tehdit altındadır.
Bireyler arasındaki dostluk bağları kopmuştur. Bütün insanlar sıkıntı ve
bunalım içindedirler. Ve bütün bir milleti büyük bir çözülme beklemektedir.
İşte burada kuvvet var, fakat güven yoktur. Mal var, huzur yoktur. Bolluk
var yararı yoktur. Parlak bir hayat var, fakat kendisini karanlık bir
istikbal beklemektedir. İşte bu, hemen ardından cezanın geleceği bir
sınavdır.
İman ve Allah korkusu ile elde edilen bereketler
ise, eşyanın tümünü, ruhların (nefislerin) tümünü, duyguların tümünü,
hayatın bütün güzelliklerini kuşatan bereketlerdir... Bir anda hayatı
geliştiren ve yüksek düzeye çıkaran bereketlerdir. Mutsuzluk, alçaklık ve
çözülme ile birlikte gelen salt bir bolluk değildir.
Kur'an-ı Kerim'in anlatım üslubu önceki milletlerin
tarihlerinin tanıklık ettiği yürürlükteki bu yasayı açıkladıktan sonra...
İman etmeyen ve Allah'tan korkmayan, içinde bulundukları bolluklara ve
nimetlere aldanan ve Allah'ın sınava ilişkin hikmetinden habersiz olan, bu
nedenle Allah'ın ayetlerini yalanlayanların insanın tüylerini ürperten ve
vicdanını tir tir titreten acı akıbetlerinin ortaya konduğu sırada... Evet
işte tam bu sırada şaşkına dönmüş gafillere yönelmektedir. Onlarda bekleme,
gözetleme duygularını harekete geçirmektedir. Onlar uykudayken, mal peşinde
koşarken veya eğlenceye dalmışken, Allah'ın cezasının kendilerini gecenin ve
gündüzün herhangi bir anında birden yakalayıvereceği bilincini yerleştirmeye
çalışmaktadır.
97- "Acaba o
ülkelerin halkları geceleyin uyurlarken başlarına azabımızın gelmeyeceğinden
emin midirler?"
98- "Acaba o
ülkelerin halkları, kuşluk vakti eğlenirlerken, azabımızın gelmeyeceğinden
emin midirler?"
99- "Onlar Allah'ın
tuzağına yakalanmayacaklarından emin midirler? Oysa hüsrana uğrayan toplum
dışında hiç kimse kendini Allah'ın tuzağından emin sayamaz. "
100- "Üzerinde
yaşadıkları toprakları eski yerlilerinden miras alanlar, istesek kendilerini
günahları yüzünden musibetlere çarptırabileceğimizi, kalplerini
mühürleyebileceğimizi ve kulaklarının işitemez olabileceğini, bu tarihi
sürecin ışığında halâ kavrayamadılar mı?"
Yüce Allah'ın sıkıntılarla ve sevinçlerle,
zorluklarla ve nimetlerle denemeye, ilişkin yasası (sünnetullah) ortada
iken, kendilerinden önce bu ülkeleri onardıkları, imar ettikleri halde,
onları yüzüstü bırakan ve kendilerine terkedip giden eski milletlerin,
şaşkına dönen yalanlayıcıların acı akıbetleri gözlerinin önünde olduğu
halde, yine de kasabaların halkı güven içinde miydi? Onlar gafletlerinin
birine daldıkları bir sırada, dalgınlıklarının biri içinde debelendikleri
bir sırada, Allah'ın cezasının kendilerini yakalayıp darmadağın hale
getirmesinden yok etmesinden emin mi oldular? Uyku halinde insanın iradesi
elinden alınır, gücü elinden alınır. Önlem alma imkânına sahip değildir. En
küçük bir böcekten bile kendisini koruyamaz. Yüce kudret sahibi olan
Allah'ın cezasına karşı kendisini nasıl koruyabilecektir? Çünkü bu, ulu
kudretin karşısında değil uyurken, en fazla uyanık, güçlü ve önlemlerini
aldığı anlarda bile karşı koyamaz!
Yoksa onlar Allah'ın cezasının kuşluk vaktinde oyuna
daldıkları sırada kendilerini yakalamasından emin mi oldular? Oyuna dalmak
insanın uyanıklığını ve tedbir almasını engeller. Hazırlık yapmasına ve
ihtiyatlı bulunmasına fırsat vermez. İnsan oyuna, eğlenceye daldığı sırada
bir saldırgan karşısında kendisini koruyamaz. Hal böyleyken, insanın en
ciddi ve tedbirli sıralarda, savunma için gerekli bütün önlemlerini aldığı
hallerde ile bir varlık gösteremediği Allah'ın saldırısı karşısında durumu
ne olacaktır?
Allah'ın cezası o kadar şiddetlidir ki, insanların
ona karşı ne uyku halinde, ne uyanık haldeyken, ne oyunda, ne hazırlıklı
oldukları sıralarda karşı koymaları asla mümkün değildir. Fakat Kur'an-ı
Kerim'in anlatım tarzı, insanın vicdanını derinden sarsmak, onun sakınma ve
uyanma duygularını harekete geçirmek için onun en zayıf anlarını yakalıyor.
Derinden sarsan büyük saldırıyı beklerken onu zaafın, gafletin ve
beklenmedik bir zaman diliminin içinde uyarıyor. Bu durumda o ister uyanık
olsun, ister gaflet içinde olsun asla kurtulamaz. Hem uyanık olmak, hem de
gaflet içinde debelenmek Allah'ın cezası karşısında farketmez. Aynıdır!
"Allah'ın cezasından emin mi oldular?"
Allah'ın insanlar tarafından bilinmeyen gizli
planından emin mi oldular ki Ondan korunsunlar ve sakınsınlar...
"Oysa hüsrana uğrayan toplum dışında, hiç kimse
kendini Allah'ın tuzağından emin sayamaz."
Kendini güven içinde hissetmenin, gafletin ve
vurdumduymazlığın ardında hüsrandan başka bir şey yoktur. Bu hüsrana
müstehak olanlardan başkası Allah'ın cezasından bu derece güven içinde
olamazlar! Yoksa onlar günahları yüzünden yok edilen, gafletlerinin cezasına
çarptırılan tarihin derinliklerine gömülmüş önceki toplumlardan bu
yeryüzünün hakimiyetini devraldıkları halde Allah'ın cezasından emin mi
oldular? Kendilerinden önce gelip geçenlerin acı akıbetleri onlara yol
göstermeli ve yollarını aydınlatmalı değil miydi?
"Üzerinde yaşadıkları toprakları eski yerlilerinden
miras alanlar, istesek kendilerini günahları yüzünden musibetlere
çarptırabileceğimizi, kalplerini mühürleyebileceğimizi ve kulaklarının
işitemez olabileceğini, bu tarihi sürecin ışığında halâ kavrayamadılar mı?"
Allah'ın yasası (sünnetullah) kesinlikle değişmez.
Allah'ın iradesi asla duraklamaz. Şu halde Cenab-ı Allah'ın önceki
milletleri cezalandırdığı gibi, kendilerini de günahları yüzünden
cezalandırmayacağını garanti eden nedir? Kalplerine mühür vurmasına, bundan
böyle doğru yolu bulamaz hale gelmelerine, hatta hidayete erdirecek
belgelere kulak asmaz bir duruma düşmelerine, neticede hem dünyada, hem de
ahirette sapıklıklarının cezasına çarptırılmalarına engel olacak neleri
vardır?.. Hiç şüphesiz önceki milletlerin acı akıbetleri, kendilerinin
onların yerine geçmeleri ve Allah'ın yürürlükteki değişmez yasaları... Evet
bunların hepsi korunmaları ve sakınmaları, yalancı (sahte) güven havasından,
şaşkına döndüren vurdumduymazlıktan, uçuruma götüren gafletten kurtulmaları
için bir uyarıcı olmalıydı. Kendilerinden önceki milletlerin akıbetlerinden
ders almalıydılar. Belki bu şekilde aynı akıbete uğramazlardı! Keşke buna
kulak verselerdi!
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de yer alan bu sakındırıcı
direktifle, insanların sürekli korku ve endişe içinde yaşamalarını, gecenin
veya gündüzün herhangi bir saatinde ölümün ve yok oluşun kendilerini
yakalayacağının endişesiyle tir tir titremelerini istememiştir. Bilinmeyen
gizemli şeylerden sürekli korku, istikbalden sürekli endişe içinde hareket
etme, her an ölüm tehdidi ile yaşama, insanın enerjisini sekteye
uğratabilir, gücünü dağıtabilir: Hatta onun çalışma, üretim, hayatı
geliştirme ve yeryüzünü imar etme umudunu kırabilir. umutsuzluk içine
itebilir... Bu ayetlerle yüce Allah'ın insanlardan istediği tek şey
uyanıklık, duyarlılık, Allah korkusu, otokontrol (nefis murakabesi),
insanlığın deneyimlerinden ibret almak, insanlık tarihini harekete geçiren
dinamikleri görmek, Allah ile sürekli bir bağ içinde olmak, geçimin güzel
şartlarında ve hayatın bolluk ve saadetine aldanmamaktır.
Yüce Allah, insanlar bütün duyarlılıklarıyla O'na
yöneldiklerinde, kulluklarını, ibadetlerini yalnız O'na sunduklarında,
onlara hem dünya, hem ahiret güvenini, huzurunu, mutluluğunu ve kurtuluşunu
söz veriyor. İnsanlar Allah'tan korktuklarında hayatın tadını kaçıran her
kirli şeyden kurtulacaklardır. Yani yüce Allah onları aldatıcı maddi
nimetlerin himayesindeki güvene değil, Allah'ın himayesindeki güvene,
emniyete çağırıyor. Geçici maddi kuvvetlerine değil, Allah'ın gücüne
güvenmeye davet ediyor. Dünya mallarına değil, Allah'ın katındaki nimetlere
dayanmaya dikkat çekiyor.
Müminlerin önünde Allah'a iman eden, Allah'tan
korkan ve O'nun cezasından emin olmayan, O'ndan başkasına dayanmayan bir
nesil vardır. Bu neslin sözü edilen sıfatları onların kalplerini imanla
onarmış, Allah'ın zikri ile huzura kavuşmuş, şeytana, arzu ve isteklerine
karşı güçlü bir konuma gelmiş, Allah'ın gösterdiği yol ile yeryüzünde
iyiliği yaygınlaştırmış, insanlardan korkmamış, Allah'ı korkulmaya daha
lâyık görmüş olmalarıdır.
İşte hiçbir şekilde karşı konulmayan Allah'ın
cezasından ve asla farkına varılmayacak olan Allah`ın tuzağından, sürekli
olarak korkulmasını aşılayan ayetlerden anlamamız gereken budur. Çünkü yüce
Allah bizi kararsızlığa çağırmaz, yalnızca uyanık olmaya çağırır. Bizi
endişeye sürüklemez, sadece duyarlı olmamızı ister. Hayatı durdurmak
istemez. Fakat onu umursamazlıktan ve azgınlıktan korumayı öngörür.
Kur'an-ı Kerim'in metodu bunun yanında değişmekte
olan ruhların ve kalplerin gelişmelerini, değişik milletlerin ve
toplulukların gelişme aşamalarını ele alır ve onları uygun bir zaman
diliminde, uygun bir tedavi şekliyle tedavi eder. Buna bağlı olarak insanın,
yeryüzünün güçlerinden ve hayatın cilvelerinden korktuğu sıralarda Allah'ın
himayesindeki güvenden, emniyetten ve huzurdan bir yudum verilir ona.
Yeryüzünün güçlerine ve hayatın aldatıcı nimetlerine dayanmaya başladığında
ise, ona bir yudum korku, sakınma ve Allah'ın cezasını bekleme duygusu
verir. Ve şüphesiz Allah yarattıklarını en iyi bilendir. Yüce hikmet
sahibidir ve her şeyden haberi olandır.
Kur'an-ı Kerim'in ifade tarzı yürürlükteki yasayı
belirledikten ve insanın vicdanına onca kuvvetli temaslara dokunduktan
sonra, hitabını Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yöneltiyor.
Bütün bu kasabaların sınanmasına ilişkin evrensel sonucu kendisine
açıklıyor. Bu sınanma ile ortaya çıkan küfrün yapısına, imanın yapısına,
sonra bu milletlerde ortaya çıkan insanın genel karakterlerine ilişkin
gerçeklere dikkatini çekiyor:
101- "İşte şu
ülkeler var ya, hani sana onlara ilişkin bazı tarihi olayları anlatıyoruz.
Bunlara peygamberleri açık belgeler, mucizeler getirmişlerdi. Fakat
mucizelerden önce yalanladılar! Mesajlara inanmaları sözkonusu olmadı. İşte
Allah kafirlerin kalplerini böyle mühürler. "
102- "Onların
çoğunda söze bağlılık diye bir şey bulamadık, tersine çoğunu yoldan çıkmış
bulduk. "
İşte bunlar Allah'ın bildirdiği kıssalardır.
Peygamberimiz de -salât ve selâm üzerine olsun- onları bilmiyordu. Bunlar
ancak Allah'ın ona vahyetmesi ve öğretmesi ile öğrendiği tarihi olaylardı."
"Onlara peygamberleri açık belgeler, mucizeler
getirmişlerdi."
Ne var ki, belgeler, mucizeler onlara fayda vermedi.
Belgelerden sonra da daha önce yalanladıkları gibi yalanladılar. Açık
belgelerin kendilerine gösterilmediği sırada yalanladıklarına belgeleri
gördükten sonra da inanmadılar. Zaten açık belgeler yalanlayıcıları,
inanmaya ve imana iletmez! Çünkü onların iman etmelerini engelleyen sebep,
delil yetersizliği değildir. Onları imandan alıkoyan asıl neden, açık bir
kalbe, keskin bir duyarlılığa ve doğru yola yönelme arzusuna sahip
olmalarıydı. Onların hoşgörü ile karşılayan, gerçeğe doğru devinen ve onu
kabullenme arzusunda olan diri bir fıtrattan mahrum olmalarıdır. Her şeye
rağmen onlar, kalplerini doğru yolun imajlarına ve imanın belgelerine
yöneltemediklerinden, yüce Allah onların kalplerini mühürledi. Vicdanlarına
kilit vurdu. Bundan böyle onlar ilâhi mesajı almaya, gerçeğe, doğru atılımda
bulunmaya ve onu kabullenmeye yanaşmayacaklardı.
"İşte Allah kâfirlerin kalplerini böyle mühürler..."
İşte bu deneyimler insanın şu baskın karakterlerini
de ortaya koydu.
"Onların çoğunda söze bağlılık diye bir şey
bulamadık, tersine çoğunu yoldan çıkmış bulduk."
Burada işaret edilen söze, taahhüde gelince; bu,
yüce Allah'ın insanların fıtratlarından almış olduğu söz olabilir. Nitekim
surenin sonlarında buna değinilmiştir: "Hani Rabbin, Ademoğulları'ndan,
onların bellerinden soylarını dışarı aldı ve: Ben sizin Rabbiniz değil
miyim? diyerek kendilerini birbirlerine şahit tutmuştu da onlar da "Evet
şahidiz" demişlerdi." (A'raf 172)
Bu verilen söz, İsrailoğulları'nın peygamberlere
iman eden ilk nesillerinin Allah'a vermiş oldukları söz de olabilir.
Öncekilerin verdikleri bu söze sonrakiler bağlı kalmamış ve ondan
sapmışlardı. Nitekim bütün cahiliyelerde meydana gelen de budur. Bu
sistemlerde insanlar yavaş yavaş hedeften saparlar. İmanın gerektirdiği
taahhüdün dışına çıkarlar, cahiliyeye dönerler.
Burada, sözkonusu edilen taahhüt, bunların hangisi
olursa olsun anlaşılıyor ki, insanların geneli sözlerine bağlı kalmaz ve
verdikleri taahhüde bağlılık göstermez. Onlar her an değişen heva-hevese,
uyarlar. Onların yapısı, karakteri, verilen sözün yükümlülüklerine
sabredemez ve onların doğrultusunda yoluna devam edemez.
"Tersine onların çoğunu yoldan çıkmış bulduk."
Onlar Allah'ın dininden ve önceden Allah'a
verdikleri sözün dışına çıkarlar. İşte dönekliğin, sözünde durmamanın, arzu
ve isteklere uymanın ürünü budur... Kim kendisine Allah'a verdiği söz
doğrultusunda bir çeki düzen vermez, O'nun gösterdiği yolda dosdoğru
yürümez, O'nun hidayetiyle kendine doğru bir istikamet çizmezse, önünde
yollar çatallaşacak, yoldan ayrılacak ve hedefinden sapacaktır... İşte
önceki kasabaların halkı da aynen böyle olmuştur. Eninde sonunda böyle bir
akıbete uğramışlardır.
Gelecek bölüm, Hz. Musa ile Firavun ve kurmayları
arasında geçen kıssanın bir kısmını içermektedir. Burada Hz. Musa'nın onları
alemlerin Rabbi olan Allah'a çağırmasından başlanmakta ve hepsinin denizde
boğulması bölümüne kadar gelinmektedir. Bu iki aşama arasında büyücülerle
mücadelesine, hakkın batıla galip gelmesine, büyücülerin aynı zamanda Musa
ve Harun'un da Rabbi olan alemlerin Rabbi Allah'a iman etmelerine,
Firavun'un, iman etmeleri üzerine onlara karşı cezalandırma, işkence etme ve
öldürme tehdidinde bulunmasına, büyücülerin kalplerine yerleşen hakkın,
Firavun'un savurduğu bu tehdide üstün gelmesine, gönüllerinde yer eden
akidenin (inanç sisteminin) hayata yaşama sevgisine üstün gelmesine de yer
verilmektedir. Bunun ardından Mısırlılar'ın cezalandırılmasına
geçilmektedir. Yüce Allah'ın Firavun'un ve ileri gelen destekçilerini
kıtlıkla, ürünlerin azalmasıyla denemesine yer verilmektedir. Sonra, tufana,
çekirge sürüsüne tahıl güvesine, kurbağa sürülerine ve kana hedef olmalarına
değiniliyor. Onlar bu belaların herbiri sırasında Hz. Musa'ya koşuyorlar,
ondan yardım diliyorlar. Azabı kaldırması için Rabbine niyazda bulunmasını
istiyorlar. Ne var ki, yüce Allah, herbirini kaldırdığında, hemen eski
hallerine dönüyorlar ve kendilerine ne kadar mucize gösterirse göstersin,
O'na iman etmeyeceklerini açıkça söylüyorlar. Sonuçta Allah'ın cezasına
müstehak oluyorlar. Allah'ın ayetlerini yalanlamalarının, kullarını
sınamasının hikmetinden habersiz olmalarının cezası olarak denizde
boğulmalarından söz ediliyor. Yüce Allah'ın yürürlükteki değişmez yasasının
bir gereği olarak, mesajını yalanlayan milletleri ölüm ve yok oluşla
cezalandırmadan önce, onları darlık ve bollukla denediğinden dolayı gaflet
içinde bulunmalarının cezası olarak boğduruldukları ifade ediliyor. Sonra
halifeliğin, sabretmelerini, şiddet, sıkıntı sınavını geçen ve ardından
bollukla denenecek olan Hz. Musa'nın kavmine verilmesinden bahsediliyor.
İşte biz kıssanın bu bölümünü bir derste, Hz.
Musa'nın bundan sonra kavmiyle beraber geçen hayatından söz eden bölümünü de
başka bir derste ele almayı uygun gördük. Çünkü her iki dersin karakteri
farklı, sahası birbirinden tamamen ayrıdır.
Kıssanın bu bölümü, olayın baştan sona kadar neden
burada anlatıldığını dile getiren özet bir açıklama ile başlıyor.
"Sonra bu peygamberlerin arkasından Musa'yı
ayetlerimiz ile Firavun'a ve yakın adamlarına gönderdik, fakat onlar
ayetlerimize karşı zalimce bir tutum takındılar. Gör bakalım, bozguncuların
sonu nice oldu?"
Ayeti kerime kıssanın bu bağlamda ele alınış amacını
açıklıyor... Amaç bozguncuların akıbetlerine bakıp ibret almaktır. Amacı
açıklayan bu özetten sonra, amaca yönelik olayın halkalarını detaylı olarak
sunmaya ve onları daha geniş biçimde tasvir etmeye geçiyor.
Kıssa canlı sahneler halinde geçip gidiyor:
Hareketle ve karşılıklı diyalogla dalgalanıyor. Tepkilerle ve işaretlerle
dolup taşıyor. Olayın dile getirilmesi bağlamında ibret verici direktiflere
yer veriliyor. "Alemlerin Rabbi"ne çağrıda bulunma ile Allah'ın kullarına
musallat olan ve Allah'ın dışında ilâhlık taslamaya çalışan azgınların,
zalimlerin arasındaki savaşın yapısını ortaya koyuyor. Bu arada açıkça ilân
edildiğinde, zalimlerin azgınların otoritesinden korkulmadığında, tehditlere
ve şiddetli cezalandırmaya ilişkin savunmalara aldırış edilmediğinde,
akidenin parlaklığı ve üstünlüğü de ortaya çıkacağına işaret ediliyor.
103- "Sonra bu
peygamberlerin arkasından Musa'yı ayetlerimiz ile Firavun'a ve yakın
adamlarına gönderdik, fakat onlar ayetlerimize karşı zalimce bir tutum
takındılar. Gör bakalım, bozguncuların sonu nice oldu?
Bu kasabalardan, bu kasabaların ve ilâhi mesajları
yalan sayan ahalisinden sonra Musa'ya peygamberlik gelmişti... Kur'an°ın
ifade tarzı, kıssayı Firavun'un ve kurmaylarının peygamberliği nasıl
karşıladıklarını açıklayan bölümle başlatıyor. Sonra onların peygamberliği
neden böyle karşıladığını belirten özet bir açıklama geliyor. Ve hemen
onların vardıkları acı akıbete işaret ediliyor. Onlar bu ayetlere,
mucizelere zalimce davranmışlardır. Yani onları red ve inkâr etmişlerdir.
Kur'an'ın ifade biçimi "zulüm" ve "fasıklık" kavramlarını "küfür" ve "şirk"
yerine kullanmaktadır. İşte burada da bu kavramlar Kur'an'da kullanıldığı
şekilde kullanılmıştır. Çünkü gerek şirk, gerekse küfür zulmün en iğrenç
şeklidir. Aynı şekilde fasıklığın da en kötü biçimidir. İnkâr edenler veya
ilâhlık gerçeğine, tevhid gerçeğine (ilâhları bir'e indirgeme gerçeğine)
zalimce bir tutum izlemektedirler. Hem de kendilerini dünya ve ahirette
uçuruma yuvarlatmakla, kendilerine haksızlık etmektedirler. Ayrıca insanları
bir tek Allah'a kulluktan uzaklaştırıp dizilerle azgın zorbalara, değişik
değişik ilâhlara kul yapmakla, insanlara da zulüm etmektedirler. Hiç
şüphesiz, bundan öte büyük zulüm olamaz. Bu nedenle küfür aynı zamanda
zulümdür de. Kur'an-ı Kerim'in de ifade ettiği gibi, "Kâfirler zalimlerin
kendileridir." Aynı şekilde inkâr edenler veya Allah'a ortak koşanlar dinin
emirlerini çiğnemiş (fasıklık yapmış) olurlar. Allah'ın yolundan, O'nun
dosdoğru caddesinden çıkmış, Allah'a götürmeyen ancak cehenneme ileten
yollara girmiş olurlar!
Firavun ve kurmayları da Allah'ın ayetlerine,
mucizelerine zalimce karşı koymuşlardır. Yani onları red ve inkâr
etmişlerdir.
"Gör bakalım, bozguncuların sonu nice oldu!"
Onların uğradıkları akıbet kıssanın seyri içinde
yakında gelecektir. Şimdi biz burada, "kâfirler" veya "zalimler"
kavramlarının eş anlamlısı olan "bozguncular" kavramı üzerinde biraz
duralım. Onlar Allah'ın ayetlerine zulmettiler. Yani onları red ve inkâr
ettiler. Gör bakalım bu "bozguncuların" akıbeti ne oldu!
Onlar bozguncudurlar. Çünkü "zulmetmişler" yani "red
ve inkâr" etmişlerdir... Zira küfür, bozgunculuğun en iğrenç şeklidir.
Bozmanın en tiksindirici biçimidir. Hayatın (insanlığın) doğru bir
istikamete yönelmesi ve düzelmesi ancak tek bir Allah'a iman ve tek bir
Allah'a kulluk esasına dayanması halinde mümkün olur. İnsanların hayatında
kulluk sadece Allah'a yapılmadığı zaman, yeryüzü bozguna uğrar. Yalnız
başına Allah'a kulluğun anlamı insanların, hem ibadetlerinde, hem de boyun
eğişlerinde O'na yönelmeleridir. Yalnız O'nun hukuk sistemine, yasalarına
boyun eğmeleridir. insanların sürekli değişen arzu ve isteklerine ve
insanların basit ihtiraslarına boyun eğmekten hayatlarını kurtarmalarıdır!
Allah'ın dışında insanların hayatlarına hükmeden değişik birtakım ilâhların
ortaya çıkmasıyla insanların sosyal hayatları bozguna uğradığı gibi,
düşünceleri de bozguna uğrar. İnsanların inanç sistemi, ibadet ve şeriat
(hukuk) olarak yalnız Allah'a kulluk yaptıkları dönemlerin dışında yeryüzü
asla rahat yüzü görmemiş, düzelmemiş, insanların hayatı da sağlıklı, düzenli
bir sisteme kavuşmamıştır! "İnsanlar" tek bir Allah'a kul olmanın gölgesi
dışında hiçbir zaman özgürlük havasını teneffüs edememişlerdir! .. İşte bu
nedenle yüce Allah, Firavun ve kurmayları için buyuruyor ki;
"Gör bakalım, bozguncuların sonu nice oldu!"
İnsanları kendisinin çıkardığı kanunlara, şeriata
(hukuka) boyun eğdiren ve Allah'ın şeriatını kaldırıp atan her merkezi
otorite, (her zorba, her diktatör) yeryüzünde bozgunculuk çıkaran ve
insanların yararı için çalışmayan "bozguncular"dan birisidir.
Kıssanın böyle bir giriş ile başlaması Kur'an'ın
kıssaların sunuşunda kullandığı kendine özgü metodudur. Surenin diğer
olayları bağlamında kullanılması gereken en uygun metod da budur. Bu yöntem
surenin etrafında dönüp dolaştığı ana eksene (temel konuya) de uygun
düşmektedir. Çünkü bu metod, ta baştan acı sonu hemen gözler önüne
sermektedir. Böylece konuyu ele almasının ana hedefini belirlemektedir. Bu
özet açıklamadan sonra detaylara inmektedir. Böylece olayların sonuna kadar
nasıl seyrettiklerini görmemiz daha da kolaylaşmaktadır.
Hz. Musa ile Firavun ve kurmayları arasında neler
geçmişti?
104- "Musa dedi ki;
"Ey Firavun, ben tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş bir
peygamberim. "
105- "bana Allah
hakkında sadece doğruyu söylemek yaraşır. Size Rabbinizden açık bir belge,
bir mucize getirdim, İsrailoğulları'nı benimle gönder. (Serbest bırak.)"
106- "Firavun: Eğer
doğru söylüyorsan ve getirdiğin bir mucize varsa onu göster bakalım, dedi. "
107- "bunun üzerine
Musa, elindeki değneği yere attı, değnek o anda sahici bir yılan oluverdi.
108- "Ve elini
yeninin altından çıkardı, bakanlar onun ak bir parıltı saçtığını gördüler. "
109- "Firavun'un
ileri gelen soydaşları dediler ki, "Bu adam bilgili bir büyücüdür. "
110- "Sizi
yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Peki ne buyurursunuz?"
111- "Onu kardeşi
ile birlikte oyala ve bütün kentlere adam toplayacak elçiler gönder. "
112- "Bütün bilgili
büyücüleri sana getirsinler. "
Hak ile batıl, iman ile küfür arasında gerçekleşen
ilk karşılaşma sahnesidir... "Alemlerin Rabbine" çağrı ile, alemlerin Rabbi
dışında ilâhlık taslayan ve ilâhlık hakkını bizzat kendisi kullanan azgın
otorite arasındaki ilk karşılaşma sahnesidir!
"Musa dedi ki; "Ey Firavun, ben tüm varlıkların
Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Bana Allah hakkında sadece
doğruyu söylemek yaraşır. Size Rabbinizden açık bir belge bir mucize
getirdim. İsrailoğulları'nı benimle birlikte gönder. (Serbest bırak)
Hz. Musa "Ey Firavun" diye hitap ediyor ona. Gerçek
efendinin kim olduğunu bilmeyenler gibi, "Efendim" diye hitab etmiyor!
Edebini ve şerefini takınarak onu meşhur olan ünvanıyla hitab ediyor. Hitab
ediyor ki, kendi görevinin gerçek yüzünü ona açıklasın. Ayrıca varlık
dünyasındaki gerçeklerin en önemlisini ona anlatsın:
"Ben tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş
bir peygamberim."
Hz. Musa da -selâm üzerine olsun- kendisinden önceki
diğer peygamberlerin hepsi gibi bu gerçeğe, tüm alemlerin Rabbi olan bir tek
Allah'ın ilâhlığı gerçeğine, tek bir ilâhlık ve kapsamlı bir kulluk
gerçeğine çağırmak için gelmişti. Yoksa mesele "Dinler Tarihi Uzmanlarının"
ve onların iddialarını kabul edenlerin bilinçsiz bir şekilde karanlıklara
dalarak vardıkları hükümlerle, "Bütün dinlerin" (inanç sistemlerinin)
tekamül ettiğini" söylemeleri, tüm peygamberlerin Allah'tan aldıkları
dinleri bu meselenin dışında tutmamaları gibi değildir!.. Bu iddianın tam
tersine, bütün peygamberlerin kendisine çağırdıkları inanç sistemi (akide)
tek ve değişmez bir akidedir... Bütün varlıklar için tek bir ilâhlığı
öngörür. Peygamberlerin dinlerinde ilâhlık gerçeğinin, önce çok ilâhlı,
sonra bu ilâhların ikiye indirilmesi, sonuçta bu ilâhların bire indirgenmesi
diye bir tekamülü sözkonusu değildir. İnsanların ilâhi akideden saptıktan
sonraki durumlarında ortaya çıkan, insanlar tarafından ortaya konan
cahiliyenin inanç sistemlerine gelince, burada sayısız bilinçsizliklerden
söz edilebilir. İnsanlık bu cahiliye sistemlerinde değişik totemler, ruhlar
ve ilâhlar arasında bocalayıp durmuş, gün olmuş güneşe tapmış, gün olmuş
düalist bir ilâh inancına kapılmış, yine günü geldiğinde putperestliğin
tortuları ile karışık bir tevhid (birleme) inancına yönelmiştir. Daha bir
dizi cahiliye inanç sistemlerinin etkisinde kalmıştır. Pek tabii olarak
bütün varlıklar için tek bir ilâh inancını öngören ve hepsi de gerçek tevhid
inancına çağıran ilâhi inanç sistemleri ile, Allah'ın gerçek dininden sapan
bu bilinçsiz ve şuursuz yaklaşımları birbirine karıştırmak doğru olmaz.
İşte Hz. Musa'da Firavun'a ve kurmaylarına,
kendisinden önceki ve sonraki tüm peygamberlerin cahiliyenin bozuk inanç
sistemlerine karşı koyduğu bu bir tek gerçekle karşı koymuştur. Hz. Musa
Firavun'a karşı bu gerçekle karşı koyarken, bunun Firavun'a, Firavun'un
kurmaylarına, devletine ve idare mekanizmasına karşı bir inkılâb (devrim)
anlamına geldiğini biliyordu. Çünkü Allah'ın tüm varlıkların Rabbi, ilâhı
olması; her şeyden önce Allah'ın emri ve şeriatına dayanmadan insanlar
üzerinde otorite kuran bütün idare mekanizmalarının meşruluğunu iptal etme
anlamına geliyordu. Allah'a dayanmadan, kendisinin emirlerine ve yasalarına
insanların boyun eğmelerini istemek suretiyle insanları kendisine kul yapan
bütün gayri meşru yönetimlerin (tağut) bertaraf edilmesi demektir bu. İşte
Hz. Musa, tüm varlıkların Rabbinin bir elçisi olması sıfatıyla, onları bu
dehşet verici gerçek ile yüzyüze getirmişti. Çünkü o, kendisini peygamber
olarak gönderen Allah hakkındaki şu söze bağlı ve sadık olarak hareket
ediyordu:
"Bana Allah hakkında sadece doğruyu söylemek
yaraşır."
Allah gerçeğini bilen, O'nun yüceliğini takdir eden
ve O'nun yüce gerçekliğini vicdanının derinliklerinde duyan peygamber,
elbette ki Allah hakkında doğrudan başka bir şey söylemezdi.
"Size Rabbinizden açık bir belge, bir mucize
getirdim."
Bu belge, bu mucize benim: "Ben bütün varlıkların
Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim" sözümün doğru olduğunu
göstermektedir.
İşte Hz. Musa, bu büyük gerçeğin, tüm varlıkları
kapsayan ilâhlık gerçeğinin adına Firavun'un kendisiyle birlikte
İsrailoğulları'nı salıvermesini istemiştir...
İsrailoğulları yalnız Allah'ın kullarıydı.
Dolayısıyla Firavun'un onları kendisine kul yapmaya hakkı yoktu! Çünkü insan
iki efendiye birden hizmet veremez. İki ilâha birden kulluk yapamaz. Allah'a
kul olan bir insanın aynı zamanda başkasına da kul olması mümkün değildir.
Firavun İsrailoğulları'nı kendi keyfi istediği için kul yapmıştı. Bu nedenle
Hz. Musa, tüm varlıkların Rabbinin Allah olduğunu ilân etmişti. Bu gerçeğin
ilân edilmesi, Firavun'un İsrailoğulları'nı kendisine kul olarak
kullanmasının meşruyetini çürütür!
Allah'ın tüm varlıkların Rabbi olduğunu ilân etmek,
aynı zamanda insanın özgürlüğünü ilân etmek anlamına gelmektedir. İnsanın
Allah'tan başkasına boyun eğmekten, itaat etmekten, bağlanmaktan ve kulluk
yapmaktan kurtulması demektir. İnsanların yaslarından, insanların arzu ve
isteklerinden, insanların geleneklerinden ve insanların egemenliğinden özgür
hale gelmeleri anlamına gelir.
Allah'ın tüm varlıkların Rabbi olduğunu ilân etmek,
tüm varlıklardan birinin dahi Allah'tan başkasına boyun eğmesiyle bağdaşmaz.
Bir kişinin kendisi tarafından belirlenen bir yasa (hukuk) ile insanlara
hakimiyet kurmasıyla biraraya gelmez. Kendilerinin müslüman olduklarını
sandıkları halde, insan yapısı yasalar sistemine yani Allah'ın ilâhlığı
dışında başka bir ilâhlığa boyun eğenler bir an dahi olsa eğer müslüman
olduklarını zannediyorlarsa, yanılıyorlar! Egemenlik yetkisi Allah'tan
başkasının elinde bulunduğu ve kanunları Allah'ın şeriatından başkası olduğu
halde onlar, bir an dahi Allah'ın dininde olamazlar. Bu durumda onlar, ancak
egemenlik yetkisini kullanan hakimiyet sahibinin dininde, kralın dininde
olabilirler, Allah'ın dininde değil!
İşte bu nedenle Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun-
Firavun'dan İsrailoğulları'nın kendisiyle birlikte serbest bırakılmasını
isterken bu gerçeğe dayanması emredilmişti:
"Ey Firavun! Ben tüm varlıkların Rabbi tarafından
gönderilmiş bir peygamberim... "Öyleyse İsrailoğulları'nı benimle birlikte
gönder. (Serbest bırak)...
Bunların biri giriş diğeri sonuçtur... Bunlar
birbirine bağlıdır. Asla ayrılmazlar...
Firavun ve kurmayları da bu ilânın (manifestonun)
Allah'ın tüm alemlerin Rabbi olduğunun ilân edilmesinin anlamından habersiz
değillerdi. Bu ilânın içerik bakımından Firavun'un hakimiyetini yıkmayı,
idare mekanizmasını değiştirmeyi, bu mekanizmanın meşruiyetini reddetmeyi,
düşmanlığını ve azgınlığını ortaya koymayı kapsamına aldığı onların da
gözlerinden kaçmıyordu. Yalnız Firavun ve kurmaylarının önünde bir fırsat
daha vardı. Onlar Hz. Musa'yı elinde alemlerin Rabbi tarafından
gönderildiğine dair hiçbir delil, hiçbir belge bulunmayan bir yalancı
konumunda gösterebilirlerdi!
"Firavun "Eğer doğru söylüyorsan ve getirdiğin bir
mucize varsa onu göster bakalım" dedi.
Firavun'un bu isteği şu amaca yönelikti: Eğer
alemlerin Rabbinin ilâhlığına çağıran bu davetçinin iddiasında yalancı
olduğu ortaya çıkarsa, iddiası da temelden yıkılır, mesele basit bir şekilde
çözüme kavuşurdu. İddia sahibinin elinde hiçbir belge, hiçbir delil olmadığı
kesinlik kazanırsa, bu büyük çağrının hiçbir tehlikesi ve önemi kalmazdı.
Fakat Hz. Musa cevap veriyor:
"Bunun üzerine Musa, elindeki değneğini yere attı,
değnek o anda sahici bir yılan oluverdi. Ve elini yeninin altından çıkardı,
bakanlar onun ak bir parıltı saçtığını gördüler."
Bu sürpriz bir olaydı! Evet adamın elindeki sopa bir
ejderha oluvermişti. Hem de kesin bir ejderha!.. "Apaçık" bir ejderha! Bu
olay başka bir surede şöyle dile getirilmişti: "Bir de baktılar ki, sopa
sağa sola koşuşan bir yılan oluvermiş! (Taha 20) Sonra Hz. Musa, "Adem"e
yani esmere çalan bir tene sahipti, işte bu esmer tenli olan elini yeninden
çıkarınca, onun hiçbir leke taşımayacak biçimde bembeyaz olduğunu gördüler.
Elinin bu beyazlığı bir hastalıktan kaynaklanmıyordu. Bu bir mucizeydi. Onu
tekrar yeninin içine soktuğunda eski esmer halini alıyordu!
İşte Hz. Musa'nın ileri sürdüğü iddiasının, "Ben tüm
varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim" belgeleri ve
mucizeleri bunlardı...
Fakat Firavun ve kurmayları bu önemli ciddi çağrıya
teslim olmak isterler mi? Alemlerin Rabbinin ilâhlığına teslim olmayı arzu
ederler mi? Teslim oldukları zaman Firavun'un tahtı, tacı, hakimiyeti ve
idare mekanizması hangi temele dayanarak ayakta duracaktı? Firavun'un
kavminden seçilen kurmaylar ve onlara onun tarafından verilen makam ve
mevkiler neye dayanacaktı? Onun tayini ve idaresi ile işleyen sistemin
temeli neye dayandırılacaktı?
Allah, `Alemlerin Rabbi' olduğunda bunların hepsi
hangi esasa dayandırılarak ayakta durdurabilecekti?
Allah'ın kendisi "Alemlerin Rabbi" ise, bu durumda
hakimiyet ve egemenlik ancak Allah'ın şeriatını olabilirdi. Allah'ın
emirleri dışında başka emirlere itaat edilemezdi. O zaman Firavun'un
şeriatı, yasası (hukuku) ve hakimiyeti nereye gidecekti? Çünkü Firavun
Allah'ın şeriatına dayanmıyordu ve O'nun emrine sırtını dayamamıştı... Eğer
insanların ilâhı Allah olursa, hükmüne, şeriatına ve emirlerine bağlı
kalacakları bir başka "Rabbleri, ilâhları" olamazdı. İnsanların ilâhı ancak
Firavun olduğu zaman, Firavun'un yasalarına ve emirlerine boyun
eğebilirlerdi. Buna göre emirleri ve yasaları ile insanların hayatına
hükmedenler aynı zamanda onların ilâhlarıdır. Bu adam kim olursa olsun,
insanlar onun dininden olurlar!
Hayır! Zorba idareciler böyle kısa yoldan teslim
olmazlar. Bu kadar kolay bir şekilde kendi hükümlerinin, hakimiyetlerin
temelsiz, otoritelerinin gayri meşru olduğunu kabul etmezler!
Gerek Firavun, gerekse kurmayları, Hz. Musa'nın
açıkladığı bu korkunç gerçeğin anlamını açıkça ilân ediyorlardı. Yalnız
burada da bir kurnazlığa başvurarak olayın geniş kapsamlı anlamını
dikkatlerden kaçırmaya çalışıyorlardı. Burada başvurdukları kurnazlık, Hz.
Musa'yı bilgili bir büyücü olmakla suçlamalarıdır.
Firavun'un ileri gelen soydaşları dediler ki; Bu
adam bilgili bir büyücüdür. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Peki ne
buyurursunuz?..
Onlar bu gerçeğin açıklanmasıyla ortaya çıkacak
korkunç sonucu açıkça ifade ediyorlar. Onlar bununla yurtlarından
sürülecekler, hakimiyetleri ellerinden alınacak, idare mekanizmalarının
meşrutiyeti iptal edilecek... Veya bugünkü çağdaş ifadeyle söylersek: "Bu,
devlet düzenini devirmeye çalışmaktan başka bir şey değildir!"
Yeryüzü Allah'ındır. İnsanlar Allah'ın kullarıdır.
Herhangi bir ülkede hakimiyet Allah'a verildiğinde Allah'ın yasalarından
başka kanunlarla hükmeden zalimler ve zorbalar oradan sürüleceklerdir! Veya
insanları kendi şeriatlarına (hükümlerine, yasalarına, kanunlarına,
hukuklarına) ve emirlerine boyun eğdirmek suretiyle ilâhlık özelliklerini
kendilerine yakıştıranlar, Rabblık ve ilâhlık taslayanlar, o ülkeden sürgün
edileceklerdir! İnsanları bu sahte ilâhlara boyun eğdiren, kulluk
yapmalarını sağlayan yüksek makam ve mevkilerde, büyük ve önemli görevlerde
bu sahte ilâhlar adına çalışan bürokratlar (teknokratlar ve kurmaylar) orayı
terketmek zorunda kalacaklardır!
İşte Firavun ve kurmayları, Hz. Musa tarafından
yapılan bu çağrının önemini ve tehlikesini aynı şekilde kavramışlardı.
Yeryüzünde egemen olan bütün zalim ve zorbalar da bu çağrıyı aynı şekilde
kavrarlar... Nitekim Araplar'dan biri, Peygamberimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- insanları "Allah'tan başka ilâh yoktur. Ve Muhammed, Allah
tarafından gönderilmiş bir peygamberdir" şeklindeki tanıklığa, şehadete
çağırdığını duyduğunda, kendi fıtratı ve güzel ifa yeteneğine dayanarak, "Bu
kralların hoşuna gitmeyecek bir eylemdir!" demişti. Yine Araplar'dan biri
kendi fıtratı ve güzel ifade yeteneğinden hareketle Peygamberimize: "Öyleyse
hem Araplar ve hem diğer milletler seninle savaşacaklardır" demişti. İşte bu
iki Arap da kendi dillerindeki ifadelerin ne anlama geldiğini biliyorlardı.
Bunlar, "Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet etmenin" Arap olsun başka
milletlerden olsun Allah'ın emirleri ile hükmetmeyen idari mekanizmalara
karşı bir inkılâb (bir devrim) olduğunu anlıyorlardı! Bu Araplar "Allah'tan
başka ilâh yoktur" şehadetinin ciddiyetini bütün duyguları ile
kavrıyorlardı. Çünkü kendi dillerindeki kavramları çok güzel anlıyorlardı.
Hiçbir Arabın, "Allah'tan başka ilâh yoktur" şeklindeki şehadet kavramı ile
Allah'ın şeriatından başka hukuk sistemleriyle hükmetmeyi bir tek gönülde
birleştirecek, bir tek ülkede bağdaştıracak şekilde anladığından söz etmek
mümkün değildir. Allah ile beraber başka ilâhların varlığına izin verilecek
şekilde bu ilkeyi kavradığı düşünülemez! Araplar'ın hiçbiri, "Allah'tan
başka ilâh yoktur" ilkesini bugün kendilerinin "müslüman" olduklarını iddia
edenlerin anladığı gibi anlamıyordu! Çünkü sözkonusu ilkeyi bu şekilde
anlamak gerçekten tutarsız, gülünç ve yanlış bir anlayıştır!
İşte aynı şekilde Firavun'un kavminden ileri gelen
bir topluluk Firavun'la olayı değerlendirirken şöyle demişti:
"Bu adam bilgili bir büyücüdür. Sizi yurdunuzdan
çıkarmak istiyor. Peki ne buyurursunuz?"
Ve onlar sonunda şu karara varmışlardı:
"Onu kardeşi ile birlikte oyala ve bütün kentlere
adam toplayacak elçiler sal; bütün büyücü bilginleri sana getirsinler."
Bu sırada Mısır ülkesi, değişik tapınaklarda bulunan
kâhinlerle dolup taşıyordu. Kâhinler aynı zamanda büyü işlerini de yapan
kimselerdi. Zaten yaklaşık olarak putperest sistemlerin hepsinde din ile
büyü birbirine yakındır. Büyü işlerini de bu tür dinlerin kâhinleri ve
ilâhların hizmetçileri yaparlardı! İşte bu olayı, bu gerçeği gören "Dinler
Tarihi uzmanları" büyüyü, akidenin (inanç sisteminin) gelişme ve tekamül
etme aşamalarından biri olarak değerlendirirler. Bu uzmanların ateist
olanları ise; büyü nasıl zamanını doldurduysa, dinin de aynı şekilde miadını
dolduracağını, bilimin büyüye son verdiği gibi bir gün dine de son
vereceğini iddia ederler! Bu uzmanlar bu tür şaşkınlıklarına "Bilim" adını
vermektedirler.
Gerek Firavun, gerekse kavminin ileri gelenleri
Musa'yı belli bir süreye kadar ertelemek, ülkenin dört bir yanına
büyücülerin büyüklerini toplayacak elçiler göndermek konusunda fikir
birliğine varmışlardı. Böylece kendi anlayışlarına göre, "Musa'nın büyüsüne"
aynen onunki gibi bir büyü ile karşılık vermiş olacaklardı.
Firavun onca zalimliğine ve bilinen zorbalığına
rağmen, bu uygulamasında alemlerin Rabbinin ilâhlığına çağıran davetçilerin
çağrısını karşılamada hiçbir haklı temele dayanmayan otoritesiyle, bu yüce
mesajın sahiplerini tehdit etmede yirminci asrın azılı zorbalarından daha az
zalimlik yapmıştır! (Bu konuda yirminci asrın zalimleri ve zorba
yöneticileri Firavun'u çok geride bırakmışlardır!)
Kur'an'ın anlatım tarzı Firavun'un ve ileri gelen
yardımcılarının şehir şehir büyücüleri nasıl topladıklarına değinmeden es
geçiyor. Burada birinci sahnenin perdesini kapatıyor. Hemen ardından ikinci
perdeyi açıyor. Bu da Kur'an'ın, kıssaların sunuşunda kullandığı yöntemin
üstün özelliklerinden biridir. Böylece anlatılan olaylar, gözle görülen bir
realite şeklinde sunuluyor, hikâye şeklinde anlatılan bir olay gibi değil!
113- "Firavun'un
büyücüleri geldiler, "Eğer biz yenecek olursak, bize bir ödül verilecek,
değil miydi? dediler. "
114- Fïravun: "Evet,
yakın adamlarım arasına gireceksiniz, dedi. "
Bunların hepsi sanatçıdırlar... Kahinliği sanat
haline getirdikleri gibi, büyücülüğü de sanat haline getirmişlerdir! Bu her
iki sanatın amacı da para kazanmaktır! Hiçbir haklı temele dayanmayan
otoriteye ve güç sahibi zorbalara, azgınlara hizmet etmek, dini bir sanat
(bir geçim kaynağı) haline getiren din adamlarının başlıca görevlerindendir!
Her nerede devlet düzeni Allah'a samimi kulluktan, yalnız yüce Allah'ın
hakimiyeti ilkesinden sapar, Allah'ın şeriatı yerine azgın zorbaların
otoritesi yürürlüğe girerse, orada zorba idareciler, dini bir geçim vasıtası
haline getiren bu tür din adamlarına ihtiyaç duyarlar. Bu konudaki
başarılarından dolayı onları ödüllendirirler. Onlarla elele verirler. Bu din
adamları da onların otoritelerini (idarelerini, sistemlerini) din adına
kabul ederler! Onlar da kendilerine hazinelerinin kapılarını açarlar ve bu
din adamlarını (simsarlarını) kendilerine yakın adamları arasına koyarlar!
Firavun özellikle bu sanatlarına karşılık
ödüllendirileceklerini, emeklerinin karşılıksız kalmayacağını ve büyücüleri
kendi yakın adamları arasına alacağını söz vermekle, onların daha fazla
aldatmaya çalışmalarını ve ellerinden geleni ardlarına koymamalarını
sağlamak istiyor. Ne Firavun, ne de büyücüler halâ sanatkârlığın, maharetin
ve saptırmanın burada geçerli olmadığını, burada mucizenin, peygamberliğin,
büyücülerin ve zorbaların asla karşı koyamayacağı üstün kudret sahibine
dayandığının sözkonusu olduğunu bilmiyorlar!
Artık büyücüler ücret üzerinde anlaşmışlar.
Firavun'a yakın olmak için boyunları uzanıvermiş ve sağılmaya hazır hale
gelmişlerdir... Sonra işte onlar şimdi Hz. Musa'ya -selâm üzerine olsun-
yöneliyor ve ona meydan okuyorlar... Fakat sonra Allah'ın onlara ayırdığı ve
ummadıkları hayır ve iyilik, beklemedikleri mükafat kendilerinin payına
düşüyor:
115- "Büyücüler: "Ya
Musa, önce sen mi hünerini ortaya koyacaksın, yoksa biz mi önce hünerimizi
ortaya atalım, dediler. "
116- "Musa, "Önce
siz atın " dedi. " Büyücüler hünerlerini ortaya atınca, insanların gözlerini
büyülediler, onları ürküttüler ve müthiş bir büyü gösterisi
gerçekleştirdiler.
Bu meydan okuyuş, onların Hz. Musa'yı ilk seçenekten
birini tercih etmede serbest bırakmasından açıkça anlaşılıyor. Yine
anlaşılıyor ki, onlar kendi büyülerine ve üstün geleceklerine kesin gözüyle
bakıyorlardı... Öte yandan Hz. Musa'nın da -selâm üzerine olsun- kendïnden
emin bir şekilde hareket ettiği ve onların meydan okuyuşlarını hafife aldığı
ortaya çıkıyor. "Musa: "Önce siz atın" dedi." Bu bir tek söz bile, Hz.
Musa'nın onların yaptıklarını umursamadığını ortaya koyuyor. Hz. Musa'nın
gönlünde gizli olan güveni bütün parlaklığı ile gözler önüne seriyor. Bu,
Kur'an-ı Kerim'in, çoğu zaman yaptığı gibi, bir tek kelimeyle olayları
aydınlatma metoduna bağlı bir ifade yöntemidir.
Yalnız Kur'an'ın anlatım üslûbu Hz. Musa'nın
irkildiği şeyle (Bakınız Taha Suresi 67-68) birden dikkatlerimizi olayın
üzerine çekiyor. Biz Hz. Musa'nın onların meydan okuyuşlarını hafife alması
ve onları umursamaması atmosferindeyken birden kendimizi müthiş bir büyü
manzarası karşısında görüyoruz. Bu korku ve dehşet saçan bir manzaradır.
"Büyücüler hünerlerini ortaya atınca insanların
gözlerini büyülediler, onları ürküttüler ve müthiş bir büyü gösterisi
gerçekleştirdiler."
Bu büyünün nasıl bir büyü olduğunu,kavramamız için
Kur'an'ın onun için: Onların "İnsanların gözlerini" büyülediklerini, onların
kalplerini ürperttiklerini "onları ürküttüler" denmiş olması yeterlidir.
Zaten "ürküttüler" kavramı tek başına bile olayı canlandıran bir ifadedir.
Büyücüler insanların korku duygusunu harekete geçirmek istemişler, onları
habire zorlamışlardır. Kur'an'ın Taha suresinde yer alan bir ayetinde Hz.
Musa'nın -selâm üzerine olsun- kendi içinde bir korku duymasından söz
edildiğini bilmemiz de burada meydana gelen olayın gerçek yüzünü hayalimizde
canlandırmamız için yeterlidir! (Bakınız Taha Suresi 67-68)
Tam bu sırada aniden meydana gelen bir olay, hem
Firavun ve kurmaylarının, hem büyücü kâhinlerin hem de büyük meydanda
toplanmış halk kitlelerinin dikkatlerini çekiyor. Bu müthiş büyü gösterisini
seyreden tüm insanları birden etkisi altına alıyor:
117- "Biz de Musa'ya
`Elindeki değneği yere at " diye vahyettik, değnek onların bütün göz
boyayıcılıklarını yutuverdi. "
118- "Böylece gerçek
ortaya çıktı ve onların bütün marifetleri boşa çıktı."
119- "Orada
yenilgiye uğradılar ve burunları (onurları) kırılıverdi. "
Aslında büyü kendi kendisine şişen, gözleri boyayan,
kalplere dehşet salan ve pek çok kimseye kendisinin üstün olduğunu, her şeyi
süpürüp götüreceğini ve yok edeceğini zihinlerde canlandıran boş bir
çabadır! İşte batıl adı verilen bu boş çabalar doğru yolu gösteren ve
kendisine güveni olan gerçekle karşılaşınca birden bire balon gibi iniverir,
bir kirpi gibi büzülür, kuru yaprağın ateşi gibi sönüverir! Öyleyse gerçek
daha ağır basar, kuralları değişmez, kökleri derindedir... Ve burada
Kur'an'ın ifadesi niteliklere göndermelerde bulunuyor, gerçeği ağırlığı olan
bir realite olarak canlandırıyor: "Böylece gerçek ortaya çıktı." Sağlamlaştı
ve yerini buldu... gerçeğin dışında şeyler ise, dağılıp gittiler,
silindiler... "Ve onların bütün marifetleri boşa çıktı." Gözleri kamaştıran
yükselişten, parlayıştan sonra batıl mağlûp oldu. Batıl yolunda olanlar
da... Sefil oldular. Herkese rezil oldular. Büzülüp kaldılar:
"Orada yenilgiye uğradılar. Ve burunları (onurları)
kırılıverdi."
Fakat ansızın karşılaşılan bu olay henüz
sonuçlanmamışken sahnede hiç beklenmeyen bir başka olaya, büyük bir olaya
yer veriliyordu:
HAKKIN ÜSTÜNLÜĞÜ
120- "Bütün
büyücüler secdeye kapandılar. "
121- "Tüm
varlıkların Rabbine inandık " dediler.
122- "Musa ile
Harun'un Rabbine. "
İşte bu hakkın (gerçeğin) vicdanlardaki üstünlüğü,
duygulardaki parlaklığı, aydınlığıdır. Hakkı, aydınlığı ve kesin imanı kabul
etmeye hazır kalplere Hakkın bir dokunuşudur. Büyücüler yaptıkları sanatın
içyüzünü ve hangi boyutlara kadar varabileceğini diğer insanlardan daha iyi
biliyorlardı. Hz. Musa tarafından ortaya konan gerçeğin, bir insan ve büyü
eseri mi yoksa insanın ve büyünün sınırlarını aşan bir güçten mi
kaynaklandığı en iyi kavrayabilecek insanlarda yine büyücülerdi! Yaptığı
sanatını bilen bir bilgin, kendi alanıyla ilgili bir gerçek ile yüzyüze
geldiğinde, insanlar için O'na teslim olmaya en hazırlıklı kimsedir. Çünkü
bu gerçeği en iyi kavrayabilecek yine o insandır. Bu sanatla ilgili
bilgileri yüzeysel meseleleri aşmayanlardan çok ilerdedir. İşte bu nedenle
büyücüler önceki meydan okuyuşlarından kesin bir teslimiyete dönüş
yapıyorlar. Çünkü onlar kendi içlerinde bu teslimiyetin kesin delilini
buluyorlar...
Ne var ki, azgın zorbalar, aydınlığın insanların
kalplerine nasıl aktığını, imanın verdiği mutluluğun onlarla nasıl
kaynaştığını, kesin inancın verdiği sıcaklığın bu kalplere nasıl dokunduğunu
kavrayamazlar. Onlar uzun süre insanları kendilerine köle ettiklerinden,
ruhlar üzerinde etki sahibi olduklarını, kalpleri değiştirebileceklerini
sanırlar. Halbuki kalpler Allah'ın iki parmağı arasındadırlar. Onları
dilediği şekilde çevirir... İşte bu nedenle Firavun kalpleri etkisi altına
alışını kavrayamadığı, gönüller üzerindeki izlerini süremediği, vicdanların
boyutları üzerindeki pencerelere nasıl ulaştığını öğrenemediği bu ansızın
gelen imanla birden irkilmişti... Sonra tahtını temelden sarsan bu büyük
olay o'nu birden titretmişti. Bu önemli olay tapınakların kâhinlerinden
oluşan büyücülerin alemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine ansızın
teslim oluşlarıydı. Halbuki bunlar, daha önce Musa ve Harun'un alemlerin
Rabbine yaptığı çağrıyı geçersiz göstermek için toplatılmışlardı!.. Taht ve
otorite azgınların (ve diktatörlerin) hayatında her şeydir. Onlar kendi
otoritelerini korumak için, gözlerini kırpmadan her türlü cinayeti
işleyebilirler:
FİRAVUN'UN ÇIĞLIĞI
123- "Firavun onlara
dedi ki; "Ben izin vermeden O'na inandınız, öyle mi? Bu, bu kentin halkını
buradan çıkarabilmek için daha önceden burada tekrarladığınız bir komplodur,
ama yakında başınıza neler geleceğini öğreneceksiniz!"
124- "Andolsun ki,
sağlı-sollu birer el ve ayağınızı kesecek ve arkasından tümünüzü asacağım. "
İşte böyle... "Ben size izin vermeden O'na inandınız
öyle mi?" Sanki hakkı kabul etmek için, kalplerinin harekete geçmesi için
ondan izin almak zorundalarmış gibi. Halbuki kendilerinin bile kalpleri
üzerinde bir otoritesi yoktu... Veya kendilerinin daha üzerinde hiçbir
etkinlikleri bulunmayan vicdanlarının harekete geçmesi için O'ndan izin
almak mecburiyetindelermiş gibi... Yahut da kendilerinin bile giriş ve çıkış
kapılarına sahip olmadıkları ruhlarının aydınlanması için o'ndan emir
almakla yükümlüymüşler gibi... Veyahut da benliklerinin derinliklerinde
yeşeren kesin inancı geri tepmek, öz fıtratından kopup gelen imanı
bastırmak, kesin inancın boyutlarından fışkırıp gelen aydınlığın üstünü
kapatmak zorundalarmış gibi!
Fakat o azgın bir zorbaydı. Barbar, bilgisiz,
duygusuzdu. Aynı zamanda katı ve kaba sözlü, kendini beğenmiş ve üstünlük
taslayan biriydi!
Sonra bu sarsılmakta olan tahtın, sallanmakta olan
otoritenin elden kaçırılması endişesiyle. atılmış bir çığlıktır:
"Bu, bu kentin halkını buradan çıkarabilmek için
daha önceden burada tasarladığınız bir komplodur."
Başka bir ayeti kerimede deniyor ki: "Musa, size
büyüyü öğretmiş olan büyüğünüzdür."
Burada mesele bütün boyutları ile ortadadır. Hz.
Musa'nın "Alemlerin Rabbine" yaptığı çağrıdır... Ve rahatsız eden de
korkutan da yine bu çağrıdır. Alemlerin Rabbine çağrı ile birlikte
azgınların, zorbaların hakimiyeti ve hükümranlığı devam edemez ve yerinde
kalamaz. Onların idareleri Allah'ın şeriatını yürürlükten kaldırmak
suretiyle Allah'ın insanlara ilâhlık yapmasına son verme, kendilerini
dilediklerini insanlar için hüküm haline getiren ve hüküm olarak
çıkardıkları kanunlara insanları kul yapan Allah dışında ilâhlar konumunda
görme ilkesine dayanır!.. Bunlar asla biraraya gelmeyecek olan iki yoldur...
Veya hiçbir zaman birleşmeyecek olan iki dindir. Veyahut, bunlar
birleşmeleri mümkün olmayan iki ilâhtır... Firavun bu gerçeği biliyordu,
Firavun'un kurmayları da bunu biliyorlardı... Onlar daha önce Hz. Musa'nın
ve Hz. Harun'un alemlerin Rabbine, çağrıda bulunmalarından dehşete
kapılmışlardı... Şimdi elbette ki daha fazla endişeleneceklerdi. Çünkü şimdi
büyücüler secdeye kapanmışlardı. "Biz alemlerin Rabbine inandık. Musa ve
Harun'un Rabbine" demişlerdi. Halbuki bu büyücüler Firavun'u ilâh olarak
kabul eden ve din adına O'nun insanlara hakim olmasına zemin hazırlayan
putperest dinin (inancın) kâhinlerinden seçilmişlerdi!
