2-Bakara
1- Elif Lâm-Mim
Bu sure birbirinden kopuk üç harfle başlıyor:
Bu harflerin arkasından, "Doğru olduğunda şüphe
olmayan bu kitap takva sahipleri için hidayet kaynağıdır." ayeti ile
Allah'ın kitabından söz ediyor.
Kur'an'ın bazı sureleri birbirinden kopuk bu tür
harflerle başlar. Bu harflerin değişik şekilde yorumları yapılmıştır. Bizim
benimsediğimiz yoruma göre: "Birbirinden bağımsız bu harflerden anlaşılan
mesaj şudur: Kur'an, bu tür harflerden oluşmuştur. Bu harfler ona inanmayan
muhalif Araplar tarafından da bilinip kullanılıyordu. Fakat buna rağmen bu
kitap; Arapların aynı harfleri kullanarak benzerini meydana
getiremeyecekleri mucizevi bir kitaptır. Kur'an-ı Kerim bu Araplardan,
meydan okuyucu bir üslupla şunu istedi: "Madem ki "bunu Muhammed uyurdu"
diyorsunuz, o halde onun bir benzerini de siz uydurun. Bunu yapamazsınız,
haydi onun on suresinin benzerini yazın. Bunu da mı başaramadınız. O halde
Allah'tan başka tüm yardımcılarınızı da çağırarak onun sadece tek bir
suresinin bir benzerini getirin." Bu meydan okuyuşa karşı Araplardan bir
cevap çıkmadı, susup kaldılar.
Bu aciz bırakma realitesi, sadece Kur'an ile ilgili
değil, yüce Allah'ın yaratmış olduğu her şey hakkında aynen sözkonusudur. Bu
durum, her şeyde yüce Allah'ın yaratıcılığı ile insanların yapıcılığı
arasındaki -bağdaşma kabul etmez farkı gösterir. Düşünelim ki, bu yeryüzü
kütlesi, nitelikleri bilinen bir takım elementlerden oluşmuşdur. İnsan bu
elementleri ele alınca onlardan yapsa yapsa ya bir tuğla ya bir kerpiç ya
bir tabak ya bir sütun ya bir heykel ya da duyarlılık ve karmaşıklık düzeyi
ne olursa olsun bir teknik aygıt yapabilir.
Oysa yarattıklarını doğrudan doğruya yaratan Allah
bu elementlerden, kımıldayan, hareket eden canlıyı meydana getiriyor. Bu
canlı, insanları aciz bırakan ilâhî bir sırrı, yani canlılık sırrını
içeriyor. Öyle bir sır ki, insan bunu ne yapabiliyor ve ne de içyüzünü
kavrayıp onu çözebiliyor.
İşte Kur'an da böyledir. Kelime ve harfler... İnsan
bunlardan düzyazı ve şiir üretebilir. Oysa Allah onlardan Kur'an, Furkan
meydana getiriyor. Bu harf ve kelimelerden meydana gelen Allah'ın sanatı ile
kulun sanatı arasındaki fark, bir yandan kımıldayan ruh ile ölü vücud
arasındaki ve öbür yandan hayatın özü ile onun kuru kalıbı arasındaki fark
gibidir.
"Doğru olduğu şüphesiz olan bu kitap"
O'nun doğruluğundan nasıl şüphe edebilir, nasıl
kuşku duyulabilir ki, O'nun doğruluğunun ve gerçekliğinin kesin delili, bu
surenin başlangıcında gizlidir. Arapların onun benzerini ortaya
koyamamalarının yansıttığı acizlikten bellidir. Oysa bu kitap, onların
aralarında kullandıkları ve ana dillerinden bildikleri harflerden
oluşmuştur.
2- Doğru olduğu
kuşkusuz olan bu kitap, takva sahipleri için hidayet kaynağıdır.
Hidayet; bu kitabın özü, hidayet; bu kitabın
karakteristiği, hidayet; bu kitabın yapısı, hidayet; bu kitabın mahiyeti.
Fakat kimin için? Bu kitap kimin için hidayet ve ışık kaynağı? Kimin için
rehber, nasihatçı ve gerçeklerin açıklayıcısıdır? Takva sahipleri için
elbette. Kalbe bu kitaptan yararlanma yeteneği veren özellik, takvadır.
Kalbin kilitli kapılarını açarak, bu kitabın içeri girip oradaki rolünü
oynamasını sağlayan faktör takvadır. Kalbi, yararlıyı almaya, benimsemeye ve
kabul etmeye hazırlayan niteliktir takva.
Kur'an'dan hidayet bulmak isteyen kimsenin öncelikle
ona temiz ve samimi bir kalple yaklaşması, sonra da bu yaklaşımını korkan ve
çekinen bir kalble sürdürmesi gereklidir mutlaka. Ayrıca böyle bir kalbin
sapıklığa düşmekten ya da sapıklık tuzağına yakalanmaktan da kesinlikle
sakınması lâzımdır. İşte ancak o zaman Kur'an, kendisine çekingen, korkulu,
saygılı, duyarlı ve faydalanmayı isteyen bir eda ile yaklaşan kalbe
sırlarını ve nurlarını aktarır. Bir gün Hz. Ömer, Ubeyy b. Kaab'a takvanın
ne olduğunu sordu. Ubeyy b. Kaab da kendisine "Sen hiç dikenli bir yolda
yürümedin mi?" diye sordu. Hz. Ömer "Evet, yürüdüm" dedi. Ubeyy b. Kaab
"Peki, o durumda ne yaptın?" diye sordu. Hz. Ömer "Paçalarımı sıvadım ve
dikenlere takılmamaya özen gösterdim" deyince Ubeyy b. Kaab "İşte takva
budur" dedi.
Evet işte takva hudur. Yani kalp duyarlığı, şuur
bilenmişliği, sürekli korku, kesintisiz çekingenlik ve yolun dikenlerinden
uzak durma titizliği. Hayat yolunun dikenlerinden; yani arzu ve ihtiras
dikenlerinin, istek ve emel dikenlerinin, korku ve vesvese dikenlerinin, boş
umut ve asılsız korku (fobi) dikenlerinin ve daha bir çok dikenlerin cirit
attığı yol.
MÜMİNLERİN
ÖZELLİKLERİ
Daha sonraki ayetlerde takva sahiplerinin
nitelikleri anlatılıyor. Bu nitelikler o günün Medine'sinde yaşayan öncü
müminlerin olduğu kadar, bu ümmetin her dönemindeki samimi müminlerin de
nitelikleridir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
3- Onlar
görmediklerine inanırlar, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan
başkalarına verirler.
4-Yine onlar gerek
sana ve gerekse senden önce indirilen kitaplara inanırlar ve Ahiretten hiç
kuşku duymazlar.
Görülüyor ki, takva sahiplerinin ilk karakteristik
özelliği, aktif ve yapıcı bir şuur birliğidir. Takva sahiplerinin
vicdanlarında, görünmeyene (gaibe) inanmak ile farz ibadetleri yerine
getirmenin, bunun yanında peygamberlerin tümüne inanmakla Ahiretten kuşku
duymamanın birliği. İşte İslâm inanç sistemine üstünlük kazandıran, mümin
vicdana seçkinlik sağlayan; bütün insanlar için ortak bir buluşma zemini
olsun, böylece bütün insanlığa egemen olsun da kanatları altında insanlara
hem düşünceyi hem pratiği hem inancı ve hem de toplumsal düzeni içeren
eksiksiz bir hayat tarzı, hem duyguları ve hem de yaşama biçimleri ile
bütünleşecekleri bir yaşama şekli yaşatsın diye gelen son inanç sistemine
yakışan bütünlük ve çok yönlülük budur.
`Onlar ki görmediklerine inanırlar'
Buna göre takva sahiplerinin ruhları ile bu ruhların
ve bütün varlık aleminin kaynağı olan yüce güç arasında varolan sıkı
ilişkiye duygusal engeller mani olamaz. Yine bu takva sahiplerinin ruhları
ile diğer fizik ötesi gerçekler, güçler, enerjiler, yaratıklar ve varlıklar
arasına duyu organları engel olarak giremez.
Görünmeyene inanmak; insanın, sadece duyu
organlarının algılama kapasitesi ile yetinen hayvanlık düzeyini aşarak
insanlık mertebesine yükselmesini sağlayan ilk eşiktir. O insan ki, varlık
aleminin, duyu organları ile ya da duyu organlarının uzantısı olarak görev
yapan aygıtlar alemi ile algılayabildiği küçük ve sınırlı kesimden çok daha
geniş çaplı olduğunun bilincindedir.
Bu bilinç, insanın tüm varlık aleminin mahiyetini,
kendi öz varlığının mahiyetini, bu varlık aleminin yapısında bulunan
güçlerin mahiyetini, fizik ve fizikötesi varlık aleminde bulunan güç ve plân
ile ilgili algılarının sağlıklı olmasını derinliğine etkileyen bir düşünce
aşamasıdır. Aynı zamanda yeryüzünde hayatını da derinliğine etkilemektedir.
Çünkü sadece duyu organlarının algılayabildiği dar bir alanda yaşayan
biriyle, sezgisi ve basireti sayesinde kavradığı büyük bir evrende yaşayan
insan bir değildir. Zira basiretini kullanan bu insan, bu büyük alemin
kıvrımlarında ve derinliklerinde barındırdığı yankıları ve gizli mesajları
algılar. Yine bu insan kısacık ömrü ve kısır şuurunun yardımıyla algıladığı
dünyanın geniş alem içinde bir hiç olduğunu, asıl evrenin ise hem zaman hem
mekan bakımından çok daha geniş olduğunu anlar. Asıl alemin gözleriyle, duyu
organlarıyla algıladığı fizikî alem değil, gizli sırlarla, dolu fizik-ötesi
alem olduğuna inanır. Sadece fiziki alemle yetinen biri ile bir olur mu
böyle bir insan. Zaten gözlerin algılayamadığı ve akılların kavrayamadığı
ilâhî zat gerçeği işte bu fizik-ötesi alemden kaynaklanır, varlığı onun
varlığına dayanır.
Böylesine yüksek bir bilincin oluşması halinde
sınırlı alanlı düşünce yeteneği dağınıklıktan, parçalanmaktan, yaratılış
amacı dışındaki işlerle uğraşmaktan, kavrama gücüne sahip olmadığı
işlemlerle oyalanmaktan, faydasız yerlerde boşu boşuna harcanmaktan korunmuş
olur.
Sebebine gelince, insana bağışlanan düşünme yeteneği
ona yeryüzündeki halifelik fonksiyonunu yerine getirmesi için
bağışlanmıştır. Bu demektir ki, insan düşünme yeteneğini kullanarak içinde
yaşadığı hayatın sorunlarını çözmekle yükümlüdür. O, bu hayatın
problemlerini ve imkânlarını enine-boyuna inceler, çalışır, üretir, bu
hayatı daha gelişmiş ve daha güzel hale getirir. Şu şartla ki sözkonusu
düşünce gücü, varlık aleminin bütünü ve bu varlık bütününün yaratıcısı ile
doğrudan ilişkili olan ruh gücü ile dayanışma halinde olmalı ve akılların
kavrayamayacağı gayb alemindeki meçhule, bilinmeze pay bırakmalıdır.
Bunun yerine gücü yeryüzü ve üzerindeki pratik
hayatın boyutları ile sınırlı olan akılla, üstelik ilham verici ve ufuk
açıcı ruhla dayanışma halinde olmaksızın ve akılların almayacağı gayb
alemine pay tanımaksızın fizik-ötesi alemi kavrama girişimine gelince böyle
bir girişim her şeyden önce başarısız kalmaya mahkûmdur. Ayrıca yanılgıya
dayalı boş bir girişimdir. Başarısızlığa mahkumdur; Çünkü bu alanı, yani
fizik-ötesi alemi gözlemek üzere yaratılmamış olan bir aracı kullanıyor. Boş
bir girişimdir; çünkü böyle bir alanı kavramak üzere yaratılmamış olan akıl
enerjisini boş yere harcıyor.
İnsan aklı, öncelikle tartışmasız (bedihi) kural
olan, "sınırlının sınırsızı kavrayamayacağı" ilkesini kabul edince öz
mantığına duyacağı saygının sonucu olarak kabul etmek zorunda kalır ki;
sınırsızı, yani mutlak gerçeği kavraması imkânsızdır ve onun bilinmezi
(meçhulü) idrak edememesi, bu bilinmezin, gaybın gizli alemindeki varlığı
ile çelişmez. Bu durumda gayb alemini kavrama fonksiyonunun aklın dışında
bir başka yeteneğe havale edilmesi gerekir ve bu konudaki bilginin,
açığı-gizliyi, görüneni-görünmeyeni bilgisinin kapsamı içinde bulunduran ve
her şeyden haberdar olan yüce Allah'dan alınması kaçınılmazdır. Aklın
mantığına saygı gösterilmesi anlamına gelen bu tutum, müminler tarafından
tam anlamı ile benimsenmiştir. Bu tutum, aynı zamanda takva sahiplerinin ilk
niteliğidir.
Görünmeyene (gaybe) inanmak, insanın hayvanlar alemi
düzeyinin üstüne yükselmesi konusunda yol ayrımı oluşturur. Fakat günümüzün
materyalistleri, bütün zamanların materyalistleri gibi insanı, duyu
organlarının algıladıkları dışında hiçbir varlığın onaylanmadığı hayvanlık
düzeyine indirmek istiyor ve bu kavrama körlüğüne "ilericilik" adını
veriyorlar. Oysa bu yaklaşım, yüce Allah'ın, müminleri içine düşmekten
koruduğu bir tersine gidiştir. Allah, müminleri bu tersine gidişten
koruyarak "görünmeyene inanmak" sıfatını onların ayırıcı niteliklerinden
biri yapmıştır. Sayısız nimetlerine karşılık Allah'a hamdolsun. Ve yine
tersine gidenler ile başaşağı dönenlere yazıklar olsun!
"Namazı kılarlar"
Yani o takva sahipleri, ibadeti tek olan Allah'a
yöneltirler ve böylece kullara ya da nesnelere tapma düzeyinin üzerine
yükselirler. Başka bir deyimle hiçbir sınırla sınırlı olmayan o yüce varlığa
yönelirler, başlarını kulların önünde değil, Allah'ın önünde eğerler.
Gerçek anlamda Allah'a secde eden ve gece-gündüz
Allah'a bağlı olan kalp, varlığı gerekli olan (vacib-ul vücud) Allah'a sebep
yolu ile bağlı olduğunun bilincinde olur, yeryüzüne bağımlı olmaktan,
yeryüzü ihtiyaçları içinde kendini kaybetmekten daha yüce bir hayat gayesi
benimser, yaratanla doğrudan ilişkide olduğu için diğer yaratıklar
karşısında kendini daha güçlü hisseder. Bütün bunlar insan vicdanı için güç
kaynağı olduğu kadar takva ve kötülüklerden kaçınmanın da kaynağıdır. Aynı
zamanda kişiliği eğiterek onun düşüncelerine, bilincine ve davranışlarına
"ilâhî"lik niteliği kazandıran son derece önemli bir faktördür.
"Onlar kendilerine verdiğimiz rızıktan başkalarına
da verirler"
Onlar her şeyden önce ellerinde bulunan malların
kendileri tarafından kazanılmış şeyler olmadığını, aksine bunların Allah
tarafından kendilerine bağışlandığını kabul ederler. Allah'ın bağışlamış
olduğu rızık nimetini tanımaktan ve bilmekten, düşkünlere iyilik etmenin,
aynı yaratıcının aile fertleri demek olan tüm insanlar arasında dayanışma
duygusu, bütün insanları insanlık bağı ile birbirine kaynaşmış kardeşler
saymanın bilinci doğar. Bütün bu duyguların değeri insan nefsini cimrilik
illetinden arındırarak ona iyilik yapma arzusu aşılamasında görülür. Bu
duygular sayesinde hayat, acımasız bir kıyım alanı değil, bir yardımlaşma ve
işbirliği plâtformu olur. Yine bu duygular sayesinde güçsüzler, zavallılar
ve eli darda olanlar güvenliğe kavuşurlar; tırnaklar, pençeler ve azı
dişleri arasında değil de; kalbler, yüzler ve vicdanlar arasında yaşadıkları
bilincine varırlar.
"Yardım etmek (infak)" zekât ve sadaka ile birlikte
diğer iyilik yapma türlerini de içeren bir kavramdır. Yardım etmek, zekât
verme yükümlülüğünden daha önce yasallaşmış bir şeriat ilkesidir. Çünkü
"infak" kavramı zekatı da içine alan ve yardımlaşmada sınır koymayan daha
geniş bir kavramdır. Nitekim Fatıma binti Kays'ın bildirdiğine göre
Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: "Malda zekâtın dışında daha başka
haklar vardır."(Tirmizi)
Zekâtın farz oluşundan daha önce söylenmiş olan bu
hadisin temel amacı, yardım etme ilkesinin geniş kapsamlılığını
vurgulamaktır.
"Onlar gerek sana ve gerekse senden önce indirilen
kitaplara inanırlar."
Bu sıfat; semavî inançların varisi, insanlığın
başlangıcından günümüze kadar gelen peygamberlerin misyonlarının varisi,
inanç ve peygamberlik mirasının koruyucusu, dünyanın son gününe kadarki iman
kervanının şaşmaz yolcusu olan İslâm ümmetine yaraşan bir niteliktir...
Bu sıfatın değeri; insanlığın birliği, insanlığın
dininin birliği, peygamberlerinin birliği ve Rabbinin birliği şuurunu
aşılamasında görülür... Bu sıfatın değeri; ruhu, diğer dinlere ve bu
dinlerin doğru yolundan sapmayan bağlılarına karşı besleyebileceği kör
taassuptan arındırmasında meydana çıkar.. Bu sıfatın değeri; çağlar ve
kuşaklar boyunca insanlığın, yüce Allah'ın gözetimi altında olduğuna dair
beslenen güven duygusunda belirir... Aynı dine ve aynı hidayet kaynağına
dayanan peygamberlerin ve peygamberlik misyonunun tarihin akışı içinde
ardarda sıralanması olgusunda beliren bu ilâhi gözetimin değeri günlerin ve
devirlerin değişmesine rağmen tıpkı karanlıklar ortasında yol gösteren kutup
yıldızı gibi değişmezliğini ve sürekliliğini sürdüren ilâhî rehberlik ile
onur duyma duygusunda kendisini gösterir.
"Onlar Ahiretten hiç kuşku duymazlar"
Bu sıfat, takva sahiplerinin sonuncu sıfatıdır.
Dünyayı Ahirete, başlangıcı sona ve amelleri karşılıklarına bağlayan sonuncu
sıfat. Bu sıfat insanı, başıboş bırakılmadığının, iş olsun diye
yaratılmadığının, kendi keyfine bırakılmayacağının ve kendisini ilâhi
adaletin beklediğinin bilincine erdirir. Bu bilinç sayesinde insanın kalbine
güven dolar, iç dünyasının fırtınaları durulur, iyi amellere ve sonuç olarak
yüce Allah'ın adalet ve rahmetine sığınır.
Ahirete kesin olarak inanmak, duyu organlarının
kapalı duvarları arasında yaşayan kimse ile uçsuz-bucaksız bir varlık bütünü
içinde yaşayan kimse arasında; yeryüzündeki hayatını varlık alemindeki
yegâne payı sayan kimse ile dünyadaki hâyatını Ahirette göreceği karşılığın
türünü hazırlayan bir imtihan dönemi kabul eden, Ahiretteki hayatı şu dar ve
sınırlı alanın ötesinde yaşanacak gerçek bir hayat olarak algılayan kimse
arasında yolayrımı ve arakesit oluşturur.
Dediğimiz gibi bu sıfatların her birinin insan
hayatında önemli yeri ve değeri vardır. Bunların takva sahiplerinin
sıfatları olmaları bu yüzdendir. Bu sıfatların tümü arasında uyum ve
koordinasyon vardır. Bu uyum ve koordinasyon sayesinde bu sıfatlar eksiksiz
ve ahenkli bir birlik meydana getirirler.
Buna göre takva, çeşitli yöneliş ve davranışlara
kaynaklık eden, zahirî davranışlar ile batınî duyguları birleştirerek
insanın gizli ve açık yönlerinin Allah ile ilişki halinde olmasını sağlayan,
ruha şeffaflık kazandırarak görünür-görünmez alemler ile arasındaki
perdeleri azaltan ve böylece ruhta bilinen ile bilinmeyeni buluşturan bir
gönül şuuru ve vicdan halidir. Ruh şeffaflaşıp da zahir ile batın arasındaki
perdeler ortadan kalkınca görünmeyene inanmak, aradaki perdelerin ortadan
kalkmasının, ruhun gayb alemi ile ilişki kurmasının ve onunla arasında doğan
güven havasının doğal bir sonucu olarak belirir.
Sözünü ettiğimiz takva ile görünmeze (gaybe)
inanmanın yanına, yüce Allah'ın belirlediği biçimde O'na ibadet etmeyi ve bu
ibadeti Allah ile kul arasında ilişki kuran bir bağ haline getirmeyi
koyalım. Arkasından, Allah'ın engin bağışlayıcılığını ve insanlar-arası
kardeşliği itiraf etme anlamındaki cömertliği eldeki rızkın ayrılmaz bir
gereği sayan tutumu bunların yanına getirelim. Sonra insanlık tarihi ile
yaşıt olan iman kafilesini kucaklayan gönül genişliğini, tarihteki her
müminle, her peygamberle ve her peygamberlik misyonu ile arada bağ kuran
bilinci bu saydığımız nitelikler ile birleştirelim. Bunların en sonuna da
hiçbir tereddüde, hiçbir kuşkuya yer vermeyen kesin bir Ahiret inancını
ekleyelim. İşte o zaman o günlerin Medine'sinde meydana gelen müslüman
cemaatın tablosu karşımıza çıkar. Muhacirler ile Ensar'ı içeren ilk öncü
müslümanlardan oluşmuş cemaatın tablosu. Bu nitelikleri taşıyan bu cemaat
büyük bir olaydı. Bu iman gerçeğini kişiliğinde somutlaştıran gerçekten
büyük bir olay. Yüce Allah'ın bu cemaat aracılığı ile hem yeryüzünde ve hem
de insanlığın hayatında büyük bir devrim meydana getirmesi bundan dolayıdır.
Yine bundan dolayı yüce Allah bu cemaatı şöyle tanımlıyor
5- İşte onlar
Rabblerinden gelen hidayet yolundadırlar ve kurtuluşa erenlerdir.
İşte onlar böylece hidayete kavuştular ve böylece
kurtuluşa erdiler. Hidayete ve kurtuluşa ermenin yolu, işte bu ana hatları
belirtilen yoldur.
İNATÇI KÂFİR TİPİ
Surenin devamında gözlerimiz önünde canlandırılan
ikinci tablo, kâfirlerin oluşturduğu tablo anlatılıyor. Bu tablo bütün yer
ve zamanlarda görülen kâfirliğin temel özelliklerini yansıtır. Yüce Allah
şöyle buyuruyor:
6/7 Kâfirlere
gelince onları uyarsan da uyarmasan da farketmez; onlar iman etmezler. Allah
onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir, onların gözlerinde perde
vardır. Onları büyük bir azap beklemektedir.
Bu ayetlerde takva sahiplerinin tablosu
ile kâfirlerin tablosu arasında tam bir karşıtlık, kesin bir bağdaşmazlık
olduğunu görüyoruz. Sebebine gelince, Allah'ın kitabı takva sahipleri için
hidayet kaynağı iken, kâfirler için onları uyarmak ya da uyarmamak bir
oluyor. Bunun yanında takva sahiplerinin ruhlarında açık olan pencereler,
kafirler için kapalıdır. Gerek kendileri ile varlık bütünü ve bu varlığın
yaratıcısı arasında ve gerekse kendileri ile görünen ve görünmeyen arasında
ilişki kuran bağlar... Müslüman için bitişik olan bu bağ kafirler için
bütünüyle kesiktir.
"Allah onların kalplerini ve
kulaklarını mühürlemiştir."
Allah onların kalplerini ve
kulaklarını mühürlediği için ne kalplerine hidayet gerçeği ve ne de
kulaklarına gerçeğin sesi ulaşabilir.
"Gözlerinde perde vardır."
Bu yüzden onların gözlerine ne ışık
ve ne de hidayet sızabilir.
Yüce Allah'ın onların kalpleri ile
kulaklarını mühürlemesi ve gözlerine perde çekmesi, uyarıyı
umursamamalarına, uyarılmanın ya da uyarılmamanın kendileri için aynı şey
haline gelmesine uygun düşen bir ceza türüdür. Sebebine gelince burada sabit
ve kesin bir eylemin, yani kalpleri ve kulakları mühürleme ile gözlere perde
çekme eyleminin gerisinde beliren katı, karanlık ve donmuş bir tablo ile
karşılaşıyoruz.
"Onları büyük bir azap
beklemektedir."
Bu kötü akibet; onların uyarıya
kulak tıkamaları, uyarılma ile uyarılmama arasında hiçbir fark bırakmayan,
inatçı-katı tutumlarının doğal bir sonucudur. Her şeyi eksiksiz bilen Allah
da (kalplerindeki bu hastalığı) biliyordu zaten.
MÜNAFIKLARIN
ÖZELLİKLERİ
Daha sonra devamla, üçüncü tip
insanın anlatımına geçiliyor. Bu tablo ne ilki gibi şeffaf ve alımlı ne de
ikincisi kadar karanlık ve çirkindir. Bunun yerine yanar-döner bir görüntü
verir. Yâni bazan algılanır, bazan algılanmaz. Kimi zaman görünür, kimi
zaman görünmez. Bazan saklànır, bazan meydana çıkar. Bu tablo münafıkların
tablosudur. Yüce Allah onları bize şöyle tanıtıyor:
8/16- Kimi
insanlar var ki; `Allah'a ve Ahiret gününe inandık " derler, ama aslında
inanmamışlardır. Bunlar Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa
sadece kendilerini aldatıyorlar, ama bunun farkında değildirler. Onların
kalplerinde hastalık vardır, Allah da bu hastalıklarını arttırmıştır, bu
yakıncılıkları yüzünden onları acı bir azab beklemektedir.
Onlara "yeryüzünde bozgunculuk
çıkarmayın" denildiği vakit "Biz yapıcı, düzeltici kimseleriz" derler. !yi
bilesiniz ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, fakat bunun farkında
değildirler. .
Onlara "Halk nasıl iman etti ise siz
de öyle iman edin" denildiği zaman "Biz hiç beyinsiz ayaktakımı gibi iman
eder miyiz?" derler. Asıl beyinsiz ayak takımı kendileridir, ama bunu
bilmiyorlar.
Onlar müminler ile karşılaştıkları
zaman "inandık" derler. Fakat şeytanları, elebaşları ile başbaşa kaldıkları
zaman "Biz sizin yanınızdayız, onlarla sadece alay ediyoruz" derler. Aslında
onlarla alay eden ve kendilerini azgınlıkları içinde debelenmeye bırakan
Allah'tır. Onlar hidayet karşılığında sapıklığı satın alan kimselerdir. Bu
yüzden yaptıkları ticaretten kazanç elde edememişler ve de hidayete
erememişlerdir.
Bu tablo, o günlerin Medine'sinde
canlı bir realite olarak gerçekten vardı. Fakat zaman ve mekân sınırlarını
aşınca; bu tablonun, insanlığın bütün kuşakları boyunca tekrarlanan, yeniden
yaşanan bir örnek olduğunu görürüz. Bu tür münafıklara toplumların üst
tabakasını oluşturan kesiminde rastlanır. Bunlar hakk karşısında ne onu
açıkça kabul edecek cesareti ve ne de onu açıktan açığa inkar edecek cüreti
gösterebilirler. Bunlar aynı zamanda kendilerini halk kitlelerinden üstün
görürler ve her şeyi onlardan daha iyi bildiklerine inanırlar. Bundan dolayı
biz bu ayetleri belirli bölge ve zaman sınırlamasından soyutlayarak algılama
eğilimindeyiz. Onları her kuşaktan münafıklara ve insan nefsinin her kuşakta
değişmez kalan özüne dönük olarak yorumlayacağız.
İnsanların bu kesimini oluşturan
kimseler Allah'a ve Ahiret gününe inandıklarını ileri sürerler, ama aslında
bu dediklerine inanmış değillerdir. Onlar inkârcı olduklarını söylemeye ve
"müminlere karşı gerçekten ne düşündüklerini açıkça ortaya koymaya cesaret
edemeyen ikiyüzlü münafıklardır.
Onlar kendilerini sıradan halk
kitlelerini aldatabilen zeki, hatta dahi kimseler sanırlar. Oysa Kur'an-ı
Kerim onların bu eylemlerinin mahiyetini tanımlıyor. Bu tanıma göre onlar
müminleri değil, doğrudan doğruya Allah'ı aldatıyor, daha doğrusu aldatmaya
yelteniyorlar.
Bu ve buna benzer ayetlerde önemli
bir gerçekle, yüce Allah'ın onurlandırıcı büyük bir iltifatı ile
karşılaşırız. Kur'an-ı Kerim'in sürekli biçimde vurguladığı, gözler önüne
serdiği bu önemli gerçek; yüce Allah ile müminler arasında sıkı bir ilişki
olduğu realitesidir. Bu realitenin ifadesi olarak yüce Allah müminlerin
safını kendi safı, müminlerin işlerini kendi işi ve müminlerin durumunu
kendi durumu sayıyor. Onları kendi zatına ekliyor, himayesi altına alıyor,
düşmanlarını kendi düşmanı biliyor ve onlara yöneltilmiş olan hile ve
tuzakları kendine dönük kabul ediyor.
Bu, yüce ve onur bağışlayıcı bir
iltifattır. Müminlerin statülerini ve gerçek mahiyetlerini en yüksek düzeye
yükselten, bu evrende iman realitesinden daha büyük ve daha onurlu bir
realite olmadığını düşündüren bir iltifat... Ayrıca müminin kalbini sınırsız
bir güvenle dolduran bir iltifat. Sebebine gelince mümin, bu ayetleri
okurken yüce Allah'ın, onun problemini kendi problemi, onun kavgasını kendi
kavgası, onun düşmanını kendi düşmanı saydığını, onu kendi safına aldığını
ve kendi yakınına yücelttiğini görür. Bu durumda olan bir mümin için,
düşmanların hileleri, aldatmaları, baskı ve eziyetlerinin ne anlamı
olabilir, ne değer ifade edebilir ki!..
Bu iltifat, aynı zamanda, müminleri
aldatmaya, onlara tuzak kurmaya ve eziyet etmeye kalkışanlara karşı da
korkunç bir tehdittir. Bu olumsuz tavırlarıyla sadece müminlere karşı değil,
güçlü, cebbar ve kahredici olan yüce Allah'a karşı mücadeleye
giriştiklerini, Allah'ın dostlarına karşı savaş açmakla aslında Allah'ın
kendisine karşı savaş açmış sayıldıklarını ve böyle alçakça bir eyleme
girişmekle Allah'ın sillesini yemekten kurtulamayacaklarını kendilerine
bildiren bir tehdit.
Bu gerçek, bir yandan müminler
tarafından değerlendirilip onların hiçbir hilekârın hilesini, hiçbir
sahtekârın aldatmacasını ve hiçbir zorbanın eziyetini umursamadan, güvenle
ve sebatla, yollarına devam etmelerini sağlayıcı bir nitelik taşırken öte
yandan müminlerin düşmanları tarafından da değerlendirilip korkmalarına,
ürkmelerine, kimle savaştıklarını öğrenmelerine ve müminlere sataşınca kimin
sillesini yemeyi hak edeceklerini anlamalarına yolaçacak bir ağırlık taşır.
Şimdi tekrar "Allah'a ve Ahiret
gününe inandık" diyerek Allah'ı ve müminleri aldatmaya kalkışan o kendini
beğenmiş, kendilerini beyinlerinden zekâ fışkıran birer dahi sanan kimselere
dönelim. Onların burunları böyle havadadır. Fakat aman Allah'ım':. Ayetin şu
son cümlesinde üzerlerine ne ağır bir hakaret yağdırılıyor! Tekrar okuyalım:
"Oysa sadece kendilerini
aldatıyorlar, ama bunun farkında değildirler."
Onlar öyle ağır bir gaflet, bir
sarhoşluk içindedirler ki, farkında olmadan sadece kendilerini aldatıyorlar.
Çünkü yüce Allah onların aldatma girişimlerini biliyor. Bunun yanında
müminler de yüce Allah'ın himayesi altında oldukları için O, onları bu
aşağılık aldatma girişimi karşısında koruyor. Fakat o hilebazlar gaflet
içinde yüzdükleri için kendi kendilerini aldatıyorlar, kendi kendilerine
oyun oynuyorlar. Kendilerini aldatıyorlar; çünkü bu iki yüzlülükle kazançlı
çıktıklarını, istedikleri kârı elde ettiklerini ve müminler arasında
kâfirliklerini açıklamanın sakıncalarından korunduklarını sanıyorlar. Bunun
yanında içlerinde kâfirlik gizlerken dışarda takındıkları münafıklık çehresi
yüzünden kendilerini tehlikeye atmış, kendilerini kötü bir sonuca mahkûm
etmiş oluyorlar. Fakat acaba münafıklar neden böyle çirkin bir yola
başvuruyor, niçin böylesine bir hile yapmaya girişiyorlar? Sorunun cevabını
yüce Allah veriyor:
"Onların kalplerinde hastalık
vardır."
Yani karakterleri bozuktur, hasta
ruhludurlar. Açık ve dosdoğru yoldan sapmalarına ve bu yüzden yüce Allah'ın
bu anormalliklerini daha da arttırmasını hak etmelerine tek sebep ruhlarının
hasta oluşudur.
"Allah da bu hastalıklarını
arttırmıştır."
Sebebine gelince; hastalık, başka
bir hastalık doğurur. Sapıklık, işin başında basit, önemsiz görünür. Fakat
yanlışa doğru atılan her adım sonunda doğru çizgi ile aradaki açı genişler,
böylece sapma büyür. Bu değişmez bir kanundur. Bütün nesnelerde, bütün
şartlarda, bütün duygu ve davranışlarda geçerli olan ilâhî bir kanun.
Bu duruma göre onlar belli bir
akıbete, yüce Allah'ı ve müminleri aldatmaya girişenlerin hak ettikleri
kaçınılmaz akıbete doğru doludizgin ilerlemektedirler. Bu akıbet şudur:
"Bu yalancılıkları yüzünden onları
acı bir azap beklemektedir"
Bu münafıkların, özellikle Hicret
olayının başlarında kavimleri arasında sosyal mevkii, otoritesi, liderliği
olan Abdullah b. Ubeyy b. Selul gibi ileri gelenlerin bir başka sıfatı daha
var. Bu sıfat, toplumda yolaçtıkları bozgunculuğu ısrarla savunma ve
yaptıklarının cezasını görmemenin verdiği şımarıklıkla tutumlarının doğru
olduğunu inatla ileri sürme sıfatıdır. Yüce Allah onların bu niteliğini bize
şöyle tanıtıyor:
"Onlara "yeryüzünde bozgunculuk
çıkarmayın" denildiği zaman "Biz yapıcı, düzeltici kimseleriz" derler. İyi
bilesiniz ki, onlar bozguncuların ta kendileridirler, fakat bunun farkında
değildirler."
Yani, bunlar sadece yalancılık ve
aldatma ile yetinmiyorlar, bu kötü sıfatlarına küstahlığı ve kör inadı da
ekliyorlar. Bunun sonucu olarak kendilerine "Yeryüzünde bozgunculuk
çıkarmayın" denilince bozguncu olmadıklarını söylemekle yetinmiyorlar, "Biz
yapıcı, düzeltici kimseleriz" demekle daha da ileri giderek işi şımarıklığa
ve yaptıklarını haklı göstermeye dökmektedirler
En iğrenç bozgunculuğu yaptıkları
halde kendilerinin yapıcı ve düzeltici olduklarını ileri sürenlerin sayısı
her devirde çoktur. Bunlar böyle derler, çünkü ellerindeki değer ölçüleri,
kriterler bozuktur. Çünkü insanın vicdanındaki ihlâs ve sırf Allah'ı amaç
bilme ölçüsü bozulunca diğer ölçülerinin ve değer yargılarının da bozulması
kaçınılmaz olur. Başka bir deyimle yüce Allah'a ihlâsla bağlı olmayanların,
kalplerinde böylesine kesin inanç barındırmayanların bozguncu
davranışlarının farkına varmaları imkânsızdır. Sebebine gelince;
böylelerinin vicdanlarındaki iyilik-kötülük, yapıcılık ve bozgunculuk
ölçüleri kişisel arzu ve ihtiraslarına göre sık sık değişir, hiçbir zaman
ilâhî bir kaidenin üzerine oturamaz.
İşte bundan dolayı şu gerçekçi tanım
ve kesin akibet bildirimi ile karşı karşıya geliyorlar:
"İyi bilesiniz ki, onlar
bozguncuların ta kendileridirler, fakat bunun farkında değildirler"
Onların diğer bir özellikleri de
halk kitleleri karşısında büyüklük taslamaları, kendilerini üstün görmeye
kalkışmalarıdır. Onlar bu yolla halkın gözünde sahte bir mevki kazanmayı
amaçlarlar. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
"Onlara "Halk nasıl iman etti ise
siz de öyle iman edin" denildiği zaman "Biz hiç aptal ayak takımı gibi iman
eder miyiz?" derler. Asıl aptal ayak takımı kendileridir, ama bunu
bilmiyorlar"
Şüphesiz ki, Medine'de bunlara
yöneltilen çağrı ihlâslı, dosdoğru, ihtiraslardan arınmış bir inançla iman
etmeleri idi. Yani bütün varlıkları ile İslâm'a giren, yönlerini sırf
Allah'a doğru çeviren, Peygamber efendimizin eğitici ve yön verici
telkinlerine kalplerini açarak samimi ve art niyetsiz bir yaklaşımla ve
bütün varlıkları ile O'nun direktiflerini benimseyen içten müslümanlar. gibi
iman etmeleri. İşte münafıkların örnek almaya çağrıldıkları, açık, dosdoğru
ve samimi biçimde iman eden "halk kitlesi" bunlardı.
Öyle anlaşılıyor ki, münafıklar,
Peygamberimize böylesine bir içtenlikle teslim olmayı reddediyorlar, bu
tutumu, yoksul halka yaraşan, toplumda mevkii olan seçkinlerin itibarı ile
bağdaşmayacak bir şey sayıyorlardı. Bu düşünce ile "Biz hiç aptal ayak
takımı gibi iman eder miyiz?" demişlerdi. Yine bu gerekçe ile yüce Allah'ın
şu kesin tanımlamasına ve susturucu cevabına muhatap oldular:
"Asıl aptal ayak takımı
kendileridir, ama bunu bilmiyorlar"
Öyle ya, aptal, aptallığı ne zaman
anlayabilmiş ve yine sapık, ne zaman doğru yoldan uzak düştüğünü fark
edebilmiştir!..
MEDİNE'DE
MÜNAFIK-YAHUDİ İŞBİRLİĞİ
Daha sonra Medine'deki münafıklar
ile kindar yahudiler arasındaki ilişkilerin ne derece sıkı olduğunu
açıklayan sonuncu özelliğe sıra geliyor. Münafıklar; yalancılık, aldatmaca,
aptallık ve kof iddiacılıkla yetinmiyorlar, bu çirkin niteliklerine
ödlekliği, alçaklığı ve karanlık köşelerde entrika çevirmeyi de
ekliyorlardı. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Onlar müminler ile karşılaştıkları
zaman "inandık" derler. Fakat şeytanları, elebaşları ile başbaşa kaldıkları
zaman "Biz sizinle birlikteyiz, onlarla sadece alay ediyoruz" derler."
Bazıları alçaklığı, kalleşliği ve
çirkin entrikacılığı güçlülük ve erişilmez bir marifet sanırlar. Oysa
bunlar, aslında zayıflık ve seviyesizlik göstergesidir. Çünkü güçlü olan
kimse hiçbir zaman alçaklık, iğrençlik, aldatıcılık, kalleşlik, entrikacılık
ve hakaret yapmaz.
Fakat müminler ile açıkça karşı
karşıya gelmekten kaçınarak sözde iman etmiş görünen ve böylece başlarına
gelebilecek sıkıntıları peşin olarak savdıkları gibi bu kaypak tutumlarını
müslümanlara zarar verebilmek için avantaj olarak kullanan münafıklara
gelince, bunlar çoğunlukla yahudilerden oluşan şeytanları ve elebaşları ile
başbaşa kalanca "Biz aslında sizinle birlikteyiz, iman etmiş ve dinlerini
onaylamış gibi görünürken müminlerle sadece alay ediyor, onlarla
eğleniyoruz." derler. Bu kirli ve çok yönlü oyun içinde yahudiler,
münafıkları müslümanların saflarını bölmek ve parçalamak için araç olarak
kullanırken, münafıklar da yahudileri dayanak ve sığınak olarak
görüyorlardı. Kur'an-ı Kerim, onların bu alçaklıklarını ve çirkin sözlerini
anlattıktan hemen sonra, onlara, sıradağları bile sarsacak şu tehdidi
indiriyor:
"Aslında onlarla alay eden ve
kendilerini azgınlıkları içinde yuvarlanmaya bırakan Allah'dır!"
Göklerin ve yeryüzünün cebbar
sıfatlı yaratıcısı tarafından alay edilen bir kimseden daha perişan ve daha
bedbaht biri düşünülebilir mi? Gerçekten insan "Aslında onlarla alay eden ve
kendilerini azgınlıkları içinde debelenmeye bırakan Allah'dır" ayetini
okurken hayalinde son derece ürkütücü ve son derece korkunç bir manzara
canlanır. Yüce Allah bu küstahları nereye varacaklarını bilmedikleri bir
çıkmaz yolda kılavuzsuz bir şaşkınlıkla debelenmeye bırakıyor. Arkasından
cebbar ve son derece güçlü bir el, yani yüce Allah'ın kudret eli onlara
pençe atıyor. Tıpkı gizli kapandan habersiz biçimde tuzak yerine sıçrayan
zavallı fareler gibi! İşte öyle korkunç bir alay ve istihza ki, onların
zavallı alaycılıklarına hiç benzemez.
Burada, daha önce varlığını
bildirdiğimiz realite yine karşımıza çıkıyor. Müminleri hedef alan
savaşlarda yüce Allah'ın müslümanların tarafını tutması, onlara sahip
çıkması gerçeği yani. Bu taraf tutma ve sahiplenme imtiyazı Allah'ın
dostlarına eksiksiz bir güven bağışlarken Allah'ın şaşkın düşmanları için
son derece çirkin ve korkunç bir akıbet hazırlıyor. Bu şaşkınlar
azgınlıklarına devam etmelerini sağlayan bir toleransla aldatılarak ve
içlerindeki düşmanlığı dışa kusmalarına biraz daha fırsat tanınarak kör
gidişlerinde debelenmeye, sürünmeye bırakılıyor. Fakat az ötede pusu kuran
korkunç akıbet kendilerini bekliyor, onlar ise bundan habersiz olarak
gözleri kapalı bir şekilde yürüyorlar.
Yüce Allah'ın şu ayeti onların
gerçek durumunu ve uğradıkları zararın çapını açıkça gözler önüne serici
niteliktedir:
"Onlar hidayet karşılığında
sapıklığı satın alan kimselerdir. Bu yüzden yaptıkları ticaretten kazanç
elde edememişler ve de hidayete erememişlerdir"
Çünkü, eğer isteselerdi hidayete
ererlerdi. Bu imkân önlerinde idi, hidayeti tercih etmek ellerinde idi.
Fakat en şaşkın bir tüccar gibi davranarak "Hidayet karşılığında sapıklığı
satın aldılar". Bu şaşkın tercihlerinin sonucu olarak "Yaptıkları ticaretten
kazanç elde edememişler ve de hidayete erememişlerdir."
Zannederim, gözlem altında
tuttuğumuz bu üçüncü tabloya bu ayetlerde; birinci ve ikinci tabloya ayrılan
yerden daha geniş bir yer verildiği dikkatlerden kaçmamıştır.
Bunun sebebi şudur: Birinci ve
ikinci tabloya tek yönlülük ve yalınlık (karmaşıksızlık) egemendir. Şöyle
ki, birinci tablo, seçtiği yönde doğrultusunu belirlemiş, saf bir psikolojik
yapıyı yansıtırken, ikinci tablo da, rayından çıkmış, fakat belirlediği
yönde doludizgin ilerleyen bir psikolojik yapının durumunu tasvir ediyor.
Üçüncü tabloya gelince, burada sürekli zikzak çizen, hasta, karmaşık ve
istikrarsız bir psikolojik yapı ile karşı karşıyayız. Bundan dolayı bu
tablonun belirginlik kazanabilmesi ve içinde barındırdığı çok sayıdaki
farklı özelliğin tanınabilmesi için çok sayıda fırça darbesini ve daha çok
çizgiyi gerektirmiştir.
Bu tablo hakkında uzun uzun bilgi
verilmesinin bir başka sebebi de şudur: Medine'de münafıkların, müslüman
cemaate sıkıntı verme konusundaki rollerinin önemi, yolaçtıkları tasanın,
endişenin ve kargaşanın ne kadar geniş çaplı olduğu vurgulanmak istenmiştir.
Ayrıca bu ayrıntılı açıklamanın bir başka amacı da, münafıkların her dönemde
müslümanların iç cephesinde yıkım meydana getirme açısından önemli rol
oynayabileceklerine, onların oyunlarını ve çirkin hilelerini keşfetmenin ne
kadar gerekli olduğuna dikkatleri çekmektir.
MÜNAFIKLARIN
KARAKTERİ
Bu ayetlerin devamında bu grubun
karakter yapısı daha açık ve net biçimde ortaya çıksın diye yüce Allah bize
onlarla ilgili aşağıdaki örnekleri veriyor:
17/18- Onların
durumu karanlıkta ateş yakan kimseler gibidir. Ateş etraflarını aydınlattığı
zaman Allah onların aydınlıklarını gidererek kendilerini hiçbir şey
göremeyecekleri koyu bir karanlıkta bırakır. Onlar sağır, dilsiz ve
kördürler. Bu yüzden geri dönemezler.
Bilindiği gibi münafıklar, kâfirler
gibi, daha baştan hidayete yüz çevirmiş; kulaklarını işitmekten, gözlerini
görmekten ve kalplerini algılamaktan alıkoymuş değillerdir. Fakat onlar işin
içyüzünü açık-seçik biçimde anladıktan sonra körlüğü hidayete tercih
ettiler. Yani ateş yakmak istemişler ve yakmışlar, yaktıkları ateş
çevrelerini aydınlatmaya başlayınca kendi istekleri ile yaktıkları bu
ateşten yararlanmamışlardır. O zaman yüce Allah önce isteyip sonra
yararlanmaktan vazgeçtikleri "aydınlıklarını gidererek" kendilerini "hiçbir
şey göremeyecekleri koyu bir karanlıkta bıraktı". Tabii ki, aydınlıktan yüz
çevirmiş olmalarının cezası olarak.
Kulaklar, diller ve gözler sesleri,
ışıkları algılamak hidayetten ve aydınlıktan yararlanmak için yaratıldığına
göre, bunlar kulaklarını fonksiyonsuz bıraktıklarından dolayı "sağır",
dillerini fonksiyonsuz bıraktıklarından dolayı "dilsiz", ve gözlerini
fonksiyonsuz bıraktıklarından dolayı "kör"dürler. Bu yüzden hakka dönmeleri,
hidayete yönelmeleri, başka bir deyimle hidayete ve ışığa kavuşmaları
sözkonusu değildir.
Ayette verilen şu örnek de onların
içinde bulundukları durumu tasvir etmekte, duygu dünyalarına egemen olan
kargaşayı, şaşkınlığı, endişeyi ve kaygıyı gözlerimizin önüne sermektedir:
19- Ya da onların
durumu koyu bulutlu, şimşekli ve gürültülü bir gökyüzünün yağmuruna
tutulmuş, ölüm korkusu içinde yıldırımlara karşı parmakları ile kulaklarını
tıkayan kimselere benzer. Allah kâfirleri çepeçevre kuşatandır.
20- Şimşek onların
görme yeteneklerini nerede ise alıverecek. Çevrelerini aydınlatınca şimşeğin
ışığı altında yürürler, fakat üzerlerine karanlık çökünce oldukları yerde
kalakalırlar. Allah dileseydi, onların işitme ve görme yeteneklerini
büsbütün giderirdi. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi yapabilir.
Bu ayetle çizilen tablo,
gözlerimizin önünde hareket ve kargaşa ile dolu çöl ve yolunu şaşırmışlık
içeren, dehşet ve panik içeren, korku ve şaşkınlık içeren, ışıklar ve
gürültüler içeren müthiş bir manzara canlandırır. Gökten boşanıp inen iri
taneli ve sürekli bir dolu ile karşılaşıyoruz. Ayetin bazı cümleciklerini
yeniden okuyalım: "Koyu bulutlu, şimşekli ve gök gürültülü", "Çevrelerini
aydınlatınca şimşeğin ışığı altında yürürler", "Fakat üzerlerine karanlık
çökünce oldukları yerde kalakalırlar". Yani oldukları yerde şaşkın şaşkın
çakılıp kalırlar, nereye gideceklerini bilemezler. Bunun yanında, korkudan
donakalmışlardır, bu yüzden "Ölüm korkusu içinde parmakları ile kulaklarını
tıkarlar."
Sürekli yağan doludan koyu
bulutlara; gök gürültülerine ve şimşeklere; bu manzara içinde paniğe kapılan
şaşkınlara; karanlık çökünce oldukları yerde çakılıp kalan yılgın ve ürkek
adımlara varıncaya kadar bu tabloya baştan başa hareket unsuru egemendir.
Tabloya egemen olan bu hareket unsuru münafıkların, müminler ile buluşmaları
"şeytan" sıfatlı elebaşlarının yanlarına gidişleri, hemen şimdi söyledikleri
bir sözden ansızın caymaları, bir süre önce aradıkları hidayetten ve ışıktan
karanlığın ve sapıklığın kucağına düşmeleri arasında geçen zikzaklı
hayatlarının içerdiği çölü, kargaşayı, endişeyi ve titreşimleri son derece
canlı bir biçimde ve sezgiye dayalı bir ifade tarzı ile gözlerimizin önüne
sermektedir. Bu manzara, belirli bir psikolojik durumu semboller aracılığı
ile yansıtan, belirli bir düşünce biçimini somutlaştıran elle tutulur, gözle
görülür bir manzaradır.
Gözler önüne serilen bu tablo,
çeşitli psikolojik durumları sanki duyu organları aracılığı ile
algılanabilir manzaralarmış gibi somutlaştıran müthiş ve şaşırtıcı Kur'an
üslubunun ilginç bir örneğidir.""
ŞİRK ve MÜŞRİK
Surenin bu ayetlerinde sözünü
ettiğimiz her üç grubun özellikleri tasvir edildikten sonra bütün insanlığa
seslenen bir çağrı ile karşılaşırız. Bu çağrının içeriği; tüm insanların
onurlu ve istikametli, arı ve duru, yapıcı ve yararlı, hidayete ve kurtuluşa
erdirici tabloyu, yani takva sahiplerinin tablosunu seçme dileğidir. Yüce
Allah şöyle buyuruyor:
21/22- Ey insanlar,
sizi ve sizden öncekileri yaratmış olan Allah'a kulluk ediniz ki; Allah'ın
azabından korunabilesiniz. O ki, size yeri döşek, göğü tavan yaptı ve gökten
su indirip onun aracılığı ile size rızık olarak topraktan çeşitli ürünler
çıkardı. O halde O'na bile bile eşler koşmayınız.
Bu çağrı bütün insanları, gerek
kendilerini ve gerekse daha önceki dönemlerde yaşamış tüm insanları yaratan,
bu yaratıcılıkta eşsiz olduğuna göre kulluğun muhatabı olmakta da eşsiz ve
ortaksız olması gereken Allah'a kulluk etmeye davet ediyor. Bu ibadetin,
insanlar tarafından ulaşılması ve gerçekleştirilmesi umulan somut bir amacı
vardır. Bu amaç "ola ki, Allah'ın azabından korunabilesiniz, takva sahibi
olabilesiniz" cümleciğinde dile getiriliyor. Yani ola ki, o seçilmiş
insanların, Allah'a kulluk eden insanların ve Allah'dan sakınan insanların
oluşturduğu tabloda yeralırsınız. Yaratıcı Rabb'lerinin hakkını yerine
getiren, gelmiş-geçmiş bütün insanlara gerek yerden ve gerekse göklerden
rızık ve geçim kaynakları sağlayan tek Allah'a -Ona eş ve ortak koşmaksızın-
tapan kimselerden olursunuz.
"O ki, yeri size döşek yaptı"
Bu deyim, yeryüzünde insanlığa rahat
bir hayat ortamı sağlandığını ifade eder. Gerçekten yeryüzü tıpkı yatak
döşeği gibi rahat bir barınak ve koruyucu bir sığınak olarak hazırlandı.
İnsanlar uzun süreli bir birlikteliğin yolaçtığı kanıksamanın etkisi ile
yüce Allah'ın kendileri için hazırlamış olduğu bu döşeğin harikuladeliğini
unuturlar. Yeryüzünün hayat şartlarını sağlayıcı, rahatlık ve geçim
imkânları bağışlayıcı uyumunu hatırlarından çıkarırlar.
Oysa, eğer yeryüzünün bu uyumu, bu
ahenkli bütünlüğü olmasaydı, insanlar bu gezegen üzerinde böylesine kolay ve
güvenli biçimde yaşayamazlardı. Eğer bu gezegende biraraya gelen hayat
unsurlarından bir tanesi bile varolmasaydı insanlar, yaşamlarını garanti
eden bu uygun ortamın yokluğunda varolamazlardı. Eğer çevremizi saran
havanın herhangi bir elementi belirlenen orandan birazcık daha eksik
bırakılsaydı, insanların hayatlarını sürdürecekleri varsayılsa bile mutlaka
nefes alıp vermeleri son derece güçleşecekti.
"O ki, göğü sizin için tavan yaptı"
Gökyüzüne bakıldığında bir binanın
sağlamlık ve uyumluluk özellikleri görülür. İnsanın yeryüzündeki hayatı ve
bu hayatın kolaylığı ile gökyüzü arasında sıkı bir ilişki vardır. Gökyüzü;
ısısı ile, ışığı ile, gezegen ve yıldızlarının çekim gücü ile, uyumlu yapısı
ile ve yeryüzü ile arasında varolan diğer ilişkileri ile bu gezegende
hayatın varolmâsına imkân hazırlar, buna yardımcı olur. Bundan dolayı,
yaratıcının gücü, rızık vericinin sınırsız bağışlayıcılığı vurgulanırken ve
yaratıkların yaratıcılarına kulluk etmelerinin gereği belirtilirken bu
alemden sözedilmesi son derece yerindedir.
"O ki, gökten su indirip onun
aracılığı ile size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı"
Kur'an-ı Kerim'in bir çok yerinde
Allah'ın gücü ve nimetleri hatırlatılırken sık sık gökten su (yağmur)
indirildiği ve bunun aracılığı ile yeryüzünde çeşitli bitkiler
yetiştirildiği vurgulanır. Gökten inen su, yeryüzündeki tüm canlıların en
başta gelen hayat kaynağıdır. Her biçim ve düzeydeki hayatın varlığı, suyun
varlığına dayanır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Biz her canlı varlığı sudan
yarattık" (Enbiya Suresi, 30 18)
Su, ya doğrudan doğruya toprağa
karışarak çeşitli bitkiler bitirmek suretiyle, ya tatlı sulu nehirler ve
göller oluşturarak, ya pınarlar halinde yeryüzüne fışkırarak, ya kazılmış
kuyulardan alınarak, ya da artezyenler yolu ile tekrar yeryüzüne çıkarılarak
canlılığın oluşumuna ve devamına kaynaklık eder.
Yeryüzünde suyun son derece önemli
olduğu, insanların hayatında olağanüstü bir önem taşıdığı, her biçim ve
düzeydeki canlılığın bu maddenin varlığına dayandığı tartışma götürmez bir
gerçektir. Bu yüzden insanları rızık verici, engin bağışlayıcı ve yaratıcı
Allah'a kul olmaya çağırırken bu gerçeğe sadece işaret etmek, onu
hatırlatmak yeterlidir.
Kur'an-ı Kerim'in bu çağrısıyla,
İslâm düşünce sisteminin iki önemli ilkesi vurgulanıyor: Bu ilkelerden biri,
varlık bütününün yaratıcısının tekliği ilkesidir ki, yukardaki çağrı
ayetlerinin "sizi ve sizden öncekileri yaratmış olan Allah'a kulluk ediniz"
cümlesinde ifade ediliyor. Bu ilkelerin ikincisi ise, evrenin birliği,
birimlerinin uyumlu oluşu, hayata ve insana elverişliliğidir ki, bu
ayetlerin "O ki, size yeri döşek, göğü tavan yaptı ve gökten su indirip onun
aracılığı ile size rızık olarak topraktan çeşitli ürünler çıkardı"
cümlelerinde dile getiriliyor.
Yani bu evrenin bir parçası olan
yeryüzü, insan için döşenmiş ve onun bir başka parçası olan gök de belirli
bir düzene göre kurulmuş ve canlılar rızıklansın diye çeşitli ürünlerin
yetişmesini sağlayan su ile donatılmıştır. Bütün bunların bağışlayıcısı tek
yaratıcı olan Allah'tır.
"O halde, O'na bile bile eşler
koşmayınız"
Yani sizi ve sizden öncekileri O'nun
yarattığını, yeryüzünü sizin için döşek ve gökleri tavan yaptığını ve bu
göklerden su indirdiğini, O'nun yardımcı bir ortağının veya kendisine karşı
koyacak bir eşinin olmadığını biliyorsunuz. O halde, bu bilgiye rağmen O'na
ortak koşmak yakışıksız bir tutum olur.
Tevhid inancının belirginliğini ve
arılığını korumak amacı ile Kur'an'ın ısrarla yasakladığı eş koşma
sapıklığı, her zaman müşriklerin yaptıkları gibi Allah ile birlikte başka
ilâhlara, putlara tapmak biçiminde basit ve yalın olmaz. Bu sapıklık; kimi
zaman, daha başka ve gizli biçimlerde görülebilir Daha açıkçası bu sapıklık;
herhangi bir biçimde yüce Allah'tan başkasına umut bağlamak, herhangi bir
biçimde yüce Allah'tan başkasından korkmak, yine herhangi bir biçimde
Allah'tan başkasından fayda ya da zarar gelebileceğine inanmak şeklinde de
tezahür edebilir.
Nitekim sahabilerden Abdullah b.
Abbas bu konuda şöyle diyor: "Burada kastedilen şirk o derece gizlidir ki,
karanlık gecede kara ve pürüzsüz bir kayanın üzerinde yürüyen bir karıncanın
ayak seslerinden daha hafif hissedilir. Bir kimsenin "Allah, senin ve benim
hayatımız hakkı için..." "Eğer şu köpek olmasaydı, dün gece evimize hırsız
girerdi" ya da "Eğer şu ördek olmasaydı eve hırsız girerdi" şeklinde
konuşması veya bir adamın arkadaşına "Allah ve sen dilerseniz...", "Eğer
Allah ile falanca olmasaydı..." demesi bu şirk türünün örneklerindendir.
Ayrıca başka bir hadisten
öğrendiğimize göre, sahabilerden biri Peygamber efendimize "Eğer Allah ve
sen dilerseniz" deyince Resulullah, adamı "Beni Allah'a eş mi koşuyorsun?"
diye azarlamıştır.
İşte bu ümmetin ilk öncü kuşağı
gizli şirki, Allah'a ortak koşmayı böyle görüyordu. Şimdi bakalım, biz bu
kılıçtan keskin duyarlılığın, bu büyük Tevhid gerçeğinin neresindeyiz?!
Yahudiler, Peygamber efendimizin
gerçek peygamber olduğu hususunda zihinlerde şüphe uyandırmaya çalışıyorlar,
münafıklar da bu konuda kuşku duyuyorlardı. Daha önce de Mekke müşrikleri
ile diğer İslâm düşmanları aynı kuşkuyu taşımışlar ve bunu başkalarına da
aşılamaya çalışmışlardı. İşte burada Kur'an-ı Kerim, bu kişilerin tümüne
toptan meydan okuyor. Çünkü yukardaki ayet "insanların tümü"ne seslenerek
onları, bu konuyu tartışmasız çözüme kavuşturacak objektif bir tecrübe yolu
ile tezlerini kanıtlamaya çağırıyor.
23- Eğer kulumuz
Muhammed é indirdiğimiz Kur'ân'ın doğruluğundan şüpheli iseniz, haydi
onunkilere benzer bir sure ortaya getiriniz ve davanızda sadık iseniz, bu
hususta Allah'ın dışındaki şahitlerinizi yardıma çağırınız.
Görüldüğü gibi bu ayet bu konuya
girerken önemli bir inceliğe dikkatlerimizi çekiyor. Ayet "Eğer kulumuz
Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an'ın doğruluğundan şüpheli iseniz" şeklindeki
girişinde Peygamberimizden "Allah'ın kulu" diye söz ediyor, O'na "Allah'ın
kulu" olma sıfatını yakıştırıyor. Peygamberimizin burada bu sıfatla
anılması, hiç kuşkusuz, çeşitli anlamlar taşır ki başlıcaları şunlardır:
Her şeyden önce burada, "Allah'ın
kulu" olmakla nitelendirilerek onurlandırılmakta ve Allah'a yakın olduğu
dile getirilmektedir. Böylelikle en yüce makamın, insanlara da kabul
etmeleri için çağrı yapılan Allah'a kul olma sayesinde elde edilebileceği
vurgulanmaktadır. İkinci olarak burada, yani bütün insanların tek Allah'ın
kulluğunu benimseyerek O'nun dışındaki hiçbir ilâhı kendisine ortak
koşmamaya çağrıldıkları bu noktada kulluğun anlamına belirlilik
kazandırılmaktadır. Çünkü insanoğlunun erişebileceği makamların en yükseği
olan vahiy makamının sahibi olan Peygamberimiz burada "Allah'ın kulu" diye
anılmakta ve bu sıfatla şereflendirilmektedir.
Ayetteki meydan okumaya gelince bunu
bu surenin başına dönerek değerlendirmek, oraya bağlamak gerekir. Zira Allah
tarafından indirilmiş olan bu kitap, yani Kur'an, az önce sözünü ettiğimiz
kuşkucu zümrelerin ellerinde bulunan harflerden oluşmuştur. Eğer onun Allah
tarafından indirildiği hususunda ya da başka bir niteliği konusunda
şüpheleri varsa, onun surelerinin bir benzerini getirsinler, ayrıca bu
konuda Allah'ın dışında bir takım şahitleri varsa onları da yardıma
çağırsınlar. Çünkü yüce Allah kulu Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine
olsun- davasında haklı olduğunun şahididir.
Bu meydan okuma Peygamberimizin
hayatı süresince olduğu gibi O'nun vefatından sonra da geçerlidir; ayrıca bu
geçerlilik, içinde yaşadığımız bugün de sürmektedir ve kıyamete kadar da
sürecektir. Sözkonusu meydan okuma ve kuşkucuları davalarını kanıtlamaya
çağırma da, Kur'an'ın hakk kitap olduğunun kuşku götürmez diğer bir
delilidir. Kur'an-ı Kerim, insanlar tarafından söylenen her sözden, -açık ve
kesin biçimde- farklı olmuştur. Ayrıca bu farklı olma niteliğini ebediyete
kadar da sürdürecek ve böylece yüce Allah'ın şu buyruğu, bütün zamanlar
boyunca haklı ve doğru olarak kalacaktır:
24- Eğer bunu
yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- yakıtı insanlar ile taşlar olan ve
kâfirler için hazırlanmış olan Cehennem ateşinden korkunuz.
Buradaki meydan okuma dehşetli
olduğu gibi bunun imkânsız olduğunu vurgulama kesinliği daha da dehşetlidir.
Eğer bu kesin ifadeli meydan okuyuşu yalanlamak mümkün olsaydı, gerek o
günün ve gerekse bu günün kuşkucuları bunu gerçekleştirmede bir an bile
tereddüt etmezlerdi. Hiç kuşkusuz Kur'an-ı Kerim'in, onların böyle bir şey
yapamayacaklarını açıkça belirtmesi ve onun bu konudaki öngörüşünün
gerçekleşmiş olması, başlı başına tartışma kabul etmez bir mucizedir. Zira
bu kuşkucuların önünde meydan açıktı. Eğer onlar bu kesin belirlemenin, bu
iddialı öngörünün tersini ortaya koyabilselerdi, Kur'an-ı Kerim, delil olma
özelliğini kaybederdi. Fakat böyle bir şey ne şimdiye kadar olmuş ve ne de
ilerde olacaktır. Kur'an-ı Kerim, bu meydan okuyuşunu her ne kadar belirli
bir insan kuşağı karşısında seslendirdiyse de bu konudaki muhatabı
insanlığın tümüdür. Tek başına bu bile hakla batılı birbirinden ayıran bu
konuda tarihi kesin bir belgedir.
Üstelik çeşitli ifade üsluplarını
ayırdetme becerisine sahip herkes, insanın varlıklar ve nesneler ile ilgili
düşünceleri hakkında uzman olan her insan, insan kaynaklı psikolojik ve
sosyal teorileri, yaşama tarzlarını ve toplumsal sistemleri iyi tanıyan her
araştırmacı, hiçbir kuşkuya kapılmadan kabul eder ki Kur'an-ı Kerim'de geçen
herhangi bir sözle aynı konuda bir insanın söylediği söz ve düşünce
kesinlikle bir olamaz. Bu konuda duyulabilecek olan kuşku, ya ayırdetme
yeteneğinden yoksun bir bilgisizlikten ya da bile bile hakk ile batılı
birbirine karıştıran bir ard niyetten ileri gelebilir.
Bundan dolayı bu meydan okuma
karşısında aciz kaldıkları halde yine de açık gerçeğe inanmaya
yanaşmayanlara aşağıdaki ayet şu korkunç tehdidi yöneltiyor:
"O halde yakıtı insanlar ile taşlar
olan ve kâfirler için hazırlanmış olan Cehennem ateşinden korkunuz"
Acaba bu korkunç, bu dehşet verici
tabloda insanlar ile taşlar hangi gerekçe ile biraraya getirildi? Bu
Cehennem ateşi kâfirler için hazırlanmış. Bu surenin başlangıcında
"Allah'ın, kalbleri ile kulaklarını mühürlediği ve gözlerinde perde
bulunduğu" belirtilen ve Kur'an'a Kerim'in meydan okumasına muhatap olup da
bu meydan okumaya karşılık vermekten aciz kalmalarına rağmen yine de iman
etmemekte direnen kâfirler için. O halde bunlar her ne kadar biçim
bakımından insan gibi görünüyorlarsa da, aslında bir taş türünden başka bir
şey değildirler. Öyleyse taş türünden gerçek taşlar ile insandan taşları
biraraya getirmek son derece normal ve hiçbir sürpriz tarafı olmayan bir
şeydir.
Üstelik bu korkunç tabloda taşların
zikredilmiş olması, insanın zihninde daha başka imajlar da canlandırır;
taşları yakıp kül eden Cehennem ateşi imajı ile Cehennemîde bu tutuşmuş
taşlar arasında eriyen insan yığınlarının imajını.
Bu korkunç tablonun yanı başında
onun tam zıddı olan bir tablo ile, yani müminleri bekleyen mutluluk ve
nimetler tablosu ile karşılaşıyoruz. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
25- İman edip iyi
ameller işleyenleri, ağaçları altından nehirler akan Cennetler ile müjdele.
Onlara rızık olarak her yeni meyve sunuldu unda "Bu daha önce bize sunulan
falanca meyvedir" derler, onlara birbirinden ayırd edemeyecekleri rızıklar
verilir. Hem onlara orada el değmemiş, tertemiz eşler verilecektir. Onlar
orada ebedï olarak kalacaklardır.
Burada değinilen nimet türleri
arasında -el değmemiş eşler yanında- şu birbirinden ayıra edilemeyen,
Cennetliklere daha önce yedikleri türden meyveler olduklarını düşündüren,
yani ya isim ve görünüş bakımından dünya meyvelerine ya da Cennet'te daha
önce kendilerine sunulan başka meyvelere benzedikleri için Cennetliklerin
algılarını yanıltan meyveler dikkati çekmektedir. Sözünü ettiğimiz dış
benzerliğe rağmen içten farklı olma özelliğinin her ikramda Cennetliklere
sürpriz yapma amacına dönük olduğunu düşünebiliriz. Gerçekten Cennetliklere
sürpriz üzerine sürpriz yaşatan, her seferinde dış benzerliğin yeni bir şey
ortaya çıkardığı bu ikram biçimi, gözlerimizin önünde tatlı bir oyun, renkli
bir hoşnutluk ve göz kamaştırıcı bir ağırlanma tablosu çizmektedir.
Burada sözü edilen şekil benzerliği
yanındaki özellik farklılığı, yüce Allah'ın yaratma sanatında açıkça görülen
ve her varlığa görünüşünden daha büyük bir öz, bir içerik sağlayan bir
özelliktir.
Bu büyük gerçeği gözler önüne seren
bir örnek olarak insanı ele alalım. Eğer yaratılış bakımından, biyolojik
yapı açısından düşünürsek insanların hepsi aynıdır. Yani baş, gövde, kol ve
bacaklardan; et, kan, kemik ve sinirlerden oluşmuş; iki gözü, iki kulağı,
ağzı ve dili olan, bütün organları diğer canlılarınki ile benzer hücrelerden
meydana gelmiş bir canlı varlık. Biçim ve ana madde bakımından yapı aynı
yapı ve sentez aynı sentez. Fakat gerek özellik ve eğilimleri, gerekse
karakter yapısı ile yetenekleri bakımından bu insanlar arasında ne kadar
büyük farklar var, değil mi? Öyle ki, bütün ortak yönlere ve görünüş
benzerliklerine rağmen iki insan arasında bazan yer ile gök arasındaki
uzaklıktan bile daha büyük farklar olabilmektedir.
Yüce Allah'ın yaratma sanatının
bütün alanlarında, bu korkunç, bu baş döndürücü farklılığı görebiliriz.
Çeşitli cinsler, çeşitli türler, çeşitli şekiller, çeşitli özellikler,
çeşitli yetenekler ve çeşitli nitelikler. Fakat bütün farklılıklar, benzer
yapılı ve benzer elementlerden oluşmuş "hücre" adını verdiğimiz ortak bir
yapı-taşına indirgeniyor.
Yaratma sanatının ürünleri ve
gücünün alâmetlerini gözler önüne seren tek Allah'a kulluk etmekten
kaçınacak bir insan olabilir mi? Gerek gözün gördüğü ve gerekse göremediği
bütün eserlerinde mucizenin elini açıkça gördüğümüz bu Allah'a başka şeyleri
eş ya da ortak koşacak biri bulunabilir mi?
Yüce Allah daha sonra sözü Kur'an'da
verdiği misallere getirerek şöyle buyuruyor:
26- Allah bir
sivrisineği ve (biyolojik açıdan) onun daha üstünde olan bir canlıyı örnek
olarak göstermekten çekinmez. İman edenler onun Rabbleri tarafından ortaya
konmuş bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise `Allah ne amaçla bu örneği
gösterdi?" derler. Allah bu örnek ile bir çoklarını sapıklığa düşürür ve bir
çoklarını da hidayete erdirir: Onunla sadece fasıkları sapıklığa düşürür.
27- Onlar ki,
Allah'a vermiş oldukları sözü kesin bir ahit haline getirdikten sonra
bozarlar, Allah'ın sürdürülmesini emretmiş olduğu ilişkileri keserler ve
yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. İşte onlar hüsrana uğrayanlardır.
Bilindiği gibi bu surenin daha
önceki ayetlerinde yüce Allah münafıklar için "Ateş yakmak isteyen adam"
"Bulutlu, gök gürültülü bir havada gökten yağan yağmur", "dolu" ve
"Yıldırımlara karşı korkuyla kulaklarını tıkayan bir adam" misallerini
vermişti. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'in daha önce Mekke'de inen ve Medine'de
okunan ayetlerinde de bu tür bazı misaller vardı. Meselâ yüce Allah'ın,
Rabblerini inkâr edenler için verdiği şu misal gibi:
"Allah'tan başkalarının veli
edinenlerin durumu kendine yuva yapan örümceğin durumuna benzer. Oysa eğer
bilseler, evlerin en çürüğü, hiç kuşkusuz, örümcek yuvasıdır." (Ankebut
Suresi, 41)
Bu örneklerin bir diğeri de,
müşriklerin bir sinek bile yaratmaya gücü yetmeyen ilâhları ile ilgilidir.
Yüce Allah buyuruyor ki:
"Ey insanlar size bir örnek verildi,
onu dinleyiniz: Allah'ın dışında yalvardığınız ilâhlar var ya, onların hepsi
bir araya gelseler bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapıp
götürse onu ondan geri alamazlar. Demek ki, isteyen de aciz, kendisinden bir
şey istenen de." (Hacc Suresi, 73)
Bu ayetlerden anlaşıldığına göre
münafıklar -belki yahudîler ile müşrikler de- bu örnekli ayetleri Kur'an'ın
doğruluğu konusunda şüphe uyandırıcı bir koz olarak kullanmak istediler.
onlara göre kendilerini küçültücü ve alaya alıcı anlam taşıyan bu örnekleri
Allah vermiş olamazdı; Sinek ve örümcek gibi küçük varlıkları anmak,
sözkonusu etmek Allah'a yakışmazdı. İşte bu propaganda, tıpkı daha önce
Mekke'de müşriklerin yaptıkları gibi Medine'de yahudiler ile münafıkların
giriştikleri zihinlerde kuşku ve kargaşalık uyandırma kampanyasının bir
parçasını oluşturuyordu.
İşte yukardaki ayetler bu hilekâr
kampanyaya karşı koymak, Allah'ın bu tür örnekleri verişindeki hikmeti
açıklamak, mümin olmayanları bu tür örnekleri yanlış değerlendirmenin
düşüreceği kötü akıbet konusunda uyarmak ve müminlere güven verip imanlarını
arttırmak için geldi:
"Allah bir sivrisineği ve (biyolojik
açıdan) onun daha üstünde olan bir canlıyı örnek olarak göstermekten
çekinmez"
Çünkü Allah, küçüğün de büyüğün de,
sivrisineğin de filin de Rabbidir, yaratıcısıdır. Sivrisinekte saklı olan
mucize ne ise filde saklı olan mucize de odur. Bu da hayat mucizesidir,
Allah'dan başka hiç kimsenin bilmediği gizli sır mucizesidir. Üstelik bu tür
örneklerde önemli olan şey, verilen örneğin hacmi ya da şekli değildir.
Örnekler birer aydınlatma ve anlatılan konuyu gözönüne serme aracıdırlar. Bu
örneklerin ne utanılacak ve ne de sözkonusu etmekten utanç duyulacak bir
tarafı yoktur. Her işinin ardında mutlaka bir hikmet bulunan yüce Allah bu
örnekler aracılığı ile kalpleri deneyden geçirmek, vicdanları imtihan etmek
istemektedir. Ayetlerin devamını okuyalım:
"İman edenler, onun Rabbleri
tarafından ortaya konmuş bir gerçek olduğunu bilirler."
Çünkü onların imanları, Allah'dan
kaynaklanan her şeyi, O'nun ululuğuna ve kendïlerince onaylanmış hikmetine
yaraşır bir yaklaşımla algılamalarını sağlar. Çünkü iman, onların kalplerine
aydınlık, ruhlarına duyarlılık, idraklerine ufuk genişliği bağışlamış, Allah
katından gelen her şeyin ve her sözün taşıdığı ilahî hikmetle ilişki
kurmalarını mümkün kılmıştır. Ayetleri okumaya devam edelim:
"Kâfirler ise "Allah ne amaçla bu
örneği gösterdi?" derler"
Bu soru Allah'ın nuru ve hikmeti ile
arasına perde gerilmiş, Allah'ın değişmez kanunları ve önceden belirlenmiş
kuralları ile hiç ilişkisi olmayan, nasipsiz kimselerin sorabilecekleri bir
sorudur. Ayrıca bu soru, Allah'a saygı gösterme endişesi taşımayan, Allah'ın
tasarrufları karşısında kula yaraşır edeplilik tavrını takınmayı düşünmeyen
küstahların sorabileceği bir sorudur. Ancak böyleleri, ya itiraz ve karşı
çıkma uslûbu ile ya da Allah'ın böyle bir söz söylemiş olduğu konusunda
karşılarındakilerin kalblerinde şüphe uyandırmak amacı ile bu şekilde bir
soru sorabilirler. Bundan dolayı yüce Allah onları, bu tür örneklerin
ardında Allah'ın takdir ve tedbirinin gizli olduğu konusunda uyardıktan
sonra kendilerine tehdit dolu bir cevap veriyor:
"Allah bu örnekle bir çoklarını
sapıklığa düşürür ve bir çoklarını da hidayete erdirir. Onunla sadece
fasıkları sapıklığa düşürür"
Yüce Allah sıkıntıları ve imtihan
konusu olayları kendi doğal akışları içinde serbestçe gelişmeye bırakır. Bu
olaylarla karşılaşan kulların her biri onlar karşısında karakterlerine,
yeteneklerine, seçmiş oldukları yaşama biçimine ve zihniyetlerine göre tepki
gösterirler. İmtihan konusu olay aynı olduğu halde bu olayın vicdanlardaki
etkileri yaşama tarzının ve zihniyetin farklılığı oranında değişik olur.
Meselâ birçok insanın başına sıkıntı
ve darlık gelir. Allah'a, O'nun hikmet ve merhametine güvenen mümin sıkıntı
ve darlık karşısında Allah'a daha çok sığınır, O'na daha çok yalvarır,
O'ndan daha çok korkar. Oysa aynı türden bir olay fasını ve münafığı sarsar,
Allah ile arasındaki uzaklığı daha da arttırır ve onu çılgına çevirir.
Bolluk ve rahatlık da öyle. O da değişik insanların başına gelir. Takva
sahibi bir müminin başına gelince onun uyanıklığını, duyarlılığını ve
şükrünü arttırır. Buna karşılık fasık ve münafığı nimet şımartır, bolluk
mahveder ve imtihan konusu olaylar onları yoldan çıkarır.
İşte yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de
vermiş olduğu örnekler, anlatmış olduğu misaller de böyledir. Allah
tarafından kendilerine gelen olaylara ve mesajlara uygun karşılıklar vermeyi
beceremeyenleri "Onlar aracılığı ile saptırır"ken, Allah'ın hikmetini idrak
edebilenleri "Onlar sayesinde hidayete erdirir". Hiç kuşkusuz bu tür olay ve
örneklër "sadece fasıkların sapıtmasına yol açar." Surenin girişinde nasıl
takva sahiplerinin nitelikleri ayrıntılı biçimde anlatıldı ise, burada da
benzer bir üslupla fasıkların nitelikleri anlatılıyor. Başka bir deyimle
surenin bu kısmının ana konusu, değişik yüzyıllarda yaşamış ve yaşayacak
olan insan tiplerini yansıtan bu farklı zümrelerin ayırıcı özelliklerinin
tanıtımına devam ediyor:
Onlar ki, Allah'a vermiş oldukları
sözü kesin bir ahit haline getirdikten sonra bozarlar, Allah'ın
sürdürülmesini emretmiş olduğu ilişkileri keserler ve yeryüzünde bozgunculuk
çıkarırlar. İşte onlar hüsrana uğrayanlardır"
Acaba ayette sözü edilen kimseler,
Allah'a vermiş oldukları hangi sözü tutmuyorlar? Allah'ın sürdürülmesini
emretmiş olduğu hangi ilişkiyi kesiyorlar? Ve yeryüzünde hangi tür
bozgunculuğu çıkarıyorlar?
Surenin bu bölümünde bu konuda
ayrıntılı açıklama yok. Çünkü burası belirli bir karakteri teşhis etmenin,
belirli insan tiplerini tasvir etmenin yeridir. Yoksa belirli bir olayın
ayrıntılı biçimde anlatıldığı bir yer değildir. Burada genel hatları içeren
bir tablo çizilmek isteniyor. Bundan çıkan sonuca göre, Allah ile bu tipi
oluşturan insan kesimi arasında yapılan bütün antlaşmalar bozuluyor,
Allah'ın sürdürülmesini emretmiş olduğu ilişkilerin tümü kesiliyor ve bunlar
tarafından kargaşalığın her türlüsü çıkarılıyor demektir.
Bu insan tipi ile Allah arasında her
türlü ilişki kesiktir. Onların özünden uzaklaşmış sapık fıtratları hiçbir
taahhüde bağlı kalmaz, hiçbir kulpa yapışmaz ve hiçbir kargaşalıktan
çekinmez. Onlar hayat ağacından kopmuş ham bir meyveye benzerler.
Çürümüşler, bozulmuşlar, kokuşmuşlar ve hayat tarafından dışlanmışlardır.
Bundan dolayı müminlere hidayet sağlayan Kur'an-ı Kerim örnekleri, onların
sapıtmalarına yolaçmakta, takva sahiplerini doğru yolda tutan sebepler
onların iyice yoldan çıkmalarına neden olmaktadır.
Şimdi, Medine döneminde İslâm
mesajının karşısına yahudi, münafık ve müşrik kılıklarında çıkan ve o günden
beri aynı olumsuz rolü oynamaya devam ederek günümüzde -bazı yüzeysel isim
ve ünvan farklılıkları ile birlikte- aynı inatla İslâm mesajı karşısına
dikilme geleneğini sürdüren bu insan tipinin yıkıcı etkilerini yakından
görelim. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Onlar ki, Allah'a vermiş oldukları
sözü kesin bir ahit haline getirdikten sonra bozarlar"
Yüce Allah ile insanlar arasında
akdedilen antlaşma bir çok ilkeler içerir. Bu ilkelerden biri, her canlı
varlığın yapısına yerleştirilen fıtratın yaratıcısını tanıma ve kulluğu O'na
yöneltme taahhüdüdür. Bu Allah'a inanma ihtiyacı fıtrattaki varlığını her
zaman devam ettirir. Fakat kimi zaman sapmaya uğrayan, yolunu şaşıran bu
fıtrat, Allah'a O'nun dışında başka eşler ve ortaklar koşar.
Bu antlaşmanın diğer bir ilkesi,
-ilerde yeri geleceği üzere- yüce Allah'ın bizzat Hz. Adem'den aldığı
yeryüzünde Allah'ın halifesi/temsilcisi olma sözüdür.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Hepiniz Cennet'ten ininiz. Yalnız
tarafımdan size bir yol gösterici geldiğinde o rehberime uyanlara artık
korku yoktur; onlar hiçbir zaman üzülmeyeceklerdir.
Kâfir olup ayetlerimizi
yalanlayanlara gelince onlar orada ebedî kalmak üzere Cehennem'liktirler."
(Bakara Suresi 38-39)
Bu ilkeler; yüce Allah'ın her kavme
göndermiş olduğu peygamberler aracılığı ile tekrarladığı, vurguladığı
ahitlerdir. Bu ahitlerde, söz konusu kavimlerin tek Allah'a kulluk etmeleri,
hayatlarına O'nun önerdiği yaşama tarzını, O'nun şeriatini egemen kılmaları
islenmiştir. İşte fasıkların bozdukları, geçersiz bıraktıkları ahitler
bunlardır. Eğer insan yüce Allah'a vermiş olduğu kesin sözü bozabiliyorsa,
Allah'dan başkaları ile arasında yaptığı antlaşmaları rahatlıkla bozar.
Sebebine gelince; Allah ile arasındaki taahhüdü bozmaya kalkışan kimse artık
hiçbir antlaşmaya, hiçbir verilmiş söze saygı göstermez. Ayetleri incelemeye
devam edelim:
"Allah'ın sürdürülmesini emretmiş
olduğu ilişkileri keserler. "
Yüce Allah bir çok ilişkinin
sürdürülmesini emretmiştir. O bize akrabalık ve soy yakınlığı ilişkisini
gözetip sürdürmemizi, geniş çaplı insanlık ilişkisini gözetip sürdürmemizi
ve bunların hepsinden önce inanç birliği ilişkisini, iman kardeşliği
bağıntısını gözetip sürdürmemizi emretti. O inanç birliği ilişkisi ki, her
ilişkinin temelidir, onsuz hiçbir insanlararası bağıntı biçimi kurulup
geliştirilemez. Yüce Allah tarafından gözetilip sürdürülmesi emredilen
sosyal ilişkiler kesilince, insanları birbirine bağlayan halkalar
parçalanır, dayanışmayı sağlayan bağlar çözülür, toplumlarda kargaşalık baş
gösterir ve anarşi yaygınlaşır. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
"Yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar."
Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak
türlü türlü olur. Bunların hepsi Allah'ın sözünün dışına çıkmaktan, Allah'a
karşı üstlenilen taahhütleri bozmaktan, Allah tarafından sürdürülmesi
emredilen ilişkileri kesmekten kaynaklanır. Yeryüzünde görülen
bozgunculukların başı, insanların hayatına egemen olması ve onları
yönlendirmesi için Allah tarafından belirlenmiş yaşama tarzı dışına
çıkmaktır. Bu nokta, sonu kesinlikle sosyal kargaşaya varan bir
yolayrımıdır. Yüce Allah'ın önerdiği yaşama tarzı, toplumların
uygulamalarından uzak tutuldukça, Allah'ın şeriatı hayatın pratiğine yabancı
kaldıkça, bu dünyanın işlerinin düzene girmesi, hatta onun iki yakasının bir
araya gelmesi mümkün değildir. İnsanlar ile Rabbleri arasındaki ilişkinin
halkası bu şekilde kopunca, bu durum; vicdanları, davranışları, pratik
hayatı, geçim şartlarını, yeryüzünün bütünü ile üzerinde bulunan insanların
ve nesnelerin tamamını kapsayan bir kargaşanın kol gezmesi demektir.
Bu durum, yüce Allah'ın yolundan
ayrılmış olmanın sonucu olarak baş gösteren bir yıkım, bir kötülük ve bir
kargaşadır. Bundan dolayı, Allah'ın mümin kullarını hidayete erdiren
faktörler, bu yıkımın bu yayın kötüye gidişin ve kargaşanın gelişmesine
sebep olanların hak ettikleri sapıklığa sürüklenmelerine sebep olmuştur.
Yüce Allah kâfirliğin ve fasızlığın
yeryüzünde meydana getirdiği bütün olumsuz etkileri anlattıktan sonra,
insanlara dönerek, onların; diriltici, öldürücü, yaratıcı, rızık verici,
plânlayıcı ve her şeyi bilen Allah'ı inkâr etmelerindeki saçmalığı,
garipliği vurguluyor ve bu konuda şöyle buyuruyor:
28- Allah'ı nasıl
inkâr edersiniz ki, sizleri ölü iken o diriltti, sonra sizi öldürüp tekrar
diriltecek, sonra da yine O'na döneceksiniz.
29- O ki, yeryüzünde
bulunan bütün varlıkları sizin için yarattı. Sonra da göklere yönelerek
onları yedi gök olarak düzenledi. O her şeyi bilir.
Bütün bu deliller ve nimetler
karşısında Allah'ı inkâr etmek her türlü gerekçe ve dayanaktan yoksun çirkin
ve iğrenç bir inkârcılıktır.
Kur'an-ı Kerim, burada insanları
mutlaka gözönüne almaları, itiraf etmeleri ve gereklerine teslim olmaları
gereken realiteler ile yüzyüze getiriyor. Onların dikkatlerini, hayatlarının
akışına ve varoluşlarının çeşitli aşamalarına yöneltiyor. Onlar vaktiyle ölü
iken, kendilerini O diriltti. Bir zamanlar onlar ölüm halindeyken O, onları
bu aşamadan "hayat" aşamasına geçirdi. İnsanlar, yaratıcı bir gücün
varlığından başka hiçbir açıklaması olmayan bu, gerçekle karşı karşıya
gelmekten kaçamazlar, onu yok sayamazlar.
Onlar şimdi canlıdırlar. Yapılarında
"hayat" denen bir realite taşıyorlar. Acaba onlarda ki bu "hayat" denen
realiteyi vareden kimdir? Yeryüzündeki cansız varlıklarda bulunmayan bu yeni
görüntüyü hiç yoktan meydana çıkaran kimdir? Hayat, cansız varlıkları
kuşatan ölümden apayrı bir şey, karakteri de onunkinden tamamen farklı..
Peki, bu nereden geldi?..
İnsanlar, akıllarını ve vicdanlarını
kurcalayan bu sorudan kaçmakla, onunla yüzyüze gelmekten sakınmakla hiçbir
şey elde edemezler. Ayrıca bu canlılık realitesinin meydana gelişini,
yaratıklardan farklı yapıda bir yaratıcı güce bağlamaktan başka çıkar yol
yok. Yeryüzünde kendi dışında kalan ölü varlıklardan farklı ve apayrı
gelişmelere ve eylem biçimlerine sebep olan bu hayat realitesi nereden
geldi? Hiç kuşkusuz Allah katından. Bu sorunun en akla yatkın cevabı budur.
Yok, eğer bu cevabı onaylamıyorsa bir kişi, sorunun doğru cevabının ne
olduğunu söylesin o zaman!
İşte burada insanlar, bu gerçekle
karşı karşıya getirilerek şöyle buyuruluyor:
"Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki,
sizleri ölü iken O diriltti.
Yani vaktiyle siz de yeryüzünü
dolduran ve sizin de çevrenizi saran şu cansız varlıklar gibi birer cansız
varlıktınız. Sonra Allah sizde canlılık realitesini varederek sizi diriltti.
Buna göre, hayatları Allah katından olan, canlı oluşlarını kendisine borçlu
olan kimseler Allah'ı nasıl inkar edebilirler? İncelememize devam ediyoruz:
"Sonra sizi öldürüyor"
Herhalde bu hükme hiç kimse itiraz
etmez, ona hiç kimse karşı çıkmaz. Çünkü ölüm, canlıların, yaşayanların her
an karşılaştıkları, yüzyüze geldikleri bir gerçektir. Bu niteliği yüzünden
itiraz ve tartışma götürmez. Yine ayeti okumaya devam edelim:
"Sonra sizi tekrar diriltiyor."
Peygamber efendimizin döneminde
yaşayan bazı nasipsizler bu gerçeğe karşı çıkmışlar, ona itiraz etmişlerdi.
Tıpkı günümüzde bazı gözü perdelilerin, yönünü yüzyıllar öncesinin ilkel
cahiliye dönemine döndürmüş bir kısım gericilerin ona karşı çıktıkları, ona
itiraz ettikleri gibi. Oysa bu kimseler ilk yaratılışlarını iyi
düşünürlerse, bu itirazlarının ve yalanlamalarının hiçbir haklı gerekçeye
dayanmadığını görürler. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
"Sonra da yine O'na döneceksiniz"
Yani nasıl sizi ilk başta O yarattı
ise sonunda yine O'na döneceksiniz, nasıl sizi yeryüzünün dört bir tarafına
dağıttı ise, bu kez biraraya toplanacaksınız nasıl O'nun iradesi ile ölüm
aleminden hayat alemine geçtiniz ise, hakkınızdaki hükmünü yürütmesi ve
sizinle ilgili takdirini gerçekleştirmesi için tekrar O'nun huzuruna
döneceksiniz.
Görüldüğü gibi kısa bir ayetin hacmi
içinde bütün hayat sicili açılıp dürülüyor, insanlığın tablosu yaratıcının
kabzası altında birkaç fırça darbesi ile gözler önüne seriliyor. Yüce Allah,
insanlığı ilk önce ölümün sessizliğinden sıyırıp yeryüzüne salıyor, sonra
onu ölümün eli aracılığı ile yakalıyor, arkasından onu tekrar diriltiyor.
İnsanın ilk yaratılışı nasıl O'ndan kaynaklandı ise Ahirette yine O'nun
huzuruna dönecektir. Bu hızlı gösteri tablosu içinde yüce Allah'ın gücünün
izleri gözler önünde canlandırılmakta, onun derin ve etkili izlenimleri duyu
organlarına yansıtılmaktadır.
Bu tablonun arkasından birincisini
tamamlayan ikinci bir tablo ile yüzyüze geliyoruz. Okuyalım:
"O ki, yeryüzünde bulunan bütün
varlıkları sizin için yarattı. Sonra göklere yönelerek onları yedi gök
olarak düzenledi, O herşeyi bilir"
Gerek tefsir ve gerekse kelâm
(tevhid) bilginleri yeryüzünün ve göklerin yaratılışından çokça söz ederler.
Bunlardan hangisinin önce, hangisinin sonra yaratıldığını, ``istiva" ve
"tesviye" terimlerinin ne anlama geldiğini uzun uzun anlatmaya çalışırlar.
Fakat böyle yaparken "öncelik" ve "sonralık" kavramlarının insana özgü
olduğunu, yüce Allah'a göre bunların bir değer taşımadığını unutuyorlar.
Yine unutuyorlar ki, "istiva" ve "tesviye" kelimeleri sınırsızın imajını
sınırlı insan idrakine yakınlaştırmaya yarayan iki terimden başka birşey
değildirler.
Şunu hemen belirtelim ki, İslâm
bilginlerinin bu tür Kur'an terimleri üzerinde giriştikleri hararetli
tartışmalar, eski Yunan felsefesinin ve yahudi-hristiyan kaynaklı Teoloji
münakaşalarının saf Arap düşüncesine ve duru İslâm mantığına bulaşmış bir
afeti, bir hastalığıdır. Bizim bu gün o eski hastalığın pençesine
yakalanarak İslâm inancının güzelliğini ve Kur'an-ı Kerim'in alımlı
çehresini bozmamız, lekelememiz sözkonusu değildir.
Buna göre, bu terimleri aşarak,
yeryüzünde bulunan bütün varlıkların insan için yaratılmış olmasının
düşündürdüğü gerçeklerden kısaca sözedelim; bu gerçeğin insanın varoluş
amacını, yeryüzündeki rolünün önemini ve Allah'ın terazisindeki ağırlıklı
değerini, bütün bunların ötesinde gerek İslâm düşünce sisteminde ve gerekse
İslâmi toplumsal düzende insanın taşıdığı önemi kanıtlayan karakterini
vurgulayalım:
"O ki, yeryüzünde bulunan bütün
varlıkları sizin için yarattı"
Buradaki "sizin için" deyimi
zihnimizde geniş kapsamlı sezgiler uyandıran derin anlamlı bir deyimdir. Bu
deyim kesin bir biçimde ifade eder ki, yüce Allah şu insanı çok önemli bir
fonksiyonu yerine getirmek için yarattı; onu kendisinin yeryüzündeki
halifesi olsun, yeryüzündeki bütün varlıklara egemen olsun, yeryüzünde
yapıcı bir rol oynasın diye yarattı.
İnsan, bu geniş mülke egemen olan en
üstün varlık ve yaygın alanlı mirasın birinci derecedeki efendisidir. Buna
göre, yeryüzünde cereyan eden olay ve gelişmelerde insanın rolü birinci
derecededir. O, yeryüzünün de, yeryüzündeki kullanılacak teknolojik araç ve
gereçlerin de efendisidir. Günümüzün materyalist dünyasında olduğu gibi O,
bu araç ve gereçlerin kölesi değildir. İnsan, materyalist düşüncenin
basiretsiz taraftarlarınca iddia edildiği gibi, teknolojik araç ve
gereçlerin insan ilişkilerinde ve yaşama şartlarında meydana getirdiği
gelişmelere bağımlı sayılamaz. Sözünü ettiğimiz nasipsiz materyalistler
böyle düşünmekle yeryüzünün onurlu efendisi olan insanın rolünü ve
pozisyonunu küçümseyerek, onu sağır araç ve gereçlerin tutsağı durumuna
indirgemektedirler.
Kısacası, insanın kontrolünde olması
gereken güçlerin sınırlarını aşıp insanın değerinin üstüne çıkması, onu
baskı altına alması ve boyunduruğuna geçirmesi kabul edilemez. İnsanın
değerini küçültmeyi içeren her amaç, sağladığı maddî avantajlar ne olursa
olsun, insanın varoluş gayesi ile çelişen bir amaçtır. İnsanın onurluluğu,
insanın üstünlüğü ilk sıradadır. İnsana bağımlı, insanın serbest iradesine
boyun eğmiş olması gereken maddî değerler daha sonra gelir.
Bu ayette yüce Allah'ın insanlara
bağışladığını bildirdiği ve nankörce karşılanmalarını tuhaf saydığı
nimetler, sadece tümü ile yararlarına sunmuş olduğu yeryüzü nimetleri
değildir. Bunların yanında yüce Allah'ın insanları tüm yeryüzüne efendi
yapmış olması, onlara yeryüzünün içerdiği bütün maddî değerlerin üstünde bir
değer biçmiş olması da diğer bir nimetidir. Bu, insanı yeryüzüne halife
yaparak onurlandırma nimeti, emrine sunulan büyük mülk ve bu mülkten
yararlanma nimetinden daha üstündür. Ayeti okumaya devam edelim:
"Sonra da göklere yönelerek onları
yedi gök olarak düzenledi"
Burada "istiva" kelimesinin ne
anlama geldiğinin tartışmasına girmeyi gereksiz görüyoruz. Yalnız şunu
vurgulayalım ki, bu terim, egemenliği, yaratma ve yoktan varetme iradesini
pratiğe aktarma amacının sembolik bir ifadesidir. Yine bunun gibi, "yedi
gök" deyiminin burada ne anlama geldiği konusuna girmeyi, bu "yedi gök"ün
biçimlerini ve boyutlarını belirlemeye kalkışmayı da gereksiz görüyoruz.
Yalnız şu kadarını söyleyelim ki; ayetin bu kısmının genel anlamı şudur:
Yeryüzünü içindeki tüm varlıklarla birlikte insanın yararına sunan, burada
mutlu bir hayat sürebilmesini mümkün kılacak şekilde gökleri uyumlu bir
yapıya kavuşturan bu kainatın tek yaratıcısı, egemeni ve düzenleyicisi olan
Allah'ı (c.c) inkâr etme tuhaflığını ve cüretini gösteren kâfirlere, bu
davranışlarının saçmalığını anlatmaya vesile olsun diye verilmiş bir
örnektir; yeryüzü ve gökleriyle birlikte tüm kâinatı düzenlemektir "istiva".
O her şeyi bilir"
Yani, Allah her şeyi yarattığı, her
şeyi önceden tasarlayıp plânladığı gibi her şeyi bilir de. Burada yüce
Allah'ın bilgisinin, O'nun önceden tasarlayıcılığı ve plânlayıcılığı
(Müdebbirliği) ile aynı kapsamda olduğu ifade ediliyor. Bu anlayış tek
yaratıcıya inanmanın, kulluğu tek tasarlayıcı ve plânlayıcıya (müdebbir'e)
yöneltmenin, yine tek rızık ve nimet vericinin bağışlarını itiraf etmiş
olmanın ifadesi olarak O'nun eşsizliğini ve ortaksızlığını onaylamış olmanın
ayrılmaz bir gereğidir.
Böylece Bakara suresinin, imanı ve
takva sahibi müminler kafilesini seçme çağrısını ana konu edinen birinci
kısmı burada sona eriyor.
Kur'an-ı Kerim'deki kıssalar,
çeşitli konular ve münasebetler ile ilgili olarak anlatılır. Kıssanın
anlatım yerini, anlatılan bölümünü, anlatım biçimini ve üslubunu bu kıssanın
anlatılmasına gerekçe oluşturan münasebet belirler. Böylece kıssanın
psikolojik, fikrî ve sanatsal atmosferleri arasında uyum sağlanmış olur.
Böyle olunca kıssa, objektif rolünü oynamış, psikolojik amacını
gerçekleştirmiş ve kendisinden beklenen etkiyi meydana getirmiş olur.
Bazıları Kur'an-ı Kerim kıssalarını
anlatımında tekrara, yinelemeye başvurulduğunu sanırlar. Çünkü aynı kıssanın
çeşitli surelerde tekrarlandığı görülebilmektedir. Fakat dikkatli bakışlar,
hiçbir kıssanın ya da hiçbir kıssa bölümünün aynı biçimde, aynı miktarda ve
aynı anlatım tarzı ile tekrarlanmadığını, eğer bir yerde bu kıssaların
herhangi bir bölümü tekrarlanmışsa, bunun mutlaka "tekrarlanma" niteliğini
ortadan kaldıran yeni bir unsur içerdiğini kesinlikle fark etmişlerdir.
Bazıları da bu kıssalarda sırf
anlatım güzelliği sağlamak amacı ile aslı olmayan olaylara yer verme ya da
bu olayların akışını keyfï bir biçimde belirleme, başka bir deyimle edebî
eserlerde rastlanan realiteden bağımsız bir yakıştırmacılık yoluna
başvurulduğunu sanarak yanılgıya düşerler. Oysa Kur'an-ı Kerim'i dikkatle
inceleyen her ön yargısız ve açık basiretli okuyucunun elle dokunur bir
somutlukla yüzyüze geldiği gerçek şudur ki, bu kıssaların her geçişinde ne
kadarının anlatılacağını belirleyen faktör, kıssanın anlatımına sebep olan
konunun özelliğidir. Bu konu özelliği, kıssanın nasıl anlatılacağını,
anlatımın hangi özellikleri içereceğini de belirler.
Kur'an-ı Kerim bir çağrı kitabı, bir
sosyal düzen anayasası, bir hayat kılavuzudur; bir rivayet, bir gönül
okşama, ve bir tarih kitabı değildir. Onun bazı ayetlerinde, asıl olan
çağrı, davet işlevi yerine getirilirken eldeki konunun niteliğine ve akışına
uygun düşecek biçimde ve uzunlukta seçilen kıssa anlatılır. Bu anlatımda
hayalî uydurmacılıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan, anlatım
orjinalliğini, güçlü gerçekçiliği ve üslup güzelliğini esas alan, gerçek bir
sanat güzelliği gözetilir.
Kur'an'da anlatılan peygamber
kıssaları, iman kervanının sürekli, başarılı ve uzun yolculuğunu temsil
eder. Bu kıssalar, ardarda gelen kuşaklar boyunca Allah'a çağrının ve
insanlığın bu çağrıya verdiği karşılığın tarihini yansıtırlar. Yine bu
kıssalar, sözkonusu seçkin ve örnek insanların kalplerinde barındırdıkları
imanın, kendilerini bu şerefli misyonla görevlendiren Rabbleri ile
aralarındaki ilişkinin karakteristik özelliklerine ışık tutarlar. Ayrıca bu
kıssalar, bu onurlu kervanı oluşturan seçkin müminlerin kalplerine sürekli
biçimde moral, aydınlık ve berraklık akıtır, her adımda onlara sahip
oldukları bu aziz unsurun, yani iman unsurunun olağanüstü değerini telkin
ederler. Ve son olarak bu kıssalar, iman düşüncesinin mahiyetini açıklar,
onun diğer yabancı düşüncelerden ayırd edilerek algılanmasını sağlarlar.
Bundan dolayı bu kıssalar, aslında
bir Allah'a çağrı kitabı olan Kur'an-ı Kerim'in önemli bir bölümünü
oluşturmuşlardır.
Şimdi bu açıklamaların ışığı altında
yukarda okuduğumuz ayetlerde anlatılan şekli ile Hz. Adem -selam üzerine
olsun- kıssasını gözden geçirelim:
Yukardaki ayetlerin az öncesinde
hayat kervanına, daha doğrusu tüm varlık kervanına göz atılmakta, arkasından
yüce Allah'ın insanlara sunduğu nimetler hatırlatılırken yeryüzünden,
dünyamızdan sözedilmekte ve yüce Allah'ın burada bulunan her şeyi insanlar
için yarattığı belirtilmekteydi.
İşte bu atmosfer içinde Hz. Adem'in
yüce Allah tarafından bazı taahhütler ve şartlar altında yeryüzü halifeliği
görevine getirilişi ve bu görevin üstesinden gelmesini sağlayacak bilgi
birikimi ile donanması konusuna geçiliyor. Bu kıssa, aynı zamanda yine
Allah'ın bağlayıcı emri (taahhüdü) ile İsrailoğulları'nın (yahudilerin)
yeryüzü halifeliği görevine getirilmelerini ve verdikleri "söz"den dönmeleri
dolayısıyla bu görevin yahudilerden alınarak Allah'la yaptıkları sözleşmeye
bağlı kalan İslâm ümmetine verilişinin anlatılacağı ilerdeki ayetlere
zihinleri hazırlayıcı bir nitelik taşır. Bundan dolayı bu kıssanın,
aralarında yer aldığı konuların atmosferi ile son derece uyumlu olduğu
görülür.
HZ.ADEM KISSASI
Şimdi sizleri, insanlığın ilk
kıssası ve bu kıssanın gerisindeki köklü duygularla bir süre için başbaşa
bırakıyoruz:
Şu anda biz "Mele-i alâ'nın", ruhlar
aleminin yüce alanındayız. Basiretimizin gözlerini yüce doruklardan sızan
parıltılara dikmiş, insanlığın ilk kıssasını dinliyor, bu kıssanın filmini
seyrediyoruz:
30- Hani Rabb'in,
meleklere "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti.
- Melekler "Ya Rabbi sen yeryüzünde
kargaşalık çıkaracak, kantar dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni
överek tesbih ediyor, takdis ediyoruz" dediler. Allah meleklere "Ben sizin
bilmediklerinizi bilirim' dedi.
Demek ki, Allah'ın yüce iradesi şu
yeryüzünün dizginlerini kâinatın bu yeni varlığına teslim etmek, burayı onun
eline vermek istiyor. Yani yüce Allah yaratıp, düzene koyduğu şu yeryüzüne
kendi temsilcisi sıfatıyla gönderdiği insana; buradaki varlıklardan
yararlanma, onların özelliklerini tanıyıp araştırma, onları değiştirme,
gizli olan yönlerini bulup açığa çıkarma, çeşitli yeraltı kaynaklarını bulup
günsüzüne çıkarma ve bütün bunları yaparken de Allah'ın halifeliği gibi son
derece ağır bir görevi yerine getirirken yeryüzünün bütün imkânlarını onun
hizmetine sunma kararındadır.
Yine demek ki yüce Allah kendi
dileğini gerçekleştirme görevi verdiği ve "insan" ünvanına layık gördüğü bu
yeni varlığı, yaşamı boyunca karşı karşıya geleceği yeryüzünün çeşitli güç
kaynaklarına (enerji, hammadde-doğa kanunları vs.) denk gelecek, onlarla baş
edebilecek derecede gizli güçlerle donatmıştır.
Buna göre, yeryüzüne ve evrenin
tümüne hükmeden temel kanunlarla, bu yeni varlığa, onun çeşitli güç
kaynakları ve enerjilerine hükmeden temel kanunlar arasında sıkı bir uyum,
ahenkli bir birlik vardır. Böyle olduğundan dolayıdır ki, bu iki kanun
arasında, herhangi bir çatışma olmamakta ve insan enerjisi şu koca kâinat
kayasına çarpıp paramparça olmaktan kurtulmaktadır.
O halde şu uçsuz-bucaksız
yeryüzündeki varlık düzeni içinde sözünü ettiğimiz insanın mevkii, rolü son
derece önemlidir ve bu onurlu statüyü onun için, kerem sahibi olan
yaratıcısı dilemiş, uygun görmüştür.
Yüce Allah'ın "Ben yeryüzünde bir
halife yaratacağım" ilahî buyruğunu, yeryüzünde halife olarak bulunan
insanoğlunun bugün gerçekleştirdiği büyük işlerin ışığında gören bir göz ve
idrak eden bir kalple değerlendirdiğimiz zaman bütün bunların ilahî iradenin
sadece bir kısmı olduğunu görebiliriz.
30/b- Melekler "Ya Rabbi sen
yeryüzünde kargaşalık çıkaracak, kantar dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa
biz seni överek tesbih ediyor, takdis ediyoruz" dediler.
Meleklerin bu sözleri bize şunları
düşündürüyor. Melekler ya sezgilerine ya yeryüzünde yaşanmış eski
tecrübelere veya basiretlerinin sağladığı ilhama dayanarak "insan" adı
verilen bu yeni varlığın yaratılışı veya yeryüzünde geçireceği hayat
hakkında bazı bilgi kırıntılarına sahiptiler ve bu bilgi kırıntılarına
dayanarak insanoğlunun yeryüzünde kargaşa çıkaracağını ve kan dökeceğini
öngörüyor, ya da bekliyorlardı. Bunun yanında onların, salt iyilikten ve
yaygın barıştan başka hiçbir şey düşünmeyen masum meleklik yapılarının
normal bir gereği olarak, Allah'ı överek tesbih etmeyi; O'nu her türlü
noksanlıklardan tenzih etmeyi varlıkların tek gayesi, yaratılışın biricik
gerekçesi saydıkları ve bu amacı da kendi varlıkları ile gerçekleşmiş
gördükleri anlaşılıyor. Öyle ya onlar, Allah'ı överek-kendisine hamdediyor,
O'nu her türlü noksanlıktan tenzih ediyor, hep O'na ibadet ediyor, bu
ibadetten bir an bile geri durmuyorlardı.
Fakat melekler, yüce Allah'ın
yeryüzündeki bu halifesi eli ile dünyayı inşa ve imar etme, oradaki hayatı
geliştirip çeşitlendirme dileğinin hikmetinden habersizdiler. Bu konuda
hiçbir bilgileri yoktu. Kimi zaman kargaşa çıkaracak ve kimi zaman da kan
dökecek olan insan, görünürdeki bu kısmi kötülüklerin yanında onlardan daha
büyük ve geniş kapsamlı iyilikler yapacaktı. Sürekli gelişme, kesintisiz
ilerleme, yapıcı sonuçlara ulaştıran yıkıcı hareket, ısrarlı girişim,
aralıksız araştırmacılık, bu dünyayı azimle değiştirme ve daha iyi düzeye
çıkarma çabası onun eli ile gerçekleşecek iyiliklerdi.
Bunun üzerine her şeyi bilen ve her
şeyin akıbetinden haberdar olan yüce Allah kararını meleklere bildirdi:
31- Allah, Adem'e
bütün isimleri öğretti. Sonra bütün nesneleri meleklere göstererek, "Haydi,
eğer davanızda haklı iseniz, bunların isimlerini bana söyleyin " dedi.
32- Melekler "Ya
Rabbi, sen yücesin, bizim senin bize öğrettiklerin dışında hiçbir bilgimiz
yoktur, hiç şüphesiz sen herşeyi bilirsin ve her yaptığın yerindedir"
dediler.
33- Allah, Adem'e
"Ey Adem, bunlara o nesnelerin adlarını bildir" dedi. Adem, meleklere bütün
nesnelerin isimlerini bildirince Allah, onlara "Ben size, `göklerin ve yerin
bütün gizliliklerini, ayrıca sizin bütün açığa vurduklarınız ve içinizde
sakladıklarınızı bilirim' dememiş miydim?" dedi.
Şu anda biz basiretimizin gözlerini
yüce doruklardan sızan parıltılara dikmiş, "Mele-i Alâ'da", ruhlar aleminde
meleklerin gördüklerini görüyoruz: Şu anda biz, yüce Allah'ın insan denen bu
varlığa yeryüzü halifeliği görevini teslim ederken kendisine sunduğu sırrın
bir bölümünü görüyoruz. Nesnelere isimler verme yolu ile onları sembolize
etme gücünün sırrını, şahısları ve nesneleri isimlendirme yeteneğinin
sırrını... O isimler ki, dille ifade edilen birtakım kelimeleri şahısların
ve somut nesnelerin sembolleri, simgeleri haline getiriyor.
Bu işlem, insanın yeryüzündeki
hayatı açısından çok önemli bir güçtür. Bu gücün olağanüstü önemini
kavrayabilmek için, insanın nesnelere isim takma yeteneğinden yoksun
bırakıldığını varsayalım: İnsanlar, herhangi bir nesne hakkında aralarında
anlaşma sağlayabilmek için, mutlaka o nesnenin karşılarında bulunması
gerekecek. Bunun sonucunda karşılaşılacak büyük güçlüklerin, anlaşma ve
ortak yaşamı ne kadar zorlaştıracağını düşünmek bile ürküntü veriyor insana.
Mesela, iki insan bir hurma ağacı hakkında konuşmak istediklerinde bu
anlaşmayı sağlamanın tek yolu o hurma ağacını yanlarına getirmek ya da onun
yanına gitmek olurdu. Ya da sözkonusu olan şey bir dağ ise bu konuda
birbiriyle konuşmak isteyenlerin o dağın yanına gitmekten başka çaresi
kalmazdı. Yahut, bir insan hakkında ortak anlayışa varabilmek için o insanı
diyalog yerine getirtmekten başka bir yol kalmazdı onlar için. Bu durum ise
hayatı yaşanmaz kılacak korkunç bir zorluk oluştururdu. Başka bir deyimle
eğer Allah insan denen bu varlığa nesneleri isimlerle sembolize etme
yeteneğini bağışlamamış olsaydı, yeryüzündeki hayat gelişemez, son derece
ilkel düzeyde kalırdı.
Meleklere gelince onların böyle bir
yeteneğe ihtiyaçları yoktu. Çünkü görevleri, böyle bir yeteneği
gerektirmiyordu. Bu yüzden de onlara böyle bir güç verilmemişti.
Yüce Allah bu sırrı Hz. Adem'e
öğrettikten sonra meleklerin karşısına bir takım nesneleri getirince onlar
bu nesnelerin isimlerini bilemediler. Nesnelere ve şahıslara sözlü semboller
takma işlemini nasıl yapacaklarını öğrenmemişlerdi çünkü. Bu yetersizlikleri
ortaya çıkınca yüce Allah'ı her türlü noksanlıktan tenzih ederek ve yalnız
Allah'ın bildirdiğinden ibaret olan bilgilerinin sınırlı olduğunu ikrar
ederek acizliklerini açıkça itiraf ettiler. Oysa Hz. Adem önüne gelen
nesnelerin isimlerini söyleyebildi. Bunun hemen arkasından melekleri, yüce
Allah'ın her şeyi iyi bildiğini ve her yaptığının yerinde olduğunu iyice
kavramaya çağıran şu ilâhî cevapla karşılaşıyoruz:
"Allah meleklere "Ben size dememiş
miydim ki, ben göklerin ve yerin bütün gizliliklerini, ayrıca sizin bütün
açığa vurduklarınız ile içinizde sakladıklarınızı bilirim" dedi."
34/a- Hani biz meleklere `Adem'e
secde ediniz " dedik de hemen secde ettiler.
Yalnız iblis kaçındı, kendini büyük
gördü ve kâfirlerden oldu.
Yeryüzünde kargaşa çıkaracak ve kan
dökecek olan, bununla birlikte kendisine, onu meleklerden daha üst düzeye
çıkarıcı sırlar sunulan bu yeni varlık için, bu lütuf son derece
onurlandırıcı bir durum. Ona bilgi sırrı yanında, gideceği yolu kendi
isteğiyle seçmesini mümkün kılan bağımsız irade sırrı da verildi. Ayrıca o,
karşısına çıkacak yol ayrımlarında iradesini bu yollardan biri üzerine
yoğunlaştırmasına imkân veren çift yönlü, esnek bir karaktere sahip olduğu
gibi şahsî çabası ile Allah'ı bulabilecek, Allah'ın varlığını kavrayabilecek
yetenek de verilmiştir kendisine. Bütün bunlar insanı onurlu kılan sırlardan
sadece bir kısmıdır.
Melekler, Allah'ın yüce emrine
uyarak Hz. Adem'e secde ettiler. Ama:
34/b- Yalnız iblis kaçındı, kendini
büyük gördü ve kâfirlerden oldu.
Burada kötü tiynetin ne olduğu somut
biçimde ortaya çıkıyor: Yüce Allah'ın emrine karşı gelmek... Üstün olanın
üstünlüğünü onaylamaya yanaşmamak... Günahı üstünlük taslama aracı haline
getirmek ve bile bile gerçeğe gözünü kapamak...
Bu ayetten anladığımıza göre İblis,
bir melek değildi, sadece onlarla birlikte yaşıyordu. Eğer meleklerden biri
olsaydı, yüce Allah'ın bu emrine karşı gelmezdi. Çünkü başta gelen
özellikleri, onların "Allah tarafından kendilerine verilen emirlere karşı
gelmemeleri, verilen emirleri yapmaları"dır.(Tahrim Suresi, 6)
Ayetteki "istisna" ifadesi, İblis'in
meleklerden olmasını kanıtlamaz. Onun onlarla birarada yaşaması bu istisnayı
mümkün kılar. Meselâ "Falancaoğulları geldi, Ahmed hariç" cümlesinde
Ahmed'in sözkonusu "Falancaoğulları"ndan değil de onların sadece bir yakını
olmasının mümkün oluşu gibi. Kur'an'ın belirttiğine göre İblis,
Cinn'lerdendir. Allah cinleri "Koyu ateşin dumanından yaratmıştır.(Rahman
Suresi, 15)·Bu açıklama, şeytan'ın meleklerden olmadığının kesin bir
delilidir.
İşte şimdi gözlerimizin önünde hiç
bitmeyecek bir savaş alanı beliriyor. İblis tarafından temsil etilen kötülük
tiyneti ile Allah'ın yeryüzündeki halifesi arasındaki savaş... Alanı insan
vicdanı olan sürekli bir savaş. İnsanın iradesine sarılması, Rabbine vermiş
olduğu söze bağlı kalması oranında iyiliğin galip geleceği, buna karşılık
ihtiraslarına boyun eğerek Rabbinden uzak düşmesi oranında kötülüğün
üstünlük kazanacağı savaş. Ayetleri okumaya devam ediyoruz:
35- Dedik ki; "Ey
Adem, sen ve eşin Cennet e yerleşiniz, oranın yiyeceklerinden istediğinizi
bolbol yiyiniz, fakat şu ağaca yanaşmayınız, yoksa zalimlerden olursunuz. "
Onlara bütün Cennet nimetleri
serbest bırakıldı; yalnız bir ağaç hariç. Tek bir ağaç. Bu ağaç belki de
insanın yeryüzündeki hayatında mutlaka yer alacak olan "yasak" kavramını
sembolize eder. Çünkü yasak kavramı olmaksızın irade ortaya çıkmaz; irade
sahibi insanla, güdülen hayvan birbirinden ayırd edilemez. İnsanın ahdine
bağlı kalıp kalmadığı, kendisine koşulan şartlara uyup uymadığı deneyden
geçirilemez. Demek ki, irade, yolayrımı noktasıdır ve iradesiz bir
teslimiyetle verilen emirlere uyanlar, dışardan insan kılığında görünseler
de aslında hayvanlar aleminin birer parçasıdırlar.
36/a- Fakat Şeytan
onların ayaklarını oradan kaydırarak, kendilerini içinde bulundukları nimet
yurdundan çıkardı. Biz de dedik ki; "Birbirinize düşman olarak oradan aşağı
inin. Yeryüzü belirli bir süreye kadar size barınak ve geçim yeri
olacaktır."
Buradaki "ayaklarını kaydırdı"
deyimi dile getirdiği eylemi gözlerimizin önünde tablolaştıran ne kadar
canlı bir ifade! İnsan bu ifadeyi okurken, Hz. Adem ile eşinin Cennet'ten
Şeytan tarafından sürüklenerek çıkarıldığını, ayaklarının itilerek boşluğa
düşürüldüklerini görür gibi oluyor.
İşte o anda imtihan sonuçlandı; Hz.
Adem verdiği sözü unutarak uğradığı kışkırtma karşısında zayıf düştü.
Böylece de yüce Allah'ın sözü gerçekleşmiş ve takdiri meydana çıkmış oldu.
36/b- Biz de dedik
ki; "Birbirinize düşman olarak oradan aşağı inin. Yeryüzü belirli bir süreye
kadar size barınak ve geçim yeri olacaktır."
Yüce Allah'ın bu buyruğu,
belirlenmiş bir alan içerisinde Şeytan ile insan arasında kıyamete kadar
sürecek olan savaşın başlangıcını ilan etmektedir. Hz. Adem ruhuna
yerleştirilen fıtrat sayesinde hatasını anladı ve yuvarlandığı yerden
doğruldu. Her başvurma ve sığınma anında sürekli olarak imdadına yetişecek
olan Allah'ın rahmeti' kendisine yetişerek elinden tuttu.
37- Derken Adem,
Rabbinden bir takım kelimeler belleyerek aldı da Rabbi onu affetti. Hiç
şüphesiz O, tevbelerin kabul edicisidir ve merhametlidir.
Ardından, yüce Allah'ın Hz. Adem ve
onun soyundan gelenlerle yaptığı sözleşme, insanın yeryüzünde Allah'ın
temsilcisi olacağına ve bunu kıyamete kadar bozmayacağına dair yapılan
sözleşmeye geliyor sıra.
38- Dedik ki;
"Hepiniz oradan aşağı inin. Tarafımdan size bir yol gösterici geldiğinde kim
benim hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur ve onlar artık hiç
üzülmezler."
39- Kâfir olup
ayetlerimizi yalanlayanlar ise orada ebedi olarak kalıcı olmak üzere
Cehennem'liktirler.
Böylece bu köklü ve sürekli savaş,
kendi alanına intikal etti ve ok yaydan çıktı. Artık bir an bile ne duracak
ve ne de yavaşlayacak bir savaş... Ayrıca insanoğlu, soyunun başlangıç
sabahının bu alaca karanlığında, eğer bu savaşı kazanmak istiyorsa nasıl
kazanacağını ve eğer yenik düşmeyi seçerse nasıl yenik düşeceğini de
öğrenmiş oldu.
Şimdi bu kıssanın, yani insanlığın
ilk kıssasının tekrar baş tarafına dönmemiz gerekiyor.
Yüce Allah meleklere "Ben yeryüzünde bir
halife yaratacağım" dediğine göre demek ki, Hz. Adem daha ilk andan itibaren
bu yeryüzü için; burada yaşamak üzere yaratılmıştı. O halde sözkonusu yasak
ağaç nerede idi? Hz. Adem'in bu imtihan edilme olayı nerede meydana geldi?
Hz. Adem zaten ilk andan itibaren bu yeryüzünde yaşamak
üzere yaratıldığına göre buraya
nereden indirildi?
Anladığım kadarıyla bu tecrübe,
sözkonusu yeryüzü halifesi için bir eğitim ve hazırlık yapısında saklı duran
potansiyel güçler için bir uyarma metodudur. Yine bu, kışkırtmalara kapılma,
bunların akıbetini tatma, sonra pişmanlık duyma, düşmanı tanıma ve
arkasından güvenli bir limana sığınma talimidir.
Yasak ağaç kıssası, Şeytan'ın
körüklediği bundan tatma vesvesesi, verilmiş sözü unutarak günah işlemek,
geçici bir sarhoşluktan sonra ayılarak pişman olmak ve Allah'dan af
dilemek... Bütün bunlar insanoğlunun sık sık tekrarlanacak sürekli deney ve
imtihan zincirinin halkalarıdır.
Yüce Allah'ın. rahmeti bu yeni
varlığın, ilerde sık sık karşılaşacağı benzer olaylar karşısında böyle bir
tecrübe ile donanmış, içine atılacağı yorucu savaşa hazırlanmış, bu savaşın
karakteri ve akıbeti hakkında uygulamalı bir şekilde ders almış ve uyarılmış
olarak halifelik misyonunun karargâhına, görev yerine inmesini gerekli
görmüştür.
Şimdi tekrar geriye dönelim. Bu olay
nerede olmuştu? Hz. Adem ile eşinin bir süre yaşadıkları Cennet neresi idi?
Melekler kimlerdi? İblis kimdi? Yüce Allah onlar ile nasıl konuştu? Onlar
Allah'a nasıl cevap verdiler?
Bu ve bunun gibi daha başka Kur'an
ayetlerinde, insanların merak ettiği, ancak bilip-bilmemelerinin kendilerine
hiçbir fayda sağlamayacağı ve bilmelerinin de imkansız olduğu sırları (gayb)
Allah kendi katında tutmakta, insanların da bu tür sorularla uğraşmasını
istememektedir. Bu yüzden Allah yeryüzünde çeşitli bilgiler ve bilgi edinme
yetenekleri ile donattığı insanı, gizli sırları (gayb) öğrenebileceği
yeteneklerden mahrum bırakmış ona bu gücü vermemiştir. Yüce Allah,
bilmesinde kendisi için faydalar olan tabiat kanunlarının içyüzünü insanın
bilgisine açarken, kendisine yararı olmayan gayb sırlarının bilgisini de ona
kapalı tuttu. Meselâ insan, evrenin sırları ile ilgili olarak önüne açılan
azımsanmayacak orandaki bilgi birikimine rağmen yaşadığı anın ötesinden halâ
kesinlikle habersizdir. Başka bir deyimle eli altındaki bilgi edinme
araçlarının hiçbiri ile bir saniye sonra başına neler geleceğini
bilememektedir. Acaba şu anda ciğerlerinden dışarıya verdiği nefes tekrar
geri dönecek mi, yoksa onun son nefesi mi olacak? İşte bu, bilgisi insana
kapalı tutulan gaybi olayların bir örneğidir. Çünkü bu mesele hakkında
bilgilenmek halifeliğin gerekleri arasında değildir. Tersine bu sorunun
cevabının bilinebilmesi insanın yolu üzerinde bir engel oluşturabilirdi.
Bilgisi insana kapalı tutulan ve gayb aleminin karanlık dehlizlerinde saklı
kalan bunun gibi daha nice sırlar var ki, bunları yüce Allah'tan başka hiç
kimse bilemez. Bundan dolayı insan aklının bu tür meselelere dalması doğru
değildir. Çünkü
insan, bu tür meselelerin özüne
vakıf olacak bir bilgi edinme aracına sahip değildir. Bu uğurda harcanacak
bütün çabalar boş, anlamsız, verimsiz ve yararsız kalmaya mahkûmdur.
Ayrıca sözkonusu gayb aleminin
bilgisi insan aklına kapalı tutulduğuna göre bu düğümü çözmenin yolu
bilgiçlik taslayarak gayb alemini inkâr etmek değildir. Çünkü bir şeyi inkâr
etmek için de o şeyi bilmek gerekir. Oysa bu alanın bilgisi, aklın temel
yapısı ile bağdaşmaz, onun bilgi edinme araçlarının kapasitesi dışında
kalır. Üstelik bu bilgi türü, insanın sözünü ettiğimiz görevini yerine
getirmesi için vazgeçilmez bir ihtiyaç da değildir.
Gerçi saplantılara ve hurafelere
teslim olmak son derece zararlı ve tehlikelidir, ama bundan daha zararlı ve
tehlikeli olanı, sırf onu kavra yamıyoruz diye "bilinmeyen"i inkâr etmek,
yok saymak, gayb aleminin varlığını reddetmektir. Böyle bir tutum, sırf duyu
organlarının somut algıları içinde yaşayan, bu algıların surlarını aşarak
varlığın engin genişliğine açılamayan hayvanlık alemine geri dönmek olur.
O halde bu ayetlerde karşımıza çıkan
bilinmezleri sahibine bırakalım. Burada bize, dünyadaki hayatımızı,
vicdanımızı ve geçimimizi geliştirecek, iyiye götürecek oranda bilgi
verilmiştir; bu kadarı bizim için yeterlidir. Biz bu kıssanın işaret ettiği
evren ve insanla ilgili gerçekleri, varlık bütünü ve ilişkileri ile ilgili
bakış açısını, insanın yapısı, değeri ve ölçüleri ile ilgili telkinleri
algılamaya bakalım. İnsanlık için en yararlı ve doğruya ulaştıran tek yol
budur
O halde şimdi bu telkinleri, bakış
açılarını ve gerçekleri elimizdeki bu tefsir kitabının hacmine uygun düşecek
bir şekilde kısaca özetlemeye çalışalım: Hz. Adem kıssasının en bariz
telkini -Burada da belirttiğimiz gibi- İslâm
düşünce sisteminin insana, insanın
dünya üzerindeki rolüne, onun varlık düzeni içindeki yerine, ona kıymet
biçen değer ölçülerine verdiği olağanüstü önemdir. Bu kıssa, ayrıca insanın
Allah ile yaptığı sözleşme (ahid) gerçeğini, halifelik görevine dayanak
oluşturan bu ahdin mahiyetini de vurgulamakta, zihinlere işlemek
istemektedir.
İslâm düşünce sisteminin insana
vermiş olduğu bu olağanüstü değer, yüce Allah'ın "Mele-i Alâ'da" (yüce
ruhlar aleminde) onun yeryüzünde halife olsun diye yaratıldığını ilân eden,
ulvî açıklamasında bariz biçimde ortaya çıkar. Ayrıca meleklere, Hz. Adem'e
secde etmeleri için emredilmesi, kendini üstün görerek bu emre uymaktan
kaçınan İblis'in kovulması, ve baştan sona kadar Allah'ın insanı koruması
altında bulundurması, bu olağanüstü değer verişin diğer belirgin delilidir.
İnsana dönük bu bakış açısından çok
önemli bir takım teorik ve pratik sonuçlara ulaşılır.
Bu sonuçların birincisi şudur:
İnsan, yeryüzünün efendisidir. Yukardaki ayetlerin birinde vurgulandığı
gibi, dünyadaki herşey insan için yaratıldı. İnsan dünyadaki bütün maddî
varlıklardan ve maddî değerlerden daha üstün, daha onurlu ve daha pahalıdır.
Buna göre; hiçbir maddî varlığı, hiçbir maddî değeri el üstünde tutmak
uğruna insanı köleleştirmek ya da küçük düşürmek caiz değildir; hiçbir maddî
kazanç elde etmek uğruna; hiçbir maddî üretim endişesi ile; hiçbir maddî
unsuru çoğaltmak gayesi ile insan onurunu perçinleyen ilkelerden herhangi
birini çiğnemek caiz değildir. Bütün bu madde kaynaklı nesneler, ürünler ve
değerler insan için, insanın insanlığına gerçeklik kazandırmak için, insan
olarak varoluşunu perçinlemek için yaratılmış veya üretilmiştir. Buna göre,
bunların pahası, bedeli, insanın insanî değerlerinden birini ortadan
kaldırmak ya da onun onurluluğunu sağlayan dayanaklardan birini eksik
bırakmak değildir.
Bu önemli sonuçların ikincisini de
şöyle özetleyebiliriz: İnsan, yeryüzünde birinci derecede rol ve misyon
sahibidir. Yeryüzündeki hayat biçimlerini değiştirip başkalaştıran,
toplumların gelişme doğrultuları ve aşamalarına yön veren insandır. Yoksa,
insanın rolünü küçümseyip önemsizleştirdikleri oranda teknolojik araç ve
gereçlerin rolünü büyütüp göklere çıkaran maddeci düşünce akımlarının ileri
sürdüğü gibi, ne üretim ve ne de dağıtım araçları, insanı iradesiz ve
bağımlı bir tutsak gibi peşlerinden sürükleyemez.
Kur'an-ı Kerim'in bakış açısına göre
insan; yeryüzü halifesi olması sıfatı ile evrenin düzeni içinde amaç
konumuna sahip önemli ve belirleyici bir faktördür. İnsanın yeryüzü
halifeliği göklerle, rüzgârlarla, yağmurlarla, güneşlerle ve yıldızlarla
arasında bulunan değişik ilişkilere dayanır. Bütün bu saydıklarımızın gerek
tasarımlarında gerekse geometrik biçim ve eylemlerinde, yeryüzünde hayatın
varolabilmesi, şu insanoğlunun halifelik görevini yerine getirebilmesi amacı
gözetilmiştir. Şimdi düşünelim; İnsanı amaç konumuna yükselten bu yüce mevki
nerede, maddeci düşünce akımlarının onun için belirledikleri ve asla
aşılmasına izin vermek istemedikleri basit ve küçük düşürücü rol nerede?
İkisi arasında dağlar kadar fark var.
Kuşku yok ki İslâm'ın dünya görüşü
doğrultusunda kurulacak bir toplumsal düzendeki insanın konumuyla maddeci
dünya görüşlerinin hâkim olduğu bir düzende yaşayan insanın konumu farklı
olacaktır. Bu iki ayrı düzende insan hakları anlayışı farklı olacak, insan
onuruna verilen değer bir olmayacaktır. Günümüzün maddeci dünyasında
gördüğümüz insan özgürlüklerinin, dokunulmazlıklarının ve temel haklarının
daha çok, maddî üretim uğruna çiğnenmesi eğilimi, bu ideolojinin insana ve
insanın yeryüzündeki rolüne bakış açısının doğal bir sonucundan başka bir
şey değildir.
Bütün bunların yanında İslâm'ın
insanla ve insanın yeryüzündeki fonksiyonu ile ilgili yüce bakış açısı
sayesinde, ahlâklı, inançlı, erdemli, yapıcı ve inançlarına samimi bir
şekilde bağlı olan insanlar bu düzende saygın bir yer kazanır,
aşağılanmazlar. Çünkü insanın yeryüzü halifeliği ile ilgili ahit, bu temel
değerlere dayanır. Nitekim yüce Allah incelemekte olduğumuz ayetlerin
birinde şöyle buyuruyor:
"Tarafımızdan size bir yol gösterici
geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur ve onlar
artık hiç üzülmeyeceklerdir."
Çünkü bu manevi değerler bütün maddî
değerlerden daha üstün ve daha saygındır. Gerçi sözkonusu maddî değerleri
pratik hayatta gerçekleştirmek de bu halifelik kavramının ayrılmaz bir
parçasıdır, ama bunları gerçekleştirme özlemi temel amaç haline gelmemeli ve
o yüce değerlerin alanını ve önemini daraltmamalıdır. Bu bakış açısı dünya
hayatında insan kalbini temizliğe, yüceliğe ve arılığa yöneltmeye ağırlık
verir. Oysa maddeci ideolojiler, daha fazla üretim, kaliteli eşya ve
hayvanca midelerini doyurma endişeleri uğruna bütün manevî değerleri alaya
alırlar ve bütün ahlâkî değerleri çiğnerler.
Ayrıca İslâm düşüncesi insan
iradesine de saygın bir yer verir. Sebebi ise gerek insan ile Allah
arasındaki ahdin, gerekse yükümlülüğün ve cezanın dayanağı insan iradesidir.
İnsan iradesine hakim olmak, ihtiraslarına boyun eğmemek ve karşılaştığı
kışkırtmalara kapılmamak suretiyle yüce Allah ile arasındaki ahde bağlı
kalarak meleklerin düzeyine yükselebilir. Buna karşılık, ihtiraslarını
iradesinden ve karşılaştığı olumsuz kışkırtmaları hidayet ışığından üstün
tutarak, kendisini Allah'a bağlayan ahitnameyi unutma sonucu sahip olduğu
yüceliklerden aşağı yuvarlanarak özünü bahtsızlığa mahkûm etmek de
elindedir. İslâm'ın bu irade anlayışı Allah'ın insana bağışladığı bir çok
ikramına ek olarak sunduğu bir başka ikramın da göstergesidir. Ayrıca bu
görüş açısı mutlulukla bedbahtlığın, saygınlıkla alçaklığın, irade sahibi
insanla güdülen hayvanın arasındaki yol ayrımını sürekli biçimde hatırlatıcı
bir nitelik taşır.
Hz. Adem kıssasında Şeytan ile insan
arasındaki savaş (düşmanlık) anlatılırken, geçen bazı olayların yorumu bize
bu savaşın mahiyeti hakkında uyarıcı fikirler veriyor. Çünkü bu savaş
Allah'a verilen sözle Şeytan'ın kışkırtmaları, iman ile küfür, hakk ile
batıl, hidayetle sapıklık arasında süren kesintisiz savaştır. Bu savaşın
alanı, insanın kendisi olduğu gibi kazanacak ya da kaybedecek olan da yine
kendisidir. Bu yüzden insan sürekli bir biçimde uyanık olmak zorundadır;
tıpkı bir savaş alanındaki asker gibi. Zira bu savaşta ya galip gelip
ganimet kazanacak ya da yenilip her şeyini kaybedecek. Kur'an'ın insandan
istediği de zaten şeytanla yaptığı savaşta uyanık olmasından başka bir şey
değil.
Son olarak İslâm'ın günah ve tevbe
ile ilgili görüşü gündeme gelir. Bu görüşe göre günah da tevbe de ferdidir.
Bu düşünce son derece yalın ve açıktır. Hiçbir karmaşık ve belirsiz yanı
yoktur. Hıristiyan kilisesinin ileri sürdüğü gibi ortada ne insanın alnına
doğumundan önce yazılmış bir günah ve ne de ilâhî bir kefaret (bu günahdan
arındırma) işlemi vardır. Bilindiği gibi Hıristiyan kilisesinin görüşüne
göre Hz. İsa -Onlara göre haşa Allah'ın oğlu!- insanlığı, ataları Hz.
Adem'in işlemiş olduğu günahın lekesinden arındırmak için kendini çarmıha
gererek feda etmişti. Asla böyle birşey yoktur! Hz. Adem'in günahı şahsî bir
günah olduğu gibi ondan kurtuluşu da dolaysız, sade ve basit bir tevbe ile
gerçekleşmiştir. Burada rahatlatıcı ve belirgin bir görüşle karşı karşıya
kalıyoruz. Herkesin işlediği günahın sorumluluğu kendisine, buna karşın
ümitsizliğe kapılmadan sabırla didinip çalışanın kazancıda kendisine aittir.
Nitekim Allah şöyle buyuruyor:
"Hiç şüphesiz Allah tevbelerin kabul
edicisidir ve merhametlidir" (Hucurat suresi, 12)
Bu söylediklerimiz, Hz. Adem
kıssasının bize telkin ettiği düşüncelerin başlıcalarıdır. Bu kitapta bu
kadarı ile yetiniyoruz. Sırf bu telkinler bize sosyal bir düzenin ihtiyaç
duyduğu doğru düşünce, olgun sezgi gücü, ahlâk, iyilik ve fazilet gibi
değerleri hakim kılar toplumda.
İslâm düşüncesinin temel ilkelerini
zihinlere yerleştirirken ve bu düşüncenin değer yargılarını açıklarken
Kur'ana Kerim'de örnek olarak sunulan tarihi olayların ne kadar büyük öneme
sahip olduğu yukardaki anlatılanlardan rahatlıkla anlaşılabilir. Bu değer
yargıları yüce Allah'tan kaynaklanan, yönleri yüce Allah'a dönük bulunan ve
en sonunda O'na varmayı amaç edinen bir aleme yakışan değer yargılarıdır. Bu
alemde yeryüzü halifeliği, yüce Allah'ı hidayet kaynağı bilmeye, O'nun
önerdiği hayat tarzına bağlı kalmaya dayanır. Bu alemde karşımıza çıkan
yolayırımı, insanın ya Allah'tan gelen direktifleri dinleyip onlara itaat
etmesi veya Şeytan'ın kışkırtmalarına kulak verip onlara kapılmasıdır;
ortada bir üçüncü yol yoktur. Ya Allah ya Şeytan.. Ya hidayet ya sapıklık...
Ya hakk ya batıl... Ya kurtuluş ve başarı ya da hüsran ve bedbahtlık.
Aslında Kur'an-ı Kerim'in tüm ayetleri ile bize anlatmak istediği gerçek
budur. Çünkü bu gerçek insanla ilgili diğer bütün düşünce ve gelişmelerin
temel dayanağını oluşturur.
TARİH BOYUNCA
İSRAİLOĞULLARI
Surenin bundan sonraki ayetleri,
Medine İslâm devletine karşı olumsuz bir tavır sergileyen, hem gizli ve hem
de açık biçimde ona karşı direnen ve sürekli biçimde komplo düzenleyen
yahudilere dönüyor. O yahudiler ki, İslâm'ın Medine'de güçlenmekte olduğunu,
o güne kadar tekellerinde tuttukları kültürel ve ekonomik sahada etkinliğini
arttırmaya ve kendi liderliklerine son verme hazırlığında olduğunu
anladıkları anda sinsi yıkıcılıklarına başlamış ve bir an bile boş
durmamışlardı. Kendilerine dönük bu tehlikeyi Evs ve Hazreç kabilelerini
birleştirdiği, yahudilerin sızmalarına zemin hazırlayan çatlakları ördüğü ve
bu kabilelerin halkına yeni kitabın, Kur'an'ın ilkelerine dayalı bağımsız
bir hayat tarzı sunduğu andan itibaren iyice hissetmişlerdi.
Yahudilerin, İslâm'a ve müslümanlara
karşı o tarihte başlatmış oldukları amansız savaş, aynı araçları ve aynı
üslubu kullanarak ve hızından hiçbir şey kaybetmeksizin günümüze kadar
sürmüş ve halen de sürmektedir. Bu savaşın sadece biçimi değişmiş, o kadar
yüzyıl geçmesine rağmen karakterinden hiçbir şey yitirmemiştir. Bilindiği
gibi, dünya yahudileri asırlarca diğer milletler tarafından horlanıp, bir
yerden diğerine sürülüp kovuluyorlar; sığınacak hiçbir yer, hiçbir sıcak
yuva bulamıyorlardı. İşte bu sıcak yuvayı kendilerine yine her türlü dini
baskıyı reddeden İslâm alemi sunmuştu. Zira İslâm, müslümanlara tuzak
kurmayarak, İslâm'ın aleyhine çalışmamak ve huzursuzluk çıkarmamak şartıyla
kendi ülkesine sığınan herkese kapılarını açar. Fakat Yahudiler İslâm'ın
kendilerine dönük bu soylu tutumuna rağmen, tarihin her dönemine yayılan bu
amansız düşmanlıklarına hiçbir zaman son vermemişlerdir.
Oysa Medine'de` bu yeni dine ve onun
peygamberine ilk inananların yahudiler olması beklenirdi. Çünkü bu yeni
dinin kitabı olan Kur'an-ı Kerim, Tevrat'ı genel anlamda onaylıyordu. Ayrıca
onlar bu yeni Peygamberi yıllardır bekliyorlardı. Kitaplarının ileriye dönük
açıklamalarında O'nun özellikleri anlatılıyordu. Hatta bu yeni peygamberin
liderliği altında müşrik Arapları egemenlikleri altına almayı
planlıyorlardı.
Az sonra okuyacağımız ayetler,
Kur'an-ı Kerim'de İsrailoğulları ile çıkılan geniş çaplı tarih yolculuğunun
ilk bölümünü oluşturur. Hatta bu ayetlerde dile gelen onlara dönük yoğun
kampanya, bütün çağrı metodları ve tanıtma yolları kullanılarak İslâm'a
ısınmaları, bu yeni dinin bağlılarınca oluşturulan iman kervanına
katılmaları sağlanmaya çalışıldığı halde bu konuda hiçbir olumlu sonuç elde
edilemedikten sonra, onların bu olumsuz tavrını açıklama ve oyunlarını bozma
amacı taşımaktadır.
Yukarda okuduğumuz ayetler, Cenab-ı
Allah'ın İsrailoğulları'na yönelik yüce seslenişi ile başlar. Bu çağrının
devamında yüce Allah onlara vermiş olduğu nimetleri hatırlatıyor. Allah'ın
kendilerine dönük kesin vaadlerinin gerçekleşebilmesi için onları Allah'a
vermiş oldukları sözleri tutmaya, O'ndan korkup sakınmaya çağırıyor. Böylece
yüce Allah, kendilerini, ellerindeki Tevrat'ı onaylayan Kur'an'a inanmaya
çağırmaya uygun zemin hazırlıyor; bu kitaba karşı olumsuz bir tavır
takınarak onu inkâr edenlerin önünde yeralmalarını kınıyor. Ayrıca batıl ile
örterek hakkı gözlerden sakladıkları, böylece başta müslümanlar olmak üzere
çevrelerindeki bütün insanları yanıltarak, müslümanlar arasında fitne ve
kargaşa, yeni müslüman olmak isteyenlerin kalplerine de kuşku saldıkları
için kendilerini kınıyor.
Yine yüce Allah namazı kılarak,
zekâtı vererek ve rukûa varanlarla birlikte rukûa vararak onlara müminlerin
saflarına katılmayı emrediyor. Sabır ve namaz aracılığı ile nefislerini dize
getirerek, onu, yeni dini benimsemeye zorlamalarını istiyor. Kendileri
müslüman olmayı reddettikleri halde müşrikleri imana çağırmalarının
sergilediği samimiyetsizliği kınıyor.
Daha sonra uzun tarihleri boyunca
kendilerine bağışlamış olduğu nimetleri hatırlatmaya geçiyor. Bunu yaparken
onlara, sözkonusu nimetlere muhatap olan Hz. Musa zamanındaki
atalarıymışçasına sesleniyor. Bunun nedeni onların kuşakları arasında sıkı
dayanışma bulunan aynı tiynetli tek millet oluşlarıdır. Nitekim, o günden bu
yana geçen yüzyıllar boyunca sergilemiş oldukları tutumlarından ve gözlenen
özelliklerinden çıkan gerçek budur.
Yüce Allah yine bu ayetlerin
devamında kendilerini korkunç günün, yani Kıyamet gününün dehşeti hakkında
tekrar tekrar uyarıyor. Öyle ki, o gün hiç kimse başkasının yerine birşey
ödeyemeyecek, hiç kimseden aracılık yapması kabul edilmeyecek, hiç kimseden
fidye alınmayacak ve yine o gün onlar kendilerinin azaptan kurtulmalarını
sağlayacak hiçbir yardımcı bulamayacaklardır.
Bu arada yüce Allah, Firavun ile
adamlarından kurtuldukları anın sahnesini, sözkonusu olay sanki şimdi
cereyan ediyormuş gibi canlı bir anlatımla gözlerinin önüne getiriyor.
Ayrıca üzerlerine buluttan gölgelik çekmesinden kudret helvasına, bıldırcın
kuşuna ve kayadan pınar fışkırtarak su ihtiyaçlarını sağlamaya varıncaya
kadar kendilerine bağışladığı ardı arkası gelmez diğer nimetlerini de
gözlerinin önünde canlandırıyor.
Daha sonra bu nimetlerin arkasından
sergiledikleri sürekli sapıklıkları kendilerine hatırlatıyor. Öyle ki, yüce
Allah kendilerini bir sapıklıktan kurtarır kurtarmaz hemen başka bir
sapıklığın pençesine düşüyorlar; bir günahlarını affedince hemen başka bir
günaha giriyorlar; bir ayak sürçmesinden kurtulup ayağa kalkar-kalkmaz bu
defa bir kuyuya düşüyorlar.
Bütün bu olaylar içinde aynı inatçı,
dikkafalı, kaypak, sinsi, yükümlülüklerden kaytarıcı, emanetleri umursamaz,
sözlerini tutmaz, gerek Rabbleri ve gerekse peygamberleri ile aralarındaki
anlaşmaları çiğneyen karakter yapısını sergiledikleri görülür. O kadar ki,
işi peygamberlerini sebepsiz yere öldürmeye, O'nun ayetlerini asılsız
saymaya, buzağıyı ilâh edinerek yüce Allah'ın ilâhlık hakkını çiğnemeye,
Allah'ı açıktan açığa görmedikçe peygambere inanmayı reddetmeye, bir
kasabaya girerken Allah'ın emirlerine aykırı davranışlarda bulunup sözler
söylemeye, Cumartesi yasağı çiğnemeye, Tur dağı ile ilgili vermiş oldukları
sözü unutmaya, yüce Allah'ın belirli bir hikmete dayanarak kendilerinden
kurban etmelerini istediği inek hakkında işi yokuşa sürmek için bahane
üzerine bahane icad etmeye kadar götürüyorlar.
Bütün bunları yaparken son derece
ısrarlı bir dille sırf kendilerinin doğru yolda olduklarını, yüce Allah'ın
kendilerinden başka hiç kimseden hoşnut olmadığını, kendileri dışında bütün
milletlerin sapık ve kendi dinleri dışındaki bütün dinlerin batıl olduğunu
iddia ediyorlar. Oysa Kur'an-ı Kerim, az ilerde göreceğimiz ayetlerinde
onların bu iddialarının asılsız olduğunu vurguluyor ve Allah'a, Ahiret
gününe inanarak salih ameller işleyen herkesin, hangi milletten olursa
olsun, iyiliklerinin karşılığını Rabblerinin katında alacaklarını,
böylelerinin korku ve üzüntüden uzak kalacaklarını açıklıyor.
Kur'an-ı Kerim'in gerek aşağıdaki
ayetlerde ve gerekse bu surenin ilerdeki bölümlerinde yahudilerle girişmiş
olduğu hesaplaşma birkaç bakımdan gerekliydi: Her şeyden önce onların kuru
iddialarını çürütme, çevirdikleri entrikaların içyüzünü açığa vurma, İslâm'a
ve müslümanlara karşı hangi psikolojik dürtülerin etkisi altında tuzak
kurduklarını belirtme bakımından gerekli idi. Bunun yanında bu hesaplaşma
Medine'de oluşan yeni toplumu tehdit eden, onun temel dayanaklarını sarsmayı
amaçlayan, sonuç olarak da İslâm birliğini zedeleyerek kargaşanın ve
anarşinin kucağına atmak isteyen yahudî oyunları ve entrikaları konusunda
müslümanların gözlerini ve kalplerini açmak bakımından da gerekliydi. Bu
hesaplaşmayı kaçınılmaz kılan bir başka sebep de müslümanları, seçtikleri
yolun tehlikeleri hakkında uyarmaktı. O tehlikeler ki, daha önce yeryüzü
halifeliği ile görevlendirilmiş olan milletlerin tökezlemelerine yolaçarak,
onların halifelik şerefinden yoksun kalmalarına, yüce Allah'ın emanetini
taşıma ve önerdiği hayat tarzını insanlığın önderi sıfatıyla gerçekleştirme
payesini kaybetmelerine neden olmuştur.
Medine'de oluşma aşamasını yaşayan
İslâm toplumu, bu uyarı ve yol göstermelerin her ikisine de ne kadar
muhtaçtı! Daha doğrusu İslâm ümmeti her zaman bu direktifleri gözönünde
tutmaya, Kur'an-ı Kerim'i açık gözlerle ve ufuk açıcı algılarla incelemeye
ne kadar muhtaçtır! Ancak bu ilâhî rehberliğin yüce direktiflerine uyulduğu
takdirde bu geleneksel düşmanları ile girişeceği savaşlarda başarı
kazanabilirler, ancak bu direktiflerin kılavuzluğu sayesinde yahudilerin en
gizli araçları ve en sinsî yolları kullanarak kendilerine yönelttikleri son
derece iğrenç ve kaşarlanmış komploları boşa çıkarmayı becerebilirler. İman
nuru tarafından yönlendirilmeyen ve gizli-açık (zahir-batın) herşeyin
farkında olan yüce Allah'ın rehberliğinden direktif almayan bir kalbin,
sözkonusu iğrenç ve aldatıcı hilekârlığın kullandığı sinsî ve gizli
metodları kavraması mümkün değildir.
Az sonra göreceğimiz ayetleri bir de
Kur'an üslubunun yansıttığı edebî ve psikolojik uyum açısından incelemek
gerekir. Bu ayetlerin başlangıcı ile Hz. Adem kıssası ve bu kıssanın
tarafımızdan vurgulanan telkinleri arasında organik bir bütünlük göze
çarpıyor. Bu özellik, Kur'an-ı Kerim'de anlatılan kıssalar ile bu kıssalara
zemin oluşturan anlatım üslubu arasındaki sıkı ahengin belirgin bir
göstergesidir.
Bunun nedeni, yukardaki ayetlerin
öncesinde yüce Allah'ın yeryüzünde bulunan bütün varlıkları insanın
hizmetine sunduğu belirtilmiştir. Arkasından Hz. Adem'in yeryüzü
halifeliğine getirilmesi konusu gündeme geldi. Allah'ın açık ahdine bağlı
olarak gerçekleştiği vurgulanan bu olayın ayrıntılı anlatımı sırasında
insanın meleklerden üstün tutuluşu, ona yapılan uyarı, onun bu uyarıyı
unutması, arkasından yaptığına pişman olarak tevbe etmesi, ardından hidayete
erdirilip affedilişi ve böylece bir tarafta Şeytan'ın şahsında temsil edilen
kötü, kargaşa çıkarıcı, yıkıcı güçler ile öbür yanda imanlı insanda
sembolleşen iyi, onarıcı ve yapıcı güçler arasında yeryüzünde cereyan eden
uzun süreli savaşta insanın ilk tecrübe birikimi ile donatılması bir bir
açıklanmıştır.
Bunların arkasından şimdi
incelemekte olduğumuz İsrailoğulları ile hesaplaşma konusuna geçildi. Bu
konu işlenirken yahudiler yüce Allah ile aralarındaki ahit, onların bu ahde
uymamaları, kendilerine sunulan önemli nimetler, onların bu nimetlere karşı
yaptıkları nankörlükler, bunun sonucu olarak halifelik görevinden
uzaklaştırılmaları ve perişanlığa mahkûm edilmeleri hatırlatıldıktan sonra
müminler gerek onların entrikaları ve gerekse tökezlemeleri konusunda
uyarıldı.
Görülüyor ki, burada Hz. Adem'in
halifelikle görevlendirilişi kıssası ile İsrailoğulları'nın bu göreve
getirilişi kıssası arasında yakın bir ilişki kuruluyor. Gerek olaylàrın
akışında ve gerekse anlatım biçiminde sıkı bir uyum vardır.
Bu ayetlerde İsrailoğulları kıssası
bütünü ile anlatılınıyor, bu kıssanın kritik noktaları ve tabloları kısaca
ya da uygun görülen uzunlukta anlatılıyor. Bu kıssa bu sureden daha önce
Mekke döneminde inen surelerde de ele alınmıştı. Fakat o surelerde bu kıssa
-diğer bazı benzerleri gibi- azınlık konumundaki müslümanlara, İslâm
çağrısının geçmiş tecrübelerini ve ilk insandan o güne kadar süregelen iman
kervanının yaşamış olduğu maceraları aktararak müslüman cemaatin yapısını
pekiştirmek, onları Mekke şartları uyarınca yönlendirme amacı güdülmüştü.
Oysa bu ayetlerdeki amaç, yukarda
söylediğimiz gibi, yahudilerin gerçek niyetlerini ve saldırı metodlarını
gözler önüne sererek, müslümanları bu tehlikeli komplolar karşısında uyanık
olmaya çağırmak, bunun yanında, daha önce yahudilerin düştükleri yanılgılara
düşmemeleri konusunda kendilerini uyarmaktır. Gerçi ilerde sözkonusu Mekkî
sureleri incelerken anlatacağımız gibi gerek burada gerekse daha önce inen
sözkonusu Mekkî surelerde yahudilerin çeşitli sapıklıkları ve günahları
konusunda anlatılan gerçekler aynıdır, ama bu ayetlerle surelerde güdülen
amaçlar farklı olduğu için İsrailoğulları kıssasının buradaki anlâtımı ile o
surelerdeki anlatımı arasında da farklılık olduğu görülür.
Fakat bu kıssayı anlatan bütün
Kur'an ayetleri gözdén geçirilince kıssa ile öncesi ve sonrası arasında sıkı
bir uyum vardır ve anlatılan kıssa, sözü geçen ayetlerin amaçlarını tamamlar
niteliktedir.
İşte burada da bu kıssa ile öncesi
arasında aynı uyumun olduğunu görüyoruz. Bilindiği gibi, kıssanın öncesinde
insanın üstünlüğü, insan ile Allah arasındaki ahid ve insanın bu ahdi
unutuşu anlatılmıştı. Bu arada tüm insanların birliği, Allah katından
indirilen dinlerin ve bu dinleri temsil eden peygamberlerin birliği
düşüncesi vurgulanmıştı. Ayrıca bu ortak insan karakterinin, yaratılış
yapısının somut göstergelerine, temel kanunlarına ve insanın yeryüzü
halifeliğinin dayanağını oluşturan bu göstergeler ile temel kanunlara aykırı
davrandığı takdirde bunun ne gibi sonuçlar doğuracağına değinilmişti. Bu
sonuçları kısaca şöyle özetleyebiliriz: Kim bu göstergeleri ve temel
kanunları inkâr ederse insanlığını inkâr etmiş, yeryüzü halifesi olma
gerekçesini yitirmiş ve hayvanlık düzeyine doğru başaşağı inişe geçmiş olur.
İsrailoğulları kıssası, Kur'an-ı
Kerim'de en sık ve en çok anlatılan kıssadır. Bu kıssanın çeşitli olayları
ve ibretli sahneleri özel bir ilgi ile yansıtılır. Bu özel ilgi, yüce
Allah'ın bu müslüman ümmeti eğitme, yetiştirme ve zorlu halifelik görevine
hazırlamayı amaçlayan hikmetini yansıtır.
Bu kısa özetlemenin arkasından şimdi
bu ayetleri teker teker ele alıp incelemeye geçelim:
40- Ey
İsrailoğulları, size bağışlamış olduğum nimetleri hatırlayın. Bana
verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Ve
sadece benden korkun.
41- Elinizin
altındaki Tevrat'ı onaylayıcı olarak indirmiş olduğum Kur'an'da inanın; onu
inkar edenlerin ilki olmayın; ayetlerimi bir kaç para karşılığında satmayın;
yalnız benden çekinin.
42- Bile bile batılı
hakkın üzerine örtüp hakkı bakışlardan gizlemeyin.
43- Namazı kılın,
zekâtı verin ve rukûa varanlarla birlikte siz de rukûa', varın.
44- Siz kitabı
okuduğunuz halde insanlara (başkalarına) iyiliği emredip kendinizi unutuyor
musunuz? Bunun yanlış olduğunu düşünemiyor musunuz?
45- Sabrederek ve
namaz kılarak Allah'dan yardım dileyin. Hiç şüphesiz bu, Allah'a saygı
gösterenlerden başkasına ağır gelir.
46- Onlar ki,
Rabbleri ile buluşacaklarını, kesinlikle O'nun huzuruna döneceklerini
bilirler.
İsrailoğulları'nın, yani yahudilerin
tarihini inceleyenler yüce Allah'ın bu millete bağışladığı nimetlerin
bolluğu ve onların bu bol nimetlere karşılık sergilemiş oldukları sürekli
inkârcılık ve nankörlük karşısında hayret ederler. Bu ayetlerin ilk
cümlesinde, yüce Allah onlara, daha sonra okuyacağımız ayetlerde ayrıntılı
biçimde anlatacağı bu nimetleri toplu olarak hatırlatıyor. Bu toptan
hatırlatmanın gerekçesi, onları, kendisi ile aralarındaki ahde, antlaşmaya
bağlı kalmaya çağırmak ve böylece kendilerine verdiği nimetlerin artmasını
ve süreklilik kazanmasını hak etmelerini sağlamaktır.
"Ey İsrailoğulları, size bağışlamış olduğum
nimetleri hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim
sözü yerine getireyim.'
Acaba bu ayette sözü edilen ahid (antlaşma)
hangi ahiddir? Acaba bu ahid, yüce Allah'ın bu surenin daha önce okuduğumuz
bir ayetinde "Tarafımdan size bir yol gösterici geldiğinde kim benim
hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur ve onlar artık hiç üzülmezler."
biçiminde dile getirdiği ahid midir? Yoksa Hz. Adem ile yüce Allah
arasındaki bu sözleşmeden çok daha önce insan fıtratı ile yaratıcı arasında
akdedilen "İnsanın Allah'ı tanıyacağı ve hiçbir ortak koşmaksızın sırf O'na
kulluk edeceği" şeklinde ifade edebileceğimiz evrensel ahid mi kasdediliyor?
Bu ahdi açıklamaya, delil göstererek kanıtlamaya gerek yoktur. Çünkü bizzat
insan fıtratı, doğal güdülerinin kılavuzluğu altında ona yönelir, fıtratı bu
doğrultudan, ancak kışkırtma ve saptırma ayırabilir.
Yoksa bu ayette kasdedilen ahid, yüce
Allah'ın İsrailoğulları'nın atası Hz. İbrahim ile yenilediği ve bu surenin
daha sonra okuyacağımız bir ayetinde şu şekilde ifade edilen ahid midir?
"Rabbi, İbrahim'i bazı emirler ile imtihan
edip de o da bunları tastamam yerine getirince Allah: "Ben seni insanlara
önder yapacağım" dedi. İbrahim: "Soyumdan gelenler arasındanda önderler
çıkar" dedi. Allah: "Zalimler benden olamazlar" dedi..: (Bakara Suresi, 124)
Yoksa burada sözü edilen ahid, yüce
Allah'ın Tur dağını yahudilerin başları üzerine çıkararak, onlara içindeki
emirlere sımsıkı sarılmalarını emrettiği zaman kesinleşen ve az sonra yeri
gelince anlatacağımız özel ahid midir?
Aslında bu saydığımız ahidler özleri
itibarı ile birdirler ve bu ortak öz de yüce Allah ile kulları arasında
akdedilen "insanların kalpleri ile Allah'a bağlanmaları ve tüm varlıkları
ile O'na teslim olmaları" şeklinde dile getirebileceğimiz ahiddir. İşte
insanlığın tek dini budur. Bütün peygamberlerin insanlığa sunup benimsetmeye
çalıştığı ve iman kafilesinin yüzyıllar boyunca kendisine bayrak edindiği
İslâm budur.
İşte yüce Allah bu ahde bağlılıklarının
ifadesi olarak, yahudileri, sırf kendisinden korkmaya, başka bir deyimle
sırf kendisini korku mercii bilmeye çağırarak şöyle buyuruyor:
"Sadece benden korkun."
Yüce Allah yine bu ahde bağlılıklarının
göstergesi olarak, yahudileri ellerindeki Tevrat'ı onaylayıcı olarak
Peygamberimize indirmiş olduğu Kur'ana inanmaya, bu kitaba inananların ön
safında yeralmaları gerekirken aceleci bir kararla onu ilk inkâr eden
kimseler olmamaya çağırarak şöyle buyuruyor:
"Elinizin altındaki Tevrat'ı onaylayıcı
olarak indirdiğim Kur'ana inanın, onu inkâr edenlerin ilki olmayın."
Hz. Muhammed'in getirdiği din, işte bu tek
ve ölümsüz dinden başka bir şey değildir. O, ortak dinin son şeklini
oluşturur. O ilâhî mesajlar zincirinin son halkası, insanlık tarihinin
başlangıcından beri sürekli yürürlükte kalan ilâhi ahdin devamıdır.
Bu niteliği ile o, geçmişe kanatlarını
gererken, gelecekte tüm insanlığın da elinden tutar; "Eski Ahid" ile "Yeni
Ahdi" bünyesinde birleştirir("Eski Ahid"; Tevrat, "Yeni Ahid"; İncil
demektir.); geçmişten kalan mesaj birikimine, insanlığın uzun geleceği
boyunca yüce Allah tarafından iyi ve yararlı görülen yenilikleri ekler; bu
bütünleştirici potada, bütün insanları birbirine aşina kardeşler olarak
biraraya getirir; onları Allah'ın ahdinin ve dininin potasında kaynaştırır;
gruplar, kümeler, kavimler ve milletler halinde parçalanmalarını önler;
onları, Allah'ın kulları olarak, insanlık şafağının alacakaranlığından beri
değişmemiş olan İlâhî ahde bağlı kalarak bu ortak değerlerde buluşmaya
çağırır.
Bunlara ek olarak yüce Allah, yahudileri,
özel çıkarlarını ön planda tutarak dünyalık menfaatler karşılığı Ahireti
satmamaya ve ellerindeki Tevrat'ı onaylayan Kur'an-ı Kerim'i inkâr etmemeye
çağırıyor. Bu uyarı özellikle, müslüman oldukları takdirde mevkilerini
kaybedeceklerinden, elde ettikleri menfaat ve imtiyazları yitireceklerinden
korkan yahudi din adamlarına yöneliktir. Yüce Allah onları sırf kendisinden
çekinmeye, sadece kendisinden korkmaya çağırarak şöyle buyuruyor:
"Benim ayetlerimi az bir paha karşılığında
satmayın, yalnız benden çekinin"
Anlaşılan; para, mal ve dünyalık kazanç,
yahudinin eskiden beri karşı durulmaz tutkusudur. Burada yasaklanan ücret;
yahudi hahamlarının, yaptıkları dini hizmetler ve verdikleri uydurma
fetvalar karşılığında aldıkları paralar olabilir. Sözkonusu hahamlar
Kur'an-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde anlatıldığı gibi, toplumlarının
zenginlerini ve ileri gelenlerini cezaya çarpılmaktan kurtarmak amacı ile
dinlerinin hükümlerini tahrif ederlerdi. Onların bütün bu yetki ve
avantajları elde tutmaya devam edebilmeleri, halklarının İslâm'a girmesini
önlemelerine bağlı idi. Çünkü eğer halkları müslüman olursa liderliklerini
kaybederlerdi. Şunu da ifade edelim ki, sahabî ve onlardan sonra gelen
tabiinin bildirdiklerine göre, yüce Allah'ın ayetlerine inanmanın Ahirette
kazandıracağı sonuçla karşılaştırıldığında dünyanın tümü: "birkaç para"dır.
Yüce Allah yukardaki ayetlerin devamında,
yahudileri, müslüman toplumunda düşünce karmaşası meydana getirmek, kuşku ve
kargaşalık çıkarmak amacıyla bile bile batıl ile örterek hakkı insanların
gözlerinden gizleme huylarından vazgeçmeye çağırarak şöyle buyuruyor:
"Bile bile batılı hakkın üzerine örtüp
hakkı bakışlardan gizlemeyin."
Kur'an-ı Kerim'in bir çok yerde belirttiği
gibi yahudiler, önlerine çıkan her fırsatta hakkı batıl ile örtmüşler,
bunları birbirine karıştırmışlar ve hakkı gözlerden saklamışlardır. Bunun
sonucu olarak, İslâm toplumunda sürekli bir fitne, kargaşa ve bölücülük
unsuru olmuşlardır. Kur'ana Kerim'in önümüzdeki sayfalarında bu konuda çok
şey okuyacağız.
Daha sonra, yukardaki ayetlerde, yahudiler,
iman kervanına katılmaya, müslümanların safına girmeye, farz ibadetleri
yerine getirmeye ve ötedenberi huy edinmiş oldukları kopukluktan ve çirkin
taassuptan sıyrılmaya çağrılıyor:
"Namazı kılın, zekâtı verin ve rukûa
varanlar ile birlikte siz de rukûa varın."
Arkasından, müşrikler arasında Ehl-i Kitap
olmalarının sonucu olarak başkalarını iman etmeye çağırırken kendi
halklarını eski dinlerini onaylayan Allah'ın dinine inanmaktan
alıkoymalarından dolay -özellikle hahamları- kınanarak şöyle buyuruluyor:
"Siz kitabı okuduğunuz halde insanlara
(başkalarına) iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Bunun yanlış
olduğunu düşünemiyor musunuz?"
Bu ayet, her ne kadar en başta yahudilerin
sergiledikleri sosyal bir olaya dönük ise de, insan psikolojisinin ve
özellikle din adamlarının önemli ve sürekli bir eğilimini açığa vurması
bakımından sırf belirli bir millete ya da bir milletin belirli bir kuşağına
özgü bir kınama sayılamaz.
Dinin coşkun ve sürükleyici bir inanç
sistemi olma niteliğini yitirerek bir meslek, bir sanat olmaya yüz tuttuğu
durumlarda din adamlarının başına gelen en önemli musibet şudur: Bu adamlar
kalplerinin inanmadığı sözleri dilleri ile söylerler... İyiliği başkalarına
emrederler, fakat bunu kendileri yapmazlar... Başkalarını iyilik yapmaya
çağırırlar, ama kendi davranışlarında sözlerinin izine rastlanmaz... İlâhî
kitabın sözlerini değiştirirler, dinin kesin nasslarını çeşitli amaçlar ve
ihtiraslar doğrultusunda yorumlarlar... Tıpkı yahudi hahamlarının yapa
geldikleri gibi; servet ve mevki sahiplerinin amaç ve ihtiraslarına destek
sağlamak, onlara haklılık kazandırmak için görünüşte dinî nasslar ile
bağdaştırdıkları ama gerçek dinin özüne taban tabana zıt düşen fetvalar ve
yorumlar üretirler.
Başkalarını iyiliğe çağırıp da bu çağrıya
ters düşen davranışlarla ortaya çıkmak, insanların vicdanlarında sadece bu
çağrıyı seslendirenlere karşı değil, çağrı konusu olan davaya karşı da şüphe
uyandıran büyük bir musibettir. Bu musibet, insanların kalplerinde ve
kafalarında kargaşa doğurur. Çünkü bir yandan parlak sözler dinlerken öbür
yandan çirkin davranışlar gören insanlar, sözle davranış arasındaki bu
çelişki karşısında bocalarlar; inançlarının ruhlarında tutuşturduğu ateşin
harareti söner; imanın kalblerinde parıldattığı aydınlık kaybolur; din
adamlarına karşı güvenlerini yitirdikten sonra artık bu adamlar tarafından
temsil edilen dinin kendisine karşı da güvenlerini kaybederler.
İnanmış bir kalpden kaynaklanmayan söz ne
kadar cazibeli, sarsıcı ve heyecanlandırıcı olursa olsun ölü ve soğuk bir
ses yığınına dönüşmeye mahkûmdur. İnsanın söylediği söze gerçek anlamda
inanmış sayılabilmesi için, kendi uygulamaları ile sözlerine tercüman
olması, ağzından çıkan sözün davranışlarına yansıması gerekir. O zaman
sözleri cazibeli ve etkili olmasa bile insanlar kendisine inanırlar,
sözlerine güven duyarlar. O zaman onun sözleri gücünü cazibeli olmalarından
değil, gerçek oluşlarından; güzelliklerini şimşek gibi çakmalarından değil,
realiteye uygun olmalarından alırlar. Başka bir deyimle bu tür sözler
yaşayan gerçek hayattan kaynaklandıkları için canlı bir enerji birikimine
dönüşürler.
Bununla birlikte sözle hareketin, inançla
davranışın birbiri ile uyuşması basit bir şey, asfalt bir yol değildir. Bu
iş; özel bir çabayı, bazı sıkıntılara katlanmayı, kararlı bir girişimi, yüce
Allah ile sıkı sıkıya ilişkili olmayı, O'ndan sürekli yardım dilemeyi ve
O'nun hidayetine sığınmayı gerektirir.
Sebebine gelince hayatın çeşitli şartları
zorunlulukları ve kaçınılmazlıklarının sürüklediği davranışlar nedeniyle
insan, inancından ya da başkalarına yönelttiği çağrıdan uzak düşer. Ölümlü
insanlar, kendilerini ne kadar güçlü görürlerse görsünler, ölümsüz tek güç
kaynağı olan yüce Allah'a dayanmadıkça, O' nunla bağlantı kurmadıkça
zayıftırlar. Çünkü kötü, azdırıcı, ayartıcı ve saptırıcı güçler ondan kat
kat büyüktür. İnsan bu şer güçler karşısında üstüste bir çok kez galip
gelebilir. Fakat gevşekliğe kapıldığı, uyuşukluğun pençesine düştüğü bir
zayıflık anına yakalandığını düşününüz. O an, bütün geçmişini, şimdiki
zamanını ve geleceğini mahveder. Fakat bu kimse ezelî ve ebedî bir güç
kaynağına dayanıyorsa, şahsi ihtiras ve zayıflıklarına, hayatın zorunluluk
ve kaçınılmazlıklarına, karşısına dikilen güçlü rakiplere karşı, kısacası
her şeye ve herkese karşı güçlüdür.
Bundan dolayı, Kur'an-ı Kerim, önce
karşısına dikilen yahudileri ve dolaylı olarak bütün insanları sabır ve
namaz kılma yolu ile yüce Allah'tan yardım istemeye çağırıyor. Yahudilerin,
gerek Medine'de yararlandıkları liderlik konumlarını ve gerekse elde
ettikleri "az bir paha"yı -Bu bir kaç para ister din hizmetleri karşılığında
ele geçirdikleri kazanç, isterse genel olarak tüm dünya malı anlamına
gelsin- bir yana bırakarak doğru olduğunu bildikleri gerçeği tercih etmeleri
ve başkalarını saflarına katılmaya çağırdıkları iman kervanı içinde bizzat
yeralmaları beklenirdi. Bu da güçlü, cesur, fedakâr olmayı, sabır ve namaz
kılma yolu ile yüce Allah'tan yardım istemeyi gerektiriyordu.
"Sabrederek ve namaz kılarak Allah'dan
yardım dileyin. Hiç şüphesiz, bu, Allah'a saygı gösterenlerden başkasına
ağır gelir. Onlar ki, Rabbleri ile buluşacaklarını, mutlaka O'nun huzuruna
döneceklerini bilirler."
Yani bu ayetin dile getirdiği gerçeği kabul
etme çağrısı, yüce Allah'a saygı duyanların, bütün varlıkları ile O'nun
önünde boyun eğenlerin, O'nun korkusunu yüreklerinde taşıyıp kendisinden
çekinenlerin, O' nunla buluşacaklarından ve O'nun huzuruna döneceklerinden
hiç kuşkusu olmayanların dışındakilere zor, ağır ve sıkıntılı gelir.
Sabır yolu ile Allah'tan yardım isteme
uyarısı, Kur'an'da sık sık tekrar edilir. Sabır, her türlü sıkıntıya karşı
direnebilmek için gerekli olan bir azıktır. Sözkonusu sıkıntıların en başta
geleni de, hakka gösterilen saygının, hakkı diğer herşeye tercih etmenin,
gerçeği kabul edip ona boyun eğmenin sonucu olarak liderlikten, mevkiden,
menfaatten ve dünyalık kazançtan vazgeçme sıkıntısıdır.
Peki, "Namaz kılma yolu ile Allah'tan
yardım istemek" ne demektir? Namaz, kul ile Allah arasında bir buluşma
vesilesi, bir ilişki bağıdır. Kalbe güç kazandıran, ruha Allah ile ilişki
halinde olduğu duygusunu aşılayan, nefse dünya hayatının tüm sevgili
varlıklarından daha kazançlı değerler sağlayan bir ilişki. Böyle olduğu
içindir ki, Peygamber efendimiz karşılaştığı her sıkıntılı durumda namazın
rahatlatıcı kucağına sığınırdı. Oysa kendisi ile Rabbi arasında zaten son
derece sıkı bir ilişki vardı, ruhu vahiy ve ilham bağları ile zaten Allah'a
bağlı idi. Buna göre namaz; aç kalan yolcu için bir azık, çöllerde
susuzluktan kıvranan biri için can veren su, kendisine yardım gelebilecek
tüm yolların, dağların karla kaplandığı bir sırada, bütün ümitleri kaybolan
yolda kalmış biri için imdadına yetişen bir ümit kaynağıdır. Bu kaynak
mü'min için her an elinin altında bulunan sürekli fışkıran kurumaz bir
pınardır.
Allah ile buluşulacağına ve her konuda sırf
O'na başvurulacağına kesinlikle inanmaya gelince, bu inanç; sabrın,
sıkıntılara katlanmanın, takvanın ve duyarlılığın temel dayanağıdır. Ayrıca
değerleri doğru tartabilmenin, onları gerçek yerlerine koyabilmenin de temel
dayanağıdır. Hem dünya ve hem de Ahiret değerlerini yani. Bu ölçüler doğru
tartılıp her biri gerçek yerine konulduğunda, dünyanın, tümü ile "bir kaç
para" ve basit bir eşya yığını olduğu meydana çıktığı gibi, Ahiretin de
hiçbir aklı başında kimsenin tercih etmekte, ön plâna almakta tereddüt
etmeyeceği bir gerçek olduğu ortaya çıkar.
Yukardaki ayetlerin devamında
İsrailoğulları'na yeniden seslenilerek kendilerine bağışlanan Allah'ın
nimetleri ayrıntılara girmeden hatırlatılmakta ve kıyamet gününün korkunç
yönlerine dikkatleri çekilmektedir.
47- Ey İsrailoğulları, size
bağışladığım nimetleri ve sizi diğer canlı-cansız varlıklara üstün kıldığımı
hatırlayın.
48- Öyle bir günden korkun
ki, o gün hiç kimse başkasının yerine bir şey ödeyemez, hiç kimseden
aracılık kabul edilmez, hiç kimseden fidye alınmaz ve hiç kimse
başkalarından yardım görmez.
İsrailoğulları'nın, canlı-cansız diğer
bütün varlıklardan üstün tutuluşu, onların yeryüzü halifeliğine seçildikleri
ve bu görevi yürüttükleri süre ile sınırlıdır. Yüce Allah'ın emirlerini
çiğnedikleri, peygamberlerine karşı geldikleri, Allah'ın kendilerine
bağışlamış olduğu nimetlere karşı nankörlük ettikleri, sorumluluklarına ve
taahhütlerine bağlı kalmadıkları andan itibaren ise yüce Allah onlar
hakkında lânet, gazap, alçalma ve perişanlıktan ibaret olan hükmünü ilân
etti; kendilerini dünyanın çeşitli yerlerine dağılma cezasına çarptırdı;
onlar hakkındaki tehditlerini gerçekleştirdi.
Bu ayetlerde, kendilerinin vaktiyle
canlı-cansız diğer bütün varlıklardan üstün tutulmaları yahudilere şunun
için hatırlatılıyor: Bu vesile ile onlara yüce Allah'ın bir zamanlar
kendilerine bağışlamış olduğu nimetler ve ilâhî taahhüt hatırlatılmış ve
İslâm daveti ile ellerine geçen yeni fırsattan yararlanmaları özendirilmiş
oluyor. Bunun sonucu olarak bir yandan atalarına bağışlanan üstünlük
konumuna karşı teşekkür ve öbür yandan müminlerin elde edecekleri üstünlük
konumuna karşı özlem duyma nişanesi olarak yeniden iman kervanına ve Allah'a
karşı girdikleri taahhütlere dönmeleri bekleniyor.
Bir yandan üstünlük konumuna vé yüce
Allah'ın diğer nimetlerine özendirilirken, diğer yandan aşağıda tanımlanan
Kıyamet gününün korkunç yönleri konusunda uyarılıyorlar.
"O gün hiç kimse başkasının yerine birşey
ödeyemez:."
Sorumluluk ferdidir, hesaplaşma kişiseldir,
herkes kendinden sorumludur, hiç kimse başkasını kurtaramaz. Bu, çok önemli
bir İslâmî ilkedir... İnsan iradesi ile iyiyi kötüden ayırdetme yeteneğine
dayanan ve yüce Allah'ın mutlak adaletini içeren ferdi sorumluluk ilkesidir
bu.. Bu ilke bir yandan insanı onurlu konumunun bilincine erdirir, öte
yandan da insanın vicdanını sürekli biçimde uyanık tutar. Ki, insan
eğitiminde, ruh terbiyesinde bu faktörlerin her ikisi de son derece önemli
rol oynarlar. Ferdi sorumluluk ilkesi, bu pratik yararından ziyade, İslâm'ın
yüce değerleriyle bütünleştiğinde insanı diğer canlılardan üstün kılan en
önemli insani değerdir. Şimdi de ayetin devamını okuyalım:
"(O gün) Hiç kimseden aracılık kabul
edilmez, hiç kimseden fidye alınmaz."
Yani o gün iman ve iyi amelle birlikte
Allah'ın huzuruna gelmeyenlere hiç kimsenin aracılığı yarar getirmeyeceği
gibi, küfür ve günahların cezasını kaldırmak üzere hiç kimseden fidye de
alınmaz... Ve ayetin son kısmı:
"(O gün) hiç kimse başkalarından yardım
görmez."
Yani o gün insanları Allah'ın azabından
kurtaracak hiçbir yardımcı bulunamaz. Burada başkasının yerine hiçbir ödeme
yapamayacak, aracılığı kabul edilmeyecek ve fidye önerisine red karşılığı
verilecek olan bütün insanlar birarada düşünüldüğü için çoğul sığası
kullanıldı. Ayrıca genellik anlamı versin diye, ayetin ilk üç cümleciğinde
kullanılan ikinci şahıslı ifade biçiminden üçüncü şahıslı ifade biçimine
geçiliyor. Buna göre bu ilke; ayete muhatap olan ve olmayan tüm insanlar
için geçerli, genel bir ilkedir.
Yukarda okuduğumuz ayetlerin devamında yüce
Allah, yahudilere bağışladığı çeşitli nimetleri, onların bu nimetleri nasıl
karşıladıklarını, nasıl inkârcılığa ve kâfirliğe yönelerek yoldan
çıktıklarını anlatıyor. Sözkonusu nimetlerin başında, onların Firavun'un
adamlarından ve Firavun tarafından kendilerine uygulanan acı işkenceden
kurtarılmaları olayı gelir:
49- Hani oğullarınızı
boğazlayıp kadınlarınızı (dul) bırakmak suretiyle size çok ağır bir işkence
çektiren Firavun hanedanından sizleri kurtarmıştık. Bu, sizin için
Rabbinizden gelen çok büyük bir imtihandı.
50- Hani önünüze çıkan
denizi yararak sizi (boğulmaktan) kurtarmış ve gözleriniz önünde Firavun
ailesini boğmuştuk.
Bu ayetler, bir zamanlar içine düştükleri
sıkıntılı günlerin tablosunu hayallerinde canlandırıyor, aynı soydan gelmiş
olmaları hasebiyle atalarının çekmiş oldukları acıları tekrar gözlerinin
önüne getiriyor ve arkasından da kurtarılışlarının manzarasını karşılarına
dikiyor.
Allah (c.c) onlara: "Hani sizi sürekli
işkence ve baskı altında inleten Firavun hanedanının elinden kurtarışımızı
hatırlayın" diye sesleniyor. Bu ifadede, işkence ve baskı, sanki onlara
sürekli yedirilen bir yemek, bir besin kaynağı gibidir. Arkasından, onlara
çektirilen baskı ve işkencelere çarpıcı bazı örnekler veriliyor. Bu
örneklerin başında, yahudilerin daha zayıf düşüp efendilerine bağımlılıkları
artsın diye erkeklerinin boğazlanıp kadınlarının dul bırakılmaları vahşeti
geliyordu.
Kurtuluş tablosu gözlerinin önünde
canlandırılmadan önce, uğratılmış oldukları o işkence ve baskıların,
Rabbleri tarafından belirlenmiş bir imtihan vesilesi olduğu vurgulanıyor.
Böylece, gerek onların ve gerekse şiddete maruz bırakılan herkesin kafasına
yerleştirilmek isteniyor ki, kulların sıkıntılı olaylarla karşılaşmaları;
imtihan, deneme, fitne ve acıların içinden geçerek pişme amacına dönüktür.
Bu gerçeğin bilincine varanlar; çektikleri sıkıntılardan fayda sağlarlar,
başlarına gelen belâlardan ibret alırlar ve uyanıklıkları oranında bunlardan
kazançlı çıkarlar.
Eğer acı çeken kimse çektiği bu acının bir
imtihan dönemi olduğunu kavrar ve bu imtihan dönemini başarı ile geride
bırakırsa çektiği acı boşuna gitmemiş olur. İnsan, bu düşünceyi kafasında
yaşatınca, çektiği acılara daha kolay katlanabilir. Ayrıca, bu acı
tecrübeden dünya hesabına deneyim, bilgi, sabır ve dayanma gücü kazandığı
gibi, Ahiret hesabına da, çektiği acının ecrini sırf Allah'tan beklemek,
Allah'a yakarmak kurtuluşu O'ndan beklemek ve O'nun rahmetinden asla umut
kesmemek gibi önemli kazançlarla çıkar. Böyle olduğu içindir ki, yüce Allah
yukardaki işkence ve baskı tablosunun anlatımını, "Bu, sizin için
Rabbinizden gelen çok önemli bir imtihandı" şeklinde düşündürücü bir yorum
cümleciği ile noktalıyor.
Bu düşündürücü yorumun ve daha önceki
işkence ve baskı manzaralarının arkasından, sıra kurtuluş tablosuna geliyor:
"Hani önünüze çıkan denizi yararak sizi
(boğulmaktan) kurtarmış ve gözlerinizin önünde Firavun ailesini boğmuştuk."
