103-Asr
1-Asra andolsun ki.
2- İnsan mutlak hüsrandadır.
3- Ancak iman edenler, iyi
işler yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı öğütleyenler bunun dışındadır.
Demek ki yegane kurtuluş yolu imandır. İyi iş
yapmaktır, birbirine hakkı tavsiye etmek, sabrı tavsiye etmektir.
İMAN NEDİR?
Öyle ise iman nedir?
Biz burada imam fıkhı tanımı ile tanıtacak
değiliz. Sadece imanın karakterinden ve hayattaki değerinden söz edeceğiz.
İman, geçici, küçük ve sınırlı olan insan
denen bu varlığın ezeli ve ebedi sınırsız temele bağlanmasıdır. Bu kaynağa
bağlandığından dolayı yine aynı kaynaktan gelen evrenle ve bu evrene
hükmeden temel yasalarla, bu evrende gizli olan güç ve enerji kaynakları ile
sağlam bir bağ kurmasıdır. Böylece kendi kişisel, küçük sınırları dışına
çıkarak koca evrenin genişliği içine dalması; basit, değersiz gücünün
sınırlarını taşarak evrenin bilinmeyen büyük enerji kaynaklarına
açılmasıdır. Kısacık ömrünün sınırlarını aşarak Allah'tan başka kimsenin
bilmediği uzaklıklara doğru kanatlanmasıdır.
Bu bağlılık, insan denen varlığa bir güç, bir
süreklilik ve özgürlük vermesinin yanında, evet bütün bunların yanında, ona
kainattan, orada bulunan güzelliklerden ve ruhları kendi ruhuyla karşılıklı
sevgi bağları kuran yaratıklardan en güzel şekilde yararlanmasını sağlar. Bu
durumda hayat her yerde ve her zaman insanlık için kurulmuş bulunan ilahi
bir bayram töreninde dolaşmaya dönüşür. Bu ise, büyük bir mutluluk, eşsiz
bir sevinçtir. Bu durumda insan, bir dostuna açıldığı şekilde hayata ve
kainata açılır. Onlarla dostluk kurar. Bu gerçekten eşi ve dengi bulunmayan
bir kazançtır. Onun yitirilmesi ise gerçekten korkunç bir hüsrandır.
Ayrıca imanın ilkeleri, yüce ve Şerefli
insanlığın da ilkeleridir.
Tek ilaha kulluk, insanı diğer varlıklara
kulluğun basitliğinden kurtarır. Yüceltir onu. Gönlünde tüm kullarla beraber
eşit bir seviyede olma bilincini verir ona. Bu nedenle o, kimsenin önünde
eğilmez. Herşeye egemen olan tek Allah'tan başka kimseye boyun eğmez.
insanın gerçek, özgürlük süreci, insanın vicdanından ve evrendeki olguların
gerçekliğine ilişkin düşüncesinden kaynaklanan bir özgürlük sürecidir.
Ortalıkta tek kuvvetten başka ve tek ilahtan başka bir şey yoktur. İşte
özgürlük hareketi kendiliğinden bu düşünceden doğar. Çünkü bu, mantıklı olan
tek çıkış yoludur.
Rabbanilik, insanın düşüncelerini,
değerlerini, ölçülerini, kriterlerini, yasalarını, kanunlarını ve kendisini
Allah'a; evrene ve insana bağlayan, herşeyini kendisinden alacağı kaynağı
belirleyen otoritedir. Bu anlayış hayattaki heva, hevesi ve çıkarı reddeder,
söküp atar. Onun yerine şeriatı ve adaleti yerleştirir. Mü'minin bilincinde
kendi sisteminin değerini yükseltir. Onun bütün cahili düşüncelerden,
değerlerden ve kriterlerden kurtulması, yeryüzündeki mevcut bağlardan
kaynaklanan değerleri aşıp geçmesi için kendisine destek olur. Onu bu
değerlerin üstüne çıkarır. İsterse tek bir fert dahi olsa... Zira o fert
cahil iyeye, doğrudan Allah'tan gelen düşüncelerle, değerlerle ve
kriterlerle karşı koymaktadır. Dolayısıyla bunlar daha yüce, daha güçlü
değerlerdir. Uyulmaya ve saygı duyulmaya daha elverişlidir. ,
Yaratıcı ile yaratılan arasındaki ilişkinin
netlik kazanması, ilahlık makamı ile kulluk makamının bütün yalın gerçekliği
ile açıklık kazanması bu fani varlığı sürekli olan gerçeğe bağlar. Hem de
hiçbir karmaşıklığa yol açmadan ve yolda hiçbir vasıta kullanmadan. İnsanın
kalbine bir aydınlık, ruhuna bir huzur, içine bir güven ve dostluk
yerleştirir. Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamayı, temelsiz ve uydurma
şeylerle, değerlerle kullara üstünlük pozuna girmeyi yok ettiği gibi
korkuları, kötülükleri, bunalımları ve kararsızlığı da söküp atar.