İşte bu nedenle Firavun onlara korkunç ve barbar
tehdidi şu şekilde savurmuştu:
"Andolsun ki, sağlı-sollu birer el ve ayağınızı
kesecek ve arkasından tümünüzü astıracağım."
Kuşkusuz hakkı delillerle, belgelerle engellemeye
güçleri yetmeyen zorbaların azgınların elindeki en etkili silah işkencedir,
sindirmedir, gözden düşürmektir. Apaçık gerçeğe karşı batılın en önemli
teçhizatı bunlardır.
Şu kadar var ki, insanın benliğine iman gerçeği
yerleştiğinde, insan bütün yeryüzü güçlerini aşar, zorbaların zulümlerini
basit görür, böyle bir insan benliğinde inanç sistemi hayata, üstün bir
değer kazandırır, zaten geçici olan hayatı önemsemez, sürekli ve değişmez
ebedi hayatı tercih eder. Böyle bir benlik sahibi olan insan ne alacağını,
ne vereceğini, neyin eline geçeceğini, neyin cebinden çıkacağını, ne kadar
zarar ne kadar kâr edeceğini, yol boyunca hangi zorluklarla, dikenlerle ve
fedakârlıklarla karşı karşıya geleceğini hesaplamaz. Çünkü yol boyunca önünü
aydınlatan parlak ve açık ufuk, işte oradadır! Dolayısıyla yolda hiçbir şeye
dönüp bakmaz!
MÜSLÜMAN OLARAK
CANIMIZI AL
125- "Büyücüler de
dediler ki, "Biz zaten Rabbimize döneceğiz."
126- "Sen ancak
Rabbimizin ayetleri bize gelince onlara inandık diye bizden öç alıyorsun.
`Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak al canımızı. "
İşte korku ve sarsılma nedir bilmeyen, Allah'tan
başkasına karşı eğilmek, boyun eğmek nedir bilmeyen iman budur. Gönül huzuru
içinde insanı sonuca götüren ve sonuca atlanmaya razı eden, Rabbine
döneceğine kesin kanaat getirten ve huzur içinde O'na dönmesini sağlayan
iman budur işte.
"Büyücüler de dediler ki: "Biz zaten Rabbimize
döneceğiz."
Kendisi ile zorbalar ve azgınlar arasındaki
mücadelenin özelliklerini kavrayan ve bu savaşın bütün samimiyetiyle bir
inanç savaşı olduğunu bilen asla yağcılık yapmaz. Asla manevralara
girişmez... İnancını terketmedikten sonra kendisini tanımayacak olan bir
düşmandan barış ve bağışlanma umuduna kapılmaz. Çünkü bu, düşmanın
kendisiyle savaşmasının, sürtüşmesinin temeli akideye dayanmaktadır:
"Sen ancak Rabbimizin ayetleri bize gelince onlara
inandık diye bizden öç alıyorsun."
Savaşta kime ve hangi tarafa yöneleceğini kavrayan
insan kendi düşmanından barış ve güven talep etmez. Onun tek arzusu imtihan
anlarından Rabbinden sabır dilemesi ve islâm dini üzerine ölmesini arzu
etmesidir.
"Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve müslüman
olarak al canımızı." İman karşısında, bilinçli hareket karşısında ve gönül
huzuru karşısında zorbalık, diktatörlük aciz kalır. Görünüşte olarak
insanları kendilerine boyun eğdiren, onlara egemen olan ve dolayısıyla
kalplere de hakim olduğunu sanan zorbalar, kesin karar sahibi kalpler
karşısında aciz düşerler! İnsanların bedenlerine hakim oldukları gibi,
onların gönülleri üzerinde de hakim olduklarını sanan diktatörler, iman
sahibi kalplere mağlûp olurlar! Fakat bir de bakarlar ki onlar kendilerine
baş kaldırmışlardır. Çünkü kalplerin tasarrufu Allah'ın elindedir. Allah'tan
başkası onlara hakim olamaz... Kalpler Allah'ın elindedir. Allah'dan başkası
onlara hakim olamaz... Kalpler Allah'ın himayesini arzuladıktan sonra
zorbalar ne yapabilirler? Kalpler Allah'a bağlandıktan sonra diktatörler
nasıl engel olabilirler? Kalpler otoritenin sahip olduklarına rağbet
etmeyince, ondan yüz çevirince, otorite onlara ne yapabilir ki?
Bu, insanlık tarihinde gerçekten önemli olan kesin
tavırlardan biridir. Firavun ve kurmayları ile daha önceden büyücü olan
müminler arasında gerçekleşen bu olay, gerçekten tarihte ciddi bir olaydır.
İnancın hayata galip gelmesi, azimli iradenin bütün
acılara üstün gelmesi ve "insanın", "şeytana" galebe çalması açısından
insanlık tarihinde gerçekten önemli bir olaydır!
Ayrıca bu gerçek özgürlüğün doğuşunun ïlânı olması
nedeniyle de insanlık tarihinde önemli bir olaydır. Zaten özgürlük akideyle
zorbaların, zulümlerine, diktatörlerin diktasına karşı üstün gelmekten başka
nedir ki? Bedenleri ve boyunları egemenliği altına alan, fakat kalpleri ve
ruhları kendisine boyun eğdirmekten aciz kalan kaba kuvveti basite
indirgemekten başka nedir ki özgürlük! Ne zaman ki, kaba kuvvet kalpleri
kendisine boyun eğmekten aciz düşerse, işte bu kalplerde gerçek özgürlük o
zaman doğmaya başlar.
Bu olay insanlık tarihinde materyalizmin iflas
ettiğini ortaya koyan kesin bir realitedir! Az önce başardıkları takdirde
Firavun'dan ücret isteyen, idari mekanizmaya yakın olmaya arzu eden bu bir
avuçluk insan topluluğu kendisini Firavun'un üstünde gören, tehditleri ve
cezalandırmaları küçümseyen, cezalandırmayı ve asılmayı mükafatını Allah'tan
dileyerek, direnerek karşılayan topluluğa dönüşmüştür. Madde dünyasında,
onların etrafını kuşatan eşyada ve hayatlarında hiçbir şey değişmemiştir.
Meydana gelen olay, kendi başına hareket eden gezegeni koca bir sistem içine
sokan, başıboş bir atom tanesini sabit bir eksen etrafında toplayan, fani
olan bireyi ezeli ve ebedi olan güce (kuvvete) bağlayan gizli bir
dokunuştur... İbreyi değiştiren bir dokunuş meydana geldi. Böylece insanın
kalbi kudretin temaslarından etkilendi, vicdanı hidayetin seslerini işitir
hale geldi. Basireti aydınlığın parıltılarını algılayacak düzeye geldi.
Maddi realitede herhangi bir değişimi beklemeyen bizzat kendisi maddi
realiteyi değiş. tiren realiteler dünyasında insanı hayal bile edemediği
ufuklara ulaştıran dokunuş meydana geldi!
Tehdit gelip geçer... Cezalandırmaya ilişkin
savrulan sözler yok olup gider... İman yine yoluna devam eder. Sağa-sola
bakmaz. Tereddüte kapılmaz. Geri dönmez!
İşte bu sırada Kur'an-ı Kerim'in anlatım üslubu
sahneyi kapatıyor ve bundan fazla bilgi vermiyor. Zaten burada sahnenin
parlaklığı zirveye ulaşıyor ve amacına varmış oluyor. İşte bu esnada
Kur'an'ın sunuş metodundaki sanat güzelliği kıssanın sunuluşundaki manevi
hedefle bütünleşiyor. Bu, Kur'an'ın inanmış vicdanlara sanatın güzelliği
diliyle tam bir ahenk içinde hitab etmesidir. Böyle bir ahenge Kur'an'dan
başka bir ifade tarzında rastlamak mümkün değildir.
FİRAVUNLAR VE
İNANANLAR
Fakat biz bu Fî Zılâl kitabında bu etkili ve üstün
manzara karşısında kısa bir süre daha durmak istiyoruz...
1- Başta Firavun ve kurmaylarının büyücülerin
alemlerin Rabbine, Musa'nın ve Harun'un Rabbine iman etmelerinin kendi
devlet düzenleri ve saltanatlarına karşı büyük bir tehlikeyi oluşturduğunu
kavramaları üzerinde durmayız... fakat biz bu konuyu daha önce ele
almıştık... Şimdi bu gerçeğe bir kere daha parmak basıyor ve onu
vurguluyoruz... Bir tek kalpte, bir tek ülkede ve bir tek devlet düzeninde
Allah'ın alemlerin Rabbi oluşu ile insanların pratik hayatlarındaki
otoritenin kullardan birinin elinde olması insanlara kendisinin çıkardığı
kanunlar ve yasalarla hükmetmesi asla birleşemez... Çünkü bu ayrı bir
dindir, o ayrı bir din!..
2- İkinci olarak büyücülerin, kalplerinde imanın
nuru parladıktan ve düşüncelerinde tam bir netlik meydana getirdikten sonra,
kendileri ile Firavun ve kurmayları arasındaki savaşın inanç savaşı olduğunu
ve Firavun'un kendilerinden sırf alemlerin Rabbine iman etmelerinden dolayı
öç almaya kalktığını kavramış olmaları üzerinde bir nebze durmalıyız. İşte
bu niteliklere sahip bir iman Firavun'un tahtını ve saltanatını tehdit eder.
Firavun'un otoritesinden, saltanatından başka ve aynı anlamdaki bir ifade
ile Firavun'un ilâhlığından destek alan makamlarını, mevkilerini ve
otoritelerini tehdit altında bırakır. Puta tapıcı toplumun bütün
değerlerinin hepsini tehdit etmeye baslar. Savaşın bu özellik ve karakterini
böylece kavramak, yalnız Allah'ın ilâhlığına çağırmaya kalkmanın, bunun için
ortaya çıkan herkes için zorunludur. İşte tek başına savaşın karakterini bu
şekilde kavrayış, önceleri büyücü olan o müminlerin Allah'a davet yolunda
karşılaştıkları bütün engellemeleri basit görmelerini sağlamıştır.
3- Üçüncü olarak inanç sisteminin hayata karşı galip
gelişi, azim ve iradenin tüm acılara üstün gelişi "insanın "şeytana" karşı
zafer kazanması ile ilgili ilginç ve parlak manzara üzerinde durmalıyız...
Gerçekten çok etkili ve üstün bir sahnedir.. Biz bu konuda söz söylemekten,
onu tasvir etmekten aciz olduğumuzu kabul ediyor ve onu Kur'ana Kerim'in
tasvir ettiği biçimde bırakmayı daha uygun görüyoruz.
DİKTATÖRLERİN
TUZAKLARI
Şimdi tekrar Kur'an-ı Kerim'in kıssasına dönüyoruz.
Burada Kur'an-ı Kerim'in anlatım tarzı dördüncü bir sahnenin perdesini
açıyor. Bu komplolar, gizli olarak bakışma, fısıldaşma ve teşvik etme
sahnesidir. İman ile zulüm arasındaki savaşta mağlûbiyet ve hüsrandan
sonraki sahnedir. Firavun'un kavminden ileri gelen topluluğun Hz. Musa'nın
ve onunla birlikte iman edenlerin bu sınavdan başarı ile çıkmalarına
tahammül edemeyenlerin sahnesi. Halbuki Hz. Musa'ya iman edenler ancak küçük
bir topluluktu. Bunlar da Firavun'un ve ileri gelen kurmaylarının başlarına
getireceği belaların korkularına rağmen iman etmişlerdir. Nitekim Kur'an-ı
Kerim'de bu konuya başka bir yerde değinilmiştir. Birden Firavun'un
kurmayları kötülük ve günah şebekesi için biraraya geliyorlar. Firavun'u,
Hz. Musa'ya ve onunla birlikte olanlara karşı kışkırtmaya çalışıyorlar. Bu
konuda gevşek, davranmasının kötü sonuçlar doğuracağı, elindeki kuvvetin ve
hakimiyetin kayıp olacağı konusunda endişelere kapılmasını körüklüyorlar.
Alemlerin Rabbi olarak Allah'ın kabul edilmesini öngören bu yeni akidenin
yaygınlık kazanmasıyla hükümdarlığının elinden alınacağını ifade ediyorlar.
Ve bir de bakıyorsunuz ki Firavun köpürmüş, kükremiş tehditler savuruyor.
Etrafına korku savuruyor. Elindeki büyük kuvvetle, kendisine dayandığı maddi
güç ile övünüyor!
127- "Soydaşlarının
ileri gelenleri Firavun'a dediler ki, "Musa ile soydaşlarını toplumda
kargaşalık çıkarsınlar, seni ve ilâhlarını boşlukta bıraksınlar diye mi
bırakacaksın? Firavun dedi ki; Hayır onların erkeklerini öldürecek,
kadınlarını sağ bırakacağız. Onları ezici baskımız altında tutacağız.'"
Firavun bu evrenin yaratıcısı ve idaresini elinde
bulunduran ilâh anlamıyla veya evrensel sebepler dünyasında bir güç sahibi
olduğu iddiasıyla ortaya çıkmıyordu! O sadece kendisine boyun eğen milletine
karşı ilâhlık iddia ediyordu! Kendi kanunları ve yasasıyla bu millete hakim
olması, kendi emri ve iradesiyle işlerin idare edilmesi, hükümlerin ona göre
verilmesi anlamıyla bir ilâhlık iddia ediyordu. Zaten bu kanunu ve yasasıyla
hükmeden, emri ve iradesiyle işleri idare eden, hukuku yasağı yönlendiren
her iktidarın iddiasıdır. İşte ilâhlığın sözlük ve realiteye dayalı anlamı
da budur. Aynı şekilde insanlar Mısır'da Firavun'a ibadet etmiyorlardı. Ona
ibadet niteliği taşıyan birtakım hareketler sunmuyorlardı. Çünkü onların bu
tür hareketlerini kendisine takdim ettikleri başka ilâhları vardı.
Firavun'un da kendisine ibadet ettiği birtakım ilâhları bulunuyordu. Nitekim
Firavun'un ileri gelen soydaşları tarafından kullanılan "Seni ve ilâhlarını
boşlukta bıraksınlar diye mi?" cümlesinden bu gerçek açıkça anlaşılmaktadır.
Bu ayrıca Firavun tarafından idare edilen Mısır tarihinden de rahatlıkla
tespit edilebilecek bir realitedir. Demek ki, onların Firavun'a ibadet
etmeleri, onların Firavun'un her istediğine boyun eğmeleri, hiçbir şeyde ona
karşı gelmemeleri ve onun yasalarını çiğnememeleri anlamında bir ibadetti...
İşte ibadetin sözlük, pratik ve literatürdeki anlamı da zaten budur. Nerede
olursa olsun, insanlar herhangi bir insandan yasalar alıp ona itaat
ederlerse, ona ibadet etmiş olurlar. Bu aynı zamanda Peygamberimizin -salât
ve selâm üzerine olsun- yüce Allah'ın yahudiler ve hristiyanlara ilişkin
"Onlar hahamlarını ve papazlarını Allah'tan başka ilâhlar edindiler..."
(Tevbe: 31) ayetine getirdiği yorumla da uyum arzetmektedir. Adiy bin Hatem
bu ayetin okunduğu sırada müslüman olmak için Resulullah'ın huzuruna gelen
bir hristiyandı. Ayeti duyduğunda, "Ey Allah'ın peygamberi, onlar
hahamlarına ve papazlarına tapmıyorlardı" demişti. Peygamberimiz -salât ve
selâm üzerine olsun- "Evet, ama, onlara tapınıyorlardı; onlar haram olan
şeyleri helâl kılıyor, helâl olan şeyleri de haram kılıyorlar, onlar da bunu
kabul ediyor ve kendilerine tabi oluyorlardı. İşte bu onların hahamlara ve
pâpazlara ibadeti demekti" buyurdu. (Tirmizi)
Firavun'un kendi kavmine "Ben sizin benden başka bir
ilâhınız olduğunu bilmiyorum" (Kasas 38) sözüne gelince; Bu sözü Kur'an-ı
Kerim'in şu ifadesi açıklamaktadır. Firavun diyor ki; "Ey milletim, Mısır
hükümdarlığı ve memleketinde akan bu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor
musunuz yahut, ben zavallı neredeyse konuşamayan bu kimseden daha üstün
değil miyim? Ona altın bilezikler verilmeli veya yanında ona yardım edecek
melekler gelmeli değil miydi? (Zuhruf: 51-53) Açıktır ki, Firavun burada
kendisinin hakimiyeti altında bulunan saltanat ve kralların takınmış
oldukları altın bilezikler ile Hz. Musa'nın saltanat ve ziynet eşyasından
mahrum oluşu arasında bir karşılaştırma yapmaktadır! Onun "Ben sizin benden
başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum" sözü ile ifade etmek istediği
onların üzerinde egemen olan ve dilediği gibi hüküm vermesine imkân sağlayan
saltanatı ve halkın onun sözlerine kesin bir şekilde boyun eğmesidir. Bu
anlamdaki bir hakimiyet, bir egemenlik ise sözlük anlamından da anlaşıldığı
gibi ilâhlık anlamına gelir! Bu ayrıca realite olarak da ilâhlıktır. Çünkü
ilâh insanlara hüküm belirleyen, yasa koyan ve hükümleri insanlara uygulanan
kimsedir! İster kendisinin ilâh olduğunu söylesin, isterse söylemesin
farketmez! İşte bu açıklamanın ışığı altında Firavun'un ileri gelen
adamlarının sözlerinin anlamlarını daha rahat anlayabiliriz: "Musa ile
soydaşlarının toplum da kargaşalık çıkarsınlar, seni ve ilâhlarını boşlukta
bıraksınlar diye mi serbest bırakacaksın."
Onların bakış açılarına göre yeryüzünde fesat
çıkarmak insanları Allah'ın ilâhlığını kabul etmeye çağırmaktır. Çünkü böyle
bir çağrı Firavun'un devlet düzenini ve yönetim mekanizmasını doğrudan iptal
etmek anlamına gelir. Çünkü bu sistem Firavun'un kendi hakimiyeti ilkesine
dayanır. Başka bir ifadeyle Firavun'un kendi kavmine ilâhlık etmesi esasına
dayanır. Dolayısıyla onların anlayışında böyle bir hareket yeryüzünde fesat
çıkarmaktır. Devlet düzenini değiştirmek insanın insana kulluğu ilkesine
dayanan mevcut yönetim şeklini değiştirmeye çalışmaktır. Bu yönetim şekline
tamamen aykırı olan bir sistem kurmaya ilâhlığın insana değil, Allah'a ait
olduğu ilkesine dayalı bir düzen inşa etmeye çalışmaktır. İşte bu nedenle
onlar Hz. Musa'nın ve kavminin Firavun'u ve ilâhlarını terketmesiyle
yeryüzünde fesat çıkarma arasında bir bağ kurmuşlardır. Firavun'un ve
kavminin taptığı ilâhları bırakmayı bozgunculuk ol,arak görmüşlerdir.
Hiç şüphesiz Firavun kendi otoritesini ve
hakimiyetini bu ilâhlara ibadet edilen dinden alıyor, onlardan destek
alıyordu. Çünkü o bu ilâhların sevgili oğlu olduğunu ileri sürüyordu!
Aslında bu doğrudan ilâhların oğlu olma anlamına gelmiyordu! Çünkü insanlar
Firavun'un hem annesinin hem de babasının birer insan olduğunu biliyorlardı.
Firavun'un tanrıların oğlu oluşu sembolikti ve o gücünü, otoritesini ve
hakimiyeti buradan alıyordu. Hz. Musa ve onunla birlikte olanlar alemlerin
Rabbine ibadet ettiklerinde Mısırlılar'ın tapmış oldukları bu ilâhları
bıraktıklarında Firavun'un otoritesini ve gücünü dayandırdığı temel kaynak
yerle bir edilmiş olurdu. Kendisine boyun eğen milletine karşı manevi
desteğini yitirmiş olurdu. Çünkü bu millet de Firavun'a ancak Allah'ın
gerçek dininden saptığından dolayı itaat ediyor, bağlı kalıyordu. Nitekim
Cenab-ı Allah buyuruyor ki; "Firavun kavmini korkuttu. Onlar da bunun
üzerine kendisine itaat ettiler. Gerçekten de onlar fasık bir topluluktur."
İşte tarihin gerçek yorumu budur. Eğer Firavun'un kavmi Allah'ın dininden
ayrılmış (fasık olmuş) olmasaydı Firavun onları emri altına alamaz ve
kendisine boyun eğdiremezdi. Allah'a iman eden birini tağut asla kendisine
boyun eğdiremez. Onların kendisine itaat etmesini sağlayamaz. Çünkü imanlı
insan bu emrin Allah'ın yasasından kaynaklanmadığını bilmektedir. İşte bu
nedenle Hz. Musa'nın "Alemlerin Rabbi"ne çağrıda bulunması, büyücülerin bu
dine iman etmeleri, Musa'nın soydaşlarından bir grubunda ona iman edip
alemlerin Rabbine kul olmayı benimsemeleri Firavun'un devlet düzeni için
bütün bütün bir tehdit oluşturmaktaydı... Aynı şekilde kulların kulluğuna
dayalı bütün devlet düzenleri için yalnız Allah'ın ilâhlığına veya Allah'tan
başka ilâh olmadığına şahitlik etmeye çağırmak çok ciddi bir tehdit niteliği
kazanmaktadır! Yeter ki, bu olgulara islâmın öngördüğü şekilde bakılsın,
insanların kendisiyle islâma girdiği anlamları kasdedilsin. Bu zamanda
yaygınlık kazanan ciddiyetsiz ve basit anlamları ile ele alınmasın!
İşte bu nedenle bu birkaç kelime Firavun'u galeyana
getirmiş ve bütün devlet düzenini sarsabilecek ciddi bir tehlike ile karşı
karşıya bulunduğunu hissetmesine neden olmuştur. Buradan hareketle barbarca
ve vahşice tavır koymasına bu tavrını ilân etmesine sebep olmuştur.
"Firavun dedi ki, "Hayır onların erkeklerini
öldürecek, kadınlarını sağ bırakacağız. Onları ezici baskımız altında
tutacağız."
İsrailoğulları Hz. Musa'nın doğduğu sıralarda
Firavun ve kurmaylarının bu tür vahşi ve barbar işkencelerine, zulümlerine
uğramışlar ve önceden bunlara göğüs germişlerdi. Nitekim yüce Allah Kasas
suresinde buyuruyor ki, "Gerçekten de Firavun yeryüzünde üstünlük tasladı.
Ve halkı bölük bölük yaptı. Onlardan bir bölüğü zayıf bıraktı. Çocuklarını
kesiyor, kadınlarını diri bırakıyordu. Gerçekten de o bozgunculardandı.
(Kasas 39) Bu her yerde ve her zaman görülen zulmün, zorbalığın kendisidir.
Zulmün bugünkü yöntemleri ve metodları ile yüzlerce, binlerce yıl önceki
yöntemleri ve metodları arasında hiçbir fark yoktur!
Kur'an-ı Kerim'in anlatım üslubu Firavun ve
kurmaylarını kendi komploları ile başbaşa bırakıyor. Bu komploların ve
tehditlerin perdesini de indiriyor. Kıssanın beşinci perdesini açıyor. Bu
sahneden anlıyoruz ki, Firavun, bu tehditlerini birbir uygulamaya koymuştur.
Bu sahnede Hz. Musa -selâm üzerine olsun- bir peygamber olarak kavmi ile
birlikte yer alıyor.
Hz. Musa bir peygamberin kalbi ve diliyle onlara
hitap ediyor. Yüce Allah'ın gerçekliği, yasalar ve kaderine ilişkin doğru
bilgisiyle onlara yöneliyor. Büyük bir ihtimalle deneneceklerini, belalara
karşı direnmelerini, dayanmalarını bu musibetlere karşı Allah'tan yardım
dilemelerini öğütlüyor. Ayrıca evren realitesinin gerçek yüzünü onlara
öğretiyor. Buna göre yeryüzü Allah'ındır. Onu dilediği kullarının emrine
verir. İşin sonunda başarı elde edecek, kazanacak olanlar, Allah'tan
korkanlar ve ondan başka hiç kimseden. korkmayanlardır. İsrailoğulları Hz.
Musa'ya kendilerinin başİarına gelen bu belâların, bu işkencenin kendisi
gelmeden önce de kendisi geldikten sonra da gelmeye devam ettiğini bu zulmün
ne bir sonunun ne de bitmesinin hiçbir işaretine rastlamadıklarını şikayet
ettiklerinde! Hz. Musa Rabbinin düşmanlarını yokedeceğini, bu konuda umutlu
olduğunu, kendilerini halifelik emaneti konusunda denemek amacıyla yeryüzüne
hakim kılacağını açıkça ilân etmiştir:
128- "Musa
soydaşlarına dedi ki; "Allah'tan yardım isteyiniz ve sabrediniz. Yeryüzü
Allah'ındır. Orayı dilediği kullarına miras kılar. Mutlu sonuç, günahlardan
sakınanlarındır. "
129- "Soydaşları
dediler ki; "Sen gelmezden önce de geldikten sonra da işkence çektik. Musa
dedi ki, "Umulur ki, Allah düşmanınızı yok eder ve sizleri onların yerine
geçirir de nasıl hareket edeceğinize bakar. "
İşte bu "peygamberin" ilâhlık gerçeğine ilişkin
bakış açısıdır. Ve bu gerçeğin onun kalbinde parlamasıdır. Evren gerçeğinin
ve evrende işleyen güçlerin gerçeğine bakış açısıdır. İlâhi yasaların
(sünnetullah) gerçeğine ve direnen, sabreden insanların bu yasaya nasıl
baktığını ortaya koymaktadır.
Hiç şüphesiz ki, alemlerin Rabbine çağıran dava
erlerinin bir tek sığınağı vardır, bu gerçekten güvenli ve sağlam bir
sığınaktır. Bir tek dostları vardır. Bu dost gerçekten dayanıklı ve
kuvvetlidir. Dava erlerinin Allah'ın hikmeti ve ilmiyle belirlediği zamana,
dostun zafere, desteğe izin verdiği ana kadar sabretmeleri, direnmeleri
gerekir. Acele etmemeleri lazımdır. Çünkü onlar gaybı göremezler ve
kendileri için neyin daha iyi olduğunu bilemezler.
Kuşkusuz yeryüzü Allah'ındır. Firavun da soydaşları
da geçici birer konuktan başka bir şey değillerdir. Allah yeryüzünü,
yasasına ve hikmetine uygun biçimde, dilediği kullarının emrine verir.
Alemlerin Rabbine davet edenler eşyanın, olayların dış yüzeylerine
takılmasınlar. Zorbaların, azgınların yeryüzüne sağlam biçimde
yerleştiklerini, orada sökülüp atılmayacaklarını sanmasınlar. Çünkü onları
yeryüzünden söküp atmaya karar verecek olan yeryüzünün sahibi ve maliki olan
Allah'tır.
Hiç şüphesiz eninde sonunda zafer takva
sahiplerinindir. Zaman uzasın, kısalsın farketmez... Öyleyse alemlerin
Rabbine çağıran davetçilerin kalplerine işin sonuna ilişkin hiçbir endişe
gelmemelidir. Kâfirlerin yeryüzünde sürekli kalacaklarını, orada diledikleri
gibi iş yapacaklarını asla düşünmemelidirler...
İşte bu "peygamberin" koca evrendeki gerçeklere
bakış açısıdır...
Ne var ki; İsrailoğulları yine o İsrailoğulları'dır!
"Soydaşları dediler ki, "Sen gelmeden önce de
geldikten sonra da işkence çektik."
Bunlar derin anlamlara gelen sözlerdir. Bu sözler
arkasında yatan burukluğa ışık tutan sözlerdir! Biz senden önce işkence
çektik. Senin gelişinle de bir şey değişmedi. Bu zulüm o kadar sürüp gitti
ki, sonu da görülür gibi değil!
Buna rağmen onurlandırılan peygamber kendi yoluna
devam ediyor. Onlara Allah'ı hatırlatıyor. Umutlarını O'na bağlıyor.
Düşmanların yok olması, ve kendilerinin yeryüzüne hakim olmaları konusunda
onları umutlandırıyor. Bununla beraber halife tayin edilme sınavına karşı
onları uyarıyor.
"Musa dedi ki; "Umulur ki, Allah düşmanınızı yok
eder ve sizleri onların yerine geçirir de nasıl hareket edeceğinize bakar."
Hz. Musa bir peygamberin kalbiyle bakıyor ve
Allah'ın yasasının (sünnetullah) sabredenlere, direnenlere ve inkâr edenlere
söz verdiği biçimde akıp gittiğini görmektedir! Allah'ın bu yasaları
aracılığıyla zorbaların ve onların emrinde olanların yok olduğunu, yalnız
Allah'tan destek ve yardım dileyen sabredenlerin ise yeryüzünün halifeleri
kılındıklarını seyretmektedir. Ve kendi taraftarlarını asıl doğru yola
itmeye çalışıyor ki, Allah'ın yasası onları dilediği tarafa çekip
götürsün... Yine ta baştan Allah'ın kendilerini halife kılmasının sırf bir
sınav olduğunu öğretiyor. Kendilerinin sandıkları gibi, Allah'ın oğulları ve
dostları olduklarından, kendilerine ceza veremeyeceğinden dolayı değil.
Halife kılınmalarının hiçbir amacı olmayan boş bir
hareket olmadığını, hiçbir zamanla sınırlandırılmamış sonsuz bir iktidar
olmadığını, bunun sadece sınav amacıyla gerçekleştirilen bir halife tayin
etme olacağını bildiriyor. "Sizin nasıl hareket edeceğinize bakar"... Yüce
Allah, her şeyin olmadan önce de neyin olacağını bilir. Yalnız Allah'ın
yasası ve adaleti gereği olarak insanların hareketleri pratik hayatta
görülmeden onları cezalandırmaz. Bu konuda yüce Allah ezeli bilgisinden
dolayı kendisince bilinen gayba göre hüküm vermez.
KAHREDİLENLER ,
İşte burada Kur'an'ın anlatım üslûbu Hz. Musa ve
kendisiyle birlikte olanları orada bırakıyor ve sahnenin perdelerini
kapatıyor. Öbür taraftan altıncı sahnenin perdeleri açılıyor. Bu Firavun ve
ailesinin yer aldığı sahnedir. Bu sahnede yüce Allah onları zulümlerinin ve
zorbalıklarının karşılığında cezalandırıyor. Hz. Musa'nın kavmine sözünü
verdiği olay gerçekleşiyor. Rabbi hakkındaki düşüncesi gerçekleşiyor.
Surenin havasını etkileyen ve kıssanın tümü onu doğrulamak amacıyla
anlatılan uyarıcı olayı tasdik ediyor.
Sahne yumuşak bir halde meseleye giriyor. Fakat
yavaş yavaş hızlanan hava zamanla fırtınaya dönüyor. Perdenin indirilişine
kısa bir zaman kala fırtına kopuyor. Her şeyi yerle bir ediyor. Her şeyi
darmadağın ediyor. Böylece, yeryüzü zorbalardan ve zorbaların
yardakçılarından temizleniyor. Olayların seyrinden anlıyoruz ki,
İsrailoğulları sabrettiler, direndiler ve güzel sabırlarının mükâfatına
kavuştular. Firavun ve ailesi ise kötülük yaptılar. Kötülüklerinin cezası
olarak yok edildiler. Allah'ın hem ceza hem mükâfata ilişkin sözü
gerçekleşti. Yüce Allah'ın yalanlayıcıları önce sıkıntı ve bollukla
denedikten sonra yok etmesine ilişkin yasası gerçekleşti.
130- "Andolsun ki,
biz Firavunoğulları'nı ola ki, akılları başlarına gelir diye yıllarca süren
kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık. "
131- "Onlar bir
iyilikle karşılaşınca "Bu kendimizden kaynaklanıyor" derler. Fakat eğer
başlarına bir kötülük gelecek olursa, bunu Musa ile arkadaşlarının
uğursuzluğuna yorarlar. Oysa onların kaderlerini belirleme yetkisi sırf
Allah'ın tekelindedir, fakat çoğu bunu bilmiyor.
132- "Musa'ya bizi
büyülemek üzere ne kadar mucize gösterirsen göster, sana kesinlikle
inanmayacağız " dediler.
133- "Biz de onlara,
ayrı ayrı birer mucize olarak su baskını, çekirge sürüsü, zararlı böcek
salgını, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de burun kıvırarak günahkâr bir
toplum oldular. "
134- "Azap başlarına
çökünce, "Ey Musa sana verdiği peygamberlik payesine dayanârak, bizim için
Rabbine dua et. Eğer bu azabı başımızdan savarsan, andolsun ki, sana
inanacak ve İsrailoğulları'nı seninle birlikte göndereceğiz " dediler. "
135- "Fakat o azabı
günün birinde dolduracakları belirli bir sürenin sonuna kadar başlarından
savar-savmaz hemen sözlerinden dönüverdiler. "
136- "Sonunda
onlardan öç aldık. Ayetlerimizi yalanladıkları, onları umursamadıkları için
kendilerini denizde boğduk. "
137- "O güne kadar
horlanan, ezilen toplumu (yahudileri) bereketlerde donattığımız toprakların
doğusuna ve batısına mirasçı kıldık. İsrailoğulları'nın sabırlarına
karşılık, Rabbinin onlara verdiği güzel söz gerçekleşti. Firavun'un ve
soydaşlarının ortaya koydukları eserleri ve yükselttikleri yapıları yıkıp
yok ettik. "
Demek ki, Firavun ve kurmayları kendi zorbalıklarına
devam ettiler: Firavun cezaya ilişkin sözünü ve tehdidini uyguladı.
İsrailoğulları'nın erkeklerini öldürdü, kadınlarını da sağ bıraktı. Hz. Musa
ve onunla birlikte olanlar işkenceye katlanmaya devam ettiler. Allah'ın bu
musibete bir çıkış yol vereceğini ümit ediyorlardı. Sınava karşı
direniyorlar, sabrediyorlardı. İşte o zaman... Tavır ve tutum net olarak
ortaya çıktığı zaman... İmanın karşısında küfür, azgınlığın karşısında
sabır, yeryüzünün basit kuvveti Allah'a meydan okuduğu an... Evet büyük
kudret işe el attı. Zorbalar ile direnenler arasındaki meseleye el koydu.
"Andolsun ki, biz Firavunoğulları'nı, ola ki,
akılları başlarına gelir diye, yıllarca sürecek kuraklığa ve ürün kıtlığına
uğrattık."
Bu ilk tehlike işaretiydi... Kuraklık ve ürün
kıtlığı... Ayeti kerimede geçen "Sinin" kavramı, Arapça'da kuraklık, kıtlık
ve zorluk seneleri için kullanılır. Böyle bir olayın Mısır arazisi gibi,
verimli, bereketli; bol ürün veren bir yerde meydana gelmesi, daha çok
dikkatleri çeker, kalpleri titretir, sarsıntı meydana getirir, uyanmaya ve
düşünmeye sevkeder. Ne var ki, zorbalar ve zorbaların Allah'ın dininden
saptırarak kendilerine boyun eğdirdikleri, emirlerine itaat ettirdikleri bir
kesim insanların düşünmelerini, olayları değerlendirmelerini istemezler.
Yerin kuraklığında, ürünlerin azalmasında Allah'ın eli olduğunu görmelerini
istemezler. Allah'ın yasalarını, cezaya ve mükâfata ilişkin sözlerini
hatırlamalarını istemezler. İmani değerler ile pratik hayatın gerçekleri
arasında köklü bir bağ bulunduğunu kabul etmelerini istemezler. Çünkü bu
bağ, gayb alemindendir... Halbuki onlar gözle görülen realitenin ötesindeki
gerçeği göremeyecek kadar kaba duygulara, cahil kalplere sahiptirler. Bu
realiteleri ancak hayvanlar görebilir ve duyabilirler. Ki hayvanlar ancak bu
somut gerçekleri görebilir ve de duyabilir! Onlardan başkasını görüp
algılayamazlar: Bu zorbalar ve onların yardakçıları gayb aleminden bir şey
gördüklerinde Allah'ın özgür iradesine uygun biçimde işleyen yasalarını
(sünnetullah) anlayamazlar. Bunları gelip geçici tesadüflerle açıklamaya
çalışırlar. Halbuki tesadüfün evrende işleyen yasaları hiçbir ilgisi yoktur.
(Komünist Rusya'da ve Komünist blokun hepsinde tarım ürünleri rekoltesi
düştüğünde Kuruşçef, "Tabiat bizimle çatışıyor" demekten başka çare
bulamamıştı. Halbuki o, "Bilimsel sosyalizm"i iddia ediyor ve "Gaybı"
reddediyordu. Aslında bu Allah'ın güçlü elini görmemekten kaynaklanan bir
körlüktür. Yoksa irade sahibi "Bu tabiatın" kendi iradesini kullanarak
insanla "çatışması" ne demekti!)
Aynı şekilde Firavun ailesi de bu uyarıcı ile
Allah'ın kullarına merhamet sahibi olduğunu gösteren dokunuşla uyanmamıştır.
Allah'ın merhameti kâfirlere ve günahkârlara bile uzanmaktadır. Putperestlik
ve putperestliğin saçma inançları onların fıtratını bozmuştu. Bu evrende
işlediği gibi, insanların hayatlarına da hükmeden sağlıklı-şaşmaz yasaları
kavramı ile onlar arasında bir engel oluşturmuştu. Bu yasaları ancak Allah'a
sağlıklı bir şekilde iman eden müminler görebilir ve onları gerçek anlamda
kavrayabilirlerdi. Çünkü müminler bu kâinatın boşuna yaratılmadığını,
rastgele akıp gitmediğini, bu evrene kesin ve şaşmaz kanunların
hükmettiklerini anlamışlardır. İşte gerçek "bilimsel akılcılık" budur. Bu
akılcılık "Allah'ın gaybını" inkâr etmez. Çünkü gerçek "bilimsellik' ile,
"gaybilik" arasında hiçbir çelişki yoktur. Yine bu akılcılık imanî değerler
ile hayatın realiteleri arasında bir bağ bulunduğunu reddetmez. Çünkü
bunların hepsinin ardında Allah'ın dilediğini yapan iradesi vardır. Allah'ın
iradesi kendi kullarından iman etmelerini ister, yeryüzünde halifelik
yapmalarını ister. Yine bu irade kendi hukukunda evrenin yasaları ile uyum
sağlayan kanunlar koyar ki, insanlarını kalplerinin hareketi ile
yeryüzündeki hareketleri arasında bir ahenk meydana gelsin...
Firavun ailesi kendi kâfirlikleri ve Allah'ın
dininden dışarı çıkmaları, Allah'ın kullarına karşı azgınlık ve zulüm
yapmaları ile kuraklık ve ürünlerin azalması şeklinde cezalandırılmaları
arasındaki ilişkinin farkına varamadı... Halbuki Mısır bolluk ve verimlilik
kaynayan bir ülkedir. Mısır'ın tarım ürünlerinin halkını besleyecek düzeyin
altında kalmasının kaynağı, Mısır halkının Allah'ın dininden dışarı çıkmış
olması ve onların kendilerine gelebilmeleri amacıyla sınanmaları,
denenmeleridir!
Onlar Allah'ın kendi merhametinin eseri olarak
kullarının gözleri önüne sermek istediği bu gerçek olayları göremediler,
uyanamadılar. Yalnız bir bolluk ve iyilikle karşılaştıklarında, bunu
kendilerinin en normal hakları olarak görmekteydiler! Başlarına bir kötülük
veya kıtlık çullanınca da bunu Hz. Musa'nın ve O'nunla birlikte olanların
uğursuzluğuna yorarlardı.
"Onlar bir iyilikle karşılaşınca: "Bu kendimizden
kaynaklanıyor" derler. Fakat eğer başlarına bir kötülük gelecek olursa bunu
Musa ile arkadaşlarının uğursuzluğuna yorarlar."
İnsanın fıtratı Allah'a imandan saptığında yüce
Allah'ın bu evrende işleyen yüce elini göremez. Eşyayı ve olayları yaratan
ilâhi kaderi farkedemez. İşte bu esnada fıtrat evrenin pratikte uygulanan
değişmez yasalarını kavrayamaz ve onları algılayamaz. Dolayısıyla olayları
birbirinden ayrı ve kopuk bir biçimde açıklamaya, yorumlamaya kalkar.
Aralarında hiçbir bağ, hiçbir kural, hiçbir ilişki bulunmadığını iddia eder.
Birbirinden ayrı, eğri-büğrü yollara dalarak saçma yaklaşımlarda bulunur.
Hiçbir kurala bağlı kalmaz. Ve hiçbir düzene uygun biçimde bir bütünlüğe
ulaşamaz. Bu durumda o insan ürünlerin ve gelirlerin azalması halinde
"Bilimsel Sosyalizm Kuramı"nın teorisyenlerinden olan Kruchev (Kruşcef)'in
"Tabiat bizimle çatışıyor!" görüşüne paralel düşer! Bu sözde "bilimsellik"
yolunun temsilcileri gibi bu tür olayları o şekilde yorumlar, Allah'ın
kaderini reddeder... Bunların arasında "Allah'ın Gaybı"nı ve "Allah'ın
Kaderini" reddettiği, Allah'a imanın ilkelerini kabule yanaşmadığı halde,
"Müslüman" olduklarını ileri sürenler de vardır!
İşte Firavun ve hanedanı olayları bu şekilde
değerlendiriyorlardı: Elde ettikleri güzel şeyler kendi güzel paylarındandı!
Ve onlar bunu haketmişlerdi. Onların başlarına gelen kötü şeyler ise, Hz.
Musa'nın ve O'nunla beraber olanların uğursuzluklarından, onların başlarının
altından çıkıyordu!
Ayeti kerimenin metninde geçen "tetayyür" kavramı
kök olarak Arap dilinde cahiliye devrinde yaşayan insanların
putperestliklerinden. Allah'a ortak koşmalarından, Allah'ın yasalarını ve
kaderini kavramaktan uzak oluşlarından dolayı başvurdukları gayb perdesini
aralamanın bir yöntemiydi! Cahiliye döneminde herhangi bir iş yapmak isteyen
biri bir kuşun yuvası yanına gelir ve onu ürkütürdü. Eğer kuş sağ tarafa
uçarsa buna "nasih" adını verir ve onu bir müjde olarak kabul eder yapmak
istediği işe girişirdi. Eğer kuş sol tarafından uçacak olursa, buna da
"barih" adını verir, onu uğursuz kabul eder ve yapmak istediği işten
vazgeçerdi. İslâm bu saçma düşünceyi iptal etti. Onun yerine "bilimsel"
"evet gerçekten bilimsel" düşünceyi koydu. İşleri Allah'ın evrende işleyen
değişmez yasalarına havale etti. Ve her defasında bu yasalarda gerçekleşen
ve bu yasalarda işlerlik kazandıran Allàh'ın kaderine havale etti. İşleri
"bilimsel", ilkelerin temeline dayandırdı. Meseleyi insanın niyetinin,
eyleminin, hareketinin ve çalışmasının tamamen hesaba katıldığı ve bunların
hepsinin özgür ilâhi irade ve kuşatıcı, etkin ilâhi takdir çerçevesinde en
sağlıklı yere oturtulduğu bilimsel anlayışı getirdi:
"Oysa onların kaderlerini belirleme yetkisi sırf
Allah'ın tekelindedir, fakat çoğu bunu bilmiyor."
Onların başına gelen şeylerîn hepsinin kaynağı
birdir! Hepsi de Allah'ın emriyle gerçekleşmektedir. İşte bu kaynağın
takdiri ile imtihan için başlarına iyilik gelmektedir... Başlarına gelen
kötülük de sınanmaları içindir: "Sizi bir sınav olarak hem iyilik hem de
kötülükle deneriz." Dönüşünüz bizedir." Onların başlarına gelen felâketler
de ceza içindir. Fakat onların çoğu bunu bilmiyorlar. Nitekim bazı çevreler
bugün de "Bilimsel Akılcılık" adıyla "Allah'ın Gaybı"nı ve "Kader"ini
reddetmektedirler! Kendileriyle çatışan tabiatı "Bilimsel Sosyalizm" diye
adlandıranların durumu da aynıdır! Bunların hepsi de cahildir... Ve onların
hepsi de bilmiyorlar!
Firavun hanedanı kendi zorbalığını sürdürüyor.
Günahkâr oldukları halde onur meselesi yapıyorlar. Sınanmaları, denenmeleri
onların direnmelerini ve inatlarını daha da arttırıyor:
"Musa'ya "Bizi büyülemek üzere ne mucize gösterirsen
göster, sana kesinlikle inanmayacağız" dediler."
Bu hatırlatmakla tedavi edilmesi, delillerle,
belgelerle bertaraf edilmesi mümkün olmayan bir karşı koyuştur. Bu bakmayı
ve düşünmeyi istememektir. Çünkü adam delile bakmadan yalanlamakta, ısrar
edeceğini ilân etmektedir. Böylece delilin, belgenin yolunu kesmektedir! Bu
psikolojik bir rahatsızlıktır. Zorbalar hak kendilerine galip gelince,
apaçık karşılarına konunca, delil kendilerini etkisiz hale getirince. Bunun
yanında ihtirasları, menfaatleri, mülkleri ve saltanatları... Bütünü ile
karşı tarafta yer alınca, hakkın, belgenin ve delilin yanında yer almayınca
bu hastalığa yakalanır!
İşte tam bu sırada büyük kuvvet güçlü yöntemleriyle
olaya el koyar: "Biz de onlara, ayrı ayrı birer mucize olarak su baskını,
çekirge sürüsü, zararlı böcek salgını, kurbağalar ve kan gönderdik."
Uyarmak ve sınamak için... ayrı ayrı birer mucize
olarak... anlamı açık, uygun adımlarla ilerleyen, biri diğerinin arkasından
uygun adımlarla gelen, sonrakisi öncekisini destekleyen, doğrulayan
mucizeler...
Burada Kur'an'ın akışı herbiri ayrı ayrı ve teker
teker kendilerine gönderilen bu farkla mucizeleri hep birlikte vermektedir.
Onlar başlarına bu musibetlerden biri geldikçe, baskıya uğradıkça Hz.
Musa'ya koşuyorlar. Kendilerini kurtarması için Rabbine dua etmesini taleb
ediyorlar. Kendilerini bu musibetten kurtardığında İsrailoğulları'nı
kendisiyle birlikte salıvereceklerine söz veriyorlar. Başlarından bu musibet
yani karşı koyamadıkları ceza kaldırılınca:
"Azab başlarına çökünce: 'Ey Musa, sana verdiği
peygamberlik payesine dayanarak bizim için Rabbine dua et. Eğer bu azabı
başımızdan savarsan andolsun ki, sana inanacak ve İsrailoğulları'nı seninle
birlikte göndereceğiz dediler."
Fakat her defasında sözlerine bağlı kalmıyorlar,
sonra tekrar tekrar azabın kaldırıldığı dönemin öncesine dönüyorlar.
Allah'ın kendileri için belirlediği zaman gelinceye kadar Allah'ın takdirine
bağlı olarak bu şekilde yaşıyorlar:
"Fakat o azabı günün birinde dolduracakları belirli
bir sürenin sonuna kadar başlarından savar-savmaz hemen sözlerinden
dönüverdiler."
Kur'an'ın akışı mucizelerin hepsini birarada
veriyor, Sanki hepsi birden başlarına musallat edilmiş gibi sanki onlar
sadece bir kere verdikleri sözü bozmuşlar gibi. Çünkü bütün deneyimlerin
hepsi aynı olmuştur. Hepsinin sonucu da bir olmuştur. Bu yöntem Kur'an-ı
Kerim'in kıssaları sunuşunda kullandığı bir metoddur. Bu metoda göre, Kur'an
birbirine benzer girişleri birleştirir, aynı şekilde birbirine benzer
sonuçları da birarada verir... Böyle yapar, çünkü kapalı ve paslanmış bir
kalp değişik deneyimleri sanki bir masalmış gibi algılar, onlardan hiçbir
şekilde yararlanmaz ve onlardan hiçbir ibret almaz...
Fakat bu mucizelerin hepsi nasıl meydana gelmiştir?
Bu konuda Kur'an'ın ayetlerinden başka bir kaynak yok elimizde. Aynı şekilde
Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- gelen sağlıklı hadislerde de
bu konuda hiçbir açıklamaya rastlayamadık, Biz Fî Zılâl-il Kur'an'da
izlediğimiz metoda bağlı olarak bu tür konularda Kur'an-ı Kerim'in
ayetlerinin sınırlarında duruyoruz. Zira bu tür konularda Kitap ve Sahih
sünnet dışında bize doğru bilgi verecek bir kaynak yoktur. Bu metodu
izlememizin nedeni israiliyata (yahudi kültürü) ve aslı olmayan görüşlere ve
rivayetlere dalmamaktır. Ne yazık ki, bu yahudi kültürü bütün klasik
tefsirlerin hepsine girmiştir. Öyle ki, hiçbir tefsir bu kültürden yakasını
kurtaramamıştır. İmam İbn-i Cerir Taberi'nin tefsiri, büyük değer taşımasına
rağmen, aynı şekilde İbn-i Kesir'in tefsiri de üstün değerine rağmen bu
tehlikeli eğilimden kurtulamamışlardır.
Bu ayetlerin tefsiri konusunda gerek İbn-i
Abbas'tan, gerek Said b. Cübeyr'den, gerek Katade'den, gerekse İbn-i
İshak'tan birçok rivayetler aktarılmıştır. Ebu Ca'fer Taberi, tarihinde ve
tefsirinde bunlara yer vermiştir. İşte onlardan birisi:
"İbn-i Humeyd, Ya'kup Kumi, Ca'fer b. Muğire, Said
b. Cübeyr kanalıyla gelen bir rivayette deniyor ki: Hz. Musa, Firavun'a
geldiğinde ona: "İsrailoğulları'nı benimle birlikte serbest bırak" dedi.
Firavun bu teklifini reddetti, Yüce Allah onlara tufanı yani yağmuru
gönderdi: "Rabbine dua et de üzerimizden şu yağmuru kaldırsın. Biz de sana
iman edelim. Ve İsrailoğulları'nı seninle birlikte serbest bırakalım"
dediler. Musa Rabbine dua etti. Fakat onlar inanmadılar. İsrailoğulları'nı
da onunla birlikte salmadılar. Bunun üzerine o sene İsrailoğulları'nda daha
önceki senelerde hiç rastlanmayan bir bereket oldu. Ekin(eri meyveleri ve
meraları son derece verimli oldu. Bunun üzerine onlar: "İşte bizim arzu
ettiğimiz buydu" dediler. Yüce Allah bu sefer onların üzerine çekirge
sürülerini gönderdi. Onları, ekinlerinin üzerine saldı. Çekirgenin izlerini
ekinlerde görünce bunun hiçbir ekini bırakmayacağını anladılar. Musa'ya
gidip; "Ey Musa Rabbine dua et, bu çekirge sürülerini ortadan kaldırsın. Biz
de sana iman eder, İsrailoğulları'nı seninle birlikte serbest bırakırız"...
dediler. Musa Rabbine dua etti ve Allah çekirge sürüsü belâsını başlarından
savdı. Onlar ise, ne iman ettiler ne de İsrailoğulları'nı onunla birlikte
serbest bıraktılar. Ekinlerini topladılar ve evlerde stok ettiler. "Artık
ekinlerimizi garantiye aldık!" dediler.
Bu sefer de Allah üzerlerine zararlı böcek salgını
yolladı. Bu tahılların kendilerinden üreyen güvelerdi. Öyle ki, onlardan
biri, on carib (tulum) buğdayı değirmene götürür ancak üç kafiz (bin kafiz
yaklaşık 19 kg'dır) un geri getirirdi. (Cerib ve Kafiz tahıl ölçüleridir.
Bir cerib, dört kafize denktir.) Yine Musa'ya geldiler ve "Ey Musa Rabbine
dua et bu güve salgınını kaldırsın o zaman iman edecek ve İsrailoğulları'nı
seninle birlikte serbest bırakacağız!" dediler. Musa Rabbine dua etti. Allah
da bu musibeti kaldırdı. Fakat yine de İsrailoğulları'nı onunla birlikte
serbest bırakmadılar. Bir ara o Firavun'un yanında otururken bir kurbağa
sesi duymaya başladı. Firavun'a, "Sen ve kavmin bundan ne anlıyorsunuz?"
dedi. "Mühim bir şey değildir herhalde" karşılığını verdi. Akşam oluncaya
kadar kurbağalar o kadar çoğaldı ki, oturan adamın çenesine kadar yükselmeye
başladılar. Adam konuşmaya başlayınca, kurbağalar onun ağzına sıçramaya
başladılar. Musa'ya dediler ki, "Rabbine dua et de bu kurbağalar belâsından
bizi kurtarsın. Biz de sana iman edelim ve İsrailoğulları'nı seninle
birlikte serbest bırakalım." Allah onları bu belâdan kurtardı. Fakat onlar
iman etmediler. Allah da onlara kan gönderdi. Nehirlerden, kuyulardan
aldıkları suları, kaplarında sakladıkları suları içmek istediklerinde onun
taptaze bir kan olduğunu görürlerdi. Önce Firavun'a koştular. Şikayetlerini
ilettiler. Kan başımıza bir belâ olarak indi. İçecek su bulamıyoruz"
dediler. Firavun "Musa sizi büyülemiş!" dedi. Nasıl bizi büyülemiş olabilir?
Kaplarımıza doldurduğumuz suların ağzını açtığımızda onların taptaze kana
dönüştüklerini görüyoruz' dediler. Bu sefer Musa'ya gittiler. "Ey Musa,
Rabbine dua et de bu kan musibetini başımızdan kaldırsın. Biz de sana iman
edelim ve İsrailoğulları'nı seninle birlikte serbest bırakalım!" dediler.
Hz. Musa Rabbine dua etti ve Allah bu musibeti üzerlerinden kaldırdı. Fakat
onlar yine de iman etmediler ve İsrailoğulları'nı O'nunla birlikte serbest
bırakmadılar."
Allah bu olayların hangisinin nasıl meydana
geldiğini daha iyi bilmektedir. Bu mucizelerin gerçekleşmesindeki farklılık
onların tabiatını (yapısını, etkisini) değiştirmez. Yüce Allah bu mucizeleri
belli bir zaman diliminde, belli bir toplumu sınamak amacıyla kendi yüce
takdirine bağlı olarak göndermiştir. Kendi mesajını yalanlayanları, belki
dönüş yaparlar diye sıkıntılarla, zorluklarla uyarmak istemiştir.
Firavun'un milleti putperest olmalarına, cahiliye
dinine bağlı olmalarına, Allah'ın dininden sapmaları nedeniyle Firavun'un
boyunduruğu altına düşmelerine itaat ettirilmelerine rağmen gelip Hz.
Musa'ya -selâm üzerine olsun- sığınıyor. Kendisine yönelik Allah'ın vaadine
dayanarak Rabbine dua etmesini ve bu belayı başlarından savmasını rica
ediyorlar... Fakat bundan sonra egemen olan güçler ve otoriteler döneklik
yapıyor ve imana yönelmiyorlar... Çünkü bu güç ve otoritelerin dayanağı
Firavun'un insanlara ilahlığına dayanıyor. Allah'ın insanlara ilâhlık
yapmasından ürküyorlar. Çünkü Allah'ın insanlara ilâhlık yapması Allah'ın
hakimiyetine değil de Firavun'un hakimiyetine dayanan devlet düzeninin
yıkılması demekti... Modern cahili sisteme gelince yüce Allah onların
ekinlerine belâlar, afetler gönderir, fakat onlar asla Allah'a dönmek
istemezler! Ekin sahipleri olan çiftçiler yüce Allah'ın bu afetlerdeki yüce
elini algıladıklarında (hissettiklerinde) Allah'a yönelip bu belayı
başlarından savmasını dilediklerinde yalancı "bilimsellik" taraftarları
onlara derler ki, "Bu yöneliş `gaybiliğin' saçma yaklaşımlarından biridir."
Sonra onları bu yönelişlerinden dolayı yadırgar ve onlarla alay ederler!
Onları putperestlik kâfirliğinden daha katı ve çirkin bir kâfirliğe geri
çevirmeye çalışırlar! Halbuki çiftçilerin hissettikleri bu duygular tehlike
ve zor anlarında kâfir ruhlarda bile ortaya çıkan doğuştan gelen fıtri
bilinçtir!
Sonra bu gelişmelerin Allah'ın yasalarına göre
gerçekleşen, Allah'ın kendi mesajını yalan sayanları, önce sıkıntılar ve
bolluklarla denedikten sonra cezalandırmasını açıklayan sonuç geliyor ve
olay gerçekleşiyor. Yüce Allah, Firavun'u ve kurmaylarını eninde sonunda
varıp dayanacakları belli zamana kadar erteledikten ve onlara bir süre
tanıdıktan sonra cezalandırıyor. Sabreden ezilenlere (mustazaflara) verdiği
sözü gerçekleşiyor. Azgınların ve zorbaların dönemi kapandıktan sonra onlar
sahneye çıkıyor:
"Sonunda onlardan öç aldık, ayetlerimizi
yalanladıkları, onları umursamadıkları için kendilerini denizde boğduk. O
güne kadar horlanan, ezilen toplumu (yahudileri) bereketlerle donattığımız
toprakların doğusuna ve batısına mirasçı kıldık. İsrailoğulları'nın
sabırlarına karşılık, Rabbinin onlara verdiği güzel söz gerçekleşti.
Firavun'un ve soydaşlarının ortaya koydukları eserleri ve yükselttikleri
yapıları yakıp yok ettik."
Kur'an'ın anlatım üslubu, burada boğulma olayını
kısa geçiyor. Diğer surelerde değişik yerlerde geçtiği gibi, bu esnada
meydana gelen olayların detayına inmiyor. Çünkü burada hava gergindir. Uzun
süre mühlet verdikten sonra kesin bir şekilde cezalandırma atmosferine
benzemektedir. Dolayısıyla detaylara inmeye gerek yoktur. Zira burada ani ve
kesin bir yakalayış insanın ruhu üzerinde daha etkili ve duygularını daha
fazla harekete geçirici olur:
"Sonunda onlardan öç aldık, kendilerini denizde
boğduk.
Bir tek darbe indirilmiştir. Bir de bakmışsın ki
onlar yok oluvermişlerdir. Üstünlük taslamalarının, büyüklenmelerinin ve
kendilerini güçlü görmelerinin tam uygun bir cezası olarak derinliklere,
çukurlara gömülmüşlerdir!
"Ayetlerimizi yalanladıkları, onları umursamadıkları
için."
Ayeti kerime ayetleri yalanlama ve onlardan gafil
olma ile bu takdir edilen son arasında bir bağ kuruyor. Olayların rastgele
meydana gelmediğini gafillerin sandıkları gibi dolu dizgin gelip-geçmediğini
belirtiyor!
Bu gergin havada Kur'an'ın anlatım tarzı hemen bir
aşama daha ileri gidiyor. Bu aşama ezilmişlerin (mustazaf) halife tayin
edilmeleri aşamasıdır. Yani İsrailoğulları'nın halifeliği Mısır'da
gerçekleşmedi. Firavun ve ailesinin memleketinde kurulmadı. Onların
halifeliği ancak Filistin'de gerçekleşti. Firavun'un boğulmasından, onlarca
sene sonra Hz. Musa'nın vefatından, başka bir surede belirtildiği gibi, kırk
yıl çölde dolaştıktan sonra gerçekleşmişti. Çünkü bu dönemde onların adaleti
gerçekleştirmeye en yakın oldukları dönemdi. Bu sırada daha yoldan
sapmadıkları için zillet ve tartaklanma süreci de başlamamıştı. Ne var ki,
Kur'an'nı üslubu zamanı ve olayları katlamakta ve hemen halifelik dönemini
sunmaya geçmektedir. Böylece sahnenin karşılıklı olan iki aşaması arasında
bir uyum sağlamaktadır: "O güne kadar horlanan, ezilen toplumu (yahudileri)
bereketlerle donattığımız toprakların doğusuna ve batısına mirasçı kıldık."
"İsrailoğulları'nın sabırlarına karşılık, Rabbinin
onlara verdiği güzel söz gerçekleşti. Firavun'un ve soydaşlarının ortaya
koydukları eserleri ve yükselttikleri yapıları yıkıp yok ettik." (Yani inşa
ettikleri binaları. Burada onların ektikleri bahçelerde kastedilmiş
olabilir. Bu kavram genellikle üzüm ağaçlarını asmayar şeklinde dikmek için
kullanılır.)
Biz insanlar geçici (fani) ve zamanla sınırlı
olduklarımız için "önce" ve "sonra" kavramlarını kullanıyoruz. Zira biz
olayların zamanını belirlerken, olayın bizimle temasa geçiş vaktini ve bizim
olayı algılayış zamanımızı esas alıyoruz. Onun için yeryüzünde ezilmiş
olanların halife tayin edilmesi, boğulma olayından daha sonra meydana
gelmiştir, diyoruz. Bu bizim insan olarak algılamamızdır. Özgür varlık ve
özgür bilgi sahibi Allah'a göre ise ne "önce" vardır ne de "sonra." Bütün
aşamalar aynı şekilde O'nun önündedir. Apaçıktır, hiçbir zaman ve hiçbir yer
ona gölge düşüremez... En güzel anlatım şekli Allah'ındır... Size ilimden
ancak çok az bir şey verilmiştir.