Bu kıssa, Bakara suresinden daha önce Mekke
döneminde inen bazı surelerde ayrıntılı biçimde anlatılmıştı. Müslümanlar bu
konuda gerek daha önce inen surelerle gerekse birlikte yaşadıkları Medine
yahudilerinin elinde bulunan dinî kitap ve kıssalardan yeterince bilgi
sahibi oldukları için burada bu kıssa sadece hatırlatılmakla yetiniliyor. Bu
hatırlatma da tablo çizme üslubu ile gerçekleştiriliyor. Maksat, yahudilerin
bu tabloyu yeniden kafalarında canlandırmaları ve bu canlı imajdan
etkilenmeleridir. Bu tabloda yahudiler, denizin önlerinde ikiye ayrılışını
ve Hz. Musa'nın (selâm üzerine olsun) liderliğinde atalarının kurtuluşunu
kendi gözleri ile görür gibi, hatta bu olayı bizzat yaşar gibi oluyorlar.
Kur'an-ı Kerim'in burada karşımıza çıkan "gözler önüne serme" özelliği, sırf
bu büyük kitaba özgü ifade tarzının şaşırtıcı bir örneğidir.
Yukardaki ayetlerin devamında, yahudilerin
Mısır'dan kurtarılarak ayrılmalarından sonraki maceralardan bize şu kesit
sunulmaktadır:
51- Hani Musa ile kırk
geceliğine sözleşmiştik de siz onun arkasından buzağıyı ilâh edinerek
zalimlerden olmuştunuz.
52- Sonra bu (suçunuz)un
ardından belki şükredersiniz diye sizi affettik.
53- Hani doğru yola
gelesiniz diye Musa'ya Kitab'ı ve Furkan'ı verdik.
54- Hani Musa, kavmine dedi
ki: "Ey kavmim, sizler buzağıyı ilâh edinmekle kendinize zulmettiniz. Gelin,
yaratıcınıza tevbe edin ve nefislerinizi öldürün. Yaratıcınız katında bu
sizin için hayırlıdır': Allah da tevbenizi kabul etti. Hiç şüphesiz O,
tevbeleri kabul edendir ve merhametlidir.
Hz. Musa'nın Rabbi ile buluşmak üzere Tur
dağına çıktığı sırada O'nun yokluğunu fırsat bilerek, yahudilerin tapınmak
üzere bir buzağı yapıp ilah edinmeleri hikâyesi, Mekke'de bu sureden daha
önce inen Taha suresinde ayrıntılı biçimde anlatılır. Yüce Allah burada bu
olayı kendilerine sadece hatırlatmakla yetiniyor. Çünkü onlar olayı
biliyorlar. Yüce Allah onlara, kendilerini Firavun hanedanının ağır baskı ve
işkencelerinden Allah adına kurtarmış olan peygamberleri Hz. Musa
yanlarından ayrılır ayrılmaz buzağıya tapacak kadar alçaldıklarını
hatırlatıyor ve bu tapınma olayındaki tutumlarının niteliğini, "sizler
zalimlerden oldunuz" hükmü ile ortaya koyuyor. Gerçekten de, buzağıya tapan
insanların zulmü altında inlerken Allah'ın kendilerine gönderdiği bir
peygamber sayesinde kurtulan, fakat kendilerini zulümden kurtaran o
peygamber yanlarından ayrılır ayrılmaz, daha önce kendilerini ezen grubun
ilahı olan buzağıyı ilah edinenden daha zalim kim olabilir.
Buna rağmen Rabbleri bu ağır suçlarını
bağışladı ve bu sapıklığın arkasından doğru yola koyulsunlar diye,
peygamberlerine hakk ile batılı birbirinden ayırıcı olan Tevrat'ı verdi.
Fakat bu kararmış kalpleri arındırmak, eski
temizliklerine yeniden döndürmek kaçınılmazdı. Bu sefil ve perişan karakteri
ancak hem özü ve hem de uygulanışı bakımından son derece sert ve ağır bir
kefaret düzeltebilir.
"Hani Musa kavmine dedi ki; "Ey kavmim,
sizler buzağıyı ilâh edinmekle kendinize zulmettiniz. Gelin, yaratıcınıza
tevbe edin ve nefislerinizi öldürün. Yaratıcınız katında bu sizin için
hayırlıdır."
"Nefislerinizi öldürün". Yani içinizdeki
itaatkârlar, asileri öldürsün. Bunu yapan, hem asiyi ve hem de kendini
arındırmış olur. Bu ağır kefaret ile ilgili rivayetler, olayı böyle anlatır.
Gerçekten ağır ve uygulaması son derece zor bir yükümlülük. Kardeşin kardeşi
öldürmesi... İnsanın gönüllü olarak kendi kendini öldürmesi gibi birşey.
Fakat bu kefaret biçimi her türlü kötülüğe balıklama dalan, hiçbir yasaktan
kaçınmayan sözkonusu sefil ve perişan karakter için gerekli bir uslandırma,
yola getirme metodu oluyor. Eğer onlar yasaktan kaçınsalardı, peygamberleri
gözlerden kaybolunca buzağıya tapmazlardı. Madem ki, sözle kötülükten el
çekmiyorlardı, zor kullanılarak kötülükten alıkonsunlar, uslanmalarını
sağlayarak bu yolla kendilerine yararlı olacak sözkonusu ağır fidyeyi
ödesinlerdi.
İşte o anda, yani isyanlarından
arınmalarından sonra, yüce Allah'ın rahmeti kendilerine yetişiyor:
"Allah da tevbenizi kabul etti. Hiç
kuşkusuz O, tevbeleri kabul edendir ve merhametlidir."
Fakat yahudi aynı yahudidir. Katı
kalpliliği, maddeci zihniyeti ve gayb sızmalarına kapalı his dünyası
bakımından her dönemin yahudisi aynıdır. İşte şimdi de bu yahudi yüce
Allah'ı açıkça görmek istediğini söylüyor.
Bu isteği ileri sürenler onlar arasından
seçilmiş yetmiş kişidir. Hz. Musa (selâm üzerine olsun) onları Rabbi ile
sözleşme yapmak üzere yanında götürmek için seçmişti ki, bu kıssa daha
önceki Mekkî surelerde ayrıntılı biçimde anlatılmıştı. Bunlar yüce Allah'ı
açıkça görmedikçe Hz. Musa'ya iman etmeyi reddediyorlardı. Kur'an-ı Kerim,
yahudilere, vaktiyle atalarının yaptığı o küstahlığı, o nankörlüğü
hatırlatırken, peygamberimizden olağanüstülükler göstermesini istemek ve
müminleri de bu tür isteklerde bulunmaya kışkırtmakla o eski küstahlığa
benzer bir küstahlığa düştüklerini ortaya koymayı amaçlıyor:
55- Hani "Ey Musa, biz
Allah'ı açıkça görmedikçe sana kesinlikle iman etmeyiz" dediniz de hemen
arkasından bakıp dururken sizi yıldırım çarptı
56- Sonra şükredesiniz diye
sizi öldükten sonra yeniden dirilttik.
57 Üstünüze buluttan
gölgelik çektik, size kudret helvası ile bıldırcın kuşu indirerek,
"Bağışladığımız helâl yiyeceklerden istediğinizi yiyin" dedik. Ama onlar
bize değil, kendilerine zulmediyorlardı.
Onlar sadece duyularıyla algıladıkları
şeylere inanırlar. Bunun dışındaki gerçeklerle karşılaştıklarında
yapacakları şey kaba bir inat, küstahlık ve bozgunculuktur.
Birçok olağanüstülükler ilâhi nimetler, af
ve bağışlama... Bütün bunlar, sadece duyu organlarının algıladıklarına
inanan, buna rağmen tartışma ve mızıkçılığı hiç elden bırakmayan ve ancak
azaba ve musibete çarpılınca gerçeğe boyun eğen bu katı tabiatı
değiştiremiyor. Bu durum, Firavun'un baskıcı yönetimi altında uğradıkları
yozlaşmanın, yahudilerin fıtri yapılarını derinden bozduğunu, yıkıma
uğrattığını düşündürüyor. Uzun süreli bir baskının, bir zorbalığın insanda
meydana getirdiği yozlaşmadan daha büyük bir bozulma, daha büyük bir yıkım
düşünülemez. Böyle bir yozlaşma insan vicdanında yeşeren bütün erdemleri
mahveder, bu erdemlerin dayanaklarını yıkarak yerlerine bildiğimiz kölelik
ruhunun tohumlarını eker. Kölelik ruhunun tipik özelliği: Cellât kamçısı
altında boyun eğmek, sırtından kamçı kalkar-kalkmaz başkaldırmak, biraz
nimet ve güç bulunca anında şımarmaktır. .İşte yahudi vaktiyle böyleydi; o
her zaman böyledir; böyle olmaya da mahkumdur.
Ve böyle oldukları için küstahça
davranıyorlar, işi inada döküyorlar...
"Hani "Ey Musa, biz Allah'ı açıkça
görmedikçe sana kesinlikle iman etmeyiz" dediniz:'
Yüce Allah -c.c- da onları, sözünü
ettiğimiz sözleşme münasebeti ile dağın üzerinde bulundukları sırada bu
küstahlıklarının hakkettiği cezaya çarptırmıştı:
"Hemen arkasından bakıp dururken sizi
yıldırım çarpıverdi:"'
Fakat yüce Allah'ın rahmeti bir kere daha
kendilerine yetişiyor ve olup bitenlerden ibret alıp Allah'a şükretsinler
diye yeniden hayata kavuşturuluyorlar. Yüce Allah burada bu nimete nasıl
karşılık vermeleri gerektiğini hatırlatıyor:
"Arkasından şükredesiniz diye sizi öldükten
sonra yeniden dirilttik."
Allah (c.c) onları kupkuru çölde nasıl
koruduğunu da hatırlatıyor. Orada onlara hiçbir emek vermelerine ve hiçbir
çaba harcamalarına gerek bırakmaksızın tatlı yiyecekler bağışlamış ve
lütufkâr tedbiri ile kendilerini çölün kavurucu ikliminden ve güneşin yakıcı
sıcağından korumuştu:
Üstünüze buluttan gölgelik çektik, size
kudret helvası ile bıldırcın kuşu indirerek, "bağışladığımız helâl
yiyeceklerden istediğinizi yiyin" dedik. Ama onlar bize değil, kendilerine
zulmediyorlardı."
Rivayetlere göre yüce Allah onları çölün
kavurucu sıcağından koruyan gölgelik bulutlar göndermişti. Yağmurdan ve
buluttan yoksun çöl; ateş fışkırtan ve yalaz saçan bir cehennemdir. Fakat
yağmur ve bulut sayesinde vücutlara ve ruhlara ferahlık bağışlayan huzurlu
ve elverişli bir hayat ortamına dönüşür. Yine rivayetlerin bildirdiğine göre
yüce Allah onlara bu çöl ortasında ağaçların üzerinde bulabildikleri, bal
gibi tatlı "kudret helvası" ile kolayca yakalayabildikleri bol miktarda
"bıldırcın kuşu" bağışlamış, böylece hem uygun yiyeceklere ve hem de huzurlu
bir yaşam ortamına kavuşmuşlar, sözünü ettiğimiz bu yiyecekler de
kendilerine helâl kılınmıştı.
Acaba onlar bütün bu nimetler karşısında
Allah'a şükredip doğru yola geldiler mi? Ne yazık ki hayır!.. Ayetin son
cümleciği onların nankörce davrandıklarını ve hakkı inkâr ettiklerini
belirtiyor. Sonunda bu nankörlüklerinin akıbeti kendi aleyhlerine tecelli
ediyor ve onlar sadece kendilerine zulmetmiş oluyorlar.
"Ama onlar bize değil, kendilerine
zulmediyorlardı."
Bu ayetlerin devamında yahudilerin çeşitli
sapıklıkları, isyanları ve inkârcılıkları yüzlerine vurulmaya devam
ediliyor:
58- Hani "Şu kasabaya girin
ve orada ne isterseniz bol bol yiyin, fakat kapıdan girerken secde ederek
`bizi bağışla' deyin ki, günahlarınızı af fedelim. İyilik edenlere daha
fazlasını vereceğiz" dedik.
59- Fakat zalimler o sözü
kendilerine söylenenden başka bir sözle değiştirdiler. Biz de yaptıkları bu
kötülükten dolayı o zalimlere gökten ağıt' bir azap indirdik.
Bazı rivayetlere göre burada sözü edilen
kasaba "Kudüs"tür. Yüce Allah yahudilere Mısır'dan çıktıktan sonra oraya
girmelerini ve o güne kadar orada oturan Amalikler'i kasabadan çıkarmalarını
emretmişti. Fakat yahudiler, yüce Allah'ın bu emrine uymayarak şöyle
demişlerdi:
"Ya Musa, orada zorba bir millet yaşıyor.
Onlar çıkmadıkça biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman
oraya gireriz.". (Maide Suresi, 22)
Yine yahudiler, bu kasaba ile ilgili olarak
peygamberleri Hz. Musa'ya şöyle demişlerdi:
"Onlar orada oldukları sürece biz oraya
kesinlikle girmeyiz. Sen ve Rabbin gidin, onlarla savaşın. Biz burada
kalacağız." (Maide Suresi, 24)
Bunun üzerine yüce Allah yahudileri kırk
yıl boyunca çölde perişan bir halde dolaşmaya mahkûm etti. Bu dönemin
sonunda yetişen yeni kuşak Nuh oğlu Yuşa peygamberin liderliği altında bu
kasabayı fethederek içeri girdiler. Fakat kasaba kapısından içeri
girerlerken Allah saygısının ve alçakgönüllülüğün belirtisi olsun diye
secdeye kapanarak ve "günahlarımızı bağışla, affet bizi" anlamına gelen
"Hıddatan" diyerek içeri girmeleri gerekirken, kendilerine emredilenden
başka bir tarzda kapıdan girmişler ve girerken yüce Allah'ın kendilerine
emrettiğinin dışında bir söz söylemişlerdi.
Ayetlerin devamında tarihlerinin bu olayı
yahudilerin gözleri önüne seriliyor. Gerçi bu olay, burada sözü edilen Hz.
Musa -selâm üzerine olsun- döneminden sonra meydana gelmişti. Ama burada
onların tarihi bir bütün olarak kabul ediliyor; bu tarihin en eski
döneminden günümüze kadar süren yahudi tarihi aynı gözle değerlendiriliyor.
Bu tarihin tümü muhalefetlerle, başkaldırmalarla, isyanlarla ve
sapıklıklarla doludur.
Bu olay hangi zaman diliminde meydana
gelmiş olursa olsun, Kur'an-ı Kerim, yahudilere bildikleri bir mesele
vesilesi ile sesleniyor, onlara aşinası oldukları bir olayı hatırlatıyor. Bu
olayda yahudiler yüce Allah'ın yardımı ile belirli bir kasabaya girerler.
Yüce Allah onlara bu kasabanın kapısından alçakgönüllü ve saygılı bir
şekilde geçmelerini, günahlarının affedilmesi için O'na dua etmelerini
emretmiş ve böyle davrandıkları takdirde günahlarını bağışlayacağını,
aralarındaki iyilere bunun ötesinde nimetler ve imtiyazlar bağışlayacağını
vazetmişti. Fakat onlar, alışılagelmiş. yahudi geleneği uyarınca bütün bu
emirleri çiğnemişler, tersine çevirmişlerdir.
"Fakat zalimler o sözü kendilerine
söylenenden başka bir sözle değiştirdiler."
Ayet-i kerimede "zalimler"den sözediliyor.
Burada özellikle bu kelimenin seçilmesinin nedeni, ya emredilen sözü
değiştirenlerin, direktiflere uymayanların bu kişiler olmaları veya eğer bu
emirlere uymama suçunu hep birlikte işlemişlerse "zalim"lik sıfatını topluca
hak etmelerinden dolayıdır.
"Biz de işledikleri bu kötülükten dolayı o
zalimlere gökten ağır bir azap indirdik."
İşte bu olay yahudilerin çok sayıdaki
benzer marifetlerinden biridir! Yüce Allah yahudilere uçsuz-bucaksız çöl
ortasında yiyecek ve yakıcı sıcak altında buluttan gölgelikler sunduğu gibi,
Peygamberi Hz. Musa'nın (selâm üzerine olsun) eliyle gerçekleştirdiği çok
sayıdaki olağanüstülüklerden biri ile onlara bol miktarda su da
bağışlamıştı. Kur'an-ı Kerim, burada, yahudilere, bu nimet ve imtiyaza karşı
nasıl bir tutum takınmış olduklarını hatırlatarak şöyle buyuruyor:
60- Hani Musa kavmi için su
istedi de kendisine, "Elindeki değneği şu taşa vur" dedik. Bunun üzerine o
taştan oniki tane pınar fışkırıvermişti. Her grubun hangi pınardan su
içeceği belirlenmişti. "Allah'ın size bağışladığı rızıklardan yiyin, için ve
yeryüzünde kargaşalık çıkararak azıtmayın" dedik.
Hz. Musa kavmi için su istemişti. İsteğini
kabul eden yüce Allah kendisine, asasını belirli bir taşa vurmasını emretti.
Asasını taşa vurunca taştan yahudi kabilelerinin sayısınca oniki tane pınar
fışkırdı. Yahudiler, Hz. Yakub'a nisbetle İsrailoğulları diye anılır ve Hz.
Yakub'un -oniki oğluna bağlı olarak- on iki kola ayrılırlar. "Esbat" diye
bilinen ve Kur'an'da sık sık adı geçenler sözünü ettiğimiz kabile
reisleridir. Yahudiler o dönemde kabile düzeni içinde yaşıyorlar ve her
kabile kendi reislerinin ismiyle anılıyordu.
İşte bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, "Her
grubun hangi pınardan su içeceği belirlenmişti" buyuruyor. Yani her kabile
bu oniki pınar içinde kendisine ayrılan pınarı daha önceden biliyordu. Yüce
Allah İsrailoğullarına çeşitli nimetler bağışladığını buna karşın onların da
yeryüzünde kargaşa ve bozgunculuk çıkarmamaları gerektiğini vurguladığı
ayeti kerimede şöyle buyuruyor:
"Allah'ın size bağışlamış olduğu
rızıklardan yiyin, için ve yeryüzünde kargaşa çıkararak azıtmayın."
Yahudiler kupkuru ve kayalık bir çölün
ortasına düşmüşlerdi. Tepelerindeki gökyüzü yalaz ve ateş yağdırıyordu. Bir
süre sonra yüce Allah bu yanık kayaları su kaynağına dönüştürdü ve meteorlar
yağdıran gökyüzünden de kendilerine kudret helvası ile bıldırcın kuşları
indirdi. Fakat buna rağmen yahudinin kokuşmuş karakteri ve aşağılık tiyneti,
bu milletin, uğruna Mısır'dan çıkarılarak çöle salındığı yüce amacın
düzeyine yükselmesine engel oluyordu.
Yüce Allah yahudileri alçaklık ve
horlanmaktan kurtararak kutsal toprakların mirasçısı yapmak ve kendilerini
perişanlıktan ve yok olmaktan kurtarmak için Hz. Musa'nın kontrolünde
Mısır'dan çıkarmıştı. Hiç kuşkusuz özgürlüğün bir bedeli, onurluluğun
birtakım yükümlülükleri ve ellerine verilen ilâhî emenatin bir fidyesi
vardı. Fakat onlar ne bu bedeli ödemek ne bu yükümlülükleri omuzlamak ve ne
de bu fidyeyi vermek istiyorlardı.
Hatta onlar alışmış oldukları eski basit
hayat tarzlarını bırakmaya, geleneksel yiyecek ve içeceklerini değiştirmeye,
özgürlük, şeref ve onurluluk yolunda hayatlarına yeni bir düzen vermeye bile
razı değillerdi. Halâ Mısır'dayken yedikleri yiyecekleri istiyorlar; oradaki
geleneksel yiyecekleri olan mercimeği, kabağı, sarımsağı ve soğanı
özlüyorlardı. İşte Kur'an-ı Kerim, Medine'de klâsik iddialarını ileri süren
yahudilere bu eski olayı, bu çirkin marifetlerini hatırlatarak şöyle
buyuruyor:
61- Hani dediniz ki; "Ya
Musa, biz tek çeşit yemeğe artık dayanamayacağız " Rabbine dua et de yerin
bitirdiği sebze kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından
çıkarsın': Musa da size "Hayırlıyı daha değersizi ile mi değiştirmek
istiyorsunuz. Öyleyse bir şehre ininiz, orada ne isterseniz var" dedi.
Bunlara alçaklık ve yoksulluk damgası
vuruldu, Allah'ın gazabına uğradılar. Öyle oldu; Çünkü onlar Allah'ın
ayetlerini inkâr ediyorlar ve peygamberleri haksız yere öldürüyorlardı.
İsyana daldıkları, sınırı aştıkları için bu cezaya çarpıldılar.
Hz. Musa, yahudilerin bu isteğini tuhaf
karşılayarak şöyle demişti:.
"Hayırlı olanı daha değersizi ile mi
değiştirmek istiyorsunuz?"
Yani, yüce Allah sizin için üstün olanı
murad ettiği halde siz daha değersiz olanı mı istiyorsunuz? Hz. Musa devam
ediyor:
"Öyleyse şehre inin, orada istediğiniz
var."
Ayetin bu kısmı iki türlü yorumlanabilir.
Ya "Sizin istediğiniz şey basit ve önemsizdir. Onun için dua etmeye değmez.
Bunlar herhangi bir kasabada ya da şehirde bol bol bulunabilir. O halde
herhangi bir şehre ya da kasabaya inin, bu istediklerinizi orada
bulursunuz," demektir. Ya da "Alışageldiğiniz basit, alçak ve haysiyetten
yoksun eski hayatınıza dönün. O hayat düzeni içinde mercimek, sarımsak,
soğan, kabak ve benzeri sebzeler bulursunuz. Allah'ın sizi temsilci olarak
seçtiği yüce davaları bırakın" demektir ki, bu takdirde Hz. Musa yahudileri
azarlamış ve kınamış oluyor.
Ben, bazı tefsir bilginleri tarafından uzak
bir ihtimal sayılan bu ikinci yorumu tercih ediyorum. Bu tercihimin sebebi,
bu ayetin devamında şöyle buyurulmuş olmasıdır:
"Bunlara alçaklık ve yoksulluk damgası
vuruldu, Allah'ın gazabına uğradılar."
Çünkü yahudilerin alçaklık ve yoksullukla
damgalanmaları ve Allah'ın -c.c. gazabına çarpılmaları, tarihlerinin bu
döneminde değil, ayetin şimdi okuyacağımız son bölümünde sözü edilen olaylar
meydana geldikten sonra gerçekleşmişti.
"Öyle oldu, çünkü onlar Allah'ın ayetlerini
inkâr ediyorlar ve peygamberlerini haksız yere öldürüyorlardı. İsyana
daldıkları, sınırı aştıkları için bu cezaya çarpıldılar."
Yahudiler burada anlatılan duruma Hz. Musa
döneminden birkaç kuşak sonra düştüler. Buna rağmen ayetin bir önceki
bölümünde zamanından önce olarak "alçaklık ve yoksulluk damgası ile ilâhı
gazaba çarpılmak"tan sözedilmesi mercimek, sarımsak, soğan, kabak gibi
sebzeler istemekle sergilemiş oldukları tutuma böyle bir hatırlatmanın uygun
düşmesidir. Buna göre Hz. Musa'nın "Şehre inin" şeklindeki sözünün
kendilerine Mısır'daki kölelik hayatlarını ve bu hayattan kurtuluşlarını,
sonra da bu kölelik ve horlanma diyarında yemeye alıştıkları şeyleri
canlarının çekmesinin basitliğini hatırlatıcı bir işlev taşımakta ve bu
işleve pek uygun bir ifade olmaktadır.
Yahudilerin tarihinde rastlanan
vicdansızlıkların, kalpsizliklerin, nankörlüklerin, saldırganlıkların,
acımasızlıkların ve doğru yol rehberlerine dönük düşmanlıkların bir
benzerine hiçbir milletin tarihinde rastlanmaz. Bunlar çok sayıda
peygamberlerini ya öldürmüşler, ya boğazlamışlar ya da testere ile
biçmişlerdir. Bunlar ihlâslı hakikat rehberlerine karşı işlenmiş en çirkin
cinayetlerdir. Yahudiler küfrün en çirkinini yapmışlar, en kahpece
saldırıları gerçekleştirmişler ve en iğrenç isyanlar işlemişlerdir. Bütün bu
alanlarda onlar, başka bir benzeri olmayan alçaklıkların failleri olarak
karşımıza çıkarlar.
Bütün bunlara rağmen her dönemde şaşırtıcı
ve değişmez iddialarla ortaya çıktıkları görülür. Tarihin her döneminde sırf
kendilerinin doğru yolda olduklarını, sadece kendilerinin Allah'ın seçkin
halkı olduğunu, sırf kendilerinin Allah katında ödüllendirileceklerini, yüce
Allah'ın faziletinin ortaksız olarak sadece kendilerine özgü bir imtiyaz
olduğunu ısrarla ileri süregelmişlerdir.
Kur'an-ı Kerim, burada yahudilerin bu
klişeleşmiş iddialarını yalanlamakta ve genel kurallarından birini
belirlemektedir. Zaten Kur'an-ı Kerim'de anlatılan kıssaların ya girişinde,
ya ortasında ya da bitiminde böyle sık sık genel bir kuralın ifade edildiği
görülür. Bu genel kural, insanın yüce Allah'a -c.c- teslim oluşunu ve salih
ameller işlemeye kaynaklık edecek şekilde O'na iman etmeyi sağlayan bütün
inanç sistemlerinin özde bir oldukları ilkesidir. Bu ilkeye göre, yüce
Allah'ın fazileti hiçbir dar görüşlü taassubun sınırları arasında
hapsedilemez, o bütün zamanlarda ve dönemlerde yaşayan müminlerin ortak
imtiyazıdır. Her mümin topluluk kendi dinine bağlı kalmanın sonucu olarak bu
ilâhi imtiyazdan pay alır. Bu kural, bir sonraki peygamberlik döneminin
başlangıç tarihine kadar geçerlidir. Yeni bir peygamberlik dönemi başlayınca
bütün inanmışların bu peygambere bağlanmaları gerekir.
62- Müminler ile yahudi,
hıristiyan ve sabiilerden Allah â ve Ahiret gününe inanıp iyi ameller
işleyenler, hiç şüphesiz, Rabbleri katında mükâfatlarını alacaklardır; onlar
için korku yoktur; onlar artık hiç üzülmeyeceklerdir.
Burada "müminler"den maksat müslümanlardır.
Arapça'daki "ellezine hâdû"dan maksat, "Allah'a dönenler" ya da "Yehuda'nın
evlatları" olduklarına inanan yahudilerdir. "Nasara"dan maksat, Hz. İsa'nın
yolundan giden hıristiyanlardır. "Sabiiler"den maksat ise en geçerli görüşe
göre müşrik Araplardan kopmuş bir zümredir. Bunlar milletlerinin izlediği
puta tapıcılık geleneğinin doğruluğundan kuşku duyarak ruhlarını tatmin
edecek başka bir inanç sistemi aramış ve bu arayışları sonucunda Tevhid
inancını benimsemiş Araplardır. Bazı açıklamalara göre bu Araplar hiçbir
ilâhî rehberin çağrısına muhatap olmaksızın ırkdaşlarının tapınma
geleneklerini bir yana bırakarak ilk Hanif dinine, yani Hz. İbrahim'in
şeriatine göre ibadet etmeye yönelmişlerdi. Bundan dolayı müşrikler onlara
"sapıklar" yani atalarının dininden ayrılanlar demişlerdi. Daha sonra
müslümanlar da onlar tarafından bu ünvanla anılacaktır. İşte bu yüzden
Arapların bu zümresine "sabiiler" adı verilmiştir. Bu görüş, bazı tefsir
bilginleri tarafından, bunların yıldızlara tapan kişiler olduğu savunulan
görüşten daha geçerlidir.
Okumuş olduğumuz bu ayet bize şunu
anlatıyor: Sözü geçen bu zümreler içinde Allah'a ve Ahiret gününe inanarak
salih ameller işleyen herkes Allah katında hakkettiği mükâfata kavuşacaktır.
Böyleleri için ne korku ve ne de hüzün ve keder kesinlikle sözkonusu
olmayacaktır. Önemli olan inanç sisteminin özüdür; bu konuda hiçbir ırk ve
millet taassubu geçerli değildir. Elbette ki bu kural, Peygamber efendimizin
(salât ve selâm üzerine olsun) peygamberliği öncesi için geçerlidir. Yoksa
Peygamberimizin gelişi ile iman mükemmel ve en son şeklini almıştır.
Yukardaki ayetlerin devamında,
müslümanların işitmesi de hedeflenerek, Medine yahudilerine hitaben ataları
İsrailoğulları'nın tutumu gözler önüne seriliyor:
63- Hani sizden kesin söz
almış ve Tur dağını üstünüze çıkararak "size verdiğimizi kuvvetle tutun ve
içindekileri hatırlayın ki, takva sahiplerinden olasınız" dedik.
64- Bunun arkasından
verdiğiniz sözden döndünüz. Eğer Allah'ın üzerinizdeki fazlı ve merhameti
olmasaydı kesinlikle hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.
Daha başka surelerde ayrıntılı biçimde
anlatılan bu sözleşme, incelemekte olduğumuz surenin ilerde karşımıza
çıkacak ayetlerinde de kısmen ele alınıyor. Burada, yahudilerin başları
üzerine kaldırılan taşın sembolize ettiği kuvvet imajı ile Allah'la
ahidleştikten sonra sırt çevirmemeleri ve kararlılıkla sarılmaları 'istenen
bu sözleşmeye yahudilerin bağlı kalabilme güçlüğünün hem psikolojik ve hem
de ifade açısından uyumlu bir manzara şeklinde tablolaştırılması son derece
önemlidir.
İnanç meselesi gevşeklik ve kaypaklık
kaldırmaz; ciddiyetsizlik, alaycılık, umursamazlık ve yarım-yamalak çözüm
kabul etmez. O, yüce Allah ile müminler arasında imzalanan bir ahid, bir
kesin sözleşmedir. Bu itibarla son derece ciddi ve gerçektir.
Ciddiyetsizliğe ve kaypaklığa hiç tahammülü yoktur. Bu taahhüdün,
sözleşmenin ağır yükümlülükleri vardır. Fakat bu onun tabiatı gereğidir. O
son derece önemli, şu evrende varolan her şeyden daha önemli bir meseledir.
Buna göre, insanın ona ciddî, kararlı, yükümlülüklerinin bilincine varmış,
tüm gücünü ve azmini yoğunlaştırmış ve bu yükümlülükleri noktası noktasına
yerine getirmeye kesin biçimde niyetlenmiş olarak sarılması gerekir. Bu
yükümlülük altına giren kimsenin, rahat, sorumsuz ve başıboş hayata veda
ettiğini idrak etmesi gerekir. Nitekim Peygamber efendimiz (salât ve selâm
üzerine olsun) bu yükümlülüğü omuzlamakla görevlendirildiğinde eşine; "Ya
Hatice, artık uyku dönemi geride kaldı" diyordu. Yüce Allah da ona bu
yükümlülükle ilgili olarak:
"Gerçekten biz sana ağır bir söz
yükleyeceğiz" (Müzemmil Suresi, 5) buyurdu.
Yüce Allah işte bu yükümlülükle ilgili
olarak yukardaki ayette yahudilere şöyle buyuruyor:
"Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve
içindekileri hatırlayın ki, takva sahiplerinden olasınız."
Demek ki, bu taahhüde kuvvetle, ciddiyetle,
yoğunlaştırılmış duyguların kararlılığı ile sarılmak gerektiği gibi onun
içeriğini hatırda tutmak, mahiyetinin bilincine varmak ve bu mahiyete göre
biçimlenmek de zorunludur. Ancak o zaman bu taahhüt gelip-geçici bir
duygusal tezahür, bir heyecan ve güç gösterisi olmaktan kurtarılabilir.
Çünkü bu ilâhi taahhüt başlı başına bir hayat tarzıdır. Kavram ve bilinç
olarak kalbde yer eden, pratik bir düzen olarak hayatta yerini alan, edep ve
ahlak kuralı olarak davranışlara yansıyan, takvaya, yüce Allah'ın gözetimi
karşısında duyarlı olmaya ve akıbet endişesini hissettiren kendine özgü bir
hayat tarzı.
Ama heyhat! Yahudiyi bilinen karakteri bir
kere daha yakaladı, geleneksel tiynetine bir kez daha yenik düştü.
"Bunun arkasından verdiğiniz sözden
döndünüz.
Fakat çok geçmeden yüce Allah'ın rahmeti
imdatlarına yetişti ve yüce inayetiyle üzerlerine kanat gerdi de onları
kesin bir hüsrana uğramaktan kurtardı.
"Eğer Allah'ın üzerinizdeki fazl-ı ve
merhameti olmasaydı, kesinlikle hüsrana uğrayanlardan olurdunuz."
Yüce Allah bir kere daha yahudilerin
sözlerini bozmalarım, geriye doğru adım atmalarını, taahhütlerinden
dönmelerini, ona sarılmakta yetersiz kalışlarını, yükümlülüklerine
katlanacak gücü gösteremeyişlerini, arzularına ve kısa vadeli menfaatlerine
yenik düşmelerini belgeleyen bir olayı yüzlerine vuruyor:
65- İçinizden Cumartesi
yasağını çiğneyenleri bilmiş olmaksınız. Onlara `Aşağılık maymunlara dönün"
dedik.
66- Bu cezap, onu görenlere
ve sonradan gelip işitenlere ibret ve takva sahiplerine öğüt yaptık.
Yahudilerin Cumartesi yasağını çiğnemeleri
olayı Kur'an-ı Kerim'in başka bir suresinde ayrıntılı biçimde anlatılır.
Orada şöyle buyuruluyor:
"Onlara deniz kenarındaki kasabanın
durumunu sor. Hani onlar Cumartesi yasağına uydukları gün balıklar akın akın
geliyor, bu yasağa uymadıkları gün balıklar gelmiyordu." (Araf Suresi, 163)
Yahudiler, yüce Allah'tan haftalık kutsal
bir tatil günü istemişler, yüce Allah da Cumartesi gününü onlar için kutsal
bir tatil günü olarak belirlemişti, o gün hiçbir dünya işi yapmazlardı.
Fakat bir süre sonra onları Cumartesi günü bollaşan ve diğer günler ortadan
kaybolan balıklarla imtihan etti. Fakat yahudi bu imtihanı kaybetti, onda
başarılı olamadı. Elinin yakınına kadar gelen avdan vazgeçip bu imtihanı
kazanması ondan nasıl beklenebilirdi? Bu avı taahhüdüne bağlı kalmak ve
vermiş olduğu sözü tutmak için mi kaçıracaktı? Böyle bir özverinin yahudi
tabiatında yeri yoktu!
Bundan dolayı yahudiler Cumartesi yasağını
çiğnediler. Bu çiğnemeyi bilinen kaypak metodları ile gerçekleştirdiler.
Cumartesi günü balıkların önünde bir engel oluşturarak denizle irtibatlarını
kesiyorlar, fakat onları avlamıyorlardı! Gün sona erince hemen işe girişerek
denizle bağlantısı kesilmiş olan balıkları yakalayıveriyorlardı. Şimdi şu
ilâhi buyruğu tekrar okuyalım:
"Aşağılık maymunlara dönün"
Böylece yahudiler yüce Allah'a vermiş
oldukları sözden dönmenin, irade sahibi insan düzeyinden geriye doğru adım
atmanın hakettiği cezaya çarpılmış oldular. Çünkü onlar sözkonusu kurnazca
tutumu benimsemekle, kendilerini, hareketleri irade sonucu olmayan ve
midesinin sesine karşı koyamayan bir hayvanın düzeyine indirdiler. Onlar
insanı insan yapan en temelli özellikten ani Allah'a verilen söze bağlı
kalmayı sağlayan üstün irade özelliğinden sıyrılır-sıyrılmaz bu aşağı düzeye
inmiş oldular.
Onların vücut yapıları ile gerçek maymuna
dönüşmüş olmaları şart değildir. Ruhları ve düşünceleri ile zaten maymuna
dönüşmüşlerdi. Duyguların ve düşüncelerin izleri yüzlere yansır. Mimikler de
çehreyi etkileyen, orada derin izler bırakan belirtilerdir!
Bu olay gerek o dönem ve gerekse daha
sonraki dönemlerde yüce Allah'ın emirlerini çiğneyenler için önleyici bir
ibret dersi ve her asırdaki müminler için de yararlı bir öğüt oldu.
"Bu cezayı, onu görenlere ve sonradan gelip
işitenlere ibret ve takva sahiplerine öğüt yaptık."
Yukardaki ayetlerin son bölümünde "Bakara"
yani sığır kıssası karşımıza çıkar. Bu kıssa burada, daha önceki
İsrailoğulları kıssaları gibi kısaca değil, hikâye üslubuna uygun biçimde
ayrıntılı olarak anlatılır. Çünkü bu kıssa ne daha önce inen Mekkî surelerde
ve ne de başka bir surede yeralmamıştı. Bu kıssa yahudiyi karakterize eden
inatçılık, mızıkçılık, söylenene karşı koyma ve bu yolda bahaneler uydurma
huyunun canlı bir tablosunu gözler önüne sermektedir. Okuyalım:
67- Hani Musa, kavmine:
"Allah size bir sığır kesmeyi emrediyor" dedi de kavmi kendisine: "Bizimle
alay mı ediyorsun? " deyince, o da onlara: "Cahillerden biri olmaktan
Allah'a sığınırım" dedi.
68- Onlar: "Rabbine dua et
de bize o sığırın nasıl olduğunu açıklasın" dediler. Musa da: "Rabbim `o
sığır ne yaşlı ve ne de körpe olup bu ikisi arasında orta yaşlıdır' diyor,
haydi size emredileni yapın" dedi.
69- Onlar: "Rabbine dua et
de bize o sığırın rengini bildirsin" dediler. Musa da: "Rabbim, `o sığır
görenlerin gözüne hoş gelecek parlak sarı renktedir' diyor." dedi.
70- Onlar: "Rabbine dua et
de bu sığırı bize iyice tanımlasın. Biz sığırları birbirinden ayırdedemez
olduk. Allah dilerse bu karışıklığın içinden çıkarız" dediler.
71- Musa: "Rabbim, `o,
boyunduruğa koşulup toprak sürmemiş, toprak sulamada kullanılmamış, özürsüz
ve alacasız bir sığırdır' diyor" dedi. Bunun üzerine onlar "İşte şimdi hakkı
ile anlattın" diyerek tanımlanan sığırı kestiler, neredeyse bunu
yapmayacaklardı.
72- Hani bir adam
öldürmüştünüz de bu suçu birbirinize atmaya kalkmıştınız. Oysa Allah
gizlediğinizi ortaya çıkaracaktı.
73- Bu amaçla "Kesilen
sığırın bir parçasını o öldürülen adamın cesedine değdirin" dedik. İşte
Allah böylece ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size ayetlerini gösterir.
Bu küçük kıssa, az önce okuduğumuz
ayetlerden anlaşılabileceği gibi, birkaç bakımdan incelenebilir. Bu
ayetlerde dikkatimizi çeken ilk husus, yahudilere atalarından miras kalan
karakterlerini açığa vurmalarıdır. Yine bu ayetlerde yaratıcının gücü,
ölümden sonra dirilme gerçeği, hayatın ve ölümün özelliği kanıtlanmaktadır.
Ayrıca bu kıssanın başlangıcı, sonucu ve konumu bakımından sergilediği ifade
sanatı da dikkatimizi çeken noktalar arasındadır.
Yahudi tabiatının temel karakteristik
özellikleri bu sığır kıssasında açıkça görülür. Bu özelliklerin en başta
geleni kalpleri ile yüce Allah arasındaki ilişkinin kopuk oluşudur. Ki bu
ilişki, ipince şeffaflığın, görünmeyene inanmanın, Allah'a güvenin ve
peygamberlerin getirdiği mesajları onaylama yeteneğinin kaynağını oluşturur.
Bu özelliklerin diğerleri de; yükümlülükleri üstlenmekten kaçınma, çeşitli
bahaneler ve mazeretler uydurma, kalp bozukluğu ile dil kabalığından
kaynaklanan alaycılıktı!
Sebebine gelince; peygamberleri
kendilerine: "Allah size bir sığır kesmeyi emrediyor" dedi. Bu söz, bu
biçimi ile içeriğini onaylayıp yerine getirilmesi için yeterlidir. Çünkü
sözü söyleyen peygamberleri aynı zamanda kendilerini yüce Allah'ın rahmeti,
gözetimi ve direktifi ile onur kırıcı bir işkence hayatından kurtarmış olan
liderleridir. Üstelik bu peygamber, bu direktifin kendi emri, kendi görüşü
olmadığını, bu emrin kendilerini hidayeti doğrultusunda ilerletmek isteyen
yüce Allah'dan geldiğini belirtiyor. Buna karşılık verdikleri cevap,
küstahlıktan, edepsizlikten ve şanlı peygamberlerini alaycılıkla,
dalgacılıkla suçlamaktan ibaret oldu. Sanki peygamber olması bir yana, yüce
Allah'ı tanıyan sıradan bir insanın bile yüce Allah'ın adını ve emrini alay
ve maskaralık malzemesi yapması düşünülebilirmiş gibi Peygamberlerine şöyle
soruyorlar:
"Bizimle alay mı ediyorsun?"
Hz. Musa'nın bu küstahlığa karşı cevabı
Allah'a sığınmak; onları tatlı dille sitemli ve dolaylı bir üslupla yüce
Allah karşısında takınılması gereken edebe çağırmak, O nun hakkındaki
asılsız düşüncelerin ancak bu edebi bilmeyen ve takınamayan cahillere lâyık
olduğunu kendilerine anlatmak olmuştur.
"Cahillerden biri olmaktan Allah'a
sığınırım."
Aslında bu sitemli ifade onları kendine
getirmeye, Rabblerine döndürmeye ve peygamberlerinin emrini yerine
getirmelerini sağlamaya yeterli idi. Fakat unutmayalım ki, yahudiler ile
karşı karşıyayız!
Evet.. Onlar peygamberlerinin bu yalın sözü
üzerine ellerini herhangi bir sığıra uzatıp onu kesebilirlerdi; bunu
yapmalarında herhangi bir güçlük yoktu. Böyle yapsalar Allah'ın emrine uymuş
ve peygamberlerinin sözünü tutmuş olacaklardı. Fakat itirazcı ve kaypak
karakterleri hemen depreşiverdi. Bunun sonucu olarak peygamberlerine şu
soruyu yönelttiklerini görüyoruz:
"Rabbine dua et de bize o sığırın nasıl
olduğunu açıklasın, dediler."
Bu soru bu biçimi ile şunu ortaya koyuyor:
Onlar, Hz. Musa'nın, bu emirle kendileri ile alay ettiğinden halâ kuşku
duyuyorlar. Sebebine gelince; her şeyden önce, "Bizim için Rabbine dua et"
demekle, yüce Allah'ın sadece Hz. Musa'nın Allah'ı olduğunu, aynı zamanda
kendilerinin de Rabbi olmasının sözkonusu olmadığını, meselenin kendilerini
değil, sadece Hz. Musa ile onun Allah'ını ilgilendirdiğini söylemek
istiyorlar. Ayrıca Hz. Musa'dan boğazlanacak sığırın "nasıl" olduğunu
Rabbinden öğrenmesini istiyorlar. Burada sorulan bu soru her ne kadar
hayvanın niteliğini öğrenmeye dönük gibi görünüyorsa da aslında karşı gelme
ve alay etme anlamı taşır. "Nasıl bir şeydir o?". O bir sığırdır.
Peygamberleri bunu onlara işin başında hiçbir nitelik ve özellik
belirtmesine yer vermeksizin söylemişti. Bir sığır. O kadar!
Burada Hz. Musa'nın onları doğru yola
döndürmek amacı ile sorularına soruyla cevap verme yoluna başvurmamaya özen
gösterdiğini görüyoruz. Eğer böyle yapıp onların sapık soru sorma üslubunu
benimsemiş olsaydı, kendileri ile kelimelerle oynamak anlamına gelebilecek
biçimsel bir tartışmaya girme tehlikesi ile karşılaşabilirdi. Hz. Musa,
bunun yerine onlara, Allah tarafından sapıtmış aptallarla başa çıkmakla
görevlendirilmiş eğitici bir öğretmene yakışacak bir ağırbaşlılıkla cevap
veriyor:
"O sığır ne yaşlı ve ne de körpe olup bu
ikisi arasında orta yaşlıdır."
Yani sözkonusu sığır ne çok yaşlı ve ne de
körpe bir danadır, bu ikisi arasında bir yaştadır. Hz. Musa, bu kısa
açıklamanın arkasından onlara şu kesin ifadeli nasihati yöneltir:
"Haydi (artık) size emredileni yapıverin"
Sözü uzatmak istemeyenler için bu kadar
açıklama yeterli idi. Yeterli idi, çünkü peygamberleri onları iki kere doğru
yola çekmiş, kendilerine soru sormanın ve emir almanın gerekli edep
kurallarını tanıtmıştı. Artık ne çok kocamış ve ne de körpe olmayan orta
yaşlı herhangi bir sığırı yakalayarak omuzlarına bindirilen yükümlülükten
arınmaları, bu hayvanı keserek Rabblerinin emrini yerine getirmeleri,
kendilerini karmaşıklığın ve baskının sıkıntısından kurtarmaları beklenirdi.
Fakat, yahudi bildiğimiz yahudidir! Nitekim, yine sorularına devam
ediyorlar:
"Rabbine dua et de bize o sığırın rengini
bildirsin, dediler:'
Yine "Bizim için Rabbine dua et..."
teranesi, Yahudiler bu soru ile konuyu didiklemeye giriştikleri ve ayrıntıya
girmeyi istedikleri için kendilerine verilecek cevabın da ayrıntıya girmesi
kaçınılmazdı. Okuyoruz:
"Rabbim `o sığır görenlerin gözüne hoş
gelecek parlak sarı renktedir' diyor."
Böylece kendi elleri ile kendi tercih
alanlarını daralttılar. Daha önce, istedikleri herhangi bir sığırı
kesebilecekleri halde şimdi sıradan bir sığırı kesmekle işleri bitmiyordu.
Bunun yerine ne kocamış ve ne de körpe olmayan orta yaşlı bir sığır bulmak
zorunda idiler. Üstelik bu sığır, alacasız sapsarı renkte olmalı idi. Ayrıca
ne zayıf ve ne de şişman olacak, "Görenlerin gözlerine hoş gelecekti."
İnsanların gözleri ancak sağlıklı, canlı, hareketli, gürbüz ve parlak tüylü
bir inek görünce hoşnut olabilirdi. Çünkü insanlar genellikle canlı ve
ölçülü görüntülerden hoşlanır, buna karşılık sünepe ve uyumsuz görüntülerden
nefret ederler.
Artık işi inatla kurcalamaları fazlası ile
yeterli idi. Fakat yollarına devam ederek meseleyi daha karmaşık ve
kendileri için daha zor hale getiriyorlardı. Yüce Allah buna karşılık
işlerini daha da zorlaştırıyordu. Şimdi bir kere daha sözkonusu sığırın
"nasıl" olması gerektiğini soruyorlardı:
"Rabbine dua et de bu sığırı bize iyice
tanımlasın."
Bu anlamsız ve inatçı sorularını, meselenin
kendileri için içinden çıkılmaz hale gelmesine, zira sığırları birbirinden
ayırdedemez duruma düşmelerine bağlıyorlar: "Sığırları birbirinden
ayırdedemez olduk."
Üstelik bu defa cahilliklerinin farkına
varmış olacaklar ki, şöyle diyorlar:
"Allah dilerse bu karışıklığın içinden
çıkarız."
Ama artık bu işin kendileri için daha
karmaşık ve daha zor bir hale gelmesi, serbest tercih alanlarının daha da
daraltılması ve sınırlandırılması, kesecekleri sığırda daha önce aranmayan
ve öngörülmeyen yeni nitelikler aranması kaçınılmazdı. Okuyoruz:
"Rabbim: `O, boyunduruğa koşulup toprak
sürmemiş, toprak sulamada kullanılmamış, özürsüz ve alacasız bir sığırdır'
diyor dedi."
Görülüyor ki, artık kesilecek sığır sadece
orta yaşlı, sapsarı, parlak görüntülü olmakla kalmayacaktı. Hatta bunlara ek
olarak zayıf, çift sürmede kullanılmamış ve sulama işlerinde hizmet görmüş
olmaması da yeterli değildi. Bütün bunlar yanında beneksiz ve alacasız
olması da gerekiyordu.
Ancak şu anda, yani iş iyice karmaşık hale
geldikten, aranan şartlar üstüste yığıldıktan ve serbest tercih alanı iyiden
iyiye daraldıktan sonra akılları başlarına gelir gibi olduğunda şöyle
diyorlar:
"İşte şimdi hakkı ile anlattın"
"İşte şimdi" imiş. Sanki o ana kadar
kendilerine anlatılanlar hakk, gerçek değilmiş. Ya da o ana kadar
anlatılanların gerçek olduğunun farkına varamamışlardı da akılları şimdi
başlarına gelmiş!
"Sonunda tanımlanan sığırı kestiler. Az
kalsın bunu yapmayacaklardı."
İşte o zaman, yani kendilerine verilen emri
uygulayıp yükümlülüklerin gereğini yerine getirdikten sonra, yüce Allah
sözkonusu emrin ve yükümlülüğün amacını kendilerine açıklıyor:
"Hani bir adam öldürmüştünüz de bu suçu
birbirinize atmaya kalkıştınız. Oysa Allah gizlediğinizi ortaya çıkaracaktı.
Bu amaçla `Kesilen ineğin bir parçasını
öldürülen adamın cesedine değdirin' dedik. İşte Allah böylece ölüleri
diriltir ve düşünesiniz diye size ayetlerini gösterir."
Burada kıssanın ikinci yönüne, yani yüce
Allah'ın kudretini, tekrar diriliş realitesini, ölüm ile hayatın mahiyetini
kanıtlayan kısmına geliyoruz. Kıssanın bu bölümünde hitap üçüncü şahıstan
ikinci şahısa yöneltiliyor.
Yüce Allah burada sığır kesmenin hikmetini
Hz. Musa'nın kavmine açıklıyor. Onlar aralarından birini öldürmüşlerdi.
Herkes bu cinayetten kendini uzak tutarak suçu bir başkasına atıyordu.
Ortada bir şahit yoktu. Bu yüzden yüce Allah gerçeği doğrudan doğruya
öldürülen adamın dilinden açıklamayı murad etti. Sığırın kesilmesi bu adamın
diriltilmesine vesile kılınmıştı. Kesilen hayvanın bir parçası cesede
değdirilince adam yeniden canlanıverdi. Böylece kendisini kimin öldürdüğünü
haber verme, öldürülüş olayının etrafını saran kuşku bulutlarını dağıtarak
en güvenilir kanıtla gerçeği açığa çıkarma fırsatı doğmuştu.
Acaba böyle bir vesileye niçin gerek
duyulmuştu? Çünkü yüce Allah vesilesiz olarak da ölüyü diriltebilirdi. Sonra
kesilmiş inekle yeniden diriltilen ölü arasında ne gibi bir ilişki vardı?
Sığır eski yahudiler arasında da adet olduğu üzere kurban olarak kesiliyor
ve bu kurbanın bir parçası aracılığı ile ölen adamın cesedine yeniden can
geliyor.
Aslında kesilen hayvanın vücudundan alınan
parçada ne hayat var ve ne de yeniden canlandırma gücü. O sadece yüce
Allah'ın gücünü o adamlara gösteren zahiri bir vesileden ibarettir. O
Allah'ın gücü ki, insanlar onun nasıl işlediği hakkında hiçbir bilgiye sahip
değildirler., Onlar bu gücün etkilerini ve sonuçlarını görüyorlar, fakat ne
mahiyetini ve ne de nasıl işlediğini kavrayamıyorlar.
"İşte Allah böylece ölüleri diriltir"
Yani, burada bizzat gördüğümüz fakat nasıl
olduğunu bilemediğiniz bu diriltmede olduğu gibi yüce Allah hiçbir zorluk ve
sıkıntı çekmeden ölüleri diriltiverir.
Ölümün tabiatı ile hayatın tabiatı arasında
insanların başlarını döndürecek derecede korkunç bir mesafe var. Fakat ilahi
kudretin yanında böyle "uzaklık" gibi kavramlara yer yoktur. Nasıl olur?
Bunu hiç kimse anlayamaz; hiç kimsenin bunu kavraması mümkün değil. Bu
şaşırtıcı realitenin özünü ve biçimini kavramak ilâhi sırlardan biridir ve
bu niteliği ile biz faniler aleminde buna imkan yoktur. İnsan aklı sadece bu
sırrın kanıtladığı realiteleri kavrayabilir ve ordan ders alabilir.
"O, size düşünesiniz diye ayetlerini
gösterir."
Şimdi de bu kıssanın sergilediği edebî
güzelliğe ve daha önceki ayetler ile arasında bulunan uyuma sözü getirelim.
Hikâyemiz kısacıktır. Onun baş tarafını
okurken kendimizi bir meçhulün, bir bilinmeyenin karşısında buluyor
arkasından ne geleceğini bilmiyoruz. Yani kıssanın baş tarafını okurken,
yüce Allah'ın yahudilere niçin bir sığır kesmelerini emrettiğini
anlayamıyoruz. Nitekim yahudiler de işin başında bu emrin sebebini
bilmiyorlardı. Yüce Allah böylelikle onların itaat, söz dinleme ve
teslimiyetlerinin derecesini ölçmüş oluyordu.
Sonra kıssanın akışı içinde Hz. Musa (selâm
üzerine olsun) ile kavmi arasında ardarda karşılıklı konuşmalar oluyor.
Fakat bu arada Hz. Musa ile Rabbi arasında neler cereyan ettiğini belirtmek
üzere bu karşılıklı konuşmalara ara verildiğini görmüyoruz. Oysa bu
konuşmaların her defasında yahudiler, Hz. Musa'dan, Rabbine bir soru
sormasını istiyorlar. O da istenen soruyu gerçekten soruyor ve aldığı cevabı
onlara iletiyordu. Fakat kıssanın akışı içinde "Musa, Rabbine sordu" ve
"Rabbi, Musa'ya cevap verdi" şeklindeki ifadelere rastlanmıyor. Doğaldır ki,
Allah'ın yüceliğine yakışan bu sükut, bu lâfa karışmama ve karıştırılmama
üslubudur. Bu üslubun yahudilerce benimsenen bir inatçı polemik üslubu ile
aynı paralelde olması, tabii ki, söz konusu olamazdı!
Kıssanın sonu bir sürprizle, beklenmeyen
bir olayla noktalanıyor. Nitekim yahudiler de böyle bir gelişme
beklemedikleri için sürprizle karşılamışlardı. Bu sürpriz gelişme,
boğazlanan bir sığırın vücudundan koparılmış bir parçanın, başka bir deyimle
ne canlı olan ve ne de hayat unsuru içeren bir vücud parçasının basit bir
dokunuşuyla ölmüş bir cesedin dirilmesi ve konuşmaya başlamasıdır!
İşte bu özellikleri dikkate alınca
Kur'an'ın ilginç kıssalarından birini oluşturan bu kısacık kıssada edebi
ifadenin güzelliği ile konunun anlatım hikmetinin buluştuğunu görürüz.
Gerek yahudilerin kalplerinde hassasiyet,
ürperti ve korku uyandırması gereken bu son kıssanın tasvir ettiği canlı
manzaranın arkasından ve gerekse daha önce gözler önüne serilen canlı
tabloların, olayların, ibretlerin ve derslerin arkasından bütün beklentilere
ve öngörülere ters bir sonuçla karşı karşıya geliyoruz:
74- Bütün bu olaylardan
sonra kalpleriniz yine katılaştı. Şimdi onlar taş gibi, hatta taştan bile
daha katıdırlar. Çünkü öyle taşlar var ki, içlerinden ırmaklar akar. Yine
öyle taşlar var ki, çatlarlar da bağırlarından su fışkırır. Yine öyle taşlar
var ki, Allah korkusu ile dağlardan yuvarlanıp aşağı inerler. Allah
yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.
Burada, onların katı kalpleriyle
karşılaştırılan taşlar bütün özellikleriyle yahudiler tarafından bilinen
nesnelerdi. Çünkü daha önce onlar yarılarak oniki pınar fışkırtan taşı
gözleriyle görmüşlerdi. Yine onlar, yüce Allah'ın tecelli etmesi üzerine
koca dağın parçalanıp aşağıya yuvarlandığını ve Hz. Musa'nın da baygın bir
halde yere düştüğünü de görmüşlerdi.
Fakat onların kalpleri, bütün bunlara
rağmen, ne yumuşadı ne nemlendi ne de Allah saygısı. ve korkusu ile
titredi!.. Katı, sert, kuru ve kâfir kalpler bunlar. Yüce Allah'ın şu
tehdidinin gerekçesi de budur zaten:
"Allah yaptıklarınızdan asla habersiz
değildir."
Böylece yahudiler ile birlikte çıkılan
tarih gezisinin bu bölümü burada sona eriyor. O yahudi tarihi ki, baştan
sona küfür, gerçeği reddetme, kaypaklık, inatçılık, hile, entrika, katı
kalplilik, ruhsuzluk, serkeşlik, küstahlık ve fasıklıkla doludur.
Bakara suresinin bir önceki bölümünde
Allah'ın (c.c) yahudilere bağışlamış olduğu nimetler ve onların bu nimetlere
karşı sürekli olarak nankörlük etmeleri hatırlatılıyor; bu nimetler ve
nankörlükler kimi zaman kısaca, kimi zaman da uzun uzadıya canlı tablolar
halinde gözler önüne seriliyordu. Bu bölüm en sonunda onların kalplerinin
taşlardan daha katı, daha sert hale geldiğini vurgulayarak noktalanmıştı.
Şimdi inceleyeceğimiz ayetler demetinde ise
yüce Allah Medine'deki İslâm cemaatine dönerek yahudilerden sözediyor.
Onlara yahudilerin hile ve fitne metodlarını, araçlarını gösteriyor.
Yahudilerin tarihleri ve toplumsal karakterlerinin ışığı altında
müslümanları onların tuzakları ve entrikaları konusunda uyarıyor. Onların
sözlerine, iddialarına, fitne ve yanıltma amaçlı göz boyayıcı metodlarına
aldanmamaları gerektiğini vurguluyor.
Bu sohbetin uzunluğu ve değişik üsluplara
başvurması, yahudi tarafından müslüman cemaatin önüne kurulan ve dinine
karşı planlanan tuzakların ne kadar çok ve büyük olduğunu gösterir.
Okuyacağımız ayetler zaman zaman yahudilere
dönerek, müslümanların gözü önünde, onlardan alınmış olan kesin sözleri,
sonra bu verdikleri sözlerden caymalarını, taahhütlerinden sapmalarını ve
yan çizmelerini belgeleyen olayları, dümen sularında gitmeyi reddeden
peygamberlerini yalanlamalarını, öldürmelerini ve şeriatlerine ters
düşmelerini, kaypaklıklarını, batıl tartışmalarını, ellerindeki kutsal
nassları tahrif etmelerini bir bir yüzlerine vuruyor.
Yine bu ayetlerde yahudilerin, müslüman
cemaatle giriştikleri tartışmalar, bu tartışmada ileri sürdükleri asılsız
iddia ve deliller de gözler önüne seriliyor. Bu arada Peygamber efendimizden
(salât ve selâm üzerine olsun) iddialarını çürütmesi, delillerini boşa
çıkarması, dâvalarının asılsızlığını ortaya koyması, açık ve belirgin
gerçeğe dayanarak onların kurdukları tuzaklara müslüman cemaatin düşmesini
önlemesi isteniyor.
Meselâ yahudiler, Cehennem ateşinin
kendilerine sadece birkaç gün kadar dokunacağını, çünkü yüce Allah katında
özel bir mevkileri olduğunu ileri sürdüler. Yüce Allah Peygamberimize,
onların bu iddialarına şu susturucu cevabı vermesini telkin ediyor.
`De ki; "Allah'dan bu yönde söz mü aldınız
-ki Allah asla sözünden dönmez yoksa Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi
söylüyorsunuz?"
Yine onlar İslâm'ı kabul etmeye
çağrıldıklarında; "Biz, sadece bize indirilene inanırız, derler ve
ellerindeki Tevrat'ı doğrulayıcı hakk bir kitap olduğu halde ötesine
inanmazlar"dı. Bunun üzerine yüce Allah, Peygamberimize, "Kendilerine
indirilene inandıkları" yolundaki iddialarını çürütmek üzere onlara şöyle
cevap vermesini telkin ediyor:
"Madem ki, inanıyordunuz, niye daha önce
Allah'ın peygamberlerini öldürdünüz.
Musa size mucizelerle geldi. Siz ise onun
yokluğunda buzağıya taptınız. Sizler böyle zalimlersiniz.
Hani sizden kesin söz almıştık, Tur'u
üzerinize kaldırarak `Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve söz dinleyin'
dedik. Onlar ise: `Dinledik ve karşı geldik' dediler. Kâfirlikleri yüzünden
buzağı sevgisi kalplerine iyice işledi. De ki: `Eğer inanıyor idiyseniz,
imanınız size kötü şeyler emrediyor!"
Yine onlar Ahiret yurdunun sırf kendilerine
ait olduğunu, başka hiç kimsenin bu konuda kendilerine ortak olmadığını
ileri sürüyorlardı. Yüce Allah, okuduğumuz ayetlerden birinde
Peygamberimize, yahudiler ile müslümanların biraraya gelerek, "yalan
söyleyen tarafın canını alması" yolunda Allah'a dua etmeyi teklif etmesini,
yani klâsik deyimi ile yahudileri "mubahele"ye çağırmasını telkin ederek
şöyle buyuruyor:
"De ki: `Eğer iddia ettiğiniz gibi Allah
katında Ahiret yurdu başka hiç kimsenin değil de sırf sizin ise o halde
iddianızda samimi iseniz ölümü özlemle isteyin."
Yüce Allah, onların ölümü temenni etmeye
asla yanaşmayacaklarını belirtiyor. Gerçekten de öyle oldu. Çünkü onlar
iddialarında samimi olmadıklarını bildikleri için müslümanlar ile birlikte
böylesine bir ölüm duasına girmeye yanaşmadılar.
Okuduğumuz ayetler, bu tür yüze vurmaları,
gerçekleri ortaya çıkarmayı ve yönlendirmeleri sürdürüyor. Ayetlerin
izlediği bu metod, yahudilerin, müslümanların saflarına yönelik hilelerini
zayıflatıcı veya etkisiz hale getirici, onların komplolarını ve
entrikalarını ortaya çıkarıcı, yahudilerin klâsik tarihlerinde meydana gelen
olayların ışığı altında onların çalışma, tuzak kurma ve iddialar ileri sürme
usullerini müslümanların kavramasını sağlayıcı niteliktedir.
İslâm ümmeti günümüzde de yahudilerin hile
ve entrikalarının tehdidi altında yaşıyor. Tıpkı ilk müslüman atalarının bu
hile ve tehditler altında yaşamış oldukları gibi. Fakat üzülerek söyleyelim
ki, günümüzün müslüman ümmeti, atalarına son derece yarar sağlamış olan
Kur'an'ın bu yönlendirmelerinden ve ilâhî rehberliğin avantajlarından
yararlanmıyorlar. Oysa bu ümmetin Medine'deki ilk müslüman ataları,
dinlerine henüz yeni doğmuş olmasına ve toplumlarının oluşum aşamasında
bulunmasına rağmen, bu yönlendirmeler sayesinde o günkü yahudilerin hile ve
entrikalarını boşa çıkarmışlardı.
Günümüzün yahudileri de aynı klâsikleşmiş
hile ve entrikaları ile bu ümmeti dininden soğutmaya ve Kur'an'ından
uzaklaştırmaya çalışıyor. Amaçları, klâsik silâhlarının ve koruyucu
cephanelerinin ellerinden alınmaması, müslümanlarca işe yaramaz hale
getirilmemesidir. Çünkü müslümanlar gerçek güç odaklarından ve saf kültür
kaynaklarından uzak kaldıkça, yahudiler güven içinde yaşamaya devam
edeceklerdir.
Buna göre kim bu ümmeti dininden ve
Kur'an'ından uzaklaştırmaya çalışıyorsa bilinsin ki, o bir yahudi uşağı,
yahudi kuklasıdır. Bu işi ister bilerek, ister bilmeyerek, ister kasıtlı
olarak ve isterse farkında olmayarak yapsın, farketmez. Yine iyi bilelim ki,
bu ümmet varoluşunu, gücünü ve üstünlüğünü besleyen tek ve biricik gerçek
kaynağından uzak tutuldukça, yahudî güven içinde yaşamaya devam edecektir.
Sözünü ettiğimiz tek ve biricik gerçek kaynağı, bu ümmetin imana dayalı
inanç sistemi, imana dayalı yaşama metodu ve imana dayalı şeriatıdır. İşte
yol budur ve işte yolumuzun trafik işaretleri bunlardır.
Şimdi de şu ayetleri okuyalım:
"Şimdi siz onların size inanacaklarını mı
umuyorsunuz? Oysa onlar arasında öyle bir grup var ki, Allah'ın kelamını
işitirler ve anlamına akılları yattıktan sonra onu bile bile
değiştirirlerdi.
Onlar müminlerle karşılaştıklarında
`inandık' derler. Fakat birbirleri ile başbaşa kaldıkları zaman: `Rabbiniz
katında aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi Allah'ın size
açıkladıklarını onlara anlatıyorsunuz? Bunun yanlış olduğuna aklınız ermiyor
mu?' derler.
Acaba onlar bilmiyorlar mı ki, Allah
onların gizli tuttukları ve açığa vurdukları herşeyi bilir."
Yüce Allah bir önceki ayetler demetinin
sonunu yahudilerin kalplerinin kapkara, kupkuru ve kaskatı olduğunu belirten
bir tasvirle noktalamıştı. Bu tasvir, gözlerimizin önüne tek bir damla su
sızdırmayan, hiçbir dış etkinin yumuşatamayacağı ve hiçbir canlılık
belirtisi göstermeyen taşları getiriyordu. Bu tablo, sözkonusu kuru, katı,
ruhsuz manzara karşısında kalanlara umutsuzluk aşılar.
İşte bu tablonun uyandıracağı umutsuzluğun
ışığı altında yahudilerin hidayete erebileceklerini bekleyen, bu beklenti
ile kalplerine iman aşılamaya, ışık sızdırmaya kalkışan müminlere dönülerek
kendilerine bu girişimlerinden umut kesmelerini, bu beklentilerinden
vazgeçmelerini telkin eden şu soruyu yöneltiyor:
75- Şimdi siz onların size
inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlar arasında öyle bir grup var ki,
Allah'ın kelâmını işitirler ve anlamına akılları yattıktan sonra, onu bile
bile değiştirirlerdi.
Haberiniz olsun ki, böylelerinin iman
etmeleri beklenemez, umut edilemez. İman etmek için başka bir tabiat, başka
bir yetenek gereklidir. Müminin tabiatı hoşgörülü, yumuşak, esnek, ışık
huzmelerine açık, ezeli ve sonsuz kaynakla bağlantı kurmaya hazırlıklı olur.
Yine bunlara ek olarak saf, duru, lekesiz, duyarlı, çekingen ve Allah'a
saygılıdır. Bu Allah saygısı, onu yüce Allah'ın kelâmını duyup, ne demek
istediğini anladıktan sonra değiştirmekten, yani bile bile ve inatla
girişilecek bir tahrifçilikten alı koyar. Başka bir deyimle müminin tabiatı
dosdoğrudur, bu tür tahrifçilikten ve kaypaklıktan çekinir.
Burada sözü edilen yahudi grubu, yüce
Allah'ın kendilerine indirmiş olduğu gerçeklerden haberdar olan bilginler
kesimi yani hahamlar ve din bilginleridir. O din bilginleri ki, yüce
Allah'ın peygamberleri Hz. Musa'ya indirmiş olduğu Tevrat'taki kelâmını
işittikten sonra tahrif ederler ya da onu asıl anlamından uzaklaştıracak
biçimde yorumlarlar. Bu tahrifciliği, okuduklarını anlayamadıkları için
değil, bile bile yaparlar. Bu işe onları sürükleyen faktör, şahsî
ihtirasları, menfaat beklentileri ve sapık amaçlarıdır!
Kendi peygamberleri Hz. Musa'nın getirmiş
olduğu gerçekleri tahrif etmekten çekinmeyen bu "din adamları", Hz.
Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) getirdiği gerçeklerden elbette
yüz çevireceklerdi. Vicdanları bu ölçüde çürümüş, batılı bile bile inatla
savunan kimselerin İslâm çağrısına karşı çıkmaları, onun karşısında zikzak
çizmeleri ve onun hakkında türlü türlü yalanlar uydurmaları son derece
normaldir!
76- Onlar müminler ile
karşılaştıklarında "inandık " derler. Fakat birbirleri ile başbaşa
kaldıkları zaman "Rabbiniz katında aleyhinize delil olarak kullansınlar diye
mi Allah'ın size açıkladıklarını onlara anlatıyorsunuz? Bunun yanlış
olduğuna aklınız ermiyor mu?" derler.
Yani vicdanlarının çürümüşlüğüne gerçeği
saklama ve Allah'ın kelâmını tahrif etme huylarına bir de iki yüzlülüğü,
münafıklığı, aldatmacayı ve zigzag çizmeyi ekleyen bu adamların size
inanacaklarını mı umuyorsunuz?
Bunlardan bazıları müminler ile
karşılaştıklarında "inandık" yani "Hz. Muhammed'in peygamber olduğuna
inanıyoruz" derler. Bu sözü, ellerindeki Tevrat'ta peygamberimizin
geleceğini müjdeleyen açıklamalara, kendilerinin ötedenberi peygamberimizin
gelmesini beklemekte oluşlarına ve yüce Allah'ın yeni gelecek peygamber
aracılığı ile kendilerini düşmanlarına karşı üstün çıkarmasını dilemelerine
dayanarak söylüyorlar. İşte yukardaki ayetlerin birinde yeralan, "Daha önce
kâfirlere karşı zafer kazanmak istedikleri halde" cümleciğinin anlamı budur.
Fakat birbirleriyle başbaşa kaldıklarında,
müslümanlara, Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- Tevrat'ta haber
verilen gerçek peygamber olduğunu söyleyen arkadaşlarını azarlıyor ve
birbirlerine şöyle diyorlardı:
"Rabbiniz katında aleyhinizde delil olarak
kullansınlar diye mi Allah'ın size açıkladıklarını onlara anlatıyorsunuz?"
Yani müslümanlara vermiş olduğunuz bu
bilgiler, onlar tarafından Kıyamet günü aleyhinizde delil olarak
kullanılır.. Bunu söylemekle onlar, yüce Allah'ın sıfatlarından ve O'nun
bilgisinin niteliğinden ne derece habersiz olduklarını bir kere daha ortaya
koyuyorlar. Sebebine gelince; öyle sanıyorlar ki, yüce Allah kendilerine
vermiş olduğu bilgiyi sàdece kendi ağızları ile müslümanlara anlattıkları
takdirde aleyhlerinde delil olarak değerlendirir. Buna karşılık eğer bu
bilgiyi gizli tutarlar, bu konuda ağızlarından birşey kaçırmazlarsa, yüce
Allah aleyhlerinde kullanacağı hiçbir delil bulamaz! Bunlardan daha tuhaf
olanı da bu konuda birbirlerine "Bunun yanlış olduğuna aklınız ermiyor mu?"
demeleridir. Kendisinden bu şekilde söz ettikleri "akıl" ve "düşünce" ne
gülünç bir şeydir!
Böyle olduğu içindir ki, ayetlerin akışı
içinde onların diğer sözlerinin ve davranışlarının anlatımına geçilmeden
önce bu düşünce tarzlarının tuhaflığı vurgulanarak şöyle buyuruluyor:
77- Acaba onlar bilmiyorlar
mı ki, Allah onların gizli tuttukları ve açığa vurdukları herşeyi bilir.
Yukardaki ayetlerin akışı içinde
yahudilerin durumu müslümanlara anlatılmaya devam ediliyor. Şöyle ki;
yahudiler iki kısımdır. Bir kısmını okuma-yazmasız cahiller oluşturur.
Bunlar kendilerine indirilmiş olan kitaplarından hiçbir şey anlamazlar. Bu
alandaki bütün bilgileri saplantılardan, zanlardan ve asılsız hayallerden
ibarettir. Ahiret azabından mutlaka kurtulacakları, Allah'ın seçilmiş
milleti oldukları, yaptıkları bütün kötülüklerin, işledikleri bütün
günahların kesinlikle affedileceği varsayımları gibi.
Yahudilerin diğer bir kesimi halkın bu
cahilliğini, bu okuma-yazmasızlığını istismar eden kimselerdir. Bunlar yüce
Allah'ın kitabına iftira atarlar, Allah'ın kelâmını maksatlı yorumlara tabi
tutarlar, kitabın, istedikleri hükmünü saklı tutup işlerine gelen
taraflarını açıklarlar, kendileri tarafından yazılmış sözleri halk arasında
yüce Allah'ın kitabından alınmış diye yayarlar. Bütün bunları da kâr, maddi
kazanç sağlamak, sahip oldukları mevkileri ve liderlik konumunu korumak için
yaparlar.
78- Onların içinde bir de
ümmiler (okuma-yazma bilmeyenler) vardır ki, bunlar kitabı bilmezler. Bütün
bildikleri birtakım asılsız kuruntulardır. Onlar sırf zanlara (saplantılara)
kapılmışlardır.
79- Kendi elleri ile kitabı
yazdıktan sonra karşılığında birkaç para elde etmek amacı ile, "Bu, Allah
katından geldi " diyenlerin vay haline! Ellerinin yazdığından ötürü vay
başlarına geleceklere! (Yine) Kazandıkları paradan ötürü vay başlarına
geleceklere!..
Gerek içlerindeki cahillerin ve gerekse
gerçeği (cin gibi) bilenlerin hakkı kabul edecekleri, hidayet yoluna
girecekleri, bizzat kendi kitaplarındaki, yollarına engel oluşturan
bilgileri tahrif etmekten kaçınacakları nasıl beklenebilir? Bunların
müslümanlara inanacakları umulamaz. Onları bekleyen, mahvolmak ve acıklı
azaptır. Kendi elleri ile yazarak yüce Allah'a attıkları iftiralardan ötürü
yazıklar ve mahvolmalar olsun onlara! Bu iftiralar ve asılsız uydurmalar
karşılığında elde etmiş oldukları maddî kazançlardan dolayı yazıklar ve
mahvolmalar olsun onlara!
İlâhi adaletle bağdaşmayan, ilâhî geleneğin
kanunları ile uyuşmayan, mantıklı davranış ve ceza kavramında yeri olmayan
sözkonusu asılsız hayallerinden biri de ne kötülük işlerlerse işlesinler
mutlaka Allah'ın azabından kurtulacakları, Cehennem ateşinin kendilerine
sadece birkaç gün dokunacağı, bu sayılı günlerin arkasından Cennet'e
girecekleri sanısıdır. Bu ham hayali neye dayandırıyorlar? Neye dayanarak
işi sağlama bağlamış gibi süre belirliyorlar? Sanki süresi belirli bir
muahedeye, bir sözleşmeye dayanıyormuş gibi nasıl böyle kesin konuşuyorlar?
Bu iddialar, cahillerin asılsız kuruntuları ile sahtekâr ilim adamlarının
yalanlarından başka birşey değildir. Bu gibi asılsız hayallere ancak doğru
inanç sisteminden sapmış ve bu sapıklıkları uzun zaman devam ettiği için
dinlerinin gerçek mahiyeti ile aralarında hiç bir ilişki kalmamış kimseler
sığınabilir. Bu takdirde onların dilinde dinin sadece adı ve şekli kalır,
içeriği ve özü ellerinden gider. Buna rağmen, halâ sırf sözde Allah'ın
dinine bağlı oldukları iddialarına dayanarak bu tutumlarının kendilerini
azaptan kurtarabileceğini sanırlar.
80- Sayılı günlerden başka
katiyyen bize ateş dokunmayacak dediler. De ki; `Allah'tan bu yönde söz mü
aldınız -ki Allah asla sözünden caymaz- yoksa Allah hakkında bilmediğiniz
bir şeyi mi söylüyorsunuz?
Ayetin soru cümlesi yüce Allah'ın kahredici
bir delil niteliğindeki telkinidir: "Allah'dan bu yolda söz mü aldınız -ki
Allah asla sözünden caymaz-". Ortada böyle bir söz verme olayı var mı?
"Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?" Gerçek budur.
Buradaki istifham (soru) sığası, dilbilgisi açısından onaylama, tasdik etme
amaçlıdır. Fakat soru sığası ile gelmesi kınama ve azarlama anlamını da
birlikte ifade eder.
Daha sonraki ayetlerde yahudilerin bu kuru
iddialarına kesin bir cevap veriliyor. Doğru ile eğriyi birbirinden ayıran
bu kesin cevap, İslâm düşünce sisteminin temel ilkelerinden birini
oluşturur. Bu temel ilke, İslâm'ın evren, hayat ve insanla ilgili genel
bakış açısından kaynaklanır. Bu ilkeye göre mükâfat ya da ceza davranışla
aynı türden olur ve davranışla uyumlu olur.
81- Hayır, öyle birşey yok.
Kim kötülük işler de günahı tarafından kuşatılırsa onlar ebedi olarak kalmak
üzere Cehennemliktirler.
82-İman edip iyi ameller
işleyenler de orada ebedi olarak kalmak üzere Cennetliktirler.
Bu iki ayette belirli bir anlam inceliği,
son derece edebi bir üslupla anlatılı-yor. Aynı zamanda bu anlam inceliğine
bağlı olarak kesin bir ilâhi hüküm dile getiriliyor. Ayetleri birazcık
irdeleyerek, bu ilâhi hükmün sebepleri ve sırları hak-kında birşeyler ortaya
koymaya çalışalım. İlk ayetin baş tarafını tekrar okuyoruz:
"Hayır, öyle bir şey yok! Kim kötülük işler
(kazanır) de günahı tarafından kuşatılırsa..."
"Günah kazanmak" ne demektir? Bu deyimle
kasdedilen zihni anlam "günaha girmek"tir. Fakat, bu deyim bilinen bir
psikolojik duruma işaret ediyor ki, o da şudur: Günaha giren kimse onu
alışkanlık sonucu işler, ondan haz duyar, onu tatlı bulur, şu ya da bu
anlamda kazanç sayar. Eğer onu çirkin birşey olarak algılasaydı, onu
işlemezdi. Eğer onu kendisi için bir kayıp, bir zarar olarak algılasaydı,
onu hırsla yapmaya girişmez, onun, duygularına egemen olma-sına meydan ve iç
dünyasını kuşatmasına fırsat vermezdi. Tersine, eğer onu kendisi hesabına
zararlı birşey olarak algılasaydı, onun gölgesine yanaşmaması, istemeyerek
işlese bile, ondan dolayı Allah'tan af dilemesi ve ondan kaçıp başka birşeye
sığınması beklenirdi. O zaman günah, benliğini kuşatamaz, duygularına egemen
olamaz, tevbe ve kefaret kapılarını yüzüne kapatamazdı.
Ayetteki "Günahı tarafından kuşatıldı"
deyimi bu anlamı somut biçimde ifade ediyor. Bu üslup Kur'an'a özgü ifade
tarzının bir özelliği, yalnız O'nda rastlanabilen karakteristik bir anlatım
biçimidir. Bu üslup, sözlere soyut zihni anlamlarından farklı bir etkileme
gücü yükler, hareket ve imajdan yoksun ifadelere somutluk algısı kazandırır.
Düşünelim ki, "inatla günaha girme"yi ifade eden hiçbir anlatım tarzı,
burada canlandırılan imajı okuyucuya veremez. O ki, gözümüzün önünde
kasıtlı, isteyerek günaha giren, günahının tutsağı olmuş, onun etkisinde
yaşayan, onun havasını soluyan, onunla birlikte ve onun için nefes alıp
veren bir imajı gözlerimiz önünde canlandırmaktadır.
O zaman, yani, günah zindanına kapanan
nefsin yüzüne tevbe kapıları kapatılınca, işte o zaman şu kesin ve adaletli
ceza gerçekleşir:
"Onlar içinde ebedî olarak kalmak üzere
Cehennemliktirler."
Şimdi de bu hükmün karşıtını okuyoruz:
"İman edip iyi ameller işleyenler de orada
ebedi olarak kalmak üzere Cennetliktirler."
Buna göre, kalpden salih amel biçiminde
dışa yansımak, imanın gereklerindendir. İmanlı olduklarını iddia edenlerin
bu realiteyi kavramaları gerekir. Müslüman olduğunu söyleyen bizler, şu
gerçeğin bilincine varmaya ne kadar muhtacız! Dışarıya iyi amel biçiminde
yansımayan imanın varlığından sözedilemez. Buna göre, "Biz müslümanız"
dedikten sonra toplumda bozgunculuk çıkaranların ve ideal düzenin ilk şartı
olan yüce Allah'ın önerdiği hayat tarzını topluma vurgulamanın, O'nun
şeriatını hayata egemen kılmanın ve O'nun teklif ettiği ahlâkı insanlara
benimsetmenin karşısına dikilenlerde imanın zerresi bile yoktur; bunlar
Allah katında hiçbir sevap payı beklememelidirler; onları yüce Allah'ın
azabından hiçbir şey kurtaramaz. Böylelerinin yukardaki ayetlerde bize
anlatıldığı türden yahudî hayallerine kapılmaları, bu tür asılsız
kuruntularla Ahirete dönük beklentiler beslemeleri hiçbir anlam taşımaz.
Ayetlerin akışı boyunca müslüman cemaate
yahudinin, Allah'ın emirlerini çiğneme, kaypaklık, sapıklık, verilen sözden
cayma gibi sürekli olarak üzerinde taşıdığı özellikleri anlatılmaya devam
ediliyor; müslümanların da gözleri önünde yahudilerin bu tutumları yüzlerine
vuruluyor:
83- Hani biz
İsrailoğullarından `Allah'dan başka bir şeye tapmayınız, ana-babaya,
akrabalara yetimlere ve yoksullara iyilik ediniz, namazı kılınız, zekâtı
veriniz " diye söz almıştık. Fakat sonra küçük bir azınlık dışında bu
sözünüzden döndünüz. Hâlâ da bu dönekliği sürdürüyorsunuz.
84- Hani birbirinizin
kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan sürmeyeceksiniz diye de
sizden söz almıştık. Kendi tanıklığınızla bunu kabul etmiştiniz.
85- Buna rağmen
biribirinizi öldürüyor ve içinizden bazılarını yurtlarından sürüyor, onlara
karşı günah ve zulüm işlemek için aranızda işbirliği yapıyorsunuz. Onları
sürgüne göndermeniz yasaklandığı halde sürgüne gönderiyorsunuz, sonra size
esir olarak geldikleri taktirde fidye vererek kendilerini kurtarıyorsunuz.
Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Oysa
içinizden böyle yapanların cezası dünya hayatında perişanlıktan başka birşey
değildir. Onlar Kıyamet günü de en ağır azaba çarpılacaklardır. Allah
yaptıklarınızdan habersiz değildir.
Daha önceki ayetler demetinde, yahudilere
vermiş oldukları söz ile ilgili olumsuz tutumları hatırlatılırken, verilen
söze sadece işaret edilmekle yetinilmişti. Şimdi bu sözleşmenin içerdiği
bazı maddeler hakkında ayrıntıya giriliyor.
Okuduğumuz ilk ayetten anladığımıza göre
yahudiler ile yüce Allah arasındaki bu sözleşme, yani Allah'ın onlardan
dağın gölgesinde aldığı ve sımsıkı tutarak hatırlarından hiçbir zaman
çıkarmamalarını istediği söz, yüce Allah'ın dininin değişmez kurallarını
içeriyordu. Bunlar İslâm'ın da getirdiği kurallardı ki, onlar bunları
benimsemeyip inkâr etmişlerdi.
Yüce Allah ile yahudiler arasındaki bu
antlaşmanın ilk maddesi, onların Allah'tan başka hiçbir şeye kulluk
etmeyecekleri idi. Bu madde, mutlak Tevhid inancının birinci ilkesidir. Bu
antlaşmada ana-babaya, akrabalara, yetimlere ve yoksullara iyilik edip
yardım eli uzatma maddeleri de vardı. Bu antlaşmanın bir başka maddesi de
onların insanlara tatlı dille hitap etmeleri ilkesi idi. Bu ilkenin başta
gelen uygulama biçimi, iyiliği emredip kötülükten sakındırma görevi idi.
Ayrıca bu antlaşmanın maddeleri arasında namaz kılmak ve oruç tutmak
farzları da yeralıyordu. Bu maddelerin hepsi birarada aynı zamanda İslâm'ın
da temel ilkeleri ve başta gelen yükümlülükleri idi.
Bu ilkelerden şu iki gerçek ortaya çıkıyor:
1- Yüce Allah'ın dininin özünde bir oluşu,
bu dinin son halkasını oluşturan İslâm'ın onun daha öncekï halkalarının
temel ilkelerini onayladığı realitesi.
2- Yahudilerin bu dinin son halkası olan
İslâm'a karşı ne kadar inatçı bir tavır takınmış oldukları gerçeği. Çünkü bu
din onları daha önce bağlı kalmayı taahhüt ettikleri, benimseyeceklerine söz
vermiş oldukları ilkelerin aynısını kabul etmeye çağırmaktadır.
Konunun bu noktasında, ayetlerin üslubu
üçüncü şahıstan ikinci şahısa dönerek sözü yine yahudilere yöneltiyor. Oysa
bir süreden beri ayetler, onlara seslenmekten vazgeçerek müslümanlara hitap
etmeyi tercih etmişti. Fakat söz yeniden yahudilere döndürülürken kullanılan
dil son derece azarlayıcı ve serttir:
"Fakat sonra küçük bir azınlığınız dışında,
bu sözünüzden döndünüz. Halâ da bu dönekliğinizi sürdürüyorsunuz."
Bu örnek aracılığı ile, aynı zamanda bu
enteresan kitapta, yani Kur'an-ı Kerim'de gerek kıssaların anlatımı
sırasında ve gerekse başka münasebetlerle şahıs zamirlerinin
değiştirilmesinin bir kısım sebepleri ortaya çıkmış oluyor.
Ayetlerin akışı boyunca yahudilere
seslenmeye devam edilerek yüce Allah'a vermiş oldukları söze ters düşen
tutumları gözleri önüne seriliyor:
"Hani birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz,
birbirinizi yurtlarından sürmeyeceksiniz diye de sizden söz almıştık. Kendi
tanıklığınızla bunu kabul etmiştiniz."
Birbirinin tanıklığı ile gerçekleşen bu
onaylama, kabul etme işleminden sonra acaba ne oldu?
"Buna rağmen birbirinizi öldürüyor ve
içinizden bazılarını yurtlarından sürüyor, onlara karşı günah ve zulüm
işlemek için aranızda işbirliği yapıyorsunuz. Onları sürgüne göndermeniz
yasaklandığı halde sürüyorsunuz, sonra size esir olarak geldikleri takdirde
fidye vererek kendilerini kurtarıyorsunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına
inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?"
Bu ayette anlatılan durum, sözkonusu edilen
tarih döneminin çok sonrasında Evs ve Hazreç adlı Medineli kabilelerin
İslâm'ı kabul etmelerinden bir süre önce de burada anlatıldığı biçimi ile
yaşanmıştı. Şöyle ki; Evs ile Hazreç kabileleri putlara tapıyorlardı.
Aralarında, başka hiçbir iki Arap kabilesi arasında görülmemiş derecede koyu
bir düşmanlık vardı.
Üç kabileden oluşmuş Medine yahudileri
antlaşmalarla bu iki kabileden birinin yandaşı durumunda idiler. Kaynuka
oğulları ile Nadir oğulları adlarındaki yahudi kabileleri Hazreç kabilesinin
ve Kureyza oğulları adındaki yahudi kabilesi de Evs kabilesinin müttefikleri
idiler. Bu iki kabile arasında savaş çıkınca yahudi kabileleri de
müttefikleri olan kabilenin yanında savaşa katılıyor, karşı tarafla
vuruşuyorlardı. Bu durumda yahudilerin karşı tarafta yeralan ırkdaşlarını
öldürdüğü de oluyordu. Oysa yüce Allah ile aralarındaki antlaşmanın bir
maddesine göre birbirlerini öldürmeleri yasaktı.
Yine kendi müttefikleri savaşta galip
gelince karşı taraftaki ırkdaşlarını yurtlarından sürüyor, mallarını
yağmalıyor ve esir alıyorlardı. Oysa bunların tümü de yüce Allah'a vermiş
oldukları söz gereğince yasaktı. Bir süre sonra savaşın etkileri yok olmaya
yüz tutunca fidye karşılığında esirleri kurtarmaya girişiyorlar, bu aşamada
gerek karşı tarafta savaşmış ırkdaşlarının gerek müttefiklerinin ve gerekse
müttefiklerinin düşmanı olan Arap kabilesinin elindeki esirleri serbest
bıraktırıyorlardı. Bunu Tevrat'ın şu hükmünün gereğini yerine getirmek için
yapıyorlardı; "Nerede İsrailoğulları'ndan bir köleye rastlarsan onu satın
alıp azad etmelisin"
İşte Kur'an-ı Kerim, onların tutumlarındaki
bu çelişkiyi yüzlerine vurarak kendilerine şu azarlama içerikli soruyu
yöneltiyor:
"Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir
kısmını inkâr mı ediyorsunuz?"
Yüce Allah verdikleri sözü çiğneme anlamına
gelen bu tutumları yüzünden kendilerini dünya hayatlarında perişan olmakla
tehdit etmekte ve asıl ağır azabın kendilerini Ahirette beklemekte olduğunu
hatırlattıktan sonra ayrıca bu sert uyarılara, onların yaptıklarından
habersiz olmadığı, bunlara göz yummayacağı biçimindeki gizli tehdidini de
eklemektedir.
"Oysa içinizden böyle yapanların cezası
dünya hayatında perişanlıktan başka birşey değildir. Onlar Kıyamet günü de
en ağır azaba çarpılacaklardır. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir."
Sonra Allah (c.c) müslümanlara ve bütün
insanlara dönerek yahudilerin mahiyetini ve tutumlarının içyüzünü şöyle
açıklıyor:
86- Bunlar Ahiret
karşılığında dünya hayatını satın almış kimselerdir. Bu yüzden onların ne
azabı hafifletilecek ve ne de kendilerine yardım edilecektir.
Buna göre, onların, kendilerine "Belirli
günler dışında Cehennem ateşinin dokunmayacağı" biçimindeki iddiaları
asılsızdır. Çünkü bu ayette "Azaplarının hafifletilmeyeceği ve kendilerine
yardım edilmeyeceği" belirtilmiştir.
Bu münasebetle yahudilerin `Ahiret
karşılığında dünya hayatını satın almış" olmalarının açıklaması şöyledir:
Yahudileri yüce Allah'a vermiş oldukları söze ters düşmeye sürükleyen
faktör, Medine'nin putperest kabileleri ile yapmış oldukları dinlerine ve
kitaplarına ters düşmeyi gerektiren antlaşmalara bağlı kalma
zorunluluklarıdır. Kendi aralarında ikiye ayrılıp iki farklı kampa katılmak,
değneği uçlarından değil de ortasından tutmak şeklinde ifade edebileceğimiz
geleneksel bir yahudi plânıdır. Bu plâna göre onlar her zaman aralarında
çatışmalı olan askeri paktların hepsinde yeralmayı, işi sağlama bağlamayı
amaçlayan ihtiyatlı politikalarının gereği olarak görürler. Bu politika
sayesinde ister bu taraf galip gelsin ve isterse diğer taraf üstünlük
sağlamış olsun yahudiler savaş ganimetlerinden arslan payını almış ve
menfaatlerini garanti etmiş olur.
Bu politika, yüce Allah'a güvenmeyen, O'na
verilen söze bağlı kalma endişesi taşımayan, bütün güvencesini politik
ustalığa ve uluslararası antlaşmalara bağlayan, Rabbinin desteği yerine
kulların desteğine bel bağlayan bir temel yaklaşımdan kaynaklanır. Oysa yüce
Allah'tan beslenen iman, bu imanın bağlılarının, yarar sağlamak ve güvenlik
bulmak amacı ile Rabblerine vermiş oldukları söze ters düşen ve
şeriatlerinin yükümlülükleri ile çelişen paktlara ve kamplara katılmalarını
yasaklar. Çünkü Allah'a inananlar için dinlerine bağlı kalmaktan daha
öncelikli bir menfaat ve Rabblerine vermiş oldukları sözün gereklerini
yerine getirmekten daha önemli bir güvence düşünülemez.
Okuduğumuz ayetlerin devamında yahudilerin
peygamberlerine karşı takındıkları tutum ele alınarak, insan arzularına,
daha doğrusu kendi arzularına ters düşen ve boyun eğmeyen gerçeklerin
peygamberler tarafından her açıklanışında bu milletin gösterdiği sert tepki
ve peygamberlere yaptıkları kötü muamelelerin anlatımına geçiliyor.
87- Andolsun ki, Musa'ya
kitabı verdik ve arkasından ardarda çok sayıda peygamber gönderdik. Meryem
oğlu İsa'ya da açık deliller verdik ve kendisini Ruh-ul Kudüs ile
destekledik.
Ne zaman herhangi bir peygamber size
canınızın istemediği birşey getirdi ise büyüklük kompleksine kapılarak
kimini öldürüp kimini yalanlamadınız mı?
Yahudiler İslâm'a karşı çıkarken ve bu dine
girmeyi reddederken, kendi peygamberlerinin yeterli öğretilerine sahip
oldukları, bu peygamberlerinin şeriatlerine ve öğütlerine bağlılıklarını
süzdürdükleri gerekçesine dayanıyorlardı. Oysa Kur'an-ı Kerim'in bu
ayetleri, yahudilerin peygamberleri ve bu peygamberlerin şeriat ve öğütleri
karşısındaki olumsuz tavırlarını ortaya koyarak onları rezil ediyor, onların
arzularına boyun eğmeyen her hakk mesaj karşısında aynı düşmanca tavrı
takındıklarını vurguluyor.
Daha önceki bölümde Kur'an-ı Kerim,
peygamberleri Hz. Musa (selâm üzerine olsun) karşısında ortaya koydukları
olumsuz davranışların çoğunu yüzlerine vurmuştu. Burada o açıklamalara ek
olarak Hz. Musa'dan sonra kendilerine birbiri peşisıra çok sayıda
peygamberler gönderilmiş olduğu ve Meryem oğlu İsa'nın (selâm üzerine olsun)
bunların sonuncusu olduğu belirtiliyor. Yüce Allah Hz. İsa'ya gerçek
peygamber olduğunu kanıtlayan bir takım mucizeler vermiş, onu Ruh-ul Kuds,
yani Cebrail (selâm üzerine olsun) ile desteklemişti.
Acaba yahudiler bu peygamberler zincirini
ve bu zincirin sonuncu halkasını oluşturan Hz. İsa'yı nasıl karşılamışlar,
O'na karşı tepkileri ne olmuştur? Onların bu peygamberlere karşı tepkileri
Medine'de peygamberimizin karşısında göstermiş oldukları ve kınanmalarına
sebep olan tepkinin aynısıdır. Bunu inkâr edemezler. Çünkü kendi kitapları
bunun belgeleri ve ayrıntılı açıklamalarla doludur. Yukardaki ayetin son
kısmını bir kere daha okuyoruz:
"Ne zaman herhangi bir peygamber size
canınızın istemediği birşey getirdi ise büyüklük kompleksine kapılarak
kimini öldürüp kimini yalanlamadınız mı?"
İlâhî rehberleri ve şeriatleri geçici
arzulara ve değişken içgüdülere boyun eğdirmeye kalkışma girişimi, fıtratın
bozulmaya uğradığı ve kökleri bu fıtratın derinliğinde bulunan adalet
mantığının silinmeye yüz tuttuğu her dönemde ortaya çıkan bir tezahürdür. Bu
mantık, şeriatın, değişken insan mantığı dışında sabit bir mantığa, arzulara
göre eğilim değiştirmeyen, içgüdülere yenik düşmeyen bir mantığa dayanmasını
gerekli görür. İnsanlar sempati ve antipatiye, sağlığa ve hastalığa,
içgüdülere ve arzulara göre ibresi değişmeyen böylesine sabit bir ölçüye,
bir kritere başvurmalıdırlar. Yoksa ölçünün ve kriterin kendisi içgüdülere
ve arzulara boyun eğmemelidir.
Yüce Allah yahudilerin düştükleri hataların
benzerlerine düşmesinler diye müslümanlara onların başlarından geçen
olayların bir kısmını haber veriyor. Eğer onlar da aynı yanılgılara
düşerlerse yüce Allah kendilerine havale etmiş olduğu kutsal emaneti,
yeryüzü halifeliği görevini geri alır. Eğer müslümanlar da yahudiler gibi
sapıtıp yanlış işler yaparlarsa, yüce Allah'ın önerdiği yaşama tarzını ve
O'nun emirlerini bir yana bırakarak arzularının ve ihtiraslarının
boyunduruğu altına girerlerse, hidayet önderlerinin kimini öldürüp kimini
yalanlarlarsa, yüce Allah vaktiyle yahudileri mahkûm etmiş olduğu
bölünmelere, zayıflığa, ezilmişliğe, horlanmaya, mutsuzluğa ve perişanlığa
onları da mahkûm eder. Bu mahkûmiyet onların Allah'a ve peygamberlerine
dönecekleri, arzularına O'nun kitabı ve kanunları önünde diz çöktürecekleri,
yüce Allah ile kendileri ve ataları arasındaki sözleşmenin gereklerini
yerine getirecekleri, bu sözleşmeye sarsılmaz bir azimle sarılarak onun
içeriğini bir an bile hatırdan çıkarmayacakları ve böylece hidayete
erecekleri güne kadar devam eder.
İşte yahudilerin kendi peygamberlerine
karşı takındıkları tavır budur. Bu ayetler, bu tavrı belirledikten, açıkça
anlattıktan sonra, sözü, onların yeni ilâhî mesaj ve yeni İslâm peygamberi
karşısındaki tutumlarına getiriyor. Görülüyor ki, bu konuda da onlar, tıpkı
kendi peygamberlerine karşı çıkmış olan ataları gibi aynı tepkiyi gösteren o
alışık olduğumuz yahudilerdir.
88- Yahudiler; "Kalplerimiz
kılıflıdır" dediler. Hayır, yalnız kâfir olduklarından dolayı Allah onları
lânetledi. Onların pek azı iman eder.
89- Onlara Allah katından
elleri altındaki Tevrat'ı onaylayan bir kitap (Kur'an) gelince -ki, daha
önce kâfirlere karşı zafer kazanmak istedikleri halde ötedenberi bilip
durdukları bu kitap kendilerine gelince- onu inkâr ettiler. Allah'ın lâneti
kâfirlerin üzerinedir.
90- Onlar Allah'ın kendi
bağışı olarak dilediği kuluna vahiy indirmesini çekemeyerek O'nun indirdiği
kitabı inkâr etmekle benliklerini ne kötü şey karşılığında sattılar da
katmerli gazaba uğradılar! Kâfirleri alçaltıcı bir azap beklemektedir.
91- Onlara `Allah'ın
indirdiğine inanın" denildiği zaman; "Biz sadece bize indirilene
inanırız"derler ve ellerindeki Tevrat'ı doğrulayıcı hakk bir kitap olduğu
halde Tevrat'tan başkasına inanmazlar. Onlara de ki; "Madem ki,
inanıyordunuz daha önce Allah'ın peygamberini niye öldürdünüz?
92- Musa size mucizeler ile
geldi. Siz ise onun yokluğunda buzağıya taptınız. Sizler öyle zalimlersiniz!
93- Hani sizden kesin söz
almıştık; Tur'u üzerinize kaldırarak "Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve
dinleyin" dedik. Onlar ise "Dinledik ve karşı geldik " dediler. Kâfirlikleri
yüzünden buzağı sevgisi kalplerine iyice işledi. De ki; "Eğer inanıyor
idiyseniz, imanınız size ne kötü işler emrediyor!
Burada üslup sertleşiyor, şiddetleniyor ve
yer yer yıldırımlara ve şimşeklere dönüşüyor. Bu sert üslup, yahudileri,
sözleri ve hareketleri yüzünden adeta topa tutuyor. Büyüklük kompleksine
kapılarak Hakk'tan yüz çevirmelerine, iğrenç bencilliklerine, nefret saçan
ayırımcılıklarına, başkalarının iyi olmasını çekememe huylarına ve yüce
Allah'ın herhangi bir kimseye üstün bağışta bulunmasını kıskanmalarına
kalkan olarak kullandıkları bahane ve mazeret silâhlarından arındırıyor.
Bunu, İslâm'a ve bu dinin onurlu peygamberine karşı takınmış oldukları
inatçı inkârcılıklarının cezası olarak yapıyor. Yukardaki ayetleri tekrar
okuyalım:
"Yahudiler; `kalplerimiz kılıflıdır"
dediler. Hayır, yalnız kâfir olduklarından dolayı Allah onları lânetledi.
Onların pek azı iman eder."
Yani "Bizim kalplerimiz kılıfla örtülüdür,
bunlara yeni bir çağrı işlemez, yeni bir dâvetçiye kulak vermezler". Bu sözü
ya Peygamber efendimizin ve müslümanların ümitlerini keserek kendilerini bu
dine çağırmaktan vazgeçirmek ya da Peygamberimizin çağrısına niçin olumsuz
cevap verdiklerini anlatmak, bu olumsuz tavırlarını gerekçelendirmek için
söylemişlerdir.
Yüce Allah onların bu saçma sözlerine şu
karşılığı veriyor:
"Hayır, yalnız kâfir olduklarından dolayı
Allah onları lânetledi"
Yani kâfirlikleri yüzünden yüce Allah
onları dergâhından kovdu, hidayetten uzaklaştırdı. Daha doğrusu önce onlar
kâfir oldular, bunun üzerine kâfirliklerine karşılık olarak yüce Allah
onları dergâhından kovarak kendileri ile hidayetten yararlanma imkânları
arasına engel koydu.
"Onların pek azı iman eder."
Yani "Eski kâfirlikleri ve öteden beri
sürüp gelen sapıklıklarının cezası olarak başlarına gelen kovulmuşluk ve
zillet sebebiyle kendilerine gelen gerçeklere pek iman ettikleri
görülmemiştir." demektir. Diğer bir anlamı da şu olabilir: "Onların durumu
budur, yani onlar kâfirdirler ve iman etmeleri az görülebilecek bir olaydır,
kâfirlik onların ayrılmaz bir sıfatıdır. Yüce Allah, onların mahiyetini
anlatmak için böyle söylüyor." Her iki anlam da ayetin akışına ve konuya
uygundur.
Onların kâfirlikleri çirkin bir tutumdu.
Zira onlar gelişini bekledikleri ve desteği sayesinde müşriklere karşı zafer
kazanacaklarını umdukları, başka bir deyimle kendileri dışındaki milletlere
karşı üstünlük kurmak amacı ile koz olarak kullanmayı düşündükleri ve
üstelik ellerindeki Tevrat'ı onaylayan bir kitapla karşılarına çıkan bir
peygamberi inkâr etmiş oluyorlardı. Okuyoruz:
"Onlara Allah katından elleri altındaki
Tevrat'ı onaylayan bir kitap (Kur'an) gelince -ki, daha önce kâfirlere karşı
zafer kazanmak istedikleri halde, öteden beri bilip durdukları bu kitap
kendilerine gelince- onu inkâr ettiler."
İşte bu, yüce Allah'ın gazabını ve
kovulmuşluğu hakeden son derece çirkin ve yakışıksız bir tutumdur. Bundan
dolayı yüce Allah'ın lâneti üzerlerine yağıyor ve alınlarına kâfirlik
damgası vuruluyor.
"Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerinedir."
Aşağıdaki ayet de tercih ettikleri
alış-veriş biçiminin yolaçtığı zararı anlattıktan sonra takındıkları bu
çirkin tavrın gizli sebebini açıklayarak, onları rezil ediyor:
"Onlar Allah'ın kendi bağışı olarak
dilediği kuluna vahiy indirmesini çekemeyerek O'nun indirdiği kitabı inkâr
etmekle benliklerini ne kötü birşey karşılığında sattılar da katmerli gazaba
uğradılar! Kâfirleri alçaltıcı bir azab beklemektedir."
Yani, "Benliklerini, karşılığında satmış
oldukları şey olan kâfirlik ne kötüdür". Burada kâfirlik, onların
benliklerine karşılık olan bir bedel sanki! İnsan, benliğini belirli bir
bedele denk tutar. Bu bedel az ya da çok olabilir. Fakat benliğini
kâfirlikle denk tutması, düşünülebilecek en çirkin ve en zararlı alışveriş
biçimidir. Ama sembolik ve tasvir edici bir anlatımla karşı karşıyaymışız
gibi görünmesine rağmen, gerçekte var olan da bundan başka birşey değildir.
Sebebine gelince, yahudiler dünyada benliklerini mahvederek, imanlı
insanların onurlu kervanına katılmaktan yoksun kaldıkları gibi Ahirette de
kendilerini alçaltıcı bir azap beklediği için orada da benliklerini
mahvetmişler, yokluğa atmışlardır. Peki, bütün bunların içinden ne elde
ederek çıkmışlar? Kâfirlik!.. Kazandıkları, ele geçirdikleri tek şey sadece
kâfirlik!..
Onları bu zararlı alış-verişe
Peygamberimize (salât ve selâm üzerine) karşı duydukları kıskançlık
sürükledi. Kendi aralarından birine verileceğini sandıkları peygamberliğin
O'na verilmesini içlerine sindiremediler. Yüce Allah'ın bağışlayıcılığının
eseri olarak dilediği kuluna vahiy indirmesi kindarlıklarına yolaçtı. Bu,
düpedüz bir çekememezlik ve zulüm belirtisiydi. Bu tutumları ise kendilerine
yüce Allah'ın katmerli gazabını getirdi. Ayrıca bu büyüklük kompleksine
tutsak olmalarının, kıskançlıklarının ve çekememezliklerinin cezası olarak
Ahirette kendilerini küçük düşürücü bir azap beklemektedir.
Yahudilerde görülen bu huy, nankörlüktür;
katı bir taassubun kısıtlı dünyası içinde yaşayan dar görüşlü bir
bencilliktir. Bu bencillik, kendisinden başkası-na gelen iyilikten kendini
kopuk ve ilişkisiz olarak düşünür, bütün insanları birbirine bağlayan büyük
insanlık ilişkisinin farkında değildir.
İşte yahudiler böylesine bir ayrılıkçılık
(uzlet) atmosferi içinde yaşaya gelmişlerdir. Kendilerini hayat ağacının
kesik bir dalı gibi algılarlar... İnsanlığın başına her zaman belâ gelmesini
gözlerler... Herkese kin beslerler... Sürekli olarak bu kin ve nefretlerinin
azabını çekerler... İnsanlığa karşı besledikleri bu kinin tepkisi olarak
halklar arasında yer yer kargaşa tohumları ekerler, orada-burada savaşlar
çıkararak bunların arkasından ganimet elde ederler... Aynı zamanda bu yoldan
sönmek bilmeyen kin duygularını tatmin ederler. Böylece, bazan onlar
başkalarını ve kimi zaman da başkaları onları mahveder. Bütün bu
kötülüklerin kaynağı sözünü ettiğimiz çirkin "bencillik" duygusudur; az önce
okuduğumuz ayetin ifadesi ile "Allah'ın kendi bağışı olarak dilediği kuluna
vahiy indirmesini çekemem" kompleksidir. Okumaya devam edelim:
"Onlara `Allah'ın indirdiğine inanın'
denildiği zaman, `Biz sadece bize indirilene inanırız' derler ve ellerindeki
Tevrat'ı doğrulayıcı hakk bir kitap olduğu halde Tevrat'tan başkasına
inanmazlar."
Yahudiler Kur'an'a ve İslâm'a inanmaya
çağrıldıklarında böyle cevap verirler; yani "Biz sadece bize indirilene
inanırız" derlerdi. Onların ifadesine göre, Tevrat onlar için yeterli idi ve
sadece o gerçekti. Bu yüzden de Tevrat'tan sonra gelen kitapları (Hz. İsa'ya
gelen İncil'i ve peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'e inen Kur'an'ı)
reddettiler.
Kur'an-ı Kerim, "Oysa o kitap, onların
ellerindeki Tevrat'ı doğrulayıcı bir gerçek idi." ifadesi ile onların bu
tutumunu, yani Tevrat dışındaki kitapları inkâr etmelerini hayretle
karşılıyor.
Ama gerçek onların neyine! Ellerindeki
kitabi onaylamış olmak onlar için ne anlam taşır? Bu kitap onların
tekellerinde olmadıktan sonra varsın gerçek olsun ne çıkar! Çünkü onlar
kendi bencillik komplekslerine taparlar, onlar taassuplarının kölesidirler.
Böyle bile değil. Daha doğrusu onlar arzularının ve ihtiraslarının
kullarıdırlar. Çünkü onlar daha önce kendi peygamberlerinin getirdiği ilâhî
mesajları da inkâr etmişlerdi. Yüce Allah Peygamberimizden (salât ve selâm
üzerine olsun), bu gerçeği onların yüzlerine vurarak tutumlarını ortaya
koymasını ve iddialarının gülünçlüğünü vurgulamasını istiyor:
"De ki; `Madem ki, inanıyor idiniz, daha
önce Allah'ın peygamberlerini niye öldürdünüz?".
Eğer gerçekten size indirilmiş olan ilâhi
mesajlara inanıyor idiyseniz, niye vaktiyle Allah'ın peygamberlerini
öldürdünüz? Çünkü bu peygamberler size inandığınız iddia ettiğiniz ilâhi
mesajları getirmiş olan kimselerdi.
Gerçek sizin dediğiniz gibi değil. Hatta
siz ilk peygamberiniz ve en büyük kurtarıcınız olan Hz. Musa'nın (selâm
üzerine olsun) getirdiği ilâhi mesajları bile inkâr ettiniz. Şöyle ki:
"Musa size mucizeler ile geldi. Siz ise
onun yokluğunda buzağıya taptınız. Sizler öyle zalimlersiniz!"
Acaba Hz. Musa'nın size getirdiği ilâhi
mesajlardan sonra ve daha Hz. Musa hayattayken bir buzağı ilâh edinip ona
tapmanız, imanın size telkin ettiği bir davranış mıydı? Bu davranış size
indirilen ilâhi mesajlara inandığınız biçimindeki iddianızla bağdaşır mı?
İddianızla çelişen tek olay bu değil ki!
Bundan başka Tur dağında yüce Allah'a vermiş olduğunuz söz, sonra da bu sözü
hiçe sayarak başkaldırışınızı da unutmamalısınız. Okuyoruz:
"Hani sizden kesin söz almıştık, Tur'u
üzerinize kaldırarak `Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve dinleyin', dedik.
Onlar ise `dinledik ve karşı geldik' dediler. Kâfirlikleri yüzünden buzağı
sevgisi kalplerine iyice işledi."
Bu ayetin baş tarafında yahudilere
seslenilerek onlara eski hareketleri anlatıldıktan sonra, müminlere ve bütün
insanlara dönülerek yahudilerin vaktiyle sergiledikleri davranışlar
açıklanıyor. Böylece ayetin ilk bölümünde kullanılan ikinci şahıs zamiri son
kısmında üçüncü şahıs zamiri ile yer değiştiriyor. Daha sonra Peygamberimize
seslenerek, yahudilerden sormasını istiyor: "Sizin imanınız nasıl bir iman
ki sizin bu kötülüklerinize engel olamıyor. Yoksa size bu kâfirlikleri
imanınız mı emrediyor?"
"De ki; `Eğer inanıyor iseniz, imanınız
size ne kötü işler emrediyor!"
Burada bir parantez açıp yahudileri tasvir
eden şaşırtıcı şu iki ifadeyi irdeleyelim: "İşittik ve karşı geldik",
"Kâfirlikleri yüzünden kalplerine buzağı içirilmişti (sevgisi kalplerine
yerleştirilmişti.)"
Önce ilk ifadeyi ele alalım. Yahudiler
aslında "işittik" dediler, "karşı geldik" dedikleri yok. Buna göre bu söz
acaba neden onların dilinden naklediliyor? Bu ifade sessiz realitelerinin
sanki seslendirilmiş bir realiteymişçesine canlı bir tasviridir. Yani onlar
dilleri ile "işittik" dediler, fakat davranışları ile de "karşı geldik"
dediler. Dille söylenen söze anlam kazandıran şey pratik realite, uygulamaya
yansıyan davranıştır. Bu anlam ağızdan çıkan sözden daha güçlüdür. Bu canlı
tasvir, bize şu önemli İslâmî prensibi dolaylı biçimde, ima yoluyla
anlatmaktadır: Pratik, uygulamasız sözün hiçbir değeri yoktur. Önemli olan
amel, yani pratik uygulama, ya da söylenen söz ile pratik hareket arasındaki
tutarlılıktır. Hüküm ve değerlendirme dayanağı budur.
"Buzağı kalplerine içirildi (Buzağı sevgisi
kalblerine iyice işledi)" ifadesinin gözönünde canlandırdığı kaba manzaraya
gelince bu, son derece orjinal bir tablo oluşturur. Onlar, kendileri dışında
birinin eylemi ile "içirildiler". Nedir kendilerine içirilen şey? "Buzağı
içirildiler". Nerelerine içirildi bu buzağı? " Kalplerine içirildi". İnsan
bu ifadeyi okurken hayalinde şu kaba, yırtıcı, aynı zamanda gülünç ve komik
manzara canlanıyor. Kalbe zorla sokulan ve oraya yerleşen kocaman bir buzağı
manzarası. Sanki adamlar bu buzağıyı su gibi içerek kalplerine
indirivermişler!
Burada Kur'an-ı Kerim'de rastladığımız
tasvir edici somut üslubun, anlatıcı ve soyut normal ifade tarzı karşısında
taşıdığı üstünlük açıkça ortaya çıkıyor. Bu somut, tasvir edici üslup,
çarpıcı Kur'ana anlatım tarzının belirgin bir özelliğidir.
YAHUDİLER SEÇİLMİŞ BİR
MİLLET Mİ?
Bunun dışında yahudiler ötedenberi şu
basmakalıp iddiayı ileri sürüyorlardı. Onlar Allah tarafından seçilmiş bir
milletti. Doğru yolda olanlar sırf onlardı. Ahirette kurtuluşa erecek
olanlar da sadece kendileriydi. Ahirette onlar dışındaki hiçbir milletin
yüce Allah katında bir nasibi yoktu.
Bu iddia, dolaylı biçimde, Peygamberimize
(salât ve selâm üzerine olsun) inananların Ahirette hiçbir şey elde
edemeyeceklerini ifade etmek istiyordu. Bu bakımdan onun ilk hedefi,
müslümanların, dinlerine, Peygamberine ve Kur'an-ı Kerim'in vaadlerine karşı
güvenlerini sarsmaktı. Bu yüzden yüce Allah Peygamberimize, yahudileri
mubaheleye, yani iki grubun biraraya gelerek yalan söyleyen tarafın helâke
uğraması için birlikte dua etmeye çağırmayı emretti:
94- De ki; "Eğer iddia
ettiğiniz gibi Allah katında Ahiret yurdu başka hiç kimsenin değil de sırf
sizin ise o halde iddianızda samimi iseniz ölümü temenni edin."
Bu ayetin devamında yahudilerin bu meydan
okumayı kabul ederek ölmeyi istemeye asla yanaşmayacakları vurgulanıyor.
Çünkü yalancı olduklarını bildikleri için yüce Allah'ın dualarını kabul
ederek canlarını alacağından korkuyorlar. Sebebine gelince işlemiş oldukları
amellerin kendilerine Ahirette hiçbir mutluluk payı kazandıramayacağını en
iyi bilenler kendileridir. Bu durumda hem isteyecekleri ölüm yolu ile
dünyadan olup zarara girecekler, hem de yapmış oldukları kötü ameller
sebebiyle Ahirette zarara uğrayacaklardı. Bu yüzden onlar bu meydan okumayı
kabul etmeye asla yanaşmayacaklardır. Üstelik yaşama hırsları herkesten
güçlüdür. Bu konuda puta tapan kâfirler ile aralarında hiçbir fark yoktur.
95- Oysa onlar kendi elleri
ile işlemiş oldukları kötülüklerden dolayı ölümü kesinlikle istemezler. Hiç
şüphesiz, Allah zalimleri bilir.
96- Onları, insanların
hayata en düşkünü, puta tapanlardan bile daha tutkunu olarak bulacaksın. Her
biri ister ki, bin yıl yaşatılsın. Oysa uzun yaşamak kendilerini azaptan
kurtaracak değildir. Hiç şüphesiz, Allah onların yaptıklarını görüyor.
Onlar ölümü kesinlikle istemeyeceklerdir.
Çünkü Ahirette karşılarına çıkacak olan kendi el ürünlerinin birikimi onlara
ne sevap ümidi vermekte ve ne de azaptan kurtuluş güvencesi sağlamaktadır.
Tersine onları orada bekleyen akıbet azaptır. Üstelik yüce Allah zalimleri
ve onların işlemiş oldukları amelleri iyi bilmektedir.
Sadece bu kadar değil. Yahudinin başka bir
karakteristik huyu daha var. Kur'an-ı Kerim:
"Onları, insanların hayata en düşkünü, puta
tapanlardan bile daha tutkunu olarak bulacaksın" ifadesi ile bu huyu
azarlayan, hor görme ve aşağılama yağmuruna tutan bir üslupla dile
getiriyor.
Hangi tür hayat olursa olsun! bu hayatın
onurlu ve seçkin düzeyde olması asla önemli değil! hayat sadece! Böylesine
azar ve aşağılama bombardımanına tutulmuş bir hayat da olabilir. Varsın
kurtların ve böceklerin yaşadığı hayat olsun! Hayat, o kadar!
Karşımızda yahudi var. O, geçmişinde de,
şimdiki zamanında da, geleceğinde de hep aynıdır. Başına çekiç ineceğini
görünce hemen bayı öne eğiverir. Ancak çekiç ortadan kaybolunca başını
kaldırır. Korkaklıktan ve yaşama hırsının aşırılığından dolayı alnı öne
eğiktir. Hangi tür hayat olursa olsun, onun için farketmez! Tekrar okuyalım:
"Onları, insanların hayata en düşkünü, puta
tapanlardan bile daha tutkunu olarak bulacaksın. Her biri ister ki, bin yıl
yaşatılsın. Oysa uzun yaşamak kendilerini azaptan kurtaracak değildir. Hiç
şüphesiz Allah onların yaptıklarını görür."
Herbiri bin yıl yaşatılsın ister. Çünkü
onlar, yüce Allah'ın karşısına çıkmak istemezler ve kendileri için bu
hayatın dışında başka bir hayat olduğu akıllarının ucundan bile geçmez.
İnsan dünya hayatının başka bir hayatla
birleşmediğini düşününce, yeryüzünde geçirilen sayılı saatlerin ve
nefeslerin başka bir dünyada devamı olduğuna ihtimal vermeyince bu hayat ne
kadar kısa ve ne kadar dar çerçeveli olur! Ahiret hayatına inanmak bir
nimettir. İmanın kalbe akıtmış olduğu bir nimet. Yüce Allah'ın geçici,
zavallı, kısa süreli, fakat geniş hayalli insan fertlerine bağışlamış olduğu
bir nimet.
Bu sonsuzluğa geçiş kapısını yüzüne kapatan
insanın ruhunda mutlaka hayatın özü eksik ya da silik olur. Buna göre
Ahirete inanmak, yüce Allah'ın mutlak adaletine ve dünyada yaptıklarının
karşılığını alacağı ilkesine inanmakla sınırı olmayıp, insanın bu dünyada da
canlı bir hayat yaşamasının, deyim yerindeyse hayatla dolup taşmasının da
kaynağıdır. Bu hayat anlayışı yeryüzü ile sınırlı değildir ve insanı
sınırlarının genişliğini yalnızca yüce Allah'ın bildiği özgür ve kalıcı bir
dünyaya yükseltir. Böylece insanın ruhu ulaşılması en zor olan Allah'ın
huzuruna kadar yükselir, yücelir.
Okuyacağımız ayetlerde yüce Allah Hz.
Peygamber'e dönerek yahudilere meydan okumasını istemekte ve bu gerçekleri
tüm insanlığa açıklamasını telkin etmektedir.
97- De ki; "Kim Cebrail'e
düşman olursa -ki O Allah'ın izni ile Kur'an'ı, O'na inanmayanın elleri
arasındaki Tevrat'ı onaylayıcı, müminlere yol gösterici ve müjde kaynağı
olarak senin kalbine indirdi :
98- Evet, kim Allah'a,
O'nun meleklerine, O'nun peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikâil'e düşman
olursa bilsin ki, Allah da kâfirlerin düşmanıdır.
Bu ayetlerde dile getirilen meydan okumayı
okurken yahudinin başka bir özelliğini, başka bir karakteristik huyunu
öğreniyoruz: Gerçekten acayip bir özellik. Anlaşılan yüce Allah'ın kendi
bağışlayıcılığının eseri olarak, istediği kuluna vahiy indirmesi olayı bu
milleti her tür sınırı aşan bir kin, bir kıskançlık duygusuna düşürmüş, bu
kin ve kıskançlık duygusu da onu akılla hiç bağdaşmayan bir çelişkiye
sürüklemiştir.
Şöyle ki: Yahudiler, Cebrail'in (selâm
üzerine olsun) yüce Allah'tan vahiy alarak bunu Peygamberimize indirdiğini
öğrendiklerinde Peygamberimize karşı kin ve hınç derecesiné varan şiddetli
bir düşmanlık besledikleri için bu kin ve hınçları onları şu gülünç hikâyeyi
ve şu dayanaksız bahaneyi uydurmaya sürükledi: Bu komik iddialarına göre
Cebrail onların düşmanı idi. Çünkü o dünyaya helâk, yıkım ve acı
indiriyordu. İşte onlar Peygamberimize, O'nun bu dostuna karşı duydukları
antipati yüzünden inanmıyorlardı! Eğer Peygamberimize vahiy indiren melek
Mikail olsaydı, Resulullah'a inanacaklardı. Çünkü Mikail dünyaya bolluk,
yağmùr ve bereket indiriyordu!
Bu varsayım son derece gülünç bir
aptallıktan başka birşey değildir. Fakat kin ve hınç duyguları insanı her
çeşit aptallığa sürükleyebilir. Öyle olmasaydı, yahudilerin Cebrail'e düşman
kesilmeleri için ne sebep olabilirdi? Cebrail onların lehlerine ya da
aleyhlerine çalışan bir insanoğlu değildi. Ayrıca yaptıklarını da kendi
isteği ve kararı sonucunda yapmıyordu. O, yüce Allah'ın kendisine
emrettiklerini yapan, O'nun hiçbir emrine karşı gelmeyen itaatkâr bir kuldu
sadece.
"De ki; `Allah'ın izni ile Kur'an'ı senin
kalbine indiren Cebrail'e kim düşman olursa..."
Cebrail'in, Kur'an'ı senin kalbine
indirmesi yolunda şahsi bir arzusu, kişisel bir iradesi sözkonusu değildir.
O, Kur'an'ı senin kalbine indirme konusunda yüce Allah'ın iradesini ve
iznini yerine getiriyor. Kalp, bu vahyi algılayan ve algıladıktan sonra
kavrayan bir merkezdir. Bu kitap, yani Kur'an-ı Kerim, Peygamberimizin
kalbine yerleştirilip korunuyor. Kur'an-ı Kerim'de sözü edilen "kalp"
kavramı genel olarak "algılama (idrak etme) gücü" anlamına gelir, yoksa şu
bildiğimiz vücuda kan pompalayan dört odacıklı et parçası demek değildir,
doğal olarak.
Yüce Allah bu Kur'an'ı, "Ona inanmayanın
önündeki Tevrat'ı onaylayıcı ve müminler için hidayet ve müjde kaynağı"
olarak senin (yani Peygamberin) kalbine indirdi.
Kur'an-ı Kerim, kendinden önce inen Semavî
kitapları genel anlamda onaylıyor; çünkü bütün semavi kitaplarda anlatılan
ilâhî din, özü bakımından birdir, bütün ilâhî dinlerin temel ilkeleri
ortaktır.
Kur'an-ı Kerim, kendisine açılan ve
içeriğine olumlu karşılık veren mümin kalpler için hidayet ve müjde
kaynağıdır. Bu nokta, vurgulanârak belirtilmesi gereken bir gerçektir.
Kur'an-ı Kerim, müminin kalbine dirlik ve huzur verir, ona bilgi kapılarını
açar, oraya imansız o[arak duyulması mümkün olmayan duygular ve sezgiler
enjekte eder. Bu yüzden müminin kalbi, Kur'an-ı Kerim'de hidayet bulur;
tıpkı ondan müjde veren bilgiler elde ettiği gibi. Kur'an-ı Kerim bu gerçeği
aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi çeşitli vesilelerle tekrarlar:
"O, takva sahipleri için hidayet
kaynağıdır", "O, mümin bir kavim için hidayet kaynağıdır", "O, kesinlikle
inananlar için hidayet kaynağıdır", "O, müminler için şifa ve rahmet
kaynağıdır."
Demek ki, hidayet; imanın, takvanın ve
kuşkuya yer vermeyen inancın ürünüdür. Oysa yahudiler ne inanıyorlar ne
kalplerinde Allah korkusu, (takva) taşıyorlar ve ne de yüreklerinde kuşkù
duymayan bir iman barındırıyorlardı.
Bunun sonucunda onlar nasıl ki semavi
dinler ve peygamberler arasında ayırım güdüyor idiyseler tıpkı bunun gibi
isimlerini ve ne iş yaptıklârını bildikleri Allah'ın melekleri arasında da
ayırım güdüyorlardı. Bu tutarsız anlayışlarının sonucu olarak Mikail'i dost
biliyorlar, fakat Cebrail'i düşman kabul ediyorlardı. Bu yüzden aşağıdaki
ayette, Cebrail'i, Mikâil'i, yüce Allah'ın diğer bütün meleklerini ve
peygamberlerini birarada anarak hepsinin bir olduğunu, bunlardan birine
karşı düşman olanın hepsine birden düşman olmuş sayılacağı gibi yüce Allah'ı
da düşman bilmiş kabul edileceğini, buna göre yüce Allah'ın da kendisini
düşman sayacağı ve bunu yapanın kâfirler arasında yer alacağı açıkça
belirtilmektedir. Tekrar okuyalım:
"Evet, kim Allah'a, O'nun meleklerine,
O'nun peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşman olursa bilsin ki, Allah
da kâfirlerin düşmanıdır."
Okuduğumuz ayetler demetinin ilerisinde
yine Peygamber efendimize (salât ve selâm üzerine olsun) seslenilerek Kur'an
ayetlerini sadece sapık fasıkların inkâr edebilecekleri bildirilmekte,
böylece kendisine indirilen ayetlerin ve şahsına sunulan açıklamaların
doğruluğu bir kez daha vurgulanmakta; bunun yanında gerek vaktiyle yüce
Allah'a ve peygamberlerine ve gerekse daha sonra bizim peygamberimize
verdikleri sözlerini tutmayan yahudiler kınanmakta; ayrıca onların
ellerindeki Tevrat'ı onaylayıcı olarak gelen yüce Allah'ın son kitabı,
Kur'an-ı Kerim'i reddetmeleri de ayıplanmaktadır:
99- Biz sana öyle
gerçekler, açıklayıcı ayetler indirdik ki, onları sadece fasıklar inkâr
eder.
100- Onlar ne zaman bir
ahit yaptılar ise aralarından bir grup onu bozup bir yana atmadı mı? Aslında
onların çoğu inanmaz.
101- Onlara Allah katından
önlerindeki kitabı onaylayan bir peygamber gelince, kendilerine kitap
verilenlerin bir grubu, Allah'ın kitabını hiç bilmiyorlarmış gibi onu
arkalarına attılar.
Kur'an-ı Kerim, burada, yahudilerin yüce
Allah tarafından indirilmiş olan o açıklayıcı ayetleri niçin inkâr
ettiklerini açıklıyor. Bunun sebebi fasıklık ve fıtrat sapıklığıdır. Çünkü
aslından sapmamış sağlıklı fıtrat bu ayetlere inanmaktan geri duramaz. Bu
ayetler, sağlıklı kalbe kendilerini kuşkusuz biçimde kabul ettirecek
niteliktedirler. Eğer yahudiler -ya da başkaları- bu ayetleri inkâr
ediyorlarsa bunun sebebi bu ayetlerin inandırıcı ve kanıtlayıcı
olmadıklarından değil, inanmayanların sapık fıtratlı ve fasık olmalarından
dolayıdır.
Bu ayetlerin devamında müslümanlara -ve tüm
insanlara- dönülerek bu yahudiler kınanmakta ve onların kokuşmuş
özelliklerinden biri daha gözler önüne serilmektedir. Şöyle ki: Yahudiler
koyu taassuplarına rağmen farklı arzu ve ihtiraslarının peşine takılmış,
duygularında istikrar ve uyum olmayan bir toplumdurlar. Onlarda her kafadan
bir ses çıkar, ne bir görüşte birleşirler, ne yaptıkları bir antlaşmaya hep
birlikte bağlı kalırlar ve ne de ortak bir kulpa yapışırlar. Son derece
ırkçı ve egoist olduklarından dolayı yüce Allah'ın kendilerinden başkalarına
yapacağı bağışları kıskanmalarına rağmen aralarında tutkunluk ve dayanışma
yoktur. Birbirlerinin verdikleri sözlere, girdikleri taahhütlere arka
çıkmazlar. Herhangi bir yükümlülük altına girdikleri takdirde mutlaka
aralarından oyun bozan bir grup çıkarak toplumsal taahhütlerini çiğner,
ortak kararlarına karşı çıkar. Okuyalım:
"Onlar ne zaman bir ahit yaptılar ise
aralarından bir grup onu bozup bir yana atmadı mı? Aslında onların çoğu
inanmaz."
Nitekim yahudiler Tur dağının eteklerinde
yüce Allah ile aralarında akdedilen taahhüde ve daha sonra peygamberleri ile
aralarında yapılan antlaşmalara bağlı kalmadıkları gibi son olarak Hicret
olayının ilk günlerinde Peygamberimizle yapmış oldukları antlaşmayı da
aralarından çıkan bir grup çiğnemiştir. Oysa Hz. Peygamberimiz Medine'de
kalmaları karşılığında onlarla birtakım şartlar içeren ve karşılıklı olarak
uyacakları bir antlaşma imzalamıştı. Böyle olmasına rağmen Peygamberimize
karşı, onun düşmanları ile ilk işbirliği yapanlar, onun getirdiği dine karşı
ilk kötüleme kampanyasını açarak müslümanlar ile yapmış oldukları antlaşmaya
aykırı biçimde onların arasında fitne ve bölücülük tohumları ekmeye
girişenler onlardı.
Yahudïlerin bu dostluk anlayışı ne kadar
kötüydü. Müslümanlarda ise bunun tam zıddı olan bir dostluk anlayışı
geçerlidir. Peygamberimiz bu dostluk anlayışını, bu dayanışmayı şu sözleri
ile anlatıyor:
"Müslümanlar kanlarını birbirlerine bedel
sayarlar. Onlar başkalarına karşı tek bir eldirler. En zavallıları bile
ortak yükümlülüklerini yerine getirmeye çalışır" (İmam-ı Ahmed)
Evet, müslümanların en zavallısı bile ortak
yükümlülüklerine sahip çıkar, hiçbir müslüman yapmış olduğu antlaşmayı
önemsiz görmez, hiçbir müslüman kesinleşmiş taahhüdünü çiğnemez.
Nitekim vaktiyle İslâm ordusu
komutanlarından Ebu Ubeyde b. Cerrah, Halife Hz. Ömer'e (Allah her ikisinden
de razı olsun) bir yazı yazarak İslâm ordusundaki kölelerden birinin lrak
halkına eman (can güvenliği) sözü verdiğini bildirdi ve bu hücum karşısında
ne yapması gerektiğini sordu. Hz. Ömer de kendisine cevap olarak şunları
yazdı; "Yüce Allah vefakârlığa, verilmiş söze bağlılığa büyük önem verdi.
Verdiğiniz sözleri yerine getirmedikçe vefakâr olamazsınız. Buna göre lrak
halkına verilen sözü tutunuz ve onlara artık ilişmeyiniz."
İşte onurlu, sağlam karakterli ve
dayanışmalı cemaatin karakteristik özelliği budur. Ayrıca fasık yahudilerin
ahlâkı ile samimi müslümanların ahlâk anlayışları arasındaki fark da budur.
Okumaya devam ediyoruz:
"Onlara Allah katından önlerindeki kitabı
onaylayan bir peygamber gelince kendilerine kitap verilenlerin bir grubu,
Allah'ın kitabını hiç bilmiyorlarmış gibi onu arkalarına attılar."
Bu davranış, yahudilerin yaptıkları her
antlaşmayı aralarından çıkan bir grubun çiğnemesine örnek oluşturur. Oysa
yüce Allah'ın kendilerinden almış olduğu kesin sözün şartlarına göre; yüce
Allah tarafından gönderilecek her peygambere inanacaklar, destek verecekler
ve saygı göstereceklerdi.
Oysa Allah (c.c) katından kendilerine
önlerindeki Tevrat'ı onaylayıcı bir kitap olarak Kur'an gelince, bu
sözlerini önemsemeyerek "kendilerine kitap verilmiş olanların bir grubu,
yüce Allah'ın kitabını arkalarına attı." Bu ayetteki "Allah'ın kitabını
arkaya atma" eylemi hem Peygamberimizin geleceğini müjdeleyen Tevrat'ın bu
yoldaki açıklamalarını reddetmiş olmalarını ve hem de yeni peygamberin
getirmiş olduğu yeni kitabı reddetmiş olmalarını birarada ifade eder.
Ayrıca bu ayette gizli bir alaya alma
ifadesi, ince bir espri vardır. Bu alaycı anlam, "Allah'ın kitabını
arkalarına atanların aynı zamanda kendilerine kitap verilenler" olması
biçimindeki ifadede saklıdır. Gerçekten eğer Allah'ın kitabını arkalarına
atanlar, cahil putperestler olsaydı, bu hareket bir dereceye kadar anlayışla
karşılanabilirdi. Fakat burada kendilerine daha önce kitap verilmiş
olanların kitabı arkalarına attıklarını görüyoruz. Onlar ki, peygamberlik ve
peygamberler hakkında ötedenberi bilgi sahibi olan, hidayetle ilişkili ve
ışığın ne olduğunu görmüş kimselerdi. Peki, buna karşılık ne yaptılar?
"Allah'ın kitabını arkalarına attılar."
Doğaldır ki, bu ifadeden maksat onların bu
kitabı inkâr etmeleri, onunla amel etmeye yanaşmamaları, onu gerek düşünce
ve gerekse pratik hayat alanlarından uzak tutmuş olmalarıdır. Fakat ayette
kullanılan somutlaştırıcı ve tasvir edici anlatım tarzı, anlamı zihinsel
çerçevenin dışına çıkararak algısal çerçeveye dönüştürüyor. Yahudilerin
eylemini, maddi bir hareket aracılığı ile hayalimizde canlandırıyor. Bu
eylem, etrafa dalga dalga nankörlük ve inkârcılık yayan, kalabalık ve
aptallık köpüren, edepsizlik ve küstahlık taşan iğrenç ve gülünç bir manzara
halinde somutlaşıyor. İnsan hayali bu çirkin hareketin görüntüsünden uzun
süre kurtulamıyor. Yani yüce Allah'ın kitabını arkaya atan ellerin somut
hareketi.
Sonra ne oldu? Yani önlerinde bulunan
Tevrat'ı onaylayan yüce Allah'ın kitabını, Kur'an'ı arkalarına attıktan
sonra ne oldu? Acaba bundan daha iyisine mi sığındılar? Acaba içinde hiçbir
kuşku bulunmayan bir gerçeğe mi başvurdular? Yoksa Kur'an-ı Kerim'in
onayladığı kendi kitaplarına mı sımsıkı sarıldılar dersiniz? Hayır, bunların
hiçbiri olmadı. Onlar hiçbir değişmez gerçeğe dayanmayan karanlık
efsanelerin peşine takılmak için yüce Allah'ın kitabını arkalarına attılar.
Okuyoruz:
102- Yahudiler Süleyman'ın
hükümranlığı hakkında şeytanların uydurduğu sözlere uydular. Oysa Süleyman
kâfir olmadı, fakat insanlara büyücülük öğreten o şeytanlar kâfir oldular.
Babil'de yaşayan Harut ile Marut adındaki iki meleğe böyle birşey indirilmiş
değildi.
Oysa bu iki melek "Biz bir imtihan
vesilesiyiz, sakın kâfir olma" demedikçe hiç kimseye bildiklerini
öğretmiyorlardı. Fakat bunlar o iki melekten karı ile kocasının arasını
açacak şeyler öğreniyorlardı. Ama onlar Allah'ın izni olmadıkça bu büyü ile
hiç kimseye zarar veremezler.
Onlar kendilerine yararlı olacak olanı
değil, zararlı olanı öğreniyorlardı. Oysa onlar büyüyü satın alanın Ahirette
hiçbir nasibi olamayacağını biliyorlardı. Karşılığında benliklerini
sattıkları şeyin ne kadar fena olduğunu keşke bilselerdi?
103- Eğer onlar iman edip
Allah'ın yasaklarından sakınsalardı, Allah katında elde edecekleri sevap
daha hayırlı idi. Keşke bunu bilselerdi.
Yahudiler, yüce Allah'ın ellerindeki
Tevrat'ı onaylayıcı olarak indirmiş olduğu Kur'an'a arka dönerek şeytanlar
tarafından Hz. Süleyman'ın hükümranlık gücü hakkında anlatılan hikâyelerin
ve yine onlar tarafından Süleyman., hakkında düzülen halkı yanıltıcı
söylentilerin peşine takılmışlardı. Bu şeytanların halk arasında yaymaya
çalıştıkları söylentilerin özü şuydu: Hz. Süleyman bir büyücü idi. O
iradesine boyun eğdirdiği hayvanları ve doğal güçleri, bildiği ve kullandığı
büyü yolu ile emri altına almıştı.
Kur'an-ı Kerim Hz. Süleyman'ın (selâm
üzerine olsun) bir büyücü olduğunu şu ifade ile reddediyor:
"Süleyman kâfir olmadı"
Bu ayet, Hz. Süleyman'a yakıştıramadığı
fakat şeytanlarda varid gördüğü büyüyü ve onun kullanımını kâfirlik sayar
gibidir:
"Fakat o şeytanlar kâfir oldular. Onlar
insanlara büyücülüğü öğretiyorlardı"
Bu ayet, daha sonra büyücülüğün, yüce Allah
-c.c- tarafından Babil kentinde yaşayan iki meleğe, yani Harut ile Marut'a
indirilmiş olduğunu reddediyor:
"Babil'de yaşayan Harut ve Marut adındaki
iki meleğe böyle birşey indirilmiş değildi."
Anlaşılan ortada bu iki melekle ilgili bir
hikâye vardı. Yahudiler ya da şeytan bu iki meleğin büyücülüğü bildiklerini,
onu halka öğrettiklerini iddia ediyor ve bu sanatla ilgili bilginin onlara
Allah tarafından indirildiğini yayıyorlardı. İşte Kur'an-ı Kerim bu
iftirayı, yani büyücülüğün bu iki meleğe indirildiği iftirasını da
yalanlıyor.
Ayette daha sonra bu işin içyüzü
anlatılıyor. Buna göre bu iki melek bizim bilgimizin dışında kalan bir
hikmetin sonucu olarak insanlar için bir imtihan, bir deneme vesilesi olarak
bulunuyorlar ve büyücülüğü öğrenmek amacı ile kendilerine başvuran herkesi
peşinen uyarıyorlardı:
"Oysa bu iki melek `Bizler bir imtihan
vesilesiyiz, sakın kâfir olma' demedikçe hiç kimseye bildiklerini
öğretmiyorlardı."
Bir kere daha görülüyor ki, Kur'an-ı Kerim
büyücülüğü, bunun öğretilmesini ve kullanılmasını kâfirlik sebebi sayıyor ve
bu hükmü Harut ve Marut adlı meleklerin ağzından dile getiriyor.
Fakat bu yoldaki uyarıya ve yol göstermeye
rağmen bazı kimseler bu iki melekten büyücülük öğrenmekte ısrar ederler. O
zaman böylelerinin bir kısmı, kendilerini bekleyen fitneye uğramaktan yakayı
kurtaramıyor:
"Fakat onlar iki melekten karı ile
kocasının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı."
Burada Kur'an-ı Kerim'in hemen öne atılarak
İslâm düşüncesinin temel ilkelerinden birini belirlediğini görürüz.
Sözkonusu temel ilkeye göre şu gördüğümüz evrende yüce Allah'ın izin
vermediği hiçbir gelişme meydana gelmez:
"Ama onlar Allah'ın izni olmadıkça bu büyü
ile hiç kimseye zarar veremezler."
Demek ki, ancak yüce Allah'ın izni ile
sebepler etkilerini meydana getirebilir, ürünlerini ortaya çıkarabilir ve
sonuçlarını gerçekleştirebilirler. Bu ilke müminin vicdanında son derece
belirgin hale gelmesi gereken genel bir İslâm düşüncesi kuralıdır. Bu
kuralın ilk bakışta akla gelen ilk uygulama örnekleri şunlardır:
Eğer elini ateşe uzatırsan elin yanar.
Fakat bu yanma eylemi ancak yüce Allah'ın izni ile gerçekleşir. Sebebine
gelince, gerek ateşe yakma ve gerekse eline yanma yeteneği sunan Allah'tır.
Buna göre yüce Allah yalnız kendi dileğine bağlı özel bir hikmetin sonucu
olarak bu yakma ve yanma eylemlerine izin vermeyeceği zaman bunların bu
özelliklerini gidermeye kadirdir; tıpkı Hz. İbrahim (selâm üzerine olsun)
olayında olduğu gibi.
Karı ile kocanın arasını açan büyücülük
işinde de durum aynıdır. Büyücülük sanatı sözkonusu etkisini, ancak yüce
Allah'ın izni ile meydana getirebilir. Eğer Allah kendi dileğine bağlı özel
bir hikmetin sonucu olarak bu işe izin vermek istemezse büyücülüğün
sözkonusu etkisine engel olabilir.
Bizim etki ve sonuç olarak algıladığımız,
bu nitelikleri ile bilgi alanımızda yer tutan diğer bütün olaylarda da aynı
kural geçerlidir. Her faktör, etkileme yeteneğini yüce Allah'ın izni ile
sağlamıştır ve sözkonusu etkiyi bu izne bağlı olarak gösterebilir. Yüce
Allah -c.c- dilediğinde ona etkileme fırsatı verebileceği gibi isterse bu
etkiyi durdurabilir de.
Kur'an-ı Kerim, daha sonra yahudilerin ya
da şeytanların karı ile koca arasını bozmak için öğrendikleri bilgilerin
niteliğini belirliyor. Bu bilgiler, onların kendileri hakkında iyi değil,
kötü şeylerdir:
"Onlar kendilerine yararlı olacak olanı
değil, zararlı olanı öğreniyorlardı.
Sözkonusu kötülüğün hiçbir yarar içermeyen
katıksız bir zarar olması için kâfirlik sebebi olması yeterlidir. Okuyoruz:
"Oysa onlar büyücülüğü satın alanın
Ahirette hiçbir nasibi olmayacağını biliyorlardı."
Onlar büyücülüğü satın alan kimsenin
Ahirette hiçbir nasibi olmayacağını biliyorlardı. İnsan bu büyücülüğü
benimseyip sâtın alınca Ahiretteki bütün nasibini, bütün birikimini
yitiriverir.
Eğer bu kimseler bu alış-verişin mahiyetini
bilselerdi, benliklerini ne fena birşey karşılığında sattıklarını
anlarlardı:
"Karşılığında benliklerini sattıkları şeyin
ne kadar fena olduğunu keşke bilselerdi!
Eğer onlar iman edip Allah'ın yasaklarından
sakınsalardı, Allah katında elde edecekleri sevap daha hayırlı idi. Keşke
bunu bilselerdi:" '
Bu sözler, Babil'deki iki melekten
büyücülük öğrenen ve şeytan tarafından Hz. Süleyman'ın hükümdarlık yeteneği
hakkında uydurulan söylentilere kapılanlar için geçerlidir. Bu kimseler yüce
Allah'ın kitabını arkalarına atarak bu tür batıl ve zararlı bilgilere
kendilerini kaptırmış olan yahudilerdir.
SİHİR
Sözlerimizin burasında büyücülükten, karı
ile kocasının arasını açan ve yahudileri peşinden sürükleyerek yüce Allah'ın
kitabını arkalarına atmalarına yolaçan sanat hakkında bir kaç söz söylememiz
gerekir.
Ötedenberi bazı kimselerin bilimsel olarak
mahiyetleri henüz ortaya çıkarılamamış birtakım yeteneklere sahip oldukları,
birtakım özellikler taşıdıkları hep müşahede edile gelmiştir. Sözkonusu
yeteneklerin bazılarına birtakım adlar verilmiş, fakat ne mahiyetleri ve ne
de metodları belirlenememiştir.
Meselâ şu "Telepati" dediğimiz zihinler
arası uzaktan etkilenme olayının özü nedir? Nasıl meydana gelir? Herhangi
bir insan, normal olarak sesin ve bakışların ulaşamayacağı kadar uzak bir
mesafede bulunan başka bir insanı nasıl çağırabilir ve aralarındaki
uzaklıklar ve fizikî engeller ortadan kalkmadan karşı taraftan nasıl cevap
alabilir?
Peki şu "hipnotizma" olayı nedir? Nasıl
meydana geliyor? Nasıl oluyor da bir irade başka bir iradeye egemen oluyor,
bir düşünce başka bir düşünce ile ilişki kuruyor, bu sırada taraflardan biri
diğerine mesaj gönderiyor ve karşı taraf sanki bir kitabın sayfalarını
okuyormuş gibi kendisine gönderilen mesaja cevap veriyor?
Pozitif bilimin günümüze kadar varlıklarını
kabul ettiği bu esrarengiz güçler hakkında söyleyebildiği tek söz bunlara
birtakım isimler takması olmuştur. Fakat bu güçlerin ne olduğu ve bu
olayların nasıl meydana geldiği hususunda hiçbir şey söyleyememiştir.
Pozitif bilimin kuşku ile karşıladığı dàha
pekçok olay var. Bu kuşku ya sözkonusu olaylar hakkında yeterince gözlem
verisi sağlayamadığı için onları kabul etmemesinden ya da bu olayları deney
alanına sokacak uygun metodlar bulamamış olmasından ileri geliyor.
Meselâ şu geleceği haber veren rüyalar
olayını düşünelim. Her türlü ruhî gücü inkâr etmeye kalkışan S.Freud bile bu
tür rüyaları inkâr edememiştir. Nasıl oluyor da meçhul bir gelecek ile
ilgili bir rüya görüyorum da bir süre sonra bu ileriye dönük rüyam aynen
gerçekleşiyor. Ya şu gizli ve henüz adı bile konulamamış duygular olayına ne
demeli? Nasıl oluyor da bir süre sonra belirli bir olayın olacağını ya da
belirli bir şahsın az sonra geleceğini hissediyorum da beklediğim şey bir
süre sonra şu ya da bu şekilde sahiden gerçekleşiyor.
Sırf pozitif bilim henüz bu tür güçleri
deney alanına aktaracak uygun metodlar geliştiremedi diye insan denen
varlıkta bulunan bu tür meçhul yetenekleri, güçleri bir kalemde reddetmek,
aslında bilimsel kılıflı bir egoizmden, bir şımarıklıktan başka birşey
değildir.
Bu demek değil ki, her türlü hurafeye
teslim olalım ve karşımıza çıkan her çeşit masalın peşinden gidelim. Bu
konuda tutulacak en sağlıklı ve en ihtiyatlı yol insan aklının bu tür
bilinmezler hakkında esnek bir tutum benimsemesidir. Yani bu tür esrarengiz
güçleri ne mutlak olarak reddetmeli ve ne de gözü kapalı bir şekilde kabul
etmeliyiz. Böylece insan aklı elindeki metodlarla bu metodları geliştirerek
şimdi kavrayamadığı bu tür güçleri kavramayı başarmalı ya da sözkonusu
meselelerin, kapasitesini aştığını itiraf ederek yeteneklerinin sınırlarını
tanımalı ve şu evrendeki bilinmez güçlerin ve olayların varlığını kesinlikle
onaylayarak tutumunu ona göre ayarlamalıdır.
İşte büyücülük bu tür olaylardandır.
Şeytanların insanlara öğrettiği belirtilen esrarengiz bilgilerde bu tür
olaylardandır. Uzaklardaki başka insanlara mesaj ulaştırma ve gerek duygu ve
düşünceleri gerekse cansız maddeler ile canlı organizmaları etkileme
olayları da büyücülüğün değişik bir biçimi olabilir.
Gerçi Kur'an-ı Kerim'in; "Attıkları ipler
ve sopalar onların büyülerinin sonucu olarak kendisine yürüyorlarmış gibi
göründü" (Taha Suresi, 66) ayetinde, Firavun'un büyücüleri tarafından
yapıldığı anlatılan gösteriler hiçbir gerçek tarafı olmayan bir hayal
oyunundan ibaretti. Fakat bunun öyle olması bu tür bir etkinin karı ile
kocanın ya da iki samimi dostun arasının bozulmasına yolaçmasına engel
değildir. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi her ne kadar metodlar, araçlar,
etkiler, sebepler ve sonuçlar yüce Allah'ın izni olmaksızın meydana gelmez
ise de tepkilerin etkilerden doğduğu da bir gerçektir.
Bu arada acaba Harut ile Marut adındaki bu
iki melek kimlerdi ve hangi dönemde Babil kentinde yaşadılar? Bir defa
bunların hikâyesi yahudiler tarafından biliniyordu. Çünkü bu olaya işaret
eden yukardaki ayeti ne yalanladılar ve ne de ona itiraz ettiler. Kur'an-ı
Kerim'de bu şekilde kısaca değinilerek geçilen daha başka olaylar da vardır.
Sözkonusu olaylar muhatapları tarafından bilindiği için, bu olaylara kısaca
değinmek, gözetilen amacı gerçekleştirmek için yeterli sayılmıştır. Bu tür
olaylar hakkında ayrıntılı bilgi vermeyi gerektiren bir sebep yoktur. Çünkü
amaç, olayın ayrıntıları değildir.
Ben de elinizdeki bu tefsir kitabında bu
iki melek hakkında bize ulaşan çok sayıdaki rivayete dalmak istemiyorum.
Çünkü bunlar içinde hiçbir araştırma ürünü ve güvenilir rivayet yoktur.
İnsanlık tarihi boyunca her dönemde
insanoğlunun durumuna ve idrak düzeyine uygun birçok ibret verici ve imtihan
vesilesi niteliği taşıyan olaylar yaşanmıştır. Buna göre insanın iki melek
-ya da iki iyi insan- şekline bürünmüş bir imtihan vesilesiyle karşılaşması
şaşılacak kadar olağanüstü bir durum değildir. Zira buna benzer daha nice
ibret verici olaylar, harikuladelikler ve çeşitli imtihan türüyle
karşılaşmıştır insanoğlu bugüne kadar. O insanoğlu ki simsiyah bir gecenin
koyu karanlıkları arasında sürekli biçimde ilâhi meşalenin parıldayan
ışınları peşinde emeklemekte, yürümekte ve koşmaktadır.
Uzun bir geçmişin gerisinde kaldıkları için
bize göre belirsiz olan meselelerin peşine takılacağımıza bu ayetlerde
yeralan açık hükümlü ve belirli anlamlı kavramlar üzerinde durmamız daha
yerindedir. Burada, yahudilerin, yüce Allah'ın kesin doğruları içeren
kitabını arkalarına atarak masalların peşine düşmekle sapıklığa
düştüklerini, bunun yanında, büyücülüğün bir tür şeytan işi olması yüzünden
insanın kınanmasına ve Ahiretteki tüm nasibini ve birikimini kaybetmesine
yolaçan bir kâfirlik sebebi olduğunu bilmemiz bizim için yeterlidir.
KIBLENİN DEĞİŞTİRİLMESİ ve
BUNA BAĞLI GELİŞMELER
Okuyacağımız ayetlerde yahudilerin İslam'a
ve müslümanlara yönelik desiselerinin ve hilelerinin açıklanmasına devam
ediliyor. Müslüman cemaat, onların oyunları ve entrikaları, müslümanlara
dönük içlerinde gizledikleri kin ve kötü duygular, onlar için hazırladıkları
tuzaklar ve yıkımlar konusunda uyarılıyor. Yine müslüman cemaate, gerek söz
ve gerekse davranış bakımından Ehli Kitab'ın bu kâfirlerine benzememeleri
telkin ediliyor. Bu ayetlerle Allah (c.c) yahudilerin İslâm birliği
aleyhinde hazırladıkları fitne, oyun, desise, komplo, maksatlı söz ve
davranışların ardından saklı olarak gerçek sebep ve niyetler müslümanlara
açıklanıyor.
Bilindiği gibi İslâm'ın ortaya çıktığı
ortamın şartları uyarınca, müslüman cemaati kuşatan şartlar ve gelişmelere
bağlı olarak bu dinin bazı emir ve yükümlülükleri değişikliğe uğruyor,
yürürlükten kalkıyordu. Anlaşılan yahudiler bu durumu bahane ederek
sözkonusu emir ve yükümlülüklerin kaynağı hakkında kuşku uyandırmaya
çalışıyor ve müslümanlara, "Eğer bu emir ve yükümlülükler Allah'tan
gelselerdi, yürürlükten kaldırılmazlar, daha önceki emri bozan ya da
değiştiren yeni bir emir verilmezdi" diyorlardı.
Özellikle Hicretten onaltı ay sonra
gerçekleşen kıblenin Beytül Mukaddes'ten Kâbe'ye döndürülmesi olayı
sırasında bu kampanya iyice şiddetlendi. Bilindiği gibi Peygamber efendimiz
(salât ve selâm üzerine olsun) Hicretten sonra yahudilerin kıblesi olan
Beytülmukaddes'e dönerek namaz kılmaya başlamıştı. Yahudiler bu olayı
gerekçe göstererek dinlerinin gerçek din, ve kıblelerinin gerçek kıble
olduğu propagandasına hız verdiler. Bu yüzden Peygamberimiz kıblenin
Beytülmukaddes'ten Kâbe'ye döndürülmesini arzu ediyor, fakat bu arzusunu
açığa vurmuyordu. Bu surenin ilerde okuyacağımız ayetlerinde görüleceği
üzere Peygamberimizin vicdanını sürekli biçimde etkileyen bu dileği nihayet
yüce Allah tarafından kabul edilerek kıblenin yönü Kâbe'ye, yani O'nun
arzuladığı yöne doğru döndürüldü.
Bu değişiklik yahudilerin önemli bir
silâhının etkisiz hale gelmesi sonucunu doğurduğu için, bu önemli gerekçeyi
kaybetmek çok ağırlarına gitmişti. Bu yüzden, müslümanlara yönelik aldatıcı
bir propagandaya girişerek Peygamberimizin buyruklarının kaynağı ve
kendisine vahiy geldiğinin doğruluğu hususunda şüphe uyandırmaya
yönelmişlerdi.
Başka bir deyimle yahudiler, oklarını
müslümanların vicdanlarındaki imanın temeline yönelterek onlara şöyle
diyorlardı; "Eğer Beytülmukaddes'e yönelmek yanlış ve geçersiz idiyse, o
takdirde bunca zaman kıldığınız namazlar ve yaptığınız ibadetler boşa gitti.
Eğer oraya yönelmek doğru ve yerinde idiyse o zaman başka bir yöne dönmenin
gerekçesi nedir?." Yani yahudiler, oklarını müslümanların vicdanlarında
bulunan yüce Allah'tan sevap alacakları hakkındaki güven duygusunun
temeline, hatta her şeyden önce Peygamberimizin rehberlik yeteneğine
beslenen güven duygusunun temeline yöneltmiş oluyorlardı.
Anlaşılan bu iğrenç ve yanıltıcı kampanya
bazı müslümanların vicdanlarında etkisini göstermişti. Nitekim bu
müslümanlar bu konuda Peygamberimize endişe ve tereddüt kokan sorular
yöneltmeye ve ondan kanıtlar ve gerekçeler istemeye başladılar. Bu durum
gerek inancın kaynağına ve gerekse Peygamberimizin liderliğine dair beslene
gelen sarsılmaz güven duygusu ile bağdaşmıyordu.
Bunun üzerine az sonra okuyacağımız konuyla
ilgili ayet inerek daha önce yürürlükte olan bazı hükümlerin kaldırılıp yeni
hükümler konmasının gerekçelerini açıklayarak bu konudaki şüpheleri ortadan
kaldırdı. Buna göre, bazı ayetlerin ve emirlerin iptali herşeyin en iyisini
seçen ve müslümanlar için neyin yararlı neyin zararlı olduğunu bilen yüce
Allah'ın bir hikmeti sonucudur. Bu ayetin inmesiyle yapılan değişikliklerin
amacı müslümanlara açıklanıyor aynı zamanda da yahudilerin asıl hedefleri
konusunda dikkatli olmaya çağrılıyorlardı. Yahudilerin amacı ise
müslümanları iman ettikten sonra tekrar kafirliğe döndürmekti. Bu çirkin
amacın kaynağı ise, yüce Allah'ın müslümanları yahudilere tercih etmesi, son
hakk kitabı kendilerine indirerek rahmet ve faziletini onlara tahsis etmesi
ve onları bu yüce göreve atamış olması karşısında duyulan kıskançlıktan
başka bir şey değildi. Bu ayetlerde aynı zamanda yahudilerin sözkonusu
yanıltmacalarının ardında gizli duran kötü niyet açıklanıyor ve Cennet'in
sırf onların hakkı olduğu biçimindeki kuru iddiaları çürütülüyor; bu arada
iki Ehli Kitap kesiminin birbirlerine yönelttikleri karşılıklı suçlamalar
hatırlatılıyor. Bu suçlamalardan birine göre yahudiler, hıristiyanların
hiçbir gerçeğe dayanmadıklarını ileri sürerlerken; hıristiyanlar da
yahudilerin hiçbir gerçeğe dayanmadıklarını söylüyorlar, ayrıca putperest
müşrikler de her ikisinin de gerçekten uzak olduklarını vurguluyorlardı!
Bu ayetlerin devamında yahudilerin kıble
olayı arkasına sakladıkları gerçek niyetleri açığa vuruluyor. Bu niyetin
yüce Allah'ın evi ve yeryüzündeki ilk mescidi olan Kâbe'ye yönelmeyi
engellemek olduğu belirtiliyor ve bu davranışın, yüce Allah'ın mescidlerinde
O'nun adının anılmasına engel olmaya ve sözkonusu mescidleri yıkmaya
çalışmak anlamına geldiği ifade ediliyor.
Bu tür telkinleri sıralayarak devam eden bu
ayetler sonunda müslümanları, yahudilerin ve hıristiyanların, başka bir
deyimle Kitap Ehli'nin gerçek ve ortak maksatları ile yüzyüze getiriyor. Bu
maksat, müslümanları kendi dinlerinden ayırarak Ehli Kitab'ın dinlerine
çevirmektir. Bundan dolayı Peygamberimiz onların dinlerine girmedikçe ne
yahudiler ve ne de hıristiyanlar onu hiçbir zaman sevmeyecekler, kendisinden
hoşnut olmayacaklardır. Aksi halde sözü edilen savaşlar, tuzaklar ve hileler
sonuna kadar devam edecektir! İşte müslümanlara dönük saçma iddiaların ve
yanıltıcı propagandaların ardına saklanan ve sözde inandırıcı delillerin
gerisinde gizlenen kıyasıya mücadelenin içyüzü budur!
104- Ey müminler, sakın
Peygambere; "Bizi de dinle" demeyin; "Bize bak" deyin ve onu dinleyin.
Kâfirleri acı bir azap beklemektedir.
105- Ne Kitap Ehlinin
kâfirleri ve ne de puta tapanlar Rabbinizden size herhangi bir iyilik
inmesini istemezler. Oysa Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah
büyük lütuf sahibidir.
106- Biz herhangi bir
ayetin daha hayırlısını veya benzerini getirmedikçe onu ne yürürlükten
kaldırır ve ne de unuttururuz. Allah'ın herşeye kadir olduğunu bilmiyor
musun?
107 Göklerin ve yeryüzünün
egemenliğinin Allah'a ait olduğunu bilmiyor musun? Allah'tan başka hiçbir
dostunuz ve destekçiniz yoktur.
108- Yoksa vaktiyle Musa'yı
sorguya tuttukları gibi siz de peygamberinizi sorguya tutmak mı
istiyorsunuz? Müminliği kâfirlik ile değiştirenler hiç kuşkusuz doğru yoldan
sapmış olurlar.
109- Kitap Ehlinin çoğu
gerçeğin ne olduğunu kesinlikle öğrendikten sonra sırf içlerindeki
kıskançlıktan ötürü sizi iman ettikten sonra tekrar kâfirliğe döndürmek
isterler. Allah'ın emri gelinceye kadar onlara aldırış etmeyin, yaptıklarını
hoş görün. Hiç kuşkusuz Allah herşeye kadirdir.
110- Namazı kılın, zekâtı
verin, kendi hesabınıza önceden gönderdiğiniz her iyiliği Allah katında
bulursunuz. Hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızı görür.
Bu ayetler "iman edenlere" hitap ederek
başlıyor. Müslümanlara, kendilerini başkalarından ayırdeden, Rabbleri ve
peygamberleri ile ilişki kurmalarını sağlayan, vicdanlarında kabul etme ve
benimseme duygusunu harekete geçiren vasıfları ile sesleniyor.
Bu vasıflarına bağlı olarak onlara
Peygamberimize "gözetmek ve ilgilenmek" kökünden gelen "raina (Bizi de
dinle, bizi de gözet)" sözü ile hitap etmemelerini söylüyor, bunun yerine
O'na bu sözün Arap dilindeki eş anlamlısı olan "unzurna (Bize bak)" sözü ile
seslenmelerini tavsiye ediyor. Ayrıca onlara "itaat etme" anlamına gelmek
üzere "söz dinlemeyi" emrediyor ve kendilerini kâfirlerin akıbeti olan acı
azaba çarpılmayı hak etmekten kaçınmaya çağırıyor. Tekrar okuyoruz:
"Ey müminler, sakın Peygambere `Bizi de
dinle' demeyin. `Bize bak' deyin ve onu dinleyin. Kâfirleri acı bir azap
beklemektedir."
"Raina" sözcüğünü kullanmanın yasaklanma
sebebi hakkındaki rivayetler bize şu bilgiyi veriyor: Yahudilerin ayaktakımı
bu sözle Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) hitap ederken bu sözü
ağızlarını yayarak, avurtlarını şişirerek telâffuz ederek onun kasden
"Ravene" köklü başka bir kelime ile aynı anlama gelmesini sağlıyorlardı.
Bunu şunun için yapıyorlardı. Peygamberimize açıktan açığa sövmekten
korktukları için bu çirkin maksatlarını gerçekleştirmek üzere ancak aptal
çocukların başvurabilecekleri böylesine kaypak bir yolu tercih ediyorlardı.
. İşte bundan dolayı yahudiler tarafından
bir hakaret paravanı olarak kullanılan bu sözü kullanmak müminlere
yasaklanıyor, bunun yerine ayaktakımı yahudilerin başka anlama
çekemeyecekleri, telâffuz değişimine uğratamayacakları aynı anlama gelen
başka bir kelimeyi kullanmaları emrediliyor ve böylece yahudilerin sözkonusu
aptal çocuklara özgü amacı boşa çıkarılıyordu.
Yahudilerin böyle bir yola başvurmaları
onların Peygamberimize karşı ne derece kin ve kıskançlık beslediklerini
gösterdiği kadar, onların edepsizliklerini, adi yollara başvurmaktaki
pervasızlıklarını ve davranış plânındaki yozlaşmışlıklarını da
belgelemektedir. Bu konuda konulan yasak da, yüce Allah'ın gerek
Peygamberini ve gerekse müslüman cemaati, hilekâr düşmanlarından kaynaklanan
her türlü desise ve kötü maksat karşısında koruduğunu, başka bir deyimle
"dostlarını" düşmanlarına karşı titizlikle savunduğunu kanıtlamaktadır.
Bu ayetlerin devamında yahudilerin
müslümanlara karşı besledikleri kötü niyetli ve düşmanca duygular,
kalplerinden taşan kıskançlık ve çekememezlik kompleksleri açığa
çıkarılıyor. Bu kıskançlığın sebebi, yüce Allah'ın bağışını müslümanlara
tahsis etmiş olmasıdır. Böylece müslümanların düşmanlarından sakınmaları,
düşmanlarının kıskançlıklarına sebep olan imanlarına dört elle sarılmaları,
yüce Allah'ın kendilerine tahsis ettiği bağışa karşı şükür borçlarım
ödeyerek, bu bağışı korumaları telkin ediliyor:
"Ne kitap ehlinin kâfirleri ve ne de puta
tapanlar Rabbinizden size herhangi bir iyilik inmesini istemezler. Oysa
Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir."
Kur'an-ı Kerim, burada Ehl-i Kitap ile
putperestleri (müşrikleri) kâfirlik açısından bir sayıyor. Bu grupların her
ikisi de son peygambere gelen ilâhi mesajı inkâr ediyor. Bu bakımdan her
ikisinin tutumu da aynıdır. Ayrıca bu grupların her ikisi de müminlere karşı
kin ve çekememezlik duyguları beslemekte, onların iyiliğini
istememektedirler. Bunların müminlerde en çok kıskandıkları şey, bu dinin
kendisidir. Yani yüce Allah'ın onları bu iyilik için seçmiş olması, onlara
Kur'an'ı Kerim'i indirmiş olması, bu nimeti onlara bağışlamış olması,
evrenin en büyük emaneti olan "inanç emaneti"ni onların omuzlarına yüklemiş
olmasıdır.
Yüce Allah'ın bağışını dilediği kuluna
indirmesi karşısında yahudilerin kapılmış oldukları kin ve kıskançlık
konusuna yukarda değinmiştik. Bu kindarlığı o kadar ileri boyutlara
vardırdılar ki, Peygamberimize vahiy getirdiği gerekçesi ile Cebrail'e
(selâm üzerine olsun) düşmanlıklarını bile ilân ettiler. Oysa:
"Allah rahmetini dilediğine tahsis eder."
Yüce Allah peygamberlik görevini kime
vereceğini herkesten iyi bilir. Bu durumda bu görevi Peygamberimiz ile O'na
inananlara yüklediğine göre onlar bu misyona ehildirler demektir. Ayrıca:
"Allah büyük lütuf sahibidir."
Peygamberlikten ve ilâhi mesajı temsil etme
görevinden daha büyük bir nimet yoktur. İmandan ve insanları iman etmeye
çağırmaktan daha büyük bir nimet yoktur. Bu ifade, yüce Allah'ın bu
bağışının büyüklüğü, bu lütfun sınırsızlığı konusunda müminlerin kalplerinde
şuur uyandırıcı niteliktedir. Kâfirlerin, müminlere karşı duydukları
kindarlık ile ilgili az önceki açıklama da müminlere son derece uyanık ve
inançlarına bağlı olma bilincini aşılar. Müminlerin inancını zayıflatmak
amacı ile yahudiler tarafından gerek tarihte ve gerekse günümüzde yürütülen
yoğun yanıltma ve kuşkulandırma kampanyasına karşı koymak, bu saldırı okları
karşısında ayakta kalmayı başarabilmek için yukarıda değindiğimiz her iki
tür bilinç de kaçınılmaz derecede gereklidir. Yahudilerin, müslümanlarda
görmekten en çok kıskanacakları "büyük iyilik" işte bu direnme yeteneğidir!
Daha önce belirttiğimiz gibi yahudilerin bu
yıkıcı propaganda kampanyası, bazı emir ve yükümlülükler ile ilgiliydi ve
özellikle kıble yönünün Kâbe'ye döndürülmesi olayı sırasında doruk noktasına
varmıştı. Çünkü kıble değişimi olayı onların büyük yanıltma gerekçelerini
etkisiz hale getirmişti.
"Biz herhangi bir ayetin daha hayırlısını
veya benzerini getirmedikçe onu ne yürürlükten kaldırır ve ne de
unuttururuz."
KUR'AN'DAKİ BAZI EMİRL ERİN
NESHEDİLMESİ
Yahudilerin, İslâm inancının özü hakkında
zihinlerde şüphe uyandırmak amacıyla bahane olarak kullandıkları vesile
ister -bu ve daha sonraki ayetlerin gösterdiği gibi- kıble yönünün
değiştirilmesi olayı olsun, ister müslüman cemaatin gelişim sürecine ve
sosyal şartlarının değişimine bağlı olarak bazı emirlerin, hükümlerin ve
yükümlülüklerin değiştirilmesi olsun, isterse Kur'an-ı Kerim'in Tevrat'ı bir
bütün olarak onaylamış olmasına rağmen bu kitapta yeralan bazı hükümleri
değiştirmiş olması ile ilgili olsun; yahudilerin zihinlerde kuşku uyandırma
kampanyasının bahanesi ister o, ister şu veya isterse bu olsun önemli değil.
Kur'ana Kerim burada gerek yürürlükten kaldırma (nesh) ve değiştirme olayı
ile ve gerekse yahudilerin bu inanç sistemine karşı çeşitli usullerle
savaşmak amacı güden plânları ve gelenekleri uyarınca zihinlerde uyandırmış
oldukları şüpheler ile ilgili olarak kesin bir açıklama yapıyor.
Buna göre, vahyin iniş süreci boyunca
şartların gereği olarak yapılan kısmî değiştirmeler insanlığın yararınadır;
sosyal hayatın gelişiminin gerektirdiği faydayı daha büyük oranda
gerçekleştirme amacına dönüktür; bu gerekliliği takdir edecek olan;
insanların yaratıcısı, peygamberlerin göndericisi ve ayetlerin indiricisi
olan yüce Allah'tır. Eğer O, herhangi bir ayeti yürürlükten kaldırarak
unutulmuşluğun karanlık kucağına atarsa -Bu ayet ister her hangi bir hüküm
içeren okunabilir bir ayet olsun, isterse peygamberler tarafından ortaya
konan somut mucizeler gibi belirli bir münasebetle ortaya çıkıp geçen
olağandışı bir gelişme anlamındaki ayetlerden biri olsun- ondan daha
yararlısını ya da onun benzerini indirir. Hiçbir şey O'nun gücü dışında
değildir. O her şeyin maliki, göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibidir.
Bundan dolayı yüce Allah daha sonra şöyle buyuruyor:
"Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmiyor
musun?"
"Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin
Allah'a ait olduğunu, Allah'tan başka hiçbir dostunuzun ve destekçinizin
olmadığını bilmiyor musun?"
Buradaki müminlere yönelik hitap,uyarıcı ve
hatırlatıcı niteliktedir. Çünkü onlara yegane dostlarının ve destekçilerinin
yüce Allah olduğunu, O'ndan başka hiçbir dostlarının ve destekçilerinin
bulunmadığını hatırlatıyor. Belki de bu uyarının ve hatırlatmanın sebebi,
bazı müminlerin yanıltıcı yahudi propagandasına aldanmaları, onların
aldatıcı gerekçeleri ile kafalarının karışması ve bunun sonucu olarak
Peygamber efendimize güven duygusu ve kesin inançla bağdaşmayan sorular
sormaya kalkışmalarıdır. Bir sonraki ayette dile gelen açık uyarı ve
azarlama bunu gösterir:
"Yoksa vaktiyle nasıl Musa'yı sorguya
tuttular ise siz de Peygamberinizi sorguya tutmak mı istiyorsunuz? Müminliği
kâfirlik ile değiştirenler hiç kuşkusuz doğru yoldan sapmış olurlar."
Bu ayet, bazı müslümanları işi yokuşa
sürme, peygamberlerinden açık deliller ve mucizeler isteme ve onu zora koşma
bakımından Hz. Musa'nın (selâm üzerine olsun) kavmine benzemelerini,
özenmelerini kınayıcı niteliktedir. Kur'ana Kerim'in çeşitli yerlerinde
anlatıldığı gibi Hz. Musa ne zaman yeni bir emir verse, ne zaman yeni bir
yükümlülük bildirse yahudiler buna karşı işi yokuşa sürmüşlerdir.
Öteyandan bu ayet, müminleri bu yolun
akıbeti konusunda da uyarıcı niteliktedir. Bu akıbet, sapıklık ve müminliği
kâfirlikle değiştirmektir. Yine bu akıbet, yahudilerin sürüklendikleri sonuç
olduğu gibi müslümanları da sürüklemeyi temenni ettikleri sonuçtur:
"Kitap Ehlinin çoğu, gerçeğin ne olduğunu
kesinlikle öğrendikten sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan dolayı sizi
iman ettikten sonra tekrar kâfirliğe döndürmek isterler."
Bu; iğrenç kindarlığın vicdanlarda
körüklediği bir eğilimdir. Yani başkalarının elde ettikleri iyiliği onların
elinden alma arzusu. Niçin? Bu durum sözkonusu şirret vicdanların gerçeği
bilmemelerinden ötürü değil, tam tersine bilmelerinden ötürüdür! Tekrar
okuyoruz:
"Gerçeğin ne olduğunu kesinlikle
öğrendikten sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan dolayı..."
Kıskançlık, İslâm'a ve müslümanlara karşı
yahudilerin ruhlarından taşan ve bugün de devam eden kara ve iğrenç bir
duygudur. Onların bütün desiseleri, bütün komploları bu dünyadan
kaynaklanmıştır ve bugün de yaptıkları tüm düşmanlıklar bu duygunun bir
sonucudur. Kur'an-ı Kerim onların bu iğrenç duygusunu iyi tanısınlar ve
korunsunlar diye müslümanların gözleri önüne seriyor. Ve şunu da bilsin ki
müslümanlar, daha önce cenderesinde kıvranıp durdukları küfür sisteminden
Allah'ın nimeti sayesinde kurtulup kavuştukları İslâm'dan uzaklaştırıp yine
o eski hayata döndürmek isteyen tüm çabalar da yahudinin ürünüdür, onun
parmağı vardır bu işlerde. O iman ki; yüce Allah onun sayesinde müslümanları
en yüksek payeye, onların kıskançlıklarını körükleyen en yüce nimete tek
başına lâyık görmüştür.
Burada, yani bu gerçeğin açıkça ortaya
çıktığı yahudilerin kötü niyetlerinin ve iğrenç kıskançlıklarının gözler
önüne serildiği noktada Kur'an-ı Kerim, müslümanları onurlu davranmaya, kine
kinle ve şirretliğe şirretlikle karşılık vermekten kaçınmaya, yüce Allah'ın
dilediği zaman gerçekleşecek olan hükmü kendini gösterinceye kadar
müsamahakâr davranmaya ve onların yaptıklarına şimdilik cevap vermemeye
çağırıyor.
"Allah'ın emri gelinceye kadar onlara
(yahudilere) aldırış etmeyin, yaptıklarını hoş görün. Hiç kuşkusuz Allah
herşeye kadirdir."
Yani; "Siz Allah'ın sizin için seçmiş
olduğu yolda ilerlemeye devam edin, Rabbinize ibadet edin ve O'nun katında
iyi amel biriktirin." Okumaya devam ediyoruz:
"Namazı kılın, zekâtı verin, kendi
hesabınıza önceden gönderdiğiniz her iyiliği Allah katında bulursunuz. Hiç
şüphesiz Allah yaptıklarınızı görmektedir."
Böylece Kur'an-ı Kerim, bu ayeti ile
müslüman cemaatin bilincini uyandırıyor, onun dikkatini tehlikenin kaynağı
ve hilenin tuzak yeri üzerinde yoğunlaştırıyor, müslümanların duygularını
kötü niyetlere, kahpece tuzaklara ve iğrenç kıskançlığa karşı koymaya
hazırlıyor. Sonra onları, bu hazırlanmış ve yüklü enerji birikimini
kaybetmeden yüce Allah'ın katına yöneltiyor, O'nun emrini beklemelerini ve
davranışlarını O'nun iznine bağlamalarını buyuruyor. Sözkonusu ilâhî emir
gelinceye kadar da onları hoşgörülü ve aldırışsız olmaya çağırıyor. Böylece
kalpleri kinin ve nefretin kokuşmuşluğundan uzak biçimde mutlak emir ve
irade sahibinin emrini temiz bir yürekle beklemelerini öneriyor.
CENNET HAKKINDA DAYANIKSIZ
İDDİALAR
Daha sonra bu ayetler genel olarak Kitap
Ehlinin, başka bir deyimle yahudiler ile hıristiyanların iddialarını, "sırf
kendilerinin doğru yolda oldukları ve Cennet'in sırf kendilerine ait olduğu,
oraya başka hiç kimsenin giremeyeceği" şeklindeki sözlerini çürütmeye devam
ediyor. Gerçi bu iddiaları, sözkonusu gruplardan herbiri karşı tarafın en
ufak bir gerçek kırıntısından bile yoksun olduğunu söyleyerek kendi
sözleriyle cevaplandırmış oluyor zaten. Okuyacağımız ayetler bu klâsik
iddiaları dile getirirken, bu konudaki gerçeği de belirliyor., amel
(davranış) ve ceza (karşılık) konusunda son ve kesin sözü de söylüyor:
111- Onlar "Yahudilerden ve
hıristiyanlardan başka hiç kimse Cennet`e giremeyecek"dediler. Bu onların
hüsnükuruntusudur. De ki; "Eğer dediğiniz gibi ise delilinizi getirin. "
112- Hayır, öyle değil Kim
kendini Allah â adar ve bunun yanında iyi ameller de işlerse Allah katında
mutlaka mükâfatını alır. Böyleleri için korku sözkonusu değildir, onlar hiç
üzülmeyeceklerdir.
113- Yahudiler:
"Hıristiyanlar hiçbir gerçeğe dayanmıyor" dediler. Hıristiyanlar da;
"Yahudiler hiçbir gerçeğe dayanmıyor" dediler. Oysa hepsi de kitabı
okuyorlar. Gerçeği bilmeyenler de onların dediğini söylemişlerdi. Kıyamet
günü Allah, anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm verir.
Medine'de müslümanların karşısına
dikilenler kitap ehli yahudilerdi. Orada yahudilerin yaptığı gibi
müslümanların karşısına çıkacak hıristiyan bir kitle yoktu. Buna karşın
yukarıdaki ayetin ifadesi genele yöneliktir. Ayet hem yahudileri ve hem de
hıristiyanları birinin diğeri hakkındaki sözleriyle cevaplandırıyor. Daha
sonra da müşriklerin bu iki zümre hakkındaki görüşünü dile getiriyor. Tekrar
okuyalım:
"Onlar `Yahudî ve hristiyanlardan başka hiç
kimse Cennet'e giremeyecek' dediler."
Bu ifade onların sözlerini birleştirerek
dile getiriyor. Yoksa aslında yahudiler; "Yahudilerden başkası Cennet'e
giremeyecek" derken hıristiyanlar da; "Hıristiyanlardan başkası Cennet'e
giremeyecek" diyorlar.
Bu sözlerin her ikisi de hiç bir delile
dayanmayan basmakalıp ve klâsik bir iddiadan ibaret olduğu için yüce Allah
Peygamberimize onlara meydan okumayı ve kendilerinden delil istemeyi telkin
ediyor:
"De ki; `Eğer dediğiniz gibi ise delilinizi
getirin."
Burada hiçbir millete, hiçbir zümreye ve
hiçbir ferde imtiyaz tanımaksızın amele (davranışa) ceza (karşılık) biçme
konusu ile ilgili İslâm düşünce sisteminin kuralı belirleniyor. Bu kurala
göre, önemli olan İslâm ve ihsan (iyi amel)dir, yoksa isim ve ünvan değil.
Okuyalım:
"Hayır, öyle değil. Kim kendini Allah'a
adar ve bunun yanında iyi ameller de işlerse Allah katında mutlaka
mükâfatını alır. Böyleleri için korku sözkonusu değildir, onlar hiç
üzülmeyeceklerdir."
Kur'an-ı Kerim, daha önce yahudilerin
"Belirli günler dışında bize Cehennem ateşi dokunmayacak" şeklindeki
iddialarına şu cevabı verirken bu kuralı ceza ile ilgili olarak
belirlemişti:
"Hayır, öyle değil, Kim günah işler de
günahı tarafından kuşatılırsa böyleleri Cehennemliktirler, onlar orada ebedi
olarak kalacaklardır."
Bu iki açıklama iki karşıt tarafı, yani
ceza ve mükâfat taraflarını içeren bir tek kuraldır, "Kim günah işler de
günahı tarafından kuşatılırsa...". Bu durumdaki kimse benliğini kuşatmış
olan sözkonusu günahın tutsağıdır; her şeyden, her türlü bilinçten, işlediği
günahın doğrultusu dışındaki her türlü yöneliş ve bakış açısından arınmış,
uzak düşmüştür.
Buna karşılık "Kim kendini Allah'a adar ve
bunun yanında iyi ameller de işlerse..." Yani "Kim benliğini Allah'a adar,
tüm duygularını Allah'a yöneltir, başkasının günaha sarılmasının karşıtı
olarak yüce Allah'a sımsıkı bağlanırsa." "Kim kendini Allah'a adarsa
(benliğini Allah'a teslim ederse)" Burada İslâmın ilk karakteristik özelliği
meydana çıkıyor. "Benliğin Allah'a adanması". Burada kullanılan "İslâm"
deyimi "boyun eğme" ve "teslim olma" anlamlarına gelir. Manevi plânda "boyun
eğme" ve amel (uygulama) plânında "teslim olma." Bununla birlikte bu "teslim
oluşun" mutlaka görünür bir belirtisi, elle tutulur bir kanıtı olmalıdır. Bu
da yukardaki ayetin ".. ve bunun yanında iyi ameller işlerse..."
cümleciğinde ifade ediliyor.
Buna göre, İslâm'ın karakteristik özelliği
bilinç ile davranış, inanç ile amel, kalpdeki imanla pratiğe yansıyan iyi
hareket arasındaki birliktir. Bu sayede inanç sistemi, kapsamlı ve yaygın
bir yaşama tarzına dönüşür. Böylelikle insan kişiliği bütün faaliyet ve
yönelişleri ile tutarlı bir bütünlüğe kavuşur. Yine bu sayede müslüman, şu
ilâhî bağışların tümünü elde etmeye lâyık olur:
"Böyleleri Allah katında mutlaka
mükâfatlarını alırlar. Bunlar için korku sözkonusu değildir, onlar hiç
üzülmeyeceklerdir."
Onlara Rabbleri katında kayba uğraması
sözkonusu olmayan, kesin bir mükâfat, korkuya yer tanımayan tam bir güvenlik
ve üzüntünün gölgeleyemeyeceği coşkun bir sevinç vardır. Bu bütün insanları
eşit tutan genel bir kuraldır. Bu kurala göre yüce Allah katında iltimas ve
tarafgirlik sözkonusu değildir.
Yahudiler ve hıristiyanlar sözkonusu
basmakalıp ve klâsik iddiayı ileri sürerlerken, bir yandan bu zümrelerin her
biri diğerinin hiçbir gerçeğe dayanmadığını söylüyor, öteyandan da müşrikler
her iki gruba da aynı sözle karşılık veriyorlardı. Tekrar okuyalım:
"Yahudiler; `Hıristiyanlar hiç bir gerçeğe
dayanmıyor" dediler: Hıristiyanlar da; "Yahudiler hiç bir gerçeğe
dayanmıyor' dediler. Oysa her ikisi de kitabı okuyorlar! Gerçeği bilmeyenler
de onların dediğini söylemişlerdi. Kıyamet günü Allah, anlaşmazlığa
düştükleri konularda aralarında hüküm verir."