Allah'ın dilediği yolda sağlıklı bir yer ve
istikamet sahibi olmakta bu imanın gereğidir. Bu durumda iyilik, gelip
geçici bir arzu, köklü temeli bulunmayan bir duygu ve kopuk bir hadise
durumuna düşmez. iyilik bu durumda birtakım etkenlerden kaynaklanır. Bir
hedefe doğru yönelir. Allah için birbirine bağlayan bireyler iyilik üzerinde
yarışırlar. Böylece Müslüman topluluk, apaçık ve tek hedefi olan ve ayırıcı
tek sancağı bulunan bir cemaat halinde ortaya çıkar. Ayrıca peşpeşe gelen ve
bu sağlam bağla birbirine bağlanan nesillerde birbirleri ile dayanışma içine
girerler.
Yüce Allah'ın insanı onurlu bir şekilde.
yarattığına inanmakla insanın kendisine saygısı artar. Bu saygı; onun
vicdanında Allah'ın yücelttiği mertebeden aşağılara düşmekte, haya etme
duygusunu oluşturur. Bu ise insanın kendisine ilişkin en üstün, en yüce
düşüncedir. Çünkü insanın Allah katındaki değerini düşünen ve onu basit bir
kaynağa bağlayarak onunla yüceler alemi arasındaki bağı koparan her düşünce,
her ekol insanı alçaklığa ve adiliğe çağıran bir düşünce bir ekoldür.
isterse bunu olarak ifade etmesin, farketmez.
Bu nedenle dar beyincilik, Freud'çuluk ve
Marxçılık beşer fıtratına ve insan yönlendirme mekanizmasına musallat olmuş
en çirkin, en adi telkinlerdir. Bunlar insanlığa her türlü sefaletin,
pisliğin ve aşağılanmanın beklenen doğal bir şey olduğunu, Hayret edilecek
bir şey olmadığını bu nedenle bunların utanmayı gerektirecek bir şey
olmadığını açıklamaya çalışmaktadır. Bu anlayış ise insanlığa karşı işlenen
bir cinayettir. Bu anlayışı silip süpürmek ve kökünü kazımak gerekmektedir.
Tertemiz duygular; insanın Allah katında
onurlu bir yaratık olduğu bilincinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkar.
Sonra bu duygular, Allah'ın gönüllerde de vicdanlardaki herşeyi gözetlediği
ve gizli olan herşeyden haberi olduğu bilincindedir. Freud, Karl Marx ve
benzerlerinin telkinleri ile kimliğini kaybetmemişse. Fıtratı bozulmamış
olan dürüst bir insan, kendisi gibi bir insanın vicdanının şaibelerine ve
bilincinin çirkin taraflarına bakıp görmesinden utanır. Mümin insan yüce
Allah'ın kendisinin gözetmesinin ağırlığını vicdanının bütün derinliğinde
hisseder. Ona karşı ürperir ve tir tir titrer. Bu da onun duygularını
temizleyip arıtır.
Ahlak duygusu; adaletli, merhametli,
bağışlayıcı, onurlarını öğretecek, sevimli, yumuşak huylu, kötülükten
tiksinen iyiliği seven, göz ucuyla yapılan bakışları ve gönüllerin
gizlediklerini dahi bilen bir ilaha inanmanın doğal bir hali ve sonucudur.
Bir de irade özgürlüğü ve kapsamlı gözetime
dayalı olarak gerçekleşen sorumluluk bilinci de vardır. Bu da müminin
vicdanında uyanıklık ve hassasiyetini sağlar. Ağırbaşlılık ve düşünerek iş
yapma duyarlılığını kazandırır. Bu sadece bireysel bir sorumluluk değildir.
Aynı zamanda sosyal bir sorumluluktur. Bizzat iyiliğin kendisine karşı bir
sorumluluk, insanlığın tümüne karşı bir sorumluluktur. Allah'ın huzurunda
bir sorumluluk. Mümin, bir hareket yaparken tüm bunları hesaba katar,
hisseder. Kendi kendine büyük önem verir. Ayağını atmadan atacağı adımın
sonucunu her yönden düşünüp değerlendirir. Çünkü o bu varlık dünyasında
değerli olan bir varlıktır ve bu varlık dünyasının düzeninde sorumluluğu
olan bir varlıktır.
Dünya hayatının imkanlarına, nimetlerine dört
elle sarılmaktan kurtulmak ve onların üstüne çıkmak -ki bunlar imanın
telkinlerinden bazılarıdır- ve Allah'ın katındakini seçip tercih etmek daha
hayırlı ve daha kalıcıdır. "İşte bu konuda yarışacaklar yarışsınlar."
Allah'ın katındaki mükafat için yarışmak insanı yüceltir, temizler ve
arındırır. Müminin içinde hareket ettiği sahanın genişliğine de uygun düşer.