Böylece hem yok oluş ve ölüm sahnesi, hem de halife
tayini ve uygarlık sahnesi kapanıyor. Bir de bakıyoruz ki, zorba ve diktatör
Firavun ve milleti boğuluyor. Bir de bakıyorsun ki, onların hayat için
işlediği sanatlar, direklere ve sütunlara dayalı olarak inşa ettikleri,
muhteşem mimari eserler, yetiştirmiş oldukları asmalar ve meyveler... Evet
bunların hepsi birden, bir göz açıp kapatıncaya veya birkaç kısa söz
söyleyinceye kadar yerle bir ediliyor!
Bu, yüce Allah'ın Mekke'de şirkten ve müşrikler
tarafından dışlanan mümin azınlık için verdiği bir misaldir. Ayrıca Firavun
ve baskısından zulüm gören müslüman topluluklara bir ufuk açmaktadır.
Firavun döneminde yeryüzünde ezilen insanların karşılaştıkları baskıyı dile
getiriyor. Sabrettiklerinden Allah'ın, yeryüzünün bereketlerle donatılan
topraklarının doğusunu ve batısını kendilerinin hizmetine verdiğini ve
böylece bu sefer nasıl hareket edeceklerini sınadığını gözler önüne
sermektedir!
KÂFİRLERLE SAVAŞ
Şimdi ele alacağımız ders, Musa peygamberin
kıssasından, başka bir kesit sunuyor. Hz. Musa'nın kendi kavmi olan
İsrailoğulları ile beraberliğini yansıtıyor. Yüce Allah'ın onları
düşmanlarından kurtarıp Firavun ve ileri gelen taraftarlarını boğduktan,
onların yaptıklarını ve kurduklarını yokettikten sonra,
Musa'nın onlarla beraber geçen hayatını
aydınlatıyor. Şimdi artık Hz. Musa, Firavun'un ve onun ileri gelen
kabinesinin zorbalığına karşı koymuyor. Zalimlerle savaş sona ermiştir
artık. Fakat şimdi O daha şiddetli, daha acımasız ve daha uzun vadeli bir
savaşla karşı karşıyadır. O, şimdi "insanın nefsi" ile mücadele ediyor.
Cahiliyenin insanın bu nefsi üzerinde bıraktığı kalıntılarla mücadele
ediyor. İsrailoğulları'nın karakterini bozan onu bir taraftan kaypaklık, bir
taraftan katılıkla, bir taraftan korkaklıkla, bir taraftan da görevleri
yüklenme konusundaki zaaf ile dolduran tüm bu duygulara karşı ürkek bir
tavır göstermeye iten zilletin tortuları ile uğraşıyor. Uzun bir süre
zillete mahkûm olmak ve zulme boyun eğmek, baskı ve korku altında yaşamak,
tehlikelerden ve işkencelerden kurtulmak için gizlenmek ve kaypak bir tavır
takınmak, sürekli bir endişe ve her an beklenen bir felâket kaygısıyla
karanlıklarda hareket etmek kadar, insanın karakterini bozan şey yoktur
İsrailoğulları uzun bir süre bu azabın içinde
yaşadılar. Baskı içinde ve Firavun'un putperest düzeni altında hayatlarını
sürdürdüler. O'na bu hayatı yaşarken, Firavun onların erkek çocuklarını
öldürüyor, kız çocuklarını sağ bırakıyordu. Bu barbarca ve çirkince baskı
dönemi sona erdiğinde onlar birden zillet, horlanmışlık ve dışlanmışlık
hayatından kurtulamadılar.
Bu nedenle nefisleri bozuldu, karakterleri değişti,
fıtratları kaypaklaştı, düşünceleri yozlaştı, yürekleri bir taraftan korku
ve zillet ile, diğer taraftan kin ve katılıkla dolup taştı. Uzun zaman baskı
ve zulme uğrayan insanın nefsinde bu iki yönlü tahribat her zaman
karşılaşılabilecek bir insanî olgudur.
Hz. Ömer -Allah ondan razı olsun- Allah'ın nuruyla
bakıyordu. Bu nedenle insan nefsinin kompleksini ve karakterini bütün
gerçekleriyle görebiliyordu. Vilayetlere tayin ettiği valilerine insanlar
hakkında şu tavsiyelerde bulunuyordu: "Onları dövmeyiniz, yoksa onları
zillete düşürürsünüz." Çünkü Hz. Ömer insanları dövmenin, onları zillete
düşüreceğini biliyordu. Gönlünde yerleşen islâm ise, islâm hükümetinde ve
Allah'ın egemenliği altında insanların zillete düşürülmesini istemiyordu.
Allah'ın egemenliğinde insanlar onurlu idiler. Zaten onurlu olmaları da
gerekiyordu. İdareciler onları döverek zillete düşürmemeliydi. Çünkü
insanlar, idarecilerin köleleri değillerdi. Onlar ancak Allah'ın kullarıydı.
Allah'ın dışındaki varlıklara karşı onurlu idiler.
Firavun'un diktasında İsrailoğulları baskıya uğramış
ve sonunda zillete düşürülmüşlerdi. Hatta en rahat zamanlarda bile
İsrailoğulları'nın uğradığı zulümlerin en basiti, dayak yemekti. Aynı
şekilde Mısırlılar da zulme uğramış, onlar da zillete düşmüş ve Firavun
onları sindirmişti. Mısırlılar Firavun'un dikta rejimi dönemlerinde baskı
altında tutulmuş, Roma despotluğu dönemlerinde de dikta ile idare
edilmişlerdi. Onları bu zilletten ancak islâm kurtarabilmiştir. İslâm onlara
özgürlük getirmiş, onları kullara kulluktan kurtararak, yalnız insanların
Rabbına kul etmiştir. Mısır'ın fatihi ve valisi olan Amr b. As'ın oğlu,
Mısırlılar'dan bir Kıptı'nın oğlunu dövdüğünde, belki de halâ Roma
despotluğunun kırbaçlarının izlerini sırtında taşıyan Kıpti, oğlunun
Mısır'ın fatihi ve mülk amirinin oğlundan bir tek kamçı yemesine öfkelenmiş
devesinin sırtında bir aylık bir yolculuğa çıkarak, müslüman halife Ömer b.
Hattab'a oğlunun haksız yere yediği bir tek kamçıyı şikayet etmeye
gitmiştir! Halbuki aynı adam birkaç sene önce Roma devrinde senelerce bu
kamçılar altında ezilmiş ve bunlara katlanmıştır. İşte bu islâmi dirilişin,
Mısırlı Kıptiler'in vicdanlarında ve her yerdeki vicdanlarda, hatta islâmı
kabul etmemiş bulunan insanların vicdanlarında dahi meydana getirdiği
diriliş mucizesiydi. İşte bu diriliş mucizesi insanların ruhlarını binlerce
seneden beri akıp gelen zilletin tortularından kurtarmıştır. İslâmın
ruhlarına bahşettiği onur ile kendilerini silkelemiştir. Hiç kuşkusuz
islâmdan başkası insanlara böyle bir ruh veremezdi.
Kıssanın bu halkasında, Musa peygamberin
İsrailoğulları'nı Mısır'dan çıkarıp denizi geçtikten sonra,
İsrailoğulları'nın Firavun'un diktası nedeniyle ruhlarına işleyen zilletin
tortularıyla uğraşırken giriştiği vicdanları ıslah çalışmalarına ışık
tutulmaktadır. Biz Kur'an'ın bu kıssaları sayesinde bu vicdanların
özgürlüğe, zilletin bütün kalıntılarıyla reaksiyon gösterdiğini, cahiliyenin
tüm tortularıyla peygamberliğe karşı direndiğini, uzun zamandan beri
kendisinde yer eden cahillikleri, yıkılmışlıkları, kaypaklıkları ve
sapkınlıklarıyla Hz. Musa'ya karşı durduklarını göreceğiz.
Hz. Musa'nın bu geniş çaplı çalışmasıyla ne kadar
yorulduğunu, İsrailoğulları'nın uzun süre içinde debelenip durdukları
çirkeften kurtulmayı istemez hale geldiklerini, bu zillet ve çirkefi başka
alternatif bulunmayan normal bir hayat gibi değerlendirmeye başladıklarını
göreceğiz!
Biz Hz. Musa'nın karşılaştığı zorluklar
aracılığıyla, her dava adamının karşılaşacağı zorlukları görebiliyoruz...
Uzun bir süre bir dikta rejiminin baskısı altında, zillet hayatı yaşayan
vicdanlarla karşı karşıya kalan dava adamının... Özellikle eğer bu vicdanlar
dava adamını kendilerini seslendirdiği inanç sistemini tanıyıp, aradan geçen
uzun zaman nedeniyle şekil değiştirmişse, canlılığını ve diriliğini
yitirmiş, ruhsuz bir kalıba dönüşmüşse, dava adamını bu durumda bekleyen
zorluklar daha fazladır!
Bu gibi durumlarda dava adamının gayret ve çabası,
kat kat daha artmalıdır. Bu nedenle aynı şekilde sabrının da kat kat olması
gereklidir. Dava adamı hem kaypaklıklara ve sapıklıklara karşı sabredecek,
hem de karakterlerin vurdumduymazlığına, kof ideallere karşı direnecektir.
Her aşamadan sonra bu vicdanlarda ansızın karşılaşılan dönekliklere ve ilk
patlağı veren, cahiliyeye yönelme arzusuna karşı sabretmesi gerekecektir.
Herhalde İsrailoğulları'nın kıssasına bu kadar
detaylı olarak yer verilmesinin ve olayın yer yer tekrar edilmesinin
hikmetlerinden biri de budur. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu kıssadan
amaç, islâm ümmetine bu deneyimi detaylı olarak göstermektir. Bu kıssada,
her nesilden gelen ve kendisini Allah'ın davasına adamış insanlara, manevi
bir ilham kaynağı bulunduğunu söyleyebiliriz.
SAPIK KARAKTERLİ
İNSANLAR
138-
İsrailoğulları'nı denizden karşıya geçirdik. Yolda putlarına tapan bir
topluma rastladılar, bunun üzerine "Ey Musa, bu adamların nasıl ilâhları
varsa bize de öyle ilâhlar yap " dediler. Musa da onlara "Siz gerçekten
cahil bir toplumsunuz. "
139- "Bunların
uydukları sapık din yokolmaya mahkûmdur, işledikleri ameller de geçersizdir.
"
140- Dedi ki; "Allah
sizi bütün varlıklara üstün kılmışken ben size Allah dışında bir ilâh mı
arayayım?"
141- Hani sizi
firavun hanedanından kurtardık. Onlar size ağır eziyetler çektiriyor,
erkeklerinizi öldürüp kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bu olaylar
Rabbinizin size yönelik büyük bir sınavıdır.
Bu kıssanın yedinci sahnesidir. İsrailoğulları'nın
denizi geçtikten sonraki durumunu canlandıran sahnedir. Biz bu sahnede,
sağlıklı bir çizgi izlemeye karşı gelmiş sapık bir milletin karakteri ile
yüzyüze geliyoruz. Onların bu karakteri, eskiye dayalı tarihlerinden
kaynaklanıp gelmektedir. Bu sırada onların, Firavun ve onun destekçileri
tarafından putperest cahiliyenin baskısı altında uğradıkları zilletin
üzerinden uzun zaman geçmemişti. Peygamberleri ve liderleri Musa'nın,
alemlerin Rabbi olan tek Allah adına, onları kurtarmasının üzerinden de çok
zaman geçmiş değildi. Yüce Allah onların düşmanlarını yok etmiş, önlerinde
denizi ikiye ayırmış ve onları karşı karşıya bulundukları korkunç ve
barbarca azaptan kurtarmıştı. Onlar henüz yeni Mısır'ın putperestliğinden
kurtulmuşlardı. Fakat şimdi onlar daha denizi geçer geçmez putperest bir
topluluğa rastlıyorlar, kendi putlarına yönelen ve putperest ibadetlerinde
kendinden geçen bu topluluk onları etkiliyor ve alemlerin Rabbi tarafından
elçi olarak görevlendirilenden kendileri için yeniden ibadet edecekleri bir
yurt yapmasını istiyorlar:
-İsrailoğulları'nı denizden karşıya geçirdik. Yolda
putlarına tapan bir topluma rastladılar, bunun üzerine "Ey Musa, bu
adamların nasıl ilâhları varsa bize de öyle ilâhlar yap" dediler. Musa da
onlara "Siz gerçekten cahil bir toplumsunuz."
Bu bedenlere sirayet eden mikroplar gibi, ruhlara da
sirayet eden bulaşıcı bir hastalıktır. Yalnız bu mikropların ruhlara sirayet
etmesi için orada mikrobu almaya müsait bir zemin, hazır bir ortam ve
yetenek olmalıdır. Kur'an-ı Kerim'in de detaylarına varıncaya kadar
gerçekçi, doğru ve güvenilir bir şekilde çeşitli vesilelerle ortaya koyduğu
gibi İsrailoğulları'nın karakteri kararsız, azimsiz, zayıf ruhlu bir
karakterdir. Hidayete erer ermez hemen sapıklığa düşen, henüz yükselmeye
başlamışken birden alçalıveren, doğru yola girer girmez hemen dönüş yapan,
gerisin geriye dönen karakterdir. Bunun yanında yüreklerinde bir katılık,
hakka karşı bir duyarsızlık, duygu ve bilinç alanında kabalık yer
almaktadır. Şimdi onlar halâ kendi karakterlerini değiştirmemişlerdir. Kendi
putlarına tapınan bir kavimle karşılaşır-karşılaşmaz, peygamberlerinin
kendilerine tevhit ile gönderildiğini ve yirmi seneyi aşkın direktiflerini
unutuyorlar. Hatta kendilerini Firavun ve tayfasından kurtaran, düşmanların
hepsini yokeden mucizenin gerçekleştiği anı da hatırlamıyorlar. Bazı
rivayetlere göre, Hz. Musa, Firavun'a ve onunla birlikte olanlara mesajını
iletip İsrailoğulları'nı Mısır'dan çıkarıp, denizden geçirinceye kadar
yirmiüç sene geçmişti. Firavun ve etrafındakiler putperest kimselerdi. Bu
putperestliğin adına, onları kendilerine boyun eğdirmişlerdi. Nitekim
Firavun'un kavminden ileri gelenler O'nu Musa ve Musa ile birlikte olanlara
karşı: "Ey Musa, bu adamların nasıl ilâhları varsa, bize de öyle ilâhlar
yap." cümlesiyle kışkırtıyorlardı. İsrailoğulları bunların hepsini unutuyor
ve peygamberlerine, alemlerin Rabbi tarafından gönderilen elçilerinden
bizzat kendi elleriyle birtakım ilâhlar yapmasını istiyorlar. Eğer onlar
kendi elleriyle birtakım ilâhlar edinmiş olsalardı, bu durum, alemlerin
Rabbi tarafından görevlendirilen bir peygamberden kendilerine ilâhlar
yapmasını istemelerinden daha mantıklı olurdu. Ne var ki onlar
İsrailoğulları'ydı!..
Bu teklif karşısında Hz. Musa, alemlerin Rabbi
tarafından görevlendirilen bir peygambere yakışır biçimde, alemlerin Rabbi
adına öfkeleniyor. Yüce olan Rabbi için kızıyor. Kavminin O'na, başka bir
ilâh ortak koşmasını reddediyor. Bu tuhaf isteğe uygun düşen sözlerini
yüzlerine haykırıyor:
"Siz gerçekten cahil bir toplumsunuz."
Hz. Musa neyi bilmediklerini söylemiyor. Böylece
kelimenin tam anlamıyla cahil olduklarını ifade etmek istiyor. Bilgi
eksikliğinden kaynaklanan cahillik ve cehalet bilginin zıddıdır. Ahmaklıktan
kaynaklanan cehalet ise, aklın zıddıdır. Bu tür sözler, en geniş
boyutlarıyla ancak cahillikten ve aptallıktan kaynaklanabilir. Ayrıca Hz.
Musa, tevhitten sapıp şirke dalmanın ancak bilgisizlik ve ahmaklıktan
gelebileceğine, bilgiyi ve aklı kullanmak, imanı tek bir Allah'a
götüreceğine hiçbir ilmin ve hiçbir aklın insanı bu yoldan başka yollara
sürüklemeyeceğine dikkat çekmek istiyor. İlim ve akıl bu evreni yasalarıyla
inceler.
Evrenin yasaları ise, yaratıcı ve düzene koyucu bir
zatın varlığına, bu yaratıcı ve idare edici zatın tek olduğuna tanıklık
ederler. Evrenin bu yasalarında her şeyin bir düzene göre yaratıldığı ve
güzelce idare edildiği apaçık bir gerçek olarak göze çarpmaktadır. Yine bu
yasalarda, bu yasaların araştırma ve değerlendirme ile tesbit edilen
etkilerinde, birlik damgası açıkça gözlenebilmektedir. Sağlıklı bir metod
ile ortaya konan bu inceleme ve değerlendirmelerden bütünüyle habersiz
kalmak veya bunlarda yüz çevirmek, ancak aptalların ve cahillerin işi
olabilir. Bu aptal ve cahil kimselerin çoğunlukla iddia ettiği gibi,
"bilimsellik" iddiasında bulunmaları bu hükmü değiştirmez.
Hz. Musa kavminin istediği şeyin çirkin taraflarını
ortaya koymaya devam ediyor. Taklit etmek istedikleri putlara tapan
topluluğun ne kadar kötü bir akıbete uğrayacağını açıklıyor.
"Bunların uydukları sapık din, yokolmaya mahkûmdur,
işledikleri ameller de geçersizdir."
Demek ki bu topluluk, şirk bataklığında çeşitli
ilâhlara yönelmekte ve bu şirke dayalı bir hayat sistemini benimsemektedir.
Pek çok ilâhlar edinmekte ve bu ilâhların gerisinde mabud bekçilerini ve
kâhinleri kabul etmekte, bu korumadan destek alan hükümdarların idaresine
boyun eğmektedir. Tek olan ilâh düşüncesinden sapmanın sonucu olarak düşünce
sisteminde ve hayat tarzında bir dizi bozukluklarla karşı karşıyadırlar.
Bunların hepsi ise geçici ve boş şeylerdir. Sonuçta her çeşit boş şeyi
bekleyen felâketler ve yok olup gitme, onları da beklemektedir.
Sonra Hz. Musa'nın sözlerinde yüce Rabbine karşı
girişilen bu hareketten duyduğu üzüntü ve öfke nağmesi yükseliyor. Hz. Musa
kavminin apaçık gözleri önünde bulunan Allah'ın nimetlerini unutmalarına
hayret ediyor.
-Dedi ki; "Allah sizi bütün varlıklara üstün
kılmışken, ben size Allah dışında bir ilâh mı arayayım?"
İsrailoğulları'nın kendi zamanlarında alemlere üstün
kılınışı, müşrikler arasında tevhidin mesajı için seçilmiş olmalarıyla
ortaya çıkmaktadır. Bunun ötesinde hiçbir fazilet ve üstünlük tasavvur
edilemez. Bu, hiçbir dengi bulunmayan bir fazilet ve üstünlüktür. Bu Cenab-ı
Allah'ın o sırada müşriklerin elinde bulunan kutsal topraklara mirasçı
kılmak için onları seçmiş olmasıdır. Onlar Allah'ın nimeti ve fazileti
içinde yüzdükleri halde, bütün bunlara rağmen nasıl olur da
peygamberlerinden kendileri için Allah'tan başka bir ilâh bulma isteğinde
bulunabilirler. Kur'an-ı Kerim bir anlatım tarzı olarak Allah'ın dostlarının
sözlerini aktarırken, hemen bunlara bitişik olarak Allah'ın sözlerini de
aktarır. Bu metoda bağlı olarak burada, Musa peygamberin sözlerine bitişik
halde, Allah'ın kitabına yer verilmekte ve bu kitaptaki sözler Musa'nın
kavmine yöneltilmektedir.
"Hani sizi Firavun hanedanından kurtardık. Onlar
size ağır eziyetler çektiriyor, erkeklerinizi öldürüp kadınlarınızı sağ
bırakıyorlardı. Bu olaylar Rabbinizin söze yönelik bir sınavıdır.
Kur'ana Kerim'de yüce Allah'ın sözleriyle,
dostlarının sözlerinin bitişik halde verilmesi, hiç kuşkusuz Allah dostları
için bir şeref ve ikramdır.
Burada yüce Allah'ın İsrailoğulları'na bahşettiği
nimet, onların zihinlerinde ve damarlarında henüz hatırası taze olarak
yaşayan bir ihsandır. Aslında tek başına bu nimet bile, onların ibret alıp
şükretmeleri için yeterli idi. İşte bu nedenle yüce Allah, onların
kalplerini bu sınavdaki ibret noktasına yöneltiyor. Azap ile sınanmaya,
kurtuluş ile sınanmaya; sıkıntı ile imtihana, bollukla imtihana dikkat
çekiyor.
Öyleyse bunların hiçbirisi plansız, programsız,
rastgele bir şey değildi. Hepsi de öğüt almak, ibret almak içindi. Sınama ve
eğitme amacına yönelikti. Eğer bu sınamalar, onların gönüllerini
düzeltmeyecek olursa, şiddetli cezaya çarptırılmadan önce mazeretlerini
geçersiz kılma amacını güdüyordu.
BÜYÜK BULUŞMAYA
HAZIRLIK
142- Musa ile otuz
geceliğine sözleştik, buna on gece daha ekledik, böylece Rabbinin
belirlediği buluşma süresi kırk geceye ulaştı. Musa kardeşi Harun'a dedi ki;
"Soydaşlarım arasında benim yerimi tut, kötülükleri düzelt, bozguncuların
yoluna girme. "
Hz. Musa ile kavmi arasında geçen bu sahne sona
eriyor ve peşinden sekizinci sahne geliyor. Bu sahne, Hz. Musa'nın yüce olan
Rabbi ile buluşmaya hazırlandığı sahnedir. Bu dünya hayatında yüce ilahının
huzurundaki büyük buluşmasına hazırlık yaptığı sahnedir. Bu, muazzam buluşma
öncesinde kardeşi Harun'a vasiyetlerde bulunduğu sahnedir.
Hz. Musa'nın gönderilişindeki görevinin birinci
aşaması böylece sona ermiş oluyor. İsrailoğulları'nı zillet, horlama,
cezalandırılma, Firavun ve yandaşlarından gördükleri işkence hayatından
kurtuluş aşaması son buluyor. Onları zillet ve zulmün yurdundan çıkarıp
alabildiğince özgür çöllere, oradan kutsal yurda doğru yola koyma merhalesi
bitiyor. Fakat bu sırada İsrailoğulları, bu yüce göreve; Allah'ın dini için
yeryüzünde hilafet görevini üstlenebilecek bir hazırlığa henüz sahip
değillerdi. Daha önce İsrailoğulları'nın, sırf putlara tapan bir topluluk
görmekle, nasıl şirke ve putperestliğe içlerinde bir eğilim duyduklarını,
Hz. Musa'nın getirdiği tevhid akidesinden nasıl kuşkuya düştüklerini ve bu
tevhidi çizgi üzerinde ancak çok kısa bir süre yürüyebildiklerini görmüştük.
Bu topluluğun eğitilmesi ve yöneldikleri büyük göreve hazırlanmaları için
detaylarına varıncaya kadar her şeyi ortaya koyan bir peygamberlik
müessesesine ihtiyaç vardı. İşte bu detaylı risalet misyonu için yüce Allah,
kendi kullarından biri olan Musa ile buluşmayı vadediyor. Bu buluşma
sırasında direktiflerini ona ulaştıracağını bildiriyordu. Bu sözleşme, Hz.
Musa'nın kendisi için bir hazırlıktı. Hz. Musa, bu günlerde o büyük görevi
üstlenmek için hazırlanacak ve bu görevi üstlenmek için kendisini konsantre
edecekti.
Bu hazırlık dönemi otuz gündü. Sonra buna on gün
daha ilave edildi. Böylece hazırlık devresi kırk güne çıktı. Bu kırk gün
boyunca Hz. Musa, kendisine söz verilen buluşmaya hazırlanıyordu. Bu süre
zarfında göklerin direktiflerinde kendisinden geçmesi için, dünyanın
meşgalelerinden uzaklaşıyordu. Yüce yaratıcının rahmetiyle donanmak, ruhunu
temizlemek, aydınlatmak ve şeffaflaştırmak, kendisini bekleyen görevi
üstlenmek ve kendisine söz verilen risalet misyonunu kaldırabilmek amacı ile
azmini bilmek için insanlardan uzak bir hayat yaşıyordu.
Hz. Musa, kavminden ayrılıp bir kenara çekilmeden,
itilafa girmeden önce, kardeşi Harun'a şu şekilde vasiyet ediyordu.
Musa kardeşi Harun'a dedi ki; "Soydaşlarım arasında
benim yerimi tut, kötülükleri düzelt, bozguncuların yoluna girme."
Hz. Musa, Harun'un kendisi gibi yüce Allah
tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu bildiği halde, bu şekilde ona
nasihat ediyor. Çünkü müslüman, müslümana nasihat eder ve nasihat müslümanın
müslüman üzerindeki hakkı ve görevidir. Hz. Musa kendi kavmi olan
İsrailoğulları'nın karakterini bildiğinden dolayı, bu sorumluluğun
ağırlığını takdir ediyor. Hz. Harun da, bu nasihatı güzel karşılıyor ve
nefsine ağır gelmiyordu. Çünkü nasihat, ancak kötü ruhlu insanlara ağır
gelebilir. Zira nasihat, onların yapmak istedikleri birtakım şeyleri
sınırlandırır. Bir de kendisini büyük göstermeye çalışan basit ruhlu
insanların nefsine, nasihat ağır gelir. Çünkü bunlar, nasihat ile
kendilerinin değer kaybına uğradıklarını zannederler. Asıl küçük odur ki,
kendisine destek olmak amacıyla uzatılan eli, büyük olduğunu ispatlamak
amacıyla geri çevirir!
Bu otuz gün ve buna on günün daha ilave edilmesi
kıssasına gelince; Bu konuda İbn-i Kesir tefsirinde diyor ki: "Yüce Allah,
Musa'ya otuz gün vaadettiğini belirtiyor. Tefsir bilginleri derler ki, Hz.
Musa bu süre boyunca gündüzleri oruç tutmuş ve o günleri bitirmişti.
Belirlenen süre tamamlanınca bir ağacın yaprağıyla dişlerini temizlemişti.
Yüce Allah da bunun üzerine, on gün daha ilave edip, kırka tamamlanmasını
emretmişti.
KARŞILIKLI KONUŞMA
Sonra dokuzuncu sahne geliyor. Bu yüce Allah'ın
peygamberi Musa'ya ayırdığı eşsiz bir sahnedir. Yüce Allah ile kullarından
biri arasında gerçekleşen doğrudan hitap sahnesidir bu. Geçici, sınırlı,
atomun ezeli ve ebedi varlık ile vasıtasız olarak ilişki kurduğu, daha
yeryüzünde iken beşer varlığının ebedi yaratıcı ile karşılaşma ve ondan
direktif alma gücünü kendisinde gördüğü sahnedir. Biz bu olayın nasıl
gerçekleştiğini bilmiyoruz. Biz yüce Allah'ın kulu Musa ile nasıl
konuştuğunu bilmiyoruz. Yine Hz. Musa'nın hangi duygularla, hangi organlarla
ve hangi vasıtalarla Allah'ın sözlerini algıladığını bilemiyoruz. Biz beşer
olarak bu realiteyi, gerçek anlamıyla düşünebilme imkânına sahip değiliz.
Çünkü biz düşüncelerimizde, bize verilen sınırlı kavrayış gücüyle yetinmek
ve sınırlı olan realiteye dayalı deneyimlerle kanaat etmek zorundayız.
Bununla beraber biz, Allah'ın benliğimize yerleştirdiği latif sırlarla bu
parlak ve yüce ufukları gözleyebilir ve bu konuda huzura kavuşabiliriz. İşte
bu gözlem ve huzurun sınırında durur, bu temiz havayı bunlar nasıl aldı?
sorusuyla bozmak istemeyiz. Biz sınırlı ve yakın kavrayış yeteneğimizle, onu
tasavvur etmeye çalışmak isteriz!
143- Musa
belirlediğimiz vakitte gelip de Rabbi O'nunla konuşunca "Ey Rabbim, kendini
göster de seni gözlerimle göreyim " dedi. Allah O'na "Sen beni göremezsin,
ama şu dağa bak, eğer o yerinde kalırsa beni görebileceksin " dedi.
Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti, Musa
da bayılarak yere düştü. Ayılınca "Sen her türlü noksanlıktan uzaksın, tevbe
edip sana yönelelim, ben müminlerin ilkiyim " dedi.
144- Allah dedi ki;
"Ey Musa, mesajlarımla ve aracısız konuşmamla sana diğer insanlar üzerinde
seçkin bir konum bağışladım. Sana verdiklerimi al ve şükredenlerden ol. "
145- Bu levhalarda,
Musa'ya her konuya ilişkin öğüt, her konuda ayrıntılı açıklama yazdık.
"Bunlara sımsıkı sarıl ve soydaşlarına da onlara en güzel biçimde uymalarını
emret. Yoldan çıkmışların yurtlarının ne hale geldiğini yakında size
göstereceğim.
146- Dünyadaki
haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden uzak düşüreceğim. Onlar
görecekleri hiçbir ayete inanmazlar, eğer doğru yolu görseler de o yola
girmezler, fakat sapık yolu görünce hemen ona koyulurlar. Bunun sebebi
onların ayetlerimizi yalanlamaları, umursamamalarıdır.
147- Ayetlerimizi ve
ahiret karşılaşmasını, hesaplaşmasını yalanlayanların tüm amelleri boşa
gitmiştir. Görecekleri ceza işlediklerinin karşılığından başka bir şey mi
olacak ki.
Biz bu eşsiz olayı hayalimizde, ruhlarımızda ve
bünyemizde bütünüyle canlandırmaya muhtacız. Olayı bütünüyle
canlandırabilmeliyiz ki, onu düşünmeye çalışabilelim ve Hz. Musa'nın bu
sıradaki duygularına bir ölçüde biz de vakıf olabilelim:
"Musa belirlediğimiz vakitte gelip de Rabbi O'nunla
konuşunca, `Ey Rabbim, kendini göster de seni gözlerimle göreyim' dedi."
Bu, Hz. Musa'nın yüce Allah'ın sözlerini algıladığı,
ruhen arzu ettiği manzaraya duyduğu aşk ve heyecanın doruk noktaya çıktığı
sırada düştüğü gafletin bir ifadesidir. O, bu atmosferde kendisinin kim
olduğunu unuttuğu gibi, ne olduğunu da unutmuş bulunmaktadır. Bu, yeryüzünde
insanın elde edemeyeceği, güç yetiremeyeceği bir şeyi istemektedir. O,
arzunun zorluklarına, umudun etkilerine, sevginin heyecanına, görmenin
isteğine katlanmadan, "Büyük Görüşmeyi" arzu etmektedir. Nitekim şu kesin
apaçık söz, onu anında uyarır:
"Allah O'na "Sen beni göremezsin..."
Sonra onun yüce ve ulu olan ilahı, ona merhamet
ediyor, kendisini neden göremeyeceğini bildiriyor: Çünkü onun, buna gücü
yetmez.
"Ama şu dağa bak, eğer o yerinde kalırsa beni
görebileceksin" dedi.
Elbette ki dağ daha dayanıklı ve sağlamdır.
Dayanıklılığı ve sağlamlığıyla dağ, elbette ki insanın bünyesinden daha az
bir etkilenme ve karşılık verme yeteneğine sahiptir. Öyleyse bu ne demekti?
"Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti."
Peki bu tecelli nasıl olmuştu? Biz onu anlatamayız
ve onu kavrayamayız da. Biz bu tecelliyi, bizi Allah'a ulaştıran,
ruhlarımızı şeffaflaştırıp aydınlatan ve onu bütünüyle ana kaynağa yönelten,
bize verilen ince duyguyla ancak izleyebiliriz. Soyut sözcüklere geline, bu
konuda onlar bir şeyi aktarma gücüne sahip değildir. İşte bu nedenle biz de
bu tecelliyi sözlerle tasvir etmeye, anlatmaya çalışmıyoruz. Ve ben şahsen
bu konuda, tefsir niteliğini taşıyan bütün rivayetlerin bir tarafa itilmesi
gerektiği kanısındayım. Çünkü bu konuda Hz. Peygamberden herhangi bir
rivayet yoktur. Kur'an-ı Kerim de bu konuda herhangi bir açıklama yapmış
değildir.
"Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti."
Dağın katılıkları eridi yerle bir oldu, düzlük
haline geldi. İşte o anda Musa, durumun dehşetini kavradı ve bu dehşet, onun
zayıf olan beşeri yapısına sirayet etti.
"Musa da bayılarak yere düştü."
Bayılıverdi birden, şuurunu kaybetti.
"Ayılınca."
Kendisine gelince, gücünün sınırlılığını kavrayınca,
bu sorusu ile haddini aştığını anladı.
"Sen her türlü noksanlıktan uzaksın."
Ya Rabbi, sen gözle görülebilecek, duygularla
kavranabilecek bir varlık olmaktan münezzehsin, yücesin, dedi.
"Tevbe edip sana yöneldim..."
Görmeye ilişkin sorum ile haddimi aştığımdan dolayı
sana sığındım, dedi.
"Ben müminlerin ilkiyim" dedi.
Peygamberler sürekli olarak ilâhlarının ululuğuna,
yüceliğine ve kendilerine gönderdiği vahye ilk iman eden kimselerdir.
Onların ilâhlarını bunu açıklamalarında onlara emreder. Nitekim Kur'an-ı
Kerim değişik yerlerde peygamberlerin bu açıklamalarını vermektedir.
Hz. Musa, müjdeyi, peygamber seçilmesi müjdesini
aldığında, Allah'ın rahmetini bir kere daha idrak ediyor. Bu müjde ile
beraber o, kurtuluştan sonra kavmine peygamber olmakla görevlendiriliyor.
Aslında Musa'nın Firavun ve tayfasına bir peygamber olarak
görevlendirilmesinin amacı da, bu kurtuluştan başka bir şey değildi.
-Allah dedi ki; "Ey Musa, mesajlarımla ve aracısız
konuşmamla sana diğer insanlar üzerinde seçkin bir konum bağışladım. Sana
verdiklerimi al ve şükredenlerden ol."
Yüce Allah'ın Hz. Musa'ya söylediği:
"Seni diğer insanlar üzerinde seçkin bir konum
bağışladım" sözünden anlıyoruz ki, Allah'ın Musa'yı üstün kıldığı insanlar,
onun zamanındaki insanlardı. İşte bu işaretin hükmü ile, bu üstün kılmanın
insanların bir nesline üstün kılma olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Hz.
Musa'dan önce de peygamberler vardı, sonra da. Yüce Allah ile konuşan başka
bir peygamber yoktur. Yüce Allah'ın, Musa'ya kendisine verdiğini almasını,
nimetlerine ve peygamber olarak seçilmesine karşılık olarak şükretmesini
emretmesi ise, Allah'ın nimetlerinin nasıl karşılanacağını belirten
direktifler ve yönlendirmeler niteliğindedir. Peygamberler -salât ve selâm
üzerlerine olsun- insanların önderleridir, insanlar onları örnek alırlar.
Allah'ın kendilerine verdiklerini; insanlar, nimetin arttırılması, kalbin
düzelmesi, şımarmadan uzaklaşılması ve Allah ile bir bağın kurulması amacı
ile kabul etmeli ve şükretmelidirler.
Daha sonra ayeti kerimeler bu risaletin içeriğini ve
Musa'ya nasıl verildiğini açıklıyor:
"Bu levhalarda, Musa'ya her konuya ilişkin öğüt, her
konu ayrıntılı açıklama yazdık.
Hz. Musa'ya verilen bu levhalar konusunda değişik
rivayetler ve müfessirler tarafından ileri sürülen farklı görüşler vardır.
Bazıları bu levhaları detaylı biçimde anlatmaktadır. Biz bu tür
açıklamaların, yahudi kaynaklarından tefsirlere aktarılan israiliyat
kaynaklı olduğunu sanıyoruz. Biz bu konuların hiçbirinde, Peygamberimizden
-salât ve selâm üzerine olsun- gelen bir gerçekle karşılaşmıyoruz. Onun için
bu konuda, Kur'an'ın metninde verilen bilgiyle yetiniyor ve sınırları
aşmıyoruz.
Rivayetlerde sözkonusu edilen bu vasıflar,
levhaların değerini ne azaltıyor, ne de arttırıyor. Bunlar nasıl bir şeydi
ve nasıl yazıldı, soruları ise bizi ilgilendirmez. Çünkü bu konuda sağlıklı
bir bilgi bize verilmemiştir. Aslında önemli olan, bu levhalarda risalet ve
risaletin amacı konularıyla ilgili her şeyin var olmasıdır. Uzun bir müddet
Allah'ın dininden uzaklaşmış ve zillet tarafından karakteri değiştirilmiş bu
ümmetin düzeltilmesi için gereken her çeşit açıklama, yasa ve direktif bu
levhalarda bulunuyordu.
"Bunlara sımsıkı sarıl ve soydaşlarına da onlara en
güzel biçimde uymalarını emret."
Hz. Musa'nın bu levhaları sıkıca, kuvvetlice
tutmasını ve kendi kavmine, bu levhalardaki zor yükümlülüklere kendileri
için en iyi ve durumlarını düzeltecek tek çare olmaları nedeniyle
yapışmaları gerektiğini bildiren yüce ilâhi emir risalet ve hilafetle ilgili
yükümlülüklerin sıkıca, ciddiyetle yerine getirilmesi gerektiğini ortaya
koymaktadır. Yüce ilâhi emirlerin bu konudaki üslubu, zorunlu olarak zillet
ve uzun bir süreyi kapsayan kopukluğun bozduğu İsrailoğulları'nın
karakterine karşı nasıl tavır alınacağını gösterdiği gibi, her milletin
kendisine gönderilen inanç sistemini nasıl karşılaması gerektiğini de ortaya
koymaktadır.
Akide konusu yüce Allah'ın katında çok önemli bir
meseledir. Bu evrenin ölçülerine göre de gayet önemlidir. Allah'ın ona
hükmeden kaderidir. Akide konusu, "insan" tarihinde ve onun bu yeryüzünde ve
ahiret yurdundaki hayatında son derece önemlidir. Yüce Allah'ın birliği ve
insanların yalnız Allah'ın ilâhlığına kulluk yapması konusunda akidenin
belirlediği metod, insanın yaşam tarzını bütünüyle değiştiren bir metoddur.
Bu metod, insanın hayatını cahiliyedeki yaşam tarzından apayrı bir şekilde
düzenler. Zira cahiliye sistemi, yüce Allah'ın ilâhlığından başka
ilâhlıkları esas almaktadır. Burada akideden kaynaklanan Allah'ın metodundan
başka bir metod, hayatın tamamına hükmetmektedir.
Hem Allah katında, hem evrenin değerlerinde, hem de
hayatın yapısında ve "insan" tarihinde bu kadar önemli olan bir meseleye
elbette sımsıkı sarılmak gerekecek, insanın içinde onun bir ciddiyeti,
açıklığı ve kesinliği bulunacaktır. Böyle bir meselenin, gayet yumuşak,
kaypak ve müsamaha ile ele alınması doğru olmaz. Sonra bu konu ortaya
koyduğu ağır yükümlülükler bir tarafa, bizzat kendisi önemli bir meseledir.
Karakteri itibarıyla yumuşaklığı, kaypaklığı ve müsamahayı kaldıramaz.
Meseleyi bu tür ciddi olmayan duygularla algılamaya çalışanlara izin vermez.
Doğal olarak biz bu yaklaşımla meselenin zor
kullanarak, baskı yaparak, komplekse kapılarak ve içine kapanarak çözülmesi
gerektiğini söylemek istemiyoruz. Böyle bir uygulama, Allah'ın dininin
karakteri ile bağdaşmaz. Biz burada konunun ciddiyetini, önemini,
kesinliğini ve açıklığını ortaya koymaya çalışıyoruz. Bunlar ise ayrı
vasıflar, başka duygulardır. Bunun zor kullanmakla, baskıyla, komplekse
kapılmakla ve içine kapanmakla hiçbir ilgisi yoktur.
Özellikle İsrailoğulları'nın karakteri, Mısır'daki
uzun süreli kölelik ve zillet hayatı ile bozulduktan sonra, bu tür
direktiflere daha çok muhtaçtı. Onun içindir ki, İsrailoğulları'nın doğru
yoldan sapmış, koflaşmış, yılgınlığa kapılmış ve kaypaklaşmış karakterini
dürüstlük, ciddiyet, açıklık ve özgürlük üzerine eğitmek amacını güden bütün
emirler; kesin bir ifade ile pekiştirilmiş bir tonla gönderilmiştir.
İsrailoğulları gibi uzun süreli olarak zillet ve
kölelik hayatını yaşayan, dikta rejimlerine boyun eğen, zalim idarelere
kölelik yapan ve bunun sonucunda kaypaklık ve düzenbazlığı huy haline
getiren, zorluklarla karşılaşmamak için işin kolayına kaçan her toplumun
karakteri de İsrailoğulları'nın karakteri gibidir. Aynı şey günümüzde
yaşayan birçok insan topluluğu için de geçerlidir. Bu topluluklar akidenin
yükümlülüklerinden kurtulmak için akidenin kendisinden kaçmakta, kalabalığa
uymaktadırlar. Zira kalabalığa uymak, onlara fazla bir yükümlülük
yüklememektedir!
Yüce Allah, bu ilâhi emre sımsıkı sarılmalarının
karşılığı olarak Hz. Musa'ya ve kavmine, Allah'ın dininden sapanların
yurdunu kendilerine miras olarak devretmeyi ve yeryüzünde onları hakım
kılmayı vaadediyor:
"Yoldan çıkmışların yurtlarının ne hale geldiğini
yakında size göstereceğim."
Doğruya en yakın görüş bu ifade ile, o sırada puta
tapıcıların ellerine düşmüş olan kutsal topraklara işaret edildiğidir. Ve
bu, aynı zamanda onların oraya gireceklerine dair bir müjde niteliğindeydi.
Ne var ki, İsrailoğulları, Hz. Musa -selâm ve selâm üzerine olsun- döneminde
eğitim aşamaları tamamlanmadığından ve karakterleri henüz düzelmediğinden,
oraya girmemişler ve bu kutsal yurdun önünde durarak peygamberlerine şöyle
demişlerdi:
"Dediler ki, "Ya Musa, orada zorba bir kavim var.
Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o
zaman oraya gireriz." (Maide: 22)
Ayrıca içlerinde bulunan ve Allah'tan korkan iki
mümin şahsiyetin, onların kutsal yurda girmeleri ve bu göreve atılmaları
konusundaki ısrarları karşısında, tıpkı sahibine çifte atan hayvan gibi
korkakların utanmazlığını sergileyen bir tavırla, Hz. Musa'ya cevap
vermişlerdi:
"Dediler ki; "Ey Musa, onlar orada olduğu sürece,
biz oraya kesinlikle girmeyiz. Git sen Rabbin ile savaş, biz burada
kalıyoruz. (Maide: 24)
Bu ifade İsrailoğulları'nın zayıflamış, parçalanmış,
kaypaklaşmış karakterini gerçekten güzel tasvir etmektedir. Hz. Musa'ya
gönderilen inanç sistemi ve hukuk düzeni işte bu karakterleri tedavi
ediyordu. Bu yüce ilâhi emir, Musa'nın getirdiği akide ve şeriata sımsıkı
sarılmasını öngördüğü gibi, kavmine bu yasaların ağır yükümlülükleri altına
girmelerini söylemeyi de emrediyordu.
Bu sahne ve konuşmanın sonunda yeryüzünde haksız
yere büyüklük taslayanların, yüce Allah'ın ayetlerinden ve direktiflerinden
yüz çevirenlerin sonlarına ilişkin bir açıklama yer alıyor. Sözkonusu
açıklama, bu tip insanların karakterini en ince boyutlarına varıncaya kadar
ortaya koyuyor, insan karakterlerini tiplerini ve ruhsal portrelerini
Kur'an'ın eşsiz tasvir gücünün güzelliği ve üstünlüğü ile gözler önüne
seriyor:
-Dünyada haksız yere büyüklük taslayanları
ayetlerimden uzak düşüreceğim. Onlar görecekleri hiçbir ayete inanmazlar,
eğer doğru yolu görseler de o yola girmezler, fakat sapık yolu görünce hemen
ona koyulurlar. Bunun sebebi, onların ayetlerimizi yalanlamaları,
umursamamalarıdır.
-Ayetlerimizi ve ahiret karşılaşmasını,
hesaplaşmasını yalanlayanların tüm amelleri boşa gitmiştir. Görecekleri
ceza, işlediklerinin karşılığından başka bir şey mi olacak ki?
Yüce Allah, yeryüzünde haksız yere büyüklük
taslayanlar, ne kadar delil gösterilse de inanmayacak olanlar, doğru yolu
gördükleri halde, onu yol edinmeyenler, sapık yolu görür görmez hemen o yola
koyulanlar hakkındaki dileğini açıklıyor... Allah onları kendi ayetlerinden
yüz çevirtecektir. Dolayısı ile onlardan ne yararlanabilecekler, ne de
onları kabul edebileceklerdir. Gözler önüne serili bulunan kâinat
kitabındaki ayetlerini ve peygamberlerine gönderdiği kitaplarındaki
ayetlerini, onlara açmayacaktır. Zira onlar, yüce Allah'ın ayetlerini
yalanlamışlar ve onları bilerek dikkate almamışlardır.
Kur'an'ın sözleri ile tasvir edilen bu insan tipi,
yavaş yavaş zihnimizde canlanmakta ve biz onları çehreleriyle,
hareketleriyle görür gibi olmaktayız!
"Dünyada haksız yere büyüklük taslayanları
ayetlerimden uzak düşüreceğim.
Allah'ın kullarından hiçbiri asla haklı olarak
yeryüzünde büyülük taslayamaz. Çünkü büyüklük yalnız Allah'ın sıfatıdır.
Allah, büyüklükte hiçbir ortak kabul etmez. Ne zaman olursâ olsun,
yeryüzünde bir insanın büyüklük taslaması, haksız yere büyüklük taslamaktan
başka bir şey olamaz! Büyüklük taslamanın en çirkin şekli de yeryüzünde
Allah'ın kullarına karşı ilâhlık hakkını iddia etmektir. Bu hakkı Allah'ın
direktiflerini gözönünde bulundurmaksızın insanlara hukuk belirlemekle
kendinde görmektedir. İşte büyüklük taslamanın her çeşidi, büyüklük
taslamadan kaynaklanmaktadır. Bu, bütün kötülüklerin anasıdır, başlıca
kaynağıdır. Geri kalan boyutları da buradan gelmektedir:
"Onlar görecekleri hiçbir ayete inanmazlar, eğer
doğru yolu görseler de o yola girmezler, fakat sapık yolu görünce hemen ona
koyulurlar."
Bu, doğru yolu gördüğü yerde ondan uzaklaşan,
sapıklık yolunu gördüğünde ise ona entegre olmaya meyleden ve ondan geri
duramayan bir karakter tipidir. İşte ifadenin canlandırmaya çalıştığı ve onu
büyüklük taslayan bir tip olarak damgaladığı çehre de budur. Bu tip, ilâhi
iradenin, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları ve onları bilerek ciddiye
almamaları yüzünden, sonsuza dek bu ayetlerden yararlanma yeteneğini
ellerinden almakla cezalandırdığı bir tiptir!
Bugün de bu nitelikleri, bu çevreleri ve bu
işaretleri taşıyan insanlara rahatlıkla rastlanmaktadır. Bu tip insanlar
doğru yoldan kaçmakla, hiçbir çaba harcamadan, hiç düşünmeden ve hiç
hesabını kitabını yapmadan sapıklık yoluna uymaktadırlar! Bu tip insanlar
doğru yolu görmemek için gözlerini kapamakta ve ondan uzaklaşmaktadırlar.
Sapıklık yoluna içleri açılmakta ve ona uymaktadırlar! Ve bunlar aynı
zamanda Allah'ın ayetlerinden sıyrılmakta, onları görmemekte ve
düşünmemektedirler! Onların duyu organları ayetlerin uyarılarını ve
mesajlarını algılayamaz hale gelmektedir!
Allah'ın yüceliğine bak! Kur'an'ın eşsiz ifade
gücünde, bu tip insanlar çarçabuk canlanmaya başlar. Öyle ki, okuyucunun bu
tasvir karşısında hemen: Evet, evet, ben bu insan tipini tanıyorum... Bu
ayetler falandan söz ediyor! Bu sözlerle tasvir edilip kastedilen odur
mutlaka, diyesi geliyor!
Yüce Allah, bu tip insanları hem dünyada, hem de
ahirette yıkıma sürükleyen böyle alçaltıcı bir ceza vermekle, elbette ki
zulmetmiş olmaz. Tam tersine, Allah'ın ayetlerini yalanlayan ve onları
kasıtlı olarak ciddiye almayan, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayan,
her gördüğü yerde doğru yoldan uzaklaşan, işaret alır almaz sapıklık yoluna
koşan bu tipe en uygun ceza budur. Çünkü o, sırf kendi karakteri yüzünden
cezalandırılmıştır. Kendisinin işlediği yolla felâkete sürüklenmiştir.
"Bunun sebebi onların ayetlerimizi yalanlamaları,
umursamamalarıdır."
-Ayetlerimizi ve ahiret karşılaşmasını,
hesaplaşmasını yalanlayanların tüm amelleri boşa gitmiştir. Görecekleri ceza
işlediklerinin karşılığından başka bir şey mi olacak ki?
Amellerin boşa gidişine ilişkin ayeti kerimenin
metninde geçen "hubut" kavramı, "Habatatin-Nakatu" deyiminden alınmıştır.
Hayvan zehirli bir ot yediğinde, önce karnı şişer, sonra da ölürse, böyle
deniyordu. Bu nitelik àynı zamanda, Allah'ın ayetlerini ve ahiretteki
buluşmayı yalanlayanların işlediği boş hareketin karakteri ile de
bağdaşmaktadır. Böyle saçma bir iş yapan kişi, insanların onu güçlü ve büyük
zannetmesine yolaçacak tarzda şişmekte, kabarmakta, daha sonra zehirli otu
yemiş hayvanın öldüğü gibi ölmektedir!
Ayrıca bu ceza, Allah'ın ayetlerini ve ahiretteki
buluşmayı yalanlayanların amellerini boşa çıkarması ve yok etmesi açısından
da gerçekten doğru olan bir cezadır. Yalnız sözkonusu olan, bu amelleri
nasıl yok etmektedir?
İnanç sistemi açısından bu kesin sonuca aykırı düşen
olaylar, ne olursa olsun, biz Allah'ın azabının varlığına ve buna ilişkin
haberlerin doğru olduğuna inanıyoruz. Nerede olursa olsun bir kişi, Allah'ın
ayetlerini ve ahiret buluşmasını inkâr ettiğinde, bütün yaptıkları boşa
gider, yok olur. Sonuçta helâk olur ve kaybolup gider.
Teorik açından biz, insanın hayatındaki sebepleri
apaçık olarak görüyoruz. İnsanın gözleri önüne serilmiş olan kâinatın
sayfalarına serpiştirilen Allah'ın ayetlerini veya peygamberlik misyonu ile
birlikte gönderilen ayetlerini (mucizelerini) veyahut peygamberlerin
insanlara ulaştırdığı ayetlerini yalan sayanlar ve buna bağlı olarak, ahiret
gününde Allah'la buluşmayı inkâr edenler, evet bu tür fıtratı bozulmuş
yaratıklar, iman ve teslimiyet sahibi olan bu evrenin ve evrende geçerli
olan ilâhi yasaların çizgisinden sapan anormal bir ruhi yapıya sahip
tiplerdir. Onları bu kâinata bağlayan hiçbir bağ yoktur. Bunlar varoluşun
amacı ve hedefine ilişkin sağlıklı bir hareketle tüm bağlarını koparan
kimselerdir. Böyle fıtratı bozulmuş ve evrenle ilişkileri kesilmiş
yaratıkların bütün çabaları boşa giden, zayi olan çabalardır. İsterse
görünüşte bu çabaların başarıya ulaştığı, sonuç. verdiği kabul edilsin,
farketmez. Çünkü bu tür çabalar, bu varlığın bünyesinde köklü ve engin
biçimde yer eden nedenlerden kaynaklanmamaktadır. Bütün bu evrenin kendisine
yöneldiği büyük hedefe yönelmemektedir. Onların durumu ana kaynağı kuruyan
bir pınar gibidir. Er veya geç bir gün, o da kuruyacak ve yok olacaktır.
Bu imanî değerler ile insanlık tarihinin seyri
arasında sağlam bağı görmeyenler, bu değerleri kabul etmeyenlerin sonlarına
ilişkin Allah'ın kaderinden habersiz olanlar, evet işte bunlar, yüce
Allah'ın kendilerine ilişkin dilemesinde açıkladığı kimselerdir. Îşte
Allah'ın ayetlerini göremeyecek ve yasalarını düşünüp değerlendiremeyecekler
onlardır. Allah'ın kaderi onları çepeçevre kuşatmışken, onlar bundan
habersizdirler.
Bu imanî değerlerden habersiz olan birtakım
kimseler, başarıya ulaştığını
ve sonuca vardığını görüp aldananlar, kısa süreli
geçici şeylere aldananlardır. Bunlar zehirli bir bitki yiyen hayvanın
şişmesine aldananlardır. Bunlar o şişmanlığın semizlik, gürbüzlük, sağlık ve
yağ olduğunu sanmaktadırlar. Halbuki bu hayvan, az sonra alabildiğine
şişecek ve yok olup gidecektir!
Tarihte daha önce yaşamış olan milletler bu konuda
canlı örneklerdir. Fakat onlardan ibret almıyorlar. Yüce Allah'ın bir saniye
geri kalmayan sürekli işleyen yasalarını, asla duraklamayan sürekli biçimde
akıp giden Allah'ın kaderini göremiyorlar. Halbuki Allah, onları ta
ötelerinden kuşatmıştır.
Hz. Musa (salât ve selâm üzerine olsun) yüce
Allah'ın huzurunda iken; gözlerinin onu görmekten aciz düştüğünü,ruhu
tarafından algılandığı halde, düşüncelerinin hayrete düştüğü o eşsiz makamda
iken... Musa'nın kavmi kendisinden sonra davadan vazgeçiyor, geriye dönüş
yapıyor. Hayat izi taşımayan, yalnız böğürmesi bulunan bir buzağıya
yöneliyorlar. Allah'ı bırakıp ona tapmaya başlıyorlar!
DÖNEKLER
Kur'an-ı Kerim'in akışı, bizi ansızın dokuzuncu
sahneden onuncu sahneye atıveriyor. Bu, geniş duaları, arzuları, niyazları
ve sözleri ile gayet üstün, apaydınlık yüce bir atmosferden, saplantıları,
hurafeleri, döneklikleri ve kaypaklıkları ile alabildiğine düşük ve alçak
bir atmosfere yapılan korkunç bir geçiştir:
148- Soydaşları,
Musa'nın ardından, ziynet eşyalarından yapılmış, böğürme sesi verebilen bir
buzağı heykelini ilâh edindiler. Oysa görmüyorlar mıydı ki, O onlarla ne
konuşabiliyor ve ne de kendilerine bir yol gösterebiliyor? Onlar bu heykeli
ilâh edinerek, zalimlerden oldular.
149- Fakat başları
ellerinin arasında düştüğünde (yaptıklarına pişman olduklarında), sapıtmış
olduklarını gördüklerinde "Eğer Rabbimiz bize acımaz, bizi bağışlamaz ise,
kesinlikle hüsrana uğrayanlardan, mahvolanlardan oluruz" dediler.
İşte İsrailoğulları'nın karakteri budur. Doğru yolda
bir adım atar atmaz, hemencecik yoldan sapıveren, düşünce ve inanç sistemi
alanında; henüz somut görme alanının dışına taşmayan, düzeltme ve
yönlendirmeye ilişkin direktiflerin boşluğundan yararlanıp gerisin geriye
dönüş yapan bir karakter.
İsrailoğulları daha önce, sırf kendi putları
etrafında toplanıp onlara kulluk yapan puta tapıcı bir topluluk
gördüklerinde,peygamberlerine başvurmuş ve kendilerine onlarınki gibi bir
ilâh yapmasını istemişlerdi! Yalnız peygamberleri onların bu düşüncesine
karşı çıkmış ve bu tekliflerini sert biçimde reddetmişti. Kendi başlarına
kaldıklarında, ceset kavramının da ifade ettiği gibi hayat izi taşımayan
altından ceset halindeki bir buzağıyı gördüklerinde... Evet bu ceset
halindeki buzağıyı gördüklerinde, ona uçarcasına koşmuşlardı. Taha
suresindeki kıssanın detaylarında göreceğimiz gibi bu buzağıyı onlara,
Samira'dan biri olan Samiri yapmış ve onu öküzlerin böğürmesine benzer bir
ses çıkarabilecek bir şekilde kahba dökmüştü. Samiri onlara, "İşte bu sizin
ve Musa'nın kendisiyle sözleştiği, buluşmaya gittiği ilâhtır. Musa onunla
olan randevusunu unutmuştur" dediğinde, putun üzerine üşüştüler. Hz.
Musa'nın kavminin bilmediği son on günün arttırılması da bu işe bir ölçüde
zemin hazırlamış olabilir. Otuz gün geçip de Musa geri dönmeyince, Samiri
onlara, "Musa ilâhına verdiği randevuyu unuttu. Onun ilâhı budur!" dedi.
İsrailoğulları bu sırada, peygamberlerinin daha önce kendilerine yaptığı
nasihatı hatırlamadılar. Halbuki Musa onlara, gözle görülmeyen alemlerin
Rabbi olan Allah'tan başkasına tapmamalarını öğütlemişti. Sonra
kendilerinden birinin yaptığı bu buzağının niteliği ve gerçekliği üzerinde
de düşünmediler! Aslında bu, İsrailoğulları'nın temsil ettiği beşeriyet için
gerçekten aşağılık bir tablodur. Kur'an-ı Kerim bu tabloyu Mekke'de putlara
tapan müşriklere arzederken bile, hayretle karşılıyor!
"Oysa görmüyorlar mıydı ki, o onlarla ne
konuşabiliyor ve ne de kendilerine bir yol gösterebiliyor? Onlar bu heykeli
ilâh edinerek zalimlerden oldular."
İnsanın bizzat elleriyle yaptığı bir yaratığa
tapandan, daha zalim kim olabilir? Halbuki onları da, onların yaptıklarını
da yaratan Allah'tır!
Onların buzağıya taptığı sırada Hz. Harun -salât ve
selâm üzerine olsunda onların arasındaydı, fakat onların bu çirkin sapıklığa
düşmelerine engel olamadı. Yine onların içinde, akıllı bazı kimseler de
vardı. Yalnız bunlar da, ceset halindeki buzağıya doğru atılan sapık
kitlelerin dizginlerine hakim olamadılar. Özellikle buzağının İsrail'in asıl
ilâhı konumundaki altından yapılması da bu işin cazibesini arttırıyordu!
Neticede heyecanlar dindi. Gerçekler gün yüzüne
çıktı. Beyinsizlik ortaya çıktı. Sapıklık aydınlık kazandı, pişmanlık ve
gerçekleri kabul etmenin sırası geldi:
-Fakat başları ellerinin arasında düştüğünde
(yaptıklarına pişman olduklarında), sapıtmış olduklarını gördüklerinde "Eğer
Rabbimiz bize acımaz, bizi bağışlamaz ise kesinlikle hüsrana uğrayanlardan,
mahvolanlardan oluruz" dediler.
Herhangi bir konuda tezgâhlanan oyun sonuç
vermeyince, "elleri böğründe kaldı" denir. İsrailoğulları'nın bu dönüşle,
olup biten ve engelleyemeyecekleri bir konuma düştüklerini anladıklarında,
elleri böğürlerinde kaldı. Ve şöyle söylediler:
"Eğer Rabbimiz bize acımaz, bizi bağışlamaz ise,
kesinlikle hüsrana uğrayanlardan, mahvolanlardan oluruz" dediler.
Bu söz, o zamana kadar onların içinde bozulmamış
bazı duygular, yeteneğin kalıntıları bulunduğunu göstermektedir. Yani
onların kalpleri, onları en iyi bilen Allah'ın belirttiği gibi taş gibi veya
daha sert biçimde katılaşmamıştı! Sapıklık içine yuvarlandıkları kendilerine
açıklandığı zaman, pişman oldular. Yaptıklarının cezasından kurtulmanın tek
çaresi olarak, Allah'ın rahmetinin ve bağışlamasının kendilerine ulaşması
olduğunu anladılar. Bu da, onların fıtratlarında halâ düzelme yeteneği
kalıntısının kaldığını gösteren güzel bir işarettir.
HZ. MUSA'NIN DÖNÜŞÜ
Tüm bunlar olurken Hz. Musa -salât ve selâm üzerine
olsun- yüce Rabbinin huzurunda, O'na niyazda bulunuyor ve O'nunla
konuşuyordu. Kavminin kendisinden sonra neler yaptığını bilmiyordu. Rabbinin
bildirdikleri dışında hiçbir şeyden haberi yoktu... İşte burada onbirinci
sahnenin perdesi açılıyor:
150- Musa kızgın ve
üzgün olarak soydaşlarının yanına dönünce "Benim arkamdan yokluğumda ne kötü
işler yapmışsınız? Yoksa Rabbinizin hükmünü öne almaya mı kalkıştınız?"
dedi, levhaları yere attı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru çekti.