Bu ayette sözü edilen "gerçeği bilmeyenler"
mukaddes kitapları olmayan cahil, okuma-yazmasız Araplardı. Bunlar,
yahudiler ile hıristiyanların aralarındaki ayrılığı, karşılıklı
suçlamalarını, müşriklik ve yüce Allah'a evlât yakıştırma açısından eski
Arap masallarından ve hurafelerinden daha seviyesiz masallara ve hurafelere
körükörüne bağlılıklarını gördükleri için yahudilikten de hıristiyanlıktan
da uzak duruyor,ve "Bunlar hiçbir gerçeğe dayanmayan, boş şeylerdir"
diyorlardı.
Kur'an-ı Kerim, yahudiler ile
hıristiyanların "Cennet'in sırf kendilerine ait olduğu" şeklindeki
iddialarını çürüttükten sonra, bu grupların birbirleri aleyhindeki sözlerini
her ikisinin de siciline geçiriyor ve arkasından aralarındaki anlaş nazlığın
çözümünü yüce Allah'a havale ediyor:
"Kıyamet günü Allah, anlaşmazlığa
düştükleri konularda aralarında hüküm verir."
Adil hüküm O'nundur ve bütün meseleler
O'nun huzuruna gelir. Yapılacak şey hiçbir mantık kuralına bağlı olmayan ve
hiçbir delile dayanmayan bu kavmin"tek başına `Cennetlik olduğu' ve yine
"yalnız başına doğru yolda olduğu" şeklindeki basmakalıp iddialarını
çürüttükten sonra tek çıkar yol onları yüce Allah'ın -c.c- hükmüne havale
etmektir.
İSLÂM'IN MESCİD ANLAYIŞI
Okuduğumuz ayetlerin devamında
Peygamberimizin emir ve tebliğlerinin bunların içinde özellikle kıble
yönünün değiştirilmesi ile ilgili olanının- doğruluğu hakkında müslümanların
zihinlerini bulandırmayı amaçlayan yahudi kampanyalarının kınanmasına
dönülüyor ve bu tutum yüce Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasını
engelleme ve bu mescidleri yıkma girişimi sayılıyor:
114- Allah'ın mescidlerinde
O'nun adının anılmasını engelleyen ve oraları yıkmaya çalışanlardan daha
zalim kim olabilir? Oysa oralara ancak korkulu bir saygı içinde girmeleri
yakışık alır. Bunları, dünyada rezil olmak, Ahirette de büyük bir azap
beklemektedir.
115- Doğu da Batı da
Allah'ındır. Ne tarafa dönerseniz, Allah'ın yönü o tarafa doğrudur. Şüphesiz
Allah'ın kudreti herşeyi kapsar ve o herşeyi bilir.
Akla en yakın ihtimal; yukardaki iki
ayetin, kıble değiştirilmesi ve yahudilerin, müslümanları yeryüzüne inşa
edilen ilk Allah evi ve ilk kıble olan Kâbe'ye yönelmekten alıkoymaya
çalışmaları dolayısıyla inmiş olabileceğidir. Ancak bu ayetlerin nüzul
(iniş) sebebi hakkında bu söylediğimizin dışında daha pekçok değişik görüş
de vardır.
Bu yorumların hangisi doğru olursa olsun
ayetteki ifadenin mutlak oluşu, onun mescidlerde Allah'ın adının ànılmasına
engel olmak ve oraları yıkmaya çalışmakla ilgili genel bir hüküm olduğunu
düşündürür. Bu çirkin davranışa karşılık olarak belirlenen ve bu davranışa
uygun tek ceza olduğu belirtilen aşağıdaki hüküm de genel karakterlidir.
"Oysa oralara ancak korkulu bir saygı
içinde girmeleri yakışık alır."
Yani barınma dileği ile, gerekli saygı
ifadesini takınarak ve eman diyerek yüce Allah'ın evi olan mescidlere
sığınmadıkça kovulmayı, kovalanmayı ve güvenden yoksun bırakılmayı
hakkederler. (Tıpkı Mekke'nin fethinden sonra olduğu gibi. Bilindiği gibi
Mekke'nin müslümanlar tarafından fethedildiği gün Peygamberimizin sözcüsü
"Kim Mescid-i Haram'a (Kâbe) girerse güven içindedir" diye seslenmiş ve
bunun üzerine can güvenliği istemeye karar veren bazı Kureyş zorbaları oraya
sığınmışlardı. Oysa bu kimseler daha önce Peygamberimiz ve arkadaşlarının
Kâbe'yi ziyaret etmelerine engel olmuşlardı.)
Ayet-i celile, bu hükme, böylelerinin
dünyada perişanlığa ve Ahirette büyük bir azaba çarptırılacakları kara
haberini eklemektedir:
"Bunları dünyada rezil olmak, Ahirette de
büyük bir azap beklemektedir." "Oysa oralara ancak korkulu bir saygı içinde
girmeleri yakışık alır" cümlesinin bir başka açıklaması da şöyledir: Yani
"Onların, ancak Allah korkusu ve O'nun ululuğunun ürpertisi içinde Allah'ın
mescidlerine girmeleri yakışır. Yüce Allah'ın evlerine yaraşan, O'nun büyük
heybet ve ululuğuna uygun düşen edep şekli budur." Bu yorum şekli de konunun
akışına uygundur.
Bu iki ayetin kıble yönünün değiştirilmesi
olayı ile ilgili olarak indiği görüşünü tercih etmemizin gerekçesi, bu
ayetlerin ikincisidir. Okuyalım:
"Doğu da Batı da Allah'ındır. Ne tarafa
dönerseniz, Allah'ın yönü o tarafa doğrudur. Hiç şüphesiz Allah'ın kudreti
her şeyi kapsar ve o her şeyi bilir." Müslümanlar, kıblenin değiştirilmesi
olayına kadar Beyt'ül-Mukaddes'e (Kudüs'teki Mescid-i Aksa) yönelerek namaz
kılıyordu. Kıble'nin Kabe'ye doğru döndürülmesiyle yahudiler müslümanların
zihnini bulandıran şiddetli bir propaganda başlattılar. Buna göre
Müslümanların a güne kadar kıldıkları namazlar geçersizdi ve Allah katında
hesaplarına hiçbir sevap yazılmayacaktı. İşte bu ayet yahudilerin bu
iddialarına cevap veriyor, iniş sebebinin ana nedeni de bu asılsız
propagandalardı. Bu ayet, yahudilerin bu sakat yorumlarına karşı çıkarak
aslında her yönün bir kıble olduğunu, buna göre ibadete duran kul ne tarafa
dönerse yüce Allah'ın yönünün o tarafa doğru olduğunu, herhangi bir yönün
kıble olarak belirlenmesinin yüce Allah tarafından bir yönlendirme olayı
olduğunu ve o tarafa dönmenin O'na itaat etme anlamı taşıdığını, yoksa bunun
Allah'ın o tarafta değil de bu tarafta olduğu manasına gelmediğini
belirtiyor. Allah kullarını sıkıntıya ve çıkmaza sokmaz, onların sevaplarını
kısmaz; O kullarının kalplerini, niyetlerini herhangi bir yöne doğru
durmalarının iç gerekçelerini bilir, Allah'ın emrinde kolaylık esastır,
niyet Allah içindir. Zira "Allah'ın kudreti her şeyi kapsar ve o her şeyi
bilir."
ALLAH'A OĞUL İSNAD EDENLER
Bu ayetlerin devamında, yahudilerin
ilâhlığın özü ile ilgili düşüncelerinin (sapıklığı), yüce Allah'ın dininin
dayanağı ve bütün peygamberlerin mesajlarının sâğlıklı temeli olan Tevhid
ilkesinden uzak düşmüş oldukları gözler önüne seriliyor, bunların yüce
Allah'ın zatı ve sıfatları ile ilgili sapık düşünceleri aynı konulardaki
cahiliye düşünceleri ile karşılaştırılarak müşrik Araplar ile Ehl-i Kitab'ın
müşrikleri arasındaki inanç benzerliğine parmak basılıyor, bütün bu
grupların müşrikliğe yönelik yanılgıları düzeltilerek kendilerine, gerçek
iman kavramının temel ilkesi açıklanıyor:
116- Onlar; "Allah oğul
edindi " dediler. O böyle bir şeyden münezzehtir. Göklerdeki ve yeryüzündeki
varlıkların tümü O'nundur, hepsi O'na boyun eğmişlerdir.
117 O, göklerin ve
yeryüzünün yoktan varedicisidir. O birşeyin varolmasını dileyince ona sadece
"ol " der ve o da olur.
118- Bilmeyenler "Allah
bizimle konuşmalı ya da bize bir mucize gelmeliydi " dediler. Onlardan
öncekiler de onların dedikleri gibi söylemişlerdi. Kalpleri birbirine
benzedi. Kesin iman sahiplerine ayetleri apaçık göstermişizdir.
Bu, "Allah oğul edindi" şeklindeki sakat
iddia, sadece hıristiyanların Hz. İsa (selâm üzerine olsun) ile ilgili
iddiaları değildir, yahudiler de Hz. Üzeyir için aynı şeyi söylüyorlardı.
Tıpkı bunlar gibi müşrikler (putperestler) de melekler hakkında aynı iddiayı
ileri sürüyorlardı. Bu ayet sözkonusu grupların iddialarını ayrı ayrı
anlatmıyor. Çünkü konunun akışı o günün Arap yarımadasında İslâm'a karşı
çıkan bu üç grubu ana hatları ile tanıtmak amacını taşıyor. Ne tuhaftır ki,
bu üç grup uluslararası Siyonizm, dünya Hristiyanlığı ve evrensel Komünizm
şemsiyeleri altında günümüzde de İslâm'a kıyasıya karşı çıkan akımları
oluşturuyorlar. Yalnız, milletlerarası Komünizm o günün müşriklerinden çok
daha koyu bir küfür akımıdır. Ayetin, bu üç grubu aynı kategoride
birleştirmesi, yahudiler ile hristiyanların sırf kendilerinin doğru yolda
olduğu biçimindeki iddialarını boşa çıkarıcı niteliktedir. Çünkü bu iki
grubun her ikisinin de müşrikler (putperestler) ile aynı düzeyde oldukları
görülüyor.
Ayetlerin devamında, bu grupların yüce
Allah ile ilgili diğer sakat görüşlerine geçilmeden önce hemen yüce Allah'ın
bu sapık düşünceden münezzeh olduğu vurgulanmakta ve yüce Allah ile tüm
yaratıkları arasındaki ilişkinin gerçek mahiyeti açıklanmaktadır:
"O, böyle bir şeyden münezzehtir.
Göklerdeki ve yeryüzündeki varlıkların tümü O'nundur, hepsi O'na boyun
eğmişlerdir.
O, göklerin ve yeryüzünün yoktan
varedicisidir. O bir şeyin varolmasını dileyince ona sadece "ol" der ve o da
olur."
Şimdi söz sırası İslâm'ın yüce Allah ile
ilgili, yaratıcı ile yarattıkları arasındaki ilişkinin türü ile ilgili ve
yaratıkların yaradandan nasıl sadır oldukları ile ilgili soyutlayıcı ve
eksiksiz düşüncesine geldi. Bu düşünce, sözünü ettiğimiz realiteleri
birarada ifade eden en seviyeli ve açık görüş tarzıdır.
Bu görüşe göre kâinat, üstün ve mutlak
iradenin "Kün feyekün (ol der ve oluverir)" ilkesi uyarınca yaratıcısından
sadır olur. Bu iradenin herhangi bir varlığı yaratmaya yönelmesi, aracı bir
gücün ya da maddenin bulunmasına gerek duyulmaksızın sözkonusu varlığın
önceden belirlenen biçimde varolmasını tek başına sağlayıcı niteliktedir.
Peki mahiyetini bilmediğimiz bu üstün
irade, kendisinden sadır olmasını murad ettiği sözkonusu varlıkla nasıl
ilişki kuruyor? Bu nokta, insan idrakinin kavrayamadığı, içyüzünü
açıklayamadığı bir sırdır. Çünkü insan kapasitesi bu noktayı idrak etmeye
elverişli ve yatkın değildir. Zira bu noktayı kavramak, insanın yaratılış
amacı olan yeryüzü halifeliği ve·yeryüzünü imar etme görevi açısından
gerekli değildir. Yüce Allah insanoğluna yeryüzündeki görevinde
yararlanacağı kâinat kanunlarını keşfetme ve bunları pratikte kullanma
yeteneği verdiği oranda ona bu önemli halifelik görevi ile ilgisi olmayan
başka bir alemin sırlarını kapalı tutmuştur.
Çeşitli felsefi akımlar hiçbir yol
gösterici ışığın bulunmadığı uçsuz-bucaksız bir çölde taban tepmişlerdir.
Amaçları ise bu sırları keşfetmekti. Bu uğurda, sözünü ettiğimiz alanla
ilgili hiçbir yapısal yatkınlığa sahip olmayan, bu alanı kavrama ve bilme
araçları ile kesinlikle donatılmamış olan insan idrakinden kaynaklanmış
birçok faraziyeler ve varsayımlar ortaya koymuşlardır. Bu faraziyelerin en
yüksek seviyeleri bile insanı hayrete düşürecek ona "Nasıl olur da bir
filozof böyle bir şey ileri sürer?" dedirtecek derecede gülünç oluyor. Bunun
tek sebebi, sözkonusu filozofların insan idrakini doğal yaratılışının dışına
çıkarmaya, onu yetki alanının dışına taşırmaya kalkışmalarıdır.
Böyle olduğu için hiçbir tatmin edici
sonuca varamamışlar, daha doğrusu bu konudaki İslâm düşüncesini bilen ve
onun etkisi altında kalan bir kimsenin saygı duyabileceği hiçbir sonuç elde
edememişlerdir. İslâm bu konudaki realist yaklaşımı sayesinde inanmış
bağlılarını bu uçsuz-bucaksız çölde kılavuzsuz olarak taban tepmekten, daha
baştan yanlış metoda dayanan bu karanlık maceraya atılmaktan korumuştur.
Fakat bazı taklitçi İslâm felsefecileri özellikle eski Yunan
felsefecilerinin etkisiyle bu yüksek doruklara tırmanmaya kalkışınca eski
Yunanlı üstadları gibi karmaşık ve yanılgılı varsayımlardan başka birşey
elde edemediler. Onlar bu hareketleriyle İslâm düşüncesine bu düşüncenin
tabiatı ile bağdaşmayan, özü ile uyuşmayan yabancı unsurlar bulaştırdılar.
Bu durum insan aklını yetki alanı dışına taşırmayı, yaratılışındaki
özelliğin ötesine çıkarmayı amaçlayan her girişimin karşılaşacağı kesin
akıbettir.
İslâm düşüncesine göre varlıkların
yaratıcısı, yarattığı varlıkların hiçbirine benzemez, O tektir. Bunun doğal
bir sonucu olarak İslâmî düşünce, müslümanların dışındaki birtakım inanç
mensuplarının anladığı gibi "vahdet-i vücud (varlıkların birliği)" kavramını
reddeder. Yani "varlıklarla yaratıcı birleşik bir bütündür" ya da "Varlık
alemi yaratıcının zatından kaynaklanan ışınlardan ibarettir" veya "varlık
alemi, yaratıcısının görülebilen bir sureti, bir yansımasıdır" şeklinde
ifade edebileceğimiz yahut aynı esasa dayalı başka bir biçimde anlatılabilen
"vahdet-i vücud" kuramı İslâm düşüncesi ile bağdaşmaz.
Fakat bununla birlikte İslâm düşüncesinde
de "Tevhid" diye tanımlanan varlık bütününü kapsamına alan bir birlik
vardır. Bu birlik, varlık aleminin aynı yaratıcı iradeden meydana gelmiş
olması, gelişimini düzenleyen kanunlar sisteminin bir oluşu; yaratılışının,
koordinasyonunun, kullukta ve saygıda Rabbine yönelişinin bir olması
anlamındadır. Okuyalım:
"Göklerdeki ve yerdeki varlıkların tümü
O'nundur, hepsi O'na boyun eğmişlerdir."
Göklerdeki ve yerdeki varlıklar içinde onun
evlâdı olduğunu düşündürecek hiçbir gerekçe ortada yoktur. Çünkü varolan her
şey aynı derecede ve aynı aracın sonucu olarak O'nun yaratığıdır.
Tekrarlıyoruz:
"O göklerin ve yerin yoktan varedicisidir.
O bir şeyin varolmasını dileyince ona sadece "ol" der ve o da olur"
İlâhî iradenin varlıklara yönelmesi olayı
insan idrakinin bilemeyeceği bir şekilde gerçekleşiyor. Çünkü bu olay, insan
idrak kapasitesinin dışında kalır. Buna göre, bu sırrın künhüne ermeye
çalışmak, boşuna enerji harcamak ve uçsuz bucaksız bir çölde kılavuzsuz
olarak taban tepmektir.
Yukardaki ayetlerde Kitap Ehli'nin, yüce
Allah'ın evlâdı olduğunu iddia eden sözleri sunulduktan ve bu saçma sözler
düzeltilip reddedildikten sonra müşriklerin aynı türdeki sözlerine
geçiliyor. Bu sözler, aynen Ehl-i Kitab'ın benzer sözlerine kaynaklık eden
yanlış düşünceye dayanıyor:
"Bilmeyenler; `Allah bizimle konuşmalı ya
da bize bir mucize gelmeliydi' dediler. Onlardan öncekiler de onların
dediklerinin benzerini söylemişlerdi."
Buradaki "bilmeyenler" okuma-yazmasız
müşrikler, yani putperestlerdir. Bunların hiçbir kitap kaynaklı bilgileri
yoktu. Sık sık Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) karşısına
dikilerek yüce Allah'ın kendileri ile doğrudan konuşmasını ya da kendilerine
somut, mucizenin gösterilmesini istiyorlardı. Onların bu sözlerinin burada
hatırlatılmasının nedeni, kendilerinden öncekilerin -yani yahudiler ile
diğer kitap ehlinin- de vaktiyle kendi peygamberlerinden aynı isteklerde
bulunmuş oldukları gerçeğini vurgulamaktır. Bilindiği gibi Hz. Musa'nın
(selâm üzerine olsun) kavmi yüce Allah'ı açıktan açığa görmeyi istemiş,
ayrıca kendilerine mucize gösterilmesinde ısrar etmişlerdi. Demek oluyor ki,
bunlar ile onlar arasında karakter, zihniyet ve sapıklık bakımından
benzerlik vardır.
"Kalpleri birbirine benzedi."
Bana göre yahudilerin, müşrikler
(putperestler) karşısında bir üstünlükleri yok. Bunlar zihniyet, inatçılık
ve sapıklık bakımından benzer kalpler, benzer duygular taşımaktadırlar.
Devam ediyoruz:
"Kesin iman sahiplerine ayetleri apaçık
göstermişizdir."
Kalplerinde kesin iman bulunanlar, yüce
Allah'ın -c.c- ayetlerinde bu kesin imanlarını doğrulayan ve vicdanlarını
tatmin eden gerekçeleri bulurlar. Yani kesin imanı bu ayetler meydana
getirmez. Tersine bu ayetlerin anlamlarını kavramayı, içerdikleri
gerçeklerle tatmin olmayı, doğruyu ve Allah'a ulaştırıcı olanı algılamaya
kalpleri hazırlayan faktör, kesin imandır.
Okuduğumuz ayetlerin devamında Kitap
Ehlinin sözleri hatırlatılarak, asılsız iddiaları çürütüldükten, bu
grupların sapıklıklarının ardında yatan gizli faktörler açığa vurulduktan
sonra Peygamberimize dönülerek görevi açıklanıyor, sorumlulukları
belirleniyor, kendisine yahudi ve hıristiyanlar ile arasındaki savaşın
mahiyeti, onlarla arasındaki anlaşmazlığın karakteristik özelliği
açıklanıyor. Bu anlaşmazlığın kaynağı o kadar derindir ki, onlar Hz.
Peygamberden elinde olmayan, olsa bile ödeyemeyeceği bir bedel
istemektedirler. Haşa bu bedeli ödese bu sefer Rabbinin gazabına uğraması
kaçınılmaz olur:
119- Biz seni gerçeğin
müjdecisi ve uyarıcısı (korkutucusu) olarak gönderdik. Sen Cehennemliklerden
sorumlu değilsin.
120- Kendi dinlerine
uymadıkça ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden asla
hoşlanmayacaklardır. De ki; "Doğru yol, sadece Allah'ın yoludur': Eğer sana
gelen bilgiden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah
tarafından ne bir dost ve ne de bir yardımcı bulamazsın.
121- Kendilerine verdiğimi5
kitabı gereğince okuyanlar var ya, işte onlar ona inananlardır. Onu inkâr
edenler ise hüsrana uğrayanlardır.
"Seni gerçekle (donatarak) gönderdik". Bu
cümle saptırıcıların oluşturduğu kuşkulara, tuzakçıların komplolarına ve
sahtekârların. yanılgıya düşürme girişimlerine son verici bir netlik, bir
sarsılmazlık ifade ediyor. Ses tonundaki gürlük ve mertlik, kesinlik ve
kuşkusuzluk yansıtıyor.
"Müjdeleyici ve uyarıcı (korkutucu)
olarak..." Yani "senin görevin tebliğ etmekten, aldığın emri yerine
getirmekten ibarettir. Bunu yapınca senin fonksiyonun sona erer."
"Sen Cehennemliklerden sorumlu değilsin."
Yani "işledikleri günahlar ve nefislerinin arzularına uymaları sebebiyle
Cehenneme girenlerden sen sorumlu değilsin."
"Yahudiler ile hıristiyanlar seninle
savaşmaya, sana tuzak kurmaya devam edecekler, seninle barış yapmayacaklar,
senden hoşnut olmayacaklardır. Ancak sen bu görevi ihmal ettiğin, bu gerçeği
savunmaktan vazgeçtiğin ve bu kesin hidayeti bırakarak onların az önce
anlatılan sapıklıklarını, müşrikliklerini ve sakat zihniyetlerini
onayladığın takdirde seni severler, senden hoşnut olurlar."
"Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve
ne de hıristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır."
İşte asıl sebep budur. Onların eksiği delil
değildir. Onların eksiği senin haklı olduğuna, Rabbin tarafından sana gelen
mesajın gerçek olduğuna inanmamak değildir. Onlara olanca delillerini
sunsan, olanca sevgini önlerine sersen bunların hiçbiri ile hoşnutluklarını
kazanamazsın. Ancak dinlerine uymakla ve yanındaki gerçeğe sırt dönmekle
onların hoşnutluğunu kazanabilirsin.
Her dönemde ve her yerde somut olarak
karşımıza çıkan sürekli anlaşmazlık konusu, değişmez çıban başı budur. Bu
çıban başı inanç meselesidir. Yahudilerin ve hıristiyanların müslüman
cemaate karşı verdikleri amansız savaşın gerçek mahiyeti budur. Bu mücadele,
her ne kadar zaman zaman birbirleri ile çatıştıkları görülüyorsa da bu iki
kamp ile İslam arasında kıyasıya devam etmektedir. Bazan aynı inanç kampının
alt grupları arasında da sürtüşme olur. Fakat bu alt gruplar İslâm'a ve
müslümanlara karşı her zaman eleledirler.
Dediğimiz gibi bu mücadele, temelde ve
gerçek mahiyeti ile bir inanç savaşıdır. Fakat İslâm'ın ve müslümanların bu
iki koyu düşman kampı, bu savaşa değişik renkler yakıştırırlar; olanca
hilekârlıklarını, kurnazlıklarını, ikiyüzlülüklerini kullanarak bu savaş
için çeşitli kılıflar uydururlar.
Onlar din sancağı altında müslümanların
karşısına çıktıklarında onların dinleri ve inançları uğruna nasıl kahramanca
çarpıştıklarını tecrübe etmişlerdir. Bu yüzden dinimizin bu tarihi
düşmanları uyanmışlar ve savaşın rengini değiştirmişlerdir. Artık onlar bu
savaşın asıl niteliğini ortaya koyarak inanç savaşı olduğunu açıkça
söylemiyorlar. Öyle söyleseler müslümanların inançları uğruna gösterecekleri
kahramanlıktan, bu kahramanlığın getireceği coşkunluktan korkuyorlar. Bunun
yerine aradaki savaşa "toprak savaşı", "ekonomik savaş", "siyasi savaş",
"stratejik savaş" gibi adlar takıyorlar. Ayrıca aramızdaki aldanmış
gafillerin beyinlerine sokmaya çalışıyorlar ki, inanç savaşı, artık anlamsız
bir eski hikâye olmuştur, artık o sancağı havaya kaldırarak onun ismi
altında savaşmak yersiz ve geçersizdir. Böyle bir şeye ancak tutucular,
gericiler girişirler!
Onlar bu zehirli propagandayı inanç
coşkunluğundan ve kahramanlığından kurtulmak için yapıyorlar. Oysa onlar,
yani uluslararası Siyonizm, dünya Hıristiyanlığı ve bunlara ek olarak
evrensel Komünizm soğukkanlı bir kararlılık içinde öncelikle bu granit
kayayı parçalamak amacı ile müslümanlara karşı savaşmaktadırlar. O granit
kaya ki, yüzyıllar boyunca ona toslamışlar ve her defasında tümünün kafatası
parçalanmıştır.
Bu savaş inanç savaşıdır. Yoksa toprak
savaşı, ekonomik savaş ya da stratejik amaçlı savaş değildir. Bu uydurma
kılıfların ve yakıştırmaların hiçbir asli yoktur. Düşmanlarımız gizli ve
tarihi maksatları uğruna bu uydurma yaftaları kafamıza sokmaya çalışıyorlar.
Onlar bizi bu savaşın gerçek mahiyeti ve asıl karakteri hakkında yanılgıya
düşürmek istiyorlar. Eğer biz onların bu yalancı propagandalarına aldanırsak
kendimizden başka hiç kimseyi kınamamalı, hiç kimsede kabahat aramamalıyız.
Çünkü bu durumda sözlerin en doğrusunu söyleyen yüce Allah'ın Peygamberine
ve O'nun ümmetine yönelttiği direktiften uzak düşmüş oluruz. Tekrar
okuyalım:
"Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve
ne de hıristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır."
İşte onları hoşnut edebilecek yegâne bedel.
Bunun dışındaki herşeyi peşinen reddederler, ellerinin tersi ile geri
çevirirler.
Fakat kesin emin ve doğru direktif hemen
arkadan geliyor:
"De ki; `Doğru yol, sadece Allah'ın
gösterdiği yoldur."
İfade son derece öz ve kısa! "Doğru yol,
sadece Allah'ın gösterdiği yoldur". Bu konuda taviz yok... Bundan vazgeçmek
sözkonusu değil.. Bu hususta esneklik ve gevşeklik yok... Bu ilkenin
zararına hiçbir uzlaşmaya girişilemez... Onun küçük-büyük hiçbir kırıntısı
bile pazarlık konusu edilemez... İsteyen inansın, isteyen inkâr etsin...
Sakın ha! Onları hidayete erdirmek, onların
iman etmelerini sağlamak, onların dostluğunu ve sevgisini kazanmak gibi
endişe ve arzular seni bu ince yoldan saptırmasın.
"Eğer sana gelen bilgiden sonra onların
arzularına, keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah tarafından ne bir
dost ve ne de bir destekçi bulamazsın."
Bu korkunç tehdit, bu kesin ifade ve bu
ürkütücü azap uyarısı. Kime dönük? Yüce Allah'ın Elçisine, Peygamberine ve
keremli sevgilisine dönük! Bunlar birtakım nefsi arzulardır. Eğer sen doğru
yoldan, Allah'ın gösterdiği doğru yoldan saparsan -ki ondan başka bir doğru
yol yok-... İşte onları senin karşında takındıkları olumsuz tutumu takınmaya
sürükleyen faktör, onların bu nefsi arzularıdır, yoksa senden kaynaklanan
bir delil yetersizliği ya da inandırma zayıflığı değildir.
Onların arasında nefislerinin bu
arzularından sıyrılabilenler ellerindeki kitabı gereğince okurlar ve bunun
sonucu olarak senin yanındaki gerçeğe inanırlar. Bu gerçeği inkâr edenlere
gelince, onlar hüsrana uğrayacaklardır. Sen ve müminler değil!
"Kendilerine verdiğimiz kitabı gereğince
okuyanlar varya, işte onlar ona inananlardır. Onu inkâr edenler ise hüsrana
uğrayanlardır."
Yüce Allah'ın şu dünyada insanlara
bağışladığı nimetlerin en büyüğü olan iman kaybından daha büyük bir kayıp,
daha acı bir hüsran düşünülebilir mi? Yukardaki ayetlerde bu kesin ve
tartışmaya meydan vermeyen yargı ortaya konduktan sonra yeniden
israiloğulları'na dönüp sesleniliyor. Okuduğumuz bu uzun hesaplaşma ve
tartışmanın, yahudiler ile Rabbleri ve peygamberleri arasındaki ilişkileri
gözler önüne seren tarihi açıklamanın arkasından gelen bu sesleniş, sanki
onlara yönelik derinliklerden kopup gelen son sesleniş gibidir. Bunun
arkasından Peygamberimize ve müslümanlara da bir uyarı yapıldıktan sonra
yahudilere son bir çağrı daha yapılıyor. Bu çağrı, artık umursamazlık,
gaflet ve yüce emaneti yüklenme şerefinden mahrum bırakılmış bir halde kapı
eşiğinde kararsız bir haldeyken belki kendilerini düzeltirler diye yapılan
son çağrıdır. Bu çağrı daha önce kendilerine ilahî emanetin verileceği zaman
yapılan ilk çağrıydı. Şimdi de bu emanetten yüz çevirmeleri sebebiyle
yapılan son çağrıdır bu. "Ey İsrailoğulları!.."
122- Ey İsrailoğulları,
size vermiş olduğum nimetleri ve sizi bir zamanlar bütün alemlere üstün
tutmuş olduğumu hatırlayın.
123- Hiç kimsenin başkası
adına birşey ödeyemeyeceği, hiç kimseden fidye kabul edilmeyeceği, hiç
kimseye şefaatin yarar sağlayamayacağı ve böylelerinin hiçbir yerden yardım
görmeyeceği günden korkun.
Bu surenin daha önceki bölümlerinin
içerdiği tartışma, Kitap Ehline dönüktü. Sözkonusu tartışmanın eksenini
yahudilerin tarihi; onların peygamberlerine, şeriatlerine yüce Allah ile
aralarındaki antlaşmalarına ve taahhütlerine karşı takınmış oldukları
olumsuz tutumlar oluşturuyordu. Hz. Musa zamanından başlayarak Peygamberimin
zamanına kadar süren bu dönemin irdelenmesi sırasında çoğunlukla
yahudilerden, bazan da hristiyanlardan söz ediliyordu. Bu arada, Ehli Kitap
ile uyuştukları ya da Ehli Kitab'ın kendileri ile aynı görüşü paylaştıkları
konular ortaya çıktıkça zaman zaman müşriklere (putperestlere) de
değinilmişti.
HZ. İBRAHİM DÖNEMİNE BİR
BAKIŞ'
Şimdiki bölümde ise Hz. Musa döneminden
daha eski bir tarih dönemine, yani Hz. İbrahim (selâm üzerine olsun)
dönemine geçiliyor. Hz. İbrahim kıssası, burada ele alınan biçimiyle, hem
ayetlerin akışı içinde yerine oturuyor, hem de yahudiler ile Medine'de
oluşan müslüman cemaat arasında amansız ve çok yönlü çatışmada son derece
önemli bir rol oynuyor.
Yahudiler ile hıristiyanlar soy bakımından
Hz. İshak (selâm üzerine olsun) yolu ile Hz. İbrahim'e dayanırlar. Onlar
gerek bu mensubiyetten ve gerekse yüce Allah'ın Hz. İbrahim ile soyundan
gelenlere vaadettiği gelişme ve bereketten, O'na ve kendisinden sonra
gelecek olan soyuna yapmış olduğu vaadlerden gurur duyuyorlardı. Bundan
dolayı doğru yolu, din önderliğini, davranış ve uygulamaları ne olursa olsun
Cennet'i kendi tekellerinde görüyorlardı.
Kureyş kabilesi de soy bakımından Hz.
İsmail (selâm üzerlerine olsun) yolu ile yine Hz. İbrahim'e dayanır. Bunlar
da bu mensubiyetten gurur duyuyorlar, bu durumu Beytullah'ın yönetim ve
bakım yetkisini ellerinde tutmalarının gerekçesi olarak kullandıkları gibi
Araplar üzerinde dini otorite sahibi, üstün, itibarlı ve saygın bir konumda
olmalarını buna dayandırıyorlardı.
Bir önceki ayetlerde Cennet ile ilgili,
klişeleşmiş yahudi ve hıristiyan iddiaları şöyle dile getirilmişti:
"Onlar; `Yahudiler ile hıristiyanlardan
başka hiç kimse Cennet'e giremeyecek' dediler."
Burada da onların doğru yolda yürümek
isteyen müslümanları yahudileştirme ya da hıristiyanlaştırma girişimleri
anlatılarak sözkonusu iddia ile bu girişim arasında bağlantı kuruluyor:
"Onlar size; `Ya yahudi ya da hıristiyan
olunuz ki, doğru yolu bulasınız' dediler."
Ayrıca burada mescidlerde yüce Allah'ın
adının anılmasına engel olanlardan ve oraları yıkmaya çalışanlardan da
sözedilmeye devam ediliyor. Bir önceki bölümün bu konu ile ilgili ayetlerini
açıklarken şöyle demiştik: "Bu ayeti celile, özellikle, yahudilerin kıble
değiştirilmesi olayı ve bu olayı bahane ederek müslümanlar arasında
giriştikleri zehirli propaganda ile ilgili olabilir."
Şimdi burada, ayetlerin akışı ile uyumlu
bir havada Hz. İbrahim'den, Hz. İsmail'den, Hz. İshak'dan (selâm üzerlérine
olsun), Kâbe'den, bu mabedin yapılışından ve bakımından sözediliyor. Amaç;
yahudilerin, hıristiyanların ve müşriklerin, ağız birliği ile, bu isimlerle
aralarında bağ ve ilişki kuran iddiaları konusunda katıksız gerçekleri
belirlemek ve müslümanların yönelecekleri kıble olayını açıklığa
kavuşturmaktır.
Bu arada yine konu ile uyumlu olarak Hz.
İbrahim'in katıksız Tevhid ilkesine dayanan dininin gerçek mahiyeti, bu din
ile Ehl-i Kitab'ın ve müşriklerin ortaklaşa bağlı oldukları yozlaşmış ve
sapık inançların birbirinden uzak oldukları, buna karşılık Hz. İbrahim'in,
Hz. İsmail'in ve yahudilerin atası olduğu için, İsrail olarak da anılan Hz.
Yakub'un inançları ile müslüman cemaatin inanç sistemini oluşturan son din
arasında yakınlık olduğu anlatılıyor.
Bunlara bağlı olarak yüce Allah'ın dininin
birliği, bütün peygamberler arasında elden ele geçerken bir zincirin
halkaları gibi bir süreklilik gösterdiği, herhangi bir milletin ya da ırkın
tekelinde olduğu düşüncesinin asılsız olduğu vurgulandıktan sonra inanç
sisteminin kör akrabalık taassubunun değil, mümin kalbin mirası olduğu, bu
mirasa varis olmanın kan ya da ırk yakınlığına değil, iman ve inanç sistemi
yakınlığına dayandığı, buna göre bu inanç sistemine inananların ve onun
gereklerini yerine getirenlerin, hangi kuşaktan ve hangi kabileden olurlarsa
olsunlar, bu dinin bağlıları olmaya onun önderlerinin öz çocuklarından ve
soyca akrabalarından daha lâyık oldukları, çünkü bu dinin yüce Allah'ın dini
olduğu, yüce Allah ile kullarından hiçbiri arasında soy ve kan bağı
bulunmadığı belirtiliyor.
Kur'an-ı Kerim, İslâm düşünce sisteminin
temel dayanaklarının bir bölümünü oluşturan bu gerçekleri burada şaşırtıcı
bir ifade uyumu, estetik bir sıralama ve anlatım düzeni içinde açıklıyor.
Bizleri Hz. İbrahim döneminden başlayan bir tarih yolculuğunda adım adım
ilerletiyor. Bu yolculuk sırasında Hz. İbrahim'in Rabbi tarafından imtihan
edildiğini, bu imtihanı kazanarak seçildiğini ve bunun sonucu olarak
insanlara önder yapıldığını anlatıyor. Bu yolculuğu Peygamberimizin (salât
ve selâm üzerine olsun) ilâhî önderliği altında doğup gelişen İslâm ümmetine
bağlıyarak sürdürüyor. Bu ümmetin doğup gelişmesini Hz. İbrahim ile Hz.
İsmail'in Kâbe'nin duvarlarını yükseltirken yapmış oldukları duanın yüce
Allah tarafından kabul edilişi ile irtibatlandırıyor. Sonunda bu emanetin
varisi olmaya Hz. İbrahim'in tüm torunlarının değil de sadece bu ümmetin hak
kazandığını vurguluyor ve bu inanç varisliğine dayanaklık eden tek
gerekçenin Peygambere inanmak, bu imanın gereğini güzelce yerine getirmek ve
bu inancın getirdiği düşünceyi koruyarak sürdürmek olduğunu anlatıyor.
Ayetlerde bu tarihi yolculuk boyunca şu
noktalara da parmak basılıyor: Sırf yüce Allah'a yönelmek anlamına gelen
İslâm, ilk peygamberlik misyonunun özünü oluşturduğu gibi son peygamberlik
misyonunun özünü de oluşturur. Hz. İbrahim'in inancı bu olduğu gibi ondan
sonra gelen Hz. İsmail'in, Hz. İshak'ın, Hz. Yakub'un ve torunlarının da
inancı budur. Bu inanç daha sonra aynı şekilde Hz. Musa'ya ve Hz. İsa'ya,
bir süre sonra da Hz. İbrahim'in varisleri olan müslümanlara devredildi.
Demek ki, kim bu değişmez inanç sistemine kararlılıkla sahip çıkarsa hem bu
inancın ve hem de bu inancın içerdiği taahhüt ve müjdelerin varisi olur.
Buna karşılık kim bu inanç sisteminden sapar da kendi iradesi ile Hz.
İbrahim'in dininden ayrılırsa yüce Allah'a vermiş olduğu sözden caymış ve
bunun sonucu olarak bu inanç sisteminin içerdiği taahhüt ve müjdelere varis
olma hakkını kaybetmiş olur.
Buna göre, yahudilerin, ve hıristiyanların
sırf Hz. İbrahim'in soyundan geldikleri için Allah'ın seçkin ve imtiyazlı
kulları oldukları, Hz. İbrahim'in varislerinin ve temsilcilerinin kendileri
olduğu biçimindeki tüm iddiaları geçersiz hale geliyor. Çünkü onlar bu inanç
sisteminden saptıkları andan beri sözünü ettikleri varislik hakkını
kaybetmişlerdir. Tıpkı bunun gibi, Kureyş kabilesinin, Kâbe'nin denetimi,
gözetimi ve bakımı konusunda öncelik hakkına sahip oldukları şeklindeki tüm
iddiaları da geçersiz oluyor. Çünkü bu kabile Kâbe'nin kurucusu ve
duvarlarının yükselticisi olan Hz. İbrahim'in inancından ayrılmakla, onun
mirasçıları olma hakkını yitirmişlerdir. Aynı gerekçe ile müslümanların
yönelecekleri kıble konusundaki yahudi iddiaları da tümü ile desteksiz
kalıyor. Çünkü Kâbe, müslümanların ve atalârı Hz. İbrahim'in kıblesidir.
Bütün bunlar, düşündürücü işaretler, derin
anlamlı değinmeler ve son derece etkili açıklamalarla dolu şaşırtıcı bir
ifade uyumu içinde anlatılıyor. Şimdi bu parlak beyanın ışığı altında,
sözünü ettiğimiz yüksek düzeyli uyumu gözden geçirelim.
124- Hani Rabbi, İbrahim'i
birtakım emirler ile denemiş, o da onları yerine getirmişti. Bunun üzerine
Allah; "Seni insanlara önder yapacağım" demişti. İbrahim; "Soyumdan da"
deyince, Allah; "Zalimler bu taahhüdümün kapsamına asla giremezler" buyurdu.
Burada yüce Allah Peygamberimize buyuruyor
ki; "İbrahim peygamberin Allah tarafından birtakım emirler ve yükümlülükler
yolu ile imtihan edilişini ve onun bu emir ve yükümlülüklerin gereğini
eksiksiz olarak yerine getirişini hatırla". Yüce Allah başka bir ayette de
İbrahim peygamberin, O'nun hoşnutluğunu kazandıracak ve yüce şahitliğini hak
ettirecek biçimde yükümlülüklerinin gereğini yerine getirdiğine bizzat
tanıklık ederek şöyle buyuruyor: "Ve sözünü yerine getiren İbrahim'in..."(
Necm Suresi, 37) Hz. İbrahim'in erdiği bu makam, yüce bir makamdır. Yani
verilen sözü ve alınan emri gereği gibi yerine getirdiğini bizzat yüce
Allah'ın tanıklığı ile kanıtlama makamı.. Çünkü insan, zayıflığı ve
yetersizliği sebebiyle bu anlamda vefakâr ve istikametli olamıyor.
Bunun sonucu olarak Hz. İbrahim, şu müjdeye
ya da şu güvene lâyık oluyor, hak kazanıyor:
"Seni insanlara önder yapacağım"
İnsanların önder edinecekleri, Allah'a
götüren yolda kendilerine rehberlik edecek, onları hayra erdirecek,
kendisine bağlı olacakları ve kendisinin de başlarında lider. olacağı bir
imam yani.
İşte o anda insan fıtratı, yani soyundan
gelecek olanlar yolu ile sürekli olma eğilimi, sosyal hayatın gelişmesi,
belirlenen yolunda sürekli ilerlemesi, öncekilerin başlattıkları işi
sonradan gelenlerin tamamlayabilmesi, bütün kuşakların işbirliği ve
kesintisizlik içinde olabilmeleri için bizzat yüce Allah tarafından insan
fıtratına yerleştirilen o köklü bilinç Hz. İbrahim'e egemen oluyor. Bu
bilinci bazıları ortadan kaldırmaya, engellemeye ya da baskı altına almaya
kalkışıyorlar. Oysa bu bilinç, sözünü ettiğimiz uzak vadeli gayeyi
gerçekleştirmek için insan fıtratının özüne yerleştirilmiştir.
İslâm, miras hukukunu bu fıtrî bilince
dayalı olarak, onun gereğini gözönünde tutarak, onun etkisini göstermesini
teşvik ederek, yapabileceğinin azamisini yapmasına meydan vermek üzere
düzenledi. Bu temel bilinci yok etmeye yönelik girişimler, insan fıtratını
temelden yok etmeye kalkışmaktan ve sapıklıktan kaynaklanan bazı sosyal
bozuklukları tedavi edeyim derken düşülmüş bir zorlamadan, kısa
görüşlülükten ve işi yokuşa sürmekten başka birşey değildir. Elimizde, fıtrî
yapıyı yıkmadan, sözkonusu sosyal sapmayı düzeltecek başka bir çözüm yolu,
vardır. Fakat bu çözüm yolu hidayeti, imanı, insan psikolojisi konusunda
derinlemesine uzmanlaşmayı, insan benliğinin oluşumu konusunda ince ve
ayrıntılı bilgiye sahip olmayı, bunun yanında yapmaktan ve düzeltmekten çok
yıkmayı ve yok etmeyi amaçlayan taşkın kinlerden arınmış bir bakış açısını
gerektirir. Yukardaki ayeti okumaya devam edelim:
"...İbrahim; `soyumdan da' dedi..."
Hz. İbrahim'in bu dileğine, kendisini
imtihan ederek seçmiş olan Rabbi tarafından (daha önce öğrendiğimiz) son
derece önemli bir kuralı belirleyen şu cevap veriliyor: Önderlik;
davranışları, bilinci, yapıcılığı ve imanı ile buna lâyık olanlarındır,
yoksa soya ve nesebe dayanan bir miras değildir. Akrabalık et ve kan
ilişkisi değil, din ve inanç ilişkisidir. Kan, milliyet ve ırk akrabalığı
davası, hakk İslâm düşüncesi ile taban tabana çatışan bir cahiliye dönemi
davasından başka birşey değildir. Devam ediyoruz:
"...Allah `Zalimler bu taahhüdümün
kapsamına asla giremezler' buyurdu..."
Zulüm çeşit çeşit ve renk renktir. Allah'a
ortak koşmak insanın kendi kendine zulmetmesi, başkalarının hakkını çiğnemek
ise insanlara zulmetmesidir. Zalimlere yasaklanan imamlık (önderlik);
peygamberlik, halifelik ve namaz imamlığı da dahil olmak üzere imamlığın
bütün anlamlarını, liderliğin her türlüsünü kapsamına alır. Buna göre bütün
anlamları ile adalet, hangi biçimi ile olursa olsun imamlığın (önderliğin)
temel şartını oluşturur. Kim zulmederse -yaptığı zulmün türü ne olursa
olsun- kendini her anlamı ile imam olma yeterliliğinden uzaklaştırmış, bu
hakkını kendi eli ile kaybetmiş olur.
Yüce Allah tarafından Hz. İbrahim'e verilen
bu cevap, kaypaklığa ve belirsizliğe yer vermeyen bu ilâhi taahhüt,
yahudilerin zalimlikleri, fasıklıkları, yüce Allah'ın emrinden saptıkları ve
ataları Hz. İbrahim'in inancından ayrıldıkları için önderlikten ve
öncülükten uzaklaştırıldıklarını kesinlikle kanıtlar. Yüce Allah tarafından
Hz. İbrahim'e verilen bu cevap aynı zamanda günümüzde kendilerine müslüman
sıfatını yakıştıranların insanlık önderliği ve öncülüğünden
uzaklaştırılmalarına da kesin bir cevap ve kânıt oluşturur. Bunun sebebi, bu
sözde müslümanların, zalimlik etmeleri, fasıklıkları, Allah yolundan
uzaklaşmaları, Allah'ın şeriatını arkalarına atmaları, O'nun şeriatını ve
önerdiği yaşama biçimini sosyal hayattan söküp attıkları halde halâ müslüman
olduklarını iddia etmeleridir ki, bu iddia yukardaki ilâhî taahhüdün hiçbir
esası ile bağdaşmayan yalancı bir iddiadır.
İslâmi düşünce sistemi, inanç ve amel
(pratik uygulama ve davranış) temeline dayalı olmayan insanlararası bütün
bağları ve ilişkileri kesik ve geçersiz sayar; inanç bağı olmayan yakınlık
ve akrabalık ilişkilerini tanımaz; inanç ve amel kulpuna bağlı olmayan bütün
sosyal ilişkileri ve dayanışma geleneklerini kökünden yok sayar. Yine bu
düşünce sistemi aralarında inanç çelişkisi bulunan aynı milletin iki
kuşağını birbirinden ayırır. Hâtta aralarındaki inanç bağı kopan ana baba
ile evlâdlarını ve karı-kocayı tüle birbirinden ayrı kabul eder.
Buna göre müşrik Arap ayrı birşeydir,
müslüman Arap ayrı birşey. Bu ikisi arasında hiçbir ilişki, hiçbir akrabalık
ve hiçbir ortak bağ sözkonusu değildir. Müslüman olan kitap éhli ayrı
birşeydir, Hz. İbrahim'in, Hz. Musa'nın, Hz. İsa'nın dininden sapmış kitap
ehli (yahudi ve hıristiyanlar) ayrı birşey. Bu ikisi arasında da hiçbir
ilişki hiçbir akrabalık ve hiçbir ortak sosyal bağ sözkonusu değildir. Aile
kurumu ana-babadan, çocuklardan ve torunlardan oluşmuş rastgele bir birlik
değildir. Bu saydıklarımızı eğer aynı inanç bağı birleştiriyorsa bunlar aile
kurumunu oluştururlar. Öteyandan millet demek, belirli bir ırkın ardarda
gelen kuşaklarının oluşturduğu bir insan topluluğu değildir. Millet,
ırkları, yurtları ve derilerinin rengi ne olursa olsun, müminlerin
oluşturduğu insan topluluğudur. İşte Kur'an-ı Kerim'de yeralan şu ilâhî
açıklamadan fışkıran iman kriterli düşünce tarzı budur.
125- Hani Kâbe'yi insanlar
için toplanma ve güven yeri yapmıştık. "İbrahim'in makamını (Kâbe'nin
tümünü) namaz yeri edininiz" İbrahim ile İsmail'e; "Bu evimi ziyaretçiler,
kendilerini ibadete adayanlar, rüku ve secde edenler için temiz tutun" diye
emir vermiştik.
Bu Beytülharam'ın, yani Kâbe'nin denetim ve
bakımını Kureyş kabilesinden bir heyet üzerine almıştı. Bunlar müslümanlara
zorbaca davranmışlar, onlara eziyet etmişler ve dinleri yüzünden baskı
yapmışlar ve müslümanlar da bu yüzden Kâbe çevresinden göç etmek zorunda
kalmışlardı. Oysa yüce Allah buranın insanlar için güvenli bir toplantı yeri
olmasını dilemişti. Burada toplanacak olan insanları hiç kimse
korkutmayacak, aksine buraya gelen herkes can ve mal güvenliğine,
dokunulmazlığına kavuşacaktı. Hatta burası somut bir güven, huzur ve barış
merkezi olacaktı.
Burada, insanlara Hz. İbrahim'in (selâm
üzerine olsun) makamını namaz yeri edinmeleri emrediliyor. -Bizim tercih
ettiğimiz yoruma göre ayetteki "İbrahim'in makamı" Beytûllah'ın tümüne
işarettir- Buna göre Beytûllah'ın müslümanlara kıble yapılması hiçbir
itiraza yolaçmaması gereken tabiî bir şeydir. Burası Hz. İbrahim'in dosdoğru
inanç ve Tevhid ilkesi mirasçıları olan müslümanların yönelmiş oldukları ilk
kıbledir. Çünkü orası Allah'ın evidir, hiç bir insanın özel evi değildir. Bu
evin sahibi olan yüce Allah iki salih kuluna burayı "ziyaretçiler,
kendilerini ibadete adayanlar, rüku ve secde edenler için" yani burayı
ziyarete gelen hacılar, orayı uzun süreli ibadet yeri seçen yerli halk ile
burada rükua varanlar ve secde edenler için temiz tutmalarını emrediyor.
Görüldüğü gibi, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail -selâm üzerlerine olsun- bile bu
evin sahibi değildirler ki, onların soyundan geleceklere miras kalması
sözkonusu olabilsin. Onlar sadece Rabblerinin emrinin gereği olarak burayı,
ziyaretçilerin ve Allah'ın mümin kullarının kullanımına hazır tutmak üzere
gözetim ve bakımını üstlenmiş kimselerdir.
126- Hani İbrahim; "Ey
Rabbim, bu şehri güvenli bir yer kıl, halkından Allah a ve Ahiret gününe
inananları çeşitli ürünlerle rızıklandır" dedi. Allah da; "Onlardan kâfir
olanları ise kısa bir süre geçindirir, sonra Cehennem azabına katlanmak
zorunda tutarım. Ne kötü akıbettir o!" buyurdu.
Hz. İbrahim'in bu duası, Beytullah'ın
(Kâbe'nin) güvenli yer olma niteliğini ve fazilet ile iyiliğe mirasçı
olmanın anlamını bir kere daha vurguluyor. Burada Hz. İbrahim'in, yüce
Allah'ın bu ayetler demetinin ilkinde kendisine vermiş olduğu öğütten
yararlandığım görüyoruz. Gerçekten O, yüce Allah'ın ?"Zalimler, asla benim
bu taahhüdümün kapsamına giremezler" şeklindeki kesin ihtarının bilincine
varmış, bu ihtardan gereken dersi almıştır. Bu bilincin sonucu olarak O,
çekiniyor, istisnalı konuşuyor ve duasını "Onlardan Allah'a ve Ahiret gününe
inananları" ifadesi ile asıl kasdettikleri için sınırlı tutuyor.
Kuşku yok ki, O "içli, yumuşak huylu,
itaatkâr ve istikametli" İbrahim'dir, Rabbinin kendisine öğrettiği edep
kurallarının gereğini yerine getirmekte gecikmez. Buna göre dileğinde ve
duasında bu kuralları titizlikle gözetir. Bunun üzerine onun ağzına almadığı
öbür kesimin, yani "inanmayanlar" kesiminin durumunu ve acı akıbetlerini
açıklayan Rabbinin cevabı gecikmeden geliveriyor.
"Allah da; `Onlardan kâfir olanları ise
kısa bir süre geçindirir, sonra Cehennem azabına katlanmak zorunda tutarım,
ne kötü bir akıbettir o!' buyurdu."
Bundan sonraki birkaç ayette Hz. İbrahim
ile Hz. İsmail'in Beytullah'ı ziyaretçiler, sürekli ibadet edenler, rükûa
varanlar ile secde edenler için temizleyip hazırlamaları konusunda yüce
Allah'dan emir almalarının tablosu çiziliyor. Bu tablo o kadar somut bir
biçimde gözlerimizin önüne getiriliyor ki, sanki şu anda onların ikisini de
görüyor ve seslerini işitiyor gibi oluyoruz. Okuyalım.
127- Hani İbrahim ile
İsmail, Kâbe'nin duvarlarını yükseltirlerken söyle dua etmişlerdi; "Ey
Rabbimiz, yaptığımızı kabul et hiç şüphesiz sen herşeyi işiten ve bilensin.
128- Ey Rabbimiz, ikimizi
de sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet
çıkar, bize ibadet yollarımızı göster, tevbemizi kabul buyur. Hiç şüphesiz
sen tevbelerin kabul edensin ve çok merhametlisin.
129- Ey Rabbimiz,
içlerinden onlara senin ayetlerini okuyacak, Kitab'ı ve hikmeti öğretecek,
kendilerini kötülüklerden arıtacak bir peygamber gönder. Hiç şüphesiz sen
azizsin ve hikmet sahibisin."
Ayetlere haber kipi ile başlanıyor. Tıpkı
bir hikâye anlatır gibi. Tekrarlıyoruz:
"Hani İbrahim ile İsmail, Kâbe'nin
duvarlarını yükseltiyorlardı."
Biz hikâyenin gerisini beklerken ansızın
Hz. İbrahim ile Hz. İsmail geçmişin perdesini yırtarak karşımıza çıkıyor,
biz de onları hayalimizde canlandırarak değil, çıplak gözle görür gibi
oluyoruz. Karşımıza dikilmişler, nerede ise yüce Allah'a yakaran seslerini
duyacağız:
"Ey Rabbimiz, yaptığımız işi kabul et; hiç
şüphesiz herşeyi işiten ve bilensin. Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslim
olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar, bize ibadet
yollarımızı göster, tevbemizi kabul buyur. Hiç şüphesiz sen tevbelerin kabul
edicisi ve çok merhametlisin."
Burada dua namesi, dua musikisi, dua
atmosferi, bunların tümü son derece somut biçimde karşımızda; sanki şu an
oluyormuş gibi canlı, müşahhas ve hareketli durumda. Bu durum Kur'an-ı
Kerim'in etkileyici üslubunun özelliklerinden biridir. Yani geçmişin
karanlığına karışarak ortadan kaybolan manzaraları, sesleri işitilebilir,
görülebilir, hareket edebilir, boşlukta yer kaplar ve nefes alıp-verir gibi
somut tablolara dönüştürme özelliği. Bu elimizdeki ölümsüz Kitaba, yani
Kur'an'a yaraşır, gerçek anlamda bir "Edebi Tasvir" özelliğidir.
Acaba duanın içeriği nedir? Bu içerik
peygamberlik edebi, peygamberliğe yaraşır iman, şu evrende inancın değerini
tam olarak kavramış peygamberî bir şuurdur. İşte Kur'an-ı Kerim'in,
peygamberlerin varisleri olan mü'minlere öğretmek, kalplerinin ve
duygularının derinliklerine yerleştirmek istediği bu edep, bu iman ve bu
şuurdur. Tekrarlıyoruz:
"Ey Rabbimiz, yaptığımız bu işi kabul et;
hiç şüphesiz sen herşeyi işiten ve bilensin."
Burada dile gelen, kabul edilme isteğidir.
Asıl amaç budur. Yapılan iş (Kâbe inşaatı) sırf Allah için yapılmış bir
ameldir. Bu amel tam bir duyarlılık ve saygı içinde yüce Allah'a
yönelmişliğin somut bir ifadesidir. Ardında yatan maksat ise Allah'ın
hoşnutluğu ve kabulüdür. Kabul edileceği umudu ise yüce Allah'ın duaların
işiticisi ve bu amelin arkasındaki niyetin ve şuurun iyi bilicisi olmasına
dayandırılıyor. Devam ediyoruz:
"Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslim
olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar, bize ibadet
yollarımızı göster ve tevbemizi kabul buyur. Hiç şüphesiz sen tevbelerin
kabul edicisisin ve çok merhametlisin."
Burada Hz. İbrahim ile Hz. İsmail, İslâm'a
yöneltilmeleri konusunda Rabblerinin yardımını istediklerini, kalplerinin,
yüce Allah'ın iki parmağı arasında olduğu gerçeğinin bilincinde olduklarını,
hidayetin sadece Allah'tan olduğunu, kendilerinin bu konuda hiçbir irade ve
güç sahibi olmadıklarını, yaptıkları şeyin yönelmek ve istemek olduğunu,
kendilerine yardımcı olacak olanın yüce Allah olduğunu iyi bildiklerini dile
getiriyorlar.
Sonra sözü müslüman ümmetin önemli bir
karakteristiğine; dayanışma, yani kuşaklar arasında inanç dayanışması
karakteristiğine getirerek "Soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar"
diye yakarıyorlar.
Bu dua cümlesi, önem verdiği şeyleri açığa
vuruyor. Böyle bir kalbin ana meşgalesi ve birinci derecede önem verdiği
şey, inanç meselesidir. Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in (selâm üzerlerine
olsun) yüce Allah tarafından kendilerine bağışlanan nimetin, yani iman
nimetinin değerinin bilincinde olmaları, onları, bu nimetin kendilerinden
sonra da devam etmesini güçlü bir arzu ile istemeye, hiçbir dengi olmayan bu
nimetten soylarının da yoksun kalmaması için Rabblerine dua etmeye
sürüklüyor. Bu yüzden soylarını çeşitli ürünlerle beslesin diye yüce Allah'a
dua ederken onları iman besininden de mahrum etmemesini, onlara ibadet
yerlerini gösterip ibadet biçimlerini açıklamasını ve hem tevbelerinin kabul
edicisi hem de merhametli olması hasebiyle tevbelerini kabul etmesini
dilemeyi de unutmuyorlar.
Arkasından da yüce Allah'ın, soylarından
gelecek sonraki kuşakları kılavuzsuz bırakmamasını dileyerek şöyle diyorlar:
"Ey Rabbimiz, onlara senin ayetlerini
okuyacak, Kitab'ı ve Hikmeti öğretecek, kendilerini kötülüklerden
arındıracak, aralarından bir peygamber gönder. Hiç şüphesiz sen Azizsin ve
Hikmet sahibisin."
Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in bu dualarının
kabul edildiğinin göstergesi, yüzyıllar geçtikten sonra onların soyundan
gelen bizim Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- gönderilmesidir.
Peygamberimiz, Hz. İbrahim ile Hz. İsmâil'in dileklerine uygun olarak
onların soylarından gelenlere ve bütün insanlara "Allah'ın ayetlerini
okuyor, onlara Kitab'ı ve Hikmeti öğretiyor kendilerini kötülüklerin
kirlerinden ve pisliklerinden arındırıyor"du. Demek ki, kabul edilmeye lâyık
görülen dua kabul ediliyor, fakat gerçekleşmesi, yüce Allah'ın hikmetine
bağlı olarak belirlediği zaman diliminde oluyor. Oysa insanlar
acelecidirler, istedikleri hemen olsun isterler. İstedikleri hemen olmayınca
da usanırlar ve umutsuzluğa düşerler.
Bu dua, yahudiler ile müslüman cemaat
arasında süren çok yönlü ve amansız tartışmada ışık tutucu anlamlı bir
ağırlığa sahiptir. Zira yüce Allah'ın kendilerine Kâbe'nin duvarlarını
yükseltmeyi ve burayı ziyaretçiler, kendilerini ibadete adayanlar ve namaz
kılanlar için temiz tutmalarını emrettiği Hz. İbrahim ile Hz. İsmail,
Kureyşlilere göre bu mabedin asıl bakıcıları ve denetimcileri idiler. İşte
Kâbe'nin bu iki asıl bekçisi ve bakıcısı açık bir dille şöyle diyor:
"Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslim
olanlardan eyle."
"Soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet
çıkar."
"Ey Rabbimiz, içlerinden onlara senin
ayetlerini okuyacak Kitabı ve Hikmeti öğretecek, kendilerini kötülüklerden
arındıracak bir peygamber gönder."
Hz. İbrahim ve Hz. İsmail bu sözleri ile,
müslüman ümmetin Hz. İbrahim'in önderlik konumunun ve Kâbe'nin varisi
olduğunu açıkça belirtiyorlar. Böyle olunca Kâbe, müslümanların kendisine
yönelmeleri normal olan evleridir. Burası müşriklere değil, onlara yakın.
Yine burası müslümanlara yahudi ve hıristiyanların da yöneldikleri kıbleden
daha uygundur.
Buna göre dinlerinin kaynağını Hz.
İbrahim'e bağlayan ve bu varisliği doğru yol ve Cennet tekelciliği
iddialarının dayanağı yapmak isteyen yahudi ve hıristiyanlar ile Hz.
İsmail'in soyundan geldiklerini ileri süren Kureyşliler şunlara kulak
versinler:
Hz. İbrahim, soyundan gelecek olanların
kendisine mirasçı olmalarını ve insanlığa önder olma konumlarını
sürdürmelerini dileyince yüce Allah kendisine "Zalimler, asla benim bu
taahhüdümün kapsamına giremezler." buyurdu. Yine Hz. İbrahim, beldesinin
halkı için rızık ve bereket dilerken bu duasının kapsamına sadece "Allah'a
ve Ahiret gününe inananları" almıştı. Hz. İbrahim ile Hz. İsmail, yüce
Allah'ın emri üzerine Kâbe'nin yapımına giriştikleri ve onu ziyaretçilere
temiz tutmayı üstlendikleri zaman kendilerinin Allah'a teslim olanlardan
olmaları, soylarından kendisine teslim olmuş bir ümmet çıkarması ve soyuna
kendilerinden olan bir peygamber göndermesi için Allah'a dua etmişlerdi.
Allah da onların bu dualarını kabul ederek soylarından gelen Abdullah oğlu
Hz. Muhammed'i (salât ve selâm üzerine olsun) peygamber olarak göndermiş ve
O'nun elleri ile yüce Allah'ın emrine bağlı, Allah'ın dininin varisi olan
İslâm ümmetini gerçekleştirmiştir.
Hz. İbrahim kıssasının bu bölümünde,
önderlik, peygamberlik ve Hz. Peygamber ve aslına uygun olarak kalmış tek
din olan İslam hakkında müslümanlarla tartışmaya girenlere dönülerek şöyle
buyuruluyor:
130- Benliğini aşağılığa
mahkûm edenler dışında İbrahim'in dininden kim yüz çevirir. Andolsun ki, biz
onu dünyada seçkinlerden kıldık. O Ahirette de salihler arasındadır.
131- Hani Rabbi ona;
"Teslim ol " buyurunca o da; "Ben alemlerin Rabbine teslim oldum" dedi.
132- İbrahim (bu ilâhî
buyruğu) oğullarına tavsiye etti. Yakub da; "Ey oğullarım, Allah sizin için
bu dini seçti, mutlaka müslüman olarak ölünüz " dedi.
İşte Hz. İbrahim'in dini bu. Yani katıksız
ve apaçık İslâm. Kendine zulmedenler, benliğini aşağılığa mahkûm edenler ve
ona kıyanlar dışında ondan hiç kimse yüz çevirmez. Yüce Allah'ın kendisini
dünyada önder olarak seçtiği ve Ahirette de salih kulları arasında
yeralacağına peşinen tanıklık ettiği Hz. İbrahim'e, Rabbi, "Teslim ol"
deyince tereddüt etmeksizin, duraksamaksızın, bocalamaksızın derhal bu emri
kabul etti:
"İbrahim de; `Ben alemlerin Rabbine teslim
oldum' dedi."
Hz. İbrahim, bu inancın sırf kendi inancı
olması ile yetinmeyerek onun gelecek kuşakların da inancı olmasını istemiş
ve bu isteğinin gerçekleşmesi için onu oğullarına tavsiye etmiştir. Hz.
Yakub da oğullarına aynı tavsiyeyi yapmıştır. Bilindiği gibi Hz. Yakub'un
yahudiler arasındaki adı "İsrail"dir ve onun soyundan geldiklerini
söylerler. Böyle derler, ama sonra da ne O'nun ve ne de Hz. Yakub'un dedesi
ve kendi ataları olan Hz. İbrahim'in vasiyetine uyarlar.
Hz. İbrahim de Hz. Yakub da oğullarına,
yüce Allah'ın kendileri için bu dini seçmekle kendilerine ne büyük bir nimet
bağışladığını anlatırlar. Tekrar okuyalım:
"Ey oğullarım, Allah sizin için bu dini
seçti."
Demek ki, bu din ilâhî bir seçim, bir
tercih ürünüdür. Buna göre Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in soyundan
olduklarını ileri sürenlerin bu konuda tercih yapmaya, alternatif aramaya
yetkileri yoktur. Yüce Allah'ın (c.c) kendilerine yönelik bu gözetiminin ve
bağışının gerektirdiği asgari şey, O'nun bu seçim ve tercih nimetine karşı
şükretmek, ona dört elle sarılmak ve bu emaneti koruyarak şu yeryüzünden yüz
akıyla ayrılmaya çalışmaktır.
"Mutlaka müslüman olarak ölünüz."
İşte önlerine büyük bir fırsat çıkmıştı.
Çünkü Peygamberimiz ortaya çıkarak kendilerini İslâm'a çağırıyordu. O İslâm
ki, ataları Hz. İbrahim'in çağrısının ürünü idi.
HZ. YAKUB'UN VASİYYETİ
İşte Hz. İbrahim'in de Hz. Yakub'un da
evlâtlarına yaptıkları vasiyyet buydu. Bu vasiyyet, Hz. Yakub'un hayatının
son anında tekrarladığı, ölümün ve koma halinin bile kendisine ihmal
ettiremediği tek meşgalesi olmuştu. İsrailoğulları (yahudiler) şu ilâhî
buyruğa iyi kulak versinler:
133- Yoksa siz Yakub ölmek
üzereyken yanında mıydınız? Hani O oğullarına; "Benden sonra kime kulluk
edeceksiniz (kime tapacaksınız?)" diye sordu. Onlar da; "Senin ve ataların
İbrahim'in, İsmail'in ve İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz;
biz O'na teslim olmuşuz" dediler.
Hz. Yakub'un ölüm anında evlâtlarıyla
yapmış olduğu konuşmaları canlandıran bu tablo, son derece anlamlı,
alabildiğine duygulandırıcı, insanı derinliğine etkileyici bir tablodur.
Ölmek üzere olan bir baba düşünelim:Son nefesini vermenin eşiğindeyken bu
babanın zihnini meşgul eden mesele, ölüm sancıları içinde kıvranırken
kafasını kurcalayan endişe, garantiye bağlamak istediği, emin olmayı arzu
ettiği son derece önemli konu nedir acaba? Hayata gözlerini yummak üzereyken
evlâtlarına bırakmak istediği, başına bir hal gelmeden onlara geçmesi için
titizlik gösterdiği, bu yüzden kendilerine yüzyüze teslim etmeyi tercih
ettiği, hakkındaki her türlü ayrıntının belgelere bağlanmasını istediği
miras neydi acaba? Ölüm sancılarının ve son hayatî çırpınışlarının bile
kendisine unutturamadığı bu mesele inanç sistemi meselesi idi. İşte sözünü
ettiğimiz miras, hazine, büyük dava, herşeyin önüne geçen tek endişe ve son
derece önemli konu buydu. Yani:
"Benden sonra kime kulluk edeceksiniz (kime
tapacaksınız)?"
"Sizi bunun için toplantıya çağırdım. Emin
olarak ölmek istediğim mesele budur. Benim size devredeceğim emanet, hazine
ve miras budur". Devam ediyoruz:
"Oğulları da ona; `Senin ve ataların
İbrahim'in, İsmail'in, ve İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz;
biz O'na teslim olmuşuz' dediler."
Görüldüğü gibi, Hz. Yakub'un oğulları
gerçeği biliyorlar ve bunu açıkça ifade ediyorlar. Onlar mirası teslim
alıyor ve onu titizlikle koruyacaklarına söz veriyorlar. Onlar ölmek üzere
olan babalarına güven verip kendisini rahatlatıyorlar.
Böylelikle Hz. İbrahim'in evlâtlarına
yapmış olduğu vasiyyet, Hz. Yakub'un evlâtları arasında da geçerliliğini
sürdürmüş oluyor, başka bir deyimle onlar da "Allah'a teslim olduklarını"
açıkça belgeliyorlardı.
Burada Kur'an-ı Kerim, yahudilere; "Yoksa
siz, Yakub ölmek üzereyken yanında mıydınız?" diye soruyor. Bu olmuş olan
bir olaydır. Bizzat Allah bu olaya tanıklık ediyor, onu anlatıyor, bununla
onların bütün yanıltıcı ve saptırıcı bahanelerini etkisiz kılıyor; yine
bununla kendileri ile ataları İsrail, yani Hz. Yakub arasında gerçek anlamda
hiçbir bağ olmadığını vurguluyor.
ATALARLA ÖVÜNME CEHALETİ
Bu ifadenin ışığı altında o eski ümmet ile
Medine'de İslâm çağrısının karşı karşıya geldiği kuşak arasındaki kesin
ayrım meydana çıkıyor. Öyle ki, bu ikisinin eskisi ile yenisi arasında
ilişki kurmaya, varislik bağı varsaymaya imkân yok. Okuyoruz:
134- Onlar gelip geçmiş bir
ümmettir. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandığınız da sizedir.
Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulmazsınız.
Bunların her ikisinin hesabı, yolu, ünvanı
ve sıfatı birbirinden ayrıdır. Onlar mümin bir ümmettir; buna göre fasık
halefleri ile aralarında hiçbir ilişki yoktur. Bu halefler o eskilerinin
uzantısı, devamı değillerdir. Bunlar başka bir grup, başka bir parti (hizb)
dir, onlar ise başka... Bunların taşıdıkları sancak başkadır, onların
taşıdıkları sancak başka.
Bu konudaki İslâm düşüncesi, imana dayalı
bakış açısı, cahiliye düşüncesinden tamamen farklıdır. Cahiliye düşüncesi
bir milletin iki kuşağı arasında ayırım gözetmez. Çünkü bu düşünceye göre;
sözkonusu kuşaklar arasındaki bağ, ırk ve soy birliği bağıdır.
Fakat İslâm düşüncesi aynı milletin mümin
kuşağı ile fasık kuşağını birbirinden ayrı görür. Bunlar aynı millet
değildirler. Aralarında hiçbir ilişki, hiçbir akrabalık yoktur. Bu iki kuşak
yüce Allah'ın ölçüsüne göre iki ayrı millettirler; müminlerin ölçüsüne göre
de öyledirler. İslâm'ın imana dayalı düşünce tarzına göre, millet; aynı
inanca bağlı insanlar topluluğudur. Bu topluluğun fertleri hangi ırktan
gelirse gelsin, hangi ülkede yaşarsa yaşasın farketmez. Yoksa millet, aynı
ırktan gelen ve aynı ülkede yaşayan insanların toplamı değildir. İşte
insanlığını, yeryüzünün çamur bileşimlerine değil de yüce ruh soluğuna
dayandıran insana yaraşan düşünce tarzı budur.
Burada tarihe ilişkin kesin bir açıklama
karşısındayız. Hz. İbrahim'in oğullarından söz aldığını, müslümanların
Kâbe'si olan Beytullah'ın yapılışını mirasçılığın ve dinin gerçek anlamının
ne olduğunu anlatan bu açıklamanın ışığında Peygamberimizin çağdaşı olan
kitap ehlinin iddiaları tartışılıyor; onların delillerine ve gerekçelerine
karşılık veriliyor. Açıkça görülüyor ki, bütün bu delil ve gerekçeler zayıf
ve tutarsız oldukları kadar inat ürünü ve dayanaksızdırlar da. Buna
karşılık, İslâm inancının tabiî, geniş kapsamlı ve sadece inatçıların karşı
çıkacakları derecede tutarlı olduğu da açıkça görülüyor. Okuyalım:
135- Onlar size; "Yahudi
veya hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız " dediler. Onlara de ki;
"Hayır, biz İbrahim'in dosdoğru dinine uyarız. O müşriklerden değildi. "
136- Onlara deyin ki; "Biz
Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmaïl'e, İshak'a, Yakub'a ve
torunlarına indirilene; Musa'ya ve İsa'ya verilene ve diğer peygamberlere
Rabbleri tarafından verilene inanırız. Onlar arasında ayırım yapmayız. Biz
Allah'a teslim olanlarız. "
137- Eğer onlar sizin
inandıklarınızın aynısına inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar. Eğer bu
inanca arka dönerlerse mutlaka çatışmaya ve çıkmaza düşerler. Onlara karşı
Allah sana yetecektir. O işitendir ve bilendir.
138- Bu din, Allah'ın
verdiği bir renktir. Kim Allah'tan daha iyi bir renk verebilir? Biz yalnız
O'na kulluk ederiz.
139- De ki; "Bizim de sizin
de Rabbiniz olan Allah hakkında bizimle çekişiyor musunuz? Bizim
yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na samimi
olarak bağlıyız.
140- Yoksa İbrahim'in,
İsmail'in, İshak'ın, Yakub'un ve torunlarının yahudi ya da hıristiyan
olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki; "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa
Allah mı?" Allah tarafından kendisine bildirilen bir gerçeği saklayandan
daha zalim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan asla gafil değildir.
SIRAT I MÜSTAKİM
Yahudiler; "Yahudi olun ki, doğru yolu
bulasınız" diyorlar, hıristiyanlar ise; "Hıristiyan olun ki, doğru yolu
bulasınız" diyorlardı. Hz. Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) her
iki grubun karşısına aynı sözü söyleyerek çıkmayı telkin etmek amacı ile
Allah (c.c) bunların sözlerini birleştirerek naklediyor.
"De ki; `Hayır, biz İbrahim'in dosdoğru
dinine uyarız. O müşriklerden değildi ".
Yani de ki; "Gelin siz de biz de Hz.
İbrahim'in dinine dönelim. Ortak atamız, İslâm dininin kaynağı, bizzat Rabbi
tarafından `O müşriklerden değildi' diye hakkında garanti verilen Hz.
İbrahim'in dinine. Oysa siz Allah'a ortak (şirk) koşuyorsunuz."
Kur'an-ı Kerim, bunun arkasından,
müslümanları büyük din birliğini, yani peygamberlerin atası Hz. İbrahim
döneminden Hz. İsa'ya ve Hz. İsa'dan İslâm'ın son mesajına kadar bütün
peygamberlerin şeriatlerinin birliğini ilân etmeye ve Kitap Ehlini bu ortak
dine dâvet etmeye çağırıyor:
"Onlara deyin ki; `Biz Allah'a, bize
indirilene; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene;
Musa'ya ve İsa'ya verilene ve diğer peygamberlere Rabbleri tarafından
verilene inanırız. Onlar arasında ayrım yapmayız. Biz Allah'a teslim
olanlarız."
Bütün peygamberler ve bütün peygamber
mesajları arasındaki bu birlik, İslâm düşünce sistemini temelini oluşturur.
İslâm ümmetini, yeryüzünde Allah'ın dinine dayalı inanç mirasını varisi
kılan, fertlerini bu kökle birbirlerine sımsıkı bağlı birer hidayet ve
aydınlık yolu yolcusu yapan, İslâm düzenini bütün insanların kanatları
altında taassupsuz ve baskısız biçimde yaşayabilecekleri milletlerarası bir
sosyal düzen düzeyine çıkaran, İslâm toplumunu sevgi ve barış içinde herkese
açık bir toplum haline getiren temel faktör budur.
Bundan dolayı az önce okuduğumuz ayetlerin
devamında bir büyük gerçek vurgulanıyor ve bu inanç sisteminin bağlıları
olan müslümanlara bu gerçeğe sımsıkı sarılmaları öneriliyor. Sözünü
ettiğimiz gerçek; bu inanç sisteminin dosdoğru yol olduğu, ona uyanın doğru
yolu bulacağı, ondan yüz çeviren toplumun asla istikrarlı bir hayata
kavuşamayacağı, bu yüzden böyle toplumların sürekli bunalımda olan çeşitli
grupları arasında bitmez-tükenmez çatışmaların hüküm süreceği realitesidir.
Okuyoruz:
"Eğer onlar sizin inandıklarınızın aynısına
inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar. Eğer bu inanca arka dönerlerse
mutlaka çatışmaya ve çıkmaza düşerler."
Yüce Allah'ın bu sözü, bu açık tanıklığı,
müminin kalbine taşıdığı inançtan ötürü ona iftihar duygusu kazandırır.
Sebebine gelince doğru yolda olan yalnız kendisidir. Onun inandığına
inanmayan kimse, gerçekle kavgalı ve hidayete düşmandır. Hidayet
yoksunlarının, imansızların sosyal çalkantıları, hileleri, tuzakları,
saldırı girişimleri ve düşmanlıkları mümine zarar dokunduramaz. Çünkü yüce
Allah bunlar karşısında onu koruyacaktır. Allah'ın koruyuculuğu ona yeter de
artar bile.
"Onlara karşı Allah sana yetecektir. O
işitendir ve bilendir."
Müslümana düşen tek görev, girdiği yolda
sebatla ilerlemek, doğrudan doğruya Rabbinden gelen gerçekle ve dostları
yeryüzünde tanınsın diye bizzat yüce Allah tarafından dostlarının yüzüne
basılan damga ile iftihar etmektir. Okuyoruz:
"Bu din, Allah'ın verdiği bir renktir. Kim
Allah'tan daha iyi bir renk verebilir?"
Bu din, yüce Allah'ın insanlığa son mesajı
olmasını dilediği bir ilâhi renktir. Amaç; taassuba ve kine yer vermeyen,
ırk ve deri rengi ayrımı tanımayan geniş çaplı bir insanlararası birliğe
dayanak sağlamak, zemin hazırlamaktır.
Burada Kur'an-ı Kerim'in derin anlamlı
ifade özelliklerinden birine parmak basmak istiyoruz. Yukardaki ayetin baş
tarafını oluşturan "Bu din, Allah'ın verdiği bir renktir; kim Allah'tan daha
iyi bir renk verebilir?" cümlelerinden ilki yüce Allah'ın belirleyici
karakterli bir buyruğu, geriye kalan kısmı ise müminlerin sözüdür. Ayet,
müminlerin sözünü, aralık vermeksizin yüce Allah'ın sözü ile birleştiriyor.
Her iki bölüm de yüce Allah tarafından indirilmiş bir Kur'an parçasıdır, ama
ilk bölüm Allah'ın sözünü, ikinci bölüm ise müminlerin sözünü naklediyor. Bu
üslup, yani aynı ayetin akışı içinde müminlerin sözünün yüce Allah'ın
sözünün arkasına eklenmesi, müminlere büyük bir şeref bağışlamakta ve
müminler ile Rabbleri arasında sıkı ilişki bulunduğu, müminlerin, Allah'a
ulaştıran bir istikamet üzerinde bulundukları gerçeğini düşündürmektedir.
Kur'an'da benzerlerine sık sık rastladığımız bu ifade tarzı, müminler için
son derece büyük bir onurlandırma özelliği taşır.
Daha sonraki ayette susturucu kanıtlama
vurgusunun son sınırına, doruğuna ulaştığını görürüz:
"De ki; `Bizim de sizin de Rabbiniz olan
Allah hakkında bizimle çekişiyor, tartışıyor musunuz? Bizim yaptıklarımız
bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na samimi olarak bağlıyız".
Yani, "Sizin de bizim de Rabbimiz olan
Allah'ın birliği ve ilâhlığı gerçeğini tartışma konusu yapmak yersizdir. Biz
yaptıklarımızın hesabını vereceğiz, siz de yaptıklarınızın yükünü
taşıyacaksınız. Bizler, bütün samimiyetimizle Allah'a bağlıyız, O'na hiçbir
şeyi ortak koşmayız, asla O' nunla birlikte bir başkasına dilek
yöneltmeyiz."
Bu sözler müslümanların tutumunu ve
inançlarını belirler. Bu tutum ve inanç, tartışma, inatlaşma ve kanıtlama
çabası götürmez.
Böyle olduğu için ayetin akışı, sözü bu
kadarla bağlayarak diğer bir tartışma alanına geçiyor. Yalnız bu alanın da
tartışma ve inatlaşmaya elverişli olmadığı açıktır. Okuyalım:
"Yoksa İbrahim'in, İsmail'in, İshak'ın,
Yakub'un ve torunlarının yahudi ya da hıristiyan olduklarını mı
söylüyorsunuz?"
Hz. Musa'dan ve yahudilik ile
hıristiyanlıktan önceki dönemlerde yaşamış olan bu peygamberlerin dinlerinin
özünü İslâm'ın oluşturduğuna, yukarda değindiğimiz gibi bizzat yüce Allah
tanıklık ediyor. Devam ediyoruz:
"De ki; `Siz mi daha iyi biliyorsunuz,
yoksa Allah mı?".
Bu sorunun cevabı yoktur. Çünkü bu
karakteri itibarı ile cevabın önünü kesecek derecede ağır bir kınama anlamı
içeriyor.
"Ey yahudiler ve hıristiyanlar, sizler
adları sayılan peygamberlerin, yahudilik ile hıristiyanlığın ortaya
çıkışlarından önceki dönemlerde yaşadıklarını ve Allah'a hiçbir şeyi ortak
koşmaya yanaşmayan ilk hanif dininin (dosdoğru dinin) birer sözcüsü
olduklarını biliyorsunuz. Bunun yanında ahir zamanda gelecek olan bir
peygamberin, Hz. İbrahim'in öncüsü olduğu dosdoğru dini tekrar ihya
edeceğine dair kutsal kitaplarınızda kesin açıklamalar vardır. Fakat siz
yüce Allah'ın bu tanıklığını saklıyorsunuz!?" Buna göre:
"Allah tarafından kendisine bildirilen bir
gerçeği saklayandan daha zalim kim olabilir?"
"İyi bilin ki, gerek uhdenize emanet edilen
bu ilâhi şehadeti saklayışınız ve gerekse bu apaçık belgeyi gözlerden
saklamak ve belirsiz hale getirmek için giriştiğiniz tartışmaları yüce Allah
yakınen biliyor." Başka bir deyimle:
"Allah asla yaptıklarınızdan gafil,
habersiz değildir"
Ayetlerin akışı, susturuculuğun bu doruk
noktasına, bu kesin sözlülük sınırına vardıktan; Hz. İbrahim, Hz. İsmail,
Hz. İshak, Hz. Yakub ve torunları (selâm üzerlerine olsun) ile
Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) zamanındaki yahudiler
arasında her bakımdan taban tabana zıtlık olduğunu açıkladıktan sonra Hz.
İbrahim ile soyundan gelen müslüman cemaat ile ilgili, az önce okuduğumuz
bağlayıcı ifadeyi bir daha tekrarlayarak sözü bağlıyor:
141- Onlar daha önce gelip
geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız
da sizedir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulmazsınız
Bu ifade, yukarda anlatılan basmakalıp
iddialarla ilgili tartışmayı noktalayıcı, konuşmayı bağlayıcı son söz
niteliğindedir.
BİRİNCİ CÜZ SONU
Bakara suresinin bu bölümünde, yani ikinci
cüzün başından itibaren dikkatlerin, Medine'deki İslâm cemaatinin büyük
emaneti -inanç emaneti ile bu inanç adına yeryüzü halifeliğini üstlenme
emanetinin- konusu üzerine yoğunlaştırıldığını görürüz. Gerçi zaman zaman bu
cemaatin düşmanları, karşıtları -ki bunların başında yahudiler gelir- ile
tartışmaya girildiğine, onların hilelerine, komplolarına, bu inancın özünü
ve müslüman cemaatın varlığını hedef alan saldırı girişimlerine yine de
rastlarız. Ayrıca düşmanlarının giriştiği çok yönlü saldırılar karşısında
müslüman cemaate verilen önemli direktiflere ve daha önce yahudilerin düşmüş
oldukları çıkmazlara düşmemelerini hatırlatan uyarılara da rastlarız.
Fakat bu Cüz'ün ve Bakara suresinin geride
kalan bölümünün ana maddesi, müslüman cemaate halife-ümmet olmanın
gerektirdiği özellikleri ve bağımsız kişiliğini kazandırmaktır. Kıblesi ile
bağımsız; kendisinden önceki semavi dinlerin şeriatlerini onaylayan ve
içeren şeriatı ile bağımsız; geniş kapsamlı, yaygın ve orjinal pratik hayat
tarzı ile bağımsız bir kişilik. Bu bağımsız kişilik herşeyden önce bu
cemaatin evren ile hayat hakkındaki görüşünde, yüce Allah ile kendisi
arasındaki ilişki ile, yeryüzündeki temel görevi ile; bu görevin
gerektirdiği can, mal, duygu ve davranış planındaki fedakârlıklar ile ilgili
düşüncesinde, Kur'an-ı Kerim'in direktifleri ile Peygamber efendimizin
yönlendirmelerinde somutlaşan ilâhi önderliğe kayıtsız-şartsız itaat etme
yatkınlığında ve bütün bunları teslimiyet, hoşnutluk, güven ve kesin iman
duygusu içinde algılama tutumunda kendini göstermelidir.
Bundan dolayı, bu bölümde kıble
değiştirilmesi olayı üzerinde durulduğunu göreceğiz. Bundan açıkça anlaşılan
şudur: Yüce Allah bu ümmetin orta yolu benimseyen, yani kendi dışındaki tüm
insanlığa örnek olurken, kendisine Peygamberimizi örnek edinmiş bir ümmet
olmasını istiyor. Buna göre bu ümmet, tüm yeryüzü insanlarına önder, egemen,
gözetici ve yönlendirici olmakla görevlidir. Bu arada okuyacağımız ayetlerde
bu ümmetin, omuzlarına bindirilen bu görevin yükümlülüklerine katlanmaya,
kendisini bütün insanlığa karşı sorumlu kılacak olan bu misyonun
zorluklarını göğüslemeye, yüce Allah'ın takdirine razı olarak durum ne
olursa olsun her işi O'na havale etmeye çağrıldığını göreceğiz.
Daha sonra imana bağlı düşünce tarzının
bazı temel ilkelerinin açıklandığını, belirginliğe kavuşturulduğunu
göreceğiz. Meselâ iyiliğin, takva ve salih amel demek olduğunun, yoksa
yüzleri doğuya ya da batıya döndürmek demek olmadığının vurgulanarak
belirtildiğini okuyacağız. Bu açıklama, yahudilerin bu konudaki zihin
karıştırıcı propaganda kampanyasına, gerçekleri gizleme ve belirsizleştirme
girişimlerine, doğru olduğunu bildikleri konulardaki tartışmacı ve inkârcı
tutumlarına cevap olarak yapılıyor. Bu bölümdeki açıklamaların çoğunluğu,
kıblenin değiştirilmesi olayı ile bu olay hakkında ileri sürülen asılsız ve
yanıltma amaçlı iddialar ile ilgilidir.
Okuyacağımız ayetlerin daha sonraki
bölümünde ise bu dinin amaçladığı pratik hayat düzeni ile ibadet amaçlı
davranışlar sisteminin -ki bu ümmetin hayatı bu iki unsura dayanır- ve
toplumu, ümmetin omuzlarına yüklenen görev doğrultusunda yapılandırma
işlevinin belirlenmesi konusu ele alınıyor. Bu alanda kısas hukukunun,
vasiyyet hükümlerinin, oruç farzının, haram aylarda ve Mescid-i Haram (Kâbe)
sınırları içinde savaşma hükümlerinin Hacc farzının, içki ve kumarla ilgili
hükümlerin ve aile düzeninin belirlendiğine tanık oluruz. Bütün bu hükümler
ve kurumlar inanç bağına bağlanarak ve yüce Allah ile irtibatlandırılarak
anlatılıyor. Yine bu Cüz'ün sonlarında canla ve malla cihad edilmesi
konusunun işlenişi sırasında yahudilerin, Hz. Musa'dan (selâm üzerine olsun)
sonraki tarihlerinden alınmış bir olayı, bir anektodu okuyacağız. Bu olaya
göre, o dönemin yahudileri, Peygamberlerinden birine, şöyle demişlerdi:
"Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda
savaşalım." (Bakara Suresi, 246)
Bu olay, daha önceki peygamberlerin mesaj
birikimini ve eski ümmetlerin bu mesaj birikimiyle ilgili tecrübelerini
miras olarak devralan bu ümmet hesabına birçok ibret alınacak dersler ve
düşündürücü telkinler içermektedir. Bu Cüz'ü daha önceki Cüz ile birlikte
gözden geçirdiğimizde Kur'an-ı Kerim'in gerek girişmiş olduğu mücadelenin ve
gerekse yeni bir müslüman ümmet meydana getirmekten güttüğü amacın
karakterini iyi anlarız. Bu mücadele hilelere, fitnelere, oyunlara,
yaygaracı propagandalara, yanıltma girişimlerine, yalanlara, insanın
yapısından kaynaklanan zayıflıklara, insan psikolojisinin fitnenin girişine
ve kışkırtmaların sızmasına açık kanallarına karşı aynı düzeyde verilen
büyük bir mücadeledir. Bu mücadele aynı zamanda bütün insanlığın ideal
önderliğini üstlenmiş olan yeryüzü halifeliğine getirilmiş olan bir ümmetin
dayanabileceği doğru düşünce sistemini geliştirme, bu ümmeti ortaya çıkarma
ve yönlendirme mücadelesidir. Kur'an üslubunun icaz özelliğine, yani az söz
söyleyerek çok şey ifade etme niteliğine gelince bu özellik, bu iki Cüzîde
şöyle meydana çıkıyor: Kur'an-ı Kerim'in bu bölümünde Peygamberimiz
zamanındaki ilk müslüman cemaatin oluşması amacı ile gündeme getirilen bu
direktifler ve ilkeler, her zaman ve her yerde müslüman bir cemaat
oluşturmak için günümüzde de gerekli olan direktifler ve ilkelerdir.
Kur'an-ı Kerim'in bu ilk cemaatin düşmanlarına karşı verdiği mücadele her
zaman ve her yerde bu uğurda verilebilecek olan mücadelenin aynısıdır.
Sadece bu kadar da değil. Hatta Kur'an-ı Kerim'in o zaman karşı karşıya
geldiği; hilelerine, tuzaklarına ve komplolarına karşı koyduğu geleneksel
İslâm düşmanları günümüzde de aynıdır, kullandıkları metodlar da o günkü
metodların aynısıdır; şartların değişmesi ile biçimleri değişmiş, ama
sözleri ve karakterleri aynı kalmıştır.
Bu yüzden İslâm ümmeti, düşmanlarına karşı
vereceği mücadele ve onların şerlerinden korunma tedbirleri konusunda en az
ilk İslâm cemaatı kadar, Kur'an'ın bu direktiflerine muhtaçtır. Bunun
yanında bu ümmet, sağlam ve doğru bir düşünce tarzı geliştirebilmek, evren
ve insan karşısında nasıl bir tutum takınması gerektiğini kavrayabilmek için
da aynı temel ilkelere, aynı direktiflere muhtaçtır. Bu ümmet bu ilke ve
direktiflerde, yolunun işaret noktalarını başka hiçbir bilgi edinme ve
yönlendirme kaynağında bulamayacağı açıklıkta bulacaktır. Böylece Kur'an-ı
Kerim, bu ümmetin hayatını düzenleyen, doğru yolunda gerçek kılavuzu olan;
ferdî yaşama tarzına, sosyal düzenine, devletlerarası münasebet kurallarına,
ahlâki davranışlarına ve pratik uygulamalarına dayanak oluşturucu çok
cepheli ve yetkin yasa kaynağı bir kitap olma niteliğini koruyup devam
ettirmiş oluyor.
İşte icaz, yani az söz söyleyerek çok şey
ifade etme sanatı dediğimiz şey budur.
KIBLENİN DEĞİŞTİRİLMESİNİN
NEDENLERİ
Okuyacağımız ayetler demetinde hemen hemen
sadece kıble değişimi olayından, bu olayın yolaçtığı gelişmelerden, bu olayı
fırsat bilen yahudilerin müslüman birliğini sarsmayı hedef alan
oyunlarından, bu konuda ortaya attıkları asılsız iddialardan, bu iddiaların
bazı müslümanların vicdanlarında ve genel olarak müslüman cemaatin
saflarında açtığı yaraları sarma girişimlerinden sözediliyor.
Bu olay hakkında kesin bir rivayete
rastlanmıyor. Kur'an'da da olayın tarihi ile ilgili ayrıntılı bir bilgi
verilmiyor. Bu olayla ilgili yukardaki ayetler sadece kıble yönünün
Beytülmukaddes'ten Kâbe'ye çevrilişini ele alıyor. Olay, Hicret'ten onaltı
ya da onyedi ay sonra Medine'de meydana geldi.
Bu olayla ilgili rivayetlerïn toplamından
çıkarabildiğimiz sonuç özet olarak şudur: Müslümanlar Mekke döneminde
namazın farz oluşundan itibaren Kâbe'ye doğru dönerek namaz kılmışlardı.
Yalnız bu konuda Kur'an kaynaklı bir nass yoktu. Hicretten sonra yüce
Allah'tan Peygamberimize gelen bir emirle namazlar Beytülmukaddes'e doğru
dönülerek kılınmaya başladı. Geçerli görüşe göre bu emir de Kur'an'da
yeralmış değildi. Sonra bu konuda Kur'an kaynaklı olan şu emir gelerek daha
önceki ilâhi emri yürürlükten kaldırdı (neshetti):
"Bundan böyle yüzünü Mescid-i Haram
tarafına çevir. Nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin."
Olayın gelişimi nasıl olursa olsun,
müslümanların yüzlerini Beytülmukaddes'e doğru çevirmeleri -ki
Beytülmukaddes, yahudiler ile hıristiyanların kıblesi idi- yahudilerin bu
olayı, İslâm'a girmeyi burun kıvırarak reddetme bahanesi olarak
kullanmalarına yolaçtı. Nitekim o sırada Medine halkı arasında şöyle
konuştukları duyuluyordu. "Muhammed ile arkadaşlarının onların kıblesine
yönelişi, dinlerinin gerçek din, kıblelerinin asıl kıble ve kendilerinin de
örnek alınmada öncelikli olduklarını kanıtlardı. Buna göre yapılması uygun
olay şey, Muhammed'in, onları kendi dinine çağırması değil, tersine kendisi
ile arkadaşlarının onların dinine girmesiydi."
Bu arada cahiliye döneminde saygı
göstermeye alışmış, orayı geleneksel ziyaret yerleri ve kıbleleri olarak
algılaya gelmiş olan müslüman Araplara bu durum ağır geliyordu. Üstelik bu
yüzden yahudilerden kulaklarına gelen böbürlenici, hava atıcı laflar ve bu
olayı kendilerine karşı koz olarak kullanmaları sıkıntılarını daha da
arttırıyordu.
Bu arada Peygamberimiz (salât ve selâm
üzerine olsun) sık sık yüzünü göğe çevirerek Rabbine yöneliyor, fakat yüce
Allah'a karşı duyduğu sonsuz saygının gereği olarak ağzını açıp birşey
demiyor, ama kendisini, hoşlanacağı bir kıbleye döndürmesini sabırsızlıkla
bekliyordu.
İşte bir süre sonra inen şu ayet,
Peygamberimizin bu derin özlemini olumlu olarak cevaplandırıyordu:
"(Ey Muhammed) senin yüzünü ısrarla göğe
çevirdiğini görüyoruz. Seni hoşuna gidecek bir kıbleye kesinlikle
döndüreceğiz. Bundan böyle yüzünü Mescidi Haram (Kâbe) tarafına çevir.
Nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin."
Çeşitli rivayetlerde anlatıldığına göre bu
olay, Hicretin onaltıncı ya da onyedinci ayında meydana geldi. Bu arada
kıblenin değiştiğini namaz kılarken haber alan bazı müslümanlar, namazları
içinde yüzlerini Kâbeye doğru çevirerek namazlarının geride kalan kısmını
yeni kıbleye doğru tamamlamışlardı.
Bunun üzerine yahudiler yaygaraya
başladılar. Peygamberimiz ile müslüman cemaatın kıblelerini bırakıp başka
tarafa dönmesi ve bunun sonucu olarak böbürlenmelerinde ve müslümanların
kalplerine dinlerinin değeri konusunda şüphe salma girişimlerinde bel
bağladıkları önemli kozlarını yitirmiş olmaları gerçekten ağırlarına
gitmişti. Bu hayal kırıklığının getirdiği pervasızlıkla müslümanların
arasına ve tek tek müslümanların kalplerine yüce liderlerine karşı
besledikleri güven ve inançlarının temeli hakkında şüphe tohumları ekmeye
koyuldular. Müslümanlara şöyle diyorlardı: "Eğer daha önceki
Beytülmukaddes'e yönelişiniz geçersiz ise bu dönem boyunca kıldığınız
namazlar boşa gitti. Yok, eğer o yönelişiniz haklı idiyse şimdiki Mescid-i
Haram'a dönüşünüz geçersizdir ve buraya doğru dönerek kıldığınız ve
kılacağınız bütün namazlar boşa gitmeye mahkumdur. Her iki durumda, bu
ayetlerin yürürlükten kàldırılması ve emirlerin değiştirilmesi işlemi,
Allah'tan kaynaklanmış olamaz. Bu da, Muhammed'e Allah'tan vahiy gelmediğini
kanıtlar."
Sözünü ettiğimiz yıkıcı yahudi
propagandası, gerek müslümanların vicdanlarında ve gerekse İslâm cemaatinin
saflarında son derece büyük bir etki meydana getirmişti. Bu etkinin çapı,
yüce Allah'ın "Biz bir ayeti yürürlükten kaldırır ya da unutturursak mutlaka
ondan daha hayırlısını veya benzerini getiririz" mealindeki buyruğu ile
başlayarak geçen Cüz'ün iki dersini tümü ile kapsayan Kur'an ayetleri
yanında bu Cüz'ün az sonra okuyacağımız ayetleri ve bu ayetlerin
açıklamaları sırasında ayrıntılı biçimde inceleyeceğimiz vurgulamaları,
izahları ve uyarıları gözden geçirirken açıklıkla meydana çıkar.
Şimdi kıblenin değiştirilmesi ve
müslümanların sırf kendilerinin olan bir kıbleye yöneltilmelerinin hikmeti
konusu üzerinde biraz durmak istiyoruz. Bu olay İslâm cemaatinin hayatını
geniş çapta etkilemiş, çok önemli bir tarihi olaydır.
Başlangıçta kıble yönünün Kâbe'den Mescid-i
Aksa'ya döndürülmesi, bu dersin aşağıdaki ayetinin işaret ettiği, eğitim
amaçlı bir olaydı:
"Biz sırf Peygambere uyanları O'na uymaktan
vazgeçenlerden ayırdedelim diye daha önce yöneldiğin kıbleyi tekrar kıble
yaptık."
Bilindiği gibi Araplar cahiliye
dönemlerinde Kâbe'ye saygı beslerler, burayı milli gururlarının somut bir
sembolü sayarlardı. Oysa İslâm, kalplerin sırf Allah'a bağlanmasını, yüce
Allah dışında kalan her türlü bağımlılıktan arındırılmasını, dolaysız
biçimde Allah'la rabıta kurduran İslâm metoduna yabancı olan her türlü
yaygara ve taassuptan kurtarılmasını; her türlü tarihî, ırkî ve coğrafi
şartlanmalardan soyutlanmasını istiyordu. İşte bu yüzden sürpriz bir kararla
müslümanların Kâbe'ye yönelmelerine son verilerek bir süre için Mescid-i
Aksa'yı kıble edinmeleri uygun görülmüştü. Böylece vicdanların cahiliye
tortularından, cahiliye dönemini çağrıştıran her şeyden tamamen arınması
amaçlanmıştı. Ayrıca bu değişiklik dolayısıyla Peygamber efendimize türlü
yabancı duygunun etkisinden sıyrılarak güvenli, gönüllü ve teslimiyetçi bir
biçimde bağlı olanlar ile ırk, kavim, yurt ve tarih çağrışımlarından
kaynaklanan cahiliye yaygaralarının kof gururu ile ya da kalplerin
derinliklerinde halâ yaşayan komplekslerin dürtüsü ile inancından dönen
kimseler birbirlerinden ayrılabilecekti.
Bu arada müslümanlar teslimiyetçiliklerini
kanıtlayıp Peygamber efendimizin gösterdiği kıbleye yönelince ve bunun
yanında yahudiler bu durumu işlerine yarayacak bir koz olarak kullanmaya
başlayınca yüce Allah'ın Kâbe'ye doğru dönmekle ilgili emri geliverdi. Fakat
bu yeni emir, müslümanların kalpleri ile başka bir gerçek arasında, İslâm'ın
özü ile ilgili tarihi bir gerçek arasında bağ kurdu. Bu gerçek şudur: Bu
binayı, yani Kâbe'yi yapan Hz. İbrahim ile Hz. İsmail (selâm üzerlerine
olsun) onu sırf Allah'a adayarak, İslâm ümmetinin bir inanç merkezi olsun
diye inşa etmişlerdi. Bu İslâm ümmeti de, Hz. İbrahim'in soyundan İslâm'ı
yayacak, evlâtlarının ve torunlarının da bağlı oldukları bu dinin
etkinliğini devam ettirecek bir peygamberin gelmesini dileyen duasının kabul
belirtisi olarak doğup gelişmişti. "Hani Rabbi, İbrahim'i birtakım emirler
ile denemiş, o da bunları yerine getirmişti" ayeti ile başlayan geçen derste
bu konu ayrıntılı biçimde anlatılmıştı.
Aslında Kabe'nin ilk temellerinin
atılışından itibaren gelişen olaylar, özellikle Hz. İbrahim, İsmail ve diğer
oğulları, onların dini, kıblesi, Allah'a verdikleri söz ve yapılan
vasiyyetler hakkında müşrikler ve Ehli Kitap ile müslümanlar arasında çıkan
tartışmalar bu surenin daha önceki ayetlerinde anlatıldığı için daha sonra
Kıble'nin Mescid-i Aksa'dan Kabe'ye döndürülmesi olayının anlatımına
geçilmesi daha uygun oluyor. Zira bütün o olaylarla kıblenin değiştirilmesi
olayı arasında yakın bir ilişki ve tarihî bir bağ vardır ve zihinler bu
olayı algılamaya hazırdır. Müslümanların kıblesinin, Hz. İbrahim ile Hz.
İsmail'in birlikte inşa ettikleri Kabe'ye doğru çevrilmesi ve o sırada Hz.
İbrahim'in yapmış olduğu uzun dua, az sonra okuyacağımız ayetlerde
müslümanların, Hz. İbrahim dininin varisleri oluşları ve Yüce Allah'ın Hz.
İbrahim'e dönük taahhüdü birbirleri ile uyumlu, mantıklı ve tabii gelişmeler
olarak ele alınır. Başka bir deyimle bu somut kıble yönelişi ile sözkonusu
tarihten kaynaklanan şuur yönelişi arasında koordinasyon ve doğrultu birliği
vardır.
Yüce Allah -c.c- Hz. İbrahim'den müslüman
olması için taahhüt almıştı. Hz. İbrahim de oğullarından, kendisinden sonra
İslâm'a bağlı kalmaları taahhüdünü almıştı. "İsrail" lâkabı ile anılan Hz.
Yakub da evlâtlarından aynı taahhüdü almıştı. Bu arada Hz. İbrahim
zalimlerin, yüce Allah'ın ahdine ve bağışına varis olamayacağını biliyordu.
Yüce Allah Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'e,
"Kâbe'nin temellerini yükseltmeyi", yani bu yapıyı inşa etmelerini
emretmişti. Bu yüzden Kâbe onlardan kalan bir mirastır. Bu mirasa ancak yüce
Allah'ın, bu ikisinden aldığı taahhüde bağlı kalanlar mirasçı olabilirler.
Müslüman ümmet, yüce Allah'ın, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'den almış olduğu
taahhüdün ve bu iki peygambere yönelik ilâhi faziletin mirasçısıdır. Buna
göre bu ümmeti~, Mekke'deki Beytullah'ın varisi olması ve orayı kıble
edinmesi son derece tabii ve mantıkî bir sonuçtur.
Gerçi müslümanlar bir süre için,
yahudilerin ve hıristiyanların kıblesi olan Mescid-i Aksa'ya yönelmişlerdi.
Fakat bu yöneliş, okuduğumuz ayetlerden birinin işaret ettiği daha önce
anlattığımız bir hikmete dayanıyordu. Şimdi ise yüce Allah bu varisliği,
müslüman ümmete yüklemeyi dilemişti. Ehl-i Kitap, ataları Hz. İbrahim'in
dinini, yani İslâm'ı kabul ederek bu mirasa ortak olmayı reddetmişti.
Şimdi kıble değişiminin tam zamanı
gelmişti. Hz. İbrahim'in inşa ettiği ilk Allah evine doğru yönelmenin tam
sırası idi. Böylece müslümanlar bu varisliğin somut ve soyut bütün
özellikleriyle donatılmış; din varisliğinin, kıble varisliğinin ve yüce
Allah'ın bağışlama varisliğinin ayrıcalığına sahip kılınmış olacaktı.
Kendine özgü ve başkalarından farklı olma
müslüman cemaat için kaçınılmaz iki sıfattır. Düşünce ve inançta kendine
özgü ve ayrıcalıklı olmak... Kıble ve ibadet biçiminde de kendine özgü ve
ayrıcalıklı olmak. Kendine özgülük ve ayrıcalık bu alanların her ikisinde de
aynı oranda gereklidir. Düşünce ve inanç alanında kendine özgü (orjinal) ve
farklı olmanın gereği kolayca anlaşılabilir de bu gereklilik belki de kıble
ve ibadet amaçlı davranışlar konusunda o kadar kolay bir şekilde
algılanmayabilir. Bu yüzden burada ibadet şekillerinin değeri konusuna bir
parça gözatmak istiyoruz.
Bu ibadet şekillerine, onları manevi
içeriklerinden soyutlayarak ve insan psikolojisinin tabiatı ve onun
etkilenme yollarına göz yumarak bakan kimse bunlara titizlikle sarılmayı bir
tür kör taassup ya da şekilperestlik olarak görebilir. Fakat daha geniş bir
bakış açısı, insan fıtratını tanımayı amaçlayan daha derinlikli bir kavrama
gayreti, son derece önemli başka bir gerçeği keşfeder, ki o da şudur:
İnsanın somut bir beden ile soyut bir
ruhtan oluşmuş olmasının sonucu olarak, insan psikolojisinde fıtrî olarak
soyut karakterli iç duyguları somut karakterli görünür şekiller aracılığı
ile ifade etme eğilimi vardır. Bu soyut duygular, duyu organları ile
algılanabilir zahiri bir şekil bulmadıkça durulup istikrara kavuşamazlar. Bu
duygular ancak bu yolla ifade imkanı bulurlar. Böylece iç dünyamızdaki
gerçeklikler somut plâna da yansımış olur. Bu duygular ancak o zaman durulup
istikrara kavuşabilirler. Ancak o zaman duygusal gerilimin elektriksel yükü
tamamen boşalarak duygu dünyamız ile dış alemimiz arasında uyum meydana
gelebilir. Ancak o takdirde duyguların esrarlıya ve bilinmeze yönelik ateşli
arzusu ile somuta ve şekle dönük ateşli arzusu aynı anda rahatlatıcı bir
tatmine kavuşmuş olur.
İşte İslâm, bütün ibadet amaçlı davranışlar
sistemini, insan psikolojisinin bu fıtrî temeli üzerine oturtmuştur. Bu
yüzden bu ibadet amaçlı davranışlar sadece niyetle, sırf ruhi yönelişle
yerine getirilemez. Bu ruhî yönelişin, somut bir şekil bulması aranır. Bu
somut şekil namaz ibadetinde ayakta durma (kıyam), kıbleye doğru durma,
tekbir alma, Kur'an okuma, rükua varma ve secdeye kapanmadır. Hacc'da ise
belirli bir yerden sonra ihrama girip belirli bir kılığa bürünme, sa'y etme,
dua etme, telbiye getirme, kurban kesme ve traş olmadır. Böylece her
ibadetin ayrı bir bütünü olduğu gibi bu hareketlerin her biri de ayrı bir
ibadettir. Böylece, insan nefsinin dışı ile içi arasında uyum kurulmuş, onun
güç odakları arasında koordinasyon meydana getirilmiş, insan fıtratının
istekleri, yapısı ile bağdaşan bir yoldan gidilerek tatmin edilmiş olur.
Hiç kuşkusuz yüce Allah, sapıkları doğru
yoldan çıkaran asıl sebebin, insanın iç-güçlerinin somut ifade şekilleri
arayan fıtrî özlem olduğunu biliyor. Bunun sonucu olarak insanların önemli
bir kesimi, duygu dünyalarının aradığı büyük gücü taş, ağaç, çeşitli
yıldızlar, güneş, ay, hayvan, kuş gibi somut ve duyu organları aracılığı ile
algılanabilir maddi varlıklarla sembolize etmişlerdir. İnsanlar gizli
güçlerin somut biçimde ifade edilmesini düzenleyecek ve koordine edecek bir
sistemin kılavuzluğundan yoksun kaldıkları dönemlerde bu yanılgıya
düşmüşlerdir.
İşte bu yüzden İslâm, yüce Allah'ın zatını
her türlü somutlaştırma düşüncesinden ve varlığını herhangi bir yöne bağlama
varsayımından uzak tutmakla birlikte insan fıtratının sözünü ettiğimiz
içgüdülerini, belirli ibadet amaçlı davranışlar aracılığıyla tatmin
etmelerini sağlayan uygulamalar içerir. Bunun sonucunda insan kalbi,
bedensel ve duygusal bütün varlığıyla, Allah'a yöneldiği sırada, aynı anda
Kabe'ye doğru da yöneliyor. Böylece insan her ne kadar O'nun için yeryüzünün
belirli bir yerini, kıble edinmiş olsa da mekâna sığması asla sözkonusu
olmayan Allah'a yönelme olayında insanın iç ve dış güçleri arasında uyum ve
birlik sağlanmış oluyor.
Bu arada, müslümanın namazda ve diğer bazı
ibadetler sırasında yöneleceği yeri, müslüman olmayanların bu tür
yerlerinden ayrı tutup sırf müslümana özgü bir yer olmasını sağlamak gerekli
idi. Çünkü bu durum onu düşünce biçimi, hayat tarzı ve geleceğe dönük
yönelişleri ile diğerlerinden ayrı ve kendine özgü olmaya itecekti. Bunun
sonucunda, bu kıble ayrıcalığı, müslümanda varolan diğerlerinden ayrı ve
farklı olma bilincini tatmin ediyordu. Ayrıca bu somut ayrılık da kendi
çapında, müslümanın benliğinde bir ayrılık ve farklılık bilinci doğurur.
Öteyandan, müslüman olmayanların iç
duygularım somut ifadeye kavuşturan kendilerine özgü karakteristiklerine
özenme yasağı da bu sebebe dayanır. Onlara özgü hem duygusal hem de davranış
plânındaki tutum ve gelenekleri taklit etmenin aynı ölçüde yasak olması
gibi. Bu yasak ne kör bir taassup ve ne de basit bir şekil tutkunluğudur.
Tam tersine şekilciliğin ötesini kavrayan derin bir bakış açısıdır; somut
şekillerin arkasında saklanan iç faktörlere önem veren bir bakış açısıdır.
Herhangi bir kavmi diğer bir kavimden, herhangi bir zihniyeti diğer bir
zihniyetten, herhangi bir düşünce tarzını diğer düşünce tarzından, herhangi
bir duygu bütününü diğer bir duygu bütününden, herhangi bir ahlâkı başka bir
ahlâktan ve herhangi bir yaşama anlayışını diğer bir hayat anlayışından
ayıran, farklı yapan şey işte bu temel iç faktörlerdir.
Nitekim Hz. Ebu Hureyre'den (Allah ondan
razı olsun) bildirildiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Yahudiler ile hıristiyanlar (ağaran
saçlarını ve sakallarını) boyamazlar. Siz onların yaptıklarının tersini
yapınız." (İmam-ı Malik, Buhari, Müslim, Ebu Davud)
Yine Peygamberimiz yanlarına vardığı bir
grubun ayağa kalkmaları üzerine şöyle buyurmuştur:
"Acemlerin birbirlerine saygı göstermek
amacı ile ayağa kalktıkları gibi siz de ayağa kalkmayınız." (Ebu Davud,
İbn-i Mace)
Peygamber efendimizin bir başka hadisi de
şöyledir:
"Hıristiyanların Meryem oğlu İsa önünde
eğildikleri gibi siz de benim önümde eğilmeyiniz. Ben de bir kulum. Buna
göre bana `Allah'ın kulu ve Resulü' deyiniz" (Buhari)
İslâm, dış görünüş ve kıyafette başkalarına
özenmeyi, hareketlerde ve davranışlarda taklitçiliği, konuşmada ve edep
kuralları alanında yabancılara benzemeye kalkışmayı yasaklıyor. Çünkü bütün
bu saydıklarımızın arkasında, bir düşünce tarzını öbüründen, bir hayat
biçimini diğer hayat biçiminden ve bir toplumsal karakteristiği başka bir
toplumsal karakteristikten ayıran o deruni bilinç saklıdır.
Yine İslâm, Allah'tan gelen ve bu ümmetin
uygulamakla yükümlü olduğu ilahi sistemin dışında bir başka kaynaktan
düşünce ve sistem unsuru iktibas etmeyi yasakladığı gibi; yeryüzünde yaşayan
milletlerin ve toplumların herhangi biri önünde psikolojik bozguna, iç
yıkıma uğramayı da yasakladı. Çünkü insanı belirli bir toplumu taklit etmeye
sürükleyen faktör, o toplum karşısında uğranılan psikolojik bozgun, ruhi
çözülmedir. Müslüman cemaat ise, insanlığın önderi konumunda bulunmak üzere
ortaya çıktı. Buna göre inanç sistemini olduğu gibi, gelenek ve
göreneklerini de kendisini liderliğe seçmiş olan kaynaktan almalıdır.
Müslümanlar üstün insanlardır, orta yolu izleyecek, insanların karşısına
çıkarılmış en hayırlı ümmettirler. Buna göre düşüncelerini ve sosyal
düzenlerini hangi kaynağa dayandıracaklardır? Geleneklerini ve toplumsal
kurumlarını nereden alacaklardır? Eğer bunları yüce Allah'tan almazlarsa
düzeylerini yükseltmek için görevlendirildikleri, kendilerinden aşağı
konumda olan insanlardan ve toplumlardan almak durumunda kalacaklardır!
İslâm, insanlığa en yüce düşünce ufkunu ve
sağlıklı sosyal düzeni garanti etmiştir. Buna dayanarak bütün insanlığı
kendini benimsemeye çağırıyor. İslâm'ın başka bir temel üzerinde değil de
kendi esasları üzerinde, başka bir sosyal düzen etrafında değil de kendi
sosyal düzeni etrafında, başka bir bayrak altında değil de kendi sancağı
altında tüm insanlığın birleşmesini istemesi taassup değildir. İnsanlığı
yüce Allah'a yönelmeye, en yüksek düşünce ve en sağlıklı sosyal düzen
etrafında birleşmeye çağıran, ilahi nizamdan sapmış cahiliye bataklığında
debelenmekte olan insanların oluşturacağı bir birliğe karşı çıkan kişi ya da
sistem taassupla suçlanamaz; mutaassıp olarak görülse bile iyinin, doğrunun
ve yararlının peşinde koşan bir taassuptur bu.
Sırf kendisine ait olan ayrı bir kıbleye
yönelen müslüman cemaat, bu yönelişin anlamını kavramak zorundadır. Kıble,
bu cemaatin namaz kılarken tarafına döneceği basit bir yön ya da basit bir
mekân değildir. Çünkü bu mekân ya da bu yön bir sembolden, bir simgeden
başka birşey değildir; başkalarından ayrı ve kendine özgü olmanın
sembolünden... Düşüncede ayrılığın, kişilikte ayrılığın, amaçta ayrılığın,
endişe ve ideallerde ayrılığın ve yapıda ayrılığın sembolü yani.
Günümüzün İslâm ümmeti; yeryüzünün her
yanını sarmış bulunan çeşitli cahiliye ürünü zihniyet ve ideolojinin, cahili
hedeflerin, insanlığın zihnini bulandıran cahili ideal ve beklentilerin ve
dalgalandırılan çeşitli cahiliye bayraklarının arasında kendini korumaya
çalışıyor, bocalıyor. İşte bu ümmet, egemen cahiliye toplumlarından farklı
bir kişilik kazanmaya, cahiliye ideolojilerinden esinlenmemiş kendine özgü
bir evren ve sosyal hayat düşüncesi benimsemeye, bu düşünce doğrultusunda
farklı hedef ve idealler seçmeye, üzerinde yalnızca yüce Allah'ın adının
yazılı olduğu, kendine özgü bir sancak ayrıcalığı sağlamaya, yüce Allah
tarafından bu inanç emanetini ve mirasını taşımak üzere insanlığın önüne
çıkarılmış, orta yol yolcusu, örnek bir ümmet olduğunu bilmeye muhtaçtır.
Bu inanç sistemi, eksiksiz ve kapsamlı bir
hayat düzenidir. Bu inanç mirasının varisi, yüce Allah'ın yeryüzündeki
halifesi, insanların örneği ve bütün insanlığı Allah'a ulaştıran yolda
kılavuz olmanın yükümlüsü olan bu ümmeti, diğerlerinden ayrı ve farklı
yapacak olan şey bu hayat tarzıdır. İslâm ümmetine kişilik, yapı, hedef,
ideal, bayrak ve kimlik ayrıcalığı sağlayacak olan, ona uğrunda yaratılarak
insanlığın önüne çıkarıldığı dünya liderliği konumunu kazandıracak olan
faktör, bu ilâhi düzeni sosyal hayatında gerçekleştirmek, uygulamaktır. Bu
ümmet, bu sosyal düzeni pratik hayata geçirmedikçe hangi yaldızlı kılığa
bürünürse bürünsün, hangi ideolojiye sarılırsa sarılsın, hangi bayrak
peşinde koşarsa koşsun, karanlıklar içinde kaybolmaya, özelliklerini
belirsizleştirmeye ve karakteristiklerini bilinmezliğin kucağına atmaya
mahkûmdur!
Şimdi Kıble değişimi olayının çağrıştırdığı
bu ara açıklamayı burada noktalayarak bu konudaki ayetleri ayrıntılı biçimde
incelemeye geçelim:
142- İnsanlardan bazı
beyinsizler; "Onları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?"
diyecekler. De ki; "Doğu da Batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola
iletir. "
143- Böylece sizi orta yolu
benimseyen bir ümmet yaptık ki, siz insanlara örnek olasınız ve peygamber de
size örnek olsun. Biz sırf Peygambere uyanları, bağlı kalanları O'na
uymaktan vazgeçenlerden ayırdedelim diye daha önce yöneldiğin kıbleyi tekrar
kıble yaptık. Bu değişiklik, Allah'ın doğru yolu gösterdiği kimselerden
başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı boşa çıkaracak değildir.
Hiç şüphesiz, Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.
Gerek ayetlerin akışından ve gerekse
Medine'deki olayların gelişiminden açıkça anlaşılıyor ki, buradaki
"beyinsizler" deyimi ile yahudiler kasdedilmiştir. Çünkü daha önce
gördüğümüz gibi, kıble değiştirilmesi olayı münasebetiyle estirilen
yaygarayı onlar kopardıkları gibi, Mescid-i Aksa'yı kasdederek "Onları daha
önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?" sorusunu ortalığa yayanlar
da onlardı.
Nitekim sahabilerden Berae b. Azib (Allah
ondan razı olsun) Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) Medine'ye
geldiği ilk günlerde Ensar'dan olan dedelerinin -ya da dayılarının- yanında
misafir kaldığını belirttikten sonra sözlerine şöyle devam ediyor;
"Peygamberimiz, onaltı ay ya da onyedi ay kadar Beytulmukaddes'e doğru namaz
kıldı. Fakat kıblesinin Beytullah'a doğru olmasını çok istiyordu.
Beytullah'a dönerek kıldığı ilk namaz bir ikindi namazı idi. Bu namazda
onunla birlikte birkaç kişi daha vardı. Onun yanında bu namazı kılanlardan
biri oradan ayrıldıktan sonra yolda bir mescit halkı ile karşılaştı. Cemaat
o sırada ruküa varmıştı.
Adam `Allah adına şehadet ederim ki, ben
Peygamberimiz ile birlikte Kâbe'ye doğru namaz kıldım' dedi. Bunun üzerine o
mescidde namaz kılanlar oldukları gibi (namazlarını bozmadan, derhal)
Kâbe'ye doğru döndüler.
Peygamberimiz Beytülmukaddes'e doğru namaz
kılarken bu durum yahudilérin hoşuna gidiyordu. Fakat yüzünü Beytullah'a
döndürünce buna canları sıkıldı. Bunun üzerine `(Ey Muhammed) senin yüzünü
ısrarla göğe çevirdiğini görüyoruz..: diye başlayan ayet indi. Bu sırada
beyinsizler -ki onlar yahudilerdi`Müslümanları daha önce yöneldikleri
kıbleden çeviren sebep nedir?' dediler."(İmam-ı Malik Buhari, Müslim,
Tirmizi)
Daha sonra inceleyeceğimiz üzere gerek
yahudiler tarafından halk arasına yayılan bu soruya ve gerekse bu fitneye
karşı Kur'an-ı Kerim'in takınmış olduğu tavır, sözkonusu propaganda
kampanyasının o günlerde müslümanların vicdanlarında ve müslüman safları
arasında meydana getirdiği yıkıcı etkinin ne kadar büyük olduğunu ima eder
niteliktedir.
Bu ayetlerin baş tarafını bir daha
okuyalım:
"İnsanlardan bazı beyinsizler `Onları daha
önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?' diyecekler."
Bu cümlede kullanılan zaman kipinden şu
nokta anlaşılabilir: Bu cümle birkaç ayet sonra ilân edilecek olan kıble
değiştirme olayına zihinleri hazırlayıcı bir giriş ve yüce Allah'ın
"beyinsizler" tarafından ortaya atılacaklarını önceden bildiği söylentilerin
ve soruların daha baştan yolunu kesme girişimidir. Diğer bir ihtimale göre
bu ayet, az önce okuduğumuz hadiste belirtilen bu söylenti ve sorulara,
bunlar ortaya atıldıktan sonra verilen cevap olabilir. O zaman da sözkonusu
beyinsizler tarafından söylentiler yayılacağının daha önceden takdir
edildiğini, bu plânın önceden bilindiğini ve cevabının peşin olarak
hazırlandığını düşündürmek için gelecek zaman kipi kullanılmış olur ki, bu
normalinden daha etkili bir cevap verme yoludur.
Bu ayette sözkonusu söylenti ve soruların
etkileri giderilmeye çalışılmakta, Peygamberimize yaygaracılara nasıl
karşılık vereceği ve gerçeği bütün boyutları ile nasıl belirleyeceği telkin
edilmekte, aynı zamanda bu konudaki yaygın düşüncenin yanılgıları
düzeltilmektedir:
"De ki; Doğu da Batı da Allah'ındır. O
dilediğini doğru yola iletir"
Evet, Doğu da Batı da Allah'a aittir. Buna
göre ne tarafa dönülmüş olursa olsun, gerçekte O'na dönülüyor. Aslında
yönlerin ve mekânların kendileri hiçbir üstünlük taşımazlar. Onları üstün
yapan, onlara özellik kazandıran faktör, yüce Allah'ın onları seçmesi ve
insanları onlara doğru yöneltmesidir. Allah dilediğini doğru yola iletir.
Yüce Allah herhangi bir yönü kulları için seçip kıble olarak belirleyince o
yön o zaman seçkinlik kazanır ve kullar ancak o yöne dönerek doğru yola
varabilirler.
Böylece yüce Allah mekânlar ve yönler ile
ilgili doğru düşünceyi, insanların direktiflerini hangi kaynaktan alması
gerektiğini ve her durumda yüce Allah'a yönelmekten ibaret olan doğru
yönelişin mahiyetini belirlemiş oluyor.
Ayetlerin devamında, bu ümmete evrendeki
son derece önemli konumu ve yeryüzündeki halifelik görevinden dolayı özel
bir kıblesi ve kendine özgü bir kişiliği olması telkin edilirken kendisini
bu göreve layık gören Rabbi dışında hiç kimsenin sözünü dinlememesini
gerektiren insanlığın tümüne yönelik temel fonksiyonu hatırlatılıyor:
"Böylece sizi orta yolu benimseyen bir
ümmet yaptık ki, siz insanlara örnek olasınız ve Peygamberde size örnek
olsun."
Bu ümmet, bütün insanlığa örnek olan orta
yolu benimsemiş bir ümmettir. Buna göre, insanlar arasında adaleti ve
hakkaniyeti egemen kılar, onların benimseyecekleri kriterleri ve değer
hükümlerini ortaya koyar, onlar arasında görüşünü açıklayınca esas alınan
görüş bu olur, insanların değer yargılarını, düşüncelerini, geleneklerini ve
sloganlarını ölçüye vurur ve bunlar hakkında "Bu doğrudur, bu yanlıştır"
diyerek son ve kesin sözü söyler. Yoksa bu ümmet, insanların tümüne örnek
olması, onlar arasında adaleti hakim kılması gerekirken düşüncelerini, değer
yargılarını ve kriterlerini yönlendirmekle yükümlü olduğu diğer insanlardan
biri olamaz
Bu ümmet böylece bütün insanlığa örnek
olurken kendi örneği de Allah Resulü olacaktır. Buna göre Peygamber, onun
kriterlerini, değer yargılarını belirleyecek, davranışlarını ve
geleneklerini hükme bağlayacak, yaptığı her işi tartıya vurarak onun
hakkında son sözü söyleyecektir. Bu ayet bu ümmetin mahiyetini ve görevini
böylece belirliyor ve kendisine görevini ve konumunu tanımayı, büyüklüğünün
bilincine varmayı, rolünü gerçek boyutları ile değerlendirmeyi ve bu rolü
oynamaya yaraşır biçimde hazırlıklı olmayı öneriyor.
Bir de bu ümmet "vasat (orta yol)" bir
ümmettir, hem de kelimenin tam anlamıyla "vasat" bir ümmet. Bu kelime ister
"iyilik, üstünlük" anlamlarına gelen "vesadet" kökünden türemiş sayılsın,
ister "itidal ve orta yolculuk" anlamına alınsın ve isterse bu kelimenin
maddi ve somut anlamı kastedilmiş olsun.
Düşünce ve inanç alanlarında "vasat (orta
yolu benimseyen)" bir ümmet. Yani ne maddeden soyutlanmış bir maneviyatçılık
ne de maddeyi tek gerçek olarak gören materyalizm gibi dengesiz bir
aşırılığa girmez. Bunun yerine "ruha sarılmış ceset" ya da "cesede yapışmış
ruh" esprisinde sembolleşen fıtri dengeye bağlı kalır. Enerji odakları çift
kutuplu yapıya her çeşitten gıdasını tam olarak verir. Bir yandan hayatı
koruyup devam ettirmeye çalışırken aynı zamanda ruhen geliştirip düzeyini
yükseltmeye çabalar. Arzular ve eğilimler dünyasındaki her gelişmeyi ifrata
ve tefrite (başıboşluğa ve aşırı baskıya) kaçmadan ölçülü, uyumlu ve dengeli
bir biçimde serbest bırakır.
Sosyal düzenleme ve koordinasyon alanında
"vasat (orta yolu benimsemiş) bir ümmet. Yani, hayatı tümü ile ne duygulara
ve içgüdülere ve ne de kanunlara ve cezalara bırakır. Bunun yerine bir
yandan eğitim ve yönlendirme yolu ile insan duygularının düzeyini
yükseltirken öte yandan da kanunlar ve cezalar aracılığı ile toplum düzenini
güvenceye bağlar. İnsanlar arasında bir denge kurar. Bunun sonucu olarak
insanları ne sultanın, diktatörün kamçısına ve ne de vicdanlarının başıboş
sesine teslim eder, bunun yerine bu ikisi arasında uyumlu bir sentez kurar.
İnsanlararası ilişkiler ve karşılıklı
bağlar alanında "vasat (orta yolu benimsemiş) bir ümmet". Yani ne ferdin
kişiliğini ve bu kişiliğin dayanaklarını ortadan kaldırarak onun benliğini
toplumun ya da devletin kişiliğinde eritir ve ne de ferde kendinden başka
hiç kimseyi düşünmeyen, bencil ve muhteris bir kişi olma serbestliği tanır.
Bunun yerine, toplumda hareketliliği ve gelişmeyi sağlayan bireysel
enerjileri ve iç dürtüleri, aynı zamanda ferdin kişiliğini ve kendine özgü
yapısını gerçekleştirmeye yarayan içgüdüleri ve yetenekleri serbest bırakır.
Sonra da aşırılıklara, set çeken tedbirlerini yürürlüğe koyar. Fertte
topluma hizmet etme arzusu uyandıran iç özlemleri teşvik eder; hatta ferde,
topluma hizmet etmeye zorlayan yükümlülükler ve görevler belirler. Kısacası
bu ümmetin oluşturduğu toplum uyum ve koordinasyon halinde ferde güvence
sağlar.
Dünyada, yeryüzünün göbeğinde ve yerkürenin
orta kuşağındaki fonksiyonu itibariyle "vasat (orta yolu benimseyen) bir
ümmet"!. Toprakları üzerinde İslâm'ın egemen olduğu bu ümmet, uzun
yüzyıllardan beri şu ana kadar yeryüzünün Doğusu ile Batısı, Güneyi ile
Kuzeyi arasında bir köprü durumundadır. Yüzyıllardan beri elinde
bulundurduğu bu konumu ile tüm insanlığı gözlemekte, bütün insanlara örnek
olmaktadır. Elinde olan her şeyi bütün yeryüzü halkı ile paylaşmakta; tabiî,
ruhî ve manevî ürünler, hudutlarından geçerek dünyanın şurasına-burasına
dağılmakta ve bu ümmet sözünü ettiğimiz maddî ve manevî trafiğe hakemlik
etmekte, onun düzgün işlemesini sağlamaktadır.
Zaman perspektifi konusunda "vasat (orta
yolu benimsemiş) bir ümmet"!. İnsanlığın, kendisinden önceki çocukluk
dönemini noktalayarak, kendisinden sonraki aklî gelişme çağına bekçilik ve
koruculuk yapmaktadır. İnsanlığın bu iki dönemi arasında durarak bir yandan
insanın gelişmesine ayak bağı olan çocukluk döneminden kalma saplantıları ve
hurafeleri silkeleyip atarken, öteyandan insanlığı aklın ve nefsini
arzuların fitnesinden uzak tutmaya çalışmaktadır. Peygamberler döneminden
kalma ortak manevi miras ile sürekli gelişen aklın birikimi arasında sentez
kurmakta, bu ikisini uyumlu bir şekilde bağdaştırmakta, insanlığı bu iki
uygarlık kaynağı arasında yeralan doğru yolda yürütmeye çabalamaktadır.
Bu ümmetin, kendisine yüce Allah tarafından
bağışlanmış olan bu konumunu günümüzde de sürdürmesinin önüne dikilen tek
engel, yüce Allah'ın kendisi için seçmiş olduğu hayat tarzını bir yana
bırakarak, yüce Allah'ın seçtiği ile hiç ilgisi olmayan çeşitli yaşama
biçimlerini benimsemiş olması; yüce Allah, onun sırf kendi rengine
boyanmasını istemesine rağmen, aralarında ilâhi rengin daha işin başında
dışlandığı birçok renklerle boyanmış olmasıdır.
Böyle bir görevi ve rolü omuzlarında
taşıyan bir ümmetin birtakım sıkıntılara katlanması, birtakım
fedakârlıklarda bulunması son derece normaldir. Çünkü önderliğin kendine
özgü yükümlülükleri, öncülüğün kaçınılmaz sıkıntıları vardır. Onun için bu
ümmetin, yüce Allah'a içten bağlılığın ve ilâhi önderliğe kayıtsız şartsız
itaatkar olmaya hazır olduğunun kesinlikle kanıtlanması için görevine
atılmadan önce sınavdan geçirilerek denenmesi gerekir.
Bunun sonucu olarak yukardaki ayetin
devamında yüce Allah müslümanlara şimdiki kıble değişimi olayı vesilesi ile
kendileri için neden daha önceki kıblelerini tekrar seçmiş olduğunu şöyle
anlatıyor:
"Biz sırf peygambere uyanları (bağlı
kalanları) O'na uymaktan vazgeçenlerden ayırdedelim diye daha önce
yöneldiğin kıbleyi tekrar kıble yaptık."
Yüce Allah'ın doğru inancın varisi ve bu
inanç bayrağını dalgalandıracak olan O'nun yeryüzündeki halifesi olmasını
istediği bu genç ümmete uyguladığı eğitim metodu bu ayetten açıkça
anlaşılıyor. Yüce Allah bu ümmetin sırf kendisine bağlanmasını, cahiliye
döneminin bütün ilişkilerinden ve kalıntılarından kurtulmasını, bütün eski
özelliklerinden ve bütün maziye gömülmüş arzularından arınmasını; cahiliye
döneminde giydiği bütün şatafatlı kılıklardan, o günlerde taşıdığı bütün
ideallerden sıyrılarak içinde sadece İslâm idealinin kalmasını, bu ideale
başka herhangi bir idealin karışmamasını, bilgi kaynağının teke inmesini ve
bu kaynağa başka hiçbir kaynağın ortak olmamasını istiyor.
Oysa Beytulharam'a dönmek, Arapların
vicdanlarında inanç endişesinden başka bir endişe ile karışık hale gelmiş,
ataları Hz. İbrahim'in inanç sistemine müşriklik ve ırk taassubu lekeleri
bulaşmıştı. Çünkü Beytullah, o günlerde Araplara ait bir utsal merkez
sayılıyordu. Oysa Allah, oranın sadece kutsal bir "Allah evi" olmasını
diliyor, bu ünvanına başka bir ünvanın eklenmesini, bu niteliğine başka bir
niteliğin karıştırılmamasını istiyordu.
Fakat Beytullah'a doğru dönme eylemine,
Araplar tarafından sözünü ettiğimiz başka nitelikler eklenince, yüce Allah
müslümanları bu kıbleden ayırarak Beytülmukaddes' e doğru yöneltti. Böylece
birinci derecede, müslümanların duygularını geçmiş dönemlerinin
çağrışımlarından arındırmayı ve ikinci derecede de, Peygambere teslimiyet ve
itaat derecelerini deneyden geçirmeyi amaç edinmişti. Başka bir deyimle,
acaba kimler O'na Allah'ın Resulü olduğu için uyuyor ve kimler
Beytülharam'ın kıble olma niteliğini sürdürdüğü ve böylece ırk, kavim, eski
mukaddesat bilincinin etkisi altında bulunanların vicdanlarını rahatlattı
diye peşinden gidiyor? Allah, bu iki zümreyi birbirinden ayırd etmeyi
dilemişti.
Üzerinde durduğumuz bu nokta son derece
ince ve duyarlı bir noktadır. İslâm inancı, kalpde herhangi bir ortağın
varlığına katlanamaz; kendi tek ve belirgin idealinden başka hiçbir ideali
kabul etmez; ne şekilde olursa olsun, cahiliye döneminin, büyük-küçük,
herhangi bir kalıntısı, kırıntısı ile birarada bulunmaya razı olmaz. İşte bu
ayette yeralan "Biz sırf Peygamber'e uyanları (bağlı kalanları) O'na
uymaktan vazgeçenlerden ayırdedelim diye daha önce yöneldiğin kıbleyi tekrar
kıble yaptık." cümlesinin bize düşündürmek istediği gerçek budur.
Hiç kuşkusuz yüce Allah bütün olup
bitenleri daha olmadan önce bilir. Fakat insanların yaptıklarının ortaya
çıkmasını ve buna dayanarak onları hesaba çekip sorumlu tutmayı diler. O,
insanlara karşı merhametli olduğu için, yapacaklarını önceden bildiği
eylemlerinden dolayı onları hesaba çekmiyor, sadece bilfiil işledikleri
eylemlerden ve sadece ortaya koydukları uygulamalardan dolayı kendilerini
hesaba çekiyor.
Ayrıca yüce Allah duygusal kalıntılardan
sıyrılmanın, insan nefsi ile bağı bulunan her türlü özellikten ve idealden
arınmanın son derece zor bir iş, ağır bir girişim olduğunu, bunu yapabilmek
için imanın kalbi kayıtsız-şartsız egemenlik altına alması gerektiğini ve
bunlara ek olarak bizzat kendisinin, bu girişiminde kalbe yardım ederek onu
bu hedefe iletmesinin, bu başarıya ulaştırmasının şart olduğunu, kuşkusuz
bilmektedir.
"Bu durum, Allah'ın yol gösterdiği
kimselerden başkasına elbette ağır gelir."
Fakat, yüce Allah yol gösterince, insan
nefsinin sözkonusu ideallerden sıyrılması, o kalıntıları ve tortuları
içinden söküp atması, sırf Allah'a yönelerek sadece O'nun sözünü dinleyip
sadece O'na itaat etmesi, kendisine hangi yönü gösterirse o tarafa dönmesi
ve Allah'ın Resulü nereye iletirse peşinden gitmesi, zor ve sıkıntılı bir iş
olmaktan çıkar.
Bu ayetin daha sonraki cümlesinde yüce
Allah müslümanları, imanları ve o güne kadarki namazları hususunda gönül
rahatlığına kavuşturuyor. Onlar sapık yolda değillerdi ve namazları da boşa
gitmiş değildi. Çünkü yüce Allah kullarını zora koşmaz, kendisine yöneltmiş
oldukları ibadeti boşa çıkarmaz, imanını katmerlendirip arttırdığı güçlerini
aşacak bir yükümlülükle kendilerini sıkıntıya sokmaz.
"Allah sizin imanınızı boşa çıkaracak
değildir. Hiç şüphesiz, Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir."
Allah, kullarının sınırlı olan güçlerinin
kapasitesini bilir ve onlara güçlerinin kapasitesi dışında bir yükümlülük
bindirmez. Müminler, samimi niyetli ve doğru kararlı olunca yüce Allah
onları doğru yola iletir ve karşılarına çıkan imtihanı başarı ile
aşmalarına, kendi desteğini göndererek yardımcı olur. Sıkıntı ve imtihan
O'nun hikmetinin göstergesi olduğuna göre, bu sıkıntıyı ve imtihan engelini
aşmak da O'nun rahmetinden kaynaklanan bir bağışıdır. Çünkü "Hiç şüphesiz
Allah, insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir."
Böylece müslümanların kalplerine ferahlık
serpiliyor, gönüllerindeki endişe gideriliyor ve yerine hoşnutluk, güven
duygusu ve kesinlik aşılanıyor. Ayetlerin bundan sonraki akışı içinde
Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) kıble konusundaki isteğinin
yüce Allah tarafından kabul edildiği açıklanarak bu yeni kıblenin yönü ilân
ediliyor. Bunun hemen arkasından müslümanlar, yahudi fitnesi karşısında
uyarılıyor, onların saldırı ve komplolarının arkasında yatan gizli ve gerçek
faktörler açığa çıkarılıyor. Yüce Allah bu açığa vurmayı, bu müslüman
cemaati geleceğe hazırlamak, onu yahudinin fitne ve yıkımından korumak için
ne kadar büyük bir gayret harcandığını vurgulayan bir üslup ile yapıyor:
144- (Ey Muhammed) senin
yüzünü ısrarla göğe çevirdiğini görüyoruz. Seni hoşuna gidecek bir kıbleye
kesinlikle döndüreceğiz. Bundan böyle yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.
Nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin. Hiç şüphesiz
kendilerine kitap verilenler, bu kıble değişiminin Rabblerinin buyruğuna
dayanan bir gerçek olduğunu biliyorlar. Allah onların neler yaptıklarından
habersiz değildir.
145- Kendilerine kitap
verilenlere sen her türlü ayeti (delili) göstersen bile onlar yine senin
kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar
birbirlerinin kıblelerine de uymazlar. Sana gelen bilgiden sonra eğer
onların keyiflerine, arzularına uyacak olursan, o zaman, kesinlikle
zalimlerden olursun.
146- Kendilerine kitap
verdiklerimiz O'nu (Muhammed'i) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Fakat
onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizler.
147- Bu, Rabbinden gelen
bir gerçektir. Bu konuda sakın kuşkuya kapılanlardan olma.
148- Herkesin yöneldiği bir
yön vardır. Buna göre, hayırlı işlerde birbirinizle yarışa girin. Nerede
olursanız olun, Allah sizi bir yere getirecek (toplayacak)tır. Hiç şüphesiz,
Allah herşeye kadirdir.
149- Nereden yola çıkmış
olursan ol, yüzünü Mescid-i Haram`a doğru çevir. Bu kesinlikle Rabbinden
gelen bir gerçektir. Hiç şüphesiz, Allah neler yaptığınızdan habersiz
değildir.
150- Nereden yola çıkmış
olursan ol, yüzünü Mescid-i Haram`a doğru çevir. Nerede olursanız olun,
yüzünüzü o tarafa çevirin ki, insanların elinde aleyhinizde kullanacakları
bir bahane bulunmasın. Yalnız, zalimler başka. Onlardan da korkmayın, benden
korkun. O tarafa dönün ki, size vereceğim nimeti tamama erdireyim ve böylece
doğru yolu bulasınız.
Bu ayetlerin girişinde, Peygamberimizin
içinde bulunduğu durumu son derece canlı bir biçimde tasvir eden bir ifade
ile karşılaşıyoruz. İlk cümleyi tekrar okuyalım:
"(Ey Muhammed) senin yüzünü ısrarla göğe
çevirdiğini görüyorum." Yahudilerin yoğun saldırıları ve müslümanların kendi
kıblelerine yönelmelerini, onların yanıltma, yaygara ve şaşırtma
kampanyalarının vesilesi olarak kullanmaları üzerine Peygamberimizde uyanan,
o güne kadar yöneldiği kıblenin yüce Allah tarafından değiştirilmesi ile
ilgili güçlü arzuyu, bu ifade son derece çarpıcı bir biçimde anlatıyor.
Peygamberimiz o günlerde ısrarla bayı göğe doğru çeviriyor, fakat Rabb'ine
karşı saygısızlık olur, O'na birşey önermek, huzuruna bir teklif sunmak gibi
bir yersizlik olur diye çekinerek bu konuda açıkça dua etmekten kaçınıyordu.
Fakat yüce Allah O'nun sessiz dileğini
hoşuna gidecek şekilde cevaplandırmakta gecikmedi. O'nun dileğinin kabul
edildiğini belirten ilahi ifade, Allah ile arasındaki merhamet yüklü, cana
yakın ve sevgi dolu ilişkiyi çarpıcı biçimde açığa vurur niteliktedir:
"Seni hoşuna gidecek bir kıbleye kesinlikle
döndüreceğiz"
Yüce Allah bu cümlenin hemen arkasından
Peygamberimizi hoşnut edeceğini bildiği kıbleyi belirliyor:
"Bundan böyle yüzünü Mescid-i Haram
tarafına çevir."
O'nun ve ümmetinin kıblesi olacak burası...
O anda çevresinde bulunan sahabilerin, onlardan sonra gelecek olanların;
kısaca yeryüzünde Allah'ın tek başına kalacağı güne kadar yeryüzünde gelip
geçecek olan bütün müslüman kuşakların ortak kıblesi olacak burası. Devam
ediyoruz:
"Nerede olursanız olun, yüzlerinizi o
tarafa çevirin."
Yani; "Yeryüzünün neresinde bulunursanız
bulunun Kabe'ye çevirin yüzünüzü." Yurtlarının farklılığına, yönlerinin
değişikliğine; ırklarının, dillerinin ve deri renklerinin başkalığına
rağmen, bu ümmeti aynı noktada toplayıp birleştiren tek bir kıble.
Doğusundan Batısına kadar yeryüzünün her tarafına yayılmış tek bir ümmetin
yöneldiği, bunun sonucu olarak kendisini aynı hedefe yönelmiş, aynı yaşama
düzeninin egemenliğini gerçekleştirmeye çalışan bir tek organizma ve bir tek
varlık olarak hissetmesini sağlayan tek bir kıble. Gerçekleştirilmesine
çalışılan bu hayat düzeni; bu ümmetin tümü ile tek bir İlâha kulluk
etmesinin, tek bir peygambere inanmasının ve tek bir kıbleye yönelmesinin
ürünüdür.
İşte yüce Allah bu ümmeti bu şekildeki
bağlarla birleştirdi. Onu İlâhında, peygamberinde, dininde ve kıblesinde
birleştirdi. Yurt, ırk, deri rengi ve dil farklılıklarına rağmen bu birliği
meydana getirdi. O, bu ümmetin birliğini, son olarak saydığımız bu sosyal
etmenlerden hiçbiri üzerine oturtmadı; tersine bu birliği inanç sistemi ve
kıble ortaklığı üzerine oturttu; yurt, ırk, deri rengi ve dil farklılığını
bu birliğe engel saymadı. İnsanoğluna yaraşan birlik budur. İnsanlar
kalplerindeki inancın ürünü olan ibadetleri sırasında yöneldikleri kıble
üzerinde birleşirler. Oysa hayvanlar merada, çayırda ağıllarda ve ahırda
biraraya gelirler!
Sonra... Acaba Kitap Ehlinin bu yeni kıble
ile ilgili durumu nedir?
"Hiç şüphesiz, kendilerine kitap verilenler
bu kıble değişiminin Rabblerinin buyruğuna dayanan bir gerçek olduğunu
bilirler."
Onlar Kâbe'nin, hem bu doğru yol mirasçısı
ümmetin ve hem de tüm müslümanların ortak atası olan Hz. İbrahim tarafından
yapılmış ilk Allah evi olduğunu ve buraya yönelmenin yüce Allah'ın emrine
dayalı, tartışma götürmez kesin bir gerçek olduğunu kesinlikle biliyorlar.
Fakat onlara bu kesin bilgilerine rağmen,
bu bilgilerinin gereği ile bağdaşmayan yıkıcı girişimlere kalkışacaklardır.
Ama müslümanlara zarar dokunduramayacaklardır. Çünkü yüce Allah
müslümanların vekilidir, onların oyunlarını ve tuzaklarını boşa çıkarmayı
bizzat üstlenmiştir.
"Allah onların neler yaptıklarından
habersiz değildir"
Onlar hiçbir delil ile ikna olmazlar. Çünkü
onların yoksunu oldukları şey delil değil samimiyet, nefsin arzularından
arınmışlık ve öğrenecekleri gerçeğe teslim olma yeteneğidir.
"Kendilerine kitap verilenlere sen her
türlü ayeti (delili) göstersen de onlar yine senin kıblene uymazlar."
Yani onlar, nefsin arzularının
yönlendirdiği, menfaatlerinin körüklediği ve kinlerinin bilediği kör bir
inatçılığın tutsağıdırlar. Çoğu saf kimseler, yahudiler ile hıristiyanların,
İslâm'ı bilmedikleri ya da bu din onlara inandırıcı bir biçimde sunulmadığı
için ona inanmadıklarını sanırlar. Bu asılsız bir vehimdir. Tersine onlar
İslâm'ı bildikleri için onu istemiyorlar. İyi bildikleri bu dinin, onların
rnenfaatlerine ve saltanatlarına dokunacağından korktukları için ona
karşıdırlar. İslâm'a karşı bunca ardı-arkası gelmez, sürekli oyunlar ve
komplolar düzenlemeleri, bunun için değişik yollar ve usuller denemekten
geri durmayışları, kimi zaman doğrudan kimi zaman da dolaylı yollardan
giderek bu kirli oyunlarını ve düşmanlıklarını sürdürmelerinin nedeni budur.
Bu yüzden de İslâm ile yaptıkları savaşı bazen karşı karşıya gelerek bazan
da perde arkasından sürdürüyorlar. Kimi zaman bizzat kendileri savaşa
giriyorlar, kimi zaman da herhangi bir bahane ile İslâm'a karşı savaşa
girişerek kendilerine uşaklık eden sözde müslümanları piyon olarak
kullanıyorlar. Onların tüm saldırıları her zaman ve her yerde yüce Allah'ın
Peygamber efendimize yönelik şu uyarısının işaret ettiği nokta
doğrultusundadır:
"Kendilerine kitap verilenlere sen her
türlü ayeti (delili) göstersen de onlar yine senin kıblene uymazlar."
Yahudiler ile hıristiyanların İslâm'ın
önerdiği hayat tarzını ve bu hayat düzenini sembolize eden İslâm kıblesini
böylesine ısrarla reddetmeleri karşısında, yüce Allah Peygamberimizin (salât
ve selâm üzerine olsun) normal olarak takınması gereken tutumu ve tavrını şu
şekilde belirliyor:
"Sen de onların kıblelerine uyacak
değilsin."
Sen asla onların kıblesine uyacak durumda
ve konumda değilsin. Burada olumsuz bir isim cümlesinin kullanılmış olması,
bu konudaki Peygamberimizin değişmesi söz konusu olmayan sürekli tutumunu
daha etkili şekilde belirtir ve O'nu izleyen müslüman cemaate dönük telkine
daha güçlü bir vurgu katar niteliktedir. Buna göre bu ümmet, yüce Allah
tarafından sevgili Peygamberi için seçilen, O'nu hoşnut etmek için beğenilen
kıbleden başka bir kıbleye asla yönelmeyecektir; kendisini yüce Allah'a
bağlayan sancağı dışında başka hiçbir bayrak taşımayacak,
dalgalandırmayacaktır; Allah tarafından belirlenen bu kıblesinin sembolize
ettiği ilâhi düzenden başka hiçbir düzenin peşinden gitmeyecektir. Müslüman
kaldıkça takınabileceği tutum budur. Eğer böyle yapmazsa İslâm ile hiçbir
ilgisi kalmaz; o zaman "müslümanı m" demesi kuru bir iddiadan ibaret kalır.
Bu ayetin devamında kitap ehlini oluşturan
grupların birbirlerine karşı olan tutumları açıklanıyor. Bu gruplar arasında
uyum ve dirlik yoktur. Çünkü nefislerinin arzuları ve ihtirasları onları
birbirinden ayrı düşürür. İşte ayet:
"Onlar birbirlerinin kıblelerine de
uymazlar."
Gerek yahudiler ile hıristiyanlar arasında,
gerek yahudilerin değişik mezhepleri arasında ve gerekse farklı hıristiyan
mezhepleri arasında son derece amansız bir düşmanlık hüküm sürer.
Peygamberimizin durumu bu, Kitap Ehlinin
durumu da böyleyken ve bu konuda doğrunun ne olduğunu öğrenmişken,
Peygamberimizin kendisine gelen bu bilgiden sonra Kitap Ehlinin arzu ve
ihtiraslarına uyması düşünülemezdi.
"Sana gelen bu bilgiden sonra eğer onların
keyiflerine, arzularına uyacak olursan, o zaman, kesinlikle zalimlerden
olursun."
Yüce Allah'ın Peygamberimize yönelttiği az
önceki yumuşak ve sevgi dolu sözlerin hemen arkasından gelen yine O'na dönük
bu sert ve kesin ilâhi ifade üzerinde bir parça durmak gerekiyor.
Burada sözkonusu olan şey; 'yüce Allah'ın
hidayetine ve yönlendirmesine bağlı kalmak, başkalarından farklı olmak,
Allah'a itaatten ve O'nun önerdiği yaşama düzeninden başka her şeyden
sıyrılmak, uzak kalmaktır. İlâhî hitabın bu kadar kesin, sert, açık-seçik ve
uyarıcı olması bundan dolayıdır.
"O zaman kesinlikle zalimlerden olursun."
Gidilecek olan yol gayet belirli ve
dosdoğrudur. Ya yüce Allah'ın katından gelen bilgiye ya da -kim olursa
olsun- O'nun dışındakilerin arzu ve ihtiraslarına uyulacak. Müslüman,
Allah'tan başkasından direktif alamaz... Müslüman, kesin bilgiyi bir yana
bırakarak değişken arzu ve ihtiraslara uyamaz... Allah'tan gelmeyen her
direktif, hiç tereddütsüz, arzu ve ihtirastır.
Hiçbir zaman unutmamamız gereken bu
uyarının şiddeti bize aynı zamanda şunu da düşündürüyor: Müslümanlar,
yahudilerin yanıltıcı propaganda ve çeşitli sinsi oyunlarından o derece
etkilenmişlerdi ki yüce Allah bu derece sert bir uyarıda bulunma gereği
duydu.
Bu kısa açıklamalardan sonra tekrar
ayetlerin akışına döndüğümüzde gerek bu konudaki ve gerekse diğer bütün
konulardaki gerçeğin Kur'an-ı Kerim'de belirtildiği ve Peygamberimizin
emrettiği gibi olduğunu, yahudi ve hıristiyanların gerçeği bilmelerine
rağmen, içlerindeki arzu ve ihtirasların dürtüsü ile bu gerçeği
gizlediklerinin ifşa edilmesine devam edildiğini görüyoruz:
"Kendilerine kitap verdiklerimiz O'nu
(Muhammed'i) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Fakat onlardan bir grup
bile bile gerçeği gizler."
İnsanların evlâtlarını tanımaları, tanıma
kavramının doruğunu, son noktasını oluşturur. Bu söz, Arap dilinde hiç kuşku
kaldırmayan kesinlikleri ifade etmek için kullanılan bir deyimdir.
Yahudiler ile hıristiyanlar,
Peygamberimizin getirdiği mesajların kesinlikle doğru olduğunu, kıble
değişimi ile ilgili mesajının da bu nitelikte olduğunu bildiklerine, fakat
onlardan bir grubun kesinlikle bildikleri bu gerçeği saklı tuttuklarına
göre, bu durum karşısında müslümanların tutacağı yol, yahudiler ile
hıristiyanların yaydıkları asılsız söylentilerin ve yalanların etkisi
altında kalmak değildir. Yine müslümanlar sadık ve güvenilir Peygamberleri
tarafından kendilerine tebliğ edilen dinlerinin herhangi bir meselesinde
ağızlarına bakacakları kişiler kesin olduğunu bildikleri gerçeği gizleyen
hıristiyan ve yahudiler olamaz!..
Yahudiler ile hıristiyanların bu tutumu
açıklandıktan sonra, yüce Allah Peygamberimize dönerek O'na şöyle buyuruyor:
"Bu, Rabbinden gelen bir gerçektir. O halde
sakın kuşkuya kapılanlardan olma."
Aslında Peygamber efendimiz hiçbir gün ne
kuşkulandı, ne şüpheye düştü. Nitekim yüce Allah kendisine başka bir ayette
"Eğer sana indirdiklerimiz hakkında kuşkulu isen senden önce inen kitapları
okuyanlara sor." buyurunca; "Hayır, ne kuşkum var ve ne de sorarım." diye
cevap vermişti.(Yunus Suresi, 94)
Fakat hitabın bu şekilde Peygamberimizin
şahsına yöneltilmesi, O'nun arkasındaki müslümanlara güçlü bir telkin, sert
bir tenbih anlamı taşır. Hem Peygamberimizin zamanındaki yahudi
söylentilerinden ve kandırmacalarından etkilenen müslümanlar ve hem de daha
sonraki dönemlerde yaşayan ve kendi dönemlerinin yahudi ya da diğer
kâfirlerin asılsız propagandalarından etkilenen müslümanlar bu kategoriye
girer.
Bugün herkesten çok bizler bu uyarıya kulak
vermek mecburiyetindeyiz. Zira -eşine rastlanmamış bir aptallıkla gidiyor,
yahudi, hıristiyan veya komünist kâfirlerin müsteşrik (Doğu bilimciler)
denen İslâm düşmanlarından dinimizin meseleleri hakkında fetva soruyor,
tarihimizi öğreniyor, kültürümüz hakkında söylediklerine inanıyoruz; gerek
Kuran'ımız, gerek Peygamberimizin hadisleri ve gerekse büyüklerimizin hayat
hikâyeleri ile ilgili araştırmalarına sokuşturdukları sinsi kuşkulara kulak
veriyoruz; Onlara, İslâm bilimleri öğrenerek üniversitelerinden mezun
olduktan sonra kafaları ve kalpleri zehirlenmiş olarak tekrar bize dönsünler
diye grup grup öğrenci gönderiyoruz.
Bu Kur'an, bizim Kur'an'ımızdır... İslâm
ümmetinin Kur'anı! Yüce Allah bu kitapta, bu ümmetin yapacağı ve sakınacağı
şeyleri açıklıyor. Ehl-i Kitap; aynı Ehl-i Kitap, kâfirler; aynı kâfir ve
din de aynı dindir!
Tekrar ayetlerin akışına dönüyor ve şunları
görüyoruz: Kur'an-ı Kerim, müslümanları, yahudiler ile hıristiyanların
sözlerine kulak asmamaya, onların yönlendirme girişimleri ile oyalanmamaya
çağırıyor; onlara kendilerine özgü yolda sebatla ilerlemeyi ve yöneldikleri
kendilerine has yoldan geriye dönmemeyi, her zümrenin seçtiği bir yön
olduğuna göre hiç kimsenin oyalama taktiklerine aldırmaksızın hayırlı
işlerde birbirleriyle yarışmayı telkin ediyor. Zira sonunda hepsi
kendilerini biraraya toplayıp davranışlarının karşılığını vermeye kadir olan
yüce Allah'ın huzuruna varacaklardır.
"Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Buna
göre hayırlı işlerde birbiriniz ile yarışa girişin. Nerede olursanız olun,
Allah sizi bir yere getirecektir. Hiç şüphesiz, Allah herşeye kadirdir."
Böylece bu ayet, müslümanları, yahudiler
ile hıristiyanların körükledikleri fitnelerle, oyunlarla, yanıltıcı yorumlar
ve asılsız söylentilerle oyalanmaktan men ediyor; bunun yerine kendilerini
çalışmaya ve hayırlı işlerde birbirleri ile yarışmaya yöneltiyor. Bu arada
onlara varacakları son yerin yüce Allah'ın huzuru olduğunu, O'nun her şeyi
yapmaya gücünün yettiğini, hiçbir şeyin O'nu aciz düşüremeyeceğini ve hiçbir
şeyin bilgisi dışında kalamayacağını hatırlatıyor.
Bu ciddi realite karşısında bütün kof
iddialar, bütün yanıltma amaçlı yorumlar küçük kalır.
Daha sonra yeni seçilmiş kıbleye yönelme
emri, devamını oluşturan yukardakinden farklı açıklamaların eşliğinde tekrar
vurgulanıyor:
"Nereden yola çıkmış olursan ol, yüzünü
Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu kesinlikle Rabbinden gelen bir gerçektir.
Hiç şüphesiz, Allah neler yaptığınızdan habersiz değildir."
Bu defaki yeni kıbleye yönelme emrinde
yahudiler ile hıristiyanlardan ve onların tutumlarından sözedilmiyor. Bunun
yerine hitap, Peygamberimizin nereden yola çıkmış olursa olsun ve nerede
bulunursa bulunsun Kâbe'ye yönelmesini içeriyor. Ayrıca bu kıble değişiminin
yüce Allah'dan gelen bir gerçek olduğu vurgulanarak bu gerçeğe kesinlikle
uyulması konusunda gizli bir uyarıya yer veriliyor. "Hiç şüphesiz, Allah
neler yaptığınızdan habersiz değildir." cümlesinin içerdiği bu gizli
uyarıdan, Peygamberimizin yanındaki bazı müslümanların kalplerinde bu
vurgulamayı ve bu ağır uyarıyı gerektiren bir durum olduğunu seziyoruz.
Arkasından aynı emir başka ve yeni bir
maksatla bir kere daha vurgulanıyor. Buna göre; yahudiler müslümanların
kendileriyle aynı kıbleye yöneldiklerini görünce kendi dinlerinin bu yeni
dinden daha üstün ve gerçek kıblenin kendi kıbleleri olduğunu ayrıca bunun
sonucu olarak da hayat düzenlerinin daha üstün olduğunu iddia etmeye
başladılar. Buna ek olarak, Kabe'yi öteden beri kutsal bir dini merkez
olarak kabul eden Araplar, müslümanların bir süre Yahudilerin kıblesi olan
Mescid-i Aksa'yı kıble olarak benimsemelerini fırsat bilerek yandaşlarını
etkilemek, onların müslüman olmasını engellemek için müslümanların Kabe'ye
yönelmemelerini öne sürerek bu olayı koz olarak kullanıyorlardı. Bu ayetler
hem yahudilerin propagandasının önünü alıyor hem de müşrik Arapların
kozlarını etkisiz hale getiriyor.
"Nereden yola çıkmış olursan ol, yüzünü
Mescid-i Haram'a çevir. Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa çevirin ki,
insanların elinde aleyhinizde kullanacakları bir bahane bulunmasın."
Bu ayette Peygamberimize (salât ve selâm
üzerine olsun) nereden yola çıkmış olursa olsun, yüzünü Kâbe'ye doğru
döndürmesi ve bütün müslümanlara, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, oraya
yönelmeleri emredildikten sonra bu yeni yönelişin gerekçesi, "İnsanların
elinde aleyhinizde kullanacakları bir bahane bulunmasın" cümleciği ile
açıklanıyor.
Ayetin bundan sonraki bölümünde delil ve
mantık önünde eğilmeyerek, kör inatlarının ve bağnazlıklarının peşinden
sürüklenmeyi tercih eden "zalimler."in iddiaları küçümseniyor. Böylelerini
susturmanın hiçbir yolu yoktur. Onlar bağnazlıklarını sürdüreceklerdir.
Fakat müslümanlara zarar dokundurmaları sözkonusu değildir.
"Onlardan korkmayınız, benden korkunuz."
Yani "Ey müslümanlar, böylelerinin
üzerinizde hiçbir egemenlikleri yoktur; size hiç bir şey yapamazlar. Buna
göre onların sözlerini kafanıza takarak benim size gönderdiğim talimatlardan
sapmaya kalkışmamalısınız; çünkü dünya ve Ahiretinize yön vermek benim
elimde olduğu için benden korkmanız gerekir, başkalarından değil." Ayetin bu
bölümünde "zalimler"in konumu hafife alındıktan ve yüce Allah'ın azabı
konusunda uyarı yapıldıktan sonra O'nun nimetleri hatırlatılmakta ve ilâhi
çağrıya olumlu cevap verip bu yolda sebat ettiği takdirde, müslüman ümmete,
bu nimetlerin arttırılarak devam ettirileceği ümidi aşılanmaktadır:
"O tarafa yönelin ki, size vermiş olduğum
nimeti tamama erdireyim ve böylece doğru yolu bulasınız."
Bu ifade hayal gücünü kamçılayıcı bir
hatırlatma, atılımcı bir ümitlendirme, büyük bir bağışın ardından gelen yeni
bir büyük bağışın haberci pırıltısıdır. Yüce Allah'ın müslümanlara
hatırlattığı nimet somut biçimde karşılarında
duruyordu. Onu kendi üzerlerinde
algılayabiliyor, pratik hayatlarında algılayabiliyor, toplum yapılarında
algılayabiliyor, yeryüzündeki durumlarında algılayabiliyor ve evrendeki
konumlarında algılayabiliyorlardı.
Çünkü onlar, karanlığı, iğrençliği ve
cehaleti ile daha önceki cahiliye dönemini kendileri yaşamışlar, arkasından
imanın aydınlığına, temizliğine ve bilgisine geçmişlerdi. Bu yüzden bu yeni
nimetin üzerlerindeki etkisini, belirgin ve köklü biçimde görüyorlardı.
Onlar cahiliye döneminde birbirinin kanına
susamış, bölük-pörçük kabileler halinde yaşıyorlardı. Hedefleri basit,
idealleri sınırlı idi. Sonra bu inanç sisteminin sancağı altında birliğe,
güçlülüğe, Sarsılmazlığa, yüce amaçlara, rakip kabileden öç almaya değil,
bütün insanlığın geleceği ile ilgili büyük ideallere geçtiler. Buna göre,
Allah'ın bağışladığı nimetin izlerini, etkisini kendi üzerlerinde olduğu
kadar çevrelerinde de görüyorlardı.
Onlar cahiliye döneminde yıkılış halinde,
kirli, düşünceleri karma-karışık ve değer yargıları sarsılmış bir toplumda
yaşamış kimselerdi. Sonra temiz, yüce, düşünce ve inançları belirgin, değer
yargıları ve kriterleri oturmuş İslâm toplumuna geçtiler. Bu yüzden
sözkonusu nimetin izlerini, etkisini kalplerinde ve komşuları olan milletler
arasındaki yeni konumlarında olduğu kadar, sosyal hayatlarında da
görüyorlardı.
Bu yüzden yüce Allah müslümanlara "Size
vermiş olduğum nimeti tamama erdireyim" buyururken, onlara hayal gücünü
kamçılayıcı bir hatırlatma, atılımcı bir ümitlendirme ve büyük bir bağışın
arkasından gelen yeni bir büyük bağışın haberci pırıltısını sunmaktadır.
Kıble ile ilgili emrin bu ayetlerdeki her
tekrarlanışında yeni bir mana ile karşılaşıyoruz. Mescid-i Haram'a doğru
dönmeyi buyuran ilk emir, bakışlarını ısrarla göğe çevirme ve Rabbine
sessizce yakarma döneminin arkasından Peygamberimizin arzusunun yerine
getirilmesi anlamı taşırken, bu emrin ikinci kez tekrarlanışı, bu kıble
değişikliğinin O'nun arzu ve yakarışı ile uyumlu, Rabbinden kaynaklanan bir
gerçek olduğu anlamına geliyor. Bu emrin üçüncü kez tekrarlanışının altında
ise müslüman olmayanların olumsuz propaganda gerekçelerini ortadan kaldırma,
gerçek ile delil önünde durmayan pervasızların tutumunu kınama amacı
yatmaktadır.
Ayrıca biz bu emir tekrarının arkasında
şöyle bir amacın da güdüldüğünü seziyoruz: Anlaşılan müslümanların içine
düştükleri psikolojik durum bu tekrarlamayı, bu vurgulamayı, bu açıklama
girişimini ve bu gerekçelendirmeyi gerektirir nitelikteydi. Bu da kafaları
karıştırıcı söylenti ve asılsız iddia kampanyasının büyük çapta olduğunu ve
bir kısım müslümanların vicdanları ile kalplerini etkilediğini kanıtlar.
İşte Kur'an-ı Kerim o günlerde bu etkiyi silmeye çalışıyordu. Nitekim, daha
sonra günümüze kadar uzanan zaman boyunca durulma, yumuşama ve gevşeme nedir
bilmeksizin devam eden bu amansız savaşta müslümanların içine düştükleri
benzer psikolojik sarsıntıların tedavisini de sürekli olarak elimizdeki aynı
Kur'an ayetleri üstlenmiş, gerçekleştirmiştir.
PEYGAMBER, GÖNDERİLDİĞİ
TOPLUMUN ARASINDAN ÇIKAR
Ayetlerin devamında yukardaki amaçla uyumlu
olarak müslümanlara; kendilerinden olan bir peygamber gönderme biçiminde
ortaya çıkan ilâhi nimetin hatırlatıldığını, bu nimetin, müslümanların
kıblesi olan Kâbe'nin bakım ve gözetimini üstlenmiş olan ataları Hz.
İbrahim'in (selâm üzerine olsun) duasının kabul edilmesi sonucu olduğunun
anlatıldığını ve ayetin sonunda müslümanlar ile bizzat yüce Allah arasında
dolaysız ilişki kurulduğunu görüyoruz:
151- Nitekim kendi
içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size
Kitab'ı, hikmeti ve daha önce bilmediğiniz birçok şeyi öğreten bir peygamber
gönderdik.
152- O halde siz beni
hatırlayın ki, ben de sizi hatırlayayım. Bana şükredin, sakın nankörlük
etmeyin.
Bu ayette dikkatlerimizi en çok çeken nokta
şudur: Burada Hz. İbrahim'in, Hz. İsmail ile birlikte Kâbe'yi inşa ederken
yapmış olduğu ve bu surenin daha önceki ayetlerinden birinde açıklanan dua
aynı sözlerle tekrar ediliyor. (Hz. İbrahim'in, soyundan gelecek olanlara
kendi ailesinden bir peygamber göndermesini, bu peygamberin onlara Allah'ın
ayetlerini okumasını, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğretmesini, kendilerini
kötülüklerden arındırmasını dileyen duasını kasdediyoruz.)
Bu tekrarlama, müslümanlara kendi
aralarından bir peygamber gönderilmesinin ve onların müslüman olarak
varolmalarının, ataları Hz. İbrahim'in bu duasının dolaysız ve eksiksiz
biçimde Allah tarafından kabul edilişi anlamına geldiğini hatırlatma amacı
taşır. Hz. İbrahim'in duası ile Peygamberimiz dönemindeki İslâmi hareket
arasında kurulan ilişki çok derin ve düşündürücü anlamlar içerir. Bununla
müslümanlara anlatılmak isteniyor ki; varoluşları ve hareketleri sonradan
ortaya çıkma birşey değil, tersine eskiye dayalı ve köklü bir olaydır.
Kıbleleri de türedi bir kıble değil, ataları Hz. İbrahim'in kıblesidir. Yüce
Allah'ın kendilerine yönelik bu kapsamlı, nimetine gelince bu da O'nun
bizzat dostu Hz. İbrahim'e vaadetmiş olduğu ve o çok eski tarihte vermeyi
taahhüt etmiş bulunduğu nimettir.
Yani "Ey müslümanlar, sizi yeni kıblenize
yönelterek farklı bir kişilikle donatma nimeti, daha önce aranızdan bir
peygamber gönderme nimetinin devamı olan kesintisiz ve ardarda gelen ilâhi
nimetlerden biridir." Tekrarlıyoruz:
"Nitekim kendi içinizden size bir peygamber
gönderdik."
Yani "Peygamberlik misyonunun sizin
toplumunuza sunulması, son peygamberin sizin aranızdan seçilmesi, yüce
Allah'ın size yönelik onurlandırıcı bir bağışıdır. Bildiğiniz gibi
yahudiler, kendilerinden geleceğini bekledikleri bu son peygamber aracılığı
ile size karşı üstünlük sağlamayı hesaplıyorlardı." Okumaya devam ediyoruz:
"(Bu peygamber) size ayetlerimizi okuyor."
"Buna göre o size ne okuyorsa haktır,
gerçektir." Bu cümleciğin bize düşündürdüğü diğer bir incelik, yüce Allah'ın
kullara kendi kelâmı ile, bu kelâmın onlara peygamberi tarafından okunması
sureti ile hitap etmesinin ne büyük bir bağış olduğuna dolaylı biçimde
değinilmiş olmasıdır. Gönül, bu bağışın derinliğine inebildiği takdirde
karşısında tiril tiril titrer. Kimdir bu insanlar? Necidirler ve nedirler
ki, yüce Allah onlara kendi kelimeleri ile hitap ediyor, onlarla kendi
sözleri ile konuşuyor, kendilerine bu yüksek ilgiyi lâyık görüyor? Eğer yüce
Allah'ın bağışlayıcılığı olmasaydı, eğer bu bağışlayıcılık sürekli akan bir
nehir gibi kesintisiz olmasaydı ve eğer Allah, başlangıçta onların yaratılış
hamuruna ruhundan bir soluk üfleyerek kendilerini bu nimete yetenekli, bu
bağışa kucak açan bir oluşumla donatmamış olsaydı bu insanlar kim ve neci
olabilirdi ki? Tekrarlayalım:
"(Bu peygamber) sizi kötülüklerden
arındırıyor."
Eğer Allah'ın rahmeti olmasaydı, bu
insanların bir teki bile kötülüklerden arınamaz, temizlenemez ve
yücelemezdi. Fakat yüce Allah'ın gönderdiği peygamber bu insanları
temizliyor. Bu peygamber onların ruhlarını Allah'a ortak koşma (müşriklik)
lekesinden, cahiliye pisliğinden, insan ruhunu baskısı altında ezen, onu
çürüten sakat düşüncelerin kirinden arındırıyor. Bu peygamber, insanları
aşırı arzuların, doyumsuz ihtirasların ve içgüdülerin iğrençliklerinden
kurtarıyor da bu sayede ruhları yaratılış mayalarını oluşturan çamura geri
dönmüyor. Dünyanın neresinde ve tarihin hangi döneminde yaşarlarsa
yaşasınlar, İslâm tarafından ruhları arındırılmamış olan insanlar, tümü ile
doyumsuz ihtirasların ve içgüdülerin, kokuşmuş, insanın insanlığı ile alay
eden ve doğuştan aşağılığa mahkûm olan hayvanlardan daha aşağı bir durumda
oldukları halde leş bataklığına doğru yuvarlanırlar. Hayvan bile imansız
insanın yuvarlandığı bu kokuşmuş bataklıktan daha temiz bir düzeydedir.
Öteyandan bu peygamber, insanların
oluşturduğu toplumu faizden, haramdan, hileli kazançtan, soygunculuktan ve
yağmacılıktan arındırıyor. Bu saydıklarımızın hepsi ruhları ve duyguları
kirleten, toplumu ve sosyal hayatı lekelendiren birer pisliktir. Bu
peygamber insanların hayatını zulümden, haksızlıktan arındırarak insanlar
arasında pırıl pırıl ve berrak adaleti yayıyor. O adalet ki, insanlık ondan,
İslâm egemenliği ve himayesi altında, İslâmî bir toplum düzeni içinde
yararlandığı kadar hiçbir düzende ve ortamda yararlanmış değildir. Yine bu
peygamber insanları çevrelerindeki her yörede ve İslâm ruhu, temiz-pak İslâm
düzeni ile arınmamış her toplumda egemen olan cahiliyenin yüzünü karartan
diğer bütün pisliklerden ve iğrençliklerden temizliyor. Tekrarlayalım:
"(Bu peygamber) size daha önce bilmediğiniz
birçok şeyi öğretti"
Bu realite, müslüman cemaatin hayatında
fiilen gerçekleşmiş bir olgudur. İslâm, bu cemaatı, sadece çölde geçen
kabile hayatına elverişli ya da çölün uzak köşelerinde dünyadan kopuk olarak
varlığını sürdüren küçük yerleşim merkezlerine yaraşan, dağınık bilgi
kırıntılarından başka hiçbir şeyin bilinmediği bir ortamda devşirerek, onu,
bütün insanlığı hikmetle, beceri ile, basiretle ve bilgi ile yöneten bir
düzeye çıkarmıştı. Bu Kur'an, -Peygamberimizin ondan kaynaklanan
direktifleri ile birlikte- bu eğitim ve yönlendirme sürecinin ana maddesini
oluşturmuştu. İçinde Kur'an-ı Kerim ile birlikte peygamberimizin yine bu
Kur'an'dan kaynaklanan direktiflerinin okunup anlatıldığı Peygamber mescidi,
bütün insanlığı maharetli ve başarılı biçimde yöneltmiş olan ilk müslüman
kuşağı eğitip mezun eden büyük bir üniversite idi. O yönetim ki, insanlık
bunun bir benzerini uzun tarihinin ne geçmiş ve ne de daha sonraki hiçbir
döneminde görmüş değildi.
Sözünü ettiğimiz kuşağı ve o yönetici
kadroyu yetiştirip mezun etmiş olan bu sistem, her zaman için böyle kuşaklar
ve yönetim kadroları yetiştirip mezun etmeye sürekli olarak hazırdır. Yalnız
bunun için, müslüman ümmetin bu kaynağa dönmesi, Kur'an'a gerçek anlamı ile
inanması, onu kulağa hoş gelen müzikal kelime yığını olarak değil de
uygulanacak bir hayat düzeni olarak algılaması şarttır.
Bu ayetlerin sonunda, müslümanları
kendisine şükretmeye çağıran ve nankör olmaktan sakındıran yüce Allah onlara
başka bir bağış sunuyor. Bu bağış, eğer onlar kendisini hatırlarsa O'nun da
onları hatırlayacağı garantisidir. Tekrarlıyoruz:
"O halde beni hatırlayın ki, ben de sizi
hatırlayayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin."
Aman Allah'ım, müşfik ve yüce Rabbimizin
sunduğu ne büyük bir bağış bu! Düşünelim ki, yüce Allah bu kulları
hatırlamasını, onların küçücük dünyalarında kendisini anmasına denk sayıyor.
Kullar, Rabblerini anarken O'nu bu küçük yeryüzünde anıyorlar. Onların
kendileri ise üzerinde yaşadıkları bu küçük yeryüzünden çok daha küçücük!
Oysa Allah onları anarken şu kocaman evrende anıyor. Üstelik O, yüce ve
büyük olan Allah'tır. Ne büyük bir bağış, ne büyük bir lütuf, ne engin bir
cömertlik ve özveri!
"Beni hatırlayın ki, bende sizi
hatırlayayım."
Bu öyle büyük bir bağış ki, onu sadece yüce
Allah sunabilir. O Allah ki, O'nun hazinelerinin ne bekçisi ve ne de
bağışlarının muhasebecisi vardır. Bu bağış, sebepsiz ve gerekçesiz olarak
sırf kendi zâtından kaynaklanıyor. Bu bağışın tek sebebi, biricik gerekçesi,
O'nun bu şekilde bağışlayıcı ve bol bol ihsan sahibi olmasıdır.
Nitekim Müslim'de geçen Kutsî bir hadise
göre yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Kim beni içinden anarsa, ben de onu
içimden anarım. Kim beni bir topluluk içinde zikrederse, ben de onu ondan
daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim."'
Yine Müslim'de yeralan bir başka Kutsî
hadise göre de Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
"Yüce Allah diyor ki: `Ey Ademoğlu, eğer
sen beni içinden anarsan, ben de seni içimden anarım. Eğer sen beni bir
topluluk içinde anarsan ben de seni bir melek topluluğu -ya da ondan daha
hayırlı bir topluluk- içinde anarım.
Eğer sen hana bir karış yaklaşırsan ben de
sana bir dirsek boyu yaklaşırım. Eğer sen bana bir dirsek boyu yaklaşırsan
ben de sana bir arşın yaklaşırım. Eğer sen bana yürüyerek gelirsen ben sana
koşarak gelirim."
Bu bağış, hiçbir sözün anlatamayacağı ve
kalbin secdeye varmasından başka hiçbir şekilde şükrünün ifade edilemeyeceği
bir bağıştır.
Öteyandan, Allah'ı zikretmek (anmak) sadece
O'nun adını dile getirmek değildir. Allah'ı zikretmek; dilin zikri ile
birlikte kalbin ya da tüm bedenin reaksiyona girmesidir. Allah'ı zikretmek;
O'nun varlığının bilincine varmak ve bu bilincin etkisi ile asgarî derecede
O'na ortak koşmaksızın kulluk etmek, azami derecede ise O'nu görmektir. Yüce
Allah'ın vuslat bağışladığı, buluşma hazzı tattırdığı kimse için bunun
dışında kalan her şey anlamsızdır ve boştur. Okuyoruz:
"Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin."
Yüce Allah'a şükretmenin bir çok dereceleri
vardır. Bu eylem, Allah'ın bağışlarını itiraf ve O'na karşı gelmekten
utanmakla başlar ve insanın varlığını sırf O'na şükretmeye adaması, bedenin
her hareketinde, dilin her dönüşünde, kalbin her çarpışında ve duyguların
her titreşiminde O'na şükretmenin amaç edinilmesi ile son noktasına varılır,
doruğuna ulaşılır.
Bu ayette dile gelen nankörlük yasağı, bir
yandan zikir ve şükür alanındaki umursamazlığın götüreceği kötü sonuca
dikkat çekerken diğer yandan sözü edilen bataklığa götürücü yolun ısrarla
izlenmesi halinde -Allah korusun- ulaşılabilecek en uç nokta (yani
bildiğimiz kâfirlik sınırı) hakkında müslümanları uyarmaktadır.
Bu uyarılar ve direktifler ile kıble konusu
arasındaki ilişki açıktır. Çünkü kıble, karşısında yüce Allah'a ibadet
etmek. O'na bağlılığın farklılığını ve kendine özgülüğünü kanıtlamak amacı
ile kalplerin buluştuğu bir yeryüzü noktasıdır.
Bu uyarıcılar ve direktifler ile yahudî
komplolarına kapılmama ve tuzaklarına düşmeme telkinleri arasındaki ilişki
de son derece açıktır. Çünkü daha önce vurgulandığı gibi onların bütün
yıkıcı çabalarının nihaî amacı, müminleri tekrar kâfirliğe döndürmek, onları
yüce Allah'ın karşılıksız bağışı olan bu nimetten, yani yüce Allah'ın
herhangi bir ferde ya da topluma sunduğu nimetlerin en büyüğünü oluşturan
iman nimetinden yoksun bırakmaktır.
Bu nimet özellikle Araplar için daha
hayatidir. Çünkü Arapları yepyeni bir varoluşa kavuşturan, onların tarihte
rol oynamalarını sağlayan, isimleri ile tüm insanlığa yönelik liderlik
fonksiyonunu yanyana getiren biricik faktör bu iman nimetidir. Eğer İslâm
olmasaydı Araplar bir hiçti, hiç olmaya devam edeceklerdi ve her zaman hiç
kalacaklar, hiçbir zaman varlık kazanamayacaklardı. Çünkü, İslâm kaynaklı
düşünceden başka dünya üzerinde rol oynamalarını sağlayacak bir düşünce
birikimleri yoktu. Oysa sosyal hayatı yönlendirip geliştirecek bir düşünce
birikimi olmayan bir millete insanlığın boyun eğmesi düşünülemez. İslâm
düşüncesi ise eksiksiz bir yaşama programıdır, yoksa müslümanlarca okunan bu
büyük ve saygın kelimeleri onaylayıcı hiçbir yapıcı davranış ve pratik
başarı birikimi olmayan sadece dillerde gevelenen bir kelime yığını
değildir.
Müslüman ümmetin, yüce Allah'ın kendisini
hatırlaması, onu unutmaması için bu gerçeği hatırında tutması, aklından hiç
çıkarmaması gerekir. Yüce Allah kimi unutursa, o belirsizlik sislerinin
tutsağıdır, hiçtir, adı ne yeryüzünde ve ne de yüce ruhlar aleminde anılır.
Kim Allah'ı anarsa Allah da kendisini anar, şu uçsuz-bucaksız evrende onun
varlığını ve adını yüceltir.
Müslümanlar, bir zamanlar, Allah'ı
andıkları, O'nu zikrettikleri için Allah da onları andı, adlarını yüceltti,
kendilerine başarılı bir insanlık önderliği nasip etti. Sonra onlar Allah'ı
unutunca Allah da onları unuttu. Bunun üzerine başıboş bir hiç, herkes
tarafından hor görülen sünepe bir kuyruk oldular.
Oysa kurtuluş yolu her zaman açık ve gidişe
elverişlidir. Çünkü yüce Allah onlara şu çağrıyı yöneltiyor:
"Beni hatırlayın ki, ben de sizi
hatırlayayım."