Çünkü müminin hareket alanı hem dünya hem Ahiret, hem yeryüzü, hem de
yüceler aleminin alamdır. Bu da onun içindeki hemen ürün alma ve sonuca
ilişkin tereddütlerini bertaraf eder. Onu huzura kavuşturur. Çünkü o
iyiliği, sırf iyilik olduğu için yapar. Allah dilediği için yanaşır,
iyiliğe. Sınırlı, bireysel ömrü içinde bu iyiliğin iyilik olduğunu ve iyi
olan sonuçlarını bizzat kendi gözleriyle görmesi şart değildir. Çünkü
uğrunda ve rızası için iyilik yaptığı yüce Allah ölmez, unutmaz, yaptığı
hiçbir şeyi boşa çıkarmaz. Haşa! Sonra yeryüzü mükafat yurdu değildir. Dünya
hayatı da yolun sonu değildir. İşte insan bu kuruyup tükenmeyen bu kaynaktan
güç ve destek alarak, sürekli iyilik yapmaya devam eder. İşte bu güç
iyiliğin sürekli bir biçimde yol almasını garanti eden etkendir. Geçici bir
dürtü kopuk bir istek olmaktan çıkarır onu. İşte mümini kötülüğün karşısında
dikilmeye iten ve ona sürekli destek olan müthiş kuvvette budur. İsterse bu
kötülük azgın bir itibarın, taşkınlığında, ister cahili değerlerin
baskısında, isterse iç dürtülerinin etkisinde ve iradesini baskısı altına
alma noktasında ortaya çıksın, farketmez. Bu baskı her şeyden önce insanın
kişisel bilincinde meydana gelir. Kişi ömrünün kısa olduğunu, tüm zevklerini
tadamayacağını, isteklerini gerçekleştiremeyeceğini ve iyiliğin uzak olan
sonuçlarını göremeyeceğini, hakkın batıla üstün gelişini görmeye ömrünün
yetmeyeceği anlayışı içindedir. İman ise bu duyguyu köklü ve mükemmel bir
şekilde tedavi eder.
İman hayatın en büyük temelidir. iyiliğin her
türü, her dalı buradan dal budak salar. Meyvelerinin hepsi buna bağlıdır. Bu
iman olmadan iyiliğin her dalı ağacından koparılmış olur. Solmaya ve
kurumaya mahkum olur. Yoksa bunların hepsi şeytani meyvelerdir. Onların bir
sürekliliği ve devamlılığı olamaz.
İman hayatın tüm yüce iplerinin bağlarının
kendisine bağlandığı eksendir. Yoksa bu bağların tamamı çözülmüş, hiçbir
şeye bağlanmamış olur. Arzu ve isteklere ve ihtiraslarla birlikte çürüyüp
boşa gider.
İman darmadağın haldeki hareketleri, amelleri
birleştirir. Birbiri ile uyumlu, birbiri ile yardımlaşan bir düzen içine
sokar. Hepsini tek bir yola, tek bir hareket içine sev keder. Bunların
hepsinin belli bir itici gücü ve hepsinin belirlenmiş bir hedefi vardır.
Bu nedenle Kur'an bu temele dayanmayan, bu
eksene bağlanmayan ve bu sistemden kaynaklanmayan bütün işleri ve iyilikleri
hiçe sayar, onlara hiçbir değer vermez. Bu konuya islamın bakış açısı apaçık
ortadadır. İbrahim suresinde deniyor ki: "Rabbini inkar edenlerin iyi
davranışları fırtınalı bir günde şiddetli rüzgarda savrulan küle benzer,
yaptıkları iyi işler karşılığında ellerine hiçbir şey geçmez. İşte koyu
sapıklık budur." (İbrahim 18)
Nur suresinde de şöyle buyuruluyor:
"Kafirlerin amelleri ise engin çöllerdeki serap gibidir. Susuz kimse onu su
zanneder, fakat oraya varınca hiçbir şey bulamaz. Kafir karşısında Allah'ı
bulur. O da hesabını eksiksiz olarak görür. Zaten Allah'ın hesaplaşması
çabuktur." (Nur 39)
Bunlar imana dayanmadığı müddetçe tüm
iyiliklerin, tüm değerlerin boşa çıkarılacağını gösteren apaçık hükümlerdir.
Çünkü iman, ameli sürekli olarak varlığın kaynağına bağlayan bir faktör ve
varlığın amacına uygun düşen bir hedeftir. Tüm işlerin dizginini Allah'a
havale eden bir inanç sisteminin en tutarlı bakış açısıdır. Ondan kopan
tamamı ile kopmuş olur ve anlamının gerçek manasını yitirmiş olur.