Kardeşi ise, "Ey anamoğlu, soydaşlarım beni saymadılar, horladılar,
neredeyse beni öldüreceklerdi, beni düşmanları güldürecek biçimde hırpalama,
zalimlerle bir tutma" dedi.
151- Musa dedi ki;
"Ey Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetinin kapsamına al, sen
merhametlilerin en merhametlisisin. "
Musa peygamber büyük bir öfke ile kavmine dönmüştü.
Sözlerinde ve hareketlerinde bu öfkenin tepkileri görülüyordu. Kavmine
söylediği şu sözlerinde, bu öfke rahatlıkla gözlemlenebiliyordu:
"Benim arkamdan yokluğumda ne kötü işler
yapmışsınız? Yoksa Rabbinizin hükmünü öne almaya mı kalkıştınız? dedi."
Kardeşi Harun'un saçından tutup çekmesi ve ona karşı
sert davranması da Hz. Musa'nın öfkesini ortaya koyan hareketlerdendir:
"Kardeşinin başını tutup kendine doğru çekti."
Burada Hz. Musa -salât ve selâm üzerine olsun-
kızmakta haklıydı. Çünkü beklenmedik acı bir olayla, köklü bir değişiklikle
karşılaşmıştı.
"Benim arkamdan yokluğumda ne kötü işler
yapmışsınız?
Ben sizden ayrılıp gittiğimde hidayet üzere
bulunuyordunuz. Benden sonra sapıklığa düştünüz. Ben sizden ayrıldığım zaman
Allah'a tapıyordunuz. Benden sonra, sadece bir böğürmesi bulunan ceset
halindeki buzağıya taptınız!
"Yoksa Rabbinizin hükmünü öne almaya mı
kalkıştınız?"
Yani siz Rabbinizin hükmünü ve cezasını acele
istediniz! Şöyle de olabilir: Siz Allah'ın sözünde ve buluşma vaadinde acele
ettiniz!
"Levhaları yere attı ve kardeşinin başını tutup
kendine doğru çekti."
Hz. Musa'nın bu hareketi, sert tepkisinin
ifadesidir. Bu levhalar onun yüce Rabbinin sözlerini taşıyorlardı. Musa
peygamberin öfkesi, aklını başından almadığı müddetçe, onları asla atacak
değildi. Kardeşinin saçından tutup çekmesi de bu sert tepkisinin bir
ifadesiydi. Musa peygamberin kardeşi ise, temiz kalpli iyi bir insan olan
Harun'du.
Tam bu sırada Hz. Harun, öfkesini dindirmek amacıyla
Musa'nın gönlünde kardeşliğin şefkat duygularını harekete geçirmeye ve kendi
konumunun tabiatını ona göstermeye çalışıyor. İsrailoğulları'na öğüt vermede
ve onları doğru yola getirmeye çalışmada kusur etmediğini anlatmaya
çalışıyor:
"Kardeşi ise, "Ey anamoğlu, soydaşlarım beni
saymadılar, horladılar, nerdeyse beni öldüreceklerdi."
İşte burada biz, İsrailoğulları'nın altın buzağıya
ne denli bir coşku ve heyecanla yöneldiklerini kavrayabiliyoruz. Bu öyle bir
coşku ve heyecandır ki, Hz. Harun onların bu dönüş ve düşüşlerine engel
olmak istediğinde, onun canına kıymayı bile göze almışlardı.
"Annemin oğlu"... Bu ince ruhlu çağrı ile ve bu
şefkate dayalı kardeşlik bağı ile ona sesleniyor:
"Soydaşlarım beni saymadılar, horladılar,neredeyse
beni öldüreceklerdi."
Konumunu gerçek biçimde tasvir eden bu açıklama ile,
"Beni düşmanları güldürecek biçimde hırpalama."
Bu ifade, Harun peygamberin yardımcı olan ve destek
veren kardeşlik vicdanını harekete geçirmek için başvurduğu başka bir
yöntemdir. Hz. Harun, Musa'nın kendisiyle matrak geçecek düşmanların yanında
böyle davranmamasını hatırlatıyor!
"Zalimlerle bir tutma."
Beni sapıklığa düşen ve gerçek ilâhlarını reddeden
bir toplulukla bir tutma. Ben onlarla beraber sapıklığa düşmedim. inkâra
kalkışmadım. Ben onlardan uzağım!
İşte bu nezaket ve açıklama karşısında Musa
peygamberin öfkesi yatışıyor. Bu esnada yüce Rabbine yöneliyor. Kendisini ve
kardeşini bağışlaması için Rabbine yalvarıyor. Merhamet sahiplerinin en
merhametlisinden rahmet diliyor:
"Musa dedi ki; "Ey Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla
bizi rahmetinin kapsamına al, sen merhametlilerin en merhametlisisin.'
İşte bu sırada her şeyin dizginini elinde bulunduran
yüce Allah'ın kesin hükmü geliyor! Yüce Allah'ın sözleri, Kur'an'ın ifade
tarzında çoğu zaman tekrar edildiği gibi, yüce Allah'ın kulu Musa'nın
sözlerine bitişik olarak veriliyor:
152- Buzağıyı ilâh
edinenler ise kesinlikle Rabblerinin öfkesine ve dünya hayatında alçaklığa
uğrayacaklardır. Biz Allah hakkında asılsız iddialar ileri sürenleri, işte
böyle cezalandırırız.
153- Çeşitli
kötülükler işledikten sonra, arkasından tevbe edip, iman edenlere gelince,
kuşku yok ki, Rabbi o aşamadan sonra bağışlayıcı ve merhametlidir.
Bu ayeti kerimeler, bir hükmün yanında verilen bir
sözü de ifade ediyorlar. Buzağıya tapanlar Allah'ın gazabına uğrayacak ve
dünya hayatında zillete düşeceklerdir... Bunun yanında sürekli geçerli olan
bir kurala yer veriliyor: Önce kötülük yapıp sonra dönüş yapanları yüce
Allah, rahmeti ile bağışlayacaktır. Öyleyse yüce Allah, buzağıya tapanların
sağlıklı biçimde dönüş yapamayacaklarını, eninde sonunda tevbenin kuralı
dışına çıkacaklarını biliyordu. Zaten öyle de oldu. İsrailoğulları sürekli
olarak hatadan hataya sürüklenmiş, yüce Allah da onları ardarda, defalarca
hoşgörü ile karşılamıştır. Bu tutumlarından vazgeçmeyen İsrailoğulları,
neticede Allah'ın sürekli gazabına ve sonsuz lanetine uğramışlardır:
"Biz Allah hakkında asılsız iddialar ileri
sürenleri, işte böyle cezalandırırız."
Kıyamet gününe kadar bütün iftiracıları böyle
cezalandırırız. Allah'a iftira suçunun işlendiği her zaman, bu ceza da
devreye girecektir. İster bu iftiracılar İsrailoğulları'ndan olsun, isterse
başka topluluklardan olsun, farketmez!
Hiç kuşkusuz, Allah'ın verdiği söz doğrudur.
Buzağıya tapanlar Allah'ın gazabına ve zillete uğradılar. Yüce Allah'ın
onlara ilişkin son cezası, kendilerine kıyamete kadar baskı ve zulüm edecek
birilerini göndermesidir. Eğer tarihin herhangi bir döneminde yahudilerin
yeryüzünde azgınlık yaptıkları, Ümmilere veya Talmut'taki ifadesiyle Cuim'e
nüfuzları ile egemen oldukları, kapital dizginini ellerinde bulundurdukları,
basın yayın (propaganda ve reklam) organlarını ellerine geçirdikleri, tüm
istediklerini yerine getiren hakim sistemleri ve idare mekanizmalarını
kurdukları, Allah'ın bazı kullarını ezdikleri ve onları barbar bir yöntemle
evlerinden, yurtlarından dışarı attıkları, sapık olan devletlerin buna
rağmen onları destekledikleri ve yanlarında yer aldıkları...
Eğer günümüzde yahudilerin daha sayılamayacak birçok
alanda egemenlik kurdukları gözlemleniyorsa, bu realite, yüce Allah'ın
onlara ilişkin bu sözüne ve onların aleyhine yazdığı bu hükmüne aykırı
düşmez. Yahudiler bu sıfatları ve hareketleri ile insanların kalplerinde
intikam duygularını çöreklemektedirler. Onlar kendilerini yokedecek
beşeriyetin kin ve öfkesini stok etmektedirler. Yahudilerin, örneğin
Filistin halkına üstünlük sağlamaları, karşılarında yer alan insanların
artık sağlıklı bir dine sahip bulunmamaları ve müslüman olmamaları ile
açıklanabilir. Filistin'deki halklar darmadağın olmuşlar, ırkçı ulusal
bayraklar peşine düşmüşlerdir. İslâmi olan bir inanç sisteminin bayrağı
altında birleşmiyorlar! İşte onlar bu yüzden hayal kırıklığına uğruyor ve
başarısız oluyorlar. Yine bu yüzden İsrail, onları yenmeye devam ediyor.
Yalnız bu hal böyle sürmeyecek! Bu, biricik silahın, eşsiz sistemin ve tek
olan bayrağın boşluğundan yararlanmasıdır İsrail'in. Filistinliler bu eşsiz
silahla, binsene boyunca hep üstün geldiler. Tekrar onları galibiyete
götürecek yol da budur. Onlar bu olmadan her zaman mağlûb olacaklardır! Bu
yıkım dönemi, yahudiliğin ve hristiyanlığın islâm ümmetinin bünyesine
enjekte ettiği zehirlerin etkisiyle meydana gelen bir sarhoşluk devresidir!
Yahudiler "islâm" olan bu memleketlerde kurdukları siyasal kurumlarla ve
devletlerle bu sarhoşluğu sürdürmeye çalışmaktadır. Fakat bunların hepsi,
asla böyle devam etmeyecektir. Bu sarhoşluk devresinden kurtuluş için, bir
uyanış hareketi başlayacaktır. Bu müslümanlardan sonra gelen müslümanlar,
önceki müslümanların silahının hakkını vereceklerdir... Kimbilir belki de
bir gün bütün insanlık yahudilerin zulmüne karşı bir direnişe geçecektir!
Böylece yüce Allah'ın onları bekleyen cezası da gerçekleşmiş olacak ve
Allah'ın alınlarına yazdığı zillet de gelip kendilerini bulacaktır. Eğer
insanların tamamı uyanmaz-direnmezse, müslümanların takipçileri direnişe
geçeceklerdir... Bu bize göre kesin bir olgudur...
Bu, sahnenin ortasında buzağıya tapanların ve
Allah'a iftira edenlerin sonlarının ne olduğuna ilişkin bir değerlendirme
için kısa bir kesittir. Sonra ayetlerin akışı aynı tonda ilerliyor ve sahne
tamamlanıyor:
154- Musa'nın öfkesi
yatışınca attığı levhaları yerden aldı. Bu levhalarda Rabblerinden korkanlar
için doğru yolu gösteren, rahmet niteliğinde yazılar vardı.
Kur'an-ı Kerim'in ifade tarzı öfkeyi canlı bir
varlık gibi somutlaştırıyor. Bu öfke Musa üzerine çullanan ve onu harekete
iten canlı bir varlık gibi tasvir ediliyor. Bu canlı varlık, ondan "el
çekip" onu kendi haline terkettiğinde, Musa kendine geliyor. Öfkesinin
dürtüsü ve kendisine hakim olması nedeniyle attığı levhaları tekrar
alıyor... Sonra ayeti kerime, bu levhalarda Rabblerinden korkan . ve O'ndan
sakınanlar için bir hidayet ve rahmet bulunduğunu, onların kalplerini doğru
yola ilettiğini, onunla rahmete kavuştuklarını bir kere daha belirtiyor.
Zaten hidayetin kendisi rahmettir. Nuru bulunmayan sapık kalpten daha
bedbahtı yoktur. Hidayete ermeyen ve kesin inanca kavuşmayan başıboş ve
şaşkın ruhtan daha bedbahtı düşünülemez. Allah'ın korkusu ve heybeti
kalpleri hidayete açar, onları gafletten uyarır, kabul etmeye ve doğru yola
hazırlar. İşte bu kalpleri yaratan Allah, bu gerçeği ifade ediyor. Kalpleri,
kalplerin yaratıcısından daha iyi bilen kim olabilir?
ALLAH İLE BULUŞMA
Ayetlerin akışı kıssayı anlatmaya devam ederken bir
de bakıyoruz ki, yepyeni bir sahne ile karşı karşıyayız. Bu, on ikinci
sahnedir. Musa ve onun kavminden seçilmiş yetmiş kişinin Musa'nın Rabbi ile
buluşma sahnesidir.
155- Musa
belirlediğimiz buluşma için soydaşlarından yetmiş kişi seçti. Bunlar bir
sarsıntıya tutulunca Musa dedi ki; "Ey Rabbim, eğer dileseydin onları da
beni de daha önce yokederdin. Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı
bizi yok eder misin? Bu senin bir sınavından başka bir şey değildir. Bu
sınav aracılığı ile dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin.
Sen bizim dostumuz, efendimizsin. O halde bizi bağışla, bize merhamet et,
sen bağışlayıcıların en hayırlısısın. "
156- Bize bu dünyada
da ahirette de iyi olanı yaz. Biz sana yöneldik. " Allah dedi ki, "Azabıma
dilediğimi çarptırırım. Fakat rahmetim her şeyi kapsamına almıştır. Onu
günahlardan sakınanlara, zekâtı verenlere ve ayetlerimize inananlara
yazacağım. "
157- "Onlar adını
ellerindeki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı buldukları şu okuma-yazmasız (ümmi)
Peygamber'e uyarlar. O onlara iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar, temiz
şeyleri helâl eder, murdar şeyleri haram kılar, omuzlarındaki ağır
yükümlülükleri boyunlarındaki zincirleri kaldırır. "
"O'na inananlar, O'nu tutanlar, O'nu destekleyenler,
O'nunla birlikte indirilen nur'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa
erenler onlardır. "
Bu buluşmanın nedenine ilişkin çelişkili rivayetler
vardır. Belki de düştükleri küfür ve hatadan kurtulmaları için
İsrailoğulları'nın tevbe etmeleri ve Allah'tan bağışlanma talebinde
bulunmaları gerektiğini açıklıyorlar. Bakara suresindeki açıklamaya göre,
İsrailoğulları'nın bu küfürden kurtuluş kefareti, onların birbirlerini
öldürmeleri şeklinde gerçekleşti. Buna göre, itaat eden, isyan edeni
öldürecekti. Zaten Allah onları bu işten el çektirinceye kadar birbirlerini
öldürmüşler ve bu kefaretleri kabul de edilmişti. Bu yetmiş kişi,
İsrailoğulları'nın ileri gelenlerinden ve seçkinlerindendi. Veya bunlar,
onları her bakımdan temsil edebilecek seçkin bir topluluktu.
"Musa belirlediğimiz buluşma için soydaşlarından
yetmiş kişi seçti." ayetinin ifade biçimi, bu hayatı seçim yapmada tüm
İsrailoğulları'nın temsilcisi olarak gösteriyor.
Bununla birlikte bu seçkinlerin yaptığı neydi?
Kendilerini bir titreme tutmuş ve bayılmışlardı. Çünkü onlar, başka bir
surede belirtildiği gibi Musa'nın levhalarla getirdiği farzları tasdik etmek
için Allah'ı apaçık görmeyi taleb etmişlerdi. (Sözü edilen titremenin nedeni
burada belirtilmemiştir. Bakara suresinde (55-56) kıssanın ilgili yerinde
şöyle deniyordu: "Hani Ey Musa, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana
kesinlikle iman etmeyiz, dediniz de hemen arkasından bakıp dururken sizi
yıldırım çarptı. Sonra şükredesiniz diye sizi öldükten sonra yeniden
dirilttik." Öyle anlaşılıyor ki, bu iki yerde sözü edilen olay aynıdır. Her
biri israiloğulları'nın Musa ile beraber geçen tarihinde aynı olaylar
değildir.) Bu istek, İsrailoğulları'nın hem iyilerinin hem de kötülerinin
karakterini ortaya koyan bir belgedir. Onların iyileri ve kötüleri bu açıdan
çok farklı değillerdir. İşin daha tuhaf olanı ise, onların tevbe ve
bağışlanmayı dileme makamında iken, böyle bir istekte bulunmalarıdır!
Musa peygambere -salât ve selâm üzerine olsun-
gelince, o Rabbine yöneliyor, O'ndan meded umuyor, rahmet ve mağfiret
diliyor, O'nun kudretini tanıdığını ve boyun eğdiğini açıklıyor:
"Bunlar bir sarsıntıya tutulunca Musa dedi ki, "Ey
Rabbim, eğer dileseydin, onları da beni de daha önce yok ederdin."
Bu baştan sona, sonsuz kudrete kesin teslim oluşun
ifadesidir. Musa peygamber Rabbine niyazda bulunurken, bu kesin
teslimiyetini de O'na takdim ediyor. Öfkesini topluluğun üzerinden
kaldırmasını, şu anda onları denemeden geçirmemesini ve içlerindeki
beyinsizler yüzünden onları helâk etmemesini niyaz ediyor:
"Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi
yok eder misin?"
Burada rica, soru şeklinde ifade ediliyor. Bu da
onların helâk edilmemesi arzusunun şiddetini ortaya koyuyor. Yani şöyle
demek istiyor: Allah'ını içimizdeki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi
helâk etmen senin rahmetine yakışmaz.
"Bu senin bir sınavından başka bir şey değildir. Bu
sınav aracılığı ile dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola
iletirsin."
Böylece Hz. Musa meydana gelen olayın esprisini
kavradığını açıklıyor. Bunun bir sınama ve deneme olduğunu biliyor. O
Rabbinin dilemesinden ve yaptığı işten gafil değildir! Zaten bütün
sınamalarda esas olan budur. Sınamanın karakterini kavrayan ve onu Rabbinin
bir sınaması, bir imtihanı olarak görenleri yüce Allah, bu sınama ile
sağlıklı ve bilinçli bir biçimde hidayete erdirir. Bu gerçeği
kavramayanları, ondan habersiz halde hareket edenleri ve bu sınamadan sapık
olarak çıkanları da yüce Allah sapıklığa iter. İşte Hz. Musa -selâm üzerine
olsun- bu sınavı geçmek için Allah'ın desteğini istemeyi ve bu ilkeyi giriş
olarak dile getiriyor:
"Sen bizim dostumuz, efendimizsin."
Bu sınavı başarı ile geçebilmemiz, senin rahmet ve
bağışlamana ulaşabilmemiz için yardımını ve desteğini eksik etme.
"O halde bizi bağışla, bize merhamet et, sen
bağışlayıcıların en hayırlısısın."
"Bize bu dünyada da ahirette de iyi olanı yaz. Biz
sana yöneldik."
Sana döndük, senin himayene sığındık. Senin
desteğini taleb ediyoruz.
Böylece Musa peygamber -salât ve selâm üzerine
olsun- Allah'a kesin teslimiyeti ve sınanmasının hikmetini dile getirmeye,
rahmet ve bağışlanmayı taleb etmeye giriş yapıyor ve sözlerini her şeyin
Allah'a döneceğini ve O'nun kapısına sığınacağını açıklayarak bağlıyor.
Böylelikle onun bu duası, salih olan kulların cömert olan yüce Rabblerine
karşı takınmaları gereken edebin bir numunesi olmuştur. Duanın nasıl
başlayacağı ve nasıl biteceğine ilişkin edebin de bir örneği niteliğindedir.
Hemen ardından cevap yetişiyor:
"Allah dedi ki; "Azabıma dilediğimi çarptırırım.
Fakat rahmetim her şeyi kapsamına almıştır."
Bu ifade isteyerek yasayı koyan ve onu isteğe bağlı
olarak uygulayan ilâhi iradenin özgürlüğünü ortaya koyuyor. Bununla beraber
ilâhi irade, bu yasaları hak ve adalet ölçülerine göre ve seçim esasına
dayalı biçimde uygulamaya koyuyor. Çünkü adalet, Allah'ın yüce olan
sıfatlarından biridir. Allah'ın iradesiyle ortaya konan hiçbir şeyden uzak
kalmaz.
Çünkü O, böyle dilemiştir. Buna göre azabı hak
edenlere dokunur ve bununla Allah'ın iradesi yürürlüğe girmiş olur.
Rahmetine gelince o her şeyi kuşatmıştır. Allah'ın rahmeti de yine Allah
katında rahmete müstehak görülenlere ulaşır. Ve bununla Allah'ın iradesi
yürürlüğe girmiş olur. Yüce Allah'ın iradesi hiçbir zaman rastgele ve
başıboş olarak seyretmez. Azabı da rahmeti de koyduğu yasalara göre
gerçekleşir. Allah rastgele iş yapmaktan, münezzeh ve yücedir.
Yüce Allah bu ana ilkeyi belirledikten sonra,
peygamberi olan Musa'ya gelecekle ilgili gaybın bir yönünü gösteriyor.
Cenab-ı Allah her şeyi kuşatan rahmetini kendilerine bahşedeceği son
milletin haberini Musa'ya bildiriyor. Hem de Allah'ın rahmetinin, Allah'ın
yarattığı şu koca evrenden daha geniş olduğunu ve insanın bu rahmetin
genişliğini kavrayamayacağını gösteren ifadeler... Bu öyle bir rahmettir ki,
enginliğini Allah'tan başkası idrak edemez!
Onu günahlardan, sakınanlara, zekâtı verenlere ve
ayetlerimize inananlara yazacağım."
"Onlar adını ellerindeki Tevrat'ta ve İncil'de
yazılı buldukları şu okuma yazmasız (ümmi) Peygamber'e uyarlar. O onlara
iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar, temiz şeyleri helâl eder, murdar şeyleri
haram kılar, omuzlarındaki ağır yükümlülükleri, boyunlarındaki zincirleri
kaldırır."
O'na inananlar, O'nu tutanlar, O'nu destekleyenler,
O'nunla birlikte indirilen ışığa (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa
erenler onlardır."
Bu büyük bir haberdir. Peygamberleri olan Hz. Musa
ve Hz. İsa'nın İsrailoğulları'na Hz. Muhammed'in peygamberliğine ilişkin
haberleri daha önceden getirdiklerini gösteren bir belgedir. Bu peygamberin
gönderilişi, sıfatları, ümmetinin özellikleri, peygamberliğinin sistemine
ilişkin kesin haberleri, peygamberleri onlara getirmiştir. Geleceği
bildirilen bu peygamber, "ümmi bir peygamberdi." İyiliği yaygınlaştırmaya,
kötülüğü engellemeye çalışacaktı. Temiz şeyleri helâl kılacak, pis şeyleri
haram sayacaktı. İsrailoğulları'ndan kendisine iman edenlerin omuzlarındaki
ağır yükü ve zincirleri kaldıracaktı. Yüce Allah'ın İsrailoğulları'na
günahları yüzünden yüklediği yükümlülükleri kendisine inandıkları zaman, bu
ümmi peygamber iptal edecekti. Peygamberin izcilerine gelince, bunlar
Rabblerinden korkan, mallarının zekâtını veren ve Allah'ın ayetlerine iman
edenlerdi. Onlar, bu ümmi peygambere iman edenlerin, hürmet edip saygı
gösterenlerin, yardımcı olup destek çıkanların, onunla beraber ona ve yol
gösterici Nur'a tabi olanların kurtuluşa erenlerin ta kendileri olduğunu
daha önceden öğrenmişlerdi.
Peygamberleri Hz. Musa -salât ve selâm üzerine
olsun- aracılığı ile İsrailoğulları'na ulaştırılan bu ön bildirim ile yüce
Allah, dininin geleceğini, bu dinin sancaktarını, bu dine uyanların yolunu
ve rahmetinin nerede olduğunu aydınlatmış oluyordu. Öyle ise, daha önceki
dinlere bağlananların kesin haberlerle kendilerine ulaştırılan bu ön uyarıya
rağmen hiçbir mazeretleri kalmamıştı.
Kendisi kavminin seçkin yetmiş kişisi ile birlikte
Rabbinin huzurunda iken Musa'ya -selâm üzerine olsun- alemlerin Rabbi
tarafından verilen bu kesin haber, aynı zamanda İsrailoğulları'nın bu ümmi
peygamberi ve onun getirdiği dini karşılamada ne büyük bir cinayet
işlediklerini de ortaya koymaktadır. Ayrıca bu haber, müminlerin kurtuluşunu
müjdelemek ile, İsrailoğulları'nın yüklerini hafifletmekte ve
kolaylaştırmaktadır!
Bu bilgiye ve belgeye rağmen işlenen bir suçtur!
Tarih kesin bildiriyor ki; İsrailoğulları, bu
peygambere ve onun getirdiği dine karşı en fazla zarar veren topluluktur.
Öncelikle yahudiler ve bunun hemen ardından Haçlılar. Bunların
peygamberimize, onun dinine ve bu dine bağlı olanlara karşı başlattıkları
savaş, oyunları ve tuzakları ile en iğrenç, en çirkin ve en alçakça bir
savaştır. Ve onlar bu savaşta ısrar etmiş ve onu sürdürmüşlerdir. Halâ da
ısrar ediyor ve onu sürdürüyorlar!
Ehl-i Kitab'ın islâma ve müslümanlara karşı
giriştikleri savaşlarla ilgili olarak yalnız Kur'an-ı Kerim'in
anlattıklarına başvuranlar, onların bu dine karşı nasıl alçakça bir inadla
direndiklerini, ona karşı ne denli geniş çaplı savaşlara giriştiklerini
göreceklerdir. Bakara, Al-i İmran, Nisa ve Maide surelerinde bu savaşlara
ilişkin birtakım açıklamalar yapılmıştı.
Öte yandan, islâmın Medine'de ortaya çıkmasından ve
orada bir devlet kurulmasından günümüze kadarki tarih çizgisine bir göz
atanlar da Ehl-i Kitab'ın bu dine karşı nasıl inatçı bir ısrara ve nasıl onu
yok etmek ihtirasına sahip olduklarını görebileceklerdir!
Siyonizm ve Haçlılar bu asırda tarih boyunca
kullandıkları savaş, oyun ve hile çeşitlerinin kat kat fazlasını
kullandılar. Onlar bu zaman diliminde bile, bu dini kökten yok etmenin
planlarını yapmakta ve onunla girişecekleri son ve kesin savaşın tezgâhını
kurmaktadırlar. Bu savaş için daha önceki asırlarda denedikleri bütün
yöntemleri kullandıkları gibi, bu asırda icad ettiklerini de onlara ilave
edip hepsinden bir bütün elde etmektedirler!
Onlar bu planlarını kurarken, kendilerinin müslüman
olduklarını söyleyen birtakım insanlar, apaçık bir gaflet içinde; ateizm ve
materyalizm akımlarına karşı müslümanlarla diğer din mensuplarının dayanışma
içine girmeleri için müslümanlara çağrıda bulunmaktadırlar! O diğer dinlerin
mensupları kendilerini islâma nisbet edenleri her yerde kesmekte, onlara
karşı bütün çirkinliğiyle Haçlı savaşlarını, İspanya'daki engizisyon
mahkemelerini hatırlatan bir şekilde diğer dinlerin mensuplarıyla devam
ettirmektedirler. Bu diğer dinlerin mensupları Asya ve Afrika'daki
sömürgelerinde bu savaşı ellerindeki imkânlarla bizzat kendileri
sürdürmektedirler. Bağımsızlığına (!) kavuşan ülkelerde ise kendilerinin
kurdurdukları ve destekledikleri uydu devletler aracılığıyla bu savaşlarını
devam ettirmektedirler ki; islâm, yerini lâik birtakım inanç ve görüşlere
terketsin! "Bilimsel" (!) olmak bahanesiyle gaybe inanmaya, insanların tam
bir başıboşluk içinde birbirleriyle ilişkide bulunması için ahlâkı
evrimleştirerek (!) hayvani bir ahlâka dönüştüren, aynı şekilde islâm
fıkhını da "evrimleştiren" ve bu evrimleştirmeyi daha geniş boyutlara
ulaştırma amacıyla Fıkıh için oryantalistlerin çalışmalarına dayalı
kongreler düzenleyen böylece faizi, kadın ve erkeğin tahrik edici
beraberliğini ve diğer islâmi yasakları silip süpürmeye çalışan bir
dinsizleşmedir! ..
Bu Ehl-i Kitab'ın, islâm dinine karşı giriştikleri
barbarca ve amansız savaştır. Halbuki Ehl-i Kitap çok eskiden beri islâm ile
ve O'nun peygamberiyle müjdelenmişlerdi. Ne var ki, onlar bu dini çirkin ve
alçak bir inatla karşılamışlardı!
SON MESAJ
Ayetlerin akış seyri devam ederken, kıssanın yeni
bir sahnesine geçilmeden bir ön bildiri üzerine bir nebze duruluyor. Burada
hitap, bizim peygamberimize (ümmi peygambere) daha önceki vaadinin gereği
olarak mesajını bütün insanlara duyurmayı üstleniyor:
158- De ki; "Ey insanlar, ben
Allah'ın hepinize gönderilmiş elçisiyim. O ki, göklerin ve yerin egemenliği
tekelindedir, O kendisinden başka ilâh yoktur, diriltir ve öldürür. Geliniz
Allah'a ve O'nun o okuma yazması olmayan (ümmi) peygamberine, Allah'a ve
O'nun sözlerine inanan Peygamberine inanınız, O'na uyunuz ki, doğru yolu
bulasınız. "
Bu insanlara iletilen son mesajdır. Doğal olarak da
evrensel bir çağrıdır. Bir ulusa, coğrafi bir bölgeye ve insanların herhangi
bir kısmına mahsus değildir. Bu risaletten önceki tüm peygamberlikler,
yeryüzünün belli bir bölgesine, belli bir zaman diliminde -iki peygamber
arasındaki zaman- belli bir ulusa gönderilmiştir. Böylece beşeriyet, bu
ilâhi mesajların doğrultusunda sınırlı bir gelişme göstermiştir. Arka arkaya
gelen her peygamberlik, beşeriyetin gelişmesine uygun düşecek şekilde
hukukta birtakım değişiklikler ve düzeltmeler yapmıştır. Nihayet son
peygamberlik gönderilmiştir. Bu peygamberliğin ana ilkeleri mükemmeldir,
uygulanmaya müsaittir. Detaylara ilişkin yenilikleri kapsamına alabilecek
yapıdadır. Bütün insanlık için gelmiştir. Çünkü ondan sonra dünyanın
neresinde olursa olsun hiçbir ulusa ve hiçbir kuşağa herhangi bir
peygamberlik mesajı gelecek değildir. Bu peygamberlik bütün insanlarda
hiçbir değişiklik göstermeyen insanın fıtratına uygun biçimde gelmiştir.
İşte bu nedenle sözkonusu peygamberlik fıtratı Allah'ın elinden çıktığı
gibi, tertemiz kalan ve Allah'ın direktifleri dışında hiçbir şeyden
etkilenmeyen ümmi peygambere verilmiştir. Peygamberin bu temiz fıtratı
yeryüzünün direktifleri ve insanların düşünceleriyle lekelenmemiştir ki,
fıtratın mesajını tüm insanların fıtratına sunabilsin: "De ki "Ey insanlar,
ben Allah'ın hepinize gönderilmiş elçisiyim."
Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun-
kendi mesajını tüm insanlara yöneltmesini isteyen bu ayet, Mekke'de
indirilen bir surede yer alan bir ayettir. Bu ayet Ehl-i Kitab'ın
yalancılarını hedef almaktadır. Ehl-i Kitab'ın bu yalancı kesimine göre Hz.
Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- Mekke'de iken peygamberliğinin
Mekkeliler'in dışındakilere varıncaya kadar genişleyeceğini aklından bile
geçirmiyordu. Ehl-i Kitap, şartların Hz. Peygamber'e hazırladığı
başarılarından sonra mesajının Kureyş'i aşacağını, tüm Araplar'ı ve Ehl-i
Kitab'ı kapsayacağını bütün Arap Yarımadası'nı kuşattıktan sonra onun dışına
taşacağını düşünmeye başlamıştır!.. Evet bu yaklaşım apaçık bir iftiradır ve
Ehl-i Kitab'ın islâma ve müslümanlara karşı giriştikleri ve halâ
sürdürdükleri savaşın bir uzantısından başka bir şey değildir!
Aslında Ehl-i Kitab'ın islâma ve müslümanlara karşı
bütün enerjilerini kullanmaları, islâma ve müslümanlara karşı sürdürülen
savaşın saldırı birliklerini oluşturan "oryantalistlerin" bu tür yalanları
düzmeleri o kadar önemli belâ değildir. Asıl önemli belâ, kendilerine
müslüman adını veren apaçık bir gaflet içindeki pekçok kimsenin dinleri ve
peygamberleri aleyhine onca iftira düzen, sistemleriyle savaş halinde
bulunan ve iftiracılardan üstadlar edinmeleri, bizzat islâm konusunda
onlardan bilgi almaları, islâm dininin tarihi ve gerçekleri konusunda
onların yazdıklarını delil olarak kullanmalarıdır! Ne yazık ki, bu derin
gaflet içindeki insanlar kendilerini, bu çalışmaları ile "Aydın" (!)
sanmaktadırlar.
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kendi
peygamberliğini bütün insanlara açıklamasına ilişkin yükümlülüğünden sonra,
tekrar Kur'an'ın akış seyrine dönüyoruz. Ve geri kalan yükümlülüğünün
insanlara her çeşit eksiklikten münezzeh olan gerçek ilâhlarını tanıtma
yükümlülüğü olduğunu görüyoruz:
"O ki, göklerin ve yerin egemenliği tekelindedir,
kendisinden başka ilâh yoktur, diriltir ve öldürür."
Bizim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
bu evrenin tümüne hakim olan Allah tarafından bütün insanlara
gönderilmiştir. Zaten insanlar da bu evrenin bir parçasıdırlar. Yüce Allah
tek başına uluhiyet sıfatına sahiptir. İnsanların tamamı O'nun kullarıdır.
Yüce Allah'ın kudreti ve ilâhlığı, öldüren ve dirilten olmasıyla ortaya
çıkmaktadır.
Yüce Allah bütün varlıklara egemendir. Yalnız başına
tüm yaratıkların ilâhıdır. Tüm insanların hayatına ve ölümüne sahiptir.
İnsanların dinine bağlanmaları gereken tek varlık Allah'tır. Zaten Allah'ın
dininin, O'nun peygamberi insanlara ulaştırmaktadır. Öyleyse peygamberin
insanlara bildirileri onlara gerçek ilâhlarını tanıtmaktır. İşte insanların
Allah'a kulluk yapmaları ve peygamberine itaat etmeleri bu ana bilgiye
dayanacaktır:
"Geliniz Allah'a ve O'nun o okuma-yazmasız (ümmi)
peygamberine, Allah'a ve O'nun sözlerine inanan Peygamberine inanınız, O'na
uyunuz ki, doğru yolu bulasınız."
Bu değerlendirmede yer alan son çağrı, üzerinde
biraz durulması gereken önemli birkaç uyarıya yer vermektedir:
1- Bu emir her şeyden önce, Allah'a ve peygamberine
iman etmeye yer veriyor. Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed'in
O'nun peygamberi olduğuna tanıklık etmenin anlamı da budur. Sadece her iki
ifadenin kalıpları değişiktir. Bu öz olmadan, ne imandan, ne de islâmdan
sözedilebilir. Burada, Allah'a imandan önce yüce Allah'ın sıfatları ayette
belirtilmiştir. Buna göre O: -"Ola ki, göklerin ve yerin egemenliği
tekelindedir, kendisinden başka ilâh yoktur, diriltir ve öldürür"-'dur.
Demek ki, burada kendisine iman edilmesi istenen Allah, bu gerçek sıfatlara
sahip olan Allah'tır. Ayrıca bütün insanlara gönderilen peygamberin mesajı
da daha önce açıklanmıştır.
2- İkinci olarak, bu ümmi Peygamberin -salât ve
selâm üzerine olsun- Allah'a ve O'nun sözlerine inandığına yer vermektedir.
Bu apaçık bir realite olmasına rağmen, bu noktaya dikkat çekilmesinin
kendine göre bir yeri ve önemi vardır. Zira davet yapılmadan önce,
davetçinin davet ettiği mesajın gerçek olduğuna inanması, çağrısının kendi
içinde netleşmiş olması ve ona kesin kanaat getirmesi gerekmektedir. Bu
nedenle tüm insanlara gönderilen peygamberin vasıfları: "Allah'a ve O'nun
sözlerine iman eden" biri şeklinde belirlenmektedir. İşte Peygamberin
insanları çağırdığı mesaj da bundan başka bir şey değildir.
3- Son olârak Peygamberin benimsemeye çağırdığı
imanın gereklerine dikkat çekmektedir. Buna göre imanın gereği, peygamberin
emrettiği ve hüküm olarak belirlediği şeylere bağlılık göstermektir.
Peygamberin izlediği yolu ve yaptığı işleri sahiplenmek ve O'nu izlemektir.
Yüce Allah'ın şu sözü bunu ortaya koymaktadır:
"Ona uyunuz ki, doğru yolu bulasınız" Öyleyse,
insanların hidayete kavuşmalarının tek yolu, Peygamberin -salât ve selâm
üzerine olsun- kendilerini çağırdığı yola bizzat girmeleri ve bu yolda O'na
uymalarıdır. İmanın hemen ardından pratik bağlılığın adı olan islâm
gelmediği müddetçe, yalnız kalp ile O'na iman etmek yetmez.
Gerçekten bu din, yeri geldikçe kendi karakterini ve
gerçekliğini apaçık olarak ortaya koymaktadır. islâm, vicdanlarda hapsedilen
kuru bir inançtan ibaret değildir. Aynı şekilde islâm, zaman zaman getirilen
sembolik ibadetler ve ayinlerle de sınırlandırılamaz. İslâm, Peygamberimizin
-salât ve selâm üzerine olsun- yüce Rabbinden açıkladığı bildirimlere,
yasalara ve izlediği yola tam anlamı ile bağlılık göstermektedir. Peygamber,
insan:arın yalnız Allah'a ve Peygamberine iman etmelerini istememiştir. Aynı
şekilde onların sırf ibadete ilişkin sembolik ayinlere yönelmelerini de
söylememiştir. Peygamberin yaptığı, sözleri ve eylemleri ile Allah'ın
yasasını insanlara bildirmektir. Peygamberin insanlara bildirdiği ilâhi
yasaların tümüne bağlanmadan, hidayete kavuşmak mümkün değildir. İşte
Allah'ın dini budur. Ve bu dinin "O'na uyunuz ki, doğru yolu bulasınız"
ayetinde belirtilen şeklinden başka bir şekli yoktur. Allah'a ve
Peygamberine iman emrinden sonra bu bağlılık gelir. Şayet bu din, sırf inanç
sistemiyle bitmiş olsaydı, "Allah'a ve Peygamberine inanın" emri yeterli
olurdu!
Sonra kıssanın seyri, İsrailoğulları'nın seçkin
yetmiş kişisini saran titremeden itibaren devam ediyor. Burada kıssa Hz.
Musa'nın dualarından ve niyazlarından sonra onların ne olduğuna değinmiyor.
Yalnız biz kıssanın başka surelerde geçen varyantlarından, yüce Allah'ın
onları bu bayağılıktan sonra kendilerine getirdiği ve onların iman etmiş
olarak İsrailoğulları arasına döndüklerini anlıyoruz.
Kıssanın akış seyri, yeni bir bölüme geçmeden önce
Musa peygamberin kavmine ilişkin bir gerçeğe yer veriyor. Buna göre onların
hepsi sapıklığa düşmüş değildi!
SEÇKİN YAHUDİLER
159- Musa'nın
soydaşlarından insanları hakka ileten ve hakka uygun, adil hükümler veren
bir grup vardı.
Hz. Musa döneminde onlar böyle idiler. Musa'dan
sonra da aynı şekilde doğru yolu izleyen ve adalet ile hükmeden bir kesim
vardır. Bu kesimden olan bir grup, ellerinde bulunan Tevrat'tan
Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun gönderileceğini öğrendikleri
için, son olarak gönderilen ümmi peygamberin mesajını kabul ve teslimiyet
ile karşılamıştır. Bu iman edenlerin başında değerli sahabi Abdullah b.
Selam (Allah ondan razı olsun) gelmektedir. Abdullah b. Selam çağdışı
bulunan yahudilerle mücadele ediyor, ellerindeki Tevrat'ın ümmi peygambere
ilişkin haberlerini ve islâmın yasaları tarafından doğrulanan Tevrat'ın
yasalarını delil olarak kendilerine takdim ediyordu.
Bu gerçeği de belirttikten sonra, İsrailoğulları'nın
seçkin adamlarını saran sarsıntı olayından itibaren, kıssanın geri kalan
olaylarına geçiyor:
160- Biz
İsrailoğulları'nı oymaklar halinde oniki gruba ayırdık. Soydaşları Musa'dan
su isteyince, kendisine "Değneğinle şu taşa vur" diye vahyettik. Bunun
üzerine o taştan oniki tane pınar fışkırdı, her grubun hangi pınardan su
içeceği belirlenmişti.
Ayrıca üzerlerine buluttan gölgelik çektik,
kendilerine kudret helvası ve bıldırcın eti gönderdik; "Size bağışladığımız
helâl yiyeceklerden istediğinizi yiyiniz"dedik. Onlar emirlerimizi
çiğnemekle bize değil, kendilerine zulmediyorlardı.
Küfre düşmüş ve buzağıya tapmış olan İsrailoğulları,
Allah'ın kendilerine gösterdiği şekilde günahlarının kefaretini ödedikten ve
tevbe ettikten sonra, Allah'ın rahmeti Musa'yı ve kavmini tekrar kuşatmış ve
tevbelerini kabul etmişti. Önce seçkin olan grup Allah'ı apaçık görmek
istemiş, bunun üzerine kendilerini sarsıntı yakalamış sonra yüce Allah, Hz.
Musa'nın duasını kabul etmiş ve onlar tekrar kendilerine gelmişlerdi. Yüce
Allah'ın bu rahmeti İsrailoğulları'nı büyük topluluklar halinde oniki ümmete
-yani büyük cemaate- ayrılmasında da gözlemlenebilmektedir.
İsrailoğulları'nın her cemaati İsrail'in -yani Yakup peygamberin- bir
torununa dayanıyordu. Bunlar kabile halinde kendi soylarını muhafaza etmiş
oymaklardı.
"Biz İsrailoğulları'nı oymaklar halinde oniki gruba
ayırdık."
Her bir cemaate su içecekleri pınarın belirlenip
gösterilmesi, birbirlerinin haklarına tecavüz etmemeleri içindi ve bu
Allah'ın rahmetinin eseriydi. "Soydaşları Musa'dan su isteyince, kendisine
"Değneğinle şu taşa vur" diye vahyettik. Bunun üzerine o taştan oniki tane
pınar fışkırdı, her grubun hangi pınardan su içeceği belirlenmişti."
Çölün yakıcı güneşinden korunmaları için bulutların
onlara gölge yapması, kır ballarının bir çeşidi olan Menni'yi eti ve yağı
bol bıldırcın kuşu olan Selva'yı göndermesi, içeceklerini garanti altına
aldıktan sonra yiyeceklerini kolaylıkla garanti etmesi de Allah'ın
rahmetinin tezahürüdür.
"Ayrıca üzerlerine buluttan gölgelik çektik,
kendilerine kudret helvası ve bıldırcın eti gönderdik."
Tüm bu yiyeceklerin onlara helâl kılınması da
Allah'ın bir rahmetiydi. O zaman henüz günahları yüzünden kendilerine hiçbir
şey haram kılınmış da değildi.
"Size bağışladığımız helal yiyeceklerden
istediğinizi yiyiniz" dedik.
Bu nimetlerin hepsinde Allah'ın rahmeti açıktı. Ne
var ki, İsrailoğulları'nın bu karakteri halâ düzelmiş değildi. Hidayet ve
dürüstlüğe karşı isyankâr bir ruha sahiptiler. Onların böyle bir ruha sahip
oldukları bu ayetin son bölümünden rahatlıkla anlaşılmaktadır: Hz. Musa'nın,
asasını kayaya vurmasıyla pınarların fışkırmasını, yakıcı çölde bulutların
onlara gölge yapmasını, Menn ve Selva'dan oluşan seçkin yemeklerin
kendilerine verilmesini ayeti kerime, onlara, bunlar gibi bütün nimetleri ve
olağanüstü olayları hatırlattıktan sonra şu ifadelerle sona eriyor:
"Onlar emirlerimizi çiğnemekle bize değil,
kendilerine zulmediyorlardı.
Ayetlerin akış seyri ilerde, onların Allah'ın
emirlerine karşı gelmek ve O'nun yolunda kaypaklık yapmakla nasıl
kendilerine zulmettiklerine örnekler verecektir. Onlar bu kaypaklıkları ve
Allah'ın emirlerine karşı gelişleri ile yüce Allah'a zulmetmiş olamazlardı.
Çünkü yüce Allah onlara ve bütün cihana muhtaç değildir. Onların ve bütün
varlıkların Allah'a isyan üzere birleşmeleri, Allah'ın mülkünden hiçbir şeyi
eksiltmez. Aynı şekilde onların ve bütün varlıkların Allah'a bağlılık
üzerinde birleşmeleri, Allah'ın mülkünde hiçbir şeyi arttırmaz. Onlar günah
ve döneklikle hem bu dünyada, hem de ahiret gününde yalnız kendilerine zarar
veriyor, kendilerine yazık ediyorlardı.
YAHUDİ KAYPAKLIĞI
Şimdi İsrailoğulları'nın yüce Allah'ın bu rahmetini
nasıl karşıladıklarına ve bu uzun yol boyunca kaypak adımlarla nasıl yol
aldıklarına bakalım."
161- Hani onlara
denmişti ki; "Şu kasabada oturunuz, orada ne isterseniz yiyiniz, kasabanın
kapısından girerken, başlarınızı eğerek `Bağışla bizi' deyiniz ki,
günahlarınızı affedelim ve iyilik edenlerin mükâfatını arttıralım. "
162- Fakat
yahudilerin zalimleri o sözü kendilerine söylenmeyen başka bir sözle
değiştirdiler. Biz de zalimliklerinden ötürü o zalimlere gökten ağır bir
azap indirdik.
Yüce Allah, buzağıya taptıktan sonrada onları
bağışlamıştı. Dağdaki titremeden sonra da. Onlara bu nimetlerin hepsini
bahşetmişti. Sonra işte onları, kendi karakterleri yolun istikametinden
saptırıyor! İşte onlar, emre karşı geliyor ve sözü değiştiriyorlar! İşte
onlar, belli bir kasabaya -yani büyük bir şehire girmekle emredildikleri ve
o kasabanın bütün nimetleri kendilerine helâl kılındığı halde, bu şehire
girerken okumaları gereken duayı ve oraya kapıdan girerken eğilerek
girmeleri, zafer ve üstünlük anında yüce Allah'ın huzurunda eğilmenin bir
ifadesi olarak oranın kapısından içeri girerken secdeye kapanmaları
istendiğinde, onlardan bir grup kendilerine bildirilen duanın şeklini ve
şehre girmeleri sırasında emredildikleri tavrı değiştiriyorlar. Niçin?
Gönüllerini doğru yoldan saptıran, saptırıcı arzulara uydukları için
Kur'an-ı Kerim, İsrailoğulları'ndan girmeleri istenen bu şehrin adını
vermez. Zira bu şehrin adı kıssaya ayrı bir anlam katmayacaktır.
İsrailoğulları'nın şehre girme anında emredildiği tutumu Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- Mekke'nin fethi sırasında bizzat sergilemiş,
bineğinin sırtında bayı yere eğerek şehre girmiştir. Yüce Allah,
İsrailoğulları'nın emre itaat etmelerine karşılık onların günahlarını
bağışlamaya ve iyilik edenlerin iyiliklerini arttırmaya söz vermiştir:
"Fakat yahudilerin zalimleri o sözü kendilerine
söylenmeyen başka bir sözle değiştirdiler.
İşte bu sırada yüce Allah, onların üzerine gökten
azabı gönderiyor. Bir süre önce kendisinden Menn ve Selva'nın gönderildiği
ve orada bulutların İsrailoğulları'na gölge yaptığı gökten!..
"Biz de zalimliklerinden ötürü o zalimlere gökten
ağır bir azap indirdik."
İşte böylece İsrailoğulları'ndan bir kesimin
zulümleri -yani küfürleri- kendilerine zulüm etmeye dönüşmüştü. Zira onların
bu zulümleri, Allah'ın azabını başlarına getirmişti.
Kur'an-ı Kerim bu sefer de kendilerine gönderilen
azabın türünü açıklamıyor. Zira kıssanın hedefi, bu azabın türünü
belirtmeden de gerçekleşiyor. Bu kıssadan amaç, Allah'ın emirlerine karşı
gelmenin sonunu açıklamak, uyarı fonksiyonunu yerine getirmek ve karşı
çıkanların asla kurtulamayacakları adil cezanın kesin olduğunu ortaya
koymaktadır.
İsrailoğulları bir kere daha karşı çıkıyorlar ve
günah işliyorlar. Fakat onlar bu defa ilâhi emre açıkça karşı koymuyorlar.
Birtakım düzenbazlıklarla hükümlerini metinlere el atıyor ve onlardan
sıyrılmak istiyorlar! Sınavdan geçiriliyorlar. Fakat ona karşı
sabredemiyorlar. Zira imtihanlara karşı sabretmek, arzuların ve isteklerin
üstesinden gelebilecek sağlam bir karaktere sahip olmayı gerektirir:
163- Onlara deniz
kıyısındaki kasabanın halkının yaptığını sor. Hani onlar cumartesi yasağını
çiğniyorlardı. Çünkü cumartesi yasağına uydukları gün onlara akın akın balık
geliyordu, fakat cumartesi yasağını çiğnedikleri gün onlara hiç balık
gelmiyordu. Öteden beri fasık oldukları için, biz onları böylece sınavdan
geçiriyorduk.
164- Hani o
kasabalılardan bir grup "Allah'a yokedeceği ya da ağır bir azaba
çarptıracağı bir topluma ne diye öğüt veriyorsunuz " dedi de öğüt verenler
"Rabbinize karşı haklı bir mazeretimiz olsun ve ola ki kötülükten
sakınırlar" dediler.
165- Onlar
kendilerine yapılan hatırlatmaları unutunca kötülükten sakındıranları
kurtardık ve zalimleri, yoldan çıkmışlıkları yüzünden ağır bir azaba
uğrattık.
166-
Sakındırıldıkları kötülüğü ısrarla ve küstahça işlemeye devam edince
kendilerine "birer aşağılık maymun olunuz " dedik.
167- Hani Rabbin
açıkça bildirdi ki, işkencelerin en ağırını tattıracak zorbaları kıyamet
gününe kadar yahudilerin başlarına musallat edecektir. Hiç kuşkusuz Rabbi
çabuk cezalandırandır ve yine O, hiç kuşkusuz bağışlayıcı ve merhametlidir.
Burada Kur'an-ı Kerim'in anlatım tarzı;
İsrailoğulları'nın geçmişini anlatma yöntemini bırakıyor. Medine'de
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun karşı koyan, yahudi tortularına
yönelen bir' üsluba geçiyor. Surenin buradan 171. ayetine kadar ki bölümü
Medine'de inmiştir ki, orada bulunan yahudilere karşı koysun. Mekke'de
indirilen bu surenin şurasına ilave edilmiştir ki İsrailoğulları'nın
peygamberleri olan Musa ile beraber geçen kıssasını tamamlasın.
Yüce Allah, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine
olsun- yahudilerin kendi atalarının tarihinde bildikleri bu olayı, onlara
sormasını istiyor. Onlar birbirine bağlı nesiller olduklarından yüce Allah,
onları bu tarihleriyle muhatap tutuyor. onların çok eskiden işledikleri
günahlarını hatırlatıyor. Onlardan bir kesimin daha dünyada iken hayvan
şekline büründüklerini, bütün bir millet olarak sonsuz bir zillete ve
Allah'ın gazabına uğradıklarını sözkonusu ediyor... Onlardan yalnız ümmi
peygambere uyanların bu cezanın dışında tutulduğunu, bu kesimin üzerinden
ağır yüklerin ve zincirlerin kaldırıldığını ifade ediyor.
Kur'an-ı Kerim deniz sahilindeki kasabanın adını
vermiyor. Çünkü oranın neresi olduğunu, muhatap olanlar biliyor! Olayın
kendisine gelince bu, kahramanları deniz sahilindeki bir şehirde ikamet eden
İsrailoğulları'ndan bir cemaattir. Daha önceleri İsrailoğulları, ibadet için
tatil günü kabul edecekleri, dünya işleri ile uğraşmayıp, kendilerini
ibadete verecekleri bir istirahat günü belirlemesini istemişlerdi. İstek
üzerine kendilerine cumartesi günü tayin edilmişti... Bundan sonra yüce
Allah onları eğitmek, kışkırtıcı, ayartıcı arzu ve isteklerin baskılarına
karşı iradelerini nasıl güçlendireceklerini, bu aldatıcı arzu ve istekleri
ile verdikleri söz çatıştığında nasıl harekete geçeceklerini hatırlatmak
amacıyla denemiştir. Böyle bir deneme içinde yaşadıkları uzun zillet süreci
boyunca şahsiyetleri ve karakterleri bozulan İsrailoğulları için bir sınama
lâzımdı. Zillet ve kölelikten sonra onur ve sebata hazırlanmaları için her
şeyden önce iradenin özgür olması gerekiyordu. Ayrıca böyle bir sınama,
Allah'ın mesajını yüklenen ve yeryüzünde emanetine ehliyet kazanan herkes
için zorunludur. İradenin denenmesi ve nefsi ayartmanın üstesinden gelinmesi
daha önce Hz. Adem ve Havva'nın geçirildiği ilk sınav olmuştur. Onlar bu
sınavda direnememiş, ölümsüzlük ağacı ve eskimeyen mülk şeklindeki şeytanın
aldatmasına yenik düşmüşlerdi. Sonra bu sınav, yüce Allah'ın yeryüzünde
hilafet görevine izin vermesinden önce bütün cemaatlerin kendisinden
geçirilmesi gereken bir sınav olarak önemini korumaktaydı. Sınama şekli
değişebilir yalnız sınamanın içeriği değişmezdi!
İsrailoğulları'ndan bir grup, bu sefer de Allah'ın
kendilerine zorunlu kıldığı sınava daha önceki sebeplerden; fasıklık ve
sapıklık yüzünden direnemedi. Cumartesi günleri deniz kıyısında balıklar
onların gözleri önünde kaynaşıyorlardı. Rahat tutulabilecek, kolay
avlanabilecek biçimde geziyorlardı. Kendi kendilerine yükledikleri Cumartesi
yasağı yüzünden bu balıkları kaçırıyor ve onlara dokunmuyorlardı! Cumartesi
günü geçtiğinde, normal avlanma günleri geldiğinde ise, balıkları, avlamanın
yasak olduğu gün gibi çok yakın ve apaçık göremiyorlardı!.. İşte bu,
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine hatırlatması
emredilen şeydi. Peygamberin o zaman ne yaptıklarını, ne ile
karşılaştıklarını onlara hatırlatması isteniyordu:
-Onlara deniz kıyısındaki kasabanın halkının
yaptığını sor. Hani onlar Cumartesi yasağını çiğniyorlardı. Çünkü Cumartesi
yasağına uydukları gün, onlara akın akın balık geliyordu, fakat Cumartesi
yasağını çiğnedikleri gün onlara hiç balık gelmiyordu. Öteden beri fasık
oldukları için biz onları böylece sınavdan geçiriyorduk.
Peki bu nasıl gerçekleşti? Balıklar onlarla bu
şekilde yüzyüze geliyor ve onları bu şekilde peşlerinde dolaştırıyor,
onlarla oyun oynuyorlardı?.. Bu, Allah'ın dilediğinde gerçekleşen,
olağanüstü bir olaydır. İşin gerçeğini kavramayanlar, Allah'ın iradesinin
"Tabiat kanunları" adını verdikleri yasaların dışına çıkmasını kabul
etmiyorlar! İslâm düşüncesinde ve realitede mesele hiç de öyle değildir..
Çünkü bu evreni yaratan Allah'tır. Bu evrenin bağımlı kalacağı kanunları
özgür iradesiyle ortaya koyan da O'dur. Fakat Allah'ın iradesi bu yasalara
bağımlı değildir. Allah'ın iradesi, doğa kanunları dışında hiçbir şeye gücü
yetmeyen bir irade değildir. Daha önce özgür olduğu gibi bu kanunlardan
sonra da özgürlüğü devam etmektedir. İşte, bu, bu olguyu bilmeyenlerin
yenilgiye düştüğü bir noktadır... Eğer yüce Allah'ın lâyık olan kullarına
rahmeti ve hikmeti bu kanunların değişmemesini gerektirmişse bu demek
değildir ki, Allah'ın iradesi bu kanunlarla sınırlıdır, onların içine
hapsedilmiştir. Her ne zaman hikmet gereği bu değişmez kanunlara aykırı
işlerden biri gelecekse, özgür olan Allah'ın iradesi, bu işi özgür bir
şekilde gerçekleştirir. Sonra bu değişmez kanunların her seferinde harekete
geçirilişi, bu sefere mahsus Allah'ın özel kaderi ile meydana gelir. Bu
değişmez kanunlar da Allah'ın kaderinin hiçbir etkisi yokmuş gibi otomatik
olarak hareket etmez. Bununla beraber yüce Allah, bir başkasını uygulamaya
koymadığı müddetçe bu evrensel yasalar değişmeden devam eder. İster değişmez
yasaların işleyişinde olsun, ister diğerlerinin işleyişinde olsun meydana
gelen her şey ancak yüce Allah'ın takdiri ile gerçekleşmektedir. Yüce
Allah'ın kaderinde değişmez yasalar ile olağanüstü olaylar birdir.
Bilmeyenlerin sandığı gibi evrenin düzeninde otomatikman işleyen tek bir
olay yoktur. Şimdi onlar son asrın ikinci çeyreğinde bu realiteyi kavramaya
başlamışlardır. (Daha geniş bilgi için En'am suresinin 156. ayetinin
tefsirine bkz.)
Her neyse bu olay gerçekleşmişti.
İsrailoğulları'ndan deniz sahilindeki kasaba halkının başına böyle bir olay
gelmişti. O sırada onlardan bir kesimin arzu ve istekleri bu aldatıcı olay
karşısında harekete geçmiş, azimleri kırılmış, Rabblerine verdikleri söz ve
yaptıkları antlaşmayı unutmuşlar, Cumartesi günü avlanmak için yahudilerin
kendi metodlarına uygun bir biçimde hilelere başvurmaya başlamışlardır!
İnsanın kalbi kaypaklaşıp, takvası azaldığında; sırf hükümleri kalıbına
uydurulmak ve hükümlerden kaçıp anlamlarından kurtulmak istendiğinde hileler
o kadar çoğalır ki, değme gitsin! Bu durumda kanunu, hükümler koruyamadığı
gibi, silâhlı güçler de koruyamaz. Kanunu koruyacak olan, ancak Allah
korkusu ve heybetinin içinde yer ettiği takva dolu kalplerdir. Ancak bu
kalpler kanunu korur ve muhafaza eder. İnsanların hilelerine maruz kalan bir
kanunu korumak mümkün değildir! Bir kanun maddi güçlerle ve polis kuvvetleri
ile korunamaz. Devlet ne kadar diktacı bir rejime dayansa da herkesi kontrol
edecek, kanunları uygulamasını ve korumasını sağlayacak bir bekçi koyamaz.
İnsanların kalplerinde Allah korkusu ve O'nun gizli-açık gözetlemesi olmadan
kanunları korumak imkân dışıdır.
İşte Allah'tan korkan kalplerin bekçiliğine
dayanmayan düzenler ve sistemler, bu yüzden başarısızlığa uğramaktadırlar.
Allah'ın otoritesine yer vermeyen teoriler ve görüşler bu sebepten iflâs
etmektedir. İşte devletin kanunları koruması ve uygulaması için ileri
sürdüğü beşeri mekanizmaların başarısız olmasının nedeni budur. Olayları
yüzeysel olarak izleyen ve kontrol eden emniyet mekanizması bu nedenle aciz
düşmektedir!
Aynen bunun gibi deniz sahilindeki kasabanın
ahalisinden bir kesim, avlanmaları yasak olan Cumartesi gününde avlanmanın
bir yolunu bulmuşlardı. Rivayete göre, onlar bu plânları gereği olarak
Cumartesi günü balıkların önüne setler çekiyor ve onların çıkış noktalarını
kapatıyorlardı. Pazar günü olunca erkenden onları toplamaya gidiyorlardı. Ve
onlar buna rağmen, Cumartesi günü avlanmadıklarını söylüyorlardı. Çünkü
Cumartesi günü balıklar setlerin berisinde kalıyor ve avlanmıyorlardı!
İsrailoğulları'ndan bir kesim de onların böylece
Allah'ı kandırmaya kalkıştıklarını görüyor ve bu oyunlara başvuran isyancı
kesimi uyarmaya çalışıyordu. Onların bu yaptıkları oyunları reddediyorlardı!