Kıblenin belirlenişinden ve böylece
müslüman ümmete, başkalarınkinden ayrı olan bir düşünce sistemi ile uyumlu,
kendine özgü, bağımsız bir kişilik kazandırıldıktan hemen sonra bu bağımsız
kişilikli, özgün yapılı ve tüm insanlığa örnek oluşturan bu orta yol
takipçisi ümmete yöneltilen ilk direktif, sabrederek ve namaz kılarak bu son
derece önemli rolünün yükümlülüklerine katlanmasıdır; bu önemli rolünün
gerektirdiği fedakârlıklarda bulunmaya hazır olmasıdır. Bu fedakârlıklar
şehit verme; can, mal ve ürün kayıplarına uğrama; korku ve açlık musibetleri
ile karşılaşma gibi çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilirler. Bu direktifin
devamı olarak bu ümmetten yüce Allah'ın nizamını vicdanlara yerleştirmek ve
yeryüzünde insanlar arasında egemen kılmak amacı ile girişeceği cihadın
ürkütücü zorluklarına dayanması, kalplerini yüce Allah'a bağlaması,
varlığını tümü ile O'na adaması ve her işin akıbetini O'na havale etmesi
istenmektedir. Bütün bu fedakârlıklar yüce Allah'ın rızası, rahmeti ve
hidayeti karşılığında yapılacaktır. Bu da bu karşılığın değerini
kavrayabilecek yetenekte olan mümin kalp için başlı başına çok büyük bir
mükâfattır.
153- Ey müminler, sabırla
ve namazla Allah'tan yardım isteyin. Hiç şüphesiz Allah, sabredenler ile
beraberdir.
SABIR VE NAMAZ
Sabır, Kur'an-ı Kerim'de sık sık
tekrarlanır. Çünkü yüce Allah çeşitli içgüdüler ve ket vurucu psikolojik
faktörler arasında doğru yolda yürüyebilmenin ve binbir türlü çatışmalar ve
engeller arasında yeryüzünde insanları Allah'a çağırma görevini yürütmenin
ne kadar büyük bir gayret gerektirdiğini herkesten iyi bilir. Bu gayret
insandan, sinir sağlamlığı, olağanüstü bir soğukkanlılık, güç kaynaklarının
sürekli seferberliği, sızma ve kaçış noktaları karşısında kesintisiz bir
uyanıklık ister. Bütün bunlar karşısında mutlaka sabırlı olmak gerekiyor.
İbadetlere devam etmek için sabır... Günahlardan uzak durmak için sabır...
Allah'a ulaştıran yolu kesmek isteyenlere karşı girişilecek cihadı devam
ettirmek için sabır... Türlü türlü düşman tuzaklarına, komplolarına karşı
sabır... Zaferin ve başarının gecikmesi Karşısında sabır... Aşılması gereken
mesafenin uzunluğuna sabır... Bâtılın yayılıp güçlenmesi karşısında sabır.
Dostun, destekçinin azlığına sabır... Gidilecek yolun uzun ve dikenli
oluşuna sabır... Vicdanların kaypaklığına sabır... Kalplerin şaşkınlığına,
sapmalarına karşı sabır... İnatçılığın baskısına sabır... Dönekliğin,
kalleşliğin acılığına karşı sabır...
Eğer hedefe ulaşma süresi uzar ve
sıkıntıların baskısı yoğunlaşırsa, ortada azık ve yardımcı güç bulunmadığı
takdirde sabır, zayıflar veya tükenebilir. Bundan dolayı, yüce Allah burada
namaz ile sabrı yanyana getiriyor. Çünkü namaz, kurumaz bir kaynak ve bitmez
bir azıktır. O, güç kaynaklarını yenileyen ve kalbe enerji yükleyen bir
azıktır. Onun sayesinde sabır ipi uzar ve kopmaz bir sağlamlık kazanır.
Sonra da sabra hoşnutluk, şevk, gönül huzuru, güven duygusu ve azim ekler.
Ölümlü, zayıf ve gücü sınırlı olan insanın
en büyük güç kaynağı ile, yani yüce Allah ile ilişki kurması, karşılaştığı
zorluklar sınırlı gücünün kapasitesini aşınca O'ndan yardım istemesi mutlaka
gereklidir. Ne zaman? Gizli açık bütün şer güçler ile karşı karşıya
kalınca.. İçgüdü ve ihtirasların engellemesi ile arzuların kışkırtması
arasında doğru yolda ilerlemenin üzerine bindirdiği sıkıntı ağır bir baskıya
dönüşünce... Amansız azgınlıklara ve fesad girişimlerine karşı verdiği
mücadelenin baskısı altında ezilmeye yüz tuttukça... Sınırlı ömrüne göre
aşacağı yolun ve ulaşacağı hedefin uzakta olduğunu anladıktan sonra akşam
vaktinin eşiğinde olmasına rağmen henüz hiçbir yere varamadığını, ömür
güneşinin batmaya yüz tutmasına rağmen henüz beklediği şeylerden hiçbirini
elde edemediğini tespit edince... Kötülüğün yayılıp güçlendiğini, buna
karşılık iyiliğin gitgide zayıfladığını, ufukta hiçbir aydınlık kırıntısı ve
yolda hiçbir işaret olmadığını görünce...
İşte böylesine zor durumlarda namazın
değeri ortaya çıkar. Namaz; ölümlü insan ile sürekli ve kalıcı güç olan yüce
Allah arasındaki doğrudan ilişkidir... Namaz; tek başına kalmış, garip bir
damlacığın hiç kurumayan gür bir su kaynağı ile belirlenmiş bir buluşma
vaktidir... Namaz; küçük yeryüzü realitesinin sınırlarını aşarak büyük
evrensel realitenin uçsuz-bucaksız alanına yükselmektir... Namaz; yakıcı çöl
sıcağında serin bir meltem, bir ilkbahar yağmuru taneciği, bir ağaç
gölgesidir... Namaz; yorgun ve kırık kalplere yönelik şefkatli bir el
okşayışıdır... Böyle olduğu içindir ki, Peygamberimiz sıkıntılı anlarında
müezzini Hz. Bilâl'e; "Ey Bilâl, bize onun (namaz) aracılığı ile nefes
aldır." buyururdu. Nitekim Peygamberimiz zor bir işle karşılaşınca yüce
Allah'la daha çok buluşabilmek için her zamankinden daha çok namaz kılardı.
İslâm, bir ibadet sistemidir. İbadetlerde
pek çok sırlar saklıdır. İbadetin sırlarından biri; onun yolazığı, ruhun
enerji kaynağı ve kalbin cilâsı oluşudur. Ne zaman ağır bir yükümlülük ile
karşı karşıya gelsek namaz, bu yükümlülüğü tatlılıkla, neşe ile ve
kolaylıkla karşılamamızı sağlayan bir kalp anahtarıdır. Nitekim yüce Allah
Peygamberimizi (salât ve selâm üzerine olsun) bildiğimiz sıkıntılı ve ağır
görevine seçince kendisine şöyle buyurmuştu:
"Ey örtüsüne bürünen Muhammed! Gece
yarısında, istersen bundan biraz sonra, istersen biraz önce bir süre için
kalk ve ağır ağır Kur'an oku. Gerçekten biz sana taşıması zor, ağır bir söz
vahyedeceğiz."( Müzemmil Suresi, 1-4)
Görüldüğü gibi Peygamberimizin bu ağır
söze, zor yükümlülüğe ve son derece önemli rolünü üstlenmeye hazırlanması,
gece yarısı kalkıp ağır ve ahenkli biçimde Kur'an okumakla gerçekleşmişti.
Namaz; kalbi genişleten, Allah ile aradaki ilişkiyi güçlendiren, insanın
önündeki işi kolaylaştıran, yoluna ışık saçan, gönüllere sabır, teselli,
huzur ve güven bağışlayan bir ibadettir.
İşte bundan dolayı, burada yüce Allah büyük
sıkıntıların eşiğinde olan müslümanları sabırlı olmaya ve namaz kılmaya
yöneltiyor.
Bu yönlendirmenin hemen arkasından da onun
sonucu geliyor:
"Hiç şüphesiz, Allah sabredenler ile
beraberdir."
"Allah sabredenler ile beraberdir; onları
destekler, kendilerine direnme gücü verir, güçlerini arttırır, onlara yoldaş
olur, koyuldukları yolda kendilerini yalnız bırakmaz, onları sınırlı
enerjileri ve yetersiz güçleri ile başbaşa bırakmaz'. Aksine, azıkları
bitince kendilerine takviye azık gönderir, yolları uzayınca azimlerini
yeniler. Yüce Allah, bu ayetin başında onlara; "Ey müminler!" şeklindeki
sevimli hitapla seslenmekte ve bu sevimli hitabı, "Hiç şüphesiz Allah,
sabredenler ile birliktedir." biçimindeki hoş ve yüreklendirici bir müjde
ile sona erdirmektedir.
Sabırla ilgili çok sayıda hadis vardır. Biz
burada müslüman cemaati ağır sorumluluğunu yüklenmeye ve rolünü üstlenmeye
hazırlama amacı güden Kur'an ayetleriyle yakın bir paralellik gösteren
birkaç tanesini hatırlatmak istiyoruz:
Ebu Abdullah Habbab b. Eret (Allah ondan
razı olsun) diyor ki: "Peygamberimiz bir gün cübbesini yastık yapıp başının
altına koymuş olarak Kâbe'nin gölgesinde uzanmışken, bizler durumumuzdan
şikayet ederek kendisine `Bizim için zafer dilesene, bizim için dua etsene'
dedik. O da bize dönerek;
`Sizden önceki ümmetlerden adamın biri
yakalanır, yerde kazılan kuyuya konur; daha sonra bir testere getirilerek
başına yerleştirilir ve başı biçilerek ikiye ayrılır; etlerinin,
kemiklerinin derinliklerine işleyecek şekilde vücudu demir taraklarla
taranır; fakat bütün bu eziyetler adamı dininden vazgeçirmeye yetmezdi. `
Vallahi, yüce Allah bu hareketi (İslâm'ı)
öylesine hedefine ulaştıracaktır ki, San'a'dan yola çıkan bir atlı,
Allah'tan ve sürüsüne kurt düşmesinden başka hiçbir şeyden korkmaksızın
Hadramut'a ulaşabilecektir. Fakat sizler acele ediyorsunuz: dedi." (Buhari,
Ebu Davud, Nesei)
Bu arada Abdullah b. Mesud (Allah ondan
razı olsun) diyor ki: "Şu anda Peygamberimizi, daha önceki bir peygamberin
(salât üzerlerine olsun) başına gelenleri anlatırken görür gibiyim. Kavmi
onu dövdü, yüzünü kanattılar. O ise yüzünden akan kanı silerken; `Allah'ım,
kavmimi affeyle. Çünkü onlar bilmiyorlar.' diyordu." (Buhari, Müslim)
Öteyandan Yahya b. Vessab'ın yaşlı bir
sahabiye dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Halkın arasına girip onların verecekleri
sıkıntılara katlanan müslüman, halktan uzak kalarak onlardan kaynaklanan
sıkıntılara katlanmaya yanaşmayan müslümandan daha hayırlıdır." (Tirmizi)
Medine'de oluşan İslâm cemaatinin, ilâhi
düzeni yeryüzüne egemen kılmak, yüce Allah'ın takdirinde payına düşen rolü
gerçekleştirmek ve İslâm sancağını devralarak onu uzun ve meşakkatli yolları
boyunca yükseklerde dalgalandırmak amacı ile zorluklarla dolu bir cihad
sürecinin eşiğinde bulunduğu şu aşamada, işte bu anda Kur'an-ı Kerim, bu
ümmeti manevi yönden mücadeleye hazırlamaya, bu cihad süreci sırasında
meydana gelmesi kaçınılmaz olan iniş-çıkışlar, kayıplar ve acılar konusunda
doğru düşünmesini sağlamaya, bu uzun mücadele süreci boyunca değer
yargılarını isabetli biçimde ölçmesine yarayacak kriterleri eline vermeye
girişiyor.
154- Allah yolunda
öldürülenlere sakın "ölüler" demeyin. Tersine onlar diridirler, ama siz
farkında değilsiniz.
ŞEHİD ve ŞEHADET
Bu hakk-batıl savaşında şehid düşecek erler
olacaktır. Allah yolunun şehitleri... Aziz ve sevgili ölüler... Onurlu ve
tertemiz ölüler... Gerçekten Allah yolunda cihada çıkanlar; bu savaşta
canlarını feda edenler en onurlu kalplilerin, en arı ruhluların ve temiz
vicdanlıların oluşturduğu bir kafiledir. Allah yolunda öldürülen bu seçkin
öncüler aslında ölü değildirler, diridirler. Bu yüzden onlardan "ölüler"
diye söz etmek doğru değildir. Onları ne somut olarak ve ne de duygusal
plânda ölü saymak yerinde değildir. Dudaklarımızdan ve dilimizden rastgele
dökülen basmakalıp bir kelime ile onlara "ölü" demek caiz değildir. Onlar
bizzat yüce Allah'ın şahitliği ile "canlı"dırlar. O halde mutlaka
yaşıyorlardır.
Onlar zahirde, gözün gördüğüne göre
öldürüldüler. Fakat ölümün ve hayatın mahiyetlerini bu yüzeysel ve zahiri
bakış belirleyemez. Hayatta olmanın, diriliğin başta gelen belirtisi
etkinlik, büyüme-gelişme ve sürekliliktir. Ölümün başta gelen belirtisi ise
pasiflik, durgunluk-donukluk ve kesintidir. Allah yolunda öldürülenlerin,
uğrunda öldürüldükleri hakk davayı destekleme konusundaki etkinlikleri
belirgin bir etkinliktir. Uğrunda can verdikleri düşünce onların kanları ile
sulanarak süreklilik kazanır. Bu fedakâr insanlar ölümü seçmekle
kendilerinden sonra gelecek olanları güçlü ve devamlı bir etki altında
bırakırlar. Buna göre şehitler; hayatı değiştirme ve yönlendirme konusunda
aktif, sürükleyici ve etkin birer unsur olmakta devam ederler ki, hayatta
olmanın başta gelen niteliği budur. Bu açıdan onlar her şeyden önce
insanların dünyasında geçerli olan bu objektif bakış açısı yönünden
yaşıyorlar, diridirler.
Sonra onlar Rabbleri katında da diridirler.
Bu dirilik ya anlattığımız itibarladır, veya ne olduğunu bilmediğimiz başka
bir itibarladır. Yüce Allah'ın "Onlar diridirler, fakat siz farkında
değilsiniz" buyruğu ile onların yaşamakta olduklarını bildirmesi, bu konuda
bizim için yeterlidir. Çünkü sözkonusu hayatın mahiyeti, sınırlı ve yetersiz
insan idrakinin ötesinde ve üzerindedir. Fakat onların diri oldukları
kesindir.
Onlar yaşıyorlar!.. Diri oldukları için
öbür ölüler gibi yıkanmazlar. Şehit düşerken giydikleri elbiseler aynı
zamanda kefenleri olur. Çünkü yıkamak, ölmüş cesedi temizlemek içindir. Oysa
onlar yaşadıklarına göre temizdirler, ölüm kiri üzerlerine bulaşmamıştır.
Dünyadaki kıyafetleri, aynı zamanda mezardaki elbiseleridir. Çünkü halâ
hayattadırlar.
Onlar yaşıyorlar... Bu yüzden öldürülmeleri
ailelerine, dostlarına ve arkadaşlarına ağır gelmez. Onlar yaşıyorlar!..
Ailelerinin, dostlarının ve arkadaşlarının hayatlarına katılmakta devam
ediyorlar. Yaşıyorlar!.. Bu yüzden arkada bıraktıkları kalplere, ayrılıkları
zor gelmez; bu olayı fazla büyütmezler; bu yüce fedakârlık onlara yılgınlık
aşılamaz.
Sonra onlar diri olmalarının yanında,
Rabbleri katında itibarlı birer konuk olarak ağırlanırlar, orada en üstün ve
en bol mükâfatlar ile ödüllendirilirler. Nitekim Müslim'de yeralan bir
hadise göre, Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Şehidlerin ruhları, yeşil bir
kuş halinde, Cennet'te diledikleri gibi gezerler. Sonra, Arşın altına
asılmış olan kendilerine yaklaşırlar. Rabbleri onlara muttali oldu ve
buyurdu: `Ne istiyorsunuz?' Onlar derler ki: `Ey Rabbimiz, ne arayalım? Sen
bize hiçbir kuluna nasib olmayan şeyler bahşettin: Sonra yüce Allah onlara
yine aynı soruyu tekrarlar. İsteksiz bırakılmayacaklarını görünce derler ki:
`ey Rabbimiz, bizi tekrar dünyaya döndürüp, ölünceye kadar senin yolunda
cihad ettirmeni istiyoruz: Rabbleri de: `Ben onların bir daha dünyaya
döndürülmeyeceklerini yazdım: buyurur."
Öteyandan sahabilerden Hz. Enesin (Allah
ondan razı olsun) bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
"Hiç kimse Cennet'e girdikten sonra,
yeryüzünde bulunan herşey kendisine verilse bile, tekrar dünyaya dönmek
istemez. Yalnız şehid hariç. O şehitliğin ne kadar üstün dereceli olduğunu
gördüğü için dünyaya dönerek arka arkaya on kez vurulup şehid olmak ister."
·(Buhari, Müslim, İmam-ı Malik)
HER SAVAŞTA ÖLEN, ŞEHİD
MİDİR?
Fakat bu yaşayan şehidler acaba. kimlerdir?
Onlar "Allah yolunda" öldürülen kimselerdir. Sadece Allah yolunda! Allah'tan
başka hiçbir hedefe, hiçbir gayeye hiçbir cazibeye içinde yer vermeksizin...
Sırf yüce Allah'ın indirdiği bu gerçek uğruna. Sırf yüce Allah'ın
yasallaştırdığı bu sosyal düzen uğruna... Sırf O'nun seçtiği bu din
uğruna.... Sadece bu yolda öldürülenler... Başka herhangi bir yolda, başka
herhangi bir yafta altında ya da bu amaca başka bir hedef veya başka bir
yafta ortak ederek öldürülenler değil!.. Gerek Kur'an, gerek hadisler bu
noktayı ısrarla vurgulamaktadır. Ta ki, vicdanlarda en ufak bir şüphe, en
zayıf bir kuşku kırıntısı kalmasın, vicdanlarda sadece Allah kalsın diye.
Nitekim sahabilerden Ebu Musa Eşarî (Allah
ondan razı olsun) şöyle diyor: "Bir defasında Peygamberimize adamın birinin
kahramanlığını kanıtlamak için, ötekinin kabile taassubu uğruna ve bir
başkasının da gösteriş içinde savaştığı, bunların hangisinin Allah yolunda
olduğu soruldu. Peygamberimiz bu soruya karşılık:
`Kim Allah'ın sözü yücelsin diye
savaşıyorsa o Allah yolundadır' buyurdu." (Buhari, Müslim, İmam-ı Malik)
Yine sahabilerden Hz. Ebu Hureyre'nin
(Allah ondan razı olsun) bildirdiğine göre; `Adamın biri bir gün
Peygamberimize: `Ya Resulullah, birisi dünya metaı elde etmek için Allah
yolunda cihad etmek istiyor, hakkında ne buyurursunuz?' diye sordu.
Peygamberimiz, adama `Ona hiç bir sevap yok' diye cevap verdi. Adam aynı
soruyu üç kere tekrarladı. Peygamberimiz de her defasında kendisine `Ona
hiçbir sevap yok' karşılığını verdi.(Ebu Davud)
Öteyandan yine Hz. Ebu Hureyre'nin
bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Allah yolunda cihad etmek amacı ile sefere
çıkan kimse hakkında yüce Allah `Eğer o kulumu, sırf cihad amacı ve bana
olan imanı ile Peygamberlerime inanmış olması sefere çıkarmış ise kendisini
ya Cennet'e koyacağım veya kazanmış olduğu sevap ve ganimetle birlikte
ayrıldığı evine döndüreceğim kesindir' diye güvence veriyor.
Muhammed'in nefsini kudret elinde tutan
Allah adına yemin ederek söylüyorum ki, Allah yolunda savaşırken yaralanan
kimse, Kıyamet günü, Allah'ın huzuruna yaralandığı günkü hali ile, benzi kan
renginde misk gibi koku salarak gelir.
Muhammed'in nefsini kudret elinde tutan
Allah adına yemin ederek söylüyorum ki, müslümanları sıkıntıya sokacağımı
bilmesem Allah yolunda savaşmaya giden bir tek seriyeden bile geri
kalmazdım. Fakat benim müslümanları techizatlandıracak imkânım olmadığı gibi
onlar da kendi imkânları ile techizatlanarak benim peşimden gelemiyorlar, o
zaman da bana katılmamak ağırlarına gidiyor. Muhammed'in nefsini kudret
elinde tutan Allah adına yemin ederek söylüyorum ki, Allah yolunda savaşıp
öldükten sonra dirilerek bir daha savaşıp ölmeyi ve yeniden dirildikten
sonra bir kere daha savaşıp ölmeyi isterdim" (Buhari, Müslim, İmam-ı Malik)
İşte şehidler bunlardır! Yani sırf Allah
yolunda cihad amacı ile sefere çıkanlar... Allah yolunda savaşmaktan, O'na
karşı besledikleri imandan ve O'nun peygamberlerini onaylamaktan başka
hiçbir niyetin sefere çıkarmadığı kimseler... İşte bu yüzden Peygamberimiz
(salât ve selâm üzerine olsun) İran asıllı bir gencin, iranlılığı anılsın
diye savaşmasını, cihad meydanında ırkı ile öğünmesini kınamıştır.
Abdurrahman b. Ebu Ukbe'nin anlattığına
göre, İran asıllı bir azadlı olan babası şöyle diyor; `Peygamberimiz ile
birlikte Uhud savaşına katıldım. Müşriklerden birini öldürdüm. Arkasından
`Alın şunu, ben İranlı falanım' diye nara attım. Bunun üzerine Peygamberimiz
bana dönerek;
`Ben falanca Ensar'lı gencim deseydin ya!
Çünkü bir kavmin yeğeni de onlardandır, bir kavmin kölesi de onlardandır:
buyurdu." (Ebu Davud)
Görüldüğü gibi Peygamberimiz (salât ve
selâm üzerine ölsün) muhacirlere yardımcı olmaktan başka bir sıfatla
övünmekten (bilindiği gibi Ensar aslında bu anlama gelir) ve bu dini
desteklemekten başka bir yafta, bir slogan altında savaşmaktan hoşlanmıyor.
İşte cihad budur. Yalnız bu uğurda savaşan şehid olur ve yalnız bu şehidler
ölmez, yaşamaya devam ederler.
BELALARLA İMTİHAN
Ayetlerin devamında, müslümanlara başlarına
gelecek olayları nasıl karşılayacakları, olayların mahiyetini doğru olarak
nasıl değerlendirecekleri hakkında taktik veriliyor:
155- Muhakkak ki, sizi
biraz korku, biraz açlık, biraz mal, cari ve ürün eksiltmesi ile deneriz.
Sabredenleri müjdele.
156- Ki onların başlarına
bir musibet geldiğinde; "Biz Allah için varız ve yine O'na döneceğiz"
derler.
Vicdanların mutlaka musibetler yolu ile
eğitimleri, hakk mücadelesi uğrundaki kararlılık derecesinin ise korkularla,
ağır belâlarla, açlıkla, mal, can ve ürün kayıplarıyla denenmeli, sınavdan
geçirilmelidir. Mü'minin, inancının yükümlülüklerini yerine getirebilmesi
için bu musibetler kaçınılmazdır. Çünkü müminler inançları uğrunda ne kadar
yükümlülüklere katlanırlarsa, inançlarının vicdanlarında kazanacağı değer o
oranda yükselir. Bağlılarının, uğrunda yükümlülüklere katlanmadıkları ucuz
ve düşük maliyetli inançlar daha ilk darbe ile karşılaşılır - karşılaşılmaz
kolayca feda edilebilir.
Demek oluyor ki, bu durumlarda katlanılan
yükümlülükler, herhangi bir inanca, bağlılarının vicdanında değer
kazandıran, psikolojik bir bedeldir. Sözkonusu inancın başkalarının
vicdanında değer kazanabilmesi için bağlılarının bu psikolojik bedeli
ödemeleri gerekir. Yeni kazanılacak kişiler ancak bu fedakârlığın sonucunda
ortaya çıkar. Müminler inançları uğrunda ne derece acılara katlanırlarsa, ne
oranda fedakârlıklara girişirlerse inançlarının vicdanlarındaki değeri daha
da artar, ona daha sıkı biçimde bağlanırlar.
Bu böyle olduğu gibi, sözkonusu inancın
değerini yabancıların kavrayabilmeleri için bağlılarının onun uğrunda
musibetler ile karşılaştıklarını ve karşılaştıkları musibetlere
sabretmelerini görmeleri gerekir. O zaman bu inanca yabancı olanlar
içlerinden şöyle diyecekler; "Eğer bu inanç sistemi, bu adamların onun
uğrunda çektikleri musibetlerden daha hayırlı ve büyük olmasaydı, bu adamlar
onun uğrunda belâlara katlanmazlar, bu sıkıntılara sabretmezlerdi." O zaman
da bu inancın düşmanları onun mahiyetini araştırmaya, ona değer vermeye ve
ona sempati ile yaklaşmaya yönelirler. Bütün bunların sonucu olarak yüce
Allah'ın desteği ve "fetih dönemi gelerek, insanlar akın akın O'nun dinine
girerler.
Ayrıca sözünü ettiğimiz musibetler, bu
inancın bağlılarının bel kemiklerinin sağlamlaşması ve dinamiklik
derecelerinin artması için de gereklidir. Sebebine gelince, sıkıntılar;
müminin potansiyel güçlerini, saklı enerjilerini harekete geçirir, onun
kalbinde ancak musibetlerin darbeleri altında keşfedebileceği gizli çıkış ve
nüfuz kanalları açar, vicdanında ancak gözlerdeki perdeyi kaldıran,
kalplerin pasını silen sıkıntı ortamı içinde yeşerebilecek doğru değer
yargılarının, ince ölçülerin ve isabetli düşüncelerin gelişip serpilmesini
sağlar.
Bunların hepsinden daha önemlisi, yahut da
bunların tümünün temel dayanağı, bütün dayanakların sarsıldığı, türlü türlü
saplantıların kayboluverdiği ve diğer bütün dayanaklarını yitirmiş olan
kalbin sırf Allah ile başbaşa kaldığı kritik anda sırf O'na sığınmasıdır.
Sadece o anda gözlerdeki perdeler düşerek basiret açılabilir ve bakışların
önündeki ufuk açık-seçik hale gelebilir. O anda mümin için yüce Allah'tan
başka hiçbir şey, O'nun yüzünden başka hiçbir güç, O'nun iradesi dışında
hiçbir irade ve O'ndan başka sığınılacak hiçbir merci yoktur. İşte o zaman
müminin ruhu, doğru düşüncenin dayanağı olan tek gerçekle, biricik realite
ile bütünleşmiş olur.
Nitekim yukardaki ayetlerin şu cümleleri,
müminin vicdanı ufuktaki bu doruk noktasına yükseltiyor:
"Sabredenleri müjdele. Ki, onların
başlarına bir musibet geldiğinde; `Biz Allah için varız ve sonunda O'na
döneceğiz' derler."
Biz yalnız Allah için varız. Hepimiz,
varolan her şeyimizle, bütün varlığımızla, dönüşümüz, nihaî başvurumuz
sadece O'nadır. Teslimiyet... Mutlak teslimiyet... Biricik realite ile ve
doğru düşünce ile yüzyüze gelmekten, bütünleşmeden kaynaklanan nihaî
sığınmanın teslimiyeti!..
İşte sabredenler bunlardır. Şanlı
Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) yüce nimet bağışlayıcısına
aracı olarak kendilerine müjde sunduğu bahtiyarlar. Ve işte yüce nimet
bağışlayıcısının, kendi katındaki konumlarını, onurlu sabırlarının
mükâfatını açıkladığı seçkinler bunlardır:
158- Hiç şüphesiz Safa ile
Merve, Allah'a ibadet sembollerindendir. Buna göre, kim Hacc veya Umre amacı
ile Kâbe'yi ziyaret ederse, bu iki tepeyi tavaf etmesinde hiçbir sakınca
yoktur. Kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, bilsin ki, Allah karşılığını
verir ve yaptığını bilir.
HACC'DA BAZI SEMBOLLER:
SAFA VE MERVE
Bu ayetin iniş sebebiyle ilgili değişik
birkaç rivayet var. Bu görüşlerden biri, İslâm'ın, Muhacirler ile Ensar'dan
oluşmuş ilk müslüman topluluğunun vicdanlarında geliştirdiği düşüncenin
karakterinde yansıyan psikolojik mantığa diğerlerine göre daha uygun
düşüyor. Bu rivayet şöyle diyor: Bazı müslümanlar, Hacc ve Umre sırasında
Safa ve Merve tepelerini tavaf etmekten çekiniyor, bu hareketi içlerine
sindiremiyorlardı. Çünkü, onlar vaktiyle cahiliye döneminde bu iki tepe
arasında koşu yapıyorlardı. Ayrıca bu iki tepede Esaf ve Naile adlarını
taşıyan iki put dikiliydi. İşte bu yüzden, sözünü ettiğimiz kimi
müslümanlar, cahiliye döneminde yaptıkları gibi Safa ile Merve tepeleri
arasını tavaf etmeyi uygun bulmuyorlardı.
Nitekim Buharî'nin, Muhammed b. Yusuf'a,
O'nun da Süfyan'a dayanarak bildirdiğine göre, Asım b. Süleyman bu konuda
şunları söylüyor; `Sahabilerden Hz. Enes'e Safa ile Merve meselesini sordum,
bana şu cevabı verdi: "Biz Safa ile Merve tepelerini cahiliye dönemi
sembollerinden sayıyorduk. Bu yüzden İslâm gelince, bu tepeleri tavaf
etmekten uzak durduk. Fakat bir süre sonra yüce Allah `Hiç şüphesiz Safa ile
Merve Allah'a ibadet sembollerindendir.' ayetini indirdi."
Öteyandan Şa'bî'nin bildirdiğine göre Esaf
adlı put Safa tepesi ve Naile adlı put da Merve tepesi üzerinde bulunuyordu.
Araplar cahiliye döneminde bu putlara el-yüz sürüyor, onlara selâm
duruyorlardı. Bu yüzden ilk müslümanlar bu iki tepenin arasında tavaf
yapmaktan çekiniyorlar, bu işi içlerine sindiremiyorlardı. Bunun üzerine bu
ayet indi.
Kaynaklarda bu ayetin hangi tarihte
indiğini belirleyen bir bilgiye rastlanmıyor. Fakat en akla yatkın ihtimal;
onun kıble değişimi olayı ile ilgili ayetlerden sonraki bir tarihte inmiş
olmasıdır. Gerçi o yıllarda Mekke, müslümanlar hesabına bir darulharp, bir
düşman bölgesi olmuştu. Fakat böyle de olsa bazı müslümanların tek-tük
olarak Hacc ve Umre yapma imkânı bulmuş olabileceklerini düşünebiliriz. İşte
Safa ile Merve arasında tavaf yapmaktan çekinen müslümanlar bunlardı.
Bu çekingenlik, uzun bir eğitim döneminin
meyvesi, vicdanlarında kökleşen imana dayalı düşüncenin belirgin
yansımasıydı. Bu düşünce berraklığı onları cahiliye dönemindeki bütün
gelenek ve uygulamalarından kaçınmaya, kuşku duymaya sürüklüyordu. Çünkü bu
konuda vicdanları o kadar duyarlılık kazanmıştı ki, cahiliye döneminin
herşeyinden ürküyor, onun İslâm tarafından yasaklanmış olabileceğinden
kuşkulanıyorlardı. Bu duyarlılık birçok olay vesilesi ile açıkça meydana
çıkmıştı.
İslâm çağrısı onların ruhlarını büyük bir
sarsıntıya uğrattı, derinliklerine kök saldı ve orada eksiksiz bir
psikolojik ve duygusal devrim gerçekleştirdi. Öyle ki, cahiliye döneminde
kalan geçmişlerine soğuk ve çekingen gözlerle bakıyor, hayatlarının bu
döneminden kendilerini tamamen kopmuş, onunla hiçbir ilişkileri kalmamış
sayıyorlardı. Artık ne o dönem onlardandı ve ne onların o dönemle
uzaktan-yakından ilişkileri olabilirdi. Artık o dönem dokunmaktan
kaçındıkları bir pislik, bir kirlilik sembolü idi!
Müslümanların bu dönemini dikkatle izleyen
bir araştırmacı, bu şaşırtıcı inanç sisteminin o vicdanlarda meydana
getirdiği etkinin ne kadar güçlü olduğunu mutlaka görecek, onların hayat ile
ilgili görüşlerinin tamamen değiştiğini somut biçimde, algılayacaktır. Öyle
ki, sanki Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bu vicdanları eli ile
tutup kaldırarak son derece kuvvetli biçimde silkelemiş ve bu silkeleme
sonunda üzerlerinde çöreklenen bütün kir ve pasları dışarıya dökmüş ve
hücrelerinin bileşimini yeniden düzenlemişti. Tıpkı elektrik akımının,
etkilediği cismin elementlerini eski yerlerinden oynatarak yeni bir bileşim
düzenine sokması olayı gibi!
İşte İslâm budur. Yani cahiliye ile ilgili
herşeyden tamamen sıyrılmak, cahiliye döneminin bütün düşünce, gelenek ve
uygulamalarından titizlikle çekinmek, cahiliye döneminden vicdanların
tanışık oldukları bütün duygulardan ve davranışlardan sürekli biçimde
kaçınmak, böylece kalbin yeni zihniyete bütün gerekleri ile sımsıkı
sarılmasını sağlamak.
Müslüman cemaatin vicdanlarında bu süreç
tamamlanıp amacına ulaşınca, İslâm sakıncasız gördüğü için yaşatmak istediği
bazı eski gelenekleri diğerlerinden ayrıştırmaya geçti. Fakat bu geleneği
veya kültür unsurunu eski cahiliye kökünden kopardıktan, onu o ortamdan
iyice izale ettikten sonra İslâm kulpuna bağlıyor; böylece bu geleneği, bu
kültür unsurunu bir müslüman uygularken ona, cahiliye döneminde yapılıyordu
diye değil, kökü İslâm'a dayalı yeni bir İslâm geleneği veya kültür unsuru
olarak uyguluyor, benimsiyordu.
Burada radikal eğitim metodunun pratik bir
örneği ile karşı karşıyayız. Çünkü yukarda okuduğumuz ayet, Safa ile
Merve'nin Allah'a ibadet sembolleri arasında yeraldıklarını belirleyerek
söze giriyor.
"Hiç şüphesiz, Safa ile Merve Allah'a
ibadet sembollerindendir."
Buna göre, bu iki tepe arasında tavaf yapan
bir ziyaretçi, yüce Allah'a ibadet etme anlamı taşıyan bir hareket yapmış,
bu iki tepe arasındaki tavaf ile Allah'a yönelmiş oluyor. Bu yeni tavaf ile
cahiliye döneminden miras kalan eski tavaf arasındaki ilişki kesinlikle
kopmuştur. Artık bu işlem, Esaf ve Naile adlı putlara ya da diğer cahiliye
dönemi putlarına değil, yüce Allah'a yöneliktir.
Bu yüzden herhangi bir sakıncası, günahı
yoktur. Davranış; artık o eski davranıştan başka bir davranış, yöneliş; o
yönelişten tamamen farklı bir yöneliştir.
"Buna göre kim Hacc ve Umre amacı ile
Kâbe`yi ziyaret ederse bu iki tepeyi tavaf etmesinde hiçbir sakınca yoktur."
Nitekim İslâm, daha önce Araplar arasında
Hacc hareketlerinin büyük bir çoğunluğunu onayladı, bu hareketlerin sadece
putlara ve asılsız birtakım cahiliye saplantılarına ilişkin olanlarını
reddetti ve onayladığı Hacc hareketlerini de yüce Allah tarafından vaktiyle
Hz. İbrahim'e (selâm üzerine olsun) öğretilmiş ibadet amaçlı davranışlar
oldukları gerçeğinden hareket ederek yeni İslâm düşüncesine bağladı. (Bu
surenin akışı içinde, yeri gelince Hacc farizasından söz ederken bu mesele
ayrıntılı olarak. açıklanacaktır.)
Umre'ye gelince onun hareketleri de
Hacc'ınki gibidir. Yalnız bu ziyarette Arafat'ta vakfeye durma şartı
olmadığı gibi, zaman bakımında Hacc mevsimi ile sınırlı değildir. Safa ile
Merve arasındaki tavaf ise Hacc'ın da Umre'nin de yapılması gerekli
hareketleri (şeairi) arasındadır.
Bu ayet gönüllü olarak mutlak anlamda hayır
işlemeye övgü yönelterek sona eriyor:
"Kim gönüllü olarak bir hayır işlerse,
bilsin ki, Allah karşılığını verir (ona müteşekkirdir) ve yaptığını bilir."
Bu ifade ile bu tavafın hayırlı bir iş
olduğuna işaret edilerek vicdanları rahatsız eden bütün çekingenlikler
gideriliyor; böylece kalpler rahatlatılıyor; yüce Allah'ın bu tavafı hayırlı
bir iş saydığına ve karşılığında mükâfat vereceğine dair gönüllere güvence
aşılanıyor. Son olarak yüce Allah'ın kalplerin içerdiği niyetleri ve
duyguları iyi bildiği vurgulanıyor.
Bu ayetin sonunda yeralan, "Hiç şüphesiz,
Allah ona karşı müteşekkirdir" ifadesi üzerinde bir an durup düşünmemiz
gerekir. İfade aslında, "Allah o iyilikten hoşnut olur ve onu sevapla
ödüllendirir" anlamına gelir. Fakat "müteşekkir olur" deyimi bu somut
anlamın üzerine meltem rüzgârlarının ılık soluğunu, eksiksiz ilâhi
hoşnutluğun serinletici müjdesini üfler. Öyle ki, bu ilâhî hoşnutluk; sanki
kulların Rabbinden gelen bir şükür, bir teşekkürmüş gibi bir sezgiye
varıyoruz. İfade bu olağanüstü tatlılığı ile insana, kulun Rabbine karşı
takınmakla görevli olduğu nezaketi düşündürüyor. Öyle ya, madem ki Allah,
hayır işleyen kuluna "şükrediyor", teşekkür ediyor; kul, Rabbine olan şükür
ve hamd borcunu ödemek için ne yapmalıdır? İşte Kur'an üslubunun bu meltemi;
bütün serinliği, yumuşaklığı ve güzelliği ile elle dokunulabilecek nitelikte
somuttur.
Okuduğumuz ayetlerde Safa ile Merve'nin
tavaf edilmelerinin meşruluğu, sakıncasızlığı açıklandıktan sonra yüce
Allah'ın indirmiş olduğu belgeleri ve hidayeti gizli tutanlara hücum
ediliyor. Bunlar; bu surenin başından beri olumsuz tutumlarından uzun uzun
sözedilmiş olan yahudilerdir. Burada yahudilere tekrar hücum edilirken,
aslında biz müslümanlara şu mesaj gönderiliyor: "Ey müminler, dikkatli olun.
Kıblenin Kabe'ye döndürülmesi ve Hacc ibadetinde bu yerin ziyaret edilmesi
farz kılındığında nasıl sizin zihinlerinizi bulandırıp düşmanlık kampanyası
açmışlarsa, aynı kampanya bu olayla beraber yine gündeme gelecektir."
Okuyalım:
159- İndirdiğimiz
belgeleri, biz onları Kitapta açıkladıktan sonra gizleyenler var ya, onlara
hem Allah hem de bütün lânet edebilenler lânet eder.
160- Yalnız tevbe edenler,
ıslâh olanlar ve gerçeği ortaya koyanlar müstesna; onları ben bağışlarım.
Zira ben tevbeleri kabul ederim ve merhametliyim.
161- Ayetlerimizi inkâr
etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlara gelince Allah'ın, meleklerin ve
insanların ortak lâneti onların üzerinedir.
162- Bunlar (sürekli
lânetlenmiş olarak) orada ebediyen kalırlar. Ne azapları hafifletilir ve ne
de kendilerine mühlet verilir.
Yahudiler ile hıristiyanlar,
Peygamberimizin peygamberliğinin ne kadar gerçek olduğunu ve insanlara
tebliğ ettiği emirlerin ne kadar doğru olduğunu ellerindeki kutsal kitabın
verdiği bilgilere dayanarak kesinlikle biliyorlardı. Fakat böyle olmasına
rağmen yüce Allah'ın kutsal kitaplarında kendilerine açıklamış olduğu
gerçekleri gizli tutuyorlardı. Gerek onlar ve gerekse tarihin herhangi bir
dönemindeki benzerleri, yüce Allah tarafından indirilen gerçeği, çeşitli
sebeplerin dürtüsü ile, gizli tutarlar. İnsanlar böylelerine çeşitli
dönemlerde ve çeşitli yerlerde rastlıyorlar. Bunların ortak tutumu şöyle
özetlenebilir: Bunlar bile bile hakkı, gerçeği söylemezler; gerçeği anlatan
sözleri, belgeleri, kesinliklerinden emin olmalarına rağmen saklı tutarlar;
yüce Allah'ın kitabında yeralan kimi ayetlerden uzak dururlar, onları
günyüzüne çıkarmazlar, tersine onları sessizce geçiştirirler, dikkatlerden
saklarlar. Bunu, sözkonusu ayetlerin içerdiği gerçekleri saptırmak, onu
insanların kulaklarından ve diğer duyu organlarının algısından gizlemek için
yaparlar. Bu tutumlarının ardında mutlaka dünyalarına dönük bir menfaat
yatar. Bu tutumu biz birçok durumlarda ve bu dinin birçok gerçekleriyle
ilgili olarak sık sık görüyoruz. İşte, "Onlara hem Allah ve hem de bütün
lânet edebilenler lânet eder."
Onlar sanki bir lânet çukuruna dönüşmüş
gibidirler. Her yerden üzerine lânet yağan, lânet akan bir çukur
olmuşlardır. Yüce Allah'ın lânetinden sonra, lânet edebilen herkes bu
çukurun üzerine üşüşmüştür sanki. Lânet, sözlük anlamı ile, birini öfke
içinde kovmak, paylayarak yanından uzaklaştırmak demektir. Buna göre bu
kimselere, onları rahmetinden kovma anlamında lânet eder. Aynı zamanda bütün
lânet edebilenler de onları her yerden kovarlar. Böylece onlar hem yüce
Allah tarafından ve hem de O'nun kulları tarafından her yerden
kovulmaktadırlar. Ama şunu da unutmamak gerekir:
"Yalnız tevbe edenler, ıslâh olanlar ve
gerçeği ortaya koyanlar müstesna; onları ben bağışlarım. Zira ben, tevbeleri
kabul ederim ve merhametliyim."
Kur'an-ı Kerim, bunların yüzüne bu aydınlık
pencereyi, yani tevbe penceresini açarak yüreklerine umut meltemi estiriyor
ve kalplerini ışık kaynağına yönlendiriyor. Demek oluyor ki, yüce Allah'ın
rahmetinden ümit kesmek, O'nun bağışlayıcılığını hesaptan çıkarmak yok.
İsteyen, iyi niyetli olarak bu güvenli limana sığınabilir. Tevbenin
samimiliğinin göstergesi ise, yanlış davranışı düzeltmek, açık yüreklilikle
konuşmayı benimsemek, gerçeği açıklamak, itiraf etmek ve bu gerçeğin
gerektirdiğini yapmaktır. Bundan sonra yüce Allah'ın rahmetinden ve yapılmış
tevbeyi kabul edeceğinden emin olmak gerekir. Çünkü O, bize; "Zira ben
tevbeleri kabul ederim ve merhametliyim" buyuruyor ve O söz söyleyenlerin en
doğru söyleyenidir.
Bu tutumlarında ısrar ederek tevbe
etmeyenlere ve böylece ellerindeki fırsatı kaçıranlara, kendilerine tanınan
mühleti harcayanlara gelince; bu kimseler, yüce Allah'ın daha önce ayrıntılı
olarak, vurgulayarak ve fazlası ile anlatarak vermiş olduğu kara haberli
akıbetle karşılaşacaklardır.
"Ayetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak
ölmüş olanlara gelince; Allah'ın, meleklerin ve insanların ortak lâneti
onların üzerinedir."
Çünkü bu kimseler yüzlerine açılan kapıyı
kendi elleriyle kapatmışlar, önlerine çıkan fırsatı kaçırmışlar, kendilerine
tanınan mühleti harcamışlar; gerçeği saklamayı, kâfirliği ve sapıklığı
ısrarla sürdürmüşlerdir. Bu yüzden, "Allah'ın meleklerin ve insanların ortak
lâneti onların üzerinedir." Bu, insanı çepeçevre kuşatma altına alan bir
lânettir. Ne kurtuluşu var ve ne de sığınılacak şefkatli bir kucak!
Kur'an-ı Kerim, bu çepeçevre kuşatıcı lânet
dışında, onlar için başka bir azaptan sözetmiyor. Bunun yerine, bu azabın
hafifletilmeyecek, ertelenmeyecek ve mühlet verilmeyecek bir azap olduğunu
vurguluyor. Hiç kuşkusuz bu azap, diğer bütün azap türlerinden daha ağır bir
azaptır. Kovma, uzaklaştırma, reddetme ve horlama azabı. Bu azaba
çarpılanlar, kendilerine acıyacak hiçbir şefkatli kucak, hiçbir hoşgörülü
bakış ve hiçbir avutucu söz söyleyen dil bulamazlar. Onlar hem yüce Allah
katından, hem insanlar tarafından, yeryüzünde de yüce ruhlar aleminde de
lânetlenmişler, kovulmuşlar, dışlanmışlardır. İşte acı ve onur kırıcı azap
budur.
Ayetlerin bundan sonra okuyacağımız
bölümünde imana dayalı düşünce, bu düşüncenin en önemli temeli olan Tevhid
ilkesine oturtuluyor ve bu gerçeği tartışma götürmez bir kesinlikle
belgeleyen bazı evrensel tablolar gözönüne seriliyor. Arkasından, başka
birtakım şeyleri Allah'a ortak koşanlar kınanıyor ve Ahirette çekecekleri
azabı gördüklerinde takınacakları perişan tutum sergileniyor. Böyleleri o
zaman birbirleri ile ilişkilerini kesecekler, fakat bu ilişki kesimi
kendilerine hiçbir fayda sağlamayacak, pişmanlık ve hayıflanma duygularını
dindiremeyecek ve kendilerini Cehennem ateşinden kurtaramayacaktır. Devam
ediyoruz:
163- İlahınız tek bir
ilahtır, O'ndan başka ilah yoktur. O, Rahman ve Rahim'dir.
164- Hiç şüphesiz göklerin
ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini kovalamasında, insanlara
yararlı şeyler ile denizde yüzen vapurlarda, Allah'ın gökten su indirip onun
aracılığı ile ölü yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında,
rüzgârları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları
yönlendirmesinde, düşünen bir topluluk için birçok ayetler, deliller vardır.
165- İnsanlar arasında
Allah'a çeşitli eşler koşanlar ve bu koştukları eşleri Allah'ı sever gibi
sevenler vardır. Oysa müminler en çok Allah'ı severler. Zulmedenler, azabı
gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah'ta olduğunu ve Allah'ın azabının ağır
olduğunu anlayacaklarını keşke şimdiden bilselerdi!
166- İşte uyulanlar
(liderler), kendilerine uyanlardan uzaklaşıverdiler, azabı gördüler ve
aralarındaki bütün bağlar kesildi.
167- Uyanlar o zaman "Keşke
bir daha dünyaya geri dönebilseydik de şimdi onlar bizden nasıl uzaklaştılar
ise bizde onlardan öyle uzak dursaydık " derler. Böylece Allah, onlara bütün
yaptıklarını hayıflanmalar biçiminde gösterir. Onlar Cehennem'den
çıkamayacaklardır.
Allah'ın birliği ilkési, imana dayalı
düşüncenin üzerine oturduğu büyük kaidedir. Hiçbir zaman Allah'ın (c.c)
varlığı inancı hakkında tartışma olmamıştır. Allah'ın zatı, sıfatları ve
yaratıklar ile arasındaki ilişkiler üzerinde çeşitli görüşler ileri
sürülmüştür, fakat bu görüşleri savunanlar Allah'ın varlığını
reddetmiyorlar. İnsan fıtratı bu gerçeği, yani Allah'ın varlığı gerçeğini
hiçbir zaman unutmuş değildir. Yalnız şu son zamanlarda hayatın özünden ve
fıtratın kaynağından kopuk Ateist bir grup türedi. Bu türediler Allah'ın
varlığını kökünden inkâr ediyor. Fakat bunlar, kural dışı meydana çıkmış bir
yaratık türüdür, varlık bütününe bağlanan bir kökü yoktur. Bu yüzden
eninde-sonunda yok olmaya, varlık bütününden ayıklanıp atılmaya kesinlikle
mahkûmdur. Bu varlık bütününün ne yapısı ve ne de fıtrî karakteristiği
sözünü ettiğimiz köksüz yaratıkların varlıklarına asla katlanamaz!
Bu yüzden Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ın
birliği ilkesinden sözetmeye sık sık başvurur. Çünkü bu ilke, düşünceyi
rayına oturtucu kaçınılmaz bir düzeltme uyarıcısı, bu düşünceye dayanaklık
eden temel kaidedir. Arkadan gelecek olan ve sözkonusu doğru düşünceden
kaynaklanmış olan ahlâkî ve sosyal kurallar da bu ilkenin oluşturacağı
tabana oturacaklardır. Varlık bütününün ilâhının tek olduğu düşüncesinde
yani. Tekrarlayalım:
"İlâhınız tek ilahtır." "O'ndan başka ilâh
yoktur." "O Rahman ve Rahimdir."
Kur'an-ı Kerim'in değişik pekiştirme
üslupları ile son derece ağırlık vererek vurguladığı Allah'ın birliği
ilkesinden, insanların kulluk ve ibadet sunacakları mabud birliği,
insanların ahlâk ve davranış kurallarını dayandıracakları merci birliği,
insanların hukuk sistemlerinin ve kanunlarının özlerini dayandıracakları
kaynak birliği ve insanların her alandaki yaşama biçimlerini yönlendirecek
sosyal düzen birliği doğar.
Kur'an-ı Kerim burada, yani müslüman ümmeti
yeryüzünde üstleneceği son derece önemli rolü omuzlamaya hazırlamayı
amaçladığı bu noktada, Mekke döneminde inen ayetlerde sık sık tekrarladığı
bu gerçeği bir kere daha hatırlatıyor. Kur'an-ı Kerim sürekli biçimde bu
gerçeğin köklerini derinleştirmeye, duyu organlarının ve aklın bütün
faaliyetlerini, hayatın ve varlık aleminin bütün kesimlerini kapsamına
alacak derecede onun etki alanını genişletmek istiyor. Bu gerçeği burada bir
kez daha hatırlatıyor ki, diğer hukukî düzenlemeleri ve yükümlülükleri bu
esasa dayandırsın. Bu ayetin sonunda yüce Allah'ın sıfatlarının ikisini
oluşturan "Rahman" ve "Rahim" sıfatlarını hatırlatıyor. Çünkü bütün hukukî
düzenlemeler ve yükümlülükler O'nun sınırsız, köklü ve sürekli rahmetinden
kaynaklanır.
İçinde yaşadığımız şu evren bütünü, bütün
alanlarında bu birliğin ve bu rahmetin somut belgelerini seslendirmekte,
şahitliğini yapmaktadır. Tekrar okuyalım:
"Hiç şüphesiz göklerin ve yerin
yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini kovalamasında, insanlara yararlı
şeyler ile denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onun
aracılığı ile ölü toprağı dirilterek yüzeyine her çeşit canlıyı yaymasında,
rüzgârları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları
yönlendirmesinde, düşünen bir topluluk için birçok ayetler, deliller
vardır."
Bu ayette kullanılan, duyu organlarını ve
duyguları uyarma yöntemi, gözü ve kalbi, şu kainatın acayipliklerine,
şaşırtıcı niteliklerine açmaya elverişlidir. O acayiplikler ki, onlarla uzun
süre birarada oluşumuzun getirdiği ülfet ve kanıksama duygusu, taşıdıkları
orjinallikleri, olağanüstülükleri, kalbe ve duyu organlarına dönük
mesajlarını farketmez olmamıza yolaçmakta, onları normal şeyler saymamıza
sebep olmaktadır. Oysa okuduğumuz ayet, bu evreni, bizleri onu ilk kez
görüyormuşuz gibi açık bir göz, keskin duyu organları ve diri bir kalp ile
gözlemeye çağırıyor. Bu ardarda sıralanan tablolarda nice acaiplikler ve
nice şaşırtıcı orjinallikler vardır. Gözler bunları ilk gördüklerinde
kimbilir nasıl faltaşı gibi açılmış, kalpler bunları ilk fark ettiklerinde
kimbilir nasıl heyecandan titremiş, sonra zamanla edinilen kanıksama duygusu
ve alışkanlık, bu şaşırtıcı cümbüş karşısında duyduğumuz ilk süpriz
sarsıntısını, ilk baskın dehşetini, ilk bakışın ürküntüsünü nasıl bizden
alıp götürmüştür...
Şu gökler ile yer... Şu korkunç mesafeler,
şu iri gezegenler, şu büyüleyici ufuklar ve şu meçhul alemler. Uzay denen şu
baş döndürücü boşluk içinde bu gezegenlerin hareketleri ve dönüşleri
sırasında beliren şu duyarlı uyum... İnsana şöyle bir göz kırpıp sonra
kaybolarak bilinmezliğin koynuna giren şu binbir sırlar... Şu gökler, şu
yer... Hatta insan bunların uzaklıkları, hacimleri ve binbir gizli sırları
hakkında hiçbir şey bilmese bile ne müthiş! Yüce Allah bu sırların
bazılarını, ancak insanların idraki gelişince ve bilimsel araştırmalar
yeterli düzeye varınca kullarına açmaktadır.
Gece ile gündüzün yer değiştirmesi...
Aydınlığın ve karanlığın kovalamacası... Işımaların ve kararmaların
birbirini izlemesi... Şu tanyeri ağarması ve şu güneşin batışı... Bunlar,
nice duyguları sarsmış, nice kalpleri heyecanla titretmiş ve nice zaman en
acaip şeyler olarak algılanmıştır. Fakat bu olaylar tekrar tekrar yaşandıkça
insan onlar karşısındaki ilk heyecanını ve coşkusunu yitirmiş, geride
bırakmıştır; fakat mümin kalp hariç. O bu tabloları her defasında yeni bir
yaklaşımla algılamakta, bunlar kendisine her zaman yüce Allah'ın gücünü
hatırlatmakta, her defasında onları yeni bir yaratılış cilvesini görmenin
coşkusu ile karşılamaktadır.
İnsanlara yararlı şeyler taşıyan vapurların
denizin engin sularında süzülmelerine gelince, bu görüntüden edindiğim derin
hikmeti, algılayabildiğim kadarı ile yansıtmaya çalışayım. Okyanusun
uçsuz-bucaksızlığı ortasında bir nokta gibi kalan gemi, bizi yüklenmiş
götürüyor. Çevremizde birbirinin sırtına binen sonsuz dalgalar ile engin ve
katışıksız bir mavilik hakim... Oraya buraya dağılmış bir çok gemi yüzerek
yol alıyor... Yüce Allah'ın kudretinden, gözetiminden ve O'nun tarafından
düzenlenmiş olan bir evrensel kanundan başka bir şey değil gördüklerim.
Sözünü ettiğimiz küçücük noktayı (vapuru) o dağ gibi dalgaların sırtında o
korkunç boşlukta taşıtan güç işte o güçtür.
Şimdi de, "Allah'ın gökten su indirip onun
aracılığı ile ölü toprağı dirilterek yüzeyine her çeşit canlı türünü
yaymasını, rüzgârları ve gök ile yer arasında emre hazır duran bulutları
yönlendirmesini" ele alalım.
Bu sayılanların tümü öyle çarpıcı
tablolardır ki, eğer insan onları, Kur'an'ın telkin ettiği gibi, açık bir
göz ve bilinçli bir kalple yeniden düşünse, göreceği kudret ve rahmet
karşısında vücudu zangır zangır titrer. Suyun cömertliği ile kucaklaşan
yerden, toprak parçasından fışkıran şu hayat; şu mahiyeti meçhul,
farkedilmez biçimde kımıldayıp bir süre sonra güçlü varlığını açıkça
belirtici bir eda ile ortaya çıkan, lâtif cevherli hayat... Bu hayat nereden
geldi? O, tanenin içinde ve çekirdekte saklı idi. Fakat taneye ve çekirdeğe
nereden geldi? Onun kaynağı, ama ilk kaynağı nedir? İyi bilelim ki, insan
fıtratını yoğun ve ısrarlı baskısı altında tutan bu soru ile karşılaşmaktan
kaçınmanın hiçbir yararı yoktur.
Allah'ın varlığını inkâr edenler
(ateistler) uzun yıllar boyunca, ölülere hayat verebilen bir yaratıcının
varlığını onaylamaktan, itiraf etmekten başka hiçbir cevabı olmayan bu
soruyu gözardı etmeye kalkıştılar. Uzun zaman insanları, -Haşa yüce Allah'ın
varlığına ihtiyaç olmaksızın!- hayat yaratma yolunda oldukları kuruntusu ile
oyalamaya çalıştılar. Fakat sonunda hem de Allahsız, koyu kâfirliğin egemen
olduğu bir ülkede bu sonuçsuz inada son vererek hoşlarına gitmeyen gerçeği
-yani hayat yaratmanın imkansız olduğu realitesini- itiraf etmek zorunda
kaldıklarını görüyoruz. Şimdilerde bu gerçeği itiraf eden kişi, kâfir
Rusya'nın en tanınmış biyoloji bilginidir. Tekâmül nazariyesinin savunucusu
olan Darwin de yıllarca önce bu soru karşısında bocalamış, hiçbir söz
söyleyememişti.
Sonra, sürekli yön değiştirerek oradan
oraya doğru esen şu rüzgârlara, gökle yer arasında emre amade bekleyen,
havanın taşıdığı ve yüce Allah'ın şu varlık bütününe sunmuş olduğu evrensel
kanunlara boyun eğen şu bulutlara ne demeli? Hiç şüphesiz, rüzgârların esme
sebepleri ve bulutların oluşumu hakkında ileri sürülen teorilerden birinin
söylediklerini papağan gibi tekrarlamak, bu konuda yeterli bir cevap
değildir. Çünkü buradaki en derin sır, sözkonusu sebeplerin altında yatan
sırdır. Evrenin, hayatın doğup gelişmesine; rüzgârlar, bulutlar, yağmur ve
toprak gibi hayatın gelişimini sağlayıcı sebeplerin biraraya gelmesine
elverişli bir karakterde, bir yapıda, bir nitelikte yaratılmış olmasının
sırrı yani... Uzmanların, binlercesini sayabilecekleri ve bir tanesinin bile
yokluğu halinde hayatın doğmasının ya da bildiğimiz gelişme sürecini
izlemesinin imkânsız hale geleceği şu uyuşumların, şu hassas
koordinasyonların sırrı... İşin içinde bir amacın, bir iradenin, aynı
zamanda bir karar birliğinin, bir tasarlama rahmetinin olduğunu sezdiren,
hatta haykıran ince bir önceden tasarlayıcılık sırrı...
İşte bu tablolarda "Düşünen bir topluluk
için bir çok ayetler, deliller vardır."
Evet, eğer insan kanıksamışlığın ve
umursamazlığın yolaçtığı aptallığı aklından atarak bu evrensel tablolara
sürekli yenilenen bir algı, araştırıcı bir göz ve iman nuru ile aydınlanmış
bir kalp ile yaklaşabilse; bu kainatta, oraya başka bir alemden yeni inmiş
öncü bir uzay adamı merakı ile gezinse, her parıltı gözüne ilişir, her ses
kulağına gelir, her hareket dikkatini çeker ve sürekli biçimde gözlerin,
kalplerin ve duyguların önünde akıp duran bu acaiplikler , bu olağanüstü
oluşumlar benliğini zangır zangır titretir.
İşte imanın yaptığı budur. İman; dışa
açılmadır, keskin duyarlılıktır. İman; güzeli, uyumluluğu ve mükemmelliği
takdir etmedir. İman; kainatı yenilenmiş bir bakışla görmek, güzelliği taze
bir idrak ile algılamak ve yeryüzünde geceler ve gündüzler boyunca yüce
Allah'ın yaratıcılık sanatı ile düzenlenmiş bir şenliğin içinde yaşamaktır.
Bununla birlikte, dünyamızda etrafa
bakmayanlar, düşünmeyenler ve bu tutumlarının sonucu olarak varlıklar
projesinin ve kâinatta geçerli olan şaşırtıcı evrensel kanunlar birliğinin
telkin ettiği Tevhid ilkesinden, tek ilâh prensibinden sapmış olan birçok
insan vardır:
"İnsanlar arasında Allah'a eş koşanlar ve
bu eş koştukları şeyleri Allah'ı sever gibi sevenler vardır."
Evet, insanlar arasında Allah'a eş, ortak
koşanlar vardır. Bu ayetin. seslendiği insanların yaşadıkları dönemlerde
sözkonusu eşler ve ortaklar çeşitli taşlar, ağaçlar, yıldızlar, gezegenler,
ya da melekler ve şeytanlar olarak ortaya çıkmışlardı. Bu eşler ve ortaklar,
bütün cahiliye dönemlerinde ya bir takım cansız nesneler ya putlaştırılmış
şahıslar ya ideolojiler ya da nazariyeler kılığında belirirler. Bunlar eğer
yüce Allah'ın âdı ile yanyana anılır ve insan bunları kalbindeki Allah
sevgisine ortak ederse, tümü ile gizli veya açık birer şirktir. Peki, ya
eğer kişi Allah sevgisini kalbinden iyice silerek, sırf Allah'a yöneltilmesi
gereken bu sevgiyi tamamen sözü edilen eş ve ortakların tekeline verirse o
zaman durum nice olur?
Müminlere gelince onlar hiçbir şeyi yüce
Allah'ı sevdikleri kadar sevmezler. Ne kendilerini ne başkalarını. Ne
birtakım putlaştırılmış şahısları ne bazı nazariyeleri ne kimi ideolojileri
ve ne de insanların peşinde koştukları yeryüzü kaynaklı herhangi bir değerli
varlığı.
"Oysa müminler en çok Allah'ı severler."
En çok Allah'ı sevmek!.. Her türlü ölçünün
ve her türlü sınırlamanın dışında ve üstündeki mutlak bir sevgi...
Başkalarının Allah dışındaki şeylere yönelttikleri bütün sevgilerden daha
büyük bir sevgi...
Buradaki "sevgi" deyimi güzel bir deyimdir.
Üstelik, gerçeği ifade eden yerinde bir deyimdir de. Çünkü, gerçek mümin ile
Allah arasındaki ilişki sevgi ilişkisidir. Kalp bağı ve manevi çekim
ilişkisidir. Muhabbet ve yakınlık ilişkisidir. Sevgi heyecanı ile bağlı,
aydın ve aşk dolu bir vicdanın ilişkisi. Okumaya devam edelim:
"Zulmedenler azabı gördükleri zaman, bütün
kuvvetin Allah'ta olduğunu ve Allah'ın azabının ağır olduğunu
anlayacaklarını keşke şimdiden bilselerdi! İşte uyulanlar, kendilerine
uyanlardan uzaklaşıverdiler; azabı gördüler ve aralarındaki bütün bağlar
kesildi.
Uyanlar o zaman; `Keşke dünyaya bir daha
dönebilseydik de şimdi onlar bizden nasıl uzaklaştılar ise biz de onlardan
öyle uzak dursaydık" derler. Böylece Allah onlara bütün yaptıklarını
hayıflanmalar biçiminde gösterir. Onlar Cehennem'den çıkamayacaklardır.
Allah'a birtakım ortaklar koşarak hem hakka
karşı ve hem de kendilerine zulmedenler var ya, eğer onlar ortağı olmayan
Allah'ın huzurunda dikilecekleri güne göz atabilseler, zalimleri bekleyen
azabı karşılarında görecekleri günü şimdiden bakışlarının kapsamı içine
alabilseler, eğer bunları şimdiden görebilseler, "Bütün kuvvetin Allah'ta
olduğunu", buna göre eşlerin ve ortakların varlığının sözkonusu olmadığını
ve "Allah'ın azabının ağır olduğunu" görürlerdi.
Bunun yanında onlar keşke Ahiretteki azabı
karşılarında görecek olan liderlerin kendilerine uyanlardan uzaklaşacakları,
böylece liderler ile onların peşinden gidenler arasındaki bütün bağların,
ilişkilerin ve iplerin kopacağı anı da keşke şimdiden görebilselerdi. O
ana-baba gününde, uyan olsun, lider olsun, herkes kendi derdine düşecek,
sırf kendisini düşünecektir. Böylece o gün aldanmış yığınların bağlandıkları
bütün iktidarlar ve liderlikler düşecek, bu iktidarların sahipleri ile
liderler, bağlılarını korumak bir yana, kendilerini korumaktan aciz
kalacaklardır. Bunun sonucu olarak, tek Allah'ın ve tek kudretin gerçek
olduğu, buna karşılık sapık liderliklerin yalancılıkları, güçsüzlükleri,
Allah'ın ve O'nun azabının karşısında ellerinden hiçbir şey gelemeyeceği
realitesi ortaya çıkacaktır. İşte o zaman;
"Uyanlar; `Keşke dünyaya bir daha
dönebilseydik de şimdi onlar bizden nasıl uzaklaştılar ise biz de onlardan
öyle uzak dursaydık' derler."
Burada, sapık liderliklerin aldanmış
bağlıları, efendilerine karşı kinlerini ve nefretlerini açığa vuruyorlar,
ayrıca tatlı geçmişlerine (!) döndürülmelerini, tekrar dünyaya gönderilerek
kendilerini vaktiyle aldatan, fakat şimdi azabı görünce onlarla ilişkilerini
kesen, aslında zayıf ve aciz liderlere karşı bağımlılıklarından
vazgeçebilmeyi özlüyorlar.
Bu tablo son derece etkileyicidir.
Dünyadaki bağlılar ile liderler, sevenler ile sevilenler arasında; tatlı
ilişkilerin birbirinden uzaklaşma, çatışma ve birbirlerine düşman kesilme
ile yer değiştirmesini canlandıran bir tablo. Bunun arkasından hemen acı ve
yürek yakıcı yorum geliyor:
"Böylece, Allah onlara bütün yaptıklarını
hayıflanmalar biçiminde gösteriyor. Onlar Cehennem'den çıkamayacaklardır."
Okuduğumuz ayetlerin devamında daha sonra
insanlar, hayatın temiz nimetlerinden yararlanmaya, buna karşılık kirli ve
iğrenç şeylerden uzak durmaya çağrılıyor. Buna bağlı olarak kendilerine
sürekli olarak kötü şeyler yapmayı emreden Şeytan'a uymamaları, Allah'ın
izni ve yasası olmaksızın bazı şeyleri O'na rağmen helâl ya da haram saymaya
kalkışmamaları uyarısı yöneltiliyor. Ayrıca, inanç konusunda yüce Allah'ın
rehberliğine dayanmayan taklitçiliklerden ve özenmelerden kaçınmaları telkin
ediliyor. Son olarak da yüce Allah'ı bir yana bırakarak birtakım düşünemez
ve işitemez putlara tapanlar, bunlardan medet umanlar kınanıyor. Böylece bu
ayetler demetinin konusu ile bir önceki ayetler demetinin konusu ortak bir
noktada buluşmuş oluyor.
'Ey insanlar, yeryüzünde bulunan şeylerin
temiz ve helâl olanlarından yiyin, sakın Şeytan'a ayak uydurup onun izinden
gitmeyin, çünkü o sizin açık düşmanınızdır.
O size her zaman kötülük ve çirkin
davranışlar yapmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyler uydurmanızı
emreder.
Onlara (yahudilere) `Allah'ın
indirdiklerine uyun' denilince; `Hayır, biz atalarımızdan gördüklerimize
uyarız' derler. Peki, ya ataları hiçbir şey düşünemeyen, doğru yolu
bulamamış kimseler idiyse de mi öyle yapacaklar?
Kafirler, bağırmadan ve naradan başka ses
işitmeyen ve (sürekli) haykırana (hayvana) benzerler. Onlar sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler; onun için düşünemezler."
Yüce Allah daha önce okuduğumuz ayetlerde
kendisinin tek ilâh, tek yaratıcı olduğunu ve başka şeyleri O'na ortak
koşanların hakettikleri akıbete uğrayacaklarını açıkladıktan sonra, şimdi bu
ayetlerde de kullarının rızkını verenin kendisi olduğunu, helâl ile haramı
yalnız kendisinin yasalaştıracağını belirtmeye geçiyor. Daha önce gördüğümüz
gibi bu yetki, Allah'ın birliği ilkesinin bir türevi, kaçınılmaz bir
sonucudur. Çünkü yaratmayı ve rızık vermeyi hangi merci yapıyorsa kanun
koyup helâl ile haramı belirlemeyi de o yapar. Böylece yasa koyma ile inanç
sistemi arasında kopmaz bir ilişki kuruluyor.
Bu ayetlerde yüce Allah bütün insanlara,
yeryüzünde kendilerine rızık olarak bağışladığı maddelerin helâl ve temiz
olanlarından yemelerini mübah ve serbest kılıyor; daha sonra belirtilecek
olan yasaklanmış yiyeceklerden kaçınmalarını buyuruyor. Helâl ve haram
konusunda sadece O'ndan emir almalarını, bu meselelerin hiçbirinde Şeytan'a
uymamalarını öneriyor. Çünkü Şeytan onların düşmanıdır. Bu yüzden onlara iyi
olanı değil, düşünce ve eylem olarak kötüyü emreder; yüce Allah'ın emrine
dayanmadığı halde söylediklerinin, ileri sürdüklerinin Allah'ın şeriatinin
ta kendisi olduğunu kabul etmelerini önerir. Meselâ, tıpkı vaktiyle
yahudilerin yaptıkları ve yine bir zamanlar Kureyşli müşriklerin iddia
ettikleri gibi:
168- Ey insanlar,
yeryüzünde bulunan şeylerin temiz ve helâl olanlarından yiyin; sakın
Şeytan`a ayak uydurmayın, onun izinden gitmeyin. Çünkü o sizin açık
düşmanınızdır.
169- O size her zaman
kötülük ve çirkin davranışlar yapmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyi
uydurmanızı emreder.
Kur'an-ı Kerim'in az ilerde okuyacağımız
bir ayetinde tek tek sayılarak belirtilen birkaç yasak yiyecek maddesi
dışındaki yeryüzünde bulunan bütün yiyeceklerden, yararlanmayı serbest ve
helâl ilân eden bu emir, bu inanç sisteminin özgürlükçü karakterini,
evrensel sistemin işleyişi ve insan fıtratı ile arasındaki sıkı uyumu
sembolize eder. Bunu biraz daha açmak gerekirse; yüce Allah yeryüzünde
bulunan bütün maddeleri insan için yarattı ve bu yüzden de bunları ona helâl
kıldı. Bu yararlanma özgürlüğünü, birkaç maddeyi içeren haram listesi ile
ölçü ve hakkaniyet çerçevesini aşma taşkınlığı dışında sınırlayan hiçbir
kayıt yoktur. Ayette sözkonusu emir, genel hatları ile serbestlik ve
özgürlükten yanadır. Onun insandan istediği; hayatın temiz nimetlerinden
yararlanması, fıtrî istekleri zorlamadan, onları baskı altına almadan doğal
bir yaşam sürdürmesidir. Bunlar da bir tek şarta bağlıdır. o şart da
insanların nelerin helâl ve nelerin haram olduğunu Şeytan'ın önerilerinden
değil, bu rızıkları kendilerine sunmuş olan yüce Allah'ın buyruklarından
öğrenmeleridir. Çünkü Şeytan, insanların açıkça düşmanı olduğu için onlara
iyi şeyler önermez; tersine onlara sadece kötülükleri, çirkin davranışları,
Allah'a karşı nankörlük etmeyi, hiçbir belgeye ve hiçbir gerçeğe
dayanmaksızın Allah adına asılsız şeyler uydurmayı, O'na iftira etmeyi
emreder. Okumaya devam ediyoruz:
170- Onlara; "Allah'ın
indirdiklerine uyun" denilince; "Hayır, biz atalarımızdan gördüklerimize
uyarız" derler. - Peki, ya onların ataları hiçbir şeyi düşünemeyen, doğru
yolu bulamamış kimseler idiyse de mi öyle yapacaklar?
Bu ayette kasdedilenler ister İslâm'a her
çağrıldıklarında, kendilerine hukuk sistemlerini ve ibadet geleneklerini
sadece bu ilâhi kaynağa dayandırmaları gerektiği her hatırlatıldığında, bu
dinin onaylamadığı cahiliye geleneklerinden kopmalarının lâzım geldiği
onlara her söylendiğinde bu ayette nakledilen sözü hatırlatan müşrik Araplar
olsun; isterse atalarından kendilerine miras kalmış olan kültür birikimine
bağlılıklarını sürdürmekte ısrar ederek bu yeni dinin hem bütününü ve hem de
ayrıntılarını benimsemeyi inatla reddeden yahudiler olsun; ister onlar,
ister bunlar kastedilmiş olsun, bu ayet, inanç konusunda yüce Allah'tan
başkasından birşey öğrenmeyi, bu konuda taklitçi olmayı, düşünceden ve
bilinçten yoksun nakilciliği ağır bir dille kınamaktadır:
Peki, ya onların ataları hiçbir şeyi
düşünemeyen, doğru yolu bulamamış kimseler idiyse de mi öyle yapacaklar?
Eğer durum gerçekten böyleyse yine
atalarından kendilerine miras kalmış olan düşüncelere ve geleneklere uymakta
ısrar mı edecekler? Bu ne biçim bir katılık, ne biçim bir taklitçiliktir? Bu
yüzden böylelerinin gözleri önüne, bu kör taklitçiliğe ve katılığa yaraşan
alaycı ve komik bir tablo getiriliyor. Kendisine söylenenlerden hiçbir şey
anlayamayan, çobanın bağırarak söylediklerini sadece anlam ve içerikten
yoksun bir ses dalgalanması, bir gürültü olarak algılayabilen, bayıra
salınmış bir hayvanın tablosu. Dahası var... Bu kimseler sözkonusu hayvandan
bile daha aşağı düzeydedirler. Çünkü bu hayvan görebiliyor, işitebiliyor ve
ses verebiliyor. Oysa bu kimseler sağır, dilsiz ve kördürler.
171-Küfredenlerin misali
;bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan, haykırıp duranınki gibidir.
Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; düşünemezler.
Sağırdırlar,dilsizdirler,kördürler. Her ne
kadar kulakları, dilleri ve gözleri olsa da, bu Kur'an'dan istifade edıp,
hidayete ermedikten sonra onlar
sağırdırlar,kördürler,dilsizdirler...Hilkatinin sebebi olan vazifeleri
yerine getirmeyen kötürümleşmiş uzuvlar gibidirler. Sanki ne gözleri, ne
dilleri, ne de kulakları var...
172- Ey müminler, size
verdiğimiz rızıkların tertemiz (helâl) olanlarından yiyin ve eğer gerçekten
sırf Allah â kulluk ediyorsanız, O'na şükredin.
173- Allah size sadece
leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvanın etini
kesinlikle haram kıldı. Fakat darda kalana, başkasının payına el uzatmamak
ve zaruret miktarını aşmamak üzere bu etlerden yemek günah değildir. Hiç
şüphesiz, Allah bağışlayıcı ve merhametlidir.
174- Allah'ın indirdiği
kitapta bulunan birşeyi gizleyerek onu birkaç para karşılığında satanlar var
ya, onlar karınlarına ateşten başka birşey indirmiyorlar. Allah Kıyamet günü
onlarla konuşmaz ve kendilerini günahlardan arındırmaz. Onları acı bir azap
beklemektedir.
175- Onlar hidayet
karşılığında sapıklığı, mağfiret karşılığında azabı satın alanlardır. Onlar
Cehennem ateşine karşı ne kadar da dayanıklıdırlar!
176- Bu azabın sebebi
şudur: Allah, kitabı hak içerikli olarak indirdi ve bu kitap üzerinde görüş
ayrılığına düşenler gerçekten derin bir anlaşmazlık, uyuşmazlık
içindedirler.
HELÂL VE HARAM YİYECEKLER
Yüce Allah burada müminlere, kendisi ile
onlar arasında ilişki kuran sıfatları (müminlikleri) ile seslenmekte;
böylece onlara yasalarının kaynağı olarak sadece kendisini bilmelerini,
neyin helâl ve neyin haram olduğunu sırf O'ndan öğrenmelerini dolaylı
biçimde telkin etmekte; tek rızık verici sıfatı ile kendilerine bağışlamış
olduğu rızıkları hatırlatmakta; bu rızıkların temiz olanlarından
yararlanmalarını ~serbest tuttuğunu belirtmekte; böylece hiçbir temiz şeyi
onlara yasaklamadığını, eğer onlara herhangi bir maddeyi yasakladı ise bunu
onları bu maddenin yararından mahrum etmek ya da baskı altında tutmak
istediği için değil, sözkonusu madde temiz olmadığı için yaptığını, çünkü
başlangıçta rızıkları yararlarına sunanın kendisi olduğunu dolaylı yoldan
anlatmakta; eğer Allah'a ortak koşmaksızın sırf O'na kulluk etmeyi
istiyorlarsa Allah'a şükretmeleri gerektiğini telkin etmekte; böylece de
şükretmenin kullara yüce Allah'ın rızasını kazandırıcı bir ibadet olduğunu
ima etmektedir. Bütün bu anlamlar, az kelimeli tek bir ayete sığdırılmıştır.
Okuyalım:
"Ey müminler, size vermiş olduğumuz
rızıkların tertemiz (helâl) olanlarından yiyin ve eğer gerçekten sırf
Allah'a kulluk ediyorsanız, O'na şükredin."
Bundan sonraki ayette müminlere haram
yiyeceklerin neler olduğu, tek tek sayılarak ve ayete başlarken "innema
(sadece, ancak)" sınırlama edatı kullanılarak açıklanıyor:
"Allah size sadece leşi, kanı, domuz etini
ve Allah'tan başkası adına boğazlanan hayvanın etini kesinlikle haram
kıldı."
Sağlıklı her insan organizması ölü hayvan
etinden tiksinir. Kandan da öyle. Üstelik Kur'an-ı Kerim'in ve daha önce
Tevrat'ın yüce Allah'ın onayı ile bu maddeleri yasaklamasından yüzyıllarca
sonra, tıp bilimi, ölü hayvan eti ile kanda çeşitli mikroplar ve başka
birtakım sağlığa zararlı maddeler bulunduğunu tespit etmiştir. Bu durumda
acaba modern tıp bilimi bu iki maddenin sağlığa zararlı yönlerini tümü ile
tespit edebilmiş midir, yoksa bu ilâhî yasağın henüz insanlar tarafından
keşfedilmemiş daha başka sebepleri var mıdır, bunu bilmiyoruz.
Domuza gelince; bu hayvanın etini yemenin
haram oluşunu günümüzde bazı kimseler tartışma konusu yapıyorlar. Temiz,
bozulmamış her insan, aslında domuzdan nefret eder. Yüce Allah onun etini
uzun yüzyıllar önce haram kıldı. Oysa insanların bilimi ancak çok kısa bir
süre önce bu hayvanın etinde, kanında ve barsaklarında sağlık açısından çok
tehlikeli kurtçukların (şerit biçiminde kurtçuklar ile bunların bir torba
içinde saklanmış yumurtacıklarının) bulunduğunu ortaya koydu.
Simdi de bazıları diyor ki; "Modern pişirme
ve kızartma araçları çok gelişti. Bu yüzden sözkonusu kurtçuklar ile onların
yumurtacıkları artık tehlike kaynağı olmaktan çıktı. Çünkü bu araçların
sağladığı yüksek dereceli ısı sayesinde bu kurtçuklar ile yumurtacıklarının
yok edilmesi garantiye bağlandı."
Fakat böyle diyenler şunu unutuyorlar:
Onların bilimlerinin bu hayvanın bir tek zararını keşfedebilmesi için uzun
yüzyıllar geçmesi gerekti. Buna göre domuz etinde henüz bilim tarafından
keşfedilmemiş başka bir zararlının bulunmadığını kim,garanti edebilir? Acaba
bu konuda insanların bilimini yüzlerce yıl gerilerde bırakan İslâm şériatı,
kendisine güvenmemizi; son sözü, her şeyi iyi bilen ve her emri yerinde olan
yüce Allah'a dayanan bu kaynağa bırakarak haram dediğini haram, helâl
dediğini helâl bilmemizi hakketmiş değil mi?
Yüce Allah'tan başkası adına kesilmiş olan
hayvanların etlerinin haram oluşu ise bu etlerin sağlığa zararlı
olmalarından değil, Allah'tan başkasına adanmış olmalarından ötürüdür. Yani
bu etler; sağlıklı düşünce, kalp selâmeti, ruh temizliği, gönül ihlâsı ve
yön birliği açılarından zararlı ve hastalıklı oldukları için yasaklandılar.
Bu manevi hastalığın mikrobu, pislik kavramının geniş anlamı içinde maddî
pisliklere ve somut mikroplara eklenmiş, onların devamı sayılmıştır. Bu
yasakla inanç sistemi arasında ondan önceki yasaklara göre daha sıkı bir
ilişki vardır. İslâm ortaksız ve tek Allah'a yönelmeyi herşeyde titizlikle
ön-plânda tutmuştur.
İşte meseleye bu açıdan bakınca, bu
ayetlerde dile gelen helâl ve haram hükümleri ile az önce okuduğumuz
ayetlerde yüce Allah'ın birliğinden ve rahmetinden sözedilmiş olması
arasındaki ilişki meydana çıkar. Sebebine gelince; bir tek Allah'ın
varlığına inanmak ile herhangi bir yiyecek maddesinin helâl ya da haram
kılınma yetkisini veya hukukî düzenleme gerektiren diğer bütün problemlerin
çözüm yetkisini sırf Allah'a tanımak arasında güçlü ve dolaysız bir bağ
vardır.
Bununla birlikte, İslâm, zarurî durumları
hesaba alarak bu durumlarda yasakları mübah kılar, serbest sayar. Sözkonusu
sıkışık zamanlarda zaruret sınırlarını aşmamak, ölçüyü kaçırmamak şartıyla
bu zaruretleri savacak, karşılayacak miktardaki haramları helâl kabul eder:
"Fakat darda kalana, başkasının payına el
uzatmamak, ve zaruret miktarını aşmamak üzere bu etlerden yemek günah
değildir. Hiç şüphesiz, Allah bağışlayıcıdır ve merhametlidir."
Bu hüküm genel bir ilkedir. Burada bu
ayetle sözü geçen haramlar için geçerli olmakla birlikte mutlak olması
sebebiyle başka yerlerde diğer haramları da kapsamı içine alır. Buna göre,
hayatî tehlike taşıyan hangi zaruret ile karşılaşılırsa karşılaşılsın, bu
zaruret ile karşılaşan kimsenin içine düştüğü sıkıntıyı, bu zarureti
atlatacak miktarda harama girerek savması caizdir. Ancak, işlenecek haramın
miktarı zaruretin sınırını aşmamalıdır.
Yalnız bu hükmün birkaç noktasında fıkıh
bilginleri arasında görüş ayrılığı vardır. Bù tartışmalı noktalardan biri
zaruret konuları üzerindedir. Acaba bu konularda Kıyas (karşılaştırma)
kuralı geçerli midir, yoksa sadece yüce Allah'ın Kur'an'da belirttiği
durumlar mı zaruret durumu sayılır? Ayrıca zarureti savacak miktarın ne
olduğu konusu da tartışmalıdır. Acaba bu miktar, kullanılacak haramın en alt
birimi midir, yoksa tam olarak yemek ya da içmek anlamına gelir mi? Burada
biz bu fıkhî tartışmaya girecek değiliz. Kur'an'ın ışığı altında yaptığımız
bu kısa açıklama ile yetinmeyi uygun görüyoruz.
Kur'an-ı Kerim'in helâl ve haram kıldığı
maddeler konusunda yahudiler çok tartışmalar yapmışlardır. Çünkü bir defa
sırf yahudiler için konmuş bazı haramlar vardı ki, bunlara başka bir surede
değiniliyor. Okuyalım:
"Biz yahudilere bütün tırnaklı hayvanları
haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları
dışında kalan iç yağlarını da haram kıldık." (En'am Suresi, 46)
Oysa bunlar müslümanlara mübahtı. Belki de
onlar kendileri için haram kılınmış olan bu et ve yağların müslümanlara
helal kılınmasını sindiremeyerek karşı çıkmışlar, bu hükmü tartışma konusu
yapmışlardı. Ayrıca bize ulaşan bilgilere göre yukardaki ayette açıklanan
haramlara da karşı çıkmışlar, onları tartışma konusu yapmışlardı. Oysa bu
ayette yeralan haramlar Tevrat'ta onlara da haram kılınmıştı. Bu tür
itirazlardaki değişmez amaçları,Kur'an'ın emirlerinin doğruluğunu ve yüce
Allah tarafından vahyedilmiş olduğu realitesi hakkında zihinlerde şüphe
uyandırmaktı. Okumaya devam ediyoruz:
ALLAH'IN AYETLERİNİ
GİZLEYENLER
"Allah'ın indirdiği kitapta bulunan bir
açıklamayı gizleyerek onu birkaç para karşılığında satanlar var ya; onlar
karınlarına ateşten başka birşey indirmiyorlar. Allah Kıyamet günü onlarla
konuşmaz ve kendilerini günahlardan arındırmaz. Onları acı bir azap
beklemektedir.
Onlar hidayet karşılığında sapıklığı,
mağfiret karşılığında azabı satın alanlardır. Onlar Cehennem ateşine karşı
ne kadar da dayanıklıdırlar!
Sebebine gelince; Allah kitabı hakk
içerikli olarak indirdi ve bu kitap üzerinde görüş ayrılığına düşenler,
gerçekten derin bir anlaşmazlık, uyuşmazlık içindedirler."
Burada yüce Allah'ın indirmiş olduğu
kitapta yer alan bazı açıklamaları gizli tutma eylemine yöneltilen kınama,
öncelikle yahudiler ile hıristiyanları hedef almıştır. Fakat ayetin genel
karakterli hükmü, bildikleri gerçeği gizleyerek bu eylemleri karşılığında
birkaç para alan bütün dinlerin bağlıları için geçerlidir. Sözkonusu "birkaç
para" ister gerçeği gizlemek karşılığında elde etmeyi umdukları şahsî bir
menfaat olsun, ister gerçeği gizleme karşılığında kondukları ve eğer doğruyu
söylerlerse kaybedeceklerinden korktukları çeşitli kişisel yararlar olsun,
isterse dünyanın tümü olsun, farketmez. Çünkü bu adamların kaybetmiş
oldukları Allah rızası ve Ahiret sevabı ile karşılaştırıldığı zaman dünyanın
tümü de "bir kaç para"dır.
Kur'an-ı Kerim, bu ayetlerin konusu olan
yiyecek maddeleri -helâl ve haram kısımları ile-, konusuna uyumlu olarak
bunlar hakkında şöyle buyuruyor:
"Onlar karınlarına (midelerine) ateşten
başka birşey indirmiyorlar."
Bu cümlenin gözler önüne serdiği tablo ile
daha önceki ilâhi cümlelerin tablosu arasında uyum vardır. Adamların gerçeği
gizlemenin ve yüce Allah'a iftira atmanın bedeli olarak yedikleri şey, sanki
midelerine indirilmiş bir ateştir! Onlar sanki aslında ateş yiyor
gibidirler! Bu durum Ahirete varacakları zaman gerçekten öyle olacaktır.
Görülecek ki, orada elbiseleri de yiyecekleri de ateş olacaktır!,
Yüce Allah'ın ayetlerini gizli tutmuş
olmalarının cezası olarak Allah onlara ilgi göstermeyecek, kendilerini
horlamışlık ve aşağılanmışlık ile başbaşa bırakacaktır. Kur'ana Kerim bu
ilgisizliği, horlanmayı ve aşağılanmayı şöyle dile getiriyor:
"Allah, Kıyamet günü, onlarla konuşmaz ve
kendilerini günahlardan arındırmaz."
Bu ifade, sözkonusu ihmal olgusunu insana
somut biçimde algılatacak, .idrak ettirecek canlılıktadır. Onlarla ne
konuşulacak, ne yüzlerine bakılacak ve ne de günahlarından arındırılıp
affedileceklerdir. Devam ediyoruz:
"onları acı bir azap beklemektedir."
İşte bir başka canlı ve doyurucu ifade
daha:
"Onlar, hidayet karşılığında sapıklığı,
mağfiret karşılığında azabı satın alanlardır."
Burada, sanki adamların hidayeti vererek
karşılığında sapıklığı, mağfireti vererek karşılığında azabı aldıkları somut
bir alış-veriş sahnesi ile karşı karşıyayız. Ne kadar zararlı ve aldanma
içeren bir alış-veriş! Adamların satın aldıkları, tercih ettikleri şeyler ne
kadar kötü! Bu benzetme aslında somut bir gerçeği ifade ediyor. Sebebine
gelince; hidayet, fazlasıyla bu adamların önündeydi, fakat onlar onu bırakıp
sapıklığı aldılar. Aynı şekilde mağfiret de kendilerine sunulmuş duruyordu;
fakat onu bir yana iterek azabı aldılar. Okumaya devam edelim:
"Onlar Cehennem ateşine karşı ne kadar da
dayanıklıdırlar!"
Bile bile seçtikleri ve ısrarla hedef
edindikleri Cehennem ateşine karşı sabırları ne kadar uzun süreliymiş!
Uzun süreli Cehennem azabına katlanmaya
hazır olmaları, ne kadar küçük düşürücü bir mizah üslubu ile alaya alınıyor!
Bu ceza, işledikleri suçun alçaklığına denk
düşen bir cezadır. İnsanlara açıkça anlatılsın, yeryüzünde uygulamaya
geçirilsin, toplumların hukuk sistemi ve sosyal düzeni olsun diye yüce Allah
tarafından indirilmiş olan kitabı, gizli tutma, saklama suçunun cezası. Kim
bu kitabı insanların bilgisinden gizlerse onu uygulamadan alıkoymuş olur.
Oysa bu kitap, uygulamaya geçirilsin diye indirilmiş bir gerçektir:
"Çünkü Allah, bu kitabı hakk içerikli
olarak indirdi."
Kim bu kitaba uyarsa o doğru yoldadır;
gerçekle, doğru yoldan giden insanlarla, evrenin köklü yaratılışı ve
kanunlar bütünü ile uyum halindedir. Fakat;
"Bu kitap üzerinde görüş ayrılığına
düşenler, gerçekten derin bir anlaşmazlık, uyuşmazlık içindedirler."
Böyleleri, gerçekle uyuşmazlık
halindedirler; evrenin tabiî kanunlar sistemi ile uyuşmazlık halindedirler;
aralarında ve kendi iç dünyalarının dengeleri ile uyuşmazlık, bağdaşmazlık
halindedirler...
Böyleleri, gerçekten eskiden de öyle
idiler, şimdide öyledirler. Kitapları hakkında görüş ayrılığına düşen, bu
kitabı bütünüyle benimsemeyerek bölümleri arasında keyfine göre ayırımlar
yapan her ümmet bu kategoriye girer, bu ayette sözü edilenlere eklenir. Bu
ayetin hükmü, farklı zaman dilimlerine ve değişen milletlere rağmen aynı
kalarak her zaman ve her yerde gerçekleşen bir ilâhî vaaddir. Biz onun
pratik olarak doğrulanışını şu anda içinde yaşadığımız dünyada açıkça
görüyoruz.
Okuduğumuz bölümün son ayetinde imana
dayalı doğru düşüncenin, yine imana dayalı isabetli davranış sisteminin
kuralları ortaya konuluyor, ayrıca samimi müslümanların ve gerçekten
Allah'tan çekinenlerin (takvalıların) niteliği belirleniyor;
177- Yüzlerinizi Doğu ya da
Batı tarafına çevirmeniz iyilik demek değildir. Asıl iyilik Allah'a, Ahiret
gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan; akrabalara, yetimlere,
yoksullara, yarı yolda kalanlara, dilencilere ve boyunduruk altında
bulunanlara (kölelere, tutsaklara) mallarını sevmelerine rağmen yardım
edenlerin; namazı kılanların, zekâtı verenlerin, antlaşma yaptıklarında
yapmış oldukları antlaşmaları yerine getirenlerin; zorda, darda ve savaş
zamanında sabredenlerin tutumudur. İşte doğrular (sözlerinin erleri)
onlardır, takva sahipleri de onlardır.
Tefsir bilginlerinin daha çok
benimsedikleri görüşe göre, bu ayetin içerdiği açıklama ile kıble değişimi
olayı ve bu olayla ilgili olarak koparılan uzun tartışmalar arasında sıkı
bir ilişki vardır. Kıble değişimi olayının hikmeti daha önce anlatılmıştı.
Şimdi bu ayette gerek bu olayın ve gerekse çeşitli ibadetlerin şekilleri ile
ilgili olarak gündeme getirilmiş olan yahudi tartışmalarının, itirazlarının
ışığı altında büyük gerçek belirleniyor, dile getirilmeye devam ediliyor.
Bilindiği gibi yahudiler bu tür meseleleri sık sık tartışma konusu
yapıyorlardı.
Sözünü ettiğimiz "büyük gerçek" şudur: Ne
kıble yönünün değiştirilmesinden ve ne de mutlak anlamda ibadet amaçlı
davranışlardan maksat, insanların yüzlerini Doğuya ya da Batıya,
Beytülmukaddes ya da Kâbe tarafına çevirmek değildir. Başka bir deyimle
-genel anlamda "iyilik" demek olan- "birr"in gayesi; kalpde uyandırmaları
beklenen duygulardan ve pratik hayatta uygulanması gereken davranışlardan
soyutlanmış, birtakım iyilik gerçekleştirmez ve hayır üretmez kuru ibadet
görüntüleri değildir. Tersine iyilik (birr); bir düşünce, bir duygu, bir
eylem bütünü ve bir davranış sistemidir. İyilik; gerek birey ve gerek toplum
vicdanında etkisini gösteren bir düşüncedir, bireysel ve sosyal hayatta
etkisini gösteren somut bir davranıştır. Yüzleri Doğuya ya da Batıya
çevirmek bu büyük gerçeği gözardı ettiremez, onu umursamamanın gerekçesi
sayılamaz. Bu yöneliş ister bu ya da o kıbleye dönmek suretiyle olsun, ister
namazda sağa ve sola selam vermek biçiminde olsun, isterse insanların yapmış
oldukları diğer ibadetlerin görüntülediği davranışlar sırasında belirmiş
olsun, farketmez. Tekrarlayalım:
"Asıl iyilik; Allah'a, Ahiret gününe,
meleklere, kitaba, peygamberlere inanan; akrabalara, yetimlere, yoksullara,
yarı yolda kalanlara, muhtaçlara ve boyunduruk altında bulunanlara
(kölelere, tutsaklara) mal sevgilerine rağmen yardım edenlerin; namazı
kılanların, zekâtı verenlerin, antlaşma yaptıklarında yapmış oldukları
andlaşmaları yerine getirenlerin; zorda, darlıkta ve savaş zamanında
sabredenlerin tutumudur. İşte doğrular (sözlerinin erleri) onlardır, takva
sahipleri de onlardır."
İşte, iyiliklerin tümü anlamına gelen
"birr" budur. Acaba ayette sayılan sıfatlara yüce Allah'ın terazisinde bu
ağırlığı kazandıran değer nedir?
Meselâ yüce Allah'a, Ahiret gününe,
meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanmanın değeri, önemi nedir?
Yüce Allah'a inanmak, insanlığın hayatında
değişik güçlere, değişik nesnelere ve değişik görüşlere kulluk etmekten
kurtulup yüce Allah'ta merkezileşen tek kulluğa yönelmenin dönüm noktasıdır.
Bu tek varlığa kulluk sayesinde insan vicdanı, bütün diğer kulluklardan,
bağımlılık türlerinden sıyrılarak tek ilâh önünde aynı safta yer alan diğer
insan vicdanları ile eşitlik düzeyine yükselir. Arkasından da bütün maddî
nesnelerin ve bütün görüşlerin üzerine çıkar. Allah'a inanmak; bütün
bunların yanında, anarşiden düzene, şaşkınlıktan, istikamet belirliliğine,
dağınıklıktan amaç birliğine geçişin de dönüm noktasıdır. Şu insanlık tek
Allah'a inanıp bağlanmadıkça ortak bir amaç çerçevesinde doğru yolu
bulamayacağı gibi, dışındaki varlık bütününde olan ve koordinasyonlu bir
dayanışma sağlayan ilişki ve hedeflerine sağlam bir dayanak noktası bulamaz.
Ahiret gününe inanmak, ceza konusunda
mutlak ilâhi adalete insanın, yeryüzündeki hayatının boş ve ölçüsüz bir
kargaşa olmadığına ve dünyadayken öyle değilmiş gibi görünse de aslında
iyiliğin karşılıksız kalmayacağına inanmaktır. Gaybe (görünmez aleme)
inanmanın bir parçasını oluşturan meleklere inanmak ise, insan idraki ile
hayvan idraki arasında, şu varlık bütününe ilişkin insan düşüncesi ile
hayvan düşüncesi arasında bir ayırım çizgisi, bir arakesittir. İnsan, duyu
organlarının algı alanı dışında kalan bir alemin varlığına inanırken, duyu
organlarının sınırlı algılarına bağımlı olan hayvan bu dar alanın ötesine
geçemez. (Burada, Bakara Suresinin ilk ayetlerinin tefsirine
başvurulabilir.)
Kitaba ve peygamberlere inanmak ise bütün
peygamberlik misyonlarına ve bütün peygamberlere inanmaktır ki, bu da
insanlığın birliğine, bu insanın ilâhının birliğine, dininin birliğine ve
ilâhi düzeninin ortaklığına inanmak anlamına gelir. Bütün peygamberliklerin
ve peygamberlerin mirasının varisi olan müslümanın kafasında bu bilincin
yerleşmesinin son derece büyük bir önemi, değeri vardır.
ALLAH YOLUNDA İNFAK
Akrabalara, yetimlere, yoksullara, yarı
yolda kalanlara, muhtaçlara ve özgürlüklerini yitirmiş köleler ile
tutsaklara yardım etmenin, sevilen ve gurur duyma vesilesi yapılan maldan,
bu zümreler lehine fedakârlıkta bulunmanın önemi, değeri nedir?
Bunun önemi ve değeri; mal hırsının,
cimriliğinin, irade zayıflığının ve bencilliğin tutsaklığından kurtulmaktır.
Elleri başkalarına yardım etmekten, vicdanları özveriden ve ruhları
özgürlükten alıkoyan mal tutkusundan sıyrılmak, arınmaktır. Bu özveri,
ayetteki "mal sevgisine rağmen" ifadesi ile parmak basılan bir ruhî ve
duygusal değerdir, kazanımdır. Yani, insanın değersiz ve kötü malını değil,
sevdiği malı başkalarına vermek üzere ona elini uzatarak mal tutsaklığından,
maddî varlık köleliğinden kurtulması, azad olması... Bu kölelik, vicdanları
alçaltan ve başları öne eğdiren bir bağımlılıktır. Bu özveri, insanı
ihtirastan, insanı küçük düşüren mal ihtirasından da azad eder. Bu ise,
İslâm'ın görüşüne ve ölçüsüne göre büyük bir insani değerdir. İslâm öyle bir
dindir ki, insanı dış dünyanın, sosyal çevrenin olumsuz etkilerinden
kurtarmaya geçmeden önce onu kendi nefsinin kışkırtmalarından, ihtiras ve
zaaflarından kurtarmaya girişir. Çünkü İslâm nefislerinin kölesi olmuş
kimselerin, aynı zamanda insanların da köleleri olduklarına buna karşılık
kendi nefislerinin tutsaklığından kurtulmuş kimselerin, aynı zamanda
toplumların başı dik, özgür bireyleri olduğuna kesinlikle inanır.
Bütün bunlardan başka, bu özveri, toplum
düzeyinde de insani bir değerdir. Sözünü ettiğimiz akrabaları gözetme,
onlara yardım etme geleneği insan kişiliğinin saygınlığını, aile onurunu ve
karşılıklı akraba bağlılığını gerçekleştiren bir davranıştır. Aile, toplumun
çekirdeğidir. Bu yüzden ayette en başa alınarak ona özel bir ilgi
gösterilmiştir.
Bu özveri, yetimlere dönük yüzü ile
toplumda büyükler ile küçükler arasın da, güçlüler ile zayıflar arasında bir
dayanışmadır; ana-baba ilgisinden ve korumasından yoksun olan bu yavruların
bu eksikliklerini karşılama, bu boşluklarını doldurma girişimidir. Böylece,
başıboş kalacak ümmet çocuklarının bozulma tehlikesiyle karşı karşıya
gelmelerine; çocuklarını gözetmeyen, onlara yardım eli uzatmayan toplumların
felâketlerle yüzyüze gelmelerine karşı koruyucu bir önlemdir.
Bu özveri, geçimlerini sağlayacak maddî
imkânlardan yoksun olmalarına rağmen yüzsuyu döküp hiç kimseden birşey
istemeye kalkışmayan yoksullara dönük yüzü ile; böylelerinin onurunu
koruyucu, mahvolmalarını engelleyici, hiçbir ferdini ihmal etmeyen ve hiçbir
üyesinin perişanlığına göz yummayan İslâm toplumun geçerli olan sosyal
dayanışına ve yardımlaşma ilkesini somut örneklerle kanıtlayıcı bir
önlemdir.
Bu özveri, malından ve ailesinden uzak
düşmüş yolcuya dönük yüzü ile; sıkıntı anında, aileden, maldan ve
memleketten ayrı düşüldüğü sırada böyle bir sıkıntıya düşen kimseye karşı
yapılması gereken bir kurtarma görevi, aynı zamanda bütün insanlığın bir tek
aile, bütün yeryüzünün ortak bir vatan olduğunu, bu ortak vatan yüzeyinde
bir ailenin başka bir aile ile, bir malın başka bir mal ile, bir ilişkinin
başka bir ilişki ile ve bir ikametgâhın başka bir ikâmetgâh ile elele
verebileceğini yarı yolda kalınış bu çaresize hissettirme girişimidir.
Bu özveri, muhtaçlara dönük yüzü ile;
onların darlıklarını giderici ve böylece kendilerini İslâm'ın hoş görmediği
dilencilikten alıkoyucu bir tedbirdir. İslâm'a göre geçimini asgarî düzeyde
sağlayan ya da çalışacak bir iş bulabilen kimsenin dilenmemesi gerekir.
Böyle bir kimseye dini, elindekine kanaat getirmeyi ya da çalışıp geçimini
sağlayarak dilenmemeyi emreder. Sadece çalışamayanlar ve asgarî
ihtiyaçlarını karşılayamayanlar dilenebilirler.
Bu özveri, boyunduruk altına düşmüş
kimselere (tutsaklara ve kölelere) dönük yüzü ile; İslâm'a karşı kılıç
çekmek gibi ağır bir kabahat işlemiş olan zavallıları kölelikten azad ederek
özgürlüğe kavuşturma, yeniden hür ve şahsiyetli birer insan olmalarını
sağlama amacını taşır. Ayetin bu konudaki hükmü ya köleleri satın alarak
azad etme yoluyla veya efendisinin kendisinden azad etme karşılığında
istediği malı ona yardım olarak vermek suretiyle gerçekleşir.
Bilindiği gibi İslâm, kölelerin
efendilerinden azad olmayı istedikleri andan itibaren onların özgür
olduklarını ilân eder ve efendilerden bu özgürlük karşılığında köleleri ile
derhal bir malî anlaşma yapmalarını ister. İşte o andan itibaren eski köle,
ücretli bir işçi konumuna geçer, çalışarak elde ettiği kazanç hesabına
yazılmaya başlanır, zekât verilebilecek kimseler arasına girer, kendisine
yapılacak zekât-dışı yardımlar, bu ayette sayılan "genel iyilikler"
kapsamında sayılır. Bütün bunlar kölelerin bir an önce kölelikten kurtulup
özgürlüğünü geri alması amacına dönük tedbirlerdir.
Namaz kılmaya gelince, acaba bu ibadetin
"tüm iyilikler" anlamına gelen "birr" kavramının içindeki yeri nedir?
Namaz, "yüzü Doğuya ya da Batıya" çevirme
eylemini aşan bir anlam taşır. Bu ibadet insanın dışıyla, içiyle, vücuduyla,
aklıyla ruhuyla bir bütün olarak Rabbine yönelme pratiğidir. Namaz, ne sırf
bir vücud egzersizleri yekünü ve ne de sırf Allah'a tasavvufi bir yönelme
girişimidir. İslâm'a uygun namaz, bu dinin hayat ile ilgili temel
düşüncesinin kısa bir özetini oluşturur.
İslâm, insanı; beden, akıl ve ruh kesimleri
ile birleşmiş bir bütün olarak tanır. Ne toplam olarak insan dediğimiz canlı
varlığı oluşturan bu üç güç kaynağının (beden-ruh-akıl) faaliyetleri
arasında çatışma olduğunu varsayar ve ne de ruhun özgürlüğü hesabına bedeni
baskı altına almaya girişir. Çünkü ruhun özgür olabilmesi için böyle bir
baskı gerekli, zarurî değildir. İşte bu temel düşüncenin ışığı altında
İslâm, en büyük ibadet türü olan namazı bu üç insanî güç kaynağının
faaliyetlerini yansıtabilecek bir fırsat sayarak her üç güç kaynağını da
birarada uyum ve karşılıklı ilişki içinde yaradan'a yöneltir. Daha açık
söylemek gerekirse namazın kıyamını (ayakta durma eylemini), rükuunu ve
secdesini bedenin hareketini gerçekleştirici; onun okumasını (kıraatını),
okunan ayetlerin anlamını düşünme ve irdelemesini aklın faaliyetini
yansıtıcı; bunlar yanında onun içerdiği, Allah'a yönelmeyi ve O'na teslim
olmuşluğu ruhun faaliyetini aksettirici bir fırsat olarak kabul eder. Bu
faaliyet kesimlerinin her üçü de eş zamanlı olur. Bu şekilde namaz kılmak,
her vakit namazında ve her rekâtta İslâm'ın hayatla ilgili görüşünü bir
bütün olarak müslümana hatırlatır ve bu hayat görüşünü yine bir bütün olarak
pratiğe yansıtır.
Peki zekât vermenin bu genel iyilik kavramı
içindeki yeri nedir? Zekât vermek, yüce Allah'ın zenginlerin malı içinde
fakirlerin bir hakkı olarak belirlediği İslâmî bir sosyal vergidir. Bunu
yüce Allah belirliyor. Çünkü sözkonusu malın asıl sahibi O'dur ve onu
belirli bir sözleşme ile fertlerin mülkiyetine vermiştir. Bu sözleşmenin
şartlarından biri de zekât vermektir. Bu ayette sevilen maldan anılan
kimselere mutlak anlamda yardım yapılması konusu anlatıldıktan sonra; Zekât
meselesine geçiliyor. Bu da gösteriyor ki, ayette anılan kesimlere mutlak
anlamlı yardımda bulunmak zekâtın alternatifi değildir; zekât da bu tür mali
yardımların yerini tutan bir alternatif değildir. Zekât; farz olan bir
vergi, genel anlamlı maddî yardım ise gönüllü bir özveridir. "Birr" kavramı
ile ifade ettiğimiz iyilikseverlik halı ise ancak bunların her ikisinin
biraraya gelmesi ile gerçekleşir. Bunların her ikisi de İslâm'ın temel
dayanaklarındandır. Bu ayetin, zekâtı, maddî yardım meselesinden sonra ayrı
bir konu olarak anlatması, zekâtın başlı başına bir farz olduğunu, gönüllü
yardımın zekât yükümlülüğünü düşüremeyeceğini ve zekâtın da gönüllü yardımın
yerini alamayacağını belirtmek içindir.
Verilen sözleri tutmanın, yapılan
andlaşmalara uymanın genel anlamlı "iyilik" kavramı içindeki yerine gelince
bu sıfat, İslâm'ın son derece özen gösterdiği, karakteristik bir
niteliğidir; Kur'an-ı Kerim, birçok yerinde onu tekrar eder ve onu imanın,
insanlığın ve dürüst kişiliğin (ihsanın) belirtisi, göstergesi sayar. Bu
sıfat; fertler, toplumlar, milletler ve devletlerarası ilişkilerde güven ve
emniyet havasının egemen olması için kaçınılmaz bir gerekliliktir. Sözlere
ve anlaşmalara bağlılık sıfatı, ilk önce yüce Allah'a verilmiş olan sözlere
bağlı kalmaya dayanır. Verdikleri sözleri tutmayan, antlaşmalarına uymayan
insanların toplumunda herkes endişe ve korku içinde yaşar; hiçkimse
hiçkimsenin sözüne güvenmez, hiçkimse hiçkimseye emniyet etmez ve hiçkimse
hiçkimsenin vaadine inanmaz. İslâm gerek dostlarına ve gerekse düşmanlarına
verdiği sözleri tutma, dostları ve düşmanları ile yaptığı anlaşmalara
bağlılık konusunda öyle bir titizlik düzeyine yükselmiştir ki, insanlık uzun
tarihi boyunca böyle bir düzeye hiç yanaşamamış, sadece İslâm'ın önderliği
ve kılavuzluğu altında bu zirveye tırmanmak mümkün olabilmiştir.
"Acaba "Darlıkta, zorlukta ve savaş
sırasında sabırlı olma"' ile genel anlamlı "iyilik" kavramı arasındaki
ilişki nedir? Bu sıfat; her beklenmedik aksilik karşısında paniğe
kapılmanın, her facia karşısında hayal kırıklığına düşmenin, her zorluk
karşısında dize gelmenin önüne geçmek için vicdanların eğitilip hazırlıklı
hale getirilmesi işlemidir. Bu sıfat, çöken kara bulutlar dağılıncaya,
sıkıntı ortadan kalkıncaya ve yüce Allah'ın her zorluğun arkasından
gösterdiği kolaylık belirinceye kadar soğukkanlı davranmak, kendini tutmak
ve direnmek demektir. Bu sıfat; yüce Allah'tan umut kesmemek, Allah'a
güvenmek, Allah'a dayanmaktır.
Bütün insanlığın önderi olmakla, yeryüzünde
adaleti ve huzuru gerçekleştirmekle görevlendirilen bir ümmetin yolu
üzerinde karşısına çıkacağı kaçınılmaz olan meşakkatlere, sıkıntılara karşı
kendini hazırlaması, "Darlıkta, zorlukta, savaş sırasında sabırlı olması",
yokluk ve yoksulluk karşısında sabırlı olması, hastalığa ve güçsüzlüğe karşı
sabırlı olması, eksiklik ve yetersizlik karşısında sabırlı olması, savaşta
ve kuşatma altında sabırlı olması, kısacası her türlü musibete karşı sabırlı
olması şarttır. Çünkü ancak bu sayede büyük görevinin üstesinden gelebilir,
kendi için belirlenmiş rolü sebat, güven, soğukkanlılık ve gönül rahatlığı
içinde oynayabilir.
Bu ayette bu sıfat, yani "darlıkta,
zorlukta ve savaş sırasında sabretme" sıfatı diğerleri arasında ön-plâna
çıkarılıyor. Bu ön-plâna çıkarma işlemi, metinde "sabirin (sabırlılar)"
sözcüğü farklı bir sözdizimi kuralına tabi tutularak, diğerlerinden ayrı
tutulduğu vurgulanmak suretiyle gerçekleştiriliyor. Sebebine gelince, daha
önceki iyilik sıfatları merfu' oldukları halde sırf "sabirin" kelimesi
önünde "Ehesse" fiilinin olduğu farzedilerek mensub olarak okunmuştur.
İyiliğin sıfatları anlatılırken sabırlılığa bu şekilde özel bir dikkat
çekilmiş olmasının' ağırlıklı bir anlamı vardır. Bu dikkat çekme üslubu
sabırlıları ön-plâna çıkarıp öbür sıfatları taşıyanlardan daha imtiyazlı bir
konuma çıkarıyor. Allah'a, meleklere, kitaba, peygamberlere inanmak, sevilen
malı gözden çıkararak başkalarına vermek, namaz kılmak, zekât vermek ve
antlaşmalara bağlı kalmak nitelikleri karşısında bu niteliğe seçkinlik
kazandıran bir dikkat çekme işlemidir bu. Bu da sabırlılar için büyük bir
derece ve sabır sıfatının Allah'ın terazisinde değerli sayıldığını gösteren
bir dikkat çekme olayıdır. (Daha ayrıntılı açıklama için bu Cüz'ün bir
önceki dersinde okuyup incelediğimiz "Ey iman edenler, namaz ve sabırla
yardım dileyin" diye başlayıp "... İşte onlar için Rabblerinden mağfiret ve
rahmet vardır." şeklinde biten ayetin açıklamasına başvurulabilir.))
Böylece bir tek ayet inanç esasları ile
bedenî ve malî yükümlülükleri biraraya getirerek onları ayrılmaz bir bütün,
parçalanmaz bir ünite halinde sunuyor ve bu üniteye, birime "birr" ünvanını
veriyor. Bïz buna "toplam iyilikler" ya da bir hadiste geçen deyimi
kullanarak "iman" adını da verebiliriz. Gerçekten bu ünite, İslâmî görüşün
ileri İslâm düzenine dayanak oluşturan vazgeçilmez ilkelerin eksiksiz bir
özetidir.
Bundan dolayıdır ki, bu ayetin sonunda bu
sıfatları üzerlerinde taşıyanlar için şöyle buyuruluyor:
"İşte doğrular (sözlerinin erleri)
onlardır, takva sahipleri de onlardır." İşte müslüman olacaklarına dair
Rabblerine vermiş oldukları sözü tutanlar, inançlarına ve itikatlarına bağlı
kalanlar, bu inanç ve itikadı, pratik hayattaki uygulamalarına sadakatle
yansıtanlar bunlardır. Yine bunlar, Rabblerinden korkup O'na bağlılıklarını
sürdüren, duyarlılık ve titizlikle O'na karşı görevlerini yerine getiren
kimselerdir.
Şimdi biz bu ayetin ışığı altında önce yüce
Allah'ın doğru ve değişmez sistemi aracılığıyla insanları yükseltmek
istediği o yüce doruklara bakıyoruz. Arkasından da bu ilâhî sisteme sırt
çeviren, ondan kaçan, ona karşı savaş açan, ona ve ona çağıran herkese karşı
düşmanlık besleyen, insanlara göz atıyor ve ellerimizi esefle havaya açarak
yüce Allah'ın şu sözünü tekrarlıyoruz: "Yazıklar olsun kullara."·(Yasin
Suresi, 30)
Sonra bir daha gözlerimizi açıp etrafa
bakınca az önceki hayıflanmamız ve üzüntümüz dağılarak, yerini yüce Allah'a
bağlanmış güçlü umudumuza ve bu hayat tarzının sarsılmaz derecede kuvvetli
olduğuna beslediğimiz kesin inanca bırakıyor.
Bu arada bakışlarımızı geleceğe dikiyoruz
ki, ufukta bir ümit, parlak ve ışık saçan bir ümit parıldıyor. Şu insanlığın
uzun bir sıkıntı sürecinden sonra bu ileri hayat düzenine yöneleceğini ve
bakışlarını bu aydınlık ufka çevireceğini müjdeleyen bir ümit bu... Ve
beklediğimiz yardım sadece Allah'tan gelecektir.
Bu bölüm, Medine'de ilk kuruluş dönemini
yaşayan İslâm toplumunun bazı sosyal düzenlemelerini, sosyal kurumlarını
içerdiği gibi bir kısım farz ibadetleri de içeriyor. Bunların her ikisi de
bu surenin aynı bölümünde yanyana yerleştirilmiş bir bütün oluşturuyor. Yine
bu iki konu aynı şekilde Allah'tan korkmaya ve takvaya sağlam bir bağla
bağlanmıştır. Çünkü hem sosyal düzenlemelerin ve hem de kulluk
yükümlülüklerinin hemen arkasından takvanın, Allah korkusunun
hatırlatıldığını görüyoruz. Ayrıca bu her iki bahis de geçen bölümün sonunda
yeralan ve gerek imana dayalı düşüncenin dayanaklarını ve gerekse pratik
davranışların ilkelerini içeren "birr (genel anlamda iyilik)" ayetinin hemen
arkasından geliyorlar.
Bu ayetler demetinde sırasıyla; adam
öldürme olaylarına kısasla karşılık verilmesi gerektiği ile bununla ilgili
hukukî düzenlemelerden, ölmeden önce yapılacak vasiyyetten, oruç tutmanın
farz oluşundan, duanın ve itikâfın İslâm'daki yerinden ve son olarak da mal
ile ilgili olarak çıkacak ihtilaflardan dolayı yargı organlarına başvurma
yollarından sözediliyor. Kısasla ilgili açıklamaların arkasından Allah
korkusuna (takvaya) şöyle işaret ediliyor:
"Ey akıl sahipleri, sizin için kısasta
hayat vardır. Bu sayede (Allah'tan korkarak) adam öldürmekten sakınırsınız."
Vasiyyet ile ilgili açıklamaların
arkasından da Allah korkusuna (takvaya) şöyle işaret ediliyor:
"İçinizden biri ölmek üzereyken eğer geride
mal bırakıyorsa anaya, babaya ve yakın akrabalara geleneklere uygun bir
vasiyyette bulunması Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur."
Öteyandan oruç ile ilgili açıklamaların
arkasından da sözü geçen takva hakkında şu uyarıya yer verilmektedir:
"Ey müminler, sizden önceki ümmetlere
olduğu gibi, günahlardan sakınasınız diye, sayılı günler olarak oruç tutmak
size de farz kılındı."
Oruçla ilgili açıklamaların arkasından
itikâftan sözedildikten sonra da aynı uyarı, yani takva uyarısı şöyle
vurgulanıyor:
"Bunlar, Allah'ın çizdiği sınırlardır,
onlara yaklaşmayın. Allah insanlara ayetlerini böyle açıklıyor ki,
yasaklardan sakınabilsinler."
Bütün bunların yanında bir bölümünü
yukarıya aldığımız ayetlerden başka bu bölümün sonlarında okuyacağımız diğer
bir grup ayet de takvayı vurgulamaktan, kalplerde Allah duyarlığını ve
bilincini harekete geçirmekten geri kalmaz. Sözünü ettiğimiz sonuç
cümlelerini birlikte okuyalım:
"Size doğru yolu gösterdi diye O'nu tekbir
etmenizi (ululuğunu dile getirmenizi) ister, ola ki, kendisine
şükredersiniz."
"O halde onlar da benim çağrıma olumlu
cevap vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar."
"Hiç şüphesiz Allah her şeyi işitïr ve
bilir."
"Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcı ve
esirgeyicidir."
Bu üslup, dikkatleri bu dinin özüne çeken
bir tutarlılık, bir sürekliliktir. Bu din bölünmez bir bütündür. Bu dinin
gerek sosyal düzenlemeleri gerek hukukî kuralları ve gerekse ibadet amaçlı
hareketleri, bir bütün olarak, içerdiği inanç sisteminin türevleridir, hepsi
de bu inanç sisteminin doğurduğu genel düşünceden kaynaklanır, tümü tek bir
bağla yüce Allah'a sımsıkı bağlıdır ve yine hepsi ortak amaçları olan
kullukta buluşup birleşirler.. Tek Allah'a kullukta.. Yaratan, rızık veren
ve insanoğlunu şu varlık aleminde kendine halife olarak atamış olan Allah'a
kullukta. Yalnız, bu halifelik, insanların O'na inanması, ibadetlerini sırf
O'na yöneltmeleri ve düşüncelerini, yaşama düzenlerini, hukuk sistemlerini
sırf O'nun ilkelerine dayandırmaları şartına bağlıdır.
Bu bölüm, bu ayetler demeti, gerek işlediği
konular, gerekse içerdiği sonuç ve yorum cümleleri ile bu dinde varolan
sözkonusu kayıtsız-şartsız karşılıklı ilişkinin bariz bir örneğidir.
178- Ey müminler, size,
öldürülenler hakkında kısas farz kılındı. Hür insana karşılık hür insan,
köleye karşılık köle ve kadına karşılık kadın.
Ama eğer katil, öldürülenin kardeşi
tarafından bağışlanmış ise kendisine örfe uyarak bağışlayana güzellikle
diyet ödemek düşer.
Bu, Rabbinizin bir ceza indirimi, bir
merhametidir. Bundan sonra tecavüz eden kimseyi acı bir azap beklemektedir.
179- Ey akıl sahipleri,
sizin için kısasta hayat vardır. Bu sayede adam öldürmekten sakınırsınız
İSLÂM'IN KISAS ANLAYIŞI
Ayetin başlangıcını oluşturan hitap "iman
edenler"e yöneltilerek, onlara, düşünce ve davranış kurallarını ilâhî
kaynaktan almalarını gerektiren sıfatları ile sesleniyor. Yani, "Kısas
yasası konusunda Allah'a inananlar". Yüce Allah, müminlere bu birinci
ayetteki ayrıntıların ışığı altında, adam öldürme olayları ile ilgili olarak
kısas yasasını farz kıldığını haber vermek için kendilerine sesleniyor.
İkinci ayette ise bu yasal düzenlemenin gerekçesini açıklıyor ve
müslümanları bu gerekçe üzerinde düşünmeye ve kafa yormaya çağırıyor. Ayrıca
onların kalplerinde takva bilincini harekete geçiriyor, ki bu duyarlılık
adam öldürme ve kısas alanında emniyet sübabı oluşturur.
Ayetin açıkladığı bu hukukî düzenlemeye
göre, kasıtlı olarak adam öldürme olaylarında hür insana karşılık hür insan,
köleye karşılık köle ve kadına karşılık kadın öldürülerek kısas uygulanır.
Yalnız:
"Eğer katil, öldürülenin kardeşi tarafından
bağışlanmış ise ona örfe uyarak bağışlayana güzellikle diyet ödemek düşer."
Bu bağışlama, öldürülenin
velileri/temsilcileri katilin öldürülmesi yerine diyet (kan bedeli)
verilmesini kabul ederlerse mümkün olabilir. Ölünün geride kalan yakını bunu
gönüllü olarak kabul edince karşı taraftan gelenekler uyarınca, hoşnutluk ve
sevgi ile diyet istemesi, buna karşılık katilin ya da temsilcisinin de bu
diyeti güzellikle, gönül rızasıyla ve eksiksiz olarak ödemesi gerekir. Ancak
bu şekilde her iki tarafın kalpleri huzura kavuşur, yüreklerindeki yaralar
iyileşir ve geride kalanların arasındaki kardeşlik bağları tekrar eski
halindeki güçlülüğüne erişebilir.
Yüce Allah bu diyet yasasını koymakla, bu
düzenlemenin ceza indirimi ve merhamet içermesi nedenlerinden ötürü
mü'minlerin minnettarlığını gerektiren bir bağış olduğunu vurguluyor:
"Bu, Rabbinizin bir ceza indirimi, bir
merhametidir."
Bu hukukî düzenleme, Tevrat'ta yahudilere
serbest kılınmamıştı. Uyuşma ve gönül rahatlığının bulunması halinde
insanların hayatını söndürmemek, yaşamalarının devamını sağlamak amacıyla
sadece müslüman ümmete tanınmış bir yasal kolaylıktır bu. Fakat:
"Bundan sonra tecavüz edeni (anlaşmayı
çiğneyen tarafı) acı bir azap beklemektedir."
Bu durumda katilin Ahirette çarptırılacağı
bildirilen azabın dışında, dünyada bir ceza olarak idam edilmesi kesinlik
kazanır, diyet vermesi kabul edilmez. Çünkü karşılıklı uyuşma sağlanarak
diyet alınması kabul edildikten sonra yeni bir tecavüze girişmek; verilen
sözden cayma, anlaşmayı çiğneme ve durulan kalplerdeki kini tekrar
alevlendirme anlamına gelir. Öldürülenin velisi diyet almayı kabul ettikten
sonra bu sözünden dönerek öç almaya, karşı tarafa saldırmaya girişemez,
böyle bir şeye kalkışması caiz değildir.
Bu düzenleme sayesinde İslam'ın ufkunun ne
kadar geniş olduğunu, yasa koyarken insan psikolojisinin içgüdülerini ne
kadar yakından tanıdığını, yapısında varolan temel eğilimleri nasıl inceden
inceye bildiğini somut bir biçimde idrak ediyoruz. Neden derseniz, kan
davası fıtrî ve doğal bir realitedir. İslâm bunu kısas yasasını belirleyerek
karşılıyor. Kesin adalet, nefislerin şirretçe eğilimlerini kırar,
gönüllerdeki kin alevini söndürür ve katili de cinayet işlemeye devam
etmekten alıkor.
Fakat İslâm, bir yandan da affetmeyi
sevdiriyor, ona kapı açıyor ve sınırlarını çiziyor. Fakat kısas yasasını
ortaya koyduktan sonra İslâm'ın affetmeye çağırması, insan fıtratını baskı
altına alıp ona kaldıramayacağı bir şeyi yüklemek ve yükü taşımayı zorunlu
tutmak biçiminde değil, gönüllülük çerçevesi içinde haktan vazgeçmeye
çağırma biçimindedir.
Bazı rivayetlere göre bu ayetin hükmü
yürürlükten kaldırılmış(neshedilmiş)tir. Sözkonusu rivayetler, bu hükmün
daha sonra inen ve kısasta mutlak olarak "cana karşılık can" ilkesini
getiren aşağıdaki ayet tarafından yürürlükten kaldırıldığını ileri sürerler:
"Tevrat'ta onlara cana can, göze göz,
buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılık ödeşme yazdık. Kim
hakkından vazgeçerse bu, onun günahlarına keffaret olur. Allah'ın indirdiği
ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridirler."
Ünlü müfessir İbn-i Kesir, tefsirinde bu
konu ile ilgili olarak şöyle diyor: "İmam Ebu Muhammed b. Hatem'in Yahya b.
Abdullah b. Bukeyr'e, onun
da Abdullah b. Luhaya'ya ve onun da Ata b.
Dinar'a dayanarak anlattığına göre bu ayetin iniş (nüzul) sebebi hakkında
sahabilerden Saad b. Cubeyr (Allah hepsinden razı olsun) şu bilgiyi veriyor:
"Ey müminler, size öldürülenler hakkında
kısas farz kılındı. (Yani kasıtlı adam öldürme olaylarında) Hür insana
karşılık hür insan, köleye karşılık köle ve kadına karşılık kadın olarak..."
Bu ayet şu olay üzerine indi. İki Arap
kabilesi müslüman olmadan az önce aralarında vuruşmuş, her iki taraf da
birçok ölü ve yaralı vermişti. Köleleri ve kadınları bile öldürmüşlerdi ve
birbirinden öç almaya fırsat bulamadan müslüman olmuşlardı. Fakat her iki
kabile de birbirine karşı savaş malzemesi ve mal stoku yaparak savaşa
hazırlanıyordu. Bu arada karşılıklı olarak, kendilerinden ölen her köleye
karşılık hür bir insan ve her kadına karşılık bir erkek öldürmedikçe
aralarındaki vuruşmaya son vermeyeceklerine dair yemin etmişlerdi. Bunun
üzerine bu iki kabile hakkında daha sonra "cana can" ilkesini getirmiş olan
ayetle yürürlükten kalkmış olan "Hür insana karşılık hür insan, köleye
karşılık köle ve kadına karşılık kadın..:' ayeti indi. Ayrıca Ebu Malik'ten
de, bu ayetin "cana can" ilkesini getiren ayetle yürürlükten kaldırıldığı
rivayet edilmiştir."
Fakat benim anladığıma göre bu ayetin yeri
ile "cana can" ilkesini ortaya koyan ayetin yeri farklıdır, bu ayetlerin
birbirininkinden ayrı uygulama alanları vardır. "Cana can" ilkesini getiren
ayetin uygulama alanı, belirli bir kişiden yine belirli bir kişiye ya da
belirli birkaç kişiden belirli bir veya birkaç kişiye yöneltilmiş ferdî
saldırılardır. Bu durumlarda eğer cinayet kasıtlı biçimde işlenmiş ise katil
sorumlu tutularak cezalandırılır.
Fakat bizim şu anda incelemekte olduğumuz
ayetin uygulama alanı, tıpkı yukarda anlatılan iki Arap kabîlesinin olayında
olduğu gibi, toplu saldırılardır. Bu tür olaylarda bir ailenin başka bir
aileye, bir kabilenin başka bir kabileye, bir toplumun başka bir topluma
saldırarak karşı tarafın bir bölüm hür insanını, kölesini ve kadınını
öldürmesi ya da yaralaması sözkonusudur. Bu durumlarda kısas ilkeli adalet
terazisi ortaya konduğunda, bu tarafın hür bir kişisi karşı tarafın hür bir
kişisine, bu tarafın bir kölesi karşı tarafın bir kölesine ve bu tarafın bir
kadını karşı tarafın bir kadınına denk tutulur. Aksi halde bir toplumun
ortaklaşa olarak başka bir topluma saldırı düzenlediği bu tür olaylarda
kısas ilkesi nasıl uygulanabilir?
Eğer bu görüş doğru ise o zaman ne bu
incelediğimiz ayetin yürürlükten kalkmış olması ve ne de kısas ayetleri
arasında herhangi bir çelişkinin olması sözkonusudur.
Bir sonraki ayette kısas hükmünün derin
hikmeti ve uzun vadeli faydası amaçlanarak bu konu noktalanıyor:
"Ey akıl sahipleri, sizin için kısasta
hayat vardır. Bu sayede adam öldürmekten sakınırsınız."
Kısas, ne intikam almak ve ne de kin
duygularını tatmin etmek demektir. Kısas, bunlardan daha yüce, daha üstün
bir değerdir. O, hayat içindir, hayat uğrunadır, hatta hayatın ta
kendisidir. Sonra da bu farzın hikmetini düşünmeyi, üzerinde kafa yormayı,
kalpleri, Allah korkusu ile canlandırıp coşturmayı amaçlayan bir hükümdür.
Kısas hükmünün içerdiği hayat herşeyden
önce canileri adam öldürmekten caydırmasından kaynaklanır. Çünkü öldüreceği
insanın hayatına karşılık kendi hayatından olacağından kesinlikle emin olan
kimse, elbette adam öldürmeye kalkışmadan önce aklını başına alacak,
düşünecek ve "Böyle bir işi yapayım mı, yoksa yapmayayım mı?" diye tereddüt
edecektir. Ayrıca fiilen işlenen cinayetlerde öldürülenin ailesinin ve yakın
akrabalarının gönül yaralarını iyileştirmesi, bu gönüllerdeki kin ve intikam
özlemini dindirmesi bakımından "kısasta hayat vardır". O intikam özlemi ki,
bir defa harekete geçti mi, hiçbir noktada durmak bilmiyor. Tıpkı eski Arap
kabilelerinde olduğu gibi; Öyle ki, Araplar arasında dilden dile dolaşmış
olan Besus savaşında görüldüğü gibi bu öç alma duygusunun körüklediği
savaşların aralıklı olarak kırk yıla kadar sürdüğü oluyordu. Biz bu
manzarayı günümüzün pratik yaşantılarında da gözlüyoruz. Kuşaktan kuşağa
aktarılarak sürdürülen aileler arası kinler ve öç alma duyguları gözlerine
kestirdikleri kurbanlarının kanlarını sel gibi akıtıp duruyor ve hiç dinmek
bilmiyorlar.
Ayrıca daha kapsamlı ve daha genel anlamda
da "Kısasta hayat vardır". Çünkü bir ferdin yaşama hakkına karşı düzenlenen
saldırı, aslında hayatın tümüne karşı, öldürülen ile birlikte hayat sürecini
paylaşan, hayattaki bütün insanlara karşı girişilmiş bir saldırı olduğuna
göre eğer kısas yasası, caniyi bir tek cana kıymaktan caydırmış ya da
alıkoymuş ise, aslında onu hayatın bütününe saldırmaktan alıkoymuş,
caydırmış demektir. Başka bir deyimle bu caydırmada, bu alıkoymada mutlak
anlamda hayatın kendisinin kurtuluşu sözkonusudur. Sadece bir ferdin, sadece
bir ailenin ya da sadece bir toplumun hayatının değil, hayatın özünün
kurtuluşu.
Bunların da ötesinde hayatı koruyan en
önemli ve en etkili faktör, yüce Allah'ın bu yasağının ardında saklı olan
hikmetini araştırma ve O'nun buyruklarına karşı gelmekten sakınma bilincini
harekete geçirmektir. Tekrar ediyoruz:
"Ola ki, bu sayede adam öldürmekten
sakınırsınız."
İşte insan vicdanını saldırganlıktan, önce
adam öldürme biçiminde ve sonra da intikamcılık şeklindeki saldırganlıktan
alıkoyan engel ve bağ budur; takva, yani kalbin Allah korkusunun bilincine
varması, bu yönde duyarlık kazanması, O'nun öfkesinden çekinip hoşnutluğunu
araması.
Bu bağ, bu engel olmayınca hiçbir şeriat
ayakta kalamaz, hiçbir kanun etkili olamaz, hiçbir güvenlik önlemi yararlı
olamaz; ruhtan, duyarlıktan, insanınkinden daha büyük bir güç kaynağına
bağlı korkudan ve beklentiden yoksun hiçbir yasal düzenleme yeterli olamaz.
Gerek Peygamberimiz zamanında gerekse Raşid
Halifeler döneminde hadd cezasının uygulanmasını gerektiren ağır suçların
neden bu kadar az, hatta seyrek olduğunu,biz ancak bu faktörün ışığı altında
açıklayabiliriz. Üstelik o iki dönemde işlenmiş olan bu tür tek-tük suçların
çoğunluğu suçluların gönüllü ve iradeli itirafı ile ortaya çıkmıştı. Çünkü o
dönemlerde takva, Allah korkusu vardı. Bu Allah korkusu vicdanların
derinliklerinde ve kalplerin en saklı köşelerinde uyanık bir bekçi gibi
nöbet tutarak vicdanları ve kalpleri ceza alanlarından uzak tutuyordu. Bunun
yanısıra fıtrî yapının gizli sırlarını ve kalplerin iç oluşumlarım gören,
aydın şeriat düzeni bütün etkinliği ile yürürlükte idi. Ayrıca, bir yandan
sosyal kurumlar ile yasal düzenlemeler, öbür yandan yönlendirici direktifler
ile ibadetler arasında birbirini tamamlayıcı bir koordinasyon vardı. Bu
faktörlerin tümü, ortak bir uyum içinde düşünce sistemi sağlıklı, duygu
dünyası sağlıklı, davranışları temiz, hareketleri temiz bir toplum
oluşturmak için işliyor, işbirliği halinde etkilerini gösteriyorlardı. Çünkü
bu toplum ilk mahkemesini, ilk yargılamasını vicdanların içinde
gerçekleştiriyordu!
"Hatta kimi zaman insandaki hayvanî yönün
dizginden çıktığı ve bunun sonucu olarak tökezlediği, yoldan çıktığı bir
anda hiç kimsenin görmediği ve kanun elinin uzanamadığı yerlerde suç
işlendiği zaman, bu, iman sahibini kıyasıya kınayan bir vicdana, yakıcı bir
iç azabına ve korkutucu bir hayale dönüşürdü. O durumda bu imanın sahibi
suçunu kanun önünde itiraf ederek kendi kendini ağır cezaya çarptırmadıkça
ve bu ağır cezayı gönüllü olarak, güven içinde yüce Allah'ın·gazabına
uğramaktan ve Ahirette cezaya çarpılmaktan kurtulmanın bir bedeli kabul
ederek çekmedikçe durulamaz, huzur bulamazdı."
İşte bu takvadır.. Takva işte budur..
ÖLÜM ÖNCESİ VASİYYETİN
HÜKMÜ
Bunun arkasından ölmek üzereyken vasiyyet
yapma yasasına, bu yasa ile az önce anlatılan kısas yasası arasındaki ortam
ilişkisinin vurgulanmasına geçiliyor:
180- İçinizden biri ölmek
üzereyken eğer geride mal (hayır) bırakıyorsa anaya, babaya ve yakın
akrabalara geleneklere uygun biçimde vasiyyette bulunması, Allah'tan
korkanlar üzerine bir borçtur.
181- Kim bu vasiyyeti,
işittikten sonra değiştirirse, günahı onu değiştirenin boynunadır. Hiç
şüphesiz; Allah işitendir, bilendir.
182- Kim vasiyyet edenin
yanılgıya düştüğünden ya da günaha gireceğinden endişe ederek ilgililerin
arasını bulursa bu yüzden günaha girmez. Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcı ve
merhametlidir.
ÖLÜM ÖNCESİ VASİYYETİN
HÜKMÜ
Bu da, yani ana-babaya ve yakın akrabalara
vasiyyette bulunmak, tıpkı kısas gibi, farzdır; eğer ölümün eşiğinde bulunan
kişi geride "hayır" bırakacaksa. "Hayır" kelimesinin, "Mal, servet" demek
olduğunu belirten bilginler, vasiyyet yapmayı gerektirecek mal miktarı
hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. En çok destek gören görüşe göre
bu miktar, geleneklere göre belirlenebilecek değişken bir orandır. Bazı
bilginlere göre geride altmış dinar tutarından daha az mal bırakan kişi
"hayır" bırakmış sayılmaz. Kimi bilginlere göre ise bu miktar seksen, kimine
göre kırk ve kimine göre bin dinardır. Hiç kuşkusuz "servet" sayılıp
vasiyyet etmeyi gerektirecek olan malın miktarı dönemden döneme ve toplumdan
topluma değişme gösterir.
Okuduğumuz bu vasiyyet ayetlerinden bir
süre sonra miras ayetleri indi. bu ayetlerde mirasçılara belirli paylar
ayrıldı ve ana-babanın her türlü akraba kompozisyonu içinde mutlaka mirasçı
olacakları belirtildi. Bundan dolayı ana-baba vasiyyet kapsamı dışına
çıkarıldı. Çünkü mirasçıya vasiyyet yapılamazdı. Zira, Peygamber efendimiz
bu konuda şöyle buyurmuştu:
"Allah, her hak sahibine hakkını vermiştir.
Buna göre mirasçı için vasiyyet yapılmaz." ·(Eshabu-s Sünen)
Akrabalara gelince, bu ayet onlar hakkında
genellik karakterini korudu. Yani hangi akraba ilgili ayetlere göre mirasçı
konumu kazanmış ise vasiyyet kapsamından çıkmış, buna karşılık hangi akraba
ilgili ayetlere göre mirasçı sayılmamış ise okuduğumuz vasiyyet ayetinin
kapsamı içinde kalmış olur.
Bu görüş bazı sahabiler ile bazı tabiin'in
(ikinci kuşağın) görüşüdür, ki bizim de benimsediğimiz görüş budur.
Mirasçı olmayan akrabalara dönük vasiyyetin
hikmeti, akrabalık ilişkisi gerekçesi ile yardım etmekle görevli olduğumuz
bazı yakınlarımızın, daha yakın bazı akrabalarımız önlerini kestikleri için
miras ayetlerine göre mirasçımız olamadıkları durumlarda açıkça ortaya
çıkar. Vasiyyet, miras sınırları dışında kalan genel bir aile-içi dayanışma
türüdür. Bu yüzden "geleneklere uygun" olmak ve "Allah korkusu (takva)"
taşımak kayıtlarına bağlanmıştır.
"...Geleneklere uygun biçimde Allah'tan
korkanlar üzerine bir borçtur." Demek oluyor ki, vasiyyet yapılırken ne
mirasçılara haksızlık edilir ve ne de mirasçı olmayanlar ihmal edilir.
Aksine, bu farz yerine getirilirken hakkaniyet ve adalet ölçülerine bağlı
kalınarak yardımseverlik ve özveri yaklaşımı içinde takva şartı aranır.
Bununla birlikte mirasçı olmayan akrabaların, mirasçı akrabaları zarara
uğratmalarını önlemek amacıyla Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun)
vasiyyete ayrılabilecek olan mal oranını üçte bir ile sınırlamıştır.
Vasiyyetlerin toplam dilimi, bu oranı aşmamalıdır: Hatta bu oranın dörtte
bir olması daha da iyidir. Görüldüğü gibi bu konu hem yasal yaptırıma ve hem
de takvaya (Allah korkusuna) dayandırılmıştır. Zaten İslâm'ın uyumlu ve
dengeli olarak gerçekleştirdiği diğer bütün sosyal düzenlemelerin karakteri
de aynıdır.
Vasiyyeti işiten kimse eğer vasiyyeti
bırakanın ölümünden sonra onu değiştirirse sorumlu olur, günaha girer.
Vasiyyet bırakan kimse, sözkonusu değiştirmeden dolayı sorumlu değildir.
Okuyoruz:
"Kim vasiyyeti işittikten sonra
değiştirirse günahı onu değiştirenin boynunadır. Hiç şüphesiz Allah
işitendir, bilendir."
Kuşkusuz yüce Allah işiten ve gören olarak
en iyi şahittir. O, vasiyyeti bırakanın da şahidi olduğu için onu ölümünden
sonra yapılan haksız değişikliklerden dolayı sorumlu tutmaz. O, aynı zamanda
vasiyyeti değiştirenin de şahidi olduğu için onu yaptığı değiştirme suçundan
dolayı sorumlu tutar.
Yalnız bu genel ilkenin bir istisnası var.
O durumda vasiyyeti işiten kimse, ölen kimsenin bırakmış olduğu vasiyyette
değişiklik yapabilir. Bu istisnai durum şudur: Eğer vasiyyeti uygulamayı
üstlenen kişi, ölenin bıraktığı vasiyyette birini kayırma ya da belirli bir
mirasçıyı cezalandırma amacı güttüğünü anlarsa, bu haksızlığı önleyecek,
adaleti ve hakkaniyeti geri getirecek biçimde vasiyyeti değiştirebilir, bu
yüzden sorumlu tutulmaz:
"Kim vasiyyet edenin yanılgıya düştüğünden
ya da günaha gireceğinden endişe ederek ilgili tarafların arasını bulursa bu
yüzden günaha girmez."
Mesele her iki durum ve konumda yüce
Allah'ın bağışlamasına ve merhametine havale edilmiş ve her durumda O'nun
gözetimine bağlanmıştır. Adaletin ve hakkaniyetin en son güvencesi budur.
Böylece nasıl ki kısas hükmü takva
neticesine bağlanmışsa aynı şekilde vasiyyet işlemi de takva temeline
oturtulmuştur. Zaten imana bağlı düşünce tarzında ve İslam toplumunda her iş
ve her eylem bu temele bina edilmiştir.
ORUÇ
İlahi hayat düzenini yeryüzünde hakim
kılmak, insanlığa önder ve örnek olmak amacıyla kendisine Allah yolunda
cihad etmesi farz kılınan bu ümmete, oruç tutmanın da farz kılınması son
derece doğaldı. Çünkü oruç, azimli ve kesin iradeyi geliştirme alanı,
insanın Allah (c.c) ile itaat ve boyun eğme ilişkisi kurma ortamıdır.
Bunların yanısıra oruç, bütün organik zaruretlerin üzerine yükselme, yüce
Allah katındaki hoşnutluğu ve nimetleri tercih ederek bu organik
zaruretlerin baskısına ve ağırlığına dayanmak, katlanmak ortamıdır.
Çeşitli engeller ve türlü türlü dikenlerle
döşenmiş bir yolun meşakkatlerine göğüs germeye hazırlanan vicdanlar için
bütün bunlar gerekli unsurlardır. O engelli ve dikenli yol ki, arzular ve
istekler orasında-burasında pusuya yatmış ve yolcusunun kulaklarında
binlerce kışkırtıcı içgüdünün ayartıcı nağmeleri çınlamaktadır!
Bu söylediklerimizi değerlendirirken, uzun
insanlık tarihi boyunca ortaya çıkarılmış orucun olumlu organik ve
fizyolojik sonuçlarını da gözönünde bulundurmalıyız. Gerçi ben dinimin
farzlarını ve özellikle ibadetler ile ilgili ilâhi direktifleri gözle
görülebilir, somut yararlara bağlama eğilimine aslında karşıyım. Çünkü bu
direktiflerin asıl hikmeti, temel gerekçesi insan denen varlığı yeryüzünde
oynayacağı role hazırlamak, unu Ahiret hayatında kendisi için tasarlanan
kemal derecesine doğru ilerletmektir..
Böyle olmakla birlikte bu farzlar ve
direktifler ile ilgili olarak bilimin ortaya koyduğu ve insan düşüncesinin
kabul ettiği faydaları da inkâr ettiğim anlamına çekilmemeli bu. Genel
olarak bütün farzlarda ve bütün yönlendirici direktiflerde ilâhî
tasarlayıcılığın (tedbirin) insanın varlığını nasıl gözettiğini gözlediğim
ve fark ettiğim için böyle düşünüyorum. Fakat ilâhî yükümlülüklerin
hikmetini, gerekçesini sadece insan bilgisinin ortaya koyduğu somut
yararlara bağlamaktan, bu yükümlülüklerin gerçekleri sırf bu faydalarmış
gibi bir saplantıya kapılmaktan kesinlikle kaçınmak gerekir. Çünkü insan
bilgisinin alanı dardır. Yüce Allah'ın gerek insana ve doğallıkla şu evren
bütününe yüklemiş olduğu bütün fonksiyonların hikmetini kavrayacak kapasite
ve düzeyde değildir insan aklı.
183- Ey müminler,sizden
önceki ümmetlere olduğu gibi, günahlardan arınasınız diye, sayılı günler
olarak oruç tutmak size de farz kılındı.
184- İçinizden kim hasta ya
da yolcu olursa tutmadığı günler sayısınca sonraki günlerde oruç tutar.
Oruca dayanamayanların bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermeleri gerekir.
Kim gönüllü olarak bundan daha fazlasını verirse, bu onun için daha
hayırlıdır. Ayrıca, eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha
hayırlıdır.
185- Ramazan ayı ki, o ayda
Kur'an, insanlara yol gösterici, doğru yola iletici, eğri ile doğruyu
birbirinden ayredici olarak indirildi. İçinizden kim bu aya yetişirse onu
oruçla geçirsin. Kim hasta ya da yolcu olursa tutmadığı günler sayısınca
sonraki günlerde oruç tutsun. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk
istemez. Bu sayılı günleri tamamlamanızı ve size doğru yolu gösterdi diye
kendisini tekbir etmenizi (ululuğunu dile getirmenizi) ister, ola ki, O'na
şükredersiniz.
Yüce Allah her yükümlülüğün insan nefsi
tarafından benimsenip yerine getirilebilmesi için O'nun itici ve coşturucu
desteğine gerek olduğunu, sözkonusu yükümlülük ne kadar hikmet ve yarar
içerirse içersin onun insan psikolojisi tarafından hoşnutlukla ve
yüksünmesiz bir onayla karşılanabilmesi için bu ilâhî özendirmenin ne kadar
gerekli olduğunu kuşkusuz herkesten iyi bilir.
Bundan dolayı oruç yükümlülüğü konusuna
müminlere yönelik bu sevimli kendilerine aslî niteliklerini hatırlatıcı
hitaplar giriyor. Bu müşfik seslenişten sonra, Allah'ın indirdiği bütün eski
dinlerde de orucun farz kılındığı, bu farzın ilk ve asıl amacının mü'min
kalpleri takvaya, duyarlılığa, Allah'tan korkmaya ve arınmışlığa hazırlamak
olduğu anlatılıyor:
"Ey mümïnler,sizden önceki ümmetlere olduğu
gibi, günahlardan arınasınız diye, size de oruç tutmak farz kılındı."
Böylece orucun asıl büyük gayesi meydana
çıkmış oluyor. Bu büyük amaç takvadır. Çünkü kalplerde uyanış rneydana
getirerek Allah'a itaat etmek ve O'nun rızasına, hoşnutluğuna öncelik
tanımak üzere bu ibadetin yapılmasını sağlayan faktör, takvadır. Ayrıca
günahların, hatta insanın içinden hızla gelip geçen kışkırtmalar biçimindeki
günah meyilli duyguların, orucu bozmasını, zedelemesini önlemek amacıyla bu
kalplerin koruculuğunu üstlenen faktör de takvadır. Bu ayetin seslendiği
müminler, yüce Allah katında takvanın ne kadar önemli olduğunu, O'nun
terazisinde ne kadar. büyük bir ağırlığa sahip olduğunu iyi bilirler. Bu
yüzden takva, onların ruhlarının göz diktiği, özlemle ulaşmak istediği bir
amaçtır. İşte oruç, takva amacının bir aracı ve ona götüren bir yoldur.
Böylece olduğu içindir ki, bu ayet, takvayı oruç yolu ile yönelebilecekleri
aydınlık bir hedef halinde müminlerin gözleri önüne sermektedir. Son
cümleciği tekrarlıyoruz:
"Ola ki, günahlardan arınırsınız
(içinizdeki Allah korkusunu geliştirirsiniz.)"
Sonra oruç yükümlülüğünün sayılı günler ile
sınırlı olduğu, buna göre ömür boyu sürecek bir farz ya da yılın bütün
günlerini kapsayan korkulacak bir yükümlülük olmadığı belirtiliyor. Bunun
yanısıra, hastalar iyileşinceye kadar ve yolcular evlerine dönünceye kadar
oruç yükümlülüğünden muaf tutulmuşlardır. Bu muafiyetin amacı insanlara
kolaylık sağlamaktır.
"Oruç, sayılı günler olarak farz kılındı.
İçinizden kim hasta ya da yolculukta olursa tutamadığı günler sayısınca
sonraki günlerde oruç tutar."
Bu ayetin hastalık ve yolculukla ilgili
hükmü mutlaktır, sınırlandırılamaz. Buna göre her tür hastalık ve her tür
yolculuk oruç tutmamaya gerekçe olabilir. Yalnız hasta iyileşince ve yolcu
evine dönünce tutamadığı günler yerine oruç tutmalıdır. Bu yorum hem bu
mutlak ifadeli ayete uygun düşer ve hem de zorluğu ortadan kaldıran, zarara
meydan vermeyen genel İslâmi yaklaşımla bağdaşır. Ayetin hükmü hastalığın
ağırlığına ya da yolculuğun sıkıntısına bağlanmamıştır, mutlak anlamda
hastalıktan ve yolculuktan sözedilmiş ve insanlar için zorluk değil,
kolaylık istendiği gerekçesi vurgulanmıştır.
Biz, yüce Allah'ın, oruç tutmama
muafiyetini mutlak anlamda hastalığa ve yolculuğa bağlamasının bütün
hikmetlerini bilemeyiz. Yolculukta ve hastalıkta sırf yüce Allah'ın bildiği
ve insanların bilmediği, dikkate alınması gereken daha başka özellikler
bulunabilir. Belki bu durumlarda hemen ortaya çıkmayan veya insanın dikkati
dışında kalan başka sıkıntılar, zorluklar vardır. Eğer yüce Allah belirli
bir hükmün gerekçesini açıklamadı ise biz ona aklımız sıra bazı sebepler
yakıştırarak yorum getiremeyiz. Bunun yerine, hikmeti bizim için gizli kalsa
da sözkonusu hükme noktası noktasına uyarız. Çünkü o hükmün arkasında
mutlaka bir hikmet vardır. Bizim o hikmeti mutlaka kavramamız şart değildir.
Geride şu mesele kalıyor: Eğer
muafiyetlerden noktası noktasına yararlanmayı savunursak, bu durumun
kolaylık ve ruhsat düşkünlerini aşırı derecede kolaycılığa sürükleyeceği ve
bunun sonucu olarak en ufak bir sebep yüzünden ibadetleri ihmal etmeye
yolaçacağı ileri sürülebilir. Nitekim bu ihtimal fıkıh bilginlerini bu
konuda işi sıkı tutmaya ve çeşitli şartlar ileri sürmeye sevk etmiştir.
Fakat şahsî inancıma göre bu ihtimal,
Kur'an-ı Kerim'in sınırlandırmadığı bir hükmü kayıtlara bağlamaya kalkışmayı
haklı gösteremez. Çünkü din, insanları Allah'a itaat ettirmek için
zincirlerle bağlayıp sürüklemez; benimsenen yol takvadır. Bu ibadetlerin
amacı özellikle ve yalnızca takvadır, Allah korkusudur. Buna göre dinin
herhangi bir farzından, kolaylık ve ruhsat ilkesi perdesi arkasında,
kaytaran kimsede zaten başlangıçta hayır yok demektir. Çünkü bu durumda
farzı yerine getirmenin ilk amacı gerçekleşmez.
Ayrıca, bu din yüce Allah'ın dinidir,
insanların dini değil... Yüce Allah bu dinin dengeli bir gelişimini sağlamak
için nerede kolaylık tanıyıp hangi durumlarda zora başvurması gerektiğini
herkesten daha iyi bilir. Bu açıdan bakıldığında, herhangi bir konuda
kolaylık gösterilmişse, bu, kolaylık gösterilmeden bazı faydaların
sağlanamayacağından dolayıdır. Bundan dolayı Peygamberimiz (salât ve selâm
üzerine olsun) ashabına yüce Allah'ın kendilerine tanımış olduğu
kolaylıklardan yararlanmalarını emretmiştir.
Diyelim ki, insanların herhangi bir kuşağı
bozuldu, yoldan çıktı. Bu insanların düzeltilmeleri, ıslâh edilmeleri, bazı
dini hükümleri ağırlaştırarak olmaz; bu ancak onları doğru bir eğitimden
geçirmek suretiyle kalplerini düzelterek ve ruhlarında takva duygusunu
canlandırarak mümkün olabilir. Diyelim ki, insanlararası ilişkileri
düzenleyen hükümlerde (muamelâtta) sıkı bir tutum benimsemek, insanların
bozuk dönemlerinde, caydırıcı ve bahanelerin yolunu tıkayıcı ve olumlu bir
çözüm şeklidir. Fakat o alanda bu metod geçerli olsa bile ibadet amaçlı
hareketlerde durum farklıdır. Çünkü ibadet amaçlı hareketler, hesabı Allah
ile kul arasında kalan konulardır, bunlar insanlararası ilişkileri
düzenleyen meseleler gibi doğrudan doğruya kamu yararını ilgilendirmezler.
Kamu yararını yakından ilgilendiren hükümlerde dış görünüş gözönüne alındığı
halde, ibadetlerde, bunlar takva temeline dayanmadıkça, dış görünüş hiçbir
işe yaramaz. Kalplerde takva bulununca hiçkimse yerine getirmesi gereken
farzdan kaçmaz, kolaylık ilkesïni sadece gönül huzuru duyduğu, daha yararlı
olduğunu düşündüğü durumlarda uygular, ancak bu yolla Allah'ın emrine
uyacağı kanısına varırsa karşılaştığı görevin muafiyetli şıkkından
yararlanır.
Buna karşılık ibadetler ile ilgili
hükümlerde genel olarak ağırlaştırıcı bir tutum benimsemek ya da Kur'an-ı
Kerim'in tanıdığı kolaylıklardan bazı kısıntılar yapma eğilimine yönelmek,
zaten dini görevlerini zora koşmaya meraklı olanlara yeni birtakım zorluklar
getirebilir, fakat kaytarıcıları yola getirme konusunda önemli bir fayda
sağlamaz.
Durum ne olursa olsun, işin en doğrusu her
konuyu, her meseleyi yüce Allah'ın iste:ine uygun olarak ele almamız, onu
Allah'ın murad ettiği şekilde benimsememizdir. Çünkü O, gerek kolaylıkların
gerekse zorlamaların arkasında bulunan kısa ve uzun vadeli yararları bizden
daha iyi bilir ve daha isabetli biçimde belirler. Bu alandaki sözlerin özü
budur.
Şimdi de yolculuk durumu konusundaki
değişik örnekler ile ilgili birkaç hadisi ve Peygamberimizin uygulamasını
gösteren bazı belgeleri inceleyelim. Bu durumların bazılarında
Peygamberimizin, müslümanları oruç tutmamaya özendirdiğini, yönlendirdiğini,
bazılarında da oruç tutmaya herhangi bir yasak getirmediğini göreceğiz. Bu
örnekler, bir bütün halinde incelendiği takdirde,ilk müslümanların bu
meseleyi nasıl algılamış olduklarını anlamamıza, son dönem fıkıh
bilginlerinin elinde dini hükümler karmaşık bir niteliğe bürünmeden önce
onların bu meseleye nasıl baktıklarını belirlememize yardım edecek
özelliktedirler. Kuşkusuz, sözünü ettiğimiz ilk müslümanların uygulaması
daha canlı, fıkıh araştırmalarına göre İslâm'ın özüne ve karakterine daha
bağlı ve uyumludur. Bu inanç sistemi ve onun karakteri ile ne oranda iç içe
yaşanır, onların havası ne kadar çok teneffüs edilirse kalplerimizde daha
canlı bir haz duygusu meydana getirecekleri kuşkusuzdur:
1- Sahabilerden Cabir'in (Allah ondan razı
olsun) bildirdiğine göre "Peygamber efendimiz Fetih yılının Ramazan ayında
Mekke seferine çıkmıştı. `Kura-ı Ğanim' denilen yere kadar oruç tutmuştu,
yanındakiler de oruçluydular. Burada bir maşraba su istedi ve su dolu
maşrabayı herkesin göreceği biçimde havaya kaldırdıktan sonra içti. Bir süre
sonra kendisine `Bazıları yine de oruç tutmaya devam ettiler' denildi. Bunun
üzerine Peygamberimiz; `Onlar asidirler, onlar asidirler' buyurdu." (Müslim,
Tirmizi59)
2- Sahabilerden Hz. Enes (Allah ondan razı
olsun) diyor ki:
"Bir defasında Peygamber efendimiz ile
birlikte yolculuk yapıyorduk. Kimimiz oruçlu, kimimiz oruçsuz idi. Sıcak bir
günde bir yerde konaklamıştık. Gölgeden en çok faydalanan, yanında cübbesi
olanlarımızdı. Kimimiz de ellerimizi siper ederek güneşten korunuyorduk.
Oruçlular halsiz düşmüştü. Bu yüzden bir süre sonra oruçsuzlar kalktılar,
çadırları kurdular ve binek hayvanlarına su verdiler. Bunun üzerine
Peygamberimiz; `Bugün sevabı, oruçsuzlar götürdü' buyurdu." (Buhari, Müslim,
Nesei)
3- Sahabilerden Hz. Cabir (Allah ondan razı
olsun) diyor ki:
"Bir defasında Peygamber efendimiz bir
yolculukta idi. Bir ara yol arkadaşlarından birinin etrafında diğerlerinin
toplandığını ve kendisini gölge altına aldıklarını gördü. Peygamberimiz;
`Nesi var?' diye sorunca arkadaşları `Adam oruçlu' diye cevap verdiler.
Bunun üzérine;
`Yolculukta oruç tutmak, birr'in (iyi
müslüman olmanın) ve ihsanın gereklerinden değildir.' dedi." (Buhari,
Müslim, Ebu Davud, Nesei, Malik)
4- Sahabilerden Amr b. Umeyye Damerî (Allah
ondan razı olsun) diyor ki:
"Bir yolculuk sonrasında Peygamberimizin
yanma gitmiştim. Bana `Ya Ebu Umeyye, yemeğe kal' dedi. Ben de kendisine `Ya
Resulallah, ben oruçluyum' diye cevap verdim. Bunun üzerine bana;
`O halde sana yolcunun durumu hakkında
bilgi vereyim. Yüce Allah, yolcuyu oruç tutmaktan ve namazın yarısından muaf
tutmuştur: şeklinde buyurdu." (Nesei)
5- Abdullah b. Kaab b. Malık oğullarından
sahabî Enes b. Malik'in (Allah ondan razı olsun) bildirdiğine göre Peygamber
efendimiz şöyle buyuruyor:
"Yüce Allah, yolcudan namazın yarısını
düşürdü, onu oruç tutmaktan da muaf tuttu. Ayrıca çocuklarına zarar
geleceğinden korkan emzikli ve hamile kadınları da oruçtan muaf tuttu."
(Eshabu-s Sünen)
6- Peygamberimizin eşi Hz. Aişe (Allah
ondan razı olsun) diyor ki: "Çok oruç tutmakla tanınan (başka bir rivayete
göre oruç tutmaya dayanıklı bir kimse olan) Hamza b. Amr Eslemî bir
defasında Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) yolculuk sırasında
oruç tutulup tutulmayacağını sordu. Peygamberimiz kendisine; `İstersen tut
istersen tutma' diye cevap verdi."(Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi,
Nesei, Malik)
7- Sahabilerden Enes b. Malık (Allah ondan
razı olsun) diyor ki:
"Bir defasında Peygamberimiz ile birlikte
(yolculukta) idik. Kimimiz oruçlu,kimimiz ise oruçsuzduk. Ne oruçlular
oruçsuzları ayıplıyor ve ne de oruçsuzlar oruçluları ayıplıyordu." (Buhari,
Müslim, Ebu Davud, Malik)
8- Sahabilerden Ebu Derda (Allah ondan razı
olsun) diyor ki:
"Bir defasında Ramazan ayının çok sıcak bir
günü Peygamberimiz ile birlikte yolculuğa çıkmıştık. Öyle sıcak var ki, her
birimiz sıcaktan korunmak için elini başına kapatıyordu. Aramızda
Peygamberimiz ile Abdullah b. Revaha'dan başka hiç oruçlu yoktu." (Buhari,
Müslim, Ebu Davud)
9- Muhammed b. Kaab diyor ki:
"Bir Ramazan ayında Enes b. Malik'i ziyaret
etmeye gitmiştim. Bir yolculuğa çıkmak üzereydi. Binek hayvanı hazırlanmış,
kendisi de yolculuk kıyafetini giymişti. Bu sırada yemek getirdi ve yedi.
Kendisine; `Bu yaptığın sünnet midir?' diye sordum. Bana; `Evet' cevabını
verdi, arkasından binek hayvanının sırtına atladı "·(Tirmizi)
10- Ubeyd b. Cubeyr diyor ki:
"Bir defasında Ramazan'da Peygamberimizin
sahabilerinden Ebu Basra Gıfarî ile birlikte Fustad limanında demirlemiş bir
gemide bulunuyorduk. Bir arayanımdan ayrıldı, az sonra önüne yemeğini
getirdiler. Bana da; `yaklaş (buyur)' dedi. Kendisine (mutfaklarında yemek
pişirilmediği için bacaları tütmeyen) `evleri görmüyor musun?' dedim. Bana;
`Yoksa sen Peygamberimizin sünnetine yan mı çiziyorsun?' diye cevap verdi.
Arkasından yemek yemeye başladı, ben de onunla birlikte yedim." (Ebu Davud)
11- Mansur-ı Kelbî diyor ki:
"Bir Ramazan ayında sahabilerden Dıhye b.
Halife Dımeşk'e bağlı bir köyden Fustad'a bağlı Akabe köyü ile aynı
uzaklıkta, yani üç mil mesafede bulunan bir köye doğru yola çıkmıştı. Yolda
orucunu bozdu, kendisi ile birlikte bir çok yol arkadaşı da oruçlarını
bozdu, fakat geride kalanlar bozmak istemediler. Dıhye, köyüne dönünce;
"Vallahi, bugün öyle bir olay gördüm ki,
öyle bir şey göreceğimi hiç sanmazdım. Bazı adamlar Peygamberimizin ve O'nun
sahabilerinin yolundan saptılar. Ya Rabbi, artık canımı al da huzuruna
geleyim diye dua etti."
Okuduğumuz bu hadisler tümü ile yolculukta
hoşgörü ve kolaylık içinde oruç tutmama muafiyetinin benimsendiğine, bu
muafiyete uymanın tercih edildiğine, özellikle son iki hadisin gösterdiği
gibi bu kolaylıktan yararlanmak için yolculuğun sıkıntılı olmasının şart
koşulmadığına işâret ediyorlar. Bu arada bu hadislerin sekizincisi, bir
defasında sıkıntılı bir yolculukta sadece Peygamberimiz ile Abdullah b.
Revaha'nın oruçlu olduklarını kanıtlıyor. Çünkü Peygamberimiz, zaman zaman
bazı kendine özgü ibadetler yapardı ve bunlardan sahabileri muaf tutardı.
Meselâ sürekli oruç tutmayı sahabilere yasakladığı halde kendisinin arasıra
aralıksız oruç tuttuğu olmuştu. Sahabiler kendisine bunun sebebini
sorduklarında şöyle buyurdu:
"Ben sizin gibi değilim. Ben sürekli oruçlu
kalıyorum, ama Rabbim beni doyuruyor ve içiriyor." (Buhari, Müslim)
Bu hadislerin birincisi, Peygamberimizin
yolculukta orucunu bozduğunu ve oruçlarını bozmayan yol arkadaşlarından
"Onlar asidirler, onlar asidirler" diye sözettiğini belgeliyor. Bu hadisin
tarihi öbürlerinden daha sonradır, Mekke'nin fethedildiği yıl ile eş
zamanlıdır. Buna göre bu hadis, öbürlerinden daha yeni olduğu gibi tercih
edilen istikameti daha açık biçimde göstermektedir.
Bu değişik durumlar toplu olarak
değerlendirildiğinde ortaya çıkan sonuç şudur: Burada, herbiri belirli bir
yönlendirme gerektiren değişik pratik durumlar gözönüne alınıyor. Tek bir
genel konu ile ilgili oldukları halde farklı yönlendirmeler içerdiklerini
gördüğümüz her hadiste bu kural geçerlidir. Demek ki, Peygamber efendimiz
(salât ve selâm üzerine olsun) müslümanları eğitiyor, olayların gelişimine
göre tavır belirliyor ve hiçbir zaman donmuş kalıplara hapsolmuyordu.
Yolculuk sırasındaki oruç meselesinde
zihnimizde beliren nihâi eğilim bu durumda oruç tutmamanın daha uygun olduğu
ve bu muafiyetin yolculuğun fiilen sıkıntılı olması şartı ile sınırlı
olmadığı şeklindedir. Hastalık durumunda oruç tutmama meselesine gelince, bu
konuda fıkıh alimlerinin görüşlerinin dışında bir delile rastlamadım. Öyle
anlaşılıyor ki, bu hüküm hastalık niteliğini taşıyan bütün durumlar için
mutlak olarak geçerlidir; hastalığın türü, derecesi ve ağırlaşma
tehlikesinin bulunup bulunmaması bu hükmü sınırlamaz. Yalnız, gerek
yolculukta ve gerekse hastalık sırasında oruçsuz geçirilecek günlerin, daha
sonra gününe gün kaza edilmeleri gerekir. İslâm alimleri arasında geçerli
sayılan görüşe göre bu kaza oruçları kesintisiz olmak zorunda değildir,
aralıklı olarak da tutulabilir.
Bu açıklamayı fıkıh tartışmalarının
ayrıntılarına dalmak için yapmış değilim. Maksadım, ibadet amaçlı
davranışlara yönelik bakış tarzı ile ilgili temel kuralı yerine oturtmak, bu
davranışlar ile onlar tarafından uyandırılması gereken belirli bilinç hali
arasındaki sıkı ilişkiyi vurgulamaktır. İbadet amaçlı davranışların başta
gelen amacı, bu bilinç hali olduğu gibi, ibadeti yapan kimsenin davranışını
yönlendirecek olan, onun duygu ve vicdanının eğitiminde, ibadeti iyi bir
şekilde yapmasında ve pratik hayattaki davranışlarının arzu edilen niteliği
taşımasında birinci dereceli dayanak noktası da bu bilinç halidir.
Bunun yanısıra diğer bir amaç da şudur:
Bizim bu dini yüce Allah'ın iradesi doğrultusunda tam bir teslimiyet ve
takva duygusu içinde hareket ederek, hükümlerin katî ya da ruhsatlı olup
olmadığına bakmaksızın Allah'ın hikmetinden emin olmuş bir ruh hali ve
sağlam bir bilincin kontrolünde benimsememiz gerektiğini vurgulamak
istiyorum.
Şimdi yukardaki ayetin devamını okuyalım:
"Oruca dayanamayanların (ancak zorlukla
oruç tutabilenlerin) bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermeleri gerekir.
Kim gönüllü olarak fazlasını verirse bu onun için daha bayırlıdır. Ayrıca
eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır."
Başlangıçta oruç tutma yükümlülüğü
müslümanlara zor gelmişti. Oruç, Hicretin ikinci yılında ve cihadın farz
kılınışından az önce farz kılınmıştı. Bunun için yüce Allah oruç
tutamayanlara, ayetin ifadesi ile "ancak zorlukla oruç tutabilenlere" bu
konuda kolaylık (ruhsat) tanımıştır. Bu kolaylık, tutamadığı günlere bedel
olarak bir yoksulu doyurmak şartıyla tanınmıştır.
Arkasından böylelerini, yoksullara yemek
verme konusunda bu zorunlu miktardan daha fazlasını yapmaya mutlak anlamlı
bir ifade ile teşvik etmiştir. Yani bu fazladan yemek verme, hem fidye
dışında tutulan bir bağış olarak hem de verilecek fidyenin miktarını fazla
tutarak olabilir. Meselâ oruç tutulmayan her Ramazan günü karşılığında bir
yoksul yerine iki, üç ya da daha çok sayıda yoksula yemek verilebilir.
Ayetin o cümleciğini tekrarlıyoruz:
"Kim gönüllü olarak bundan daha fazlasını
verirse bu onun için daha hayırlıdır."
Daha sonra yolculuk ve hastalık dışında
kalan bu muafiyetli durumlarda sıkıntılarına rağmen oruç tutmanın tercih
edilmesi özendirilmiştir. Ayetin o cümleciğini de tekrarlayalım:
"Ayrıca eğer bilirseniz, oruç tutmanız
sizin için daha hayırlıdır."
Yani, "Eğer bu durumda oruç tutmanın
içerdiği hayrı, yararı bilirseniz, takdir edebilirsiniz..."
Bu özendirici ifade orucun irade eğitimini
sağlayıcı, dayanma gücünü geliştirici ve yüce Allah'a ibadet etmeyi şahsî
rahata tercih ettirici fonksiyonuna dikkatimizi çekiyor ki, bunların hepsi
İslâmî eğitimin müslümanlara kazandırmak istediği unsurlardır. Yine bu
orucun, hastalar dışında kalan kimseler için taşıdığı sağlıkla ilgili
avantajların oruç tutarken zorluk duyanlar için bile geçerli olduğuna da
dikkatlerimizi çekmektedir.
Yorumu nasıl yapılırsa yapılsın, bu ilâhî
direktif, sağlığı yerinde ve yolcu olmayan müslümanlardan oruç tutmayıp
karşılığında fidye verme kolaylığının kaldırılmasına hazırlık ve mutlak
anlamda oruç tutmanın farz olduğunu vurgulama özelliği taşır. Nitekim daha
sonraki ayette bu husus belirtiliyor. Bu kolaylık hükmü, sadece orucun
bitkin düşüreceği ve tutamadığı günleri ilerde kaza edebilecek bir duruma
geleceği beklenmeyen aşırı yaşlılar için geçerli kalmıştır.
Nitekim İmam-ı Malik'in bildirdiğine göre
sahabilerden Hz. Enes oruç tutamayacak derecede yaşlanınca oruç tutmayarak
yerine fidye vermişti. Sahabilerden Abdullah b. Abbas (Allah onlardan razı
olsun) bu konuda "Bu hüküm, yürürlükten kaldırılmadı (neshedilmedi). Oruç
tutamayacak derecede yaşlanmış erkek ve kadınlar hakkında geçerlidir,
böyleleri oruçsuz geçirdikleri her Ramazan günü yerine bir yoksulu
doyururlar" diyor. İbn-i Ebu Leylâ da; "Bir Ramazan günü Ata'yı ziyaret
ettim, yanına girdiğimde yemek yiyordu" dedikten sonra sözlerine şunları
ekliyor; "Abdullah b. Abbas, bir sonraki ayetin, bu ayetin hükmünü
yürürlükten kaldırdığını, bu durumda bu kolaylığın sadece aşırı yaşlılar
için geçerliliğini sürdürdüğünü, bu tür yaşlıların istedikleri takdirde
oruçsuz geçecek her günleri için bir yoksul doyurarak farz orucu
tutmayabileceklerini söylemişti". Şurası açıktır ki, "İçinizden kim o aya
erişirse onu oruçla geçirsin" şeklindeki bir sonraki ayet, sağlığı yerinde
ve yolcu olmayan kimseler için kolaylık hükmünün yürürlükte olmadığını
kanıtlamaktadır.
Sağlığı yerinde ve yolcu olmayan kimseleri,
bu farzı yerine getirmeye özendiren bir başka gerekçe de şudur: Bu oruç,
içinde Kur'an-ı Kerim'in indirildiği ay olan Ramazan ayında tutulacaktır.
Kur'an-ı Kerim'in Ramazan ayında indirilmesi de ya bu kitabın bu ayda inmeye
başlaması veya büyük bir çoğunluğunun bu ayda inmiş olması anlamındadır.
Oysa Kur'an, bu ölümsüz ümmeti karanlıktan aydınlığa çıkaran, ona bu orjinal
yapısını kazandırmış,olan, onun endişe dolu hayatını güvene dönüştüren,
yeryüzüne egemen olmasını sağlayan, daha önce bir hiç olduğu halde kendisine
ümmet olmanın temel dayanaklarını bağışlayan bir kitaptır. O temel
dayanaklar ki, eğer ortadan kalkarlarsa bu ümmet ne ümmet olarak kalabilir,
ne yeryüzünde yeri olabilir ve ne de göklerde adı geçebilir. Kur'an-ı
Kerim'in sağladığı bu nimetin gerektirdiği şükrün asgarî derecesi, bu
kitabın indiği ayda oruç tutmaktır:
"Ramazan ayı ki, o ayda Kur'an, insanlara
yol gösterici, doğru yolu belirtici, eğri ile doğruyu birbirinden ayırdedici
olarak indirildi. İçinizden kim bu aya erişirse onu oruçla geçirsin. Kim
hasta ya da yolcu olursa tutmadığı günler sayısınca sonraki günlerde oruç
tutsun."
Az önce değindiğimiz gibi, aşırı yaşlı
erkek ve kadınlar dışında kalan sağlıklı ve yolcu olmayan kimseler hakkında
fidye vererek oruç tutmama kolaylığını yürürlükten kaldıran, emredici ayet,
bu ayettir. Ayetin ilgili cümlesini tekrarlayalım:
"Kim bu aya erişirse onu oruçla geçirsin."
Yani, "Kim yolcu olmayarak bu aya
erişirse..." ya da "Kim bu ayın Hilâl'ini görürse..." Ramazan Hilâl'inin
görüldüğünden başka bir yolla emin olan kimse Ramazan süresince oruç tutma
zorunluluğu açısından tıpkı bu Hilâl'i gözüyle görmüş kimse gibidir.
Bu hüküm genel olduğu için, arkadan gelen
cümlede hasta ve yolcu olanların bu hükmün dışında tutulacağı, bu genel
hükümden müstesna oldukları belirtiliyor:
"Kim hasta ya da yolcu olursa tutmadığı
günler sayısınca sonraki günlerde oruç tutsun."
Ayetin devamında oruç farzını teşvik eden
üçüncü bir gerekçe sunulmakta; bunun yansıra hem yükümlülüklerde ve hem de
kolaylıklarda beliren ilâhî merhamet vurgulanmaktadır:
"Allah sizin için kolaylık ister, zorluk
istemez."
Bu ilke, bu inanç sisteminin bütün
yükümlülükleri için geçerli olan büyük bir kuraldır. Bu yükümlülükler
kolaylık amacını gözetirler, zorluk taşımazlar. Bu inanç sistemi,
kendisinden haz duyan kalplere hayatın tüm yönlerini kolay ve yumuşak
tarafından almayı aşılar, müslümanın vicdanına zorlamaya ve karmaşıklığa yer
vermeyen, kendine has bir sadelik, müsamahakârlık damgası basar. Bu sadelik
ve kolaylık eşliğinde bütün yükümlülükler, bütün farzlar ve hayatın bütün
yorucu faaliyetleri suyun akışı, ağaç fidanının büyümesi gibi rahatlık,
güven ve hoşnutluk içinde yerine getirilir. Yine bu sadelik ve zorlamasızlık
duygusu müslümanda, yüce Allah'ın rahmeti ve mümin kulları için zorluk
değil, kolaylık dilediği gerçeği üzerine sürekli bir bilinç geliştirir.
Yolcuya ve hastaya Ramazan'dan sonraki
günlerde eksik kalan günlerin orucunu tutma imkanı tanındı. Böylece zor
duruma düşen bu kimselere Ramazan günlerini tamamlama fırsatı verilmiş oldu.
Bu durumda onlar için sevap kaybı da sözkonusu değildir.
`Bu sayılı günleri tamamlayasınız diye..'
Bu şekildeki oruç, yüce Allah'ı tekbir
etmeyi (O'nun ululuğunu dile getirmeyi) ve şükretmeyi gerektiren bir
nimettir.
"Sizi doğru yola ilettiğinden dolayı
kendisini tekbir etmenizi (ululuğunu dile getirmenizi) ister. Ola ki, O'na
şükredersiniz."
Bu farzın gayelerinden biri de budur. Yani
müminlerin, yüce Allah tarafından kendilerine bağışlanmış olan hidayetin
(doğru yol bilincinin) değerini takdir etmeleri, bilmeleri. Müminler
kalplerinin günah işleme düşüncesinden ve organlarının bu günahları
işlemekten uzak tutulduğu, aynı zamanda somut, gözle görülür derecede
hidayet bilinci ile donanmış bulundukları oruç döneminde, diğer herhangi bir
dönemden daha güçlü bir şekilde bu duyguyu içlerinde hissederek bu hidayet
bağışına karşılık Allah'ın ululuğunu dile getirme, O'nun bu nimetine
karşılık şükretme, bu ibadet yolu ile kalplerini O'nun dergâhına sığındırma
ihtiyacını duyarlar. Oruçtan bahseden daha önceki ayetin sonunda buyurulduğu
gibi, "Ola ki, Allah'tan sakınırlar, takva sahibi olurlar."
İşte bedenlere ve ruhlara zor gibi gelen bu
yükümlülüğün yansıttığı ilâhi nimet böylece meydana çıkıyor, onunla güdülen
eğiticilik amacı, bu ümmetin gerçekleştirmek üzere ortaya çıkarıldığı büyük
role hazırlama gayesi belirginleşiyor, bu büyük rolün takva güvencesi, ilâhî
koruma ve vicdan duyarlılığı içinde yerine getirilmesinin yolu açılıyor.
Bu ayetler demetinin akışı içinde orucun
süresi, yiyip içme ile yemekten ve içmekten kesilmenin başlangıç ve sonu ile
ilgili hükümlerin ayrıntılarına geçilmeden önce insan psikolojisinin
derinliklerine ve duygular aleminin gizliliklerine şaşırtıcı bir projektör
yansıtıldığını görüyoruz. Oruç tutarken çekilen sıkıntının özlenen, sevimli
ve eksiksiz karşılığını, yüce Allah tarafından hüsnü-kabul görmenin
göstergesi olarak bekletilmeden gelen ödül ile karşılaşıyoruz. Sözkonusu
karşılığı ve ödülü yüce Allah'ın yakınlığını kazanmakta, O'nun kulun duasını
kabul edişinde buluyoruz. Bu karşılığın ve bu ödülün müjdesini aşağıdaki
nerdeyse ışık saçacak derecede parıltılı ve müşfik kelimeler tasvir ediyor:
186- Eğer kullarım sana
benden sorarlarsa onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin
duasını, dua edince, kabul ederim. O halde onlar da benim çağrıma olumlu
karşılık vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.
"Ben onlara yakınım", "Bana dua edenin
duasını, dua edince kabul ederim."
Ne büyük bir incelik, ne güçlü bir şefkat,
ne büyük bir muhabbet ve ne şaşırtıcı bir canayakınlık, değil mi? Gerek
orucun ve gerekse diğer herhangi bir dini yükümlülüğün meşakkati bu
sevginin, bu yakınlığın ve sevecenliğin gölgesi altında nerede kalır, ne
anlam taşır?!
Ayetin her sözcüğünün anlatımına bu sevecen
özveri egemendir:
"Eğer kullarım sana benden sorarlarsa
onlara deki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince,
kabul ederim"
Yüce Allah "Kullarım" diyerek onları
kendine izafe ediyor. Ayrıca sorularına aracısız biçimde doğrudan doğruya
kendisi cevap veriyor. Yani "onlara deki; Ben kendilerine yakınım" demiyor.
Bunun yerine soru gelir gelmez, ona cevap vermeyi bizzat üstleniyor ve
"yakınım" buyuruyor. Bunların yanısıra "Onların duasını işitirim" demiyor,
bunun yerine "Bana dua edenin duasını dua edince, kabul ederim" diyerek
duanın kabul edilmesi işlemini önplâna geçiriyor.
Bu ayet, müminin kalbini tatlı bir özveri,
cana yakın bir sevgi, huzur verici bir hoşnutluk ve kesin bir güvenle
dolduran şaşırtıcı bir ayettir. Mümin, bu duyguların etkisiyle hoşnutluğun
yüceliğinde, özverili bir yakınlığın kucağında, güvenli bir sığınakta ve
sarsılmaz bir huzur içinde yaşar.
Bu sevecen dirliğin, bu sevgi dolu
yakınlığın ve heyecan uyandırıcı hüsnü kabulün gölgesi altında yüce Allah
kullarını kendi çağrısına olumlu cevap vererek O'na iman etmeye çağırıyor.
Ola ki, bu olumlu cevap ve bu iman, onları doğru yola, hidayete ve iyiliğe
iletir.
"O halde onlar da benim çağrıma olumlu
karşılık vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.."
Demek ki, yüce Allah'ın çağrısına olumlu
karşılık vermenin ve iman etmenin nihaî meyvesi de yine kullara aittir. Bu
nihaî meyve; doğru yola, hidayete ve iyiliğe ermektir. Yoksa yüce Allah'ın
alemdeki hiçbir varlığa ihtiyacı yoktur, bunların tümünden müstağnidir.
Gerçek hidayete erme ve olgunluk ancak yüce
Allah'ın çağrısına uymakla ve ona iman etmekle mümkün olur. Yüce Allah'ın
insanlar için seçtiği hayat tarzı, onları kurtaracak yegane mükemmel hayat
tarzıdır. Bunun dışındaki bütün yaşama tarzları, hiçbir olgun vicdanın
hoşlanmayacağı ve hiçbir doğru yol yolcusunun yanına yanaşmayacağı bir
cahiliye düzeni, birer akıl fukaralığıdır. Kullar Allah'ın çağrısına olumlu
karşılık verince ve doğru yola kavuşunca, yüce Allah'ın dualarını kabul
etmesini beklemeye hak kazanırlar. Allah'a dua etmeliler, ama dualarının
hemencecik kabul edilmesini beklemeleri, bu konuda aceleci davranmaları da
doğru değildir. Herşeyi en ince ayrıntısına kadar karara bağlamış olan Allah
onların dualarını kabul edeceği en uygun zamanı kendilerinden daha iyi
bilir.
Nitekim İbn-i Meymun'un sahabilerden Hz.
Selman-ı Farisî'ye (Allah onlardan razı olsun) dayanarak bildirdiğine göre
Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
"Kul, iki elini açarak Allah'tan hayırlı
bir şey dileyince yüce Allah bu iki açık eli boş olarak geri çevirmekten
haya eder." (Ebu Davud, Tirmizi, İbn-i Mace)'
Abdullah b. Abdurrahman Daremî'nin
sahabilerden Hz. Sevban'a, ve İmam-ı Ahmed Hanbel'in yine sahabilerden
Ubbade b. Samit'e (Allah hepsinden razı olsun) dayanarak bildirdiğine göre
Peygamber efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyuruyor:
"Yeryüzünde hiçbir müslüman kişi yoktur ki,
yüce Allah'tan birşey istesin de Allah onun isteğini karşılamasın, ya da onu
dileği kadar olan bir kötülükten, terslikten uzak tutmasın. Yalnız bu duanın
günah ya da akrabalık ilişkisini kesme anlamına gelmemesi gerekir."