İman, fıtratın sağlıklı olduğunu, insan
dünyasının sağlam olduğunu gösteren bir ölçüdür. İnsanın bu bünyesinin bütün
bir evrenin fıtratı ile uyum içinde olduğunu gösterir. insan ve onun
etrafını kuşatan evren arasında sağlıklı, karşılıklı anlaşmanın delilidir.
insan bu evrenin içinde yaşar. Bünyesi sağlıklı olan insan ile bu evren
arasında karşılıklı iletişimin, anlaşmanın olması gerekir ve bu karşılıklı
iletişimin insanı imana getirmesi icab eder. Zira bu evrenin kendisi dahi
onu bu şekilde harika olarak yaratan sınırsız kudretin delilleri ve
mesajları ile doludur. Bu karşılıklı iletişim yitirilir veya bozulursa, bu
dahi tek başına algılama konumundaki şu insan bünyesinin noksanlığını ve
onda meydana gelen gediklerin varlığını gösterir. Bu ise hüsrandan başka
birşey getirmeyen ve dış görünüş itibarı ile iyi görünse de hiçbir iyiliğin
kendisi ile birlikte bir anlam ifade etmeyeceği kesin hüsrandır.
Müminin dünyası öylesine geniş, öylesine
kapsamlı, öylesine derin, öylesine yüce, öylesine güzel, öylesine mutlu bir
dünyadır ki, onun yanında inanmayanların dünyaları, küçük, sönük, düşük,
değersiz karanlık ve mutsuzluk dünyasına dönüşür. Bu ise gerçekten büyük bir
hüsrandır. Hem de ne hüsran!
Amel-i salih imanın doğal ürünüdür. iman
gerçeğinin kalbe yerleştiği anda itibaren başlayan, özden kaynaklanan
harekettir. Çünkü iman, aktif ve harekete geçirici bir gerçektir. Amel,
ihsan şeklinde insanın pratiğinde kendini gerçekleştirmeye çalışmadan
insanın kalbinde ve vicdanında yerleşip duramaz. İşte islamın iman anlayışı
budur. Hareketsiz ve sönük halde beklemesi müminin içinden dışa çıkıp
dışında kendini göstermeden gizli kalması mümkün değildir. Eğer iman bu
doğal hareketini sağlayamıyorsa ya zayıftır ya da ölüdür. Tıpkı kokusunu
içinde tutamayan çiçek gibi. Nasıl ki çiçekten kokunun yayılması doğal ise
imanda da hareketin olması doğaldır. Yoksa iman yok demektir.
Zaten imanın önemi buradan kaynaklanmaktadır.
iman bir hareket, bir eylem, bir kurma ve düzeltmedir. Allah'a doğru
yöneliştir. iman vicdanın derinliklerine gömülü, gizli, pasif, çekingen,
büzülmüş bir şey değildir. Hareket içinde somutlaşmayan sırf iyi niyetlerden
ibaret de değildir. İşte imanı hayatın içinde yapıcı büyük bir güç haline
getiren islamın apaçık yapısı ve karakteri de budur.
İman, Rabbani sisteme bağlılık olduğuna göre
bu sistem, varlığın özünde sürekli ve birbirine bağlı bir plandan
kaynaklanmış, bir hedefe yönelmiş olduğu müddetçe rahat anlaşılabilecektir.
İmanın insanlığa önderliği, varlığın yapısında olan hareket sisteminin
gerçekleştirilmesine yönelik bir önderliktir. Bu da Allah'tan kaynaklanan
bir sisteme layık, tertemiz, yapıcı, onarıcı hayırlı bir harekete itmektir.
HAK VE SABRIN DAVETTEKİ ROLÜ
Karşılıklı olarak hakkı tavsiye etme, sabrı
öğütleme ise özel bir yapıya sahip farklı bir bağı bulunan ve bütün bir yönü
olan Müslüman cemaatin şeklini ortaya koymaktadır. Kendi yapısının
bilincinde olduğu gibi görevinin de bilincinde olan iman ve ameli salih gibi
kendisine yöneldiği eylemlerin gerçek mahiyetini bilen cemaat. Bu cemaatin
görevleri arasında iman ve ameli salih yolu ile bütün bu insanlığa önderlik
yapması da bulunmaktadır. Kendi aralarında bu büyük emanete ilişkin göreve
engel olabilecek herşeyde birbirlerine öğüt veren bir cemaat.
Karşılıklı öğütleşmenin sözcüğü, anlamı,
yapısı ve gerçekliği vasıtasıyla birbirleri ile dayanışma içinde bulunan,
ümmetin veya cemaatin şeklide ortaya çıkmaktadır. Seçkin, bilinçli ümmetin.
Yeryüzünde hakka, adalete ve iyiliğe dayanan ümmetin. Bu ise seçkin ümmetin
en üstün, en parlak şekilde ortaya konmasıdır. İşte islam, islam ümmetinin
böyle olmasını ister. islam hayırlı, seçkin, güçlü, bilinçli, hakkın ve
iyiliğin bekçisi olan sevgi, kardeşlik ve yardımlaşma içinde hakkı ve sabrı
birbirine öğütleyen bir ümmet ister. Kur'an bunu karşılıklı öğütleşme sözü
ile dile getirmektedir.
Hakkı birbirine tavsiye etmek zorunludur.