Üçünçü grup ise, iyiliği emretmeye ve kötülüğü
önlemeye çalışanlara şöyle diyordu: Allah onları helâk edip cezalandırdıktan
sonra sizin bu uyarılarınızın ne yararı olacaktır? Zaten onlar
vazgeçmeyeceklerdir?
"Hani o kasabalılardan bir grup "Allah'ın yok
edeceği ya da ağır bir azaba çarptıracağı bir topluma ne diye öğüt
veriyorsunuz" dedi."
Onlar Allah'ın haram kıldıklarını çiğnemekle
Allah'ın ağır cezasına çarptırıldıktan sonra, onlara öğüt vermenin hiçbir
yararı yoktur. Bu öğüt onların tavırlarını da değiştirmeyecektir!
Öğüt verenler "Rabbinize karşı haklı bir mazeretimiz
olsun ve ola ki kötülükten sakınırlar" dediler.
Bu bizim yaptığımız Allah'ın yapmamızı istediği bir
görevdir. İyiliği emretmek, kötülüğü engellemek, Allah'ın haram kıldıklarını
işlemekten caydırmak görevi. Biz böylece mazeretimizi Allah'a iletmiş oluruz
ve yüce Allah da görevimizi yaptığımızı açıkça görmüş olur. Ayrıca bu
isyankâr kalplere öğüdün fayda vermesi ve orada takva bilincini harekete
geçirmesi de mümkündür.
Böylece kasaba halkı, üç gruba veya üç ümmete
ayrılıyor. İslâmi terminolojide ümmet, belirli bir inanç sistemine boyun
eğen, belirli bir düşünce sistemine gönül veren ve bir tek komuta
merkezinden idare edilen insan topluluğudur. Yoksa klâsik ya da modern
cahiliye terminolojisinde olduğu gibi, yeryüzünün herhangi bir bölgesinde
yerleşen ve bir devlet tarafından idare edilen insan topluluğu demek
değildir. İslâm böyle bir ümmet anlayışını tanımaz. Böyle bir anlayış ancak
klasik veya modern cahiliyenin bir kavramı olabilir! ( "Ümmet" kavramı,
"Medyen suyunun başına geldiğinde insanlardan bir grubun hayvanlarını
suladığını gördü." (Kasas, 2,3) ayetindeki gibi insanlardan herhangi bir
grup anlamına gelir. Bazan da liderlik ve önderlik anlamına gelir. Nitekim
ayeti kerimede: "İbrahim Allah'a itaat eden, O'nu birleyen bir ümmet (her
iyiliği kendinde toplayan bir önder) idi." (Nahl, 120) Ayet, burada O'nun
tek başına belirli bir grup olduğunu içermektedir. Fakat bu ümmet kavramının
islâmi literatürdeki anlamına etki etmez. islâmi ümmet, belirli inanç
sistemi ve belirli düşüncesi olan insan topluluğu demektir.")
"Ümmet" kavramı, "Medyen suyunun başına geldiğinde
insanlardan bir grubun hayvanlarını suladığını gördü." (Kasas, 2,3)
ayetindeki gibi insanlardan herhangi bir grup anlamına gelir. Bazan da
liderlik ve önderlik anlamına gelir. Nitekim ayeti kerimede: "İbrahim
Allah'a itaat eden, O'nu birleyen bir ümmet (her iyiliği kendinde toplayan
bir önder) idi." (Nahl, 120) Ayet, burada O'nun tek başına belirli bir grup
olduğunu içermektedir. Fakat bu ümmet kavramının islâmi literatürdeki
anlamına etki etmez. İslâmi ümmet, belirli inanç sistemi ve belirli
düşüncesi olan insan topluluğu demektir."
Böylece bu kasabanın halkı, bu dar anlamda üç ümmete
ayrılmış oldu. Bu ümmetlerden biri isyankâr ve düzenbaz bir ümmetti. Bir
ümmet de karşı koyuşu, yönlendirmesi ve öğütleri ile isyankârlığa ve
düzenbazlığa karşı aktif bir tavır takınmıştı. Bir ümmet de kötüleri
kötülüklerle başbaşa bırakmış, pasif bir tavır yolunu seçmiş, kötülüğe karşı
aktif bir eyleme girişmemişti. Bunlar birbirinden ayrı düşünce ve hareket
metotlarıdır. Ve bu düşünce ve hareket ayrılığı onları üç ayrı ümmet haline
getirmiştir.
Ne nasihat, ne öğüt fayda vermeyip şaşkınlar
azgınlıklarını sürdürünce Allah'ın hükmü onlara hak oldu ve sakındırdığı şey
gerçekleşti. Buna bağlı olarak kötülüğü engellemeye çalışan ümmet felâketten
kurtuldu. İsyankâr olan ümmeti, ilerde açıklanacağı gibi ağır ceza
yakalayıverdi. Üçüncü gruba veya ümmete gelince, ayeti kerime buna ilişkin
hiçbir haber vermiyor. Belki de bu, cezaya çarptırılmasalar da onlara önem
verilmediği için böyledir. Çünkü onlar aktif anlamda bir karşı koymaya
yanaşmamışlar. Yalnız pasif anlamda reddetme sınırları ile yetinmişlerdir.
Dolayısıyla cezaya çarptırılmasalar da ciddiye alınmamayı hakettiler:
-Onlar kendilerine yapılan hatırlatmaları unutunca
kötülükten sakındırılanları kurtardık ve zalimleri, yoldan çıkmışlıkları
yüzünden ağır bir azaba uğrattık.
-Sakındırıldıkları kötülüğü ısrarla ve küstahça
işlemeye devam edince kendilerine "Birer aşağılık maymun olunuz" dedik.
Çetin yani ağır ceza, hilelere başvuran isyankâr
grubu günaha alabildiğine daldığından yakalayıvermişti. Kur'an-ı Kerim, bu
tür günahları küfür olarak kabul eder. Bazan bunu zulüm, bazan da fasıklıkla
ifade eder. Nitekim genel olarak Kur'an-ı Kerim'in ifade tarzı şirk ve
küfrü; fasıklık ve zalimlik şeklinde dile getirmektedir. Kur'an'ın bu
kavramlara yüklediği anlam, sonraları gelişen fıkhi kavramların
anlamlarından farklıdır. Yani Kur'an'ın bu kavramlarla ifade etmek istediği
şey ile sonraları gelişen fıkhi kavramların ifade ettiği şey aynı değildir.
İsyankâr ümmete verilen bu ağır ceza, onların insan şeklinden çıkarılıp
maymunlar şekline dönüştürülmesiydi. Onlar bu önemli özelliklerini, arzu ve
isteklere egemen olan iradelerini kaybettikleri de insanlıklarından
kendileri vazgeçmiş, "insani" özelliklerinden soyunmaları ile "hayvanlar"
alemine doğru geriye gitmişlerdi. Bu geriye dönüş ve alçalış,
hayvanlarınkine benzer bir hayatı kendileri istediklerinden dolayı olmuştur
ve böylece hayvanlaştırılmışlardır! Peki onlar nasıl maymun oldular? Maymun
olduktan sonraki durumları ne oldu? Türü dışına çıkan her şekil değiştiren
varlık gibi, nesilleri tükendi mi? Yoksa soyları maymun olarak mı devam
etti? Buna benzer birçok soruya ilişkin pek çok tefsir rivayetleri vardır...
Yalnız bunların hepsi için Kur'an-ı Kerim'de ayrıntılı bilgiye rastlanmaz.
Peygamberimizden de -salât ve selâm üzerine olsun bu konuda hiçbir rivayet
gelmiş değildir. Öyleyse buna ilişkin spekülasyona dalmamız gereksizdir.
Döndürme ve değişmenin kendisiyle meydana geldiği
gibi başta yaratma ve oluşturmanın da kendisiyle meydana geldiği Allah'ın
sözü; yani, "OI" sözü burada da gerçekleşmiştir.
"Kendilerine "Birer aşağılık maymun olunuz" dedik.
Onlar da bayağı maymunlar oldular. Yüce Allah'ın
yaratmaya ilişkin "Ol" emri nasıl meydana gelmişse, hiç kimse tarafından
asla karşı konulmayan Allah'ın hükmü nasıl yürürlüğe girmişse, bu olay da
öyle olmuştur.
Ardı arkası gelmeyen günahlardan bir süre sonra
onların bu tutumları tüm yahudilerin sonsuza dek lânetlenmelerine yolaçtı.
İlahi iradenin onlar hakkındaki asla karşı konulmayı engellenemeyen fermanı
çıktı. Pek tabii olarak onların, Ümmi Peygamber'e iman edenleri ve onun
izinde gidenleri bu hükmün dışında tutulmuştu:
-Hani Rabbin açıkça bildirdi ki, işkencelerin en
ağırını tattıracak zorbaları kıyamet gününe kadar yahudilerin başlarına
musallat edecektir. Hiç kuşkusuz Rabbi çabuk cezalandırandır ve yine O, hiç
kuşkusuz bağışlayıcı ve merhametlidir.
Bu çıktığı andan itibaren gerçekleşen ve sonsuza
kadar geçerli olan bir izindir. Buna bağlı olarak yüce Allah, çeşitli zaman
dilimlerinde yahudileri en fena şekilde cezalandıracak kimseler
göndermiştir. Onlar ne zaman toparlanmış, palazlanmış, yeryüzünde azgınlığa
ve isyankârlığa kalkmışlarsa, yüce Allah, bu zalim, bedbaht, dönek ve
isyankâr yahudilere ağır bir darbe indirecek kullarından bir grubu
göndermiştir. Çünkü bunlar, bir günahtan ancak başka bir günaha girmek için
vazgeçerler. Bir sapıklıktan ancak diğer bir sapıklığa saplanmak amacıyla
dönüş yapabilirler.
Bazan bu lânetin durakladığı, yahudilerin üstünlük
kazandıkları ve yükseldikleri gözlemlenebilir! Ne var ki, tarihin
gelip-geçici devrelerinden başka bir şey değildir bu. Gelecek devrede
Allah'ın, bunların başına kimi musallat edeceğini ve kıyamete kadar onların
başlarına nelerin geleceğini kimse bilemez.
Yüce Allah kıyamete kadar sürecek olan bu emrini
ilân etmiştir. Nitekim yüce Allah, Kur'an'ında Peygamberine de bunu haber
vermiştir. Yüce Allah bu emrini, kendisinin rahmet ve azaba ilişkin
sıfatlarını bildirmekle noktalıyor:
"Hiç kuşkusuz Rabbin çabuk cezalandırandır ve yine
O, hiç kuşkusuz bağışlayıcı ve merhametlidir."
Yüce Allah, süratli cezalandırma sıfatıyla
çarptırılmayı hakedenleri anında yakalayıverir. Nitekim deniz sahilindeki
kasaba halkını da bu şekilde yakalayıvermişti. Yine aynı şekilde rahmeti ve
bağışlaması ile İsrailoğulları'ndan iyilik yapanların ellerindeki Tevrat ve
İncil'de yazılı bulunan sıfatların üzerinde gördükleri Ümmi Peygamber'e
bağlananların tevbelerini kabul eder. Allah'ın cezası kin ve intikam
duygusuna dayanmaz. Allah'ın cezası hak edenlere verilen en adil cezadır.
Bunun ötesinde bağışlama ve rahmet vardır.
Kıssanın seyri tarihin seyrine paralel olarak
ilerliyor: Musa'dan ve onun takipçilerinden başlayıp İsrailoğulları'nın
birbirinin ardınca gelen resullerini izleyerek peygamberimizin -salât ve
selâm üzerine olsun- ve Medine'deki islâm toplumunun karşısında yer alan
yahudilere kadar varıyor.
MEDİNE YAHUDİLERİ
168- Biz yahudileri
yeryüzünde çeşitli gruplara ayrıldık. Kimileri iyi kimselerdir, kimileri
öyle değildir. Ola ki doğru yola dönerler diye onları iyilikler ile ve
kötülükler ile sınavdan geçirdik.
169- Onların
arkasından yerlerine Kitab'a (Tevrat'a) varis olan başka bir kuşak geçti.
Bunlar bu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar ve "Nasıl olsa affedileceğiz"
diyorlar. Kendilerine o menfaatin bir katı daha verilse onu da kaparlar.
Peki Allah hakkında yalnız doğruyu söyleyecekler
diye bir kitapta onlardan söz alınmamış mıydı? Bu kitabın içerdiği mesajları
okumamışlar mıydı? Günahlardan sakınanlar için ahiret yurdu kesinlikle daha
hayırlıdır. Buna akıl erdiremiyor musunuz?
170- Onlar ki,
Kitab'a sımsıkı sarılırlar ve namımızı kılar! Hiç kuşkusuz biz iyi amel
işleyenlerin mükâfatını kayba uğratmaksızın tam olarak veririz.
171- Hani o dağı
(Tur Dağı'nı) başları üzerine çıkarmıştık, onlar dağın üzerlerine düşeceğini
sanmışlardı. Bu durumda kendilerine "Size verdiğimiz Kitab'a sımsıkı
sarılınız ve içindeki mesajları sürekli aklınızda tutunuz.
Bunlar, İsrailoğulları'nın Musa'dan sonraki
kıssasını tamamlama bağlamında gelmiş bulunan Medeni ayetlerin bir
devamıdır. Musa'dan sonra yahudiler yeryüzüne dağıldılar. Mezhepleri ve
düşünceleri, ekolleri ve davranış biçimleri (meşreb ve meslek) birbirinden
ayrı gruplara ayrıldılar. Bu grupların bir kısmı iyi, bir kısmı iyi değildi.
Yalnız Allah'ın rahmeti halâ onları muhafaza ediyor, bazan nimetlerle, bazan
da sıkıntılarla arka arkaya onları sınavlardan geçiriyordu. Belki tekrar
Rabblerine dönerler, olgunluğa kavuşurlar ve doğru yola gelirlerdi:
"Ola ki doğru yola dönerler diye onları iyilikler
ile ve kötülükler ile sınavdan geçerdik."
Arka arkaya sınavlardan geçirilmek Allah'ın
kullarına bir rahmetidir. Onlar için sürekli bir uyarı niteliğindedir.
İnsanı gayrete ve vurdumduymazlığa iten unutkanlığa karşı koruyucu bir
önlemdir...
-Onların arkasından yerlerine Kitab'a (Tevrat'a)
varis olan başka bir kuşak geçti. Bunlar bu alçak dünyanın menfaatini
alıyorlar ve "Nasıl olsa affedileceğiz" diyorlar. Kendilerine o menfaatin
bir katı daha verilse onu da kaparlar.
Musa peygamberin peşisıra gelen nesillerden sonraki
bu nesillerin ana vasıfları şudur: Onlar, Kitab'ı miras almışlar ve onu
incelemişlerdir. Yalnız onun direktifleri doğrultusunda şekillenmiş,
kalpleri ve davranış biçimleri de ondan etkilenmemiştir. Nitekim etüdlere
tabi tutulan bir kültüre, ezberlenen bir bilgiye dönüşen her inanç
sisteminin durumu budur. Bunun yanında onlar, dünya hayatının mallarından
birini gördüklerinde, hemen üzerine üşüşmüşlerdir. Sonra da dönmüşler, bu
yaptıklarını te'vile kalkışmışlar ve: "Nasıl olsa affedileceğiz"
demişlerdir. İşte bu mantıkla onlar, her ne zaman yeni bir dünya malı ile
karşılaşmışlarsa yeniden onun üzerine atılmışlardır!
Yüce Allah onların bu tutumlarını olumsuz bir soru
ile ortaya koyuyor:
"Peki Allah hakkında yalnız doğruyu söyleyecekler"
diye bu Kitap'ta onlardan söz alınmamış mıydı? Bu kitabın içirdiği mesajları
okumamışlar mıydı?
Tevrat'ta onlardan söz alınmış değil miydi? Onu
te'vil etmemek ve hükümlerini hilelerle saptırmamak, Allah adına gerçeğin
dışında hiçbir şeyi söylememek üzere söz vermemişler miydi? Öyleyse nasıl
oluyor da, "Nasıl olsa affedileceğiz" deyip dünya hayatının malları üzerine
atılıyorlar? Allah adına yalan sözlerle kendilerini temize çıkarıyorlar.
O'nun kendilerini bağışlayacağını kesin söylüyorlar: Halbuki onlar, yüce
Allah'ın ancak gerçekten tevbe edenleri, fiili olarak günahlardan dönüş
yapanları bağışlayacağını biliyorlar. Kendilerinin böyle bir durumları
olmadıklarını, dünya hayatının mallarından herhangi biri ile
karşılaştıklarında hemen ona sarıldıklarını görüyorlar. Ve onlar bu Kitab'ı
inceleyip içindekilerini öğrendikten sonra, böyle bir tavır takınıyorlar!
Evet! Onlar Kitab'ı incelemişler, ancak inceleme
kalplerini harekete geçirmediği sürece, hiçbir fayda sağlamaz. Dini
incelemiş-öğrenmiş nice bilginler vardır ki, kalpleri ondan tamamen uzaktır.
Onların incelemeleri sırf onu te'vil etmek açık bir kapısını bulmak ve
hükümlerini saptırmak içindir. Niyetleri, kendilerini dünya hayatının
nimetlerine kavuşturabilecek fetvalar çıkarmaya yöneliktir. Dinin
karşısındaki en büyük felâket; dini bir bilim dalı olarak incelediği halde,
bir inanç sistemi şeklinde ona sahiplenmeyen ve Allah'tan korkup sakınmayan
bilginlerden başka nedir ki!
"Günahlardan sakınanlar için ahiret yurdu kesinlikle
daha hayırlıdır. Buna akıl erdiremiyor musunuz?
Evet. Orası ahiret yurdudur! Allah'tan korkup
sakınanların kalplerinde ahiretin önemi, terazinin kefesinde ağır basan
biricik değerdir. İnsanı, bu dünyanın geçici ve imtihan için verilen
nimetlerine kapılmaktan koruyacak en önemli değer kaynağıdır. Ahiret
hayatını hesaba katmadan hiçbir ruh ve hiçbir canlı doğru yolda ilerleyemez.
Ahiret yurdu olmadan, insanın içindeki şiddetli arzuları, yeryüzünün
nimetlerine duyulan eğilimleri hangi şey dengeleyebilir? Hangi güç insanın
ümit ve arzuları önüne geçebilir ve onu kötülükten alıkoyabilir? İnsanın
içindeki bu arzuların taşkınlığını, şehvetlerin ateşini, ümitlerin
sarhoşluğunu hangi kuvvet dindirebilir? Dünya hayatının sona ermesiyle
kaybedilen ve insanın uğrunda mücadele verdiği dünyalık nasibine karşılık
onu ne huzura kavuşturabilir? Hak ile batıl, iyilik ve kötülük arasındaki
savaşta onun direnmesini hangi güç sağlayabilir? Dünyanın nimetlerinin
birbir ellerinden kaçıp gitmesi, kötülüğün, şımarıklığın ve batılın
azgınlığı karşısında insanın şiddetli arzularını frenleyecek ne vardır?
Bu korkunç hengâmede ve bu büyük savaş meydanında
kesin bir ahiret inancı olmadan taş taş üstünde kalmaz. Gelişen olaylara ve
değişen durumlara karşı direnemez. Ahiret yurdu; Allah'tan korkan,
bağışlayan, kendisini arındıran, sarsıntılara, kasırgalara ve fitnelere
karşı hak ve iyilik üzerinde direnen, etrafına bakmadan güvenle, gönül
huzuru ile, kalpleri kesin inançla dolu olarak yürüyenler için, gerçekten
daha güzeldir.
Bu ahiret yurdu, "Bilimsel Sosyalizm"in
propagandacılarının kalplerimizden, inanç sistemimizden ve hayatımızdan
söküp atmaya çalıştığı gayblerden biridir. Onlar bu gayb inancı yerine,
"Bilimsellik" adını verdikleri kâfir, cahil ve kör bir düşünceyi
yerleştirmeye çalışıyorlar.
İşte ortaya konmaya çalışılan bu uğursuz çabalar
hayatın düzenini bozduğu gibi, insanın iç huzurunu da zedelemektedir. Kesin
bir inanç dışında hiçbir şekilde frenlenemeyecek çılgın ihtirasları harekete
geçirmektedir. Rüşvetin, bozgunculuğun, arzu ve isteklerin, taşkınlıkların
alevlerini serbest bırakmaktadır. İhmalkârlığı, vurdumduymazlığı ve hainliği
hayatın her alanına yaymaktadır...
"Gaybilik" ile çelişen "Bilimsellik" onsekizinci ve
ondokuzuncu asrın yobazlıklarından biridir. "Beşeri Bilimler" bile bu
yobazlıktan sıyrılmıştır. Artık yirminci asırda cahillerden başka bu tür
yobazlıklara takılan kimse kalmamıştır! (En'am, 59. ayetinin tefsirine bkz.)
"İnsan"ın fıtratı ile çelişen üstelik "hayat"ı da beşeriyeti yok edecek,
tehdid edecek biçimde felâkete sürükleyen bir cehalettir bu! Bütün
beşeriyetin elinden hayatının ve güzelliklerinin ana maddelerini soyup almak
isteyen ve böylelikle bütün insanlığın sonunda siyonizmin otoritesine boyun
eğmesini kolaylaştıran siyonist bir plândır bu. Belki plânsız olarak işinin
bilincinde olmayan bazı kimseler, şurada burada papağan gibi bilimsellik
naraları atmaktadırlar. Yalnız siyonizmin dünyanın değişik ülkelerinde
kurduğu ve kendilerini beslediği rejimler şurada burada bu korkunç planı
bilinçli olarak uygulamaya çalışmaktadırlar!
Hem ahiret meselesi hem de takva meselesi inanç
sisteminde ve insanın hayatında iki ana meseleyi oluşturduğundan Kur'an-ı
Kerim'in anlatım tarzı, bu basit hayatın, dünya hayatının mallarına üşüşen
muhataplarının düşünmelerini sağlamaya çalışıyor:
"Günahlardan sakınanlar için ahiret yurdu kesinlikle
daha hayırlıdır. Buna akıl erdiremiyor musunuz?
Eğer insanın arzu ve istekleri değil de aklı hüküm
verseydi, bilim diye adlandırılan cehalet değil de gerçek bilimin sözü
geçseydi, ahiret yurdu şu fani dünyanın bir kesin kaynağı olurdu:
"Onlar ki, Kitab'a sımsıkı sarılırlar ve namazı
kılarlar. Hiç kuşkusuz, biz iyi amel işleyenlerin mükafatını kayba
uğratmaksızın tam olarak veririz."
Burada kendilerinden söz alınan ve kitabın
muhtevasını incelediği halde incelediği kitaba sarılmayan, onu uygulamaya
koymayan, düşüncelerinde, hareketlerinde, davranış tarzlarında ve
hayatlarında ona başvurmayan ve bağlanmayanlara üstü kapalı olarak
değinilmektedir. Yalnız ayeti kerime bu özel dokunuşun ötesinde genel bir
hüküm niteliğindedir. Bütün şartlarda her kuşağa mesajını eksiksiz olarak
vermektedir.
"Sarılırlar" sözcüğünün ifade tarzı, rahatlıkla
algılanabilecek ve görülebilecek bir manayı tasvir eder gibidir. Kitaba,
kuvvet, ciddiyet ve kesinlikle sarılmanın tablosudur. Yüce Allah kendi
kitabına ve hükümlerine bu şekilde sarılmalarını ister. Gerçeği kabul
etmekten kaçmadan, baskı yapmadan ve taassuba koşmadan... Ciddiyet, kuvvet
ve kesinlik başkadır, gerçeği kabule yanaşmamak, baskı yapmak ve taassub
göstermek daha başkadır. Ciddiyet, kuvvet ve kesinlik meseleye yumuşak
bakmakla çelişmez. Yalnızca kaypaklıklar çelişir. Geniş ufuklu olmayı
engellemez, yalnızca umursamazlıkla çelişir. Realitelerin de Allah'ın
şeriatının hükmüne boyun eğmesi gerektiği anlamına gelir.
Kitab'a ciddiyet, kuvvet ve kesin biçimde bağlılık
ve namazın -yani ibadetin ikame edilmesi, Rabbani yolun insanın hayatını
düzeltmek için gerekli olan iki tarafı niteliğindedir. Bu ayette Kitab'a
sarılmanın ibadetlerle beraber verilmesi özel bir anlam ifade etmektedir.
Buradan anlaşılıyor ki, bu hayatın düzelmesi için Kitab'ın insanın hayatında
uygulanması gerektiği gibi, insanların kalplerinin düzelmesi için de ibadet
amaçlı davranışların yerine getirilmesi gerekmektedir. Bu iki unsur, insanın
hayatını, iç dünyasını düzeltecek ilâhi sistemin iki kesimini
oluşturmaktadır. Bu iki ana unsur olmadan hayatı ve insanın iç dünyasını
düzeltmek mümkün değildir. Ayetin son kısmı bu düzeltmeye işaret etmektedir:
"Hiç kuşkusuz biz iyi amel işleyenlerin mükâfatını
kayba uğramaksızın tam olarak veririz.",
İşte ayetin bu cümlesi, sözkonusu gerçeğe işaret
etmektedir. Kitab'a pratik olarak ciddi biçimde sarılmak ve birer ibadet
olarak bu şiarları yerine getirmek adı geçen düzelmenin iki ana unsurudur.
Bu düzelme, Allah'ın bu yolda çalışanların
mükâfatını zayi etmeyeceği bir düzelmedir.
Bu ilâhi sistemin iki tarafından biri ihmal
edilmedikçe, hayat bozulmaya yüz tutmaz. Ciddi biçimde Kitab'a sarılma ve
onu insanların hayatına hakim kılmanın terkedilmesi, kalpleri düzelten ve
Kitab'ın hükümlerini hilelere başvurmadan uygulamayı sağlayan ibadetin
terkedilmesi ile hayat fesada uğrar. Kitap ve ibadete sarılma olmayınca ehli
kitabın konumuna düşülür. Nitekim kalpleri ibadetten usanan, dolayısıyla
Allah korkusu duygusu körelen bütün kitap sahipleri bu konumdadır.
İslâmın yolu, unsurları birbirini tamamlayan
mükemmel bir yoldur. Otoriteyi Kitab'ın ana ilişkilerine dayandırdığı gibi,
kalbi de Allah'a kulluk temeline dayandırır. Bu nedenle kalpler Kitap'la bir
uyum içine girer. Kalpler de düzelir, hayat ta düzelir.
İşte bu Allah'ın yoludur. Allah'ın cezasına müstehak
olan ve bedbaht olmaya mahkûm olanlardan başkası bu yoldan sapmaz ve onu
başka bir yolla değiştirmeye kalkmaz!
Bu surede yer alan kıssanın halkalarının sonunda,
yüce Allah'ın İsrailoğulları'ndan nasıl söz aldığı açıklanıyor:
"Hani o dağı (Tur Dağı'nı) başları üzerine
çıkarmıştır, onlar dağın üzerlerine düşeceğini sanmışlardı. Bu durumda
kendilerine "Size verdiğimiz kitaba sımsıkı sarılınız ve içindeki mesajları
sürekli aklınızda tutunuz ki, kötülüklerden sakınabilesiniz" dedik."
Bu unutulmayacak bir sözleşme, unutulmayacak
şartlarda alınmıştı. Bu sözü aldığında yüce Allah, dağı bir gölgelik gibi
üzerlerine kaldırmıştı. Onlar dağın tepelerine ineceğini sanmışlardı!
Önceden bu sözü vermekten geri durmuşlardı. Ne var ki, korkunç bir harikanın
gölgesinde bu sözü vermekten başka çare bulamamışlardı. Ve bu korku onları
bir daha döneklik yapmaktan alıkoymalıydı. Bu güçlü harikanın altında, bu
sözlerine kuvvet ve ciddiyetle sarılmaları istenmişti. Var güçleriyle ve
kesinlikle ona bağlı kalmaları emredilmişti. Bu sağlamlaşmış
sözleşmelerinden geri dönmemeleri, onu basite indirgememeleri ve hafife
almamaları, bu sözleşmeyi bütün muhtevasıyla hatırda tutmaları istenmişti.
Belki böylece kalpleri kendilerine gelir ve Allah'tan korkarlardı. Sürekli
Allah'a bağlı kalır, O'nu unutmazlardı!
Ne var ki, yahudi bildiğimiz yahudidir, sözleşmeyi
bozdu. Allah'ı unuttu. Günahlara daldı. Neticede Allah'ın gazabına ve
lânetine müstehak oldu. Allah'ın cezasını haketti. Halbuki Allah onları o
zamanlar tüm insanlar arasından seçmişti. Onları bol bol nimetleri ile
donatmıştı. Yine de yahudi nimetlere şükretmedi, sözleşmeye bağlı kalmadı,
verdiği kesin sözü hatırlamadı... İşte böylece Allah'ın kurallarına asla
zulmetmediğini daha net olarak kavrayabiliyoruz...
TEVHİD VE ŞİRK
Şimdi ele alacağımız ders tamamıyla Tevhid ve Şirk
konusu etrafında yoğunlaşıyor. Nitekim daha önce surede yer alan bütün
kıssalar da bu konuyu ana eksen olarak almışlardı. Her peygamberin sürekli
olarak insanlara Tevhid gerçeğini hatırlattığı, şirke bulaşmanın akıbetinden
onları sakındırdığı, bu hatırlatma ve sakındırmalardan sonra yapılan
uyarıların teker teker gerçekleştiği surede yer alan kıssalarla işlenmiştir.
Şimdi ele alacağımız bölüm Tevhid konusuna yeni bir
açıdan, köklü bir perspektiften bakmaktadır. Allah'ın insanlara sunduğu
fıtrat açısından Tevhid'e bakmaktadır. Allah, daha zerrecikler aleminde iken
onların ruhlarından ve oluşumlarından Tevhid'e ilişkin söz almıştır!
Allah'ın ortaksız ilâhlığını kabul etmek, insanın oluşumunda yer alan
fıtratın gereğidir. Bu yüce yaratıcının insanın yapısına yerleştirdiği ve
insanı öz varlığının yargısı ile kendi üzerine tanık tuttuğu fıtratıdır.
Yaratılışının derinliklerinde bu gerçeğin bilincinde oluşunun yargısı da
ayrıca bu hükmün pekiştiricisi niteliğindedir. Allah tarafından insanlara
iletilen mesajlara -peygamberliklere gelince, bunlar ancak birer hatırlatma
ve ilk fıtratın doğrultusundan sapıp hatırlatmaya ve uyarıya muhtaç konuma
düşenlere birer uyarıdırlar. Tevhid, ilk yaradılışında insanın, fıtratı ile
yaratıcısı arasında gerçekleşen sarsılmaz bir sözleşmedir. Kendilerine
hatırlatmada ve uyarıda bulunacak peygamberler gönderilmese bile, onlar için
bu sözleşmenin bozulmasında haklı bir gerekçe olamaz. Yalnız yüce Allah'ın
rahmeti insanları icabında yolunu şaşırabilecek fıtratları ile başbaşa
bırakmamayı, aynı şekilde sapıklığa sürüklenebilecek olan akıllarına da
onları havale etmeyi uygun görmemiştir. Yüce Allah'ın bu konuda uygun
gördüğü yöntem, insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberler
göndermek ve peygamberlerin gönderilişinden sonra insanlara, sapıklığa
düşmeleri için ellerinde hiçbir bahane bırakmamaktır!
Şimdi ele alacağımız derste Tevhid konusu bu açıdan
işlenirken, Kur'an'ın anlatım tarzı bu önemli meseleyi değişik çizgilerden
ele almaktadır:
1- Hikaye ile ifade edilen çizgi: Bazı rivayetlere
göre İsrailoğulları'nın tarihinde böyle bir durumun sözkonusu olduğu dile
getirilirse de tercihe şayan görüşe göre, bu hiçbir yer ve zamanla sınırlı
olmayan bir örnektir. Bu insanların iç dünyasında ve tarihte her zaman
tekrarlanan bir durumun tasviridir. Her ne zaman insanlardan bazısına
ilimden bir pay verilmişse bu ilmin onları gerçeğe ve doğru yola iletmesi
beklenmiştir. Fakat insan kendisine verilen bu ilimden sıyrılabilir, ondan
hiçbir şekilde yararlanmayabilir. Kendilerine ilimden hiçbir şey
verilmeyenler gibi sapıklık yolunda yürümeye devam edebilir. Hatta yolun
karanlıklarında aydınlatıcı bir fener olan iman zevkiyle kaynaşmamış olan bu
ilim, insanı daha uğursuz, daha sapık ve daha bedbaht bir yola çekebilir!
2- Başka bir hikâye ile ifade edilen çizgi: Bu
kıssadan fıtratın Tevhid'den adım adım şirke doğru nasıl kaydığı tasvir
edilmektedir. Burada yüce Allah'ın kendilerine vereceği çocuktan hayır
bekleme umudu ile yaşayan bir insan çifti örnek gösterilmektedir. Her
ikisinin de fıtratı Rabbleri olan Allah'a yönelmektedir. Eğer kendilerine
iyi bir halef verecek olursa, şükredenlerden olacaklarına dair kesin olarak
Allah'a söz vermektedirler. Allah'ın onların dileklerini yerine
getirmesinden sonra kalpleri sapmakta, Allah'ın kendilerine verdiğini O'na
ortak koşmaya başlamaktadırlar!
3- Bu kıssada tasvir ile ifade edilen unsur: Burada
insanın öz yapısında var olan alıcı cihazlarının nasıl köreldiği ve
insanları insanlık derecesinden aşağıya yuvarlatıp hayvanların seviyesine
indiren, gerçekten ve haklı olarak onları cehennemin yakıtı haline getiren
sapıklığa nasıl vardığı tasvir edilmektedir. Bu duruma düşen insanların
kalpleri vardır, fakat onlarla bir şey duyamazlar. Gözleri vardır onlarla
bir şeyi göremezler. Kulakları vardır onlarla bir şeyi işitemezler. Ve
bunların hepsinin ötesinde onlar dönüşü ve kurtuluşu olmayan bir sapıklığa
düşmüşlerdir!
4- Mesaj unsurunu ifade eden çizgi: Bu direktifler,
körden bu alıcı cihazları harekete geçirmek, düşüncelerini ve
değerlendirmelerini sağlamak, onları göklerin ve yerin harika sistemine
yöneltmek ve bu cihazları ardında ölümün gizlendiği geliş zamanı belli
olmayan ecelle ilişkiye geçirmek, onları doğru yola çağırdığı halde
sapıkların kendisini delilikle ihtar ettiği bu onurla peygamberin durumunu
değerlendirmeye davet etmekle ilgilidir.
5- Onların sözde ilâhları etrafında yoğunlaşan,
tartışma ile ifade edilen çizgi: Halbuki onların ilâhları, ilâh olmanın
özelliklerinden, hatta hayatın özelliklerinden bile yoksundur!
Bu direktiflerin hepsi Peygamberimizin -salât ve
selâm üzerine olsun- onlara ve onların ilâhlarına meydan okumaya
yönlendirilmesi, hem onlardan, hem ilâhlarından hem de ibadetlerinden
tamamen ayrı ve uzak olduğunu ilan etmesi, kendisinden başka hiçbir dostun
bulunmadığı yegâne dosta sığınması ile sona ermektedir:
"Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren
Allah'dır. O, iyileri dost edinir, koruması altında tutar." (A'raf Suresi,
196)'
Geçen dersin, sonu İsrailoğulları kıssasının son
bölümünde yer alan yüce Allah'ın onlardan havaya kaldırılmış dağın gölgesi
altında söz alması sahnesiydi. Bu yeni ders ise onu izlemektedir. Yüce
Allah'ın insanın fıtratından aldığı söz ile büyük sözleşme ile
başlamaktadır. Bu sahne üstünlüğü ve şaheserliği ile havaya kaldırılmış dağ
sahnesinin bile kendisine yetişemeyeceği bir sahnedir!
TEVHİD FITRATI
172- "Hani Rabbin,
Ademoğulları'ndan onların bellerinden soylarını dışarı aldı ve "Ben sizin
Rabbiniz değil miyim? diyerek kendilerini birbirine şahit tutmuştu da onlar
da "Evet şahidiz " demişlerdi. Allah kıyamet günü şöyle diyemeyesiniz diye
bunu böyle yaptı; "bizim bundan haberimiz yoktu. "
173- `Ya da şöyle
diyemeyesiniz diye; "Vaktiyle atalarımız müşrik olmuşlardı, biz onlardan
sonra gelen kuşaklardık, bizi eğri yola sapanların yaptıklarından dolayı mı
mahvedeceksin?"
174- "İşte
ayetlerimizi böyle ayrıntılı biçimde anlatıyoruz ki, ola ki, doğru yola
dönerler. "
Bu fıtrat ve akide meselesidir. Kur'an'ın ifade
tarzı, Kur'an'ın genel olarak izlediği metoda bağlı olarak bu meseleyi canlı
bir sahne biçiminde sunmaktadır. Bu gerçekten eşsiz bir manzaradır. Gayb
aleminin derinliklerinde gizli bulunan şu gözle görülen dünyaya gelmeden
önce Ademoğulları'nın bellerine yerleştirilen canlı zerreciklerin
(zürriyetin) oluşturduğu manzara, yaratıcı olan yüce eğitici onları
yarattıktan hemen sonra: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye soruyor. O
da yüce Allah'ın ilâh olduğunu kabul ediyor. Her çeşit noksan sıfattan
münezzeh olan Allah'a kulluk yapacağını belirtiyor. Yüce Allah'ın birliğine
şahidlik ediyor. Evet, canlı zerre organizma atom gibi dağılmış olarak yüce
yaratıcının elinde biraraya gelirken bunları kabul ediyor.
Bu gerçekten son derece parlak ve üstün bir
yaradılış sahnesidir. Dil yönünden alışılagelen düşüncelerde bunun bir başka
örneği yoktur! İnsan bütün hayal gücü ve enerjisiyle ona yöneldiğinde,
biraraya toplanan, bir nokta etrafında kümelenen sayılamayacak derecedeki
hücreleri düşündüğünde eşsiz yaratıcı ve yoktan var edici olan Allah'ın
kendi bünyelerine yerleştirdiği özelliklerden dolayı onlara akıllı
varlıklarmış gibi cevap verdiklerini, daha atalarının sulbünde iken,
Allah'ın ilâhlığını, O'na tapacaklarını ve O'nun birliğine tanıklık
ettiklerini ve bu ilkelere bağlılık üzere kendisinden söz alındığını
gözönünde bulundurduğunda, bu sahnenin eşsizliğini ve şaşılacak bir
üstünlüğe sahip olduğunu daha iyi kavrayacaktır!
İnsanın bünyesi bu son derece üstün, parlak ve eşsiz
manzarayı kavramaya çalışırken derinden sarsılıyor. Bu sahnede her şeyden
bağımsız olan zerrecikler canlandırılıyor. Herbir hücrede bir hayat var.
Herbir hücrede gizli bir yetenek var. Herbir hücrede tüm sıfatlarına sahip
bir insan bünyesi var. Hücrede var olan bu insan bünyesi, karanlık varlığın
kalbinde gizli bulunan şeklini alması için gelişme ve ortaya çıkma izni
beklemektedir. Bilinen varlık sahnesine çıkmadan önce kesin söz veriyor,
antlaşma yapıyor!
Kur'an-ı Kerim varlık aleminin derinliklerinde ve
insan fıtratının derinliklerinde yerleştirilen korkunç ve engin hakikati bu
bütün, parlak, eşsiz ve insanın aklını durduran sahnede güzelce sunuyor. Hem
de bunu yaklaşık ondört asır önce bu sahnede gözler önüne seriyor. Halbuki
bu dönemlerde insanın yaradılışı, tabiatı ve buna ilişkin gerçekler hakkında
birtakım kuruntulardan başka bir şey kimse tarafında bilinmiyordu! Kur'an'ın
bu gerçeği dile getirişi üzerinden bunca asır geçtikten sonra, şimdi
insanlar bu gerçeklerin ve bu tabiatın bir ucunu ancak açıklığa
kavuşturabiliyorlar! İşte şimdi "bilim", daha insanın sulbünde birer hücre
iken, bireylerin tüm özelliklerini içinde gizleyen ve "insan"ın hayatını
kuşatan bir şifre niteliğindeki kahtım hücrelerinin yani genlerin, evet işte
bu genlerin üç milyar insanın ayrı sicilleri olduklarını ve bütün insanların
özelliklerini içinde gizlediklerini belirtmektedir. Halbuki bu genler
hacimleri itibariyle bir santimetre küpü aşmaz. Bir dikiş iğnesinin açtığı
deliği ancak doldurabilir. Bu öyle bir hükümdür ki, eğer Kur'an'ın çizdiği
sırada verilmiş olsaydı o gün bunu söyleyenler aklını kaçırmakla ve
delilikle itham edilirlerdi! Yüce Allah ne kadar doğru söylüyor: "Biz onlara
dış dünyada ve iç alemlerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur'an'ın)
gerçek olduğu onlara iyice belli olsun." (Fussilet Suresi, 53)
İbn-i Abbas diyor ki, "Yüce Allah Adem'in belini
sıvazladı. Bunun sonunda kıyamete kadar yaratacağı ruhlar ortaya çıktı.
Onlardan söz aldı. Ve onları kendilerine şahit tuttu: Ben sizin Rabbiniz
değil miyim? diye sordu. Onlar da "Evet" dediler. (Bu rivayeti İbn-i Cerir
ve başkaları Ravi zinciri ile beraber olarak verirler. Bu hadis Peygamber
sözü olarak da İbn-i Abbas'ın sözü olarak da rivayet edilmiştir. İbn-i Kesir
der ki: İbn-i Abbas'ın sözü olduğunu söyleyen rivayetler daha çok ve daha
sağlamdır.)
Bu sahne nasıl gerçekleşti? Yüce Allah
Ademoğulları'nın bellerinden zürriyetlerini nasıl aldı ve onları nasıl
kendilerine şahit tuttu? Onlar nasıl: "Evet, biz buna şahidiz" dediler gibi
sorulara gelince, verilecek cevap şudur: Yüce Allah'ın işlerinin şekli kendi
zatı gibi gayb konularına girer, bilinmez. İnsanın kavrayış gücü, yüce
Allah'ın zatını idrak edemediği müddetçe Allah'ın işlerinin de nasıl meydana
geldiğine akil erdiremez. Zira bir şeyin nasıl olduğunu düşünmek ne olduğunu
düşünmenin ayrıntılı bir uzantısıdır. Yüce Allah'a izafe edilen bütün
işlerin nasıl olduğunu düşünmeye çalışmadan onların birer realite olduğunu
kabul etmekten başka çıkar yol yoktur. Yüce Allah'ın işlerine ve fiillerine
değinen aşağıdaki metinleri ancak bu yöntemle anlayabiliriz. "Sonra duman
halinde bulunan göğe yöneldi..." (Fussilet, II) "Sonra Arş'a ......."
(A'raf, 54, Yunus 3, Ra'd, 2, Furkan, 59, Secde, 4, Hadid, 4); "Allah
dilediğini siler, dilediğini bırakır" (Ra'd, 39), "Göklerde sağ elinde
dürülmüştür." (Zümer 60), "Melekler sıra sıra dizildiği halde Rabbin
gelince.." (Fecr, 22) `Üç kişinin fısıldaştığı yerde mutlaka dördüncüleri
O'dur." (Mücadele, 7) Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi bir şeyin nasıl
olduğunu düşünmek, ne olduğunu düşünmenin bir ayrıntısıdır. Halbuki Allah'ın
eşi ve benzeri yoktur. Bu nedenle Allah'ın zatını idrak etmenin yolu
olmadığı gibi, işlerinin nasıl meydana geldiğini kavramanın yolu da yoktur.
Yüce Allah hiçbir şeye benzemediği müddetçe O'nun işitti de herhangi bir
kimsenin işine benzetmenin yolu olmayacaktır. Yüce Allah'ın işlerinin nasıl
meydana geldiğini öğrenmek için, yarattıklarının işlerini buna baz olarak
alıp düşünmek tamamen yanıltıcı girişimlerdir. Çünkü, yüce Allah'ın mahiyeti
diğer varlıkların mahiyetinden tamamen farklıdır. Buna bağlı olarak Allah'ın
işlerinin nasıl meydana geldiği, diğer varlıkların işlerinin nasıl meydana
geldiğinden farklı olacaktır. Aynı şekilde yüce Allah'ın işlerinin nasıl
meydana geldiklerini açıklamaya çalışan bütün filozoflar ve kelâmcılar
cahillik yapmış, sapıklığa düşmüş ve büyük yanlışlıklara yolaçmışlardır!
Bununla beraber bu ayetlerin şöyle bir yorumu da
vardır: Buna göre yüce Allah'ın Ademoğulları'nın zürriyetinden almış olduğu
bu söz, fıtrat sözüdür. Yani yüce Allah, insanları Allah'ın ilâhlığını ve
birliğini kabul etmeye müsait ve eğilimli yaratmıştır. Onların fıtratlarına
bu duyguyu yerleştirmiş ve insanın bu fıtrata bağlı olarak gelişmesine
yolaçmıştır. İnsan fıtratının temizliğini bozan ve onu fıtratının
doğrultusundan saptıran bozucu etkenle karşılaşmadığı surece, bu
istikametten sapmaz.
İbn-i Kesir tefsirinde diyor ki, gerek eski kuşağın
bilginleri (Selef) gerekse daha sonraki nesillerin bilginlerinden (Halef)
bazıları derler ki, buradaki "şahit tutma"dan amaç, onların Tevhid üzere
yaratılmış olmalarından ibarettir. Nitekim Ebu Hureyre ve Eyad b. Surey'den
aldığı rivayette böyle deniyordu. Hasan-ı Basri de ayeti bu şekilde
yorumlamıştır. Yukarıda sözü edilen bilginler diyorlar ki; işte bu nedenle
ayette yüce Allah: "Rabbin Ademoğulları'ndan.... aldı" diyor. "Adem'den....
aldı" demiyor.
"Onların bellerinden" diyor. "O'nun belinden"
demiyor. "Zürriyetlerini" kavramı, "onların soylarını nesilden nesile,
asırdan asıra sürüp giden bir zincirleme şeklinde devam ettirdik" demektir.
Nitekim başka ayetlerde deniyor ki, "Sizi yeryüzünde halifeler
(yönetici-egemen) yapan O'dur. (Fatır Suresi, 39) "Sizi yeryüzünün
halifeleri yapıyor" (Neml Suresi, 62) "Tıpkı sizi başka bir kavmin soyundan
türettiği gibi" (En'am Suresi, 133) Sonra buyuruyor ki: "Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?" dedi. Ve buna kendilerini şahit tuttu. Yani yüce Allah onları
yarattığında, onlar buna şahitlik ettiler ve bunu hal dili ile ifade
ettiler... Bu bilginler diyorlar ki; şahitlik bazan söz ile olur. Nitekim şu
ayetteki şahitlik bu anlamdadır: "Kendi aleyhinize şahitlik ederiz derler.
Dünya hayatı onları aldattı da kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik
ettiler." (En'am Suresi, 130) Bazan da hal dili ile olur: "Müşrikler,
kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettikleri halde, Allah'ın camilerini
onaramazlar (Tevbe Suresi, 17) ayetindeki şahitlik bu türden bir
şahitliktir. Yani onlar dilleriyle kâfir olduklarını söylemiyorlar, fakat
halleri onların kâfir olduklarına şahitlik etmektedir. "Ve kendisi de buna
şahittir" (Adiyat Suresi, 7) ayeti de bunun gibidir. Aynı şekilde istemek de
bazan söz ile bazan da hal dili ile dile getirilir. Hal ile istemeye, "ve
size istediğiniz her şeyi verdi" (İbrahim Suresi, 37) ayeti delil
olmaktadır. Bu alimler diyorlar ki; bu ayetten amacın hal ile şahitlik etmek
olduğuna delil, bu şahitliklerinin onların şirk koşmalarına karşı bir hüccet
olarak ileri sürülmesidir. Eğer bu bazılarının dediği gibi bir realite
olarak gerçekleşmiş olsaydı, herkes bunu hatırlar ve bu onun aleyhine kesin
bir delil olurdu. Eğer Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bunu
haber vermiş olması varlığı için yeterli bir delildir denilecek olursa buna
verilecek cevap şudur: "Müşriklerin yalanlayıcıları peygamberlerin
kendilerine ilettiği bu ve benzeri haberlerin hepsini yalan sayarlar. Bu
tutumları da onların aleyhine kesin delil olur. Bu da gösteriyor ki;
sözkonusu edilen sözleşme insanların üzerinde yaratıldığı fıtrattır. Yani
onlar, Tevhid'i rahat kabul edebilecek bir yeteneğe sahip olarak
yaratılmıştırlar. Bu nedenle yüce Allah, "dememeniz için" yani; "Kıyamet
gününde biz bundan" yani "Tevhit'ten habersizdik" veya "Bizim atalarımız
şirk koştuklarından biz de onlara uyduk" dememeniz için buyuruyor...
İbn-i Kesir'in bu bölümün başında aktardığı hadisler
ise şunlardır:
Ebu Hureyre (Allah ondan razı olsun) Peygamberimizin
-salât ve selâm üzerine olsun- öyle buyurduğunu anlatıyor:
"Her doğan çocuk, fıtrat üzere doğar." Başka
rivayete göre ise, "Bu din üzere doğar. Sonra annesi ve babası onu ya
yahudileştirir ya da hristiyanlaştırır ya da mecusileştirir. Tıpkı her yönü
ile mükemmel doğan hayvan yavrusu gibi... Siz onda bir sakatlık görür
müsünüz" (Buhari, Müslim)
İyad b. Hımar Peygamberimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- şöyle buyurduğunu aktarıyor: "Allah buyuruyor ki: Ben
kullarımı tek ilâh inancına yatkın yarattım. Sonra şeytanlar kendilerine
geldiler ve onları dinlerinden saptırdılar. Kendilerine helâl kıldıklarımı
haram kıldılar." (Müslim)
Beni Sa'd kabilesinden Esved b. Surey diyor ki: Ben
Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun- birlikte dört savaşa
katıldım. Bir ara müslümanlar düşman askerlerinin hepsini öldürdükten sonra,
çocuklara da uzandılar. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu
olayın haberini alınca çok üzüldü ve hemen şöyle buyurdu: "bazılarına ne
oluyor ki çocuklara da uzanıyorlar?" Bir adam: "Ey Allah'ın Peygamberi!
Onlar müşriklerin çocukları değiller mi? diye sorunca, Peygamberimiz: "Hiç
kuşkusuz sizin en seçkinleriniz de müşriklerin çocuklarıdır. Şunu iyi
biliniz ki; can taşıyan her çocuk, fıtrat üzere doğar. Dili açılıncaya kadar
bu fıtrat üzere kalır. Sonra annesi ve babası onu ya Yahudileştirir ya da
hristiyanlaştırır." Hasan diyor ki; yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de bu bağlamda
"Hani Rabbin, Ademoğulları'ndan, onların bellerinden soylarını dışarı aldı"
buyuruyor." (İmam Ebu Ca'fer İbn-i Cerir (Allah ona rahmet eylesin), Yunus
b. Abdil-A'la İbn-i Vehb-Seriy b. Yahya-Hasan b. Ebi Hasan isnadı ile
rivayet eder.)
Biz yüce Allah'ın: "Hani Rabbin Ademoğulları'ndan,
onların bellerinden soylarını dışarı aldı ve kendilerini birbirinin üzerine
şahit tutmuştu" ayetindeki sözünün hal dili ile gerçekleşen bir şey olarak
değil de, olduğu gibi gerçekleşmiş olmasını uzak bir ihtimal olarak
görmüyoruz. Bizim düşüncemize göre bu olay, Allah'ın haber verdiği biçimde
gerçekleşebilir. Allah diledikten sonra bunun meydana gelişini engelleyecek
hiçbir şey de olamaz... Fakat biz aynı şekilde İbn-i Kesir'in tercih ettiği
ve Hasan-ı Basri'nin aktarıp ayeti kendisine delil gösterdiği bu yaklaşımın
da uzak bir ihtimal olduğunu söylemiyoruz. Bunlardan hangisinin daha doğru
olduğunu en iyi bilen Allah'tır.
Her iki durumda da öz olarak bize anlatılmak
istenen, yüce Allah fıtrattan kendisini birlemesi için kesin bir söz
almıştır. Tevhid gerçeği bu fıtratın önüne yerleştirilmiştir. Varlık
dünyasına gelen her çocuk onunla birlikte ortaya çıkar. Dışardan herhangi
bir etken onun fıtratını bozmadığı müddetçe insanın ondan sapması sözkonusu
olmaz! İnsanın hem doğru yola, hem de sapıklığa yönelme yeteneğini kötüye
kullanan bir etken. Burada sözkonusu olan zeminin ve şartların durumlarına
göre su yüzüne çıkan potansiyel bir yetenektir.
Tevhid gerçeği yalnız "insan"ın fıtratına
yerleştirilmiş değildir. İnsanın etrafını kuşatan varlığın fıtratına da
yerleştirilen bir gerçekliktir. Beşerin fıtratı bütün varlığın fıtratının
bir parçasından başka bir şey değildir. Ona bağlıdır. Ondan kopuk bir halde
değildir. Varlığın tümüne hükmeden yasalar sistemine beşerin fıtratı da
bağlıdır. Bununla beraber insanın fıtratı, yankılarını ve dokunuşlarını
büyük evrenin sözü edilen gerçeğinden etkilenerek, onun gerçekliğini kabul
ederek algılamaya çalışır.
Bu varlık dünyasına hükmeden Tevhid yasasının içi
evrenin şeklinde, ahenginde, bölümlerinin birbirine uygunluğunda,
hareketinin düzeninde, kanunlarının sürekliliğinde, bu kanunlara bağlı
olarak gerçekleşen sürekli uygulamasında rahatlıkla gözlenebilmektedir.
Sonra insanların şu anda ulaşabildiği bütünü ile az bir yekûn tutan bilime
göre, bütün maddelerin atomlarının kendisinden meydana geldiği özün
(cevherin) birliği de bu Tevhid ilkesinin geçerliliğini göstermektedir.
Maddelerin atomları parçalanıp, protonlarının ve nötronlarının dağılmasıyla
evrende bulunan bütün maddelerin sonuçta radyasyon haline dönüştüğü, tesbit
edilen bilimsel keşifler arasında yer almaktadır.
Gün geçtikçe insanlar bu evrenin tabiatına
yerleştirilen birlik ilkesine ve tabiat olaylarına hükmeden yasaların
yapısına ışık tutan birtakım keşifler yapıyorlar. Evrenin bu yasaları kesin
ve otomatik bir şekilde işlemez. Sürekli olarak Allah'ın özgür iradesine
göre yenilenen Allah'ın kaderine uygun biçimde işlerler. Yalnız biz bu
ilkeyi belirlerken, beşeri vasıtalarla elde edildiğinden dolayı hiçbir zaman
kesin bir hüküm ifade etmesi mümkün olmayan zanna dayalı beşer bilgisine
dayanmıyoruz. Biz beşer bilgisinin bu keşiflerini sırf sevindirici bir
gelişme olarak gördüğümüz için onlara da burada işaret ediyoruz. Evrenin
herhangi kesin bir gerçeğini tesbit ederken başlıca dayanağımız, yarattığı
her şeyi en iyi bilen yüce yaratıcı olan Allah'ın bize verdiği mesajdır.
Kur'an-ı Kerim bu evrene hükmeden yasal sistemin tek bir irade ve tek bir
yüce yaratıcı tarafından belirlenen birlik anayasası olduğu konusunda hiçbir
şüpheye yer vermeyecek kesin bilgiler veriyor. Yine Kur'ana Kerim bu evrenin
yüce Allah'a boyun eğdiğini, birliğini kabul ettiğini, Allah'ın kendisine
bildirdiği şekilde O'na ibadet ettiği konusunda da herhangi bir kuşkuya yer
bırakmamaktadır. Biz evrenin Allah'a boyun eğmesi, O'na kulluk etmesi
konusunda Allah'ın bize haber verdiklerinden başka bir şey bilemiyoruz. Biz
evrenin düzeninde, hareketinde ve süresinde bu kulluğun ancak etkilerini
görebiliyoruz.
Allah'ın özgür iradesine uygun biçimde sürekli
olarak yenilenen Allah'ın kaderi ile evrenin tümüne hükmeden bu yasal
sistem, bu evrenin içinde yer alan varlıklardan biri olan insanın yapısında
da geçerlidir. Onun fıtratına yerleştirilmiş bulunmaktadır. Onu
algılayabilmek için ayrıca rasyonal bir kavrayışa ve duygusal algılamaya
ihtiyaç yoktur. Normal bir fıtrat ile algılanabilir ve fıtratın temeline
yerleştirilmiştir. İnsanın fıtratı onu dolaysız olarak algılayabilir, ona
uygun biçimde hareket eder. İnsanın fıtratı herhangi bir bozukluk ve
sapıklığa düşmemişse, bu yasaya rahatlıkla uyum sağlayacaktır. Böyle bir
sapıklık ve bozukluğa düştüğünde ise, kendi öz algılamasından sapar, öze
yönelik sağlam yasasına göre hareket edeceğine, kendisini gelip-geçici arzu
ve isteklerin akışına bırakır.
Bizzat bu yasalar sisteminin kendisi de, fıtrat ile
yaratıcısı olan Allah arasında gerçekleşen bir anlaşmadır. Bu anlaşma
insanın yapısına yerleştirilmiştir. Yaradılışından itibaren insanın her
canlı hücresine yerleştirilmiştir. Bu anlaşma peygamberlerden ve
peygamberlerin misyonlarından çok eskilere dayanmaktadır. Bu anlaşmada,
insanın her hücresi tek bir iradeye sahip olan, kendisine hükmeden ve onu
tasarrufu altında bulunduran tek yasal sistemi belirleyen Allah'ın
ilâhlığına şahitlik etmiştir. Fıtratın bu anlaşması ve şahitliğinden sonra
delil getirmeye gerek yoktur. -O ister bu anlaşma ve şahitlik hal dili ile
gerçekleşmiş olsun, isterse bazı rivayetlerde belirtildiği gibi sözlü olarak
gerçekleşmiş olsun farketmez- Hiç kimse kalkıp Allah'ın insanı Tevhid'e
ileten kitabından habersiz olduğunu, bu Tevhid'e çağıran Allah'ın
peygamberlik misyonlarından haber alamadığını söyleyemez. Yahutta, ben
varlık alemine geldiğimde atalarımın Allah'a ortak koştuklarını gördüm.
Tevhid'i tanıyabilmem için önümde hiçbir yol yoktu. Ben atalarımın sapıklığa
düşmeleri nedeniyle sapıklığa düştüm. Bu işten yalnız onlar sorumludur. Ben
sorumlu değilim demesi asla tutarlı olmaz. İşte bu nedenle sözü edilen
şahitlikten sonra şu açıklama geliyor:
"Allah, kıyamet gününde şöyle diyemeyesiniz diye
bunu böyle yaptı. Bundan haberimiz yoktu, ya da şöyle diyemeyesiniz diye,
vaktiyle atalarımız müşrik olmuşlardı, biz onlardan sonra gelen kuşaklardık,
bizi eğri yola sapanların yaptıklarından dolayı mı mahvedeceksiniz?"
Fakat yüce Allah kullarına merhametinden dolayı...
Kullarının saptırıldıkları zaman sapıtabileceklerini ve onların bu sağlam
fıtratlarının saptırıcı faktörlere maruz kalabileceklerini çok iyi
bildiğinden... Nitekim Peygamberimiz de -salât ve selâm üzerine olsun-
cinlerden ve insanlardan olan şeytanların insanın bünyesinde yer alan zaaf
noktalarına dayanarak onu saptırmak istediğini belirtmiştir!
Evet yüce Allah kullarına merhametinden dolayı
onları bu fıtrat anlaşmasına göre hesaba çekmemeyi takdir etmiştir. Aynı
şekilde onları kendilerine vermiş olduğu iyilik ve kötülüğü birbirinden
ayırıcı akıllarına göre de hesaba çekmek istememiştir. İnsanların
fıtratlarını dıştan gelen sis tabakasının etkisinden, yozlaşmışlıktan ve
sapıklıktan kurtarmak, aklını arzu ve isteklerin, zaafların ve şehevi
ihtirasların baskısından kurtarmak amacıyla onlara peygamberler göndermeden,
ayetlerini kendilerine açıklamadan onları sorumlu tutmayı dilememiştir.
(Nisa Suresi, 165. ayetin tefsirine bakınız) Eğer yüce Allah insanların
fıtratlarının ve akıllarının peygamberler ve peygamberlikler olmadan,
ayetlerin hatırlatmaları ve ayrıntılı bilgilerine ihtiyaç duymayacak biçimde
yalnız başına doğru yolu bulmaları için yeterli olacağını bilseydi onları bu
iki yetenekle hesaba çekerdi. Fakat yüce Allah ilmiyle onlara merhamet
etmiş, kendilerine karşı delil olarak peygamberlik misyonunu esas almıştır:
"İşte ayetlerimizi böyle ayrıntılı biçimde
anlatıyoruz ki, ola ki, doğru yola dönerler."