(Tirmizi)
Öteyandan yine Peygamberimiz şöyle
buyuruyor:
"İçinizden biri `Dua ettim, fakat kabul
olmadı' diyerek acele etmediği sürece yaptığı dua mutlaka kabul edilir."
(Buhari, Müslim)
Yine Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Kul, günah ya da akrabalık ilişkisini
kesme anlamına gelen bir dilekte bulunmadıkça ve acele etmedikçe mutlaka
duası kabul edilir."
Sahabilerden birinin; "Ya Resulallah, dua
edenin acele etmesi ne demektir?" diye sorması üzerine de Peygamberimiz
sözlerini şöyle bağladı:
"Adam `Dua ettim, dua ettim, fakat ettiğim
duaların kabul edildiğini görmedim' der ve bu durum karşısında hayal
kırıklığına düşerek dua etmeyi bırakır." (Müslim)
Öteyandan oruçlunun duası, kabul edilme
ihtimali en yüksek dualar arasındadır.
Nitekim İmam Ebu Davud Tayalisî'nin
"Müsned" adlı hadis derlemesinde yeraldığına göre, sahabilerden Hz. Abdullah
b. Ömer (Allah her ikisinden de razı olsun) Peygamberimiz; "Oruçlunun iftar
açarken yaptığı dua kesinlikle kabul edilir, buyurdu" demiştir. Zaten
Abdullah b. Ömer iftar ederken ailesini ve çocuklarını yanına çağırır ve
onlar ile birlikte dua ederdi.
Öteyandan İbn-i Mace'nin "Sünen" adlı adlı
hadis kitabında yine Abdullah b. Ömer'e dayanarak naklettiğine göre
Peygamberimiz, şöyle buyuruyor:
"Oruçlunun iftar açarken yapacağı dua asla
reddedilmez."
Bunların yanısıra sahabilerden Hz. Ebu
Hureyre'nin (Allah ondan razı olsun) bildirdiğine göre Peygamber efendimiz
şöyle buyuruyor:
"Şu üç grup kimsenin duası asla
reddedilmez:
1- Adaletli hükümdar (imam)
2- Oruçlu kimse, iftar edinceye kadar
3- Mazlumun, haksızlığa uğrayanın bedduası.
Yüce Allah Kıyamet günü bu bedduayı bulutların üzerinden aşırarak ona bütün
gök kapılarını açar, ayrıca zulme uğrayana `ululuğum hakkı için bir süre
sonra olsa da sana kesinlikle yardım edeceğim' diye buyuruyor."
İşte bundan dolayıdır ki, oruçtan söz eden
ayetlerin arasında dua konusuna yer verilmektedir.
Okuyacağımız bu bölümde müslümanlara orucun
bazı hükümleri hakkında bilgi veriliyor, onlara güneş batımı ile tanyerinin
ağarması (fecr) arasında eşlerine yanaşmanın helâl olduğu, bu süre içinde
yemelerinin ve içmelerinin de serbest olduğu anlatılıyor. Bunun yanısıra
gündelik oruç süresinin tanyerinin ağardığı andan başlayıp güneşin batması
ile bittiği, ayrıca mescidlerde geçirecekleri itikâf döneminde kadınlara
yanaşmanın hükmü anlatılıyor:
187- Oruç tuttuğunuz
günlerin gecelerinde eşlerinize yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin,
siz de onların örtüsü, elbisesisiniz. Allah sizin nefisleriniz tarafından
aldatıldığınızı biliyordu, bunun için tevbelerinizi kabul, sizleri de
affetti. Şimdi artık eşlerinize serbestçe yaklaşın ve Allah'ın size yazmış
olduğunu arayın, isteyin.
Tanyeri ağarıp siyah ipliği beyaz iplikten
ayırdedinceye kadar yiyin, için. Sonra orucu geceye kadar sürdürün.
Mescidlerde itikâfa girdiğinizde eşlerinize yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın
çizdiği sınırlardır, onlara yaklaşmayın. Allah, ayetlerini insanlara böyle
açık açık anlatıyor ki, yasaklardan sakınabilsinler.
Orucun farz olduğu ilk yıllarda iftardan
sonra uyuyunca artık kadına yanaşma, yeme ve içme yasağı başlardı. Bu durum
eğer oruç tutmuş olan kimse bir süre sonra uyansa -Bu uyanışı tanyeri
ağarmadan önce bile olsa- ne eşine yanaşabiliyor, ne yiyip içebiliyordu.
Kimi zaman öyle oluyordu ki, adam iftar vaktinde yiyecek birşey bulamıyor,
bu arada uykuya dalıveriyordu. Sonra uyanıyor, fakat yiyip içmesi helâl
olmadığı için hiçbir şey yiyip içmeden oruca devanı ediyor, ama ertesi günü
bitkin düşüyordu. Bu durum Peygamberimizin kulağına gitmişti.
Kimi zaman da öyle oluyordu ki, iftardan
sonra kadın ya da erkekten biri uyuyordu; fakat bir süre sonra
uyandıklarında eşlerden birinin canı karşı tarafa yanaşmayı istiyor ve bu
arzusunu gerçekleştiriyordu. Böyle durumlar da Peygamberimizin kulağına
varmıştı. Böyle olunca oruç yükümlülüğünü yeriné getirmek müslümanlara zor
gelmeye başladı. Bunun üzerine yüce Allah bu zorluğu kolaylaştırdı, onlara
kendi nefisleri üzerinde somut bir deney yaptırarak kolaylığın değerini,
yüce Allah'ın rahmetinin ve duaları kabul ediciliğinin derecesini
anlamalarını sağladı. Arkasından bu ayet inerek oruç tutanlara akşam ile
tanyeri ağarması arasında kalan sürede eşlerine yanaşmayı, cinsel ilişkide
bulunmayı helâl kıldı:
"Oruç tuttuğunuz günlerin gecelerinde
eşlerinize yaklaşmak size helâl kılındı."
Ayette kullanılan "Refs" sözcüğü hem cinsel
ilişki öncesi oynaşmalar ve hem de bizzat cinsel ilişki anlamlarına gelir.
Burada bu anlamların her ikisi de kasdedilmiş ve serbest bırakılmıştır.
Fakat Kur'an-ı Kerim, eşler arasındaki cinsel ilişki konusunu her zaman
yumuşak ve nazik bir üslup ile alır, böylece karı-koca ilişkisine incelik,
pırıltı ve canayakınlık yansıtır; bu ilişkiyi hayvanlara özgü kabalığından
ve arsızlığından uzaklaştırır; aynı zamanda bu ilişkilerin sağlıklı yürümesi
açısından gizliliğin ve örtülmüşlüğün taşıdığı önemi vurgular:
"Onlar size örtüdür, elbisedir; siz de
onlara örtü, elbisesiniz."
Elbise, örtünme ve korunma aracıdır.
Karı-koca arasındaki ilişki de tıpkı böyledir. Herbiri, karşı tarafın
üzerine örtü çeker, onu korur. İslâm, insan denen şu varlığı bütünü ile ve
olduğu gibi ele alır, onun yapısını ve fıtri karakterini aslına uygun
biçimde kabul eder ve bu realist yaklaşım içinde elinden tutarak onu bütünü
ile yüceliklerin zirvesine tırmandırmaya çalışır. İşte bu bakış açısı ile
insana yaklaşan İslâm, kanın ve etin atılımını anlayışla karşılayarak
üzerine bu tatlı soluğu üfler ve bu nazik örtüyü örter.
Ayetin devamında, müslümanların içlerinde
gizledikleri duyguları bildiği için yüce Allah'ın kendilerine yönelik
rahmetinin sonucu olarak fıtrî içgüdülerinin arzularını tatmin etmelerine
izin verdiği belirtiliyor:
"Allah, sizin nefisleriniz tarafından
aldatıldığınızı biliyordu, bunun için tevbelerinizi kabul ederek sizleri
affetti."
Burada sözü geçen müslümanların nefislerine
karşı işledikleri hıyanet, gizli duygular ve bastırılmış arzular biçiminde
olabileceği gibi doğrudan doğruya cinsel ilişki eylemi biçiminde
gerçekleşmiş olabilir. Zaten bazılarının bu eylemi gerçekleştirdiklerini
yansıtan rivayetlere rastlanmaktadır. Her iki durumda da müslümanların
zayıflığı ortaya çıkınca yüce Allah onların tevbelerini kabul ederek
günahlarını bağışladı ve kendi kendilerine ihanet etmiş oldukları konuda
onlara hareket serbestliği tanıdı:
"Şimdi artık eşlerinize serbestçe yaklaşın"
Fakat bu serbestlik, bu sakıncasızlık; yüce
Allah'a bağlılık tazelenmeden, bu eylemde de vicdanları yüce Allah'a
yöneltmeden yürürlüğe girmiyor:
"Allah'ın size yazmış olduğunu arayın,
kovalayın:'
Yani "Yüce Allah'ın size yazmış olduğu
kadından yararlanmayı, çoluk-çocuk edinerek soyunuzu sürdürme nimetini,
cinsel ilişkinin bu ürününü arayın, kovalayın. Bunların her ikisi de yüce
Allah'ın buyrukları arasındadır, O'nun tarafından size bağışlanmış olan
nimetlerdendir. O, bunları size mübah kıldığı, size sunduğu için onları
aramak ve kovalamak sizin için mubahtır. Fakat bilmelisiniz ki, bu nimet ile
yüce Allah arasında sıkı bir bağ vardır, onu bağışlayan O'dur ve arkasında
bir hikmet vardır, O'nun hesabına göre bu nimetin bir amacı vardır. Buna
göre bu eylem, her faaliyetin yönelik olduğu o yüce ufuktan kopuk, ona
yabancı, sırf organizmaya yapışık bir hayvanî boşalmadan ibaret bir
içgüdüsel faaliyet değildir."
Bu anlayış sayesinde karı-koca arasındaki
cinsel ilişki, bu ilişkiden daha büyük, toprak düzeyinden ve ilişki anının
sağladığı hazdan daha yüksek olan bir amaca bağlanır. Yine bu anlayış
sayesinde bu ilişki, arınmışlık, incelik ve yücelik kazanır. Gerek Kur'an'ın
yönlendirme sürecinde ve gerekse İslâmî düşünce sisteminde yeralan bu tür
telkinleri gözden geçirdikçe şu insanlığın, fıtratının, yeteneklerinin ve
yapısal karakterinin sınırları içinde ilerleyip gelişmesi için İslâm
tarafından harcanan hikmetli ve verimli çabaların değerini daha iyi
anlıyoruz. İşte Allah'ın insanlığa sunduğu İslam'ın eğitim, yüceltme ve
geliştirme metodu. O Allah ki, yarattıklarını herkesten iyi tanır; O,
kullarına karşı engin bir lütuf sahibidir ve herşeyin içyüzünden
haberdardır.
Yüce Allah Ramazan gecelerinin sözkonusu
süresi zarfında cinsel ilişkiyi mubah kıldığı gibi yemeyi ve içmeyi de mubah
kılmıştır.
"Tanyeri ağarıp siyah ipliği beyaz iplikten
ayırdedinceye dek yiyin, için."
Yani "Ufukta ve dağ doruklarında aydınlık
belirinceye kadar..." Bu aydınlıktan kasdedilen şey, "yalancı şafak (fecr-i
kâzib)" diye anılan gökte beyaz ipliğin belirmesi durumu değildir. İmsak
vaktinin belirlenmesi ile ilgili bize ulaşan rivayetlere dayanarak
diyebiliriz ki, imsak vakti güneşin doğuşundan az önceki vakittir. Biz
şimdi, ülkemizdeki geleneksel ibadet takvimi uyarınca şer'i vaktinden biraz
daha önce imsaka giriyoruz. Bu durum, belki de daha ihtiyatlı olma
endişesinden kaynaklanıyor.
Nitekim İbn-i Cerir'in sahabilerden Semure
b. Cündüb'a (Allah onlardan razı olsun) dayanarak bildirdiğine göre
Peygamber Efendimiz bu konuda şöyle buyuruyor:
"Tanyeri ağarıncaya (ya da fecir doğuncaya)
kadar ne Bilâl'in ezan sesi ve ne de şu ufukta beliren beyazlık sizi
aldatmasın."
Yine İbn-i Cerir'in, Sevad b. Hanzele yolu
ile yine Semure b. Cündüb'e (Allah onlardan razı olsun) dayandırarak
bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
"Ne Bilâl'in ezanı ve ne de şerit
biçimindeki tanyeri ağarması, sizi sahur yemeği yemekten alıkoymasın. Sahur
yasağı, ufukta belirecek yuvarlak ağartı ile başlar."
Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine
olsun) burada sözünü ettiği "Ufukta beliren yuvarlak ağartı" güneşin
doğuşundan az önceki bir vakti gösterir. Hz. Bilâl, uyuyan sahabileri
uyarmak için sabah ezanını vaktinden önce okurdu. oysa Peygamberimizin bir
başka müezzini olan İbn-i Umm-ı Mektûm (Allah her ikisinden de razı olsun)
bu ezanı imsak vaktinden sonra okurdu. Peygamberimiz bu yüzden Hz. Bilâl'in
ezanına işaret ediyor.
Daha sonra mescidlerde (camilerde)
girilecek itikâf; yüce Allah ile başbaşa kalmak üzere camilere kapanmak ve
abdest bozma, yeme, içme gereği olmadıkça eve girmemek demektir. Ramazan'ın
son günlerinde müstehaptır. Peygamberimiz, Ramazan'ın son on günü itikâfa
girerdi. İtikâf, dünyadan koparak sırf yüce Allah ile başbaşa kalma
dönemidir. Bundan dolayı duygu dünyasının her şeyden sıyrılmasını ve kalbin
her türlü dünya meşguliyetinden uzak kalmasını sağlayacak bu eksiksiz
Allah'a yönelmeyi, sırf O' nunla başbaşa kalma amacını gerçekleştirebilmek
için bu süre içinde cinsel ilişki yasağı getirilmiştir.
"Mescidlerde itikâfa girdiğinizde
eşlerinize yaklaşmayın."
İtikâf dönemindeki cinsel ilişki yasağı,
günün hem oruçla geçirilmesi gereken dönemi ve hem de oruçsuz kalınacak
devresi için geçerlidir.
Bu ayetin sonunda bütün faaliyetlerin,
bütün yasakların, bütün emirlerin, bütün sakındırmaların, bütün hareketlerin
ve durgunluğun Kur'anî metod gereği yüce Allah'a yöneltilmesi onun adına
yapılması gerektiği vurgulanıyor:
"Bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır.
Sakın onlara yaklaşmayın."
Burada sınırlara ``yaklaşmak" yasaklanıyor
ve böylece helâller alanı ile yasaklar alanı arasında bir güvenlik kuşağı
oluşturuluyor. Çünkü yasak bölge çevresinde dolaşan kimse her an bu bölgeye
girme tehlikesi ile karşı karşıyadır. İnsan her zaman nefsine hakim olamaz.
Bu yüzden nefsinin arzuladığı yasaklara yaklaşarak iradesini sınava
sokmaktan kaçınması, yasaklara dalmak üzere olan nefsine engel olabileceğine
fazla güven bağlamaması daha tedbirli ve yerinde bir tutumdur. Ayrıca burada
sözkonusu olan alan, cinsel hazların ve şehevi isteklerin sınırlarının alanı
olduğu için ayetteki yasak "yaklaşmayın" biçiminde karşımıza çıkıyor. Gerçi
maksat yasağa yaklaşmak değil, bilfiil yasağa dalmaktır. Fakat bu şekilde
dile getirilen bu uyarı, daha sakındırıcı ve takvaya yöneltici bir telkin
içeriyor. Şimdi de ayetin son cümlesini okuyalım:
"Allah ayetlerini insanlara böyle açıklıyor
ki, yasaklardan sakınabilsinler." Görüldüğü gibi takva, yüce Allah'ın
ayetlerini insanlara açıklamasının gayesi olarak karşımıza dikiliyor. Zaten
takva, bu Kur'an-ı Kerim'in her dönemdeki değişmez muhatapları olan
mü'minlerin değerini takdir etmekte gecikmeyecekleri en büyük amaçtır.
GASB
Şimdi de orucun, başka bir deyimle
yeme-içme yasağının ışığı altında başka
tür bir yeme yasağı ile, yani "başkalarının
malını haksızlıkla yeme" yasağı ile karşılaşıyoruz. Bu haksız mal yeme türü
şöyle oluyor: Bir adam düşünelim ki, aslında kendisinin hakkı olmayan bir
mal konusunda elindeki belgelerin ve ipuçlarının demagojik yorumuna, güzel
konuşma ve etkili savunma yeteneğine dayanarak dava açıyor. Hakim de önüne
getirilen sözde delilleri ve gerekçeleri gözönüne alarak haksız taraf lehine
karar veriyor. Oysa gerçek, kendisine gösterildiği gibi değildir.
Bu uyarı, yüce Allah'ın "koyduğu sınırlar"a
değinildikten ve takva çağrısından hemen sonra geliyor. Böylece yüce
Allah'ın yasaklarından alıkoyucu olan korku havasının etkisi altında kalması
sağlanıyor insanın.
188- Birbirinizin mallarını
haksız yollardan yemeyin. İnsanların bir kısım mallarını günah olacak
biçimde bile bile yemek için hakimlere peşkeş çekmeyin.
GASB
Ünlü müfessir İbn-i Kesir, bu ayet hakkında
şu açıklamayı yapıyor:
Ali b. Talha şöyle diyor: "Abdullah b.
Abbas'dan gelen bir rivayet de aynı niteliktedir: Bu ayet, başkasının hakkı
olan bir malı zimmetine geçiren bir adam ile ilgilidir. Adam, bu mal
konusunda aleyhinde delil olmadığı için borcunu inkâr ediyor ve bu iddia ile
mahkemeye başvuruyor. Oysa haksız olduğunu, günahkâr olduğunu, yediği malın
haram olduğunu biliyor."
Nitekim Mücahid, Said b. Cubeyr, İkrime,
Hasan, Katade, Sedi, Mukatil b. Hayyan, Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'den
rivayet edildiğine göre adı geçen zatlar bu konuda "Haksız olduğunu bile
bile dâva açma" demişlerdir. Öteyandan Buharî ile Müslim'in, Umm-u Seleme'ye
dayanarak naklettikleri bir hadise göre Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:
"Hiç kuşkusuz ben de bir insanım. Zaman
zaman bana da davacı başvurur. İçinizden biri, bir başkasına göre davasını
daha etkileyici bir dil ile savunabilir ve ben de onun lehine hüküm
verebilirim. Bu şekilde kimin lehine hüküm verir de başkasının hakkını
zimmetine geçirirsem bilsin ki, bu haksız mal, bir ateş parçasıdır. Buna
göre ister onu taşısın, isterse bıraksın."
Görülüyor ki, Peygamberimiz (salât ve selâm
üzerine olsun) böylelerini içyüzünü bildikleri davaları ile başbaşa
bırakıyor. Zira hakimin kararı ne herhangi bir haramı helâl ve ne de
herhangi bir helâli haram haline getirebilir. O sadece gözönündeki delillere
göre bağlayıcılık ifade eder. Günahı, sorumluluğu o konuda hile yapan,
yanıltmaya başvuran tarafın omuzlarındadır.
Böylece kısasta, vasiyyette ve oruçta
olduğu gibi mahkeme önüne çıkmakta ve malda da İslâm meseleyi takvaya, Allah
korkusuna bağlıyor. Bunların tümü ilâhî sistemin birbirini tamamlayan,
uyumlu ve organik bölümleridir; hepsi de bu sistemin bütün parçalarını
birbirine bağlayan ilâhi kulpa, halkaya bağlıdırlar. Böylece bu ilâhî sistem
bölünmez, parçalanmaz bir bütün, organik bir ünite oluşturur. Bu durumda bir
tarafını bırakıp başka bir tarafını benimsemek ve uygulamak, yüce Allah'ın
kitabının bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek anlamına gelir ki,
böyle bir tutum, Allah korusun son çözümde kâfirliktir.
Bir önceki bölümde olduğu gibi bu bölümdeki
ayetlerde de bu ümmete emredilen farzların ve yükümlülüklerin, onun hayatını
düzenleyen prensiplerin, gerek kendi bireyleri arasındaki ve gerekse
çevresindeki diğer milletler ile olan ilişkilerini yönlendiren şeriat
hükümlerinin, yasal esaslarının anlatımına devam ediliyor.
Giriş bölümünde hilaller (yani aylar) ile
ilgili bir açıklama yeralıyor. Bunu, cahiliyeden kalma bir adeti düzeltme
amacı güden bir açıklama izliyor. Sözkonusu cahiliye adetine göre belirli
bir vesile ile herhangi bir eve girmek gerektiğinde normal olan kapısından
değil de arka tarafından giriliyordu. Daha sonra genel olarak savaşla ilgili
hükümler ve özel olarak haram aylarda ve Mescid-i Haram sınırları içinde
savaşmaya ilişkin esaslar anlatılıyor. Bölümün sonunda ise İslâm'ın
belirlediği, arındırdığı ve cahiliye düşünceleri ile ilişkili tüm
unsurlardan ayıkladığı şekliyle Hacc ve Umre ibadetlerinin ayrıntıları
açıklanıyor.
Yine bu ayetler de -Daha önceki bölümde
olduğu gibi-. bir yandan inanç ve düşünce sistemine ilişkin hükümler, bir
yandan ibadet amacı taşıyan davranışlara ilişkin hükümler ve bir yandan da
savaşa ilişkin hükümler karşımıza çıkıyor. Bu hükümlerin hepsi aynı nokta
etrafında bütünleşiyor, hepsinin sonu yüce Allah'ı ve Allah korkusunu
hatırlatan uyarılar ile noktalanıyor.
Meselâ evlere arka taraflarından girme
konusunu işleyen ayetin sonunda iyilik kavramına doğru bir anlam kazandıran,
iyiliğin görünürdeki davranışlarla değil, takva derecesi ile ölçüleceğini
vurgulayan bir uyarı ile karşılaşıyoruz:
"Evlere arka taraflarından girmeniz iyiliğe
uygun bir davranış değildir. İyiliğe uygun davranış, kötülükten sakınarak,
Allah'tan korkarak evlere kapılarından girenlerin davranışıdır. Allah'tan
korkun ki, kurtuluşa, umduğunuza eresiniz." Genel anlamda savaş konusunda
ise müslümanlar ölçüyü aşmamaya, saldırgan olmamaya çağrılmakta ve bu mesele
ile yüce Allah'ın sevgisi ve nefreti arasında bağ kurulmaktadır:
"Çünkü Allah ölçüyü elden bırakanları,
saldırganları sevmez."
Haram aylarda savaşmanın hükmünü açıklayan
ayet de müslümanları Allah'tan korkmaya çağıran şu uyarı ile sona eriyor:
"Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah
kendisinden korkanlar ile beraberdir." Öteyandan, Allah yolunda mal infak
etmeyi emreden ayetin son cümleciğinde de yüce Allah'ın iyilik yapanları
sevdiği vurgulanmaktadır:
"İyilik yapın hiç kuşkusuz Allah iyilik
yapanları sever."
Bunların yanısıra Hacc ibadetinin bazı
hareketlerini anlatan ayet de şu yorum cümleciği ile noktalanıyor:
"Allah'tan korkun ve bilin ki, O'nun azabı
ağırdır."
Aynı şekilde Haccın ne zaman yapılacağını,
Hacc sırasında kadına yaklaşmanın, diğer hacı adayları ile küfürleşmenin ve
kavga etmenin yasak olduğunu belirten ayet de şu uyarı cümleciği ile
bağlanıyor:
"Yanınıza yolazığı alın. Hiç şüphesiz en
hayırlı yolazığı takvadır; Allah korkusudur. Ey akıl sahipleri benden
korkun."
Hatta müslümanları, Hacc ibadetinin
bitiminden sonra yüce Allah'ın adını anmaya çağıran ayetin sonunda bile
yukarıdakiler ile aynı içeriği taşıyan şu yorum cümleciği yeralıyor:
"Allah'tan korkunuz ve biliniz ki, hepiniz
O'nun huzurunda biraraya getirileceksiniz."
Böylece bu değişik konuların birbirleriyle
sıkı bir ilişki halinde ve birbirine kenetlenmiş olduğunu görüyoruz. Bu sıkı
ilişki, bu dinin karakterinden kaynaklanır. Bu dinin karakterinde ibadet
amaçlı hareketler, kalpteki duygulardan ve bunların her ikisi sosyal hayata
yön veren yasal düzenlemelerden ayrılmaz. Bu din, ancak hem dünya işlerini
hem Ahiret işlerini, hem kalple ilgili gelişmeleri, hem sosyal ve
devletlerarası ilişkileri hep birlikte kapsadığı; hayatı tümü ile denetimi
altına alarak onu, üniteleri birbirini tamamlayan tek bir düşünce sistemi,
uyumlu tek bir metod, yaygın tek bir sosyal düzen ve tek bir araç uyarınca
yönlendirdiği takdirde rayına oturabilir. Burada sözü geçen tek uygulama
aracı, hayatın bütün faaliyet kesimlerinde yüce Allah'ın şeriatına dayanan
kendine özgü, orjinal hayat sistemidir.
Bu surenin incelemekte olduğumuz bölümünden
itibaren Kur'an-ı Kerim'in değişik bir anlatım tarzı ile karşılaşıyoruz. Bu
yeni anlatım tarzı, birtakım merak edilen meselelere cevap biçiminde
karşımıza çıkıyor. Müslümanlar bu durumlarda Peygamberlerine (salât ve selâm
üzerine olsun) çeşitli meseleler hakkında sorular soruyorlardı. Sordukları
bu meseleler hayatlarının yeni döneminde karşılaştıkları problemlerle
ilgiliydi. Bu meselelerde yeni düşünce sistemleri, yeni yaşama düzenleri
uyarınca nasıl hareket edeceklerini öğrenmek istiyorlar; ayrıca içinde
yaşadıkları evren karşısında uyanıklık kazanan duyu organlarının dikkatini
çeken bazı evrensel realiteler de zaman zaman bu sorularının gündemini
oluşturuyordu.
Meselâ hilâller, yeni aylar hakkında soru
soruyorlar. Acaba bunların mahiyeti nedir? Ayın görüntüsü niçin önce hilâl
biçiminde beliriyor, sonra gitgide büyüyerek yuvarlak bir dolunay halini
alıyor, arkasından da yavaş yavaş eksilerek yine hilâl şekline giriyor;
sonra da yeniden hilâl biçiminde ortaya çıkmak üzere gözlerden kayboluyor?
Bir başka zaman Allah yolunda nasıl harcama
yapacaklarını, hangi tür mallardan harcama yapacaklarını, sahip oldukları
servetin ne kadarını ve ne orandaki bölümünü vereceklerini soruyorlar.
Başka bir zaman da haram aylarda ve
Mescid-i Haram civarında savaşmanın hükmünü soruyorlar: "Acaba bu savaş caiz
midir, değil midir?" diyorlardı. Bir başka gün, alkollü içkinin ve kumarın
hükmünün ne olduğunu öğrenmek istiyorlar. Bilindiği gibi cahiliye döneminde
içki ve kumar Araplar arasında çok yaygındı.
Bir başka gün ise kadınların aybaşı
kanamaları hakkında soru soruyorlar. Kadınların bu dönemlerinde onlarla
aralarındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğini öğrenmek istiyorlar. Başka
bir zaman da eşleri ile aralarındaki en mahrem meseleler hakkında sorular
soruyorlar. Kimi zaman da bu tür sorular kadınların kendileri tarafından
gündeme getiriliyordu.
Kur'an-ı Kerim'in diğer surelerinde
yeralan, çok daha değişik konularla ilgili sorular da vardı bunların
arasında.
Bu sorular çeşitli açılardan anlamlı,
önemli birkaç realitenin somut göstergesidir:
1- Bu sorular, herşeyden önce müslümanların
yaşama tarzında ve sosyal ilişkilerinde belirgin bir açılmanın, canlanmanın
ve gelişmenin meydana geldiğini, yavaş yavaş orjinal kişiliğini bulmaya
başlayan İslâm toplumunda yeni toplumsal şartlar belirdiğini, müslümanların
bu topluma güçlü bağlarla bağlandıklarını, artık onların eski başıboş
fertler ya da dağınık kabileler olmadıklarını; kendine özgü bir yapısı, bir
düzeni, herkesin bağlı olduğu bir fonksiyonu olan yeni bir ümmet haline
geldiklerini gösterir. Bu ümmetin her ferdi toplumdaki davranışlarının
biçimi ve sosyal ilişkilerinin nasıl olması gerektiği ile ciddi biçimde
ilgileniyor. Bu durum İslâm düşünce sisteminin, düzeninin ve yönetim
mekanizmasının ortak katkısı ile meydana getirdiği yeni bir durumdur. Genel
anlamda sosyal, fikrî, duygusal ve insanî düzeylerde beliren somut bir
gelişme ile karsı karşıyayız.
2- Bu soruların diğer bir anlamı, ikinci
bir göstergesi de şudur: Bu ümmette son derece uyanık bir dinî bilinç, güçlü
ve vicdanlara egemen bir inanç gelişmiştir. Bu yüzden herkes gündelik
hayatında yeni inanç sisteminin görüşünün ne olduğundan emin olmaksızın
herhangi bir hareket yapmaktan çekiniyor. Artık eski hayatlarından kalma ve
böyle durumlarda başvurabilecekleri hükümler ve bilgi birikimleri de yok.
Çünkü bütün cahiliye dönemi alışkanlıklarını kalplerinden söküp attılar,
onlara güvenlerini yitirdiler ve bunun sonucu olarak hayatlarının her
alanında yeni direktifler beklemeye koyuldular. Bu duygusal durum, gerçek
imanın meydana getirdiği bir durumdur.
Böyle bir durumda daha önce yürürlükte
bulunan bütün hükümlerden, bütün geçmiş alışkanlıklarından sıyrılır,
cahiliye döneminde yaptığı eylem karşısında çekingen bir tutum takınır; her
konuda yeni inanç sistemi tarafından yönlendirilmeye yatkın bir beklentiye
girer; yeni hayatını geçmişin tüm gölgelendirici etkisinden uzak kalarak bu
yeni inanç sistemine uyarlama konusunda titiz bir çaba gösterir. Bu arada
eğer yeni inanç sisteminden, eski alışkanlıklarının şu ya da bu ayrıntısını
onaylayan bir direktif alırsa bunu yeni düşünce sistemine bağlı, yepyeni bir
unsur olarak algılar. Çünkü yeni düzenin, eski düzenin bütün ayrıntılarını
ortadan kaldırması gerekli ve kaçınılmaz değildir. Fakat önemli olan, bu
ayrıntıların, yeni düşüncenin özü ile irtibatlandırılmasıdır. O zaman bu
ayrıntılar, bu düşünce sisteminin ayrılmaz parçası, yapısının öz unsurları
ve diğer parçaları ile uyuşan öğeleri olurlar. Tıpkı İslamın Hacc ibadeti
içinde benimsediği eski ziyaret gelenekleri gibi. Bu durumda bu gelenekler
İslâm düşüncesinden kaynaklanmış, onun ilkelerine dayalı, cahiliye düşüncesi
ile hiçbir ilişkisi kalmamış geleneklere ve hükümlere dönüşürler.
3- Bu sorulardan çıkan üçüncü bir anlam da
bu dönemin tarihinden kaynaklanıyor. Bilindiği gibi bu dönemde Medine'li
yahudiler ve Mekke'li müşrikler zaman zaman İslâm'ın yeni düzenlemelerinin
değeri konusunda zihinleri bulandırma kampanyaları açıyor, kimi olaylar ve
uygulamalar ile ilgili olarak yanıltma kampanyaları başlatabilmek için
önlerine çıkan her fırsattan yararlanıyorlardı. Meselâ Abdurrahman b.
Cahş'ın komutasındaki bir askeri müfrezenin haram aylarda müşrikler ile
çatışmaya girdiği biçimindeki söylentiler ve dedikodular bu amaca yönelikti.
Bu maksatlı kampanyalar zihinlerde şüphe belirmesine yolaçıyor ve bu
soruların cevaplandırılması gerekiyordu. Ancak bu yolla bu zehirli
kampanyaların önüne geçilebilir, müminlerin kalplerine güven ve huzur
aşılanabilirdi.
Sözkonusu sorularından çıkarılacak önemli
sonuç Kur'an-ı Kerim'in sürekli bir savaşın ortasında olması idi. Bu savaş
ister kalplerde yapılan cahiliye düşünceleri ile İslâm düşüncesi arasındaki
iç savaşta olsun, ister müslüman cemaat ile çevresinde pusuya yatmış, fırsat
kollayan düşmanları arasında cereyan eden dış savaşta olsun, Kur'an-ı Kerim
etkin bir faktör olarak devrede idi.
Bu savaşların her iki türü de hâlâ devam
ediyor. Zira, insan nefsi, yine o eski nefis olduğu gibi müslüman ümmetin
düşmanları da yine o günkü düşmanlardır ve Kur'an'da gözlerimizin önünde,
elimizin altındadır. İnsan vicdanının ve müslüman ümmetin, bu Kur'an'ı
savaşa sokmaktan, ona o ilk dönemde olduğu gibi canlı ve tam tekmilli bir
faktör olarak bu mücadeleye katılma fırsatı vermekten başka hiçbir kurtuluş
yolu yoktur. Müslümanlar bu gerçeğin kesinlikle bilincine varmadıkça ne
kendilerini kurtarabilirler ve ne de herhangi bir başarı elde edebilirler.
Bu gerçeğin insan vicdanında meydana
getireceği asgari etki, Kur'an'a bu anlayışla, bu idrakle ve bu düşünce ile
yaklaşmak; onu hareketli, etkili, düşünce üretici, cahiliye zihniyetine
karşı direnen, bu ümmeti savunucu ve onu tökezlemelerden koruyucu bir kaynak
olarak algılamaktır; buna karşılık onu bu günkü insanlar gibi sırf ahenkle
okunacak tatlı nağmeler bütünü ve güzel sözler serisi şeklinde algılayan ve
onun fonksiyonunu bundan ibaret sanan düşünceden uzak durmaktır.
Halbuki yüce Allah Kur'an'ı bundan başka
bir fonksiyon icra etmek için indirmiştir. Yüce Allah Kur'an'ı eksiksiz bir
hayat tarzı meydana getirmek ve bu hayat tarzını harekete geçirerek
dikenler, uçurumlarla dolu, çeşitli arzu ve ihtirasların cirit attığı, her
adım başında engellerin kol gezdiği sıkıntılarla dolu yolda ilerlemeye
çalışan insanlığı güvenli bir kapıya ulaştırmak amacıyla indirmiştir.
Şimdi bu bölümün ayetlerini ayrıntılı
biçimde incelemeye geçelim:
189- Ey Muhammed, sana
hilâl aşamasındaki aylar hakkında soru soruyorlar. De ki; "Onlar insanlar ve
Hacc için zaman ölçüsüdürler." Evlere arka taraflarından girmeniz iyiliğe
uygun bir davranış değildir. İyiliğe uygun davranış, kötülükten sakınarak
evlere kapılarından girenlerin tutumudur. Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa,
umduğunuza eresiniz.
HİLÂLLER
Bazı rivayetlere göre yukarda değindiğimiz
gibi müslümanlar, Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) hilâllerin
belirme, gelişme ve tekrar eksilme sebebinin ne olduğunu sormuşlardı. Diğer
bazı rivayetlere göre müslümanlar, Peygamberimize "Ya Resulallah, hilâller
niçin yaratıldı?" sorusunu sormuşlardı. Sorunun bu ikinci şekli, soruya
verilen cevabın karakterine daha uygun düşer. Çünkü yüce Allah
Peygamberimize "De ki; onlar insanlar ve Hacc için zaman ölçüsüdürler"
buyurmuştur.
Evet, hilâller, insanlar için gerek Hacc
yolculuğuna çıkmaları ve ihrama girmeleri, gerek oruca başlamaları ve oruç
bozmaları, gerek evlenmeleri, boşanmaları ve boşanma sonrasındaki bekleme
süreleri, gerek alış-verişleri, ticaretleri ve borç vadeleri, kısaca hem
ibadet ve hem de diğer dünya işleri konusunda birer zaman ölçüsüdürler.
Bu cevap ister muhtemel sorunun birinci
şekline ister ikinci biçimine karşılık olsun her iki durumda da soyut teorik
bilime değil, müslümanların gündelik pratik hayatlarına yönelik bir
açıklamadır. Bu açıklama, müslümanlara hilâllerin pratik hayatlarındaki
fonksiyonunu anlatıyor; onlara Ay'ın astronomik rolünden ve bu rolünü nasıl
yerine getirdiğinden sözetmiyor. Oysa böyle bir açıklama "Ay, niçin hilâl
biçiminde görünüyor?" sorusunun kapsamına dahildir. Bunun yanısıra bu
cevapta Ayın, güneş sistemindeki fonksiyonunu ya da uzayda bulunan
gezegenlerin hareket dengesi bakımından yüklendiği rolü de anlatmıyor, ki,
böyle bir açıklama "Yüce Allah Ayı niçin yarattı?" sorusunun kapsamına
girer. Peki, o halde cevap verirken benimsenen bu doğrultunun ortaya koyduğu
düşünce yaklaşımı nedir?
Belirli bir düşünce, belirli bir sosyal
düzen, belirli bir toplum kurmayı amaçlayan Kur'an-ı Kerim, yeryüzünde
insanlığın önderliği hususunda özel bir rol oynayacak olan yeni bir ümmet
ortaya çıkarmak istiyordu. Bu ümmet, daha önceki toplumlar arasında eşi
bulunmayan orjinal bir örnek oluşturacak, daha önce eşi görülmemiş, orjinal
bir hayat yaşatacak, bu hayatın dünyada temel kurallarını yerleştirecek ve
insanlığı bu hayat tarzı doğrultusunda yönetecekti.
Bu soruya "bilimsel" bir cevap verilmiş
olsaydı soruyu soranlara astronomi alanında teorik bir bilgi sağlayabilirdi.
Yalnız bu da o günün insanlarının bu daldaki bilgi birikimleri kıt olduğu
için verilecek bilgiyi kavrayabilmelerine bağlı idi. Öteyandan o günkü
insanların böyle bir bilgiyi kavrayabilecekleri çok şüpheliydi. Çünkü bu
türden bir teorik bilgi uzun ön açıklamalar gerektirirdi ki, bunlar o çağın
mantık düzeyine göre hayli karmaşık sayılırdı.
Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, insanlığın
henüz algılamaya hazır olmadığı ve birinci derecedeki fonksiyonu bakımından
fazla bir fayda sağlamayacak olan böyle bir cevap vermeyi uygun bulmadı.
Zaten Kur'an, şartlar ne olursa olsun, hiçbir zaman bu tür bir cevabın alanı
değildir. Çünkü Kur'an, bu tür ayrıntılı bilgilerden çok daha önemli bir
görevi yerine getirmek için gelmiştir. Kur'an-ı Kerim ne bazı saf
bağlılarının sayfaları arasında aramaya kalkıştıkları ve ne de onun pozitif
bilimlere karşı olduğunu ileri süren bazı düşmanlarının, ayetleri arasında
maksatlı iddialarını belgeleyecek bir ipucu yakalamaya uğraştıkları bir
astronomi, bir kimya ya da bir tıp bilimi kitabı olsun diye gelmiş değildir.
Sözünü ettiğimiz her iki zıt girişim de bu
kutsal kitabın karakteri, görevi ve bilgi alanı konusundaki bir yanlış
anlamanın göstergesidir. Onun ilgi ve bilgi alanı insan psikolojisi ve insan
hayatıdır. Kur'an-ı Kerim'in görevi; varlık alemi ve bu alemle yaratıcısı
arasındaki ilişki hakkında, insanın bu varlık alemi için : deki konumu ve
yaratıcısı ile arasındaki ilişki konusunda zihinlerde genel bir düşünce
oluşturmak; bu düşünceye dayanan ve insana akıl yeteneği dahil olmak üzere
bütün yeteneklerini ve enerji birikimlerini kullanma imkânı sağlayacak bir
hayat düzeni kurmaktır. Kurulan bu hayat düzeni doğrultusunda gelişme imkanı
bulan insan akli, insanoğluna bağışlanan imkânların sınırları içinde
bilimsel araştırmalara, deneylere ve uygulamalara girişmek üzere serbest
bırakılacak, akıl da bu yollardan giderek ulaşabileceği sonuçlara ulaşacak,
fakat bu sonuçlar doğal olarak ne nihaî ve ne de mutlak nitelikte
olmayacaktır.
Kur'an-ı Kerim'in çalışma konusu ve ilgi
alanı insanın kendisidir; insanın düşüncesi, inancı, duyguları, kavramları,
davranışları, tutumları, ilişkileri ve bağlantılarıdır. Maddi bilimlere,
bütün araç ve bölümleri ile maddi alemde gerçekleştirilecek bilimsel
keşiflere ve icaplara gelince, bu görev; insan aklına, insan tecrübesine,
insan buluşuna, insanın varsayım ve teori geliştirme yeteneklerine havale
edilmiştir. Çünkü insanın yeryüzündeki halifeliğinin temeli bu olduğu gibi
yapısının karakteri de bu fonksiyona yatkındır.
Kur'an-ı Kerim insanın fıtrî orjinalliğini
sapmalar ve yozlaşmalar karşısında korur, içinde yaşayacağı düzenin sağlıklı
olmasını sağlar, böylece yüce Allah'ın bağışladığı yetenekleri serbestçe
kullanmasını mümkün hale getirir; ona evrenin mahiyeti, yaratıcısı ile
ilişkisi, yaratılışındaki koordinasyon, oluşmasın-da kendisinin de katkısı
olan çeşitli birimler arasındaki ilişkinin mahiyeti hakkında genel bir
düşünce edindirir. Arkasından ayrıntıları anlamak ve hilâfet görevinde
bunlardan yararlanmak üzere yapacağı çalışmalarla kendisini başbaşa bırakır,
ona tafsilâtla ilgili bilgi vermez. Çünkü, tafsilat hakkında bilgi edinmek,
insan çaba ve uğraşına bağlanmış bir sonuçtur.
Ben, Kur'an-ı Kerim'e, O'nun içinde
bulunmayan bilgileri eklemeye koyulan, fonksiyonu dışında işlevler
gördürmeye kalkışan; tıp, kimya, astronomi gibi bilim dalları ile diğer ilim
dallarının birikimlerinden yola çıkarak zoraki yorumlarla Kur'an'ın da
bunları içerdiği şeklindeki iddiaları ileri sürüp, güya bununla Kur'an'a
saygınlık kazandırdıklarını sanan budalalara hayret ediyorum.
Kur'ana Kerim, konusunda eksiksiz tek
kitaptır. Onun konusu bütün bu ilim dallarının konularından daha önemli ve
daha büyüktür. Çünkü bu konu, sözü edilen bu bilgileri keşfeden ve onlarda-n
yararlanan insanın kendisidir. Bilimsel araştırma, deney ve uygulama yapmak
insan aklının yeteneklerinden biridir. Kur'an ise işte bu insanın psikolojik
yapısını, kişiliğini, vicdanını, aklını ve düşüncesini yapılandırmaya
çalışır. Bunun yanısıra insanın bu potansiyel yeteneklerini iyi bir şekilde
kullanmasına uygun ortam sağlayacak olan sağlıklı bir toplum yapısı
oluşturmaya gayret eder. Düşünce ve duygu bakımından sağlıklı insanlar ve bu
insanlara çeşitli alanlarda atılım yapmaya elverişli bir toplumsal ortam
meydana geldikten sonra Kur'an-ı Kerim, insanı bilimsel araştırma, bilimsel
deney yapmak üzere serbest bırakır, onu bilimsel araştırma, bilimsel deney
ve bilimsel uygulama alanlarında yanılma ve gerçeği bulma şıkları ile
başbaşa bırakır. Çünkü insan düşünme, inceleme ve akıl yürütmenin sağlıklı
ölçüleri ile donatılmıştır.
Bir de şu mesele var: Kur'an-ı Kerim,
varlık aleminin karakteri, bu alemle yaratıcısı arasındaki ilişki ve bu
alemin birimleri arasındaki uyumun tabiatı konusunda doğru düşünceyi
geliştirmeye çalışırken zaman zaman evrenin bazı kesin gerçeklerini anlatır.
İşte Kur'an-ı Kerim'in anlattığı bu nihaî gerçekleri insan aklının
varsayımlarına, teorilerine ve bilimin kendi ölçüleri ile kesin saydığı,
deney metodu aracılığı ile elde ederek "bilimsel gerçekler" diye
adlandırdığı bulgulara bağlamak doğru değildir.
Kur'an'ın anlattığı gerçekler nihaî, kesin
ve mutlak gerçeklerdir. Oysa insan tarafından gerçekleştirilen bilimsel
araştırmaların bulguları, yararlandığı araştırma araçları ne olursa olsun,
nihaî ve kesin olmayan gerçeklerdir. Bu gerçekler, araştırmacının yaptığı
deneyler, bu deneylerin yapıldığı ortamın özel şartları ve deneylerde
kullanılan araçların imkânları ile sınırlıdır. Buna göre, Kur'an-ı Kerim'in
anlattığı nihaî gerçekleri, bu kesin olmayan bilimsel verilere bağlamak,
sözünü ettiğimiz insan kaynaklı bilim metodunun kendisine göre, bir yöntem
hatasıdır. Oysa insan bilgisinin bütün elde edebildiği bilgi birikimi
Kur'ani hakikatlerin çok az bir kısmını oluşturmaktadır.
Bizim söylediğimiz, "bilimsel gerçekler"
için sözkonusudur. Oysa "bilimsel" diye nitelenen teoriler ve varsayımlar
sözkonusu olunca yukardaki hükmümüz daha yüksek oranlı bir geçerlilik
kazanır. "Teoriler ve varsayımlar" derken evrenin oluşumu ile ilgili bütün
kozmik teorileri, insanın ortaya çıkışı ve evrim aşamaları ile ilgili bütün
teorileri, insan psikolojisini ve davranışlarını açıklamaya çalışan bütün
teorileri, bunların yanısıra insan toplumlarının doğuşunu ve gelişim
aşamalarını irdeleyen sosyolojik teorilerin tümünü bu kategori içinde
değerlendiriyoruz.
Bunların tümü insan kaynaklı bilimin
ölçülerine göre bile "bilimsel gerçekler" değil, sadece birtakım teoriler,
varsayımlardır. Bütün bilimsel değerler evrensel, biyolojik, psikolojik ve
sosyolojik olayların nisbeten daha büyük bir kesimini yorumlamaya,
açıklamaya elverişlidir. Bu elverişlilik avantajı, daha büyük bir olaylar
kesimini açıklayabilecek ya da problemlere daha ayrıntılı açıklamalar
getirebilecek başka ve daha yararlı hipotezler, varsayımlar ortaya çıkana
kadar geçerlidir. Bundan dolayı bu teoriler, bu varsayımlar değişmeye,
başkalaşmaya, iptale vé eklemelere açıktır. Hatta, eğer yeni bir keşif ve
icad aracı bulunur ya da eski bilgi birikimini yeni bir açıdan yorumlayan
değişik bir yaklaşım tarzı benimsenirse bu teori ve varsayımlar alt-üst
olmaya bile açıktır.
Kur'an'ın genel işaretlerini, pozitif
bilimlerin ortaya koyduğumuz her an değişebilecek ya da az önce
belirttiğimiz gibi bilimsel ölçütlerine göre bile mutlak olmayan
teorilerine, bağlamak isteyen her girişim, her şeyden önce bilimsel metod
açısından temel bir hatadır. Ayrıca böyle bir girişim, hiçbiri Kur'an-ı
Kerim'in kutsallığı ve saygınlığı ile bağdaşmayan üç değişik anlam taşır:
1- Bu düşünceyi benimseyen kişiler bilimsel
verilerin gerçek doğrular olduğuna inandıkları için Kur'an'ın ona bağımlı
olduğu sonucuna varırlar ki Kur'an'a inanan bu insanlar için yenilgiyi
baştan kabullenmedir bu tavır. Bu psikolojik bozgunun etkisinde kalan bazı
kimseler Kur'an-ı Kerim'i pozitif bilim aracılığı ile ispatlamaya, ona
pozitif bilim kaynaklı kanıtlarla destek sağlamaya kalkışırlar. Oysa
Kur'an-ı Kerim, konusunda eksiksiz ve gerçekleri kesin bir kitaptır. Pozitif
bilim ise dün ispatladığını bugün bozuyor. Elde ettiği hiçbir bulgu ne
nihaidir ve ne de mutlaktır. Çünkü bu bilimler insan aracılığı ile, insan
aklı ve insan kaynaklı bilgi edinme araçları ile, sınırlı ve kayıtladırlar.
Bunların hiçbiri tek, nihaî mutlak gerçeği sunacak nitelikte değildir.
2- Bu anlamların ve sakıncaların ikincisi,
Kur'an'ın niteliğine ve fonksiyonuna ilişkin yanlış anlamadır. Bu niteliğe
ve fonksiyona göre Kur'an'ın hedefi; şu varlık bütününün karakteri ve ilâhî
kanunlar sistemi ile bağdaşacak yapıda bir insan yetiştirmektir. Yalnız bu
çaba, insanın mutlak olmayan, göreceli karakterinin elverdiği oranda sonuca
varabilir. Eğer varlık bütünü ile insan arasında böyle bir uyum
sağlanabilirse, insan çevresindeki evrenle çatışmaz, bilakis onunla dost
olur ve bu dostluk sayesinde onun bazı sırlarını öğrenir, yeryüzü halifeliği
sırasında kendisine gerekli olan kanunlarından; gözlem, araştırma, deney ve
uygulama yolları ile keşfedeceği bir kısım kanunlarından yararlanır. Bu
yöntemleri kullanarak gerçekleştireceği bilimsel buluşlar sırasındaki
kılavuzu, kendisine bağışlanan aklı olacaktır. Bu akıl, kendisine bilgi
üretmek için verilmiştir, yoksa bilimin verilerini önceden hazırlanmış
olarak teslim alsın diye verilmemiştir.
3- Bu anlamların diğer bir sakıncası da
Kur'an-ı Kerim'in ayetleri karşısında takınılacak sürekli ve zorlamalı
yorumlama çabası, böylece Kur'an-i Kerim'i değişken, istikrarsız, hergüne
başka bir yenilikle giren, varsayımların ve teorilerin peşinden koşturma ve
onlarla atbaşı gitmesini sağlamaya çalışma girişimidir.
Bu üç anlamın hiçbiri, daha önce
belirttiğimiz gibi, Kur'an-ı Kerim'in kutsallığı ve saygınlığı ile
bağdaşmadığı gibi ayrıca birer bilimsel metod hatası içerirler. Fakat bu
demek değildir ki, Kur'an'ı anlarken pozitif bilimlerin evren, hayat ve
insan hakkında bulduğu teorilerden ve bilimsel gerçeklerden
yararlanmayacağız. Asla! Yaptığımız açıklamalardan kasdettiğimiz şey bu
değildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Kur'an'ın gerçek olduğu onlar tarafından
anlaşılıncaya kadar varlığımızın belgelerini, ayetlerimizi onlara hem dış
dünyada ve hem de kendi iç alemlerinde göstereceğiz." (Fussilet Suresi, 53)
Pozitif bilimlerin keşfettiği gerek dış
dünya ve gerekse insanın kendisi ile ilgili ilâhi gerçekler hakkında sürekli
olarak kafa yormamız, pozitif bilimin buluşları aracılığı ile Kur'an-ı
Kerim'in anlattıkları konusundaki ufkumuzun sınırlarını genişletmemiz, bu
ayetteki işaretin bir gereğidir.
Fakat Kur'an ayetlerinin nihaî ve mutlak
gerçeklerini, pozitif bilimlerin nihaî ve kesin olmayan bulgularına
bağlamadan bu işi nasıl yapacağız? Burada bir örnek vermek yararlı olur.
Meselâ Kur'an-ı Kerim şöyle diyor:
"O ki, her şeyi yarattı ve belirli bir
ölçüye göre düzenledi" (Furkan Suresi, 2)
Bu ayeti okuduktan sonra bir de pozitif
bilimin bulgularına bakınca şu evrene birtakım hassas dengelerin ve hemen
dikkatimizi çeken bir uyumun egemen olduğunu görüyoruz. Meselâ içinde
yaşadığımız yerküreyi gözönüne aldığımızda; kendi iç yapısı, güneş ve ay ile
arasındaki mesafe, yine bu ikisine nazaran büyüklüğü, kendi ekseniyle
ekvator çizgisi arasındaki eğimi ve nihayet dış yüzeyinin oluşum biçimi ile
ve daha binlerce özelliği sayesinde yerküremiz, hayat olayının doğuşuna ve
uyumlu sürekliliğine elverişli olmaktadır. Bu özelliklerden hiçbiri,
değişmeye elverişli geçici bir kural ya da amaçsız bir tesadüf değildir.
İşte bu düşünceler az önce okuduğumuz "O ki, her şeyi yarattı ve belirli bir
ölçüye göre düzenledi" ayetinin anlamını daha geniş biçimde anlamamıza, bu
anlamın zihnimizde daha derin bir biçimde yer etmesine yararlı olurlar. Buna
göre, Kur'an ayetlerinin anlamını genişletip derinleştirmeye yarayan bu tür
düşünceleri irdelemenin hiçbir sakıncası yoktur.
Bu irdeleme ve pozitif bilimlerden
yararlanma biçimi hem caizdir, hem de aranan bir şeydir. Fakat bu konuda ne
caiz ve ne de bilimsel bakımdan doğru olmayan tutumu, şu örneklerle
göstermeye çalışalım:
Kur'an-ı Kerim "İnsanın süzme çamurdan
yaratıldığım" söylüyor (Mü'minun Suresi, 112) Buna karşın bir de A.R.
Wallace ile C. Darwin tarafından geliştirilen evrim teorisi ile
karşılaşıyoruz. Bu teoriye göre hayat tek hücreden başlamış, bu hücre suda
oluşmuş ve bu hücrenin gelişiminin en son aşamasında insan meydana gelmiş.
Bu teoriyi okuduktan sonra Kur'an-ı Kerim'in yukardaki nassını elimize
alıyor ve bu teorinin peşinden koşarak "Kur'an-ı Kerim de bunu demek
istiyor" diyoruz.
Hayır, işte bu olmaz. Her şeyden önce bu
teori nihaî değildir. Çünkü bir yüzyıldan daha kısa bir süre içinde
neredeyse kökten değiştiğini söyletecek çapta büyük değişikliklere uğradı.
Özellikle her canlı türünün özelliklerini koruyarak onun başka türlere
dönüşmesine karşı duran genler ile ilgili bilimsel gerçekler açıklandığında
neredeyse geçersiz sayılmasına yolaçacak derecede yetersiz olduğu
belirlendi. Bu teori yarın da başka açılardan yetersiz görülmeye, hatta
geçersiz sayılmaya açıktır. Oysa Kur'an'ın dile getirdiği gerçek nihaidir ve
sözkonusu teori ile aynı anlama gelmesi de gerekli değildir. Kur'an-ı
Kerim'in bu konudaki hükmü sadece insanın meydana gelişinin aslını ortaya
koyuyor, bu meydana gelişin ayrıntılı anlatımına girmiyor. Bu açıklama, onun
anlatmayı amaçladığı, insanın meydana gelişinin hammaddesi bakımından
nihaidir. O kadar, daha fazla bir şey yok.
Yine Kur'an-ı Kerim şöyle diyor:
"Güneş de yörüngesinde akıyor (dönüyor)"
(Yasin Suresi, 38)
Bu ayet güneş ile ilgili nihaî, değişmez
bir gerçeği belirliyor. Bu gerçek güneşin döndüğüdür. Pozitif bilim de diyor
ki; "Güneş, çevresinde dönen gezegenlere oranla saniyede yaklaşık on iki
millik bir hızla dönüyor. Ayrıca kümesinde yeraldığı galaksinin diğer
yıldızları ile birlikte saniyede yaklaşık yüz yetmiş mil hızla dönüyor."
Fakat astronomi biliminin bu bulguları,
yukardaki Kur'an ayetinin anlamının aynısı değildir. Astronominin bulguları
bize nihaî olmayan, değişmeye ve geçersiz sayılmaya açık, göreceli bir
gerçek sunuyor. Oysa yukardaki Kur'an ayeti bize sadece güneşin döndüğünden
ibaret olan nihaî bir gerçeği haber vermekle yetiniyor. Bu değişmez, mutlak
gerçeği, o her an değişebilir, göreceli gerçeğe asla bağlayamayız.
Kur'an-ı Kerim, başka bir ayetinde de şöyle
diyor:
"Kâfirler, gökler ile yer yapışıkken onları
ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi görmüyorlar mı?"
(Enbiya Suresi, 30)
Bu ayeti okuduktan sonra, yerküremizin
önceleri güneşin bir parçası iken sonradan ondan ayrıldığını ileri süren
kozmik bir teori akla geliyor. Bunun üzerine yukardaki ayeti hemen kapıyor
ve sözkonusu ilmi teorinin peşinden koşarak "işte Kur'an da bunu kasdediyor"
diye bağırıyoruz.
Hayır, öyle değil. Kur'an-ı Kerim'in
kasdettiği bu değildir! Bu okuduğumuz şey, nihaî olmayan, değişmeye açık bir
teoridir. Yerkürenin meydana gelişi konusunda kanıtlanmışlık düzeyi bunun
kadar olan birkaç teori daha vardır. Oysa Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği
gerçek, nihaî, tek ve mutlaktır. Bu gerçek, sadece yerküremizin gökten
ayrıldığını belirtmekle yetiniyor. Ama nasıl? Yerkürenin kendisinden kopmuş
olduğu "gök" acaba nedir? Bu ayet bu meseleye değinmiyor. Bundan dolayı bu
konudaki bilimsel teorilerden herhangi birine dayanarak "Bu açıklama,
yukardaki ayetle uyumlu nihaî bir gerçektir" demek doğru değildir.
Bu münasebetle yaptığımız bu ara açıklama
yeterlidir sanırım. Bu açıklama aracılığı ile Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinin
anlamlarını genişletip derinleştirme alanında bilimsel buluşlardan
yararlanmanın sağlıklı metodunun ne olduğunu anlatmak istedik. Yalnız bu
yararı sağlarken Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini ne uyumluluk ve ne de onaylama
anlamında belirli bir teoriye ya da belirli bir bilimsel gerçeğe
bağlamamalıyız. O başka bir şeydir, bu başka bir şey.
GENEL ANLAMDA BİRR (İYİLİK)
"Evlere arka taraflarından girmeniz iyiliğe
uygun bir davranış değildir. İyiliğe uygun davranış kötülükten sakınarak
evlere kapılarından girenlerin davranışıdır. Allah'tan korkunuz ki,
kurtuluşa, umduğunuza eresiniz."
Bu ayetin iki bölümü arasında şöyle bir
ilişkinin olduğu anlaşılıyor. Ayetin birinci bölümünde hilâllerin, insanlar
ve Hacc için zaman ölçüsü birimleri olduğu belirtilirken, ikinci bölümünde
Hacc ile ilgili bir cahiliye adetine işaret ediliyor.
Nitekim Buharî ile Müslim'de güvenilir
rivayet zincirine dayanılarak kaydedildiğine göre sahabilerden Berae b. Azib
(Allah ondan razı olsun) Bu konuda şunları söylüyor:
"Ensar (Medineli) müslümanları Hacc
ibadetini yerine getirip döndüklerinde evlerine kapılarından girmezlerdi.
Fakat günlerden birgün onlardan biri Hacc dönüşünde evine kapısından girdi.
Ama bu hareketi yüzünden sanki kınamaya uğramış gibi oldu. Bunun üzerine
`Evlere arka taraflarından girmeniz iyiliğe uygun bir davranış değildir.
İyiliğe uygun davranış, kötülükten sakınarak evlere kapılarından girenlerin
davranışıdır. Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa, umduğunuza eresiniz' ayeti
indi."
Öteyandan Ebu Davud'un Şabe'ye, onun da
İshak'a dayanarak bildirdiğine göre Berae b. Azib'in bu açıklaması şöyledir:
"Ensar müslümanları herhangi bir
yolculuktan döndüklerinde erkekler eve kapı tarafından girmezlerdi. Bunun
üzerine bu ayet indi."
İster bu uygulama, Ensar müslümanlarının
genel olarak her yolculukla ilgili bir adetleri olsun, isterse ayetin
akışına daha uygun düşen sırf Hacc dönüşü ile ilgili bir gelenekleri olsun,
onlar bu davranışın iyilik -yani hayır ya da iman gereği olduğuna
inanıyorlardı. İşte Kur'an-ı Kerim'in bu ayeti bu asılsız düşünceyi, hiçbir
temele dayanmayan ve hiçbir yarar sağlamayan bu gereksiz, zoraki davranışı
ortadan kaldırmak için geldi. Bunun yanısıra iyilik (birr) ile ilgili imana
dayalı düşünce tarzını düzeltmeyi de ihmal etmedi. Buna göre iyilik; takva
demekti; Allah'ın (c.c) varlığının bilincinde olmak, gizli-açık her
harekette O'nun gözetimini hissetmek demekti. Yoksa iyilik; imanın özünden
herhangi bir işaret taşımayan ve herhangi bir cahiliye adeti olmak dışında
bir anlamı olmayan, basit bir şekilcilik değildi.
Ayrıca müslümanlara evlere kapılarından
girmeleri emrediliyor ve kurtuluş yolu olarak takvaya bir kere daha işaret
ediliyor:
"İyilik, evlere kapılardan girenlerin
davranışıdır. Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa, umduğunuza eresiniz."
Böylece kalpler, köklü bir iman göstergesi
olan takvaya bu takva da mutlak anlamlı dünya ve Ahiret kurtuluşu ümidine
bağlanıyor; iman birikiminden yoksun bir cahiliye adeti ortadan
kaldırılıyor; Hacc zamanı ve insanlar için zaman ölçüsü birimi kılınan
hilaller ile ilgili ilahi nimeti kavramaları için müslümanların dikkatleri
çekiliyor. Bütün bunlar tek ve kısa bir ayetin içiné sığdırılmış oluyor.
Daha sonra genel anlamda savaş konusunun,
özellikle de Mescid-i Haram çevresi ile haram aylarda savaşma konusunun
açıklamasına geçiliyor, bunun yanısıra cihadla sıkı bir ilişkisi olan Allah
yolunda mal harcama konusu ele alınıyor:
190- Sizinle savaşanlar ile
siz de Allah yolunda savaşın. Fakat ölçüyü kaçırmayın, saldırgan olmayın.
Çünkü Allah ölçüyü elden bırakan saldırganları sevmez.
191- Onları bulduğunuz
yerde öldürün. Sizi çıkardıkları, sürdükleri yerden siz de onları çıkarın.
Kargaşa çıkarmak, adam öldürmekten daha ağır bir suçtur. Mescid-i Haram
çevresinde onlarla savaşmayın ki, onlar da orada size karşı savaşmasınlar.
Fakat eğer onlar size savaş açarlarsa onları öldürün. Kâfirlerin cezası
böyledir.
192- Eğer onlar savaşmaya
ve kâfirliğe son verirlerse Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.
193- Fitne ortadan kalkıp
Allah'ın dini tam anlamı ile egemen oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer
yaptıklarına son verirlerse zalimlerden başkasına asla saldırılmaz.
194- Haram ay, haram aya
karşılıktır. Yasaklar, dokunulmazlıklar karşılıklıdır. Buna göre size
saldırana, size saldırdığı kadar, siz de saldırın. Allah'tan korkun ve iyi
bilin ki, Allah kendisinden korkanlarla beraberdir. 195- (Mallarınızın bir
bölümünü) Allah yolunda harcayın. Sakın kendinizi, kendi ellerinizle
tehlikeye atmayın. Hiç kuşkusuz Allah iyilik yapanları sever.
İSLAM'DA SAVAŞ
Bize ulaşan bu rivayetlerin bildirdiklerine
göre bu ayetler savaş hakkında inen ilk ayetlerdir. Daha önce kâfirlerin
saldırısına uğrayan müminlere, zulme uğradıkları gerekçesiyle savaşma izni
veren ayet inmişti. O zaman müslümanlar bu iznin, cihadın üzerlerine farz
kılınmasına zihinleri hazırlamayı amaçlayan ve Hacc suresinin aşağıdaki
ayetlerindeki ilâhi vaad uyarınca müslümanların yeryüzünde egemen olmalarını
sağlama gayesi güden bir başlangıç olduğunu hissetmişlerdi:
"Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş
açılan kimselerin karşı koyup savaşmalarına izin verilmiştir. Hiç kuşkusuz
Allah onlara yardım etmeye kadirdir. Onlar sırf "Rabbimiz Allah'tır" dediler
diye haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah, bir kısım insanları
diğer bir bölümü aracılığıyla savmasaydı nice manastır, kilise, havra ve
içlerinde Allah'ın adı çokça anılan cami yıkılıp giderdi. Kim Allah'a yardım
ederse bilsin ki, Allah da mutlaka yardım edecektir. Hiç şüphesiz Allah
kuvvetli ve üstün iradelidir.
Onlar ki, eğer biz kendilerini yeryüzünde
egemen kılarsak namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederek
kötülükten sakındırırlar. Her şeyin akıbeti Allah'a aittir." (Hac Suresi,
39-41)
Bundan dolayı müminler, kendilerine zulme
uğramaları durumunda niçin savaşma izni verildiğini biliyorlardı. Onlara
uğradıkları zulmün intikamını alma işareti veriliyordu. Oysa Mekke'deyken bu
zulme karşı koymaktan alıkonulmuşlardı. O zaman kendilerine şöyle
buyurulmuştu:
"Kendilerine "Ellerinizi savaştan çekin,
namazı kılın zekâtı verin" denilenleri görmedin mi?" (Nisa Suresi, 77)
Müslümanlar Mekke'de Allah'ın (c.c) takdir
ettiği hikmete bağlı olarak savaşmaktan alıkonulmuşlardı. Biz bu hikmetin
aslında hesapsız ve sayısız sebeplerinin bazılarını sınırlı insani
ölçülerimizle kavrayabiliyoruz.
Bu alıkoymanın bizim görebildiğimiz ilk
sebebi, müslümanları sabırlı olmaya, emir dinlemeye, başa bağlılığa ve izin
çıkmasını beklemeye alıştırma amacı idi. Çünkü Araplar cahiliye dönemlerinde
çok heyecanlı ve duygusal insanlardı. İlk savaş çağrısına hemen karşılık
verirler, haksızlığa karşı hiç sabretmezlerdi. Oysa şimdi omuzlarına büyük
bir görev yüklenecek olan bir ümmet oluşturulmaya çalışılıyordu. Bu büyük
görev sözkonusu psikolojik eğilimlerin denetim altına alınmasını; bu
davranışların, ilerisi için plânlar hazırlayan ve önlemler alan, plânlarına
ve önlemlerine uyulan bir liderlik mekanizmasına boyun eğmelerini; hatta bu
plânlar ve önlemler, yaygaralı bir savaş çağrısı karşısında hemen parlamaya,
ateşlenmeye ve heyecana kapılmaya alışkın olan sinir sisteminin eğilimlerine
ters düşse bile disipline uymalarını gerektiriyordu.
Nitekim bu hazırlık eğitimi sayesinde Hz.
Ömer gibi ateşli, Hz. Hamza b. Abdülmuttalib gibi delikanlı ve bu ikisi gibi
daha nice sert mizaçlı ilk müminler, küçücük müslüman toplumun uğramış
olduğu zulümler karşısında sabredebilmişler, sinirlerine hakim olarak
Peygamberimizden (salât ve selâm üzerine olsun) emir beklemeyi içlerine
sindirebilmişler ve kendilerine "Ellerinizi savaştan çekiniz, namazı
kılınız, oruç tutunuz" direktifini veren yüce komutanlığın emrine
uyabilmişlerdi. Böylece büyük bir misyonu üstlenmeye hazırlanan bu
insanların vicdanlarında çabuk parlama ile soğukkanlılık, ateşli atılganlık
ile tedbirlilik, gözü karalık ile itaatkârlık eğilimleri arasında denge
kurulmuş oluyordu.
Mekke döneminde müslümanların savaştan
alıkonulmalarına bizim gözlemlerimize göre gerekçe olan ikinci sebep de
şudur: Arap toplumu onurlu ve gururuna düşkün bir toplum idi. Bundan dolayı
aralarında uğradıkları baskılara kendilerine yapılanın iki misliyle karşılık
verebilecek kimseler olduğu halde, müslümanların maruz kaldıkları eziyetlere
karşı sabretmeleri, henüz müslüman olmamış olan Arapların kalplerindeki onur
ve haysiyet duygusunu uyandırıcı, onları İslâm'a yaklaştırıcı bir faktör
oluşturuyordu. Nitekim Kureyşliler tarafından Haşimioğulları'nın Ebu Talip
kolu hakkında, Peygamberimizi (salât ve selâm üzerine olsun) korumaktan
vazgeçsinler diye boykot kararı alındığında bu faktör fiilen etkili oldu,
Haşimoğulları'na uygulanan baskı ağırlaşınca Arapların vicdanlarındaki onur
ve zayıftan yana olma duygusu uyanıverdi. Bunun üzerine boykot kararını
öngören antlaşma belgesi yırtıldı ve sözünü ettiğimiz duygunun etkisiyle Ebu
Talip ile çevresine yönelik boykot eylemi sona erdi. Zaten İslâm cemaatinin
lider kadrosu uğranılan zulümlere karşı koymaktan kaçınma plânı ile bu
sonucu gözetiyordu. Bunun böyle olduğunu İslâm tarihinin o dönemdeki olaylar
zincirini hareketli bir sosyal akım olarak incelediğimiz zaman
anlayabiliriz.
Mekke döneminde müslümanları savaştan
sakındırmanın bir başka gerekçesi de şudur: İslâm, her evi birer kanlı savaş
alanına çevirmek istemiyordu. Çünkü o günkü müslümanların herbiri Mekkeli
müşrik ailelerin birer üyesiydi. Müslüman olan çocuklarına eziyet edenler,
onları dinlerinden döndürmeye çalışanlar da içinde müslüman fertler bulunan
müşrik ailelerdi. Henüz ortada bu eziyetleri genel plânda koordine edecek
ortak bir otorite yoktu. Buna göre eğer o gün müslümanlara kendilerini
savunma izni verilmiş olsàydı, bu iznin anlamı her evin bir savaş alanına
dönüşmesi, her ailede kan dökülmesi demek olurdu. Bu da o günkü Arap
toplumunun, İslâm'ı aileleri parçalayan ve onları içinden kundaklayan bir
çağrı olarak algılamalarına yolaçardı. Hicretten sonrasına gelince müslüman
cemaat bu dönemde Mekke'de kendisine karşı ordu hazırlayıp saldırı
düzenleyen başka bir otorite ile karşı karşıya gelmiş bağımsız bir güç
birimine dönüşmüştü. Bu da Mekke'de geçerli olan her müslümanın ailesi
içindeki bireysel konumundan farklı bir konumdu.
İşte Mekke döneminde müslümanları
kendilerine yönelik eziyetlere ve baskılara karşı koymaktan alıkoymanın
hikmetinin ardında saklı duran ve ilk akla gelen bazı sebepler bunlardı. Bir
de şunu ekleyebiliriz: O zaman müslümanlar zayıf bir azınlık olarak Mekke'de
kuşatma altında yaşıyorlardı. Eğer belli bir askeri karargâhın komutası
altında toplu olarak müşriklerle savaşa girselerdi, toplu kıyıma
uğrayabilirlerdi. Bu yüzden yüce Allah onların çoğalmalarını ve güvenli bir
üsse yerleşmelerini sağladı ve kendilerine savaşma iznini bundan sonra
verdi.
Bu sebeplerin hangisi geçerli ve ağırlıklı
olursa olsun, savaş hükümleri, o günden sonra İslâmî hareketin önce Arap
yarımadasındaki şartları uyarınca, daha sonra da yarımada dışındaki şartlara
paralel olarak gitgide tırmanan tedrici bir gelişim çizgisi izlemiştir.
Okuduğumuz bu ilk inen ayetler, iki ana kamp arasındaki, yani İslâm kampı
ile müşrik kamp arasındaki çatışmanın ilk günlerdeki durumuna uygun bazı
hükümleri içeriyordu. Bu ayetler aynı zamanda genel anlamda savaşla ilgili
bazı değişmez hükümleri de yansıtıyordu. Çünkü sözkonusu hükümler ilke
olarak sadece Berae suresinde bazı ufak değişikliklere uğramışlardı.
Okuduğumuz ayetlerin ayrıntılı incelemesine
geçmeden önce gerek buradaki savaş ayetlerinin ve gerekse Kur'an'ın başka
yerlerindeki aynı tür ayetlerin yorumuna esas olmaya elverişli kısa birkaç
söz söylemeyi uygun görüyoruz:
Bilindiği gibi bu inanç sistemi, ilk
insandan günümüze kadar uzayan İslâm zincirinin son halkasını oluşturur. Bu
inanç sistemi, kendisinden sonraki insan hayatının temeli, bütün insanlık
için geçerli olacak ortak yaşam tarzı olmak üzere geldi. İslâm ümmeti, bu
hayat metodu uyarınca Allah yolunda tüm insanlığın önderliğini üstlenmekle
yükümlüdür. Bu hayat metodu, gerek varlık aleminin ve gerekse insan
varoluşunun amacını içeren yaygın ve eksiksiz düşünce sisteminden
kaynaklanmıştır. Bu amacı, yüce Allah tarafından indirilen Kur'an-ı Kerim
bize açıklıyor. Bu ümmet, insanlığı, bütün cahiliye sistemlerinde eşi
olmayan bir hayra doğru yöneltecek ancak bu sistemin ışığı altında
ulaşabileceği bir düzeye yükseltecek, onu başka eşi olmayan böyle bir nimete
erdirecektir. İnsanlık bu nimetten yoksun kalınca bütün başarı ve kurtuluş
umudunu kaybeder. Bu nimet kaynağına karşı saldırı düzenleyen saldırganın
eline bu hayır kaynağından yoksun kalmaktan, yüce Allah'ın bu hayır kaynağı
için dilediği yükselme, temizlik, mutluluk ve kemal ile insanların arasına
girmekten mahrum kalma dışında birşey geçmez.
Bundan dolayı bu cihanşümul ilâhi sistemin
çağrısının kendisine ulaşması, bu çağrının önüne şu ya da bu şekilde hiçbir
engelin, hiçbir otoritenin dikilmemesi insanlığın ortak hakkıdır.
Bunun ötesinde bu çağrıyı alan insanların
bu dini serbestçe seçmeye de hakları vardır. Hiçbir engel ya da hiçbir
otorite onları bu dini seçmekten alıkoymaya kalkışmamalıdır. Eğer birkısım
insan, bu dinin çağrısını dinledikten sonra onu benimsemek istemezse bu
çağrıyı yoluna devam etmekten alıkoymaya da hakkı yoktur. Böyle bir durumda
bu kişilerin, insanlara yapılan İslâm çağrısının önüne dikilmeyecekleri,
güvenliğine zarar vermeyecekleri ve müslümanlar bu dini insanlara
ulaştırırken onlara hiçbir engellemede bulunmayacaklarına dair söz vermeleri
gerekir.
Yüce Allah'ın hidayeti ile bu dini seçecek
olanların ne işkence ne ayartına ve ne de başka bir baskı yolu ile bu dini
bırakmaya zorlanmamaya hakları vardır. Bunların yanısıra İslâm'ı
benimsemeyen bu kişilere, diğer insanları Allah'ın hidayetinden ve bu dini
kabul etmekten alıkoyacak sosyal ortam hazırlayacak imkanlar da verilemez.
Müslüman toplum, bu yolda işkenceye ve baskıya uğrayan insanları kuvvet
kullanarak savunmakla yükümlüdür. Böylece inanç özgürlüğü sağlanan toplumda
yüce Allah'ın hidayet sunduğu insanlara güvenli bir ortam sunularak ilâhi
sistemin sosyal hayatta uygulanmasının yolu açık tutulmuş, insanlığın bu
büyük hayır kaynağından yoksun kalması tehlikesi önlenmiş olur.
Bu üç hakka (çağrıya muhatap olma, çağrıyı
serbestçe benimseme ve çağrıyı benimseyecek olanlara engel olmama haklarına)
bağlı olarak müslüman cemaatin omuzlarına başka bir görev biner. Bu görev;
bu çağrının yoluna dikilerek onun serbestçe insanlara ulaştırılmasına engel
olan ya da bu inancı benimseme özgürlüğünü tehdit ederek insanlara bu dini
seçtiler diye baskı yapan her gücü ortadan kaldırmak, böylece hiçbir yeryüzü
kuvvetinin, müminleri baskı altına almaması uğrunda sürekli mücadele vererek
Allah'ın dinini kesinlikle egemen kılma görevidir. Bu görev insanları zorla
iman ettirme anlamına gelmez. Onun anlamı; Allah'ın dinini yeryüzünde üstün
bir güç haline getirmektir. Öyle ki, bu dine girmek isteyen hiç kimse ona
girmekten korkmamalı, bu dinin çağrısını duyurmak isteyen hiç kimse bu
misyonunu yerine getirirken hiçbir beşeri iktidardan çekinmemeli, bu çağrıyı
benimseyecek veya bu dine bağlılığını sürdürecek hiç kimsenin, herhangi bir
güç odağından korkusu olmamalı; isteyenleri Allah'ın nurundan, hidayetinden
alıkoyarak Allah'ın yolundan saptıran hiçbir sosyal düzen, hiçbir fiili
durum yeryüzünde egemen olmamalı, bu olumsuzlukların hiçbir aracı ve hiçbir
metodu etkili olmamalıdır.
İşte İslâm'da cihad bu genel ilkelerin
sınırları içinde vardır, sırf bu yüce amaçlara dönüktür, başka bir hedefle
ya da başka bir sloganla, yafta ile karıştırılamaz. Cihad, inanç içindir, bu
inancı kuşatma altına girmekten, ablukaya düşmekten
korumak, baskıya uğramaktan korumak
içindir. Bu inancın sistemini ve pratik hayatı düzenleyen şeriatını savunmak
içindir. Bu inancın sancağını, ona karşı saldırı düzenlemeyi düşünenleri
saldırıya geçmeden önce caydıracak, onun altına sığınmak isteyenleri hiçbir
engelleyici, önleyici ve baskıcı yabancı güçten çekinmeksizin himayesine
koşacak biçimde yeryüzünde dalgalandırmak içindir.
İşte İslâm'ın emrettiği, onayladığı,
ödüllendirdiği, uğrunda öldürülenleri şehit saydığı ve külfetini
omuzlayanlarını dost saydığı yegâne cihad budur.
Bakara suresinin bu bölümündeki ayetler,
Medine'deki müslüman cemaatle, müminleri yurtlarından çıkarmış, onlara
dinleri yüzünden işkence yapmış, inançları sebebiyle kendilerine baskı
uygulamış olan Mekke müşrikleri arasındaki duruma açıklık getiriyor. Bunun
yanısıra İslâm'da cihadın temel hükümlerini ihtiva eden ayetler de bu
bölümde yeralıyor.
Bu ayetler, kendilerine karşı savaş açmış
olan ve açtıkları savaşı sürdüren bu müşrikler ile savaşmayı, her zaman ve
her yerde kendilerine savaş açanlara savaşla karşılık vermeyi, fakat hiçbir
zaman saldırgan taraf olmamayı emrederek söze giriyor:
"Sizinle savaşanlar ile siz de Allah
yolunda savaşın. Fakat ölçüyü kaçırmayın, saldırgan olmayın; çünkü Allah
ölçüyü elden bırakan saldırganları sevmez."
Görüldüğü gibi daha ilk ayeti kerimede
savaşın hedefini sınırlayan kesin ölçüyü ve uğrunda savaşa girilecek olan
sancağın ne olacağını açık-seçik biçimde buluyoruz."
"Sizinle savaşanlar ile siz de Allah
yolunda savaşın."
Savaş "Allah için" olacak; yoksa insanlığın
uzun savaş tarihi boyunca tanımış olduğu başka bir hedef uğrunda
yapılmayacaktır. Savaş "Allah için" olacak; yoksa ne ganimet ve maddî kazanç
elde etme uğruna ne pazar ve hammadde ele geçirme uğruna ne sosyal bir
sınıfı diğer bir sosyal sınıfın ya da bir milleti diğer bir milletin
boyunduruğu altına sokma uğruna yapılmayacaktır. Bu savaş, İslâm'ın uğrunda
cihadı yasallaştırdığı belirli amaçları gerçekleştirmek için verilecektir.
Bu savaş, yeryüzünde yüce Allah'ın söz üstünlüğünü (ilâh-i kelimetullah'ı)
sağlamak, O'nun sistemini hayata geçirmek, müslümanların dinleri yüzünden
baskı altına alınmalarını ya da sapıklığa ve yozlaşmaya sürüklenmelerini
önlemek için verilmelidir. Bunun dışında kalan savaşlar, İslâm'ın hükmüne
göre gayrimeşru, şeriatle çelişen savaşlardır. Bu tür savaşlara girenler
yüce Allah katında hiçbir sevap, hiçbir derece kazanamazlar.
Bu savaşın amacı sınırlı olduğu gibi
çerçevesi ve çapı da sınırlıdır:
"Fakat ölçüyü kaçırmayın, saldırgan
olmayın; çünkü Allah, ölçüyü elden bırakan saldırganları sevmez."
Saldırganlık; bilfiil savaşa katılmayan ve
ne İslâm davetine ve ne de İslâm cemaatine karşı tehlike oluşturmayan kadın,
çocuk, yaşlı ve her milletten, her dinden kendini ibadete adamış kimseler
gibi zararsız ve güvenli insanların askerler tarafından hedef alınması
biçiminde görüleceği gibi İslâm tarafından yasallaştırılmış savaş
kurallarını çiğnemek şeklinde de olabilir. Oysa İslâm, gerek eski ve gerekse
çağdaş cahiliye savaşlarının ortaya koyduğu tüyler ürpertici cinayetleri en
aza indirmek, hatta bunlara son verebilmek için sözkonusu savaş kurallarını
yasallaştırmıştır. O tüyler ürpertici cinayetler ki, İslâmi duyarlılık
onlardan nefret etmekte, İslâmi takva onlardan tiksinmektedir.
Peygamber efendimizin sözlerinden
seçtiğimiz birkaç hadis-i şerif ve sahabilerin yaptığı birkaç öğüt,
insanlığın ilk defa İslâm sayesinde tanıdığı sözkonusu savaş kurallarının
neler olduğunu gözler önüne sermektedir:
Abdullah b. Ömer diyor ki:
"Peygamberimizin katıldığı savaşların biri
sırasında öldürülmüş bir kadın cesedi bulunmuştu. Bunu gören Peygamberimiz,
savaşta kadınların ve çocukların öldürülmesini yasakladı." (Buhari, Müslim,
Ebu Davud, Tirmizi, İmam-ı Malik)
Sahabilerden Hz. Ebu Hureyre'nin
bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
"Herhangi biriniz savaşırken yüzü hedef
almaktan sakınsın." (Buhari, Müslim)
Yine sahabilerden Hz. Ebu Hureyre şöyle
diyor:
"Bir defasında Peygamberimiz (salât ve
selâm üzerine olsun) bizi bir göreve gönderirken -iki Kureyşli müşriği
kasdederek- `Eğer falanca ile filâncayı bulursanız onları yakın' buyurdu.
Fakat biz yola çıkmak üzereyken şöyle buyurdu:
`Az önce size falanca ile filâncayı
yakmanızı emretmiştim. Oysa ateş, sırf Allah'a mahsus bir azap aracıdır. Bu
yüzden eğer onları bulursanız silâhla öldürün." (Buhari, Ebu Davud, Tirmizi)
Sahabilerden Abdullah b. Mesud'un
bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
"Adam öldürmekten en çok sakınan insanlar,
müminlerdir." (Ebu Davud)
Sahabilerden Abdullah b. Yezid el-Ensari
diyor ki:
"Peygamberimiz savaşta yağmacılığı ve
işkence ederek adam öldürmeyi yasakladı." (Buhari)
Öteyandan İbn-i Ya'lâ diyor ki:
"Halid b. Velid'in oğlu Abdurrahman ile
birlikte bir savaşa katılmıştık. Bir ara önüne dört azılı düşman askeri
getirdiler. Verdiği emir üzerine bunlar okun kör tarafı ile işkence edilerek
öldürüldü. Bir süre sonra bunu haber alan Hz. Ebu Eyyüb el-Ensarî şöyle
dedi."
`Ben Peygamberimizin savaşta kılıç sırtı
ile adam öldürmeyi yasakladığını kulaklarımla işitmiştim.(Metinde kullanılan
deyim "Katl-üs Sabr (yani kılıç sırtı ile öldürmek)tir. Bu tür öldürme
insana oldukça uzun bir can çekişme dönemi yaşattığı için bir tür
işkencedir. Metinde Halid b. Velid'in oğlu Abdurrahman'ın bu olay üzerine
dört köle azad ettiği bildiriliyor. Bu köleler keffaret maksadı ile azad
edilmiştir.) Nefsimi kudret elinde tutan Allah adına yemin ederek söylüyorum
ki, önüme bir tavuk bile gelse onu bıçağın sırtı ile (işkence çektirerek)
öldürmezdim '
Bu sözler Abdurrahman'ın kulağına gidince
(kefaret olarak) dört köle azad etti. (Ebu Davud)
Haris b. Müslim b. Haris'in bildirdiğine
göre bir sahabi olan babası şöyle diyor:
"Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine
olsun) bir defasında bizi bir müfreze içinde savaşa göndermişti. Saldırı
düzenleyeceğimiz yere varınca atımı koşturarak arkadaşlarımı geride
bıraktım. Üzerine yürüdüğüm yörenin halkı beni çığlıklarla karşıladı. Bunun
üzerine onlara `Lailâheillallah (Allah'tan başka ilâh yoktur)" deyin de
canınızı kurtarın' dedim. Onlar da bunu söylediler. Bunun üzerine
arkadaşlarım beni kınayarak `Bizi alacağımız ganimetten mahrum ettin'
dediler.
Peygamberimizin yanına dönünce yaptığımı
O'na anlattılar. Bunun üzerine Peygamberimiz beni yanına çağırarak yaptığımı
beğendiğini belirtti. Arkasından bana `Allah o insanların her biri
karşılığında sana şu kadar sevap yazdı' buyurdu (Ebu Davud)"
Öteyandan Hz. Bureyde şöyle buyuruyor:
"Peygamberimiz, bir ordu ya da bir gerillâ
müfrezesinin başına bir komutan atadığı zaman yakın arkadaşlarının yanında
ona takvalı olmayı ve birlikte savaşacağı müslümanlara iyi davranmasını
tavsiye eder, sonra kendisine şu direktifi verirdi:
`Allah adına, Allah yolunda savaşın.
Allah'ı inkâr edenleri öldürün. Savaşın, fakat gaddar olmayın, işkence ile
adam öldürmeyin, küçük çocukları öldürmeyin` (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi)"
Bu arada İmam-ı Malik'in bildirdiğine göre
Hz. Ebu Bekir (Allah ondan razı olsun) askerlerine verdiği talimatlarının
bir yerinde şöyle demişti:
"Savaş sırasında kendilerini Allah'a
adadıklarını sanan birtakım insanlarla karşılaşacaksınız. Onları uğruna
kendilerini adadıkları meşguliyetle başbaşa bırakın. Sakın kadınları,
çocukları ve yaşlıları öldürmeyin." (İmam-ı Malik)
İşte İslâm'ın verdiği savaşlar, işte bu
savaşlarda gözettiği kurallar ve işte bu savaşlarda ulaşmak istediği
hedefler. Bunların tümü yukardaki okuduğumuz ilâhi direktiften türemiştir.
Bu direktifi bir daha okuyalım:
"Sizinle savaşanlar ile siz de Allah
yolunda savaşın. Fakat sakın ölçüyü kaçırmayın, saldırgan olmayın; çünkü
Allah ölçüyü elden bırakan saldırganları sevmez."
Müslümanlar sayılarının çokluğu ile zafer
kazanmadıklarını biliyorlardı. Çünkü sayıları azdı. Ayrıca silâh ve teçhizat
üstünlükleri sayesinde de zafer kazanmıyorlardı. Çünkü onların silâh ve
teçhizatları düşmanlarınkinden azdı. Onlar sadece imanları, Allah'a
bağlılıkları ve Allah'ın kendilerine yönelik yardımı sayesinde zafere
ulaşıyorlardı. Buna göre yüce Allah'ın ve Peygamberimizin direktiflerine
aykırı hareket etmiş olsalardı, bel bağladıkları biricik zafer sebeplerinden
kendi elleriyle yoksun kalmış olurlardı. Bundan dolayı sözünü ettiğimiz
savaş kurallarına, kendilerini baskı altında inletmiş ve bazı arkadaşlarını
en tüyler ürpertici işkenceler ile öldürmüş olan düşmanları karşısında bile
uyuyorlardı. Nitekim Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) öfkeye
kapılınca Kureyşli iki müşrik olan "falanca ile filânca"nın ateşte yakılarak
öldürülmesini emrediyor, fakat hemen arkasından sözkonusu kimselerin
yakılarak öldürülmesi emrini geri alıyor. Çünkü ateşte yakarak cezalandırmak
sadece yüce Allah'a mahsustur.
Daha sonra müslümanlara savaş açan, onlara
dini inançları yüzünden baskı yapan, onları yurtlarından çıkaran kimseler
ile savaşılması, onlara nerede ve hangi şartlarda rastlanırsa öldürülmeleri
emri vurgulanıyor. Yalnız Mescid-i Haram, (Kâbe) civarında rastlanan düşmana
ilişmemek gerekir. Fakat eğer kâfirler burada saldırıyı başlatan taraf
olurlarsa artık onlar için Kâbe çevresinin dokunulmazlık ilkesi geçerli
değildir. Bir de eğer sözkonusu kâfirler yüce Allah'ın dinine girerlerse o
zaman da müslümanların ellerinden kurtulacaklar, daha önce müslümanlara ne
kadar eziyet etmiş, onlara ne kadar ağır baskılar uygulamış ve ne kadar
savaş yapmış olurlarsa olsunlar, artık eski hesapları kapanacaktır:
"Onları bulduğunuz yerde öldürün. sizi
çıkardıkları, sürdükleri yerden siz de onları çıkarın. Kargaşa çıkarmak,
adam öldürmekten daha ağır bir suçtur. Mescid-i Haram çevresinde onlar ile
savaşmayın ki, onlar da orada size karşı savaşmasınlar. Fakat eğer onlar
size savaş açarlarsa onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir.
Eğer onlar savaşa ve kâfirliğe son
verirlerse Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir."
Baskı ya da ayartma yolu ile müslümanı
dininden uzaklaştırmaya kalkışmak, insan hayatının en kutsal değerine karşı
saldırıya geçmek demektir. Bundan dolayı bu saldırı, adam öldürmekten daha
ağır bir suçtur; insanı öldürmekten, canını almaktan ve hayatını yok
etmekten daha ağır bir cürümdür. Sözkonusu fitne ister tehdit, yıldırma ve
fiili işkence yolu ile olsun; ister insanları saptıracak, yozlaştıracak,
yüce Allah'ın sisteminden uzaklaştıracak, soğutacak, Allah'ın sistemine yan
çizmeyi kendilerine sempatik saydıracak toplumsal ve politik şartlar
oluşturma yoluyla olsun farketmez.
Bu ikinci fitne yolunun en yakın ve en
tipik örneği Komünizmdir. Bilindiği gibi bu ideoloji, bu politik rejim dini
afyon sayıp yasaklıyor, Allahsızlık (ateizm) propagandasını serbest
bırakıyor, zina ve alkollü içki gibi İslami yasakları mübah sayan kanunî
düzenlemeler getiriyor, yoğun propaganda kampanyaları ile bu yasakları
insanlara sempatik gösteriyor, buna karşılık yüce Allah'ın sisteminde meşru
sayılan erdemlerin, faziletlerin bağlılarını kamuoyu karşısında antipatik
gösteriyor; bu sosyal ve hukukî şartları, insanların baskısından
kurtulamayacakları zorlamalara, dayatmalara ve oldu-bittilere dönüştürüyor.
İslâm'ın inanç özgürlüğü ile ilgili bu
görüşü ve insan hayatında bu özgürlüğe vermiş olduğu son derece büyük değer
İslâm'ın karakteri ve insanın varoluş amacına ilişkin bakış açısı ile
bağdaşan, bütünleşen bir görüştür. Zira insanın varoluş amacı, ibadettir. Bu
kavram, Allah'a yönelik her iyi ve yararlı faaliyeti içine alır. İnsanın en
değerli, en üstün varlığı inanç özgürlüğüdür. Buna göre kim onun elinden bu
üstün varlığı almaya kalkışır, doğrudan doğruya ya da dolaylı biçimde onu
dininden koparmaya girişirse, canlı bir varlığı öldürenden daha ağır cürüm
işlemiş olur. Bundan dolayı mümin, bu inanç özgürlüğünü, onun düşmanını
öldürerek savunur. Böyle olduğu için ayetin bu cümleciğinde "onlarla
savaşın" denilmiyor, "onları öldürün, onları bulduğunuz yerde öldürün"
deniliyor. "Ne durumda olurlarsa olsunlar ve elinizdeki öldürme aracı ne
olursa olsun onları öldürün" demektir bu. Tabii ki, bu durumlarda da işkence
ederek ve ateşte yakarak öldürmeyi yasaklayan İslâmi savaş kurallarına
uyulacaktır.
Bunun yanısıra Mescid-i Haram (Kâbe)
civarında savaşmak yasaktır. Allah (c.c) burayı güven bölgesi olarak
belirledi, dostu Hz. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) duasını kabul ederek
oranın çevresini de güvenlik kuşağı olarak ilân etti. Burayı dünyanın her
yanından akın akın gelecek olan insanların güven, dokunulmazlık ve barış
içinde toplanacakları bir yer kıldı.
Mescid-i Haram'ın civarında savaş olmaz.
Orada, yalnız bu yerin dokunulmazlığını çiğneyerek müslümanlara saldırı
başlatan kâfirlere karşı savaşılır. O zaman müslümanlar onlara kuvvetle
karşı koyarlar ve bu saldırganları öldürmedikçe vuruşmaya son vermezler.
İşte insanlara dinî inançları yüzünden baskı yapan ve çevresinde güven
içinde yaşamış oldukları Mescid-i Haram'ın dokunulmazlığını çiğneyen
kâfirlere yaraşan ceza budur. Fakat:
"Eğer onlar savaşa ve kâfirliğe son
verirlerse Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir."
Onları yüce Allah'ın bağışına ve
merhametine lâyık hale getirecek olan "son verme" kâfirliğe son vermektir,
yoksa sadece müslümanlara karşı savaşmaya, onlara dini inançları gerekçesi
ile baskı yapmaya son vermek değildir. Çünkü müslümanlar ile savaşmaya ve
onlara dini inançları yüzünden baskı yapmaya son vermelerinin onlara
sağlayacağı azami kazanç müslümanların kendileri ile barış antlaşması
yapmaları olabilir. Fakat onları yüce Allah'ın bağış ve merhametine lâyık
hale getirmez. Bu ayette bağışa ve merhamete işaret edilmesinden güdülen
amaç, kâfirleri iman etmeye özendirmek, kâfirlikten ve saldırganlıktan sonra
içlerinde yüce Allah'ın bağışına ve merhametine kavuşma ümidini
uyandırmaktır.
, Şu İslâm dini ne büyüktür ki, sırf
müslüman oluvermekle kâfirlere yüce Allah ın bağışının ve merhametinin
ulaşacağını haber vermekte onları kısas ve diyet hükümlerinden muaf
tutmaktadır. Oysa onlar daha önce birçok müslümanı öldürmüş veya baskı
altında yaşatmış, onlara karşı en iğrenç cinayetleri reva görmüşlerdi!
İslâm'da savaşın amacı, insanların dinleri
yüzünden baskı görmelerini önlemek, kaba kuvvetle ya da bu anlama
gelebilecek sosyal şartlarla olup-bittiler meydana getirerek müslümanların
dinlerinden vazgeçirilmemelerini güvenceye almak, müslümanların başına
ayartıcı, saptırıcı ve yozlaştırıcı faktörlerin musallat edilmesine engel
olmaktır. Bu da Allah'ın dininin üstünlüğünü sağlayarak, taraftarlarını
güçlendirerek ve düşmanların gözünü yıldırarak gerçekleştirilebilir. O zaman
İslâm düşmanları müslümanlara işkence etmeye, dinleri yüzünden baskı yapmaya
cesaret edemezler. İslâm'a girmek isteyen hiç kimse kendisini bu kararından
alıkoyacak ya da bu kararı yüzünden kendisine işkence ve baskı uygulayacak
hiçbir güçten korkmaz. Buna göre müslüman cemaat, sözkonusu saldırgan ve
zalim güçleri ortadan kaldırıncaya, yüce Allah'ın dini kesin bir galibiyet
ve üstünlük elde edinceye kadar sürekli biçimde onlarla savaşmakla
yükümlüdür:
"Fitne ortadan kalkıp Allah'ın dini tam
anlamı ile egemen oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer yaptıklarına son
verirlerse zalimlerden başkasına saldırılmaz."
Bu ayetin nüzul sebebine bakılarak her ne
kadar o dönemin Arap yarımadasında egemen olan, sultası altına aldığı
insanları müslüman olmaktan alıkoyarak Allah'ın dininin yayılmasını
engelleyen müşrik düzenin hedef alındığı sonucuna varılırsa da ayetin
kapsamı evrenseldir, direktifi süreklidir. Başka bir deyimle cihad, Kıyamet
gününe kadar devam edecektir. Herhangi bir vakit zalim bir güç insanları
Allah'ın dininden alıkoyarsa, insanların yüce Allah'ın çağrısını
dinlemelerini ve haklılığına kanaat getirince bu çağrıyı kabul etmelerini
engellerse, müslüman cemaat her an için bu zalim gücü ortadan kaldırarak
insanları bunun baskısından kurtarmakla ve böylece özgür bir ortamda çağrıyı
dinleyip gönüllü tercihleri ile yüce Allah'ın yolunu benimseyebilmelerini
sağlamakla yükümlüdür.
Bu bölümün bir önceki ayetinde fitne (maddî
ve manevî dinî baskı) kınandıktan ve adam öldürmekten daha ağır bir suç
sayıldığı belirtildikten sonra, bunun önlenmesi gerektiği bu ayette tekrar
vurgulanıyor. Bu tekrar, bu meselenin İslâmi açıdan taşıdığı önemi ortaya
koyduğu gibi aslında insanın İslâm'ın elinde ikinci kez doğuşu anlamına
gelen büyük bir prensibe parmak basıyor. Bu öyle bir yeniden doğuş ki,
insanın değerini inancının değerine bağlıyor, insanın tüm hayatını terazinin
bir kefesine ve inancını da öbür kefesine koyduktan sonra inanç kefesinin
daha ağır bastığını belirliyor. Ayrıca bu prensip "insan"ın düşmanlarının
kimler olduğunu da açıkça ortaya koyuyor. Bunlar maddî ya da manevî baskı
uygulayarak bir mümini dininden ayırmaya kalkışanlar, müslümana müslüman
olduğu için eziyet edenlerdir. Bunlar insanlığı, iyiliğin en büyük
unsurundan yoksun bırakanlar, insanlıkla yüce Allah'ın sistemi arasına
girenlerdir. İşte müslüman cemaat, bunlara karşı kesintisiz biçimde
savaşmakla; "Fitne ortadan kalkıp Allah'ın dini tam anlamı ile egemen
oluncaya kadar" bunları öldürmekle yükümlüdür.
Kur'an-ı Kerim'in savaş ile ilgili inen bu
ilk ayetlerinde ortaya konan bu büyük İslâm ilkesi o gün olduğu gibi bugün
de aynen geçerlidir. Bu inanç sistemi bugün de kendine ve bağlılarına dönük
türlü türlü saldırılar ile karşı karşıyadır. Günümüzde de müminler bazan
fertler halinde, kimi zaman cemaatler halinde ve zaman zaman da tümü ile
milletler düzeyinde eziyetlere ve maddi-manevi baskılara maruz kalmaktadır.
Kim dini yüzünden maddî-manevi baskıya, inancı sebebiyle eziyete uğrarsa,
uğradığı baskının ve eziyetin biçimi ve türü ne olursa olsun, dinin ve
inancının düşmanları ile savaşıp onları öldürmesi ve bunun sonucu olarak
insanın yeniden doğuşu sayılan bu büyük İslâmi prensibi gerçekleştirmesi
üzerine farzdır.
Eğer zalimler, zalimliklerine son verir,
insanlar ile Rabbleri arasına girmekten vazgeçerlerse artık onlara
saldırılmaz, el kaldırılmaz. Çünkü cihad, zulme ve zalimlere yöneliktir:
"Eğer yaptıklarına son verirlerse
zalimlerden başkasına asla saldırılmaz." (Bu ayetten bir süre sonra Berae
Suresinde yeralan ve Arap yarımadasında yaşayan müşriklerin tamamı
"lailaheillallah (Allah'tan başka ilah yoktur)" deyinceye kadar
savaşılmasını emreden ayet indi. Bu ayetin getirdiği değişiklik İslâm'ın ve
müslüman cemaatin durumunda meydana gelen değişmenin gerektirdiği bir
düzenlemedir. Bu değişiklik ile yarımadanın katıksız bir İslâm yurdu olması
ve böylece yarımada dışından gelen Bizans ve Fars saldırıları ile karşı
karşıya gelirken arkasında iç düşman bırakmaması amaçlanmıştı.)
Burada zalimlere karşı koyma, onları geri
püskürtme eylemine "saldırı" denmesi, yüzeysel bir kelime benzerliğinden
kaynaklanır. Yoksa bu eylem aslında adalet, hakkaniyet ve zulme uğrayanlara
yönelik "saldırı"yı giderme hareketidir. Daha sonra haram aylarda savaşmanın
hükmüne geçiliyor, tıpkı daha önce Mescid-i Haram (Kâbe) civarında
savaşmanın hükmünün açıklandığı gibi:
"Haram ay haram aya karışıktır. Yasaklar,
dokunulmazlıklar karşılıklıdır. Buna göre size saldırana, size saldırdığı
kadar, siz de saldırın. Allah'tan korkun ve iyi bilin ki, Allah kendisinden
korkanlarla beraberdir."
Görüldüğü gibi, haram ayın dokunulmazlığını
çiğneyen ve o ayda geçerli saldırı yasağına uymayanın cezası bu haram ayın
sağladığı güvencelerden yoksun kalmaktır. Yüce Allah nasıl Kâbe'yi "güven ve
barış yeri" yaptı ise haram ayları da "güven ve barış zamanı" yapmıştır. Bu
aylarda canlara, dokunulmazlıklara ve mallara ilişilmez. Hiçbir canlıya kötü
niyetle el sürülmez. Kim bu yere sığınmaktan kaçınır, müslümanları bu
güvenlikten yoksun bırakmak isterse cezası, bu güvenlikten yoksun kalmaktır.
Kim başkalarının dokunulmaz haklarını çiğnerse kendi dokunulmazlıklarının
gözetilmesini beklememelidir. Yani dokunulmazlıklar karşılıklıdır.
Bununla birlikte bu durumda müslümanlara
tanınan karşılık verme serbestisi sınırlamalara bağlanmıştır; bu
sınırlamaları aşamazlar. Bu dokunulmazlıklar ancak zaruri durumlarda
dokunulmazlık niteliklerini yitirirler ve bu zararuretlerin ölçüsü aşılmaz:
"Buna göre size saldırana, size saldırdığı
kadar, siz de saldırın."
Yani bu konuda ölçüyü aşmak ve aşırılığa
kaçmak yoktur. Bu konuda müslümanlar takvaları ile başbaşa bırakılıyorlar.
Çünkü yukarda belirttiğimiz gibi onlar, sadece Allah'ın yardımı sayesinde
zafer kazanabileceklerini zaten biliyorlardı. Burada da kendilerine
Allah'tan korkmaları emredildikten sonra Allah'ın kendisinden korkanlar ile
beraber olacağı hatırlatılıyor. İşte bu, kelimenin tam anlamıyla sarsılmaz
güvencedir.
Cihad görevinin yerine gelebilmesi için
insan gücüne ihtiyaç olduğu gibi; mala, maddi imkânlara da ihtiyaç vardır.
İlk müslümanlar döneminde, müslüman mücahid, savaş techizatını, bineğini ve
azığını kendi imkânları ile hazırlardı. O zamanki komutanların ve askerlerin
maaşı yoktu. O zaman gönüllü beden ve mal fedakârlığı ilkesi geçerliydi. Bu
fedakârlığı yaptıran faktör, sosyal düzen kurma aşamasına varmış inanç
sistemidir. Böyle olunca bu inanç sisteminin, kendini gerek dostlarına ve
gerekse düşmanlarına karşı korumak için mali kaynağa ihtiyacı olmuyordu.
Çünkü gerek komutanlar gerekse askerler maddî ihtiyaçlarını özkaynaklarından
gönüllü olarak karşılıyorlardı.
Fakat o günün İslâm toplumunda cihad etmeyi
arzu eden, yüce Allah'ın sistemini ve inancının sancağını savunmak isteyen
çok sayıda fakir vardı. Bunlar savaş için gerekli silâh ve. techizat
masraflarını, binek hayvanı giderlerini ve savaş sırasındaki zarurî
masraflarını karşılayacak maddi imkânlardan yoksundu. Bu yüzden
Peygamberimize başvurarak yaya olarak gidemeyecekleri uzaklıktaki savaş
alanlarına ulaştırılmalarının sağlanmasını istiyorlardı. Peygamberimiz bu
isteklerini yerine getiremediği zaman da Kur'an-ı Kerim'in ifadesi ile
"Binek hayvanı vermen için sana geldiklerinde `Size binek hayvanı
bulamıyorum' dediğin zaman, harcayacak bir şeyleri olmadığı için üzüntüden
gözyaşı dökerek geri dönüyorlar"dı. (Tevbe Suresi, 92)
İşte bu gerekçe ile gerek Kur'an'ın ve
gerekse Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) Allah yolunda maddî
yardımda bulunma, askerlerin savaş masraflarına katkıda bulunma ile ilgili
direktiflerinin zamanla arttığını görürüz. Bunun sonucu olarak Kur'an-ı
Kerim'in birçok ayetlerinde cihad çağrısına, savaş harcamalarına katılma
çağrısı da ekleniyordu.
Nitekim şu ayette savaş masraflarına
katkıda bulunmaktan kaçınmak tehlike olarak niteleniyor ve müslümanların bu
tehlikeden sakınmaları öneriliyor:
"(Mallarınızın bir bölümünü) Allah yolunda
harcayın. Sakın kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik yapın;
hiç kuşkusuz Allah iyilik yapanları sever."
Allah yolunda mal harcamaktan kaçınmak hem
insan nefsi hesabına cimrilik tehlikesi taşır ve hem de müslüman cemaati
zayıf düşme ve kendini savunamama tehlikesi ile yüzyüze getirir. Özellikle
İslâm gibi gönüllülük ilkesine dayanan bir düzen için bu tehlike daha somut
bir nitelik taşır.
Bu ayetin sonunda cihad ve Allah yolunda
mal harcama düzeyinden "ihsan (iyilik)" mertebesine çıkılarak şöyle
buyuruluyor:
"İyilik yapın. Hiç kuşkusuz Allah iyilik
yapanları sever."
"İhsan (iyilik)" mertebesi, İslâm'da en
yüksek mertebeyi oluşturur. Peygamberimizin bir hadisine göre "ihsan"ın
anlamı "Allah'a, O'nu görüyormuşsun gibi, kulluk etmendir. Zira eğer sen
O'nu görmüyorsan da O, seni görüyor" (Buhari, Müslim) şeklindedir.
İnsan nefsi bu düzeye erişince bütün
ibadetleri yerine getirir, bütün günahlardan sakınır; küçük-büyük,
gizli-aşikâr her işte yüce Allah'ın rızasını gözetir. Savaşa ve savaş
masraflarına katılmayı emreden ayetler bu şekilde, yani insan nefsini imanın
en yüce aşaması olan "ihsan (iyilik)" derecesiyle yüzyüze getirerek
noktalanıyor.
HACC ve UMRE
İncelemekte olduğumuz ayetler demetinde
bundan sonra Hacc ve Umre ibadetleri ile bu ziyaretlerin nasıl yapılacağının
ayrıntılı anlatımına geçiliyor. Bu bölümde önce hilâllerden ve bunların
vakit bildirme ve Hacc zamanını belirleme araçları olduğundan sözediliyor,
arkasından haram aylarda ve Kâbe civarında savaşmanın hükmü anlatılıyor.
Sonunda da Hacc ve Umre ibadetleri ile bu ibadetlerin yapılışı hakkında bazı
ayrıntılı bilgiler veriliyor. Bu konuların sıralanış biçimi, çok net bir
şekilde aralarındaki sıkı ilişkiye dikkatimizi yöneltiyor:
196- Allah için Haccı ve
Umreyi tam olarak yerine getirin. Eğer yoldan alıkonulursanız kolayınıza
gelen kurbanı gönderin. Kurban, yerine varıncaya kadar başlarınızı traş
etmeyin. Fakat içinizden kim hasta ya da başından rahatsız olur da bu yüzden
daha önce traş olursa fidye olarak ya oruç tutmak ya sadaka vermek veya
kurban kesmek zorundadır.
Eğer güven içinde iseniz, Hacc zamanına
kadar Umreden yararlanmak isteyen kimse kolayına gelen kurbanı keser.
Kesecek kurban bulamayan kimse üç gün Haccda ve yedi gün de evinize
döndüğünüz zaman olmak üzere toplam on gün oruç tutar. Bu, ailesi Mescid-i
Haram civarında oturmayanlar için böyledir. Allah'tan korkun ve bilin ki,
O'nun azabı ağırdır.
197- Hacc; bilinen
aylar(da)dır. Kim bu aylarda ihrama girerek Haccı kendine farz hale
getirirse bilsin ki, Haccda fuhuş söz söylemek, küfürleşmek-kavga etmek ve
her türlü günah işlemek yoktur. Ne iyilik işlerseniz Allah onu bilir.
Yanınıza yolazığı alın. Hiç şüphesiz en
hayırlı azık takvadır, Allah korkusudur. Ey akıl sahipleri benden korkun.
198- Rabbinizin lütuf ve
keremini istemenizin hiçbir sakıncası yoktur. Arafat'tan aşağı inince
Meşar-ı Haram'da Allah'ı anın. O sizi nasıl doğru yola iletti ise siz de
O'nu anın. Zira O'nun yol göstermesinden önce, kuşkusuz, sapıklardan idiniz.
199- Sonra insanların
dağıldığı yerden siz de dağılın ve Allah'tan bağışlama dileyin. Hiç şüphesiz
Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.
200- Hacc ibadetini
bitirdiğinizde atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha ısrarlı bir
şekilde Allah'ı anın. Kimi insanlar `Ey Rabbimiz, bize dünyada güzellik ver'
derler. Böylesinin Ahirette hiçbir pay olmaz.
201- Kimi insanlar da `Ey
Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, Ahirette de güzellik ver ve bizi
Cehennem ateşinin azabından koru' derler.
202- İşte onların
kazandıklarından payları vardır. Allah'ın hesaplaşması çok hızlıdır.
203- Sayılı günlerde
Allah'ın adını anın. Kim hemen iki gün içinde dönerse bir günahı yoktur. Kim
geri kalırsa da, günahtan korunanlar için, günahı yoktur. Allah'tan korkun
ve bilin ki, hepiniz O'nun huzurunda biraraya getirileceksiniz.
Yukarda okuduğumuz Hacc ayetlerinin hangi
tarihte indirildiğini kesin olarak bilmiyoruz. Yalnız bir rivayete göre bu
ayetlerden birinde yeralan "Eğer yoldan alıkonursanız kolayınıza gelen
kurbanı gönderin" cümlesi Hicri altıncı yılda Hudeybiye'de inmiştir. Bunun
yanısıra İslâm'da Haccın ne zaman farz kılındığını belirten kesin bir tarih
de elimizde yoktur. Bu belirsizlik, Hacc ibadetinin "Allah için Haccı ve
Umreyi tam olarak yerine getirin" cümlesi ile başlâyan yukarda okuduğumuz
ayetle farz kılındığını ileri süren görüş için geçerli olduğu gibi Al-i
İmran suresinde yeralan "Kâbe'ye gitmeye imkânı olanlar, Allah için
Beytullah'ı ziyaret etmekle yükümlüdürler" ayeti ile farz kılındığını kabul
eden görüş için de geçerlidir.·(Al-i İmran Suresi, 97)· Bu ayetlerin her
ikisinin de ne zaman indiklerini kesinlikle belgeleyen bir rivayet elimizde
yoktur.
Bu arada İmam İbn-i Kayyum el-Cevzi "Zad-ül
Mead" adlı eserinde Haccın Hicri dokuzuncu ya da onuncu yılda farz olduğunu
ileri sürüyor. İbn-i Kayyum, bu görüşü ileri sürerken Peygamberimizin Hicri
onuncu yılda Veda Haccı'nı yaptığı gerçeğinden hareket ederek O'nun bu
ziyareti Haccın farzoluşunun arkasından yapmış olması gerektiğini, buna göre
bu ibadetin Hicri takvime göre ya dokuz ya da onuncu yılda farz kılınmış
olduğunu söylüyor. Fakat bu mantık delil olmaya elverişli değildir. Çünkü
Peygamberimizin Hacca gidişini Hicri onuncu yıla ertelemesine yolaçan başka
sebepler bulunmuş olabilir. Özellikle Peygamberimizin, Hicri dokuzuncu yılda
Hz. Ebu Bekir'i (Allah ondan razı olsun) Hacc kafilesi başkanı olarak
görevlendirdiğini gözönüne alırsak bazı sebeplerden dolayı Hacca gitmemiş
olabileceği ihtimali güç kazanır.
Nitekim elimizdeki bazı bilgilere göre
Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) Tebuk Seferi dönüşünde Hacca
gitmeyi düşündü. Fakat Hacc mevsiminde geleneksel olarak müşriklerin Kâbe'yi
ziyaret ettiklerini ve bir kısmının bu ziyareti çıplak olarak yaptığını
hatırlayarak onların arasına karışmak istemedi. Bir süre sonra Berae suresi
inince Peygamberimiz, bu surenin baş tarafındaki ayetleri halka duyurmak, bu
ayetler gereğince müşrikler ile artık antlaşma yapılmayacağını açıklamak ve
Kurban bayramı gününü ilan etmek üzere Hz. Ali'yi Hacca gönderdi. Hz. Ali
tarafından Mina'da toplanan kalabalık önünde okunan bildiri şu noktaları
içeriyordu; "Kâfirler, kesinlikle Cennet'e giremez. Bu yıldan sonra
müşrikler Hacca gelemez ve Beytullah'ı çıplak olarak tavaf edemezler.
Peygamberimiz ile daha önce antlaşma yapmış olanların antlaşmaları, süreleri
sona erene kadar geçerlidir, fakat bir daha yenilenmeyeceklerdir."
İşte bundan dolayı Peygamberimiz, Kâbe
müşriklerden ve çıplak ziyaretçilerden temizleninceye kadar Hacca
gitmemişti.
Yalnız Hâcc ibadetinin ve bazı
ayrıntılarının bundan daha önceki bir tarihte belirlendiğini ileri süren
başka bir görüş daha var. Biz bu görüşün hiç de yabana atılmayacak bir
ihtimal olduğunu düşünüyoruz. Nitekim bir rivayete göre Hacc, Hicret
olayından önce Mekke'de farz kılındı. Bu görüş, güçlü bir delile dayanıyor
olmayabilir. Ancak özellikle Mekke'de inmiş olan Hacc suresinin ayetlerinde
Hacc ibadetinin birçok ayrıntısı, yüce Allah tarafından Hz. İbrahim'e (selâm
üzerine olsun) emredilmiş ibadet amaçlı hareketler olarak yeralmıştır. Hacc
suresinin bu nitelikteki ayetlerini şöyle sıralayabiliriz:
"Hani İbrahim'e Beytullah'ın yerini
gösterdik ye kendisine şöyle dedik; `Bana hiçbir şeyi ortak koşma ve Evi
tavaf edenler, ayakta duranlar, rukûa ve secdeye - varanlar için temiz tut.
İnsanlara Haccı ilân et. Gerek yaya ve
gerekse uzak yollardan gelecek yorgun develer üzerinde sana gelsinler.
Gelsinler de çeşitli yararlarını gözleri
ile görsünler ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları
belirli günlerde kurban ederken O'nun adını ansınlar. Bu hayvanların etinden
kendiniz de yiyin, sıkıntı içinde bulunan yoksullara da yedirin.
Sonra kirlerini giderip temizlensinler,
adaklarını yerine getirsinler ve Kâbe'yi tavaf etsinler." (Hacc Suresi,
26-29)
"Bu böyledir. Kim Allah'ın emrettiği ibadet
biçimlerine saygı gösterirse; hiç kuşkusuz bu saygı, kalplerdeki takvadan
kaynaklanır. Kurbanlık hayvanlar belirli bir süreye kadar size yararlı
olurlar, sonra varacakları yer Kâbe'dir." (Hacc Suresi, 32-33)
"Büyükbaş hayvan kurban etmeyi de Allah'ın
size emrettiği ibadet biçimlerinden saydık. Onlar size çeşitli yararlar
sağlarlar. Ön ayaklarını bağlayarak onları boğazlarken üzerlerine Allah'ın
adını anın. Yan üstü düşüp öldüklerinde etlerinden hem kendiniz yiyin ve hem
de isteyene de istemeyene de yedirin. Şükredesiniz diye o hayvanları böylece
buyruğunuza sunduk.
Bu hayvanların ne etleri ve ne de kanları
Allah'a ulaşacaktır. Allah'a ulaşacak olan şey; sadece içinizdeki Allah
saygısıdır, takvadır. Böylece onları sizin buyruğunuza sundu ki, sizi doğru
yola ilettiği için O'nun yüceliğini dile getiresiniz. Ey Muhammed, iyilik
işleyenleri müjdele" (Hacc Suresi, 36-37)
Görüldüğü gibi bu ayetlerde Hacc ibadetinin
temel unsurları olan kurban, kurban kesme, tavaf, ihramdan çıkma ve Allah'ın
adını anma (tekbir getirme) gibi ayrıntılara ya açıkça ya işaret yolu ile
yer verilmiştir. Bu ayetlerde müslüman ümmete yöneltilen hitap, ataları Hz.
İbrahim'in uygulamaları ile bağ kuruyor. Bu da Hacc ibadetinin,
müslümanların bağlı oldukları Hz. İbrahim'in bir uygulaması olarak yukardaki
görüşlerde ileri sürüldüğünden çok daha önce farzedildiğini gösterir. Bu
arada müslümanlar ile o günlerde Kâbe'nin denetim ve bakımını ellerinde
bulunduran Mekkeli müşrikler arasındaki çatışma ve gerginlik, Hacc ibadetini
bir süre için yapılamaz hale getiren engeller doğurmuştur. Bunu da gözden
kaçırmamak gerekir. Biz bu cüz'ün baş tarafında, Hicri ikinci yılda
gerçekleşen kıble yönünün değişimi olayından sonraki oldukça erken bir
tarihten itibaren bazı müslümanların fertler halinde Hacc ibadetini yerine
getirmeye haşladıkları görüşünde olduğumuzu belirtmiştik.
Bu görüşlerin hangisi doğru olursa olsun,
Haccın farzoluş tarihi ile ilgili bu açıklamayı burada noktalayarak Haccın
ayrıntılarını ve bunlar arasında yer verilen birçok direktifi içeren
ayetlere dönüyoruz:
"Allah için Haccı ve Umreyi tam olarak
yerine getirin. Eğer yoldan alıkonulursanız, kolayınıza gelen kurbanı
gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin. Fakat
içinizden kim hasta ya da başından rahatsız olur da bu yüzden daha önce traş
olursa fidye olarak ya oruç tutmak ya sadaka vermek veya kurban kesmek
zorundadır.
Eğer güven içinde iseniz, Hacc zamanına
kadar Umreden yararlanmak isteyen kimse kolayına gelen kurbanı keser.
Kesecek kurban bulamayan kimse üç gün Haccda ve yedi gün de evinize
döndüğünüz zaman olmak üzere toplam olarak on gün oruç tutar. Bu hüküm,
ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar için böyledir. Allah'tan korkun
ve bilin ki, O'nun azabı ağırdır."
Bu ayetin yapısında dikkatimizi çeken ilk
özellik hüküm koyarken gözetilen ifade titizliği, ayetin amaçladığı hükmü
içerecek bağımsız fıkralara ayrılması, her hükmün sonunun bir sonraki hükme
uygun çağrışımları ile bağlanması ve sonunda ayetteki bütün hükümlerin
takvaya, Allah korkusuna raptedilmesidir.
Ayetin ilk fıkrası Telbiye getirerek Hacca
ve Umreye ya da her ikisine birarada başlayan kimsenin mutlak anlamda bu
Haccı ve Umreyi tamamlaması emrini ve bu ibadetleri sırf Allah'a yöneltmesi
gerektiğini içerir:
"Allah için Haccı ve Umreyi tamamlayın"
Bazı tefsir alimleri bu emrin, Haccın farz
oluşunu bildiren bir emir olduğunu söylerken diğer bazıları ise başlanmış
bir Hacc görevini tamamlamakla ilgili olduğunu ileri sürerler. Bu ikinci
yorum bizce daha yerindedir. Çünkü bütün alimlerce kabul ediliyor ki Umre
ibadetinin farz olmadığı halde burada tıpkı Hacc ibadeti gibi bitirilmesi
emrediliyor. Bu da gösterir ki, burada emrin amacı "tamamlama" eylemidir,
yoksa farz oluşu ilân etmek değildir. Ayrıca bu emirden anlaşılıyor ki, Umre
ibadeti, başlangıçta farz olmamakla birlikte, bir defa Telbiye getirilerek
bu ibadete başlanınca artık tamamlanması farz haline gelir.
Umre, ayrıntıları bakımından Hacc gibidir.
Yalnız bunun için Arafat'ta Vakfeye durulmaz. Ayrıca en geçerli görüşe göre
bu ibadet bütün yıl boyunca yerine getirilebilir, Hacc gibi belirli aylarla
sınırlı değildir:
Bu genel emirden anlaşıldığına göre Hacc ve
Umre ibadetlerinin "yoldan alıkonulma" durumunda tamamlanması zorunludur. Bu
"yoldan alıkonulma" Hacc ve Umre ibadetlerine başlayan kimseyi bu ibadetin
görevlerini yapmaktan alıkoyan bir düşmandan kaynaklanabileceği gibi
hastalık gibi görevi tamamlamayı önleyen şahsi mazeretlerden de
kaynaklanabilir. Düşman kaynaklı engellemelerin "yoldan alıkonulma"
sayılmasında alimler arasında görüş birliği vardır. Yalnız hastalık kaynaklı
engellemenin "yoldan alıkonulma" sayılıp sayılmayacağı tartışmalıdır. Fakat
böyle sayılması gerektiği görüşü daha ağır basmaktadır.
"Eğer yoldan alıkonulursanız kolayınıza
gelen kurbanı kesin"
Bu durumda Hacca ya da Umreye başlamış olan
kimse kolayına gelen kurbanı keserek varabildiği yerde ihramdan çıkar.
İsterse henüz Mescid-i Haram'a (Kâbe'ye) varamamış ve Hacc ile Umre
ibadetinin gereklerinden sadece Mikat'ta ihrama girmeyi gerçekleştirmiş
olsun.
Mikat; Hacc ya da Umre ibadeti yapmak
isteyen kimsenin Hacc ve Umre için ya da her ikisini birlikte yerine
getirmek amacı ile Tehlil getirdiği, dikişli elbise giymeye son verdiği
yerdir. Bu noktadan itibaren hacı adayının başını traş etmesi, saçlarını
kısaltması, tırnaklarını kesmesi, kara hayvanı avlaması ve bu av
hayvanlarının etinden yemesi yasaktır.
İşte Hicri altıncı yılda Mekkeli müşrikler
Hudeybiye'de Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) ile beraberindeki
müslümanların yolunu kestikleri ve kendisi ile ancak bir sonraki yıl Umre
yapmasına imkân veren Hudeybiye antlaşmasını imzaladıklarında bu olay fiilen
yaşanmıştı. Hatta elimizdeki bazı bilgilere göre Peygamberimiz, müşrikler
tarafından yolu kesilince yanındaki müslümanlara ulaşabildikleri bu son
noktada kurbanlarını keserek ihramdan çıkmalarını ve daha sonra ne
yapacakla: ı hususunda emir beklemelerini buyurdu. Fakat kurbanlık
hayvanları normal kesim yerlerine varmadan önce ihramdan çıkmak
müslümanların ağırına gitmiş, onları tereddüde düşürmüştü. Bunun üzerine
Peygamberimiz arkadaşlarının gözleri önünde kurbanını keserek ihramdan
çıktı. Arkasından da müslümanlar aynı şeyi yaptılar. İşte bunun üzerine
yukardaki ayet indi. (Daha ayrıntılı bilgi için onbeş ve onaltıncı cüzlerde
yeralan Feth Suresinin tefsirine başvurulabilir.)·
"Hedy", yani "kurbanlık" deve, sığır,
koyun, keçi gibi büyük ya da küçük baş hayvanlara denir. Birkaç hacı adayı
biraraya gelerek bir deve ya da bir sığır kesebilirler. Nitekim Hudeybiye
Umresi sırasında müslümanlar yedişer kişilik gruplar halinde biraraya
gelerek birer büyükbaş hayvan kesmişlerdi. O zaman bu "kolaya gelen" kurban
olur. Bunun yanında her hacı adayı ayrı ayrı birer koyun veya keçi de
kesebilir.
Hudeybiye yılında olduğu gibi düşman
tarafından ya da hastalık aracılığı ile "yoldan alıkonulma" durumunda
önerilen bu telâfi etme yolunun hikmeti; kolaylıktır. Zira Haccın
rükünlerinin birinci derecedeki amacı takva duygularını coşturmak, yüce
Allah'a yaklaşmak ve farz kılınan ibadetleri yerine getirmeye çalışmaktır.
Eğer bu amaç gerçekleşir de arkasından ya düşman ya hastalık veya bunlara
benzer bir başka engel hacı adayının yoluna dikilirse bu kimse Hacc ya da
Umre sevabından mahrum kalmaz. Tersine Hacc ya da Umre ibadetini tamamlamış
sayılarak yanında bulunan kurbanlık hayvanı kesmekle ihramdan çıkar. Bu
kolaylık İslâm'ın özü ile, Haccdaki hareketlerin amacı ve genel anlamda
ibadetin fonksiyonu ile uyumlu bir hükümdür.
İlk ve genel emre getirilen bu telâfi edici
kolaylıktan sonra ayetlerin devamında Hacc ve Umre ile ilgili yeni bir genel
hüküm ortaya konuluyor:
"Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı
traş etmeyin"
Bu hüküm yolda herhangi bir engelleme ile
karşılaşmaksızın Hacc görevini tamamlama durumunda geçerlidir. Bu durumda
Arafat vakfesini yerine getirip oradan ayrıldıktan sonra kurbanlık hayvan
yerine varmadıkça başı traş etmek caiz değildir. Çünkü traş olmak, Hacc ya
da Umre için yahut her ikisine birlikte niyetlenerek giyilen ihramdan
çıkmanın işareti, göstergesidir. Kurban, Zilhicce ayının onuncu günü Mina'da
kesilir. O zaman Hacc görevi sona ermiş olur ve hacı ihramdan çıkar. Fakat
kurbanlık hayvan yerine varmadan önce ne traş olunabilir ne saçlar
kısaltılabilir ve ne de ihramdan çıkılabilir.
Fakat bu genel hükme istisna olarak şöyle
bir telâfi edici sınırlama getiriliyor:
"Fakat içinizden kim hasta ya da başından
rahatsız olur da bu yüzden daha önce traş olursa fidye olarak ya oruç tutmak
ya sadaka vermek veya kurban kesmek zorundadır."
Hacı adayı, başını traş etmeyi gerektiren
bir hastalığa yakalanabilir ya da saçlarının uzamasından ve taranamamaktan
dolayı başında birtakım pis böcekler yuvalanabilir. Aslında kolaylık ve
pratiklik dini olan İslâm, böylesi durumlarda hacı adayının ihramlı iken
kesim yerine göndermiş olduğu kurbanlık hayvan boğazlanacağı yere varmadan
ve Hacc görevlerini tamamlamadan önce traş olmasını mübah saymıştır. Buna
karşılık hacı adayı fidye olarak ya üç gün oruç tutar ya sadaka olarak
altmış yoksulun karnını doyurur ya bir koyun keserek etini dağıtır. Bu fidye
ile ilgili sınırlama Peygamberimizin şu hadisine dayanıyor. Sahabilerden
Kâ'b b. Ucre diyor ki:
"Bir defasında beni Peygamberimizin yanına
taşıdılar. Bitler yüzümde geziniyordu. Peygamberimiz bana `Seni hiç böyle
bitkin görmemiştim. Kesecek bir koyun bulamıyor musun?' buyurdu. `Hayır,
yok' dedim. Bunun üzerine bana şöyle dedi; `Ya üç gün oruç tut ya da her
yoksul başına altmış sa' ağırlığında yiyecek ayırarak altmış yoksulun
karnını doyur da başını traş et," (Buhari)"
Arkasından yine Hacc ve Umre ile ilgili
yeni bir genel hüküm geliyor:
"Eğer güven içinde iseniz, Hacc zamanına
kadar Umreden yararlanmak isteyen kimse kolayına gelen kurbanı keser."
Yâni "Eğer yolda engelleme ile karşılaşmaz
ve ziyaret görevlerini rahat rahat yapma imkânı bulursanız, bu durumda
Umreyi de içeren Temettü Haccı yapmak isteyen kimse kolayına gelen kurbanı
kessin."
Bu hükmün ayrıntılı açıklaması şöyledir:
Müslüman, önce Umreye çıkabilir. Bunun için Mikat'ta Tehlil getirerek ihrama
girer. Beytullah'ı tavaf ederek ve Safa ile Merve arasında say yaparak Umre
görevini tamamladıktan sonra Mikat'a dönerek Hacc için ihrama girer ve bu
görevin günlerinin gelmesini bekle-meye koyulur. Bu durum Hacc ayları
sırasında geçerlidir. Hacc ayları Şevval, Zilkade ayları ile Zilhicce ayının
ilk on gününden oluşur.
Bu anlattığımız şekil, Temettü Haccının
birinci usulüdür. ikinci usulü de şöyledir: Mikat'ta hem Hacc ve hem de Umre
için birlikte ihrama girilir. Umre görevleri yapıldıktan sonra Hacc zamanı
gelinceye kadar beklemeye geçilir. İşte Temettü Haccının ikinci yolu
böyledir.
Hacı adayı bu iki usulden hangisi ile
Temettü Haccı yaparsa yapsın Umreyi tamamladıktan sonra ihramdan çıkabilmek
için kolayına gelen bir kurban kesmelidir. Hacı adayı Umre görevinin bitişi
ile Hacc görevinin başlaması arasındaki süreyi ihramsız olarak geçirir. Hacı
adayının "kolayına gelen" kurbanlık; kesebileceği her türlü hayvanı içerir.
Yani bu kurbanlık deve de, sığır da koyun da keçi de olabilir.
Eğer bu durumdaki hacı adayı "kolayına
gelen" kurbanlık hayvan bulamıyorsa yerine fidye verir:
"Kesecek kurban bulamayan kimse üç gün
Haccda ve yedi gün de evinize döndüğünüz zaman olmak üzere toplam olarak on
gün oruç tutar."
Bu durumda hacı adayı için en uygun olanı,
ilk üç günlük orucu Zilhicce ayının dokuzuncu günündeki Arafat vakfesinden
önce tutmaktır. Kalan yedi günlük orucu da Hacc dönüşü evinde tutar. Ayette
bu orucun "toplam on gün" olduğu, iyi anlaşılsın diye vurgulanmıştır.
Belki de bu kurban kesmenin ya da oruç
tutmanın hikmeti, Umre ile Hacc görevi arasında kalbin yüce Allah'a bağlı
olmasını devam ettirmektir, Umre ile Hacc görevi arasındaki ihramsız dönemin
hacı adayını Haccın havasından, Haccın disiplinli atmosferinden ve bu farıza
süresince kalbi sürekli etkisi altında bulunduran çekingenlik ortamından
çıkarmamasıdır.
Harem-i şerif'te oturanlar buranın sürekli
ziyaretçileri olduklarj ve yurtları burası olduğu için onlara Umre düşmez.
Onlar sadece Hacc ibadeti yapmakla görevlidirler. Onlar için Temettü Haccı
ve Umre ile Hacc arasında ihramsız kalınacak bir geçiş süresi de sözkonusu
değildir. Öyle olunca tabii ki, fidye vermeleri ve oruç tutmaları da
sözkonusu değildir.
"Bu, ailesi Mescid-i Haram civarında
oturmayanlar için böyledir."
Hacc ve Umre hükümlerinin bu noktasında
kalpleri yüce Allah'a ve takvaya sım sıkı bağlamayı amaç(ayan iki ara
cümlecik ile karşılaşıyoruz:
"Allah'tan korkun ve bilin ki, O'nun azabı
ağırdır."
Okuduğumuz Hacc hükümlerinin yerine
getirilmelerini garantiye bağlayacak biricik faktör iste bu takvadır. Takva;
Allah korkusu, Allah'ın azabından çekinme duygusudur. İhrama belirli bir
çekingenlik duygusu eşlik eder. Fakat ham adaylarının bir süre ihramsız
kalmaları serbest olduğunda bu süre içinde takva ve Allah korkusu bu
çekingenlik duygusunu vicdanda canlı tutar, orada bekçiliğe devam eder.
Bundan sonra gelen ayetin özellikle Haccın
hükümleri anlatılıyor, bu meyanda Haccın zamanı ve edep kuralları
açıklanıyor. Daha önceki ayetin sonun-da olduğu gibi bu ayetin sonunda da
söz, takvaya bağlanıyor:
"Hacc; bilinen aylar(da)dır. Kim bu aylarda
ihrama girerek Haccı kendine farz hale getirirse bilsin ki, Haccda fuhuş söz
söylemek, küfürleşmek kavga etmek ve her türlü günah işlemek yasaktır. Ne
iyilik yaparsanız Allah onu bilir. Yanınıza yolazığı alın. Hiç şüphesiz en
hayırlı azık takvadır, Allah korkusudur. Ey akıl sahipleri, benden korkun:'
Ayetin açık anlamına göre Haccın belirli
bir vakti vardır ve bu vakit belirli aylardır. Bu aylar Şevval ve Zilkade
ayları ile Zilhicce ayının ilk on gününden oluşur. Buna göre, sadece bu
aylar süresince Hacc için ihrama girilebilir. Gerçi bazı mezhepler bütün yıl
boyunca Hacc için ihrama girmeyi geçerli sayarlar ve bu belirli ayları
Haccın gereklerini bilinen zamanlarında yerine getirmek için ayrılmış bir
zaman parçası kabul ederler.
İmam-ı Malik, imam Ebu Hanife ve İmam-ı
Ahmed b. Hanbel bu görüştedirler. İbrahim Nehaî, Sevri ve Leys b. Sa'd gibi
mezhep imamlarının da bu görüşte oldukları rivayet edilmiştir. imam Şafiî
ise birinci görüşü savunuyor. Abdullah b. Abbas, Cabir, Ata, Tavus ve
Mücahid gibi önderlerin de Şafiî gibi düşündükleri nakledilmiştir ki,
geçerli tutulan görüş de budur.
Bu belirli aylarda kim Haccı kendine farz
kılarsa, yani kim ihrama girerek bu aylarda Haccı tamamlama yükümlülüğü
altına girerse bilmelidir ki, ayetin dili ile söylersek Hacc sırasında
"Rafas, fusuk ve cidal yoktur". Burada geçen "Rafas" kelimesi "ya rastgele
veya kadınların yanında cinsel ilişkiden ve cinsel ilişkiyi çağrıştıracak
açık-saçık konulardan sözetmek" demektir. "Cidal" kelimesi, "bir kimsenin
arkadaşını öfkelendirecek şekilde onunla tartışması, münakaşa etmesi"
demektir. "Fusuk" kelimesi ise "irili-ufaklı kötülükler" anlamına gelir.
Bu yasaklar, insanı sonuç olarak bu
dönemindeki çekingenlik ve sırf Allah ile başbaşa olma halı ile çelişen
herşeyden kaçınmaya, toprak ve dünya kaynaklı güdülerin üzerine çıkmaya,
herşeyi bir yana atarak sırf Allah'a bağlanma yolundaki rubî eğitime ve
Allah'ın evine doğru yola çıkan kimsenin dikişli elbiseye varıncaya kadar
herşeyden arınması anlayışına uygun edep halini gerekli biçimde takınmasına
götürür.
Kötülük yapma yasağının arkasından iyi
davranışları özendiren, sevdiren bir ifade ile karşılaşıyoruz:
"Ne iyilik işlerseniz Allah onu bilir."
Bir müminin, yaptığı iyiliğin yüce Allah
tarafından bilindiğini, o sırada yüce gözetim altında olduğunu hatırlaması
iyilik işlemesi için yeterli bir teşvik, itici bir faktördür. Demek ki, yüce
Allah onun yaptığı iyiliği görüyor ve biliyor. Sırf bu faktör, iyiliğin
normal ödülünden önde gelen başlı başına bir ödüldür.
Ayette daha sonra hacı adayları Hacc
yolculuğu için azıkla donanmaya, yanlarında hem beden ve hem de ruh azığı
bulundurmaya çağrılıyorlar.
Bu emrin gerekçesi ile ilgili şöyle bir
rivayet anlatılıyor: Bir grup Yemenli hacı adayı, yanlarına azık almadan
Hacc yolculuğuna çıkarlar ve bu tutumlarında haklı olduklarını göstermek
üzere de `Allah'ın evini ziyaret edeceğiz de O bizim karnımızı doyurmayacak
mı?' diye konuşurlar.
Bu söz her şeyden önce kalbi tümü ile
Allah'a yöneltmenin ve O'na tam anlamı ile güvenmenin yanında tüm pratik
hazırlıkları yapmayı, mümkün olan bütün etkili önlemleri almayı emreden
İslâm'ın karakterine ters düşer. Ayrıca bu söz yüce Allah'tan lâubalî ve
pervasız biçimde sözetme, "madem ki, O'nun evini ziyaret etmeye gidiliyor, o
halde Allah da ziyaretçilerinin karnını doyurmakla görevlidir" gibi bir
anlayış yüce Allah'ı minnet borcu altında sayma kokusu taşır. Bundan dolayı
hem maddi ve hem de manevi olarak azık hazırlama direktifi gelmiştir. Bu
direktife, genel ifadeli ve süreklilik mesajı veren bir takva duyurusu
eklenmiştir:
"Yanınıza yolazığı alın. Hiç şüphesiz en
hayırlı azık takvadır, Allah korkusudur. Ey akıl sahipleri, benden korkun."
Takva kalplerin, gönüllerin azığıdır.
Kalpler, gönüller bununla beslenir, bununla güçlenir, bununla aydınlanır.
Hedefe varma ve kurtuluş dayanağı yalnız budur. "Akıl sahipleri" ise takva
direktifini ilk kavrayanlar ve bu besin kaynağından en iyi biçimde
yararlananlardır.
Daha sonraki ayette Haccın hükümleri ve
gerekleri anlatılmaya devam edilerek hacı adayının ticaret yapmasının ya da
ücretli bir işte çalışmasının hükmü anlatılıyor. Bunun yanısıra Arafat'tan
dönüş konusu ile bu dönüşün yeri ele alınıyor. Ayrıca bu dönüşün arkasından
yapılması gereken zikir ve istiğfar meselesi açıklanıyor:
"Rabbinizin lütuf ve bağışını istemenizin,
bunun peşinden koşmanızın hiçbir sakıncası yoktur. Arafat'tan aşağı inince
Meş'ar-ı Haram'da Allah'ı anın. O sizi nasıl doğru yola iletti ise siz de
O'nu anın. Lira O'nun yol göstermesinden önce, kuşkusuz, Sapıklardan idiniz.
Sonra insanların dağıldığı yerden siz de
dağılın ve Allah'tan mağfiret dileyin. Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcıdır,
merhametlidir."
Buharî'nin kaydettiğine göre bu konuda
Abdullah b. Abbas (Allah onlardan razı olsun) şöyle diyor:
"Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz; cahiliye
döneminin çarşıları, alış-veriş merkezleri idi. Bu yüzden müslümanlar Hacc
mevsiminde ticaret yapmanın günah olabileceği endişesine kapıldılar. Bunun
üzerine yüce Allah "Rabbinizin lütuf ve bağışını istemenizin, bunun peşinden
koşmanızın hiçbir sakıncası yoktur" ayetini indirdi.
Aynı konuda Ebu Davud'un başka bir yoldan
naklettiğine göre yine Abdullah b. Abbas şöyle diyor:
"Müslümanlar Hacc mevsiminde ticaretle
uğraşmaktan, alış-veriş yapmaktan çekiniyorlar; `Bu günler, Allah'ı zikretme
günleridir' diyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah; `Rabbinizin lütuf ve
bağışını istemenizin, bunun peşinden koşmanızın hiçbir sakıncası yoktur'
ayetini indirdi."
Başka bir rivayete göre Ebu Umame Teymî bir
defasında Abdullah b. Ömer'e "Biz para karşılığında hacı adayı taşıyoruz.
Acaba yaptığımız Hacc geçerli midir?" diye sordu. Abdullah b. Ömer de ona
"Siz Beytullah'ı tavaf etmiyor musunuz, meşru görevlerinizi yapmıyor
musunuz, şeytanı taşlamıyor musunuz, başınızı traş etmiyor musunuz?" diye
sordu. Adamın "Evet, bunları yapıyoruz" demesi üzerine Abdullah b. Ömer
sözlerini şöyle bağladı: "Vaktiyle adamın biri Peygamberimize gelerek
kendisine şimdi senin bana sorduğun soruyu sormuştu. Peygamberimiz adama
henüz cevap vermeye fırsat bulamadan Cebrail (selâm üzerine olsun)
`Rabbinizin lütuf ve bağışını istemenizin, bunun peşinden koşmanızın hiçbir
sakıncası yoktur' ayetini getirdi."
Bu arada İbn-i Cerir'in bildirdiğine göre
Hz. Ömer'in azadlısı Ebu Salih aynı konuda şöyle diyor: "Bir defasında Hz.
Ömer'e `Ey müminlerin emiri, sizler Hacc sırasında ticaret yapıyor
muydunuz?' diye sordum. Bana `O zamanlar müslümanların Haccdan başka bir
geçim kaynağı var mıydı ki?' diye cevap verdi.
Gerek ilk iki rivayetin anlattığı Haccdaki
ticaret çekingenliği ve gerekse üçüncü rivayetin içerdiği yine Hac
dönemindeki ücret karşılığında hizmet verme çekingenliği, İslâm'ın
vicdanlarda meydana getirdiği cahiliye döneminde geçerli olan herşey
karşısında çekingenlik duyma hassasiyetinin ve bu konularda girişime
geçmeden önce İslâm'ın görüşünü bekleme titizliğinin bir parçasıdır. Bizim
bu cüz'ün başında Safa ile Merve tepelerini tavaf etmekten sözederken
anlatmaya çalıştığımız tutum işte buydu.
Kısacası Hacc sırasında alış-veriş yapmanın
ve ücret karşılığında hizmet vermenin serbest olduğunu bildiren ayet indi ve
bu ayet bu tür çalışmaları "Allah'ın lütuf ve bağışını arama" olarak
niteledi:
"Rabbinizin lütuf ve bağışını istemenizin,
bunun peşinden koşmanızın hiçbir sakıncası yoktur."
Böylece müslümanın kafasına şu ilke
yerleştirilmek istenmiştir. O, ticaret yaparken, ücretli bir iş
gerçekleştirirken ya da başka bir yoldan geçimini sağlamaya çalışırken
rızkını kendi çalışmasının sonucu olarak sağlamıyor, o sadece yüce Allah'ın
lütuf ve bağışım arıyor, Allah da ona veriyor. Müslüman, bu gerçeği aklından
hiç çıkarmamalıdır. Yani kendisi yüce Allah'ın lütuf ve bağışım arıyorken ve
kazanırken, meslek edindiği geçim sağlama yolları peşinden koşarak rızkını
elde ederken elde ettiği şey, aslında yüce Allah'ın lütfu ve bağışıdır.
Geçimini sağlama peşinde koşan müslümanın kalbine bu bilinç yerleşince o,
artık ibadet halindedir. Buna göre bu uğraşları Allah'a yönelme açısından
Hacc ibadeti ile çelişmez. İslâm, müminin kalbinde bu duyguların
kökleştiğinden emin olunca onu istediği gibi çalışmak ve faaliyette bulunmak
üzere serbest bırakır. Çünkü böyle bir kulun bu bilinçten kaynaklanan her
hareketi ibadettir.
Bundan dolayı aslında Arafat'tan dağılma ve
Meşar-ı Haram'da Allah'ın adını anma gibi diğer Hacc görevlerini konu
edinmiş olan bu ayet, bir bölümünü geçim imkânlarını arama konusuna
ayırıyor:
"Arafat'tan dağıldığımızda Meşar-ı Haram'da
Allah'ı anın. O sizi nasıl doğru yola iletti ise siz de O'nun adını anın.
Zira O'nun yol göstermesinden önce, kuşkusuz, sapıklardan idiniz."
Arafat'ta durmak, vakfe yapmak, Haccın
temel rükunudur. Nitekim Bukeyr'in, Ata aracılığı ile Abdurrahman b. Muammer
Deylemî'ye dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine
olsun) şöyle diyor:
"Hacc, Arafat demektir. Hacc Arafat
demektir. Hacc Arafat demektir. Kim Kurban bayramı günü tanyeri ağarmadan
önce Arafat'a erişirse Hacca erişmiş olur. Mina günleri üçtür. Kim iki günün
sonunda Mekke'ye dönerse hiçbir günah işlemiş olmaz. Kim üçüncü günün sonuna
kadar kalırsa o da günaha girmez." (Eshabu-s Sünen)
Arafat'ta durmak (vakfe) Zilhicce ayının
onuncu günü olan Arefe günü Zeval (öğle) vaktinden başlayarak Kurban bayramı
günü tanyeri ağarıncaya kadar yapılabilir. Bu konuda vakfe süresinin Arefe
gününün ilk anlarından itibaren başladığını ileri süren ve İmam-ı Ahmed b.
Hanbel tarafından savunulan bir görüş daha vardır. Bu görüş; Şa'bî'nin, Urve
b. Mudarris b. Harise b. Lâm Taî'den rivayet ettiği bir hadise dayanır. Bu
hadise göre Harise b. Mudarris şöyle diyor:
- Bir defasında Muzdelife'de namaza çıktığı
sırada Peygamberimize geldim ve kendisine dedim ki; `Ya Resulallah, Tay
dağından geliyorum. Hem binek hayvanımı bitkin düşürdüm hem de kendimi
yordum. Vallahi üzerinde durmadığım hiçbir dağ kalmadı. Acaba Haccım geçerli
mi?' Bunun üzerine Peygamberimiz bana şu cevabı verdi:
"Kim bizim şu namazımıza yetişir ve bizimle
birlikte buradan dağılıncaya kadar burada kalırsa ve daha önce geceleyin ya
da gündüzleyin Arafat'ta bir süre durmuş olursa Haccı tamam olur, bu kimse
yıkanıp elbiselerini giyebilir." (İmam-ı Ahmet, Eshabu-s Sünen, Tirmiri)
Peygamberimizin bu iki görüşte ileri
sürülen zaman diliminde Arafat'ta durmayı emretmesinin, başka bir deyimle bu
vakfe süresini Arefe gününden Zilhicce'nin onuncu gününe rastlayan Kurban
bayramı gününün sabahına kadar uzatmasının gerekçesi müşriklerin,
putperestlerin buradaki vakfe geleneklerine ters düşmekti. Nitekim İbn-i
Merduye'nin ve Hakim'in Abdurrahman b. Mubarek el-Ayşî'ye dayanarak
kaydettiklerine göre sahabilerden Misver b. Mahrime (Allah ondan razı olsun)
şöyle diyor:
- Peygamberimiz, bir defasında Arafat'ta
bize bitap etmişti. Önce Allah'a hamdetti, O'nu övdü. Sonra `imdi' diye söze
girdi. O her zaman bir konuşma yaparken `imdi (bundan sonra)' diye söze
girerdi. Sonra şöyle buyurdu:
"Bugün, Hacc-ı Ekber (En büyük Hacc)
günüdür. dikkat edin ki, müşrikler, putatapanlar bugün güneş batmadan önce
buradan dağılırlardı. Onlar buradan ayrılırken güneş, dağların başında
insanların baslarındaki sarık gibi dururdu. Biz ise güneş doğmadan önce
buradan dağılıyor, böylece müşriklerin geleneklerine ters düşüyoruz."
Peygamberimizin Arefe günü güneş battıktan
sonra Arafat'tan ayrılması ile ilgili uygulamasına gelince bu konuda
Müslim'in kaydettiğine göre sahabilerden Cabir b. Abdullah şöyle diyor:
- Peygamberimiz güneş batıncaya kadar
Arafat'ta durdu. Bu arada güneş yuvarlağının çevresinde hafif bir sarılık
meydana geldi, arkasından da güneş yuvarlağı bütünüyle gözden kayboldu. İşte
bu sırada Peygamberimiz, Üsame'yi devesinin arkasına bindirerek Arafat'tan
ayrıldı. Devesinin yularım öylesine germişti ki, nerede ise hayvanın başı
özengiye değecekti.
Peygamberimiz bu sırada sağ eliyle işaret
ederek "Ey insanlar, sakin olunuz, sakin olunuz" diyordu. Herhangi bir dağın
eteğine yaklaştığında yokuşu çıkıncaya kadar hayvanın yularını gevşetiyordu.
Böylece Müzdelife'ye vardı. Orada tek ezan
ve iki kametle akşam ve yatsı namazını birarada kıldı. İki namaz arasında
tesbih yapmadı. Sonra sabaha kadar yattı. Sabah olunca tek ezan ve tek
kamette sabah namazım kıldı. Arkasından devesine binerek Meşar-ı Haram'a
vardı. Burada kıbleye durarak Allah'a dua etti, O'na tekbir ve tehlil
getirdi, O'nun birliğini dile getirdi. Ortalık iyice ağarana dek burada
ayakta durdu. Sonra güneş doğmadan önce buradan ayrıldı.
Peygamberimizin bu uygulaması ile aşağıdaki
ayetin işaret ettiği aynıdır:
"Arafat'tan dağıldığınız zaman Meşar-i
Haram'da Allah'ı anın. O sizi nasıl doğru yola iletti ise siz de O'nu anın.
Zira O'nun yol göstermesinden ünce, kuşkusuz, sapıklardan idiniz."
Ayette geçen "Meşar-ı Haram"dan maksat
Müzdelife'dir. Kur'an-ı Kerim Arafat'tan dağıldıktan sonra burada Allah'ın
adının anılmasını emrediyor. Aynı zamanda müslümanlara hatırlatıyor ki, bu
zikir, yüce Allah'ın kendilerine yönelik bir hidayetidir ve buna göre, bu,
hidayetin şükrünün göstergesidir. Yine Kur'an-ı Kerim, onlara bu hidayete
erdirilmeden önceki durumlarını hatırlatarak şöyle diyor:
"Zira O'nun yol göstermesinden ünce,
kuşkusuz, sapıklardan idiniz."
ilk müslüman cemaat, bu realitenin
hayatlarındaki derin ve geniş çaplı etkisini gerçek anlamda
kavrayabiliyordu. Çünkü Arapların pençesinde kıvrandıkları sapıklık dönemi
pek yakın geçmişlerini oluşturuyordu. Bu sapıklık herşeyden önce düşüncelere
egemendi. Putlara, cinlere, meleklere tapmak, melekleri Allah'ın kızları
saymak, Allah ile cinler arasında akrabalık ilişkisi olduğunu ileri sürmek
ve daha birçok saçma sapan, gülünç ve karmaşık inançlar, düşüncelere egemen
olan bu sapıklığın göstergeleri idi. Bu çarpık inançlar, mahiyetlerinin
doğal sonucu olarak tapınmalarda, dini törenler ve davranışlarda da kargaşa
meydana getiriyorlardı. Meselâ bu kimseler bazı hayvanların gücünden ve
etinden yararlanmayı sebepsiz yere yasak sayıyorlardı. Dayandıkları tek
gerekçe sözkonusu hayvanlar ile ilâhları arasında ilişki olduğu inancı idi.
Yine bu ilâhlara evlâtlarının bazılarını adıyor ve bu kanlı adaklara cinleri
de ortak ediyorlardı. O sapık ortamda geçerli olan daha birçok dayanaksız
cahiliye adeti vardı. Bu saçma adetlerin, karmaşık inanç ve düşünce
bulutlarının koyu karanlığından başka hiçbir gerekçesi yoktu.
Bu dönemin sosyal hayatında ve ahlâkında da
sapıklık egemendi. ,Az sonra inceleyeceğimiz "Sonra insanların dağıldıkları
yerden siz de dağılın" ayetinin, giderilmesini işaret ettiği sınıflar arası
farklılıklar bu sapıklığın bir göstergesi idi. Arapların hesaba katılır
devletlerarası bir güç olmasına engel olan sürekli kabile savaşları ve
sürtüşmeleri bu sapıklığın bir başka göstergesiydi. Cinsel ilişkilerine,
karı-koca ilişkilerine ve genel olarak aile-içi ilişkilere çirkin bir damga
vuran ahlâk anarşisi bu sapıklığın bir diğer göstergesi idi. Toplumda
güçlülerin zayıflara reva gördükleri, herkesin başvurabileceği değişmez
değer ölçülerinin yokluğundan kaynaklanan zulümler ve haksızlıklar bu sosyal
sapıklığın bir başka göstergesiydi. Genel olarak Arapların sosyal hayatı ve
insanî aydan geri kalmışlıkları bu sapıklığın bir diğer göstergesiydi ki,
Arapları bu geri kalmışlıktan sadece İslâm kurtarabilmişti. Bütün bunlardan
dolayı ilk müslümanlar şu ilâhi buyruğu herkesten farklı bir dikkatle
dinliyorlardı:
"O sizi nasıl doğru yola iletti ise siz de
O'nu anın. Zira O'nun yol göstermesinden önce, kuşkusuz, sapıklardan
idiniz."
İlk müslümanlar bu ilâhi cümleleri okurken,
hiç kuşkusuz, bütün tarihlerine damgasını basmış olan eski sapık, acıklı,
perişan ve geri kalmış hayatlarının görüntüleri, hayallerinin, belleklerinin
ve duygularının önünden bir sinema şeridi gibi akıyordu. Sonra dönüp
hallerine bakınca islâm'ın kendilerini yükselttiği, yüce Allah'ın bu din
aracılığı ile kendilerini erdirdiği yeni konumlarım görüyor ve o zaman bu
gerçeğin bütün derinlik ve köklülüğünü tartışmasız olarak varlıklarından
somut bir biçimde algılıyorlardı.
Bu realite, her milletten ve her kuşaktan
bütün müslümanlar için günümüzde de geçerliliğini sürdürüyor. Bu milletler
ve bu kuşakların İslâm'a kavuşmadan önceki durumu neydi? Onlar bu inançtan
yoksun olarak nedirler? Onlar islâm'ın gösterdiği yola girdiklerinde,
İslâm'ın yaşama tarzını hayatlarına yansımış bir gerçeğe dönüştürdükleri
zaman geri kalmış, basit, sapık ve karmaşık bir konumdan kurtulup gelişmiş,
önemli,yönü ve hedefi belli bir düzeye geçerler. Üstelik bu geçişi, bu düzey
yükselişini gerçek anlamda müslüman olmadan, yani hayatlarını tümü ile
İslâmî yaşam tarzına uyarlamadan fark edemezler.
İnsanlığın tümü bu doğru istikametli hayat
yoluna girmedikçe koyu bir cahiliyenin bataklığında debelenmeye mahkumdur.
Daha önce yeryüzünün her tarafını baskısı altında inleten bu cahiliyenin
pençesinde kıvrandıktan sonra İslâm'ın üstün yaşama düşüncesi sayesinde
yeniden hayat bulanlar dışında hiç kimse bu gerçeği tam anlamı ile
kavrayamaz. Ancak böyleleri çevrelerini kuşatmış olan iğrençlikler, kokuşmuş
bataklıklar ve mikrop yatakları karşısında İslâm'ın yüce hayat sisteminin
gerçek mahiyetini anlayabilirler.
İnsanlık uzun tarihi boyunca birçok düşünce
sistemi, birçok sosyal düzen ve çok sayıda hayat tarzı görüp geçirdi.
Bunların içinde eski-yeni en büyük filozofların felsefi sistemleri, yine
eski-yeni en büyük düşünürlerin düşünceleri de vardı . İnsan, İslâm
düşüncesinin ve İslâmî hayat tarzının zirvesinde durup bu serüvenin
evrelerine bakınca insanlığın bu kadar boş, bu kadar çıkmaz, bu kadar
trajik, bu kadar anlamsız ve karmaşık sistemler ile oyalanması karşısında
hayrete düşüyor. Hiçbir aklı başında insan bu zulmü kendine reva
görmemelidir. O insan ki, artık hiçbir ilâha ihtiyacı kalmadığını, en
azından artık yüce Allah'tan gelen bir şeriate, ilâhî kaynaklı bir yaşam
sistemine uymasına gerek kalmadığını iddia ediyor!
İşte yüce Allah'ın burada müslümanlara
hatırlattığı ve minnettarlığını hatırlarından hiç çıkarmamalarını istediği
büyük nimet budur:
"O sizi nasıl doğru yola iletti ise siz de
O'nu anın. Zira O'nun yol göstermesinden önce, kuşkusuz,sapıklardan idiniz."
Hacc, müslümanların evrensel kongresidir.
Müslümanlar bu kongrede kendilerini biraraya getiren İslâm bağından başka
bütün ilişkilerden arınmış, İslâm karakteristiğinin dışında kalan bütün
karakteristiklerden ve özelliklerden sıyrılmış, ayıp yerlerini örten
dikişsiz bir örtü dışında kalan bütün elbise ve kılıklardan soyunmuş olarak
biraraya gelirler. Bu kongrede herhangi bir fert ile başka bir fert
arasında, herhangi bir kabile ile başka bir kabile arasında, herhangi bir
ırk ile başka bir ırk arasında ayrım yapılmaz. Burada toplananlar arasında
tek inanç; İslâm inancı, tek akrabalık bağı; İslâm akrabalığı ve tek renk;
İslâm'ın rengidir.
Kureyşliler cahiliye döneminde kendilerini
"yiğitler (Hums, tekili: Ehmes)" diye adlandırırlar ve özlerine diğer
Araplardan ayırıcı birtakım imtiyazlar, üstünlükler tanırlardı. Bu
imtiyazlardan biri olarak onlar kendileri dışındaki Arap halkı gibi Arafat
dağında vakfeye durmazlar ve bu duruşun bitiminde halkın dağıldığı yerden
dağılıp geri dönmezlerdi.
İşte ayetteki emir bunun için geldi. Yüce
Allah bu emirle insanları, İslâm'ın amaçladığı eşitliğe döndürmekte, onları
insanlar arasındaki uydurma farklılıkları ortadan kaldırarak bütünleşmeye
çağırmaktadır:
"Sonra insanların dağıldığı yerden siz de
dağılın ve Allah'tan mağfiret dileyin. Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcıdır,
merhametlidir."
Nitekim Buharî'nin Hişam'a ve onun da
babasına dayanarak naklettiğine göre bu konuda Hz. Aişe (Allah ondan razı
olsun) şöyle diyor:
"Kureyşliler ile onların dinlerine bağlı
olanlar Müzdelife'de duruş yaparlar ve kendilerini `yiğitler (Hums)' ünvanı
ile anarlardı. Geride kalan Araplar ise Arafat'ta duruş yaparlardı. İslâm
gelince yüce Allah Peygamberine Arafat'a giderek orada duruş yapmasını ve
oradan halkla birlikte ayrılmasını emretti. İşte `İnsanların dağıldığı
yerden siz de dağılın' ayeti buna işaret ediyor."
Yani "Halkın duruş yaptığı yerde duruş
yapın ve halkla birlikte, onların dağıldığı yerden dağılın." İslâm soy ve
sınıf ayrımı tanımaz. onun gözünde bütün insanlar tek bir ümmettir. Tarağın
dişleri gibi fertleri birbirine eşittir. Hiç kimsenin başkasına karşı takva
dışında üstünlüğü yoktur. İslâm, Hacc kongresinde müslümanları, kendilerine
seçkinlik sağlayan bütün kılıklardan soyunmakla ve böylece yüce Allah'ın
evinde birbirlerine eşit kardeşler konumunda biraraya gelmekle yükümlü
tutmuştur. Müslümanlar burada soy zırhına bürünüp bu yoldan birbirlerine
karşı üstünlük taslamamak için elbiselerinden, kıyafetlerinden soyunuyorlar.
Yüce Allah onlara demek istiyor ki;
Cahiliye taassubunu içinizden söküp atarak hep birlikte İslâm'ın rengine
bürünün. Allah'tan af dileyin. Şu cahiliye gururundan dolayı O'ndan af
dileyin. Yaptığınız Hacc görevine gölge düşüren her türlü ters ve aykırı
eyleminizden dolayı O'ndan af dileyin. Bu kusurunuz çok küçük de olsa,
sadece içinizden geçen basit bir kötü duygudan ibaret olsa bile yahut cinsel
açık-saçık sözler, kırıcı tartışmalar ve başka kötülükler gibi ağzınızdan
kaçan günahlar biçiminde de olsa Hacc sırasındaki bütün hatalarınızdan
dolayı O'ndan af dileyin.
Görüldüğü gibi İslâm, müslümanların Hacc
kongresi sırasındaki bütün davranış ve tutumlarını, tüm insanlığı
benimsemeye çağırdığı düşünce sistemi temeline oturtuyor. Bu temel,
eşitliktir; toplumda sınıf farkı gözetmeyen, ırk ayrımı tanımayan, dil farkı
gözetmeyen, yeryüzünde görülen hiçbir üstünlük ve imtiyaz sebebini
onaylamayan bir düşünce temelidir. Yine görüldüğü gibi İslâm, müslümanları
bu temiz ve yüce düşünce temeli ile çelişen bütün yanlışlıklarından dolayı
yüce Allah'tan af dilemeye çağırıyor.
"Hacc ibadetini bitirdiğinizde atalarınızı
andığınız gibi, hatta ondan daha ısrarlı bir dille Allah'ı anın. Kimi
insanlar `Ey Rabbimiz, bize dünyada güzellik ver' derler. Böylelerinin
Ahirette hiçbir payları olmaz.
Kimi insanlar da `Ey Rabbimiz, bize dünyada
da güzellik ver, Ahirette de güzellik ver ve bizi Cehennem ateşinin
azabından koru' derler.
işte böylelerinin kazandıklarından payları
vardır. Allah'ın hesaplaşması çok çabuktur."
Daha önce söylediğimiz gibi Araplar
cahiliye döneminde Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz çarşılarında buluşurlardı. Bu
çarşılar sadece birer alış-veriş merkezi değildi. Buralar aynı zamanda şiir
yarışmaları düzenlenen, ataların ve soy üstünlüğünün iftihar vesilesi
yapıldığı yerlerdi. Çünkü o dönemde Araplar, kendilerini bu tür övünme ve
böbürlenmelerden alıkoyacak büyük amaçlardan ve önemli uğraşlardan
yoksundular. O zaman henüz söz ve çalışma enerjilerini uğrunda
harcayacakları tüm insanlığa dönük bir misyonları yoktu. Onların insanlığa
yönelik tek misyonu, İslâm'ın omuzlarına yüklediği cihanşümul görev oldu.
İslâm'dan önce ve İslâm'dan koptukları zamanlarda Arapların ne yeryüzünde
bir misyonları ve ne de gökte anılan bir hatıraları vardı.
Bundan dolayı Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz
şenliklerinde günlerini bu boş amaçlar uğrunda, yani soya dayalı
böbürlenmeler ile atalarla övünme yarışlarında harcıyorlardı. Fakat İslâm'ı
benimsemekle çok önemli bir misyona kavuşmuşlardı. İslâm onları yeniden
dünyaya getirdikten sonra kafalarında yepyeni bir düşünce sistemi
oluşturmuştu. Şimdi Kur'an-ı Kerim onları iyiye ve yararlıya yöneltiyordu.
Hacc görevlerini sona erdirdikten sonra atalarım anmaya değil kendilerini
yüce Allah'ı anmaya çağırıyordu:
"Hacc ibadetini bitirdiğinizde atalarınızı
andığınız gibi, hatta ondan daha ısrarlı bir dille Allah'ı anın."
Yüce Allah'ın onlara "atalarınızı andığınız
gibi, hatta ondan daha ısrarlı bir dille Allah'ı anın" diye buyurması,
atalarını yüce Allah ile birlikte anabilecekleri anlamına gelmez. Tersine bu
ifade kınama niteliği taşır. Bunun yanısıra daha lâyık olana, daha
öncelikliğe yönelmeyi telkin eder. Bu ayet ilk müslümanlara diyor ki;
"Sizler yalnızca Allah'ı anmanız caiz olduğu halde tutup atalarınızı
anıyorsunuz. Bu alışkanlığınızı Allah'ı anma alışkanlığına dönüştürün. Hatta
Allah'ı daha ısrarlı bir dille anın. Elbiselerinizden soyunarak O'na doğru
yola çıktığınıza göre soy ilişkilerinden de sıyrılın.
Allah'ı anmak, kulları gerçek anlamda
yükselten tek faktördür, atalarla övünmek insanlara hiçbir şey kazandırmaz,
onların düzeyini yükseğe çıkarmaz. İnsani değerlerin yeni kriteri, takva
kriteridir; Allah ile ilişki kurma, O'nu anma ve O'ndan çekinme ölçüsüdür.
Daha sonraki ayetler insanları bu ölçü ile
tartmakta, onlara bu ölçüye göre insanların değerlerini ve karşılaşacakları
akıbetleri göstermektedir:
"Kimi insanlar `Ey Rabbimiz, bize dünyada
güzellik ver' derler. Böylelerinin Ahirette hiçbir payları olmaz.
Kimi insanlar da `Ey Rabbimiz, bize dünyada
da güzellik ver, Ahirette de güzellik ver ve bizi Cehennem ateşinin
azabından koru' derler.
İşte böylelerinin kazandıklarından payları
vardır. Allah'ın hesaplaşması çok çabuktur."
Ortada iki grup insan var. Bir grubun bütün
istediği dünyadır, ona tutkundur, bütün meşguliyeti sırf ona yöneliktir.
Nitekim Araplardan bir grup Hacca gidip vakfe yerinde durunca "Ya Rabbi, bu
yılı bol yağmur yılı, bereketli ürün yılı ve hayırlı evlâd yılı yap" diye
dua ederler, dualarında ahiretle ilgili hiçbir şeyi anmazlardı. Sahabilerden
Abdullah b. Abbas'ın (Allah her ikisinden de razı olsun) belirttiğine göre
bu ayet, o grup hakkında inmiştir. Fakat ayetin anlamı bundan daha kapsamlı
ve daha süreklidir. Bu ayet bize çeşitli kuşaklarda ve yeryüzünün değişik
bölgelerinde bulunan bir insan örneğini tanıtıyor. Bu insan örneğinin tek
arzusu, tek amacı sadece dünyadır. Allah'a yönelerek dua ettiği zaman bile
aklında yalnız o vardır. Çünkü onu meşgul eden tek şey, gönlünü oyalayan,
dünyasını çepeçevre kuşatan ve sımsıkı bağlandığı biricik amaç sadece
dünyadır.
Yüce Allah böylelerine takdir ettiği ölçüde
dünyadan paylarını verebilir, fakat bunların Ahirette mutlak anlamda hiçbir
payları olmaz.
Diğer bir grup insan var ki, bunlar
birincilerden daha geniş ufuklu, amaçları daha soyludur. Çünkü bunlar yüce
Allah ile sürekli ilişkidedirler. Bunlar dünyada iyilik, güzellik isterler,
fakat Ahiretteki paylarını unutmazlar, dua ederken şöyle derler:
"Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver,
Ahirette de güzellik ver, bizi Cehennem ateşinin azabından koru."
Görüldüğü gibi bunlar yüce Allah'tan her
iki dünyada da iyilik, güzellik isterler. Ayrıca istedikleri güzelliğin,
iyiliğin türünü belirlemezler&127; onun seçimini Allah'a bırakırlar. Allah
onlar için iyi ve güzel gördüğünü seçer, onlar da yüce Allah'ın kendileriyle
ilgili seçimini hoşnutlukla karşılarlar. Böylelerinin Ahirette kesinlikle ve
gecikmeden ellerine geçecek bir payları vardır. Çünkü yüce Allah hesaplaşma
işlemlerini çok çabuk bitirir.
Bu ayette dile gelen ilâhi öğreticilik,
insanın kime yönelmesi gerektiğini anlatıyor. Bunun yanısıra yüce Allah'a
yönelerek her işini O'na havale edenin, iyilik seçme yetkisini Allah'a
bırakarak O'nun kendisi ile ilgili seçimini hoşnutlukla karşılayanın ne
dünya iyiliklerinden ve ne de Ahiret iyiliklerinden yoksun kalmayacağını
belirtiyor. Buna karşılık dünyayı biricik amaç sayan kimse Ahirette
alabileceği bütün payları peşinen yitirmiş olur. Demek ki, birinci grupta
yeralan insanlar, dış görünüş ölçülerine göre bile kazançlıdırlar. Bunlar
yüce Allah'ın terazisinde ise daha kazançlı ve daha baskın çıkacaklardır.
Çünkü bunların, İslâm tarafından meydana getirilen ölçülü ve ileri görüşlü
düşünceye dayalı istikametli ve dengeli duaları her iki dünyanın iyiliğini
kendi hesaplarına kaydetmiş olur.
İslâm, müslümanlardan dünyayı elden
bırakmalarını istemiyor. Çünkü onlar bu dünyada yüce Allah'ın halifesi olma
amacıyla yaratılmışlardır. İslâm'ın, müslümanlardan bu konuda istediği tek
şey dünya işlerinde yüce Allah'a yönelmeleri, dar görüşlülük yaparak dünyayı
kendileri için duvarları tarafından kuşatma altına alınacakları bir hisar
haline getirmemeleridir. İslâm, "insan"ın şu basit yeryüzünün hisarlarından,
kuşatmalarından kurtulmuş olmasını, dünyada onurlu bir varlık sıfatı ile
orada çalışmalar yapmasını ve yüce ufuklar ile ilişkili olarak halifelik
görevini yürütmesini istiyor. Bundan dolayı olaylara ve gelişmelere islâm
düşüncesinin zirvesinden bakan kimselere yeryüzüne egemen olan kısır amaçlar
tek başına son derece basit ve gülünç görünür.
Daha sonraki ayette Hacc günleri, Hacc
görevi ve bu görevin ayrıntılı hareketleri, hacıları yüce Allah'ı anmaya ve
O'ndan korku duymaya yönelterek sona eriyor:
"Sayılı günlerde Allah'ın adını anın. Kim
iki gün içinde hemen dönerse bir günahı yoktur. Kim geri kalırsa da,
günahtan korunanlar için, günahı yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki,
hepiniz O'nun huzurunda biraraya getirileceksiniz."
Alimler tarafından en çok benimsenen görüşe
göre ayette sözü edilen "Allah'ı anma (zikir) günleri"; Arefe, Kurban
bayramının ilk günü ile bu günü izleyen üç gündür (teşrik günleri). Nitekim
sahabilerden Abdullah b. Abbas'a göre "sayılı günler"den maksat teşrik
günleri (Kurban bayramının dört günüdür. Yine sahabilerden İkrime'ye göre
"sayılı günlerde Allah'ın adını anın" ayetindeki "Allah'ı anma"nın anlamı
sözünü ettiğimiz teşrik (Kurban bayramı) günlerinin farz namazlarının
arkasından "Allahuekber, Allahuekber" diyerek tekbir getirmektir. Öteyandan
Abdurrahman b. Muammer Deylemî "Kim iki gün içinde hemen dönerse hiçbir
günahı yoktur. Kim geri kalırsa da günahı yoktur" ayetinin yorumu ile ilgili
olarak "Mina günleri üç gündür. Arefe, Kurban bayramı günü ile teşrik
günlerinin tümü, yani bunların hem ilk ikisi ve hem son ikisi Allah'ı anmaya
elverişli günlerdir. Yalnız bu Allah'ı anmanın takva ile birlikte olması
şarttır" diyor.
Çünkü ayette "günahtan korunanlar için,
takva sahipleri için" kaydı vardır.
Bu ayetin sonunda Hacc kongresinin
oluşturduğu kalabalık tablosu vesile edilerek müslümanlara Mahşer
toplantısının tablosu hatırlatılıyor. Bu hatırlatma o korkunç tablo
karşısında müslümanların kalplerinde takva duyguları canlandırıyor:
"Allah'tan korkun ve bilin ki, hepiniz
O'nun huzurunda biraraya getirileceksiniz."
Bu ayetlerde İslâm'ın, Hacc ziyaretini
nasıl bir İslâmî farz haline getirdiğini, onu cahiliye köklerinden nasıl
arındırarak İslâm kulpuna bağladığını, İslâm eksenine düğümlediğini, İslâm
düşüncesinin egemenliğine verdiğini, geçmişin tortularından ve lekelerinden
temizlediğini açıkça görüyoruz. İşte İslâm'ın yürürlükte bırakmayı uygun
gördüğü bütün eski gelenek ve ibadet amaçlı törenler karşısındaki metodu
budur. Bu ziyaret artık cahiliye dönemindeki eski gelenek değildir. O artık
yeni bir elbisenin uyumlu bir parçası olmuştur. O artık eski bir Arap adeti
değildir. O, artık bir İslâm adeti, daha doğrusu bir İslâm ibadetidir. Başka
bir deyimle sürekli varolacak olan ve her zaman korunacak olan değer,
İslâmdır... Sadece İslâm!..
İKİ TİP İNSAN
Kur'an-ı Kerim'in direktifleri ve yasal
düzenlemelerini dikkatli bir incelemeye tabi tutan bir gözlemci, insanlık
için eksiksiz bir hayat düzeni meydana getiren bu yükümlülüklerin aynı
zamanda kendine özgü bir eğitim sistemi de içerdiğini görecek, gözünden
kaçmayacaktır. Bu eğitim sistemi insan psikolojisinin uzmanlık çapına
ulaşmış derin bilgisine, onun gizli-açık sızma kanallarının kesin
tanınmasına dayanır. Bu metod, sözkonusu psikolojik yapıyı her yönüyle ele
alır. Ayrıca çeşitli insan karakterlerinin canlı tasvirlerini verir. Bu
tasvirlerde özellikler o kadar açık, karakteristikler o kadar belirlidir ki,
insan bunları incelerken bu karakteristikleri ve özellikleri üzerinde
taşıyan kişilerin kendilerini meydanda gezerken ve insanlar arasında
dolaşırken görür gibi olur ve nerede ise elini bu kişilerin omuzlarına
koyarak "işte Kur'an-ı Kerim'in kasdettiği insan tipinin tıpkısı" diye
bağıracağı gelir.
Bu bölümde de iki değişik insan tipinin
belirgin karakteristiklerini buluyoruz. Birinci insan tipi karakter
bakımından ikiyüzlü, şirret, tatlı dilli, benliğini hayatın ekseni sayan,
görünüşü alımlı fakat içi canlar yakan bir tiptir. Bu kimse nefsini ıslah
etmeye, kendine çekidüzen vermeye ve Allah'tan korkmaya çağrıldığı zaman
hakka dönmez, nefsini ıslah etmeye girişmez. Bunun tersine günahları ile
gururlanma damarı kabarır, gerçeğe ve iyiye yönelmeyi reddeder, ayetin
deyimi ile "ekini ve nesli" yani bitki, hayvan insan ve bütün canlıları
mahvetmeye devam eder.
İkinci insan örneği ise mümin ve samimi bir
tiptir. Varlığını tümü ile yüce Allah'ın rızası uğruna kullanır, hiçbir
şeyini geriye bırakmak istemez. İşinde ve çalışmasında şahsını asla hesaba
almaz. Çünkü Allah'ta yok olmuştur, bütünü ile O'na yönelmiştir.
Bu iki insan örneği tanıtıldıktan hemen
sonra müminlere yönelik bir seslenme işitiyoruz. Bu ses müminleri bütün
varlıkları ile, hiçbir tereddüde kapılmaksızın, hiçbir zikzak çizmeksizin ve
vaktiyle Allah'ın nimetini değiştirerek nankörlüğe yönelen yahudilerin
yaptıkları gibi hiçbir olağanüstülük veya mucize isteyip yüce Allah'ın
gücünü denemeye kalkışmadan Allah'a teslim olmaya çağırıyor. Bu kesin teslim
oluş "İslâm'a ve barışa giriş" deyimi ile ifade ediliyor; bu deyimle yüce
Allah'ın dinine inanmanın ve O'nun önerdiği hayat sistemi uyarınca yaşamanın
özü hakkındaki eksiksiz ve gerçek düşünce önünde geniş bir kapı açılıyor.
Allah'ın izni ile ilerde bu ayeti incelerken bu gerçeğin ayrıntılarına
inmeye çalışacağız.
Büyük iman nimeti ve müminleri koruyucu
gölgesi altına alan İslâm gerçeği ile yüzyüze gelinirken kâfirlerin işin
içyüzü ile ilgili yanlış düşünceleri ve bu sapık düşüncenin sonucu olarak
müminleri alaya almaları sunuluyor ve bunun yanısıra yüce Allah'ın
terazisinde ağır basan değerler şöyle belirleniyor; "Oysa Allah'ın azabından
sakınanlar, Kıyamet günü, kâfirlerden daha üstün konumdadırlar."
Bunun arkasından özet halinde insanlar
arasındaki anlaşmazlık meselesine değinilerek insanların anlaşmazlığa
düştükleri konularda aralarında hüküm versin diye başvurmaları gereken ölçü
açıklanıyor ve yüce Allah tarafından anlaşmazlığa düştükleri konularda
insanlar arasında hüküm vermek için indirilen hakk içerikli kitabın
fonksiyonu belirleniyor.
Bu noktadan sonra bu ölçüye uyanları,
yolları boyunca bekleyen zorlukların tanıtımına geçiliyor. Bu konuda
müslüman cemaate seslenilerek dikenliklerle kaplı yolculukları sırasında
karşılaşacakları ve daha önce bu emaneti taşımış olan bütün cemaatlerin
yüzyüze gelmiş oldukları sıkıntılar, meşakkatler ve baskılar anlatılıyor.
Böylece müslüman cemaatin bu emanetin kaçınılmaz ve yan çizilmez
yükümlülüklerine kendini hazırlaması, bu güçlerin üzerine gönüllü olarak iç
huzuru içinde atılması, ufukları bulutların kapladığı ve sabah aydınlığının
uzak göründüğü her kötümserlik anında yüce Allah'ın yardımını beklemesi amaç
ediniliyor.
Böylece müslüman cemaati eğitmeye ve göreve
hazırlamaya yönelik ilâhi metodun çeşitli yönlerini görüyoruz. Bu eğitim ve
göreve hazırlama metodu çeşitli etkin telkin yollarından yararlanıyor ve bu
etkili telkinlerini toplam olarak bildiğimiz eksiksiz hayat tarzını
oluşturan çeşitli direktiflerin ve yasal düzenlemesinin arasına
serpiştiriyor.
204- Kimi insan var ki,
dünya hayatı ile ilgili konuşması hoşunuza gider ve en amansız düşman olduğu
halde kalbindeki duyguların samimi olduğuna Allah'ı şahit gösterir.
205- İş başına geçince
yeryüzünde kargaşa ve bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli mahvetmeye
çalışır. Oysa Allah kargaşa ve bozgunculuk çıkarmayı kesinlikle sermez.
206- Ona Allah'tan kork'
denilince günahları ile gururlanma damarı kabarır. Böylesi için Cehennem
yeterlidir. Orası ne kötü bir barınaktır!
207- Kimi insan da var ki,
benliğini Allah'ın rızasını kazanmaya adar. Hiç kuşkusuz, Allah kullarına
karşı pek şefkatlidir.
İnsan psikolojisinin çeşitli
karakteristiklerini canlandıran bu sanatkârane fırçanın şaşırtıcı darbeleri,
dokunuşları, bu olağanüstü veciz sözlerin asla insan kaynaklı olamayacağı
gerçeğini doğrudan doğruya ilân eder. Zira insandan kaynaklanan fırça
darbeleri, bu kadar hızlı dokunuşlar aracılığı ile çeşitli insan tiplerinin
en derin özelliklerini bu kadar belirgin ve bu kadar kapsamlı bir şekilde
canlandıramaz.
Bu ayetin her kelimesi kelimeden çok insan
karakteristiklerini canlandıran ve insan özelliklerini belirleyen birer
fırça darbesine benziyor. Bu darbeler ardarda sıralanır-sıralanmaz
canlandırılan insan tipi canlı bir varlık halinde ve kişiliği belirginleşmiş
olarak doğrulup ayağa kalkıveriyor. Öyle ki, nerede ise parmağını ona doğru
dikecek ve milyonlarca kişi içinden kendisini seçerek "işte Kur'an-ı
Kerim'in anlatmak istediği insan tipi budur" diyeceksin. Bu işlem, canlılar
dünyasında her an yüce Allah'ın elinden çıkan yaratma ameliyelerinin tipik
bir benzeridir!
Sözünü ettiğimiz canlı yaratık konuşuyor ve
kendisini iyiliğin, samimiyetin, bağlılığın, sevginin, fedakârlığın,
insanlara iyilik, yarar, mutluluk ve dürüstlük sunma arzusunun sembolü
olarak tanıtıyor. Konuşurken sözleri hoşunuza gidiyor, tatlı dili sizi
büyülüyor, sesinin ahengine bayılıyorsunuz; iyilikten, iyilikseverlikten ve
yapıcılıktan sözederken ağzından bal akıyor. Sözlerinin etkisini ve
inandırıcılığını daha da arttırmak, bağlılık ve samimiyetini vurgulamak,
kendini takvalı ve Allah'tan korkan bir kişi gibi gösterebilmek için
"kalbindeki duygularının içtenliğine Allah'ı şahit gösteriyor." Oysa O,
aslında "en amansız bir düşmandır." Kalbinde kin ve düşmanlık kaynıyor.
Gönlünde sevginin ve hoşgörünün kırıntısı bile yoktur. Orada ne sevgiye ve
yararlılığa ve ne de özveriye ve fedakârlığa en ufak bir yer bulamazsınız.
İçyüzü ile dış görünüşü çelişik, görüntüsü
ile içyüzü taban tabana zıt, yalancılığı, kandırmacılığı ve yağcılığı özenli
bir meslek haline getirmiş olan bu tip, günün birinde iş başına geçince,
sorumlu bir mevkiye gelince gerçek yüzü meydana çıkar, maharetle gözlerden
sakladığı iç alemi açıklığa kavuşur; kötülükten, azgınlıktan, kinden ve
bozgunculuktan ibaret olan özü gözler önüne serilir:
"İş başına geçince yeryüzünde kargaşa ve
bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli mahvetmeye çalışır. Oysa Allah,
kargaşa ve bozgunculuk çıkarmayı kesinlikle sevmez."