Zira hakka sarılmak zordur. Haktan Alıkoyan engellerde pek çoktur: Nefsin
arzuları, çıkar mantığı, çevrenin düşünceleri, azgınların saldırılan,
zalimlerin zulümleri ve saldırganların saldırıları hep birer engeldir.
Karşılıklı öğütleşme ise hatırlatmadır, cesaret vermedir. Hedefin ve amacın
yakınlığını hissettirmedir. Zorluk ve emanet konusunda kardeş olmadır.
Karşılıklı öğütleşme, bireysel yönelişlerin bileşkesini sağlamlaştırır.
Beraber hareket edip, güçlerin katlanmasını sağlar. Hakkın her bekçisine şu
gerçeği hissettirir: "Bu yolda sen yalnız değilsin. Sana öğüt veren,
cesaretlendiren, yanında yer alan, seni seven ve yalnız bırakmayanlar da
vardır:' Hakkın ta kendisi olan islam dini de ancak bu şekilde birbiri ile
yardımlaşan, öğütleşen, birlik ve dayanışma içinde hareket eden bir
topluluğun gözetimi ve bekçiliği ile hakim olabilir.
Sabrı tavsiye etmek te zaruridir. iman ve
ameli salih üzere ayağa kalkmak, hakkın ve adaletin bekçiliğini yapmak,
bireyin ve toplumun, ferdin ve cemaatin karşılaşacağı en büyük zorluklardan
biridir. Bu nedenle sabretmek gerekir. Nefisle cihad için ve başkaları ile
cihad için sabır. Zorluk ve eziyetlere karşı sabır. Batılın şımarıklığı,
kötülüğün saldırılarına karşı sabır. Yolun uzunluğuna, aşamaların
gecikmesine, yol işaretlerinin belirsizleşmesine ve sonun uzaklığına karşı
sabır.
Karşılıklı olarak sabrı öğütleme, insanın
gücünü artırır. Zira hedef birliği, yöneliş birliği, toplumsal dayanışma
gibi duyguları ve hisleri harekete geçirir. Onları sevgi, azim ve sebatla
donatır. Bu da cemaatin pek çok değerlerini ve olgularını harekete geçirir.
Özünde onları yaşamayan, islamın gerçekliğini yaşayamaz. Ve ancak bunun
vasıtası ile sözkonusu gerçeğin bir anlamı olabilir. Yoksa hüsrandan ve
yıkımdan başka çare bulunmaz.
ÜSTÜN TOPLUMDAN BİRKAÇ KESİT
Kur'an-ı Kerim'in hüsrandan kurtulan bu
kazançlı topluluğun hayatına ilişkin yaptığı bu tespite baktığımızda
yeryüzünün her tarafında hüsranın istisnasız bütün bir insanlığı kuşattığını
görüyor ve dehşete kapılıyoruz. insanlığın daha ahirete gitmeden önce
karşılaştığı zorluklara bakıp Hayret ediyoruz bu yıkım karşısında.
insanlığın yüce Allah tarafından kendisine bahşedilen bu yenilikten kesin
bir şekilde yüz çevirişini görüp bu yeryüzünde hakka dayalı, imanlı, seçkin
bir gücün de ortalıkta bulunmadığını gördüğümüzde endişeye kapılıyoruz.
Bunun yanında Müslümanlar veya daha dikkatli bir ifade ile Müslüman olduğunu
söyleyenler, yeryüzünün bu hayırdan en çok uzak olanlarıdır. Yüce Allah'ın
seçtiği ilahi sisteminden ümmet için belirlediği anayasasından, hüsran ve
yıkımdan kurtuluş için belirlediği yegane yolundan en çok yüz çevirenlerdir.
Bu bereketli Hayrın ilk defa kendisinden kaynaklanmaya başladığı bölgelerde
Allah'ın kendisi için belirlediği iman sancağını bırakmakta, bütün tarihi
boyunca asla bir yararını görmediği ulusal sancaklara yapışmaktadır. Halbuki
onlar daha önceleri bu bayraklara sarılmış iken ne yerde ne de gökte kimse
onları tanımıyordu. Nihayet islam geldi. Ortağı olmayan Allah'ın sancağını
dikti. Bu ortağı olmayan Allah'ın adını taşıyan, yine ortağı olmayan
Allah'ın damgasını taşıyan bir sancaktı. İşte Arapların gölgesinde zafer
elde ettikleri, yükseldikleri ve uzun insanlık tarihi boyunca ilk defa
tarihin bu döneminde insanlığa gerçekten iyi, güçlü ve bilinçli bir önderlik
yaptıkları sancak buydu.