Belki böylece fıtratlarına, bu fıtratın Allah ile
yaptığı anlaşmaya yüce Allah'ın kendi bünyelerine yerleştirdiği basiret ve
idrak güçlerini kullanmaya yönelip dönüş yaparlar. İnsanın bünyesine
yerleştirilen bu gizli yeteneklere dönüş yapmak, kalplerde Tevhid gerçeğini
harekete geçirmeye ve onu Tevhid akidesi üzerinde yaratan, sonra ona
merhamet ederek hatırlatmak ve uyarmak için mucizelerle desteklenen
peygamberler gönderen biricik yaradıcısına dönmelerinin teminatıdır.
FITRATTAN UZAKLAŞMA
Fıtratın doğru yolundan sapmanın ve Allah tarafından
fıtrattan alınan söze aykırı düşmenin, Allah'ın ayetlerini gördükten ve
öğrendikten sonra onlardan yüz çevirmenin tasviri budur. Burada Allah'ın,
ayetlerini kendisine verdiği gözleriyle ve düşüncesiyle onları
algılayabilecek hale getirdiği halde bu ayetlerden sıyrılan, onlardan
soyutlanan, yeryüzüne bağlanan arzu ve isteklerinin peşine düşen, ilk
taahhüde-anlaşmaya ve doğru yolu gösteren ayetlere sarılmayan, dolayısıyla
şeytanın emrine giren, Allah'ın himayesinden dışarı atılan, bundan böyle
rahat yüzü görmeyen, huzur nedir bilmeyen ve belli bir çizgi tutturamayan
bir insan tipinin durumuna dikkat çekiliyor.
Yalnız Kur'an-ı Kerim'in icazlı ifade metodu olayı
basit bir şekilde sunmuyor. Onu canlı, hareketli bir manzara halinde tasvir
ediyor. Bu manzarada kıskıvrak bir hareket, belirgin işaretleri, apaçık
izleri, gözler önüne serilen tepkileri rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. Bu
manzara yaşanan gerçek hayatın bütün duygularını kapsadığı gibi, ilham dolu
ifadeleri yansıtan duygulara da yer vermektedir.
175- "Onlara şu
adamın olayını anlat: Adama ayetlerimizi sunduk, fakat o onların içinden
sıyrılıp çıktı. Arkasından onu şeytan peşine taktı da azgınlardan oldu. "
176- "Eğer
dileseydik bu ayetler aracılığı ile onun düzeyini yükseltirdik, fakat o yere
saplandı kaldı. Onun durumu üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da
dilini sarkıtıp horlayarak soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi
yalanlayanların durumu budur. Bu hikâyeyi onlara anlat, ola ki, üzerinde
düşünürler. "
177- "Ayetlerimizi
yalanlayan ve kendilerine zulmeden toplumun durumu ne kötü bir örnektir. "
Bu sahne gerçekten hayret verici bir sahnedir. Bu
dilin düşünce ve tasvir yönünden zenginliğine dayalı, son derece yeni bir
manzara tasvir etmektedir. Burada yüce Allah bir insana ayetlerini veriyor,
üstün nimetleriyle onu donatıyor, ilminden ona bir pay veriyor. Doğru yolu
seçmesi, kendisi ile bağ kurması ve yükselmesi için gereken en güzel fırsatı
sağlıyor. Fakat o, bunların hepsine rağmen, görüyorsunuz ya, bu işten
sıyrılmak istiyor. Sanki o, etine yapışık bulunan deriden sıyrılır gibi bu
ayetlerden sıyrılıyor. Çırpınarak, zorlanarak ve büyük bir çabayla ancak
bunu üzerinden atabiliyor. Bedenine yapışık halde bulunan derisinden bir
canlının yüzülmesi gibi bir sıyrılıştır bu. İnsanın bünyesi derinin bedeni
sarması gibi Allah'a iman duygusuyla sarılmış değil miydi? İşte o, buna
rağmen gördüğünüz gibi Allah'ın ayetlerinden sıyrılıyor, kendisini koruyan
örtüyü, bedenini muhafaza eden zırhı atıyor, arzu ve isteklere uymak için
doğru yoldan sapıyor, aydınlık ufuklardan yuvarlanıyor, kapkaranlık çamura
gömülüyor. Ve artık şeytanın bir oyuncağı durumuna düşüyor. Şimdi artık
hiçbir koruyucu onu korumuyor. Kimse şeytandan onu muhafaza etmiyor. Ve o,
şeytana uyuyor. Şeytana bağlanıyor. Şeytan ona egemen oluyor. Sonra bir de
bakıyoruz ki, biz uğursuz, çirkin ve korkunç bir sahne ile karşı karşıyayız.
İşte şimdi biz bu tuhaf yaratık ile karşı karşıyayız. Yeryüzüne çakılıp
kalmış, çamura batmış bir yaratıktır bu. Bir de bakıyoruz ki, bu yaratık
köpek şekline girmiş, kovulsa da kovulmasa da solumasını sürdüren bir köpek
şekline. Bu hareketli manzaraların hepsi birbirini izliyor, arka arkaya
geliyor. İnsanın hayatı burada olayı somut bir şekilde izliyor. Zaman zaman
tepki gösteriyor, hayret ediyor, heyecana kapılıyor. Bu sahnelerin sonuna
yani ardı arkası gelmeyen solumalar sahnesine gelindiğinde, sahnenin
tamamını kuşatan gizli direktiflerle dolu bulunan yorum geliyor:
"İşte ayetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu
hikâyeyi onlara anlat, ola ki, üzerinde düşünürler. Ayetlerimizi yalanlayan
ve kendilerine zulmeden toplumun durumu ne kötü bir örnektir!"
İşte onların örneği budur. İnsanı doğru yola ileten
ayetler, imanı aşılayan direktifler onların fıtratlarına ve bünyelerine
ayrıca çevrelerini kuşatan bütün varlıkların yapılarına da
yerleştirilmiştir. Buna rağmen onlar bunların hepsinden sıyrılmışlar. Sonra
onların şekilleri değişmiş, hayvanlaşmışlar. Bünyeleri çirkinleşmiş
"insan"lık konumundan hayvanların düzeyine düşmüşler... Çamurda debelenen
köpeğin seviyesine inmişler. Halbuki onların imandan kanatları vardı.
Bunlarla yüce alemlere açılabilirlerdi. Ne var ki, onlar bu güzel makamdan
alçakların alçağı bir dereceye yuvarlanıyorlar!
"Ayetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden
toplumun durumu ne kötü bir örnektir."
Bu örnekten daha kötü bir durum düşünebilir mi?
Doğru yoldan ayrılıp haktan uzaklaşmaktan daha çirkin bir şey var mıdır?
Yeryüzüne çakılıp kalmaktan, arzu ve isteklere bağlanmaktan daha kötü ne
olabilir? Bu hareketleriyle kendi nefislerine zulmeden insandan daha fazla
nefsine zulmeden birisi düşünebilir mi? Kendisini koruyan örtüyü çıkarıp
atan, bedenini muhafaza eden zırhtan sıyrılan, böylece kendisini şeytanın
oyuncağı haline getiren ve ona bağlayan, şeytana binek yapan, onu yeryüzüne
çakılıp kalan şaşkınlık ve kararsızlık içindeki hayvanlar alemine sürükleyen
ve sürekli köpeklerin soluyuşu gibi soluyan bir hayvan haline getiren
kişiden daha zalim kim vardır?
Bu durumun nitelendirilmesi ve tasviri konusunda
Kur'an-ı Kerim'in eşsiz, hayret verici ifade tarzından başka hangi söz bu
kadar eşsiz ve hayret verici ifade gücüne sahip olabilir?
Sonra... Bu sadece okunan bir haber midir? Yoksa
çoğu zaman bir realite olarak gerçekleştiğinden dolayı haber şeklinde
verilen bir örnek midir? Bu açıdan aktarılan bir haber midir?
Bazı rivayetlerin kayıtlarına göre bu
İsrailoğulları'nın Filistin'e girmelerinden önce orada yaşayan iyi bir
insanın haberidir. Rivayetler, bu adamın şaşkınlığa ve sapıklığa düşüşünü
detaylarına varıncaya kadar verirler. Bu rivayetlerde olay öyle bir üslubla
dile getirilmiştir ki, onun yahudi kültürünün bir parçası olmadığını
söylemek çok zordur. En azından olayın tüm detaylarının kesinliği sözkonusu
değildir. Ayrıca bu rivayetlerde birtakım farklılıklar ve çelişkiler de
vardır ki, bunlar aynı konuda daha fazla dikkatli olmamızı gerektirmektedir.
Rivayete göre bu kişi İsrailoğulları'ndan biri olan Bel'am b. Bâûrâ'dır.
O'nun Filistin'in zorba yerlilerinden biri olduğu da rivayet edilmiştir.
Araplar'dan Umeyye b. Sait olduğu da gelen rivayetler arasındadır. Bu
rivayete göre ise, bu adam Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun-
çağdaşı olan, fasık olan Ebu Amir idi. Musa'nın -selâm üzerine olsun-
çağdaşı olduğu da rivayet edilmiştir. Bir rivayete göre ise
İsrailoğulları'nın şehre girmeyi reddetmelere üzerine, kırk yıllık çöl
hayatından sonra İsrailoğulları'nın zalimleriyle savaşan Yuşa b. Nûn
zamanında yaşayan bir adamdı. Hatırlanacağı gibi Kur'an-ı Kerim'de
bildirildiğine göre, onlar peygamberleri Hz. Musa'ya -selâm üzerine olsun-
şöyle demişlerdi: "Git sen Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz."
(Maide Suresi, 24)
Ona verilen bu ayetlerin tefsirinde, onların
kendisiyle dua edildiğinde kabul edilen "Allah'ın İsmi A'zamı (en yüce adı)
olduğu da rivayet edildiği gibi, Allah tarafından gönderilen bir kitap
olduğu ve onun da bir peygamber olduğu bildirilmiştir... Bundan sonra
haberin detayları birçok açıdan farklılık göstererek uzayıp gider.
Bu nedenle biz "Fî Zılâl'il Kur'an'da" izlediğimiz
metoda bağlı olarak bu rivayetlerin hiçbirine dalmayı uygun görmedik. Ayrıca
Kur'an'ın metninde bunların hiçbiri yer almıyor. Bu konuda Peygamber'e
-salât ve selâm üzerine olsun kadar varan sağlıklı bir hadiseye
rastlayabilmiş değiliz. Dolayısıyla biz bu haberin ötesini araştırmaya gerek
görmedik. Burada Allah'ın ayetlerini apaçık olarak gördükleri halde, bu
ayetlerin gösterdiği yolda yürümeyip onları yalan sayanların durumu gözler
önüne serilmektedir. Bu olay insanın hayatında ne de çok gerçekleşiyor.
Allah'ın dininin bilgisi kendilerine bağışlandığı halde bu bilgiler
doğrultusunda hareket etmeyenler ne de çoktur! Onlar bu dini bilgiyi,
hükümlerin yerini değiştirmek ve onunla arzu ve isteklerine uymayı sağlamak
için vasıta kılıyorlar. Onlar bu bilgilerini kendi heva ve hevesleri ve
dünya hayatının nimetlerine sahip olduklarını zannettikleri efendilerinin
arzu ve istekleri doğrultusunda kullanırlar.
Nice din bilgini tanıyoruz ki, Allah'ın dinini
gerçek anlamda öğrendiği halde ondan sapar. Onu olduğundan başka türlü
açıklar. Bu bilgisini bilinçli tahrifler, yeryüzünün geçici hükümdarlarının
keyfine göre fetvalar için kullanır! Bu tahrifler ve fetvalarla Allah'ın
hakimiyetini ve O'nun yeryüzündeki bütün mukaddeslerini çiğneyenlerin
saltanatını sağlama almaya çalışır!
Biz bu bilginler içinden; yasama Allah'ın
haklarından biridir, bu hakka kendisinin sahip olduğunu iddia edenlerin
ilâhlık iddiasında bulunmuş olacaklarını, ilâhlık iddiasında bulunanların
ise kâfir olduklarını, ayrıca o kişilere bu hakkı verenlerin ve onların
peşinden gidenlerin de kâfir sayılacaklarını bilen ve söyleyen kimseler
gördük. Bununla beraber bu gerçeği bilmelerine ve dinde bu gerçeği bir
zaruret olarak öğrenmelerine rağmen bu din bilginleri, yasama hakkını
kendinde gören ve bu hakkı iddia etmekle ilâhlık iddiasında bulunan zalim
idarecilere dua ederler. Bizzat kendilerinin küfürlerine hüküm verdikleri bu
insanlara dua ederler ve onlara "müslüman" adını yakıştırırlar!.. Onların bu
yaptıklarım, en ideal islâm olarak gösteriyorlar. Yine bunların bazılarını
gördük ki; bir sene faizin bütün çeşitlerinin haram olduğunu yazdıkları
halde, başka bir sene onun helâl olduğunu yazmaya başlarlar. Yine bunların
öylelerine rastladık ki, insanlar arasında fuhuşun ve ahlâksızlığın
yayılmasına ön ayak oldukları gibi, bu çirkefin üzerine din örtüsünü, dini
ünvanları ve alâmetleri çekmeye çalışırlar.
Bu ise: "ona ayetlerimizi sunduk, fakat o onların
içinden sıyrılıp çıktı. Arkasından şeytan onu peşine taktı da, azgınlardan
oldu." ayetini doğrulayan bir delilden başka bir şey değildir. Bu yüce
Allah'ın kendisinden söz ettiği haber sahibinin hayvanlaşmasından başka
nedir ki?: "Eğer dileseydik, bu ayetler aracılığı ile onun düzeyini
yükseltirdik, fakat o, yere saplandı kaldı. Onun durumu üstüne varsan da,
kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp horlayarak soluyan köpeğin durumu
gibidir."
Eğer Allah dileseydi, kendisine verdiği ayetlerin
bilgisiyle onu yükseltirdi. Ne var ki, yüce Allah bunu istememiştir. Çünkü
ayetleri bilen bu adam, dünya hayatının rahatını tercih etmiş, ayetlere
değil de arzu ve isteklerine uymuştur."
Bu, Allah'ın kendi bilgisinden bir miktarını verdiği
halde, bu bilgiden yararlanmayan, iman yolu üzerinde doğru bir istikamete
yönelmeyen, horlanmış bir biçimde şeytanın peşine düşmek ve sonuçta şekil
değiştirerek hayvanların mertebesine inmek için Allah'ın nimetinden sıyrılan
herkesi kapsamına alan bir örnektir!
Sonra ardı arkası kesilmeyen köpek solumaları nedir
acaba?
Kur'an'ın arzettiği manzaranın tasvir gücünden ve
haberin vurgularından da anlaşıldığı gibi, bu solumalar dünya hayatının
geçici güzellikleri peşinde koşarken yaşanan solumalardır... İşte dünyanın
bu geçici zevklerine takılanlar, Allah'ın kendilerine verdiği ayetlerden
sıyrılmak isteyenlerdir. Dünya malının peşine düşen bu insanlara öğüt
verilse de verilmese de, onlar bu solumalarından vazgeçmeyecekler ve onlar
sürekli olarak bu hal üzere devam edip gidecekler.
Dünya hayatı her yerde, her zaman ve her toplumda bu
örneği sürekli olarak gözlerimizin önüne getirir. Hatta birçok zaman
geçmesine rağmen insanın gözleri hangi bilgine takılsa, onun durumunun da
aynı olduğunu görür. Allah'ın ayetlerinden sıyrılmayan, dünya hayatının
rahatına dalmayan, arzu ve isteklerin peşinde sürüklenmeyen, şeytanın
boyunduruğuna razı olmayan, egemenliği ellerinde bulunduranların sahip
oldukları dünya malının peşinden habire solumayan, Allah'ın kendilerini
koruduğu çok az bir kesim hariç!
Bu varlığı ve meydana gelişi hiçbir zaman kopukluğa
uğramayan bir örnektir. Belli bir kuşakta meydana gelen bir olayla asla
sınırlı değildir!
Yüce Allah, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine
olsun- bu örneği Allah'ın ayetlerinin kendilerine gönderildiği kavmine
okumasını istiyordu ki, onlarda bu ayetler kendilerine verildikten sonra
ondan sıyrılmasınlar. Sonrakiler için de ders olsunlar. Ardarda gelen
nesiller tarafından okunsunlar. Allah'ın ilminden bir şey öğrenenler bu
çirkin akıbete uğramaktan sakınsınlar, Ardı arkası kesilmeyen bir soluyuş
içine girmesinler. Hiçbir düşmanın düşmanına dahi reva görmediği biçimde
kendi kendilerine zulüm etmesinler. Çünkü bu uğursuz akıbet ile kendi
kendilerinden başka kimseye zulmetmiş olmazlar!
Günümüzde bu tip alimlerden öylelerini gördük ki,
Allah korusun kendi kendilerine zulmetmek için büyük bir ihtirasla ortaya
atılıyorlar veya cehennem çukurundaki yerlerini kendileriyle beraber yarış
halindekilerden birinin almasından korkan adamın hali gibi, bu işe dört elle
sarılıyorlar! Cehennem'deki bu yerini garantiye almak için her sabah biraz
daha ilerliyorlar! Bu dünya hayatının sonuna kadar bitmek tükenmek nedir
bilmeyen salyalı solumaları ile bu emellerinin peşinde koşup duruyorlar!
Allah'ım sen bizleri koru! Ayaklarımızı kaydırma!
Üzerimize sabır yağdır! Ve müslüman olarak canımızı al!
İMAN VE HAYAT DÜZENİ
Bu ilahi haberin ve bu haberi bildiren Kur'an'ın
ifade tarzı üzerinde bir başka açıdan durmak istiyoruz.
Bu örnek sahibini şehevi arzu ve isteklerin
ağırlığından korumayan, dünya hayatının ağırlığından ve cazibesinden onu
kurtarmayan, heva ve hevesine uymaktan şeytana bağlanmaktan, onun yolunu
izlemekten, bu heva-heves yolları ile onun peşinde sürüklenmekten
alıkoymayan bilginin örneğidir.
İşte ilim insanı korumadığından dolayı, Kur'an'ın
yolu, müslüman nefisleri ve islâmi hayatı oluşturmak için kendisine has bir
metod izler. Bu metod, ilmi sırf bilmek şeklinde ele almaz. Aksine, ilmi
vicdan aleminde ve pratik hayatta hedefini gerçekleştirmek için hareketli,
itici ve sıcak bir inanç sistemi olarak ele alır.
Kur'an'ın hayat sistemi akideyi, ilmi araştırmalar
şeklinde hazırlanmış bir "teori" olarak ele almaz. Böyle bir inanç sistemi
sırf bilgiden ibarettir. Vicdan dünyasında ve hayat alanında etkili olamaz.
Bu kuru bir ilimdir. Sahibini keyfi arzularının peşine düşmekten korumaz,
Şehevi arzuların baskısından hiçbir şeyi hafifletmez. Şeytanı da kovmaz.
Aksine onun yolunu açar ve insanı ona köle haline getirir!
Aynı şekilde Kur'an'ın hayat yolu bu dini, "İslâm
Nizamı", "İslâm Fıkhı", "İslâm İktisadı", "Tabiat Bilimleri", "Psikolojik
Bilimler" alanında yapılan etüdler şeklinde sunmuyor. Bu dini kültürel
etüdlerin hiçbiri şeklinde takdim etmiyor!
Kur'an'ın hayat sistemi dini, itici, harekete
geçirici, diriltici, yükseltici bir inanç sistemi şeklinde sunuyor. Kalbe ve
akla yerleştikten sonra pratik uygulamasını gerçekleştirmek için harekete
iten bir güç kaynağı olarak görür akideyi. Bu akide ölü kalpleri diriltiyor,
canlandırıyor, harekete geçiriyor ve ilerletiyor. İnsanın fıtratındaki
alıcı-verici cihazları uyarıyor. İnsanı Allah'a verdiği ilk söze döndürüyor.
İnsanın hedeflerini ve değerlerini yüceltiyor. Artık çamurun cazibesi onu
üzerine bindirmiyor ve onu asla dünya malına bağlamıyor.
Kur'an'ın hayat yolu, bu akideyi teori ve düşünce
için bir metod olarak takdim ediyor. Bu insanların düşüncelerinden apayrı ve
tamamen farklı bir metodtur. Çünkü bu metod insanları, arzu ve isteklerin
oyuncağı ve bedenlerin ağırlığı ve şeytanın aldatmaları altında
oluşturdukları metodların kusurlarından, yanlışlıklarından, sapıklıklarından
kurtarmak için gönderilmiştir!
Kur'an'ın hayat yolu, bu akideyi gerçeğin bir ölçüsü
olarak sunuyor. İnsanların akıllarını ve duygularını bununla bir sisteme
bağlıyor. İnsanların yönelişlerini, hareketlerini ve düşüncelerini bununla
kontrol ediyor ve ölçüye vuruyor. Artık buna göre, bu ölçünün kabul ettiği
şeyler doğrudur. Onları sürdürmek gerekir. Yine bu ölçünün reddettiği şeyler
yanlıştır. Onlardan vazgeçmek gerekir.
Kur'an'ın hayat yolu, bu akideyi bir hareket metodu
olarak takdim eder. Bu metod, insanları kendi programına ve kendi ölçülerine
göre adını adım yücelerin yücesine doğru yükseltir, ilerletir. Realiteye
dayalı bu hareket esnasında insanların hayat sistemini ve hukuklarının
temellerini, iktisadlarının, sosyal yapılarının ve siyasetlerinin ilkelerini
belirler. Bu ilkelere göre şekillenmiş akılları ile kanuni ve fıkhi
yasalarını tesbit eder. Fizik ve psikolojik bilimlerine bu ölçülere göre
biçim verir. Realiteye dayalı pratik hayatları neyi gerektiriyorsa onları
düzene koyar. Onlar, detaylara ilişkin kanunları ve hükümleri belirlerken
içlerinde akidenin sıcaklığını ve itici gücünü, şeriatın ciddiyetini ve
realitesini, hayatın gerçek ihtiyaçlarını ve direktiflerini derinden
hisseder!
İşte Kur'an'ın hayat yolu, müslüman nefisleri ve
islami hayatı bu metod ile şekillendiriyor. Sırf etüd etme amacına yönelik
teorik araştırmalara gelince bu ilim, sahibini yeryüzünün ağırlıklarından
arzu ve isteklerin itici gücünden ve şeytanın aldatmasından koruyamaz. Beşer
hayatı için yararlı bir şey takdim edemez! (En'am Suresinin girişine bkz.)
Burada ayetin akış seyri, bu manzarada tasvir edilen
örnek üzerinde bir değerlendirmede bulunmak için kısaca duruyor. Allah'ın
kendisine ayetlerini verdiği halde, onlardan sıyrılan adamın hareketi
üzerine hidayetin Allah'ın hidayeti olduğunu, Allah'ın kendisini hidayete
ilettiği kimsenin gerçekten hidayet üzere bulunduğunu, Allah'ın saptırdığı
kimsenin ise hüsrana uğradığını ve hiçbir şey kazanmadığını belirtiyor.
178- "Allah kimi
doğru yola iletirse o doğru yolda olur, kimleri saptırırsa işte onlar,
hüsrana uğrayanlardır."
Yüce Allah aşağıdaki ayetlerde belirttiği gibi doğru
yolu bulmak için çalışanları hidayete erdirir: "Bizim uğrumuzda çaba
sarfedenleri biz, elbette yollarımıza iletiriz." (Ankebut Suresi, 65) "Bir
millet kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını
değiştirmez." ( Ra'd Suresi, 11) "Nefse ve onu şekillendirene, ona
kötülüğünü ve korunmasını ilham edene andolsun ki; nefsini temizleyen
kurtulmuş, onu kirletip örten ziyana uğramıştır." (Şems Suresi, 7-10) '
Aynı şekilde kendisi için sapıklık yolunu seçen,
doğru yolun delillerinden ve imanın direktiflerinden yüz çeviren, kalbini,
kulaklarını ve gözlerini onlara karşı kapayanları da yüce Allah sapıklığa
iter. Ayetlerin devamında bu noktaya ışık tutan bir ayet vardır: "Andolsun
ki, birçok cini ve insanı cehennemlik olarak yarattık. Onların kalpleri
vardır, fakat anlamazlar, gözleri var, fakat görmezler, kulakları var, fakat
işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler, hatta hayvanlardan da daha
sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler." (A'raf Suresi, 179)
Ayrıca: "Onların kalplerinde hastalık vardır, Allah
da bu hastalıklarını arttırmıştır." (Bakara Suresi, 10) "Allah kâfirleri ve
zalimleri ne bağışlayacak, ne de doğru yola iletecektir. Onların
iletilecekleri tek yol cehennem yoludur. Orada ebedi olarak
kalacaklardır..." (Nisa Suresi, 168-169) ayetleri de bununla ilgilidir.
Hidayet ve sapıklığa değinen bütün ayetleri göz
önünde bulundurup bunların anlamları arasındaki ahenge dikkat edersek,
önümüzde tek bir yol netleşir. Hiç şüphesiz önümüzde netleşen bu yol, hem
islâmı fırkaların kelâmcıları, hem hristiyan teolojisi, hem de bir dizi
felsefi akımlar tarafından genel olarak kaza ve kader konusunda
körükledikleri tartışma ortamından tamamen uzaktır.
Yüce Allah'ın insan denen varlığın kaderini
sürüklenmeyi dilemesi, yüce Allah'ın bu insanı hem hidayeti hem de sapıklığı
kabul edebilecek iki yönlü bir yetenek üzere yaratmasıdır. Bununla beraber
insanın fıtratına, tek olan ilâhlık gerçeğini kavrayabilme ve ona
yönelebilme yeteneği yerleştirmiştir. Sapıklığı ve hidayeti birbirinden
ayırıcı nitelikteki aklı ona vermiştir. Buna ilave olarak bozulduğunda
fıtratını uyarmak, saptığında aklına doğru yolu göstermek için, apaçık
delillerle peygamberler göndermiştir. Şu kadar var ki, tüm bunlardan sonra
insanın kendisi ile yaratıldığı hem hidayet hem sapıklık niteliğine sahip
olan bu iki yönlülük, bu iki yetenek, Allah'ın dilemesine uygun biçimde
işler.
Aynı şekilde yüce Allah'ın dilemesi O'nun takdirine
hükmeder. Buna bağlı olarak doğru yola ulaşmak isteyen ve bu yolda çaba
sarfedenleri hidayete erdirir. Kendilerine verilen akıllarını, peygamberin
mesajlarına serpiştirilen hidayete iletici ayetleri kavramayan, görme ve
işitme cihazlarının aktif bir biçimde kullanmayanları da sapıklığa iter,
saptırır.
Her halukârda Allah'ın dilediği olur, ondan başkası
olmaz. Meydana gelen her olay, O'nun takdiri ile olur. Başkasının kuvveti
ile değil. İşlerin bu şekilde düzenlenmesi Allah'ın böyle olmasını dilemiş
olmasındandır. Allah'ın takdiri bir şeyin olmasını gerektirmedikçe, hiçbir
şey olmaz. Buna göre varlık aleminde, işlerin kendisine uygun olarak meydana
geldiği başka bir irade yoktur. Olayları meydana getiren Allah'ın
takdirinden başka bir kuvvet yoktur ortada. İşte bu gerçeğin çerçevesinde
insan kendi isteğine göre hareket eder. Doğru yola ulaşması veya sapıklığa
düşmesi de bu çerçevede meydana gelir.
İşte Kur'an-ı Kerim'in bütün ayetlerini
karşılaştırarak ve onların arasındaki ahengi göz önünde bulundurarak elde
edilen islâmi düşünce budur. Pek tabii olarak bu düşünceye varabilmek için,
ayetleri ayrı ayrı ekollerin ve akımların isteklerine uygun biçimde ele
almamalı, onların bir kısmını diğer bir kısmına karşı delil olarak ileri
sürmemeli ve onları çarpıştırma yolu bırakılmamalıdır.
Şimdi incelediğimiz ayeti kerimede deniyor ki:
"Allah, kimi doğru yola iletirse o doğru yolda olur,
kimleri saptırırsa, işte onlar hüsrana uğrayanlardır."
Bu ayete ve Allah'ın az önce açıkladığımız yasasına
göre,.hidayete erdirdiği kimse gerçekten hidayete kesin bir şekilde erişmiş,
yolu bilen, yol üzerinde yürüyen ve ahiret gününde kurtuluşa eren biri
olmuştur. Allah'ın yine bu yasalara göre saptırdığı kimse de hüsrana
uğramıştır. Her şeyi kaybetmiştir. Hiçbir şey kazanmamıştır. Ne kadar mala,
mülke sahip olsa da, ne kadar imkân elde etse de bunların hepsi boşa gidecek
veya bunların hepsi boştur! Bu sapık yola giren adamın, özünü kaybetmiş
olması açısından meseleye baktığımızda da durumun böyle olduğunu görürüz.
Kendi kendisini kaybeden adam ne elde edebilir, neyi kazanabilir!
KADER
179- "Andolsun ki,
birçok cini ve insanı cehennemlik olarak yarattık. , Onların kalpleri var.
Fakat anlamazlar, gözleri var, fakat görmezler, kulakları var, fakat
işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan da sapıktırlar.
Onlar gaflet içindedirler. "
Çoğu cehennem için yaratılan insanların ve cinlerin
bu dünyaya gönderilmelerinin hikmeti nedir? Nasılsa cehennemlik olan bu
yaratıkların fonksiyonu nedir?
Burada iki yaklaşım sözkonusu edilebilir:
Birinci yaklaşım: Allah'ın ezeli olan ilminde, bu
yaratıkların cehenneme gidecekleri biliniyordu. Yalnız bu bilgi onların
yaşadıkları pratik hayatta cehennemi hakedecek eylemler yapmalarının açığa
çıkmasını zorunlu kılmaz. Yüce Allah'ın ilmi alabildiğine geniş kapsamlıdır.
Her şeyi kuşatmış durumdadır. Herhangi bir zaman ve kulların sonradan
yaratılan dünyasında kendisinden sonra eylemin gerçekleştiği hiçbir harekete
bağlı değildir.
İkinci yaklaşım: Hiçbir zamana ve kulların sonradan
yaratılan dünyasında meydana gelen herhangi bir harekete bağlı olmayan bu
ezeli ilim, insanların cehenneme gitmelerine müstehak olacak biçimde
sapmalarına neden olan itici güçlerden biri değildir. Cehenneme gitmelerinin
asıl nedeni kendileridir. Nitekim ayette deniyor ki:
"Onların kalpleri var, fakat anlamazlar; gözleri
var, fakat görmezler; kulakları var, fakat işitmezler."
Onlar kendilerine verilmiş bulunan kalplerini,
peygamberlerin misyonlarında hazır bulunan ve açık tutulan kalplerin
aydınlanmış sağduyularını kavrayabilecekleri delillerine açmış değillerdir.
Allah'ın bu evrendeki ayetlerini görmek için gözlerini açmamışlardır. Yüce
Allah'ın okunan ayetlerini dinlemek için onlara kulak vermemişlerdir. Onlar
kendilerine verilmiş bulunan bu cihazları boş vermişler ve onları gereği
gibi kullanmamışlardı. Gaflet içinde ve düşünmeden yaşayıp gitmişlerdir.
"Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan da
daha sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler."
Bunlar etraflarını kuşatan Allah'ın evrendeki ve
hayattaki ayetlerini umursamamışlardır. Kendilerinin ve başkalarının
başından geçen olaylardan habersiz yaşamışlar ve bu olaylardaki Allah'ın
elini görmemişlerdir. İşte bunlar hayvan gibidirler. Hatta onlardan da daha
sapıktırlar. Çünkü hayvanların doğuştan gelen yol gösterici içgüdüleri
vardır. Cinler ve insanlar ise, anlayışlı bir kalple, görebilen bir gözle ve
derleyebilen bir kulak ile donatılmışlardır. Onlar gereği kavramak için
kalplerini, gözlerini ve kulaklarını açmadıklarından, hayatın önünden
aldırmadan geçip kalplerini onun asıl anlamını ve amacını kavramak için
kullanmadıklarından, gözleri hayatın manzaralarını ve gerçeklerini
görmediğinden, kulakları hayatın duygularını ve mesajlarını derleyip
toplamadığından, değerlendirmediğinden... Evet bu durumda onlar, sadece
yönlendirici fıtratlarından kaynaklanan içgüdüleri ile başbaşa bırakılan
hayvanlardan daha sapıktırlar! Sonra da onlar cehennemin yakıtı olurlar!
Allah'ın takdiri, dilemesine uygun olarak onları cehenneme sürükler. Zira
Allah'ın dilemesi, onları bu yeteneklere uygun biçimde yaratmış ve onların
ceza yasasını bu şekilde belirlemiştir. Dolayısıyla onlar Allah'ın ezeli
ilminde olduğu gibi varoldukları zamandan itibaren cehennemin yakıtı
olurlar!
Kâinattaki Tevhid anlaşmasına ilişkin manzara
arzedildikten ve bu anlaşmadan Allah'ın kendisine verdiği ayetlerden yüz
çevirip sapan adam bir örnek olarak sunulduktan sonra, islâm çağrısına
Allah'a ortak koşarak karşılık veren müşriklerin tutumları ile somutlaşan
sapıklara aldırmayı öngören yönlendirmeye yer veriliyor. Bunlar Allah'ın
isimlerinde ilhada kalkışan ve onları tahrif eden, Allah'ın isimlerini sahte
tanrılara yakıştıran bir topluluktur:
180- "En güzel
isimler Allah'ınkilerdir. O'na o isimler ile dua ediniz. O'nun isimleri
konusunda eğriliğe sapanları sapıklıkları ile başbaşa bırakınız. Onlar
yaptıklarının cezasını ilerde çekeceklerdir. "
Ayeti kerimenin metninde geçen "İlhad" kavramı
sapmak veya tahrif etmek anlamına gelir. Arap Yarımadası'nda yaşayan
müşrikler Allah'ın güzel isimlerini tahrif etmişler ve onları sahte
ilâhlarına yakıştırmışlardı. "Allah" ismini değiştirerek bu ismi "Lat"a
vermişlerdi. "Aziz" ismini değiştirip onu "Uzza"ya takmışlardı. Ayeti kerime
bu isimlerin yalnız Allah'a ait olduğunu belirtmektedir. Ve yalnız
müminlerin hiçbir tahrife ve sapmaya yer vermeden bunlarla kendisine
çağırmalarını, bu konuda sapmış ve saptırılmış bulunanları kendi hallerine
bırakmalarını, onlara aldırmamalarını, onların içinde bulundukları sapıklığa
iltifat etmemelerini emretmektedir. Çünkü onların işleri Allah'a havale
edilmiştir. Bu hareketlerinden dolayı kendilerini bekleyen cezaya mutlaka
çarptırılacaklardır.. Aman Allah'ım, bu ne korkunç bir tehdit...
Allah'ın isimlerinden eğriliğe sapanların kendi
hallerine bırakılmasına ilişkin bu emir, sırf bu tarihi olayla ve Allah'ın
isimlerini lafzı olarak değiştirip onları sahte ilâhlara yakıştırmakla
sınırlı değildir. Bu emir bütün şekilleriyle her türlü yanlış adlandırmayı
kapsamına alır. Uluhiyet gerçeği konusundaki düşüncelerinde, ilhada
kalkışan, yani tahrif eden veya sapan herkesi kapsamına alır. Allah'ın
çocuğu olduğunu iddia edenler, Allah'ın dilemesinin evrendeki tabiat
kanunlarına bağlı olduğunu ileri sürenler, yüce Allah hiçbir şeye
benzemediği halde O'nun işlerinin insanların işlerine benzer şekilde meydana
geldiğini ileri sürenler, yüce Allah'ın gökte yani evrenin düzenini idarede,
insanları ahirette hesaba çekmede ilâh olduğunu kabul edip, O'nun
yeryüzünde, yani insanların hayatlarında yasa koyamayacağını, hayatla ilgili
konularda insanların ancak kendi akıllarıyla, deneyimleriyle ve
menfaatleriyle bağdaşacak şekilde uygun gördüklerini yasa olarak
belirleyeceklerini, bu konularda insanların kendi kendilerinin ilâhları
olduklarını veya bir kısmının diğer bir kısmının ilâhları konumunda
bulunduğunu söyleyenler ve buna (dilleriyle ifade etmeseler de
pratikleriyle) şahitlik yapanlar!.. Evet bunların hepsi, Allah'ın sıfatları
ve ilâhlığının özellikleri konularında birer sapmadır. Buların hepsini aynı
çerçevede görmek gerekir. Müslümanlar ise, bunların hepsinden yüz çevirmek
ve onlara aldırmamakla yükümlüdürler. Bu sapık yakıştırmalara kalkışanlara
gelince, onlar zaten yaptıklarına karşılık olarak Allah'ın cezasıyla tehdit
edilmiş bulunmaktadırlar!
KARŞIT GRUPLAR
Kur'an-ı Kerim'in akış seyri insanların bir kısmını
oluşturan cehennemin yakıtı olan ve şu ayette: "Onların kalpleri var, fakat
anlamazlar; gözleri var, fakat görmezler; kulakları var, fakat
işitmezler"... sözü edilen kesimi açıkladıktan sonra, insan gruplarını
açıklamaya geçiyor. İnsanların bir grubu bunlardır. Bir grup da, Allah'ın
isimlerinde eğriliğe sapanlar ve onları tahrif edenlerdir. Sonra insanların
içinden hakka sarılan, insanları gerçeğe çağıran, hak ile hükmeden ve ondan
sapmayan bir kesim de vardır. Bunların tam karşısında yer alan, gerçeği
inkâr eden ve Allah'ın ayetlerini yalan sayan bir grup da bulunmaktadır.
Kur'an-ı Kerim birinci grubun varlıklarını kabul eder ve onların varlığını
kuşku götürmeyen değişmez bir realite olarak gösterir. Bunlar, sapıklar
hakdan saptıklarında, insanlar gerçeği yalan saydıklarında hakkın
bekçiliğini yapanlar ve ona bağlılıkta direnen kimselerdir. Diğerlerine
gelince, Kur'an onların korkunç akıbetlerini açığa çıkarıyor ve Allah'ın
onlara karşı çok çetin bir tuzak hazırladığını belirtiyor:
181- "Yarattığımız
insanlar içinde başkalarını hakka ileten ve hakka uygun, adil hükümler veren
bir kesim varılır. "
182- Ayetlerimizi
yalanlayanları hiç farkına varmayacakları biçimde yavaş yavaş kötü
akıbetlerine yaklaştıracağız. "
183- "Onlara mühlet
veririm. Çünkü benim tuzağım sağlamdır."
Eğer insanların içinde en kötü şartlarda bile, yüce
Allah'ın islâmi anlamıyla "Ümmet" diye adlandırdığı bu cemaat olmasaydı,
beşeriyet asla onurlandırılmaya hak kazanmazdı. İslâm literatüründe ümmet
kavramı bir tek akideye bağlanan, bu akide bağına göre biraraya toplanan ve
bu akideye dayalı olarak hareket eden cemaat demektir. İşte sürekli olarak
hakka bağlanan ve her zaman ona göre hareket eden bu ümmet, yüce Allah'ın
yeryüzündeki emanetinin bekçisidir. Allah'ın insanlardan aldığı sözün
şahididir. Bu ümmet aracılığıyla yüce Allah'a verilen sözü inkâr eden
sapıklara karşı Allah'ın delili üstün gelmiş olmaktadır.
Şimdi de bu ümmetin sıfatları üzerinde biraz durmak
istiyoruz:
"Başkalarını hakka ileten ve hakka uygun, adil
hükümler veren bir kesim vardır."
Sayıları ne olursa olsun varlıkları yeryüzünden
silinmeyen bu ümmetin sıfatlarından birkaçını şöyle özetleyebiliriz. Onlar
hakka çağırırlar, hiçbir zaman hakka hak ile davet etmekten geri durmazlar.
Aleyhlerine de olsa hakkı savsaklamazlar. Bildikleri gerçeklerden asla yüz
çevirmezler. Onlar yalnızca hak ile başkalarını doğru yola iletirler. Bu
haktan ayrılan sapıkların ve bu anlaşmayı inkâr edenlerin üzerinde egemenlik
hakları vardır. Onların hakkı tanımaktan ibaret olmayan, bu merhaleyi aşan
hak ile hidayete ulaşan, ona çağrıda bulunan ve onun adıyla egemenliği
elinde bulunduran aktif bir eylemi vardır.
"Hakka uygun, adil bükümler veren."
Onlar hakkı tanımayı ve onunla hidayete ermeyi
aşarak, bu hakkı insanların hayatlarında gerçekleştirmeye ve onlar arasında
hak ile hükmetmeye çalışırlar. Bu hakkı uygulamaktan başka hiçbir şekilde
gerçekleştirilmesi mümkün olmayan adaleti uygulamak için çalışırlar...
Çünkü bu hak sırf okunan bir bilgi, incelenen bir
bilim dalı olsun diye gönderilmediği gibi, kendisi vasıtasıyla doğru yola
erişilen ve tanınan kuru bir vaazdan da ibaret değildir! Bu hak ancak
insanların bütün işlerine hükmetmek için gelmiştir. İnsanların ibadet
niteliği taşıyan eylemlerine-uygulamalarına hükmeder ve onları insanların
Rabbleriyle bir bağ kurmalarına vasıta kılar. Toplumun pratik hayatına
hükmeder onun sistemini ve kurumlarını kendi ilkelerine ve metoduna göre
düzenler. Topluma hükmederken bu şeriattan alınma hukuku ve kanunları ile
hükmeder. Toplumun alışkanlıklarına, geleneklerine, ahlâkına ve yaşam
tarzına hükmeder. Ve onların hepsini bu hakikatten kaynaklanan sağlıklı
düşüncelere uygun biçimde düzene koyar. Onların düşünce, bilim ve kültür
metodlarına kısacası hepsine hükmeder ve bunların tümünü kendi ölçülerine
göre kontrol altına alır. İşte ancak insan hayatındaki bu yönlerin tümü ile,
sözkonusu hakikat varlığını ortaya koymuş olabilir. Ancak bu hakikatin
uygulamasıyla gerçekleşebilen adalet yürürlüğe konmuş olur. İşte bu ümmetin
hakkı tanıdıktan ve onunla hidayete kavuştuktan hemen sonra yürürlüğe
koyduğu da budur.
Bu dinin tabiatı apaçıktır, karışıklığa meydan
vermez! Sağlamdır, kaypaklığı kabul etmez! Bu dini saptırmaya çalışanlar
onun bu apaçık ve sağlam olan karakterini değiştirmede hayli zorluk
çekerler. Bu nedenle ona yorulmak bilmeyen çabalar, ardı arkası kesilmeyen
saldırılar yöneltirler. Onun istikametini bozmak, karakterini cıvıklaştırmak
için her türlü vasıtayı her çeşit cihazı ve bütün deneyimleri kullanırlar.
İslami anlamdaki sağlıklı, sağlam ve dinamik uyanış ve diriliş hareketlerini
yeryüzünün her yerinde kendilerinin kurmuş oldukları ve destekledikleri
rejimler ve devletler aracılığıyla tam bir barbarlık içinde yoketmeye, ezip
geçmeye çalışırlar! Ayrıca bu dinin bilginlerinden din adamı olmayı meslek
edenleri onun aleyhine ustalıkla kullanırlar. Bunlar Allah'ın hükümlerini
tahrif eden, Allah'ın haram kıldıklarını helâl sayan, şeriatın hüküm olarak
belirlediğini cıvıklaştırmaya çalışan, fuhuş ve kötülükleri
yaygınlaştırmakla kalmayıp, üstelik bunların üzerine dini armalar ve
etiketler yapıştıran kimselerdir! Materyalist medeniyetler tarafından
aldatılmışları, onların teorilerinin, sistemlerinin etkisine girenleri
peşlerinde sürüklüyorlar ki, islâmın da bu teorilere ve bu sistemlere
benzediğini onlara kabul ettirebilsinler. Onların sloganlarını alsınlar.
Veya onların teorilerini, hukuklarını ve metodlarını kopye edebilsinler!
Bunlar hayatın tümüne hükmeden islâmı, miadını doldurmuş tarihi bir olay
olarak değerlendiriyorlar. Onun bir daha geri dönemeyeceğine inanıyorlar.
Müslümanların duygularını yatıştırmak için de bu mazinin büyüklüğünü
takdirle yadederler ki, bu uyuşturucu atmosfer içinde şöyle desinler: Bugün
islâmın, bir hukuk ve sistem olarak değil de, müslümanların bireysel
hayatlarında bir inanç sistemi ve ibadet biçimi olarak yaşaması zorunludur.
İslâma ve müslümanlara geçmişin şerefli tarihi iftihar kaynağı olarak
yeterlidir! Yani bunu böyle kabul etmeliyiz veya bu dinin bir "evrim"
geçirmesi beşerin realitesine ayak uydurabilmesi için, bu realiteye bağımlı
olması, onların kendisine uygun gördükleri bütün düşüncelere ve kanunlara
açık olması zorunludur. Böylece dünyada daha önce islâmi olan rejimlerde,
devletlerde zamanla inanç sistemi ve din haline dönüşen birtakım teoriler
yürürlüğe koyarlar ki, o eski dinin yerini tutsun! O eski Kur'an'ın yerini
tutması için, okunan ve tedkik edilen bir Kur'an indirirler. Yine onlar
başka bir yöntem olarak bu dinin karakterini değiştirmeye çalıştıkları gibi,
toplumların karakterlerïni de değiştirmeye uğraşırlar ki, bu din, kendisiyle
doğru yola gelebilecek elverişli kalplerle karşılaşmasın. Onlar bu son
taktikleri gereği olarak toplumları, cinsellik, fuhuş ve kötülüklerin
bataklığında boğulan, geçim derdi ile meşgul; peşinde koşmadan, zorlamadan
ve alın teri dökmeden geçimini temin edemeyecek konuma düşen grupçuklara
dönüştürürler ki, karnını doyurduktan ve cinsel duygularını tatmin ettikten
sonra ayrılmasınlar, hidayete kulak vermesinler veya dine yönelmesinler!
İşte bu, islâma ve islâmla doğru yola ileten ve
onunla adaleti gerçekleştirmek isteyen islâm ümmetine karşı başlatılan
korkunç bir savaştır. Hiç çekinilmeden her tür silâhın, haddi hesabı olmayan
vasıtaların kullanıldığı bir savaş... Bu savaşta uluslararası süper güçler,
karteller, holdingler ve basın-yayın organları bütün güçleriyle çalışmakta,
devletlerarası bütün teşkilâtlar ve kurumlar onların emrine sunulmakta ve bu
uluslararası dayanışma olmadan bir tek gün ayakta durma şansı olmayan kukla
rejimler hep birlikte hareket etmektedirler!
Her şeye rağmen, bu dinin apaçık ve sağlam tabiatı
halâ bu korkunç savaşa karşı bütün direnci ile ayaktadır. Bu hal üzere
bulunan müslüman ümmet de sayısının azlığına ve hazırlığının yetersizliğine
rağmen kendisine karşı girişilen barbarca yoketme operasyonlarına karşı
dimdik durmaktadır... "Hiç şüphesiz Allah işinde üstün olandır."
"Ayetlerimizi yalanlayanları hiç farkına
varmayacakları biçimde yavaş yavaş kötü akıbetlerine yaklaştıracağız."
"Onlara mühlet veririm. Çünkü benim tuzağım
sağlamdır."
İşte bu dine sarılan, onun üzerinde buluşan ve onun
bağları üzerinde biraraya gelen ümmete karşı düşmanların başlattıkları bu
korkunç savaşta, onların gereği gibi hesaba katmadığı asıl kuvvet kaynağı
budur... İşte Allah'ın ayetlerini yalan sayanların hesaba katmayı ihmal
ettikleri asil kuvvet budur. Onlar asla düşünemiyorlar ki, bu, farkında
olmadan Allah'ın onları yavaş yavaş cezaya yaklaştırmasıdır. Bunun belli bir
süreye kadar Allah tarafından verilen bir mühlet olduğunu düşünemiyorlar.
Onlar Allah'ın tuzağının çetin olduğuna inanmıyorlar! Birbirlerine destek
oluyorlar ve yeryüzünde kendi dostlarının gücünü egemen görüyorlar ve en
büyük kuvveti unutuyorlar! Bu Allah'ın ayetlerini yalan sayanlara karşı
izlediği değişmez yasasıdır... Onları yavaş yavaş felâkete sürüklemek ve
kendilerine karşı hazırlanan tuzak ve önlemin içine itmek için onların
dizginlerini serbest bırakır böylece de karşı gelmelerine ve zulüm
yapmalarına zaman tanır. Burada tuzak kuran kimdir? Karşı konulmaz kuvvet
sahibi Cabbar olan Allah'tır. Fakat onlar bundan habersizdirler! Ve mutlaka
son zafer, hak ile doğru yola ileten ve onu uygulamakta adaleti
gerçekleştiren takva sahiplerinindir.
DÜŞÜNEMİYENLER
Kur'an-ı Kerim, bu korkunç tehditleri, Mekke'de
Allah'ın ayetlerini yalan sayan bir topluma yöneltiyordu. Şu kadar var ki,
Kur'an'ın hükümleri sürekli olarak belli bir olayla sınırlı olmaktan tamamen
uzaktır. Yüce Allah bu kâfirleri, islâmi anlamda ümmet diye adlandırdığı
müslüman cemaate karşı tavırlarından dolayı tehdit etmiş ve onlara zaman
tanıdığını, yavaş yavaş onları cezaya ve sağlam tuzağa doğru sürüklediğini
bildiriyor. Bu tehditten sonra onları, kalplerini, gözlerini ve kulaklarını
kullanmaya çağırıyor. Dolayısıyla onlara, cehennem yakıtı olmamalarını,
gafiller arasına girmemelerini söylüyor. Yine onları, kendilerini hakka
çağıran ve bu hak ile doğru yola ileten peygamberlerinin hakkında iyice
düşünmeye çağırıyor. Yerin ve göklerin işleyen düzenine bakmalarını, bu
işleyen görkemli düzen içine serpiştirilen Allah'ın ayetlerini görmeye davet
ediyor onları. Zamanın geçtiğini, gizli olan ecel vaktinin gelip çattığını
ancak kendilerinin halâ gaflet içinde olduklarını belirterek uyanmalarını
istiyor:
184- "Düşünmüyorlar
mı ki, arkadaşları Muhammed'in deli olması sözkonusu değildir. O sadece açık
bir uyarıcıdır. "
185- "Göklerin ve
yerin görkemli mekanizmasını, Allah'ın yaşattığı her şeyi ve ecellerinin
gerçekten yaklaşmış olabileceğini düşünmüyorlar mı? Kur'an'dan sonra hangi
söze inanacaklar?
Kur'an onları dalgınlıklarından kurtarıyor,
gafletlerinden uyarıyor, sis tabakası altında kalan fıtratlarını, akıllarını
ve duygularını harekete geçiriyor. Kur'an onların beşeri olan bütün
bünyelerine hitab ediyor. Bu bünyede yer alan alıcı verici cihazların
hepsine yöneliyor. Onları kuru zihinsel bir tartışmaya yöneltmiyor. Onların
varlıklarını tutup derinden sarsıyor:
"Düşünmüyorlar mı ki, arkadaşları Muhammed'in deli
olması sözkonusu değildir. O sadece açık bir uyarıcıdır."
Kitleleri aldatmak amacıyla peygamberler için normal
insanların kullandığı alışılmış ifadelere uymayan, Kureyş'in ileri gelenleri
tarafından peygamberimize karşı başlatılan soğuk savaşta (propaganda)
`Muhammed cinlerin etkisine girmiştir' şeklindeki acayip sözleri
söylüyorlardı.
Kureyş'in ileri gelenleri yalancı olduklarını
biliyorlardı! Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- çağrısı hususunda
onların gerçeği bildiklerini, bu Kur'an'a kulak vermeme ve ondan en derin
biçimde etkilenmeme konusunda kendilerini alamadıklarını belirten pekçok
rivayetler vardır. Ahnes b. Şurayk, Ebu Süfyan b. Harb ve Amr b. Hişam'ın
(Ebu Cehil) üç gece üstüste gizlice Kur'an dinlemeye gelişlerinin kıssası ve
onların bundan ne kadar etkilendikleri bilinmektedir. Peygamberden -salât ve
selâm üzerine olsun- insanın bünyesini sarsan Fussilet suresini dinleyip
etkileyici tesirleri karşısında sarsılan Utbe b. Rebia'nın olayı da
meşhurdur. Kureyş'in Hac mevsimi gelmeden önce Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- ve Peygamberimizle beraber bulunan Kur'an hakkındaki
görüşlerini belirlemek için yaptıkları toplantı olayı da bunun gibidir.
Velid b. Muğire'nin bu toplantı sonunda en tutarlı görüşün, Kur'an'ın insanı
etkileyin bir büyü olduğunu söyleyenlerin görüşü olduğu kararına varması da
ilginçtir. Bütün bu rivayetler gösteriyor ki, onlar peygamberliğin gerçek
durumundan habersiz değillerdi. Ona karşı büyüklük taslıyorlardı. "Allah'tan
başka ilâh yoktur ve Muhammed Allah'ın elçisidir. Onaylanmasının
saltanatlarını kökten tehdit ettiğini, insanların Allah'ın dışında başka
ilâhlara kul olmalarını engellediğini ve genel olarak islâmın bütün beşeri
putları, ilâhları sarstığını gayet iyi biliyorlardı!
İşte bu nedenle herkesin karşısında apışıp kaldığı
Kur'an'ın insanların alışageldiği sözlerden apayrı ve onların
söylediklerinden tamamen farklı üslubunu istismar ediyorlardı. Bu toplumda
ve önceki toplumlarda alışagelen şekli yapıyı da sömürmeye çalışıyorlardı.
Gaybten haber verme ve cinlerle ilişki kurma ile peygamberlik arasında bir
bağ kurma çabası içinde bulunuyorlardı! Birtakım delilerin saçma, tutarsız
sözlerini istedikleri şekilde yorumlayan ve onların bu sözlerinin ve
işaretlerinin onlara görülmeyen gayb aleminden geldiklerini ileri sürmeye
çalışıyorlardı! Müşrikler bu toplantıların tortularını kullanarak Hz.
Muhammed'in söylediklerinin cinlerin etkisinde kalmasından kaynaklandığını,
bu ilginç ve hayat verici sözleri deli olduğundan dolayı söylediğini
kitlelere kabul ettirmeye gayret ediyorlardı! (Bkz. Müddesir suresi
tefsiri.)
Kur'an-ı Kerim onları daha önceden tanıdıkları ve
bildikleri Peygamberimizin mesajı hakkında muhakeme etmeye ve düşünmeye
çağırmaktadır. Onlar daha önce onun dürüstlüğüne gölge düşürecek bir açığını
tesbit etmiş değillerdi. Onun güvenilir ve doğru sözlü olduğuna kendileri de
şahitlik etmişlerdi. Ayrıca onun hikmet sahibi biri olduğuna tanıklık
etmişler, onu Haceri Esved'i yerine koyma konusunda çıkan anlaşmazlıkla
hakem tayin etmişler, onun hükmünü gönülden benimsemişler ve bu hükümle
aralarında patlak vermek üzere bulunan bir fitneden kurtulmuş ve değerli
mallarını ona emanet etmişlerdi. Bu mallar Mekke'den hicret edinceye kadar
onun yanında kalmış, hicretinden sonra amcasının oğlu Ali (Kerremellahu
vechehu) onları sahiplerine iade etmiştir!
Kur'an-ı Kerim bütün geçmişi, kendileri tarafından
bilinen ve davası apaçık biçimde gözler önünde olan bu peygamberin durumunu
güzelce muhakeme etmelerini ve düşünmelerini istemektedir... Bu mu deliydi?
Bu mu delilerin sözü, delilerin işiydi?.. Asla!..
"Arkadaşları Muhammed'in bir deliliği yoktur. O
sadece apaçık bir uyarıcıdır?"
Ne onun aklında ne de sözlerinde hiçbir karışıklık
yoktur. O sadece bir uyarıcı, bir açıklayıcı ve bir bildiriciydi. Onun
sözleri delilerin sözleriyle karıştırılacak nitelikte değildi. Onun durumu
da delilerin durumuna benzemiyordu.
Sonra...
"Göklerin ve yerin görkemli egemenlik mekanizmasını,
Allah'ın yarattığı herşeyi düşünmüyorlar mı?"
Bu hayret edilecek olaylarla dolup taşan evren
önünde başka bir sarsılıştır. Açık bir kalb ve görebilen bir göz ile bu
korkunç ölçüde büyük ve geniş evrene yönelmek, fıtratın sis katmanlarından
kurtulması için silkinmesine tek başına yeterli olacaktır. Evrendeki gizli
gerçeği, ona tanıklık eden üstün sanatı ve kudret sahibi bir yaratıcısını
gösteren icazını kavraması için insanın yeteneklerini ve organizmasını
harekete geçirecektir. Yerin ve göklerin sisteminde insanın kalbini
ürperten, düşüncesini hayrete düşüren öyle eşya var ki... Allah'ın yarattığı
herhangi bir şeye bakan insanın kalbi dehşete kapılır, düşüncesi şaşırıp
kalır, aklı bunların hepsinin kaynağını araştırmaya yönelir. Bu yaratıkları
gözler önündeki amaçlı sisteme göre yaratan iradeyi incelemeye başlar.
Yaratıklar niçin bugünkü şekilde olmuşlardır da
haddi hesabı olmayan imkân dahilindeki başka bir şekilde olmamışlardır?
Neden imkân dahilinde bulunan başka yollardan birine girmemişlerdir de bu
yolda yürümüşlerdir? Neden bu yolda bu istikameti tutturmuşlardır? Onların
bu şekilde varlıklarını sürdürmelerini sağlayan kimdir? Eğer bu, tek bir
iradeden kaynaklanan sürekli ve planlı bir takdirin direktiflerine göre
işleyen aynı yasal sistem değilse, onların tabiatında egemen olan bu
vahdetin sırrı nedir?
Canlı zerrecikler, hatta canlı hücre insanı
hayretten hayrete sevkeden bir mucizedir. Hücrenin varlığı... Bünyesini
oluşturan sistem... Hücrenin hareketleri... Her an varlığını korumakla
beraber, içerisinde meydana gelen sürekli değişme operasyonları... Kendi
neslini sürdürmek için kapsadığı yenilenme vasıtaları. Kendi görevini
bilmesi... Nesiller boyunca bu görevini aksatmadan sürdürmesi! İşte bu
özelliklere sahip bulunan bu canlı hücreye bakıp inceledikten sonra kimin
aklı, hatta fıtratı ve vicdanı bu evrenin bir ilahı olmadığına veya burada
Allah'tan başka ilâhların da bulunabileceğine kanaat getirebilir?
Hayatın evlilik ve nesil yolu ile varlığını
sürdürmesi her kalbe ve her akla tek bir yaratıcının plan ve idaresini
haykıran bir tanık durumundadır. Yoksa kim nesiller boyunca bu evliliği
mükemmel biçimde karşılayacak ölçüde erkekleri ve kadınları hayatta dengede
tutabilir. Neden hayatın herhangi bir döneminde sadece erkekler veya sadece
kadınlar dünyaya gelmemektedir? Eğer böyle bir şey meydana gelse insanlığın
nesli hemen o nesilde tükeniverir. Öyleyse bütün nesiller boyunca
kadın-erkek arasındaki bu dengenin direksiyonunu elinde bulunduran kimdir?
Denge yalnız bu canlı olayda değil, yerin ve
göklerin her alanında ve bütün olaylarda gözetilmiştir. Bir atomun yapısında
bu denge ilkesi gözönünde bulundurulduğu gibi, galaksilerin kuruluşunda da
denge ilkesine riayet edilmiştir! Bu denge ilkesi canlılar arasında şaşmaz
bir ölçü olduğu gibi, cansız varlıkların arasında da değişmez bir yasadır.
Eğer bu denge ilkesi kılpayı kadar sarsılacak olursa, bu evren bir an bile
ayakta duramaz! Öyleyse yerdeki ve gökdeki tüm büyük dengelerin dizginini
elinde bulunduran kimdir?
Bu Kur'an'ın ilk muhatabı olan Arabistan
Yarımadası'nın Arapları o zamanki bilimleri bilgileriyle yerde gökde ve
Allah'ın yarattığı herşeyde, bu denge ve ahengin boyutlarını tam anlamıyla
kavrayacak durumda değillerdi. Şu var ki, insanın fıtratı, bu evrenle engin
bir uyum içindedir. İnsanın fıtratı, bu enginliklerde seslerle ifade
edilemeyen dilini kullanarak evrenle diyaloğa geçer. Kâinatın etkileyici ve
yol gösterici mesajlarını, ilhamlarını alabilmesi için insanın açık bir kalp
ve gören bir gözle bu evrene bakması yeterlidir.
Nitekim insan, bu varlık aleminin duygularına
verdiği mesajları alarak kendi fıtratı ile kendisinin bir ilâhı olduğunu
bulmuş ve bu gerçek onun duygularında hiçbir zaman saklı kalmamıştır. Ancak
insan bu gerçek ilâhın sıfatlarını belirlemede hataya düşebilmiştir.
Neticede peygamberlerle gelen mesajlar onu bu konuda doğru olan görüşe
iletmiştir.