Bu insan tipi görev başına geçince bütün
katılığı, kırıcılığı ve inatçılığı ile kötülüğe ve bozgunculuğa yönelir. Bu
yönelişi, her türlü canlının kökünü kurutma eyleminde somutlaşır. Bu
mahvetme eyleminden ne bitki, ürün ve meyve alanı olan tarım alanları ve ne
de hayatın sürekliliğini sağlayan insan nesli kurtulabilir. Bu ölçüdeki bir
hayat düşmanlığı ifadesi, bu yıkıcı yaratığın yapısına için için işlemiş
olan kini, kötülüğü, gaddarlığı ve bozgunculuğu sembolize etmektedir. Onun
yapısına işleyen bu yıkıcılığı dilinin tatlılığı. yağcılığının
gözboyacılığı; yararlı, iyiliksever, hoşgörülü ve yapıcıymış izlenimini
uyandıran sahte dış görünüşü örtüyor, gözlerden saklıyordu. Oysa "Allah,
kargaşa ve bozgunculuk çıkarmayı kesinlikle sevmez:" Yeryüzünde bozgunculuk
çıkaran bozguncuları da sevmez. Sözünü ettiğimiz insan tipinin gerçek
mahiyeti yüce Allah'tan saklanamaz. Dünya hayatında ikiyüzlülük ve
sahtekârlıkla insanlar aldatılabilir ama :Allah asla. Bu yıkıcı ve hayatın
özünü kurutucu insan tipinin görünüşüne aldanmaya ve kalplerdeki duygulardan
habersiz olmaya mahkûm olan insanların hoşuna giden sahtekârlıkları yüce
Allah'ın hoşnutluğunu kazanamaz.
Ayetin devamında bu sahtekâr insan tipinin
belli-başlı karakteristikleri birkaç usta fırça darbesi ile gözler önüne
seriliyor:
"Ona `Allah'tan kork' denilince günahları
ile gururlanma damarı kabarır. Böylesi için Cehennem yeterlidir. Orası ne
kötü bir barınaktır!"
Bu insan tipi iş başına geçince yeryüzünde
kargaşa çıkarmaya yönelir, ekini ve insan neslini mahvetmeye başlar,
yıkıcılığı ve tahripkârlığı yaygınlaştırır, içini kemiren kini, kıskançlığı,
şirretliği ve bozgunculuğu dışa kusar. İşte bütün bu melânetleri işlerken
biri ortaya çıkıp da kendisine Allah'tan çekinmesini, O`'ndan utanmasını ve
gazabından sakınmasını hatırlatmak amacı ile "Allah'tan kork" deyince böyle
bir sözü işitmek bile hoşuna gitmez, takvaya yönelmeye burun kıvırır, eğri
yolda olduğunu kabul ederek doğruya yönelmeyi gururuna yediremez. Hemen
pohpohlanma duygusuna kapılır. Bu pohpohlanma hakla, adaletle ve
yararlılıkla değil, "günah" ile olur. İşlediği suçlarla, günahlarla ve
eğrilikle üstünlük taslar; kendisine hatırlatılan gerçeğe ve doğrudan
doğruya Allah'a karşı utanmadan başkaldırır, serkeşliğe kalkışır. Oysa o,
daha önce kalbindeki duyguların içtenliğine yüce Allah'ı şahit gösteriyor;
kendini yararlı, iyiliksever, samimi, Allah'a bağlı ve haya sahibi gibi
gösteriyordu.
Ayetteki tasvirlerin sembolize ettiği fırça
darbeleri, bu tipin ana karakteristiklerini eksiksiz bir ifadeye kavuşturur,
çehresinin hatlarını barizleştirir, ona kendine özgü bir kimlik sağlar ve
sonra bu canlı örneği insanlar arasına salar. Öyle ki, sen onu ortalıkta
görür-görmez "işte bu! İşte Kur'an'ın kasdettiği insan tipi bu!" diye
haykırırsın. Sen bu insan tipinin gerek şimdi ve gerekse her an yeryüzünde
karşına dikildiğini görürsün.
Ayetin sonunda bu yıkıcı karakterin, bu
günahla övünmenin, bu amansız düşmanlığın, bu gözü kara tahripkârlığın ve bu
ölçü tanımaz bozgunculuğun üzerine lâyık olduğu darbenin indirildiğini
görürüz:
"Böylesi için Cehennem yeterlidir. Orası ne
kötü bir barınaktır!"
Yeter ona orası. Orası ona kâfi gelir.
Yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem! Azgınlar ile Şeytanın
yardakçılarının hep birlikte içine tıkılacakları Cehennem. Acısı kalplere
çöreklenecek olan Hutame Cehennemi. Yakaladığını ne geri bırakan ve ne de
azabına son veren Cehennem. Öfkesinden neredeyse kükreyen Cehennem. Bu
Cehennem yeter ona, "Orası ne fena bir barınaktır!" Burada "barınak"
deyimine yer verilmiş olması ne kadar korkunç bir olaydır! Bunca
gururlanmadan, böbürlenmeden ve üstünlük taslamadan sonra yeri, yatağı
Cehennem olacak olanın vay haline!
Bu insan tipinin karşısında, onun her
bakımdan zıddı olan başka bir insan tipi yer alır:
"Kimi insan da var ki, benliğini Allah'ın
rızasını kazanmaya adar. Hiç kuşkusuz, Allah kullarına karşı pek
şefkatlidir."
Buradaki "adamak", satmak anlamına gelir.
Bu insan tipi varlığını tümü ile Allah'a satar, varlığının hiçbir zerresini
geriye bırakmaksızın onu bütünü ile Allah'a teslim eder. Bu kendini
adamanın, satmanın ardından yüce Allah'ın hoşnutluğundan başka hiçbir gaye
gütmez. Bu satışta kendisine ayırdığı hiçbir şey yoktur. Onun arkasında
sakladığı hiçbir beklenti yoktur. Bu satış hiçbir tereddüt ve kaypaklık
taşımayan, hiçbir bedel tahsil etmeyi amaçlamayan, Allah'tan başkasına
hiçbir pay bırakmak istemeyen tam bir satıştır.
Bu ifade, anlattığımızla aynı sonuca varan
başka bir anlama da gelebilir ki, bu da şudur. Buradaki "adama" deyimi bu
insan tipinin tüm benliğini her türlü bağımlılıktan azad ederek arınmış
olarak Allah'a sunmak için onu tüm dünya nimetleri karşılığında satın alması
anlamını taşıyabilir. Bu durumda varlığı üzerinde Rabbinin hakkından başka
hiçbir hak kalmamış olur. Bu kimse dünya nimetlerinin tümünü feda ederek
varlığını arınmış olarak sırf Allah'a takdim eder. Nitekim elimizdeki bazı
rivayetler, bu ayetin inişi ile ilgili olarak bu son yorumla uyumlu bir
sebep göstermektedirler.
Bu konuda İbn-i Kesir, ünlü Tefsir
kitabında şöyle diyor:
"Abdullah b. Abbas, Enes, Said b. Museyyeb,
Ebu Osman Nehdi, İkrime ve daha birkaç sahabi diyorlar ki:
- Bu ayet, Suhayb b. Sinan er-Rumî hakkında
indi. Olay şöyle oldu: Suhayb, Mekke'de müslüman olup Medine'ye göç etmek
isteyince müşrikler malını yanına alarak göç etmesine karşı çıktılar,
isterse malından vazgeçerek göç edebileceğini söylediler. Suhayb de onların
dediğini yaparak müşriklerden yakasını kurtardı ve malını onlara bıraktı.
Bir süre sonra onun hakkında bu ayet indi.
Bunun üzerine Hz. Ömer ile birlikte bir
grup müslüman, Suhayb'i, Murre dolaylarında karşılayarak kendisine "satışın
kârlı olsun" dediler. Suhayb de onlara "Sizinki de. Allah ticaretinizde
zïyan göstermesin" dedikten sonra "Hangi satıştan söz ediyorsunuz?" diye
sordu. Hz. Ömer ve arkadaşları da ona bu ayetin kendisi hakkında indiğini
haber verdiler."
Ayrıca bizzat Peygamberimizin (salât ve
selâm üzerine olsun) Hz. Suhayb hakkında "Suheyb, kârlı çıktı" buyurduğunu
öğreniyoruz. Nitekim İbn-i Murdeveyh'in Muhammed b. İbrahim'e, onun da
Muhammed b. Abdullah b. Murdeveyh'e, onun da Selman b. Davud'a, onun da
Cafer b. Süleyman Dabbî'ye, onun da Avf'a ve onun Ebu Osman Nehdî'ye
dayanarak bildirdiğine göre Suheyb şöyle diyor:
"Mekke'den ayrılıp Peygamberimizin yanına
göç etmek istediğim zaman Kureyşliler bana `Ya Suheyb, bizim yanımıza
geldiğinde hiçbir malın yoktu. Şimdi buradan malını yanına alarak
ayrılacaksın. Vallahi, bu asla olmaz' dediler. Ben de kendilerine
`Baksanıza, eğer malımı size verirsem beni serbest bırakır mısınız'?' diye
sordum. `Evet, bırakırız' dediler. Bunun üzerine malımı kendilerine
bıraktım, onlar da beni serbest bıraktılar. Serbest kalır-kalmaz Mekke'den
ayrılarak Medine'ye geldim. Olup bitenler Peygamberimizin kulağına varınca
benim hakkımda iki kere üstüste `Suheyb kârlı çıktı, Suheyb kârlı çıktı'
buyurdu."
Bu ayet ister bu olay üzerine inmiş olsun,
ister sonradan ona yakıştırılmış olsun, kuşku yok ki, bir tek olayın ya da
bir tek kişinin çerçevesinden çok daha geniş kapsamlıdır. Ayet, belirli bir
karakterin tablosunu canlandırıyor, belirli bir insan tipinin ana
özelliklerini tanıtıyor. Sen bu insan tipinin insanlar arasındaki
benzerlerini orada-burada görebiliyorsun.
Ayette tasvir edilen birinci insan tipi
münafık, ikiyüzlü, kötü kalpli, şirret karakterli, amansız düşmanlık taşıyan
ve mayası bozuk bütün insanlara uyarlanabilir. Tasvir edilen tiplerin
ikincisi ise mümin, ihlâslı, varlığını tümü ile Allah'a adamış ve hayatın
bütün nimetlerini gözden çıkarmış tüm insanlara uygun düşer.
Bu iki tip insanlar arasında iyi tanınan
örneklerdir. Sanatkârane fırça onları böylesine veciz biçimde canlandırıyor
ve onları gözler önüne dikiyor. İnsanların bu örnekler vesilesi ile gerek
Kur'an'ın mucizevi niteliği üzerinde ve gerekse insanları münafıklık ile
müminlik kutupları arasında bu kadar birbirinden farklı yapan ilâhi yaratış
mucizesi üzerinde derinliğine düşünmeleri isteniyor. Ayrıca yine insanların
tatlı söze ve yağcılığın cazibesine aldanmayarak bu tatlı sözlerin, yapmacık
ses tonlarının, münafıklığın, ikiyüzlülüğün ve gösterişçiliğin arkasında
saklı olan gerçeği araştırmaları bekleniyor. Bunların yanısıra bu iki insan
tipi aracılığı ile iman terazisinde ağır basan değerlerin neler olduğu
tanıtılıyor.
İSLÂM BARIŞTIR
Bozuk karakterli münafık ile samimi mümini
gözler önünde canlandıran bu iki somut tablonun hemen arkasından müslüman
cemaate onunla isimlendikleri müminlik sıfatı ile seslenilerek onlardan tüm
varlıkları ile İslâm'a ve barışa girmeleri, şeytanın izinden gitmemeleri
isteniyor ve bu çağrı, gerçeklerin açıklamasına muhatap olduktan sonra ayak
sürçmesinden kaçınma uyarısı ile bağlanıyor:
208- Ey müminler, bütün
varlığınız ile İslâm`a (barışa) girin. .Sakın Şeytanın izinden gitmeyin.
Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.
209- Size apaçık deliller
geldikten sonra yine sürçerseniz, ayağınız kayarsa bilin ki Allah her zaman
üstündür ve hikmet sahibidir.
Bu sesleniş, müminlere, müminlik adına,
gönülden sevdikleri bu sıfatları anılarak, onları diğer insanlardan ayırarak
bağımsız kimliklerine büründüren ve bu çağrının sahibi olan yüce Allah ile
aralarında sıkı ilişki kuran sıfatlarıyla seslenilerek yönetilmiş bir
çağrıdır. Bu çağrı ile müminlerden tüm varlıkları ile İslâm'a ve barışa
girmeleri isteniyor.
Bu çağrı bize ilk plânda şunları
düşündürmelidir: Müminler bütünüyle Allah'a teslim olmalı, varlıklarını tümü
ile O'na adamalıdırlar. Bu teslimiyet, irili ufaklı her işlerini, her
şeylerini içermelidir. Bu teslimiyet, yüce Allah'a boyun eğmeyen, O'nun
hükmüne ve yazgısına razı olmayan en ufak bir düşünce, duygu, niyet, eylem,
arzu ve endişe kırıntısını geride bırakmayan kesin bir teslimiyet olmalıdır.
Bu teslimiyet itaate, güvene, tatmin olmuşluğa ve gönül rızasına dayalı bir
teslimiyet olmalıdır. Bu teslim oluş, kendilerine adım adım kılavuzluk
edecek bir ele ellerini verme biçiminde olmalı; bu elin kendilerini
yararlıya, iyiye ve başarıya götürmek istediğinden emin olarak gerek dünyada
ve gerekse Ahirette bu el sahibinin izleteceği yolun ve ulaştıracağı
noktanın doğruluğundan en ufak bir kuşku duymamalıdırlar.
Bu çağrının o günün müslümanlarına
yöneltilmiş olması, o dönemde bazı vicdanlarda açık ve gizli bütün eylemleri
içeren tam bir itaat konusunda henüz bazı tereddütler bulunduğunu kanıtlar.
Koca bir cemaat içinde güvenli, tatmin olmuş ve hoşnutluk düzeyine yücelmiş
nice vicdanlar yanında bu tür birkaç vicdanın da bulunması normal bir
şeydir. Bu çağrı, aynı zamanda her dönemdeki bütün müminlere sesleniyor.
Onlardan ihlâslı olmalarını, kendilerini Allah'a adamalarım, vicdanlarının
eğilimleri ile duygularının yönelişlerini yüce Allah'ın kendilerine ilişkin
istekleri ile uyumlu hale getirmelerini, bu uyumu peygamberlerinin ve
dinlerinin direktifleri karşısında da sağlamalarını, ayrıca sözkonusu uyumu
kaçamaksız, tereddütsüz ve hiç kaypaklığa meydan vermeksizin
gerçekleştirmelerini istiyor.
Müslüman bu çağrıya kesinlikle uyunca tümü
ile barış ve dirlik olan bir alemin içine girer. Tümü ile güvenden, tümü ile
tatmin olmuşluktan, tümü ile gönül hoşluğundan, tümü ile istikrardan
oluşmuş; şaşkınlığa, endişeye, kuşkuya, yön belirsizliğine ve sapıtmaya yer
vermeyen bir alem bu. Bu alemde vicdanla ve duygu dünyası ile barış vardır,
akılla ve mantıkla barış vardır, insanlarla ve diğer canlılarla barış
vardır, varlık bütünü ile ve teker teker her varlıkla barış vardır.
Yüreklerin derinliklerine meltem serpen bir barış. Hayatı ve toplumu serin
gölgesi altına alan bir barış. Yere de göğe de egemen olan bir barış.
Bu barış pınarının kalbe akıtacağı ilk
feyiz; sağlıklı, halis ve yalın bir Allah düşüncesidir. Bu sağlıklı
düşünce7in bağlandığı Allah, tek bir Allah'tır. Müslüman O'na bir anda
yönelir ve artık kalbinin derinliklerine kök salar, Artık bu konuda ne
farklı yollara sapar ve ne de değişik taraflara yönelir. Putperestlik
inancında ve cahiliye kültüründe görüldüğü gibi orada burada değişik ilâhlar
peşinde koşmaz. Onun Allah'ı tektir. O güvenle, tatmin olmuş olarak,
katıksız ve belirgin bir yaklaşımla bu Allah'a yönelir.
O, güçlü, kudretli, üstün iradeli ve
kahredici bir ilâhtır. Müslüman O'na yönelince şu varlık aleminde bulunan
biricik gerçek güce yönelmiş, böylece bütün sahte güçler karşısında güvene,
huzura ve tatmine kavuşmuş olur. Artık o, hiç kimseden ve hiçbir şeyden
korkmaz. Çünkü güçlü, kudretli, üstün iradeli ve kahredici Allah'a kulluk
sunmaktadır. O artık hiçbir şeyi elden kaçıracağından korkmaz, mahrum etme
ve bağışlama gücünü kesinlikle elinde tutan Rabbi dışında hiç kimseden
birşey beklemez.
O, adil ve hikmet sahibi bir ilâhtır. O'nun
gücü ve kudreti zulme karşı, şahsi ihtiraslara karşı ve aldatmalara,
kandırmalara karşı güvence oluşturur. O, puta tapıcılığın ya da cahiliye
kültürünün arzuların ve ihtirasların peşinden sürüklenen ilâhları gibi
değildir. Böyle olduğu içindir ki, müslüman, ilâhına sığınmakla adalete,
gözetime ve güvene kavuşacağı sarsılmaz bir dayanağa sığınmış olur.
O, merhametli, müşfik, nimet verici,
karşılıksız bağışlayıcı, günahların affedicisi ve tevbelerin kabul edicisi
bir Rabb'dır. Darda kaldığında kendisine dua edenin duasını kabul ederek
sıkıntısını giderir. Buna göre müslüman, O'nun himayesi altında, güven,
dirlik, barış ve bağış içindedir. Zayıf durumlarında merhamet görür, tevbe
edince günahları bağışlanır.
İşte böylece müslüman, İslâm'ın kendisine
öğretmiş olduğu Rabbinin bütün sıfatlarının etkisi ile içiçe yaşar. Bu
sıfatların herbiri ona kalp dirliği, gönül huzuru; koruma, kayırma, şefkat,
merhamet, üstünlük, güçlülük, barış ve huzur güvencesi sağlar.
Bunların yanısıra barış, müslümanın kalbine
kulla Allah arasındaki, varlık bütünü ile yaradan arasındaki ve evren ile
insan arasındaki ilişkinin sağlıklı düşüncesini aşılar. Buna göre yüce Allah
şu evreni hakka dayalı olarak yaratmış, evrende bulunan herşeyi belirli bir
takdire, bir hikmete bağlı olarak vazetmiştir. Şu insan denen varlık bilerek
yaratıldı, o asla başıboş bırakılacak değildir, onun varoluşu için bütün
elverişli evrensel şartlar hazırlanmış, yeryüzünde bulunan herşey onun
emrine verilmiştir. O yüce Allah katında değerlidir, O'nun yeryüzündeki
halifesi, temsilcisidir. Allah, bu halifelik görevinde ona yardımcıdır,
çevresini kuşatan evren de onun dostu, samimi arkadaşıdır. Her ikisi ortak
Rabbleri olan Allah'a yönelince ruhları birbiriyle uyuşur, bağdaşma halinde
olur.
İnsan, göklerde ve yeryüzünde düzenlenen bu
ilâhi şenliğe dostluğa ve kaynaşmaya çağrılmıştır.. İnsan bu koca varlık
aleminde kendisi gibi bu şenliğin çağrılıları olan dostlarla kaynaşan ve
birarada bu şenliği meydana getiren bu varlık alemindeki her canlı ve herşey
ile anlaşmaya, kaynaşmaya çağrılmıştır.
Bu inanç sistemi, bağlısın küçücük bir
bitkinin önünde durduruyor ve bu küçük bitkinin susuzluğunu giderince, onun
büyümesine yardımcı olunca, gelişmesinin önüne dikilen engelleri giderince
sevap kazanacağını kendisine telkin ediyor. Böyle bir inanç sistemi onurlu
oluşunun ötesinde aynı zamanda güzel bir inanç sistemidir. Bağlısının ruhuna
barış aşılayan, onun gerek varlık bütünü ile gerekse tek tek varlıklarla
kucaklaşmasına zemin hazırlayan; çevresinde güven, dostluk, sevgi ve barış
çemberi oluşturan bir inanç sistemidir.
Bu arada Ahiret inancı, müminin ruhuna ve
iç alemine barış duygusu aşılama hususunda temelli bir rol oynar. Bu inanç
endişeyi, öfkeyi ve umutsuzluğu yokeder. Çünkü son hesaplaşma yeri şu dünya
değildir, davranış ve tutumların eksiksiz karşılıkları şu geçici dünyada
verilecek değildir. Son hesaplaşma yeri orasıdır ve mutlak adalet o son
hesaplaşmanın güvencesi altındadır. Buna göre eğer dünyada iyiliğin ve yüce
Allah yolunda cihad etmenin amacı gerçekleşmemiş ya da ödülü verilmemiş ise
pişmanlık sözkonusu değildir; Şu geçici dünyada insanların ölçülerine göre
verilmiş ödüller eğer yetersiz kalırsa bundan kaygılanmak yersizdir. Çünkü
bu ödüller, ilerde yüce Allah'ın ölçüleri uyarınca yeterli bir düzeyde
sahiplerini bulacaktır. Eğer şu kısacık yolculuk sırasında paylar sahipleri
arasında istenmeyen biçimde dağıtılmış ise adaletten umut kesmek yersizdir.
Çünkü adalet, kesinlikle, birgün yerini bulacaktır. Yüce Allah kullarına
zulmetmeyi asla istemez.
Ahiret inancı, değer yargılarının ve
dokunulmaz hakların çekinmeden ve utanmadan çiğnendiği amansız ve delice
çatışmaların önüne de engel olarak dikilir. Zira önümüzde Ahiret vardır.
Orada herşey verilecek, istenen herşey ele geçecek ve kaçan her fırsat
telâfi edilecektir. Bu düşünce, yarışma ve rekabet alanına barışı
yansıtacak, yarışçıların hareketlerini bencil değerlendirmelerden
arındıracak ve insanlara verilen tek fırsatın şu kısa ve sayılı günlerle
sınırlı ömür olduğu şeklindeki ihtirasın çılgınlığını törpüleyecek
niteliktedir.
Müminin, insan varlığının amacının yüce
Allah'a kulluk etmek olduğunu, kendisinin Allah'a kulluk etmek için
yaratıldığını bilmesi, biç kuşkusuz onu bu parlak ufka yüceltici bir etkiye
sahiptir. Bu bilgi onun bilincini ve vicdanım yüceltir, faaliyetinin ve
davranışlarının düzeyini yükseltir, bu faaliyet ve davranışlarının yöntemini
ve araçlarım arındırır. Çünkü o, faaliyeti ve davranışları ile yüce Allah'a
kulluk etmek ister, kazancı ve harcaması ile Allah'a kulluk etmek ister,
yeryüzündeki halifelik görevi ve toplumda ilâhî sistemi gerçekleştirme
yoluyla ibadet etmek ister.
Buna göre ona yaraşan; insanlara haksızlık
ve kötülük etmemektir, ona yakışan, insanları aldatmamak ve kandırmamaktır,
ona yaraşan, azgın ve zorba olmamaktır, ona yakışan tutum kirli araçlar ve
iğrenç metodlar kullanmamaktır. Bunların yanısıra aşamalı yolculuğu
sırasında aceleciliğe kapılmaması, yolculuğun gerektirdiği tedbirleri ihmal
etmemesi ve yapacağı işleri zora koşmaması, böylece Allah'a kulluk hedefine
samimi niyetle ve gücünün sınırları içinde yoğun bir çalışma ile ulaşması da
kendisinden beklenen bir tutumdur. Bu tutumunu her adımda Allah'a kulluk
ederek, her duygusal yönelişinde varoluş amacını gerçekleştirerek, her
faaliyetinde ve her alanda yüce Allah'a doğru yükselerek sürdürmelidir.
Mümin, yüce Allah'ın takdiri altında
Allah'ın iradesini gerçekleştirmek için Allah'a ibadet etmeyi sürdürme
bilincindedir. Bu bilinç, onun ruhuna huzur, güven ve kararlılık aşılar; bu
yolda endişeye, kuşkuya, engeller ve sıkıntılar karşısında öfkeye kapılmadan
ilerlemesini sağlar; Allah'ın yardımından ve desteğinden hiçbir zaman umut
kesmemesini temin eder; hiçbir zaman amacının sapıklığı ya da emeğinin boşa
gideceği, karşılıksız kalacağı kuşkusuna kapılmaz. Bundan dolayı Allah'ın ve
kendisinin düşmanları ile savaşırken bile ruhunda barış duygusu egemendir.
Çünkü o, Allah için, Allah yolunda Allah'ın söz üstünlüğünü gerçekleştirmek
için savaşıyor; yoksa mevki uğruna, ganimet uğruna, ihtirasları uğruna ya da
şu hayatın herhangi bir nimeti uğruna savaşmıyor.
Bunlar yanında mümin, bütün evrenle
birlikte yüce Allah'ın tabiî kanunları uyarınca yaşadığının bilincindedir.
Evrenin kanunu onun da kanunudur, evrenin gidiş yönü, onun da gidiş yönüdür.
O halde evrenle arâsında çatışma ve uyumsuzluk sözkonusu değildir. Emeği
boşa harcama ve enerjiyi dağıtma da sözkonusu değildir. Evrenin bütün güç
odakları, onun gücü ile aynı doğrultuda birleşiyor,kendisine yol gösteren
ışık,o güçlere de yol gösteriyor,Allah'a yöneldiğinde o güç odakları ile
birlikte Allah'a yöneliyor.
islâm'ın müslümana yüklediği bütün
yükümlülükleri fıtrattan kaynaklanır ve fıtratı ıslah etme amacına
yöneliktir. Bunlar insanın gücünü aşmazlar, insanın tabiatını karakter
yapısını ve sentezini bilmezlikten gelmezler, insanın hiçbir güç odağını
ihmal etmeksizin onları çalışmaya, yapıcılığa ve gelişmeye açarlar. İslâm,
insanın psikolojik ve bedeni yapısının hiçbir ihtiyacını ihmal etmeksizin bu
ihtiyaçların tümünü kolaylıkla, hoşgörü ile ve rahatlıkla tatmin eder.
Bundan dolayı İslâm'ın yükümlülükleri karşısında endişeye ve kuşkuya
düşülmez. insan bu yükümlülüklerden taşıyabileceklerini taşır ve güven,
huzur, barış içinde Allah'a doğru yoluna devam eder. Bunların yanısıra ilâhi
sistemin meydana getirdiği toplum, bu güzel, onurlu inanç sisteminden
kaynaklanan; düzenin can, mal ve namus dokunulmazlığı sağlayan güvencelerin
himayesi altındadır. Bunların tümü barışı yaygınlaştıran ve barış ruhunu
yayan faktörlerdir.
İslâm, bu müşfik, tutkun, dayanışmalı,
güvenlikli ve uyumlu toplum ilk dönemde, en gelişmiş ve en saf şekli ile
gerçekleştirdi. Sonra yüzyıllar boyunca onun çeşitli biçimlerini
gerçekleştirdi. Gerçi bu toplum biçimlerinin saflık oranları farklı oldu,
ama gerek eski ve gerekse çağdaş cahiliye kültürünün meydana getirdiği bütün
diğer toplumlardan ve bu cahiliye kültürünün düşünceleri ve yeryüzü kaynaklı
düzeni ile kirlettiği bütün toplumlardan genellikle daha iyi ve yararlı olma
niteliklerini devam ettirdiler.
Bu toplumun kaynaşmasını bir tek bağ, yani
inanç bağı sağlar. Irklar, vatan sınırları, diller, deri renkleri ve insan
cevheri ile ilişkisiz diğer gelip-geçici bağlar bu temel bağın oluşturduğu
toplum içinde erir, asimile olur.
Bu toplum, yüce Allah'ın "Müminler
kardeştir" Hucurat Suresi, 10) buyruğunu can kulağıyla dinleyen bir
toplumdur ve bu toplum Peygamberimizin şu sözlerinde kendini bulur:
"Müminler, karşılıklı sevgi, merhamet ve
dayanışma bakımından organlarından biri dertlenince diğer organları uykusuz
kalarak ve ateşlenerek bu dertli organın ızdırabını paylaşan bir canlı
organizmaya benzerler (.Müslim, İmam-ı Ahmet')
Bu toplumun bazı edep kuralları şunlardır:
"Size bir selâm verildiği zaman siz ondan
daha güzeliyle bu selâmı alın ya da aynısı ile karşılık verin." (Nisa
Suresi, 86)
"İnsanları küçümseyip onlara burun kıvırma,
yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü Allah, kendini beğenen ve övünen
kimseleri kesinlikle sevmez." (Lokman Suresi, 18) "İyilik, fenalık gibi
değildir. Sen fenalığı en güzel şekilde karşıla. O zaman seninle aranda
düşmanlık bulunan kimsenin cana yakın bir dostunmuş gibi olduğunu görürsün."
(Fussilet Suresi, 34)
"Ey müminler, bir topluluk bir diğerini
alaya almasın. Belki de alaya aldıkları kendilerinden daha iyidirler.
Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar. Belki de alaya aldıkları
kendilerinden daha iyidir. Birbirinizi ayıplamayın, birbirinizi çirkin
lâkaplarla çağırmayın. İman ettikten sonra çirkin adla çağrılmak ne fena bir
şeydir! Kimler tevbe etmez ise işte onlar zalimlerin ta kendileridirler."
(Hucurat Suresi, 11)
"Birbiriniz hakkında dedikodu yapmayın.
Herhangi biriniz ölmüş bir kardeşinin etini yemek ister mi? Bu tiksindiğiniz
bir şeydir. Allah'tan korkun. Hiç şüphesiz O, tevbeleri kabul eder ve
merhametlidir." (Hucurat Suresi, 12)'
Bu toplumun bazı güvenceleri de şunlardır:
"Ey müminler, eğer yoldan çıkmışın biri
size bir haber getirirse onun içyüzünü iyice araştırın. Yoksa bilmeden bir
gruba kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz." (Hucurat
Suresi, 6)
"Ey müminler, zandan (yakıştırmalardan) çok
sakının. Çünkü bazı zanlar günahtır. Birbirinizin gizli taraflarını
araştırmayın." Hucurat Suresi, 12)'
"Ey müminler, kendi evlerinizden başka
evlere izin alıp halkına selâm vermeden girmeyin." ( Nur Suresi, 27)
"Her müslümanın kanı, ırzı ve malı başka
bir müslümana haramdır, dokunulmazdır." (Buhari, Müslim. İmam-ı Malik)
Sonra bu toplum fuhşun yaygın olmadığı,
çapkınlığın özendirilmediği, fitnenin revaç görmediği, karşı cinsi
ayartmanın gelenek haline gelmediği, `gözlerin ayıp yerlere dikilmediği,
cinsel arzuların zina ile sonuçlandırılmadığı, `gerek eski ve gerekse çağdaş
cahiliye toplumlarında olduğu gibi cinsel açlığın, et ve kan oburluğunun
ortalıkta kol gezmediği temiz ve iffetli bir toplumdur. Bu toplum, ilâhi
direktiflerin çoğunun egemen olduğu bir toplumdur. Yine bu toplum, yüce
Allah'ın şu buyruklarına kulak veren bir toplumdur:
"Müminler arasında hayasızlığın yayılmasın
isteyenleri dünyada da Ahirette de acı bir azap bekliyor. Allah bilir, oysa
siz bilmezsiniz." (Nur Suresi, 19)'
"Zina eden kadın ve erkeğin her birine
yüzer değnek vurun. Allah'a ve Ahiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dini
konusunda onlara acımayın. Onların ceza görmesine müminlerden bir grup da
şahid olsun: " ( Nur Suresi, 2)'
"İffetli kadınları zina etmekle suçladıktan
sonra dört şahit gösteremeyenlere seksen değnek vurun ve şahitliklerini
artık hiç kabul etmeyin. İşte onlar yoldan çıkmış kimselerdir." (Nur Suresi,
4)
"Mümin erkeklere söyle; gözlerini harama
bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu tutum onların temiz
kalmasına daha elverişlidir. Hiç şüphesiz, Allah yaptıklarınızdan
haberdardır.
Mümin kadınlara da söyle; gözlerini
haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, kendiliğinden görünen kısmı
dışında kalan güzelliklerini açmasınlar. Başörtülerini vakalarının üzerine
salsınlar.
Kocaları, babaları, kayınpederleri,
oğulları, kocalarının oğulları, kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları,
kız kardeşlerinin oğulları, kadınları, elleri altındaki köle ve cariyeleri,
erkekliği kalmamış hizmetçileri, kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan
küçük yaşdaki çocukları dışında kalanlara güzelliklerini açmasınlar.
Gizledikleri güzelliklerin farkına varılsın diye ayaklarını yere sert
basmasınlar.
E:y müminler, hepiniz tevbe ederek Allah'a
yönelin ki, kurtuluşa eresiniz." (Nur Suresi, 30-31)
Bu öyle bir toplum ki, orada en iffetli
tarih döneminin en iffetli ortamında yaşayan en iffetli ailenin en iffetli
kadınları olan Peygamberimizin eşlerine şöyle sesleniliyor:
"Ey peygamber hanımları, sizler sıradan
kadınlar gibi değilsiniz. Eğer Allah"tan korkuyorsanız edalı konuşup kalbi
bozuk kimsenin sizden yanlış şeyler ummasına meydan vermeyin. Her zaman
ciddi ve ağırbaşlı sözler söyleyin.
Evlerinizde oturun, eski cahiliye dönemi
kadınları gibi açılıp saçılarak kırıta kırıta yürümeyin. Namazı kılın,
zekâtı verin, Allah'a ve Peygamberine itaat edin. Ey peygamber ailesi, hiç
kuşkusuz, Allah sizi pisliklerden arındırarak tertemiz yapmak ister." (Ahzab
Suresi, 32-33)
Böyle bir toplumda karı kocasına güvendiği
gibi koca da karısına güvenir, aile reisleri dokunulmaz hakları ve namusları
konusunda endişesiz olurlar, toplumun bütün fertleri sinirleri ve kalpleri
hususunda emniyette olur. Çünkü bakışlar fitnelerle karşılaşmaz ve gözler,
kalpleri haramlara sürüklemez. Eğer böyle olursa, işin sonu ya karşılıklı
ihanete varır, ya da cinsel arzuların baskı altına alınmasının sonucu olarak
psikolojik hastalıklar ve sinir gerginlikleri baş gösterir. Oysa temiz ve
iffetli İslâm toplumu bu tür tehlikeler açısından güvenli ve sakindir;
oranın atmosferinde barış, temizlik ve güven sürekli kanat çırpar.
Son olarak müslüman toplum, çalışabilen
herkese iş ve geçim kaynağı, çalışamayacak durumda olan düşkünlere onurlu
bir geçim garantisi, namuslu ve iffetli yaşamak isteyen her erkeğe eş bulma
güvencesi sağlamayı üstlenmiştir. Bu toplum, eğer biri bir mahallede
açlıktan ölecek olursa bütün mahalle halkını cinayet sorumlusu sayar. Hatta
bazı fıkıh bilginleri, böyle bir mahallenin tüm halkının diyet ödeme
cezasına çarptırılması gerektiği görüşündedirler.
Bu toplumda insanların özgürlükleri,
onurları, dokunulmaz hakları ve malları, herkesçe itaat edilen ilâhî
direktiflerin güvencesinden başka, ayrıca, yasaların garantisi altındadır.
Bu toplumda zanlara, kesin olmayan yakıştırmalara dayanılarak hiç kimse
sorumlu tutulmaz, hiç kimsenin konut dokunulmazlığı çiğnenmez, hiç kimsenin
aile mahremiyeti araştırılmaz, hiç kimsenin kanı boş yere akmaz. Çünkü kısas
ilkesi vardır. Hiç kimsenin malı çalınmaz, yağmalanmaz. Çünkü bu konudaki
şer'i cezalar hemen uygulamaya konulur.
Bu toplum dayanışma, doğru yolu gösterme ve
işbirliği ilkesine dayanır. Bunun yanısıra burada eşitlik ve eksiksiz adalet
ilkeleri egemendir. Öyle ki, bu toplumda yaşayan herkes, hakkının Allah'ın
şeriatının güvencesi altında olduğunun, ne hakimin iradesine ne yakınlarının
torpiline ve ne de güçlü akrabaların keyfine bağlı olmadığının
bilincindedir.
Son olarak bu toplum, diğer beşeri kaynaklı
toplumlar arasında insanın insana boyun eğmediği tek toplum biçimidir. Bu
toplumda yöneticiler de yönetilenler de Allah'a ve O'nun şeriatine boyun
eğerler, yönetenlere de yönetilenlere de yüce Allah'ın hükmü ve şeriatı
uygulanır. Bunun sonucu olarak bu toplumun bütün fertleri güven, tatmin
olmuşluk ve kesin inanç içinde alemlerin Rabbi ve kudret sahiplerinin en
üstünü karşısına eşit olarak dikilirler.
İşte yukardaki ayette geçen "barış"
kelimesinin işaret ettiği anlamların bir kısmı bunlardır. Bu ayet,
müminleri, işte bu anlamdaki barışa, topyekün varlıkları ile girmeye
çağırıyor. Böylece müminler, varlıkların tümünü yüce Allah'a teslim etmiş
olacaklardır. Varlıkların hiçbir zerresi kendilerine kalmayacak, onun hiçbir
payı elleri altında olmayacaktır. Onun tümü gönüllü, uyarlı bir özveri
sonucunda yüce Allah'a ait olacaktır.
KÜFÜR YIKIMDIR
Bu barışın anlamını, imanla tatmin olmamış
vicdanlarda endişenin nasıl cirit attığını ve şaşkınlığın nasıl kol
gezdiğini bilmeyenler hakkı ile kavrayamazlar. Bu iman doyumsuzluğuna
İslâm'ı hiç tanınmamış toplumlarda rastladığımız gibi bir zamanlar İslâm'ı
tanıdıktan sonra çağına göre çeşitli yaftalar altında tekrar cahiliye
dönemine dönen mürted toplumlarda da rastlayabiliriz. Bu toplumlar,
ulaştıkları bütün maddî refaha, uygarlık alanındaki gelişmişliğe ve bozuk
ölçülü, şaşkın düşünceli cahiliye zihniyetinin ön plâna aldığı diğer bütün
kalkınma dayanaklarına rağmen mutsuz ve şaşkındırlar.
Bu konuda dünyanın en ileri ülkelerinden
biri olan İsveç'te olup bitenleri örnek olarak gözden geçirmek yeterlidir.
Bu ülkede fert başına düşen milli gelir beş yüz cüneyh dolayındadır. Genel
sağlık sigortasının yürürlükte olduğu bu toplumda herkese nakdi olarak
hastalık yardımı yapılır ve hastanelerde parasız ilaç verilir. Eğitim
hizmetleri, bu öğretim aşamalarında ücretsizdir. Ayrıca başarılı öğrencilere
elbise yardımları yapılır ve çeşitli burslar verilir. Devlet her yeni
evlenen çifte üç yüz Cüneyh ev döşeme yardımı yapar. Bu ülkede maddi refah
ve uygarlığın göstergesi olan daha birçok ilerlemeler ve başarılar elde
edilmiştir.
Fakat bütün bu maddî gelişmişlik düzeyinin,
bu ileri uygarlığın ve Allah'a inanmaktan yana bomboş kalplerin arkasında
gördüğümüz nedir?
İsveç toplumu topyekün yok olma tehlikesi
ile karşı karşıyadır. Çünkü cinsel anarşi yüzünden ülke nüfusu sürekli bir
azalma eğilimindedir. Cinsel başıboşluk, eşler arası bunalımın kol gezmesi
ve kadın-erkek arasındaki ilişkilerin ölçüsüz serbestliği yüzünden her altı
evli çiftten birinin boşandığı görülür. Genç kuşak imansızlıktan ve ruhi
tatminsizlikten kaynaklanan bunalımını alkollü içki ve uyuşturucu
alışkanlığı ile karşılama gibi bir çıkmaza saplanmıştır.
Psikolojik hastalıklar, sinirsel bunalımlar
ve her türlü anormallikler onbinlerce vicdanı, ruhu ve sinir sistemini
pençesi altına almış durumda. Sonra da çözüm olarak başvurulan metod;
intihar. Amerika'da da durum aynı. Rusya'da ise daha da kötü.
Sözün kısası iman hazzından ve inanç
doygunluğundan yoksun olan her kalbin alın yazısı olan bir mutsuzluk yıkımı
ile karşı karşıyayız. Böyle bir kalp, müminlerin topyekün varlıkları ile
içine girerek güven, huzur, ruh dengesi ve korunma bulmaya, çağrıldıkları
barışın hazzını asla tadamaz.. Tekrarlıyoruz:
"Ey müminler, bütün varlığınızla İslâm'a
(barışa) girin, sakın Şeytanın izinden gitmeyin. Çünkü o, sizin apaçık
düşmanınızdır."
Yüce Allah burada müminleri topyekün
varlıkları ile barışa girmeye çağırırken aynı zamanda onları Şeytanın
peşinden gitmemeleri hususunda uyarmaktadır. Yani ortada sadece iki
istikamet vardır. Ya topyekün barışa girmek ya da Şeytanın izinden gitmek.
Ya doğru yol ya sapıklık. Ya İslâm ya cahiliye. Ya Allah'ın yolu ya Şeytanın
yolu. Ya Allah'ın rehberliği ya Şeytanın kışkırtması. İşte müslüman durumunu
böylesine bir kesinlikle kavramalı ve bu kavrayışın sonucu olarak sağa sola
yalpalamamalı, tereddüde düşmemeli, değişik yollar, değişik istikametler
arasında şaşırıp kalmamalıdır.
Ortada birden çok yaşama sistemi yok ki,
mümin bunların içinden birini seçsin ya da biri ile öbürünün bileşimini
benimsesin. Hayır, asla! kim bütün varlığı ile barışa girmez, kim kendini
bütünü ile yüce Allah'ın ve O'nun şeriatının egemenliğine teslim etmez, kim
diğer bütün düşünceler ile, diğer bütün sistemler ile ve diğer bütün yasal
düzenlemeler ile ilişkisini kesin olarak kesmez ise bu kimse Şeytanın
yolundadır, onun izinden gitmektedir.
Burada uzlaşmacı bir çözüm, şununla bunun
arasında yeralan her düşünceye açık bir sistem, yarısı şundan ve öbür yarısı
bundan oluşmuş bir ortak plân yoktur. Ortada hakk ile batıl, doğru yol ile
sapıklık, islâm ile cahiliye, Allah'ın sistemi ile Şeytanın kışkırtması
vardır. Yüce Allah müminleri ilk plânda bütün varlıkları ile barışa girmeye
çağırmakta ve ikinci aşamada da onları Şeytanın izinden gitmemeleri
hususunda uyarmaktadır. Bunun arkasından kendilerine Şeytanın düşmanları
olduğunu hatırlatarak vicdanlarını ve duyarlıklarını bilemekte, korkularını
harekete geçirmektedir. Bu öyle açık ve bariz bir düşmanlıktır ki, onu ancak
gafiller hatırlarından çıkarabilirler. Oysa gaflet ile iman birbiri ile
bağdaşmaz.
Daha sonraki ayette müslümanlar,
kendilerine açık gerçekler geldikten sonraki ayak sürçmelerinden korkmaya
çağrılıyor:
"Size açık deliller geldikten sonra yine
sürçerseniz, ayaklarınız kayarsa bilin ki, Allah her zaman üstündür ve
hikmet sahibidir."
Burada müminlere yüce Allah'ın "aziz (üstün
iradeli)" oluşunun hatırlatılmış olması, dolaylı olarak yüce Allah'ın
güçlülüğünü, kuvvetliliğini, tartışmasız baskınlığını ve O'nun
direktiflerine ters düştükleri takdirde bu üstün güçle karşı karşıya
geleceklerini anlatma amacı taşır. Yüce Allah'ın "hikmet sahibi" oluşunun
hatırlatılması da O'nun kullar için seçtiği her şeyin hayırlı, onlara
yasakladığı herşeyin kötü olduğunu, eğer müminler O'nun emrine uymaz ve
yasaklarından kaçınmazlarsa zarara uğramalarının kaçınılmaz olacağını
düşündürme amacı taşır. Buna göre ayetin sonuç cümlesi her iki kanadı ile
burada korkutma ve uyarma anlamı taşıyor.
Bundan sonraki ayette barışa girmekten yan
çizerek Şeytanın izinden gitmenin akıbetinden korkutma hususunda farklı bir
üsluba başvurularak ikinci şahıs (muhatap) sığası yerine üçüncü şahıs (gaip)
sığası kullanılıyor:
210- Acaba onlar bulut
gölgeleri arasından Allah'ın ve meleklerin tepelerine inmesini ve böylece
işin bitirilmesini mi bekliyorlar? Oysa bütün işlerin çözümü Allah`a
götürülecektir.
Buradaki soru aslında olumsuzluk belirten
ve onaylamayan bir ifade biçimidir. Onaylanmayan, kabul görmeyen, hoş
karşılanmayan şey ise tüm varlıkları ile barışa girmeye yanaşmayan, bu
konuda tereddütlü davrananların bekleyiş sebebidir. Onları bu çağrıya olumlu
karşılık vermekten alıkoyan sebep nedir? Ne bekliyorlar? Gözledikleri nedir?
Sanki bunlar "Allah ve melekler bulut gölgeleri arasından tepelerine
ininceye" kadar bu tereddütlü tutumlarını devam ettirecek gibidirler. Başka
bir deyimle acaba bunlar vadedilen korkunç gün gelinceye kadar inatlarını
sürdürüp bekleyecekler mi? O korkunç gün ki, yüce Allah o gün kendisinin
bulutlar arasından çıkageleceğini, meleklerin saf halinde ortaya çıkacağını,
Allah'ın izin verdiği ve doğru sözlü kimseler dışında hiç kimse ile
konuşmayacaklarını haber veriyor.
Şimdi biz, tehdit ve korkutma içeren bu
soruya muhatap oldukları halde inatçılığı sürdürenlerin ansızın o korkunç
günün gelip çattığını herşeyin bittiğini ve korkutulmaları amacıyla
kendilerine tasvir edilen o sürprizle yüzyüze geldiklerini hissediyoruz:
"İş bitirilmiş, sona erdirilmiştir."
Zaman geçmiş, fırsat elden kaçırılmış,
kurtuluş çaresi kalmamış ve bu şaşkın kimseler bütün işlerin çözümünün tek
başvuru mercii olan yüce Allah'ın huzurunda yüzyüze dikilmişlerdir:
"Oysa bütün işlerin çözümü Allah'a
götürülecektir."
Bu cümle Kur'an-ı Kerim'in şaşırtıcı
anlatım üslubunun tipik bir örneğidir. Bu anlatım yolu Kur'an'ı diğer
sözlerden ayırıp ona özgünlük ve orjinallik kazandırır. Bu üslup, tasvir
edilen sahneyi canlandırarak anında okuyucunun önüne getiren bir üsluptur.
Kalpler bu canlı sahnenin önünde gören, işiten ve tablonun içeriği ile
bütünleşen bir duyarlılıkla dikilir.
Peki barışa girmekten geri duranlar bu
ertelemeyi ne zamana kadar uzatacaklar? işte "en büyük korkulu an" onları
bekliyor. Daha doğrusu "en büyük korkulu an" onları çepeçevre kuşatmıştır.
Sözkonusu barış onların yakınındadır. "Gökyüzü beyaz bulutlar halinde
parçalandığı ve melekler bölük bölük indirildiği" (Furkan Suresi, 25) ve
"Cebrail ile meleklerin saflar halinde durdukları, Allah'ın izni olmaksızın
hiç kimsenin konuşamayacağı ve konuşunca doğruyu söyleyeceği" (Nebe Suresi,
38) gün gerçekleşecek olan, hem dünyayı ve hem de Ahireti etkisi altına
alacak olan barış çok yakınlarındadır. Herşeyin bittiği günkü barış...
Gerçekten herşey bitti ve "Bütün işlerin çözümü için Allah'a başvuruluyor."
Bundan sonraki ayette bu üçüncü şahıs
simasından ikinci şahıs (muhatap) simasına geçilerek Peygamberimize
sesleniliyor ve O'na yahudilere soru sorması emrediliyor. Bu surenin daha
önceki ayetlerinde anlatıldığı gibi yahudiler ilâhi çağrıya karşı ayak
diremenin tipik örneğini oluştururlar. Yüce Allah onlara nice açık ayetler
(mucizeler) sunduğu halde yine de kendilerine yönelik çağrılara kulak
asmamışlardır. Kendilerine verilen nice nimeti, iman ve barış nimetini
değiştirmişler, tahrif etmişlerdir:
211- İsrailoğulları'na sor;
kendilerine nice açık ayetler, deliller sunduk. Kim Allah'ın nimeti
kendisine geldikten sonra onu değiştirirse hiç kuşkusuz Allah'ın azabı pek
ağırdır.
Burada tekrar yahudilere dönülmesi son
derece normal bir olaydır. Çünkü onların çığır açıcılığını yaptıkları bir
tutum hakkında uyarıda bulunuyor. İlâhi çağrı karşısında ayak direme ve
olumlu cevap vermeme tutumu. Bütünü ile barışa girmeme, dışarda kalma
tutumu. Bunun yanısıra inatlaşma, önce olağanüstü bir mucize isteyip sonra
yine inatçılığa ve inkârcılığa devam etme tutumu. İşte yüce Allah'ın burada
müslüman cemaate, hakkında uyarı yönelttiği sürçmeler, ayak kaymaları
bunlardır. Bu uyarı, yahudilerin uğursuz akıbetinden kurtulsun diye
müslümanlara yöneltiliyor:
"Sor İsrailoğulları'na; kendilerine nice
açık ayetler, deliller sunduk."
Buradaki soru karşı taraftan cevap bekleyen
normal soru olarak kabul edilmemelidir. O, Kur'an'a özgü anlatım
özelliğidir. Amacı yüce Allah'ın yahudilere sunduğu ayetlerin ve gösterdiği
mucizelerin çokluğunu hatırlatmaktır. Bu ayetler ve olağanüstülükler kimi
zaman yahudilerin inadı ve isteği üzerine ve kimi zaman da doğrudan doğruya
yüce Allah'ın inisiyatifi ile, belirli bir hikmete dayalı olarak
sunulmuştur. Fakat bu mucizelerin çokluğuna rağmen yahudiler yine de
tereddüde düşmüşler, inatlarından vazgeçmemişler, ayak diremişler ve imanın
gölgesi altına aldığı barışa girmeye yanaşmamışlardır. İşte ayet, soru
üslubu ile bu nankörlüğü vurguluyor. Ayetin sonunda genelleyici bir yorum
cümlesi ile karşılaşıyoruz:
"Kim Allah'ın nimeti kendisine geldikten
sonra onu değiştirirse, hiç kuşkusuz, Allah'ın azabı pek ağırdır."
Burada sözü edilen ilâhi nimet barış nimeti
olabileceği gibi iman nimeti de olabilir. Zaten bunların ikisi de aynı
anlama gelir. Bu nimeti değiştirmenin doğurduğu tehlikenin başta gelen somut
örneği yahudilerin durumudur. Yahudiler, Allah'ın nimetini değiştirdikten,
gönüllü itaati reddettikten ve Allah'ın direktifine teslim olmaya yan
çizdikten sonra artık bir daha barış, huzur ve güven yüzü görememişlerdir.
Onlar sürekli olarak kuşkulu ve tereddütlü bir tutum sergilemişlerdi. Bu
tutumun sonucu olarak her adımda ve her olayla ilgili olarak sürekli
olağanüstülük ve mucize istiyorlar, sonra da gördükleri mucizeye
inanmıyorlar, yüce Allah'ın ışığı ve kılavuzluğu ile tatmin olmuyorlardı. Bu
yüzden ayette dile gelen şiddetli azap uyarısı ilk somut örneğini
yahudilerin şahsında buluyor. Bunun yanısıra bu tehdit her dönemde Allah'ın
nimetini değiştiren bütün serkeşler için de geçerlidir.
İnsanlık bu nimeti ne zaman değiştirdi ise
daha Ahiretteki azapla karşılaşmadan önce dünyadayken bu ağır azaba
uğramışlardır. Bunun böyle olduğunu anlamak için yeryüzünün her yanında
yaşayan bahtsız ve zavallı insanlığın haline göz atmamız yeterlidir. Bu
insanlar ağır bir azabın pençesinde kıvranıyorlar, her an başka bir yıkımla
ve uğursuz gelişme ile karşılaşıyorlar, endişe ve şaşkınlığın sürekli
acısını yaşıyorlar, birbirlerini acımasızca kırıyorlar, bir kısmının da
psikolojik yapıları ve sinir sistemleri tahrip oluyor. Sonu ölüm olan ruhi
boşluk ve psikolojik yıkım olan kararsızlık ve emniyetsiz bir ortamda
cemiyet ferdin, fert de cemiyetin kuyusunu kazıyor. Bu öldürücü ruhi boşluğu
medeni dünya kimi zaman alkollü içkiler ve uyuşturucu maddeler ile kimi
zaman da bazı acayip hareketler ile doldurmaya kalkışıyor. Eğer onları bu
hareketleri yaparken görecek olursan onların kendilerini kovalayan
hayaletlerin önünde kaçmakta olduklarını zannedersin!
Bu rubi boşluğun tutkunu olan zavallı
insanların tuhaf kılıklarına ve zoraki benimsenmiş görüntülerine bir göz
atalım: Kimi saçını yana yatırmış, kimi göğsünü açmış, kimi eteğini yukarıya
kaldırmış, kimi bir hayvanı canlandıran acaip bir şeyi başına geçirmiş, kimi
boynuna kaplan ve fil resmi işlemeli kolye takmış, kimi üzerine arslan ya da
ayı figürü ile boyalı bir tişört giymiş!
Bir de bu zavallıların bazı şenlik ve
törenlerde sergiledikleri çılgın danslara, baş döndürücü şarkılarına,
yapmacık görüntülerine ve abartmalı, gülünç süslerine bakmâlı. Zavallıların
işi-gücü gülünç anormallikleri ile dikkatleri çekebilmek ya da rezil edici
bir orjinallikle gönüllerini hoş tutmaktan ibaret.
Bir de bu zavallıların mevsimden mevsime,
hatta sabahtan akşama baş döndürücü bir hızla arzularının, eşlerinin,
dostlarının ve modalarının değişmesine göz atmalı.
Bütün bu tuhaflıklar barıştan ve tatmin
olma duygusundan yoksun öldürücü bir şaşkınlığı ortaya koyar. Bu
zavallıların kaçıp kurtulmak istedikleri somut bıkkınlık halini, boş
vicdanlarından ve paniğe kapılmış ruhlarından "kaçış"larını kanıtlar. Sanki
cinler ve hayaletler tarafından kovalanıyorlarmış gibi bir panik içinde
kendilerinden kaçıyorlar.
İşte bu, durum, yüce Allah'ın sistemine
boyun eğmeyenlere ve O'nun "Ey müminler bütün varlığınızla barışa girin"
çağrısına kulak vermeyenlere layık gördüğü bir tür cezadır. Kim Allah'ın
kullarına sunduğu nimetlerle uyumlu olmayı sağlayan bu imanı değiştirirse,
Allah korusun, mutlaka böyle bir azaba çarpılır, bu kaçınılmazdır.
Yüce Allah'ın çağrısı karşısında ayak
direme ve ilâhi nimeti değiştirme ile ilgili bu uyarının ışığı altında
kâfirler ile müminlerin durumu anlatılıyor ve bu vesile ile kâfir ile
müslümanlar arasındaki değerlere, durumlara ve kişilere yönelik ölçü
farklılıkları ortaya konuluyor:
212- Dünya hayatı kâfirlere
cazip görünür. Bunlar müminler ile alay ederler. Oysa Allah'ın azabından
sakınanlar, Kıyamet günü, kâfirlerden üstün konumdadırlar. Allah dilediğine
hesapsız olarak rızık verir.
Gerçekten şu dünya hayatı basit nimetleri
ve küçük amaçlı uğraşları ile kâfirlere cazip görünür. Onlar bu cazibeye
kapıldıkları için dünya hayatına takılıp kalırlar, onu aşamazlar,
bakışlarını onun ötesinde bir şeye yöneltmezler, onun değerleri dışında
kalan değerleri bilmezler. Şu dünya hayatının sınırları önünde dikilip kalan
kimselerin düşüncelerinin, müminin kafa yorduğu yüce ideallerin düzeyine
yükselmesi, müminin bakışlarını diktiği uzak ufuklara göz atması mümkün
değildir.
Mümin, dünya hayatının tüm nimetlerini
küçümseyebilir. Fakat bu küçümseme sözkonusu nimetlere yönelik bir çaba
eksikliğinden, bir enerji yetersizliğinden ya da bu hayatı geliştirip
ilerletmeyi umursamayan, olumsuz bir bakış açısından kaynaklanmaz. Fakat
müslüman, yeryüzündeki halifelik görevlerini yerine getirmekle, uygar ve
bayındır bir dünya uğruna sürekli çaba harcamakla, gelişme ve bol üretim
hedefleri peşinde ter dökmekle birlikte bu hayata yukardan bakar. Hayatın,
bu geçici nimetlerden daha önemli ve daha değerli ideallere adar Hayatını,
yeryüzünde ilâhî sistemi yerleştirme, insanlığı şimdi yaşadığından daha
gelişmiş ve daha mükemmel bir düzene ulaştırma, yüce Allah'ın sancağını
yeryüzünün ve insanların kısır amaçları üzerine dikme amacına adar. Bu
sayede insanlar bu sancağı o yüksek yerinde dalgalanırken görsünler ve
bakışlarını basit ve sınırlı realitenin ötesine diksinler ister. O basit ve
sınırlı realite ki, imanın sunduğu hedef yüceliğinden, ideal büyüklüğünden
ve geniş bakış açısından yoksun kalan kimseler sırf onun uğruna yaşarlar.
Yeryüzünün bataklığına saplanmış, dünya
kaynaklı hedeflerin tutsağı olmuş basit insanlar müslümanlara bakınca
onların, kendilerini içine saplandıkları bu bataklıkla, bu çirkefle, bu
basit nimetlerle başbaşa bırakarak sırf kendilerini özgü olmayan, fakat tüm
insanlığı ilgilendiren, sırf şahısları için değil, asıl inançları için
önemli olan büyük idealler peşinden koştuklarını görürler, aynı zamanda bu
idealler uğruna birçok sıkıntılara katlandıklarını, birçok acılara göğüs
gerdiklerini, basit insanların gözünde hayatın özü ve en yüksek amacı olan
dünya hazlarından kendilerini yoksun bıraktıklarını gözlerler. Bu durumda
ruhsuz kimseler, müminleri görünce onların yüce ideallerini kavrayamazlar.
Bunun üzerine onları alaya alırlar. Müslümanların durumlarım alaya alırlar,
düşüncelerini alaya alırlar, gittikleri yolu alaya alırlar!
"Dünya hayatı kâfirlere cazip görünür.
Bunlar müminler ile alay ederler." Fakat kâfirlerin kullandıkları bu ölçü,
bu kriter gerçek ölçü, gerçek kriter değildir. O kâfirliğe özgü bir ölçüdür,
cahiliye ölçütüdür. Gerçek ölçü ise yüce Allah'ın yanındadır. Yüce Allah da
müminlere kendi ölçüsüne göre taşıdıkları ağırlığı şöyle duyuruyor:
"Oysa Allah'ın azabından sakınanlar,
Kıyamet günü, kâfirlerden üstün konumdadırlar."
İşte yüce Allah'ın elindeki gerçek ölçü
budur. Müminler, bu ölçüye göre belirlenecek olan gerçek değerlerini
bilmenin gönül huzuru içinde aptalların beyinsizliğini, alaya alanların
alaylarını ve kâfirlerin değer yargılarını umursamaksızın bildikleri yoldan
gitmeye devam etsinler. Onlar, doğrudan doğruya en yetkili hakimin, yani
yüce Allah'ın tanıklığı ile Kıyamet günü, son hesaplaşma gününde ve her
zaman kâfirlerden üstündürler.
Yüce Allah onlar için hayırlı ve geniş
kapsamlı olan rızkı, kazancı biriktirir. Bu birikimi onlara dilediği alemde,
yani isterse dünyada isterse Ahirette ve kendileri için hayırlı gördüğü
takdirde hem dünyada hem de Ahirette verir:
"Allah dilediğine hesapsız olarak rızık
verir."
O eli açık bir bağışlayıcıdır. Dilediğine
verir, istediğine bol bol akıtır. O'nun bağış ambarının ne bekçisi var ve ne
de kapıcısı! O belirli bir hikmete bağlı olarak, kâfirlere dünya hayatının
güzelliklerini verebilir. Fakat kâfirlere verilen bu güzellikler, onlara
üstünlük sağlamaz, erdem kazandırmaz. O kendi seçtiği kullarına ya dünyada
ya Ahirette dilediğini verir. Yani verdiği herşey kendi katındandır. Fakat
onun iyi kulları hesabına yaptığı bağış seçimi en kalıcı ve en yüksek
düzeyli tercihtir.
Hayat, bu iki insan örneğini her zaman
tanımaya devam edecektir. Bir yandan değer yargılarını, kriterlerini ve
düşüncelerini yüce Allah'ın elinden alan, bu anlayış sayesinde hayat
bataklığının, geçici dünya nimetlerinin ve basit ideallerin üzerine
yükselen, böylece insanlıklarını gerçekleştirerek hayatın köleleri değil,
efendileri olan müminleri tanıyacaktır. Bunun yanısıra hayat diğer insan
tipini de tanıyacaktır. Yani dünya hayatının cazibesine kapılan, dünyanın
geçici nimetlerinin ve değer yargılarının tutsağı olan, önlenemeyen ve
dizginleri tarafından bataklığa sürüklenip de buraya saplandıkları için
yukarıya çıkamayanlara da her zaman tanık olacaktır.
Müminler, basit şeylerin tutsağı olan bu
kişilere yukardan bakmaya devam edeceklerdir. Bu zavallılar ne kadar geçici
dünya nimeti ve dünya malı elde ederse etsinler, bu önemli değildir. Buna
karşılık sözkonusu kişiler kendilerinin herşeye sahip olduklarına ve
mü'minlerin her şeyden yoksun bırakıldıklarına inanacaklar ve bu inancın
etkisi ile müminlere bazan acıyacaklar ve bazan da onları alaya
alacaklardır. Oysa asıl alaya alınacak ve asıl acınacak kimseler
kendileridir.
Ölçüler ve değer yargıları belirlendikten,
kâfirlerin müminlere yönelik kanaatleri tanıtıldıktan ve her iki insan
tipinin yüce Allah katındaki ölçüleri ortaya konduktan sonra insanlar
arasındaki düşünce, inanç, ölçüler ve değer yargıları uyuşmazlığı meselesine
geçilmekte ve bu mesele, uyuşmazlığa düşenlerce başvurulması gereken bir
temel ilkenin, uyuşmazlık konusu meselede son hükmü verirken dayanılacak
ortak ölçütün belirlenmesi ile noktalanmaktadır:
213- İnsanlar tek bir ümmet
idi. Allah, peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdi. İnsanların
anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm vermek için peygamberler
ile birlikte hakk içerikli kitap indirdi.
Ancak kitap verilenler, kendilerine açık
deliller geldikten sonra karşılıklı ihtirasları yüzünden bu kitap hakkında
anlaşmazlığa düştüler. Bu arada Allah'ın izni ile mü'minleri, kâfirlerin
üzerinde anlaşmazlığa düştükleri gerçeğe iletti. Zaten Allah dilediği
kimseleri doğru yola iletir.
DİNLER TARİHİ
İşte insanlığın ortak hikâyesi. İnsanlar
aynı yolu izleyen, aynı düşünceyi benimseyen tek bir ümmet halinde
yaşıyorlardı. Burada belki de Hz. Adem ile Havva'dan ve bunların çocukları
ile torunlarından oluşmuş olan küçük çaptaki ilk insan toplumuna, bu
toplumun henüz düşünce ve inanç farklılıklarının baş göstermeden önceki
haline işaret ediliyor.
Kur'an-ı Kerim, burada insanlığın ortak bir
kaynaktan geldiğini belirtiyor. Bu ortak kaynak ilk insanlık ailesinin, yani
Hz. Adem ve Havva ailesinin çocuklarıdır. Yüce Allah bütün insanlığı tek bir
küçük ailenin ürünü olarak yaratmayı diledi. Böylece insanların hayatına
aile ilkesini yerleştirdi, bu kurumu toplumun ilk tuğlası yaptı.
insanlar, bu ilk ailenin çerçevesi içinde
bir süre boyunca aynı sosyal düzeyde, aynı doğrultuyu ve düşünceyi
benimsemiş olarak yaşadılar. Bu arada çoğaldılar, sayıca artış gösterdiler,
farklı yerlerde yaşamaya yöneldiler, hayat standartları gelişti, bir yandan
da daha önce yapılarında potansiyel olarak varolan çeşitli yetenekler ortaya
çıkmaya başladı. İnsanları bu potansiyel yeteneklerle donatarak yaratmış
olan Allah'tır. O, bunu kendince bilinen bir hikmete dayalı olarak yarattı.
O, bunun yanısıra yeteneklerin, enerjilerin ve istikametlerin çeşitliliğinin
ardında hayat için yararlı .olduğunu da biliyordu.
Bunun üzerine, insanlar arasında düşünceler
farklılaştı, birbiriyle uyuşmayan görüş açıları belirdi, birden çok yaşama
tarzları ortaya çıktı ve çeşitli inanç sistemleri doğdu. İşte o zaman da
yüce Allah müjdelemekle ve uyarmakla görevli olarak peygamberleri gönderdi:
"Allah, peygamberler ile birlikte
insanların anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm vermek için
hakk içerikli kitap gönderdi."
Burada şu büyük gerçek açıkça ortaya
çıkıyor: Farklı olmak, uyuşmazlığa düşmek insanların doğasının, temel
karakterinin sonucudur. Çünkü bu farklılık, bu uyuşmazlık, insanlığın
yeryüzü halifeliği ile görevlendirilişinin arkasında saklı duran yüce
hikmeti gerçekleştiren temel yaratılış ilkelerinden birini oluşturur. Bu
halifelik misyonu çeşitli görevlerin yerine getirilmesini, buna bağlı olarak
her türden farklı yeteneklerin varolmasını gerektirir. Böylece insanlar hep
birlikte birbirlerini tamamlayacak, sıkı bir işbirliği gösterecek ve bunun
sonucunda yüce Allah'ın ezeli bilgisi ile tasarlanan evrensel karar uyarınca
halifelik ve dünyayı ma'mur kılma alanındaki evrensel fonksiyonlarını yerine
getirebileceklerdir. O halde sözkonusu görev farklılıklarını karşılayacak
çeşitlilikte hünerlerin olması, farklı ihtiyaçları karşılayacak oranda
değişik yeteneklerin bulunması gerekir. Nitekim yüce Allah bu gerçeği bize
şöyle açıklıyor:
"Fakat, Rabbinin merhamet ettikleri dışında
kalan insanlar sürekli uyuşmazlık halindedirler. Zaten Allah insanları bunun
için yarattı." (Hud Suresi.118-119)
Yetenek ve görevlerdeki bu farklılık,
normal olarak düşüncelerde, ideallerde, sistemlerde ve yollarda ayrılık
meydana getirir. Fakat yüce Allah bu arzu edilen ve gerçeklesen
farklılıklarını enine-boyuna geniş bir çerçeve içinde kalmasını, bu
çerçevenin sağlıklı ve doğru istikametli olmaları şart olan bu
farklılıkların tümünü kapsamına almasını ister. Sözünü ettiğimiz çerçeve,
iman çerçevesidir. Bu çerçeve insanlarda görülen değişik yetenekleri,
değişik hünerleri ve değişik enerjileri i4ine sığdıracak derecede geniştir.
Bunun sonucu olarak sözkonusu yetenek ve enerjileri ne öldürür ve ne de
baskı altına alır, fakat onları düzene koyar, koordine eder ve yapıcılık
yolunda harekete geçirir.
Bundan dolayı elimizde uyuşmazlığa
düşenlerin birlikte başvurabilecekleri değişmez bir ölçü, dâvacı ve dâvalı
tarafların müracaat edebilecekleri bir adil hakem, taraflar arasındaki
tartışmaya son verebilecek ve herkesi kesin bir kanaate vardıracak bir son
söz mutlaka olmalıdır:
"Allah, peygamberleri müjdeleyici ve
uyarıcı olarak gönderdi. İnsanların anlaşmazlığa düştükleri konularda
aralarında hüküm vermek için peygamberler ile birlikte hakk içerikli kitap
indirdi."
Yüce Allah'ın burada geçen "hakk" içerikli
sözü üzerinde mutlaka durmamız gerekir. Bu söz sadece ilâhi kitabın
getirdiği bilgilerin "hakk" olduğunu, bu hakkın kendi dışındaki insan
sözleri, düşünceleri, Sistemleri, değer yargıları ve kriterleri hakkında
adil hüküm ve son söz olsun diye indirildiğini kesinlikle belirliyor. Bu
hakkın dışında bir başka hak, bu hükmün yanında başka bir hüküm ve bu sözden
sonra başka bir söz geçerli olamaz. Birden fazla sayıda olmayan bu hakk
ortada olmaksızın, bu hakkı insanlar arasındaki bütün ihtilaflı konularda
hakem yapmaksızın ve onun hükmüne tartışmasız ve itirazsız olarak boyun
eğmeksizin, bütün bunlar olmaksızın, şu hayatın gidişatı yoluna girmez,
insanlar arasındaki uyuşmazlıklar ve ayrılıklar sona ermez, yeryüzünde barış
ortamı gerçekleşmez ve insanlar asla barışa giremez.
İnsanların düşüncelerini ve yasal
ilkelerini nereden alacaklarını ve aralarında doğacak çeşitli uyuşmazlıkları
çözmek için nereye başvuracaklarını belirleme hususunda bu gerçeğin son
derece önemli bir değeri vardır. Sözkonusu başvuru mercii birden çok değil,
bir tektir ve bu hakk içerikli kitabı indirmiş olan mercidir. O kaynak
birden çok değil, bir tanedir ve o da tartışma ve uyuşmazlığa düşülen
konularda insanlar arasında hüküm vermek için yüce Allah tarafından
indirilmiş olan kitaptır.
Bu kitap özü itibariyle bütün
peygamberlerin yanlarında getirdikleri tek bir kitaptır. O halde gelen hep
aynı kitaptır. Millet de genel anlamda tek bir millettir. Bu kitapta dile
gelen düşünce de temelde tek bir düşüncedir: Yani tek bir ilâh, tek bir
Rabb, tek bir kulluk mercii ve bütün insanlar için tek bir yasa koyucu
olduğudur.
Daha sonra zamanla milletlerin ve
kuşakların ihtiyaçları, hayatın gelişme evreleri ve ilişkileri uyarınca
ayrıntılarda farklılıklar meydana geliyor ve islâm'ın sunduğu şekli ile son
biçimini alıyor, bu son kitabın geniş ve kapsamlı çerçevesinde hayatın akışı
ve gelişmesi serbest bırakılıyor. Bu gelişme yüce Allah'ın rehberliği
sistemi ve sözkonusu yaygın, kapsamlı çerçevesinin sınırları içinde
yenilenen, canlı şeriatı altında gerçekleşecektir.
Kitap hakkında Kur'an-ı Kerim'in
seslendirdiği bu görüş, dinlerin ve inanç sistemlerinin tarihi gelişimi ile
ilgili İslâm'ın dosdoğru bakış açısını yansıtır. Bu bakış açısına göre her
peygamber aslında, köklü bir temel üzerine oturan bu tek dini getirmiştir.
Bu temel, kayıtsız-şartsız Tevhid (Allah'ın birliği) ilkesidir. Sonra her
peygamber devriminin arkasından zamanla sapmalar baş gösteriyor, hurafe ve
masallar inançlara galebe çalıyor, sonunda insanlar bu büyük kaynaktan
tamamen uzaklaşıyorlar. Bunun üzerine yeni bir peygamber devrimi
gerçekleşiyor. Bu peygamberlik devrimi köklü inancı yeniden ortaya
çıkarıyor, bu inanca karıştırılan hurafeleri temizliyor, ayrıntılar ile
ilgili hükümlerde İslâm ümmetinin yeni şartlarını ve gelişme düzeyini
gözönünde bulunduruyor.
Bu görüş, dinler tarihi konusunda araştırma
yapan gayri-müslimlerin, zaman zaman farkında olmaksızın müslüman
araştırmacıları da etkileyen teorilerine tercih edilmeli, o teoriler yerine
bu görüş savunulmalıdır. Bu teoriler, araştırmalarını tarih boyunca inancın
özü ve düşünce sisteminin temelinde değişme ve gelişme olduğu esasına
dayandırırlar. Şarkiyatçıların ve onların benzeri cahil Batılı
araştırmacıların temel yaklaşımı budur.
Oysa yüce Allah'ın hakk içerikli olarak
indirdiği ve tarihin başlangıcından beri bütün zamanlarda ve her yeni
peygamberle birlikte uyuşmazlık konularında insanlar arasında hüküm vermek
üzere gönderilen bu kitabın fonksiyonu, ancak iman düşüncesinin özünün
değişmezliği ilkesi ile bağdaşabilir.
Ortada insanların sığınacakları değişmez
bir ölçü, başvurabilecekleri bir son söz mutlaka bulunmalıdır. Bunun
yanısıra bu ölçü mutlaka insan dışı bir kaynağın eseri olmalı, bu son söz,
mutlaka insan ihtiraslarından, insan yetersizliğinden ve insan
bilgisizliğinden etkilenmeyen adil bir hakimin sözü olmalıdır.
Bu değişmez ölçüyü ortaya koymak için
sınırsız bir bilgi, geçmişte olanları, şimdiki zamanda olanları ve ilerde
olacakları tümü ile içeren bir bilgi gereklidir. Bu bilgi aynı varlık
birimini geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek gibi kategorilere ayıran zaman
kayıtları ile ya da yine bu aynı varlık birimini kesin, şüpheli, meçhul,
somut ve görünmez gibi kesimler ile sınırlandırmamalıdır. Yine bu bilgi aynı
varlık birimini yakın, uzak, görünür, görünmez, algılanabilir ve algılanamaz
gibi mekan kayıtları ile de sınırlamamalıdır. Bu değişmez ölçü neyi ve kimi
yarattığını, bilen, herkese yarayan ve istikrarı sağlayan sistemin ne
olduğunu bilen bir ilâhın varlığına ihtiyaç gösterir.
Bunun yanısıra bu ölçüyü ortaya koymak için
şahsî ihtiyaç, yetersizlik, geçicilik, yok olmak, ihtiras, arzu ve korku
gibi insana özgü duygu ve kaçınılmazlıkları aşmış olmayı, evrende bulunan
herşeyin ve herkesin üstünde bulunmayı, başka bir deyimle şahsi amacı,
arzusu, hazzı, kişisel yetersizliği ve eksikliği sözkonusu olmayan bir
ilâhın varlığını gerektirir.
Bu arada insan aklına düşen görev, gelişen
durumları, değişen şartları ve yenilenen ihtiyaçları izlemek ve bunlar ile
insan arasında geçici bir zaman süresi için uyum sağlamaktır. Yalnız bu
görevini yaparken yanlışını, doğrusunu; sapıklığını, istikametliliğini;
haklılığını ve eğriliğini belirlemek için başvuracağı değişmez bir ölçüsü
olmalı ve bu değişmez ölçünün denetimi altında olmayı kabul etmelidir.
Hayatın sağlıklı biçimde devam etmesi ancak bu yolla mümkün olabilir ve yine
ancak böyle olunca kendilerini asıl yönetenin Allah olduğuna kesinlikle
inanabilirler.
Bu ilâhî kitap yetenek, hüner, tutulan yol
ve yararlanılan araç farklılıklarını törpüleyip ortadan kaldırmak için
gelmiş değildir, insanlar uyuşmazlığa düşünce sırf onu hakem tanımaları için
gelmiştir.
Bu gerçek İslâm'ın tarih görüşünün temelini
oluşturan bir başka gerçeği ortaya çıkarır ki o da şudur:
İslâm, yüce Allah tarafından indirilmiş
olan "hakk içerikli kitabı" ihtilaflı durumlarda insanlar arasında hüküm
versin diye kendilerine sunuyor. Bu kitabı, insanlık hayatının temel
dayanağı olsun diye ortaya koyuyor. Sonra hayat devam ediyor. Eğer bu
hayatın akışı bu temel dayanakla uyuşur, onun üzerine oturursa o zaman
hayatın akışı "hakk"tır. Ama eğer hayatın akışı bu temel dayanağın dışına
kayarak başka temellere oturursa o zaman "batıl" olur.
Buna göre insanlar, hakla batılın ne
olduğuna karar veren hakem değillerdir. İnsanların onayladıkları şey hakk
değildir, insanların doğru saydıkları şey din değildir. İslâm'ın tarih
görüşü herşeyden önce şu ilkeye dayanıyor: İnsanlar herhangi bir şeyi
yapabilirler herhangi bir şeyi söyleyebilirler ve yaşam tarzlarını herhangi
bir şeye dayandırabilirler. Eğer sözkonusu "şey" Allah'ın kitabına ters
düşüyorsa bu durum o şeyi "hakk"ın yerine geçirmez, onu dinin esaslarından
biri yapmaz, ona dinin pratik yorumu sıfatını kazandırmaz; ardarda gelen
kuşakların onu benimsemiş olması, ona haklılık gerekçesi sağlamaz.
Bu gerçek İslâm'ın temel ilkelerini,
onların arasına insanlar tarafından karıştırılan yabancı unsurlardan
arındırma konusunda son derece önemlidir. Meselâ İslâm tarihinin herhangi
bir döneminde bir sapma meydana gelmiş ve bu sapma gitgide büyümüş olsun.
Şimdi denilebilir mi ki: Sözkonusu meydana gelmiş sapmalar mademki hayatın
pratiğine girmiştir o halde İslâmın sınırları dahilindedir! Asla böyle
birşey ileri sürülemez. İslâm, bu tarihî uygulamadan hep uzak ve ayrı kalır
ve meydana gelmiş olan bu sapma, bu yanılgı hiçbir zaman delil ve örnek
olarak kullanılamaz. Dahası, İslâmi hayat tarzının kesintiye uğradığı yerden
itibaren devam ettirmek isteyen kimse bu sapmayı ortadan kaldırmak, uygulama
alanından uzaklaştırmak ve yüce Allah tarafından ihtilaflı konularda
insanlar arasında hüküm vermek üzere indirilen kitaba dönmekle görevlidir.
Gerçi kitap geldi. Ama ihtiraslar şu ya da
bu taraftan insanları yenilgiye uğratıyor; çeşitli arzular, özlemler,
korkular ve sapıklıklar onları bu kitabın hükmünü kabul etmekten, bu kitabın
içerdiği hakka dönmekten uzaklaştırıyor:
"Ancak kitap verilenler, kendilerine açık
deliller geldikten sonra karşılıklı ihtirasları yüzünden bu kitap hakkında
anlaşmazlığa düştüler."
Burada sözü edilen "azgınlık"; kıskançlık,
açgözlülük, tamahkârlık, hırs ve keyfilik azgınlığı olabilir. İnsanları
düşünce ve sistemin özünde anlaşmazlığa düşmeye; ayrılığa, inatçılığa ve
serkeşliğe sürükleyen baş faktör, işté bu azgınlıktır.
Bu bir gerçektir. Bu kitabın özü hakktır,
belirgindir, tutarlıdır, parlaktır, aydınlıktır, pırıl pırıldır. Eğer onun
özü konusunda iki kişi uyuşmazlığa düşmüş ise mutlaka ikisinden birinde ya
da her ikisinde azgınlık ve keyfilik hastalığı vardır. Buna karşılık eğer
ortada iman varsa mutlaka bir noktada buluşma ve uyuşma gerçekleşir:
"Bu arada Allah'ın izni ile mü'minleri,
kâfirlerin hakkında anlaşmazlığa düştükleri gerçeğe iletti."
Vicdanlarındaki temizlik, ruhlarındaki
arınmışlık ve kalplerindeki hakka ulaşma arzusu sayesinde yüce Allah onları
gerçeğe, doğru yola iletti. Böyle olunca gerçeğe ulaşmak ve doğru yolu
bulmak ne kadar kolay oluyor:
"Zaten Allah dilediği kimseleri doğru yola
iletir."
Bu yol; bu ilâhi kitabın tanıttığı yol. Bu
yaşama sistemi, hakka dayanan, dosdoğru yolu izleyen, arzu ve ihtirasların
saldırılarına uğramamış olan, nefsin içgüdülerinin ve eğilimlerinin oyuncağı
olmayan yoldur.
Yüce Allah dilediği kimseleri, doğru yola
iletilmeye yetenekli kimselerden istediklerini bu doğru yola iletir. Bu
kimseler "barışa girerler" ve yine banlar "üstün olarılar"dır. Dünyadaki
gelişmeleri, yüce Allah'ın ölçüsüne göre değerlendirmeyenler her ne kadar
bunları mutluluktan mahrum kalmış saysalar ve kâfirlerin müminleri alaya
aldıkları gibi alay etseler de bu böyledir.
Şimdi de müslümanların kalplerinde imana
dayalı eksiksiz ve parlak bir düşünce oluşturmayı amaçlayan bu direktifler,
gerek kendi aralarında gerekse müşriklerden ve kitap ehlinden oluşmuş
düşmanları ile ilişkilerinde uyuşmazlığın, çatışmanın pratik sıkıntılarını
yaşayan ve bu uyuşmazlığın körüklediği savaşlara, meşakkatlere ve
sıkıntılara göğüs geren müminlere yöneltiliyor. Onlara bu durumun müminleri
arındırmak ve Cennet'e girmeye hazırlamak, mutlu sona lâyık olmak amacına
dayanan geleneksel bir ilâhî kanun (sünnetullah) gereği olduğu anlatılıyor.
Bunun için bu inanç sisteminin bağlıları inançlarını savunmalı, bu uğurda
sıkıntıyla, acıyla, baskıyla ve ızdırapla yüzyüze gelmeli, zafer ile hezimet
kutupları arasında gidip gelmelidirler. Böylece hiçbir baskı altında
sarsılmaksızın, hiçbir düşman güçten ürkmeksizin, hiçbir fitnenin ve
mihnetin darbeleri altında hayal kırıklığına düşmeksizin inançlarına
bağlılıklarını sürdürdükleri takdirde yüce Allah'ın yardımını hakederler.
Çünkü onlar o gün yüce Allah'ın dininin güvenilir korucuları olmuşlar,
uhdelerine verilen emanete sahip çıkmışlar, onu korumaya ve savunmaya lâyık
olmuşlardır. Bunların yanısıra Cenneti de hak etmişlerdir. Çünkü ruhları
korkudan, aşağılıktan (zilletten), yaşama tutkusundan, dünya rahàtlığından
ve refahından kurtulmuş, sıyrılmıştır. O zaman onlar Cennet'e en yakın
noktada ve dünyanın toprağından olan en yüksek düzeydedirler:
214- Acaba sizden
öncekilerin başlarına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeksizin,
kolayca Cennet'e gireceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine ağır sıkıntılara
ve zorluklara uğradılar, öylesine sarsıldılar ki, peygamberleri ile
çevresindeki inanmışlar ';Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?" dediler. İyi
bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır.
Yüce Allah ilk müslümàn cemaate böyle hitap
ediyor, dikkatlerini kendilerinden önce yaşamış olan mümin cemaatlerin
tecrübelerine ve seçilmiş kullarının eğitilmesine ilişkin ilâhî kanununa
(sünnetullaha) yöneltiyor. O seçilmiş kullar ki, yüce Allah, sancağını
onların ellerine veriyor, yeryüzünde halifesi olma emanetini, sistemini ve
şeriatını omuzlarına yüklüyor. Bu hitap, aynı zamanda bu büyük görevi
üstlenen, bu son derece önemli misyonu taşımayı seçen herkese yöneliktir.
Bu ayetin anlatmış olduğu tecrübe; köklü,
düşündürücü ve ürkütücüdür. O dönemin peygamberi ile çevresindeki müminlerin
sorusunu düşünelim. Bu soru hakka ulaştığı kesin olan bir peygamber ile
kendi çevresindeki Allah'a inanmış kimseler tarafından soruluyor. Soru
"Allah'ın yardımı ne zaman?" şeklindedir. Bu soru bize böylesine hakka
ulaşmış kalpleri sarsan sıkıntının çapını somut olarak anlatacak
niteliktedir. Sözünü ettiğimiz soylu kalpleri baskısı altına alan sıkıntı
tarif edilmez boyutlara ulaşmış ki, bu kalplerden "Allah'ın yardımı ne zaman
gelecek?" şeklinde bezginliği dışa vuran bir soru yükselmiştir.
Kalpler, bu sarsıcı sıkıntı karşısında
sebat edince, direnişini sürdürünce, işte o zaman yüce Allah'ın vaadi
gerçekleşir, O'nun yardımı imdada yetişiverir:
"İyi bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır."
Bu yardım onu hakedenler için hazır
bekletiliyor. Fakat onu ancak sonuna kadar direnmeye devam edenler, sebat
edenler hakedebilir. Sıkıntıya ve darlığa göğüs gerenler, sarsıntıya
kapılmaksızın bu direnişi gösterenler, zulüm karşısında baş eğmeyenler, yüce
Allah'ın bu yardımını dilediği kimselere göndereceğine kesinlikle inananlar,
hatta sıkıntı doruk noktasına ulaştığı anlarda bile yalnızca Allah'ın
yardımını gözleyenler; başka hiçbir çözüme, Allah'ın katından gelmeyen
herhangi bir desteğe kesinlikle ümit bağlamayanlar bu yardıma hak
kazanabilirler. Zaten sözkonusu yardım sadece Allah katından gelebilir.
İşte müminler bu kesin direniş sayesinde
Cennet'é girerler, buna lâyık olurlar, buna öncelik kazanırlar. Cihaddan,
imtihandan, sabırdan, direnişten, sebattan, sırf Allah'a yönelmekten,
bilinçlerinde sırf O'nu yaşatmaktan, O'nun dışındaki herşeyle ve herkesle
bağını kopardıktan sonra gelen bir hak ediştir bu.
Mücadele ve bu mücadele sırasında
gösterilen sabır, vicdanlara güç verir; onlara kendilerini aşma imkânı
sağlar; onları potasında eritip arındırır; cevherlerini saf ve parlak hale
getirir. İnanca derinlik, güçlülük ve canlılık bağışlar. Bunun sonucu olarak
o inanç sistemi düşmanlarının gözünde bile parlak görünür. O zaman sözkonusu
düşmanlar akın akın Allah'ın dinine girerler. Bu, dün olduğu gibi bugün de
daha yolun başında taraftarlarının birçok eziyetle karşılaştığı her hak
davanın karşılaşacağı bir sonuçtur. Öyle ki, bu taraftarlar karşılaştıkları
eziyetlere sabırla katlandıklarında daha önce kendileri ile savaşan
düşmanlarının saflarına katıldıkları, en şiddetli hasımların ve katı
inatçıların kendilerini desteklemeye yöneldikleri görülür.
Üstelik böyle birşey olmasa bile aslında
bundan daha önemlisi meydana gelir. Hücuma uğrayan çağrının taraftarlarının
ruhları bütün yeryüzü güçlerinin, bu güçlerin şerlerinin ve fitnelerinin
üzerine yükselir. Bu ruhlar rahat ve refah düşkünlüğünün, son olarak da
yaşama hırsının tutsaklığından kurtulur. Bu kurtuluş bütün insanlık hesabına
bir kazanç olduğu gibi dünyaya ve sıkıntılarına tepeden bakma yolu ile bu
sonuca ulaşmış olan ruhlar hesabına da bir kazançtır. Öyle değerli bir
kazanç ki, Allah'ın yüce sancağım yükseklerde dalgalandırma görevini, O'nun
emanetini, dinini ve şeriatını üstlenmiş olan müminlerin çekmiş oldukları
bütün acılardan ve sıkıntılardan daha ağır basar.
Bu kurtuluş, sahibini son çözümde Cennet
hayatına lâyık hale getirecek faktördür. İşte yol budur. Yüce Allah'ın gerek
ilk müslüman cemaate ve gerekse her kuşaktan müslümanlara anlattığı gibi yol
budur. İşte yol budur. Yani iman ve cihad, sıkıntı ve meşakkat, sabır ve
direnme ve sırf Allah'a yönelme yolu. Arkasından zafer ve daha sonra da
Cennet mutluluğu gelir.
İSLÂM TOPLUMUNDA SOSYAL
DAYANIŞMA
Surenin bu bölümünü İslâm'ın çeşitli
hükümleri hakkında sorulan sorular oluşturmaktadır. Yukarda "Sana hilâller
hakkında soru sorarlar" ayetini incelerken belirttiğimiz gibi bu görüntü o
zamanki müslümanların vicdanlarındaki inanç uyanıklığını ve bu inancın ne
kadar etkili olduğunu, müminlerin gündelik hayatının her olayı ile ilgili
olarak inançlarının hükmünü bilmeyi nasıl arzu ettiklerini, davranışları ile
inançlarının arasında uyum sağlamaya ne kadar önem verdiklerini ortaya
koyar.
Bu tutum müslüman olmanın belirtisidir.
Yani müslüman, hayatının küçük büyük her olayı, her gelişmesi ile ilgili
olarak,İslâm'ın hükmünü araştırmalı, İslâm'ın o konudaki hükmünün ne
olduğunu kesin olarak anlamadan hiçbir davranışa girişmemelidir. İslâm'ın
onayladığı uygulama onun ilkesi ve kanunu olacağı gibi İslâm'ın onaylamadığı
uygulama ona yasak ve haram olur. İşte bu duyarlılık; bu inanç sistemine
inanmış olmanın kesin belirtisi, göstergesidir.
Bunun yanısıra bu bölümdeki bazı sorular
yahudilerin, münafıkların ve müşriklerin birkısım İslâmî uygulamalarla
ilgili olarak çıkarmış oldukları hilekâr yaygaralar sebebiyle gündeme
gelmiştir. Bu durum müslümanları bu konularda soru sormaya sürüklemiştir.
Müslümanlar bu soruları ya o ihtilaflı konular hakkındaki İslami hükmün
içyüzünü ve hikmetini iyice anlamak içir ya da sözünü ettiğimiz
yaygaralardan ve zehirli propagandalardan etkilendikleri için soruyorlar.
Kur'an-ı Kerim, bu tartışmalı meselelere kesin sözünü söyleyerek
yaklaşmakta, böylece müminlere kesin bilgi sunmakta, komploları boşa
çıkarmakta, fitnelerin kökünü kurutmakta ve hilekâr düşmanların tuzaklarını
kendi boyunlarına geçirmektedir.
İşte bu bölümde bu tür soruların bir
kısmıyla karşılaşıyoruz. Bu ayetlerde hayır amaçlı harcamalar, bu
harcamaların yerleri, miktarları ve hangi tür maldan yapılacakları
soruluyor. Yasak ayda savaşmanın hükmü soruluyor. İçki ve kumar konusundaki
hükmün ne olduğu soruluyor. Yetimler hakkında soru soruluyor. Bu soruların
gerekçelerini az önce söylediğimiz sebepler oluşturuyor. Aşağıda ayetleri
tek tek incelerken bu sebepleri ayrıntılı biçimde gözden geçireceğiz.
215- Sana (Allah yolunda)
ne harcayacaklarını sorarlar. De ki; "Vereceğiniz mal (hayır) ana-baba,
yakın akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Hiç
şüphesiz Allah yaptığınız her hayrı bilir."
Bu sorudan önce bu surede infak konusu ile
ilgili çok sayıda ayet yeraldı. İnfak ve yardımlaşma konusu, İslâm'ın doğup
geliştiği şartlara benzer ortamlarda müslüman cemaatin karşı karşıya kaldığı
ve göğüslemek zorunda tutulduğu sıkıntılarla, meşakkatlerle ve savaşlarla
başa çıkabilmesi için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bunun yanısıra
yardımlaşma toplumsal dayanışmanın, sosyal güvenliğin gerçekleşmesi ve
fertler arasında duygusal farklılıkların ortadan kaldırılması açısından da
gereklidir. Öyle ki, her fert bu organizmanın bir üyesi olduğunu, onun
hiçbir imkânını kendinden esirgemediğini ve hiçbir şeyden onu mahrum
tutmadığını hissetmelidir. Bu durum, cemaatin duygusal oluşumu açısından çok
önemlidir. Ayrıca fertlerin ihtiyaçlarını karşılamak, toplumun pratik
oluşumu açısından da önemlidir.
Burada bazı müslümanlar "Ne verecekler"ini
soruyorlar. Bu soru, verecekleri şeyin türüne ilişkin bir sorudur. Bu soruya
verilen cevapta ise vermenin niteliği anlatılmakta, bunun yanısıra yardım
edilecek kimselerin öncelik ve yakınlık sırası belirlenmektedir. Ayetin şu
ifadesine dikkat edelim:
"De ki; `hayır (iyilik, yardım) olarak ne
verirseniz..."
Bu ifade tarzı bize iki şeyi düşündürüyor:
Birincisi verilen şey, yapılan yardım hayırdır, hayrın ta kendisidir. Veren
için hayırdır, alan için hayırdır, cemaat (toplum) hesabına hayırdır, başlı
başına hayırdır, iyi bir davranıştır, iyi bir sunuştur, iyi bir şeydir.
Çünkü başkalarına birşey vermek kalbi temizleyici, vicdanı arındırıcı bir
davranıştır; Bunun yanısıra başkalarına sağlanan bir yarar, bir yardımdır.
Asıl kalbi temizleyen, vicdanı arındıran ve özveriye soylu anlam kazandıran
hayırda bulunma, eldeki şeylerin en iyisini bulup başkaları adına onu gözden
çıkarabilmektir.
Yalnız bu ima yollu teşvik, zorunluluk
anlamı taşımaz. Çünkü, başka bir ayette belirtildiği gibi, yardım ederken
benimsenmesi zorunlu olan tutum, verenin elindeki şeyin normalini, ortalama
kalitede olanını vermesi, bunun ne daha kalitelisini ve ne de daha
pahalısını vermemesidir. Fakat bu ayetin içerdiği imalı teşvik, nefsi, iyi
olan malı verebilmeye yatkın hale getirmeyi, Kur'an-ı Kerim'de izlenen nefis
eğitimi ve kalpleri hazırlama metodu uyarınca bu tür özveriyi sevdirmeyi
sağlar.
Verilecek sadakanın türü belirlendikten
sonra söz, verme biçimine ve kime sadaka verilmesi gerektiğine getiriliyor:
"Vereceğiniz mal (hayır) ana-baba,
akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir."
Ayetin bu cümlesi, toplumda yaşayan
insanlardan birkaç grup insanı birbirine bağlıyor. Bu kesimlerin bazısını
yakın akrabalık bağı, bazısını uzak akrabalık bağı, bazısını merhamet bağı
ve bazısını da bu inanç sisteminin çerçevesi içinde yeralan kapsamlı
insaniyet bağı yardım edene bağlıyor. Bütün bu insan kesimleri aynı ayette
sıralanıyor: Ana-baba, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar.
Bütün bu kesimler, sağlam bir inanç çerçevesi içinde insanlar arasında
sosyal güvenliği sağlama ilişkisi uyarınca dayanışmaya girişiyorlar.
Bu ayetteki sıralama başka ayetlerde de
tekrarlanıyor ve Peygamberimizin bazı hadislerinde açık ve sınırlandırıcı
bir dille ifade ediliyor. Meselâ Cabir b. Abdullah'ın bildirdiğine göre
Peygamberimiz bir sahabeye şöyle buyuruyor:
"Yardım etmeye, sadaka vermeye önce
kendinden başla. Eğer kendinden birşey artarsa ailene ver. Eğer ailenden
birşey artarsa akrabalarına ver. Eğer akrabandan birşey artarsa şunlara
şunlara ver." (Müslim)
Bu sıralama insan nefsini eğitirken ve
yönlendirirken kullandığı yalın ve hikmetli metod hakkında bize fikir
veriyor. İslâm, insanı olduğu gibi, yani fıtrî yapısı ile, doğal eğilimleri
ve yetenekleri ile ele alıyor. Sonra onu olduğu noktadan, durduğu yerden
tutarak adım adım ileriye doğru, üst düzeye doğru zorlamaksızın yürütüyor.
İnsan yukarı çıkarken rahattır. İslâm onun fıtratını, eğilimlerini ve
yeteneklerini hesaba katıyor. Onun aracılığı ile hayat düzeyini geliştirip
ilerletiyor. Bu sırada insan yorgunluk ve bıkkınlık duymuyor. İslâm, onu üst
düzeylere tırmandırmak için zincirler ve boyunduruklar aracılığı ile
sürüklemiyor, onu yükseltmek için fıtri eğilimlerini ve içgüdülerini baskı
altına almıyor. Yolda onu kılavuzsuz bırakmıyor, onu bulutlar üzerinde uçuşa
geçirmiyor. Bunlar yerine onu zorlamaksızın, kolayına gelecek şekilde
yukarılara çıkarıyor. Yokuşu çıkarken insanın ayakları yerde, gözleri semaya
dönük, kalbi yücelikler ufkunun heyecanı ile çarpmakta ve ruhu yukarılarda
Allah'a bağlıdır.
Yüce Allah başkalarından çok insanın
kendini sevdiğini iyi biliyor. Bu yüzden ona başkasına yardımda bulunmayı
emretmeden önce en başta kendi ihtiyaçlarını karşılamayı öneriyor, helâl
nimetlerden yararlanmasını serbest bırakıyor, onu savurganlığa ve bencilliğe
düşmeksizin bu nimetleri kullanmaya özendiriyor. İşte bu yüzden şahsi
ihtiyaçlarını gidermedikçe sadaka vermeyi emretmiyor. Nitekim sahabelerden
Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
"En hayırlı sadaka varlıktan ayrılarak
verilen sadakadır. Üstteki el, alttaki elden daha hayırlıdır. Yardım etmeye
geçindirmek zorunda olduğun kimselerden başla." (Müslim)
Bu arada sahabilerden Cabir b. Abdullah
şöyle diyor:
"Adamın biri bir gün, elinde yumurta
büyüklüğünde bir altın külçesi ile çıkageldi ve Peygamberimize `Ya
Resulallah, bunu bir maden ocağında buldum, bunu sadaka olarak al, başka
hiçbir malım yok' dedi. Peygamberimiz yüzünü başka tarafa çevirdi. Bunun
üzerine adam Peygamberimize sağ yanından sokularak az önceki sözlerini
tekrarladı. Peygamberimiz yine yüzünü başka tarafa çevirdi. Adam bu defa
Peygamberimize sol yanından sokularak aynı sözleri söyledi. Peygamberimiz
yine yüzünü başka tarafa çevirdi. Fakat adam bu kez de Peygamberimize arka
tarafından yaklaşarak aynı sözleri tekrarladı. Bunun üzerine Peygamberimiz
adamın uzattığı altın külçeyi alarak üzerine fırlatıverdi. Öyleki, eğer
külçe, adama isabet etseydi mutlaka canını acıtırdı. Arkasından da şöyle
buyurdu:
"Aranızdan biri nesi varsa getiriyor ve `Bu
sadakadır' diyor. Sonra oturup başkalarına el açıyor. En hayırlı sadaka
varlıktan ayrılarak verilen sadakadır."
Yüce Allah insanın en çok yakın aile
fertlerini, yani ehli ile ana-babasını sevdiğini iyi biliyor. Bunun için ona
kendi ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra atacağı ilk yardımlaşma adımında bu
sevdiklerine yararlı olmasını öneriyor. Bunlara gönül hoşluğu ile yardım
yapacak, böylece zararlı olmayan fıtri eğilimlerini tatmin etmiş olacaktır.
Bu eğilimleri tatmin etmenin zararlı bir şey olmadığı bir yana tersine bunun
arkasında bir hikmet ve yarar vardır. Aslında kişinin, geçimlerini sağladığı
ve yardım elini uzattığı bu kimseler en yakın akrabalarıdır. Evet, ama bu
insanlar ayni zamanda bu ümmetin bir parçasıdırlar ve eğer bir yerden yardım
görmezlerse muhtaç duruma düşeceklerdir. Buna göre bunların yakınları olan
birinden yardım görmeleri, yakınları olmayan bir yabancıdan yardım
almalarından daha onurlu bir şeydir. Aynı zamanda bu aile içi yardımlaşma
yuvada sevgiyi ve iç barışı yaygınlaştırır, yüce Allah'ın büyük insanlık
camiası yapısının ilk tuğlası olmasını dilediği aile kurumunun bağlarını
güçlendirir.
Yüce Allah bundan sonra sevgisini ve
yardımseverliğini yakınlık derecelerinin öncelik sırasına göre bütün
akrabalarına yayacağını iyi biliyor. Bunun bir zararı yok. Çünkü bu kimseler
aynı zamanda toplumun fertleri ve ümmet organizmasının organlarıdırlar. Bu
yüzden insana akrabalarını aşan bir adım daha attırılıyor. Böylece hem
duygularını ve fıtrî eğilimlerini tatmin ediyor hem bu kimselerin
ihtiyaçlarım karşılıyor hem geniş anlamlı aile bağlarım güçlendiriyor ve
bunun sonucunda müslüman cemaatin üyelerinden biri, bağları güçlü ve
ilişkileri kopmaz sağlam bir birliğe kavuşuyor.
Eğer kendi geçimini sağlayan kişinin
elinde, bu söylediğimiz yakınlarına yardım ettikten sonra verecek birşey
kalırsa, İslâm onun elinden tutarak onu toplumun çeşitli muhtaç kesimlerine
yardım etmeye götürüyor. Bu kesimler ya zaten bozuk olan yaşam şartları ya
da çeşitli sebeplerle maddî durumlarının bozulması yüzünden insanın merhamet
ve katkıda bulunma duygularını harekete geçiriyorlar. Bu kesimlerin başında
yetimler, yaşları küçük öksüzler gelir. Sonra zarurî ihtiyaçlarını
karşılayamadıkları halde onurları ve saygınlıkları izin vermediği için el
açıp hiç kimseden birşey istemeyen yoksullar gelir. Daha sonra sıra
yolcularda, yolda kalmışlardadır. Bu kimselerin memleketinde varlıkları
olabilir. Fakat bu mallarından ayrı düşmüşler varlıkları ile aralarına
çeşitli engeller girmiştir. Böylelerinin sayısı ilk müslüman cemaatte fazla
idi. Bunlar her şeylerini arkada bırakarak Mekke'den Medine'ye hicret eden
müslümanlardı.
Bütün bu kesimler toplumun üyeleri,
bireyleridirler. İslâm, yardımsever bağlılarını bu ihtiyaçlı kesimlere
yardım etmeye yöneltiyor. Bu yönlendirmeyi onların arındırıp harekete
geçirdiği doğal iyi duygularına bağlı olarak gerçekleştiriyor ve böylece
yumuşak ve zorlamasız bir biçimde bütün hedeflerine ulaşıyor. Bu hedefler
nelerdir?
En başta yardımseverlerin vicdanlarını
arındırma hedefine ulaşılıyor. Çünkü kişi verdiğinde gözü kalmayarak,
yaptığı yardımdan hoşnut olarak baskısız ve ısrarsız bir şekilde vermiştir.
İkinci olarak sözünü ettiğimiz muhtaç kesimlere yardım sağlama, onları
sosyal güvenlik şemsiyesi altına alma hedefine ulaşılıyor. Üçüncü olarak da
hiçbir baskıya ve zorlamaya başvurmaksızın toplumun bütün fertleri arasında
dayanışmalı ve yardımlaşmalı yoğun bir kaynaşma ve bütünleşme meydana
getiriyor. Görüldüğü gibi yumuşak, gönüllülük ilkesine dayalı istediği
hedefe varabilen; baskısız, yapmacıksız ve düzenli olarak hayırlı olanı tümü
ile gerçekleştiren hünerli bir yönlendirme metodu ile karşı karşıyayız.
Sonra bütün bunlar ile yüce ufuk arasında
ilişki kuruyor; kalbi verdiğinde, yaptığında ve içinde saklı niyet ve
duygularında Allah'a bağlılığın coşkunluğu ile çarpmaya sevk ediyor:
"Hiç şüphesiz, Allah yaptığınız her hayrı
bilir."
Hem bizzat yapılan hayrı hem onu yaptıran
sebepleri ve hem de ona eşlik eden niyeti bilir. Onun için de bu iyilik, bu
hayır boşa gitmez, kaybolmaz. O, yüce Allah'ın hesabına geçer. O Allah ki,
O'na ulaşan hiçbir şey kaybolmaz. İnsanları aldatması, onlara haksızlık
etmesi sözkonusu olmadığı gibi O'na karşı ikiyüzlü davranmak ve olduğundan
farklı görünmek de mümkün değildir.
Bu metodu kullanan İslâm, insan kalbini
kötülüklerden arındırarak Allah'a bağlılık derecesine yükseltir. Ancak bunu
yaparken zora başvurmaz, insan psikolojisini gözönünde bulundurarak çeşitli
önlem ve dayatmalara başvurmaz.
İşte mutlak anlamda bilgi sahibi ve
yarattığını en iyi tanıyan Allah'ın benimsediği ve üzerine sosyal düzenini
oturttuğu eğitim metodu budur. İslâm'ın öngördüğü sosyal düzen insanı olduğu
gibi ve bulunduğu konumda kabul ederek elinden tutar ve başka yollardan
giderek ulaşamayacağı yüceliklere, aydınlığa ve zirveye ulaştırır. İnsanlık
geçen dönemlerde de ancak bu metodu ve yolu benimsediği zamanlar sözü edilen
zirveye ve aydınlığa ulaşabilmişti.
Sadaka verme meselesinin hemen arkasından
gelen cihad farzına da aynı metod uyarınca yaklaşılıyor:
216- Savaş, hoşunuza giden
bir iş olmadığı halde size farz kılındı. Bazan hoşunuza gitmeyen birşey
hakkınızda hayırlı olabilir, buna karşılık hoşunuza giden birşey de
hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, fakat siz bilmezsiniz.
Allah yolunda savaşmak, meşakkatli bir
farzdır. Fakat böyle olmakla birlikte yerine getirilmesi gereken zorunlu bir
görevdir de. Yerine getirilmesi zorunludur, çünkü gerek tek tek müslümanlar
hesabına gerek İslâm toplumu hesabına gerek tüm insanlık hesabına ve gerekse
hakk, iyilik ve yapıcılık adına birçok yararlar içerir.
İslam insan fıtratının özelliklerini
gözönünde bulundurduğu için bu farzın meşakkatini, zorluklarını inkâr etmez;
onun sıkıntılarını hafife almaz; insan nefsinin bu görevi ağır sayan, ondan
hoşlanmayan fıtrî duygularına karşı çıkmaz. Çünkü İslâm fıtratla çelişkiye
düşmez, onunla çatışmaya girişmez, yok sayılmaları mümkün olmayan köklü
duygularından onu soyutlamaya, yoksun bırakmaya kalkışmaz. Bunun yerine
soruna bir başka açıdan yaklaşarak meseleyi aydınlığa kavuşturur.
İslâm açık açık söyler ki, bazı farzlar
zor, buruk ve acıdır. Ama arkalarında öyle bir hikmet saklıdır ki, bu hikmet
onların zorluğunu önemsizleştirir, acılığını tatlıya dönüştürür, onun
aracılığı ile dar görüşlü insanların fark edemeyebilecekleri önemde bir
hayır gerçekleştirir.
İnsan nefsi bu sözleri işitince önüne yeni
bir pencere açılır, olaya bu pencereden bakar ve bu farklı bakış açısı
sayesinde de onu daha önceki algısından farklı bir şekilde değerlendirir.
İnsan nefsi sıkıntılar tarafından kuşatıldığı ve bu işin altından
kalkamayacağını sandığı zor anlarda bu pencereden ılık bir meltem esmeye
başlar. Belki de hoşa gitmeyen şeyin arkasında hayır, buna karşılık
arzulanan şeyin arkasından kötülük vardır. Bunu sadece uzun vadeli amaçları
bilen, gizli akıbetlerden haberdar olan yüce Allah bilir. İnsanlar böyle
şeylerin içyüzü hakkında hiçbir şey bilmezler.
Bu ılık meltem soluğunu insan nefsinin
üzerine üfleyince artık o kişi sıkıntıları önemsiz görür, önünde ümit
pencereleri açılır, yakıcı sıcak altında kalan kalbine su serpilir, bunun
sonucunda güven içinde ve gönüllü olarak emre itaat etmeye, görevi yerine
getirmeye atılır.
İşte İslâm'ın insan fıtratı karşısında
benimsediği tutum budur. Onun içinden geçen doğal duyguları inkâr etmez, zor
bir işi sırf teklif edildi diye yapmasını istemez. Bunun yerine onu yavaş
yavaş itaat eğitiminden geçirir, önünde ümit kapılarını açık tutar. Böylece
iyi olan şey uğruna asgarî gayreti harcamasını, başkalarınca zorlanarak
değil, gönüllü olarak kendini aşmasını ister. Yine böylelikle onun zayıf
noktalarını bilen, omuzlarına yüklediği görevin zorluğunu peşinen söyleyen,
onu mazur gören, halini anlayan O'na hoşgörü, bağışlama ve ümitle yaklaşan
yüce Allah'ın engin şefkatini somut biçimde algılar.
İşte İslâm insan fıtratını böyle eğitir. Bu
eğitimden geçen fıtrat yükümlülükten bıkmaz, ilk darbe karşısında paniğe
kapılmaz, işin başında zorluk görünce feryadı basmaz, zorluk karşısında
zayıf kaldığı görüldü diye utanmaz, mahcup düşmez. Aksine direnir. Çünkü
yüce Allah'ın kendisini hoş gördüğünü, yardımını imdadına yetiştirdiğini ve
güçlendirdiğini bilir, sıkıntılara rağmen yoluna devam etmeye karar verir.
Çünkü yapmakta olduğu işin sıkıntılarının arkasında bir hayır, zorluğun
ardında kolaylık, zahmetin ve yorgunluğun sonunda büyük bir rahat gizli
olabilir. Buna karşılık sevdiği ve yapmaktan haz duyduğu bir işe de
düşüncesizce girmez. Çünkü hazzın arkasında pişmanlık gizli olabilir,
istenen şeyin ötesinde istenmeyen birşey saklı olabilir, yem olarak verilen
tatlı yiyeceğin arkasında ölüm pusuya yatmış olabilir.
Bu, şaşırtıcı bir eğitim metodudur. Kökleri
derinlere inen, sadece bir eğitim metodu... İnsan psikolojisine sızmak, onun
ücra köşelerine ulaşmak için kullanacağı yolları, kanalları iyi bilir. Aracı
doğruluktur, dürüstlüktür, yalancı telkinlere, aldatıcı kaypaklıklara asla
müracaat etmez.
Zira kısa görüşlü ve zayıf insan nefsinin
birşeyden hoşlanmaması, buna karşılık o şeyin tam anlamı ile hayırlı olması
sık sık karşılaştığımız bir gerçektir. Buna karşın insan nefsinin birşeyi
sevmesi, düşüncesizce o işe yapışması fakat bu işin tam anlamı ile kötü
olması da sıkça rastladığımız bir hayat realitesidir. Bunların yanısıra yüce
Allah'ın herşeyi bildiği, fakat insanların birşey bilmedikleri de bir
gerçektir. İnsanlar, olayların akibetleri hakkında hiçbir şey bilemez. Yine
onlar önlerine çekilen perdenin arkasında nelerin gizlendiğini de bilemez.
Zaten arzulara, cehalete, yetersizliğe tutsak olmayan soylu gerçekler
hakkında insanlar ne biliyorlar ki?
Yüce Allah'ın sözünü ettiğimiz bu kalbe
değmesi, dokunuşu insanın önüne gözleri ile algıladığı sınırlı alemin
dışında başka bir alemin kapılarını açar; karşısına evrenin görünmez özünü
etkileyen, gelişmeleri tersine çeviren, olayların sonuçlarını sandığından ve
umduğundan farklı biçimde düzenleyen başka faktörler çıkarır. Bu faktörler,
onlara gönüllü olarak uyduğu takdirde insanı kaderin eline bırakır. İnsan
çalışır, umar, bekler ve korkar, ama her işi gönül hoşluğu ve iç huzuru ile
bu hikmetli ele ve geniş kapsamlı bilgiye havale eder.
Bu tutum, geniş bir kapıdan "barışa
girmek"tir. İnsan nefsi hayrın Allah'ın seçtiğinde olduğunu, Allah'ı tecrübe
etmeye, bunun için O'ndan kesin delil istemeye hiç kalkışmaksızın O'na itaat
etmenin en yararlı yol olduğunu kesinlikle anlamadıkça gerçek anlamda
barışın bilincine varamaz. Güvene eşlik eden itaat, soğukkanlı umut ve
huzurlu çalışma, bunlar yüce Allah'ın mümin kullarını "tüm varlıkları ile
içine girmeye" çağırdığı "barış"ın kapılarıdır. Yüce Allah, müminleri bu
barışa işte bu şaşırtıcı, etkili ve sade metod aracılığı ile iletiyor. Bu
yönlendirmeyi kolayca, soğukkanlılıkla ve sıkmadan gerçekleştiriyor. Allah,
müminlerin omuzlarına savaşma yükümlülüğünü yüklerken bile onları bu metod
uyarınca barışa yöneltiyor. Çünkü gerçek barış, savaş alanında bile ruha ve
gönüle egemen olan barıştır.
Yukardaki ayetin taşıdığı bu mesaj.,
sunduğu bu telkin sadece savaş görevi ile sınırlı değildir. Çünkü savaş,
insan nefsine antipatik gelen, fakat arkasında hayır saklayan konuların
sadece bir örneğidir. Bu mesaj, müminin hayatının tümü için geçerlidir, bu
hayatın bütün olaylarını kapsamına alır.
Gerçekten insan hayrın ve şerrin nerede
olduğunu önceden tahmin edemiyor. Meselâ Bedir savaşı günü yola çıkan
müslümanların hedefi Kureyşlilerin ticaret kervanı idi, onlar yüce Allah'ın
kendilerine karşılaşmayı vaadettiği kafilenin, silâhlı bir muhafız birliği
değil, ticaret malları taşıyan bir kervan olacağını umuyorlardı. Fakat yüce
Allah ticaret kervanını ellerinden kaçırarak onları Kureyşli bir savaş
birliği ile karşı karşıya getirdi. Bu savaş sonucunda kazanılan zafer, Arap
yarımadasının tümünde yankılandı ve İslâm sancağının dalgalanmasını sağlayan
ilk başarı oldu. Ticaret kervanı nerede, yüce Allah'ın müslümanlar için
dilemiş olduğu bu son derece hayırlı olay nerede? Müslümanların kendileri
için yaptıkları tercih nerede, yüce Allah'ın onlar hesabına yapmış olduğu
seçim nerede? Kısacası "Allah bilir, fakat insanlar bilmez."
Başka bir örnek verelim. Bilindiği gibi Hz.
Musa'nın genç arkadaşı azık olarak yanlarında taşıdıkları balığı deniz
kenarında unutmuş, balık da bir delikten sızarak denizi boylamıştı. Kıssanın
gerisini Kehf suresinin bu konuyu anlatan ayetlerinden izleyelim:
"İki denizin birleştiği yeri geçtiklerinde
Musa, genç arkadaşına; `Azığımızı getir, gerçekten bu yolculuğumuzda çok
yorgun düştük' dedi. Genç arkadaşı ona şu karşılığı verdi; `Bak sen!
Kayalığa vardığımızda balığı unutmuştum, bana onu hatırlamayı unutturan
mutlaka Şeytandır.' Balık şaşılacak şekilde denizde yolunu tutup gitmiş.
Musa; `Zaten bizim istediğimiz buydu: dedi.
Hemen geldikleri yoldan kendi izlerini sürerek geri döndüler.
Orada kendisine tarafımızdan rahmet
sunduğumuz ve katımızdan ilim öğrettiğimiz bir kulumuzu buldular." (Kehf
Suresi, 62-65)
Hz. Musa, zaten bunun için bu yolculuğa
çıkmıştı. Eğer balık olayı meydana gelmeseydi, geriye dönmeyecekler ve bu
yolculuklarının amacı olan bu karşılaşmanın fırsatını kaçıracaklardı.
Eğer insan, hayatında başından geçen
olayları gözünün önüne getirdiği zaman, hayır çıkan birçok istemediği şey ve
yine arkasında kötülük saklanan birçok hoşuna giden şey bulur. İnsanın nice
istekleri olmuştur ki, elinden kaçtılar diye neredeyse üzüntüden kahrolacak
duruma düşmüş, fakat bir süre sonra meydana çıkmıştır ki, sözkonusu
isteğinin vaktiyle yerine gelmemiş olması, yüce Allah'ın bağışladığı bir
kurtuluştur. Buna karşılık insanın karşısına öyle sıkıntılar çıkmıştır ki,
istemeye istemeye, acı çekerek onlara katlanmış, faka! bir süre sonra o
sıkıntılar sayesinde hayatının en uzun ömürlü mutluluğuna kavuştuğunun
farkına varmıştır.
Yani insanlar bilmez, Allah bilir. Şu insan
teslim olsa ne olurdu sanki?! İşte Kur'ana Kerim'in insan psikolojisine
uyguladığı eğitim metodu budur.
Diğer insanlarla birlikte birşeylerle
uğraşan insanın elinden tutan Kur'an-ı Kerim onu gaybî konularda güvene,
teslimiyete ve gönül rahatlığına ulaştırıyor.
HARAM AYLARDA SAVAŞ
İslâm'ın, müslüman cemaati yönlendirme
sürecinin diğer bir örneği de haram (yasak) aylarda savaşmakla ilgili
aşağıdaki hükümdür:
217- Sana yasak aydan, bu
ayda savaşmaktan sorarlar. De ki; "O ayda savaşmak, büyük bir günahtır.
Fakat insanları Allah yolundan alıkoymak, Allah`ı ve Mescid-i Haram'ın
saygınlığını inkâr etmek, buranın halkını yurtlarından çıkarmak da Allah
katında büyük günahtır. Fitne (kargaşa) çıkarmak ise adam öldürmekten de
büyük bir günahtır.
Onlar yapabilseler sizi dininizden
döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. Sizden kim dininden
döner de kâfir olarak ölürse böylelerinin bütün yaptıkları dünyada da
Ahirette de boşa gider. Bunlar Cehennemliktirler ve orada ebedi olarak
kalacaklardır.
218- Onlar ki, iman
ettiler, yurtlarından göç ettiler ve Allah yolunda savaştılar. İşte onlar
Allah'ın rahmetini umarlar. Hiç şüphesiz Allah günahları bağışlar ve O
merhametlidir."
Değişik rivayetlerde bildirildiğine göre bu
ayetler Abdullah b. Cahş komutasındaki keşif müfrezesi hakkında indi.
Peygamberimiz Abdullah b. Cahş'ı muhacirlerden oluşan sekiz kişilik bir
müfrezenin başına vererek sefere çıkarmıştı. Müfrezede Ensardan hiç kimse
yoktu. Abdullah'ın yanında Peygamberimizin kapalı bir mektubu (fermanı)
vardı. İki gün geçmedikçe onu açmamasını tembihlemişti, Komutan mektubu
açınca içinde şunların yazılı olduğunu gördü:
"Bu mektubumu okuyunca yoluna devam ederek
Hurmalık vadisine var. -Mekke ile Taif arasında bir yerdir- Orada pusuya
yatarak Kureyşlileri gözetle ve bize onlar hakkında edindiğin bilgileri
getir."
Abdullah b. Cahş mektubu okuyunca "Başım
gözüm üstüne" dedikten sonra arkadaşlarına dönerek şunları söyledi:
"Peygamberimiz bana Hurmalık vadisine kadar
ilerleyip orada pusuya yatarak Kureyşliler hakkında bilgi toplamamı ve
dönüşte bu bilgileri kendisine iletmemi emretti. Bu arada hiç birinizi yola
devam etme hususunda zorlamamamı da bildirdi. İçinizden kim şehit olmak
istiyor, içinden bu arzuyu duyuyorsa benimle birlikte gelsin, kim böyle
birşey istemiyorsa geri dönsün. Ben Peygamberimizin emrini yerine getirmek
üzere ilerlemeye devam edeceğim."
Komutan bu konuşmayı yaptıktan sonra yola
çıktı. Arkadaşları da onunla birlikte yola çıktılar. İçlerinden hiçbiri geri
dönmedi. Bir süre sonra Hicaz yoluna saptılar. Az ilerde müfrezeden Saad b.
Ebu Vakkas ile Utbe b. Gazavan develerini kaybettiler. Bunun üzerine
develerini aramak için müfrezeden ayrıldılar. Kalan altı kişi yollarına
devam etti.
Müfreze Hurmalık vadisine vardıktan bir
süre sonra yoldan geçen bir Kureyşli ticaret kervanı ile karşılaştı.
Kervanda Amr b. Hadrami ile üç kişi daha vardı. Müfreze, Amr b. Hadramî'yi
öldürdü ve kervandan iki kişiyi esir aldı. Dördüncü kişi ise kaçtı. Ayrıca
kervanın malları ganimet olarak alındı.
Müfrezedeki müslümanlar olay gününün
Cemaziyelahir ayının son günü olduğunu sanıyorlardı. Oysa Recep ayının ilk
günü idi ve haram, savaşılması yasak aylar girmiş oluyordu. Bu ayların
yasaklığına Araplar öteden beri saygı gösteriyorlardı, İslâm da bu kan dökme
yasağını onaylamıştı.
Bu yüzden iki esir ve ganimetle geri
dönünce Peygamberimiz kendilerine "Ben size haram ayda savaşmanızı
emretmedim" buyurdu. Bu arada Peygamberimiz ganimet mallarını da esirleri de
oldukları yerde bıraktırdı, bunların hiçbirini almak istemedi. Peygamberimiz
böyle deyince müfrezedekilerin elleri kolları yana düştü, Bir ölü gibi
kaskatı kesildiler. Ayrıca işledikleri bu hatadan dolayı diğer müslümanlar
tarafından da azarlandılar.
Bu olay üzerine Kureyşliler "Muhammed ve
arkadaşları haram ayların saygınlığını çiğnediler, bu aylarda kan döktüler,
ganimet,ve esir aldılar" diye yaygara kopardılar. Bu arada bu olayın
Peygamberimizin zararına sonuçlar vereceğini hesap ederek pek sevinen
yahudiler şu yakıştırmalarla işi alaya aldılar; "Amr, savaşı kotardı,
Hadrami savaşa katıldı ve Vakid b. Abdullah da savaşı ateşledi" (Böyle
demekle Vakid b. Abdullah'ın, Amr b. Hadramî'yi öldürüşünü ima etmek
istiyorlardı.)
Bunun üzerine Arap toplumunda revaçta olan
çeşitli hilekâr üsluplar ile yöneltilen yanıltıcı propaganda ortalıkta kol
gezmeye başladı. Bu karalama kampanyası Peygamberimizi ve arkadaşlarını
Arapların kutsal değerlerini çiğneyen, işine gelince bunları hiçe sayan bir
saldırgan alarak tanıtıyordu! Nihayet yukardaki ayetler inerek bütün bu
söylentileri, söyleyenlerin ağzına tıktı, meseleyi haklı çözüme kavuşturdu.
Bunun üzerine Peygamberimiz ortada kalan iki esir ile ganimet mallarını
teslim aldı. Tekrarlıyoruz:
"Sana yasak aydan, bu ayda savaşmaktan
sorarlar. De ki `O ayda savaşmak büyük bir günahtır."
Bu ayet, yasak ayın yasaklığını ve bu ayda
savaşmanın büyük bir günah olduğunu belirtiyor. Ancak:
"Fakat insanları Allah yolundan alıkoymak,
Allah'ı ve Mescid-i Haram'ın saygınlığını inkâr etmek, buranın halkını
yurtlarından çıkarmak da Allah katında büyük günahtır."
Savaşı başlatan taraf, müslümanlar değildi.
İlk saldırıya geçenler onlar değildi. Savaşı ve saldırıyı müşrikler
başlatmıştı. İnsanları Allah yolundan alıkoyanlar, Allah'ı ve Mescid-i
Haram'ın saygınlığını inkâr edenler onlardı. İnsanları Allah yolundan
alıkoyabilmek için her yola başvurmuşlar, bu arada bütün büyük suçları
işlemişlerdi. Bir defa yüce Allah'ı inkâr etmişler ve başkalarını da O'nu
inkâr etmeye zorlamışlardı. Mescid-i Haram'ın dokunulmazlığını hiçe
saymışlar, buranın saygınlığını çiğnemişlerdi. Medine'ye göç edilmeden önce
onüç yıl boyunca müslümanlara çeşitli eziyetler çektirmişler, dinî inançları
yüzünden onlara türlü türlü baskıyı yapmışlardı. Yüce Allah Mescid-i Haram'ı
güvenli bir yasak bölge yaptığı halde onlar buranın halkını yurtlarından
çıkarmışlardı. Kısacası buranın dokunulmazlığına hiçbir zaman riayet
etmemişler, kutsallığına saygı göstermemişlerdi.
Allah katında Mescid-i Haram çevresindeki
halkı yurtlarından çıkarmak yasak ayda savaşmaktan daha büyük bir suçtur.
Yine Allah katında insanlara dini inançları yüzünden baskı yapmak, adam
öldürmekten daha ağır bir suçtur. Müşrikler bu günahların, bu ağır suçların
her ikisini de gözlerini kırpmadan işlemişlerdi. Bu yüzden Mescid-i Haram'ın
dokunulmazlığını ve haram ayların yasaklığını maske olarak kullanmak isteyen
sahtekâr savunmaları havada kaldı ve müslümanların, kutsal dokunulmazlıklar
konusunda onlara nasıl bir karşılık verecekleri belli oldu. Asıl dokunulmaz
değerleri çiğneyenler onlardı. Onlar istedikleri zaman bu değerleri,
arkalarında saklanacakları birer maske olarak kullanıyor, buna karşılık
işlerine geldiği zaman onları ayaklar altına alıyorlardı!
Buna göre müslümanlar onları buldukları
yerde öldürmeli, her yerde kendileri ile savaşmalıydılar. Çünkü onlar hiçbir
yasağı, dokunulmazlığı gözetmeyen, hiç çekinmeden her kutsal değeri
çiğneyen, saldırgan, azgın haydutlar takımı idi. Artık müslümanlar, onların,
aslında saygınlıklarına ve kutsallıklarına zerrece inanmadıkları
dokunulmazlıkların sahte maskeleri arkasına gizlenmelerine izin
vermemeliydiler.
Müşriklerin bu yaygaracı sözleri doğruydu
fakat gerçekte batıl amaçlı idi. Onlar haram ayların yasaklığını sırf
arkasında saklanacakları bir maske olsun diye dillerine dolamışlardı.
Böylece müslüman cemaati karalamak, onları saldırgan olarak göstermek
istiyorlardı. Oysa saldığı ilk başlatanlar kendileriydi. Mescid-i Haram'ın
saygınlığını da ilk önce onlar çiğnemişlerdi.
İslâm, hayata pratik olarak yaklaşan bir
sistemdir. Hayalî, donuk ve uygulama yeteneğinden yoksun romantik teori
kalıplarına dayanmaz. O insan hayatını pratik engelleri, çeşitli çekici
yönleri ve şartları ile olduğu gibi ele alır. Böylece hayatı ele alarak onu
aynı anda ilerlemeye ve yükselmeye doğru yöneltir. Bu yönlendirmeyi hayatın
realiteleri ile uyuşan pratik çözümlerle gerçekleştirir, hayatın realitesi
karşısında hiçbir işe yaramayan ham hayaller ile ve boş rüyalar ile
oyalanmaz.
Öteyandan bu Mekkeli putperestler azgın,
saldırgan bir haydut çetesidirler. Hiçbir kutsal değeri tanımazlar, hiçbir
dokunulmazlığın önünde çekingenliğe kapılmazlar; toplumun geleneksel olarak
saygı beslediği bütün ahlâki, dinî ve imanî değerleri gözlerini kırpmadan
çiğnerler. Her yola başvurarak hakkın önüne dikilirler ve insanları, onu
benimsemekten alıkoymaya çalışırlar. Müminlere dini inançları yüzünden baskı
yaparlar, onlara en ağır eziyetleri çektirirler, onları haşerelere varıncaya
kadar bütün canlılar için güvenlik bölgesi olan Mescid-i Haram çevresindeki
yurtlarından çıkarırlar. Bütün bu cinayetlerden sonra da Haram ayın arkasına
saklanarak dokunulmazlıklar ve kutsal değerler adına ortalığı velveleye
verirler, tozu dumana katarlar ve çirkin seslerinin en yüksek frekansı ile
yaygarayı basarak "Bakın, işte, Muhammed ile arkadaşları yasak ayların
dokunulmazlığını çiğniyorlar" diye bağırırlar!
İslâm bunlara nasıl karşılık veriyor? Acaba
onlara havada kalan romantik teorilerle mi karşılık veriyor. Eğer böyle
yapmış olsa müslümanların azılı düşmanları her türlü silâhı kullanırken,
hiçbir silâhı kullanmaktan çekinmezken iyilikten yana olan bağlılarını
silâhtan arındırmış olurdu. Hayır, İslâm böyle yapmıyor. O pratik realiteye
karşı koymak, kötülüğü savmak, ortadan kaldırmak istiyor. Azgınlığın,
şirretliğin kökünü kazımak, batılın ve sapıklığın pençelerini sökmek
istiyor. Yeryüzünü iyilikten yana olan güce, dünyanın iktidarını dürüst
cemaatin eline teslim etmek istiyor. Bundan dolayı İslâm dokunulmaz
değerlerin haydutların ve saldırganların arkalarına saklanarak dürüst ve
iyilikten yana olan yapıcı insanlara ateş ettikleri ve ateş ederken karşı
taraftan gelecek savunma ateşinin tehlikesinden emin kaldıkları birer
saldırı siperi olarak kullanılmalarına meydan vermez.
İslâm, dokunulmaz değerleri gözetenlerin
dokunulmazlıklarına saygı gösterir. Bu ilke üzerinde ısrar eder, onu
titizlikle korur. Fakat dokunulmazlıkları çiğneyenlerin onları siper
edinerek dürüst insanlara eziyet etmelerine, iyi insanları öldürmelerine,
müminlere dini inançlarından dolayı baskı yapmalarına ve aslında dokunulmaz
kalmaları gereken kutsal değerlerin arkasına saklanıp karşılık görme
tehlikesinden uzak kalarak her türlü cinayeti işlemelerine seyirci kalmaz.
İslâm bu ilkeye diğer alanlarda da
tutarlılıkla bağlı kalır. Meselâ İslâm dedikoduyu yasaklar, haram sayar.
Fakat bu dedikodu yasağı sapıklar (fasıklar) hakkında sözkonusu değildir.
Sapıklığı ile ün kazanan bir fasığın, sapıklığının ateşinde yaktığı kimseler
tarafından saygı gösterilecek böyle bir dokunulmazlığı yoktur. Bunun
yanısıra İslâm kötülüğün açık açık söylenmesini de yasaklar" (Nisa Suresi,
148). Fakat "zulme uğrayan"ı bu yasağın dışında tutar. Kötülükten zarar
gören kimse kendisine zulmeden kimsenin kötülüğünü açık açık dile
getirebilir. Çünkü bu onun hakkıdır. Ayrıca eğer susar, ağzını açmazsa layık
olmadığı halde zalimin bu onurlu ilkeye sığınma cesaretini arttırmış olur.
Bununla birlikte İslâm yine de yüksek
düzeyini korur; bu haydutların ve şirretlerin seviyesine düşmez; onların
kirli silâhlarına ve iğrenç metodlarına başvurmaz. İslâm sadece müslüman
cemaati, onların ellerini kırmaya, onlarla savaşmaya, onları öldürmeye ve
böylece yaşama alanını onların murdar varlıklarından temizlemeye özendirir.
İşte İslâm'ın öğlen güneşi kadar parlak ve belirgin çehresi!..
İktidar, temiz, dürüst, mümin ve
istikametli insanların elinde olunca, yeryüzü, dokunulmazlıkları
çiğneyenlerden ve kutsal değerleri ayaklar altına alanlardan temizlenince,
işte o zaman, kutsal değerlerin dokunulmazlığı, yüce Allah'ın istediği gibi
tam olarak koruma altına alınır.
İşte İslâm budur! Açık, belirgin, güçlü ve
açık sözlüdür, zikzak çizmez. Ama kendisine karşı zikzak çizmek isteyenlere
de fırsat vermez.
İşte Kur'an-ı Kerim, müslümanların sağlam
yere basmalarını, yeryüzünü kötülükten ve bozgunculuktan temizlemek amacı
ile Allah yolunda ilerlerken kaygan zemine ayak basmamalarını telkin ediyor;
onların vicdanlarını endişeye, çekingenliğe, kuruntuların kemirmesine ve
vesveselerin işkencesine açık bırakmıyor. İşte şu kötülüktür,
bozgunculuktur, saldırganlıktır, haydutluktur. Buna göre dokunulmazlık
hakkından yararlanması sözkonusu değildir; dokunulmazlıkların siperi
arkasında mevzilenerek bizzat bu dokunulmazlıklara darbe indirmesi caiz
değildir. Müslümanlar kesin bilgi ve güven içinde, vicdanları ve Allah'ın
ilkeleri doğrultusunda yollarında ilerlemelidirler.
Bu gerçek açıklığa kavuşturulduktan, bu
ilke yerine oturtulduktan, müslümanların kalpleri huzura kavuşturulduktan ve
ayaklarının yere sağlam basması sağlandıktan sonra düşmanların içlerindeki
şirretliğin ne kadar derin olduğunun, niyetlerinin ve plânlarının
saldırganlık temeline dayalı olduğunun açıklamasına geçiliyor:
"Onlar yapabilseler sizi dininizden
döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler."
Bu açıklama herşeyi bilen ve herşeyin
içyüzünden haberdar olan Allah'tan gelen doğru bir tespittir. Burada
kötülüğe ve müslümanları dinlerinden koparmaya yönelik iğrenç bir ısrar
açığa vuruluyor. Bu ısrarlı çaba, İslâm düşmanlarının sürekli hedefleri
olmuştur. Bu çaba nerede ve hangi zaman diliminde olursa olsun müslüman
cemaatin düşmanlarının değişmez amacıdır. İslâm'ın yeryüzündeki varlığı, bu
dinin düşmanları, her dönemdeki İslâm cemaatinin düşmanları için başlıbaşına
bir kin ve korku kaynağı olmuştur. Başlıbaşına İslâm onları rahatsız ediyor,
korkutuyor, kinlerini kabartıyor. İslâm o kadar güçlü, o kadar sağlam bir
dindir ki, bütün Batı taraftarları ondan korkuyor, bütün haydutlar ondan
ürküyor ve bütün bozguncular (müfsitler) ona karşı antipati duyuyor. İslâm
gerek başlıbaşına gerek içerdiği apaçık hakk, gerek tutarlı sistemi ve
gerekse sağlıklı sosyal düzeni ile doğrudan doğruya somut bir savaştır; o
bütün bu nitelikleri ile batıla, haydutluğa, zulme ve bozgunculuğa karşı
doğrudan doğruya somut bir savaştır. Bundan dolayı batıl taraftarları,
haydutlar, bozguncular onun varlığına katlanamıyorlar. Bu yüzden
müslümanların karşısında hep pusudadırlar, onları dinlerinden koparmak,
kâfirliğe döndürmek için yanıp tutuşurlar. Kâfirlik olsun da hangi türü
olursa olsun, onlar için farketmez. Zira yeryüzünde bu dine inanan, bu
sistemin izinden giden, bu düzeni yaşayan bir tek müslüman cemaat varken
batıl düzenlerinin yaşayacağına, haydutluklarının ve bozgunculuklarının
devam edebileceğine güvenemiyorlar.
Bu İslâm düşmanlarının savaş metodları ve
savaş araçları zamanla farklılaşır, fakat hedef hiçbir zaman değişmez. Bu
hedef, gerçek müslümanları dinlerinden döndürmektir. Ne zaman ellerindeki
silâhlardan biri kırılsa, bozulsa başka bir silah çekerler. Ne zaman
ellerindeki silâhlardan biri körelse, etkisini yitirse bir başkasını
bilerler.
Herşeyi bilen ve herşeyden haberdar olan
yüce Allah'ın vermiş olduğu bu doğru haber karşımızdadır, müslüman cemaati
bu düşmanlara teslim olmamaları hususunda uyarıyor, onlara tehlikenin
büyüklüğünü gösteriyor, onları düşmanların oyunları karşısında direnmeye,
savaşın zorluklarına dayanmaya çağırıyor. Aksi halde karşılaşılacak sonuç
dünya ve ahiret hüsranı zararıdır, hiçbir mazeretin ve hiçbir gerekçenin
önleyemeyeceği bir azaptır:
"Sizden kim dininden döner de kâfir olarak
ölürse böylelerinin bütün yaptıkları dünyada da ahirette de boşa gider.
Bunlar Cehennemliktirler ve orada ebedi olarak kalacaklardır." Burada geçen
"Hubut" kelimesi, merada otlayan bir devenin zararlı bir ot yemesi sonucunda
önce şişip arkasından ölmesini anlatan bir deyimden türemedir. Kur'an-ı
Kerim, burada bu kelime ile insanın işlediği amellerin önce kabarıp sonra
yokoluvermeleri olayını anlatmak istiyor. Görüldüğü gibi bu kelimenin somut
anlamı ile soyut anlamı arasında sıkı bir uyum var. Yani batıl amelin önce
kabarması, görüntüsünün şişmesi, sonunda ise ortadan çekilip yokluğa
karışması olayı ile zehirli ot yiyen devenin şişmesi ve bu şişkinlik sonunda
patlayıp ölmesi olayı arasında sıkı bir çağrışım vardır.
Kim İslâm'ı taddıktan, onu tanıdıktan sonra
baskı ve caydırma darbeleri altında bu dinden dönerse -uğradığı baskının ve
karşılaştığı caydırma girişimlerinin çapı ne olursa olsun- yüce Allah
tarafından belirlenen akıbeti budur. Yani amellerinin hem dünyada ve hem de
ahirette boşa gitmesi, buna ek olarak da hiç bitmeyecek bir Cehennem azabına
çarpılmasıdır.
İslâm'ın tadına varan, onu tammış olan bir
kalp, gerçek anlamda asla ondan dönemez, vazgeçemez. Bu dönüşün sözkonusu
olabilmesi için o kalbin düzelmez, ıslâh olmaz derecede bozulması gerekir.
Yalnız, insan takatını aşan ağır işkence karşısında görünüşte taviz
verilerek başvurulan korunma önlemi (takıyye) bu sözümüzün dışındadır. Zira
yüce Allah merhametli olduğu için insanın dayanma gücünü aşan işkence
karşısında müslümana dinini bırakmış gibi davranarak canını kurtarma izni
verdi. Fakat bu zor durumda müslümanın kalbi İslâm'a bağlılığını sürdürmeli,
imanını seve seve korumalıdır. Başka bir deyimle bu durumda müslümana
verilen müsaade, gerçekten kâfir olma, (Allah korusun) sahici bir "dininden
dönme" müsaadesi değildir.
Yüce Allah'ın bu uyarısı dünyanın son
anına, Kıyamet gününe kadar geçerlidir. Hiçbir müslüman işkenceye, çeşitli
caydırma girişimlerine boyun eğerek dinini, Allah'a kesin bağlılığını
bırakmakta, imanından ve İslâm'a bağlılığından dönmekte mazur sayılamaz.
Yapılması gereken şey cihaddır, mücadeledir, yüce Allah bir çıkış yolu
gösterinceye kadar sabretmek, direnmektir. Hiç kuşkusuz yüce Allah kendisine
inanan ve O'nun yolunda işkencelere maruz kalan kullarını yüzüstü bırakmaz.
O, onları, fedakârlıklarına karşılık olarak iki güzel sonuçtan biri ile; ya
zafer ya da şehitlik ile ödüllendirecektir.
Allah yolunda eziyetlere katlananların bir
başka beklentisi de Allah'ın rahmetidir. Kalbi imanla donanmış hiçbir mümin
bu konudaki umudunu yitirmez:
"Onlar ki iman ettiler, yurtlarından göç
ettiler ve Allah yolunda savaştılar. İşte onlar Allah'ın rahmetini umarlar.
Hiç şüphesiz Allah günahları bağışlar ve O merhametlidir."
Yüce Allah mümin kulunun O'nun rahmetine
ilişkin umudunu asla boşa çıkarmaz. Nitekim İslâm'ın zor günlerinde Mekkeli
(muhacir) samimi müminler grubu, yüce Allah'ın bu vaadini işitmiş, bunun
üzerine var güçleri ile cihad etmişler, sabretmişler ve sonunda yüce Allah
onlara verdiği sözü ya zafer ya şehitlik olarak gerçekleştirmiştir. ,Bu
sonuçların her ikisi de hayır, her ikisi de rahmettir. Böylece onlar
Allah'ın bağışını ve merhametini kazanmışlardır. Zira "Allah günahları
bağışlar ve O merhametlidir."
İÇKİ VE KUMAR
Daha sonraki ayette müslümanlara alkollü
içkinin ve kumarın hükmü açıklanıyor. Bunların her ikisi de Arapların
enerjilerini uğrunda harcayacakları, duygularını ve zamanlarını tümü ile
meşgul edecek yüce bir idealden yoksun oldukları günlerde kendilerini
kaptırdıkları birer zevk verici eğlence türü idiler.
219/a- Sana içki ve kumar
hakkında soru sorarlar. De ki; Onların ikisinde de büyük günah vardır.
İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür. Sana
Allah yolunda ne vereceklerini sorarlar. De ki; "ihtiyaçlarınızdan
artakalanını verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki
düşünesiniz.
Bu ayetin indiği zamana kadar, içki ve
kumarı yasaklayan bir ayet inmemişti. Fakat Kur'an-ı Kerim'in hiçbir yerinde
bu iki kötü alışkanlığın helâl olduğunu söyleyen bir hüküm de yoktu.
Yüce Allah yeni oluşmakta olan bu müslüman
cemaati elinden tutarak onu adım adım istediği yolda ilerletiyor, onu
kendisi için tasarladığı misyona uygun olarak yapılandırıyordu. Bu önemli
misyon, bu büyük görev, insanın kendini içki ve kumar yolunda harcaması ile
bağdaşmazdı; ömrü, bilinci ve enerjiyi amaçsız insanların eğlencelerinde
boşu boşuna tüketmekle bağdaşmazdı. Çünkü sözkonusu amaçsız kimseler
nefislerine haz veren şeyler ile oyalanır, peşlerinden bir an bile
ayrılmayan serserilik ve sorumsuzluk, kendilerini içki ile sarhoş olmaya ve
kumarla oyalanmaya daldırır. Kimi zaman da bu zavallıları kovalayan kör
nefisleri olur. Onlar da kendilerinden kaçarak içkinin ve kumarın kucağına
atılırlar. Tıpkı cahiliye toplumunda yaşayan sıradan insanların yaptıkları
gibi. Bu dün böyle idi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Yalnız
İslâm, insan nefsine yönelik eğitim metodu uyarınca bu konuda yavaş,
soğukkanlı ve zorlamacılıktan uzak adımlar ile ilerliyordu.
Bu ayet-i kerime içki ve kumar yasağı
konusunda atılmış ilk adımdır. Burada önemli bir noktaya kısaca değinmek
istiyoruz. Maddî nesneler ve davranışlar her zaman mutlak anlamda, katıksız
biçimde kötü olmayabilirler. Şu dünya üzerinde iyilik, kötülükle ve kötülük
de iyilikle karışık olarak bulunur. Fakat herhangi bir nesnenin ya da
davranışın helâl ya da haram olmasının ekseni, kriteri, iyiliğin ve
kötülüğün baskın olup olmamasıdır. Buna göre içkinin ve kumarın günahı,
zararı, yararından daha ağır bastığına göre bu durum bir yasaklama, bir
haram sayma gerekçesi oluşturur. Böyle olmakla birlikte bu ayette açık bir
yasaklama ve haram sayma hükmüne yer verilmemiştir.
İSLÂM'IN EĞİTİM METODU
Burada Kur'an'ın, İslâm'ın ve hikmet sahibi
yüce Allah'ın eğitim metodunun bir özelliği dikkatimizi çekiyor. Bu eğitim
metodu İslâm'ın birçok yasal düzenlemesini, birçok farzını ve birçok
direktifini incelerken somut biçimde meydana çıkıyor. Biz burada içki ve
kumardan sözederken bu eğitim metodunun kurallarından birine işaret etmek
istiyoruz.
Eğer emir ya da yasak imana dayalı düşünce
ile, yani inanç sistemi ile ilgili isé İslâm o konuda kesin hükmünü, o
konuda söyleyeceğini daha baştan ortaya koyuyor.
Fakat eğer emir ya da yasak bir
alışkanlıkla, bir gelenekle veya karmaşık bir sosyal uygulama ile ilgili ise
o zaman İslâm işi ağırdan alıyor; konuya yumuşak, tedrici ve kolaylık
gösterici bir tarzda yaklaşıyor, uygulamayı ve itaati kolaylaştıracak pratik
şartlar hazırlıyor.
Meselâ İslâm, "Tevhid mi, yoksa şirk mi?"
sorunuyla karşı karşıya kaldığı zaman kararlı ve kesin bir darbe ile daha
baştan emrini yürürlüğe koydu; Bu konuda hiçbir tereddüde, hiçbir
duraksamaya, hiçbir hoşgörüye, hiçbir tavize; hiçbir orta yolda buluşma
beklentisine yer vermedi. Çünkü burada mesele düşüncenin temel ilkesidir,
onsuz ne iman olur ve ne de İslâm ayakta durabilir.
Ama İslâm içki ve kumar meselesine gelince,
bu bir alışkanlık ve adet meselesidir. Alışkanlıklar ise ancak tedavi yolu
ile bıraktırılabilir. Bu yüzden İslâm, müslümanların vicdanlarını ve şeriat
mantıklarını uyarmakla işe başladı; Bu amaçla içkinin ve kumarın günahını,
yararından daha büyük olduğunu belirtti. Bu demektir ki, bu alışkanlıkları
bırakmak onları sürdürmekten daha iyidir. Arkasından Nisa suresinin şu ayeti
ile ikinci adım atıldı:
"Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi
bilecek duruma gelinceye kadar namaza yaklaşmayın." (Nisa Suresi, 43)
Bilindiği gibi günde beş vakit namaz vardır
ve bu namaz vakitlerinin çoğunluğu kısa aralıklıdır, bu aralıklar sarhoş
olup arkasından ayılmak için yeterli değildir. Burada içki alışkanlığının
pratiğe aktarma imkanını daraltma ve içki alma periyodları ile ilgili olan
alışkanlığın sürekliliğini kırma girişimi ile karşı karşıyayız. Çünkü içki
ya da uyuşturucu madde tutkunlarının alışkanlık haline getirdikleri vakit
gelince bu maddeleri kullanma ihtiyacı duydukları bilinen bir şeydir. Eğer
bu vakit, bu maddeler kullanılmadan geçiştirilir ve bu geçiştirme birkaç kez
tekrarlanabilirse alışkanlık zayıflamaya başlar ve alt edilmesi mümkün hale
gelir.
Bu iki adım atıldıktan sonra içki ve
kumarın haram olduklarını belirten son ve kesin yasaklama hükmü geldi:
"Ey müminler, içki, kumar, dikili taşlar ve
fal okları kuşkusuz Şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan uzak durun ki,
kurtuluşa eresiniz."·(Maide Suresi, 90)
KÖLELİK KURUMU VE İSLÂM'IN
TUTUMU:
Bir de kölelik problemini bu açıdan gözden
geçirelim. Kölelik, İslâm'ın geldiği dönemde sosyoekonomik kökleri olan,
dünyanın her tarafında geçerli bir devletlerarası gelenek durumunda idi.
Esirleri köleleştirme ve köleleri çalıştırma düzeni böylesine yaygın ve
köklü idi. Öteyandan karmaşık sosyal kurumların dışa yansıyan görüntülerini
ve sonuçlarını değiştirebilmek için, önce bu kurumların dayanaklarını ve
ilişkilerini geniş çapta değiştirmek gerekir. Bu arada devletlerarası
gelenekleri değiştirmek için ayrıca devletlerarası uyuşmalara ve çok taraflı
ortak antlaşmalara ihtiyaç vardır.
İslâm'ın köleliğe ilişkin bir emri yoktur,
Kur'an-ı Kerim'in hiçbir yerinde savaş esirlerinin köleleştirilmesini hükme
bağlayan bir ayete rastlanmaz. İslâm geldiğinde köleliği, dünya ekonomisinin
temelini oluşturan bir milletlerarası düzen ve esirlerin köleleştirilmesini
de savaşan bütün tarafların uyguladıkları bir devletlerarası gelenek olarak
buldu. Bu köklü sosyal kurumu ve bu yaygın devletlerarası düzeni sağlıklı
bir çözüme kavuşturabilmek için soruna tedrici olarak yaklaşması zorunluydu.
İslâm zamanla kölelik düzenine tümü ile son
vereceği, onu kökünden ortadan kaldıracağı gün gelinceye kadar, denetim
altına alınması imkânsız olacak sosyal sarsıntılara meydan vermeyecek bir
önlem olarak köleliğin kaynaklarını, artış yollarını kurutma yolunu seçti.
Bunun yanısıra kölelere elverişli yaşama şartları sağlamaya, onlara geniş
çapta insan onuru ile bağdaşır bir konum kazandırmaya önem verdi.
Köleleştirme yollarını kurutmaya başlarken
meşru savaş esirleri ile köle soyundan gelenleri bu önlemin dışında tuttu.
Çünkü İslâm'a düşman toplumlar o zamanın geçerli geleneği uyarınca müslüman
savaş esirlerini köleleştiriyorlardı. İslâm, o gün için, düşman toplumları
bu geçerli geleneğe karşı çıkmaya, dünyanın her tarafındaki sosyal ve
ekonomik düzenin üzerine oturtulduğu bu uygulamayı değiştirilebilecek güçte
değildi. Durum böyleyken eğer İslâm, savaş esirlerini köleleştirme
uygulamasını ortadan kaldırmayı kararlaştırsa bu karar sadece müslümanların
eline düşen savaş esirleri için geçerli olan sınırlı ve tek taraflı bir
uygulama olacak, müslüman esirler o günün kölelik düzeni içindeki kötü
akıbetlerine katlanmaya devam edeceklerdi. Bu da İslâm düşmanlarının,
müslümanlara karşı cesaretlerini ve güçlerini arttıracaktı.
Bunun yanında eğer İslâm o günkü mevcut
kölelerin soyundan gelenleri özgürlüklerine kavuşturmayı kararlaştırmış olsa
ve bu kararı devletin ve bu kimselerin tüm yakınlarının ekonomik durumunu
düzene koymadan önce vermiş olsa bu köleleri malsız-mülksüz, sosyal
güvenliksiz, bakıcısız; onları yoksulluktan ve yeni kurulan toplumun sosyal
yapısını bozacak ahlâk bozulmasından koruyacak akrabalık bağlarından yoksun
bir şekilde ortada bırakmış olacaktı. İşte bu aktüel ve derin köklü şartlar
yüzünden İslâm, açık açık savaş esirlerinin köleleştirilmesini önermedi,
bunun yerine şöyle dedi:
"Savaşta kâfirler ile karşılaştığınızda
boyunlarını vurun; sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın; savaş
sona erince onları ya karşılıksız olarak ya da fidye karşılığında
salıverin." (Muhammed Suresi, 4)
Bunun yanında İslâm, savaş esirlerinin
köleleştirilmesini de açıkca önermedi, bunun yerine İslâm devletine,
esirlerine karşı içinde bulunduğu şartların gerektirdiği şekilde işlem yapma
serbestliği tanıdı. Devlet, müslüman esirlere karşı fidye isteyen tarafın
esirlerini fidye karşılığında serbest bırakacak, iki taraflı anlaşma
sağlanabilirse elindeki esirleri değiştirecek ve savaş halinde bulunduğu
düşmanlarının tutumlarının doğuracağı aktüel şartlar uyarınca müslüman
esirleri köleleştiren düşmanların esirlerini köleleştirecekti.
Gerçekten çok sayıda ve çeşitli olan
kölelik kaynaklarını kurutmakla köleler sayıca azalmaya yüztuttu ve İslâm,
bu sayısı azalan köleleri de özgürlüklerine kavuşturmaya girişti. Bu işlemi
sözkonusu köleler düşman mihraklarla ilişkilerini keserek İslâm toplumuna
katıldıkları anda hemen başlattı. Bu yaklaşımının sonucu olarak kölelere tek
taraflı olarak özgürlüklerini isteme hakkı tanıdı; köle belirli bir fidye
ödemek karşılığında özgürlüğüne kavuşacak, bu isteğini efendisi ile yazılı
anlaşmaya bağlayacaktı. İşte kölenin özgür olmayı istediği bu andan itibaren
çalışma, kazanma ve mülk edinme hürriyetini elde edecekti. Böylece çalışarak
elde ettiği ücret kendisinin olacaktı. Bu arada özgürlüğüne karşılık olarak
vereceği fidyeyi kazanabilmek için efendisinin hizmeti dışında başka işlerde
de çalışabilecekti. Başka bir deyimle bu köle bağımsız bir varlık haline
geliyor, özgürlüğün en önemli dayanaklarına fiilen kavuşuyordu. Sonra bu
köle devlet hazinesinin zekât fonundan pay alacaktı. Ayrıca müslümanlar ona
özgürlüğünü elde edebilmesi için malı yardımda bulunmakla yükümlü idiler.
Bütün bunların dışında ayrıca köle azad etmeyi gerektiren kefaretler de bu
özgürleştirme kampanyasına katkıda bulunuyordu. Mesela yanlışlıkla adam
öldürme olaylarında, yemin ve zihar kefareti olarak köle azad etme
zorunluluğu vardı. Böylece kölelik düzeninin zaman içinde kesin biçimde
ortadan kalkması hedeflenmişti. Buna karşılık böyle köklü bir kurumu bir
anda oldu-bitti türünden bir kararla ortadan kaldırmak, kaçınılması mümkün
olmayan sosyal sarsıntılara, sakınılması gereken toplumsal bozulmalara
yolaçacaktı.
Daha sonraki dönemlerde İslâm toplumunda
kölelerin sayısının artması yavaş yavaş beliren sapmalardan, adım adım İslâm
sisteminden uzaklaşma eğilimlerinden kaynaklandı. Bu bir gerçektir. Fakat
bunun sorumlusu İslâm değildir.
Bu durum, İslâm'ın hanesine olumsuz bir
puan olarak kaydedilemez. O İslâm ki, bazı dönemlerde insanlar onun
metodundan şu ya da bu oranda saptıkları için aslına uygun biçimde
uygulanmamıştır. Daha önce belirttiğimiz gibi, İslâm'ın tarih görüşüne göre
sözkonusu sapmaların oluşturduğu pratik durumlar İslâm'a maledilemezler,
İslâm tarihinin kesitleri sayılamazlar. Çünkü İslâm değişmedi, onun
ilkelerine yeni bir madde eklenmedi. Değişen insanlardır. Onlar İslâm'dan
uzaklaştılar. Bunun sonucu olarak İslâm'ın bu insanlarla bir ilgisi
kalmadığı gibi onların da İslâm tarihinin bir kesiti olma nitelikleri
kalmamıştır.
Eğer biri yenibaştan İslâm'a uygun bir
hayat yaşamak isterse tarih boyunca İslâm'a bağlı olduklarını ileri
süregelmiş toplumların bıraktıkları yerden devam edecek değildir. Bunun
yerine aslına uygun İslâm ilkelerini yozlaşmamış olarak bulacağı berrak
çizgiden başlayarak onu. pratik hayata aktarmalıdır.
Bu gerçek son derece önemlidir; İslâm
inancı açısından, İslâmî yaşama tarzı açısından gerek teorik araştırma
düzeyinde ve gerekse pratik gelişme düzeyinde önemlidir. Biz bu gerçeği bu
bölümde ve bu vesileyle tekrar vurguluyoruz. Çünkü gerek İslâm tarihine
yönelik teorik bakış açısı bakımından gerek İslâm tarihinin objektif yorumu
bakımından ve gerekse gerçek İslâm'ın hayat düşüncesi ile aslına uygun
İslami yaşama düzeni bakımından bazı zihinlerin büyük şaşkınlıkların ve ağır
yanılgıların etkisi altında olduğunu görüyoruz. Özellikle İslâm tarihi
hakkında araştırma yapan Batılı şarkiyat uzmanlarında bu şaşkınlık ve
yanılgı gayet belirgindir. İslâm tarihini yanlış anlayan bu yabancı
araştırmacıların etkisi altıda kalan kişilerde aynı şaşkınlık ve yanılgı
görülür. Böyleleri arasında bazı aldanmış samimi müslümanlara da
rastlanabilmektedir ne yazık ki!..
Bu ayetlerin devamında meselelerin aslını
öğrenme amacı taşıyan sorulara cevap olarak çeşitli İslâmi ilkelerin
belirlendiğini görüyoruz:
219/b- Sana Allah yolunda
ne vereceklerini sorarlar. De ki; "ihtiyaçlarınızdan artakalanını verin':
Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz.
Müslümanlar bir başka zaman "ne
verecekler"ini sormuşlardı. Bu soruya, verilecek olan şeyin türü ve kimlere
verileceği belirtïlerek cevap verilmişti. Buradaki soruya, verilecek olan
şeyin miktarı, derecesi belirtilerek cevap veriliyor. Ayette geçen "afüv"
kelimesi "artık, fazla" anlamına gelir. Buna göre israfa ve gösterişe
kaçmaksızın şahsi masraflar karşılandıktan sonra elde kalan, yardım
konusudur. Daha önce söylediğimiz gibi ilk önce en yakınlara yardım
edilecek, sonra başkalarına sıra gelecektir. Zekât tek başına yeterli bir
yardım faslı değildir. Zira kanaatimce zekât ayeti, bu ayetin hükmünü
yürürlükten kaldırmış (neshetmiş) değildir. Başka bir deyimle zekât, farz
borcunu düşürerek sahibini yükümlülükten arındırır, ama yardım etme
direktifi sürekli olarak geçerliliğini korur. Zekât, müslümanların devlet
hazinesinin hakkıdır, yüce Allah'ın şeriatını yürütmekle görevli olan
hükümet bunu toplar ve belirli harcama yerlerine dağıtır. Fakat müslümanın
Allah'a ve Allah'ın kullarına karşı görevi bunun ötesinde de devam eder.
Öteyandan zekât, "artakalan mal"ın tümünü kapsamayabilir. Oysa bu açık
hükümlü ayete göre "malın artakalanı"nın tümü yardım ve sadaka konusudur.
Nitekim Fatıma b. Kays'ın bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle
buyuruyor:
"Malda zekâtın dışında hak vardır.
(Ahkam-ul Kur'an, İmam-ı Cessas)
Yüce Allah'ın rızasını elde etmek isteyen
bir mal sahibi bu hakkı kendi eli ile verebilir. Eğer böyle yapmaz da
Allah'ın şeriatını yürütmeye çalışan İslâm devleti bu "hakk"a muhtaç olursa
onu kendi insiyatifi ile alarak kamu yararının gerektirdiği yerlerde harcar.
Böylece o mal fazlalığının ne ahlâksızların savurganlıklarıyla çarçur
edilmesine ve ne de kullanım dışı tutularak stok edilip fonksiyonsuz
bırakılmasına meydan verilmiş olur.
"Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor
ki; dünya ve ahiret üzerinde düşünesiniz diye."
Bu ayet, hem dünya ve hem de Ahireti
birlikte düşünmeyi, kafa yormayı özendirme amacını seslendirir. Zira sırf
dünya üzerine düşünmek insan aklına, insan kalbine, insan varoluşunun
mahiyeti, hayatının asıl niteliği, yükümlülükleri ve ilişkileri hakkında tam
bir algı sunmaz; kurumlar, değer yargıları ve ölçüler konusunda sağlıklı bir
düşünce oluşturmaya yetmez. Çünkü dünya, insan hayatının kısa süreli
bölümünü oluşturur. Oysa bilinci ve davranışları hayatın sırf bu kısa
bölümünün hesaplarına göre biçimlendirmek asla insanı sağlıklı düşünceye ve
sağlıklı davranışlara ulaştıramaz. Yardım amaçlı mal verme konusu özellikle
dünyayı ve Ahireti birlikte düşünmeyi gerektiren bir meseledir. Çünkü
başkasına yardım edenin malında meydana gelen maddi eksilme, kalp temizliği
ve duygusal arınma olarak kendisine geri döner. Ayrıca bu eksilme içinde
yaşadığı topluma yarar, dirlik ve sosyal barış olarak da geri döner. Fakat
herkes bu kazanımların farkına varmayabilir. O zaman yardımlaşma kefesinde
ağırlık sağlayacak olan faktör Ahiret bilinci, oradaki ödül özlemi ve oraya
ilişkin değer ölçülerinin özendirici rolüdür. Bu durumda Ahiret faktörü
insan vicdanına doyum, huzur ve esenlik kazandırır ve bu sayede elindeki
terazide sahte, fakat aldatıcı ve parlak görünümlü değerlerin bulunduğu kefe
ağır basmaz.
220- Sana yetimler hakkında
soru sorarlar. De ki; Onların durumlarını düzeltmek hayırlı bir iştir. Eğer
kendileriyle birarada yaşıyorsanız, onlar artık kardeşlerinizdir. Allah
kimin işleri bozucu ve kimin düzeltici olduğunu iyi bilir. Eğer Allah
dileseydi, sizi zora koşardı. Hiç şüphesiz Allah üstündür ve hikmet
sahibidir.
YETİMİN KORUNMASI
Sosyal dayanışma, İslâm toplumunun temelini
oluşturur. Müslüman cemaat, birlikte yaşadığı güçsüzlerin ihtiyaçlarını
gözetmekle yükümlüdür. Bu arada ana-baba desteğinden yoksun olan yetimleri
gözetmek ve korumak bu alanın öncelikli görevlerindendir. Yetimlerin
kendileri gözetilecek ve malları korunacaktır.
İslam'dan önceki dönemde yetimlerin
vasilerinden (koruyucu) bazıları yetimlerin yiyecekleriyle kendi
yiyeceklerini karıştırıyor, onların mallarını kendi mallarıyla birleştirerek
birarada ticarete sokuyorlardı. Bu durum, kimi zaman yetimlerin zarara
uğramalarına, aldatılmalarına yolaçıyordu. Bunun üzerine yetimlerin
mallarını yiyenleri korkutma mesajı içeren ayetler indi. O zaman da takva
sahibi müslümanlar aşırı bir çekingenliğe kapıldılar. Öyle ki, yetimlerin
yiyeceklerini kendi yiyeceklerinden ayırdılar. Bunun sonucu olarak şu tür
olaylar yaşanmaya başladı. Evinde yetim besleyen biri yetime kendi malından
yemek veriyor. Eğer bu yemeğin bir kısmı artarsa ya yetim sonra gelip bu
yemeği yiyor ya da bozulduğu için dökülüyordu! Böylesine aşırı bir titizlik
İslâm'ın özüne uygun değildi. Üstelik bu durum zaman zaman yetimin zarara
uğramasına yolaçıyordu.
İşte bu yüzden Kur'an-ı Kerim, meseleye bir
daha eğilerek müslümanları orta yola ve kolaylığa yönelmeye, bu ölçüler
içinde yetimin yararını aramaya, malını onun işine yarayacak şekilde
kullanmaya çağırdı. Yetimlere yarar sağlamak, onların mallarını ayırmaktan
daha hayırlı idi. Eğer yetime yarar sağlıyorsa onun malını kendi malına
karıştırmanın sakıncası yoktu. Çünkü yetimler, vasilerinin, bakımlarından
sorumlu olanların kardeşleri idi. Hepsi İslâm kardeşi idi, hepsi de büyük
İslâm ailesinin üyeleri idi. Allah kimin yıkıcı ve kimin yapıcı olduğunu iyi
bildiği için önemli olan, işin dış görünüşü ve biçimi değil, işi yapanın
niyeti ve sonucu idi. Yüce Allah, müslümanları zora koşmayı, sıkıntıya
sokmayı ve kullarına yüklediği görevlerin onlara zorluk çıkarmasını
istemiyordu. Eğer istese onları böyle zor yükümlülüklerin altına sokardı,
ama O, böyle bir şeyi istemez. O, üstün iradelidir ve hikmet sahibidir. Buna
göre O, dilediğini gerçekleştirmeye muktedirdir, fakat hikmet sahibi olduğu
için hayırlı, kolay ve yararlı olanı ister.
Böylece yetimlere yardım meselesi tümü ile
yüce Allah'a bağlanıyor, inanç sisteminin ve hayatın çevresinde döndüğü ana
eksene tutturuluyor. Bu durum, bu inanç sistemine dayanan yasal düzenleme
sisteminin temel özelliğidir. Bu sistemin yürümesindeki teminatın
vicdanların derinliklerinden gelen bir isteğin ürünü olduğu kabul edilmezse
dışarıdan gelen etkilerle olabileceğini söylemek asla mümkün değildir.
AİLE HUKUKU
Biz bu bölümde aile hukukunun bir yönü ile
karşı karşıya geliyoruz. İslâm cemaatinin, müslüman toplumu ayakta tutan ana
sütun ile ilgili yasal düzenlemelerin bir bölümünü inceleyeceğiz. İslâm bu
ana sütuna, son derece büyük bir önem vermiş, onun yasal düzenlemesi,
korunması ve cahiliye kültürünün anarşisinden arındırılması için büyük çaba
harcamıştır. Aile konusunu ele alan ayetlerin Kur'an'ın çeşitli surelerinde
yeraldığını görürüz. Bu ayetler bu büyük temel sütunun ayakta kalması için
gereken bütün dayanakları içerirler.
İslâmî sosyal düzen, insan fıtratının bütün
özelliklerini, bütün gereksinimlerini, bütün dayanaklarını gözeten bir ilâhi
düzen olması yanında bir aile düzenidir aynı zamanda.
İslâm'ın aile düzeni fıtrat kökeninden,
yaratılış kökünden, bütün canlıların, hatta tüm yaratıkların ilk varoluş
temelinden kaynaklanır. Bu bakış açısı, aşağıdaki ayetlerde son derece
belirgindir:
"İbret alasınız diye herşeyi çift çift
yarattık." (Zariyat Suresi, 49)
"Yerden yetişen bitkileri, insanların
kendilerini ve diğer bilmedikleri yaratıkları çift çift yaratmış olan Allah
noksanlıklardan münezzehtir." (Yasin Suresi, 36)
Bu İslâmî bakış açısı daha sonra insana
dönerek öncelikle ilk kadın-erkek çiftinin, arkasından bu çiftten gelen
soyun, daha sonra tümüyle insanlığın meydana gelmesine kaynaklık eden ilk
insanı hatırlatır:
"Ey insanlar, sizleri bir tek insandan
yaratan, ondan eşini vareden ve ikisinden çok sayıda erkek ve kadın meydana
getiren Rabbinizden korkun" (Nisa Suresi, 1)
"Ey insanlar, biz sizleri bir erkek ile bir
dişiden yarattık, sonra birbirinizi kolayca tanıyasınız diye sizi milletler
ve kabileler haline koyduk." (Hucurat Suresi, 13)
Sonra iki cins arasındaki fıtrî çekim gücü
vurgulanıyor. Bu çekim gücünün tek fonksiyonu cinsel açıdan erkek ile dişiyi
birleştirmesi değil, aileler ve yuvalar oluşturmasıdır:
"Allah'ın ayetlerinden biri de kendileri
ile kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden türemiş eşler yaratması,
aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır." (Rum Sùresi, 12)
"Kadınlarınız sizin çocuk yetiştiren
tarlanızdır. Buna göre tarlanıza dilediğiniz gibi varınız. Kendiniz için
ileriye dönük hazırlık yapınız, günah işlemekten sakınınız ve mutlaka
Allah'a kavuşacağınızı biliniz. Bunu müminlere müjdele."·(Bakara Suresi,
223)
"Allah evlerinizi sizin için huzur ve
kaynaşma yeri yaptı." (Nahl Suresi, 80)
Burada etkisini gösteren fıtrat ile evrenin
özünde ve insanın yapısında derinliğine kök salmış bu fıtratın içgüdülerine
olumlu cevap veren aile kurumu ile karşı karşıyayız. Bundan dolayı, İslâm'a
göre aile düzeni, insan yapısının özünden, hatta evrende varolan cansız
nesnelerin tümünün özünden kaynaklanan, fıtrî ve doğal bir düzendir. Burada
insan için geçerli olan düzen ile insanın da yeraldığı tüm kainat sistemi
için geçerli olan düzen arasında sıkı ilişki kurulduğunu görüyoruz ki, bu
durum İslâm'ın evrene ve insana yaklaşım tarzını yansıtır.
Aile kurumu yeni doğan yavruyu
koruyup-gözetmeyi; onu bedenen, aklen ve ruhen geliştirmeyi üstlenmiş olan
tabii bir yuvadır. İnsan yavrusu bu yuvanın koruyucu kanatları altında
sevgi, şefkat ve dayanışma duygularını tadar, hayatı boyunca sürecek olan
karakteristik özelliklerini kazanır, bu yuvanın kılavuzluğu ve ışığı altında
hayata açılır, onu yorumlar ve onunla ilişki kurar.
Canlılar arasında en uzun yavruluk dönemini
insan yavrusu yaşar. İnsanın bebeklik ve çocukluk dönemi diğer tüm
canlılardan daha uzun sürer. Zira yavruluk dönemi soyu devam eden her canlı
türünün kendinden beklenen fonksiyonu yerine getirebilmesi için gerekli olan
bir egzersiz, bir yatkınlık kazanma, bir hazırlık dönemidir. İnsanın görevi
diğer tüm canlıların görevlerinin en ağırı, yeryüzündeki işlevi diğer tüm
canlıların fonksiyonlarının en önemlisi olduğu için onun çocukluk aşaması,
canlı türleri içinde en uzun olmuş, böylece geleceğe daha iyi
hazırlanmasına, daha yoğun bir eğitimden geçmesine imkan sağlamıştır. Bundan
dolayı insan, çocukluk dönemini ana-babasının gözetimi altında geçirmeye
diğer canlı yavrularından daha çok muhtaçtır. İşte bu gerekçe ile istikrarlı
ve huzurlu bir aile düzeni insani düzenin ayrılmaz bir parçası; insan
fıtratının, insan yapısının ve insanın şu hayatta üstleneceği rolün
vazgeçilmez önemli bir unsurudur.
Bilimsel araştırmalar kesinlikle
kanıtlamıştır ki, aile kurumu dışında kalan hiçbir kurum, aile kurumunun
fonksiyonunu yerine getiremez, onun yerini tutamaz, aksine çocuğun gelişimi
ve eğitimine zararlı unsurlar içerir. Bu hüküm özellikle çok sayıda çocuğu
birarada barındıran çocuk yuvaları düzeni için geçerlidir. Bilindiği gibi
bazı yapay ve baskıcı ideolojiler, yüce Allah tarafından insana sunulan
dengeli, elverişli, ve fıtrî aile düzenini, dik kafalı, anarşik ve yapay bir
devrim yolu ile yıkarak yerine bu çocuk yuvaları düzenini koymak istediler.
Bunun yanısıra kimi Avrupa devletleri de yaşadıkları sosyal zorunlulukların
baskısı yüzünden bu düzeni uygulamaya yöneldiler. Çünkü dini düşüncenin
bağlarından sıyrılmış Batının cahiliye uygarlığı tarafından ateşlenen vahşî
ve barbarca savaşlarda çok sayıda çocuk ailesini yitirmişti. Yakın
dönemlerde yaşanan bu acımasız savaşlarda savaşçı ile normal halk, eli
silâhlı asker ile silahsız zavallılar arasında ayırım gözetilmemiştir."
Ayrıca Avrupalılar, insan doğasına uygun
sosyal ve ekonomik düzenin yerine kendi çarpık düzenini yerleştiren cahiliye
kaynaklı düşünce akımlarının etkisinde kalarak zorunlu olmadığı halde bu
çocuk yuvaları sistemine yöneliyorlar. Bu lânet olası uygulama çocukları ana
şefkatinden ve aile yuvasının sıcakkanlı gözetiminden yoksun bırakarak çocuk
fıtratı ve psikolojik yapısı ile çatışan soğuk yüzlü çocuk yuvalarının
kucağına atmakta ve bu zavallı yavruların ruh yapısında birçok komplekslerin
ve çatışmaların tohumunu ekmektedir. Bundan daha tuhaf, daha şaşırtıcı bir
şey daha var; sözkonusu cahiliye kaynaklı sapık akımlar, kadının ev dışında
çalışmasını ilerleme ve gericilikten kurtulma olarak sayacak kadar ileri
gitmişlerdir. İşte "lânet olası düzen"derken kasdettiğimiz düşünce ve
uygulama budur. Yeryüzünün en değerli hazinesi olan çocukların, psikolojik
sağlığını kurban eden bir lânetli düzendir bu. Peki bunun bedeli nedir,
uğruna neslin feda edildiği bu bedel; ailenin gelirinin biraz daha artması
veya ekonomik özgürlüğüne kavuşan (!) ananın kendi geçimini sağlaması! Doğu
ve Batı bloklarıyla çağdaş cahiliye uygarlığı doğal gerçeklere ters düşmekte
ve sosyal ve ekonomik düzeni bozuk temellere dayandırmaya kalkışmada o kadar
ileri gitmiştir ki, bu uygarlık emeğini evin dışındaki işler yerine
yeryüzünün en değerli varlığının bakımı için harcayan kadına geçim imkanı
sağlamamış ve bu yüzden de bebeğini kreşe teslim eden anne geçimini sağlamak
için "iş"e gitmek zorunda bırakılmıştır. (Çocuk yuvaları deneyinin
kanıtladığı ilk gerçek şudur: Çocuk ilk iki yaş içinde psikolojik ve fıtri
olarak sadece kendisinin olan bir ana-babanın varlığına, özellikle başka bir
çocukla paylaşmadığı bir annenin varlığına, karşı konulmaz biçimde ihtiyaç
duyar. Daha ileri yaşlarında da yine doğuştan kaynaklanan bir dürtü ile
kendisinin olan bir ana-babaya ait olduğunun bilincine muhtaçtır. Bu
ihtiyaçlardan ilkinin çocuk yuvalarında karşılanması imkânsızdır. ikinci
ihtiyaç da aile yuvası dışında hiçbir kurumda karşılanamaz. Bu duygularından
biri ya da öbürü tatmin edilmemiş olan çocuk, büyüyünce şu ya da bu biçimde
sapıklık, anormallik ve psikolojik dengesizlik belirtileri gösterir.
Eğer bir terslik olur da çocuk bu iki
ihtiyacın herhangi birisinin tatmininden yoksun kalırsa, bu durum o çocuğun
hayatında hiç kuşkusuz bir felaket olur. Peki şu sapık cahiliyede ne oluyor
da felâketleri bütün çocukların hayatlarına yaygınlaştırmak istiyor? Bunun
yanısıra yüce Allah'ın kendileri için dilediği islam nimetinden kendilerini
mahrum eden bazı nasipsizlere ne oluyor da bu anormal uygulamayı ilericilik,
kurtuluş ve uygarlaşma sanıyorlar?
Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek
isteyenler Muhammed Kutup tarafından yazılmış "El-insanu Beynel Maddiyeti
vel-İslâm" adlı kitabın "El-Müşkilet-ül Cinsiyyetü" başlıklı bölümü ile yine
aynı yazara ait "Subuhatün Havlel islâm" adlı eserin "El-islâm vel-Mera"
başlıklı bölümüne başvurabilirler.)
Bundan dolayı, yüce Allah'ın, kanatları
altında "barış"a girmelerini ve gölgesi altında "dirlik"ten yaygın biçimde
yararlanmalarını dilediği İslâmî sosyal düzen, aile esasına dayanır, bu
kuruma son derece hayati olan fonksiyonu ile bağdaşacak oranda önem verir.
İşte bu gerekçe iledir ki, Kur'an-ı Kerim'in çeşitli surelerinde bu düzenin
dayanağını oluşturan yasal düzenlemelere ve moral dayanaklara yer
verildiğini görüyoruz. İncelemekte olduğumuz Bakara suresi de bu sureler
arasındadır.
Bakara suresinin bu konu ile ilgili
ayetleri evlenme, birlikte yaşama, kadınlara yaklaşmama yemini, boşama,
boşama ve dul kalmayı izleyen bekleme süresi, nafaka, mu'ta, emzirme ve
çocuk bakımı konularına ilişkin bazı hükümleri içeriyor.
Fakat burada geleneksel fıkıh ve kanun
kitaplarında olduğu gibi pratikten ve bütünlükten yoksun soyut bir dil
kullanılmıyor. Tersine bu hükümler öyle bir anlatım atmosferi içine
yerleştiriliyor ki, insan kalbi, beşer hayatına ilişkin ilâhi sistemin büyük
bir temel taşı ile, İslâm düzenine kaynaklık eden inanç sisteminin son
derece önemli bir ilkesi ile karşı karşıya olduğunu kavrar. Aynı zamanda bu
temel ilkenin yüce Allah ile, O'nun iradesi ve hikmetiyle doğrudan ilişkide
olduğunu, Allah'ın insanlar için seçtiği hayat nizamına ilişkin metoduyla
bağlantılı olduğunu hisseder. Bunun sonucu olarak da bu temel ilkenin O'nun
gazabı, hoşnutluğu, cezası ve mükafatıyla da direkt ilişkili olduğunu, ama
aynı zamanda sözünü ettiğimiz inancın varlığı-yokluğuyla da sıkı sıkıya
bağlantılı olduğu gerçeğini hisseder.
İnsan bu ayetleri okurken, daha ilk andan
itibaren bu konunun önemini ve olağanüstülüğünü ruhunda duyar. Bunun
yanısıra okuyucu bu konu ile ilgili küçük-büyük her ayrıntının yüce Allah'ın
ilgisini ve gözetimini üzerinde yoğunlaştırdığını, bu konu ile ilgili
büyük-küçük her ayrıntının yüce Allah'ın terazisinde son derece büyük
ağırlığı olan özel bir amaca dayandığını, yüce Allah'ın insan denen bu
varlığın hayatını düzenlemeyi, bu müslüman cemaatin O'nun direkt gözetimi
altında kendine özgü bir biçimde gelişmesini kendi üzerine aldığını, bu özel
gelişimi sayesinde onu varlık aleminde tasarlanmış yüce fonksiyonuna
hazırlamayı bizzat yönlendirdiğini ve bütün bunların sonucu olarak bu
sisteme karşı çıkmanın yüce Allah'ı öfkelendireceğini, O'nun ağır azabına
çarpılmaya yolaçacağını da hisseder.
Bu ayetlerde sözkonusu hükümler inceden
inceye, ayrıntılı olarak anlatılır. Bir hüküm bütün çağrışımları ile
açıklanmadan yeni bir hükme geçilmez. Her hükmün arkasından, kimi zaman da
hükmün anlatımı sırasında, açıklanmakta olan konunun önemini ve büyüklüğünü
vurgulayan, düşündürücü bir sonuç, bir yorum cümlesi gelir. Bu yorum
cümlesi, insan vicdanı üzerinde uyarıcı, canlandırıcı ve düşünceyi
keskinleştiren bir etki bırakır. Özellikle uygulanmaları kalpdeki Allah
korkusuna ve vicdan duyarlılığına bağlı olan direktiflerde bu uyarıcı etki
daha çok önem kazanır. Zira bu engelleyici, gözetleyici ve uyanıklığa
çağırıcı bilinç varolmayınca bu ayetleri ve hükümleri hileli yorumlarla
çarpıtmak mümkün hale gelir.
Bu hükümlerin ilki müslüman bir erkeğin,
putperest bir kadınla ve müslüman bir kadının, putperest bir erkekle
evlenmesinin yasaklanmasını içerir. Bu hükmün arkasından gelen sonuç, yorum
cümlesinde, daha doğrusu cümlelerinde şöyle ifade ediliyor:
"Onlar sizi Cehennem'e çağırırlar. Oysa
Allah sizi izni ile Cennet'e ve günahlarınızın bağışlanmasına çağırıyor. O,
insanlara ayetlerini açıkça anlatıyor ki, öğüt alsınlar."
İkinci hüküm, aybaşı kanamaları
dönemlerinde kadınlarla cinsel ilişki kurma yasağıyla ilgilidir. Bu konunun
ardından gelen yorum cümleleri ile iki cins arasında cinsel birleşme de
dahil tüm ilişkiler bir anlık bedeni şehvet doyumu olma niteliğinden
arındırılarak, bu anlık doyumdan çok daha büyük, çok daha yüce amaçlı bir
insanlık görevi düzeyine çıkarılır. Bu yüceltilmiş amaç, aslında, insanlık
amacını bile aşar. Çünkü yaratıcının ibadet ve takva yoluyla kullarını
temizleme, arındırma iradesi i(e ilgilidir:
"Kadınlar temizlendiklerinde Allah'ın size
emrettiği yoldan onlarla cinsel ilişki kurun. Hiç şüphesiz Allah tevbe
edenleri ve tertemiz olanları sever.
Kadınlarınız sizin çocuk yetiştiren
tarlanızdır. Buna göre tarlanıza dilediğiniz gibi varın. Kendiniz için
ileriye dönük hazırlık yapın, günah işlemekten sakının ve mutlaka Allah'a
kavuşacağınızı bilin. Bunu müminlere müjdele."
Üçüncü hüküm genel anlamda yeminler ile
ilgilidir ve erkeğin eşiyle cinsel ilişki kurmayacağına ilişkin yemini (ilâ)
ile boşama konularının ele alınacağı bir ortam oluşturma niteliği de taşır.
Bu hükmün uygulaması konusu Allah'a ve Allah korkusuna bağlanmıştır aynı
zamanda:
"Allah herşeyi işitir ve bilir.", "Allah
günahları bağışlayıcı ve halïmdir."
Dördüncü hüküm, erkeğin eşi ile yatmama
yeminine ilişkindir. Bu hükmün ardından gelen yönlendirici yorum
cümlelerinde şöyle buyuruluyor:
"Eğer bu yeminlerinden dönerlerse kuşku yok
ki, Allah bağışlayıcıdır ve merhametlidir.
Eğer boşamaya karar verirler ise kuşku yok
ki, Allah işiten ve bilendir." Beşinci hüküm, boşanmış kadının zorunlu
bekleme süresine ilişkindir. Bu hükmün arkasından şu uyarıcı yorum cümleleri
gelir:
"Eğer Allah'a ve Ahiret gününe inanmışlar
ise Allah'ın rahimlerinde yarattığını (çocuğu) saklamaları kendileri için
helal değildir."
"Hiç şüphesiz Allah, üstün güçlüdür ve
hikmet sahibidir."
Altıncı hüküm, boşama evrelerinin sayısına
ilişkindir. Buna bağlı olarak boşamanın gerçekleşmesi durumunda mehrin bir
bölümünü geri alma ve nafaka konuları ile ilgili hükümler anlatılır. Bu
hükümlerin arkasından şu uyarıcı yorumlara yer verilmiştir:
"Kadınlara evliyken verdiklerinizden birşey
geri almak, size helâl değildir. Ama eğer erkek ve kadın, Allah'ın koyduğu
sınırları gözetemeyeceklerinden korkarlarsa o başka. Eğer kadın ile koca,
Allah'ın koyduğu sınırları gözetemeyecekler diye korkarsanız kadının,
boşanmak için kocasına fidye vermesinde her iki taraf için de bir sakınca
yoktur. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, bunları aşmayın. Kim Allah'ın
sınırlarını aşarsa işte onlar zalimlerin ta kendileridirler."