Üstad Ebu'l Hasan en-Nedvi "Müslümanların
Gerilemesi ile Dünya Neler Kaybetti?" adını taşıyan değerli kitabında bütün
tarih için eşsiz bir özelliğe sahip olan bu güzel önderlikten söz
etmektedir. "islam önderliği döneminde Müslüman önderler ve özellikleri"
başlığı altında diyor ki:
"Müslümanlar sahneye çıktılar. Dünyaya
önderlik yaptılar. Hiçbir niteliği bulunmayan uluslar insanlığın kumanda
merkezinden indirdiler. Çünkü bunlar kumandayı kendi çıkarları için kötüye
kullanıyorlardı. Adil ve dengeli bir şekilde insanlığı süratle ileriye
götürdüler. Müslümanların o sırada diğer uluslara önderlik etmeye ehliyet
kazandıracak tüm sıfatları yerindeydi. Onların mutluluğu ve kurtuluşu için
gereken tüm özelliklere sahiptirler. insanlık onların himayesi ve önderliği
ile kurtuluşa erişti. Çünkü;
1- Onlar Allah tarafından gönderilen bir
kitaba, ilahi bir şeriata ve hukuka sahiptiler. Kendi görüş ve arzularına
dayanarak hukuk yapmıyorlardı. Çünkü bu cahilliğin, yanlışlığın ve zulmün
kaynağıydı. Hayatlarında, siyasetlerinde ve insanlarla ilişkilerinde gelişi
güzel hareket etmezlerdi. Aşağılık ilişkilerde bulunmazlardı. Çünkü yüce
Allah onlara, insanlar arasında kendisine insanlara hükmedecek bir şeriat
belirlemişti. "Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında
yürürken yararlandığı bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde
bocalayıp oradan bir türlü dışarı çıkamayan kimse gibi midir? İşte böylece
kâfirlere yaptıkları kötülükler çekici göründü." (En'am 122)
"Ey müminler, her davranışınızda Allah'ı sıkı
sıkıya gözeten ve adalete bağlı şahitlik eden kimseler olunuz. Sakın
herhangi bir gruba karşı duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya sevk
etmesin. Adil olunuz. Takvaya en yakın tutum budur. Allah'tan korkunuz. Hiç
kuşkusuz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır." (Maide 8)
2- Müslümanlar hüküm ve önderlik makamına
ahlaki bir terbiye ve iç temizliği elde etmeden üstlenmediler. Halbuki
geçmişte ve günümüzde iktidara gelen ulusların, bireylerin ve insanların
büyük çoğunluğu bundan yoksundur. Müslümanlar uzun bir zaman içinde Hz.
Muhammed'in terbiyesi altında yetiştiler. Dakik kontrolü Altında
eğitildiler. Hz. Peygamber, onları hem terbiye ediyor, hem de arındırıyordu.
Onları züht, takva, iffet, emanet, başkasını kendine tercih etme ve Allah
korkusu ile eğitiyordu. Makam sahibi olmaya ve bu konuda ihtiraslı
davranmaya engel oluyordu . Nitekim şöyle buyuruyordu: "Allah'a yemin ederim
ki, idare ve liderlik meselesinde istekli olan, veya bu konuda ihtiras
sahibi bulunan kimseleri görevlendirmeyiz. (Buhari ve Müslim)
Onların kulakları sürekli olarak şu ayet ile
çınlamıştır: "İşte ahiret yurdu. Onu yerde böbürlenmeyen ve bozgunculuk
yapmayanlara veriniz. Güzel sonuç Allah'a karşı gelmekten sakınanlarıdır."
(Kasas 83)
Onlar, görevler ve makamlar için asla
heveslenmezlerdi. Zaten başkanlık için kendilerini aday göstermeleri, bunun
için kendilerini övmeleri, bunun için propaganda yapmalarına bu amaçla
masraflara girmeleri asla mümkün değildir. Bir görevi üstlendikleri zaman
bunu bir ganimet, bir hazır lokma veya harcamalarının ve çabalarının bir
ürünü olarak görmezlerdi. Aksine onu boyunlarında bir emanet olarak kabul
ediyor ve bunun Allah tarafından kendilerine verilmiş bir sınanma aracı
olduğunu biliyorlardı. Onlar her zaman Allah'ın huzuruna çıkacaklarını,
değerli değersiz herşeyden sorguya çekileceklerini biliyorlardı. Ve yüce
Allah'ın şu sözünü sürekli olarak zihinlerinde canlı tutuyorlardı:
"Allah size emanetleri, onları taşıyabilecek
olanlara yüklemenizi ve insanlar arasında hüküm verirken adalete uygun hüküm
vermenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Hiç kuşkusuz Allah
işiten ve görendir." (Nisa 58)
"Sizi yeryüzünde halife yapan ve verdiği
nimetler hakkında sınavdan geçirmek için bazılarınızın derecesini diğer
bazılarından üstün kılan O'dur. Hiç şüphesiz Rabbinin cezalandırması
gecikmesizdir. Şüphesiz O, bağışlayıcı ve merhametlidir." (En'am 165)
3- Bu sınanmalar bir ırkın hizmetçisi, bir
milletin veya vatanın elçileri değillerdir ki, yalnız onun çıkarı ve
mutluluğu için çalışsınlar. Onlar herhangi bir milletin veya vatanın diğer
tüm milletlerden ve vatanlardan üstün ve Şerefli olduğuna inanan kimseler
değillerdi. Kendilerinin sırf hükmetmek için yaratıldıklarına inanan, diğer
milletlerin ise sırf hükmedilmek için varolduklarını düşünen bir kitle
değillerdir. Onlar bir arap imparatorluğu kurup onun sayesinde rahat etmek,
bol nimetler içinde yaşamak, onun himayesi Altında yükselip büyüklük
taslamak için ortaya çıkmamışlardı. insanları Bizans ve İran hakimiyetin-den
kurtarıp Arapların hakimiyetine sokmak için meydana atılmamışlardı. Onları
ayağa kaldıran tüm insanlığı kullara kulluktan kurtarıp, yalnız Allah'a kul
yapmaktı. Tıpkı Müslümanların elçisi olan Rebi' ibni Amir'in Yezdicerd
karşısında bu gerçeği dile getirdiği gibi: "Bizi buralara Allah gönderdi.