"Bilimsel Sosyalizm"in taraftarları olan modern
inkârcılara-ateistlere gelince, bunlar fıtratları bozulmuş hayvanlaşmış
yaratıklardır! Hatta onlar ancak kendi fıtratlarını inkâr ediyorlar. Onlar
içlerinden gelen telkinlere karşı direniyorlar, inat ediyorlar. Onlardan
birinin feza boşluğuna çıktığında, harika manzarayı ve yerküresinin boşlukta
asılı duran manzarasını gördüğünde fıtratı haykırıyor: "Dünyayı bu şekilde
boşlukta durduran kimdir?" Fakat yeryüzüne indiğinde ve devletin baskısını
hatırladığında: Orada Allah'ı görmediğini söylüyor. Ve yerin ve göklerin
cüzi bir bölümü karşısında fıtratının özünden gelen duyguları ve vicdanının
derinliklerinden gelen haykırışları gizliyor!
Bu Kur'an ile insana hitab eden yüce Allah, insanı
yaratan ve onun fıtratını en iyi bilendir.
Son olarak onların kalplerine bir ölüm teması ile
dokunuyor. Bu ölüm, onlar kendilerinden habersiz oldukları bir sırada
bilinmeyen gayb aleminden gelip pek yakında kendilerini yakalayabilir:
"Ecellerinin gerçekten yaklaşmış olabileceğini
düşünmüyorlar mi?"
Onlar ecellerinin yakın olduğunu nerden
bileceklerdir? Onlar Allah'ın gaybından habersiz oldukları ve Allah'ın
pençesinden kurtulamayacak bir durumda oldukları halde, onları gaflet içinde
orada bırakan sebep nedir?
Yaklaşmış olma ihtimali de bulunan gizli ecel ile
teması gerçekleştiren bu dokunuşlar insanın kalbini derin bir şekilde
sarsar! Belki böylece uyanır, gözlerini açar ve görmeye başlar. Bu Kur'an-ı
indiren ve bu insanı yaratan yüce Allah, bu dokunuşun hiçbir kalbi gafil
bırakmayacağını çok iyi bilmektedir. Yalnız bazı kalpler buna inad
edebilecek ve büyüklük taslayabileceklerdir!
Bu sözden daha etkili bir şekilde kalpleri sarsacak
veya onları yumuşatacak başka bir söz yoktur...
Bir ayeti kerime içerisinde yeralan bu dokunuşlar,
Kur'an'ın bu insanın bünyesine hitab eden metodunu ortaya koymaktadırlar.
Kur'an'ın bu metodu, insanın tüm duygularına hitab eder. Hitab etmediği bir
taraf, dokunmadığı hiçbir çizgi bırakmaz. Kur'an metodu sırf insanın aklına
hitab etmez. Yalnız onu, tamamı ile boş da vermez.
İnsanın bütün bünyesini sarsarken, ona da dokunur ve
harekete geçirir. İnsan zihnine dokunurken kuru tartışma metodu ile ona
yanaşmaz. Hayatın sıcaklığı içine sirayet etmişken, cereyanı içinde hareket
ederken onu diriltmek ve görüp düşünmesini sağlamak ister. Allah yoluna
davetin metodu sürekli olarak böyle olmalıdır. Çünkü insan yine o insandır.
İlim yönünden ne kadar "tekamül ederse" etsin, bünyesinde bir değişiklik
olmayan insana Allah'ın hitabı ve değişmez kelâmı olan Kur'an da yine o
Kur'an'dır.
HİDAYET VE SAPIKLIK
Burada ayeti kerimelerin akış seyri bir
değerlendirme yapmak için kısaca duruyor... Burada Allah'ın hidayet ve
sapıklığa ilişkin değişmez yasası belirtiliyor. Bu yasa Allah'ın iradesine
uygun olarak hidayeti isteyen ve bu konuda çaba sarfedenleri hidayete
erdirmeyi, hidayetin delillerinden ve imanın mesajlarından yüz çevirenleri
sapıklığa itmeyi gerektirmektedir. Bu değişmez yasa Kur'an'la muhatap olan
topluluğun haline uygun düşecek biçimde arzedilmiştir. Çünkü Kur'an-ı Kerim,
bir tek örnek vasıtasıyla genel bir ilkeyi metod olarak arzeder. İbret
verici bir olay vesilesiyle değişmez bir yasayı açıklar:
186- "Allah'ın
saptırdığı kulu hiç kimse doğru yola iletmez. O sapıkları, azgınlıklar
içinde debelenmeye bırakır."
Sapıklığa düşenler, ancak görmek ve düşünmekten
habersiz olan kimselerdir. Allah'ın ayetlerini görmek ve onları düşünmekten
gafil olanları Allah sapıklığa iter. Allah'ın sapıklığa ittiği kimseyi
bundan sonra kimse doğru yola iletemez:
"Allah'ın saptırdığı kulu, hiç kimse doğru yola
iletemez."
Allah'ın bu yasaya uygun olarak kendisine sapıklık
yazdığı kimse, sonuna kadar haktan sapmaya ve onu görmezlikten gelmeye devam
eder:
"O sapıkları, azgınlıkları içinde debelenmeye
bırakır."
Onların bu hallerine terkedilmeleri bir zulüm
değildir. Çünkü basiretlerini ve gözlerini kapatanlar, onların kendileridir.
Kalplerinin ve diğer organlarının işlemelerine engel olanlar, onların
kendileridir. Varlığın sırlarından, yaratmanın üstünlüklerinden ve önceki
ayette kendisine dikkat çekilen eşyanın şahitliğinden habersiz olanlar,
onların kendileridir. Bu evrende insanın gözü nereye uzansa, orada hayret
edilecek şeylerle karşılaşır. İnsan nerede gözünü açsa, orada bir ayet
görür. Bunların hepsini görmediğinde, görmezlikten geldiğinde, bu şaşkınlığı
ile yüzüstü bırakılır. Bunların hepsinde sonra sapıklığı tercih eder ve
hakkı çiğnerse, kendisini yokluğa teslim edecek olan sapıklığa terkedilir:
"O sapıkları, azgınlıkları içinde debelenmeye
bırakır."
AHİRET İNANCI
İşte çevrelerini kuşatan gerçeklerden habersiz
olanlar... kendilerini çepeçevre saran gerçekleri görmezlikten gelenler...
kalkıyorlar, Peygamberimize salât ve selâm üzerine olsun- bilinmez gayb
aleminde onlardan tamamen uzakta bulunan kıyamet hakkında soru soruyorlar.
Tıpkı ayaklarının altındakini görmedikleri halde, engin ufuklardakileri
görmeye çalışanlar gibi!
187-Sana kıyamet anı
hakkında sorarlar, ne zaman gelip çatacak diye. De ki, onun bilgisi rabbimin
tekelindedir. Vakti gelince, onu gerçekleştirip açığa çıkaracak olan O'dur.
Göklerin ve yerin ağırlığını kaldıramayacağı bu olay başınıza ansızın
gelecektir. Sanki sen bu konuyu sürekli kurcalıyormuşsun gibi, sana onu
soruyorlar. De ki; onun bilgisi Allah'ın tekelindedir, fakat insanların çoğu
bu gerçeği bilmezler. "
188- "De ki; ben
kendime, Allah'ın dilediğinden başka bir yarar ya da zarar dokunduracak
güçte değilim. Eğer görünmeyeni, gaybı bilseydim, daha çok iyilik elde
ederdim. Ve başıma hiçbir kötülük gelmezdi. Ben sadece müminler toplumuna
seslenen bir uyarıcı ve müjdeciyim."
Ahiret inancı ve ahiret gününde hesaba çekilme,
cezalandırılma Arap Yarımadası'nda yaşayan Araplar için sürprizdi. Halbuki
bu inanç, hem müşriklerin atası Hz. İbrahim'in -selâm üzerine olsun- dininde
hem de onurlu babaları İsmail'in dininde köklü bir inançtı. Ne var ki, bu
inancın üzerinden uzun bir zaman geçmişti. Onlar uzun bir süre bu inançtan
uzak yaşamışlardı. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in dini olan islâmın ilkeleri
ile araları açılmıştı. Bu nedenle ahiret inancı tamamen düşüncelerinden
silinmişti. Dolayısıyla onu gerçekten hayret edilecek bir inanç olarak
algılıyorlar ve düşüncelerinden çok uzakta görüyorlardı. Müşrikler, bu
inanca ve ölümden sonraki hayattan, dirilişten, toplanmaktan, hesaba
çekilmekten ve cezalandırılmaktan söz ettiği için Peygamberimize -salât ve
selâm üzerine olsun- şaşıyorlardı. Nitekim başka bir surede Kur-an-ı Kerim
bu noktaya açıklık getirmiştir: "Kâfirler (birbirlerine) dediler ki: Siz
tamamen dağılıp parçalandıktan sonra, mutlaka yeni bir yaradılış içinde
olacağınızı size haber veren bir adam size gösterelim mi? Allah'a yalan mı
uydurdu, yoksa kendisine delilik mi var? Hayır, ahirete inanmayanlar hem
azap, hem de derin sapıklık içindedirler." (Sebe Suresi: 7-8)
Yüce Allah biliyordu ki, herhangi bir ümmetin
insanlığa önderlik yapması ve onun üzerine şahit olması -ki islâm ümmetinin
de görevi budur- apaçık bir ahiret inancı olmadan ve bu inanç, bu ümmetin
vicdanında köklü bir biçimde yer etmeden gerçekleşemez. Hayatın, bu kısa
zaman diliminden kısacık dünya hayatından ve küçücük yeryüzünün
sınırlarından öteye geçmediğini düşünen bir ümmetin, bu sıfatları taşıyan ve
bu görevi üstlenecek olan bir ümmeti meydana getirmesi mümkün değildir!
Ahiret inancı, düşüncenin derinlik kazanması,
insanın iç dünyasının genişlemesi ve hayatın geniş bir boyut kazanmasıdır.
Bu inanç, insanın kendisini bekleyen görevi üstlenmeye elverişli bir nitelik
kazanması için, bizzat iç aleminin oluşması için de zorunludur. Aynı şekilde
nefsin basit arzularını kısa görüşlü ihtiraslarını kontrol altına almak için
de ahiret inancı zaruridir. Basit sonuçların umutsuzluğa neden olmamaları,
büyük fedakârlıkların insanı yolundan alıkoymamaları, hayır yolunu
müjdeleme, hayır yolunda çalışma ve hayra rehberlik etme açılarından yoluna
devam etmesi,'kısa vadeli sonuçlara ve acı fedakârlıklara rağmen, hareketin
alanını genişletmesi için de ahiret inancı şarttır. Ayrıca bu büyük görevi
üstlenmek için de bu sıfatlar ve duygular zaruridir.
Ahiret inancı, `insanın içinde yer alan düşünce ve
görüş enginliği ile dar görüşlülük ve `hayvan'ın idrakinde yer alan
duyguların alanında hapsolma arasında bir yol ayrımıdır! Hayvanların
kavrayışları gibi değerlendirme, insanlığın liderliği için dosdoğru
halifelik çizgisinde Allah'ın emanetini yerine getirmeye yetmez.
İşte tüm bu nedenlerden dolayı Allah tarafından
gönderilen bütün dinlerde ahiret inancı üzerinde önemle durulmuştur. İlâhi
dinlerin sonuncusu olan islâm dininde ise ahiret inancı, genişliği,
derinliği ve aydınlığı ile en ideal şekline kavuşmuştur... Öyle ki, müslüman
ümmetin duygularında ahiret hayatı bizzat içinde yaşadıkları dünya
hayatından daha köklü, daha açık ve daha engin bir şekilde yer almıştır.
İşte bu özelliğiyle islâm ümmeti, beşeriyeti kumanda etme konumuna gelmiş ve
insanlık tarihi tarafından en güzel biçimde bellenen ve tarihde eşine
rastlanmayan kumanda mevkiine ulaşmıştır.
Biz burada A'raf suresinin bu bölümünde müşriklerin
ahiret inancını nasıl bir şaşkınlık ve tepkiyle karşıladıklarını gösteren
bir manzara önündeyiz. Onların bu halleri alaycı, inkârcı ve vurdumduymaz
bir ifade tarzı ile kıyamet hakkında soru sormalarından anlaşılmaktadır:
"Sana kıyamet anı hakkında sorarlar, ne zaman gelip
çatacak diye?"
Hiç kuşkusuz kıyamet yalnız Allah'ın bildiği ve
kendi yaratıklarından hiçbirine bilgisini vermediği gayb konularından
biridir. Fakat buna rağmen onlar, Peygamberimize kıyameti soruyorlar. Bu, ya
deneme ve sınama sorusudur, ya da garipsenen, tuhaf karşılanan bir meseleye
ilişkin bir sorudur! Yahut da hafife alan, küçümseyen bir sorudur! ``Ne
zaman gelip çatacak diye?", yani kesinleşecek ve gelip çatacak vakit ne
zamandır?
Halbuki Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
de bir insandı. Gaybı bildiğini iddia etmiyordu. Gaybı sahibine havale
etmek, gaybı bilme işinin ilâhlığın özelliklerinden biri olduğunu,
kendisinin bir insan olduğunu, insan olması dışında, başka bir iddiası
olmadığını, bu sınırları aşmadığını, kendisine öğretenin Allah olduğunu ve
istediği şeyi kendisine vahiy ile bildirdiğini onlara öğretmekle
emredilmişti:
"De ki; onun bilgisi Rabbimin tekelindedir. Ondan
başka kimse onun vaktini bilemez."
Kıyametin zamanını bilen yalnızca yüce Allah'tır.
Kıyamet gelmeden önce onu kimseye bildirmez. Ve Allah'tan başkası bu zamanı
açıklayamaz.
Ayeti Kerime onların, bu şekilde kıyametin ne zaman
kopacağına ilişkin sorularından vazgeçip, onun tabiatına ve gerçekliğine
yönelmelerini, dehşetini ve büyüklüğünü hissetmeye çalışmalarını
istemektedir. Dikkat edin, kıyamet günü gerçekten büyük bir olaydır! Dikkat
edin, o günün yükü çok ağırdır! Dikkat edin, kıyametin ağırlığını, gökler ve
yerler taşıyamaz! Bütün bunların yanında kıyamet ansızın gelip çatar.
Kendisinden habersiz olanları birden yakalayıverir:
"Göklerin ve yerin ağırlığını kaldıramayacağı bu
olay, başınıza ansızın gelecektir."
Şu halde, insan tüm gücünü kıyamet gelmeden önce ona
hazırlanmak ve önlem almak için harcamalıdır. Çünkü gelip çattıktan sonra
sakınmanın bir yararı olmaz. Daha vakit varken, ömür vefa ederken, eğer
gereken önlem alınmamışsa, ona göre bir hazırlık yapılmamışsa, gelip
çattıktan sonra dikkatli olmanın, ihtiyatlı hareket etmenin hiçbir
faydasından sözedilemez. Sonra hiç kimse O'nun ne zaman geleceğini bilemez.
Öyleyse bu andan tezi yok harekete geçmeli, çok çalışmalı, bundan böyle bir
ânı bile boşa harcamamalıdır. Çünkü ölüm bundan sonraki saniyede ansızın
gelip çatabilir!
Sonra Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun-
kıyamet hakkında soru soran bu insanların hallerini hayretle dile getiriyor.
Onlar peygamberliğin tabiatını, peygamberin gerçek mahiyetini, ilâhlık
gerçeğini ve peygamberin yüce Rabbine karşı takındığı edebini gerektiği
biçimde kavrayamıyorlar:
"Sanki sen bunu sürekli kurcalıyormuşsun gibi, sana
onu soruyorlar!"
Yani sanki sen sürekli bu konuları araştıran ve
soran bir meraklısın gibi! Onun zamanını açıklamakla yükümlüymüşsün gibi
sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar! Halbuki Allah'ın Peygamberi
-salât ve selâm üzerine olsun- bilgisinin yalnız Allah'a mahsus olduğunu
bildiği konularda Rabbine soru sormaz:
"De ki; onun bilgisi Allah'ın tekelindedir."
Kıyametin bilgisi yalnız Allah'a aittir. Ve onu
yaratıklarından hiç kimseye bildirmemiştir.
"Fakat insanların çoğu, bu gerçeği bilmezler."
Böyle olan, yalnız kıyamet meselesi değildir. Gayb
konularının tamamı böyledir. İşte bu gaybın bilgisi yalnız Allah'a
mahsustur. Dilediği kimseyi dilediği kadarıyla, dilediği zamanda bu gaybdan
haberdar ettiğinde, başkası onu bilemez. İşte bu nedenle insanlar kendileri
için, ne bir fayda ne de bir zarar verebilirler. Onlar bazan kendileri için
fayda getirir umudu ile bir iş yaparlar, fakat işin sonunda büsbütün zararlı
da çıkabilirler. Aynı şekilde zararı önlemek için bir iş yaparlar, fakat
işin kendilerine görünmeyen sonu onları zarara doğru çeker! Zaman olur
hoşlanmadıkları bir iş yaparlar, fakat bir de bakarlar ki, sonunda yararlı
çıkmışlardı: "Bazan hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda hayırlı olabilir,
buna karşılık hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir... (Bakara
Suresi: 216)
Nitekim şair diyor ki;
Dikkat edin, kim bana gideceğim yeri gitmeden
gösterebilir? Kim gösterebilecek ki, gidilecek yere ancak gidişten sonra
varılabilir? (İbn-i Rumi'nin kasidesinden alınmıştır.)
Şair burada gizli olan gayb karşısında insanlığın
konumunu tesbit etmektedir. İnsan ne kadar bilirse bilsin, ne kadar
öğrenirse öğrensin, onun gayb kapısı karşısındaki konumunu değiştiremez.
Gözlerinin önüne geçirilmiş olan gayb perdesini kaldıramaz. Gizli olan gayb
alemi karşısında gözü kapalı olan insanın beşeriliği ona sürekli olarak
konumunu hatırlatacaktır.
Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
kim olduğu, herkes tarafından bilinmesine ve yüce Allah'ın yanında gayb
konusunda diğer insanlar gibi bir beşer olduğunu, kendisi için ne faydalı ne
de zararlı olmaya gücü yetmediğini tüm insanlara açıklamakla yükümlüdür.
Çünkü o, gaybı bilmemektedir. Yolları aşmadan hangi hedeflere varılacağını
kestirememektedir. Hareketlerinin sonuçlarını nereye varacağını
görememektedir. İşte bu nedenle, hareketlerini sonuçlarına göre tercih etme
gücüne sahip değildir. Yani gizli olan akıbetin iyi olduğunu görüp, vazgeçme
imkânına sahip değildir. O ancak amel etmekle yükümlüdür. Netice ise,
Allah'ın gizli gaybında, Allah'ın takdir ettiği biçimde gelecektir. (Bkz.
"En'am Suresinin 59. ayeti"nin tefsiri.)
"De ki; Ben kendime, Allah'ın dilediğinden başka bir
yarar ya da zarar dokunduracak güçte değilim. Eğer görünmeyeni, gaybı
bilseydim daha çok iyilik elde ederdim ve başıma hiçbir kötülük gelmezdi."
Bu ilân ile islâmdaki Tevhid akidesi, bütün
özellikleri ile şirkin her çeşidinden ve her türlüsünden kesin bir şekilde
soyutlanıyor. Yüce Allah da hiçbir insanın kendisine ortak olmadığı ilâhi
özelliklerle ortaya çıkıyor. İsterse bu beşer Allah'ın elçisi, sevgilisi,
seçkin kulu Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- olsun farketmez. Gaybın
eşiğinde beşerin bütün enerjisi tükeniverir ve beşerin bütün ilimleri durmak
zorunda kalır. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun İnsan oluşunun
beşeriyetin sınırlarında durur. Vazifesi de hudut ile sınırlıdır.
"Ben sadece müminler toplumuna seslenen bir uyarıcı
ve müjdeciyim."
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
insanların hepsine bir uyarıcı ve müjdecidir. Yalnız onun uyarılarından ve
müjdelemelerinden yararlanacak olanlar sadece "müminler"dir. Peygamberin
sunduğu hakikati anlayacaklar onlardır. Onur. getirdiklerinin
gerisindekileri kavrayabilenler yine onlardır. Bunun da ötesinde, onlar
insanlığın yüz akıdırlar. Ayrıca onlar, peygamberin kendileri aracılığıyla
bütün insanların şerrinden kurtulduğu kimselerdir.
Muhakkak ki, söz gerçek anlamını ancak kendisine
açılan kalpleri, onu kabul edip kendisiyle aydınlanan akıllara kavratabilir.
Bu Kur'an'da ancak mümin bir topluluğa hazinelerini açar, sırlarını açıklar,
meyvelerini verir. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- ashabından
bazıları; "Bize Kur'an verilmeden önce iman verilirdi" demişlerdi. İşte
onların Kur'an'dan bunca zevk almaları imana bağlı bir durumdur. Ancak bu
imanla, onun anlamlarını ve amaçlarını üstün bir şekilde kavrıyorlardı. Bu
iman sayesinde çok kısa bir zamanda büyük harikalar meydana getirmişlerdir.
Gerçekten de bu eşsiz nesil, Kur'an'ın tadından,
nurundan ve sarsılmaz delilinden öyle bir tad almışlardı ki, bu nesil gibi
iman eden bir nesilden başkası asla onun tadına varamaz. Onların ruhlarını
imana ileten Kur'an olmuşsa da iman onlara, Kur'an'da imandan başkasının
asla açamayacağı ufuklar açınıştır!
Sahabe nesli Kur'an ile beraber ve bu Kur'an için
yaşamışlardır. İşte bu nedenle, bu eşsiz nesil bu düzeyde bu çokluğu ve
yetkinliğiyle bütün tarih boyunca bir daha gün yüzüne çıkmamıştır. Tarih
boyunca bu onurlu ve takdirli neslin ayak izlerini takip ederek yürüyen tek
tek bireylerden başka kimse o noktaya ulaşamamıştır! Onlar uzun bir zaman
boyunca kendilerini Kur'an'a adamışlardır. Onun yüce kaynağına insan
sözlerinden hiçbir saibe karışmamıştır. Peygamberimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- sözleri ve uygulaması hariç. Zaten peygamberin sözleri ve yol
göstermeleri de yine Kur'an kaynaklıydı. İşte bundan dolayı bu nesil böylece
eşsiz bir konuma gelmişti.
O neslin gerçekleştirdiklerini yapmaya çalışanların
onların izlediği yolu izlemeleri, uzun bir zaman boyunca bu Kur'an ile
beraber ve bu Kur'an için yaşamaları, akıllarına ve kalplerine beşer
sözlerini onların olgunlaştıkları gibi olgunlaşmaları için karıştırmamaları
ne güzel olacaktır.
TEVHİD VE SAPIKLIK
Daha sonra Tevhid meselesine ilişkin yeni bir fikir
gezisine çıkıyoruz. Konunun başında hikâye tarzı kullanılıyor. Böylece
insanların Tevhid'ten Şirk'e doğru nasıl adım adım saptıkları tasvir
ediliyor. Sanki bu sözkonusu müşrikleri ataları olan Hz. İbrahim'in dininden
nasıl saptıklarının hikâyesidir. Konunun sonlarına doğru üslûb değişiyor ve
doğrudan onlara hitab ediliyor. Allah'a ortak koştukları ilâhlarına tapmakla
ne kadar basitleştikleri yüzlerine vuruluyor. Böylece ilk bakışta basit bir
düşünce ve çirkin boş bir iddia olduğu ortaya konmuş oluyor. Bölümün sonunda
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bu müşriklere ve onların
Allah dışında kendilerine taptıkları bu ilâhlarına meydan okuması, yalnız
biricik dostu ve destekçisi Allah'a dayandığını ilân etmesi isteniyor:
189- "O ki, sizi bir
tek kişiden türetti, o tek kişinin beraberliğinde huzura ereceği eşini de
kendi özünden yarattı, eşini kucaklayıp sarınca, hafif bir yük yüklendi, Onu
bir süre taşıdı, sonra yükü ağırlaşınca, eşler birlikte "Eğer bize sağlıklı
bir çocuk verirsen, kesinlikle sana şükredenlerden oluruz" diye Allah'a dua
ettiler. "
190- "Fakat Allah
onlara sağlıklı bir çocuk verince, kendilerine Allah tarafından verilen bu
çocuk üzerinde Allah'a ortak koştular. Oysa Allah onların koştuğu
ortaklardan münezzehtir. "
191- "Hiçbir şey
yaratmayan, kendileri birer yaratık olan varlıklarını Allah'a ortak
koşuyorlar?"
192- "Oysa bu
düzmece ortaklar, ne onlara yardım edebilirler, ne de kendilerine yardım
edebilirler. "
Bu cahiliyenin düşünceleri açısından bir
değerlendirilmesidir. Yani cahiliye tek olan Allah'a tapmayı bırakıp başka
taraflara saptığında hiçbir basitliğin ve sapıklığın önünde durmaz,
düşünmeye ve değerlendirmeye bir daha dönüş yapamaz! Burada sapmanın ilk
zamanlarda nasıl bir aşama takip ettiği ve sonunda nasıl bu kadar derin
boyutlara ulaştığı tasvir ediliyor.
"O ki, sizi tek bir kişiden türetti, o tek kişinin
beraberliğinde huzura ereceği eşini de kendi özünden yarattı, eşini
kucaklayıp sarınca, hafif bir yük yüklendi, onu bir süre taşıdı, sonra yükü
ağırlaşınca eşler birlikte "Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen,
kesinlikle sana şükredenlerden oluruz" diye Allah'a dua ettiler."
Aslında bu, yüce Allah'ın insanları kendisine göre
yarattığı fıtratın ifadesidir. Fıtrat itibarıyla insanların korku ve ümit
anında Rabbleri olan Allah'a yönelmeleri, O'nun ilâhlığını net olarak kabul
etmeleridir. Burada fıtrat için verilen örnek yaratılışın temelinden,
evliliğin oluşturulmasından ve tabiatın oluşmasından söze başlamaktadır:
"O ki, sizi tek bir kişiden yarattı. O tek kişinin
beraberliğinde huzura ereceği eşini de yarattı."
Oluşumunun tabiatında insan tek bir nefistir. Kadın
ile erkek arasında görevler açısından bir farklılık görülse de onlar
nefistir. Bu farklılık eşlerin birbiriyle huzura kavuşması ve rahat etmeleri
içindir. İşte islâmın insan gerçeğine bakış açısı budur. Oluşumundaki
evlilik görevine ilişkin görüşü de budur. Bu görüş, islâm dininin ondört
asırdan beri ortaya koyduğu gerçekçi ve eksiksiz bir bakış açısıdır. İslâm o
gün bu görüşleri ileri sürerken tahrife uğramış dinler, kadını insanın baş
belası olarak gösteriyor, onu lanetlik, pis ve özellikle sakınılması gereken
saptırıcı bir tuzak olarak gösteriyorlardı. O gün -gerçi bugün de öyle ya-
putperest inanç sistemleri, kadını aşağılık bir meta olarak veya erkeğin
yanında sözü bile edilemeyecek, tek başına hiçbir değeri olmayan bir
hizmetçi olarak kabul ediyorlardı.
Eşlerin buluşmasında ana hedefi, sükûnet, güven,
yakınlık ve istikrar oluşturur. Bu yuva, güven ve huzur ortamı olmalıdır ki,
orada insanın minik yavruları gelişsin, orada insanlığın değerli ürünleri
üreyebilsin, yeni yetişen genç nesil insanlık medeniyetinin mirasını
taşıyabilecek ehliyete kavuşsun, ona yeni hizmetlerde bulunsun. İslâm dini
eşlerin, buluşmasını sırf geçici bir zevk ve temelsiz gönül eğlencesi olarak
kabul etmez. Aynı şekilde evliliği ihtisaslar ve görevler arasında bir
çelişki, bir çatışma ve ayrılık konusu yapmaz. Klasik ve modern cahiliye
sistemlerinin düştükleri bataklıklar gibi bunu ihtirasların ve görevlerin
müdahalesi şeklinde de ele almaz.
İşte kıssa bundan sonra başlıyor... Ve meseleyi ilk
aşamada ele alıyor:
"Eşini kucaklayıp sarınca hafif bir yük yüklendi.
Onu bir süre taşıdı."
Kur'an'ın ifade tarzı iki eş arasındaki ilk ilişkiyi
tasvir ederken, tatlı, ince ve temiz bir dil kullanıyor: "Eşini kucaklayıp
sarınca" deyimi bu huzur ortamı ile yaklaşma şekli arasında bir ahenk
olduğunu, yapılan işin bir hassasiyeti olduğunu, böylece ortaya koyuyor.
Öyle ki, insan burada iki bedenin buluştuğunu değil de iki parçanın
kaynaştığını zannediyor. Aynı zamanda insana insanca ilişkiye geçmenin
şeklini de aşılamaya çalışıyor. Kaba hayvani şeklinden ayrılması gerektiği
teklin ediliyor... Hamileliğin ilk aşaması tasvir edilirken de aynı yöntem
kullanılıyor. "Hafif bir yük"... Anne onu hiçbir ağırlık duymadan, sanki onu
hissetmiyormuş gibi taşıyor.
Sonra ikinci aşama geliyor:
"Yükü ağırlaşınca eşler birlikte: "Eğer bize
sağlıklı bir çocuk verirsen, kesinlikle sana şükredenlerden oluruz" diye
Allah'a dua ettiler."
Artık hamilelik belli olmuştu. Her iki eşin de kalbi
onun üstünde atıyordu. Şimdi doğacak çocuğun kusursuz, sağlıklı ve güzel
olmasını temenni etme dönemi başlamıştı. Anne ve babaların çocukları daha
cenin halinde rahimlerin karanlıklarında ve gayblerinin kuytularında iken,
nesiller için arzu ettikleri başka sıfatları da istiyorlardı. İşte bu
arzular sırasında fıtrat uyanarak ve Allah'a yöneliyor ve yalnız O'nun
ilahlığı kabul ediyor. Sadece O'nun faziletine umut bağlıyor. Çünkü bu
varlık aleminde biricik kuvvet, nimet ve fazilet kaynağının O olduğunu
kendiliğinden kavrar. Bu nedenle buyuruluyor ki;
"Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen, kesinlikle
sana şükredenlerden oluruz" diye Allah'a söz verdiler."
"Fakat Allah onlara sağlıklı bir çocuk verince,
kendilerine Allah tarafından verilen bu çocuk üzerinde Allah'a ortaklar
koştular. Oysa Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir."
Tefsirlerde yer alan birtakım rivayetlerde deniyor
ki; bu kıssa gerçek bir olaydır ve Hz. Adem ile Havva'nın başından
geçmiştir... Çünkü onların çocukları hep sakat olarak doğuyordu. Bunun
üzerine şeytan onlara gelmiş, Havva'yı aldatmış ve karnındaki çocuğuna
"Abdulhâris" adını vermesini söylemişti... Haris ise şeytanın bu dediklerini
yaptığı gibi Hz. Adem'i de birlikte kandırmıştı! Bu rivayetin yahudi
mitolojisinden kaynaklandığı açıktır. Çünkü yahudi mitolojisine dayalı
dinlerini, tahrif etmiş bulunan hristiyan düşüncesine göre sapıklığın bütün
günahı Havva'nın boynundadır. Bu anlayış pek tabii olarak sağlıklı islâm
düşüncesine tamamen aykırıdır.
Kur'an'ın bu ayetini açıklamak için yahudilerin bu
efsanesine ihtiyacımız yoktur. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
dönemindeki ve ondan önceki müşrikler, çocuklarından bazılarını ilâhlarına
veya tapınakların hizmetine adıyorlardı! Bununla yüce Allah'a yakın olmak ve
O'nun katında yüksek derece elde etmek istiyorlardı! Bunlar işin başında
Allah'a yönelmelerine rağmen daha sonra Tevhid'in zirvesinden putperestlik
seviyesine yuvarlandıktan sonra, çocuklarının yaşamaları, sağlıklı olmaları
ve tehlikelerden korunmaları için onları bu ilâhlara adıyorlardı! Nitekim
günümüzde de bazı kimseler çocuklarının saçlarını uzatıp kesmemeleri,
saçlarını ilk olarak bir velinin veya azizin kabri başında kesmeleri,
çocuklarını sünnetsiz bırakıp, onları bir türbenin başında sünnet
ettirmeleri bu türden yaklaşımların devamıdır. Halbuki bugünkü insanlar tek
olan Allah'ı kabul etmektedirler. Ardından kalkıyorlar Allah'ı kabul
edişlerinden sonra şirke dayalı bu yönelişlere bulaşıyorlar. Demek ki
insanlar yine o insanlardır!
"Oysa Allah onların koştukları ortaklardan
münezzehtir."
Yüce Allah onların inandıkları ve yaşadıkları
şirkten tamamen uzaktır. Günümüzde de bu ayetlerin tasvir ettiği şirk
çeşitlerine, şekillerine rastlıyoruz ki, bunlar, Allah'ın birliğine
inandıklarını ve O'na teslim olduklarını sanmaktadırlar.
Bugün insanlar "halk", "vatan" ve "millet" adını
verdikleri birtakım ilâhlar edinmektedirler. Bu ve benzeri ilâhlar putperest
milletlerin diktikleri basit somut putlardan hiç de farklı olmayan soyut
putlardır. Bunların hepsi Allah'ın yarattığı evrende, O'na ortak koşulan
ilâhlardan başka bir şey değildir. Aynen eski ilâhlara adaklar adandığı
gibi, bu ilâhlara da çocuklar adanmaktadır! Daha önceki devirlerde
tapınaklara kurbanlar adandığı gibi bugün bunlara da geniş ölçüde kurbanlar
sunulmaktadır.
Bugün insanlar Rabb olarak Allah'ı kabul ediyorlar,
ne var ki, onlar Allah'ın emirlerine ve hükümlerine kulak asmıyor, onları
unutmuş, hatırdan silmiş gibi bırakıyorlar. Bununla beraber bu ilâhların
emirlerini ve isteklerini "mukaddes/kutsal" kabul ediyorlar. Halbuki bu
ilâhların emirleri ve istekleri yüce Allah'ın emirlerine ve hükümlerine
terstir. Hatta onları, büsbütün kaldırıp atmaktadır. Eğer modern cahiliyenin
bu uygulaması ilâhlık taslama ve şirk değilse, ilâhlık nasıl olur? Allah'a
ortak koşmak nedir? Allah'a ortak koşulan varlıklara çocuklardan bir pay
ayırma ne anlama gelebilir?
Klasik cahiliye Allah'a karşı bugünkü cahiliyeden
daha edepliydi. Klasik cahiliye sisteminde insanlar Allah'ın dışında
bïrtakım ilâhlar kabul ediyorlar ve onlara çocuklarından, hayvanlarından ve
mahsullerinden bir pay ayırıyorlar ve bunları onlara sunuyorlardı. Yalnız
tüm bunları, ilâhlarının kendilerini Allah'a yaklaştırmaları için
yapıyorlardı. Bu nedenle onların duygularında Allah'ın gerçekten yüce bir
yeri vardı. Modern cahiliyede ise, diğer ilâhlar Allah'tan daha yüce bir
konuma çıkartılmıştır. Bu nedenledir ki, modern cahiliye bu ilâhların
emrettiklerini kutsamakta, Allah'ın emirlerini ise tamamen bir kenara
itmektedir!
Eğer biz puta tapıcılığı, basit putçulukla, eski
ilâhlarla ve insanların Allah katında şefaatçı (kurtarıcı) olarak kabul
ettikleri varlıklara ibadet niteliği taşıyan davranışlara yönelmeleri
şeklinde sınırlandırır ve putperestliği bu şekilde dondurursak, sadece
kendimizi aldatmış oluruz. Çünkü burada değişen sadece putların ve
putperestliğin şeklidir. Bunun yanında ibadet niteliği taşıyan hareketler
biraz daha giriftleşmiş ve yeni yeni isimler almışlardır. Fakat şirkin
tabiatı ve gerçekliği değişen şekillere ve hareket biçimlerine rağmen halâ
dimdik ayakta durmaktadır.
Biz şekillere ve hareketlere aldanıp gerçeği
unutmamalıyız!
Yüce Allah namuslu, görkemli ve erdemli olmayı
ister. Fakat "vatan" veya "üretim" kadının evinden dışarı çıkmasını,
açılıp-satılmasını, erkekleri tahrik etmesini, putperest Japonya'daki
"Geyşa" kızları gibi otellerde müşteri ayarlayıcı olarak çalışmasını
gerektirir! Şimdi bu durumda emrine uyulan ilâh kimdir? Bu ilâh yüce Allah
mıdır, yoksa sahte ilâhlar mıdır?
Yüce Allah kendi yasalarının egemen olmasını
emreder. Fakat insanlardan biri veya "milletin" bir kesimi kalkıp; "Hayır",
yasalarını belirleyecek olanlar insanlardır. Egemen olması gereken yasalar
da insanların belirledikleri yasalardır" diyebiliyor. Şimdi burada
emirlerine uyulan ilâh kimdir? Bu ilâh yüce Allah mıdır, yoksa sahte ilâhlar
mıdır?
Bunlar bugün yeryüzünün her tarafında yürürlükte
olan fakat halâ sapık olan insanlığın gelenek haline getirdiği uygulamadan
örneklerdir. Yürürlükte olan putperestliğin gerçekliğini, tapılan putların
gerçekliğini ortaya koyan örnekler... Dünkü apaçık putperestliği, gözle
görünen somut putların yerine geçen bugünkü putperestliğin ve putların
gerçekliğinin örnekleri, şirkin ve putperestliğin şekil değiştirmesi, bizi
aldatmamalıdır. Çünkü şekil değişse de gerçekler değişmemektedir!
Kur'an-ı Kerim o basit ve ilkel putperestlerle ve
apaçık cahiliye taraftarları ile diyaloğa giriyor. Onların, çocukluk
döneminde bile olsa, insan aklına yakışmayan bu gafletten uyarmak için,
beşeri olan akıllarına hitab ediyor. Zihinlerindeki şirkin aşamalarını
tasvir eden bu örnekten sonra onlara şöyle sesleniyor:
"Hiçbir şeyi yaratmayan, kendileri birer yaratık
olan varlıkları mı Allah'a ortak koşuyorlar? Oysa bu düzmece ortaklar, ne
onlara bir yardım edebilirler, ne de kendilerine yardım edebilirler?"
Yaratan kim ise, şüphesiz tapılmaya en layık olan da
odur! Onların sözde ilahlarının hepsi hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü
kendileri de yanılmışlardır! Şu halde onları nasıl Allah'a ortak koşuyorlar?
Kendi canları ve çocukları hususunda onları nasıl Allah ile beraber ortak
görebiliyorlar?
Kudreti ile kullarına yardım edebilen ve onları
koruyabilen zat, ancak tapılmaya layık olur. Kuvvet, üstünlük ve egemenlik
ilâhlığın özelliklerinden, ibadet ve kulluğun gerçeklerindendir. Onların
sahte ilâhlarının hepsi, hiçbir kuvvete ve hiçbir egemenliğe sahip değildir.
Bu sözde ilâhlar onlara yardım edemedikleri gibi, kendilerine de yardım
edemezler! Öyleyse nasıl oluyor da onlar bu ilâhları kendi çocukları
hususunda Allah'a ortak kabul edebiliyorlar?
Yaratma ve kudret, her ne kadar o zamanki basit ve
ilkel cahiliye taraftarlarına yöneltilen bir delil ise de, aynı delil,
çağdaş cahiliye taraftarlarına hitab etmekte ve onları da muhatab
almaktadır! Bugünkü modern cahiliye taraftarları tapındıkları, emirlerine
bağlandıkları, kendileri,malları ve çocukları üzerine onları Allah'a ortak
koştukları başka putlar dikmişlerdir kendilerine. Peki bu putlardan hangisi
yerde ve göklerde var olan yaratıklardan birini yaratabilir? Bu putların
hangisi onlara veya kendilerine yardım etme gücüne sahiptir?
İnsanın aklı eğer engelleri aşabilir ve bu gerçek
ile arasındaki engeli kaldırabilirse, böyle saçma bir düşünceyi kabul etmez
ve onu benimsemez. Ne var ki, ihtirasları, arzu ve saptırmalar, aldatmalar
Kur'an'ın gönderilişinden ondört asır sonra bile beşeriyeti, modern şekliyle
aynı cahiliyeye döndürebiliyor. Bütün bunlar, hiçbir şeyi yaratamadığı gibi
kendileri birer yaratık olan ve insanlara yardım edemeyen düzmece
yaratıkları Allah'a ortak koşmalarına neden oluyor!
Dün olduğu gibi, bugünkü insanlık da Kur'an-ı
Kerim'le tekrar muhatab olmaya şiddetle muhtaçtır. Bugün beşeriyet kendisini
cahiliyeden kurtarıp islâma iletecek, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak,
aklını ve kalbini modern putperestlikten, içinde bocalayıp durduğu modern
ilkellikten ve bataklıktan çıkarıp kurtuluşa götürecek bir kurtarıcı
beklemektedir. Daha önceleri islâmın kendisini kurtardığı gibi bir kurtuluş
beklemektedir!
Kur'an'ın ifade tarzında kullandığı kalıptan da
anlaşılıyor ki, burada insanlar, özellikle insanlar içinden birtakım ilâhlar
edinmekten sakındırılmaktadır:
"Hiçbir şeyi yaratmayan, kendileri birer yaratık
olan varlıkları mı Allah'a ortak koşuyorlar? Oysa bu düzmece 'ortaklar ne
onlara yardım edebilir, ne de kendilerine yardım edebilirler."
İşte ayeti kerimelerin metinlerinde yer alan bu
"vav" ve "nun" harfleri sözkonusu ilâhlar arasında en azından "akıllı
varlıklar"dan bir insan da olduğunu göstermektedir! Çünkü burada kullanılan
zamirler "akıllı varlıklar" îçin kullanılan zamirlerdir. Biz Araplar'ın
putperestlik dönemlerinde insanları ilâ' , olarak Allah'a ortak
koştuklarını, onların ilâhlıklarına inandıklarını ve ibadet niteliği taşıyan
birtakım hareketleri onlara karşı yaptıklarını bilmiyoruz. Ne var ki, onlar
buna benzer şekillerde putperestlik yapıyorlardı. Onların sosyal alanlarla
ilgili yasalarını kabul ediyorlar ve sürtüşmeler sırasında onların
hükümlerini esas alıyorlardı. Yani onlara yeryüzünün egemenliğini
veriyorlardı. Kur'an onların bu yaptıklarını şirk olarak gösteriyor ve
onların bu şirkleri ile putlar ve heykellerle ilgili şirkleri arasında bir
fark görmüyor. İşte islâmın bu şirk çeşidini değerlendirme tarzı da budur.
Bu da, akidedeki ve ibadet niteliği taşıyan hareketlerdeki şirk gibi bir
şirktir. İkisi arasında hiçbir fark yoktur. Nitekim Kur'an, din
bilginlerinin ve rahiplerin yasalarını ve hükümlerini kabul edenleri de
şirkin içinde görmüştür. Halbuki bunlar din bilginlerinin ve rahiplerin ilâh
olduklarına inanmıyorlar ve onlara ibadet niteliği taşıyan davranışlar
takdim etmiyorlardı... Bunların hepsi şirktir ve Allah'tan başka ilâh
olmadığına şahitlik etmekle ifade edilen Tevhid esasına dayalı Allah'ın dini
olan islâmın dışına çıkmaktadır... İşte bunların hepsi, ifade etmeye
çalıştığımız modern cahiliye 'şirkine tamamen uygun düşmektedir.
Bu iki eşin kıssasıyla somutlaşan içteki sapma olayı
aslında her çeşit şirki kapsamına almaktadır. Amacı da ilk olarak Kur'an ile
muhatab olan müşrikleri uyarmak, içinde bulundukları şirk bataklığına dikkat
çekmek, hiçbir şeyi yaratmayan, aksine kendileri yaratılan, tapıcılarına
yardım etmeyen hatta kendilerine bile yardım etmekten aciz olan, insanlardan
olsun, başka yaratıklardan olsun bu tür ilâhların hiçbir şeyi
yaratamayacağını ve hiçbir yardımı olmayacağını kendilerine kavratmaktır.
Kur'an iki eşin kıssasını bu bağlamda ele alıp ortaya koyduktan sonra,
geçmişi ilgilendiren hikâye üslûbundan ve kıssanın dile getirilişinden
müşrik Araplar'a yöneliyor. Doğrudan doğruya hitab üslûbuna geçiyor: Sanki
sözü edilen ilâhların önceki geçmiş olayların bir devamı olarak yeni bir
konuya giriyor:
MÜŞRİKLERİN ACİZLİĞİ
193- "Eğer onları
doğru yola çağırırsanız size uymazlar; onları çağırsanız da karşılarında
suskun dursanız da sizin için birdir. "
194- "Allah'ın
dışındaki yalvardıklarınız tıpkı sizin gibi birer kul, birer yaratıkdırlar.
Eğer onlara ilişkin düşünceniz doğru ise, çağırın onları da, size karşılık
versinler bakalım. "
195- "Onların
yürüyecek ayakları mı var, tutacak elleri mi var, görecek gözleri mi var,
yoksa işitecek kulakları mı var? De ki, Allah'a koştuğunuz ortakları
çağırınız, sonra hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz. "
196- "Benim dostum,
koruyucum Kitab'ı (Kur'an-ı indiren Allah'tır. O iyileri dost edinir,
koruması altında tutar. "
197 "O'nun dışındaki
yalvardıklarınız ne size yardım edebilirler, ne de kendilerine yardım
edebilirler. "
198- "Eğer onları
doğru yola çağırırsanız işitmezler, onları sana bakar gibi görürsün, fakat
görmezler. "
Daha önce de belirttiğimiz gibi, müşrik Araplar'ın
putperestlikleri basit ve ilkel bir putperestlikti. Bütün aşamalarında
beşeri aklın ölçülerine göre gerçekten basit bir anlayıştı. Bu nedenle
Kur'an-ı Kerim onların akıllarını harekete geçirmeye çalışmış, bu tür
ilâhlara taptıklarından, bunları Allah'a ortak koştuklarından onları
basitlikle nitelemiştir.
Onların bu basit putları dış görünüşleri ile
yürümelerinde kendilerini taşıyacak ayaklara, tutabilecek ellere,
görebilecek gözlere, işitebilecek kulaklara sahip değillerdir. Onlara bu
organları sağlayanlar, onlara tapanların kendileridir. Onlar nasıl olur da
kendilerinden daha aşağı bir seviyede bulunan bu cansız taşlara
tapabilirler?
Bazan meleklerin sembolü, bazan da atalarının,
ecdadının sembolü olarak kabul ettikleri putlara gelince, bunlar da Allah
tarafından yaratılan kullardır. Onlar hiçbir şeyi yaratamazlar. Aksine
kendileri de birer yaratıktırlar. Onlara yardım edemedikleri gibi,
kendilerine bile yardım edemezler!
Bizce müşrik Araplar'ın akidelerinde somut putlar
ile soyut sembollerin kaynaştırılması, bu ayette onlara bu şekilde hitab
edilmesine neden olmuştur. Bazan bu sembollerin gerisindeki varlıklar
kastedilerek akıllı varlıklar için kullanılan zamirlerle, bazan da bizzat bu
putların kendilerine işaret edilerek onların hayattan ve hareketten yoksun
oldukları dile getirilmiştir. Aslında bunların tümü Kur'an tarafından
uyandırılan ve bu gülünç gafletten kurtarılan insan aklının, mantığının
kurallarına göre de apaçık bir sapıklıktan başka bir anlam ifade etmez! ,
Bu karşılıklı delil getirmeden sonra yüce Allah
Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun- hem onlara hem de onların
güçsüz olan tanrılarına meydan okumaya sevkediyor. Yalnız Allah'ı dost
edindiğini ortaya koyan saf ve yalın akidesini açıkça ilân etmesini istiyor:
MÜŞRİKLERE MEYDAN
OKUMA
"De ki, Allah'a koştuğunuz ortakları çağırınız sonra
hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz. Benim dostum koruyucum
Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren Allah'tır. O, iyileri dost edinir, koruması
altında tutar. O'nun dışındaki yalvardıklarınız ne size ne de kendilerine
yardım edebilirler. Eğer onları doğru yola çağırırsanız işitmezler, onları
sana bakar gibi görürsün, fakat görmezler."
Bunlar mesaj sahibinin, cahiliyenin yüzüne
haykırdığı sözlerdir. Gerçekten de Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- bu sözleri Rabbinin emrettiği şekilde onlara karşı söylemiş,
müşriklere ve onların sahte ilahlarına karşı meydan okumuştur:
"De ki, Allah'a koştuğunuz ortakları çağırınız,
sonra hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz..."
Gerçekten de peygamberimiz onlara ve onların sahte
ilâhlarına karşı bu meydan okuyuşla ortaya atılmış ve onlara şöyle demiştir:
Hiç göz açtırmadan ve hiç bekletmeden sizin ne kadar gücünüz varsa,
ilâhlarınızın ne kadar gücü varsa hepsini toplayın ve bana tuzak kurun'.. Bu
sözleri tam bir güven içinde sırtını dayadığı desteğe gönül huzuru içinde
yaslanarak ve bu destekleyici gücün, kendisini onların hepsinin tuzaklarına
karşı koruyacağına inanarak söylemiştir:
"Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren
Allah'tır. O iyileri dost edinir, koruması altında tutar."
Böylece yüce Allah, peygamberin bu işte kime
dayandığını açıkça ortaya koymuştur. Buna göre, yüce Allah'a dayanmıştır.
Allah, Kitab'ı kendi yüce iradesine uygun olarak indirmesi, Peygamberin bu
kitabın içerdiği gerçekle insanların karşısına çıkması gerektiğini
göstermiştir. Bunun yanısıra, bu gerçeği bozguncuların boş çabalarına karşı
üstün kılmayı da takdir eylemiştir. Ayrıca bu gerçeği insanlara ulaştırmak,
onlara götürmek ve Peygamberine güvenlerini sağlamak için çalışan iyi
kullarını korumayı da üstlenmiştir.
Aslında bu sözler Peygamberimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- hayatından sonra insanları .Allah'a çağıran her dava
sahibinin her yerde ve her zaman söyleyeceği sözler olmalıdır.
"De ki, Allah'a koştuğunuz ortakları çağırınız,
sonra hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz..." Benim dostum,
koruyucum Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren Allah'tır. O, iyileri dost edinir,
koruması altında tutar."
Hiç şüphesiz Allah yoluna davet edenlerin yeryüzünün
her çeşit dayanaklarından soyutlanmaları gerekiyor. Aynı şekilde yeryüzünün
dayanaklarını basit ve önemsiz görmeleri icab ediyor.
Yeryüzünün dayanakları ne kadar güçlü ve sağlam
görünseler de aslında basit ve zayıftırlar.
"Ey insanlar: Size bir örnek verilmişti. Şimdi ona
iyi kulak verin. Sizin Allah'tan başka taptıklarınız bir sinek bile
yaratamazlar, hepsi bu iş için yardımlaşsalar dahi. Eğer sinek o putlardan
bir şey koparsa, putlar onu sinekten kurtaramazlar. Put da zayıf ve aciz,
sinek de." (Hacc Suresi: 73)
"Allah'tan başka dost edinenlerin hali, kendine bir
yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Keşke bunu bilselerdi!.. (Ankebut
Suresi: 41)
Allah yolunda davet edenler Allah'a dayanırlar.
Öyleyse, Allah'ın dışındaki bu dostlar ve dayanaklar neci oluyorlar? Dava
adamına eziyet yapacak güçte olsalar bile, onun gözünde kaç paralık
değerleri vardır? Onların Peygambere eziyet yapmaları da, ancak Peygamberin
dostu olan Allah'ın izni ile gerçekleşebilmektedir. Allah'ın diğer
varlıkların ona yaptıkları eziyete izin vermesi, onu başkalarının
eziyetinden korumaktan aciz olduğundan veya dostlarına destek vermediğinden
değildir. Yüce Allah bu tür noksanlıklardan münezzehtir. Başkalarının
eziyetlerine izin vermesinin nedeni eğitme, arındırma ve alıştırma gibi
nedenlerle iyi kullarını denemek istemesindendir. Zalim kullarına zaman
tanıması, bu zalimlerin günahlarının çoğalması ve sağlam bir tuzağa
düşmeleri için imkân tanımasıdır!
Müşrikler Ebu Bekir'e eziyet yaparken, mübarek
yüzüne pençeli ayakkabılarla vururken; yüzüne gözüne, darbeler indirirken,
ağzını ve gözünü tanınmaz hale getirirken... Peygamberimizden -salât ve
selâm üzerine olsun- sonra yeryüzünün en erdemli insanı Ebu Bekir bütün bu
çirkin ve azgın saldırılar boyunca hep şöyle diyordu: "Allah'ım sen ne kadar
sabırlısın!.. Allah'ım sen ne kadar sabırlısın! Allah'ım, sen ne kadar
sabırlısın!.." Çünkü o kendi iç dünyasında, bu eziyetlerin ötesindeki
Rabbinin sabrını gayet iyi biliyordu. O Rabbinin düşmanlarını yoketmekten
aciz olmadığına kesin güveniyordu. Aynı şekilde Rabbinin dostlarını yalnız
bırakmayacağına güveni tamdı! Abdullah b. Mesud -Allah ondan razı olsun-
müşriklerin Kâbe avlusunda yaptıkları toplantıda onlara Kur'an okuduğu için,
müşrikler tarafından yolda doğru yürüyemeyecek ve belini doğrultamayacak
kadar dövülmüş, eziyet edilmişti!.. Fakat bunca çirkin ve azgın eziyetlere
rağmen o şöyle demişti. "Vallahi onlar o günkü kadar hiç gözümde
basitleşmemişlerdi!" Çünkü o, müşriklerin bu hareketleriyle aslında Allah'a
karşı geldiklerini biliyordu. Allah'a karşı gelenin ise kesin yenilgiye
uğrayacağına, Allah karşısında basitleşeceğine kuşkusuz inanıyordu. Bu
nedenle onların Allah'ın dostları gözünde de basitleşmeleri gerekiyordu.
Abdullah b. Ma'zun -Allah ondan razı olsun- kendi
kardeşleri Allah yolunda eziyetlere, zulümlere maruz kalırken, bir müşrikin
himayesine girip eziyetlerden, saldırılardan kurtulmayı onuruna
yediremediğinden, müşrik Utbe b. Rebia'nın himayesinden çıkmış, Utbe'nin
himayesinden çıktıktan sonra müşrikler başına üşüşmüşler, gözünü çıkarıncaya
kadar ona zulmetmişlerdi!.. Utbe onun bu haline acımış ve tekrar himayesine
girmeye çağırmıştı. Abdullah ise, ona şöyle demişti: "Şüphesiz ki, ben
senden daha güçlü birinin himayesindeyim." Utbe ona: "Ey kardeşimin oğlu,
sen himayemde olduğun sırada gözüne böyle bir darbe inmemişti" dediğinde, şu
karşılığı vermişti. "Hayır, Allah'a yemin ederim ki, diğerini de Allah
yolunda feda etmekten çekinmem." Çünkü Abdullah, Allah'a sığınmanın kulların
himayesine girmekten çok daha onurlu bir iş olduğunu biliyordu. Ayrıca
Rabbinin kendisini yalnız bırakmayacağına kesin inanıyordu. Eğer yüce Allah,
kendi yolunda bu eziyetlere katlanmaya izin veriyorsa, bu mazlumların ruhen
engin ufuklara yükselmesi içindir: "Hayır, Allah'a yemin olsun ki, diğerini
de Allah yolunda feda etmekten çekinmem.''
İşte bunlar yüce Rabbani direktiflerin atmosferinde
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- dizi dibinde
eğitim gören, Kur'an ile eğitilen altın nesilden birkaç örnektir.
"De ki, Allah'a koştuğunuz ortakları çağırınız,
sonra hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz.
Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren
Allah'tır. O, iyileri dost edinir, koruması altına alır."
Müşriklerin kendilerine karşı yaptıkları bu
işkencelere katlandıktan, Kitab'ı indiren ve iyileri dost edinip koruması
altına alan Allah'a bu şekilde bağlılık gösterdikten sonra ne oldu?
Tarihin bildiği olaylar meydana geldi! Allah'ın
dostları zafere, üstünlüğe ve egemenliğe kavuştu. Hezimet, basitlik ve harab
olma ancak ve ancak Allah'ın iyi kullarını öldüren azgınların payına düştü.
Allah'ın gönüllerini islâma açtığı kimseler de, Allah'a karşı asla
sarsılmayan tam bir güvenle, Allah yolunda gevşeklik göstermeyen bir azimle,
onca eziyetlere, zulümlere katlanacak o güne çıkmış olan öncüleri her alanda
izlemeye koyuldular!
Allah yoluna davet eden insanlar nerede ve ne zaman
olursa olsunlar, böyle bir güven olmadan, böyle bir azim olmadan, böyle
kesin bir inanç olmadan hiçbir yere ulaşamazlar, hiçbir başarı elde
edemezler.
"Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren
Allah'tır. O, iyileri dost edinir, koruması altında tutar."
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
müşriklere meydan okumakla emrolunmuştu. Ve onlara meydan okudu. Müşriklere
ilâhlarının acizliğini, şirklerinin saçmalığını açıklamakla emrolunmuştu. O
da bu görevi yerine getirdi.
"O'nun dışındaki yalvardıklarınız ne size yardım
edebilirler, ne de kendilerine yardım edebilirler."
Eğer onları doğru yola çağırırsanız size uymazlar,
onları çağırsanız da karşılarında suskun dursanız da sizin için birdir."
Madem ki, bu tesbitler klasik Arap cahiliyesindeki
basit putperestliğin ilâhları için uygun düşmektedir, öyleyse aynı tesbitler
modern cahiliyenin sahte ilâhlarının hepsine de uygun düşecektir.
Bu modern müşrikler, Allah'ı bırakıp yeryüzünün
egemenliğini ellerinde bulunduran çevrelerden dostlar edinmekte ve onları
yardımına çağırmaktadırlar! Ne var ki, onların bu dostları ne kendilerine,
ne de başkalarına yardım etme gücüne sahip değildir. Yüce Allah'ın takdiri,
kulları için planlanan zaman dahilinde dilediği şekilde cereyan ettiğinde,
onların gücü hiçbir şeye yetmeyecektir.
Madem ki, Araplar'ın ilkel ilâhları işitmiyordu,
boncuklardan veya kıymetli taşlardan yapılan gözleri bakmıyor ve
görmüyordu... Öyleyse bugünün modern ilâhları olan vatan, ulus, üretim,
makina ve tarihi determinizm de işitemez ve göremez! .. Modern cahiliyenin
buna benzer sahte ilâhlarının hepsi de aynıdır. Gören ve işiten insanlardan
edindikleri ilâhlar da aslında işitemezler ve göremezler! İnsanlar arasında
seçilen, kendilerine ilâhlık özellikleri yakıştırılan, kendilerinin emriyle
hukukun ve yargının belirlendiği bu sahte ilâhların durumu da farklı
değildir. Bunlar hakkında yüce Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun ki, birçok
cini ve insanı cehennemlik olarak yarattık. Onların kalpleri var, fakat
anlamazlar; gözleri var, fakat göremezler, kulakları var, fakat işitmezler.
Onlar hayvanlar gibidirler, hatta hayvanlardan da daha sapıktırlar. Onlar
gaflet içindedirler. (A'raf Suresi: 179)
Allah yoluna davet eden insanlar, değişik cahiliye
sistemleri tarafından aynı tepkiyle karşılaşırlar... Onlar da, yüce Allah'ın
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- söylemesini emrettiği sözleri
bunların yüzüne haykırmaları gerekir:
"De ki, Allah'a koştuğunuz ortakları çağırınız,
sonra hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz.
Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren
Allah'tır. O, iyileri dost edinir, koruması altında tutar.
O'nun dışındaki yalvardıklarınız ne size yardım
edebilirler, ne kendilerine yardım edebilirler. Eğer onları doğru yola
çağırırsanız işitmezler, onları sana bakar gibi görürsün, fakat görmezler."
Müşrikler her yerde ve her zaman aynıdır.
RABBANİ DİREKTİFLER
Surenin bundan sonraki bölümünde, yüce Allah'tan
dostlarına yöneltilmiş birtakım Rabbani direktiflere yer verilmektedir.
Bunlar Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ve onunla birlikte iman
edenlerdir. Onlar yüce Allah'tan bu direktifleri alırken daha Mekke'de
bulunuyorlardı. Arap Yarımadası'nda ve dünyanın her tarafında egemen olan o
zamanki cahiliyeye karşı koyuyorlardı. Bu rabbani direktifler, sözkonusu
azgın cahiliyeye karşı koyuyorlardı. Bu Rabbani direktifler, sözkonusu azgın
cahiliyeye ve şu yolunu şaşırmış insanlara karşı mesaj sahibi olan
Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun toleranslı davranmaya,
kolaylıkla muamele etmeye, beşer fıtratının rahatlıkla kabul edip tanıdığı
iyiliği açıklıkla emretmeye, işi çıkmaza ve yokuşa sürmemeye, cahiliyeden
yüz çevirmeyenlerin cahilliklerine aldırmamaya, onlarla tartışmamaya,
onlarla içli-dışlı oturumlara katılmamaya çağırıyor. Onlar haddi
aştıklarında, inatları ve engellemeleri ile onun öfkesini harekete
geçirdiklerinde ve şeytan bu öfkeyi körüklemeye kalkıştığında sakinleşmesi,
huzura kavuşması ve sabretmesi için Allah'a sığınmalıdır: "Affı,
kolaylaştırmayı prensip edin, iyi olanı emret ve cahillere aldırış etme."