"Eğer sonraki koca kadını boşar da Allah'ın
sınırlarını gözeteceklerine inanırlarsa eski karı-kocanın tekrar
birbirlerine dönmelerinin sakıncası yoktur. Bunlar Allah'ın koyduğu
sınırlardır, O, onları bilen topluluğa anlatıyor."
Yedinci hüküm, boşamanın ikinci evresinden
sonra kadını ya meşru bir şekilde tutmak ya da iyilikle bırakmak konusu ile
ilgilidir. Bu hükmün arkasından şu uyarıcı yorum cümlelerini okuyoruz:
"Sakın onlara zarar vererek Allah'ın
sınırlarını çiğnemek amacı ile kadınları alıkoymayın. Kim bunu yaparsa
kendine yazık etmiş olur. Allah'ın ayetlerini alaya almayın. Allah'ın size
bağışladığı nimetleri ve öğüt vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti
hatırınızdan çıkarmayın, Allah'tan korkun ve O'nun her şeyi bildiğini
bilin."
Bu, içinizden Allah'a ve Ahiret gününe
inananlara yönelik bir öğüttür. Bu sizin hesabınıza en temiz ve iffete uygun
yoldur. Allah bilir, fakat siz bilmezsiniz."
Dokuzuncu hüküm, koca ölüp de dul kalan
kadınların zorunlu bekleme sürelerine ilişkindir. Bu hükmün arkasından şu
uyarıcı yorum cümleleri gelir:
"Bu sürelerini doldurduklarında meşru
olarak yaptıklarından dolayı siz sorumlu tutulmazsınız. Hiç şüphesiz ne
yaparsanız Allah onu bilir."
Onuncu hüküm, zorunlu bekleme dönemini
geçirmekte olan bir kadına ima yolu ile evlenme teklifi yapmaya ilişkindir.
Bu hükmü izleyen uyarıcı yorum cümlelerinde şöyle buyuruluyor:
"Sizin onları hatırınızda tutacağınızı
Allah biliyor. Söyleyeceğiniz uygun sözler dışında sakın onlarla gizlice
buluşmak üzere sözleşmeyin ve gerekli bekleme süresi dolmadıkça nikâh
akdetmeye girişmeyin, içinizden geçen duyguları Allah'ın bildiğini bilin,
O'ndan çekinin, iyi bilin ki, O, günahları bağışlar ve halîmdir."
Onbirinci hüküm, gerek mehrin belirlendiği
ve gerekse belirlenmediği durumlarda cinsel ilişki kurulmadan önce boşanmış
kadınlara ilişkindir. Bu hükmün hemen arkasından vicdanları okşayan şu
uyarıcı yorum cümleleri ile karşılaşıyoruz:
"Mehrin tümünü bağışlamanız takvaya daha
yakındır. Birbirinize karşı erdemliliği unutmayın. Hiç şüphesiz ne
yaparsanız Allah onu görür."
Onikinci hüküm, kocası ölmüş ve boşanmış
kadına yapılacak bağışa (mu'taya) ilişkindir. Bu hükümle ilgili olan uyarıcı
yorum cümlesinde şöyle buyuruluyor:
"Boşanmış kadınların geleneklere uygun bir
şekilde geçimlerini sağlamak, takva sahiplerinin boynuna borçtur."
Bütün bu hükümlerin arkasından gelen genel
uyarıcı yorum cümlesi şöyledir:
"Allah, size ayetlerini böyle açık açık
anlatıyor ki, düşünesiniz."
Bütün bu hükümler, ayrı birer. ibadet
niteliğindedirler. Evlilik yolu ile Allah'a ibadet... Cinsel ilişki ve nesil
üretimi yolu ile Allah'a ibadet... Boşama ve ayrılmada Allah'a ibadet...
Zorunlu beklemé süresi ve evliliğe dönme yolu ile Allah'a ibadet... Nafaka
verme ve bağışta bulunma yolu ile Allah'a ibadet... Meşru biçimde evliliği
sürdürme ya da eşe iyilikle yol verme yolu ile Allah'a ibadet... Fidye
vererek ya da mehirden vazgeçerek boşanma yolu ile Allah'a ibadet... Çocuk
emzirme ve memeden kesme yolu ile Allah'a ibadet... Kısacası her harekette
ve her duyguda Allah'a ibadet. Böyle olduğu için bu hükümler arasında korku
anında ve güvenli durumlarda namaz kılınmasına ilişkin hükme yer verilerek
şöyle buyuruluyor:
"Namazlara ve orta namaza devam edin.
Allah'a gönülden bağlı ve saygılı olarak namaza durun.
Eğer korku altında iseniz yürürken ya da
binek hayvanın sırtında namaz kılın. Güvene kavuştuğunuzda ise bilmediğiniz
şeyleri size öğrettiği şekilde Allah'ı anın."
Bu hüküm, incelemekte olduğumuz sözkonusu
hükümlerin anlatımı henüz bitmeden aralarına girmekte, böylece namaz
ibadeti, gündelik hayat ibadetleri ile İslâm'ın özelliğinden ve İslâm
düşüncesine göre insanın varoluş amacından kaynaklanan bir bütünlük
içerisinde kaynaşmaktadır. Bu ifade tarzı bize ince espriyi düşündürmek
ister gibidir: Bu hükümler birer ibadettir. Bu hükümlerde Allah'ın emrine
uymak, namazda O'nun emrini yerine getirmek gibidir. Hayat bölünmez bir
bütün olduğu gibi hayatın içinde yeralan ibadetler ayrılmaz bir sistemdir.
Emirlerin tümü Allah'tan gelir. İşte ilâhi hayat sistemi budur." (Uzun zaman
bu ayetlerin ifade özelliğinin sırrını kavrayamamışım. Bundan dolayı bu
cüzün ilk baskısında ve ilâveli ikinci baskısında bu konuda şöyle demiştim;
"Açıkça belirtiyorum ki, bu ayetlerde aile hukuku konusunun arasında neden
namazla ilgili bir hükme yer verildiğine takıldım, kaldım. Bu anlatım
tarzını sırrını bir türlü anlayamadım. Onu zoraki bir yoruma da bağlamak
istemiyorum. Bazı tefsirciler, aile konusundan sözedilirken namaz konusuna
dönülmesinin namazın önemini vurgulama, onu hatırlatıp unutulmasına meydan
vermeme amacına dayandığını söylüyorlar. Bana bu açıklama tarzı da pek ikna
edici gelmiyor (O baskının 68. ve 69. sayfaları)
Sözlerimi şöyle bağlamıştım; "Fakat samimi
olarak söylediğim gibi şimdi düşünebildiğim açıklama tarzı, beni pek tatmin
etmiş değil. Eğer başka bir açıktama biçimi düşünürsem, onu gelecek baskıda
açıklarım. Eğer yüce Allah okuyucularımdan birinin tatminkar bir açıklama
tarzı bulmasını nasip ederse lütfedip onu bana ulaştırsın ve yüce Allah'ın
bu hidayeti karşısında bana kendisine müteşekkir olma fırsatı versin."
Şimdi ise içime doğan bu açıklama tarzından
tatmin oldum ve bu sayede yolum aydınlandı. Bizi bu noktaya vardıran Allah'a
hamdolsun. Eğer O, bizi bu noktaya vardırmamış olsaydı, biz kendiliğimizden
oraya varamazdık.)
Bu hükümlerde şu özellik dikkatimizi
çekiyor. Bunlar birer somut ibadet oldukları, ibadet havası oluşturdukları
ve ibadet gölgesi yansıttıkları gibi aynı zamanda pratik hayatın, insan
fıtratı ile insan yapısının, insanın yeryüzündeki hayatında karşılaştığı
pratik ve somut zaruretlerin şartlarından hiçbirini gözardı etmiyor.
İslâm, insanlar için yasa koyar, onun
yasaları ne bir melekler topluluğuna ve ne de ancak rüyalarda görülen
kanatlı gök varlıklarına hitap eder. Bundan dolayı İslâm, yasal
düzenlemeleri ve direktifleri aracılığı ile insanları ibadet ortamına
yükseltirken onların insan olduklarını, ibadetlerinin insan tarafından
yapılmış ibadetler olduklarını, onlarda içgüdü ve ihtirasların,
yetersizlikler ve zaafların, zaruretler ve tepkilerin, his ve heyecanların,
idealler ve kötü amaçların olduğunu hiçbir zaman unutmaz. İslam, bunların
tümünü gözönünde bulundurur ve onları temiz ibadet yolunda parlak
aydınlıklar saçan bir ışık kaynağına doğru ilerletir. Üstelik bu
yönlendirmeyi yapaylığa ve zorlamaya başvurmadan yapar. Düzenini tümü ile
insanın insan olduğu ilkesine dayandırır.
Bu gerekçe ile İslâm, erkeğin belirli bir
süre karısı ile cinsel ilişki kurmamayı kararlaştırmasını hoşgörü ile,
anlayışla karşılar. Fakat bu sürenin dört ayı aşmaması gerektiğini belirtir.
İslâm boşama olayını onaylar, onu meşru sayar, hükümlerini ve yasadışı
biçimlerini düzenler. Fakat aynı zamanda yuvanın temellerini
sağlamlaştırmak, aile bağlarını güçlendirmek ve bu ilişkiyi ibadet düzeyine
çıkarmak için tüm gayretini harcamaktan geri durmaz. Bu öyle bir dengedir
ki, bu düzenin bütün idealist amaçlarını yüksek düzeyli bir realiteye,
pratiğe bağlar, bu idealist amaçları insan gücünün sınırları içinde tutar,
ilke olarak onların insana yönelik olmasını benimser.
Burada, fıtratla bağdaşan bir kolaylıkla;
hem kadına ve hem de erkeğe yönelik bilgece (hekimane) bir kolaylıkla karşı
karşıyayız. Bu önemli proje başarı-ya ulaşamayınca, bu en küçük toplumsal
hücre (aile) dirliğin ve istikrarın tadını tadamayınca, her şeyin içyüzünden
haberdar olan, herşeyi gören, insanların özel hayatları ile ilgili onların
bilmediği ayrıntıları bilen yüce Allah kadın-erkek arasındaki bu bağın bir
tutsaklık zinciri, bir hapishane; ne kadar dayanılmaz, nefes aldırmaz,
dikenlerle dolu ve kara bulutlarla sarılmış bile olsa çözülmesine imkân
olmayan bir kelepçe olmasını istememiştir. Yüce Allah aile kurumunun huzur
ve güven yuvası olmasını dilemiştir. Eğer insan fıtratından ya da karakter
farklılığından kaynaklanan bir sebep yüzünden bu amaç gerçekleşmemiş ise
böyle bir çift için en çıkar yol birbirinden ayrılarak yeni bir yuva kurmaya
girişmeleridir. Yalnız, ayrılmayı kararlaştırmadan önce bu kutsal kurumu
yıkımdan kurtarmak için her yola başvurulmalı, bunun yanısıra ne kocanın ne
kadının ne emzikli çocuğun ve ne de ana rahmindeki bebeğin zarara
uğramamasını sağlayacak yasal ve vicdanî-insanî önlemler alınmalı,
mağdurların herbirine güvenceler hazırlanmalıdır.
İşte bu, yüce Allah'ın insan için
yasallaştırdığı ilâhi düzendir.
Eğer insan, yüce Allah'ın insanlar için
dilediği bu düzenin ilkeleri ve barışın egemen olduğu dengeli, temiz
toplumu, yaşadığı dönemin sosyal düzeni ile karşılaştırırsa, aralarında çok
büyük bir mesafe olduğunu görür. Eğer gerek Batıda ve gerekse Doğuda görülen
ve kendilerini ileri sayan cahiliye toplumlarında somutlaşan insanlığın
günümüzdeki realitesi ile İslâm'ın önerdiği sosyal düzen karşılaştırılırsa
bu karşılaştırmayı yapan kişi İslami düzenin günümüzün hakim düzenlerine
göre ne kadar yüksek derecede olduğunu kesinlikle farkeder; bu sistemi
insanlar için yasallaştırmakla yüce Allah'ın onlar hesabına ne çapta bir
onur, temizlik ve barış dilemiş olduğunu hisseder. Özellikle kadın, yüce
Allah'ın kendisini ne çapta gözettiğini ve onurlandırdığını somut biçimde
algılar. O kadar ki, bu ilâhi sistemin kendine yönelttiği bu belirgin
gözetimi kavrayan, ruh sağlığı yerinde her kadının kalbinin mutlaka Allah
sevgisi ile kaynayıp coşacağından eminim.
221- Müşrik kadınlarla,
onlar iman etmedikçe, evlenmeyin. Mümin bir cariye, çok hoşunuza giden
putperest bir hür kadından daha iyidir. Müşrik erkeklerle, onlar iman
etmedikçe, evlenmeyin. Mümin bir köle, çok hoşunuza giden putperest bir hür
erkekten daha iyidir.
Onlar sizi Cehennem é çağırırlar. Oysa
Allah sizi izni ile Cennet é ve affedilmeye çağırıyor. O, ayetlerini
insanlara açıkça anlatıyor ki, öğüt alsınlar.
Nikâh, yani evlilik, karşı cinsten iki
insanı birleştiren en köklü, en güçlü ve en sürekli bağdır. Bu bağ, iki kişi
arasında mümkün olan en geniş çaplı anlayış birliğini içerir. Buna göre
tarafların kalplerinin çözülmez bir bağda birleşmesi, buluşması gerekir.
Kalplerin birleşebilmesi için aralarında inanç ve istikamet birliği
bulunmalıdır. Öteyandan dini inanç, vicdanların yapılanmasına en köklü ve en
yaygın biçimde katkıda bulunan, onları etkileyen, duyguları biçimlendiren,
bu duyguların etkilenmelerini ve tepkilerini belirleyen, hayat boyunca
vicdanların izleyecekleri yolu çizen faktördür. Gerçi kimi zaman dini
inancın pasifleşmesi ve etkinliğinden uzaklaşması birçoklarını yanıltıyor.
Böyleleri bu yüzden dini inancın gelip-geçici bir duygu olduğunu, bazı
felsefî düşüncelerle ya da sosyal akımlarla yerinin doldurulabileceğini
sanırlar. Fakat bu görüş insanın psikolojik yapısı, onun gerçek dayanakları
hakkında eksik bilgiden kaynaklanan asılsız bir saplantıdır.
Mekke'de oluşmaya başlayan İslâm cemaati
kalplerinde gerçekleştirdiği duygu ve inanç devrimini aynı oranda sosyal
hayatında da gerçekleştirebilecek, farklı bir pratik sosyal düzen
kurabilecek ortamdan yoksundu. Çünkü sosyal gelişmeler zamana ve tedrici
kurumsal düzenlemelere muhtaçtırlar. Fakat yüce Allah, müslüman toplumun
Medine'de bağımsızlığına kavuşmasını ve inanç alanındaki özgünlüğüne paralel
olarak toplumsal kişiliğinin de özgünlük kazanmasını dileyince, yeni yasal
düzenlemeler birbiri arkasından gelmeye başladı. Bu arada bu ayet inerek
artık müslümanlar ile müşrikler arasında yeni evliliklerin yapılmasını
yasakladı. Fakat dâha öncéden varolan bu tür evlilikler Hicri altıncı yıla
kadar yürürlükte kaldı. Ancak bu tarihte Hudeybiye denilen yerde Mümtehine
suresinde yeralan şu ayet indi:
"Ey müminler, mümin kadınlar göç ederek
size geldikleri zaman onları imtihan edin. Gerçi Allah onların imanlarının
durumunu herkesten iyi bilir. Eğer onların gerçekten mümin olduklarını
anlarsanız, onları kâfirlere geri göndermeyin. Ne bu kadınlar onlara
helâldir ve ne de o erkekler bunlara helâldir"... "Kâfir kadınları nikâhınız
altında tutmayın." (Mümtehine Suresi, 10)
Bunun üzerine müslümanlar ile müşrikler
arasındaki evlilik ilişkileri kesin bir biçimde sona erdi.
Artık bir müslüman erkeğin, müşrik (puta
tapan, Allah'a ortak koşan) bir kadınla ve müşrik bir erkeğin, müslüman bir
kadınla evlenmesi haram kılınmıştı. Bundan böyle aynı inancı paylaşmayan iki
kalbin evlilik aracılığı ile birleştirilmesi yasaktı. Çünkü bu durumda
evlilik bağı yapay, çürük ve zayıf bir bağdı. Çünkü bu evliliğin tarafları
Allah'ta buluşmuyorlardı. Bu tür bir evlilikle de hayat ortaklığı
gerçekleştirilemezdi. İnsanı onurlandırıp hayvanların üzerinde bir düzeye
yükseltmiş olan yüce Allah evlilik ilişkisinin hayvansal bir içgüdü, basit
bir şehvet boşalması olmasını istemiyor, bunun yerine onu yüceltip Allah'la
ilişki kuracak düzeye çıkarmak, hayatın gelişmesi ve arındırılması alanında
bu kurum ile Allah'ın dileğini ve sistemini ortak bir noktada buluşturmak
istiyor.
İşte bu yüzden şu kesin ve kararlı
direktifle karşılaşıyoruz:
"Puta tapan kadınlarla, onlar iman
etmedikçe, evlenmeyin."
Eğer bu kadın iman ederse, aradaki engel
ortadan kalkmış, erkek ile kadının kalpleri Allah'da buluşmuş, böylece bu
iki insan arâsındaki ilişki zararlı ve bozucu bir faktörün etkisinden
kurtulmuş olur. Bu ilişki hem kurtulmuş hem de yeni bağ, yani inanç bağı
aracılığı ile güçlenmiş olur:
"Mümin bir cariye, çok hoşunuza giden
putperest bir hür kadından daha iyidir."
Burada sözü edilen "çok beğenme", hoşlanma
duygusu sırf içgüdülerden kaynaklanır, yüce insanî duyguların onda hiçbir
katkısı yoktur. Bu içgüdüsel duygu, duyu organları ile vücudun diğer bazı
organlarının yargısı olmaktan öteye gitmez. Oysa gönül güzelliği daha
derinlikli ve daha değerlidir. Hatta, müslüman kadın, bir cariye bile olsa
bu böyledir. Çünkü onun İslâm kaynaklı nesebi,kendisini soylu fakat müşrik
kadının üzerinde bir düzeye yükseltir. Çünkü bu nesep, yüce Allah'tan
kaynaklanır ki, bu, neseplerin en üstünüdür.
"Putatapan erkeklerle, onlar iman
etmedikçe, evlenmeyin. Mümin bir köle, çok hoşunuza giden putperest bir hür
erkekten daha iyidir."
Burada bir önceki cümledeki hüküm, biçim
değişikliği yapılarak tekrarlanıyor. Maksat sözkonusu hükmü pekiştirmek,
anlatımına ayrıntılık kazandırmaktır. Yoksa ilk cümledeki hükmün gerekçesi
ile ikinci cümledeki hükmün gerekçesi aynıdır.
"Onlar sizi Cehennem'e çağırırlar. Oysa
Allah sizi, izni ile, Cennet'e ve affedilmeye çağırıyor. O, ayetlerini
insanlara açıkça anlatıyor ki, öğüt alsınlar."
Yollar ayrı, çağrılar ayrıdır. Böyle olunca
bu iki grup insan, hayatın temel kurumu olan bir birleşmede nasıl biraraya
gelebilirler?
Putperest erkek ve kadınların yolları
Cehennem'e doğrudur, çağrıları da Cehennem'e doğrudur, çağrıları da
Cehennem'e yöneliktir. Oysa mümin erkek ve kadınların yolu, Allah yoludur.
Allah da izni ile Cennet'e ve bağışlanmaya çağırır. Onların çağrısı ile yüce
Allah'ın çağrısı birbirinden ne kadar uzaktır!
Fakat, acaba aslında Cehennem'e çağıranlar,
o putperest erkekler ile kadınlar mıdır? Kendisini ve başkalarını Cehennem'e
çağıran aslında kimdir? Bu ayet, kısa yoldan bu son gerçeğe parmak basıyor,
onu dal-`a baştan Cehennem'e çağırmak olarak vurguluyor, çünkü bunun
akıbeti, Cehennem'dir. Yüce Allah müslümanları, bu İslâm'dan vazgeçirme
amaçlı çağrı konusunda uyarıyor, "Öğüt alsınlar diye insanlara ayetlerini
açıkça anlatıyor." Buna rağmen kim söz dinlemez de bu çağrıya uyarsa veyl
olsun, yazıklar olsun ona...
Burada şu noktayı hatırlatalım. Bu ayetle
yüce Allah -aradaki inanç ayrılığına rağmen- müslüman bir erkeğin: Ehl-i
Kitaptan bir kadınla evlenmesini yasaklamıyor. Bu, farklı bir konudur.
Müslüman erkek ile Ehl-i Kitaptan olan kadın, şeriatlerinin ayrıntılarındaki
farklılığa rağmen, Allah'a inanma ilkesinde ortaktırlar.
Fakat eğer sözkonusu Ehl-i Kitap bağlısı
kadın Allah'ın "Üçün üçüncüsü" olduğuna ya da "Meryem oğlu İsa'nın Allah"
olduğuna ya da "Üzeyir'in Allah'ın oğlu" olduğuna inanıyorsa, acaba
evlenilmesi yasak müşrik (Allah'a ortak koşmuş) bir kadın mı sayılır, yoksa
"Bugün size temiz olanlar helâl kılındı." ...."Sizden önce kendilerine kitap
verilenlerin hür ve iffetli kadınları size helâl kılındı" ayetinin kapsamına
girer, Kitap Ehli kadınlardan mı kabul edilir? Bu konu, fıkıh bilginleri
arasında tartışmalıdır." (Maide Suresi, 5)
Fıkıh bilginlerinin çoğunluğunun görüşü,
sözkonusu kadının bu ayetin kapsamına girdiği yolundadır. Fakat ben böyle
bir kadınla evlenmenin haram olacağını savunan görüşü benimseme
eğilimindeyim. Nitekim Buharî'de yeraldığına göre İbn-i Ömer (Allah her
ikisinden de razı olsun) şöyle diyor:
"Ben,bir kadının, Allah'ının İsa olduğuna
göre İbn-i Ömer daha büyük bir şirk (ortak koşma) bilmiyorum."
Buna karşılık müslüman bir kadının, Ehl-i
Kitaptan bir erkekle evlenmesi kesinlikle yasaktır. Çünkü bu olay müslüman
bir erkeğin, müşrik olmayan Ehl-i Kitaptan bir kadınla evlenmesinden
mahiyeti itibarı ile farklıdır, bu yüzden hükmü de farklıdır.
Bunun nedeni; İslâm şeriatına göre doğan
çocuklar babalarının soyadını alırlar. Ayrıca pratikteki uygulamaya göre
kadın, kocasının ailesine, toplumuna ve yurduna taşınmaktadır. Buna göre
müslüman bir erkek, müşrik olmayan bir Ehl-i Kitap bağlısı kadınla evlenince
kocasının toplumuna katılır, adamın bu kadından doğacak çocukları da kendi
soyadını alırlar. Bu durumda egemen olan, bu yuvayı gölgesi altına alan güç,
İslâm'dır. Fakat eğer müslüman bir kadın, Ehl-i Kitap (yahudi, hristiyan)
bir erkek ile evlenirse bunun tam tersi olur; kadın kendi toplumundan uzak
yaşamak durumuna düşer; gerek zayıf oluşu ve gerekse bir yabancı ile kurmuş
olduğu bu birlik onun İslâm'dan uzaklaşmasına yolaçar. Bunun yanısıra
doğacak olan çocukları kocasının soyadını taşıyacak ve kendi dininden başka
bir dine bağlanacaklardır. Oysa İslâm'ın her zaman egemen güç olması
gerekir.
Yalnız bazı pratik sebepler, aslında mübah
olan müslüman bir erkeğin, Ehli Kitap bağlısı bir kadınla evlenmesini mekruh
saydırabilir. Nitekim Hz. Ömer, sözkonusu sebepler karşısında bu görüşü
benimsemektedir.
İbn-i Kesir, tefsirinde bu konuda şöyle
diyor:
- Ebu Cafer b. Cerir, Ehl-i Kitap bağlısı
kadınlar ile evlenme hakkında bilginler arasında görüş birliğinin
bulunduğunu anlattıktan sonra sözlerine şöyle devam ediyor; "Fakat Hz. Ömer,
müslüman kadınların erkekler tarafından ikinci plâna atılabileceği ve daha
başka sakıncaları gözönüne alarak bu tür evliliği mekruh görmüştür."
Yine bize gelen bilgilere göre,
sahabilerden Hz. Huzeyfe, yahudi bir kadınla evlenmiş ve Hz. Ömer, ona; "O
kadını boşa" diye yazmıştı. Huzeyfe de kendisine; "Bu kadınla evlenmemin
haram olduğu görüşünde misin ki, onu boşayayım?" diye soran bir yazı ile
cevap verdi. Hz. Ömer, Huzeyfe'nin bu mektubuna şu cevabı verdi; "Bu
evliliğin haram olduğu görüşünde değilim. Fakat mümin kadınlar ile bu tür
kadınlar arasında çatışma çıkar diye korkuyorum." Başka bir rivayete göre
Hz. Ömer, Huzeyfe'ye verdiği cevapta şöyle diyor; "Müslüman erkek,
hıristiyan kadınla evlenecek. Peki o zaman müslüman kadın kimle evlenecek?"
Biz günümüzde bu tür evliliklerin müslüman
bir ev için uygun olmadığı, kötü sonuçlar doğuracağı görüşündeyiz. Şurası
inkâr edilmez bir gerçektir ki, hıristiyan, yahudi ya da dinsiz bir kadın,
evine ve çocuklarına kendi rengini verir ve olabileceği kadar İslâm'dan uzak
bir kuşak meydana getirir. Özellikle günümüzün İslâm'dan kopmuş ve ancak
hoşgörülü bir bakış açısıyla "müslüman" diye tanımlanabilecek
müslüman-cahiliye karışımı toplumu için bu gerçek daha da geçerlilik
kazanır. Çünkü bu toplumlar İslâm'a birtakım zayıf ve biçimsel iplikler ile
bağlıdırlar. Bu iplikleri, aileye dışardan gelecek olan yabancı kafir bir
kadın kolayca koparabilir.
KADIN, SORUNLARI VE İSLÂM
Bu ayetlerde cinsel ilişki konusuna bir
kere daha dönülüyor. Ayet, bu ilişkiye Allah katında bir değer veriyor.
Organizmanın en şiddetli biyolojik haz alma anında dahi amacı şehevi
basitlikten daha üst düzeye yüceltiyor.
222- Sana kadınların aybaşı
kanaması hakkında soru sorarlar. De ki; "O bir eziyet, bir
rahatsızlıktır."Aybaşı dönemlerinde kadınlardan uzak durun, temizleninceye
kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendiklerinde Allah'ın size emrettiği yoldan
onlarla cinsel ilişki kurun. Hiç şüphesiz Allah tevbe edenleri ve tertemiz
olanları sever.
223- Kadınlarınız sizin
çocuk üreten tarlalarınızdır. O halde, tarlanıza dilediğiniz gibi varın.
Kendiniz için ileriye dönük hazırlık yapın, günah işlemekten sakının ve
mutlaka Allah `a kavuşacağınızı bilin. Bunu müminlere müjdele.
Kadın-erkek ilişkisi içinde cinsel ilişki
amaç değil, araçtır. Hayatın doğal akışı içinde daha etkili yeri olan bir
amacı gerçekleştirmenin aracıdır. Bu amaç çoğalmak, hayatın sürekliliğini
sağlamak sonuçta bunların tümünü Allah'a bağlamaktır. Aybaşı kanaması
döneminde cinsel ilişki kurmak hayvansal haz sağlayabilir. Gerçi bu
ilişkinin hem kadına ve hem de erkeğe rahatsızlık verdiği, her iki taraf
için de sağlık yönünden zararlı olduğu kesindir. Fakat bu, ilişkinin
ardındaki yüce amacı gerçekleştirmez. Üstelik sağlıklı ve bozulmamış fıtrî
eğilim, bu dönemde cinsel ilişkiden kaçınır. Çünkü normal fıtrata egemen
olan iç kanunlar hayata egemen olan kanunların aynısıdır. Fıtrî yapı,
döllenmeye ve canlı üretimine imkân sağlamayan bu durumda,bu kanunlar
uyarınca doğal olarak cinsel ilişkiden uzak durur. Buna karşılık kadınların
temiz dönemlerinde kurulan cinsel ilişki hem doğal hazzı ve hem de bununla
birlikte fıtratın bu ilişki ile güttüğü amacı gerçekleştirir. İşte bundan
dolayı ayetin başında sözü edilen soruya cevap olarak bu yasaklama geliyor:
"Sana kadınların aybaşı kanaması hakkında
soru sorarlar. De ki; `O bir eziyet, bir rahatsızlıktır: Bu yüzden aybaşı
dönemlerinde kadınlardan uzak durun, temizleninceye kadar onlara
yaklaşmayın."
Artık bu, başıboş, nefsin arzularına ve
sapık eğilimlerine bırakılmış bir mesele değildir. Tersine Allah'ın emrine
bağlıdır. Çünkü emirden ve yükümlülükten doğmuş bir görevdir. Nitelik ve
sınırlarla kayıtlanmıştır: "Temizlendiklerinde Allah'ın size emrettiği
yoldan onlarla cinsel ilişki kurun." Bu ilişki verimli üretim yolundan
kurulacaktır, başka yoldan değil. Bu ilişkinin amacı sadece cinsel arzunun
doyumu değildir, onun amacı hayatın sürekliliğini sağlamak ve yüce Allah'ın
yazdığını aramaktır. Allah, helâl olanı yazar ve farz kılar. Müslüman, yüce
Allah'ın kendisi için yazmış olduğu bu helâlin peşinden koşar, yoksa
peşinden koşacağı şeyi kendisi oluşturup, meydana çıkarmaz. Allah farz
kıldığı görevleri, kullarını temizlemek, arıtmak için farz kılar. O, günah
işlediklerinde tevbe eden ve af dilemek amacı ile kendisine başvuran
kullarım sever:
"Hiç şüphesiz Allah tevbe edenleri ve
tertemiz olanları sever."
Bu ince ifadede karı-koca ilişkisinin bu
yönünün niteliği, amaçları ve istikameti ile ilgili birtakım işaretler
vardır. Evet, karıkoca ilişkisinin bu yönü, erkek kadın ilişkisinin diğer
yönlerini kapsamaz. Bu diğer yönler, başka ayetlerde, o ayetlerin konuları
ile uyumlu olarak anlatılmış, tasvir edilmişlerdir. Örnek olarak şu ayetleri
hatırlayabiliriz:
"Kadınlar sizin elbisenizdir, siz de
onların elbiselerisiniz" (Bakara Suresi, 187)
"Allah'ın ayetlerinden biri de kendileri
ile kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden türemiş eşler yaratması,
aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır." (Rum Suresi, 21) Bu ayetlerdeki
ifadelerin herbiri, içinde yeraldıkları ayetlerin konusu ile uyumlu olarak
bu derin ve önemli ilişkinin, yani karı-koca ilişkisinin bir yanını tasvir
ederler. Fakat buradaki ayetlerin akışı, "tarla" deyimi ile tam bir uyum
gösterir. Çünkü ayetin akışı verim, doğum ve gelişme akışıdır. Madem ki,
tarla söz konusudur, buna göre tarlaya istediğiniz gibi varınız, fakat oraya
ekin ekmenin amacını gerçekleştirecek olan verimlilik döneminde varınız:
"Buna göre tarlanıza dilediğiniz gibi
varın."
Aynı zamanda bu ilişkinin amacını, hedefini
de düşünün, bu ilişki anında ibadet ve takva duygusuyla Allah'a yönelin.
Böylece bu ilişki, kendiniz için ileriye hazırlık olarak ayırdığınız iyi bir
amel olur. Bu arada yüce Allah ile buluşacağınızdan kesinlikle emin olun. O
yüce Allah ki, size ileriye dönük amellerinizin karşılığını verecektir.
"Kendiniz için ileriye dönük hazırlık
yapın, günah işlemekten sakının ve mutlaka Allah'a kavuşacağınızı bilin."
Bu ayet, müminleri, Allah'a kavuştuklarında
karşılaşacakları en güzel sonuçla, -hayatın devamı için nesil yetiştirmeleri
de bu sonucun kapsamı içinde olmak üzere- müjdeliyor. Zira Allah'ın
hoşnutluğunu kazanmak amacı ile, O'na yönelerek yapılan her iş ibadettir:
"Bunu müminlere müjdele"
Burada İslâmın hoşgörüsüyle karşılaşıyoruz.
İslâm, insanı, doğal eğilimleri kaçınmaları imkansız ihtiyaçları ile olduğu
gibi kabul eder, yücelme ve arınma adına fıtratı yok etmeye kalkışmaz,
varolup olmaması insanın elinde olmayan, kaçınılmaz içgüdülerinden
tiksinmeye yönelmez. Aslında insan, hayat hesabına, hayatın devam etmesi ve
gelişmesi hesabına bu içgüdülerin gereğini yerine getirmekle yükümlüdür.
İslâm sadece insanın insanlığını belirginleştirmeye, onun düzeyini yükseltip
yüce Allah ile ilişki kurmasını sağlamaya girişir. Bu girişimleri sırasında
insan organizmasının içgüdülerini anlayış ve hoşgörü ile karşılar.
Organizmanın içgüdülerini önce insanca duygularla, son aşamada ise din
duyguları ile biraraya getirerek gelip geçici organik isteklerle sürekli
insanî amaçları ve bunların her ikisi ile vicdanın ince dini titreşimlerini
birbirine bağlamaya ve bunların her üçünü aynı anda, tek bir davranışta, tek
bir istikamette kaynaştırmaya girişir.
Aslında bu bütünlük, bu kaynaşma, yüce
Allah'ın yeryüzündeki halifesi olan, karakteristik yapısının taşıdığı güçler
ve bünyesinde potansiyel olarak varolan enerjiler dolayısıyle bu halifeliğe
lâyık olan insanın hamurunda, mayasında vardır. Bu yaşama metodu, insâna
yönelik tutumu ile fıtratı tümü ile gözönünde bulunduran bir hayat
sistemidir. Çünkü bu sistem, sözkonusu fıtrî yapının yaratıcısının eseridir.
Bu sistemle az ya da çok çatışan, herhangi bir başka yaşama sistemi, insan
fıtratı ile çelişir ve onu boğar. Bunun sonucu olarak insan, hem birey ve
hem de toplum olarak bedbaht olur. Çünkü "Allah bilir, fakat siz
bilmezsiniz."
Bu ayetlerin ardından aybaşı akıntısı
döneminde cinsel ilişkide bulunmanın hükmüne ve daha sonra da "ilâ"nın, yani
kadınla birlikte yatağa girmemeye, onunla cinsel ilişkide bulunmamaya
ilişkin yemin etmenin hükmüne geçiliyor. İlk önce kısaca yemin konusuna
değiniliyor ve "ilâ" meselesine giriş olması amacı ile bu konuda birkaç
önemli nokta vurgulanıyor:
224- Sakın Allah adına
yaptığınız yeminleri iyilik etmeye. günahlardan sakınmaya ve insanların
arasını bulmaya engel yapmayın. Hiç Şüphesiz Allah işiten ve bilendir.
225- Allah sizi ağız
alışkanlığı sonucu yaptığınız yeminlerden sorumlu tutmaz, fakat
kalplerinizin kazandığı (bile bile yaptığınız) yeminlerden sorumlu tutar.
Hiç şüphesiz Allah, bağışlayıcıdır ve halimdir.
226- Eşlerine yaklaşmamaya
yemin edenler dört ay bekleyebilirler. Eğer bu yeminlerinden dönerlerse,
kuşku yok ki, Allah bağışlayıcıdır ve merhametlidir.
YEMİNLER VE KEFFARET
Bu ayetlerin başında yeralan "Sakın
Allah'ı, yeminlerinize engel yapmayın" cümlesinin açıklaması konusunda bize
gelen belgilere göre Abdullah b. Abbas şöyle diyor; "Sakın yeminini, iyilik
yapmamanın bir bahanesi olarak kullanma. Yeminini boz ve iyiliği yap". Ünlü
tefsir bilgini İbn-i Kesir'in bildirdiğine göre Mesruk, Şâbi, İbrahim Nehaî,
Mücahid, Tavus, Said b. Cübeyr, Ata, İkrime, Mekhul, Zehrî, Hasan,Katâde,
Mukatil b. Hayyan, Rebii b. Enes, Dahhak, Horasanî ve Sidi de bu açıklamayı
benimsemişler, ona katıldıklarını belirtmişlerdir.
Ayrıca bu açıklamayı destekleyen hadisler
de vardır. Nitekim Ebu Hureyre'nin (Allah ondan razı olsun) bildirdiğine
göre Peygamber efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyuruyor:
"Kim bir konuda yemin eder de ettiği
yeminin gereğinin dışında bir davranışın hayırlı olduğunu görürse, yeminin
keffaretini yerine getirerek hayırlı gördüğü işi yapsın." (Müslim)
Yine Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre
Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Vallahi, içinizden birinin yemini
sebebiyle ailesine haksızlık etmesi, Allah katında ceza olarak farz kılınan
keffareti gerektiren yeminini bozmasından daha ağır bir günahtır." (Buhari)
Bu açıklamaların ışığında yukardaki
ayetlerin ilkinin anlamı şöyle olur; "Allah adına yaptığınız yeminleri,
iyilik etmenize, günahlardan kaçınmanıza ve insanların arasını bulmanıza
engel haline getirmeyin. Eğer bu yararlı işleri yapmamaya yemin etmiş
iseniz, yemininizin keffaretini yerine getirerek iyiliği yapın. Çünkü iyilik
yapmak, günahlardan sakınmak ve barıştırıcı rol oynamak, yemine bağlı
kalmaktan daha önde gelir."
Nitekim böyle bir olay Hz. Ebu Bekir'in
(Allah ondan razı olsun) başından geçmişti. Hz. Ebu Bekir, kızı Hz. Aişe'ye
yapılan iftiraya adı karışan bir yakınına hiçbir zaman iyilik etmeyeceğine
dair yemin etmiş ve bununla ilgili olarak aşağıdaki ayet inmişti:
"İçinizden fazilet ve varlık sahibi olanlar
yakınlarına, yoksullara ve Allah yolunda yurtlarından göç edenlere yardım
etmemeye yemin etmesinler. Affetsinler, hoş görsünler. Allah'ın sizi
bağışlamasını istemez misiniz? Allah bağışlayıcıdır ve merhametlidir." (Nur
Suresi, 22)
Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir yemininden
döndü ve keffaret ödedi. Üstelik yüce Allah insanlara karşı son derece
merhametli ve kolaylık göstericidir. Bu yüzden, yalnız geçerli yeminler
için, yani bile bile yapılan ve yemin konusu niyetlenerek gerçekleştirilen
yeminler için keffareti farz kılmıştır. Buna karşılık kasıtsız olarak ağız
alışkanlığı sonucu ve dil sürçmesi ile yapılan yeminleri bağışlamış, onlara
keffaret yükümlülüğü getirmemiştir:
"Allah sizi ağız alışkanlığı sonucu
yaptığınız yeminlerden sorumlu tutmaz, fakat kalplerinizin kazandığı (bile
bile yaptığınız) yeminlerden sorumlu tutar. Hiç şüphesiz Allah,
bağışlayıcıdır ve halimdir."
Nitekim Hz. Ayşe'nin (Allah ondan razı
olsun) bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:
"Ağız alışkanlığı sonucu yapılan (geçersiz)
yemin, herhangi bir kişinin evinde `otururken söylediği `Hayır, vallahi',
`evet, vallahi' şeklindeki sözlerdir." (Ebu Davud)
İbn-i Cerir, bu hadisi yine Hz. Ayşe'ye
dayandırarak şöyle naklediyor:
"Allah, sizi ağız alışkanlığı sonucu
yaptığınız yeminlerden sorumlu tutmaz. Bu yeminler `Hayır, vallahi', `Evet,
vallahi' biçimindeki yeminlerdir."
Öteyandan Hasan b. Ebu Hasan'ın
bildirdiğine göre Peygamberimiz, aralarında ok atma müsabakası yapan bir
grubun yakınından geçiyordu. Yanında sahabilerden biri de vardı. Bu sırada
okçulardan biri "vallahi ben hedefi vurdum, vallahi sen vuramadın" dedi.
Bunun üzerine Peygamberimizin yanındaki sahabi "Ya Resulallah, adam yalan
yere yemin etti ve üzerine keffaret düştü" dedi. Peygamberimiz, arkadaşının
bu sözlerine karşılık şöyle buyurdu:
"Hayır, hayır. Okçuların aralarında
yaptıkları yeminler, geçersiz yeminlerdir. Bunlar ne keffaret ve ne de ceza
gerektirmezler."
Rivayet edildiğine göre Abdullah b. Abbas
bu konuda, "Geçersiz (rastgele yapılmış) yeminden maksat, öfkeli iken
yapılan yemindir" demiştir. Başka bir rivayete göre de bu konuda şunları
söylemiştir; "Geçersiz (rastgele yapılmış) yemin, Allah'ın helâl kıldığı
birşeyi haram etme anlamı taşıyan yemindir. Böyle bir yeminden dolayı sana
keffaret düşmez."
Öteyandan sahabilerden Said b. Museyyeb, bu
konu ile ilgili olarak şöyle bir olay anlatıyor: "Ensar (Medineli)
müslümanlarından iki kardeşe bir miras düşmüştü. Kardeşlerin biri öbüründen
bu mirası bölüştürmeyi istedi. Öbür kardeş de `eğer bir daha benden bu
mirası bölüştürmeyi istersen bütün malımı Kâbe'ye vakfediyorum' diye yemin
etti. Hz. Ömer bunun üzerine şunları söyledi; `Kâbe'nin senin malına
ihtiyacı yoktur. Yeminin keffaretini yerine getir ve kardeşinle konuş. Zira
ben Peygamberimizin şöyle dediğini işitmiştim:
"Yüce Allah'ın emrine karşı gelmek ve
akrabalık ilişkisini kesmek anlamına gelecek konularla,mülkiyetinde olmayan
bir mal hakkında yaptığın yemin ve adak geçersizdir."
Bu hadislerden ve sahabi sözlerinden çıkan
sonuç şöyle özetlenebilir: Niyete dayalı olmayan, sadece dil alışkanlığı ile
ağızdan kaçırılan yemin, keffaret gerektirmez. Geçerli yemin; yemin eden
kimsenin yemin konusu şeyi almaya ve vermeye niyet ettiği yemindir. İşte
bozulduğu takdirde keffaret gerektiren yemin türü budur. Böyle bir yeminin
konusu eğer bir iyiliği yapmamak ya da bir kötülüğü işlemek olursa bu yemini
bozmak gerekir. Eğer bir kimse yalan söylediğini bile bile bir şeye yemin
ederse, bazı görüşlere göre bu yeminin cezası keffaretle kurtulacak kadar
basit değildir. İmam-ı Malik, "Muvatta" adlı eserinde bu konuda şunları
söylüyor; "Bu konuda işittiğim en güzel açıklama şudur: Geçersiz yemin;
insanın dediği gibi olduğuna kesinlikle inandığı, fakat sonra öyle
olmadığını gördüğü yemindir. Böyle bir yemin keffaret gerektirmez. Buna
karşılık eğer bir kimse, birinin hoşuna gitmek ya da maddî menfaat sağlamak
amacı ile yalan söylediğini, günaha girdiğini bile bile yemin ederse onun bu
hareketi keffaretle telâfi edilemeyecek kadar ağır bir suçtur."
Yeminden dönerek iyi ve yararlı olan şeyi
yapmayı hükme bağlayan bu ayet şu uyarıcı sonuç cümlesi ile sona eriyor:
"Hiç şüphesiz Allah işiten ve bilendir."
Bu uyarıcı cümle, kalplere şu mesajı vermek
istiyor: Yüce Allah söylenen her sözü işitir ve hayırlı olanın ne olduğunu
bilir. İşte bu yüzden bu hükmü getirmiştir.
Öteyandan geçersiz yemin ile niyete dayalı
geçerli yemini hükme bağlayan ayetin sonunda şu uyarıcı cümleyi okuyoruz:
"Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcıdır ve halim
(yumuşak tutumlu)dir."
Bu cümle ile müminin kalbine şu mesaj
veriliyor: Yüce Allah, kullarına karşı yumuşak davranır, onları ağızlarından
kaçırdıkları her sözden sorumlu tutmaz, ayrıca kalplerin bilerek işledikleri
günahları da tevbe edilmesi şartı ile affeder.
Bu iki uyarıcı cümle, yemin konusu ile yüce
Allah arasında sıkı ilişki kuruyor; kalpler her yaptıkları işte ve her
söyledikleri sözde O' na yöneltiliyor, O' na bağlanıyor.
Yemin ile ilgili genel kural belirlendikten
sonra söz "ilâ" yeminine, yani bir erkeğin ya belirsiz bir süre için ya da
belirli bir süre ile sınırlı olarak eşi ile cinsel ilişkide bulunmayacağına
dair yemin etmesi konusuna getiriliyor:
"Eşlerine yaklaşmamaya yemin edenler, dört
ay bekleyebilirler. Eğer bu yeminlerinden dönerlerse kuşku yok ki, Allah
bağışlayıcıdır ve halimdir.
227- Eğer boşanmaya karar
verirlerse kuşku yok ki Allah işiten ve bilendir.
Erkekler, evlilik hayatı sırasında çeşitli
sebeplere ve sık sık görülen değişik şartlara bağlı olarak zaman zaman
herkesin karşılaşabileceği birtakım psikolojik hallere, ruhi bunalımlara
kapılabilirler ve bu bunalımlar, kendilerini eşleri ile cinsel ilişkide
bulunmama yemini etmeye sürükleyebilir. Fakat eğer bu ilişkisiz dönem makul
bir süreyi aşarsa kadına psikolojik rahatsızlık getirir, onun ruhunu ve
sinir sistemini sarsar, dişilik onurunu zedeler, evlilik hayatını sekteye
uğratır, işi karı-koca ilişkilerinin kopmasına kadar götürebilir ve böylece
ailenin temellerini yıkabilir.
İslâm, erkeğin bu yolda yemin etmesini
temelden yasaklamaya yönelmiyor. Çünkü böyle bir yatak ayırımı bazan arsız,
dik başlı, kendini beğenmiş, güzelliğine güvenerek erkeğini her an kendi
önünde boyun eğdireceğine, diz çöktüreceğine inanan kadınları yola getirmek
için bir çözüm olabilir. Aynı zamanda gelip geçici bıkkınlık duygusunu
gidermenin ya da bir öfke parlamasını yatıştırmanın uygun bir fırsatı da
olabilir ki, o zaman böyle bir ayrılık döneminden sonra karıkoca hayatı daha
canlı ve daha hareketli olur.
Bunun yanında İslâm, erkeğe kayıtsız bir
irade serbestliği de tanımadı. Çünkü erkek, kimi zaman, karısını zora
koşmak, onun kişiliği ile oynamak isteyen bir zalim olabilir. Ya da karısını
ne ortak bir karı-koca hayatından yararlanacak ve ne de bağını çözüp başka
bir erkekle yeni bir hayata kavuşmasına imkân vermeyecek şekilde ortada
bırakarak mutsuz etmeyi amaçlayabilir.
İslâm değişik ihtimalleri sakıncalarını
gidererek bağdaştırmak ve hayatın somut şartlarına karşılık vermek için bu
küskünlük yemininin süresine bir üst sınır getirmiş, onun dört ayı
aşamayacağını hükme bağlamıştır. Bu sınırlama belirlenirken belki de kadının
kocasızlığa dayanma sınırının uç noktası gözetilmiş, böylece onun psikolojik
bunalıma düşerek fıtrî arzularının baskısı altında küskün kocası dışında
başka bir erkek arayışına kalkışması önlenmek istenmiştir. Nitekim
rivayetlerden edindiğimiz bilgiye göre, Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun)
halifeliği döneminde bir gece gizli bir geziye çıkmıştı. Maksadı kimliğini
saklayarak halkın ihtiyaçlarını ve durumlarını yakından belirlemekti. O
sırada kulağına bir kadın sesi geldi, kadın şu dörtlüğü söylüyordu.
Şu gece uzadı, her tarafa karanlık çöktü
Oynaşacak bir sevgilimin olmayışı
uykularımı kaçırdı. Vallahi, eğer aklımdan hiç. çıkarmadığım Allah
olmasaydı, Şimdi şu altımdaki yatağın uçları kımıl kımıl oynuyor olurdu
Bunun üzerine Hz. Ömer, kızı Hafsa'ya bir
kadının kocasızlığa en çok ne kadar dayanabileceğini sordu. Hz. Hafsa da bu
sürenin altı-ya da dört- ay olabileceğini söyledi. Kızının bu cevabı
karşısında Hz. Ömer "Bundan böyle hiçbir ordu mensubunu bu süreden daha
fazla ailesinden uzak tutmayacağım" dedi ve hemen arkasından orduda görev
yapan askerlerin kızının bildirdiği süreden daha fazla eşlerinden ayrı
bırakılmamalarını kararlaştırdı.
Kısacası insanların tabii yapıları bu tür
konularda farklılık gösterir. Fakat kocanın vicdanını ve duygularını
denemesi için dört ay, yeterli bir süredir. Bu süre sonunda ya küskünlüğüne
son vererek eşi ile yeniden normal bir karı-koca hayatı yaşamaya başlar,
eşine ve yuvasına döner, ya da nefreti ve isteksizliği devam eder. Bu
durumda eşi ile arasındaki bağı çözmeli, onu boşayarak serbest bırakmalıdır.
Eğer kendisi boşama kararı vermez ise hakim kararı ile karısı kendisinden
boşanabilecek, böylece her ikisi de yeni bir eş ile yeni bir karı-koca
hayatı kurma imkânına kavuşmuş olacaktır. Bu sonuç, kadın i in en onurlu en
iffetli, en güvenlikli olduğu gibi erkek için de en huzurlu, en yararlı,
aynı zamanda yüce Allah'ın hayatı dondurma gerekçesi değil, hayatı devam
ettirme vesilesi olmasını dilediği karı-koca ilişkisi hesabına da adalete ve
ciddiyete en yakın çözümdür.
228- Boşanmış kadınlar üç
aybaşı boyunca kendilerini gözlem altında tutarlar. Eğer Allah'a ve Ahiret
gününe inanmışlar ise Allah'ın rahimlerinde yarattığı çocuğu saklamaları
kendilerine helâl değildir.
Eğer kocaları barışmak isterse bu dönemde
karılarını geri almakta öncelik hakkına sahiptirler. Bu durumdaki kadınların
görevleri olduğu oranda meşru hakları da vardır. Yalnız bu dönemde
erkeklerin hakkı daha önceliklidir. Hiç şüphesiz Allah'ın gücü üstündür ve O
hikmet sahibidir.
BOŞANMIS KADINLAR; HAK VE
SORUMLULUKLARI
Şimdi sıra boşama konusuna geliyor.
İncelemekte olduğumuz ayetlerin bundan sonraki bölümünde boşamaya ve
boşamanın sonuçları olarak karşımıza çıkan bekleme süresi (iddet), fidye,
nafaka ve boşama yardımı (mu'ta) gibi konulara ilişkin hükümler ayrıntılı
şekilde anlatılıyor. Ayet önce bekleme süresi ve erkeğin karısına tekrar
dönmesi, meseleleri ile söze giriyor:
"Boşanmış kadınlar üç aybaşı boyunca
kendilerini gözlem altında tutarlar."
Yani "üç aybaşı kanamasının sonuna kadar ya
da üç aybaşı kanamasını izleyecek kanamasız dönemlerin sonuna kadar..." Bu
nokta tartışmalıdır. "Kendilerini gözlem altında tutarlar.." İnce bir
psikolojik durumu tasvir eden bu espri dolu ifade karşısında hayranlığımı
gizleyemedim. Bu cümlenin düşündürmek istediği yalın anlam "Boşanmış
kadınlar yeni bir evliliğe girişmeden önce üç aybaşı süresi geçinceye ya da
bu aybaşları kanamaları kesilinceye kadar beklerler" şeklindedir. Fakat
Kur'an-ı Kerim'in bu ifade tarzı, bu yalın anlamın üzerine başka duyguların
ve düşüncelerin gölgelerini yansıtıyor. Bu ifade tarzı yalın anlamı yanında,
boşanmış kadınların yeni bir evlilik hayatı kurmaya yönelik arzusunun;
gözetim altında tutmaya, arzularını kontrol altına almaya, çağrıldıkları
nefislerinin, bu gözlem altında tutma süresi boyunca sabırsızlık ve
acelecilik karışımı arzularını da yansıtıyor. Bu da doğal bir durumdur.
Boşanmış kadını bu sabırsız bekleyişe iten faktör kendini kanıtlama
arzusudur. Bu kadın sona eren evlilik hayatındaki başarısızlığın kendi
eksikliğinden, kendi yetersizliğinden kaynaklanmadığını, bundan dolayı başka
bir koca bulup yeni bir hayat kurabileceğini, kendisine ve başkalarına
ispatlamak istiyor. Bu sürükleyici duygu, doğal olarak, erkekte bulunmaz.
Çünkü boşayan odur. Oysa kadın ruhunda güçlü bir eziklik duygusuna sahiptir.
Çünkü O, boşanan, boşama kararına muhatap olan taraftır. İşte Kur'an-ı
Kerim'in bu cümlesi, vurguladığımız bu ifade tarzı ile bu psikolojik durumu
tasvir ediyor. Aynı zamanda onu gözönüne alıyor, hükümlerini etkileyen bir
faktör olarak hesap ediyor.
Boşanmış kadınlar, yeni bir evlilik
hayatına girişmeden önce, rahimlerinin, sona eren evliliklerinin izlerinden
ayrı olduğunu kesinliğe kavuşturmak için bu süreyi kendilerini gözetim
altında tutarak geçirirler.
"Eğer Allah'a ve Ahiret gününe
inanıyorlarsa Allah'ın rahimlerinde yaratmış olduğu (çocuğu) saklamaları
kendilerine helâl değildir."
Yani "Bu kadınlara, Allah'ın rahimlerinde
yaratmış olduğu çocuğu ya da aybaşı kanamasını saklamaları helâl değildir."
Burada rahimlerindeki varlıkları yaratan yüce Allah'ın adı anılarak bu
kadınların kalpleri uyarılıyor, bunun yanısıra Allah'a ve Ahiret gününe
ilişkin iman bilinçleri harekete geçiriliyor. Çünkü yüce Allah'ın
rahimlerinde yarattığı çocuğu ya da aybaşı kanamasını gizlememeleri, bu
imanın şartı olarak gösteriliyor. Burada özellikle Ahiret gününden
sözedilmesinin ağırlıklı bir anlamı vardır. Çünkü yapılanların hesabı orada
görülecektir. Bu gözlem altında kalma süresi yüzünden kaçırılabilecek
kısmetlerin karşılığı orada verilecek ve eğer rahimlerinde Allah'ın
yarattıklarını saklı tutmuşlarsa bunun cezasına orada çarpılacaklardır. Eğer
böyle bir saklı tutmaya girişilmişse Allah bunu bilir, çünkü rahimdeki canlı
yavrusunu yaratan O' dur. Bu işin hiçbir yönü O' na gizli kalmaz. Buna göre
boşanmış kadının herhangi bir dış etkinin, herhangi bir arzunun, herhangi
bir keyfî isteğin, duygular!na yansıyan herhangi bir amacın baskısı altında
kalarak rahminin durumunu yüce Allah'tan saklamaya kalkışması doğru
değildir.
Bu, meselenin bir yönü. Diğer yandan
eşlerin, birbirinden ayrıldıktan sonraki duygularını deneyden
geçirebilecekleri makul bir bekleme dönemine ihtiyaçları vardır. Belki de
kalplerinde yeniden tazelenebilecek bir sevgi izi, uyarılabilecek duygu
kalıntıları; hiddetin, kabalığın ve kendini beğenmişliğin etkisiz hale
getirdiği yakınlaştırıcı faktörler vardır da öfkeler dinince, kaba duygular
durulunca ve vicdanlar rahatlayınca ayrılığa yolaçan sebepler küçük
görülmeye başlanır. Belki de başka gelişmeler, yeni bakış açıları ortaya
çıkar da özlem duygusu tarafları eski hayatlarına döndürür ya da sorumluluk
duygusu onları dini bir gerekliliğe uymaya sürükler. Boşama, Allah katında
helâllerin en sevimsizidir. Bu, ancak bütün çarelerden umut kesilince
başvurulabilecek olan istenmeyen bir çözüm yoludur.
Kur'an-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde kararı
verilmeden önce başvurulması gereken çareler anlatılır. Ayrıca boşama
kararı, aybaşı kanamalarının kesildiği bir anda ve cinsel ilişkiye
girilmeden verilmelidir. Bu durum çoğunlukla boşama kararının verileceği an
ile uygulamaya başlanması arasında düşünme fırsatı kazanılacak bir süre
doğurur. Çünkü erkek, karısının temizlik döneminin gelmesini, kanamasının
kesilmesini bekleyecek, sonra onu boşayacak. Buna benzer daha birçok
önlemler, boşama uygulamasından önce gerekli girişimler vardır.
İlk talak, boşamanın birinci evresi,
eşlerin gerçek duygularını öğrenmelerine fırsat veren bir tecrübedir.
Karı-koca bu ilk evrenin bekleme döneminde birlikte yaşayabileceklerinin
farkına varırlarsa önlerindeki yol açıktır.
"Eğer kocaları barışmak ve dirlik isterse
bu dönemde karılarını geri almakta öncelik hakkına sahiptirler."
Bu sırada, yani bu bekleme ve gözetleme
döneminde -ki bu dönem "iddet" adı ile anılır- eğer erkeklerin bu geri
almaktaki amaçları yeniden sağlıklı bir aile yuvası kurmaksa, maksatları
kadını sıkıntıya sokmak; ya öc almak için ya gurur gösterisi olarak ya da
başka biri ile evlenmesini onur kırıcı saydıkları için onu dikenli bir
hayatın duvarları arasına tekrar kapatabilmek değilse.
"Bu durumdaki kadınların görevleri olduğu
oranda meşru hakları da vardır." Boşanmış kadınların bu durumda görevleri
oranında hakları da vardır. Meselâ bu kadınlar belirli bir bekleme dönemi
geçirmekle ve rahimlerindeki çocukları saklamamakla yükümlüdürler. Kocaları
da, eşlerine geri döndükleri takdirde iyi niyetli olmakla, onlara zarar
verme amacı taşımamakla yükümlüdürler. Ayrıca az ilerde anlatılacağı gibi
bekleme dönemi boyunca eşlerinin nafakasını sağlamakla görevlidirler.
"Yalnız bu dönemde erkeklerin hakkı daha
önceliklidir."
Öyle sanıyorum ki, burada sözkonusu olan
erkek üstünlüğü sadece bekleme süresi içinde karılarını geri alma imtiyazı
ile sınırlıdır. Bu hak erkeğe tanındı, çünkü boşayan odur. Boşayan taraf
erkek olduğu halde geri dönme hakkının kadına tanınması, kadının adamın
ayağına giderek tekrar erkeğinin nikâhı altına girmeyi istemesi mantıkla
bağdaşmaz. Demek ki bu, durumun özelliğinden doğan bir haktır. Burada
sözkonusu olan üstünlük, bu durumla sınırlı bir üstünlüktür, yoksa
çoklarının anladığı ve başka durumlar için de delil olarak kullandıkları
gibi mutlak anlamlı değildir" Ayetin sonunda yine uyarı cümlesi geliyor:
"Hiç şüphesiz Allah gücü üstün olandır ve
hikmet sahibidir."
Bu uyarı cümlesi, bu hükümleri farz kılan
Allah'ın güçlü olduğunu ve bu farz kılmanın hikmete dayalı olduğunu
vurguluyor. Bu uyarıda kalpleri, çeşitli etkilerin ve şartların baskısı
altında sapıklığa ve eğriliğe yönelmekten alıkoyan bir mesaj vardır.
Daha sonraki ayette yeralan hüküm;
talâkların, yani boşama evrelerinin sayısına, boşanan kadının nikah
sözleşmesinde belirlenen mehrin sahibi olmaya hakkı olduğuna, boşanırken
bundan hiçbir şeyin geri alınamayacağına ilişkin-dir. Bu son hükmün bir tek
istisnası vardır ki, o da şudur: Eğer bir kadın istemediği bir evliliği
sürdürdüğü taktirde günaha gireceğinden çekinirse kocasına vereceği fidye
karşılığında hürriyetini satın alabilir ki buna "Hal" durumu denir.
229- Boşamak iki defa olur.
Bundan sonra kadını ya meşru biçimde tutmak ya da iyilikle bırakmak gerekir.
Kadınlara evliyken verdiklerinizden birşey geri almak helâl değildir. Ama
eğer erkek ve kadın, Allah'ın koyduğu sınırları gözetemeyeceklerinden
korkarlarsa o başka. Eğer kadın ile kocanın, Allah'ın koyduğu sınırları
gözetemeyeceklerinden korkarsanız kadının boşanmak için kocasına fidye
vermesinde her iki taraf için de sakınca yoktur. Bunlar Allah'ın koyduğu
sınırlardır, onları aşmayın. Kimler Allah'ın koyduğu sınırları aşarsa işte
onlar zalimlerin ta kendileridir.
Evlilik hayatına tekrar dönülebilecek
boşama (talâk) iki kezdir. Eğer bu sayı aşılırsa tekrar o evlilik hayatına
dönülemez. Yalnız bir sonraki ayette anlatılan bir şartla o evliliğe
dönülebilir. Bu şart şudur: Kadın, başka bir erkekle evlenecek. Sonra bu
yeni koca, kadını herhangi bir sebeple normal biçimde boşayacak ve meşru
süreler içinde bir daha kadına dönmeyecek, böylece adamın kadını kesinlikle
boşadığı meydana çıkacak. İşte ancak o zaman kadının eski kocası onunla
yeniden evlenebilir, tabii ki, eğer kadın, bu eski kocası ile tekrar
evlenmek isterse bu evlilik sözkonusu olabilir.
Bir rivayete göre boşamaya ilişkin bu
sınırlayıcı hükmün iniş sebebi şudur: islâm'ın ilk yıllarında boşama, hiçbir
sayı ile sınırlı değildi. Erkek, boşadığı kadına, bekleme süresi içinde
dönebilir, sonra onu yeniden boşayıp tekrar ona dönebilir ve bu işlemi
istediği kadar yineleyebilirdi. Bu arada Ensar (Medine yerlisi)
müslümanlarından biri karısı ile bozuşmuş, ona iyice kızmıştı. Bu
kızgınlıkla eşine "vallahi, seninle ne bir daha bir araya gelirim ve ne de
senden ayrılırım" diye yemin etti. Eşi "Bu dediğin nasıl olacak?" diye
sorunca adam kendisine "Seni boşarım, son bekleme sürenin sonlarına yakın
tekrar alırım ve bu işlemi sürekli tekrar ederim" diye cevap verdi. Bu olay
Peygamberimize yansıtıldı ve bir süre sonra şimdi incelemekte olduğumuz
"Boşama iki kezdir" cümlesi ile başlayan ayet indi.
Yüce Allah'ın müslüman cemaati eğitmeye
yönelik sistemi ve metodunda değişmez bir hikmet görülür. Bu hikmet,
hüküm(erin, onlara ihtiyaç doğduğu zaman indirilmeleridir. Sistem, bütün
temel hükümlerini bu şekilde tamamladı. Geriye sadece somut gelişmelere,
pratik olaylara ilişkin tanımlamalar kalmış. Tanımlama işleminden sonra
somut olaylar, sözünü ettiğimiz geniş kapsamlı temel hükümlerin ışığında
çözüme bağlanacaktı.
Bu sınırlama, boşamayı kısıtlı ve kayda
bağlı bir niteliğe büründürdü. Artık onunla sürekli biçimde oynama imkânı
ortadan kaldırıldı. Erkek, karısını ilk kez boşayınca kadının bekleme süresi
içinde, başka herhangi bir işleme gerek kalmaksızın, eşine dönebilir. Eğer
erkek bir girişimde bulunmaksızın bu bekleme süresi dolar ve kadın da
kocasının ilgisizliğinden emin olursa bu durumda kocanın, karısına
dönebilmesi için yeniden mehir belirlenerek yeni bir nikâhın kıyılması
gerekir. Eğer erkek, bekleme süresi içinde eşine döner,ya da "küçük ayrılık"
adı verilen durumda nikâh tazelerse eşini bir kere daha boşayabilir, bu
boşamaya ilişkin hükümler bütün ayrıntıları ile tıpkı ilk boşamanın
hükümleri gibidir. Fakat eğer bu erkek, eşini üçüncü kez boşarsa, boşama
işlemi gerçekleşir gerçekleşmez, bu eşler arasında "büyük ayrılık" adı
verilen durum meydana gelir. Bu durumda erkek, eşine ne bekleme süresi
içinde ve ne de daha sonra dönemez. Dönebilmesi için kadının bir başka
erkekle evlenmesi, arkasından yeni kocanın, kadını normal bir sebeple
boşaması, bekleme süresi içinde barışma girişiminde bulunmamış olması ya da
boşamaları izleyen bekleme sürelerinin dolması üzerine kadın açısından bu
boşamanın iyice kesinleşmesi gerekir. Ancak o zaman kadının da isteğiyle bir
önceki koca eski karısı ile yeniden evlenebilir.
Yukarda belirttiğimiz gibi ilk boşama bir
mihenk taşı, bir tecrübedir. İkincisi ise bir başka tecrübe girişimi ve son
sınavdır. Eğer bundan sonra ortak hayat iyi yürürse ne alâ, yoksa üçüncü
boşama bu evlilik hayatında birlikte yaşamayı imkânsızlaştıran köklü bir
bozukluk olduğunun kanıtı olur.
Sözün kısası, boşama başka hiçbir önlemin
çare olamadığı bir rahatsızlığın son çözüm yolundan başka birşey değildir...
Boşamanın ikinci aşaması gerçekleşince erkeğin önünde iki yol kalır. Ya
eşini meşru bir şekilde nikâhı altında tutacak, birlikte mutlu ve huzurlu
bir hayat yaşayacaklar ya da eşini sıkıntıya sokmaksızın, eziyet etmeksizin
iyilikle bırakacak. Bu da boşamanın üçüncü aşamasını oluşturur, kadın bundan
sonra hayatına yeni bir yön vermek üzere serbest kalır. Bu yasal düzenleme,
somut olayları pratik çözümler ile karşılayan objektif bir düzenlemedir.
Somut realiteleri gözardı etmez, çünkü böyle bir tutum hiçbir işe yaramaz;
insanları yüce Allah'ın fıtratı dışına kaydırarak adeta yeniden yaratmak
gibi bir saçmalığa girişmez; bunun yanında insanı kendi halinde bırakmanın
fayda getirmeyeceği durumlarda onu kendi haline de bırakmaz.
Eğer erkek karısı ile geçinemiyorsa onu
boşamasına karşılık olarak evliyken kendisine verdiği mehiri ya da diğer
hediyeleri kısmen de olsa geri alamaz. Yalnız, eğer kadın, kocasından
ayrılmak zorunluluğunu duyarsa, kişisel duygularından kaynaklanan bir
sebeple kocası ile birlikte yaşayamayacağını anlar ve kocasını sevmemesinin
ya da ona karşı duyduğu nefretin tepkisi ile ya aile dirliği ya iffet veya
edep kuralları bakımından yüce Allah'ın çizdiği sınırları aşacağını
hissederse bu durumda kocasından kendisini boşamasını isteyebilir, bunun
için evlenirken kocasından almış olduğu mehri ve nafakaları tamamen ya da
kısmen geri verebilir, böylece kocasının kasıtlı bir kusurundan
kaynaklanmayan bu yuva yıkımını kısmen telâfi edeceği gibi kendini Allah'a
karşı gelmekten, O'nun sınırlarını çiğnemekten ve nefsine zulmetmekten
koruyabilir. Bütün bunlar, İslâm'ın, insanların karşısına çıkan bütün somut
olayları ve durumları gözettiğini gösterir. İslâm samimi kalplerin insan
tarafından denetim altına alınamayacak olan duygularını gözönüne alır,
kadını nefret ettiği bir hayatı sürdürmeye zorlamaz, bunun yanında erkeğin
de hiçbir kusur işlemediği halde maddî zarara uğramasına göz yummaz.
Bu hükmün pratiklik derecesini
anlayabilmemiz için Peygamber efendimiz dönemindeki bir uygulama örneğine
dönerek bu tutarlı ilâhi sistemin ne kadar ciddi, ne kadar anlayışlı, ne
kadar iyi niyetli ve adaletli olduğunu somut bir şekilde görmemiz yerinde
olur.
İmam-ı Malik, ünlü eseri "Muvatta"da
rivayet yolu ile edindiği bilgilere dayanarak şöyle bir olay anlatır: Ensar
müslümanlarından Habibe binti Sehl, Sabit b. Kays b. Şemmas'ın eşi idi.
Peygamberimiz bir sabah, namaza giderken evinin kapısı önünde
alacakaranlıkta bu kadınla karşılaştı. "Kim o?" diye sorunca kadın; "Ben
Habibe b. Sehl'im" diye karşılık verdi. Peygamberimiz; "Ne istiyorsun?" diye
sordu. Kadın, kocasını kasdederek; "Ben ve Sabit b. Kays artık bir arada
yaşayamayız" dedi.
Bir süre sonra kadının kocası geldi,
Peygamberimiz adama; "Eşin Habibe, aranızda olup bitenleri ayrıntılı biçimde
anlattı" buyurdu. Bu arada kadın; "Ya Resulallah, bana verdiklerinin hepsi
yanımda' dedi. Peygamberimiz, adama; "Verdiklerini ondan geri al" dedi. Adam
da verdiklerini geri aldıktan sonra kadın, eşinden ayrılarak ana-babasının
yanına gitti.
Buhari aynı olay, Abdullah b. Abbas'a
dayanarak şöyle anlatır: Birgün Sabit b. Kays b. Şemmas'ın eşi
Peygamberimize gelerek şunları söyledi; "Ya Resulallah, ne ahlâk ve ne de
din açısından kusurlu bulmuyorum. Fakat müslüman olduktan sonra tekrar
kâfirliğe dalmak istemiyorum." Peygamberimiz, kadına; "Mehir olarak sana
verdiği hurma bahçesini ona geri veriyor musun?" diye sordu. Kadının; "Evet"
demesi üzerine Peygamberimiz, Sabit'e dönerek; "Hurma bahçeni geri al ve onu
boşa" buyurdu.
Aynı olayın daha ayrıntılı bir rivayetine
göre İbn-i Cerir, bir defasında sahabilerden İkrime'ye; "Hal'in, yani
kadının isteği üzerine kocasından ayrılabilmesinin İslâm'da yeri var mı?"
diye sordu ve İkrime'den şu cevabı aldı:
- Abdullah b. Abbas'dan işittiğime göre
İslâm'da ilk Hal kararı Abdullah b. Ubeyy'in kız kardeşine uygulandı. Kadın,
bir gün Peygamberimize gelerek şöyle dedi; "Ya Resulallah, bundan böyle asla
Sabit ile aynı yastığa baş koymam. Geçenlerde perdeyi aralayınca onu bir
grup arkadaşı arasında eve gelirken gördüm. Adam o grubun içindekilerin en
kara derilisi, en kısa boylusu, en çirkin yüzlüsü idi." Bunun üzerine
kadının kocası; "Ya Resulallah, ben ona en değerli malımı, hurma bahçemi
verdim. Öyleyse bahçemi geri versin" dedi. Peygamberimiz, kadına; "Ne
diyorsun?" diye sorunca kadın; "Geri veririm, isterse daha fazlasını da
veririm" diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamberimiz, onları birbirinden
ayırdı.
Bu rivayetlerin tümü şunu anlatıyor.
Peygamberimiz, kadının psikolojik kaynaklı bir rahatsızlığını kabul etmiş,
bu rahatsızlığın yok sayılmasını yararsız bir inkar saymış, kadını
istemediği böyle bir hayata katlanmak zorunda bırakmayı doğru görmemiş, bu
tür bir duygu tarafından gölgelenen bir karı-koca hayatından hayır
gelmeyeceğine karar vermiş ve bu problemi, ilâhi sisteme uygun bir çözüme
bağlamıştır. O ilâhi sistem ki, insan fıtratına açık, pratik ve objektif
biçimde karşılık veriyor, insan psikolojisine karşı, onun içinden geçen
duyguların içyüzünü kavrayan bir anlayışla tavır alıyor.
Bu tür meselelerde ciddiliğin ve oyun
peşinde olmanın, samimiyetin ve düzenbazlığın kriteri ve müeyyidesi takva,
Allah korkusu olduğu için ayetin son cümlesi Allah'ın sınırlarını aşmaktan
sakınmaya çağıran bir uyarı ile bağlanıyor:
"Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır,
onları aşmayın. Kimler Allah'ın sınırlarını aşarsa işte onlar zalimlerin ta
kendileridir."
Burada bir an durup aynı anlama gelen iki
Kur'an ifadesi arasındaki ince farka değinmek istiyoruz. Bu fark, anlatılan
şartlara paralel olarak karşımıza çıkıyor. Bu surenin daha önce
incelediğimiz oruç konusunun işlendiği bir ayetin son cümlesi "Bunlar
Allah'ın koyduğu sınırlardır, sakın bu sınırlara yaklaşmayın" şeklinde sona
eriyordu. Şimdi incelediğimiz ayetler demetinin uyarı cümlelerinden birinde
ise "Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, sakın bu sınırları aşmayın"
buyuruluyor. Birinci cümlede "yaklaşılmama" uyarısı yapılırken ikinci
cümlede "aşılmama" uyarısı yöneltiliyor. Acaba bu uyarı farklılığının sebebi
nedir?
İlk cümlenin öncesinde şehevi iç dürtülere
getirilen yasaklardan sözediliyordu. O ayeti bir daha okuyalım:
"Oruç tuttuğunuz günlerin gecelerinde
eşlerinize yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin, siz de onların örtüsü,
elbisesisiniz. Allah sizin nefisleriniz tarafından aldatıldığınızı
biliyordu, bunun için tevbelerinizi kabul, sizleri de affetti. Şimdi artık
eşlerinize serbestçe yaklaşın ve Allah'ın size yazmış olduğunu arayın,
isteyin.
Tanyeri ağarıp siyah ipliği beyaz iplikten
ayırd edinceye kadar yiyin, için. Sonra orucu geceye kadar sürdürün.
Mescidlerde itikâfa girdiğinizde eşlerinize yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın
çizdiği sınırlardır, onlara yaklaşmayın. Allah, ayetlerini insanlara böyle
açık açık anlatıyor ki, yasaklardan sakınabilsinler."
İçgüdü türünden yasakların çekim gücü son
derece güçlü olduğu için bu konudaki uyarıda Allah'ın sınırlarına
yaklaşılmasından kaçınılmasının vurgulanması gayet yerindedir. Çünkü eğer
insan bu yasakların alanına yaklaşır ve çekim düzlemine girerse çekim
güçleri karşısında iradesinin zayıf kalmasından korkulur.
Ama bu ayette sözkonusu olan alan,
istemeyerek yapılan hareketlerin, çatışmaların ve sürtüşmelerin alanıdır.
Burada bu çatışmaların herhangi bir aşamasında sözkonusu sınırların önünde
durulmamasından, bunların çiğnenmelerinden, aşılmalarından korkuluyor. Bu
gerekçe ile sınırlara yaklaşılmaması uyarısı değil, sınırların aşılmaması
uyarısı yöneltilmiştir. Çünkü şimdiki uyarı ortamı öbüründen farklıdır. Bu,
değişik gereklilikleri gözeten hayranlık uyandırıcı bir ifade inceliğidir!
230- Eğer erkek bundan
sonra karısını kesinlikle boşarsa bu kadın başkası ile evlenmedikçe artık
kocasına helâl olmaz. Eğer sonraki koca, kadını boşar da Allah'ın
sınırlarını gözeteceklerine inanırlarsa eski karıkocanın tekrar birbirlerine
dönmelerinin sakıncası yoktur. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, onları
bilen topluluğa açık açık anlatıyor.
Daha önce vurgulandığı gibi üçüncü boşama,
bu evlilikte kısa vadede düzelmesi imkansız, köklü bir bozukluğun
bulunduğunu kanıtlar. Bu durumda eğer erkek boşama kararında ciddi ve kesin
ise- tarafların kendilerine birer yeni eş araması en doğru hareket olur.
Yok, eğer bu boşamalar, düşüncesizce bir an gelen parlamalar veya hakkın
kötüye kullanılması sonucu verilen kararlar sonucu meydana gelmişse o zaman
bu hakla bu şekilde oynanmasına bir sınır koymak gerekir. Çünkü bu hak bir
emniyet sübabı, iyileştirilmesi imkânsız bir rahatsızlığın zorunlu tedavisi
olsun diye tanınmış, yoksa aptallığa ve ciddiyetsizliğe pirim olarak
tanınmamıştır. Bu durumda koca tarafından gerekli saygıyı görmeyen, tersine
ayak altına alınan bu evlilik hayatının sona ermesi gerekir.
Biri ortaya çıkıp diyebilir ki, "Bu
durumdaki kadının günahı nedir ki, ciddiyetsiz ve sorumsuz bir erkeğin iki
dudağı arasından çıkan bir söz yüzünden hayatı, güvenliği ve huzuru
tehlikeye girsin?" Fakat insan hayatının somut bir olayı karşısında
olduğumuz unutulmamalıdır. Peki eğer bu çözüm biçimini bir yana atarsak bu
olayın çözümü nasıl olacak? Acaba eşi ile arasındaki ilişkiyi ciddiye
almayan, bu beraberliğe zerrece saygı duymayan böyle bir erkeği eşi ile
birarada yaşamaya zorlayarak ona meselâ şöyle mi demeliyiz; "Biz senin bu
boşama kararını hiçe sayıyoruz, onu tanımıyor, onaylamıyoruz. Bu kadın senin
zimmetli eşindir, buyur, elinden tut, götür."
Hayır... Böyle bir tutum, gerek kadını ve
gerekse karı-koca ilişkisini son derece hafife almak olur, İslâm böyle bir
şeye razı olmaz. O İslâm ki kadına ve karı-koca ilişkisine saygı duyuyor ve
bu ilişkiyi Allah'a ibadet düzeyine yükseltiyor. Böyle bir erkeğe verilmesi
yerinde olan ceza şudur: Adamı ilişkisini oyuncağa çevirdiği eşinden
ayırırız, ilk iki boşamanın sonunda kadını gözden çıkardığı izlenimini
bırakmış ise yeni bir mehir belirleyerek nikâh tazelemek zorunda tutarız ve
üçüncü boşamadan sonra karısına -yeni bir evlilik yapıp tekrar boşanmadıkça-
dönmesini kesinlikle yasaklarız. Bu durumda kadına verdiği mehir de evlilik
süresince verdiği hediyeler de elinden gitmiş olur. Ayrıca onu boşama
evrelerinin bekleme süreleri boyunca karısına nafaka vermekle yükümlü
tutarız. Önemli olan insan psikolojisinin somut gerçeklerini, pratik hayatın
realitelerini görmemizdir. Yoksa gerçekler dünyasına ayak basmâksızın rüya
aleminde kanatlanıp uçmak hüner değildir!
Üçüncü boşamadan sonra hayatın normal akışı
içerisinde kadın bir başka erkekle evlenir ve bu yeni koca kendisini boşarsa
o zaman yeniden evlenmelerinin, ne kadın açısından ve ne de eski kocası
açısından sakıncası yoktur. Yalnız bir şartla:
"Eğer Allah'ın sınırlarını gözeteceklerine
inanırlarsa."
Çünkü mesele arzulara uymak, içgüdülerin
isteklerine karşılık vermek değildir. Taraflar gerek biraraya gelmekte ve
gerekse ayrılmakta nefisleri, cinsel içgüdüleri ve arzuları ile başbaşa
bırakılmış değillerdir. Ortada, gözetilmesi gereken yüce Allah'ın sınırları
vardır. Bu öyle bir hayat çerçevesidir ki, eğer bunun dışında kalınırsa
artık yüce Allah'ın dilediği ve hoşnut olduğu hayat yaşanamaz.
"Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, Allah
onları bilen topluluğa açık açık anlatıyor."
Yüce Allah'ın, bu sınırlarını belirsiz ve
meçhul bırakmaması, tersine bunları Kur'an'da net bir biçimde belirlemesi
O'nun kullarına yönelik bir rahmetidir. O bu sınırlamalarını "bilen insan
topluluğuna" anlatıyor. Çünkü gerçek anlamda bilgi sahipleri bu sınırları
bilirler ve onların önünde dururlar. Bunun tersi ise iğrenç bir cahillik ile
kör bir cahiliye düzeninden başka birşey değildir!
Daha sonraki iki ayette yüce Allah'ın
birbirlerinden ayrılmış eşlere yönelik direktifi geliyor. Bu direktif
onları, boşandıktan sonra her durumda iyiliğe, hoşgörüye ve meşru sınırlar
içinde kalmaya çağırıyor:
231- Kadınları boşayıp da
bekleme sürelerini doldurdukları zaman ya onları meşru biçimde tutun ya da
yine meşru biçimde bırakın. Sakın onlara zarar vererek Allah'ın sınırlarını
çiğnemek amacı ile kadınları alıkoymayın. Kim bunu yaparsa kendine yazık
etmiş olur. Allah'ın ayetlerini alaya almayın. Allah'ın size bağışladığı
nimetleri ve öğüt vermek için indirdiği Kitabı ve hikmeti hatırınızdan
çıkarmayın. Allah'tan korkun ve O'nun herşeyi bildiğini bilin.
232- Kadınları boşayıp da
bekleme sürelerini doldurdukları zaman eğer daha önceki kocaları ile meşru
biçimde anlaşırlarsa evlenmelerine engel olmayın. Bu, içinizdeki Allah `a ve
Ahiret gününe inananlara yönelik bir öğüttür. Bu sizin hesabınıza en temiz
ve en iffetli yoldur. Allah bilir, fakat siz bilemezsiniz.
Evlilik hayatının havasına meşruluk, iyilik
ve güzellik egemen olmalıdır. İster bu hayat sürsün, isterse ipleri kopmuş
olsun, bu durum değişmemelidir. Üzme ve sıkıntıya sokma niyeti, bu hayatın
unsurları arasına girmemelidir. İnsanları bunalımlara sürükleyen ayrılık ve
boşanma durumunda böylesine yüksek düzeyli bir hoşgörünün varolabilmesi için
mutlaka yeryüzü hayatının şartlarına bağımlı olmayan yüce bir unsur,
vicdanları kinlerden ve kıskançlıklardan uzak ve yüksek tutan, hayat ufkunu
ve perspektifini yaşanılan anın ve somut şeylerin ötelerine doğru genişleten
bir faktör gereklidir. Bu, yüce Allah'a ve Ahiret gününe inanma faktörüdür.
En büyük nimet olan iman nimetinden vücut sağlığına ve kendisine bahşedilen
çeşitli rızıklara kadar Allah'ın sayılamayacak derecedeki nimetlerini ancak
bu imanı kalbinde taşıyan bir mümin hatırına getirebilir. Yine ancak bu
unsuru barındıran insan Allah korkusunu kalbinde taze tutar ve
başarısızlıkla sonuçlanan evliliğinin, elinden çıkan nafakanın karşılığını
O'ndan bekler. İşte burada, halen devam eden ya da ipleri kopmuş evlilik
hayatına meşruluğun, iyiliğin ve güzelliğin hakim olması gerektiğini anlatan
bu iki ayet, bu yüce unsuru zihinlerde canlandırmak istiyor.
Cahiliye döneminde kadın, cahiliye
düzeninin kabalık ve sapıklığına denk düşen baskı ve sıkıntılarla karşı
karşıya idi. O daha küçük bir çocuk iken bu baskılar kendini gösterir, kimi
zaman da diri diri toprağa gömülürdü. En şanslı zamanında horlama, sıkıntı
ve ezilmişlik altında yaşardı. Evlendiği zaman kocasının mallarından bir mal
sayılır, dahası, deveden ve attan daha ucuz, daha değersiz tutulurdu. Bu
sıkıntı ve baskılar boşanınca da şiddeti artarak sürerdi. Çünkü eski kocası
razı olup izin vermedikçe evlenmesi engellenirdi. Bazan da eski kocasına
yeniden dönmek ister, fakat bu dönüşüne bu defa ailesi karşı çıkardı.
Genellikle de hor, aşağılık ve önemsiz görülürdü. Toplumsal konumu o günün
dünyasına egemen olan diğer cahiliye toplumlarındaki kadın konumu ile
tıpatıp aynı idi.
Sonra İslâm geldi ve kadının hayatına, bazı
örneklerini yukardaki ayetlerde gördüğümüz ılık rüzgârların serinliğini
estirdi... Gelir-gelmez ona yönelik bakış açısının düzeyini yükselterek
kadın ile erkeğin yüce Allah tarafından yaratılan aynı "nefs" bütününün
ayrılmaz birer parçası olduklarını ilân etti... Gelir-gelmez iyi niyetle
sürdürülen karı-koca ilişkilerini ibadet mertebesine yükseltti. Şunu da
belirtelim ki, kadın bu hakların hiçbirini istemiş değildi, hatta daha önce
onların varlığından bile haberi yoktu. Bu hakların hiçbirini erkek de
istememişti, istemek bir yana onlar aklının ucundan bile geçmiş değildi. Bu
haklar her iki cinse ve tüm insanlığın toplumsal hayatına yüce Allah'ın
karşılıksız bir keremi, bir rahmeti olarak bağışlanmıştı.
"Kadınları boşayıp da bekleme sürelerini
doldurdukları zaman ya onları meşru biçimde tutunuz ya da yine meşru biçimde
bırakınız. Sakın onlara zarar vererek Allah'ın sınırlarını çiğnemek amacı
ile kadınları alıkoymayınız."
Buradaki "bekleme süresini doldurmak"tan
maksat; bir önceki ayette anlatılan bekleme süresinin sonuna yaklaşmaktır.
Bu sürenin sona ermesine doğru erkek iyi geçinmek niyeti ile ve meşruluk
sınırları içinde kalarak kadına dönecek-ki kadını "iyilikle tutmak" bu
demektir- ya da bekleme süresinin dolmasını bekleyerek kadının kendisinden
kesinlikle umut kesmesini sağlayacak. -Ki kadını "iyilikle salıvermek,
bırakmak- bu anlama gelir-. Bu arada erkek, kadını sıkıntıya sokmayacak,
ondan boşama karşılığında fidye istemeyecek ve istediği erkekle evlenmesine
engel olmayacaktır:
"Sakın onlara zarar vererek Allah'ın
sınırlarını çiğnemek amacı ile kadınları alıkoymayın."
Bu tutumun tipik bir örneğini, eşine karşı
takındığı tutumu az yukarda naklettiğimiz Ensar'dan bir müslümanın karısına
söylediği "vallahi, seninle ne bir daha biraraya gelirim ve ne de senden
ayrılırım" biçimindeki sözlerde okumuştuk. İşte bu, kadını "iyi olmayan
biçimde tutmak; zarar vermek amacı ile alıkoymak"tır ki, İslâm'ın hoşgörüsü
buna razı olamaz. Nitekim bu "zarar verme amaçlı alıkoyma uygulaması"
incelemekte olduğumuz ayetlerde tekrar tekrar yasaklanmaktadır. Çünkü,
örneklerinin çokluğundan da anlaşıldığı gibi bu tutum, o günün Arap
toplumunda yaygındı. Ayrıca İslâm'ın eğitiminden geçmemiş ve imanın
yüceltici desteğinden yoksun kalmış her toplumda, her sosyal ortamda bu tip
kötü uygulamaların yaygınlaşması doğaldır.
Burada Kur'an-ı Kerim, en soylu duyguları
uyarıyor, aynı anda hem Allah'tan utanma duygusunu ve hem de Allah korkusu
bilincini birlikte harekete geçiriyor, arkasından bütün bu psikolojik
etkenleri, vicdanları cahiliye gelenekleri ile bu zihniyetin tortularından
kurtararak elinden tutup yükseltmeyi hedeflediği onurlu ve yüce düzeye
çıkarmak üzere seferber ediyor:
"Kim böyle yaparsa kendine yazık etmiş
olur. Allah'ın ayetlerini alaya almayın. Allah'ın size bağışladığı nimetleri
ve öğüt vermek için indirdiği Kitabı ve hikmeti hatırınızdan çıkarmayın,
Allah'tan korkun ve O'nun herşeyi bildiğini bilin."
Boşanmış kadını, ona zarar vermek,
haklarından yoksun bırakmak amacı ile oyalayan, alıkoyan kimse kendine yazık
eder. Çünkü o kadın da kendi nefsinden türemiş bir kardeşidir. Buna göre ona
zulmetmekle aynı zamanda kendine zulmetmiş olur. Ayrıca nefsini günaha
sürüklediği için ve Allah'a itaat etmekten alıkoyduğu için de nefsine
zulmetmiş olur. Bu, ayette vurgulanan birinci noktadır.
Yüce Allah'ın aile dirliğine ve boşamaya
ilişkin ayetleri son derece açık, hedefi belirgin ve ciddidir. Bu ayetler
aile hayatını düzene koymayı, onu doğruluk ve ciddiyet temelleri üzerine
oturtmayı amaçlar. Erkek, bu ayetleri kadına zarar vermek, onu sıkıntıya
sokmak amacı ile kullanmaya kalkışabilir, bu maksatla yüce Allah'ın emniyet
sübabı ve rahatlasınlar diye tanıdığı bazı kolaylık imkânları ile
oynayabilir. Bu arada yüce Allah'ın karı-koca hayatını yeniden kurmak,
düzeltmek için erkeğe tanıdığı eşine dönme yetkisini kadını baskı altında
tutmanın, onu mutsuz etmenin aracı olarak kullanabilir. Ama bu
söylediklerimizden sadece birini yapması dahi yüce Allah'ın ayetlerini alaya
alması anlamı taşır. Bu da günümüzde müslüman olduğunu iddia eden cahiliye
karakterli İslâm (!) toplumlarında gördüğümüz tutumdur. Bu sahte İslâm
toplumlarında fıkıh kolaylıkları baskı, hile ve fesat aracı olarak
kullanılıyor. Bu amaç dışı kullanımların en kötü örneğini de boşama
yetkisinin kötü niyetli kullanımı oluşturuyor. Yüce Allah'tan hiç utanmadan
O'nun ayetleri ile alay edenlere, onları arzularının oyuncağı haline
getirenlere yazıklar olsun.
Okuduğumuz ayetler, müslümanlara Allah'ın
nimetlerini, kendilerine öğüt vermek amacı ile indirilen Kitabı ve hikmeti
hatırlatmakla utanma ve nimetleri itiraf etme duygularını uyarmayı
amaçlıyorlar. O günün müslümanlarına Allah'ın kendilerine yönelik
nimetlerini hatırlatmak, hayatlarının tüm alanlarını etkilemiş olan somut ve
geniş çaplı gelişmelerin anılarını tazeleyici bir nitelik taşıyordu.
İlk müslümanların öncelikle
hatırlayacakları ilâhi nimet, doğrudan doğruya bir "ümmet" sıfatıyla varlık
sahnesine çıkarılmaları idi. Gerek kentlerde ve gerekse çöllerde yaşayan
Araplar İslâm'dan önce ne idiler ki? onlar adı anılmaya değer bir varlık
değillerdi. Dünya onları ne tanıyordu ne de varlıklarından haberdardı. O
dönemde Araplar ne ağırlığı ve ne de değeri olmayan bölük-pörçük gruplar
halinde yaşıyorlardı. İnsanlığa verecek hiçbir şeyleri yoktu ki, başkaları
tarafından tanınsınlardı. Hatta onların kendi ihtiyaçlarını
karşılayabilecekleri bir şeyleri bile yoktu. Kelimenin tam anlamıyla hiçbir
şeyleri yoktu. Ne maddî ne de manevi hiçbir şey... Bir defa son derece
perişan bir yoksulluk içinde yaşama savaşı veriyorlardı. Yalnız aralarında
küçük bir azınlık refah içinde yaşıyordu. Ama bu refah son derece kaba,
basit, seviyesiz bir refahtı, tıpkı inlerinde av etleri yığılmış, buna
rağmen aç duran yırtıcı hayvanların refahı gibi.
Onlar aynı zamanda akıl, ruh ve duygu
yoksulu idiler. İnançları basit, saçma ve derme-çatma idi. Hayat düşünceleri
ilkel, geri ve dar ufuklu idi. Hayattaki amaçları; yağma amaçlı baskınlar,
acımasız vuruşmalar, eğlence, içki, kumar, kısacası küçük ve basit
zevklerden ibaretti.
Onları bu karanlık kuyudan çıkarıp kurtaran
İslâm oldu. Hatta onları yeniden varetti. Onlara bütün insanlık tarafından
tanınmalarını sağlayacak derecede, önemli bir varoluş bağışladı. Onlara
insanlığa aktarabilecekleri değerler sundu. Onlara varlık alemini daha önce
hiçbir inanç sisteminin yorumlayamadığı doyuruculukta yorumlayabilen
kapsamlı ve büyük bir inanç sistemi iletti. Bu inanç sistemi onlara tüm
insanlığın başarılı ve seviyeli önderleri olma imkânını verdi. Ayrıca bu
inanç sistemi onlara orjinal bir kişilik kazandırdı; böylece daha önce
varlıklarından hiçbir yerde sözedilmezken bu inanç sistemi sayesinde dünya
milletleri ve devletleri arasında seçkin bir yer elde ettiler. Bunun
yanısıra bu inanç sistemi onlara güç verdi; dünya onları bu güçle tanıdı ve
hesaba katmak zorunda kaldı. Oysa daha önce ya çevrelerindeki
imparatorlukların köleleri ya da hiç kimse tarafından fark edilmeyecek
derecede hesap dışı idiler.
İslâm onlara servet de verdi, dünyanın dört
bir yanına yönelik fetihler sayesinde zengin oldular. Bütün bunlardan daha
önemli olarak İslâm onlara her alanda barış sundu; gönüllerine, evlerine ve
içinde yaşadıkları topluma barış getirdi. Onlara kalp huzuru, gönül
rahatlığı, vicdan dirliği, sistem ve yol istikrarı bağışladı. Onlara onurlu
ve yüksek seviyeli bir bakış açısı kazandırdı. Onlar yeryüzünün çeşitli
bölgelerindeki yolunu şaşırmış cahiliye toplumlarına bu açıdan bakıyor ve
yüce Allah'ın hiç kimseye vermemiş olduğu bir nimeti kendilerine verdiğini
somut bir biçimde görüyorlardı.
Bundan dolayı, yüce Allah, okuduğumuz
ayette onlara nimetlerini hatırlatınca onlar fazla bir uğraşa gerek kalmadan
kendi hayatlarında gerçekleşen gelişmelerin anılarını tazeliyorlardı. Çünkü
onlar cahiliye dönemini ve arkasından İslam'ı bizzat kendi hayatlarında
yaşayan bir kuşaktı. Ancak insanın tasarlama kapasitesini aşan bir
olağanüstülüğün gerçekleştirebileceği uzun süreli bir geçiş döneminin, bir
devrim sürecinin canlı şahitleri idi onlar. Onlar bu nimeti, yüce Allah'ın
kendilerine indirdiği öğüt dolu kitapta ve hikmette somutlaşmış olarak
hatırlıyorlardı. Kur'an-ı Kerim, onlara "size indirilen" buyuruyor,
kendilerine ikinci şahıs (muhatap) zamiri ile sesleniyordu. Bu ifade onlara
bağışlanan nimetinin büyüklüğünü, özverinin hesapsız bolluğunu ve nimetin
kendi kişiliklerine içiçe girmiş niteliğini duyuruyordu. Yüce Allah onlara
bu ayetleri peyderpey indiriyor ve bu ayetlerden ilahi sistem oluşuyordu. Bu
sistemin bir parçası da sosyal hayatın temeli olan aile kurumuna ilişkin
hukuk düzeni idi.
Daha sonra bu ayette onların kalplerine
ikinci ve son bir uyarının esintilerini yansıtıyor. Bu uyarı onları Allah
korkusu ile titretiyor ve kendilerine O'nun herşeyi bildiğini hatırlatıyor:
"Allah'tan korkun ve O'nun herşeyi
bildiğini bilin."
Böylece Allah'tan utanma ve O' na şükretme
bilincinden sonra korku ve sakınma bilinci harekete geçiriliyor, bu bilinç
vicdanı avuçları içine alarak hoşgörü, nezaket ve sorumluluk yolunda
ilerletiyor.
Bir sonraki ayet, bekleme süresi dolan
boşanmış kadının meşru biçimde uyuşmaları halinde tekrar eski kocasına
dönmesine engel olunmasını yasaklıyor:
"Kadınları boşayıp da bekleme sürelerini
doldurdukları zaman eğer daha önceki kocaları ile meşru biçimde anlaşırlarsa
tekrar evlenmelerine engel olmayın."
Tirmizi'nin verdiği bilgiye göre
Peygamberimiz zamanında Ma'kıl b. Yasar'ın kız kardeşi bir müslümanla
evlenmişti. Bu evlilik bir süre devam ettikten sonra adam, Mak'il'in kız
kardeşini boşadı ve bekleme süresi içinde de bir daha eşine dönmedi. Fakat
bir süre sonra karşılıklı olarak birbirlerine dönmek istediler. Bunun
üzerine adam, eski karısına tekrar talip oldu. Ama Ma'kil'in adama verdiği
cevap şu oldu; "Alçakoğlu alçak! Seni adam yerine koyarak kız kardeşim ile
evlendirdim, sen ise onu boşadın. Vallahi, o sana bir daha hiç dönmeyecek."
Fakat kocanın hanımına ve kadının da eşine
olan ihtiyacını herkesten iyi bilen yüce Allah bu ,olay üzerine "Kadınları
boşayıp da bekleme sürelerini doldurdukları zaman..." diye başlayıp "Allah
bilir, fakat siz bilmezsiniz" diye sona eren (yukardaki) ayeti indirdi.
Ma'kil, bu ayeti duyunca "Rabbimin emri
başım-gözüm üzerine" diyerek hemen adamı çağırdı ve kendisine; "Onu sana
veriyorum, tekrar evlenebilirsiniz" dedi.
Yüce Allah'ın kalplerin samimi arzularını
böylesine müşfik bir yaklaşımla karşılaması, O'nun kullarına yönelik
merhametinin bir yönünü açığa çıkarır. Ayette genel olarak Allah'ın kullar
hesabına dilediği kolaylaştırma, Kur'an kaynaklı sistemin müslüman cemaate
uyguladığı eğitim metodu, insanların hayattaki bütün somut problemlerine her
durumda cevap veren bu tutarlı sistem aracılığı ile müslümanlara bağışladığı
nimetin geniş çaplılığı gözler önüne seriliyor.
Bu ayette, uyarı ve yasaklamanın
arkasından, ayrıca müslümanların kalpleri ve vicdanları da harekete
geçirilmek isteniyor:
"Bu, içinizdeki Allah'a ve Ahiret gününe
inananlara yönelik bir öğüttür. Bu sizin hesabınıza en temiz ve en iffetli
yoldur. Allah bilir, fakat siz bilmezsiniz." Bu ilâhi öğüdü kalplere
ulaştıracak olan temel faktör, Allah'a ve Ahiret gününe imandır. Eğer
kalpler, şu yeryüzünden daha geniş ufuklu bir aleme bağlı olursa,
alış-verişlerinde Allah'ı ve O'nun hoşnutluğunu ön-plânda tutarlarsa, yüce
Allah'ın daha arınmışı ve daha temiz olanı dilediğinin bilincinde olurlarsa,
bu durum, müminleri doğal olarak Allah'ın uyarısına olumlu karşılık vermeye
teşvik eder; gerek kendileri ve gerekse toplumları hesabına arınmışlığı ve
temizliği ganimet bilmelerini sağlar. Eğer kalpler, kendileri için bu yolu
seçenin insanların bilmedikleri şeyleri bilen bir merci olduğunu somut bir
algı biçiminde kavrarlarsa bu da, onların gönül rızası ile bu tercihi
benimsemeye kalplerini elverişli hale getirir.
Böylece ayet, bu meseleyi tümü ile ibadet
düzeyine yükseltip yüce Allah'a bağlıyor; onu yeryüzü lekelerinden, sosyal
hayatın iğrençliklerinden, boşanma ve ayrılık havâsının kaçınılmaz gerginlik
ve kutuplaşmalarından arındırıyor.
ANNE-BABA VE ÇOCUK
Aşağıdaki hüküm, boşanma olayından sonra
çocukların emzirilmesi meselesine ilişkindir.
Aile hukuku, eşler arasında boşanmadan
sonra bile sona ermeyecek olan ilişkiye, yani her ikisinin ortak katkısı ile
meydana gelen ve ikisini de birbirine kopmaz bağlarla bağlayan çocuk
meselesine mutlaka açıklık getirmelidir. Ana baba birlikte yaşayamaz duruma
gelince her ikisine de ait olan bu yavruya tüm ihtimaller gözönünde
bulundurularak belirli ve ayrıntılı garantiler sağlanmalıdır:
233- Emzirme süresini
tamamlamak isteyen anneler, çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Annenin
yiyecek ve giyeceklerini geleneklere uygun biçimde sağlamak, babanın
görevidir. Hiç kimseye kapasitesi dışında bir görev yüklenemez. Ne anne ve
ne de baba çocuğu yüzünden zarara sokulmaz. Bu yükümlülüğün aynısı mirasçıya
da düşer.
Eğer ana-baba konuşup anlaşarak ortak
rızaları ile çocuğu memeden kesmek isterlerse hiçbirine sorumluluk düşmez.
Eğer çocuklarınıza süt annesi tutmak isterseniz, vereceğiniz ücreti
geleneklere uygun olarak ödediğiniz takdirde üzerinize sorumluluk düşmez.
Allah'tan korkun ve Allah'ın yaptıklarınızı
gördüğünü bilin.
Boşanmış bir annenin emzikli çocuğuna karşı
görevi vardır. Allah bu görevi, bizzat omuzlarına yüklemiş ve bunu onun
fıtrî özelliğine ve şefkatine bırakmamıştır. Çünkü karı-koca uyuşmazlığı
annedeki bu nitelikleri bozabilir ve o zaman bunun zararını körpe yavru
çeker. Bundan dolayı Allah, bu yavrunun bakımını garantiye bağlıyor ve bu
görevi anasının omuzlarına yüklüyor. Çünkü Allah insanları, onların
kendilerini düşündüklerinden daha çok düşünür; onlara karşı ana-babalarından
daha iyiliksever ve daha şefkatlidir.
Yüce Allah, anneyi yeni doğan çocuğunu iki
tam yıl emzirmekle yükümlü tutuyor. Çünkü O, bu sürenin çocuğun organik ve
psikolojik sağlığı açısından ideal bir süre olduğunu biliyor. Bu yüzden
"Emzirme süresini tamamlamak isteyen anneler" kayıtlamasını getiriyor.
Günümüzün bilimsel araştırmaları, çocuğun biyolojik ve psikolojik açıdan
sağlıklı gelişimi için iki yıllık emzirme süresinin gerekli olduğunu ortaya
koymuşlardır. Fakat yüce Allah'ın, müslüman cemaate yönelik nimeti, onları
bu gerçeği bilimsel tecrübeleri ile öğreninceye kadar bekleme
zorunluluğundan kurtarmıştır. Çünkü ilk evresi çocukluk olan ortak insanlık
hazinesi, bu uzun tecrübe döneminin bilgisizliğine, bu bilgisizlik çarkının
öğütücü dişlilerine bırakılacak derecede önemsiz değildir. Yüce Allah
kullarına, özellikle şefkate ve bakıma muhtaç olan çaresiz yavrulara karşı
merhamet sahibidir.
Annenin, yüce Allah tarafından omuzlarına
yüklenen bu göreve karşılık çocuğun babası üzerinde de bazı hakları vardır.
Bu haklar babanın, geleneklere uygun biçimde ve tatlılıkla kadının
yiyeceğini ve giyim-kuşamını sağlamasıdır. Bu görevde karı ile kocanın her
ikisi de ortaktır. Her ikisinin de bu meme çağındaki yavruya karşı
sorumlulukları vardır. Annesi bu yavruya sütü ve bakımı ile yardımcı olacak,
babası da kendisini çocuğunun bakımına adamış olan annenin yiyecek ve
giyecek ihtiyaçlarını karşılayacaktır. Böylece her ikisi de güçlerinin
sınırları içinde görevlerini yerine getirmiş olurlar:
"Hiç kimseye kapasitesi dışında bir görev
yüklenmez."
Ayrıca ana-babadan biri çocuğu karşı tarafa
zarar vermek için koz ya da bahane olarak kullanmamalıdır:
"Ne anne ve ne de baba çocuğu yüzünden
zarara sokulamaz."
Buna göre baba, anneyi tehdit ederek çocuğa
karşılıksız biçimde meme vermesini sağlamak için kadının çocuğuna karşı
beslediği sevgiyi, şefkati ve özlemi istismar edemeyeceği gibi kadın da
erkeğin çocuğuna yönelik babalık duygularını ve sevgisini yüklü maddi
karşılıklar elde etmek amacı ile kötüye kullanamaz, sömüremez.
Eğer baba ölürse çocuğuna karşı taşıdığı
yükümlülükler, sorumluluk alabilecek mirasçısına geçer:
"Bu yükümlülüğün aynısı mirasçıya da
düşer."
Böyle bir durumda ölen babanın mirasçısı,
emzikli annenin yiyecek ve giyecek masraflarını geleneklere göre ve
tatlılıkla karşılamakla yükümlüdür. Böylece aile-içi dayanışma gerçekleşmiş
olur. Bu dayanışmanın yarısı miras almakla ve öbür yarısı ölen kişinin
geride bıraktığı yükümlülüklerini üstlenmekle yerine gelir.
Böylece babası ölen çocuk perişan olmaz.
Çünkü her ihtimal karşısında hem kendisinin hem de annesinin hakları teminat
altındadır.
Ayet-i celile, çocuğun ve annesinin bakım
ve geçimini bu şekilde sağlama bağladıktan sonra emzirme ile ilgili diğer
ayrıntıları sonuca bağlamaya geçiyor:
"Eğer ana-baba konuşup anlaşarak, ortak
rızaları ile çocuğu memeden kesmek isterlerse hiçbirine sorumluluk düşmez."
Yani eğer ana ile baba ya da ana ile
babanın yetkili mirasçısı çocuğu iki yıllık süre dolmadan önce memeden
kesmek isterlerse, çocuğun sağlığı ile ilgili ya da başka bir sebeple böyle
bir karara varmayı uygun görmüşler ise bu karar yüzünden sorumlu olmazlar.
Yalnız bu kararı, bakımı omuzlarına yüklenmiş,gözetim yükümlülüğü sırtlarına
bindirilmiş olan kişiler, meme çağındaki yavrunun iyiliğini düşünerek ve
aralarında konuşup anlaşarak karşılıklı gönül rızası ile vermiş
olmalıdırlar.
Bunun yanısıra eğer baba, çocuğuna ücretli
süt annesi tutmak isterse, eğer çocuğun yararı bu yoldan gerçekleşiyorsa,
tutulacak süt annesinin ücretini tam olarak vermek ve ona karşı iyi
davranmak şartı ile bu isteğini yerine getirebilir:
"Eğer çocuklarınıza sütannesi tutmak
isterseniz, vereceğiniz ücreti geleneklere uygun olarak ödediğiniz takdirde
üzerinize sorumluluk düşmez."
Burada sözü edilen ücreti tam ödeme şartı,
tutulan süt annenin çocuğa müşfik davranmasının, onun bakım ve gözetimi
hususunda titizlik göstermesinin teminatıdır.
Ayet, sonunda meseleyi tümü ile takvaya, o
köklü ve ince bilince bağlıyor. O bilinç ki, ona havale edilen şeyler, onsuz
gerçekleşemeyecek şeylerdir;
"Allah'tan korkun ve Allah'ın
yaptıklarınızı gördüğünü bilin."
Bu bilinç, ayetin sonunda seslendirilen
ağırlıklı teminattır, aslında tek gerçek teminat budur.
DUL KADINLAR
Boşanmış kadınlara ve boşanmanın arkada
bıraktığı somut problemlere ilişkin yasal düzenlemeler açıklandıktan sonra
kocası ölen kadınlara; bunların bekleme sürelerine, bekleme sürelerinin
dolmasından sonra kendilerine yapılacak evlenme tekliflerine ve bekleme
süresi içinde bu tekliflerin çıtlatılmasına ilişkin hükümlerin anlatılmasına
geçiliyor:
234- Aranızdan ölenlerin
geride bıraktıkları eşleri dört ay, on gün kendilerini gözetim altında
tutarlar. Bu sürelerini doldurduklarında meşru olarak yaptıklarından dolayı
siz sorumlu tutulmazsınız. Hiç şüphesiz ne yaparsanız Allah onu bilir.
235- Bu durumdaki kadınlara
ima yolu ile evlenme teklif etmenizin ya da bu arzuyu içinizden geçirmenizin
hiçbir sakıncası yoktur. Allah sizin onları hatırınızda tutacağınızı
biliyor. Söyleyeceğiniz uygun sözler dışında sakın onlarla gizlice buluşmak
üzere sözleşmeyin ve gerekli bekleme süresi dolmadıkça sakın nikâh kıymaya
girişmeyin.
Allah'ın içinizden geçen duyguları
bildiğini bilin, O'ndan çekinin ve bilin ki, O, günahları bağışlar ve
halimdir.
Kocaları ölen (dul) kadınlar gerek kendi
akrabaları gerek kocalarının yakınları ve gerekse toplumun bütünü tarafından
ağır baskılar görürlerdi. İslâm öncesi Arap geleneklerine göre kocası ölen
bir kadın bir yıl boyunca bakımsız bir hücreye kapanır, en çirkin
elbiselerine bürünür, hiçbir temiz şeye, hatta hiçbir şeye el süremezdi. Bir
yıl sonra kapandığı hücreden çıkınca cahiliye zihniyetinin saçmalığına denk
düşen birtakım saçma gelenekleri yerine getirmek zorunda tutulurdu. Deve
pisliği avuçlayıp atmak, eşek ve koyun türünden hayvanlara binmek gibi.
İslâm gelince dul kadının üzerindeki bu
baskıyı hafifletti, daha doğrusu onu tümü ile omuzlarından kaldırdı.
Kocasını kaybetmiş olmanın acısı ile birlikte aile baskısına, şerefli bir
hayata kavuşma kapısının yüzüne kapanmasına, yeni bir güvenli aile hayatının
yoksunluğuna katlanmasına meydan vermedi. Eğer hamile değilse bekleme
süresinin dört ay on gün olmasını kararlaştırdı. Eğer hamile ise hamileliğin
sonunu bekleyecektir. Görülüyor ki, onun bekleme süresi, boşanmış kadınların
bekleme süresinden biraz daha uzundur. Bu süre içinde hem rahminde çocuk
olup olmadığını kesinlikle öğrenir ve hem de eşi ölür ölmez evinden
ayrılacak olsa incinecek olan kocasının yakınlarının yaslı duygularını
hafifletmiş olur. Yine bu süre içinde ağırbaşlı elbiseler giyer, evlenme
teklifi almak arzusu ile aşırı derecede süslenmekten kaçınır.
Bu süre sona erince ne kendi ailesinden ve
ne de ölmüş kocasının akrabalarından hiç kimse ona karışamaz. artık tam bir
özgürlükle Allah'ın şeriatın ı gözeten bir meşruluk içinde kendisine uygun
göreceği her şerefli davranışa girişebilir. Bu arada müslüman bir kadına
mübah olacak biçimde süslenebilir, yeni evlilik teklifi alabilir ve istediği
kimse ile evlenebilir. Artık onun yoluna ne köhnemiş eski gelenekler ve ne
de sahte şeref kompleksi dikilebilir. Bundan böyle Allah'tan başka hiç
kimsenin gözetimi ve denetimi altında değildir.
"Hiç şüphesiz ne yaparsanız Allah onu
bilir."
İşte dul kadının durumu bu. Ayetin bundan
sonraki kısmında bekleme süresi içinde bu dul kadınlara karşı ilgi duyan,
onlarla evlenmeye niyetlenen erkeklere dönülerek kendilerine, fertlere ve
topluma ilişkin nezaket kurallarına uymaları, duygulara ve heyecanlara
saygılı olmaları, aynı zamanda verecekleri kararın beraberinde getireceği
ihtiyaçları,yarar ve zararları da gözönüne getirmeleri telkin ediliyor:
"Bu durumdaki kadınlara ima yolu ile
evlenme teklif etmenizin ya da bu arzuyu içinizden geçirmenizin hiçbir
sakıncası yoktur."
Dul kadın, bekleme süresi içinde henüz
içinde canlı duran hatıralarla ve ölen kocasının ailesinin acılı duyguları
ile içiçedir. Bunların yanısıra ilerde kesinlik kazanabilecek ya da kesinlik
kazanmış olan ve doğuma kadar bekleme yükümlülüğü getiren hamilelik
problemiyle karşı karşıyadır. Bütün bu gerekler, yeni bir evlilikten
sözetmeyi engeller. Çünkü böyle bir konuyu ele almanın henüz zamanı
gelmemiştir, ayrıca böyle bir konuşma duyguları incitir, hatıraları rencide
eder.
Bu gerekçeler gözönüne alınmakla birlikte,
dul kadına ima yolu ile -açıktan açığa değil- talip olma girişimi mübah
sayılmış, kadının süresi dolduktan sonra eş olarak istendiği anlamına
çekebileceği, dolaylı bir çıtlatma ifadesinin serbest olduğu belirtilmiştir.
Buharî'nin Abdullah b. Abbas'a dayandırarak
belirttiğine göre ayette sözü edilen dolaylı yoldan kadına talip olma
girişiminden maksat "Evlenmek istiyorum", "Bir kadına ihtiyacım var", "İyi
bir kadının elime geçmesini isterim..." gibi sözler söylemektir.
Bu arada bir erkeğin bu dul kadına açıktan
söylemediği ve dolaylı bir yolla çıtlatmadığı bir arzuyu kalbinde taşıması
da serbest kılındı. Çünkü insan iradesinin bu tür iç arzuları denetim altına
alamayacağını yüce Allah herkesten iyi bilir:
"Allah, sizin onları hatırınızda
tutacağınızı biliyor."
Yüce Allah, dul kadına dolaylı ifadeler
aracılığı ile talip olmayı ve bununla ilgili arzu duymayı şunun için serbest
bıraktı: Çünkü bu istek aslında helâl olan, özü itibarı ile mübah olan fıtrî
bir eğilimin sonucu olur. Sadece birtakım özel şartlar, bu konuda somut adım
atılmasını bir süre ertelemeyi gerektiriyor, o kadar. İslâm fıtrî eğilimleri
yok etmeyi değil, onları arındırmayı amaçlar; içgüdüleri bastırmayı değil,
denetim altına almayı ister. Bu gerekçe ile bu konuda sadece duygu
arınmışlığına ve vicdan temizliğine ters düşecek davranışları yasaklamakla
yetiniyor:
"Sakın onlarla gizlice buluşmak üzere
sözleşmeyin (randevulaşmayın)." Yani "Dul kadınlara; dolaylı sözlerle talip
olmanızın ya da içinizden bu yolda arzu beslemenizin hiçbir sakıncası
yoktur. Sakıncalı olan davranış; bekleme süreleri dolmadan onlarla gizlice
buluşarak evlenme teklifinde bulunmanızdır. Böyle bir girişim hem şahıslara
ilişkin edep kurallarına aykırı davranmak, hem ölü kocanın hatırasını
rencide etmek ve hem de dul kadının hayatının bu iki dönemi arasında ayırıcı
bir sınır olsun diye bekleme süresini yasallaştırmış olan yüce Allah'a karşı
saygı eksikliğine düşmek anlamına gelir:
"Yalnız onlara uygun sözler
söyleyebilirsiniz."
Ayıp anlam taşımayan, müstehcen olmayan ve
bu hassas duruma ilişkin olarak açıklanan ilâhi sınırlamaları aşmayan edepli
sözler:
"Gerekli bekleme süresi dolmadıkça sakın
onlarla nikâh akdetmeye niyetlenmeyin."
Dikkat edersek yüce Allah burada "Onlarla
nikâh akdi yapmayın." demiyor, onun yerine sakındırma dozu daha yüksek bir
ifade kullanarak "Onlarla nikâh akdetmeye niyetlenmeyin" buyuruyor. Yani
burada yasaklanan şey, nikâh akdetme eylemini meydana getirecek olan
karardır, bu yoldaki niyettir. Bu ifade yüce Allah'ın daha önce okuduğumuz
"Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, sakın onlara yaklaşmayın" uyarısı ile
aynı türdendir ve son derece esprili, ince bir anlam taşır.
"Allah'ın içinizden geçen duyguları
bildiğini bilin ve O'ndan çekinin."
Burada yasal düzenlemeler ile gönüllerdeki
duyguların içyüzünden haberdar olan Allah korkusu arasında sıkı bir ilişki
kuruluyor. Kadın-erkek arası ilişkilerden, son derece duyarlı, kalpleri
birbirine bağlayan ve vicdanlar üzerinde egemenlik kuran bu nazik ilişki
türünde gizli duyguların ve kalplerin bir köşesinde yer bulan kuruntuların
son derece ağırlıklı bir önemi vardır. Buna göre yüce Allah'ın gönüllerde iz
bırakan bu gizli duyguları oldukları gibi bildiği inancından kaynaklanacak
çekingenlik duygusu, şer'i hükümlerin uygulanması konusunda yasal
müeyyidelere eşlik eden son teminattır.
İnsan vicdanı korku ve sakınma duygusu ile
ürperince, takva ve çekinme duygusu ile titreyip feryad edince bir süre
sonra durulur, içine huzur; yüce Allah'ın affediciliğine, hoşgörüsüne ve
bağışlayıcılığına dönük güven dolar:
"Bilin ki, Allah, günahları bağışlar ve
halimdir."
Affedicidir; Allah duygusu ile dolu olan ve
gizli duyguların günahkâr niteliğinden çekinen kalplerin günahlarını
bağışlar. Halimdir; cezalandırmakta acele etmez, günahkâr kulun tevbe
edeceği ihtimalini gözönüne alarak bir süre bekler.
ZİFAF ÖNCESİ BOŞANMA VE
MEHİR
Daha sonraki iki ayette hiç cinsel ilişkiye
girmeden boşanan kadınlara ilişkin hüküm ele alınıyor. Bu durum daha önce
ayrıntılı biçimde anlatılan ve cinsel ilişki gerçekleştikten sonra boşanan
kadınlarınkinden farklı, aynı zamanda sık sık rastlanan bir olaydır. Bu
sebeple aşağıdaki ayetlerde bu durumdaki karıkocanın karşılıklı hak ve
yükümlülükleri açıklanıyor:
236- Kadınlara el sürmeden
ya da mehirlerini belirlemeden onları boşamanızın bir sakıncası yoktur.
Fakat eli geniş olan kendi gücüne göre ve eli dar olan da kendi gücüne göre
olmak üzere onlara geleneklere uygun bir hediye verin. Bu, iyilikseverler
için bir borçtur.
237- Eğer kadınların
mehirlerini belirler de onları el sürmeden boşarsanız, kendilerinin ya da
nikâhlarını akdetmeye yetkili erkeğin bağışlaması durumu dışında
belirlediğiniz mehrin yarısını ödemeniz gerekir. Bağışlamanız (mehrin
tamamını bırakmanı) takvaya daha yakındır. Birbirinize karşı erdemliği
unutmayın. Hiç şüphesiz ne yaparsanız Allah onu görür.
Burada sözü edilen birinci durum, kendisi
ile cinsel ilişkide bulunulmamış ve mehri de belirlenmemiş kadının
durumudur. Oysa mehir farzdır. Bu durumda eşini boşayan erkeğe düşen görev,
boşadığı eşine maddi gücü ile orantılı bir hediye vermesi, uygun bir bağışta
bulunmasıdır. Böyle bir davranış bir tür tazminat olması yanında psikolojik
yönden büyük değer taşır. Bu beraberlik bağının henüz başlangıçta kopması
kadının ruhunda buruk bir acı meydana getirir, bu ayrılığı düşmanca bir
darbe gibi algılar. Fakat boşayan erkeğin vereceği uygun bir hediye bu
kasvetli havayı dağıtır kadının ruhunda sevgi ve mazur görme meltemlerinin
esmesini sağlar, boşanmadan kaynaklanan üzüntü ve psikolojik çöküntü
duygularını hafifletir. Buna göre bu evlilik, sadece başarısız bir
girişimdir, yoksa öldürücü bir darbe değildir.
Bu gerekçe ile verilecek hediyenin
geleneklere uygun bir nitelikte olması tavsiye ediliyor. Böylelikle aradaki
insani sevginin kaybolmaması ve tatlı hatıraların korunması amaçlanıyor. Bu
arada kocaya gücünü aşacak bir yük de yüklenmiyor. Verilecek hediye zengin
kocanın zenginliği oranında olacak, fakir kocanın da bağışlama imkânlarının
sınırını aşmayacak:
"eli geniş olan kendi gücüne göre ve eli
dar olan da kendi gücüne göre..." Ayette iyilik ve cömertlik teşvik edilerek
bunlar aracılığı ile kalplerin burukluğu ve ortalığı saran karamsarlık
havası dağıtılmak isteniyor:
"Onlara geleneklere uygun bir hediye verin.
Bu, iyilikseverler için bir borçtur."
İkinci durum, kendisi ile cinsel ilişki
kurulmadan boşanan kadının mehrinin belirlenmiş olması durumudur. Bu gibi
durumlarda boşanan kadına belirlenen mehrin yarısının verilmesi gerekir.
Yasanın gereği budur. Fakat Kur'an-ı Kerim, bundan sonrasını hoşgörüye,
erdeme ve kolaylaştırıcılığa bırakıyor. Buna göre, sözünü ettiğimiz boşanmış
kadın -eğer yaşı küçük ise yetkili velisi- yasanın erkeğin omuzlarına
bindirdiği yükümlülüğü affedebilir, bu konudaki hakkından vazgeçebilir. Bu
durumdaki fedakârlık gönüllü, güçlü, bağışlayıcı, hoşgörülü, evlilik bağı
kopmuş bir erkeğin malına tenezzül etmeyen bir kadının fedakârlığıdır. Bunun
yanısıra Kur'an-ı Kerim, bu kalpleri saflaştırmadan, parlatmadan ve her
türlü lekeden arındırmadan elde bırakmak istemiyor:
"Bağışlamanız (mehrin tamamını bırakmanız)
takva haline daha yakındır. Birbirinize karşı erdemliği unutmayın. Hiç
şüphesiz ne yaparsanız Allah onu görür."
Ayet baskısını ısrarla sürdürerek bu
kalplerdeki takva bilincini, hoşgörü bilincini, erdemlik duygusunu, Allah'ın
gözetimi altında oldukları bilincini uyarmak, harekete geçirmek istiyor.
Böylece gerek başarılı olan ve gerekse başarısızlıkla sonuçlanan evlilik
ilişkisine nezaketin ve erdemin egemen olmasını, bu ilişkiye adım atan
kalplerin durum ne olursa olsun arı, lekesiz ve saf olarak Allah'a bağlı
kalmalarını sağlamayı amaçlıyor.
NAMAZ VAZGEÇİLMEZ BİR
ZORUNLULUKTUR
Kalplerin Allah'a bağlandığı, karı-koca
ilişkilerinde nezaketin ve özverinin Allah'a ibadet düzeyine çıkartıldığı bu
ifade ortamında konu dışına çıkılarak İslâm'ın en büyük ibadeti olan
namazdan sözediliyor. Oysa boşamaya ilişkin hükümlerin anlatımı henüz sona
ermiş değil. Daha dul kadının, kocasının evinde oturma ve malından geçimini
saklama hakkına,kocasının bu hakkı, ölmeden evvel yapacağı bir vasiyyete
bağlamasına ve genel olarak boşanmış kadınların, kocaları üzerinde bakım
hakları bulunduğuna ilişkin hükümler açıklanmadı. Böyle bir kompozisyonda
konu bölünerek araya namaz mevzuu sıkıştırılıyor ve şu mesaj veriliyor
müminlere; Anlatılan bütün bu hükümlerde Allah'ın emrine uymak, namaz kılmak
gibi bir ibadettir bu ibadet ile o itaat aynı türdendir. Bu, Kur'an'a özgü
ince bir anlatım tarzıdır. Bu telkin yüce Allah'ın "Ben insanları ve
cinnleri, sırf bana ibadet etsinler diye yarattım." şeklindeki buyruğunda
(Zariyat Suresi, 56) dile gelen insan varoluşunun amacına ilişkin İslâm
düşüncesi ile uyuştuğu gibi ibadet kavramını sadece belirli dini
davranışlarla (şeairle) sınırlı görmeyip Allah'a yönelmeyi içeren, Allah'a
itaat etmeyi amaçlayan her hareket ve faaliyeti ibadet sayan geniş ufuklu
anlayışla da paralellik arz eder.
238- Namazlara ve orta
namaza devam edin, namaza, Allah `a gönülden bağlı ve saygılı olarak durun.
239- Eğer korku altında
iseniz namazı yürürken ya da binek hayvanının sırtında kılın. Güvene
kavuştuğunuzda Allah size bilmediğiniz şeyleri nasıl öğretti ise siz de
O'nun adını anın.
İlk ayetin başındaki emirde yeralan
"namazları koruma" deyimi namazları, rükünlerini gözeterek, şartlarını tam
yerine getirerek vakitlerinde kılma anlamına gelir. "Orta namaz"dan maksat
ise, bu konudaki rivayetlere dayanılarak en çok kabul edilen görüşe göre
ikindi namazıdır. Çünkü Peygamber efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun)
Ahzab savaşı günü bu konuda şöyle buyurdu:
"Allah onların kalplerini ve evlerini
ateşle doldursun, bizi orta namazdan; ikindi namazından alıkoydular."
(Müslim)
İkindi namazının özellikle vurgulanmasının
sebebi belki de bu namazın vaktinin, öğle sonrası uykusunun (kaylule)
arkasından gelmesi yüzünden kaçırılma ihtimalinin bulunmasıdır.
Ayette geçen "kunut" emri, en çok
benimsenen yoruma göre "namazda Allah'a saygılı olmak ve sırf O'nu anmakla
meşgul olmak" anlamını taşır. Müslümanlar, ilk başlarda ansızın ortaya çıkan
ihtiyaçları konusunda namazda konuşuyorlardı. Bir süre sonra bu ayet inince
anladılar ki, namazda Allah'ı zikretmekten, O'na saygı sunmaktan, sırf O'nu
anmaktan başka hiçbir şeyle meşgul olunamaz.
Kıbleye yönelerek namaz kılmaya imkân
vermeyen korkulu durumlarda bile namaz kılınır, bırakılmaz. Böyle bir
durumda gerek hayvan sırtında olan süvariler ve gerekse bilfiil savaşan ve
düşmandan gelen tehlikeyi savmakla meşgul olanlar durumlarının gerektirdiği
yöne dönerek namaza durur, rükû ve secde yerine geçmek üzere başlarını
hafifçe öne eğerler.
Bu, Nisa suresinde kılınış biçimi anlatılan
"Korku Namazı"ndan farklı bir uygulamadır (Nisa Suresi, 102). Nisa suresinde
anlatılan uygulama, saf bağlanarak namaz kılmaya imkan verecek oranda az
tehlikeli durumlar için geçerlidir. Böyle durumlarda bir grup savaşçı imamın
arkasında saf bağlayarak bir rekât kılar, bu sırada başka bir grup nöbet
tutar, ilk rekâtın sonunda birinci saftakiler namazı yarıda bırakarak nöbet
görevini devralır ve onların yerine ikinci grup gelerek bir rekât da onlar
kılar. Fakat tehlike fazlalaşır, fiili çatışmaya ve göğüs göğüse vuruşmaya
girişirlerse o zaman az önce anlatıldığı şekilde namaz kılınır.
Bu, insanda hayret uyandıran bir kolaylık
olduğu gibi yüce Allah'ın namaza verdiği önem yanında müslümanın kalbine bu
önemi yerleştirici bir nitelik de taşımaktadır. Namaz, korku ve tehlike
karşısında bir silâhtır ve silâh olduğu için son derece kritik ve korkulu
anlarda dahi terkedilmez. Bu yüzden savaşçı mümin cephede silahın biri
elinde diğeri de başının üzerinde ölüm kusarken namaz ibadetini yerine
getirir. Çünkü namaz, müminin elindeki kılıç gibi, bir silâhıdır, giydiği
zırh gibi koruyucu bir kalkandır. Onu kılar ve böylece yüce Allah'a
sığınmaya en çok muhtaç olduğu anda O'nunla ilişki kurar, tehlike çemberi
içindeyken O'na en yakın olma imkânına kavuşur.
Bu din hayret edilecek, hayran olunacak bir
dindir. O bir ibadetler sistemidir; çeşitli biçimleri ile bir ibadetler
sistemi... Bu ibadetlerin başta geleni, sembolü de namazdır. Bu din ibadet
yolu ile insanı çıkabileceği en yüksek derecelere yükseltir. İbadet yolu ile
insana zor anlarda direnme gücü kazandırırken rahat ortamda onu eğitir. Yine
ibadet yolu ile insanı tüm varlığıyla barış ortamına sokar, kalbini barış ve
güven duygusu ile doldurur. İşte kılıçlar elde ve silâhlar omuzlarda ve ölüm
başının üstündeyken namaza verilen bunca önemin sebebi budur!
Tehlike ortadan kalkınca müslümanlar, yüce
Allah'ın kendilerine öğrettiği şekli ile bilinen namazı kılacaklar ve yüce
Allah'ın kendilerine bilmedikleri şeyleri öğretmiş olmasına karşılık O'nun
adını anacaklardır:
"Güvene kavuştuğunuzda Allah size
bitmediğiniz şeyleri nasıl öğretti ise siz de O'nun adını anın."
Eğer Allah insanlara bilmediklerini
öğretmesiydi, hayatları boyunca hergün, her an onlara bilgi sunmasaydı,
onlar neyi bilebilirlerdi ki?!
KADIN VE NAFAKA
Namaza yönelik bu kısa değinme, gerek
evlenme boşanma hükümlerine ilişkin açıklamalara ve gerekse son derece
önemli bir İslâm ilkesi ile ilgili düşüncenin belirginlik kazanmasına büyük
ölçüde katkıda bulunuyor. Bu önemli ilkeye göre, Allah'a itaat amacıyla
yapılan her eylem ibadettir. Namazın hatırlatılması için açılan bu küçük
parantezin arkasından tekrar evlenme ve boşanma konusuna geçiliyor:
240- Aranızdan vefat edip
de geride eşlerini bırakanlar, bir yıl boyunca evden çıkmalarına ihtiyaç
bırakmayacak (oranda bir meta'ı) eşlerine vasiyyet etsinler (bıraksınlar
veya varislerine havale etsinler.) Eğer kadınlar kendiliklerinden evden
çıkarlarsa kendileri ile ilgili yapacakları meşru bir davranıştan dolayı
size sorumluluk düşmez. Hiç şüphesiz Allah üstün iradeli ve hikmet
sahibidir.
241- Boşanmış kadınların
geleneklere uygun bir şekilde geçimlerini sağlamak, takva sahiplerinin
boynuna borçtur.
242-Allah ayetlerini size
böyle açık açık anlatıyor ki, düşünesiniz.
Bu ayetlerin ilki, dul kadının ölen kocası
üzerinde bir vasiyyet hakkının bulunduğunu belirtir. Erkeğin ölmeden önce
yapacağı bu vasiyyette karısının bir yıl boyunca evinde oturabileceğini ve
mirasından geçimini sağlayabileceğini ister. Eğer kadın şahsi duygularının
telkini ile ya da çevresindeki şartların zorlaması ile ölen kocasının evinde
oturmayı uygun görürse bu kararını uygular ve yeni bir evlilik yapmaz.
Bununla birlikte bir önceki ayette belirtildiği üzere, dört ay on gün
bekledikten sonra kocasının evinden ayrılmakta da serbesttir. Başka bir
deyimle dul kadının dört ay on gün beklemesi (iddet) farz, bunun yanısıra
bir yıla kadar kocasının evinde oturması onun için bir haktır.
Bazı tefsir bilginleri bu ayetin, hükmünün
bir önceki ayetle yürürlükten kalktığı (neshedildiği) görüşündedir. Oysa
birkaç satır önce değindiğimiz gibi bu iki ayetin içerikleri farklı
nitelikte olduğu için yürürlükten kalkma-kaldırma durumunun sözkonusu olması
zarurî değildir. Çünkü şimdi okuduğumuz ayet, dul kadının istediği takdirde
kullanabileceği bir hakkından sözederken bir önceki ayet onun kesinlikle
yerine getirmekle yükümlü olduğu bir görevini belirtiyor.
"Eğer kadınlar kendiliklerinden evden
çıkarlarsa yapacakları kendileri ile ilgili meşru bir davranıştan dolayı
size sorumluluk düşmez."
Bu ayetteki çoğul sığalı "sizin" zamirinin
kullanılması, çevresinde olup biten her olaydan sorumlu, sıkı dayanışmalı
bir cemaat varlığını düşündürür. Gerçekten bu inanç sisteminin yükü, bu
şeriatın yükü ve kanatları altında yaşayan her ferdin yükü bu cemaatin
omuzlarına bindirilmiştir. Bu cemaat, bu dayanışmalı toplum, fertlerinin her
davranışı karşısında sorumlu olacak ya da olmayacak bir konumdadır. İslâm
cemaatinin mahiyetini ve fonksiyonunun kavranması ve buna bağlı olarak
Allah'ın şeriatını korumakla görevli fertlerinden herhangi birinin onun
dışına çıkmaması için koruculuk yapacak böyle bir cemaatin oluşturulmasının
kaçınılmaz gerekliliği açısından bu düşündürücü telkin son derece büyük önem
taşır. Bu gerçek gerek toplumun kollektif vicdanında ve gerekse tek tek
bütün bireylerinin vicdanlarında iyice yeretsin diye, cemaate bu niteliği
önplâna çıkarılarak sesleniliyor. Arkasından da sonuç cümlesi geliyor:
"Allah üstün iradeli (aziz)dir ve hikmet
sahibidir."
Bu cümle içerdiği korkutma ve uyarının
yanısıra kalplerin dikkatini Allah'ın güçlü olduğu, farzlarının ve
telkinlerinin mutlaka bir hikmeti bulunduğu gerçeğine çekiyor.
İkinci ayet ise genel olarak bütün boşanmış
kadınların kocalarından geçim yardımı alma hakları olduğunu belirtiyor ve bu
hakkı tümü ile Allah korkusuna (takvaya) bağlıyor:
"Boşanmış kadınların geleneklere uygun bir
şekilde geçimlerini sağlamak, takva sahiplerinin boynuna borçtur."
Bazı tefsir bilginleri, bu ayetin hükmünün
de daha önceki ayetlerde belirlenen hükümler tarafından yürürlükten
kaldırılmış (neshedilmiş) olduğu görüşündedir. Oysa burada da yürürlükten
kalkma-kaldırma durumunun sözkonusu olduğunu düşünmeyi gerektiren bir durum
yok. İstisnasız her boşanmış kadın için geçim yardımı alma hakkını
belirlemek, Kur'an'ın bu alana ilişkin daha önceki telkinleri ile uyumlu bir
hükümdür. Bu kadın ister boşamadan önce kendisi ile cinsel ilişki kurulmuş,
ister kurulmamış, ister mehri belirlenmiş ve isterse belirlenmemiş bir kadın
olsun, farketmez. Çünkü bu geçim yardımı boşamanın burukluğunu hafifletici,
ayrılık yüzünden zedelenen onurları okşayıcı bir anlam ve nitelik taşır. Bu
ayette takva bilinci harekete geçirilmekte ve bu yardım konusu ona
bağlanmaktadır. Çünkü en sağlam teminat, hatta tek teminat budur.
Üçüncü ayet, ise evlenme-boşanma konusunda
yukardan beri okuduğumuz hükümlerin tümüne yaygın bir sonuç ve bağlama
cümlesi niteliğindedir: `
Allah size ayetlerini böyle açık açık
anlatıyor ki, düşünesiniz."
"Böylece"... Yani "İncelediğimiz bu
bükümleri açıklayışı gibi". Bu hükümlerdeki açıklayış kesin, ayrıntılı,
düşündürücü ve etkileyicidir. Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki, bu
ayetlerin içinde gizli olan nimeti, onların pratik hayatınızda açığa çıkan
rahmetini ve bu ilahî nimeti düşünesiniz... Ayetlerin açık açık anlatılması
ve gerekli kolaylığın gösterilmesi nimetini... İnsanı evrensel barışa
götüren nimeti...
Eğer insan bu ilahi sistemi iyi niyetli ve
samimi bir şekilde düşünebilme, onu gerçek yerine oturtabilme başarısını
gösterebilse, bu nimete karşı tavırları değişir ve netleşirdi. O zaman
teslim olup gerçeği kabullenir, itaat eder ve tüm varlıklarıyla barış
ortamına girerdi kaçınılmaz olarak.
TALUT ve CALUT
İleride okuyacağımız ayetlerden oluşan bu
kısmın ve burada yeralan geçmiş toplumlar ve eski ümmetlerin hayat
tecrübelerinin değerini anlayabilmemiz için şu gerçekleri iyice kavramalı,
vicdanlarımızda canlandırmalıyız: Kur'an bu ümmetin yaşayan kitabı, öğüt
verici kılavuzu ve içinde hayatına ilişkin dersler okuduğu okuludur. Yüce
Allah ilâhi sistemini yeryüzünde gerçekleştirmekle görevlendirdiği ilk
müslüman cemaati, bu son derece önemli göreve hazırladıktan sonra Kur'an
aracılığı ile sürekli bir eğitime tabi tutmuştur. Bunun yanısıra yüce Allah
Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) vefatından sonra bu ümmetin
bütün kuşaklarını yönlendirmek, eğitmek ve vâdettiği üzere insanlığa ideal
biçimde önderlik etmek hususunda Kur'an-ı Kerim'in canlı ve sürekli bir
kılavuz fonksiyonunu yerine getirmesini murad etmiştir. Yalnız bunun için
müslüman kuşakların Kur'an'ın gösterdiği yolda yürümeleri, Ona olan sımsıkı
bağlılıklarını hiç gevşetmeden sürdürmeleri, bir bütün olarak yaşama
tarzlarını ondan almaları, diğer bütün yeryüzü kaynaklı sistemlerin cahiliye
sistemleri olması hasebiyle mümin, Kur'an'ın kendine sağladığı bir güvenle
onlara aldırış etmeden, tepeden bakabilmelidir.
Bu Kur'an, sadece okunup geçilecek bir söz
yığını değildir. Tersine geniş kapsamlı bir kılavuz, bir talimatnamedir. O,
pratik hayatın talimatnamesi olduğu kadar aynı zamanda eğitim kılavuzu,
eğitim talimatnamesidir. İşte bu gerekçe ile oluşturup, eğitmek üzere
geldiği müslüman cemaate, insanlığın geçmişteki hayat
deneyimlerini,duygulandırıcı bir üslupla sunuyor. Bu alanda Hz. Adem'den
(selâm üzerine olsun) beri süre gelen iman çağrısının yaşadığı tecrübelere
öncelik tanıyor, bu tecrübeleri gerek insan psikolojisine ve gerekse pratik
hayata ilişkin türleri ile müslüman ümmetin bütün kuşaklarına bir çeşit
yolazığı olarak sunuyor, bu ümmeti bu son derece değerli yolazığı ile ve
değişik türde oluşmuş tarihsel birikimle donatırken onun hangi yolu
izleyerek yürüyeceğini açık-seçik biçimde öğrenmesini amaçlıyor. İşte,
Kur'an'da bu kadar çok sayıda, bu kadar çeşitli ve bu denli canlı, somut
mesaj sunan kıssa ile karşılaşmamızın nedeni budur. Bu kıssaların en sık
rastlanan türü İsrailoğulları'na (yahudilere) ilişkin kıssalardır. Bunun
birçok sebebi vardır ve bunların bir kısmına ilk cüzde yeralan
İsrailoğulları'na ilişkin tarihi olayların toplu yorumunu yaparken
değinmiştik. Bu sebeplerin diğer bazılarını da bu cüz'de (özellikle ilk
başlarda) değişik vesilelerle anlattık. Şimdi o anlattığımız sebeplere
önemli gördüğümüz birkaç tanesini daha ekleyelim:
Yüce Allah bu ümmetin kimi kuşaklarının
vaktiyle İsrailoğulları'nın geçirdikleri tarih dönemlerinin benzerlerini
yaşayacaklarını, bu kuşakların, dinlerine ve inançlarına karşı eski
yahudilerin tavırlarına benzer tavırlar takınacaklarını bildiği için
yollarında karşılaşacakları tökezleme noktalarını, kendilerine yahudi
tarihinin olaylarında somutlaşmış örnekler halinde sunmuştur. Böylece bu
kuşaklar yolları boyunca karşılaşacakları bu tökezleme noktalarına ayak
kaptırmadan, ya da onlara saplanıp kalmadan önce bizzat yüce Allah'ın,
önlerine tuttuğu bu tarih aynasında yüzlerini görerek öğüt ve ibret
alabilecektir.
Bu Kur'an, müslüman ümmetin kuşakları
tarafından dikkatle okunmalı, bilinçli bir şekilde algılanmalıdır. Bu
Kur'an, günümüzün meselelerini çözmek ve geleceğe uzanan yolumuzu
aydınlatmak üzere sanki şimdi iniyormuşçasına canlı direktifler bütünü kabul
edilerek üzerinde kafa yorulmalıdır. Yoksa Kur'an sadece ahenkle okunması
lazım gelen bir güzel sözler manzumesi ya da bir daha geri gelmeyecek olan
tarihe karışmış gerçeklerin tutanak defteri olarak düşünül memelidir. Biz bu
Kur'an'ı gerek geçmiş gerekse şimdiki hayatımızda birer direktifimiz olsun
niyetiyle okumadıkça O'ndan asla yararlanamayız. Tıpkı ilk müslüman cemaat
gibi. Onlar Kur'an'ı, o günkü pratik hayatlarının gelişmelerine ilişkin
direktifler almak amacı ile okuyorlardı. Kur'an'ı bu bilinçle okuduğumuz
taktirde herşeyi onun satırlarında buluruz. O'nun ayetlerinde Kur'an
gerçeğini dikkate almak istemeyenlerin hiçbir zaman düşünemeyecekleri, deyim
yerindeyse akıllarının ucundan bile geçmeyen nice şaşırtıcı, insanı hayrette
bırakan açıklamalar bulacağız. Onun kelimelerinin, cümlelerinin ve
direktiflerinin nabzı atan, hareket eden ve yolumuzun kritik dönemeçlerini
işaretleyen canlı varlıklar olduklarını göreceğiz. Bu canlı varlıklar bize
kimi zaman "şunu yapınız, şunu sakın yapmayınız", kimi yerde "şu
düşmanınızdır, şu da dostunuzdur" ve kimi durumlarda da "şurada çok
ihtiyatlı olunuz, şurada hazırlıklı olunuz" diyeceklerdir. Bu canlı
varlıklar başımıza gelecek her olay, karşımıza çıkacak her gelişme önünde
bize uzun, ayrıntılı ve yerli yerinde açıklamalar sunacaklardır. işte o
zaman Kur'an'ın yararlı ve hayat dolu bir gerçek olduğuna dikkat çeken Yüce
Allah'ın şu buyruğunun anlamını kavrayabileceğiz:
"Ey müminler, Allah ve Peygamber size hayat
verecek gerçeğe çağırdıklarında onlara olumlu karşılık veriniz." (Enfal
Suresi, 24)
Kur'an mesajı, bir hayat çağrısıdır,
sürekli ve yenilenen bir hayata çağrıdır. Onun çağrısı, tarihin eski bir
dönemi ile sınırlı bir hayata ilişkin değildir.'
Bu bölüm eski ümmetlerin hayat
tecrübelerinden iki tanesini dikkatlerimize sunuyor. Bu iki tecrübeyi bu
ümmetin tecrübe birikimine ekliyor. Bu tecrübeler aracılığı ile müslüman
toplumu, üstlenmiş olduğu son derece büyük görev sebebiyle ve iman kökenli
inanç sisteminin, bu son derece hareketli tarih sürecinin mirasçısı
sıfatıyla hayatı boyunca yüzyüze geleceği değişik gelişmelere karşı eğitmeyi
amaçlıyor.
Kur'an, bu tecrübelerden ilkinin kimlerin
başından geçtiğini belirtmiyor, yalnız tecrübeyi kısa, fakat anlaşılabilecek
uzunlukta anlatmakla yetiniyor. Sözkonusu olay "Ölüm korkusu ve binlerce
kişilik bir kalabalık halinde yurtlarından ayrılan" bir topluluğun
tecrübesidir. Fakat bu yurtlarını terk ediş, bu kaçış, bu sakınma onlara
hiçbir yarar sağlamıyor; korkusu yüzünden yurtlarını terk ettikleri ilâhi
kader yakalarına yapışmakta gecikmiyor ve bunun sonucu olarak yüce Allah
kendilerine "ölün" buyuruyor. Böylece öldürdükten bir süre sonra onları
yeniden diriltiyor. Yani ne ölümden kaçma çabalarının bir faydasını
görüyorlar ve ne de yeniden dirilmek için bir çaba harcıyorlar. Her iki
olaya da ilâhi kader yön veriyor.
Kur'an, bu tecrübenin ışığı altında
müminlere dönerek onları sâvaşmaya, mallarını Allah yolunda; hayatın ve
malın bağışlayıcısı olan ve hayatı da malı da dilediğinde geri alabilen
Allah'ın yolunda harcamaya teşvik ediyor.
İkinci tecrübe, yahudilerin Hz. Musa'dan
(selâm üzerine olsun) sonraki hayatlarında meydana geliyor. Yani yahudilerin
egemenliklerini yitirdikten, kutsal değerleri yağmalandıktan, düşmanlarına
boyun eğmelerinden, Rabblerinin hidayetinden ve peygamberlerinin
direktiflerinden sapmaları sebebiyle birçok acılar tattıktan sonraki
karanlık dönemlerine ilişkin bir tecrübe karşısındayız. Fakat bir süre sonra
vicdanlarında yeni bir silkinme, derlenip toparlanma arzusu belirir,
kalplerinde küllenmiş olan inanç uyanmaya yüztutar, bunun sonucunda Allah
yolunda savaşma özlemi duyarak peygamberlerine "Başımıza bir hükümdar getir
de onun emri altında Allah yolunda savaşa girelim" derler.
Kur'an'ın son derece düşündürücü bir ifade
tarzı ile anlattığı bu tecrübe, bazı gerçekleri gözlerimizin önüne seriyor,
o günün müslüman toplumuna ilişkin mesajlar taşımasına ek olarak her
dönemdeki müslüman topluma yönelik düşünceleri kamçılayıcı birtakım güçlü
mesajlar da içeriyor.
Bu tecrübenin bir bütün olarak gözler önüne
serdiği genel karakterli ibret dersi şudur: Bu inanç kaynaklı toplumsal
ayaklanma, patlama daha başlangıçta hareketi zedeleyen birçok eksikliğe ve
zaaf belirtilerine ve yolun ilerdeki aşamalarında ondan bölük bölük yüz
çeviren dönek taraftarlarının ihanetlerine rağmen, bütün bu olumsuzluklara
karşın, bir avuç imanlı taraftarının bu toplumsal başkaldırıya ısrarla bağlı
kalması, İsrailoğulları'na son derece önemli kazanımlar getirdi.
İsrailoğulları bu onurlu başkaldırma sonunda haysiyet kırıcı bir bozgunun,
utanç verici bir perişanlığın, uzun bir sürgünlük ve zorbaların çizmeleri
altında ezilme döneminin arkasından zafere, egemenliğe ve şerefli bir
bağımsızlığa ulaştılar. Bu parlak zaferleri Hz. Davud ve onun arkasından
gelen Hz. Süleyman (selâm üzerine olsun) peygamberlerin hükümdarlık
dönemlerinde elde ettiler. Bu dönem İsrailoğulları devletinin yeryüzünde
ulaştığı başarıların doruk noktasını oluşturur. Yahudi tarihçileri bu
dönemlerini "Altın dönem" diye anarlar. Yahudiler "Peygamberler Dönemi"
olarak bilinen bu tarih dönemlerinin daha önceki aşamasında böyle bir
başarıyı hiç yaşamamışlardı. Bu başarı tümü ile doğrudan doğruya uzun yıllar
koyu bulutlar arkasında kalan bir inancın parlamasının toplumsal bir
ayaklanmaya dönüşmesinin ve bir avuç inanmış taraftarının Calut'un askeri
gücü karşısında gösterdiği yiğitçe direnişin ürünüdür.
Bu tarihi tecrübenin ayrıntılarında
yansıyan bazı ibretler daha vardır ki, bunlar her dönemde yaşayan müslüman
toplumlar için son derece değerlidir. Bunların bir kısmını şöyle
sıralayabiliriz:
Toplumsal heyecanlar dış görünüşlerine göre
değerlendirildiğinde liderleri aldatabilecek niteliklere sahiptirler. Bundan
dolayı liderler, sözkonusu heyecanların etkisiyle savaşa girişmeden önce
onları mihenk taşına vurmalı, iyice ölçüp tartmalıdırlar.
Nitekim bu tarihi tecrübede ileri gelen
yahudilerden oluşmuş bir grup, Peygamberlerine başvurarak ondan başlarına
bir hükümdar geçirmesini ve bu hükümdarın önlerine düşüp din düşmanları ile
yapılacak savaşta kendilerine komutanlık etmesini, egemenliklerini ve Hz.
Musa ile Hz. Harun (selâm üzerlerine olsun) ailelerinden kalma kutsal
emanetler ile birlikte bütün mallarını ellerinden almış olan düşmanları ile
girişilecek hesaplaşmaya önderlik etmesini isterler. Peygamberleri savaşmaya
kesinlikle kararlı olup olmadıklarını anlamak üzere kendilerine; "Ya eğer
savaş size farz kılınınca bu emre karşı gelip savaşmazsanız?" deyince bu söz
ağırlarına gider ve peygamberlerine; "Yurtlarımızdan ve çocuklarımızdan ayrı
düşürüldüğümüze göre niçin savaşmayalım?" diye karşılık verirler.
Fakat bu heyecanın ateşi çok geçmeden
sönmeye yüz tutar, kıssada anlatıldığı gibi yolun çeşitli aşamalarında iyice
zayıflar. Okuduğumuz ayetlerin bir yerinde bu eğilim "Fakat savaşmak
kendilerine farz kılınınca pek azı hariç, hepsi yan çizdiler" diye açıkça
vurgulanır.
Gerçi yapılan anlaşmayı bozmak, verilen
sözü yerine getirmemek ve yarı yolda bırakıp ayrılmak yahudilerin ötedenberi
bilinen bir huyu, bir özelliğidir, ama bu eğilim, imana dayalı eğitim düzeyi
pek yüksek olmayan bütün toplumlarda genellikle rastlanabilecek ortak insani
eğilimdir. Tabii ki, bu durum, her kuşaktan müslüman toplumların lider
kadrolarının başına da gelebilir. Bu yüzden bu tür durumlarda bu tarihi
tecrübenin verdiği dersten yararlanmak, yerinde olur.
Tarihi tecrübenin ayrıntılarından
derlediğimiz diğer bir ibret dersi de şudur: Bu tür toplumsal heyecanların,
halkın kollektif vicdanından kaynaklanan toplumsal patlamaların dayanıklılık
derecesini bir defa sınavdan geçirmekle yetinmemek gerekir.
Nitekim bu tecrübeyi yaşayan
İsrailoğulları'nın çoğunluğu, istekleri olumlu karşılanarak omuzlarına
savaşma yükümlülüğü bindirilir-bindirilmez yan çizdiler. Geriye
peygamberleri ile yaptıkları anlaşmaya bağlı kalan küçük bir azınlık kaldı.
Bunlar da Talut'un komutası altında sefere çıkan askerlerdi. Hatırlanacağı
gibi bu ordu, Talut'un hükümranlığa ve komutanlığa lâyık olup olmadığına
ilişkin yoğun tartışmaların, O'nun başlarına yüce Allah tarafından
getirildiğinin kanıta bağlanmasının ve bunun belirtisi olarak
peygamberlerinden kalan kutsal emanetleri içeren sandıklarının meleklerce
taşınarak önlerine getirilmesinin arkasından yola çıkabilmişti. Buna rağmen
bu ordunun çoğunluğu daha ilk aşamada geride kaldılar, askerlerin çoğunluğu
komutanları tarafından gerçekleştirilen daha ilk sınavda başarısız not
aldılar. Ayette bu sınav aynen şöyle anlatılıyor; "Talut, ordusu ile
birlikte sefere çıkınca askerlerine dedi ki `Allah sizi bir ırmak aracılığı
ile sınavdan geçirecek. Kim bu ırmağın suyundan kana kana içerse benden
değildir. Kim onun suyundan içmez de sadece bir avuç dolusu ile yetinirse o
bendendir.' Çok azı dışında askerler bu ırmaktan kana kana su içtiler."
Fakat ırmağın suyundan içmeyen bu "çok az
kişi" de direnmelerini sonuna kadar sürdüremediler. Dehşetin somutlaşmış
görüntüsü, yani düşmanın kalabalıklığı ve gücü karşısında moralleri bozuldu
ve kalpleri sarsıldı. "O ırmağı geçince askerlerin bir kısmı `Bugün bizim
Calut ve ordusu ile başa çıkacak gücümüz yok' dediler."
Bu çözülme karşısında çok küçük ve seçkin
bir azınlık direnişini sürdürdü, bunlar Allah'a güven ve bağlılık duygusu
içinde şöyle dediler; "Allah'ın izni ile nice az sayılı topluluk, kalabalık
topluluğu yenilgiye uğratmıştır. Hiç şüphesiz Allah sabredenlerle
beraberdir." İşte terazinin kefelerinden birinin ağır basmasına yolaçan,
dengeyi değiştiren, savaşta zaferi kazanarak şerefi ve egemenliği hakeden
ordu, bu bir avuç inanmış gruptu.
Bu tarihi tecrübenin olayları arasında
gizlenen bir başka ibret dersi de yapıcı, kararlı ve inanmış liderliğe
ilişkindir. Talut'un, bu vasıfları tümü ile kişiliğinde biraraya getirdiği
görülür. Bu tecrübeyi okurken O'nun insan psikolojisini çok iyi bildiğini,
heyecanın dışa vuran coşkunluğuna aldanmadığını, ilk sınavla yetinmediğini,
savaştan önce askerlerinin itaatkârlık ve kararlılık derecelerini deneyden
geçirdiğini, zaaf gösteren askerlerini ayırıp geride bıraktığını ve son
olarak da -ki en önemlisi budur- arka arkaya yaptığı denemelerin ardından
askerleri sayıca iyice azaldığı, yanında sadece bir avuç seçkin ve sebatkâr
bir savaşçı grubu kaldığı halde hiç moralini bozmadan, halis imanın gücüne
ve Allah'ın müminlere yönelik destek vaadine güvenerek cesurca savaşa
girebilmesidir.
Son ibret dersini de savaşın akışını
izlerken algılıyoruz: Yüce Allah'a bağlı bir kalbin ölçüleri, kriterleri ve
düşünceleri inanmayanlardan farklıdır. Çünkü böyle bir kimse sınırlı ve
basit realitenin ötesine uzanaràk kesin ve sürekli realiteye kavuşur. Ayrıca
sınırlı ve basit realitenin dışındaki herşeyi geniş bir perspektifle görür.
Nitekim bu kıssada kararlılığını sonuna kadar sürdürerek savaşa giren ve
zaferi elde eden bir avuç inanmış azınlık tıpkı "Bugün bizim Calut'la ve
ordusu ile başa çıkacak gücümüz yok" diyenler gibi sayıca düşmandan az
olduklarını görüyorlardı. Fakat durum hakkında o yılgınların vardıkları
hükme varmamışlar, onlarınkinden çok farklı bir hükme vararak "Allah'ın izni
ile nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır"
dediler. Arkasından da Rabb'lerine el açarak "Ey Rabbimiz, üzerimize sabır
yağdır, ayaklarımızı yere sağlam basmamızı sağla ve kâfirlere karşı bize
zafer nasip eyle" diye dua ettiler. Bunlar güç dengesinin kâfirlerin elinde
olmadığını, bunun sırf Allah'ın elinde olduğunu biliyorlardı, bu bilinçle
zaferi Allah'tan istediler ve zaferin asıl sahibi olması hasebi ile onu
dilediğine veren Allah'ın elinden buna kavuştular. '
İşte insan, gerçek anlamda Allah'a
bağlanınca, olaylara ve gelişmelere ilişkin düşünceleri ve ölçüleri
böylesine değişir. Böylece bu tür kalpler için kesin bir realite olan
Allah'ın vaadine dayalı hesaplar yapınanın, gözlerin gördüğü basit realiteye
dayalı hesaplar yapmaktan daha gerçekçi bir tutum olduğu kanıtlanmış oluyor.
Bu kıssanın içerdiği bütün mesajları
istesek de kavrayamayız. Çünkü tecrübelerimizden de öğrendiğimiz gibi-
Kur'an ayetleri kalplere yönelik mesajlarını, kalplerin içinde bulundukları
durum ve bu durumların ortaya çıkardığı ihtiyaçlar oranında sunarlar ve her
zaman ihtiyaç oranında mesaj birikimlerini kalplere açarlar.
243- Binlerce kişilik
kalabalık olarak ölüm korkusu ile yurtlarından kaçan kimseleri görmedin mi?
Allah onlara önce `ölün " dedi, arkasından kendilerini yeniden diriltti. Hiç
kuşkusuz Allah insanlara karşı kerem sahibidir, ama insanlar çoğunlukla
şükretmezler.
ÖLÜM KORKUSU
Burada "Binlerce kişilik bir kalabalık
halinde ölüm korkusu ile yurtlarından kaçtıkları" belirtilen kimseler
hakkında çeşitli yorum ve spekülasyonlar çölüne dalmak istemem. Bunlar
kimlerdi? Yurtları neresiydi? Bu yurtlarından ne zaman kaçtılar? Eğer yüce
Allah dileseydi tıpkı Kur'an'da ayrıntılı biçimde anlatılan bazı kıssalarda
olduğu gibi bu insanlar hakkında da bize açık bilgi verirdi. Fakat bu
hikaye; olayları ve bu olayların yer ve zamanları somutlaştırılmamış, sadece
ana fikir amaçlanan bir ibret dersi, bir öğüttür. Bu hikayede olayların
yerlerini ve zamanlarını belirlemek onun ibret dersi olma niteliğine ve ana
fikrine hiçbir katkıda bulunmaz.
Bu hikâyeyi anlatmanın amacı ölüm ve hayat
gerçeğinin dış sebepleri ile gizli asıl mahiyetleri hakkında doğru düşünmeyi
sağlayarak bu iki konuyu herşeyi önceden tasarlayan ulu kudrete hàvale
etmeyi benimsetmek Allah'ın bu konulardaki takdirine gönül rahatlığı ile
razı olarak, ağlayıp sızlamadan, paniğe kapılıp feryad etmeden,
yükümlülükleri ve görevleri yerine getirmeyi kabul ettirmektir. Çünkü ne
takdir edildiyse mutlaka olacaktır, ölüm de hayat da son aşamada Allah'ın
elindedir.
Bu hikâye aracılığı ile insanlara söylenmek
istenen şudur: Ölümden kaçmanın hiçbir yararı yok. Paniğe kapılmak ve
feryadı basmak ne hayata birşey ekler ne ölüm anını erteletir ve ne de ilâhi
takdirin önüne geçebilir. Hayatı veren de alan da yalnız Allah'tır. O, bu
iki durumda da, yani hayatı verirken de alırken de lütuf ve kerem sahibidir,
almanın da vermenin de arkasında büyük bir ilâhi hikmet saklıdır. Her iki
olayda da insanların menfaati vardır. Allah'ın insanlara yönelik keremi, hem
almakta hem de vermekte aynı oranda kendini gösterir:
"Hiç kuşkusuz Allah insanlara karşı kerem
sahibidir, ama insanlar çoğunlukla şükretmezler."
"Binlerce kişilik kalabalık oluşturan" bu
topluluğun biraraya gelmesi ve "ölüm korkusu ile" ülkesinden kaçması ancak
panik halinde olur. Bu kaçış ister saldırgan bir düşmanın, ister salgın t»r
veba hastalığının korkusu ile olsun. Bütün bunlar onları ölümden
kurtaramadı:
"Allah onlara `ölün' dedi."
Allah onlara bu sözü nasıl söyledi? Nasıl
öldüler? Acaba ölüm sebepleri, korkup kaçtıkları şey mi oldu, yoksa hiç
hesapta olmayan başka bir sebep yüzünden mi öldüler? Bunların hiçbiri
hakkında ayrıntılı bilgi verilmiyor. Çünkü bunlar ibret dersini etkileyecek
noktalar değil. İbret dersi şurada: Paniğe kapılmak, ağlayıp sızlamak,
feryadı basmak, kaçmak ve korkmak, onların akıbetini değiştirmedi,
ölmelerini önleyemedi, Allah'ın takdirini başlarından savamadı. Oysa eğer
Allah'a yönelerek durumu sabırla, sebatla ve soğukkanlılıkla karşılasalardı
kendileri için daha iyi olurdu.
"Sonra onları diriltti."
Bu nasıl oldu? Acaba onların ölülerini
dirilterek kendilerini somut biçimde yeniden hayata mı döndürdü? Yoksa
onların yerine güçlü bir hayatın temsilcisi olan, ataları gibi paniğe
kapılıp feryadı basmayan gözüpek bir kuşak mı getirdi? Bu sorular hakkında
da ayrıntılı bilgi verilmiyor. Bu sorulara mutlaka bir cevap yakıştıralım
diye zoraki yorumlara dalmamızın, bazı tefsir kitaplarında görüldüğü türden
dâyanaksız masalların çöllerinde kendimizi kaybetmemizin hiçbir gereği yok.
Bu cümlenin kalbe sunduğu mesaj şudur: Onların çabaları, çırpınmaları ölümü
başlarından savamadığı gibi, Allah onları, hiçbir çabaları ve katkıları
olmaksızın hayata döndürmüştür.
Panik, ilâhi takdiri geriye çeviremez.
Ağlayıp sızlamak, feryadı basmak hayatı koruyamaz. Hayat Allah'ın
elindedir,onu yaşayanların hiçbir çabası olmaksızın, kendilerine karşılıksız
bir bağış olarak sunar. O halde korkakların gözlerine uyku girmesin!
244- Allah yolunda
savaşınız ve Allah'ın herşeyi işittiğini ve bildiğini biliniz.
İşte şimdi yukardaki olayın amacını ve ana
fikrini kısmen kavrıyor, yüce Allah'ın, gerek ilk müslüman topluma ve
gerekse bütün müslümanlara bu tarihi tecrübeyi niçin aktardığını kısmen
idrak ediyoruz: Sakın sizi yaşama sevgisi ve ölüm korkusu Allah yolunda
cihad etmekten, savaşmaktan alıkoymasın. Çünkü ölüm de hayat da Allah'ın
elindedir. Başka bir gaye uğruna değil, Allah yolunda savaşın; başka bir
yafta, başka bir bayrak altında değil, Allah'ın sancağı altında cihad edin,
savaşın. Ve;
"Allah'ın herşeyi işittiği ve bildiğini
bilin"
O işitir ve bilir. O söylenen sözü işitir
ve sözün ardında gizlenen maksadı bilir. Ya da O işitir ve çağrılara olumlu
karşılık verir, hayata ve kalplere neyin yararlı olduğunu bilir. Allah
yolunda savaşın; çünkü yapılan hiçbir amel Allah katında, hayatı alan ve
veren Allah katında kayba uğramaz.
Allah yolunda cihad etmek, karşılık
beklemeden vermek, fedakârlıkta bulunmak anlamı taşır. Bu yüzden Kur'an-ı
Kerim'de malî fedakârlıkta, özveride bulunma konusu cihad ve savaş konusu
ile birlikte ele alınır. Özellikle cihadın, savaşmak için ordu toplamanın
gönüllülük esasına dayandığı İslâm'ın o ilk döneminde bu malî ve bedeni
özverinin ayrılmazlığı ilkesi daha da önemliydi. Çünkü cihadın insan gücü
yüzünden aksamadığı bazı dönemlerde malı imkan yokluğu yüzünden aksadığı
olurdu. Bundan dolayı malı özveride bulunmanın sürekli biçimde özendirilmesi
ve böylece Allah yolunda savaşmak isteyenlerin yolunun kolaylaştırılması
kaçınılmaz bir gereklilik olmuştur:
245- Kimdir o ki,
Allah'a karşılıksız (güzel) borç verir de Allah da bu borcu ona kat kat
fazlası ile öder. Kısıtlayan da bol bol veren de Allah'tır. Döndürüleceğiniz
yer O'nun katıdır.
Ölüm ile hayat nasıl elinde ise Allah'ın
çıkmasını takdir etmediği bir can, nasıl ki sahibi savaşa katıldı diye kayba
uğrayacak değilse, mal da böyledir, Allah yolunda harcandı diye kaybolmaz.
O, Allah'a verilmiş bir karşılıksız borç (karz-ı hasen)tur, O'nun katında
teminat altındadır. O, onu kat kat fazlası ile geri verir. Dünyada mal,
bereket, mutluluk ve huzur olarak geri verir. Ahirette ise yine mutluluk,
Cennet nimeti, hoşnutluk ve kendine yakınlık derecesi olarak geri verir.
Zaten zenginlik ve fakirlik meselesi
Allah'a dayanır, yoksa bu işin belirleyici faktörü ne mal ihtirası ne
cimrilik ne de özveri ve mal harcama eylemidir:
"Kısıtlayan da bol bol veren de Allah'tır..
Sonunda herşey Allah'a geri dönecek. Mallar
ve onların sahibi olduklarını sanan insanlar bu varlık aleminde ne ki onlar
Allah'a dönmesinler; onlar da dönecek elbette:
"Döndürüleceğiniz yer O'nun katıdır."
O halde ölümden ürkmenin, fakirlikten
korkmanın ve Allah'a dönme konusunda tereddüt etmenin anlamı yok. Buna göre
müminler Allah yolunda savaşsınlar, canlarını ve mallarını özveri ile ortaya
koysunlar ve iyi bilsinler ki nefesleri sayılı, malları belirlidir. O halde
yaşadıkları sürece güçlü, özgür, yiğit ve onurlu olmaları onlar hesabına
hayırlıdır. Sonuçta dönüşleri Allah'adır.
Okuduğumuz ayetlerin imana ilişkin, eğitici
mesajlarından sonra biraz da bu ayetlerin yansıttığı ifade güzelliğine
değinmeden geçemeyeceğim. Yine ilk ayetin başına dönelim:
"Binlerce kişilik kalabalık olarak ölüm
korkusu ile yurtlarından kaçan kimseleri görmedin mi?"
Bu ifade, bu binlerce kişiyi, onların
oluşturduğu safları gözler önüne seriyor. Bu gözönüne getirmeyi, bu
canlandırmayı sağlayan "görmedin mi" şeklindeki sorulu yüklemdir. Başka
hiçbir ifade biçimi, seçildiği yere yakışan bu sorulu yüklem kadar, bu
muhayyile önüne getirmeyi, bu gözönünde canlandırmayı gerçekleştiremezdi.
Ölümden korkan, bu dehşet içinde titreyen
binlerce kişilik kalabalığın tablosundan hemen sonra bir anda ve tek kelime
aracılığı ile "ölün" emri üzerine gerçekleşiveren ölüm tablosu ile karşı
karşıya kalıyoruz. Bütün bu çekinmeler, bütün bu biraraya gelmeler, bütün bu
çabalar bir tek "ölün" kelimesi üzerine yok olup gidiyor. Bu ifade, bu
çabaların boşluğunu, tutulan yolun yanlışlığını beynimize işlediği gibi
ilahi takdirin kesinliğini, Allah'ın istediğini yapma konusunda ne kadar
seri olduğunu gözler önünde somutlaştırıyor.
"Sonra onları yeniden diriltti."
Gerçek bu... Bu yeniden diriltmenin hangi
yolla olduğuna ilişkin ayrıntılı bilgi verilmeksizin... Ölümün ve hayatın
dizginlerini elinde tutan, kullara ilişkin gelişmelerde tek tasarruf
yetkisine sahip olan yüce kudret ile karşı karşıyayız. Bu yüce kudretin
iradesine karşı konulamaz; O'nun dilediği olur. Bu ifade zihnimizde ölüm ve
hayat tabloları ile uyumlu bir izlenim uyandırır.
Biz, öldürme ve diriltme, can alma ve can
verme tablolarını izlerken önümüze rızık meselesi geliyor ve burada da
"Kısıtlayan da bol bol veren de Allah'tır." ifadesi ile karşılaşıyoruz. Bu
ifade de can alma ve can verme eylemi ile uyumlu, aynı zamanda onun gibi
veciz ve kısadır.
Bunların yanısıra verilen mesajlar ile
üslup güzelliği arasındaki şaşırtıcı uyuma paralel olarak tabloların
tasvirinde de şaşırtıcı bir uyum göze çarpmaktadır. Bir sonraki ayette
ikinci tarihi tecrübenin anlatımına geçiliyor. Bu tecrübenin kahramanları da
İsrailoğulları'nın Hz. Musa döneminden sonra yaşamış olan bir kuşağıdır:
246- Musa sonrası dönemde
yaşayan bir grup ileri gelen İsrailoğlunu görmedin mi? Bunlar
Peygamberlerine `Başımıza bir hükümdar getir de onun emri altında Allah
yolunda savaşalım' dediler. Peygamberleri onlara; `Ya eğer savaşmak size
farz kılındığında bu emre karşı gelirseniz. diye sorunca, Yurdumuzdan ve
çocuklarımızdan ayrı düşürüldüğümüze göre niçin savaşmayalım ki?' dediler.
Fakat savaşmak kendilerine farz kılınınca pek azı hariç hepsi yançizdiler.
Hiç kuşkusuz Allah, zalimlerin kimler olduğunu bilir.
SAVAŞTAN KAÇANLAR
"Görmedin mi?" Sanki şu anda olmakta olan
bir olaydan ve gözler önünde cereyan eden bir manzaradan sözediliyor. Yahudi
ileri gelenlerinden ve sözü geçenlerinden bir grup aralarında toplanıp
peygamberlerinden birine başvuruyorlar. Bu peygamberlerin adı belli değil.
Çünkü kıssanın amacı, konusu o peygamber değil. Onun adının söylenmesi
kıssanın vermek istediği mesaja hiçbir şey katmıyor. İsrailoğulları'na uzun
tarihleri boyunca birbirinin peşisıra çok sayıda peygamber geldi. İşte
sözünü ettiğimiz seçkin yahudi önderleri, aralarında toplanıp bu
peygamberlerinden birine başvurdular ve ondan komutası altında "Allah
yolunda" savaşacakları bir hükümdar belirleyip başlarına getirmesini
istediler.
Onların ağzından çıkan bu savaşın
karakterini tanımlayıcı "Allah yolunda" sözü kalplerindeki inanç
coşkunluğunu, vicdanlarındaki iman uyanıklığını, kendilerinin haklı bir
inancın savunucuları, düşmanlarının ise batıl yanlısı, sapık kâfirler
olduklarının bilincinde olduklarını, Allah yolunda cihad etmek için
önlerindeki yolun kafalarında belirgin olduğunu kanıtlar.
Bu algı belirginliği, bu idrak kesinliği
zafere giden yolun yarısıdır. Buna göre kendisinin hak yolda, buna karşılık
düşmanın batıl yanlısı olduğu, müminin zihninde belirgin bir biçimde
yeretmesi; hedefin, yani Allah yolunda olduğu gerçeğinin kafasında mutlaka
soyutlanıp kavramlaşması gerekir. Düşünceleri nereye gittïğini bilmesini
engelleyecek bir kavram kargaşasının egemenliği altında olmamalıdır.
Peygamberleri de onların azimlerinin
gerçekliğinden, niyetlerinin sağlamlığından, bu ağır görevi yerine
getirmekte kararlı, önüne getirdikleri teklifte ciddi olup olmadıklarından
emin olmak istemişti:
"Peygamberleri onlara; `Ya eğer size
savaşmak farz kılındığında bu emre karşı gelirseniz?' diye sordu."
Acaba savaşmak size farz kılınırsa bundan
kaçma ihtimaliniz yok mu? Şimdi bu bakımdan serbest ve rahatsınız. Ama eğer
isteğiniz kabul edilir de savaşmanız karara bağlanırsa, o zaman savaş,
hesabınıza yazılmış bir farz olur ve artık bu karardan dönemezsiniz.
Bu, peygambere yaraşacak bir konuşma
tarzıdır; bu üsteleme, ısrarlı vurgulama peygamberlere layık bir
vurgulamadır. Peygamberlerin sözlerinin ve emirlerinin tereddüt, oyalanma ve
erteleme konusu olması caiz değildir.
Bu noktada ayaklanma coşkusunun derecesi
yükseliyor. Çünkü Peygamber ile görüşmeye gelen heyetin mensupları
kendilerini savaşmaya sürükleyen sebepler arasında savaşmayı tereddüt
götürmez, kesin bir zaruret haline getiren gerekçeler bulunduğunu
belirtiyorlar:
"Yurdumuzdan ve çocuklarımızdan ayrı
düşürüldüğümüze göre niye savaşmayalım ki?" dediler.
Meselenin zihinlerinde belirgin olduğunu,
vicdanlarında karara bağlandığını görüyoruz. Düşmanlar, Allah'ın ve O'nun
dininin düşmanlarıdır, bu düşman onları yurtlarından çıkarıp evlâtlarını
tutsak yapmıştır. Buna göre bu düşmana karşı savaşmak gereklidir. Önlerinde
tek yol vardır ki, o da savaşmaktır. Bu karardan ve bu mücadeleden geri
dönmeyi gerektirecek hiçbir sebep yoktur.
Fakat düşmanın ortada görünmediği
tehlikesiz dönemde verdikleri bu kararda uzun süre sebat edemediler, zira
savaşla yüzyüzeydiler artık;
"Fakat savaşmak kendilerine farz kılınınca
az bir kısmı hariç, çoğu sözlerinden döndüler."
Gerçi burada yahudilerin ötedenberi bilinen
köklü bir huyu ile karşılaşıyoruz. Onlar sık sık sözleşmelerini tek taraflı
olarak bozarlar, verdikleri sözlerden cayarlar, liderlerine itaat etmezler,
düzen tanımazlar, yükümlülüklerinden kaçarlar herhangi bir konuda ortak bir
karara varamazlar ve apaçık gerçeklerden yüz çevirirler. Fakat bu tutum
imana dayalı eğitimde olgunluk düzeyine yükselmemiş bütün toplumların, hatta
bütün insanlığın ortak özelliğidir. Bu huy ancak imana dayalı, yüksek
düzeyli, uzun vadeli, köklü ve etkin bir eğitimle değiştirilebilir. Bundan
dolayı çetin bir yola girmeye azmedenler bu konuda son derece dikkatli
olmalı, sarp yollara girecekleri sırada bu faktörü hesaba katmalıdırlar.
Yoksa insan mayasındaki zorluk anında kaçma huyu sürpriz olarak karşılarına
çıkarsa işlerini daha da zorlaştırır. Özellikle içgüdülerinin tutsaklığından
kurtulamamış, herhangi bir potada pişerek bu zararlı unsurlardan arınamamış
toplumlarda bu olumsuz tepki, beklenen bir tutumdur. Ancak hakkı ortada
bırakıp geri dönenler Allah'ın şu uyarı ve tehdidini de göze almadılar:
"Hiç kuşkusuz Allah zalimlerin kimler
olduğunu bilir."
Bu cümle savaşmayı istedikten sonra ve daha
bilfiil savaşa girişmeden önce bu görevden kaçan çoğunluğu azarlar ve onları
zalimlikle suçlar niteliktedir. Bu çoğunluk, hem kendilerine hem
peygamberlerine ve hem de gerçek olduğunu bile bile onun batıl yanlarının
boyunduruğu altında kalmasına göz yumdukları hakka karşı zalimlik etmiştir.
Bir grup insan düşünelim ki, bunlar
kendilerinin hak yolda ve düşmanlarının batıl, eğri yolda olduğunu
biliyorlar. Tıpkı burada sözkonusu olan yahudi heyeti gibi. Arkasından
bunlar peygamberlerinden "Allah yolunda" savaşmak amacıyla başlarına bir
komutan görevlendirmesini istiyorlar. Sonra da cihaddan kaçarak gerçek
olduğuna iman ettikleri hakkın batıl karşısında kendilerine yüklediği
savaşma görevini yerine getirmiyorlar. Bunlar zulümlerinin cezasına
çarpılmaları kaçınılmaz olan zalimlerdir. "Allah zalimlerin kimler olduğunu
bilir."
247- Peygamberleri onlara;
Allah size hükümdar olarak Talut'u gönderdi' deyince, `O bize nasıl hükümdar
olabilir? Hükümdarlık bize ondan daha çok yakışır. Çünkü ona bol servet
verilmiş, değildir' dediler. Peygamberleri onlara; Allah onu hükümdar olarak
seçerek başınıza getirdi, Ona bilgi ve vücud gücü bakımından üstünlük
bağışladı' dedi. Allah mülkünü (egemenlik yetkisini) dilediğine verir,
Allah'ın lütfu geniştir ve O, herşeyi bilir.
Burada görülen ısrarlı karşı koyma,
İsrailoğulları'nın bu surede sık sık değinilen bir özelliğini ortaya
koyuyor. Bilindiği gibi onlar, sancağı altında savaşacakları bir
hükümdarları olsun istemişlerdi. Yine bilindiği gibi açıkça "Allah yolunda"
savaşmak istediklerini belirtmişlerdi.
Fakat aynı kişiler hararetle istedikleri ve
onayladıkları Allah'ın kendileri için uygun gördüğü ve Peygamberleri
aracılığıyla bilgilerine sunduğu tercihe karşı çıkıyorlar, bizzat yüce Allah
tarafından başlarına getirilen Talut'un hükümdar olmasını içlerine
sindiremeyerek ona itiraz ediyorlar. Niçin? Çünkü onların düşüncelerine
veraset gerekçesiyle hükümdarlığa kendileri daha layıktır. Çünkü Talut eski
yahudi hükümdarların soyundan gelmiyordu! Üstelik serveti de yoktu ki
kendisine verilen liyakat önceliğine göz yumsunlardı. Bütün bunlar,
yahudilerin tarih boyunca vazgeçmedikleri bilinen karakteristik huyları
olduğu gibi aynı zamanda sapık düşüncelerini ve kavram kargaşası içinde
olduklarını da açığa vurucu özelliklerdir.
Peygamberleri onlara, Talut'un liyakat
önceliğine sahip olduğunu ve Allah'ın ne hikmetle onu tercih ettiğini
açıklıyor:
"Peygamberleri onlara; `Allah onu hükümdar
olarak seçerek başınıza getirdi, ona bilgi ve beden gücü bakımından üstünlük
sağladı: dedi. Allah mülkünü (egemenlik yetkisini) dilediğine verir.
Allah'ın lütfu geniştir ve O, herşeyi bilir."
Talut, doğrudan doğruya Allah'ın seçtiği
bir kişidir. Bu onun için bir liyakat gerekçesidir. Bunun yanısıra Allah ona
bilgi ve beden gücü bakımından üstünlük sağlamıştır. Bu da onun için bir
başka liyakat gerekçesidir. Ayrıca Allah "Mülkünü, egemenlik yetkisini
dilediğine verir." Çünkü mülk, O'nundur, onu dilediği gibi kullanma yetkisi
kendisine aittir, buna göre kulları arasından kimi isterse onu seçer. Yine
Allah "engin kerem sahibi ve herşeyi bilen"dir. Ne hazinesinin bekçisi ve ne
de bağışlayıcılığının sınırı vardır. Bunun yanında O, neyin hayırlı olduğunu
ve işleri nasıl düzenleyeceğini herkesten iyi bilir.
Bu uyarılar ve öğütler, aslında insan
kafasındaki kavram kargaşasını düzene koyduracak ve düşüncelerdeki yanılgıyı
ortadan kaldıracak nitelikte ve yeterliliktedirler. Fakat önemli bir savaşın
eşiğinde olan yahudilerin karakter yapılarındaki olumsuzlukları bu yüce
gerçekler tek başına düzeltmeye yetmez. Onların karakter yapısındaki bu
olumsuzlukları peygamberleri de biliyor. Onlara, kalplerini sarsarak,güvene
ve kesin kanaate vardıracak açık bir mucize göstermek gerekir:
248- Peygamberleri onlara
dedi ki; `Talut'un hükümdarlığının belirtisi, size meleklerin taşıdığı bir
sandığın gelmesidir. Bu sandıkta Rabbinizden size yönelik bir huzur ile
birlikte Musa ve Harun ailelerinin geride bıraktıkları bazı önemli eşyalar
vardır. Eğer mümin kimseler iseniz, bu sizin için kesin bir belirtidir.
Yahudiler, çöldeki perişanlık dönemlerinden
ve Hz. Musa'nın ölümünden sonra peygamberleri Hz. Yuşa'nın (Allah'ın selâmı
her ikisi üzerine olsun) liderliği altında mukaddes topraklara egemen
olmuşlardı. Fakat bir süre sonra düşmanları kendilerini bu topraklardan
sürüp çıkarmış ve bu arada Hz. Musa ve Hz. Harun'un oğullarından gelen
peygamberlerinin geride bıraktıkları değerli eşyaları içeren bir sandıkta
somutlaşan kutsal emanetlerine de el koymuşlardı. Bir rivayete göre bu
sandıkta yüce Allah'ın Tur dağında Hz. Musa'ya vermiş olduğu levhaların
kopyaları saklı idi. Peygamberleri onlara, belirti olarak Allah'tan
kaynaklanan ve gözleri ile görecekleri bir mucize göstermeyi ve bu amaçla
sandukanın, üstelik "melekler tarafından taşınarak" önlerine getirilmesini
uygun gördü; bu sandukanın bu şekilde önlerine getirilmesi onların
kalplerini huzur ve güvenle dolduracaktı. Arkasından da onlara "Eğer mümin
kimseler iseniz, bu mucize, Talut'un Allah tarafından seçilmiş olduğunu
kanıtlamaya yeterli bir delildir" diyecekti.
Ayetin akışından anlaşıldığına göre bu
olağanüstü olay, gerçekten meydana gelmiş ve yahudi ileri gelenlerinin
kuşkularını dağıtarak peygamberlerinin sözlerine kesinlikle inanmalarını
sağlamıştı.
Daha sonra Talut, cihad farzını terk
etmeyen daha yolun başında peygamberleri ile yaptıkları sözleşmeyi
çiğnememiş olanlardan ordusunu oluşturdu. Kur'an-ı Kerim, kıssa anlatımında
kullandığı her zamanki üslubu uyarınca burada iki tablo arasında bir boşluk
bırakıyor ve doğrudan doğruya aşağıdaki tabloyu sunuyor. Bu tabloda Talut,
ordusu ile sefere çıkmıştır:
249- Talut, ordusu ile
birlikte sefere çıkınca askerlerine dedi ki; ;9llah sizi bir ırmak aracılığı
ile sınavdan geçirecek. Kim bu ırmağın suyundan kana kana içerse benden
değildir. Kim onun suyundan içmez de sadece bir avuç dolusu ile yetinirse o
bendendir.