insanları kullara kulluktan kurtarıp yalnız Allah'a kul yapmak için.
Dünyanın sıkıntılarından, mutluluğuna kavuşturmak için. Sözde dinlerin
zulmünden İslam'ın adaletine kavuşturmak için." (İbn-i Kesir, El Bidaye
Ve`n-Nihaye)
Bunlara göre bütün uluslar ve bütün insanlar
eşittir. Bütün insanlar Hz. Adem'in çocuklarıdır. Adem ise topraktandır.
Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap olana üstünlüğü yoktur.
Üstünlük ancak takva iledir: "Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden
yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletler ve kabilelere ayırdık.
Allah katında en üstün olanınız en çok korunanızdır. Allah bilendir, haber
alandır." (Hucurat 13)
Hz. Ömer döneminde Mısır valisi Amr ibni
As'ın oğlu Mısır'lı bir adamı döverken ataları ile övünerek şöyle demişti:
"Al sana bir soylu tokadı. Asil kimselerin oğlundan:' Hz. Ömer olaydan
haberdar olunca hemen Aynısının ona da yapılmasını istemiş ve şunu demişti:
"Annelerinden hür olarak doğan insanları ne zaman köle edindiniz?"
Müslümanlar din, ilim ve eğitim konusunda
sahip oldukları her şeyi hiç kimseden esirgemediler. Hüküm, idare ve fazilet
konusunda, soy, renk ve vatan farkı gözetmediler. Onlar adeta gökyüzündeki
bulutlar gibi bütün ülkelere yayıldılar. Bütün insanları himaye ettiler.
Tepelerin ve ovaların hasretle beklediği, bereket dolu yağmurlar gibi
oldular. Ülkeler ve insanlar yetenekleri ve bağırlarını açtıkları ölçüde
onlardan yararlandılar.
Müslümanların himayesi ve idaresi altında tüm
milletler ve kitleler hatta eski çağlarda baskı Altında tutulanları da almak
üzere din, ilim, eğitim ve iktidar konusunda kendi paylarını aldılar. Yeni
dünyanın kurulmasında Araplarla yarıştılar. Hatta bunların pek çok fertleri
bazı faziletlerde Arapları geçtiler. Onlardan imamlar yetişti. Arapların
büyükleri ve Müslümanların efendileri konumuna geldiler. Fıkıh, hadis ve
diğer alanlarda imam oldular.
4- insan, ruh ve bedenden oluşmaktadır. Kalb
ve akıl sahibidir. Duygu ve organ sahibidir. insan bünyesindeki bütün bu
güçler uygun şekilde gelişip, sağlıklı bir şekilde beslenmedikçe, insanın
mutlu olması, kurtuluşa ermesi adil ve dengeli bir şekilde ilerlemesi mümkün
değildir. Sağlıklı bir medeniyetin oluşturulabilmesi, ancak dini, ahlaki,
aklı ve bedeni her yönüyle insanın tatmin edildiği bir ortamın oluşturulması
ile mümkündür. insan ancak böyle bir ortamda rahatlıkla insani olgunluğuna
kavuşabilir. Deneyimlerle sabit olmuştur ki böyle bir ortam, ancak hayatın
önderliği ve medeniyetin dizginini, hem ruha ve hem de maddeye inanan dini
ve ahlaki hayatta güzel örnekleri oluşturan yetkili, sağlıklı, akıllı,
yararlı ve sağlıklı ilim sahibi olan kimselere vermekle mümkündür..."
Üstad Nedvi sözlerini şu başlık Altında
sürdürüyor: "Raşit halifeler devri sağlıklı bir medeniyetin en güzel
örneğidir."