Eğer şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya uğrayacak olursan,
Allah'a sığın. Çünkü o her şeyi işiten ve her şeyi bilendir. Allah'tan
korkanlar şeytandan gelen bir dürtüye, bir kışkırtmaya uğradıklarında
Allah'ın uyarılarını hatırlarlar. Ve hemen gerçeği görürler.
Sonra ona, o cahillerin tabiatını, ardlarındaki
gizli telkinleri, azgınlık ve sapıklıkla direnmelerini sağlayan vesveseleri
tanıtıyor. Onların peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- karşı
takındıkları tavırlara ve mucizeler istemelerine bir ölçüde değiniyor.
Peygamberliğin tabiatı ve peygamberin gerçekliğini onlara tanıtmak için
kendilerine nasıl hitap edeceğini bildiriyor. Cahillerin peygamberlik,
peygamber ve peygamberin yüce Rabbi ile nasıl bir bağı olduğu konulardaki
yanlış düşüncelerini düzeltmeye çalışıyor ve şeytanların kardeşleri-dostları
azgınlıkla şeytanlara yardımcılık ettiğini anlatıyor. Sonra da onlar
ellerinden geleni yapmaya devam ederler. Sen onlara bir ayet sunmadığın
zaman, kendin bir ayet uydursaydın ya derler. De ki, ben ancak Rabbim
tarafından bana indirilen vahye uyuyorum. Bu Kur'an'daki ayetler müminler
topluluğu için Rabbinizden gelen kanıtlar, doğru yol kılavuzu ve rahmettir."
Yüce Allah'ın Peygamberimize Kur'an-ı vahyetmesine
işaret etmesi nedeniyle müminlerin Kur'an-ı tam bir edeple dinlemelerine ve
Allah'ı anmanın edebine ilişkin bir direktif veriyor. Bunun yanısıra bu
zikre devam etmeleri ve ondan gafil olmamalarına dikkat çekiyor. Çünkü günah
işlemeyen melekler Allah'ı zikretmekte, O'nu kutsamakta ve O'na secde
etmektedirler. Öyleyse günahkâr olan insanların O'nu anmaktan, kutsamaktan
ve O'na secde etmekten hiç gafil olmamaları gerekmektedir: "Kur'an okunduğu
zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz ki, size rahmet edilsin. Rabbinin
adını yalvararak, korkarak ve yüksek olmayan bir sesle sabah, akşam an ve
gafillerden olma. Rabbinin yanındakiler, burun kıvırıp O'na kulluk etmekten
geri durmazlar, O'nu noksanlıklardan tenzih ederler ve yalnız O'na secde
ederler."
KOLAYLIK VE
BAĞIŞLAMA
199- "Affı,
kolaylaştırmayı prensip edin, iyi olanı emret ve cahillere aldırış etme! "
200- "Eğer şeytandan
gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya uğrayacak olursan Allah'a sığın. Çünkü
O, her şeyi işiten ve her şeyi bilendir. "
201- "Allah'tan
korkanlar şeytandan gelen bir dürtmeye bir kışkırtmaya uğradıklarında,
Allah'ın uyarılarını hatırlar ve hemen gerçeği görürler. "
Sohbetlerinde, normal ilişkilerinde mümkün olduğu
kadar insanların bağışlama ve kolaylaştırma ahlâkını esas al. Onlardan tam
olgunluk isteme. Onları ahlâkın zor olan yükümlülüklerinden sorumlu tutma.
Yanlışlıklarını, noksanlıklarını ve zaaflarını bağışla. Bütün bunlar kişisel
ilişkilerde böyledir. Dini akide ve şer'i görevlerde böyle değildir. İslâm
akidesinde ve Allah'ın şeriatında görmezlikten gelmek ve toleranslı
davranmak yoktur. Yalnız bir şey alırken, bir şey verirken, sohbette ve
komşuluk ilişkilerinde tolerans sözkonusu olabilir. Böylece hayat kolay ve
rahat bir şekilde seyrine devam eder. Beşeri zaafları görmezlikten gelmek,
onlara şefkatle muamele etmek, toleranslı davranmak güçlü erdemli kişilerin
zayıf ve zavallı kişilere karşı görevidir... Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- koruyan, gözeten, doğru yolu gösteren, eğiten ve öğreten bir
şahsiyetti. Öyleyse insanların en fazla toleranslısı, kolaylaştırıcısı ve
beşeri zaafları görmezlikten gelicisi de olmalıydı... Aynı şekilde
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kendisine yapılan bir
hareketten dolayı asla öfkelenmemiştir. Allah'ın dini konusunda ise hiçbir
şey onun öfkesini engelleyemezdi. İslâma davet ile uğraşan herkes de yüce
Allah'ın Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- emrettiği bu
direktiflere bağlı kalmak durumundadır. İnsanları doğru yola iletmek için
onlarla ilişki içine girmek hiç kuşkusuz geniş bir gönül, toleranslı bir
karakter, Allah'ın dininde küçümsemeye ve hafife almaya meydan vermeyecek
bir kolaylığı ve kolaylaştırmayı ister.
"İyi olanı emret"... İyi olan şey, hiçbir münakaşa
ve tartışmaya yer bırakmayacak şekilde açıkça kabul edilen güzel işlerdir.
Bozulmamış fıtratların ve sağduyu sahiplerinin güzel olduğunda anlaştıkları
konulardır. İnsanın nefsi bu iyi şeyleri alışkanlık haline getirdiğinde
onları kumanda etmek kolaylaşır. Bundan sonra hiç zorlanmadan iyi yolun
renkleri kendiliğinden belirir. Giriftlik, zorluk ve daha işin başındayken
bir dizi yükümlülükler getirmenin insanları iyi yoldan alıkoyduğu gibi
hiçbir şey alıkoymaz! İnsanları eğitmenin yolu, işin başında onları herkesce
kabul edilen bu tür kolay yükümlülüklerle alıştırmayı gerektirmektedir.
Ahşana ve kumandayı eline geçirene kadar onlara tolerans tanımayı öngörür.
Bundan sonra zaten insanın kendisi, kolaylıkla, rahatça ve seve seve daha
büyük ve ağır yükümlülüklerin altına girmek için harekete geçer.
"Cahillere aldırış etme..." Gerek olgunluğun zıddı
olan cahilliğe, gerekse bilginin zıddı olan cahilliğe aldırış etme... Bu iki
cahillik türü birbirine yakındır... Aldırış etmemek, onları kendi haline
bırakmak, önemsememek, cahilliklerine dayalı olarak yaptıkları işleri,
söyledikleri sözleri basit görmek, onların bu hareketlerini olgunlukla
karşılamak; onlarla, bağlılıklarını ve cezbelerini arttırmaktan, zamanın ve
enerjinin boşa gitmesinden başka hiçbir sonuç getirmeyecek olan tartışmalara
dalmamak şeklinde gerçekleşir. Onlar karşısında susmak, cahilliklerine
aldırış etmemek, bazan onların nefislerini küçültür ve terbiye eder. Aşırı
tepkilerini ve tartışmadaki inatlarını engeller. Eğer onları bu şekilde
eğitmese bile kalplerinde iyilik bulunan diğer insanlardan ayrılmalarını
sağlar. Çünkü insanlar, mesaj sahibinin zorluklara katlandığını ve boş
sözlerden yüz çevirdiğini görecekleri gibi, bu cahillerin ukalâlık
yaptıklarını, cahillik ettiklerini gözleyecekler, böylece onların gözünden
düşecekler ve dışlanacaklardır!
Mesaj sahiplerinin insanın bütün iç alemini bilen bu
ilahi direktiflere bağlılık göstermeleri, onlara göre hareket etmeleri ne
güzel olacaktır!
Ne var ki, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- de bir insandı. Cahillerin cahillikleri, beyinsizlerin
beyinsizlikleri ve ahmakların ahmaklıkları karşısında öfkelenmesi
mümkündü... Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun bu konuda başarılı
olsa da ondan sonraki islâm davetçileri bundan aciz kalabilirlerdi... Öfke
halinde şeytan nefsin ayağını kaydırır. Çünkü bu sırada nefis hareket
halinde, heyecanlı ve hakimiyetini elinden kaçırmış durumdadır! İşte bu
nedenle yüce Allah kızgınlığının yatışması ve şeytana rağmen yoluna devam
etmesi için Allah'a sığınmasını emretmektedir:
"Eğer şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya
uğrayacak olursan, Allah'a sığın. Çünkü O, her şeyi işiten ve bilendir."
"O her şeyi işiten ve her şeyi bilendir." Yorum
cümlesi gösteriyor ki, yüce Allah cahillerin ve hafif meşreb insanların
cahilliklerini işitmektedir. Senin onların eziyetlerine katlandığını
bilmektedir. Bu ise, insanın gönlünü ferahlatmakta ve onu sevindirmektedir.
Yüce ve ulu Allah'ın bu olayları bilmesi ve işitmesi ona yeter! Cahilleri
Allah'ın yoluna çağırırken, onlardan gördüğü cahillik ve basitliklerin Allah
tarafından işitildiği ve bilindiğini öğrendikten sonra bir insan daha ne
isteyebilir?
Daha sonra Kur'an-ı Kerim, dava adamının gönlünde
kabul ve hoşnutluk duygularını yerleştirmesi, şeytanın ve çirkin
dürtmelerinin önüne geçmesi bağlamında başka bir yönteme başvuruyor:
"Allah'tan korkanlar şeytandan gelen bir dürtmeye,
bir kışkırtmaya uğradıklarında Allah'ın uyarılarını hatırlar ve hemen
gerçeği görürler."
Bu kısa ayeti kerime hayrete düşüren direktifleri ve
son derece engin gerçekleri, Kur'an-ı Kerim'in güzel ve veciz ifade gücü ile
ortaya koymaktadır. Ayeti kerimenin: "Hemen gerçeği görürler" cümlesiyle
bitmiş olması ayetin baş tarafına son derece büyük anlamlar katmaktadır. Baş
tarafta bunları karşılayabilecek sözcükler bulmak çok zordur. Böylece
anlaşılıyor ki, şeytanın dokunması insanı kör eder, gözlerini, basiretini
bağlar ve kapatır. Yalnız, Allah'tan korkma, Allah'ın gözetiminde olduğunun
bilincinde olma, öfkesinden ve azabından endişe etme gibi bağlar, kalpleri
Allah'a bağlar ve onları gafletten kurtarıp doğru yola iletir. Takva
sahiplerine hatırlatır. Onları da hatırladıklarında basiretleri açılır,
gözlerinin önündeki perde kalkar. "Ve hemen gerçeği görürler." Şüphesiz ki,
şeytanın dokunuşu insanı kör etmektedir. Allah'ı hatırlamak ise, gözlerin
açılmasını sağlamaktadır. Şeytanın dokunuşu karanlıktır. Allah'a yönelmek
ise, aydınlıktır. Şeytanın dokunuşunu takva söküp atabilir, şeytanın takva
sahipleri üzerinde hiçbir nüfuzu yoktur...
KUR'AN VE CAHİLİYYE
İşte takva sahiplerinin durumu budur: "Şeytandan
gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya uğradıklarında Allah'ın uyarılarını
hatırlarlar ve hemen gerçeği görürler." Takva sahiplerine ilişkin bu
açıklama, yüce Allah'ın cahillere aldırış edilmemesi şeklindeki emri ile bu
cahilleri günlük hayatlarında yaşadıkları cahilliğe, ahmaklığa ve hafif
meşrepliğe itenlerin kimler ve neler olduğu hakkındaki açıklaması arasında
parantez içinde verilmiştir. Bu kısa açıklama yapıldıktan sonra tekrar
cahillerin durumlarına dönülmüştür:
202- "Şeytanın
kardeşleri, dostları azgınlıkta şeytanlara yardakçılık ederler, sonra da
ellerinden geleni yapmaya devam ederler. "
203- "Sen onlara bir
ayet sunmadığın zaman "kendin bir ayet uydursaydın ya " derler. De ki; "Ben
ancak Rabbim tarafından bana indirilen vahye uyuyorum. Bu Kur'an'daki
ayetler müminler topluluğu için uyarıcı kanıtlar,. doğru yol kılavuzu ve
rahmettir. "
Onlara azgınlıkta yardakçılık yapan kardeşleri
cinlerden olan şeytanlardır... Bunlar aynı zamanda insanlardan olan
şeytanlar da olabilirler. Bunlar onların sapıklıklarını arttırırlar. Onları
kendi hallerine bırakmazlar, bıkmaz, usanmazlar ve asla susmazlar! İşte
onlar bu nedenle ahmaklaşıyor, cahilleşiyorlar! İçinde bulundukları
şaşkınlığı sürdürüyorlar.
Müşrikler Peyamberimizden -salât ve selâm üzerine
olsun- olağanüstü olayları meydana getirmesi için sürekli ısrar ediyor ve bu
isteklerinden vazgeçmiyorlardı. İşte bu bağlamda Kur'an-ı Kerim onların
peygamberlik gerçeği ve peygamberin özellikleri konularında cahilliklerini
gösteren bazı sözlerini aktarmaktadır:
"Sen onlara bir ayet (mucize) sunmadığın zaman,
"Kendin bir ayet (mucize) getirseydin ya" derler."
Yani, bir mucize indirene kadar Rabbine ısrar
etseydin ya! Ve sen bir peygamber değil misin? Kendin bir mucize meydana
getirseydin ya!
Onlar peygamberin özelliklerini ve görevini
bilmiyor, anlamıyorlardı. Bunu bilmedikleri gibi, bir peygamberin Rabbine
karşı nasıl edebini takındığını da anlamıyorlardı. Peygamberin, Rabbinin
verdiklerini aldığını, Rabbinin önüne geçemeyeceğini ve ona hiçbir öneride
bulunamayacağını, kendi isteğiyle bir şey yapamayacağını
kavrayamıyorlardı... Şimdi yüce Allah peygamberin onlara açıklama yapmasını
emrediyor:
"De ki; Ben ancak Rabbim tarafından bana indirilen
vahye uyuyorum."
Ben kendiliğimden bir görüş ileri sürmem. Yeni bir
şey icad etmem. Rabbimin bana vahyettiğinden başka bir şeye gücüm yetmez.
O'nun bana emrettiğinden başkasını getiremem...
Cahiliye dönemindeki Araplar, peygamber deyince
çeşitli cahiliyelerde gün yüzüne çıkan gayb haberleriyle uğraşan sahte
peygamberleri zihinlerinde canlandırıyorlardı. Peygamberlik gerçeği ve
peygamberin özellikleri hakkında hiçbir bilgileri ve sağlıklı bir
anlayışları yoktu.
Aynı şekilde Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- kendisiyle peygamber olarak görevlendirildiği bu Kur'an'da neler
olduğunu, kendisinden habersiz oldukları Kur'an'ın gerçeğini, önlerinde
kendisinden habersiz oldukları bu doğru yol olduğu halde, onu bırakıp
maddi/somut harikalar istemelerinin anlamsızlığını açıklamakla emrolunuyor:
"Bu Kur'an'daki ayetler, müminler topluluğu için
uyarıcı kanıtlar, doğru yol kılavuzu ve rahmettir."
Gerçekten de bu Kur'an kendisine iman eden ve bu
engin bereket kaynağını ganimet olarak kabul edenler için doğru yolu
gösteren uyarıcı kanıtlar ve coşup gelen bir rahmet kaynağıdır.
Bu, cahiliyeyi yaşayan cahil Araplar'ın kendisinden
yüz çevirip daha önceki peygamberlerin eliyle gerçekleşen maddi/somut
harikalar gibi bir harika istedikleri Kur'an'dır. Halbuki daha önceki
mucizeler insanlığın çocukluk devresinde, evrensel olmayan bölgesel
peygamberliklerde gerçekleşiyorlardı. Ayrıca bu harikalar her yerde ve her
zaman için uygun düşmezlerdi. Ancak kendisini görüp gözlemleyenleri
etkileyebilir, onlara yöneltilebilirlerdi. Ya onlardan sonra gelen nesiller
ne yapacaklardı? Bu harikaları görmeyen daha sonraki dönemlerin ulusları
onlardan nasıl yararlanabileceklerdi?
Bu hiçbir maddi/somut harikanın mucizevi niteliğine
(aciz bırakıcı, bağlayıcı) asla kavuşamayacağı Kur'an'dır. Hangi yönden
bakılırsa bakılsın, nerede ve ne zaman olursa olsun, insanların onun gibi
bir mucizeye ulaşmaları mümkün değildir. Bu meydan okuyuş ve mucize şimdiye
kadar var olan insanlar için sözkonusu olduğu gibi kıyamete kadar var olacak
insanlar için de geçerlidir!
Bu sadece Kur'an'ın ifade tarzıdır. Diğer milletlere
oranla edebi üslûb ve ifade gücü yönünden gelişmiş ve panayırlarında bu
özellikleriyle övünen cahiliye Araplar'ı ile bir karşılaştırma yaptığımızda
Kur'an'ın edebi üslûbunun o günden bugüne mucize niteliğini koruduğunu ve
buna hiçbir beşer elinin ulaşmadığını rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Yüce
Allah edebiyatta bunca ileri Araplar'a meydan okumuş ve O'nun bu meydan
okuyuşu halâ yürürlükten kaldırılmamıştır! İnsanların ifade sanatı ile
uğraşanlar ve bu konuda insanların ne kadarlık bir güce sahip olduklarını
anlayanlar, Kur'an'ın ifade tarzının mucizenin mucizesi olduğunu daha iyi
kavrarlar. Bunlar ister inanç yönünden bu dine iman etmiş olsun, ister iman
etmemiş olsun farketmez. Bu konudaki meydan okuyuş bilimsel, rasyonal
ilkelere dayandırılmıştır. Bu konuda iman edenlerle, inkâr edenler arasında
bir fark gözetilmesine gerek yoktu. Nasıl ki cahiliye döneminde Kureyş'in
ileri gelenleri bu Kur'an-ı inkâr etseler de, etmeseler de zevk alıyorlar,
karşı koyamayacakları şekilde ondan etkileniyorlardı ise, bugün de yarın da
cahiliye mantığı taşıyan her inkârcı istemese de cahiliye Araplarının
etkilendiği gibi Kur'an'dan etkilenecektir!
Bu eşsiz Kitap'ta yer alan, mucize sırrının ötesinde
kalan bir özellik daha var. Bir an dahi fıtratla yüzyüze geldiğinde
Kur'an'ın fıtrat üzerindeki büyük etkisine değinmek gerekir. Bu Kur'an'da
kulak verdiklerinde kalplerinin üzerleri perdelerle örtülmüş, sis bulutları
ile üzerleri ağır şekilde kaplanmış olan insanların kalplerini bu etkisinin
baskısı altında bazan harekete geçiren, bazan onların kalplerini kıvrandıran
manevi güç vardır.
Söz eden insanlar pek çoktur... İnsanların
söyledikleri bu sözler birtakım ilkeleri, görüşleri, düşünceleri ve
yönelişleri de kapsayabilirler. Ne var ki, bu sözler ile Kur'an'ın
söyledikleri arasında büyük fark vardır. Kur'an'ın ifade ettiği sözler
insanın fıtratı ve kalbi üzerinde etki bırakması açısından gerçekten
eşsizdirler! Bu üstün etkisiyle Kur'an sürekli egemen ve üstün bir niteliğe
sahiptir!.. Kureyş'in önde gelen liderleri de egemenlikleri altında
bulundurdukları insanlara: "Bu Kur'an-ı dinlemeyin ve onun etki gücünü
kırmaya çalışın, belki böylece O'na üstün gelirsiniz" (Fussulet Suresi: 26)
diyorlardı. İşin gerçeğine bakılırsa, onlar bu sözleri kendilerine söylemiş
oluyorlardı. Çünkü onlar bizzat kendi içlerinde bu Kur'an'ın etkisini ve
karşı konulmaz ağırlığını duyuyorlardı! Bugünün ileri gelenleri de
insanların kalplerini hazırladıkları kütüphanelerle bu Kur'an'dan
uzaklaştırmaya çalışıyorlar! Ama bütün bu çabalara rağmen Kur'an yine de
üstünlüğünü sürdürüyor... İnsanların sözleri arasında bir ayete veya birkaç
ayete rastladığımızda bu ayetlerin etkileriyle öne çıktıklarını ve farklı
bir yapı arz ettiklerini görüyoruz. Bu ayetler dinleyenlerin iç duygularına
egemen oluyorlar. Kur'an'ın sözleri söyleyenlerin ifade ederken onca
yoruldukları, beşerin en etkili sözlerinden bile kolaylıkla ayrılıyorlar!
Bütün bunların ötesinde bir de bu Kur'an'ın
hammaddesi ve konusu vardır... Fî Zılâl-il Kur'an'ın sınırlı sayfaları
Kur'an'ın hammaddesi ve konusundan söz etmeye yetmez. Bu konuda söylenecek
sözler tükenmez ve bu alanın sınırı yoktur!
Sayılı sayfada ne söylenebilir ki?
Bir kere Kur'an'ın varlığın gerçekleriyle beşerin
yapısına fıtratına hitap ederken kullandığı metod gerçekten hayret
vericidir., Kur'an'ın bu hitab şekli insanın bünyesini bir bütün olarak
karşısına almakta hiçbir tarafını ihmal etmeden hepsine yönelir. Sadece bir
bağlamda ona hitap etmez. Kendisine ulaşmak için açık olan hiçbir pencereyi
boş vermez. Orada yer alan hiçbir duyguyu karşılıksız, hiçbir seslenişi
cevapsız bırakmaz!
Kur'an'ın bu evrenle ilgili olayları ele alırken
kullandığı metod da gerçekten hayret edilecek kadar üstündür. Kur'an bu
metoda bağlı olarak kâinatla ilgili olayları ele alırken, insanın fıtratı,
kalbi ve aklı tarafından tam bir teslimiyet, canlı bir karşılama ve net bir
görüşle karşılanacak, aynı şekilde bu fıtratın ihtiyaçlarına uygun düşecek,
onda depolanmış halde duran potansiyel enerjileri harekete geçirecek ve ona
sağlıklı bir yön verecek olayları ustalıkla seçer.
Kur'an'ın insan fıtratının elinden tutarak adım
adım, aşama aşama yumuşaklıkla, kolaylıkla, canlılık ve aynı zamanda
sıcaklıkla, açıklıkla ve bilinçli bir şekilde onu merdivenin basamaklarından
çıkarırken tepeye doğru tırmandırırken kullandığı metod da gerçekten hayret
edilecek niteliktedir... İnsanı bilgide ve görüşte, tepki gösterme ve kabul
etmede, şekillendirmede ve doğru yolu seçmede, kesin inançta ve güvende,
rahat ve huzur içinde bu evrenin büyük-küçük gerçeklerine iletirken, onu bu
konuda zirveye ulaştırırken, gerçekten ulaşılmaz bir yöntem kullanmıştır.
Kur'an'ın hiçbir beşer tarafından dokunulması
gerektiği veya insanın kabullenmesine kapı aralayabileceği hesaba katılmayan
açılardan insanın fıtratına dokunmada kullandığı metod da gerçekten hayret
vericidir! Bu metodla bir de bakarsınız ki, fıtrat silkinmiş, karşılık
vermiş ve dili çözülmüştür. Çünkü bu Kur'an yarattıklarını çok iyi bilen
insanın yaratıcısı olan Allah tarafından gönderilmiştir. Ve o insana şah
damarından daha yakındır!
Bu sadece metod mudur?.. Yoksa Kur'an'ın bu metod
ile sunmaya çalıştığı hammaddenin kendisi midir?.. Burada saha o kadar
genişliyor ki, sözün onun engin ufkuna ulaşması asla mümkün olmuyor: "De ki,
Rabbimin kelimelerini yazmak için deniz mürekkeb olsaydı, Rabbimin
kelimeleri bitmeden önce o tükenirdi. Birkaç kere daha mürekkeb haline
getirseydik, yine tükenirdi." (Kehf Suresi: 109) "Şayet yeryüzünde bulunan
ağaçların hepsi kalem, denizler de mürekkep olsaydı ve arkasından da yedi
deniz daha gelseydi, Allah'ın sözleri yine de tükenmezdi." (Lokman Suresi:
27)
Bu satırların yazarı Allah'a binlerce hamd ve
şükürler olsun ki, yirmibeş senesini bu kitabın bilinçli diyaloğuna,
birlikteliğine, sohbetine, onu incelemeye vermiştir Bu kitabın bilimsel,
rasyonel çeşitli yönleri üzerinde çalışmıştır. İnsan bilgisinin çeşitli
dallarında insanlar tarafından tesbit edilen ve edilmeyen bilimlere ilişkin
alanlar üzerinde çalışmıştır. Bu çalışmanın yanısıra bu yönlerin herbiriyle
ilgili beşeri çalışmaların ürünlerini de zaman zaman gözden geçirmiştir...
Neticede görmüştür ki, bu Kur'an son derece engin, ardı arkası kesilmeyen
bol ve bereketli bir deniz ise, insanlar tarafından ortaya konan çalışmalar
kaynakla arası kesilmiş göletler, küçük oyuklara dolmuş sular ve bataklıkta
birikmiş birikintiler olmaktan öteye geçemez!
Bu varlıklar alemine, özelliklerine, gerçekliliğine,
değişik yönlerine, aslına ve yaradılışına, onların gerisindeki gizli
sırlara, yapısında var olan gizli kapalı şeylere, içinde yer alan canlılara
ve cansız varlıklara... Kısacası beşerin ``felsefe" adını verdiği konuların
hepsine kapsamlı ve dikkatli bir göz atalım!
"İnsana, insanın ruhuna, nefsine, aslına,
yaradılışına, potansiyel enerjilerine, çalışma, gelişme alanlarına, oluşum
özelliklerine tepkilerine, ihtiyaçları-na, isteklerine, durumlarına ve
sırlarına... Hasılı insanların biyoloji, pedagoji, sosyoloji, biyoloji
bilimleri tarafından ayrıca dinler ve inançlarla ilgili bilimler tarafından
incelenen meselelerine köklü bir bakışla bakalım.
İnsan hayatının düzenine, realiteye dayalı hareket
alanlarına, iletişim ve sürtüşme alanlarına, sürekli değişen ihtiyaçlarına
ve bu ihtiyaçların düzenlenmesine... Yani siyasal, sosyal ve ekonomik
teorilerin, görüşlerin kapsamına giren konulara bir göz atalım.
Evet bunlar ve diğer bütün konularda bu Kur'an'a
yönelen, bilinçli bir şekilde onu inceleyen herkes, o kadar çok hükümlerle,
direktiflerle karşılaşır ki, çokluğunda ve bolluğunda hayretten hayrete
düşer! Bu bolluğun da ötesinde muhtevasında gerçek bir orijinallik asalet,
doğruluk, enginlik, kapsamlılık ve kaliteli bir bilgi hazinesi ile
karşılaşacaktır!
Ben bu tür temel konular karşısında bir kere olsun
bu Kur'an'ın dışında başka kaynaklara başvurma ihtiyacı duymadım. Sadece bu
Kur'an'ın etkilerindeıı oluşan Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine
olsun- sözleri hariç. Bu hayret verici Kur'an'ın araştırıcısı karşısında
başkalarının sözleri doğru dahi olsa, çok basit ve gülünç kalmaktadır...
Bunlar, bu açıklamalarla, bu konularda görme,
araştırma ve incelemenin ihtiyacı gölgesinde gerçekleşen senelerce süren
uzun boylu beraberlik ile tam bir uyum sağlayan denenmiş gerçeklerdir...
Yoksa ben bu Kitab'a övgüler dizecek değilim. Ben kim oluyorum ki, bu
insanların hepsi kim oluyorlar ki, kendi övgü yetenekleri ile Allah'ın
kitabını övebilsinler!
Bu kitap insanların eşsiz bir neslinin biricik
bilgi, eğitim, yönlendirme ve oluşum kaynağı olmuştu. Bu nesil ne
kendilerinden önce ne de kendilerinden sonra beşer tarihinde eşine
rastlanmayan Sahabe-i Kiram neslidir. Bu nesil beşer tarihinde öyle dehşet
verici, engin boyutlara uzanan bir olay meydana getirmiştir ki, onların
tarihte gerçekleştirdiği olay (inkılâb) şu ana kadar gerçekçi ve lâyık
olduğu biçimde incelenmemiştir bile...
Allah'ın dilemesi ve kaderi ile beşer dünyasında bu
somut mucizeyi yaratan bizzat bu kaynağın kendisiydi. Bu öyle bir mucizedir
ki, diğer bütün peygamberliklere eşlik yapmış bulunan mucizelerin ve
harikaların hepsi asla ona ulaşamaz. Bu gözler önünde bulunan gerçek bir
mucizedir. Çünkü bu eşsiz nesil beşer tarihinde gerçekten benzeri bulunmayan
bir nesildir.
Birinci olarak, bu nesilden meydana gelen ve bin
seneden fazla varlığını sürdürebilen topluma bu kitabın getirmiş olduğu
şeriat hükmediyor, onun ortaya koyduğu değerler, ölçüler, yönlendirmeler ve
direktiflerin esası üzerinde duruyordu. İşte bu toplumda, insanlık tarihinde
başka bir mucizedir. Bu toplum ile madde dünyasında beşeriyetin elde ettiği
deneyimlerin geliştirilmesi ve ilerletilmesi yardımıyla büyük maddi
imkânlara sahip bulunan diğer beşer toplumlarını karşılaştırdığımızda,
bunların insanî medeniyette o topluma ulaşamadığını rahatlıkla görebiliyor,
ve bu mucizeyi daha iyi anlayabiliyoruz!
Bugünkü modern cahiliyede insanlar kendi kişisel,
toplumsal ihtiyaçlarını ve hayata ilişkin gereksinimlerini bu Kur'an'ın
dışında aramaktadırlar! Nitekim Arap cahiliyesinde yaşayan insanlarda bu
Kur'an'ın dışında birtakım harikalar istiyorlardı! Arap cahiliyesinde
yaşayan bu insanların basit cahiliyeleri ve derin cehaletleri onları bu
hayret verici kitapta ifadesini bulan korkunç kâinat harikasını görmekten
alıkoyduğu gibi arzu ve istekleri de, kişisel menfaatleri de onları bu
gerçeği görmekten alıkoyuyordu! Şu anki modern cahiliyede yaşayan insanlara
gelince, bunları da Kur'an'dan alıkoyan Allah'ın madde aleminde insanlara
açmış olduğu beşeri bilimlerin gururudur. Bugünkü beşer hayatının girift
hale gelmesiyle komplekslerin, sistemlerin ve organizelerin vermiş olduğu
aldatıcı şımarıklıktır. Bu sistemlerin ve organizelerin düzenleme ve
organize planı açısından daha da gelişmesi ve olgunlaşmasıdır. Aslında
hayatın gelişmesi, deneyimlerin birikimi, ihtiyaçların yenilenmesi ve bu
konularda hayatın gittikçe giriftleşmesi çok normaldir! Bütün bunların
yanısıra modern cahiliye insanıyla Kur'an arasına gerilen en büyük
engellerden biri de yahudilerin, hristiyanların ve haçlıların bu dine ve
sağlam kitabına karşı başlatmış oldukları savaşın ondört asır boyunca bir an
dahi dinmeyen kinleridir. Müslümanları bu kitaptan alıkoyma ve onu insanları
doğrudan yönlendirmekten uzaklaştırmaya yönelik çabalarıdır. Çünkü yahudiler
ve haçlılar uzun bir zaman alan deneyimleri boyunca şu gerçeği
öğrenmişlerdir. Bu dine sarılan müslümanları ilk neslin bu kitaba sarıldığı
gibi ona sarıldıkları müddetçe mağlûp etmek mümkün değildir. Fakat Kur'an'ın
ayetlerine sırf musiki ve teganni yönünden yönelirken hayatları bütünüyle
onun direktiflerinden uzak durduğu müddetçe onlara egemen olmak kolay
olacaktır!.. Aslında bu ısrarla yürütülen iğrenç, çirkin, pis ve alçakça bir
hile bir tuzaktır. Ve bu hilenin en son ürünü bugün kendisine müslüman diyen
insanların yaşadıkları sosyal hayattır. Aslında onlar sosyal hayatlarında bu
dinin şeriatını uygulamadıkları müddetçe müslüman olamazlar. Bu dinin
etkilerini azaltmak bu dinin Kur'an-ı dışında başka Kur'an-ı tatbik etmek
için her yerde başvurulan diğer çalışma yöntemleri de bu alçakça oyunun
ürünleridir. Hayatın bütün düzenlemelerinde esas alınan, her türlü ayrılıkta
hakem olarak kabul edilen bu hayatı hukukî ve kanunî bütün sürtüşmelerinde
esas alınan bu Kur'an'ın mesajını kırmak, önceki müslümanların bütün bu
konularda Allah'ın kitabını esas almaları gibi bir düşüncenin önüne geçmeye
yönelik bütün çalışmalar da bu kapsama girer!..
Bu Kur'an bugün ona iman edenler tarafından
bilinmemektedir. Çünkü onlar Kur'an-ı sadece güzel sesle okunan, terennüm
edilen dua ve tesbihlerden ibaret olarak bilmektedirler. Bu alçakça oyunun,
katmerli cehaletin, aldatıcı direktiflerin düşünceyi, kalbi, ve realiteyi
kapsamlı biçimde bozan iğrenç ve uğursuz bozgunculuğun üzerinden asırların
geçmesiyle Kur'an taraftarları bu hale düşmüşlerdir!
Bu, önceki klasik cahillerin kitleleri, maddi
harikalar talebiyle kendisinden uzaklaştırmaya çalıştıkları Kur'an'dır. Aynı
şekilde bugünkü modern cahiller de kitleleri kendilerinin uydurdukları ile
yani, Kuran'larla ondan uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar. Bunlar çeşitli
basın ve yönlendirme vasıtalarıyla insanları ondan uzaklaştırıyorlar! Bu her
şeyi bilen ve her şeyden haberi olan Allah'tan gelen ve kendisi hakkında
şöyle buyurduğu Kur'an'dır.
"Bu müminler topluluğu için Rabbinizin katından
gelen uyarıcı kanıtlar doğru yol kılavuzu ve rahmettir."
Ortaya çıkaran ve aydınlatan uyarıcı kanıtlar, yol
gösteren, doğru yolu gösteren bir hidayet kaynağı, coşan ve kaynayan bir
rahmettir. "Müminler topluluğu için" işte Kur'an-ı Kerim'de bu özelliklerin
hepsini bulacak olanlar sadece müminlerdir!
MÜMİNLERE SESLENİŞ
Bu Kur'an böyle doğrudan bir hidayet rehberi
olduğundan, müminlerin yönlendirilmesi bağlamında şu direktife yer
vermektedir:
204- "Kur'an
okunduğu zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz ki, size rahmet edilsin.
"
İşte baş tarafında bu Kur'an-a işaret edilen sure,
bu cümlelerle sona ermektedir.
"Bu Kur'an kendisiyle insanları uyarasın ve
müminlere öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi
yaparken sakın ruhun sıkılmasın. (A'raf Suresi 2)
Kuran'ın okunduğu sırada dinlemeyi ve susmayı
emreden bu ayetin yorumuyla ilgili değişik rivayetler vardır. Bazılarına
göre bu susma ve dinleme emri imamın Kur'an-ı açık olarak okuduğu farz
namazlarla ilgilidir. Bu durumda cemaatin susması ve dinlemesi gerekir. İmam
açık okuduğu sırada onunla beraber okuyamaz. İmam ile Kur'an yarışı yapamaz!
İmam Ahmet ve diğer "Sünen'' yazarları bununla ilgili bir hadis rivayet
etmişlerdir. Tirmizi bu hadis hakkında "Bu hasen bir hadistir" hükmünü
vermiştir. Ebu Hatim er-Razi de bu hadisin zühri, Ebu Ekseme Elleysi, Ebu
Hureyre kanalıyla gelen rivayetini sahih saymıştır. Buna göre Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- açık okuduğu bir namazı bitirince: "Az önce
benimle birlikte, Kur'an okuyan kimse var mıydı?" diye sormuş. Bir adam!
"Evet ya Rasulullah" dedi. Peygamberimiz, "Ben de diyordum ki, kim, ne
oluyor ki böyle Kur'an-ı benimle yarıştırıyorlar" buyurdu. Peygamberin
ashabı ondan bu sözleri duyduklarında O'nun namazda açık okuduğu yerlerde
Peygamberle beraber okumaktan vazgeçtiler.
Aynı şekilde İbn-i Cerir de tefsirinde Ebu Kureyb,
El Muharibi, Davut b. Ebi Hint, Beşir b. Cabir kanalıyla gelen haberde şöyle
dendiğini aktarır. İbn-i Mesut bir ara namaz kıldırmıştı, bïrtakım
insanların imamla birlikte Kur'an okuduklarını işitmiş, namazı bitirince
şöyle demişti: "Halâ anlayacak zamanınız gelmedi mi? Halâ düşünecek vaktiniz
gelmedi mi? Kur'an okunduğu zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz"
Allah'ın size emrettiği şekilde. (İmam'a uyan cemaatin Kur'an okuyuşu
hakkında değişik görüşler vardır. Kimine göre hem gizli, hem açık okunan
namazlarda imamın okuyuşu onunkinin yerine geçer. Kimine göre açık okunan
namazlarda imamla beraber okunmaz. Fatiha ile bir sure arasındaki duruşta
okur. Bir diğerlerine göre ise, açık okumalarda okunmaz, gizli okunanlarda
okur.)
Bazı rivayetlere göre ise, bu ayet müslümanlar için
bir direktif niteliğindedir. Müslümanların Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- Mekke döneminde, namaz kıldığında, O'nun yanına gelip
birbirlerine "Bu Kur'an-ı dinlemeyin. Onun etkisini kırmaya çalışın. Belki
bu şekilde üstün gelirsiniz" (Fussilet Suresi: 26) diyen müşrikler gibi
olmamalarını istiyordu. Müşriklerin o hareketleri üzerine bu ayet inmişti:
"Kur'an okunduğu zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz..." Kurtubi
bunları ifade ettikten sonra, "Bu namaz hakkındadır" diye ilave eder. İbn-i
Mesut, Ebu Hureyre, Cabir, Zühri, Ubeydullah b. Umeyr, Ata b. Ebi Rebah ve
Said b. Müseyyib ayetin namaz hakkında olduğunu rivayet etmişlerdir.
İbn-i Cerir de ayetin nüzul sebebi hakkında şöyle
der: Ebu Kureyb, Ebu Bekir b. İyâş, Asım, Musayib b. Rafi kanalıyla gelen
rivayete göre İbn-i Mesut şöyle demiştir. "Biz daha önceleri namazda
birbirimize selâm verirdik. Bunun üzerine şu ayet inmişti: "Kur'an okunduğu
zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz ki, size rahmet edilsin."
Kurtubi, tefsirinde diyor ki: Muhammed b. Ka'b
el-Karzi şöyle demiştir: Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
namazda Kur'an okunduğunda kendisine uyan cemaat de onunla birlikte
okuyordu. "Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla" dediğinde, onlar da
aynısını tekrar ediyorlardı. Fatiha ve O'nun arkasından okunan sure sona
erinceye kadar böyle hepsini O'nun ardından okuyorlardı. Bu uygulama bir
süre böyle devam etti. Sonra: "Kur'an okunduğu zaman onu dikkatle ve
sessizce dinleyiniz ki, size rahmet edilsin" ayeti indi. Bu da gösteriyor
ki, sessizce dinlemenin anlamı, onların peygamberin sözünü tekrar eder gibi
açıkça Kur'an okumaktan vazgeçirmektir.
Yine Kürtubi der ki: Katade bu ayetle ilgili olarak
diyor ki, Arkadaşlarımızdan biri cemaate gelir. Onları namazda bulur.
Onlara: Kaç rekât kıldınız? Kaç rekât kaldı? diye sorardı. Bunun üzerine
yüce Allah: "Kur'an okunduğu zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz"
ayetini indirdi. Mücahit der ki: "O zaman müslümanlar namazda normal
ihtiyaçları hakkında konuşuyorlardı. Bunun üzerine "Kur'an okunduğu zaman
onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz ki, size rahmet edilsin" ayeti indi.
Bu ayetin namazda okunan Kur'an'la ilgili olduğu
görüşünde olanlar İbn-i Cerir'in rivayetini delil olarak gösterirler: Hamit
(veya Humeyd) b. Mesade, Bişr b. Müfaddal, Ceriri, Talha b. Ubeydullah b.
Kureyz Ubeyd b. Umeyr ve Ata b. Ebi Rebah kanalıyla gelen rivayette deniyor
ki, "Ubeyd b. Umeyr ve Ata b. Ebi Rebah konuşuyorlardı. Anlatan da
anlatıyordu. (Yani Kur'an okuyan da okuyordu) Talha der ki, "Ben, siz
Kur'an-a kulak vermiyor musunuz? Size vadedileni kabul etmiyor musunuz? diye
sordum. (Talha burada onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz ki, size rahmet
edilsin ayetini kastediyor) "ikisi de dönüp bana baktılar, sonra tekrar
konuşmalarına daldılar. Ben tekrar sorumu yönelttim, onlar yine dönüp bana
baktılar sonra tekrar konuşmalarına döndüler! Ben üçüncü kere sorumu tekrar
edince dönüp bana baktılar ve "O ancak namazdadır" dediler. "Kur'an okunduğu
zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz." İbn-i Kesir bu haberi
aktardıktan sonra diyor ki, `Süfyan-ı Sevrî, Ebu Haşim İsmail, İsmail İbn-i
Kesir, mücahidin "Kur'an okunduğu zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz"
ayetinin namaza mahsus olduğu şeklindeki görüşünü aktarırlar. Bundan ayrı
olarak pek çokları mücahidin bu görüşünü rivayet etmişlerdir. Abdurrezzak da
Sevri ve Deys kanalıyla gelen rivayette mücahidin şöyle dediğini aktarır.
"Namazın dışında Kut'an okunurken konuşmanın bir sakıncası yoktur."
Bazıları da bu ayetin hem namaz hem de Cuma ve
Bayram hutbeleri hakkında olduğunu söylemişlerdi. Said b. Cubeyr, Mücahit,
Ata, Amr b. Dinar, Yezid b. Eslem, Kasım b. Muhaymere, Müslim b. Yesar, Şehr
b. Havşeb ve Abdullah b. Mübarek bu görüştedir. Yalnız Kurtubi der ki; "Bu
görüş zayıftır. Çünkü Cuma ve Bayram hutbelerinde okunan Kur'an azdır.
Halbuki hutbenin hepsini sessizce dinlemek şarttır. Bu görüşü İbn-i Arabi ve
Nakkaş ileri sürmüş ve şunu eklemişlerdir. "Bu ayet Mekke'de inmiştir.
Mekke'de ise ne hutbe ne de Cuma namazı vardır."
Kurtubi tefsirinde diyor ki; Nakkaş: "Bütün tefsir
bilginleri bu dinlemenin hem farz namazlarda hem de nafile namazlarda
geçerli olduğu konusunda fikir birliğine varmışlardır" demektedir. Nahhas
ise: "Dil bilgisi yönünden bu dinleme her zaman için geçerlilik ifade eder.
Ancak onun belli bir alanı olduğunu bildiren bir delil varsa, kapsam
daraltılabilir" demektedir.
Biz bu konuya ilişkin nüzul sebeplerinden hareketle
ayetin ne farz ne de nafile namazlara mahsul olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü
genel bir hüküm, özel bir sebeple sınırlandırılmaz. Burada doğruya en yakın
olan görüş ayetin hükmünün hiçbir şeyle sınırlı olmamasıdır. Bu Kur'an'ın
okunduğu her yerde onu dikkatle ve sessizce dinlemek bu sözün yüceliğine ve
onu indiren yüce Allah'ın şanına en uygun hareket tarzıdır! Yüce Allah
buyurur da insanlar susmaz ve onun sözlerine kulak asmaz mı? Sonra onlar
için rahmet umudu sözkonusudur. "Ki size rahmet edilsin." Bu hükmü nasıl
namazla sınırlandırabiliriz. Kur'an'ın okunduğu insanların onu dikkatle ve
sessizce dinlediği, her yerde onu anlamak kendisinden etkilenmek ve
direktiflerin kabul etmek mümkündür. Aynı şekilde onların bu hareketleri hem
dünyada hem de ahirette merhamet edilmelerine neden olabilir.
İnsanlar bu Kur'an'dan yüz çevirmekle karşı konulmaz
bir hüsrana uğramaktadırlar. Öyle zamanlar olur ki, dikkatlice ve sessizce
bir tek ayete kulak vermek, insanın vicdanında gerçekten ilginç tepkilere,
etkilenmelere, kabullenmelere, şekillenmelere, görüşlere, kavrayışlara,
rahat ve huzura neden olabilir. Bilinçli ve aydın bir bilgi alanında büyük
adımlar atmasına neden olabilir. Kur'an'ın bu etkilerini onu bilen ve
tadanlardan başkalarının anlamaları mümkün değildir. Sırf bir okuyuş ve
terennümden ibaret olarak değil, bilerek, anlayarak ve düşünerek bu Kur'an'a
yönelmek insanın kalbinde ve aklında son derece ileri boyutlara varan açık
görüşler, huzura kavuşturan detaylı bilgiler, sıcaklık, canlılık ve hareket
bahşeder. Aktif bir hareket, umut ve direnç verir. Başka hiçbir bilginin,
deneyimin veya ruh eğitiminin kazandıramayacağı özellikler kazandırır!
Kur'an'ın tasvir ettiği şekilde evrenin
gerçeklerini, hayatın gerçeklerini görmek, Kur'an'ın tesbitleriyle beşer
hayatını, tabiatını ve ihtiyaçlarını görmek gerçekten üstün, açık, ince ve
derin bir görüştür. Bu görüş bütün bunlara bambaşka bir ruhla tedavi
yollarını gösterir, onları bambaşka bir ruhla ele almayı sağlar. Beşeri
düşüncelerin ve tesbitlerin ötesinde, onu başka şekilde yönlendirir.
Bütün bunlar insanı rahmete ulaştırmaya daha
elverişlidir, bu rahmet atmosferi hem namazda hem de namazın dışında
gerçekleşebilir. Kurtubi'nin Nahhas'tan rivayet ettiği gibi Kur'an'ın bu
genel direktifini namazla sınırlandırmak için hiçbir sebep yoktur.
ZİKİR
Sure gerek namaz esnasında, gerekse namaz dışında
genel olarak Allah'ı anmaya yönelik bir direktifle sona ermektedir:
205- "Rabbinin adını
yalvararak korkarak ve yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam an ve
gafillerden olma. "
206- "Rabbinin
yanındakiler, burun kıvırıp O'na kulluk etmekten geri durmazlar, O'nu
noksanlıklardan tenzih ederler ve O'na secde ederler. "
İbn-i Kesir tefsirinde diyor ki; "Yüce Allah
gündüzün başında ve sonunda kendisini çokca anmayı emredïyor. Nitekim "Gün
doğmadan önce ve gün batmadan önce Rabbine hamd ve tesbit et" (Taha Suresi:
130) ayetinde de bu iki vakitte kendisine ibadet edilmesini emretmiştir. "Bu
ayet Mekke'de inmiştir ve bu Peygamberimizin Miraç gecesinde namazın farz
kılınmasından önce meydana gelmiştir. Buradaki ayette günün ilk saatleri
anlamında "Guduv" kavramı kullanılmıştır. "Asal" kelimesi ise asilin (günün
son saatleri) çoğuludur. Eyman kelimesinin yemin sözcüğünün çoğulu olduğu
gibi... "Yalvararak ve korkarak" sözüne gelince, bu Rabbini korku ve ümit
arasında bir duygu ile içinden hafif bir sesle zikret, apaçık olarak değil
demektir. Bu nedenle "yüksek olmayan bir sesle" demiştir. Zikrin böyle
olması bağırma ve aşırı yüksek sesle olmasından güzel olur. Bunun içindir
ki, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- bizim Rabbimiz yakın
mıdır? Yoksa uzak mıdır? O'na gizlice mi söyleyelim yoksa kendisine
çağıralım mı? diye sorulduğunda yüce Allah bu ayeti göndermişti: "Eğer
kullarım sana benden sorarlarsa onlara de ki, "Ben kendilerine yakınım, bana
dua ettiğinde dua edenin duasını kabul ederim." (Bakara Suresi: 186) Buhari
ve Müslim'de Ebu Musa EI Aş'ari'den gelen rivayette deniyor ki, bir
yolculukta insanlar yüksek sesle dua etmeye başladılar. Peygamberimiz -salât
ve selâm üzerine olsun-: "Ey insanlar, kendinize bakim olun, siz uzakta olan
ve sağır birisine çağırmıyorsunuz. Kendisini çağırdığınız Allah her şeyi
işiten size en yakın olandır. O herbirinize binek hayvanının boynundan daha
yakındır." Burada İbn-i Kesir, İbn-i Cerir'in ve ondan önceki Abdurrahman b.
Zeyd b. Eslem'in şu görüşünü kabul etmemiştir. "Bu ayetten maksat, Kur'an-ı
dinleyicilerinin Kur'an-ı bu ayette belirtildiği şekilde onu dinlemeleridir.
"İbn-i Kesir devamla şöyle demektedir. "İbn-i Cerir ve Abdurrahman'ın bu
görüşleri başkaları tarafından kabul edilmemiştir. Aksine burada ayet
kulların sabah ve akşam çok zikretmelerini teşvik etmekte, gafillerden
olmamalarını telkin dikkat etmektedir. Bu nedenledir ki, bıkmadan gece
gündüz Allah'ı zikreden melekler övülmüştür: Rabbinin yanındakiler burun
kıvırıp O'na kulluk etmekten geri durmazlar.
Meleklerin burada gündeme getirilmesi itaat ve
ibadet konularındaki çok gayretlerinin örnek almalarını sağlamak içindir."
İbn- Kesir'in bu vesileyle aktardığı rivayetlere ve
peygamberin hadislerine bakarak bu Kur'an'ın ve peygamber eğitiminin
Araplar'ın ruhlarında ilâhlarının gerçeğini ve etraflarını kuşatan kâinat
gerçeğini kavratmada nedenli büyük bir iş başardığını görebiliyoruz. Onların
sorularından ve bu soruya verilen cevapta bu dinin Kur'an-ı Kerim ve
peygamber aracılığıyla büyük bir değişim gerçekleştirdiğini
kavrayabiliyoruz. Gerçekten onlar bu dinle büyük bir mesafe katetmişlerdir.
Eğer insanlar bilmiş olsalar, burada Allah'ın nimetinin ve rahmetinin
tecelli ettiğini görebileceklerdir.
Hem burada ayetlerin kendisine doğru yönlendirmede
bulunduğu Allah'ın zikri sırf dudak ve dil ile yapılan zikir değildir.
Burada asıl üzerinde durulan, kalp ve gönülden gerçekleştirilen zikirdir.
Şayet Allah'ı zikrederken vicdanda bir ürperti meydana gelmiyor, kalp
titremiyor, ruh harekete geçmiyorsa, eğer onunla birlikte korku, endişe,
alçakgönüllülük ve niyaz gibi duygular ve tepkiler bulunmuyorsa bu zikir
asla zikir olamaz. Tam tersine yüce Allah'a karşı edepsizlik olur. Çünkü
zikir, korku ve takva ile ürperti ve niyaz ile Allah'a yönelmektir. Allah'ın
yüceliğini ve büyüklüğünü gözlerin önüne getirmektir. Onun gazabından ve
cezasından çekinmeyi gönlüne yerleştirmektir. Sürekli olarak ona sığınmak ve
umudunu ona bağlamaktır. Ancak böylece insan ruhunun cevherini
arındırabilir. Ancak bununla, insanın, özü şeffaf ve aydınlatıcı ledünni,
kaynağıyla temasa geçebilir.
Dil, kalp ile beraber hareket ettiğinde, dudak ruha
eşlik ettiğinde zikir huşu havasını bozmayacak ve niyazla çelişmeyecek bir
şekle bürünür. Alkışlarla çığlıklarla, bağırma ve çağırmakla musiki ve
teganni ile değil, alçak bir sesle meydana gelir.
"Rabbinin adını yalvararak, korkarak ve yüksek
olmayan bir sesle an." "Sabah, akşam.'
Gün doğarken ve batarken... Böylece kalp günün her
iki tarafında Allah'a bağlı kalacaktır. Elbette ki Allah'ı anmak sadece bu
anlarla sınırlı değildir. Allah'ın zikrinin her an kalpte bulunması gerekir.
Allah'ın her şeyi kontrol ettiği, sürekli olarak kalbe yerleştirilmelidir.
Fakat özellikle bu iki zaman diliminde insan evren sayfasında apaçık bir
değişiklik görür... Geceden gündüze... Gündüzden geceye... Bu sırada insanın
kalbi varlıklarla temasa geçer. Bu esnada insan yüce Allah'ın geceyi gündüze
çeviren olayları ve durumları değiştiren elini görür. Yüce Allah beşer
kalbinin özellikle bu iki zaman diliminde daha fazla etkilendiğini ve
kabullenmeye daha müsait olduğunu çok iyi bilmektedir. Kur'an-ı Kerim'de
özellikle bazı zaman dilimlerinde Allah'ı anmaya ve onu kutsamaya yönelik
pek çok direktifler vardır. Şimdi bu direktiflerle insanın kalbinde etkili
olmak, onu inceltmek, yumuşatmak ve Allah'la temasa geçirmeye teşvik etmek
amacıyla bütün evrenin harekete geçtiği zamanlardaki zikre dikkat
çekilmektedir: "Söylediklerine sabret, gün doğmadan önce ve batmadan önce
Rabbine hamd ile tesbit et. Geceleyin de ona tesbih et. Secdelerin ardından
da." (Ka'f Suresi: 39-40) "Gecenin ardından ve gündüzün başında ve sonunda
onu tesbih eyle ki, senden razı olsun." (Taha Suresi: 130) "Sabah akşam
Rabbinin adını an. Gecenin bir kısmında O'na secde et. Uzun gece boyunca onu
tesbih et." (İnsan Suresi: 25-26)
Zikrin bu zaman dilimlerinde emredilmesi beş vakit
namazın daha farz olmadığı zamanlarla ilgilidir diye bir iddiada bulunmaya
da gerek yoktur. Zira böyle bir yaklaşım farz namazların bu anlardaki
zikirden gereksiz kıldığı imajını verebilir. Halbuki burada sözkonusu edilen
zikir namazdan daha geniş kapsamlıdır. Bu zikrin vakitleri de farz
namazların vakitleriyle sınırlı değildir. Ayrıca bu zikir farz ve nafile
namazların şekillerinden başka bir şekilde de yapılabilir. Kalp ile zikir,
kalp ve dil ile zikir şeklinde, namazın diğer hareketlerine başvurulmadan da
bu zikir şekli gerçekleşebilir. Hatta zikrin kapsamı bundan da geniştir.
Burada sözkonusu edilen zikir sürekli olarak yüce Allah'ın büyüklüğünü
hatırlamak, sürekli halde uyanık bulunmak, gizli açık, büyük küçük her işte
kendisini kontrol alımda tuttuğunu hesaplamak, hareketinde, duruşunda,
eyleminde ve niyetinde Allah'ın kendisini gözetlediği bilinciyle hareket
etmektedir. Burada özellikle sabah-akşam ve gece zikrine dikkat çekilmesi
yüce Allah'ın bu zamanların insanın kalbi üzerindeki özel etkilerini
bilmesindendir. Çünkü Allah insanın yaratıcısı ve fıtratını, oluşumunun
tabiatını en iyi bilendir.
"Ve gafillerden olma."
Allah'ın zikrinden gafil olmak, dil ve dudak ile
değil, kalp ve vicdan ile on:ı anmaktan habersiz olmaktır. İnsanın kalbini
ürperten ve Allah ile karşılaştığında mahcup düşecek bir yola sahibini
girmekten alıkoyar zikirden... Büyük küçük her hareketinde Allah'ın
kendisini gözettiği bilinci veren ve yaptığı her harekette Allah'ın onu
görmesinden sakındıracak bir zikirden... İşte burada yapılması istenen zikir
budur. Yoksa insanı itaata, amele, yürüyüşe ve bağlılığa götürmeyecek bir
şekilde Allah'ı anmak değildir.
Rabbini an ve onu anmaktan gafil olma. Kalbin de
onun kontrolünden habersiz olmasın. İnsan, şeytanın dürtmelerine karşı
direnebilmesi için sürekli olarak Allah ile ilişki halinde olmaya muhtaçtır.
"Eğer şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya, uğrayacak olursan,
Allah'a sığın. Çünkü her şeyi işiten ve herşeyi bilendir."(A'raf Suresi:
200)
Bu surede daha önceleri insan ile şeytan arasındaki
savaşa değinilmişti. Şimdi surenin bu akışı boyunca, iman kervanı ile
onların yolunu kesmeye çalışan cinlerden ve insanlardan oluşan şeytanlar
arasındaki mücadeleye yer vermek suretiyle devam etmektedir. Ayrıca Allah'ın
ayetleri kendisine verildiği halde onlardan sıyrılıp şeytana uyan ve böylece
azgınlardan olan adamın hikâyesini vermekle de şeytana değinilmişti. Surenin
sonlarına doğru şeytanın dürtmelerine ve kışkırtmalarına karşı her şeyi
işiten ve her şeyi bilen Allah'a sığınmayı ifade eden bir ayete yer
vermiştir. Bunların hepsini gözönünde bulunduran, olayın zincirleme bir
bağlamda devam ettiğini, işin sonunda korkarak ve yalvararak Allah'ı anmaya
dikkat çektiğini ve zikirden habersiz olmayı yasakladığını görebilecektir.
Bu emir ve bu yasak da Peygambere yönelik bir direktif bağlamında
verilmektedir. "Affı, kolaylaştırmayı prensip edin. İyi olanı emret ve
cahillere aldırış etme." Demek ki bu da, yol işaretlerini tamamlayıcı
nitelikte bir direktiftir. Dava sahiplerini yolun sıkıntılarına karşı
dayanıklı yapacak azıkla donatmaktır.
Daha sonra yüce Allah, hiçbir şeytanın kendilerini
kışkırtmadığı, Allah'ın kendisine yakın melekleri örnek olarak vermektedir.
Meleklerin yapısı şeytanın etkilerine kapalıdır. Onların üzerinde şeytanın
bir nüfuzu yoktur. Şehevi arzuları da onlara galebe çalmaz. Buna rağmen
onlar sürekli olarak Allah'ı zikrederler ve onu noksan sıfatlardan tenzih
ederler. Burun kıvırmadan ona ibadet ederler ve bu ibadetlerinde kusur
etmezler. İnsan ise, onlardan daha çok zikre, ibadete ve Allah'ı noksan
sıfatlardan tenzih etmeye muhtaçtır. İnsanın yolu zordur. Yapısı ve tabiatı,
şeytanın dürtmelerine açıktır. Aldatıcı gaflete elverişlidir. Çabası da
sınırlıdır. Bu zorluklarla dolu yolda bu azığı da olmazsa insan bütün
bunların üstesinden nasıl gelebilir?
"Rabbinin yanındakiler burun kıvırıp ona kulluk
etmekten geri durmazlar. O'nu noksanlıklardan tenzih ederler ve yalnız O'na
secde ederler." İbadet ve zikir bu dinin metodunda iki temel unsurdur. Çünkü
o teorik bilgilere, teolojik (metafizik) tartışmalara müsait bir metod
değildir. Bu din beşerin hayatını değiştirmek için, realiteye dayalı bir
hareket metodudur. Beşer realitesinin ise insanın gönlünde ve günlük
hayatında yereden çok derin ve köklü tesirleri vardır. Bu cahili realiteyi
yüce Allah'ın metoduna uygun bir şekilde insanlardan istediği ilâhi bir
realiteyle değiştirme gerçekten zor ve meşakkatli bir meseledir. Uzun bir
çalışmaya, geniş bir sabra ihtiyaç duyar. Dava adamlarının enerjileri ile
sınırlıdır. Bütün bu zorluklara Rabblerinin destekli bir azık olmadan karşı
koymaları mümkün değildir. Çünkü bu din sırf bir ilim değildir. Yalnız
başına bir kültür meselesi hiç değildir. O sadece Allah'a ibadet ve ondan
yardım dilemektir. İşte bu meşakkatle dolu uzun yol boyunca azık, gerçek
dayanak ve gerçek yardım budur. İşte Allah'ın Peygamberimize "Bu Kur'an
kendisiyle insanları uyarasın ve müminleri uyarasın diye sana indirilen bir
kitaptır. O halde bu görevi yaparken ruhun sıkılmasın." (A'raf Suresi: 2)
sözleriyle başlayan sure, bu direktifle sona ermektedir. Bu surede iman
kafilesi Allah'ın peygamberleri önderliğinde yoluna devam etmiş bu kervanın
yolunu kesen kovulmuş, şeytanın tuzaklarına, insanlardan ve cinlerden oluşan
şeytanların oyunlarına yeryüzünde azgınlık yapanların karşı çıkışlarına,
kulların başlarına çöreklenen tağutların müminlere karşı savaşlarına yer
verilmiştir.
Gerçekten de bu bir yol azığıdır. Bu yolda yürüyen
onurlu kafilenin yol boyu kendisine muhtaç olduğu kumanyasıdır.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.