"Aynen de böyle olmuştur. Tarih devirleri
içinde Raşit halifeler devrinden daha kapsamlı, daha güzel ve daha parlak
bir şekilde bütün bu alanlara uzanabilen bir döneme rastlamıyoruz. Raşit
halifeler döneminde kamil insanın yetiştirilmesi ve sağlıklı bir medeniyetin
ortaya çıkarılması için ruh, ahlak, din ilim ve maddi araçların tümü, bütün
bu kuvvetlerle birlikte ve yardımlaşma içinde hareket etmişlerdir. Böylece
dünya devletlerinin en büyüklerinden biri meydana gelmiş ve zamanındaki
bütün güçlere üstün gelen siyasi, maddi bir kuvvet olmuştur. Bu ortamda yüce
ahlaki değerler egemen olmuş,hem insanların hayatında hem de idare
sisteminde erdemli ahlak ölçüleri esas alınmıştır. Ahlak ve erdemlilik,
ticaret ve sanayi ile birlikte yükselmiş, fetihler genişliğinde ve
uygarlığın zenginliği ölçüsünde ahlaki ve ruhi üstünlükte ileriye gitmiştir.
Cinayetler azalmış, memleketin genişliğine, nüfusun çoğalmasına, sebeplerin
ve etkenlerin varlığına rağmen suçlular azalmıştır. Bireyin bireyle, bireyin
cemaatle ve cemaatin bireyle ilişkisi güzelleşmiştir. Bu gerçekten mükemmel
bir dönemdir ki, insanlar ondan daha üstününü hayal edemez ve teorisyenler
onun daha temizini daha güzelini tasarlayamaz.
Bunlar Asır suresinin ana ilkelerini
belirlediği islam anayasasının gölgesi altında yaşayan insanlığın o
dönemdeki kutlu neslin birkaç özellikleridir. İman, amel-i salih, karşılıklı
olarak hakkı tavsiye, birbirine sabrı öğütleme cemaatinin taşıdığı iman
sancağının Altında yaşayan insanların birkaç özelliğidir.
Bu nerede, bugün dünyanın her tarafında
insanlığın karşılaştığı yıkımlar, yıkılışlar nerede? iyilik ve kötülük
yarışında onu mağlup eden hüsran nerede? Arap ulusunun islamın sancağını
taşımaya başladığı günden itibaren insanlığa sunduğu büyük hayır kaynağından
habersiz oluş nerede? Araplar islamın sancağı ile insanların önderleri
durumuna gelmişlerdi. Daha sonra onlar bu sancağı bıraktılar ve kendilerini
kafilenin en arkasında buldular. Artık bütün kafile hüsrana ve yıkıma doğru
yol almaktadır. Bundan böyle artık bütün sancaklar şeytanın. içlerinde tek
bir Allah sancağı bile yok. Tüm sancaklar batılın artık. Hakkın tek bir
sancağı bile yok. Bütün sancaklar sapıklığın, karanlığın. Hidayet ve
aydınlığın tek bir sancağı bile yok. Bütün sancaklar hüsranın. Kurtuluşun
tek bir sancağı bile yok! Allah'ın sancağı ise halâ yerinde durmaktadır. Onu
kaldıracak el ve altında iyiliğe, hidayete, yararlı şeylere ve kurtuluşa
doğru yol alacak ümmeti beklemektedir.
Bu yeryüzündeki kazancın ve hüsranın
durumudur. Bu da onca büyüklüğüne rağmen, ahiretin durumu ile
karşılaştırıldığında çok basit, çok küçük kalmaktadır. Asıl orada gerçek
kazanç ve gerçek hüsran, orada uzun zaman, orada sürekli hayat, gerçekler
alemi orada. İşte asıl kazanç ve hüsran oradadır. Cennet ve hoşnutluğu
kazanma yahut cenneti ve hoşnutluğu yitirme. Orada insan ya kendisi için
belirlenen olgunluğun zirvesine ulaşır ya da geriye döner, insanlığını da
yitirir. Değer açısından bir taş parçası değerine düşer, rahat yönünden
taştan da geride kalır. "Biz sizi yakın bir azab ile uyardık. O gün kişi,
ellerinin öne sürdüğü işlere bakar ve kafir `Keşke ben toprak olsaydım'
der." (Nebe 40)
Bu sure yolu belirlemede kesin bir hat
çiziyor. Bu hüsran çizgisidir. Yol birdir, birkaç değil, iman amel-i salih
ve amel-i salih yolu, birbirine hakkı tavsiye eden, sabrı öğütleyen, hakkı
korumak için birbiri ile dayanışma içine giren ve dağarcığına sabır azığı
yerleştiren Müslüman cemaatin oluşturulması.
Bu tek bir yoldur. Bu nedenle Hz. Peygamberin
arkadaşlarından iki adam Asır suresinin birbirine okumadan ve biri diğerine
selam vermeden buluştuklarında ayrılmazlardı. Karşılaşan iki adam bu ilahi
ilke üzerinde anlaşırlardı, sözleşirlerdi. iman ve iyilik üzerinde
sözleşirlerdi. Birbirlerine hakkı tavsiye edeceklerine, sabrı tavsiye
edeceklerine söz verirlerdi. Bu ülke ilke üzerine kurulu bulunan islam
ümmetinin birer elemanı olduklarına and içerlerdi.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.