Askerlerin az bir kısmı dışında çoğu bu
ırmaktan su içtiler. Bir süre sonra Talut, yanında kalan müminlerle birlikte
o ırmağı geçince, askerlerin bir kısmı "Bugün bizim Calut ve ordusu ile başa
çıkacak gücümüz yok." dediler. Fakat Allah'ın huzuruna çıkacaklarına
kesinlikle inanmış olanlar "Allah'ın izni ile nice az sayılı topluluk, nice
kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır."dediler. "Hiç kuşkusuz Allah,
sabırlılarla beraberdir."
Burada yüce Allah'ın bu kişiyi hükümdar
seçmesinin hikmeti somut biçimde ortaya çıkıyor. O, adım adım savaşa doğru
ilerliyor. Komutası altındaki ordu, tarihinde birçok kez bozgunu ve ezikliği
tatmış mağlup bir milletten oluşmuş, bir süre sonra da galip bir milletin
ordusu ile karşılaşacak. O halde, ordusunun vicdanında gizli bir güç
bulunmalıdır ki, onun sayesinde karşılaşacağı üstün ve güçlü ordu karşısında
durabilsin. Bu gizli güç olsa olsa iradede bulunabilir. Nefsin arzularını ve
içgüdülerini denetim altına alan, mahrumiyetlere ve sıkıntılara dayanan,
zaruretlerin ve ihtiyaçların üstesinden gelen, itaati elden bırakmayan,
bunun getireceği yükümlülüklere katlanan ve böylece ardarda gelecek
sınavları başarı ile aşan bir iradedir onun aradığı.
O halde Allah tarafından seçilmiş olan
komutan, ordusunun iradesini, direnme gücünü ve sabırlılık derecesini
mutlaka denemeli, sınavdan geçirmelidir. İlk önce, ordusunun isteklere ve
arzulara karşı ne kadar dayanabildiğini, ikinci aşamada da yokluklara ve
sıkıntılara karşı ne derece sabırlı olduğunu deneyecektir. Bu yüzden
rivayetlerin verdikleri bilgiye göre Talut, askerlerinin susuz oldukları bir
sırada bu denemeyi yapmayı uygun gördü. Böylece kendisi ile birlikte kalıp
sabredecek olanlar ile rahatını tercih edip geri dönecek olanları ayırt
edebilecekti. Deneme sonunda ileri görüşlülüğü ortaya çıktı:
"Askerlerinin az bir kısmı hariç, çoğu bir
ırmağın suyundan içtiler."
Kana kana içtiler. Oysa isteyenlere,
ırmağın suyundan bir avuç dolusu olarak aşırı susuzluklarını gidermeleri ve
böylece ordudan ayrılmak isteğinde olmadıklarını kanıtlamaları serbest
bırakılmıştı. Ordunun çoğunluğu sırf nefislerinin isteklerine boyun eğerek
söz dinlemedikleri için ondan ayrıldılar. Ondan ayrıldılar, çünkü onun ve
kendilerinin omuzlarına yüklenen görev için yeterli kimseler değillerdi.
Onların düşmanla yüzyüze gelmenin eşiğinde olan ordudan ayrılmaları hayırlı
ve tedbirliliğe uygun bir olaydı. Çünkü orduda zayıflık, moralsizlik ve
bozgunculuk tohumu oluşturuyorlardı. Orduların gücü, asker sayılarının
kalabalıklığı ile değil, bu askerlerin kalplerinin dirençlilik derecesi ile,
iradelerinin kesinliği ile, yolundan sapmaz ve sarsılmaz imanları ile
ölçülür.
Bu tecrübe sadece kalplerde gizli olan
niyetlerin yeterli olmadığını, savaşa girmeden önce ordunun pratik bir
sınavdan geçirilerek, bu yolda kaçınılmaz gerçekleri daha baştan ortaya
çıkarıp tavrını ona göre belirleme gereğini ispatladı. Bunun yanısıra bu
tecrübe, Allah tarafından seçilen komutanın cevherinin de dayanıklı
olduğunu, çünkü ilk tecrübe sırasında ordusunun dökülüşü yüzünden
sarsılmayarak yoluna devam ettiğini kanıtladı.
Gerçi bu tecrübe, Talut'un ordusunu
faydadan çok zararı olacak askerlerden arındırmıştı, ancak aşılması gereken
tecrübeler henüz sona ermiş değildi:
"Bir süre sonra Talut, yanında kalan
müminler ile birlikte o ırmağı geçince askerlerin bir kısmı; `Bugün bizim
Calut ve ordusu ile başa çıkacak gücümüz yok' dedi."
Sayıları çok azalmıştı. Üstelik Calut
komutasındaki düşmanlarının güçlü ve sayıca kalabalık olduğunu biliyorlardı.
Yukardaki sözü söyleyenler mümindi, peygamberleri ile,yaptıkları sözleşmeyi
bozmamışlardı. Fakat burada gözleri ile gördükleri somut realite ile karşı
karşıya idiler ve bu realiteye karşı koyacak güçleri olmadığını
algılıyorlardı. İşte şimdi belirleyici tecrübeye, nihai sınava sıra
gelmişti. Bu tecrübe gözle görünen somut realiteden daha büyük bir gücü
üstün tutmaktı. Bu sınavı ancak eksiksiz imana sahip olarak kalpleri ile
Allah arasında sıkı ilişki olanlar, insanların somut durumlarından
edindikleri ölçüleri bir yana bırakarak imanlarının realitesi sayesinde
edinilmiş yeni ölçüleri olanlar başarı ile aşabilirdi!
İşte bu denemede bir avuç mümin grup ortaya
çıktı. Sayıca az, fakat seçkin grup. İlâhi ölçülere sahip olan küçücük grup:
"Fakat Allah'ın huzuruna çıkacaklarına
kesinlikle inanmış olanlar; `Allah'ın izni ile nice az sayılı topluluk, nice
kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır. Allah sabırlılarla beraberdir.'
dediler."
İşte böyle... "Nice az sayılı topluluk,
nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır." Dikkat edilirse çokluk
ifade eden bir üslup ile karşı karşıyayız; başka bir deyimle tek-tük
görülen, istisnai bir durum değil sözkonusu olan. İşte Allah'a
kavuşacaklarından kuşku duymayanların algıladıkları kural budur. Kural bu
mümin grubun az sayılı olmasıdır. Çünkü bu küçük grup, sıkıntı merdiveninin
basamaklarından bir bir çıkarak seçilme ve kalbur üstünde kalma mertebesine
ulaşmış kimselerden oluşur. Fakat galip gelecek olan da bu gruptur. Çünkü o
merkezi güç kaynağı ile sıkı ilişki halindedir; çünkü üstün ve galip gücü,
Allah'ın gücünü temsil ediyor. O Allah-ki, iradesi tartışmasız, kulları
üzerinde kesin egemenliğe sahip, zorbaların belini kıran, zalimlerin burnunu
yere sürten ve kendini beğenmişleri kahredendir.
Onlar "Allah'ın izni ile" derken elde
edecekleri bu zaferi Allah'a dayandırıyorlar ve "Allah sabırlılar ile
beraberdir" derken de bu zaferi gerçek sebebine bağlıyorlar. Böylece de hak
ile batılı birbirinden kesinlikle ayıracak hak savaşının Allah tarafından
seçilmiş erleri olduklarını kanıtlamış oluyorlar.
Kendimizi hikâyenin akışına bırakıyoruz.
Ve... Allah'a kavuşacağına kesinlikle inanan, tüm sabırlılığını bu
buluşmanın kesinliğine dair beslediği imandan alan, tüm gücünü Allah'ın
izninden alan, tüm inanç kesinliğini Allah'a güveninden ve Allah'ın
sabırlıların yanında olduğu gerçeğinden alan bu bir avuç grup...
İşte az sayılı ve zayıf olmasına rağmen,
düşmanın sayılı üstünlüğünün ve gücünün kalbindeki güveni sarsamadığı bu
güvenle, sabırlı, kararlı küçücük grup, savaşın sonucunu belirleyen etkin
güç oluyor. Bu inanılmaz başarıya, yüce Allah ile arasındaki taahhüdü
yenileştirdikten, kalbi ile O'nun dergâhına yöneldikten, savaşın korkunç
dehşeti karşısındayken zaferi sırf O'ndan dilemesinden sonra ulaşıyor:
250- Talut ve askerleri,
Calut ve ordusu ile karşılaştıklarında; `Ey Rabbimiz, üzerimize sabır
yağdır, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfirlere karşı bize zafer nasip eyle'
dediler.
251- Derken, Allah'ın izni
ile onları bozguna uğrattılar ve Davud, Calut'u öldürdü. Arkasından Allah,
Davud'a hükümdarlık (egemenlik) ve bilgelik (hikmet) verdi; kendisine
dilediği bazı bilgileri öğretti.
Eğer Allah, bazı insanların şerrini
diğerleri aracılığı ile savmasaydı, yeryüzünü kargaşa kaplardı. Ama Allah,
bütün alemlere karşı lütuf sahibidir.
İşte böyle... "Ey Rabbimiz, üzerimize sabır
yağdır." Bu ifade sabır tablosunu Allah'tan gelen feyize benzeterek tasvir
ediyor. Allah, bu feyzini o kahramanların üzerine yağmur gibi yağdırarak
kendilerini onunla çepeçevre kuşatıyor, bu feyiz yağmuru onların kalplerini
huzur, güven, dehşete ve sakıntıya tahammül gücü ile dolduruyor Ayaklarımızı
sabit kıl." Bu Allah'ın elinde olan birşey. Dilerse onların yere basan
ayaklarını sabit tutar, onları titretmez, kaydırmaz ve sarsmaz. "Kâfirlere
karşı bize zafer nasip eyle." Artık durum iyice aydınlandı, belirginleşti.
Ortada küfrün karşısına çıkmış bir iman, batılın önüne dikilmiş bir hak;
mümin dostlarına, düşmanı olan kâfirler karşısında yardım etsin, zafer nasip
etsin diye Allah'a yöneltilen bir dua var. Vicdanlarda tereddüt;
düşüncelerde karmaşıklık, amacın sağlıklılığından ve yolun belirginliğinden
şüphe yok.
Savaş, bu kahramanların bekledikleri ve
inandıkları gibi sonuçlandı. "Derken, Allah'ın izni ile onları bozguna
uğrattılar." Ayet "Allah'ın izni ile" diyerek bu cümleciğin ifade ettiği
gerçeği vurguluyor, pekiştiriyor. Bu gerçeği müminlere öğretmek, ya da buna
ilişkin bilgilerini güçlendirmek istiyor. Şu evrende meydana gelen tüm
gelişmelerin mahiyetine ve bu gelişmeleri meydana getiren gücün kimliğine
ilişkin eksiksiz düşünceyi iyice belirginleştirmeyi amaçlıyor.
Müminler bu gücün önündeki perdedirler.
Allah onlar aracılığı ile dilediğini yapıyor, tercihini yürürlüğe koyuyor.
"O'nun izni ile"; olup bitenlerde aslında onların bir rolü yok.
Kullandıkları güç ve enerji aslında onlara ait değil. Allah onları meramını
yürütmek için seçiyor, aslında O'nun dilediği, O'nun izni ile onların eli
ile oluyor. Bu gerçek, müminin kalbini barış, güven ve kesin imanla
dolduracak nitelikte bir ilkedir. Zira o, Allah'ın kuludur. Onun, Allah'ın
seçtiği rolü oynaması, Allah'ın karşı durulmaz takdirini uygulama alanına
geçirmesi, Allah'ın ona yönelik bir keremi, bir bağışıdır. Sonra da onu
-istediğini yapabilme şerefinin arkasından- sevaplandırma, ödüllendirme
payesi ile onurlandırıyor. Eğer Allah'ın lütfu olmasaydı o birşey yapamazdı,
eğer Allah'ın keremi olmasaydı sevap elde edemezdi, ödül kazanamazdı. Bunun
yanısıra o gayesinin soyluluğundan, amacının arılığından ve yolunun
temizliğinden emindir. Çünkü bütün bu olup-bitenlerde hiçbir ard maksadı
yoktur; o sadece meramını mutlaka gerçekleştiren Allah'ın hayırdan ibaret
olan dileğinin yürürlüğe koyucusudur. O bütün bunları iyi niyeti ile, itaat
etmeye yönelik kararlılığı ve samimi olarak Allah'a yönelişi ile
haketmiştir.
Ayetin devamında Hz. Davud'un (selâm
üzerine olsun) rolü belirtiliyor:
"Davud, Calut'u öldürdü."
Davud, İsrailoğulları'ndan genç bir
delikanlı, buna karşılık Calut, güçlü bir hükümdar, herkesin yüreğine korku
salan bir komutan idi. Fakat o sırada yüce Allah istedi ki, İsrailoğulları
olayların, dış görünüşlerine göre değil, asıl mahiyetlerine göre
geliştiklerini, yakından görsünler. Olayların asıl mahiyetlerini yalnız
Allah biliyordu, bunların akibetlerini belirlemek sadece O'nun elinde idi.
Buna göre kullara sadece görevlerini yerine getirmek, Allah'a verdikleri
sözleri tutmak düşüyordu. Sonra Allah neyi diledi ise O'nun dilediği biçimde
oluyordu.
Nitekim yüce Allah Calut adındaki kan içici
zorbanın ölümünün -ileride Hz. Davud olacak- bu genç delikanlının eliyle
olmasını dilemiş, böylece yüreklere korku salan zalimlerin, Allah
öldürülmelerini dileyince genç delikanlılar tarafından yere serilecek
derecede zayıf kimseler olduklarını insanlara göstermek istemişti.
Bu olayın arkasında Allah tarafından
amaçlanan, murad edilen bir başka gizli hikmet daha vardı: Yüce Allah Hz.
Davud'un, Talut'tan sonra hükümdar olmasını, arkasından da yerine oğlu Hz.
Süleyman'ın geçmesini ve Hz. Süleyman döneminin, yahudilerin uzun tarihleri
içinde "Altın dönem"leri olmasını takdir etmişti. Bu altın dönem, uzun bir
sapıklık, Allah'a karşı verilen taahhütleri çiğneme ve perişanlık döneminin
arkasından yahudilerin vicdanlarında parıldayan inanç ateşlenmesinin, inanç
gerekçeli ayaklanmalarının mükâfatı olarak kendilerine sunulmuştu:
"Arkasından Allah, Davud'a hükümdarlık
(egemenlik) ve bilgelik (hikmet) verdi, kendisine dilediği bazı bilgileri
öğretti."
Hz. Davud aynı zamanda peygamber olan bir
hükümdardı. Kur'an-ı Kerim'in başka surelerinde verilen ayrıntılı bilgilere
göre yüce Allah ona başta zırh olmak üzere çeşitli savaş araçları yapmayı
öğretmişti. Burada ise ayetlerin akışı, yukardaki kıssanın tümünde güdülen
bir başka amaca yöneliyor. Hikâyenin bu şekilde son bulduğu, yani nihaî
zaferin maddi güç yerine Allah'a güvenen inanç tarafından, sayı çokluğunun
oluşturduğu kuru kalabalık yerine özüne saygı besleyen irade tarafından
kazanıldığı ilân edilince, tam bunun arkasından bu kuvvetler arasındaki
çatışmanın yüce amacı açıklanıyor. Bu yüce gaye savaş ganimetleri, yağmalar,
ünvanlar ve görkemli törenler değildir. Bu yüce gaye, yeryüzünde dirlik ve
huzur sağlamak, kötülüğe karşı kavga vererek iyiliği, hayırlıyı egemen
kılmak, iktidara getirmektir:
"Eğer Allah bazı insanların şerlerini,
diğerleri aracılığı ile savmasaydı, yeryüzünü kargaşa kaplardı."
Ayetin bu kısacık bölümünde yeryüzünde
hüküm süren kuvvetler çatışmasının, güç odakları arasındaki yarışın; insan
çabasının coşkun, dalgalı ve çağıltılı hayat selinin akıntısına kapılarak
sürüklenişinin gerisindeki ilâhi hikmetin iyice belirgin hale gelmesi için
kişiler ve olaylar sahneden çekiliyor, gözlerden kayboluyor. Burada üzerinde
karınca sürüleri gibi insan kaynayan uçsuz-bucaksız hayat alanı gözler önüne
seriliyor. Bu insan kalabalıkları kesintisiz bir karşılıklı savunma, yarışma
ve aralarında itişerek hedefleri peşinde koşuşma halindedirler. Bütün bu
olup-bitenler süreci içinde o yüce, hikmet sahibi ve önceden tasarlayıcı
(mudebbir) el, bu kalabalıkların tümünün iplerini elinde tutarak aralarında
çatışan, yarışan, itişen insan yığınlarını son aşamada hayra, dirliğe,
yapıcılığa ve gelişmeye doğru yönlendiriyor.
Eğer Allah kötü insanların kötülüğünü,
başka birtakım insanlar aracılığıyla savıp önlemeseydi hayat bozulur ve
yaşanmaz hale gelirdi. Bunun yanısıra eğer insanlar arasında Allah
tarafından öyle yaratılan fıtrî yapılarının gereği olarak menfaat ve kısa
vadeli, yüzeysel amaçlar çatışması olmasaydı, bütün enerji birimleri özgür
biçimde yarışmaya, yenişmeye ve karşılıklı meşru savunmaya girişir, böylece
insanlar tembelliği ve aylaklığı üzerinden silkeleyip atar, potansiyel
enerji kaynaklarım tam kapasite ile harekete geçirir, sürekli biçimde
uyanık, faal, yeryüzünün üstündeki ve altındaki kaynakları ortaya çıkarma,
onun çeşitli güçlerini ve gizli hazinelerini keşfedip kullanma çabasını
harcar durumda olurdu.
Gerçï son aşamada dirlik, huzur, hayır ve
gelişme gerçekleşir. Fakat bu olumlu gelişmelerin görülebilmesi için iyilik
yanlısı, doğru yol yolcusu ve fedakâr bir cemaatin, sıkı dayanışmalı bir
insan topluluğunun ortaya çıkması gerekir. Bu cemaat, yüce Allah'ın
kendisine açık açık anlattığı hakkı, kendisini Allah'a ulaştıracak yolu
kesin bir şekilde bilir. Yine bu cemaat batılı ortadan kaldırarak yeryüzünde
hakkı egemen kılmakla yükümlü olduğunu, bu soylu görevi yerine getirmedikçe,
bu uğurda sırf Allah'ın emrini yerine getirmek ve O'nun hoşnutluğunu elde
etmek amacı ile dünyada önüne çıkacak her sıkıntıya katlanmadıkça yüce
Allah'ın azabından asla kurtulamayacağını da bilir.
Bu çatışmalı hengamede yüce Allah hükmünü
yürütür, takdirini pratiğe uygular; hakka, hayra, dirliğe ve huzura söz
üstünlüğü kazandırır; bu çatışmanın, bu yarışın ve bu karşılıklı savunmanın
olumlu birikimini, hayır yanlısı ve yapıcı olan gücün avucuna koyar, kazanç
hanesine yazar. O hayır yanlısı ve yapıcı güç ki, giriştiği bu çatışma
sırasında içindeki en soylu, en onurlu, kendisini hayatta erişebileceği en
yüce kemal düzeyine yükseltecek itici yetenekler harekete geçmiş, ortaya
çıkmıştır.
Bu ayetler demetinin sonunda okuduğumuz
kıssanın nihaî değerlendirmesi niteliğindeki sonuç cümlesi geliyor:
252- Bunlar Allah'ın
ayetleridir. Bunları sana hakka bağlı olarak okuyoruz. Hiç kuşkusuz sen de
peygamberlerden birisin.
Bu yüksek düzeyli, geniş amaçlı ayetleri
"sana okuyoruz". Yani bu ayetleri okuyan,bizzat yüce Allah'ın kendisi. Eğer
insan bu olayın, bu açıklamanın içerdiği derin ve dehşet verici mahiyeti
yeterince düşünebilse bunun ne kadar korkunç ve büyük bir şey olduğunu
kavrardı. "Bu ayetleri sana hakka bağlı olarak okuyoruz". Yani bu ayetler
beraberlerinde "hakkı" taşıyorlar ve onları okuma ve indirme yetkisini
elinde bulunduran yüce Allah'tır bu ayetleri okuyan. Bu yetki Allah'tan
başka hiç kimsenin elinde değil.
O halde yüce Allah dışında kullar için
sistem düzenlemeye yeltenen herkes haddini aşarak Allah'ın yetki alanına
dalan bir mütecaviz, kendine ve kullara zulmeden bir zorba, gerçekte sahip
olmadığı birşeye sahip olduğunu iddia eden bir sahtekâr, itaat görmeyi
beklemeye hakkı olmayan bir batıl yolun yolcusudur. Kul, sadece Allah'ın
buyruklarına ve bir de Allah'ın gösterdiği yoldan ayrılmayan hakk
kılavuzlarının emirlerine itaat eder, başkasının söylediklerine değil.
"Hiç kuşkusuz sen de peygamberlerden
birisin."
Onun için sana bu ayetleri okuyoruz. Onun
için seni bütün geçmiş yüzyıllarda yaşanmış insanlık tecrübeleri ile, iman
kervanının deneyim birikiminin bütün aşamaları ile donatıyor ve bütün
peygamberlerden kalan mirası sana aktarıyoruz.
Ve tecrübe hazineleri ile dolu olan bu
bölüm burada sona eriyor. Böylece müslüman cemaati çeşitli alanlarda çeşitli
yönlerde gezintiye çıkaran ve bu gezintilerin izlenimleri aracılığı ile onu
eğiterek son derece önemli görevine hazırlayan bu cüz de burada noktalandı.
O önemli görev ki, Allah onu müslüman cemaatin üstlenmesini takdir etti, onu
bu görevin başına dikti, yine onu zamanın bitimine, dünyanın son anına kadar
bu ilâhi sistem uyarınca insanları yönlendirecek bir örnek ümmet olarak
ortaya çıkardı.
GENEL BİR DEĞERLENDİRME
Bu cüz iki bölümden oluşuyor. Birinci
bölümü, Bakara suresinin geride kalan kısmı, ikinci bölümü ise Al-i İmran
suresinin ilk yarısıdır. Şimdi burada bu cüzün ilk bölümü hakkında özet
niteliği taşıyan birkaç söz söyleyecek, bu Cüzün ikinci bölümüne ilişkin
söyleyeceklerimizi ise inşallah, Al-i İmran suresinin giriş yazısında dile
getireceğiz.
Bakara suresinin bu kalan bölümü, birinci
cüzün başında açıkladığımız ve ikinci cüzün sonuna kadar incelemeyi
sürdürdüğümüz surenin tümüne ilişkin ana konunun devamı niteliğindedir. Bu
ana konu, müslüman toplumu, Medine'de, İslâm ümmetinin yükümlülüklerini
omuzlamaya hazırlamaktır. Bu toplum, sözkonusu emaneti taşıyabilsin diye
daha önce şu ön hazırlıklardan geçirilmişti: İmana ilişkin doğru düşünceye
kavuşturuldu, daha önceki peygamberlerin mümin ümmetlerinin yaşadıkları
tecrübeler ile donatıldı, kendisine bu yolda karşılaşacağı engeller ve
gerekli olan ihtiyaçları tanıtıldı, aynı zamanda hakkın ve imanın düşmanı
olan kâfirlerin hileleri, tuzakları konusunda uyarıldı, böylece yolunun her
aşamasında düşmanlarını iyi tanıması amaçlandı.
Bütün araçları, azığı, tarihî tecrübeleri
ve amaçları ile bu hazırlık süreci, Kur'an-ı Kerim'in tarih boyunca ilk
müslüman kuşaktan sonra gelen bütün müslüman kuşaklara aynen uyguladığı bir
eğitim programıdır. Bu proğram, bu ümmetin her kuşağında müslüman bir cemaat
oluşturmak ve İslâmi hareketi yönetmek için uygulanması gereken değişmez,
belirgin ve istikrarlı bir proğramdır. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, canlı,
hareketli ve etkin bir eğitim aracı, her dönemde uygulanabilir, geniş
kapsamlı bir ilkeler bütünüdür. Başka bir deyimle Kur'an-ı Kerim,
olgunlaşmayı, kılavuzluğu ve nasihatı ayetlerinde arayan herkes için, her
durumda her adımda ve her kuşakta fonksiyonunu yerine getiren ideal bir
kılavuzdur.
Bakara suresinin bu son kısmı, ikinci cüzün
sonunda yeralan Yüce Allah'ın Peygamberimize yönelik "Bunlar Allah'ın
ayetleridir. Onları sana hakka bağlı olarak okuyoruz. Hiç kuşkusuz sen de
peygamberlerden birisin." şeklindeki seslenişinin arkasından
geliyor.·(Bakara Suresi, 253) Bu sesleniş de "Hani onlar, Peygamberlerine;
`Başımıza bir hükümdar getir de, onun emri altında Allah yolunda
savaşalım''diye başlayıp" (Bakara Suresi, 246) "Ve Davud, Calut'u öldürdü.
Arkasından Allah, Davud'a hükümdarlık (egemenlik) ve bilgelik (hikmet)
verdi, ona dilediği bazı bilgileri-öğretti." diye noktalanan" (Bakara
Suresi, 251) Hz. Musa'dan sonra yaşamış bir yahudi heyetine ilişkin kıssayı
izliyor. Başka bir deyimle ikinci cüz, Hz. Musa'nın kavmi olan yahudilerden
ve Hz. Davud'dan söz ederek, bu konuda Peygamberimizin de peygamberlerden
biri olduğuna ve kendisinin "daha önceki peygamberler"in tecrübeleri ile
donatıldığına işaret ederek noktalanmıştı.
İşte bundan dolayı bu cüz, bir önceki cüzün
sonu ile bütünlüğü ve devamlılığı gözetip peygamberlerden, onlardan
bazılarının diğerlerine üstün kılınışından, bazılarına bağışlanan özel
imtiyazlardan, bazılarının derece bakımından yükseltilişinden, bunların
yanısıra bu peygamberlerden sonra gelen birkısım bağlıları arasında
anlaşmazlık çıkmasından ve bu bağlılardan bazılarının birbirlerini
öldürmelerinden sözederek başlıyor:
"İşte şu peygamberler. Bunların bir kısmını
diğerlerinden üstün kıldık. onlardan kimileri ile Allah konuştu, kimilerini
de derecelerle yükseltti. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik, O'nu
Ruh-ul Kuds aracılığı ile destekledik. Eğer Allah dileseydi, bu
peygamberlerin arkasından gelen ümmetler, kendilerine açık belgeler
geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar anlaşmazlığa
düştüler. Onlardan kimi iman etti, kimi de kâfir oldu. Eğer Allah dileseydi,
onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah neyi dilerse onu yapar."
İkinci cüzün sonu ile incelemekte olduğumuz
üçüncü cüzün baş tarafı arasında konu bakımından belirgin bir uyum, açık bir
bütünlük vardır. Çünkü her iki yerde de peygamberlerden sözediliyor. Bunun
yanında surenin geride kalan ayetleri arasında da yine açık bir konu uyumu,
bir bütünlük göze çarpar. Bu bölümün ağırlık noktasını Medine'de yeni yeni
gelişmekte olan müslüman cemaat ile yahudiler arasındaki mücadele oluşturur.
Nitekim ilk iki cüzde de bu konu bütünlüğü vardır.
Bundan dolayı burada, peygamberlerin
ölümünden sonra bağlıları arasında baş gösteren görüş ayrılıklarından, bu
bağlıların bir kısmı mümin ve diğer bir kısmı kâfir olduktan sonra
aralarında çıkan savaşlardan sözediliyor. Bu görüş ayrılıklarının ve inanç
kökenli savaşların gündeme getirilmesi gayet yerindedir. Böylece müslüman
cemaatin yoluna devam ederek gerek yahudilere ve gerekse yahudi olmayanlara
eski peygamberlerin bağlıları arasında hüküm süren gerçek durumu gözönüne
alarak, yani bunların doğru yolda olanları ile sapıtmışlarını birbirinden
ayırarak karşı koyması ve bu ümmetin sapıklara karşı sürekli mücadele
vermesi gereken doğru yol yolcusu bir cemaat sıfatı ile yükümlülüklerini
yerine getirmesi kolaylaştırılmış oluyor, amaç budur.
Bu gerekçe ile eski peygamberlere, bu
peygamberlerin ümmetlerine, bu ümmetler arasındaki düşünce uyuşmazlıkları
ile savaşlara ilişkin açıklamaların hemen arkasından `Allah yolunda mal
harcamaya yönelik bir çağrı ile karşılaşıyoruz:
"Ey müminler, ne alış-verişin ne dostluğun
ve ne de ayrıcalığın sözkonusu olmadığı gün gelmeden önce size verdiğimiz
rızıklardan Allah yolunda harcayın."
İnfak her durumda cihad farzının ayrılmaz
parçası olan malî bir farzdır. Özellikle Medine'de gelişen müslüman cemaatin
içinde bulunduğu şartlarda bu ayrılmazlık daha da kaçınılmazdı. Çünkü o
dönemde Allah yolu savaşçılarının savaş teçhizatları kendi malı imkanları
yanında Allah yolunda mallarını ordunun hizmetine sunan müslümanların
destekleri sayesinde sağlanıyordu.
Bunun arkasından, İslâm cemaatinin
dayanağını oluşturan İslâm düşüncesinin temel kaidesine, alı yapısına
ilişkin açıklama geliyor. Bu açıklamada şu esaslara yer veriliyor: Yüce
Allah tektir, diridir. Herşey O'nun gözetimi ve yönetimi altındadır. Herşey
O'nun sayesinde vardır. Herşey mutlak anlamda O'nun mülküdür. Herşey
bilgisinin kapsamı içindedir. Kayıtsız egemenliği herşeyi içerecek
genişlikte ve yaygınlıktadır. Herşey gücünün ve himayesinin şemsiyesi
alımdadır. O'ndan izinsiz hiç kimse O'nun katında başkasına şefaat edemez ve
hiç kimse O'nun bağışladığı dışında bir ilme sahip olamaz.
Bu açıklamanın amacı da müslümanın,
sisteminin tümü ile üzerine oturduğu inancına ilişkin düşüncesinde berraklık
kazanmış olarak yoluna devanı etmesini sağlamaktır:
"Allah, O'ndan başka ilâh olmayan, diri,
yarattıklarını gözetip yöneten, kendisini uyuklama ve uyuma tutmayandır.
Göklerde ve yeryüzünde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmadıkça O'nun katında
kim şefaatçı olabilir? Onların önlerinde ve arkalarında bulunan ve
olup-biten herşeyi bilir. Onlar O'nun bilgisinin ancak dilediği kadarını
kavrayabilirler. O'nun kürsî'si (egemenliği) gökleri ve yeryüzünü
kaplamıştır. Bunları koruyup gözetmek O'na ağır gelmez. O yüce ve büyüktür."
Bunların yanısıra, müslüman Allah yolunda
savaşır. Fakat bu savaştaki amacı başkalarına bu inanç sistemini ve
düşüncesini zorla kabul ettirmek değildir. O sadece doğru yol ile sapıklık
net bir şekilde birbirinden ayırd edilebilsin, fitne ve sapıklık
unsurlarının kökü kazınsın diye savaşıyor. Bundan sonra fertler istedikleri
dini benimseme hakkına sahiptir:
"Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile
sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmıştır. Artık kim şeytanı, azgınlığı
reddederek Allah'a inanırsa kopması sözkonusu olmayan, sapasağlam bir kulpa
yapışmıştır. Hiç şüphesiz, Allah herşeyi işitir, herşeyi bilir."
Müslüman, Allah'ın koruması ve kayırıcılığı
altında, Allah'ın hidayet ediciliğinden ve gözeticiliğinden emin olarak
gönül huzuru içinde yoluna devam ediyor:
"Allah, müminlerin dostu, kayırıcısıdır.
Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları ise şeytan ve
yardakçılarıdır. Bunlar, onları aydınlıktan çıkararak karanlıklara sokarlar.
Onlar orada ebedi olarak kalmak üzere Cehennemliktirler."
Bu cüzün başında ardarda sıralanan, bu
çeşitli konulara ilişkin kısa ve özlü açıklamalar, surenin başından beri
benimsenen yolu izleyerek müslüman cemaatin hayatına ve hedeflerine yönelik
amaçlarını gerçekleştiriyorlar.
Bu açıklamaları, ölümün ve hayatın
mahiyetine ilişkin imana dayalı düşünceye belirginlik kazandırmayı
amaçlayan, öncesi ve devamı ile bütünleşmiş bir ayetler demeti izliyor. Bu
ayetler ölüm ve hayatla ilgili birkaç somut deneyi anlatır. Bu tecrübelerden
ilk ikisinde Hz. İbrahim'in adı anılır, üçüncüsünde ise adı belirtilmeyen
birinden sözedilir. Bu deneylerin her üçü de ölümün ve hayatın mahiyetini
açıklayarak, bu iki önemli olgunun doğrudan doğruya Allah'ın iradesi ve
bilgisi ile ilişkili olduğunu, insan idrakinin bu sır nitelikli olayların
içyüzünü kavrayacak yeterlilikte olmadığını, bu sırrın idrak alanının
ötesine düştüğünü Allah`tan başka hiç kimsenin bu sırrı çözemeyeceğini
vurgulayarak noktalanır. Bu ayetler demetinin konusu ile savaş ve cihad
konusu arasındaki ilişki açıktır.
Ayrıca yine bu ayetler demeti ile genel
anlamda imana dayalı doğru düşünce edindirme amacı arasındaki ilişki de son
derece açıktır.
Bakara suresinin bu son bölümünde bu
noktadan itibaren müslüman toplumun dayanağını oluşturan çeşitli sosyal
ilişkilerin ayrıntılı olarak sözkonusu edildiğini görürüz. Bu sosyal
ilişkiler sayılırken şu ilkeler karara bağlanır: Sosyal dayanışma bu
toplumun temel kaidesidir. Faiz, bu toplum tarafından silkelenip atılmış ve
lânetlenmiş bir uygulamadır. Bu gerekçe ile Allah yolunda mal harcama ve
sadaka verme konusu, surenin geri kalan bölümü içinde geniş yer tutacak
şekilde uzun uzun anlatılır. Bu anlatım birtakım canlı tasvirler,
duygulandırıcı sezgiler, telkinler ve esintiler ile doludur ki, bunlardan az
sonra inceleyeceğimiz ayetleri geçerken sözetmeyi daha uygun görüyoruz. Bu
konu ile surenin akışı arasındaki uyuma gelince, özellikle savaş ve cihad
konusu ile bu konu arasında güçlü bir uyum vardır. Ayrıca bu Allah yolunda
başkalarına yardımda bulunma ve sadaka verme konusu, bu surede okuduğumuz
çeşitli yasal düzenlemeler ve çeşitli telkinlerle sistemleştirilen genel
İslâmi hayatın önemli dayanaklarından birini oluşturur.
Yardımseverlik ile sadaka vermenin karşı
kutbunda faiz uygulaması yeralır. Kur'an-ı Kerim, bu iğrenç uygulamaya bu
surenin tam bir sayfasını ayırarak ona son derece şiddetli bir dille
saldırır. Kur'an-ı Kerim'in bu saldırıyı seslendiren ayetleri ekonomik ve
sosyal hayatın bu uğursuz kurumu üzerine yıldırımlar yağdırarak onu kökten
yıkmak ve yerine yüce Allah'ın, Kur'an aracılığı ile kurduğu İslâmî toplum
yapısının üzerine oturacağı sağlıklı ve sağlam bir başka temel koymak ister.
Faiz konusunu borç alıp-verme işlemi ile
ilgili bir yasal düzenleme izler. Kur'an-ı Kerim, bu konuda yasal düzenleme
getiren ilk kaynaktır. Bu konu iki ayette işlenir. Bu ayetlerin ilki
Kur'an'ın en uzun ayetidir. Bu ayetlerde Kur'an-ı Kerim'in tamamen kendine
özgü ve mucize niteliği taşıyan canlı ve düşünceye yeni ufuklar açıcı kanun
koyma üslubu açıkça görülür.
Sonunda Bakara suresi, gerek başlangıcı ve
gerekse içeriğinin ana çizgisi ile son derece uyumlu bir şekilde noktalanır.
Surenin bu son ayetlerinde İslâm düşüncesinin temel esasını oluşturan
Allah'a, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanmak ilkeleri dile gelir
ve İslâm'ın bu alandaki tutumu "Allah'ın hiçbir peygamberini diğerlerinden
ayırmayız" ifadesi ile vurgulanır·" (Bakara Suresi, 285). Bu temel kural,
zaten bu surenin daha önceki ayetlerinde de tekrarlanarak vurgulanmıştı. Bu
surenin en sonunda müslümanlardan yüce Allah'a yöneltilmiş tatlı bir dua ile
karşılaşırız. Bu duada mümin ile Rabbi arasındaki ilişkinin karakteristik
özelliği, Allah ile inanmış kul arasındaki sıcak atmosfer kelimelere yansır.
Bunun yanısıra bu duada Bakara suresinin daha önceki ayetlerinde önemli
olayları anlatılan İsrailoğulları tarihine işaret edilir. Asıl geniş
açıklamayı daha sonra yeri gelince yapmak üzere bu ayeti şimdilik mealen
okuyalım:
"Ey Rabbimiz, eğer unutacak ya da yanılacak
olursak bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi
bize de ayrı yük yükleme. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü
taşıtma, bizi affet, günahlarımızı bağışla, bize merhamet eyle, sen
mevlâmızsın bizim. Kâfirlere karşı yardım et bize." (Bakara Suresi, 286)
Bu dua, surenin başı ve uzun ayrıntılı
içeriği ile uyumlu bir bitiş, bir son sözdür.
TABİAT KANUNLARI KARŞISINDA
PEYGAMBERLERİN DURUMU
Bu bölümde karşımıza çıkan ilk incelik
peygamberlere ilişkin şu özel ifade tarzıdır:
"Şu peygamberler..."
Dikkat edersek "Bu peygamberler.."
denmiyor, bunun yerine güçlü ve belirgin bir mesaj içeren yukardaki ifade
tarzı ile peygamberlerden sözetmeye giriyor. Bu kısmın ayetlerini incelemeye
geçmeden önce bu incelik hakkında birkaç söz söylememiz yerinde olur.
Evet "Şu peygamberler..."
Gerçekten "bunlar" karakteristik özelliği
olan, kendine özgü bir grup, orjinal bir topluluk oluştururlar. Her ne kadar
onlar da teker teker bir insan iseler de bu böyledir. Peki kimdir bunlar?
Peygamberlik (Risalet) nedir? Nasıl bir karakteristik özellik taşır? Nasıl
gerçekleşir? Niçin sadece "bunlar" peygamber oldular ve neyin sayesinde
peygamberlık mertebesine ulaştılar?
Bunlar uzun süre kendilerine cevap bulmaya
çalıştığım sorulardır. Bu konuda için için algı alanım öyle duygular ve
anlamlar ile dolu ki, bunları ifade edecek kelime bulmakta güçlük çekiyorum.
Fakat bu duyguları ve anlamları mümkün olduğu oranda kelimelere ve cümlelere
yüklemek gerekir!
İçinde yaşadığımız ve ayrılmaz bir
parçasını oluşturduğumuz bu evrenin dayandığı birtakım köklü ilkeler vardır.
Bu ilkeler yüce Allah'ın bu kâinata sunduğu evrensel kanunlardır. Evren
sistemi bu kanunlar uyarınca gelişimini sürdürür, bu kanunlar gereğince
hareket eder ve bu kanunlara göre çalışır.
İnsan bilgi merdiveninin basamaklarım
çıktıkça bu kanunların bir kısmını keşfeder. İnsanoğlu bu kanunların sınırlı
idrak kapasitesine sığacak kadarını belirli bir süre zarfında keşfeder -ya
da bu kadarı kendisine keşfettirilir-. İdrak kapasitesi ise yeryüzü
halifeliği görevinin üstesinden gelmesine yetecek oranda yaratılmıştır.
İnsan evrensel kanunların bu sınırlı
bölümünü öğrenirken şu iki -kendi açısından- temel araca, şu iki bilgi
edinme yöntemine dayanır: a)Akıl yürütme b)Deney. Bunlar öz nitelikleri
itibarı ile göreli (izafî, relatif) yöntemlerdir; nihaî, kesin ve mutlak
sonuçlar verecek yetenekte değildirler. Bununla birlikte uzun bir zaman
sürecinde kimi zaman insana, genel geçerli (külli) evrensel kanunların bir
kısmını keşfettirirler. Ama başarılan bu keşifler de göreli olma
niteliklerini sürdürürler, nihaî ve mutlak olamazlar. Çünkü bütün evrensel
kanunlar arasında uyum sağlayan, bu kanunların tümüne ahenkli bir bütünlük
kazandıran ana ilke niteliğindeki sır, gizli ve çözümsüz kalır; ne kadar
uzun zaman geçerse geçsin göreli (izafi) ve göreceli (nisbi) insan aklı,
insanın akıl yürütme gücü, bu sırrın özüne yol bulamaz. Çünkü zaman bu
alanda nihaî bir unsur, kesin belirleyici bir faktör değildir. Zaman,
insanın yapısı ve varlık bütünü içindeki rolü gereğince insanın kendisi için
konmuş bir sınırlama, bir ölçü birimidir. İnsanın evren içindeki rolü de
göreli ve görecelidir. Sonra yeryüzü üzerinde yaşayan bütün insan soyuna
sunulmuş olan zamanın göreliliğine sıra gelir, o da göreli ve sınırlıdır.
Bütün bunlardan dolayı bütün bilgi edinme araçları, insanın bu araçlar yolu
ile elde ettiği bütün bilimsel sonuçlar sözünü ettiğimiz görelilik
(izafilik) ve görecelik (nisbilik) dairesinin sınırları içinde kalır.
İşte bu noktada peygamberliğin, yani Allah
tarafından bağışlanan, ledünni (Allah'ın kalbe ilham ettiği bilgi) bir
yetenek sayesinde tüm evrenin dayandığı genel geçerli ana ilke ile
derinliklerinde -sonuçlarını kavramakla birlikte mahiyetini hiçbir zaman
bilemeyeceğimiz bir yolla- iletişim kurabilen özel ve karakteristik yapının
rolü, fonksiyonu gündeme gelir.
İşte vahyi alan, almaya güç yetiren harika
cihaz, bu özel ve karakteristik yapıdır. Çünkü bu karakteristik yapı vahyi
karşılamaya hazırlıklıdır. Bu yapı evren bütününün aldığı ilahi işaretin
aynısını alır, çünkü bu evren bütünü yönlendiren ana evrensel ilke ile
dolaysız biçimde ilişkilidir. Acaba bu karakteristik yapı bu ilâhî işareti
nasıl alıyor, onu hangi cihazla karşılıyor, algılıyor? Bu soruya cevap
verebilmek için Allah'ın (c.c) sadece seçkin kullarına bağışladığı bu
karakteristik yapıya bizim de sahip olmamız gerekir. Oysa "Allah,
peygamberliği kime vereceğini çok iyi bilir." (Enam Suresi, 124) Bu mesele,
aklımızın ucundan geçebilecek büyük evrensel sırların tümünden daha büyük ve
ölçüler üstü derecede önemli bir meseledir.
Bütün peygamberler "Tevhid (Allah'ın
birliği)" gerçeğini kavramışlar ve hepsi de bu gerçeği insanlara duyurmak
için gönderilmişlerdir. Çünkü hepsinin yapısında varolan aynı ana ilkenin
ilhamı, onları bu ilhamın tek olan, birden fazlası sözkonusu olmayan
kaynağına iletmiştir. Bu ilhamın kaynağı birden fazla olamaz, çünkü aksi
halde gerek evrensel ana ilkenin ve gerekse peygamberlerin bu ana ilkeden
aldıkları ilhamın da birden fazla olması gerekirdi. Bu idrak, insanlık
tarihinin alacakaranlıklı başlangıcında, akıl yürütme ve deneye dayalı
nesnel bilgiler henüz ortada yokken, bu birlik (Tevhid) ilkesine işaret eden
evrensel kanunların henüz hiçbiri keşfedilmemişken de vardı.
Bütün peygamberler insanları bir olan
Allah'a kulluk etmeye, ilâhi kaynaktan aldıkları ve duyurmakla
görevlendirildikleri bu gerçeğe çağırmışlardır. Onlar bu ilkeyi, aynı
evrensel ana ilkenin, evrenle bütünleşmiş fıtrata yönelik ilhamının doğal
mantığı gereği olarak kavramışlardı. Bu ilkeyi insanlara duyurma görevini
üstlenmeleri de onun gerçek olduğuna, kendilerine tek olan Allah tarafından
iletildiğine ilişkin mutlak imanlarının sonucu idi. Onlar, fıtratlarında yer
eden güçlü, kuşku götürmeyen ve zorlayıcı ilhama göre birden fazla ilahın
olamayacağını kavrıyorlar, bilinçaltında hissediyorlardı.
Peygamberlerin fıtratlarının bilincinde
yereden bu ısrarlı zorlama, zaman zaman onların Kur'an-ı Kerim'de nakledilen
sözlerinde ya da kimi ayetlerde onları tanıtmak için kullanılan ifadelerde
ortaya çıkar.
Biz bu içten gelen bilinci, meselâ Hz.
Nuh'un (selâm üzerine olsun) kavmine yönelik sözlerini nakleden şu ayetlerde
buluyoruz:
"Nuh dedi ki; `Ey kavmim, ya ben Rabbimden
gelen açık bir mesajın izinde isem, ya O bana katından bir rahmet bağışlamış
ve siz de bunun farkında değilseniz, siz istemediğiniz halde biz size onu
zorla mı benimseteceğiz?
Ey kavmim,ben buna karşı sizden bir mal
istemiyorum; benim ücretimi verecek olan Allah'tır. İman edenleri yanımdan
kovmam sözkonusu değildir, onlar Rabb'leri ile buluşacaklardır. Fakat
görüyorum ki, siz cahilce davranan bir topluluksunuz
Ey kavmim, eğer ben iman edenleri yanımdan
kovarsam Allah'a karşı beni kim savunabilir? Bunu hiç düşünmüyor musunuz?"
(Hud Suresi, 28-30) Aynı ısrarlı içten gelen bilinci Hz. Salih'in (selâm
üzerine olsun) sözlerini nakleden ayette de görebiliriz:
"Salih onlara dedi ki; `Ey kavmim, ya ben
Rabbimden gelen açık bir mesajın izinde isem, ya O bana katından bir rahmet
bağışlamış ise, Allah'a karşı geldiğim takdirde O'na karşı beni kim
savunabilir? Sizin bana, yıkımımı artırmaktan başka hiçbir katkınız olamaz."
(Hud Suresi, 63)
Bu ısrarlı zorlanmışlık duygusunu Hz.
İbrahim'in (selâm üzerine olsun) hayatını anlatan şu ayetlerde de
bulabiliriz:
"Kavmi onunla (İbrahim'le) tartışmaya
girişince onlara dedi ki; `Beni doğru yola iletmiş olan Allah hakkında
benimle tartıyor musunuz? Ben O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam,
Rabbim ne dilerse o olur. Rabbimin bilgisi herşeyi kaplamıştır. Acaba ders
almaz mısınız?
Allah'ın size, ilâh olduklarına ilişkin
hiçbir delil indirmemiş olduğu şeyleri siz O'na ortak koşmaktan
korkmuyorsunuz da ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan niye korkayım?
Biliyorsanız, söyleyin bakalım; sırf Allah'a inananlar ile O'na ortak koşan
iki gruptan hangisi korkmamakta daha haklıdır?" (Enâm Suresi, 80-81)
Bu ısrarlı zorlanmışlık duygusunun aynısına
Hz. Şuayb kıssasında da rastlıyoruz:
"Ey kavmim, ya ben Rabbimden gelen açık bir
mesajın izinde isem, ya O bana kendi katından güzel bir nasip bağışlamış
ise? Size yasakladığım şeyi kendim yaparak size ters düşmek istemiyorum.
Benim istediğim şey, gücümün yettiği kadar eğrilikleri düzeltmektir. Başarım
sadece Allah'a bağlıdır. Sırf O'na dayanır, O'na yönelirim."·(Hud Suresi,
88)
Aynı ısrarlı zorlanmışlık bilinci Hz.
Yakub'un oğullarına söylediği şu sözlere de yansımıştır:
"Ben üzüntümü ve tasamı yalnız Allah'a
açarım. Allah ile ilgili olarak sizin bilmediğiniz şeyler biliyorum." (Yusuf
Suresi, 86)
Gerek bunlarda ve gerekse bunlara benzer
nice örneklerde peygamberlerin fıtratlarına yönelik bu derin ve ısrarlı
mesajın izlerini, onların sözlerinde ve tanıtıcı niteliklerinde görürüz.
Onların sözleri, bu zorlayıcı mesajın vicdanlarının derinliklerinde
bıraktığı etki hakkında bize ipucu veriyor.
Gün geçtikçe insanoğlu nesnel bilgiler
alanında şu evrendeki birlik ilkesine uzaktan işaret eden birçok bulgular
keşfediyor. Bilim adamları şu uçsuz-bucaksız evrende yaratılış (yapı) ve
hareket birliği olduğunun farkına varmışlardır. İnsanoğlunun bilgi edinme
kapasitesinin sınırları içinde bütün evren yapısının temel taşının atom
olduğu ve atomun da aslında enerjiden başka birşey olmadığı ortaya çıktı.
Böylece, evrende varolan madde ile enerjinin atomun yapısında bütünleştiği
ve uzun yüzyıllar boyunca madde ile enerji arasında varolduğu sanılan
ikiliğin gerçek olmadığı ortaya çıktı. Görüldü ki, atomlar yığınından
oluşmuş olan madde aynı zamanda enerjidir, yapısındaki atomlar parçalanınca
enerji türlerinden birine dönüşmektedir.
Yine insanın bilme kapasitesinin elverdiği
ölçüde ortaya çıktı ki, atom, içyapısında sürekli hareket halindedir,
kalbini oluşturan (merkezinde yeralan) çekirdekten ya da çekirdeklerin
çevresindeki yörüngelerinde dönen elektronlardan meydana gelmiştir. Bu
hareket süreklidir ve her atomda aynıdır ve her atom, vaktiyle ünlü İslâm
şairi Feriduddin Attar'ın dediği gibi, çevresinde yıldızların döndüğü bir
güneştir; tıpkı sürekli biçimde yıldızların çevresinde döndüğü şu bizim
güneşimiz gibi.
Evrendeki yapı ve hareket birliği
insanoğlunun farkına vardığı, bilgi birikimine eklediği iki evrensel
kanundur. Bu iki kanun kapsamlı ve büyük birlik ilkesine uzaktan birer
işarettir. İnsan bilgisi, akıl yürütmenin ve deneyin sağladığı imkân
oranında bu ilkeleri keşfetti. Oysa peygamberlerin kendine has ve Allah
vergisi karakteristik yapısı, göz açıp kapayıncaya kadar o geniş kapsamlı ve
büyük birlik kanununu kavrayıverdi. Çünkü bu yapı, o ilkenin mesajını direkt
olarak alıyor, bu mesajı alabilen yalnız odur.
Peygamberler bu evrensel birliğe ilişkin
belgeleri ve kanıtları bilimsel deneyler yolu ile toplamadılar. Fakat onlara
mükemmel ve dolaysız iletişim kurabilen bir cihaz bağışlandığı için aynı
ilkenin mesajını iç iletişim yolu ile direkt olarak almışlar ve bu tek tip
mesajın mutlaka aynı kapsamlı ilkeden gelmiş olması ve aynı kaynaktan çıkmış
olmasının kaçınılmaz olduğunu kavramışlardır. O özel ve karakteristik
yapılara bağışlanmış olan bu ledünnî (Allah vergisi) cihaz, son derece
duyarlı, mükemmel ve geniş kapasiteli idi. Çünkü sözkonusu mesaj birliğinin
arkasındaki kaynak birliğini, şu evrene egemen olan irade ve etkinlik
birliğini anında fark ederek şu evreni çekip çeviren yüce Allah'ın
"birliği"ni iman olarak belirlemiştir.
Şu noktayı hemen vurgulayalım ki, modern
bilim, evrensel birliğin kanıtlarından birini ya da ikisini kavradığını
görüyor diye bu sözleri söylüyor değilim. Çünkü bilim, kendi alanında bazı
şeyleri kimi zaman ispatlar, kimi zaman da reddeder. Onun ulaştığı
"gerçekler"in tümü göreli (izafi), göreceli (nisbi) ve kayıtlıdır, o hiçbir
zaman tek, nihaî ve mutlak bir gerçeğe varamaz. Üstelik bilimsel teoriler,
değişkendir, birbirini yalanlar ve değiştirirler.
Ben evrenin yapı ve hareket birliği
hakkında anlattıklarımı, peygamberlerin algısına yansıyan evrensel birliğe
ilişkin mesajın doğruluğuna katkıda bulunmak amacı ile anlatmış değilim.
Asla. Benim amacım başka. Ben bu anlattıklarımla evrenin mahiyetine ilişkin
eksiksiz, geniş kapsamlı ve doğru düşünce oluştururken dayanılacak algı
kaynağını belirlemeyi hedefliyorum.
Bilimsel keşifler, büyük evrensel birliğin
özüne ilişkin bazı kanıtların bilgisine yol bulabilir, ulaşabilirler. Oysa
peygamberlerin algılama gücü bu birliği çok daha önce geniş, kapsamlı bir
düzeyde ve direkt bir şekilde somutluğa kavuşturmuş, onların ledünni fıtratı
bu ilkeyi mükemmel, yaygın ve dolaysız biçimde kavramıştır. Modern bilimsel
nazariyeler, bu ilkeye ilişkin bazı belgeleri ortaya koymuş olsa da olmasa
da peygamberlere bahşedilen ledünni ilim kesindir, nihaî doğrulardır. Çünkü
bilimsel teoriler, bizzat bilimin araştırma ve gözden geçirme girişimlerine
açıktırlar. Onlar işin başında değişmez şeyler değildirler, sonra da nihaî
ve mutlak değildirler. O halde bunlar peygamberliğin doğru olup olmadığını
belirleyecek kriterler olmaya elverişli değildirler. Çünkü ölçülerin,
kriterlerin değişmez ve mutlak doğrular olmaları gerekir. Bundan dolayı
peygamberlik kurumu, değişmez ve mutlak tek kriterdir.
Bu gerçekten, son derece önemli bir başka
gerçek çıkar ki, o da şudur:
İnsanlığa geniş kapsamlı biçimde yön
verebilecek olanlar, ona evrenin yaratılışı ile, değişmez kanunları ile ve
sürekli geçerliliğe sahip ilkeler sistemiyle uyumlu olarak yön verebilecek
olan, sadece varlık aleminin ilkeler sistemi ile direkt biçimde bütünleşmiş
olan bu özel karakteristik yapılardır. Dolaysız biçimde Allah'tan vahiy
alanlar onlardır. Bu gerekçe ile onlar yanılmazlar, sapıtmazlar, yalan
söylemezler, gerçeği saklamazlar, zaman ve mekan faktörleri kendileri ile
gerçek arasında perde ve engel oluşturmaz. Çünkü bu gerçeği zamandan ve
mekândan münezzeh olan yüce Allah'tan alırlar.
Yüce irade, zaman aralıkları içinde
peygamber göndermeyi diledi. Amaç, insanlığa mutlak gerçeği iletmektir. O
mutlak gerçek ki, insanlar akıl yürütme ve deney yolu ile bunun bir kısmını
ancak yüzlerce asır sonra kavrayabilmişler ve gelecekteki çağlar boyunca bu
araçlarla bu gerçeğin tümünü hiçbir zaman kavrayamayacaklardır. İnsanlar
hesabına bu ilişkinin değeri, attıkları adımları evren ile paralel hale
getirmek, evrenin hareketi ile kendi hareketleri arasında yön birliği
sağlamak, evrenin yaratılışı ile kendi fıtrî yapıları arasında uyum temin
etmektir.
İşte bundan dolayı insanın gerek tüm
varlıklar alemine gerekse kendi öz varlığına gerek tüm varlık aleminin ve
gerekse öz varlığının amacına ilişkin eksiksiz, doğru ve geniş kapsamlı
düşünce sistemini alabileceği tek kaynak vardır. Evrenin kararı, hareketi ve
doğrultusu ile uyumlu, insanları topyekün varlıkları ile "barış"a
kavuşturabilecek tek doğru ve dengeli hayat sistemi, ancak bu düşünce
sisteminden kaynaklanabilir. Bu hayat sistemi ïnsan ile evren arasında,
insanla evrenin yaratılışının doğal uzantısı olan kendi öz fıtratı arasında;
dünyada insan soyu için imkanları hazırlanmış çalışma, girişim, büyüme,
gelişme ve ilerleme alanlarında insanların kendileri arasında "barış"
sağlar.
Tek kaynak, yani peygamber kaynağı. Bunun
dışındaki kaynaklar sapık ve batıldır. Çünkü bu diğer kaynaklar, sözünü
ettiğimiz bütünleşmiş tek kaynakla iletişim halinde değildirler, ondan mesaj
almamaktadırlar.
İnsana sunulan diğer bilgi edinme araçları,
evrenin bazı görüntülerini, bazı kanunlarını, bazı güçlerini yeryüzündeki
halifelik görevinin üstesinden gelmesine, hayatı geliştirip
evrimleştirmesine yetecek derecede sınırlı olarak keşfedebilmesi için
kendisine kısıtlı olarak verilmiştir. İnsan bu alanda gerçekten ileri
adımlar atabilir. Fakat bu adımlar ne kadar ileri olurlarsa olsunlar, insanı
hiçbir zaman mutlak gerçeğin düzeyine ulaştıramazlar. O mutlak gerçek ki,
insanın, hayatını sırf geçici ve değişken durumlar ve şartlar uyarınca
değil, varlık aleminin dayandığı değişmez ve sürekli evrensel kanunlar ve
topyekün insan varoluşunun büyük amacı uyarınca düzenlemek için ona
muhtaçtır. Bu büyük amacı zaman ve mekan şartlarından münezzeh olan yüce
Allah görür, ama zaman ve mekân şartları ile bağımlı ve sınırlı olan insan
bunu göremez.
Ancak bir yolu baştan sona kadar kavramış
olan bir merci bu yolun tümüne ilişkin bir yolculuk plânı yapabilir. Oysa
insanın önünde bu yolun bütününü görmesini engelleyen perde var. Hatta bir
saniye sonrasını bile görmesi engellenmiştir. İnsanın önünde ve içinde
yaşadığı anın önünde, arkasını görmesine imkan tanımayan yere kadar uzanan
bir perde gerilmiştir. Buna göre insan, kendisi için meçhul olan bir yolu
aşmak üzere nasıl plân yapabilir?
Ya çarpıklık, sapıklık ve başıboşluk ya da
evrenin yaratıcısından alınmış yaşama sistemine, peygamberliklerin ve
peygamberlerin sistemine, varlıklar alemi ve bu alemin yaratıcı ile ilişki
halinde olan fıtratın sistemine dönüş...
Ardarda gelen peygamberler insanlığın
elinden tutup onu hidayete ulaştıran aydınlık yolda ileriye doğru yürütüyor.
Oysa insanlık bu yol boyunca ikide bir kervandan ayrılıyor, rotadan sapıyor,
kılavuzun yol gösterici çağrısını umursamıyor, yeni bir kılavuzun gelişine
kadar sapıtmışlığını sürdürüyor. Her defasında biricik gerçek, yenilenen
tecrübeleri ile uyumlu bir şekilde daha olgunlaşmış olarak zihninde
belirginleşiyor.
Böylece son peygamberlik dönemine sıra
gelince insan aklı olgunluk çağına eriyor. Bu gerekçe ile son peygamber,
insan aklına genel geçerli (külli) gerçeklerin tümü ile sesleniyor.
İnsanların bu nihaî ve geniş hatların, çizgilerin kılavuzluğunda sürekli
adımlarla ilerlemesini istiyor. Büyük gerçeğin çizgileri artık yeni bir
peygamberin gelmesini gerektirmeyecek derecede belirginleşmiştir. Sadece
yüzyıllar boyunca ortaya çıkacak yenileyici yorumcular yeterlidir.
Bundan sonra insanlık ya her zaman gerek
kendisine gerekse ilerici ve yenileyici atılımlarına yetecek genişlikte olan
bu şeridin içinde kalarak ilerleyecek ve bu yoldan, başka hiçbir yolla
ulaşamayacağı mutlak gerçeğe erecek ya da yolunun işaretlerinden uzak
düşerek belirsizlik çölünde şaşkın, sapıtmış ve başıboş bir biçimde taban
tepecektir!
253- İşte şu peygamberler.
Bunların bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan kimileri ile Allah
konuştu, kimilerini de derecelerce yükseltti. Meryem oğlu İsa'ya açık
mucizeler verdik, O'nu Ruh-ul Kuds aracılığı ile destekledik. Eğer Allah
öyle dileseydi, bu peygamberlerin arkasından gelen ümmetler, kendilerine
açık belgeler geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar
anlaşmazlığa düştüler. Onlardan kimi iman etti, kimi de kâfir oldu. Eğer
Allah öyle dileseydi, onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah neyi
dilerse onu yapar.
Bu ayet, peygamberleri, diğer insanlardan
ayırıp onların kendilerine özgü kişiliklerini vurguladığı gibi tüm
peygamberlerin ve Peygamberliğin (Risaletin) macerasını da özetliyor. Bu
ayet, yüce Allah'ın bazı peygamberleri diğer bazı peygamberlere üstün
kıldığını, bu üstünlüğün bazı belirtilerini ve göstergelerini açıklıyor.
Sonra da bu peygamberlerin arkasından gelen kuşaklar arasında -açık
belgelerin gelişmesinden sonra- anlaşmazlıkların baş gösterdiğine ve bu
anlaşmazlığın körüklenmesi sonucu patlak veren savaşlara işaret ediyor.
Bunların yanısıra ayet bu peygamberler sonrası kuşaklar arasında kimilerinin
mümin kimilerinin ise kafir olduğunu ve iman yoluyla küfrün, iyilik yoluyla
da kötülüğün savılıp bertaraf edilmesi amacıyla yüce Allah'ın bu kuşaklar
arasında savaşmayı takdir ettiğini açıklıyor. Bu ayetin işaret ettiği bu çok
sayıda gerçek, peygamberler kervanı ile bu misyonun uzun tarihini sembolize
eder. Tekrarlıyoruz:
"İşte şu peygamberler. Bunların bir kısmını
diğerlerinden üstün kıldık." Burada sözü edilen "üstün kılma" olgusu
herhangi bir peygambere takdir edilen, onun çağrısına ve faaliyetlerine alan
oluşturan çevrenin niteliği ile ilgili olabilir. Meselâ sözkonusu
peygamberin bir kabilenin peygamberi ya da bir milletin peygamberi veya
belirli bir kuşağın peygamberi yahut da bütün milletlerin ve kuşakların
peygamberi olması gibi. Bunun yanısıra bu "üstün kılma" olgusu, peygamberin
şahsına ya da ümmetine bağışlanan imtiyazlarla da ilgili olabilir. Ayrıca bu
"üstün kılma" olgusu peygamberlik misyonunun niteliği, insan ve evren
hayatına ilişkin kapsamlılık derecesi ile de ilgili olabilir.
Bu ayet bu konuda Hz. İsa ve Hz. Musa
(selâm üzerlerine olsun) hakkında iki misal vermekte, diğer peygamberlere
ise genel olarak işaret etmekle yetiniyor:
"Onlardan kimileri ile Allah konuştu,
kimilerini de derecelerle yükseltti. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler
verdik, O'nu Ruh-ul Kuds aracılığı ile destekledik."
Yüce Allah'ın bir peygamberle konuştuğu
gerçeği sözkonusu olunca akla hemen Hz. Musa geldiği için adı verilmiyor,
fakat Hz. İsa'nın adı açıkça belirtiliyor. Kur'an'da hemen hemen her zaman
Hz. İsa'nın adı, anasına bağlanarak (anasının adı anılarak) zikredilir.
Bunun hikmeti açıktır. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in indiği dönemde Hz. İsa
hakkında yoğun ve yaygın söylentiler, hurafeler ortalıkta kol geziyordu.
Kimi O'nun -haşa- Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürüyor, kimi O'nun şahsında
Lâhut ile Nasut (ilâh ile insan) karakteristiklerinin birleştiğinden
sözediyor, kimi ise daha da ileri giderek O'nun kişiliğinde insanlık
karakteristiğinin, tıpkı bir bardak sudaki damla gibi eridiğini, böylece
ilâhi karakteristiğin yapısına tek başına egemen olduğunu iddia ediyordu!
O'nun hakkında bunlara benzer daha bir yığın saçma yakıştırmalar üretiliyor
ve bu saçma iddialar kiliselerde ve diğer hıristiyanlık merkezlerinde
şiddetli tartışmalara konu oluyordu. Hatta bu tartışmalar yüzünden Roma
imparatorluğu döneminde çıkan savaşlarda sel gibi insan kanı akıtılmıştı!
İşte bu yüzden, Kur'an-ı Kerim'de, sürekli biçimde Hz. İsa'nın insan olma
niteliği vurgulanıyor, hemen hemen her anılışında anası da zikredilerek,
kimliğinin bu yönünün altı çizilerek anılıyor. Ruh-ul Kuds'e gelince,
Kur'an-ı Kerim bununla ilâhi vahyi peygamberlere ulaştırmakla görevli olan
Cebrail'i (selâm üzerine olsun) kasdediyor. Cebrail, peygamberler için en
önemli ve en büyük destektir. Çünkü peygamberlerin bu seçkin ve önemli görev
için Allah tarafından seçildiklerini müjdeleyen, onlara, uzun ve meşakkatli
yollarında devam etmeleri hususunda sürekli cesaret veren, bu yolculuğun
korku ve dehşet dolu aşamalarında onların kalplerine soğukkanlılık, direnme
gücü ve zafer umudu indiren O'dur. Bütün bunlar birer "destek" türüdür.
Yüce Allah'ın Hz. İsa'ya verdiği belirtilen
"açık mucizeler"e gelince, bu deyim, O'na indirilen İncil'i ve bu kutsal
kitabın yanısıra Allah'ın, O'nun eli ile gerçekleştirdiği çeşitli olağanüstü
olayları içerir. İnatçı yahudilere karşı Hz. İsa'nın gerçek peygamber
olduğunu kanıtlama amacı güden bu olağanüstü olaylar, Kur'an'ın değişik
yerlerinde yeri geldikçe ayrıntılı biçimde anlatılmaktadır.
Ayette bizim peygamberimiz Hz. Muhammed'den
(salât ve selâm üzerine olsun) sözedilmiyor. Çünkü hitap O'na
yöneltilmiştir. Tıpkı bir önceki "Bunlar Allah'ın ayetleridir. Bunları sana
hakka bağlı olarak okuyoruz. Hiç kuşkusuz sen de peygamberlerden
birisin."·(Bakara Suresi, 252) ayetinde olduğu gibi. Yani okumakta olduğumuz
ayetlerin egemen konusu Peygamberimize, diğer peygamberler hakkında bilgi
vermeyi içerir.
Peygamberlerin derecelerine hangi açıdan
bakarsak bakalım, Hz. Muhammed'in en yukarıda olduğunu görürüz. Meseleye
ister peygamberliğin geniş kapsamlılığı ve genelliği açısından, ister hitap
çevresi ve sürekliliği açısından bakalım, bu sonuç değişmez.
İslâm, mutlak anlamda evrendeki en önemli
gerçek olan "birlik" gerçeğine ilişkin en yetkin, en mükemmel düşüncedir. Bu
birlik gerçeği şu alanların birliğini içerir: Benzeri bulunmayan yaratıcının
birliği, tekliği; Sadece "ol" emrinin sonucu olarak bütün varlık alemini
vareden iradenin birliği... Bu iradenin eseri olarak meydana gelen varlık
bütününün birliği... Bu varlık bütününe egemen olan kanunlar sisteminin
birliği... Basit bir hücreden son derece karmaşık insana kadar uzanan
"hayat" olgusunun, "canlılık" realitesinin birliği... Hz. Adem'den O'nun
yeryüzündeki sonuncu torununa kadar uzanan insan soyunun birliği... Tek olan
Allah'tan; aynı zincirin halkalarını oluşturan insanlara gelen dinin
birliği... Bu ilâhi çağrıyı insanlara duyuran peygamberler topluluğunun
birliği... Bu çağrıyı benimsemiş olan mümin ümmetin birliği... Hepsi
birlikte "ibadet" kavramının kapsamına giren insanın Allah'a yönelik tüm
faaliyetlerinin (etkinliklerinin) birliği... Biri amel (eylem) ve öbürü
karşılıklar (ödüller-cezalar) yurdu olan dünya ve Ahiretin birliği... Yüce
Allah'ın insanlar için yasallaştırdığı ve bir başkasına uymalarını kabul
etmediği yaşama biçiminin, hayat sisteminin birliği... İnsanların tüm
düşüncelerini ve hayat sistemlerini dayandıracakları mesaj kaynağının
birliği...
Hz. Muhammed, ruhuyla bu büyük gerçek
arasında mutlak anlamda iletişim kurmayı, aklıyla bu birliği kavrayıp
benimsemeyi ve de kişiliğiyle bu sözkonusu birliği herkesin gözü önünde
pratik hayatında uygulamayı başarabilmiş bir peygamberdir.
Hz. Muhammed, peygamber olduğu andan
dünyanın yıkılacağı ana kadar gelip geçecek olan tüm insanlara gönderilmiş
bir peygamberdir. O'nun peygamberlik misyonunun dayanağı, bilinçli insan
idrakidir, susturucu ve somut mucize türünden de olsa hiçbir zorlamaya
dayanmaz. Bu açıdan onun peygamberliği, insan aklının gelişme döneminin
ilânı niteliğindedir.
Bu gerekçe ile Hz. Muhammed, son peygamber,
O'nun misyonu da Peygamberlik zincirinin son halkasını oluşturmuş, O'nunla
birlikte vahyin akışı kesilmiştir. O'nun misyonu ile sözünü ettiğimiz büyük
gerçeğin ana hatları insanların gözleri önünde belirginliğe kavuşturulmuş;
O'nun aracılığı ile gelecekteki bütün insan kuşaklarının faaliyetlerini
içerecek derecede geniş boyutlu, kapsamlı ve genel geçerli yaşama sisteminin
ilânı gerçekleşmiştir. Artık geriye insan aklının, ilâhi sistemin sınırları
içinde çözüme bağlayabileceği ve yeni bir peygamberlik misyonuna ihtiyaç
duyurmayacak yorumlardan ve ayrıntılardan başka hiçbir problem
bırakılmamıştır.
Kuşku yok ki, insanlığın yaratıcısı olan
yüce Allah insanların kim ve ne olduklarını geçmişte de biliyordu, şimdi ve
ilerde de bilir; aynı zamanda onların karşılaştıkları ve karşılaşacakları
problemleri de bilir. İşte yüce Allah, bu son peygamberlik misyonunun ve
ondan kaynaklanan kapsamlı hayat sisteminin, hayatın gelişimini
yenilenmesini ve özgürce ilerlemesini en iyi şekilde sağlayacak bir sistem
olduğunu da bilir. Buna göre hangi insan yüce Allah'ın kullarının
ihtiyaçlarının çözümünü Allah'tan daha iyi bildiğini ileri sürer ya da ilâhi
sistemin artık yeryüzünde meydana gelen hayata ilişkin gelişmelere ayak
uyduramayacağını iddia ederse yahut yüce Allah'ın iradesinin ürünü olan
hayat tarzından daha yararlı bir hayat tarzı icat edip ortaya koyacağını
sanırsa, kim bu iddialardan birini ya da hepsini ortaya atarsa o kimse şüphe
götürmez derecede apaçık bir kâfirliğe düşmüş, gerek kendisi ve gerekse tüm
insanlık hesabına düşünebileceği kötülüklerin en beterini düşünmüş, Allah'a
karşı açıktan açığa düşmanca bir tavır takındığı gibi, bu son peygamberlik
misyonu aracılığıyla yüce Allah'ın rahmetini sunduğu ve gene bu misyondan
kaynaklanan, dünyanın son bulacağı ana kadar da egemen olmasını arzu ettiği
ilahi yaşam sistemine, ayrıca iyiliğini dilediği insan nesline karşı da
bariz bir düşmanca tutum içine girmiştir.
PEYGAMBERLERE KARŞI
İNSANLARIN TAVRI
Şimdi "şu peygamberler"in bağlıları
aralarında savaşa tutuştular. Peygamberler topluluğunun karakteristik yapı
birliği, tümünün getirdiği mesajlar arasındaki içerik birliği, bu
peygamberlerin bağlılarının anlaşmazlığa düşmelerini ve bu anlaşmazlığın
sonucunda birbirlerini öldürmelerini önlemeye yetmedi.
"Eğer Allah öyle dileseydi, bu
peygamberlerin arkasından gelen ümmetler, kendilerine açık belgeler
geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar anlaşmazlığa
düştüler. Kimi iman etti, kimi de kâfir oldu. Eğer Allah öyle dileseydi,
onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah neyi dilerse onu yapar."
Peygamberlerin ümmetleri arasında patlak
veren bu savaşlar yüce Allah'ın dileğine aykırı olarak meydana gelmedi.
Çünkü şu evrende O'nun dileğine aykırı olarak hiçbir olayın meydana gelmesi
mümkün değildir. İnsan denen bu varlığın şimdi olduğu gibi, şu yapısı ile,
hem hidayete ve hem de sapıklığa yatkın olan şu niteliği ile varolması,
hidayete ya da sapıklığa götürecek yolu seçmenin kendi yetkisinde olması,
Allah'ın dileğinin gereğidir. Bundan dolayı bu yapıdan, onun nitelik ve
yönelmelerinden doğan her sonuç Allah'ın dileğinin çerçevesi içindedir, bu
dilek uyarınca meydana gelmektedir.
İnsan neslinin bireyleri arasındaki yetenek
farklılıkları da böyledir. Bunlar da Allah'ın kanunlarından birinin
sonucudur. Amaç, kaynak ve orjin birliği yanında farklı yeteneklerin ortaya
çıkması, bu değişik yeteneklerin yeryüzü halifeliğinin farklı, çeşitli ve
çok sayılı görevlerine karşılık olmasıdır. Allah'ın muradı fotokopi ile
çoğaltılan kopya sayfalar gibi birbirinin tıpkısı olan insanlar türetmek
değildir. Üstelik yeryüzü halifeliğinin, hayat düzeyini ilerletip geliştirme
fonksiyonunun gerektirdiği görevler çeşitli, çok sayılı ve birbirine
benzemezler. Yüce Allah nasıl bu görevlerin farklılığını diledi ise
yeteneklerin farklılığını da dilemiştir, bu farklılık gelişmenin itici
faktörü olsun. Allah ayrıca her insanı kendisi için hidayeti, doğru yolu ve
imanı aramakla yükümlü kılmıştır. Çünkü her insanda bu yetenek potansiyel
olarak vardır. Bunun yanısıra her insanın önünde evrensel hidayetin
göstergeleri, ipuçları ve bütün zaman boyunca gelen peygamberlerin
rehberlikleri vardır. Hidayet ve iman çerçevesi içinde yetenek
farklılıklarının hayırlı olması, böylece bütün insanların donmuş bir kalıbın
içine sıkıştırılmaktan kurtulmaları mümkündür. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
"Fakat onlar anlaşmazlığa düştüler.
Onlardan kimi iman etti, kimi de kâfir oldu."
Eğer insanlar arasındaki görüş ayrılıkları
bu dereceye varır ve kâfir-mümin farklılaşmasına dönüşürse o zaman savaş
kaçınılmaz olur. "İnsanların bazılarının, diğer bazıları aracılığı ile
savılması", küfrün iman aracılığı ile, sapıklığın hidayet aracılığı ile ve
kötülüğün iyilik aracılığı ile bertaraf edilebilmesi için savaşmak
kaçınılmaz olur böylece. Çünkü küfür, sapıklık ve kötülük yeryüzüne barış ve
huzur getiremez. Ayrıca aralarındaki düşünce ayrılığı mümin-kafir
boyutlarına varan hiçbir insan topluluğu, aynı peygamberin bağlıları
olduklarını ileri süremezler.
Bu ayetin indiği günlerde İslâm cemaati
böyle bir durumla karşı karşıya idi. Mekke müşrikleri İbrahim'in dinine
bağlı olduklarını ileri sürüyorlardı! Medine'deki yahudiler Hz. Musa'nın
dininden olduklarını iddia ederken bu şehirde yaşayan hıristiyanlar ise Hz.
İsa'nın dinini sürdürdüklerini sanıyorlardı. Oysa bu toplulukların hepsi
dinlerinin özünden ve peygamberlerinin mesajından büyük çapta
uzaklaşmışlardı. Dinlerinin aslı ile kendi yolları arasındaki sapma açısı o
kadar genişti ki, "kâfir" sıfatı kendilerine en yakışır nitelik haline
gelmişti. Müslümanlar bu ayetin indiği günlerde müşrik Araplar ile savaş
halinde idiler. Bunun yanında Ehl-i Kitaptan olan kâfir gruplarla da savaşa
tutuşmanın eşiğine gelmişlerdi. Bu gerekçe ile o günlerde inen bu ayet,
aralarında bu derece büyük görüş ve inanç ayrılığı bulunan grupların savaşa
başvurmalarının yüce Allah'ın dileğine ve iznine uygun olduğunu
belirtiyordu:
"Eğer Allah öyle dileseydi, onlar
birbirlerini öldürmezlerdi."
Fakat Allah böyle diledi. İmanın küfrü
bertaraf etmesi için, bütün peygamberler tarafından getirilen ve sapıkların
özünden ayrı düştükleri tek doğru inanç sisteminin yeryüzüne egemen
olabilmesi için böyle olmasını diledi. Yüce Allah biliyordu ki, sapıklık,
olumsuzluğu ile bulunduğu yerde donuk ve rahat durmaz. O kötü karakterlidir.
Bu yüzden mutlaka saldırıya geçer, mutlaka doğru yolda olanları saptırmaya
girişir, mutlaka eğriliği ister ve doğruluğa karşı savaşır. Bundan dolayı
işlerin rayına oturabilmesi için mutlaka onunla savaşa girişilmeli, ortadan
kaldırılmalıdır.
"Ama Allah neyi dilerse onu yapar."
Mutlak bir dilektir bu, yanında etkin bir
güç de vardır. Bu yüce dilek insanların farklı yapıda olmalarını, yollarını
seçme yetkisinin kendi ellerinde olmasını, aralarında doğru yolda
olmayanların başkalarını saptırmalarını, kötülüğün saldırgan olmasını,
eğrilik peşinde koşmasını, hidayet ile sapıklık arasında savaş olmasını,
iman sahiplerinin O'nun tek, belirgin ve hakk doğrultusundaki gerçeği egemen
kılmak için sürekli cihad etmelerini takdir etti. Bunların yanısıra, O'na
göre, ümmetlerin peygamberlerine kuru kuruya bağlılık iddialarının hiçbir
önemi yoktur. Önemli olan bu ümmetlerin aslında neye inandıkları ve ne
yaptıklarıdır. Buna göre bu ümmetlerin özünden sapmış oldukları bir inanç
sisteminin biçimsel mirasçıları olmaları, bu peygamberlere gerçekten
inananların, onlara yönelik cihad bayrağı açmalarına engel değildir.
Yüce Allah'ın Medine'deki müslüman toplum
için belirlediği bu gerçek, zamana bağlı olmayan mutlak bir gerçektir. Zaten
münferit ve çevre şartlarına bağımlı bir olayı fırsat ve vesile olarak
kullanıp sürekli, mutlak bir gerçeği belirlemek, Kur'an-ı Kerim'in her
zamanki bilinen anlatım yoludur.
Bundan dolayı düşünce ayrılığı ve savaşları
anlatan bu ayeti izleyen şimdiki: ayet, "inananlar"a yönelik bir seslenişle
başlıyor ve bu sesleniş, müminleri Allah yolunda mal harcamaya çağırıyor.
Çünkü Allah yolunda malî harcama cihadın ikiz kardeşi ve temel unsurudur:
254- Ey müminler, ne
alış-verişin ne dostluğun ve ne de iltimasın sözkonusu olmadığı gün gelmeden
önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kâfirler,
zalimlerin ta kendileridirler.
Burada müminlere, sevdikleri, kendilerini
bu çağrının sahibine bağlayan ve mümin olmalarını sağlayan sıfatları ile
seslenilerek "Ey iman edenler" nidasıyla söze giriliyor.
Bu çağrı müminleri, Allah'ın kendilerine
vermiş olduğu rızıkların bir bölümünü harcamaya davet ediyor. Yani veren O,
aynı zamanda vermiş olduklarının bir bölümünü harcamaya çağıran da O; "Size
verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın."
Bu çağrı öyle bir fırsata dikkatleri
çekiyor ki, eğer müminler tarafından kaçırılacak olursa bir daha geri
gelecek değildir; "Ne alış-verişin ne dostluğun ve ne de iltimasın sözkonusu
olmadığı gün gelmeden önce..."
Bu öyle bir fırsat ki, eğer müminler onu
kaçırırlarsa ondan sonra artık malların kazanç sağlaması, çoğalması
sözkonusu olmadığı gibi bu çağrıya kulak vermedikleri takdirde ve onu
umursamadıklarında akıbetinden kendilerini kurtaracak bir dostluk ve
iltiması da beklememelidirler.
Ayetin sonunda uğrunda mal harcama çağrısı
yapılan gerekçeye işaret ediliyor. Bu gerekçe cihaddır, kâfirliği ve
kâfirlikte somutlaşan zulmü bertaraf etmektir:
"Kâfirler, zalimlerin ta kendileridirler."
Kâfirler hakka, gerçeğe karşı zalimlik
ederek onu inkâr etmişlerdir. Kendi kendilerine zulmederek mahvolma
yollarına kapılmışlardır. Tüm insanlara zulmederek onları doğru yola
girmekten alıkoymuşlar, inançları yüzünden başkalarına baskı uygulamışlar,
doğru yolu belirsizleştirmişler ve onları başka bir benzeri olmayan
hayırdan; barıştan, rahmetten, gönül huzurundan, dirlikli hayattan .ve inanç
berraklığından yoksun bırakmışlardır.
İmanın kalplere yerleşmesine karşı savaş
açanlar... İmana dayalı sistemin hayata egemen olmasına karşı savaş
açanlar... İmana dayalı şeriatın toplumda yürürlüğe girmesine karşı savaş
açanlar... Bunlar insanlığın en amansız düşmanları ve acımasız zalimlerdir.
Eğer insanlık işin içyüzünü kavrayacak olgunluğa erişmiş olsa zalimleri
uygulamış oldukları zulmü yapmaktan aciz bırakıncaya kadar kovalamaları,
zulümlerine son vermedikçe peşlerini bırakmamaları, bunlara karşı
savaşabilmek için başta canı ve mali olmak üzere nesi varsa ortaya koymaları
gerekir. Bu iş, müslüman toplumun kutsal görevidir. Bu toplumu bu göreve
Allah aday gösteriyor, bu görevi yüzünden bu cemaati yukardaki ayette anılan
mümin sıfatı ile çağırıyor, ona o duygulandırıcı ve derin anlamlı seslenişi
yöneltiyor.
Peygamberlerin arkasından baş gösteren
düşünce farklılıkları, savaşlar ve açık belgelerin gelişi, ayrıca imandan
sonra beliren küfür olgusu ile uyumlu olarak iman temelli düşünce sisteminin
ana esaslarını içeren ve en ayrıntılı alanları ve en belirgin özellikleri
ile tevhid ilkesinin anlamının vurgulandığı bir ayet geliyor. Bu ayet son
derece önemli, derin anlamlı ve geniş kapsamlı bir ayettir:
255- Allah, O'ndan başka
ilâh olmayan, diri, yarattıklarını gözetip yöneten, kendisini uyuklama ve
uyku tutmayandır. Göklerde ve yeryüzünde ne varsa O'nundur. İzni olmadıkça
O'nun katında kim şefaatçi olabilir?
Onların önlerinde ve arkalarında bulunan ve
olup biten herşeyi bilir. Onlar onun bilgisinin sadece dilediği kadarını
kavrayabilirler. O'nun Kürsî'si (egemenliği) gökleri ve yeryüzünü
kaplamıştır. Bunları koruyup gözetmek O'na ağır gelmez. O yüce ve büyüktür.
KUR'AN'DA ALLAH
Bu sıfatların herbiri İslâm düşüncesinin
ana esaslarından birini içerir. Kur'ana Kerim'in Mekke'de inen bölümleri
genellikle bu düşünce yapısını oluşturmayı konu edindi ise de Medine'de?inen
ayetlerde çeşitli münasebetler ile uyumlu olarak İslâm'a bütünü ile temel
dayanak oluşturan bu önemli konu ile karşılaşırız. Bu ana esaslar istikamet
ve belirginlik kazanarak vicdanlarca benimsenmiş kesin gerçeklere
dönüşmedikçe bu ilâhi sistem zihinlerde berraklığa kavuşamaz.
Birinci cüzün başlarında, Allah'ın
sıfatlarının insan vicdanında belirginliğe kavuşmasının olağanüstü önemini
vurgulamıştım. Çünkü cahiliye düşüncelerinin, vicdanların üzerine ağır bir
kara leke çökerten koyu bulutları, çoğunlukla bu gerçeğin belirsizliğinden,
hurafelerin ve masalların baskısı altında kalmasından ve büyük düşünürlerin
felsefï sistemlerinde bile karanlıklara sarılmasından kaynaklanıyordu. Fakat
sonunda İslâm geldi ve bu gerçeği gördüğümüz parlaklığa, aydınlığa
kavuşturdu. Böylece insan vicdanını o koyu bulutların kara baskısından, o
sapıklıktan, zifiri karanlıklar içinde taban tepmekten kurtardı.
Bu ayetin içerdiği sıfatların herbiri yalın
İslâm düşünce sisteminin, bu düşüncenin yanısıra berrak İslâmi sistemin
dayandığı temel esaslardan birini yansıtır:
"Allah, O'ndan başka ilâh olmayan..."
Bu cümle, kesin sözlü bir tek Allah
inancını yansıtır. Burada eski dinlerin başına gelen sapmalara ve
karışıklıklara yer yoktur. Tıpkı Hz. İsa'dan sonra kilise çevreleri
tarafından uydurulan Teslis (üçlü ilâh) inancında görüldüğü gibi. Yine bu
cümlede aslında tek ilâh ilkesine yakın olmakla birlikte içine hurafeler
karıştırılmış, birtakım putperest inançları barındıran bulanıklığın herhangi
bir türüne de yer yoktur. Tıpkı eski Mısırlıların savunduğu tek ilâh
ilkesine dayalı, fakat sonra inanılan ilâhın güneş yuvarlığında ve ona
bağımlı küçük ilâhların varlığında somutlaşıp putlaştırılan inanç sistemleri
gibi.
Bu kesin sözlü ve katıksız tek Allah
inancı, İslâm düşüncesinin dayandığı ve hayatın tümüne ilişkin, İslâm'ın
kaynağını oluşturan temel esastır. Kulluğu ve ibadet eylemlerini sırf
Allah'a yöneltme ilkesi bu düşünceden doğar. Buna göre hiçbir insan
Allah'tan başka bir kimseye kul olamaz, Allah'tan başka hiçbir mercie
ibadete yöneltmez, kendisini Allah'tan ve Allah'ın uygun görüp emre
bağladığı mercilerden başka hiç kimseye itaat etmekle yükümlü sayamaz.
Bu düşünceden şu ilke doğar: Egemenlik
yetkisi sırf Allah'a özgüdür. Bu ilkeye göre kullar için tek yasa koyucu
merci Allah'tır. Kulların koyacakları yasalar, Allah'ın şeriatına dayanmak
zorundadır. Yine bu düşünceden bütün değer yargılarının Allah'a
dayandırılması ilkesi doğar. Bu ilkeye göre Allah'ın terazisinde ağırlığı
olmayan herhangi bir sosyal değer yargısının hiçbir önemi yoktur, Allah'ın
sistemine ters düşen hiçbir gelenek, hiçbir uygulama, hiçbir yasal düzenleme
meşru değildir. Allah'ın birliği ilkesinden, bunlara benzer daha birçok
vicdani duygu sosyal hayat kuralı kaynaklanır:
"...diri, yarattıklarını gözetip
yöneten..."
Tek Allah'ın sıfatlarından biri olan hayat
sıfatı O'nun kendinden kaynaklanır, hayatlarını yaratıcılarının bağışına
borçlu olan tüm yaratıkların hayatı gibi başka bir kaynaktan gelmez. Bu
gerekçe ile bu anlamda bir hayat, sadece Allah'a özgüdür. Aynı zamanda bu
hayat ezelî ve ebedîdir, yani ne başladığı ve ne de bittiği bir nokta
vardır. Başka bir deyimle bu hayat sıfatı, yaratıkların başka kaynaktan
gelen, başlangıcı ve sonu sınırlı hayatlarının ayrılmaz niteliği olan zaman
kavramından bağımsızdır. Bu gerekçe ile bu anlamdaki hayat da sadece Allah'a
özgüdür. Bunların yanısıra bu hayat, insanların görmeye ve bilmeye
alışageldikleri hayat belirtilerinden, canlılık niteliklerinden de
bağımsızdır. Çünkü hiçbir şey yüce Allah'ın benzeri değildir. Bu gerekçe ile
yaratıkların hayatta olduklarını kanıtlayan bütün canlılık belirtilerine
ilişkin benzerlikler ortadan kalkarak insanların zihninde hayat kavramını
tanımlayan bütün niteliklerden bağımsız, mutlak bir hayat sıfatı yüce Allah
ile özdeşleşiyor, böylece insanlığın hayalinde öteden beri dolaşan bu
yoldaki bütün uydurma kavramlar gündemden çıkıyor.
"Kayyum" sıfatına gelince; bu sıfat, yüce
Allah'ın bütün varlıkları gözetip yönetmesi, bunun yanısıra her varlığın
varoluşunun O'na dayanması anlamına gelir. Gerçekten hiçbir varlık, O'nun
yüce varlığına ve tedbirine dayanmaksızın varoluşunu sürdüremez, ayakta
kalamaz. Yoksa mesele eski Yunan filozoflarının en büyüğü olan Aristo'nun
düşündüğü gibi değildir. Ona göre Allah, yaratıklarından hiçbirini düşünmez;
çünkü O, kendi zatından başka hiçbir şey üzerine düşünmeyecek derecede
yücedir. Yani Aristo bu görüşünün, Allah'ı yüceltici, O'nu noksanlıklardan
arındırıcı olduğu kanısındaydı. Oysa diğer yandan, ona göre Allah, yaratıp
kendi haline bıraktığı varlık alemi ile ilişkisini kesmiş oluyordu.
Buna karşılık bu konudaki İslâm düşüncesi
olumsuz değil, yapıcıdır. Yüce Allah'ın bütün varlıkları gözetip yönettiği,
bunun yanısıra her varlığın varoluşunun O'nun iradesine ve tedbirine dayalı
olduğu ilkesine dayanır. Bunun sonucu olarak müslümanın vicdanı, hayatı,
varlığı ve çevresinde bulunan canlı-cansız bütün nesnelerin varlığı, gerek
kendisi ve gerekse çevresindeki bütün nesnelere ilişkin gelişmeleri, hikmeti
ve tedbiri uyarınca çekip çeviren tek Allah'a sürekli olarak bağlıdır.
İnsan, bu hikmete ve tedbire dayalı ve ana hatları çizilmiş kaideler
uyarınca yaşar; değer yargılarını ve kriterlerini bu sistemden alır; bu
arada bu değer yargılarını ve kriterleri kullanırken yüce Allah'ın sürekli
gözetimi (murakabesi) altında bulunur.
"Kendisini uyku ve uyuklama tutmayandır."
Bu sıfat, yüce Allah'ın varlıkları gözetip
yönetmesini ve varlıkların O'nun sayesinde ayakta duruşunu pekiştiren bir
sıfattır. Fakat bu pekiştirme, yüce Allah'ın sürekli gözetleyiciliğini ve
denetim altında tutuculuğunu insanın kolaylıkla algılamasını sağlayan bir
ifade özelliği taşır. Aynı zamanda yüce Allah ile hiçbir varlık arasında
benzerlik olmadığı gerçeğini, "Hiçbir şey O'nun gibi değildir" realitesini
somut biçimde yansıtır. Bu sıfat, gizli uyuklamaktan (dalgınlıktan) ya da
sürekli uykudan Allah'ı arındırmayı, O'nu bu hallerin her ikisinden de
kayıtsız şartsız bir kesinlikle tenzih etmeyi içerir.
Yüce Allah'ın, bütünü ve ayrıntıları ile bu
varlık alemini her zaman ve her durumda gözetip yönettiği gerçeği müthiş bir
gerçektir. İnsan bu gerçeğin ne kadar müthiş olduğunu, bunu derinliğine
düşündüğü, şu dehşet verici evrende yeralan sayısız atomu, hücreyi, canlı
varlığı, cansız nesneyi, bütün bunları gözetimi ve denetimi altında tutan ve
bütün bu varlıkların Allah'ın tedbirine dayalı olarak ayakta durma
gerçeğini, evet bu gerçeği insan ancak kendi dar kapasiteli hayalinde
canlandırdığında ne kadar müthiş olduğunu anlayabilir. Bu, insan idrakinin
tasavvur edemeyeceği bir iştir. Tasavvur edebildiği kadarı -ki o da çok
azdır- ise başları döndürecek, akılları hayrete düşürecek ve kalpleri
huzurla dolduracak kadar müthiştir.
"Göklerde ve yeryüzünde ne varsa O'nundur."
Bu cümle geniş kapsamlı, yaygın, aynı
zamanda mutlak anlamlı bir mülkiyeti ifade eder. Kaydı, şartı, kaybedilme
ihtimali ve ortaklığı olmayan bir mülkiyet kavramı ile karşı karşıyayız. Bu
sıfat, tek ilah ilkesinden türeyen kavramlardan biridir. Yani tek olan
Allah, aynı zamanda tek diri, tek gözetici ve denetim altında tutucu ve
bunların yanısıra tek mülkiyet sahibidir.
Bu sıfat zihinlerde geçen ve algılara
yansıyan biçimi ile ortaklığı reddettiği gibi bunun yanısıra insanların
dünyasında geçerli olması gereken gerçek anlamlı mülkiyet kavramının
oluşumuna da etkin bir katkı sağlar. Çünkü gerçek mülkiyet sırf Allah'a
bağlanınca, ilke olarak insanların hiçbir şeye malik olmadığı sonucu ortaya
çıkar. Bu durumda insanlar, herşeyin mülkiyeti elinde olan, tek aslî mülk
sahibinin vekilleridirler sadece. Bu durumda bu vekillik işlevlerini yerine
getirirken onlara yetki veren asıl mülk sahibinin şartlarına uymak
zorundadırlar. Asıl mülk sahibi bu şartlarını şeriatında açıkça
belirtmiştir. İnsanlar bu şartların dışına çıkamazlar, onları çiğneyemezler.
Yoksa vekillik sözleşmesinden doğan mülkiyet hakları ortadan kalkar, bütün
tasarrufları geçersiz olur ve bu durumda Allah'ın mümin kullarına
böylelerinin tasarruflarına karşı çıkma, bu tasarrufları engelleme görevi
düşer.
Böylece İslâm düşüncesinin, İslâm şeriatını
ve bu şeriata dayanan pratik hayatını nasıl sıkı sıkıya etkilediğini
yakından görüyoruz. Başka bir deyimle yüce Allah "Göklerde ve yeryüzünde ne
varsa O'nundur" buyururken sadece inanç sistemine ilişkin soyut bir gerçeği
belirlemekle yetinmiyor, bunun yanısıra insanlık hayatına ve bu hayatta
geçerli olan ilişkilerin türüne yönelik sistemin temel kurallarından birini
de ortaya koyuyor.
Üstelik sırf bu düşüncenin vicdanlarda
yeretmesi, sırf yüce Allah'ın göklerde ve yerde bulunan canlı-cansız
herşeyin gerçek maliki olduğu realitesinin insan bilincinde kökleşmesi, sırf
insanın "Bu benimdir" dediği herşeyin mülkiyetinin elinden kaydığını
düşünerek bu mülkiyeti, göklerde ve yerde bulunan herşeyi elinde tutan asıl
sahibine geri vermesi, sırf elinde bulunan herşeyin sınırlı süreli bir
emanet olduğunu, süresi dolunca bu ödünç emanetin sahibi tarafından geri
alınacağını bilmesi, sırf bu gerçekleri ve duyguları içinde canlandırması
bile tek başına doyumsuzluğun, tamahkârlığın, cimriliğin, ihtirasın ve
amansız servet yarışının şiddetini düşürmeye, aşırılığını törpülemeye
yeterli bir faktördür. Bu bilinç aynı zamanda vicdana kanaat, elde edilen
rızka ilişkin hoşnutluk, eldeki imkânlar ölçüsünde özveri ve cömertlik
duygularını aşılamanın; insan kalbini varlıkta da yoklukta da güven duygusu
ile doldurmanın da teminatıdır. Böylece kaybedilen ya da elden kaçan maddî
imkânlar karşısında insanın hayıflanması, yazıklanması, kafasına taktığı ve
peşinden koştuğu şeyler uğruna kalbinin yanıp tutuşması önlenmiş olur!
"İzni olmadıkça O'nun katında kim şefaatçı
olabilir?"
Bu sıfat Allah'ın bir diğer sıfatıdır,
ilâhlığın derecesini ve kulluğun konumunu açıklar. Buna göre bütün kullar,
Allah'ın huzurunda kulluk konumunun gerektirdiği yerde dururlar; bu konumu
geçemezler, aşamazlar. Onlar çekingen, boynu bükük, Rabbinin önünde ileriye
doğru adım atmayan, O izin vermedikçe başkalarına şefaatçi olmaya cüret
etmeyen, izne uyarak bu iznin sınırları içinde şefaatçilik etmeye girişen,
edepli bir kulun konumunda dururlar. Aralarında birbirlerinden üstündürler
ve Allah'ın terazisinde de bu üstünlük farklılıkları geçerlidir, ama hepsi
kulun aşamayacağı sınırın önünde dururlar.
Bu cümle, insana yüce ve celil olan
Allah'ın heybeti karşısında saygı ve çekingenlik duygusu aşılar. Cümlenin
olumsuz soru biçimindeki yapısı bu duygulara derinlik kazandırır. Bu sorulu
cümle yapısı bu işin olamayacağını, olmasını düşünmenin bile mümkün
olmayacağını düşündürür. Allah'ın izni olmadıkça O`nun katında şefaatçı
olmaya kalkışacak kim olabilir acaba?
Oysa bu konuda peygamberlerden sonra ortaya
çıkmış bir yığın sapık düşünce vardır. Bu sapık düşünceler, Allah realitesi
ile kulluk realitesini birbirine karıştırmışlardır. Bu mantıksız düşüncelere
göre, Allah -haşa- oğul edinmiş ya da değişik şekillerde ortağı olan veya
birden çok parçanın oluşturduğu bir sentezdir. Kimine göre O'nun -haşa-
katında şefaatçilik eden ve aracılıkları kesinlikle kabul edilen rakipleri
vardır. Kimine göre -haşa- O'nun, yetkilerini O'nun yakını olmaktan alan
insandan vekilleri vardır. Bu gerçeğin ışığında bütün bu saçma düşüncelerin
akla gelmeyecek, duygular dünyasına uğramayacak ve hayale gölgesi düşmeyecek
çirkin, gerçeklerden yoksun uydurmalar olduğu açıkça ortaya çıkar!
İşte bu berrak inanç, İslâm düşüncesine
özgü bir saflık, bir katışıksızlıktır. Bu inançta kavram karışıklığına,
asılsız kuruntulara, titrek görüntülere yer yoktur. Uluhiyet, uluhiyettir;
kulluk da kulluk. Bu iki farklı konum arasında tek bir ortak nokta yoktur.
Allah, Allah'tır; Kul da kul. Bu ikisinin karakteristik özellikleri arasında
hiçbir ortaklık, hiçbir benzerlik yoktur.
Kulun Rabbi ile ilişkisine, Allah'ın kula
yönelik rahmetine, yakınlığına, sevgisine ve yardımına gelince İslâm bu
kavramları onaylar, onları vicdana güçlü bir şekilde aşılar, müminin kalbini
bunlarla doldurup taşırır, onu hayatında bu nimetlerin tatlı ve ılık
gölgelerinin altına alır. Fakat bunu gerçekleştirirken ilâhlık ve kulluk
tabiatlerini birbirlerine karıştırmaz; kavramların tek, belirgin, katışıksız
ve hatları belirli biçimde ortaya çıkmasını önleyecek renk karmaşıklığına,
belirsizlik bulutlarına, kalpazanlığa ve anarşiye meydan vermez.
"İnsanların önünde ve arkalarında bulunan
ve olup-biten herşeyi bilir. Onlar O'nun bilgisinin sadece dilediği kadarım
kavrayabilirler."
Bu gerçek iki kanattan oluşur; bu
kanatların her ikisi de müslümanın Allah'ını tanımlamasında ve O'nun
karşısındaki konumunun belirlenmesinde pay sahibidir. Evet, yüce Allah
insanların önlerinde, arkalarında bulunan ve olup biten herşeyi bilir. Bu
ifade, Allah'ın eksiksiz, geniş kapsamlı ve insanların çevresinde bulunan,
olup-biten herşeyin en ince ayrıntısına kadar uzanan bilgisini dile getirir.
Bu bilgi insanların "önlerindeki"nin, yani şimdiki zamanları ile
görebildiklerinin bilgisini içerdiği gibi algısından yoksun oldukları,
kendileri için perde arkasında kalan geçmişe ve geleceğe ilişkin bilgiyi de
içine alır. Ayrıca bu bilgi her zaman için bildikleri ve bilemedikleri
meseleleri de içerir. Bu ifade genel olarak Allah'ın bilgisinin yaygınlığını
ve herşeyi kapsayan niteliğini anlatan mecazî olmayan yalın bir ifadedir.
İnsanlara gelince onlar sadece Allah'ın bilmelerine izin verdiği şeyleri
bilebilirler.
Bu gerçeğin ilk kanadını Allah'ın
"insanların önlerindeki ve arkalarındaki" tüm nesneleri ve olayları içeren
bilgisi oluşturur. Bu realite insanın ruhunu titretecek, sarsacak
niteliktedir. Çünkü insan vicdanı her an için Rabbinin karşısında tüm
çıplaklığıyla duruyor. O Allah ki, onun önünde ve arkasında bulunan herşeyi
bilir... İnsan vicdanının sakladığı ve açığa vurduğu, bilebildiği ve
bilemediği herşeyi bilir... Onun geçmişine ve geleceğine ilişkin bilmediği
ve anlayamadığı herşeyi bilir. İnsan nefsinin, bütün sırları ile birlikte
Kıyamet günü kendisini hesaba çekecek olan Rabbinin huzurunda çırılçıplak
durduğunun farkında olması, onun derinliklerinde sarsıntılar doğuracak
nitelikte olduğu oranda kalbe, herşeyin açığını-gizlisini bilen Allah'a
teslimiyet duygusu aşılayacak karakterdedir de.
Bu gerçeğin ikinci kanadı ise insanların
sadece Allah'ın bilmelerini dilediği şeyleri bilebilecekleridir. İnsanların
bu gerçek üzerinde uzun uzun kafa yormaları gerekir. Özellikle evrenin ya da
hayatın herhangi bir alanında edindikleri bilgi ile hemen şımarıklığa
kapıldıkları şu günlerde bu kafa yormaya daha çok ihtiyaçları vardır. Ayeti
okumaya devam ediyoruz:
"İnsanlar, O'nun bilgisinin sadece dilediği
kadarını kavrayabilirler." Herşeyi mutlak, kapsamlı ve eksiksiz olarak
bilen, sadece yüce Allah'tır. O, kulları tarafından bilgisinin bazı
bölümlerinin keşfedilmesine izin verir ve bu izni aşağıdaki ayette ifade
edilen vaadini gerçekleştirmek için verir:
"Allah'ın varlığının gerçek olduğu meydana
çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada hem de kendi
içlerinde göstereceğiz."
Fakat insanlar bu gerçeği unutarak Allah'ın
edinmelerine izin vermiş olduğu bilgileri ile şımarırlar. Bu durum evrenin
kimi ilke ve kanunlarına ilişkin edindikleri bilgilerde böyle olduğu gibi,
geçici, bir an için ve ancak bir yere kadar edinebildikleri gayb bilgileri
alanında da böyledir. Hem o alanda ve hem de bu alandaki bilgilerine
güvenerek şımarırlar ve bunun sonucunda kendilerine bu bilgileri edinme
imkânını bağışlamış olan ilk ilâhi müsaadeyi unuturlar, bunu hatırlamazlar,
karşılığında şükretmezler; tersine pohpohlanırlar ve ilâhi bağışa karşı
nankörce davranarak kâfir olurlar.
Oysa Allah, yeryüzü halifeliğini insana
yüklemeyi murad ettiği andan itibaren insana bilgi sunmaya başladı; ona dış
dünyada ve kendi içindeki varlığına ilişkin belgeleri göstereceğini
vaadetti. Bu vaadini gerçekleştirerek günden güne, kuşaktan kuşağa hemen
hemen hep yükselen bir çizgi halinde, yeryüzü halifeliği sırasında kendisine
gerekli olan bazı evrensel kanunları, enerjileri ve güçleri keşfetmesine
imkân tanıdı, böylece onun bu niteliği belirli yolculuğunda kendisi için
takdir edilen gelişmenin doruğuna ulaşmasının önündeki yolu açık tuttu.
Fakat Allah, insana bu kategoriye giren
bilgileri keşfetme izni verdiği ve ona bu keşifleri yapma başarısını sunduğu
oranda ondan, halifelik görevinde ihtiyaç duymayacağı başka birçok sırları
da gizlemiştir. Meselâ hayat sırrını onun bilgisinden gizli tuttu. Bu olgu
onun için çözüm olmayan bir sır olma niteliğini devam ettiriyor, bu konuda
araştırma yapmak halâ uçsuz-bucaksız bir çölde kılavuzsuz olarak taban
tepmeyi andıran boş bir çabadır. O'nun insan bilgisinden gizli tuttuğu bir
başka sır da bir sonraki anda ne olacağı bilmecesidir. Bu bilmece varılacak
yolu olmayan bir gayb alanıdır, önüne öyle kalın bir perde gerilmiştir ki,
insanın onu kaldırma girişimleri yararsızdır. Zaman zaman yüce Allah'ın özel
izni ile aralanan bu perdeden tek tek bazı insanların kalplerine kimi
ışınlar sızıyor, sonra perde iniyor, ortalığa karanlık çöküyor ve insan,
aşamayacağı sınırın önünde durmak zorunda kalıyor.
Allah, insana daha birçok sırrı kapalı
tutmuştur. Yeryüzü halifeliği ile ilgisi olmayan bütün realiteleri onun
bilgisinden gizli tutmuştur. Oysa yeryuvarlağı, güneş ışınlarında görülen
uçan bir toz gibi, boşlukta dönen küçücük bir zerredir sadece.
Böyle olmasına rağmen, Allah'ın izninden
sonra edinebildiği bu sınırlı bilgisi yüzünden şımarıyor, aklı başından
uçuyor da kendisini yeryüzünün ilâhı sanıyor! Bu evrenin bir ilâhı, bir
yaratıcısı olduğunu inkâr ederek kâfir oluyor! Gerçi yirminci yüzyılda bilim
adamları ciddi oranda alçakgönüllülüğe ve hadlerini bilmeye yönelmeye
başladılar, yavaş yavaş kendilerine çok az bilgi verilmiş olduğunu,
edindikleri bilginin alabildiğine sınırlı olduğunu anlamaya başladılar ve
böylece çok şey bildiklerini sanan, cahil bilgiçler ölçüsüz şımarıklıkları
ile başbaşa kaldılar.
"O'nun Kürsî'si (egemenliği) gökleri ve
yeryüzünü kaplamıştır; Bunları koruyup gözetmek O'na ağır gelmez."
Kur'an-ı Kerim'in tasvir üslubu uyarınca
burada, yani mutlak soyutlama anlatımının egemen olduğu bir yerde böyle
somut bir tablo ile karşılaşıyoruz. Çünkü böyle yerlerde somut tablo, kalbe
sunulmak istenen gerçeğe güç, derinlik ve değişmezlik kazandırır. Çünkü
Kürsi (koltuk, taht) normal olarak hükümdarlık, egemenlik anlamında
kullanılır. O halde "Allah'ın Kürsî'si, gökleri ve yeri kaplayınca" O'nun
egemenliği de gökleri ve yeryüzünü kaplamış demektir. Hiçbir mecazi yoruma
girişmeksizin kelimelerin düz anlamlarının toplamından çıkarılacak olan
budur. Fakat somut ifade yolu ile zihinde çizilen tablo, bundan daha sağlam
ve yerinden oynatılmazdır. "Bunları koruyup gözetmek O'na ağır gelmez"
ifadesi için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. O da dolaylı biçimde eksiksiz
kudreti dile getirir. Fakat bu anlam burada somut bir tablo yolu ile,
yorgunluğun ve bıkkınlığın yokluğu tablosu yolu ile anlatılıyor. Çünkü
Kur'an üslubu anlamlara, onları zihinde somutlaştıracak tablolar çiziyor,
böylece bu anlamlar sayesinde insan zihni daha iz bırakıcı, daha derinlikli
ve daha elle tutulur biçimde etkilenir.
Eğer Kur'an'ın kendine özgü üslubunu, ifade
biçimini iyi kavrayacak olursak onun içerdiği bu tür ifadeler etrafında
yapılan tartışmalara girmek gereğini duymayız, bunun yanısıra bu amaçla
Kur'an-ı Kerim'in yalınlığını ve berraklığını büyük oranda bozan Batı
kaynaklı yabancı felsefi kavramları ödünç almaya kalkışmayız. Bu sözlerime
şunu da eklemem yerinde olur ki, Kur'an'da kullanılan "Kürsi" ve "Arş"
terimlerini açıklayıcı ve anlamlarını belirleyici sahih hadislere rastlamış
değilim. Bundan dolayı bu kavramlar üzerinde söylediklerimden daha geniş
açıklamalara girişmemeyi tercih ediyorum. Ayeti okumaya devam edelim:
"Yüce ve büyük olan O'dur."
Ayette geçen Allah'ın sıfatlarını
noktalayan bu cümle bir gerçeği vurguluyor; insan vicdanını onu düşünmeye
özendiriyor, yücelik ve ululuk sıfatlarını Allah'a özgü kılıyor. Çünkü bu
şekli ile ifade "hasr-kasr (tekelleştirme ve özgüleştirme)" anlamı taşıyor.
Çünkü ayet "O, yüce ve büyüktür." demiyor. Böyle demiş olsaydı, sadece bu
sıfatların varlığını belirtmiş olurdu. Bunun yerine "Yüce ve büyük olan
O'dur" diyerek bu sıfatları, ortaksız biçimde de sırf O'na özgü kılıyor.
Gerçekten yücelik ve ululuk sıfatları
sadece Allah'a özgüdür, bu sıfatlarda başka hiçbir ortağı yoktur. Eğer
kullardan biri kendisini dev aynasında görerek bu dereceye yükseldiği
saplantısına kapılırsa Allah onu dünyada horluğa ve aşağılığa, Ahirette de
azaba ve perişanlığa mahkum eder. Nitekim O, bize bu konuda şöyle buyuruyor:
"Orası Ahiret yurdudur. Onu yeryüzünde
böbürlenme :r bozgunculuk peşinde koşmayanlara veririz." (Kasas Suresi, 83)·
Yine yüce Allah, helâk olmanın eşiğindeki
Firavun'dan sözederken "O, kendini beğenmiş bir azgın zorba idi"
buyuruyor.(Duhan Suresi, 31)·
İnsan istediği kadar büyüklük taslasın,
istediği kadar kendini yükseklerde görsün yüce ve ulu olan Allah'ın kulu
olma düzeyinin üzerine çıkamaz. Eğer bu gerçek insanın içine yerleşirse onu
kulluk derecesine oturtur, büyüklük ve azgınlık kompleksini törpüler; onu
Allah korkusuna, Allah saygısına, O'nun ululuğunun ve yüceliğinin bilincine
varmaya, O'nun haklarına karşı saygılı olmaya ve O'nun kullarına karşı
büyüklük taslamaktan çekinmeye sevkeder. Görülüyor ki, bu gerçek, bir yandan
inanç ve düşünce, öteyandan da uygulama ve davranıştır.
İNANÇ HÜRRİYETİ
Yukardaki ayette imana dayalı düşünce
sisteminin temel esasları, en ince noktalarına varıncaya kadar
açıklandıktan, yüce Allah'ın sıfatları ile yaratıkları arasındaki ilişki
aydınlığa kavuşturulduktan sonra bu inancı taşıyan, bu çağrıyı üstlenen ve
yolunu kaybetmiş, şaşkın insanlığa önderlik etme görevini omuzlamış olan
müminlerin hangi yolu izleyecekleri, hangi metodu benimseyecekleri
anlatılıyor:
256- Dinde zorlama yoktur.
Doğruluk ile sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmıştır. Kim Tağut'u,
azgınlığı reddederek Allah'a inanırsa kopması sözkonusu olmayan, sapasağlam
bir kulpa yapışmıştır. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işitir, herşeyi bilir.
257- Allah müminlerin
dostu, kayırıcısıdır. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin
dostları ise Şeytan ve yardakçılarıdır. Bunlar, onları aydınlıktan çıkararak
karanlıklara sokarlar. Onlar, orada ebedi olarak kalmak üzere
Cehennemliktirler.
Bu dinin ortaya koyduğu şekli ile inanç
meselesi, anlatmayı, dinlemeyi ve kavramayı izlemesi gereken bir ikna olma
meselesidir, yoksa bir baskı, bir öfkelenme, bir dayatma meselesi değildir.
İslâm olanca gücü ve enerjisi ile insan idrakine hitap ederek gelmiştir;
düşünen akla seslenmiştir... Konuşan bedahete (dolaysız algılama yeteneğine)
seslenmiştir, aldığı uyarılara karşılık veren vicdana seslenmiştir...
Dengeli-istikrarlı fıtrata seslenmiştir... İnsan varlığının bütününe
seslenmiştir... İnsan idrakinin bütün yönlerine seslenmiştir... Fakat
seslenirken baskıya başvurmamıştır, hatta somut harikaların,
olağanüstülüklerin manevi baskısını bile kullanmaktan kaçınmıştır.
Olağanüstü olaylar, görenleri refleksif bir edilgenlikle inanmaya
sürükleyebilir, fakat insan onları bilinci ile inceleyemez, aklı ile idrak
edemez; çünkü bu tür olayların düzeyi bilincin ve aklın üzerinde olur.
Bu din, insan mantığının karşısına inanmaya
mecbur edici olağanüstü olaylarla bile çıkmaktan kaçındığına göre onun
karşısına kuvvetle ve zorlama ile çıkmaktan, muhataplarına açıklama
yapmaksızın, onları inandırmaksızın, ikna olmalarını sağlamaksızın tehdit,
baskı ve zorlama yolu ile kendini kabul ettirmekten elbette kaçınacaktır.
Oysa İslâm'dan bir önceki din olan
Hıristiyanlık kendini süngü ile, ateşle, işkence ve tepeleme yolu ile kabul
ettirmişti. Bu politikanın yürütücüsü, imparator Konstantin'in hıristiyan
olmasından sonraki Roma İmparatorluğu olmuştu Oysa Roma İmparatorluğu aynı
işkenceleri, daha önce, ikna olarak ve isteyerek hıristiyanlığı kabul etmiş
olan çok az sayıdaki vatandaşına uygulamakta tereddüt etmemişti. Üstelik
Roma İmparatorluğu'nun hıristiyanlık uğruna uygulamış olduğu baskıların ve
toplu kıyımların kurbanları sadece hıristiyanlığı kabul etmeyenler
olmamıştı; devletin mezhebine girmeyen, bu mezhebin Hz. İsa'nın konumuna
ilişkin bazı doğmalarını benimsemeyen değişik mezhep yanlısı hıristiyanlar
da bu amansız vahşetten paylarını almışlardı!
İşte bütün bunlardan sonra gelen İslâm, ilk
açıklamaları arasında şu önemli ve büyük ilkeye yer verdi:
"Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile
sapıklık birbirinden ayrılmıştır."
Bu ilkede yüce Allah'ın insanı
onurlandırdığı; iradesine, düşüncesine ve duygularına saygı gösterdiği,
inanç alanında hidayete ve sapıklığa ilişkin tercihlerinde onu vicdanı ile
başbaşa bıraktığı, bunların yanısıra davranışlarının sonuçlarını ve nefsi
ile hesaplaşma görevini omuzlarına yüklediği açıkça görülür. Bu ilke insan
özgürlüğünün en karakteristik ilkesidir. O insan özgürlüğü ki, yirminci
yüzyılın zorba ideolojileri ve insan onurunu hiçe sayan sosyal düzenleri onu
insanlara çok görüyor. Bu baskıcı ideolojiler ve düzenler, yüce Allah'ın
inanç seçme serbestliği tanıyarak onurlandırdığı insan adlı bu varlığa hayat
düşüncesini ve düzenini serbest iradesi ile seçme hakkı tanımıyorlar; onu
devletin çeşitli propaganda araçları, yoğun yönlendirme önlemleri, bunların
yeterli olmadığı zaman da arkasından gelen kanunları ve oldu-bittileri ile
dayattığı, dikte ettiği düşünceyi ve düzeni benimsemeye zorluyorlar. İnsan
ya evrene egemen olan Allah'ın varlığını ve fonksiyonunu inkâr ederek sözünü
ettiğimiz devlet ideolojisini kabul edecek ya da her an nasıl ve nereden
geleceği belirsiz ölüm tehdidi altında titreyerek yaşayacaktır!
İnanç özgürlüğü, insanı "insan" yapan, ona
bu vasfı gerçek anlamda sağlayan ilk "insan hakkı"dır. İnsanın elinden inanç
özgürlüğünü alan kimse, her şeyden önce onun insanlık niteliğini elinden
almış demektir. Baskıya ve işkenceye uğramama güvencesi altında inancı yayma
ve tanıtma özgürlüğü, temel inanç özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasını
oluşturur. Yoksa inanç özgürlüğü, pratikte hiçbir anlam taşımayan kuru bir
laftan ibaret kalır.
Hiç kuşkusuz varlık bütününe ve hayata
ilişkin en gelişmiş düşünce sistemi, insan toplumu için en tutarlı sistem
olan İslâm, herkesten önce ve herkesinkinden gür bir sesle "Dinde zorlama
yoktur" diye sesleniyor. Bu din, kendi dışındakilerden önce öz
taraftarlarına, insanlara bu dini benimsetmek amacı ile zor kullanmalarının
yasak olduğunu açıklıyor. Durum böyleyken kendilerini devlet otoritesinin
acımasız baskısı ile ayakta tutabilen, muhaliflerine yaşama hakkı tanımayan
zorba ve yetersiz yeryüzü kaynaklı ideolojilerin ve sosyal düzenlerin
yaptıklarına ne demeli?
Bu ayetin ilk cümlesi mutlak olumsuzluk
ifade ediyor; "Dinde zorlama yoktur". Dil bilimcilerinin (Nahivcilerin)
deyimi ile "Nefy-i cins" öntakılı bir cümlecik. Yani zorlamanın her
türlüsünü olumsuzlayan, reddeden bir ifade karşısındayız. Zorlamanın varlığı
kökünden olumsuzlanıyor, reddediliyor. Başka bir deyimle, inanca yönelik
baskı sadece yasaklanmakla yetinilmiyor, varlık aleminden ve olaylar
dünyasından tamamen kovuluyor. Cümlede olumsuz bir üslupla kullanılan
-herşeyi içine alan bir şekilde- bu yasaklama, en etkili ve vurgulu bir
yasaklama biçimidir.
Ayetin devamında insan vicdanını
okşamaktan, onu hidayete teşvik etmekten, doğru yola iletmekten ve artık
apaçık hale geldiği ilân edilen imanın mahiyetini belirtmekten başka birşey
yapılmıyor:
"Doğruluk ile sapıklık birbirinden
ayrılmıştır."
Yani iman, insanın sahip olması ve
titizlikle koruması gereken bir olgunluk (rüşd), buna karşılık küfür,
insanın kaçınması ve üzerine bulaşmasından çekinmesi gereken bir azgınlık,
taşkınlıktır.
Durum gerçekten de böyledir. İman, insana
verilmiş nimetlerin en büyüğüdür. O, insan idrakine katışıksız ve belirgin
bir düşünce bağışlar, insan kalbine huzur ve barış sunar, insan vicdanına
yüce amaçlar ve temiz duygular kazandırır, insanlık için sağlıklı, dengeli,
hayatı gelişmeye ve ilerlemeye doğru itici bir düzen gerçekleştirir. İnsan,
iman nimetini bu şekilde düşününce onun olgunlukla eşanlamlı demek olduğunu
kavramakta gecikmez. Bu gerçeği kabul etmeyecek olanlar, sadece olgunluğu
bırakıp azgınlığı alan, hidayeti bırakıp sapıklığa koşan; kavram
kargaşasını, kuşkuyu ve haysiyetsizliği huzura, güvene ve onurluluğa tercih
eden budalalardır.
Ayetin devamında imanın mahiyeti daha
belirgin, sınırları çizilmiş ve daha açık hale getiriliyor. Okuyoruz:
"Kim tağutu azgınlığı reddederek Allah'a
inanırsa kopması sözkonusu olmayan sapasağlam bir kulpa yapışmıştır.
Küfür, hakettiği, lâyık olduğu bir kaynağa
dayandırılmalıdır ki, bu da "tağut"tur. İman da lâyık olduğu, yakıştığı bir
mercie yöneltilmelidir ki, o da "Allah"tır.
"Tağut", "tuğyan (azgınlık)" kökünün
anlamdaşı (sinonimi)dır. Sağduyuya ters düşen, gerçeği çiğneyen, Allah'ın
kulları için çizdiği sınırı aşan düşünce, sistem ve ideoloji anlamına gelir.
Bu düşüncenin, sistemin ve ideolojinin Allah'a inanmaktan, O'nun koyduğu
şeriatından kaynaklanan bağlayıcı bir kuralı bulunmaz. İlkelerini yüce
Allah'ın direktiflerine dayandırmayan her sosyal sistem, yüce Allah'ın
buyruklarından kaynaklanmayan her kurum, her düşünce, her edep kuralı ve her
gelenek bu kategoriye girer, bu kavramın kapsamına girer. Kim, hangi biçimde
karşısına çıkarsa çıksın, bunların tümünü kökünden reddederek Allah'a inanır
ve ilham kaynağı olarak sadece Allah'ı bilirse o kimse kurtuluşa ermiştir.
Ayette bu kurtuluş "kopması sözkonusu olmayan, sapasağlam bir kulpa
yapışmak" durumu ile somutlaştırılmıştır.
Burada soyut, manevi bir gerçeğe ilişkin
somut bir tablo ile karşı karşıyayız. Allah'a inanmak, asla kopmayacak olan
sağlam bir kulptur, bu kulpa yapışan kimse kurtuluşa götüren yolu kaybetmez.
Çünkü bu kulp, yok oluşun ve kurtuluşun sahibine bağlıdır. Gerçek anlamı ile
iman. Şu varlık alemindeki tüm gerçeklerin dayandığı ilk gerçeğe, Allah
gerçeğine ermek, Allah'ın şu varlık alemi için koyduğu ve varlık alemini
ayakta tutmanın sebebi olarak görevlendirdiği kanunlar sisteminin özünü
kavramaktır. Kim O'nun kulpuna yapışırsa O'nun kılavuzluğu altında O'na
doğru ilerler. Ne tökezler, ne geri kalır, ne aldatıcı başka yollarla
karşılaşır ne pusulayı kaybeder ve ne de yolunu şaşırır. Devam ediyoruz:
"Allah herşeyi işitir, her şeyi bilir."
Dillerden dökülen sözleri işitir,
kalplerdeki saklı duyguları bilir. O halde O'nunla ilişki halinde olan
mümin, başkalarını dolandırmaz, aldatmaz ve kimseye haksızlık etmez.
Daha sonraki ayette hidayet ile sapıklık,
hidayetin ve sapıklığın mahiyeti canlı, hareketli ve somut bir tabloda
canlandırılıyor. Bu tablo müminlerin dostu ve yardımcısı olan Allah'ın nasıl
onların elinden tutarak karanlıktan aydınlığa çıkardığını, buna karşılık
kâfirlerin dostları ve elebaşları olan tağutların ise onları nasıl
ellerinden tutarak aydınlıktan çıkarıp karanlıklara soktuklarını tasvir
ediyor.
Bu manzara hayran bırakıcı, canlı ve
duygulandırıcıdır. İnsan hayatı onu da ötekisini de izliyor. Şuradan gelip
oraya giden insan yığınları gözümüzün önünden akıyor sanki. Bir bu canlı
tabloyu, bir de insan hayalini kımıldatmayan, duygulara dokunmayan, vicdanı
harekete geçirmeyen, manalar ve sözler aracılığı ile sadece zihne seslenen
soyut ve kuru bir ifadeyi düşününüz.
Eğer Kur'an'ın tasvir üslubunun üstünlüğünü
daha iyi kavramak istiyorsak bu canlı tablonun yerine herhangi bir soyut
ifadeyi zihnimizde canlandıralım. Meselâ şöyle diyelim; "Allah, müminlerin
dostu, kayırıcısıdır. Onları imana iletir. Kâfirlerin dostları, elebaşları
ise tağutlardır; onları kâfirliğe, inkârcılığa sürüklerler. İfade gözümüzün
önünde ölüyor; tüm sıcaklığını, hareketini, iz bırakıcılığını yitiriyor.
Bu ifadenin tasvir ediciliği canlılığı,
uyarıcılığı yanında gerçeği ne kadar duyarlı ve titiz bir şekilde dile
getirdiği dikkatlerimizden kaçmamalıdır. Tekrar okuyalım:
"Allah müminlerin dostu, kayırıcısıdır.
Onları karanlıklardân aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları ise, tağut ve
yardakçılarıdır. Bunlar, onları aydınlıktan çıkararak karanlıklara
sokarlar."
Yani iman aydınlıktır, özünde ve yapısında
tek bir aydınlık. Oysa küfür "karanlık"tır; çok sayıda ve değişik nitelikte
karanlıklar. Ama hepsi aslında "karanlık"tırlar.
Hiçbir gerçek, imanı aydınlığa, küfrü de
karanlığa benzetmek kadar doğru ve hassas olamaz.
Gerçekten iman, müminin vicdanına akar
akmaz bütün varlığını aydınlatır. Müminin ruhu iman sayesinde parlar,
şeffaflaşır, arınır ve çevresine aydınlık, parlaklık ve belirginlik ışıkları
saçar. iman nesnelerin mahiyetini, değerlerin mahiyetini ve düşüncelerin
içyüzünü gözler önüne seren bir aydınlıktır. İmanın aydınlığı sayesinde
mümin, bunları algı yanılgısına meydan vermeyen bir belirginlikle;
karışıklığa meydan vermeyen bir açıklıkla ve titreşimsiz bir netlikle
görebilir ve bunlar içinden soğukkanlılıkla, gönül huzuru ile, güven içinde
ve titreşimsiz bir kararlılıkla alacağını alır, bırakacağım bırakır. İman,
evrensel kanunlar sistemine giden yolu meydana çıkaran bir aydınlıktır.
İmanın aydınlığı sayesinde mümin kendi hareketini, çevresindeki ve özündeki
evrensel kanunlar sisteminin akışı ile ahenkleştirir; Allah'a ulaştıran ya
da yavaş yavaş yumuşak adımlarla, gerginlikten uzak bir rahatlıkla,
öteye-beriye çarpmadan, orada-burada tökezlemeden ilerler. Çünkü gittiği yol
fıtratının bilmediği, yabancısı, acemisi olduğu bir yol değildir.
İman, tek yola ileten tek bir aydınlıktır.
Küfrün sapıklığı ise çok sayıda ve değişik karanlıkları içerir. Şahsi arzu
ve ihtiras karanlığı, kılavuzsuzluk ve yolu şaşırma karanlığı, kendini
beğenmişlik ve azgınlık karanlığı, zayıflık ve aşağılık kompleksi karanlığı,
gösteriş ve münafıklık karanlığı, açgözlülük ve kıskançlık karanlığı, kuşku
ve endişe karanlığı ve hadde-hesaba gelmeyen daha bir çok karanlık
türleri... Bu karanlıkların tümü, Allah'ın yolundan sapmakta, Allah'tan
başka bir kaynaktan ilham almakta ve Allah'ın sisteminden başka bir sistemin
hakemliğine başvurmakta toplanır. İnsan, yüce Allah'ın bir ikincisi
bulunmayan aydınlığından, karışıklığa meydan vermeyen biricik gerçeğin
aydınlığından ayrılır-ayrılmaz, kesinlikle değişik, türlü ve farklı
nitelikli karanlıkların içine düşer. Bunların türleri değişik ve nitelikleri
farklı olmakla birlikte hepsi de birer karanlıktır.
Bu yanlış tercihin akıbeti, karanlıkların
taraftarlarına, yardakçılarına yakışacak cinstendir:
"Onlar, orada ebedi olarak kalmak üzere
Cehennemliktirler."
Madem ki, aydınlıktan yararlanarak doğru
yola girmek istemediler, o halde süresiz olarak ateşte kalsınlar. ,
Hakk, gerçek tektir, birden fazla olmaz.
Sapıklığın ise çeşitli renkleri ve çeşitli biçimleri vardır. "Hakktan sonra,
sapıklıktan başka ne var ki?" (Yunus Suresi, 32)
Bu ayetler demetini noktalamadan önce
dinimizde cihadın farz olduğu gerçeği ve tarih boyunca İslâm'ın taraf olduğu
savaşların niteliği ile daha önce incelediğimiz "Fitnenin (bozgunculuğun,
kargaşanın) kökü kazınarak Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar
kâfirler ile savaşınız." (Bakara Suresi, 193) ayetini birlikte gözönünde
bulunduran bir perspektifle "Dinde zorlama yoktur." ilkesi hakkında birkaç
söz söylememiz yerinde olur.
İslâmın bazı kötü maksatlı düşmanları onun
"Dinde zorlama yoktur" ilkesini ortaya koymasına rağmen kendini kılıç yolu
ile kabul ettirdiğini ileri sürerek bu dini çelişkili olmakla suçlarlar.
Diğer bazı düşmanları da İslâmı bu töhmet karşısında savunur görünerek
müslümanların ruhunda yanan cihad ateşini söndürmeye, tarihte İslâmın ortaya
çıkmasında ve yayılmasında bu aracın oynadığı hayati rolün önemini
küçümsemeye yeltenmekte, -kaypakça, uyutma ve aldatma yolu ile- günümüzde ya
da yarın bu araca başvurmanın gerekli olmadığı ve olmayacağı mesajını vermek
istemektedirler. Bütün bu zehirleri, güya İslâm'ı rencide eden bir töhmet
karşısında onu savunuyormuş gibi yaparak kusmaktadırlar.
Birinciler de ikinciler de İslâm'ın
sistemini yozlaştırmak, onun uyarıcı mesajlarını müslümanların zihninde
dumura uğratmak, öldürmek amacı ile aynı cephede İslâm'a karşı savaşan
Batılı şarkiyat uzmanları (oryantalistler) arasından çıkıyor.·(Bu kişilerin
basında Sir T.W. Arnold adlı oryantalist gelir. Onun Dr. İbrahim Hasan ve
kardeşi tarafından "Ed-Davetül İslamiyye" adı altında Arapça'ya çevrilmiş
bir eseri vardır.) Bunlar bu sinsi oyunları cihad ruhu bir daha uyanmasın
diye oynuyorlar. O cihad ruhu ki, savaş alanında onun karşısında bir kere
bile tutunamamışlardır! Yine o cihad ruhu ki, ancak onu zehirledikten, türlü
türlü hileler ile zincire vurduktan, aralarında birleşerek dünyanın her
yanında başına öldürücü ve vahşice darbeler indirdikten sonra pençesinden
kurtularak rahat nefes alabilmişlerdir. Bunların yanısıra emperyalizm ile
müslüman ülkeler arasındaki savaşların cihadı gerektirecek birer inanç
savaşı olmadıkları, bunların sadece pazar, hammadde ve stratejik üsler
uğruna yapılan savaşlar oldukları, buna göre cihadı gündeme getirmek için
ortada hiçbir sebep bulunmadığı aldatmacasını müslümanların beyinlerine
işledikten sonradır ki güven ve rahatlarını daha da perçinlemişlerdir.
Evet, İslâm'ın uzun tarihi boyunca kılıcını
çekerek vuruştuğu, cihad ettiği dönemler olmuştur. Fakat bu kılıçlar hiç
kimseyi zorla müslüman yapmak için değil, cihadı gerektiren birtakım
amaçları gerçekleştirmek, hedeflere ulaşmak için çekilmiştir. Bu hedeflerin
başlıcaları şunlardır.
1- İslâm, her şeyden önce, müslümanlara
yönelik işkenceleri, zulümleri ve fitneleri savmak, bunlara karşı koymak,
bağlılarının can, mal ve inanç güvenliklerini sağlamak için cihada
girişmiştir. Bu amaç doğrultusunda bu surenin daha önceki ayetlerinden
birinde incelediğimiz "Fitne, adam öldürmekten daha ağır bir suçtur"
prensibini ortaya koydu·(Bakara Suresi, 217). Böylece inanca yönelik
saldırıyı, müminlere inançları yüzünden eziyet etmeyi, onları dinlerinden
ayırmaya çalışmayı insan hayatına yönelik saldırıdan daha büyük bir insanlık
suçu saydı. O halde bu kutsal ilkeye göre inanç, hayattan daha önemli, daha
değerlidir. Eğer mümin canını ve malını savunmak için savaşmaya izinli ise
inancını ve dinini savunmak için savaşmaya hâydi haydi izinlidir.
Müslümanlar tarih boyunca, dünyanın çeşitli
yerlerinde inançları yüzünden baskılara, vazgeçirme girişimlerine,
eziyetlere, işkencelere uğramışlardır. Bu yüzden en önemli varlıklarına
yönelen bu zulümlere karşı koymaları kaçınılmazdı. Çünkü bu baskılara ve
eziyetlere inançları yüzünden uğratılıyorlardı.
Meselâ bir zamanların İslâm diyarı olan
Endülüs (yani bugünkü ispanya) müslümanları dinlerinden koparılma amacına
yönelik iğrenç ve vahşi işkenceler ile toplu kıyımlara sahne olmuştu. Bu
zulümlerin benzerleri, katolikliğe karşı direnen diğer hıristiyan
mezheplerinin bağlılarına karşı da uygulanmıştı. Öyle ki, bugünün
İspanya'sında İslâm'ın gölgesine, hatta öbür hıristiyan mezheplerin
gölgelerine bile rastlayamazsınız. Yine bir zamanlar Beytülmukaddes (Kudüs)
ile çevresi de aynı iğrenç haçlı saldırılarına hedef olmuştu. Bu
saldırıların tek amacı İslâm inancının kökünü kazımaktı. Fakat bu bölgede de
müslümanlar inanç sancağı altında silâha sarılarak düşmanlarına karşı
göğüslerini siper etmişler ve son aşamada zafere ulaşarak bu kutsal İslâm
beldesini Endülüs'ün acı akıbetine uğramaktan kurtarmışlardı.
Komünistlerin, putperestlerin,
siyonistlerin ve hıristiyanların pençesi altında bulunan dünyanın çeşitli
yörelerinde bugün de müslümanlar dinlerinden koparılmak istenmekte ve
inançları uğruna baskı görmektedirler. Bu yüzden müslümanlar, eğer gerçek
müslümanlar iseler, bu fitnelere karşı koymak için, bugün de cihad etme
yükümlülüğü ile karşı karşıyadırlar!
2- İkinci olarak İslâm, inanç özgürlülüğünü
gerçekleştirdikten sonra inanç sistemini tanıtma ve duyurma özgürlüğünü de
sağlamak amacı ile cihad etmiş, savaş vermiştir. Sebebine gelince İslâm,
evrene ve hayata ilişkin en mükemmel düşünce sistemini, sosyal hayatı
geliştirecek en ileri düzeni getirdi. Bu nimeti, insanlığın tümüne iletmek,
gene bu nimeti onların kulaklarına ve kalplerine duyurmak için getirdi. Bu
açıklama, anlatma ve ilandan sonra isteyen mümin, isteyen de kâfir olsun,
"Dinde zorlama yoktur." Evet, ama önce bu nimeti, yüce Allah'ın katından tüm
insanlar için gelmiş olan bu nimeti, insanlığın bütününe ulaştırmanın yolu
üzerindeki engeller kaldırılmalıdır, insanların bu ilâhi mesajı işitmelerini
ve doğruluğuna inandıktan sonra, eğer isterlerse, hidayet kervanına,
katılmalarım önleyen engeller yok edilmelidir.
Bu engellerden biri, toplumların ve
milletlerin başında insanların bu ilâhî mesajı işitmelerine izin vermeyen,
bunun yanında İslâm'a girenlere baskı uygulayan zorba rejimlerin
bulunmasıdır. İslâm, bu tağutî, bu zorba rejimleri yıkarak yerlerine adalete
bağlı rejimler kurmayı ve bu rejimler aracılığı ile her yerde hakkı tanıtma
özgürlüğünü, hakkı tanıtmak için didinenlerin güvenliğini sağlamayı
amaçlamıştır. Bu amaç bugün için de geçerlidir. Buna göre müslümanlar, eğer
gerçekten müslüman iseler, bu amaca ulaşmak için bugün de cihad etme
yükümlülüğü ile karşı karşıyadırlar!
3- Üçüncü bir amaç olarak İslâm yeryüzünde
kendi düzenini kurmak, yerleştirmek ve korumak için cihad etti. İslâm,
insanın, insan kardeşi karşısında özgürlüğünü gerçekleştiren tek sosyal
düzendir. Çünkü İslâm, yüce ve büyük olan Allah'a yöneltilmesi gereken tek
kulluğun, tek bir tapınma sürecinin sözkonusu olduğunu belirleyerek bütün
biçim ve türleri ile insanın insana kulluğunu ortadan kaldırır, yasaklar.
Buna göre ortada insanlar için hükümler koyan, hukuk normları koyma yolu ile
insanları boyunduruk altına alan, köleleştiren hiçbir ferde, hiçbir sosyal
sınıfa, hiçbir millete yer yoktur. Sadece herkesin Rabbi olan tek bir Allah
vardır, bütün insanların, önlerinde eşit oldukları, hükümler koyma yetkisi
sadece O'nundur; insanlar itaati ve boyun eğmeyi de sırf O'na yöneltirler.
Tıpkı imanı ve ibadeti de sırf O'na yöneltmeleri gerektiği gibi.
Buna göre bu düzende sırf Allah'ın
şeriatının yürütücüsü olmayan, bu yürütme yetkisi için toplumdan vekillik
almayan hiçbir kimseye itaat edilmez. Çünkü yürütme mevkiindeki görevlinin,
temelde kanun koyma yetkisi yoktur. Çünkü hukuk normları koyma yetkisi
sadece Allah'a aittir, bu yetki ilâhlık olgusunun insan hayatına yansıyan
bir göstergesidir. o halde hiçbir insan, öbür kullar gibi bir kul olduğu,
başka hiçbir ayrıcalığa sahip olmadığı halde bu yetkiyi kullanarak kendisi
için ilâhlık iddiasına kalkışamaz, insanlara karşı ilahlık makamı işgal
etmeye yeltenemez!
Bu ilke, İslâm'ın getirdiği ilâhi düzenin
temel kuralıdır. Bu temel kuralın üzerine tertemiz bir ahlâk düzeni oturur.
Bu düzende her insanın özgürlüğü teminat alımdadır, hatta İslâm inancını
benimsememiş olanların özgürlüğü bile. Bu düzende herkesin dokunulmazlıkları
titizlikle gözetilir, hatta Müslümanlığı kabul etmemiş olanların
dokunulmazlıkları bile. Bu düzende İslâm vatanında yaşayan her yurttaşın
hakları korunur, varsın inançları ne olursa olsun. Bu düzende hiç kimse
zorla müslüman yapılmaz, hiç kimseye dini inançları yüzünden baskı
uygulanmaz, sadece İslâm'ın tanıtımı ve duyurusu yapılır.
İşte İslâm, yeryüzünde bu yüce düzeni
kurmak, yerleştirmek ve korumak için cihad etti. İnsanın insana kulluğu
esasına dayanan, kulların hiçbir hakları olmadığı halde Allah'a ait yetkiyi
kullanmaya yeltendikleri, kendilerini Allah yerine koymaya kalkıştıkları
zorba düzenleri devirmek İslâmın görevi idi. Bunun yanısıra bu azgın
rejimlerin dünyanın her yerinde İslâm'a karşı direnmeleri, onu düşman
bilmeleri kaçınılmazdı. Böyle olunca İslâm'ın onları tepelemesi de
kaçınılmaz oluyordu. Böylece yeryüzünde o yüce düzenini ilân edebilecek,
arkasından bu rejimin egemenliği altında herkesi kendi özel inancında özgür
bırakabilecekti. Onlardan sadece sosyal, ahlâkî, ekonomik ve devletlerarası
hukuk normlarına uymalarını isteyecekti. Bunlar dışında vicdanlarındaki
inançlarında, özel yaşantılarında özgür olacaklar, bu alanlarda inandıkları
gibi davranacaklardı. Bu arada İslâm, bu düzenin sınırları içinde onları
gözetecek, hayatlarını ve inançlarını koruyacak, haklarını teminat altında
bulunduracak, dokunulmazlıklarına el değdirmeyecekti.
Yeryüzünde bu yüce düzeni kurmayı amaçlayan
sözkonusu cihad görevi, "Fitnenin kökü kazınarak Allah'ın dini kesinlikle
egemen oluncaya kadar" yeryüzünde kulların, ilâhlık taslamalarına ve
Allah'ın dini dışındaki bütün sahte dinlerin egemenliklerine son verinceye
kadar, sürekli biçimde müslümanların boynuna borçtur.
Demek ki, İslâm, insanlara kendi inanç
sistemini zorla benimsetmek için kılıç kullanmadı, o bazı düşmanlarının
suçlamalarında ileri sürüldüğü anlamda kılıçla yayılmış bir din de değildir.
O sadece her inançtan insanların himayesi altında güven duyabilecekleri,
sınırları içinde inancını paylaşmasalar bile egemenliğini kabul ederek
yaşayabilecekleri emniyetli bir düzen, bir rejim kurmak için cihad etmiştir.
İslâm'ın yaşaması, yayılması, bağlılarının
inanç sistemlerine güven duyması, yeni müslüman olmak isteyenlerin güven
içinde bu dine katılabilmeleri, bu yapıcı düzenin kurulması ve düşmanlarına
karsı korunması için bu dinin güçlü olması şarttı. Demek ki, cihad,
tarihteki önemi küçümsenebilecek bir araç olmadığı gibi, İslâm düşmanlarının
sinsi mesajlarında en iğrenç metodlarla söylemek istedikleri gibi, İslâmın
bugününde ve geleceğinde zorunlu fonksiyonu olmayan bir silâh da değildir!
İslâm'ın mutlaka bir sosyal düzeni, bir
rejimi olması; bunun için onun mutlaka güçlü olması ve güçlü olabilmesi için
de mutlaka uğrunda cihad edilmesi, savaşılması gerekir. Bu onun ayrılmaz
özelliği, karakteristik vasfıdır, bu olmadan İslâm ne yaşayabilir ve ne de
başkalarına önderlik edebilir.
"Dinde zorlama yoktur'', evet ama "Onlara
karşı elinizden geldiği kadar gerek Allah'ın gerekse özünüzün düşmanlarını
ve bunlar dışında Allah'ın bildiği, fakat sizin bilmediğiniz gizli
düşmanlarınızı yıldırıp caydıracak savunma gücü ve atlı savaş birlikleri
hazırlayınız." (Enfal Suresi, 60)" ayeti de yüce Allah'ın buyruğudur.
İşte İslâm açısından işin aslı budur.
Müslümanlar, dinlerinin özünü, tarihlerinin içyüzünü böyle bilmeli ve
dinleri konusunda sürekli savunma çabası içinde bulunan bir sanık gibi
davranmamâlı, böylesine pasif ve yılgın bir rolü benimsememelidir. Tersine
her zaman kendine güvenen, rahat, yeryüzü kaynaklı düşünceleri, yeryüzü
kaynaklı rejim ve düzenlere ve tüm yeryüzü kaynaklı ideolojilere tepeden
bakan insanların alnı açık tutumunu sergilemelidirler. Buna bağlı olarak
dinlerini, bağlılarının güvenliğini sağlama, saldırgan batilin burnunu kırma
ve getirmiş olduğu nimetten bütün insanları yararlandırma amacını taşıyan
cihaddan soyutlamak isteyen, kendilerine bu zehiri şırınga ederken sözde
İslâm'ı savunuyormuş gibi davranan sinsi düşmanlarının aldatmacalarına
kanmamalıdırlar. O cihad ki,insanlığı ondan yoksun bırakanlar, insanlık ile
onun arasına girenler, insanlığa karşı hiç kimsenin işleyemeyeceği cinayeti
işlemiş olurlar. Böyleleri insanlığın en koyu düşmanlarıdır, eğer insanlık
olgunluğa ermiş olsa, aklını kullansa bunları kovalaması, yakalarını
bırakmaması gerekir. İnsanlık bu olgunluğa ereceği ve aklını harekete
geçireceği güne kadar sözkonusu bu insanlık düşmanlarını, yüce Allah'ın
seçtiği ve iman nimeti ile onurlandırdığı müminlerin kovalaması gerekir. Bu,
onların hem kendilerine ve hem de tüm insanlığa karşı görevleridir. Yüce
Allah'ın önünde bu görevi yerine getirmekle yükümlüdürler.
HAYAT ve ÖLÜM
İlerde okuyacağımız ayetlerin her üçü de
hayat ile ölümün sırrını, hayat ile ölüm gerçeğini ele alıyorlar. Bundan
dolayı bu ayetler İslâm düşüncesinin bir bölümünü oluştururlar. Bu bölüm, bu
cüzün başından beri incelediğimiz ayetlerin belirttikleri temel kuralların
eki, uzantısı olduğu gibi Ayet-ül Kürsi ile ve bu ayetin belirlediği
Allah'ın sıfatları ile birleşmiş bir bütünlük gösterir. Bütün bu ayetler
müslümanın vicdanında ve idrakinde şu evrenin gerçeklerine ilişkin doğru bir
imaj oluşturabilmek, sağlıklı bir kavram meydana getirebilmek için Kur'an'ın
cümlelerine somut biçimde yansıyan sürekli çabanın bir kısmını temsil eder.
Ancak, bu kavram oluşunca doğru, belirgin, değişmez, güvenli ve kesinlikten
kaynaklanan bir bakış açısı ve sağlıklı bir göz algısının perspektifi ile
hayata yönelmek mümkün olabilir.
Çünkü yaşam düzeni, davranış sistemi, ahlâk
ve edep kuralları, inanç esaslı düşünceden ayrı şeyler değildir, tersine ona
dayalı,ondan kaynaklanan sonuçlardır. İnanç sistemi ile, varlık bütününün
mahiyeti ve yaratıcı ile arasındaki ilişkiyi kapsayan yaygın düşünce ile bu
saydıklarımız arasında sıkı bir bağlılık olmadıkça bunların değişmez ve
tutarlı olmaları beklenemez. Bundan dolayı Kur'an'da inanç esaslı düşüncenin
ilkelerine yoğun bir ilgi gösteriliyor. Bu yoğun ilgi, Mekke'de inen
ayetlerin tümünü içerdiği gibi Medine'de inen ve hayata ilişkin yasaları ve
direktifleri dile getiren ayetlerde de insanların dikkatlerini çekme
çabasını sürdürür.
Yukarda okuduğumuz ayetlerin ilki, Hz.
İbrahim (selâm üzerine olsun) ile zamanının bir hükümdarı arasında geçen
karşılıklı konuşmayı, diyaloğu nakleder. Hükümdar, Hz. İbrahim ile Allah
konusunda tartışmaktadır. Ayet, bu hükümdarın ismini vermez. Çünkü sözkonusu
kişinin adının verilmesi, ayetin yansıttığı ibret dersine bir katkı
getirmez. Bu diyalog, Hz. İbrahim ile Allah hakkında tartışmaya girişen
hükümdarın davranışını yadırgar, hayretle karşılar bir üslupla
peygamberimize ve müslüman cemaate sunuluyor. Ayrıca burada sözkonusu
tartışma sahnesini yeniden gözlerimizin önüne getirecek derecede başarılı
bir tasvir sanatı ile de karşı karşıyayız:
258- Allah kendisine
iktidar verdi diye şımararak İbrahim ile Rabbi hakkında tartışmaya girişen
adamı görmedin mi? İbrahim "Benim Rabbim, diriltebilen ve öldürebilendir"
deyince adam "Ben de diriltebilir ve öldürebilirim" dedi. Bunun üzerine
İbrahim "Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de onu batıdan getir, bakalım"
deyince o kâfir adam şaşırıp kaldı, söyleyecek söz bulamadı. Allah zalimleri
hidayete erdirmez.
Öyle anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim ile Allah
üzerine tartışmaya girişen bu hükümdar Allah'ın varlığını kökünden inkâr
eden biri değildi; O sadece Allah'ın birliğine, ortaksızlığına, evreni ve
bütün evrensel olayları tek başına tasarlayıp yönlendirdiğine inanmıyordu.
Tıpkı cahiliye zihniyetli bazı sapıklar gibi. Onlar da Allah'ın varlığını
kabul ediyorlar, fakat Allah'a hayatları üzerinde etkili ve aracı
olduklarını düşündükleri bir takım ortaklar koşuyorlar. Ayrıca bu hükümdar,
egemenliğin sadece Allah'a ait olduğunu, dünyevi gelişmeler ve toplumun
yasal düzenlemeleri konusunda Allah'ın hükmü dışında hiçbir hükmün geçerli
olmayacağı ilkesini de benimsemiyordu.
Öteyandan bu inkârcı ve haddini bilmez
hükümdar, aslında iman etmesini ve Allah'a şükretmesini gerektiren bir sebep
yüzünden inkârcılığa ve haddini bilmezliğe sapıyor. Bu sebep "Allah'ın
kendisine iktidar vermesi", ona yönetim yetkisi bağışlamış olması idi.
Aslında eğer iktidar, Allah'ın nimetini takdir edemeyenlerin,ellerine geçen
nimetin kaynağını idrak edemeyenlerin bayı döndürmese, onları azgınlığa
sürüklemeseydi, sözkonusu hükümdarın bu nimeti bilmesi ve karşılığında
Allah'a şükretmesi gerekirdi. Fakat iktidar sahipleri bu azgınlıkları ve
şımarıklıkları yüzünden nankörlüğü ve kâfirliği, şükrediciliğin yerine
geçiriyorlar ve doğru yola koyulmalarına gerekçe olması beklenen sebep
yüzünden sapıtıyorlar! Çünkü onlar, Allah kendilerine iktidar verdiği için
iktidardadırlar. Allah onlara halka köle işlemi yapmak, yönetimleri
altındakileri yanlarından koydukları keyfi kanunlara uymaya zorlamak yetkisi
vermiş değildir. Onlar da diğer insanlar gibi Allah'ın birer kuludurlar.
Yasal normları, halk gibi, Allah'tan almalı, Allah'ı bir yana bırakarak
keyiflerine göre hüküm ve yasak koymaya kalkışmamalıdırlar. Çünkü onlar
birer vekildirler, asil değildirler!
İşte yüce Allah, bu hükümdarın tutumunu
peygamberimize anlatırken bundan dolayı hayret edici, yadırgayıcı bir üslup
kullanıyor. Tekrarlıyoruz:
"Allah, kendisine iktidar verdi diye
şımararak İbrahim ile Rabbi konusunda tartışmaya girişen adamı görmedin mi?"
"Görmedin mi? ". Bu ifade kınayıcı ve
horlayıcı bir ifadedir; Hem ifadeden ve hem de anlamından, tuhaf karşılama
ve çirkin sayma imajı fışkırır. Çünkü hükümdarın tartışmaya girişmesi, dik
kafalılığı, bunun yanısıra bir kulun, Allah'ın olması gereken yetkiyi
kendine yakıştırmaya kalkışması,bir hükümdarın Allah'ın kanunlarını bir yana
bırakarak halkı kendi keyfi kanunlarına göre yönetmeye yeltenmesi, bütün bu
davranışlar, gerçekten çirkindir, iğrençtir. Devam ediyoruz:
"İbrahim `Benim Rabbim diriltebilen ve
öldürebilendir' dedi."
Öldürme ve diriltme olguları, insanın duyu
organları ile aklının önünde cereyan eden ve her an sürekli tekrarlanan
olgulardır. Bu iki olgu,aynı zamanda. insanı şàşırtan ve idràkini
ister-istemez insan dışı bir kaynağa, yaratıkların fonksiyonları dışındaki
bir fonksiyona yönelten birer sırdırlar. Bütün canlıları aciz bırakan bu
bilmecenin çözümü için varetme ve yok etme gücünde olan Allah'a başvurmaktan
başka çare yoktur.
İnsanlar olarak biz, hayatın ve ölümün
mahiyetini şu ana kadar anlayabilmiş değiliz. Sadece bu olguların
yaşayanlarda ve ölülerde beliren görüntülerini algılayabiliyoruz. Bu yüzden
hayatın ve ölümün kaynağını mutlak anlamda bilmediğimiz bir güce, yani
Alla&127;'ın gücüne dayandırmak, havale etmek zorundayız
İşte bundan dolayı Hz. İbrahim başka hiç
kimsenin ortak olamayacağı, başka hiç kimsenin O'nu sahibi olduğunu ileri
süremeyeceği sıfatı ile Allah'ı tanıtmak ve kendisine kimin ilâh olduğuna
inandığını ayrıca hüküm verici, kanun koyucu olarak kimi gördüğünü soran
hükümdara "Benim Rabbim, diriltebilen ve öldürebilen" "buna göre de hüküm
verme ve kanun koyma yetkisini elinde tutandır" diye cevap verdi.
Bu cüzün başında işaret ettiğimiz ledünni
(Allah vergisi) yeteneklere sahip bir peygamber olan Hz. İbrahim,
"öldürmek"ten ve "diriltmekten" sözederken, hiç kuşkusuz, bu olguları hiç
yoktan var etmeyi kasdediyordu. Bu da yüce Allah'ın elinde bulunan bir
eylemdi, yaratıklarından hiçbiri bu eylemde O'na ortak olamazdı. Fakat Hz.
İbrahim ile Allah konusunda tartışmaya girişen hükümdar, halkı üzerindeki
egemenliğini, yönetimi altındakilere ilişkin ölüm-kalım fermanları verip
bunları yürürlüğe koyma gücünü bir ilâhlık tezahürü, göstergesi gibi görerek
Hz. İbrahim'e şöyle demek istedi; "Ben bu toplumun efendisiyim, onlar
arasında olup-biten herşey benim tasarrufumun sonucudur. O halde ben, önünde
boyun eğmek zorunda olduğun, egemenliğini onaylamakla yükümlü olduğun bir
Rabb'im!" Okuyoruz:
"Ben de diriltebilir (yaşatabilir) ve
öldürebilirim dedi."
Söz bu noktaya gelince Hz. İbrahim, bu
dehşetli gerçeği, can alıp can verme realitesini, insanlığın şu güne kadar
hakkında hiçbir şey öğrenememiş olduğu bu korkunç sırrı hafife alan, onu
ucuz bir polemik konusu yapmaktan çekinmeyen bu şımarık adamla arasındaki
tartışmayı hayatın ve ölümün ne anlama geldiği konusuna kaydırarak uzatmak
istemedi.
Bunun yerine bu gizli evrensel kanunu
bırakarak, açık ve gözle görünür başka bir evrensel kanuna geçmeyi uygun
gördü. Ayrıca "Benim Rabb'im, diriltebilen ve öldürebilendir" sözünde
benimsediği evrensel kanunu ve Allah'ın sıfatını sadece ortaya koyma
metodunu da değiştirerek bunun yerine meydan okumaya, Allah'ı inkar eden,
haddini aşarak O'nun varlığını ve gücünü tartışma konusu yapan bu küstah
adamdan Allah'ın koyduğu bir kanunu değiştirmeyi istemeye karar verdi.
Böylece bu adama, yüce Allah'ın sadece dünyanın ücra bir köşesinde yaşayan
bir topluluğun hükümdarı olmadığını, tüm evrenin hakimi olduğunu, böyle
olmasının kaçınılmaz bir sonucu olarak insanların Rabbi ve onların yasa
koyucusu olması gerektiğini göstermek istiyordu:
"Bunun üzerine İbrahim `Allah, güneşi
doğudan getiriyor, sen de onu batıdan getir, bakalım' dedi."
Güneşin doğudan doğması da hergün
tekrarlanan, bakışların ve idraklerin 'dikkatini çeken, bir kerecik olsa
bile normal zamanını değiştirmeyen, gecikme yapmayan evrensel bir
realitedir. Bu realite insan fıtratına seslenen bir ilâhi tanıktır. Hatta
evrenin yapısı, astronomik gerçekler, bu alanda geliştirilen teoriler
hakkında hiçbir bilgisi olmayan insanlara bile mesaj veren somut bir
belgedir. Zaten peygamberlerin mesajları aklî, kültürel ve sosyal gelişmenin
her aşamasındaki insana hitap eder, onları oldukları yerde bulup ellerinden
tutarlar. Bundan dolayı fıtrata hitap eden, aynı zamanda konuşan ve karşı
konulmaz meydan okuma üslubu benimsenmiş ve bu üslup küstah hükümdarın
yüzüne vurulmuştu:
"Bunun üzerine o kâfir adam şaşırıp kaldı,
söyleyecek söz bulamadı." Meydan okuma, hedefine varmıştı. Durum açıktı.
Yanlış anlamaya, yanlış yorum yapmaya, tartışmaya, polemiğe yer yoktu. Bu
durumda yapılabilecek en iyi şey, teslim olmak, iman etmekti. Fakat
şımarıklık ve büyüklük kompleksi kâfiri; gerçeğe dönmekten alıkoyar. Adam
şaşırıp kalır, nutku tutulur, şaşkına döner. Yüce Allah da onu doğru yola
iletmez. Çünkü doğru yolu aramamıştır, gerçeği istememiştir, normal ve
dengeli olmak gereğini duymuyordur:
"Allah, zalimler güruhunu hidayete
erdirmez."
Yüce Allah'ın Peygamberimize ve müslüman
cemaate sunmuş olduğu bu tartışma, bu sapıklık ve inatçılık örneği olarak,
her dönemdeki davetçilere, inkârcılığa nasıl karşı koyacaklarını öğreten,
onlara kâfirlerin inatçılıkları ile başa çıkabilme eğitimi veren bir tecrübe
olarak müslümanların mücadele birikimi içindeki yerini alıyor. Bu tartışma,
aynı zamanda, berrak İslâmî düşüncenin temelini oluşturan şu gerçeklerin
belirmesine de vesile oluyor: "Benim Rabb'im, diriltebilen ve
öldürebilendir". "Allah, güneşi doğudan getiriyor, sen de onu batıdan getir,
bakalım". Biri insanların kendi öz yapılarına, öbürü ise dış dünyalarına
ilişkin iki gerçek. İki müthiş evrensel gerçek. Bununla birlikte gece-gündüz
sürekli yinelenen, gözler önüne serilen, geniş bilgiye ve uzun boylu
düşünmeye ihtiyaç göstermeyen iki gerçek. Çünkü yüce Allah son derece
merhametlidir. Kullarını iman ve hidayet konusunda gelişmesi gecikebilecek
ve tökezlemeye uğrayabilecek olan bilgi ile hazırlıksız olanların üstesinden
gelemeyebilecekleri düşünceye bağımlı bırakmaz. Oysa iman meselesi kullar
için hayatidir, fıtratlar ondan yoksun kalamazlar, insanların hayatı onsuz
rayına oturamaz, onsuz toplumlar düzene giremez, o olmadan insanlar yasal
sistemlerini,değer yargılarını, edep kurallarını nereden alacaklarını
bilemezler. İşte kullarına karşı son derece merhametli olan Allah bu hayati
meseleyi, sadece fıtratın evrensel gerçekler ile karşılaşmasına bağlıyor.
Evrensel gerçekler ise herkesin gözleri önünde cereyan eder, kendilerini
fıtrata ister-istemez kabul ettiren yalın gerçeklerdir. Bu niteliklerinden
dolayı insan, onların refleksif mesajlarına ancak zorlukla, meşakkatle, özel
bir gayretkeşlikle, kendini zora koşmakla ve inatçılıklarıyla
uymayabilirler.
İnsan denen varlığın yaşaması için
kaçınılmaz olan diğer temel ihtiyaçlar konusundaki durum ne ise inanç
konusunda da aynı durum sözkonusudur. Meselâ, insan yiyecek, içecek, hava
gibi, bunların yanısıra çiftleşme ve çoğalma gibi temel ihtiyaçlarının
peşinden fıtri bir dürtü ile koşar, bu hayati ihtiyaçlarının tatminini,
karşılanmasını, düşüncesinin gelişip olgunlaşacağı ya da bilgisinin artıp
genişleyeceği güne ertelemez. Aksi halde hayatını yokluğun kucağına atmış
olur. İşte iman da insan için tamtamına yiyecek, içecek, hava gibi hayati
bir ihtiyaçtır. Bundan dolayı, yüce Allah, bu ihtiyacın tatminini, evrenin
gerek insan yapısına ve gerekse dış dünyasına ilişkin tüm sayfalarına
yansıyan ayetleri ile fıtratın karşılaşmasına bağlıyor.
ÖLÜMDEN SONRA DİRİLME
Bir sonraki ayette konusu yine ölümün ve
hayatın sırrı olan bir başka kıssa ile karşılaşıyoruz:
259- Ya da bütün yapıları
temelleri üzerine yığılmış ıssız bir kasabaya uğrayan kimseyi görmedin mi?
Acaba Allah, burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek?' dedi. Bunun üzerine
Allah onu öldürdü ve yüz yıl sonra tekrar diriltti. `Ne kadar süre ölü
kaldın' dedi. Adam `Bir gün, ya da daha az bir süre ölü kaldım' dedi. Allah
`Hayır, yüz yıl süresince ölü kaldın, yiyeceğine ve suyuna bak, hiç
bozulmamış. Eşeğine bak. İnsanlara ibret dersi olasın diye seni böyle
yaptık. Şu kemiklere bak, onları nasıl birleştirip arkasından üzerlerine et
giydiriyoruz.
Adam işin içyüzünü iyice anlayınca
:4llah'ın herşeyi yapabileceğini kesinlikle biliyorum' dedi.
Acaba bu "ıssız kasabaya uğrayan adam" kim?
Sözkonusu kişinin uğradığı, bütün binaları temelleri üzerine
yığılmış,alt-üst olmuş bu kasaba acaba neresi? Kur'an bu sorulara cevap
vermiyor. Eğer Allah dileseydi, bu soruların cevaplarına yer verirdi. Eğer
ayetin hikmetinin gerçekleşmesi bu soruların cevaplarına bağlı olsaydı,
Kur'an bunlardan mutlaka söz ederdi.
Biz şimdi -Bu kitapta şimdiye kadar hep
yapageldiğimiz gibi- şu görüntüler önünde duralım. Etkileyici, belirgin ve
duyurucu hatlarla gözlerimizin önünde canlanan bir tablo. Ölüm, çürümüşlük
ve yıkıntı tablosu. Bu tablo ilk önce "Bütün yapıları temelleri üzerine
çökmüş" tanıtımı aracılığı ile canlılık kazanıyor. Arkasından kasabaya
uğrayan adamın, "Allah, burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek?" şeklindeki
sözlerinde dile gelen duyguları bu canlılığı perçinliyor.
Bu sözleri sarfeden kişi aslında Allah'ın
varlığına inanan biri. Fakat önünde duran çürümüşlük, yıkıntı tablosu, bu
tablonun zihninde bıraktığı iz, kendisini şaşkınlığa sürüklüyor, bu duygunun
etkisi ile gördüğü şu çürümüş ve enkazdan ibaret kalmış kalıntıların nasıl
yeniden diriltileceğini soruyor. Ancak bir tablo, bu kadar sarsıcı ve derin
boyutlu bir imaj verebilir. İşte Kur'an bu şekilde ifade ışınlarını ve
imajlarını saçar ve bunlar aracılığı ile gözlerimizin önünde bir tablo
canlandırır, bize anlattığı tarihi an, sanki gözlerimizin ve duygularımızın
önüne dikilmiş gibi olur. Tekrarlıyoruz:
"Acaba Allah, burayı, ölümünden sonra nasıl
diriltecek?"
Bu ölü kalıntıların kalıbına hayat nasıl
yürüyecek? Devam ediyoruz:
"Bunun üzerine Allah onu öldürdü ve yüzyıl
sonra tekrar diriltti."
Allah, sözkonusu kişiye bu yeniden diriltme
olgusunun nasıl olduğunu sözle anlatmıyor, bunun yerine uygulamalı olarak
gösteriyor ona bu işin nasıl olduğunu. Çünkü insanın duyguları ve
etkilenimleri kimi zaman o kadar sarsıcı, o kadar derin boyutlu olur ki,
bunları ne aklî delil ne vicdanın dolaysız mantığı olan sağduyu ve ne de
herkesin gördüğü genel realite tatmin edemez. Tatmin olmaları için mutlaka
aracısız, kişisel tecrübe gereklidir. Ancak, bu şahsi tecrübenin sonuçları
idrak alanını doldurabilir ve söze hacet bırakmaksızın kalbi tatmin
edebilir:
"Ne kadar süre ölü kaldın?' dedi. Adam
`Birgün, ya da daha az bir süre ölü kaldım' dedi."
Bu kişi ne kadar ölü kaldığını nereden
bilsin. Çünkü zaman algısı, ancak hayatın ve bilincin varlığı halinde
oluşabilir. Üstelik insan algısı bu konuda duyarlı bir kriter değildir.
Çünkü aldanabilir, yanılabilir. Bunun sonucunda belirli şartların etkisi
altında çok uzun bir zaman parçasını kısa olarak görürken yine bazı özel
şartların sonucu olarak kısacık bir anı bir yüzyıl kadar uzun sanabilir:
"Hayır, yüzyıl süresince ölü kaldın."
Bu tecrübenin karakteristik niteliğine,
yani somut ve pratiğe dönük bir tecrübe oluşuna bakarak burada "yüzyıl"ın
izlerini gösteren somut belirtiler bulunduğunu düşünebiliriz. Bu somut
belirtileri adamın yiyeceğinde ve suyunda aramamız yersiz olur. Çünkü
bunların çürümedikleri açıkça belirtiliyor:
"Yiyeceğine ve suyuna bak, hiç bozulmamış."
O halde bu somut belirtiler ya adamın
kendisinde ya da eşeğinde beliriyordu:
"Eşeğine bak. İnsanlara ibret dersi olasın
diye seni böyle yaptık. Şu kemiklere bak, onları nasıl birleştirip
arkasından üzerlerine et giydiriyoruz."
Kimin kemikleri? Acaba adamın kendi
kemikleri mi? Eğer bazı tefsir bilginlerinin dediği gibi etlerinden soyunan
kemikler adamın kemikleri olsaydı, bu durum, canlanınca adamın dikkatini
çeker, hatta irkilmesine yolaçardı. O zaman da ne kadar zaman ölü kaldığı
sorusuna "Bir gün, ya da daha az bir süre ölü kaldım." diye cevap vermezdi.
Bundan dolayı biz, etleri dökülerek çürüyen
kemiklerin, sözkonusu kişinin eşeğinin kemikleri olduğunu daha güçlü bir
ihtimal kabul ediyoruz. Sonra bu kemiklerin biraraya getirilerek
birbirlerine eklenmeleri, arkasından üzerlerine et giydirilerek
canlandırılmaları ve bu olayların hiçbir organı çürümemiş, yiyeceği ve suyu
bozulmamış olan adamın gözleri önünde meydana gelmesi Allah'ın gücünün
sınırsızlığını kanıtlayan bir mucizedir. Ayrıca sözkonusu varlıkların hepsi
aynı yerde bulunduğu, aynı ortam ve hava şartlarının etkisine açık oldukları
halde akıbetleri birbirinden farklı oldu. Bu da hiçbir işin zor duruma
düşüremeyeceği, bütün kayıt ve şartlardan bağımsız olarak yapacağını
yapabilen ilâhi gücün varlığını gösteren bir başka kanıttır. Bu kanıt aynı
zamanda o insana, yüce Allah'ın bu kasabanın ölmüş canlılarını nasıl yeniden
dirilteceğini kavrama fırsatı vermiştir.
Peki bu harika, bu olağanüstü olaylar
zinciri nasıl meydana geldi? Nasıl olacak, bütün diğer olağanüstü olayların
meydana gelişi gibi. İlk canlının ortaya çıkışının olağanüstülüğü gibi.
Çoğunlukla bu olağanüstü olayın nasıl meydana geldiği bile aklımıza gelmez.
Onun nasıl meydana geldiğini de çoğu kez hatırımızdan çıkarırız. İlk
canlılığın oluşumunu da bilmiyoruz. Sadece biliyoruz ki, ilk oluşum Allah
tarafından ve O'nun istediği biçimde gerçekleşmiştir.
İşte Darwin. En büyük biyoloji uzmanı.
Canlılar ve canlılık olayına ilişkin teorisinde en karmaşık canlıdan
başlayarak basamak basamak aşağıya iniyor, canlılık süreci boyunca ilkele
doğru aşama aşama derinleşiyor. Sonunda canlılığı ilk hücreye indiriyor ve
süreci orada durduruyor, bu ilk hücredeki canlılığın kaynağını
belirleyemiyor. Fakat insan mantığının kabul etmek zorunda olduğu, fıtrat
mantığının benimsemeye can attığı realiteyi de kabul etmiyor. Bu realite
şudur. Mutlaka bu ilk hücreye canlılık veren bir güç kaynağı var. Darwin bu
gerçeği birtakım sebepler yüzünden kabul etmiyor. Bu sebepler bilimsel
değil, kilise ile arasında meydana gelen çatışmadan kaynaklanan tarihi
sebeplerdir. İşte bu çatışmanın doğurduğu duygusallık sonucunda diyor ki:
"Canlılık olgusunu bir yaratıcıya bağlayarak açıklamak, tamamen mekanik bir
sisteme olağanüstü bir unsurun etkisini karıştırmak gibi birşeydir!"
Hangi mekanik sistem? Canlılık olgusu,
mekanikliğe en uzak olan olgu. Üstelik sürekli gözler önünde cereyan eden bu
olgu, sırları araştırılsın diye, insan mantığı üzerinde yoğun bir baskı
uyguluyor.
Nitekim Darwin'in kendisi de insan idrakini
ilk hücrenin ardında gizli duran etkeni kabul etmeye refleksif biçimde
zorlayan bu fıtrat mantığının baskısından kurtulmak amacı ile herşeyi "ilk
sebeb"e indirgiyor. Fakat sözünü ettiği ilk sebebin ne olduğunu söylemiyor.
Peki -aslında üzerinde çok şey söylenebilecek olan teorisine göre- ilk başta
canlılığı meydana getirebilen ve hücreyi, başka bir yol izleyerek değil de
kendisinin izlediğini varsaydığı yol,boyunca ilerletip geliştirebilen bu ilk
sebep nedir ki? Bu gerçeklerden kaçmak spekülasyondan ve işi yokuşa
sürmekten başka birşey değildir.
Tekrar ayetin anlattığı olağanüstü olaya
dönüyor ve soruyoruz: Aynı yerde ve aynı dış şartların etkisi altında
bulunan nesnelerden biri çürürken diğerinin çürümemesini ne ile
açıklayabiliriz? Aynı şartların ortak etkisine maruz kalan nesnelerin
akıbetleri arasındaki bu farklılığı, ne ilk can verme ve ne de tekrar
canlandırma harikalarına bağlayarak açıklayamayız.
Bu olguyu açıklayabilecek olan gerçek,
ilâhi iradenin kayıtsız-şartsız serbestliği gerçeğidir. İlâhi irade bizim
tarafımızdan karşı çıkılmaz, istisna tanımaz, bağlayıcı, zorunlu ve genel
olan, kabul edilen kanunlara bağımlı değildir. Eğer biz kendi
varsayımlarımızı, kendi akli ve "bilimsel!" bulgularımızı yüce Allah'a
empoze etmeye, Allah'ın bunlara -haşa!- bağımlı olduğunu düşünmeye
kalkışırsak bu, ilâhi iradeye karşı içine düşebileceğimiz en büyük yanılgı,
işleyebileceğimiz en büyük kabahat olur. Bu yanılgıdan daha birçok
yanılgılar doğar ki, başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz:
1- Nasıl olur da bizim tarafımızdan dile
getirilmiş, sınırlı araçlarla gerçekleştirilen deney verilerimizin yine
sınırlı olan aklımız tarafından yapılan yorumlardan elde edilmiş kanunlar
ile mutlak kudret sahibi olan Allah'ı yargılayabilir, O'na ilişkin hükümler
verebiliriz?
2- Diyelim ki, bu elde ettiğimiz sonuç,
gerçekten evrenin tarafımızdan kavranabilmiş kanunlarından biridir. Peki,
bunun nihaî, genel geçerli ve mutlak bir kanun olduğunu, onun arkasında o
konuya ilişkin başka bir kanunun olmadığını biz nereden bilebiliriz.
3- Diyelim ki, elde ettiğimiz sonuç, nihaî
ve mutlak bir evrensel kanundur. Olabilir, ama mutlak irade, kendisinin
ortaya çıkardığı kanunlarla bağımlı değil ki,onlara uymak zorunda değildir
ki. O, düşünülebilecek her durumda, her anlamda serbesttir, serbestlikten
ibarettir.
Ayetin hikâye ettiği tecrübe işte böylece
fonksiyonunu yerine getirerek ilerdeki İslâm davetçilerinin deneyim
birikimine ve imana dayalı doğru düşünce birikimine eklenen bir halka
oluyor. Bu tecrübe ölümün ve hayatın mahiyetine değinerek bu olguları
Allah'a bağlayan, ana fonksiyonu yanında az önce değindiğimiz bir başka
gerçeği, yani ilâhi iradenin serbestliği gerçeğini de vurguluyor. Kur'an-ı
Kerim, bu gerçeğin insanların vicdanlarına iyice yerleşmesine son derece
büyük önem veriyor. Çünkü ancak bu kalpler, görünür sebepleri ve dillerde
gezen mantık önermelerinin sınırlarını aşarak doğrudan doğruya Allah'a
bağlanırlar. Çünkü Allah neyi isterse onu mutlaka yapar. Nitekim ayetin
anlattığı bu tecrübeyi yaşayan o insan da bunu söylüyor:
"Adam işin içyüzünü iyice anlayınca
`Allah'ın herşeyi yapabileceğini kesinlikle biliyorum' dedi."
ÖLÜ İKEN CANLANAN KUŞLARIN
KISSASI
Sonuncu ayet, bu konuya ilişkin üçüncü
tecrübeyi peygamberler arasında Kur'an bağlılarına en yakın peygamber olan
Hz. İbrahim'in yaşadığı tecrübeyi içerir. Okuyoruz:
260- Hani İbrahim `Rabbim,
bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster' dedi. Allah `Yoksa buna inanmıyor
musun?' deyince İbrahim Tabii inanıyorum. Fakat kalbim kesin kanaat getirsin
diye bunu istiyorum' dedi.
Bunun üzerine Allah ona dedi ki; `Dört kuş
al, bunları önüne koyup yakından incele, sonra kesip parçalarını birer dağın
üzerine at, arkasından onları çağır, koşa koşa sana geleceklerdir. İyi bil
ki, Allah üstün güçlüdür ve hikmet sahibidir.
Burada Allah'ın yaratma sanatının içyüzünü
yakından görmeye yönelik bir arzu karşısındayız. Bu arzu içli, yumuşak
huylu, mümin, hoşnut, Allah karşısında çekingen, ibadete düşkün, Allah'ın
yakını ve dostu Hz. İbrahim'den geliyor. Hz. İbrahim'in dile getirdiği bu
arzu, Allah'ın yaratma sanatının esrarını görme beklentisine ve özlemine
ilişkin olarak Allah'ın önde gelen kullarının bile kalplerinde ne gibi
çırpıntılar meydana geldiğini ortaya koyar!
Bu arzunun, imanın varlığı, sarsılmazlığı,
eksiksizliği ve kararlılığı ile ilgisi yok. İman için delil ya da
güçlendirici arayışı da değil sözkonusu olan. Bu arzu başka bir şey, değişik
bir hazzı içeriyor. Bu arzu ilâhî sırrın mahiyetine,oluş ve gerçekleşme
anında tanık olmaya ilişkin bir ruhi özlemdir. Bu fiilî deneyin insan
ruhunda uyandırdığı haz, görmeden inanmanın meydana getirdiği hazdan
farklıdır. Sözkonusu olan kişi Allah'ın dostu, İbrahim bile olsa bu
böyledir. O İbrahim ki Rabbine soru yöneltiyor ve Allah da kendisine cevap
veriyor. Bundan öte bir iman ya da iman delili düşünülemez. Fakat Hz.
İbrahim, kudret elini çalışma, işleme anında görmek istedi. Bu
içli-dışlılığın vereceği hazzı tadarak doyumuna kavuşmak, havasını solumak,
onunla içiçe yaşamak diledi. Bu O'nun daha ötesi olmayan imanından başka
birşeydir.
Ayetin anlattığı deney ve o arada geçen
karşılıklı konuşmalar, bu hazların merak ve beklentisi ile çarpan kalpte
-Hz. İbrahim'in kalbinde-, bu imana ilişkin hazların çok sayıda olduklarını
ortaya koyuyor. Tekrarlıyoruz:
"Hani İbrahim `Rabb'im, bana ölüleri nasıl
dirilttiğini göster' dedi. Allah `Yoksa buna inanmıyor musun?' deyince
`Tabii inanıyorum. Fakat kalbim kesin kanaat getirsin diye bunu istiyorum'
dedi."
Yüce Allah'ın kudret elini işler durumda
görmek isteyen ruhun doyumu, perde gerisi sırrın açığa çıkarken ve
belirirken duyacağı hazzı duyumsama dürtüsü dile geliyor. Yüce Allah bu has
kulunun ve dostunun inanmışlığını biliyordu. Buna göre O'ndan gelen soru
açıklama, belirtme,fırsat sağlama, özlemini tanımlama ve ilân imkânı verme
amaçlıdır. Bunların da ötesinde kerem sahibi, sevgili ve merhametli olan
Allah ile duygulu, tatlı iyi huylu ve Rabbine bağlı Hz. İbrahim arasında bir
cilveleşmedir!
Yüce Allah Hz. İbrahim'in kalbinden gelen
bu özlemi ve beklentiyi olumlu karşılayarak kendisine bu konuda aracısız,
kişisel bir deney yapma imkânım sundu:
"Bunun üzerine Allah ona dedi ki; `Dört kuş
al, bunları önüne koyup yakından incele, sonra kesip parçalarını birer dağın
üzerine at, arkasından onları çağır, koşa koşa sana geleceklerdir.
İyi bil ki, Allah üstün güçlüdür ve hikmet
sahibidir."
Yüce Allah, Hz. İbrahim'e dört kuş
seçmesini, bunları önüne koyup yakından incelemesini, daha sonra onları
kolayca tanıyabilmesi için nişanlarım ve özelliklerini iyice bellemesini,
arkasından kesip vücutlarını parçalamasını ve parçaların herbirini çevredeki
dağların biri üzerine atmasını, bir süre sonra da bu kuşları çağırmasını
emrediyor. Bu çağrı üzerine kuşların parçalanıp dağıtılmış organları
biraraya gelecek, tekrar vücutlarına can verilecek ve koşa koşa Hz.
İbrahim'e geleceklerdi. Tabii ki böyle de oldu.
Hz. İbrahim, bu ilâhi sırrın gözleri önünde
meydana gelişini gördü. Bu sır her. an meydana gelen bir olgu. Yalnız
insanlar, onun gerçekleştikten sonraki belirtilerini, sonuçlarını
görebiliyorlar. Bu sır, can verme, hayat bağışlama sırrıdır. O hayat ki, ilk
başta, hiç yokken meydana geldi ve her yeni canlı ile birlikte oluşumu
sayısız defalar tekrarlanmaktadır.
Hz. İbrahim, işte sırrın gözleri önünde
meydana gelişini gördü. Canları çıkmış, parçalanmış organları birbirinden
uzak yerlere atılmış kuşların vücutlarına yeniden hayat sunuluyor ve koşarak
yanına geliyorlar!
Peki nasıl? Bu, kavranması, insan
kapasitesini aşan bir sırdır. İnsan idraki bunu Hz. İbrahim örneğinde olduğu
gibi kimi zaman görür, ya da bütün müminlerin yaptığı gibi ona inanır. Fakat
karakteristiğini kavrayamaz, yordamını bilemez. O, Allah'a özgü işlerden
biri olup insanlar, Allah'ın bilgisinin sadece O'nun dilediği kadarını
kavrayabilirler. Allah, bilgisinin bu kısmının insanlarca kavranmasını
dilemedi. Çünkü O, onları aşan bir şey. İnsanların karakteristik yapıları
ile bu sırrın karakteristiği çok farklı. Üstelik halifelik görevleri için bu
bilgi gerekli de değil.
Bu sır, sırf Allah'ı ilgilendiren, sırf
O'na özgü bir olgu. Yaratıklarının bilgisi buna erişmez. Eğer ona doğru
boyunlarını uzatacak olurlarsa karşılarında saklı sırrın önüne gerilmiş
perdeden başka birşey göremezler, harcanan emekler boşa gitmiş olur.
Gizlilikleri, gayblerin bilicisi olan Allah'a özgü tekelinde olmasını
içlerine sindiremeyenlerin emekleri yani.
İSLÂM TOPLUMUNDA İNFAKIN
ÖNEMİ
Bu cüzün geçen her üç bölümünde de
bütünüyle imanî düşüncenin bazı kurallarının belirlenmesi, bu düşüncenin
açıklanması ve çeşitli açılardan kökleşmesi konuları ele alındı. Bu ilke,
daha önce de değindiğimiz gibi müslüman cemaatin beşeriyete önderlik rolünün
gereklerini yerine getirmeye hazırlanması sorununu eksen olarak seçen bu
sürenin seyir çizgisinde bir istasyon konumundadır.
Konunun akışı buradan itibaren surenin
sonlarına kadar, farz kılınmış zekat ve isteğe bırakılmış sadakalarla
somutlaşan dayanışma ve yardımlaşma esası ve cahiliye düzeninde revaçta olan
faiz kurumuyla hiçbir ilişkisi olmayan, İslâm'ın müslüman toplumu
dayandırmak ve müslüman cemaatin hayatını onunla düzenlemek istediği
ekonomik-sosyal düzenin kurallarının yerleştirilmesi konularına geçiyor. Bu
yüzden, surenin geri kalan kısmında sadakanın yöntemlerinden sözedilmekte,
faiz lanetlenmekte, borç ve ticaret hükümleri yerleştirilmektedir. Bunlar da
İslâm'ın ekonomik düzeninin ve bu düzene dayalı toplumsal hayatının esaslı
bir yönünü teşkil etmektedirler. Surenin gelecek üç bölümü arasında birçok
boyutları bulunan tek konuyu, "İslami ekonomik düzen" konusunu içermeleri
nedeniyle sağlam bir bağ mevcuttur.
Bu derste de, Allah yolunda yapılan
harcamalardan, infakın yükümlülüklerinden, sadaka ve yardımlaşmanın
ilkelerinden sözedildiğini görüyoruz. Allah yolunda infak; yüce Allah'ın
müslüman ümmete farz kıldığı, onunla davet emanetini omuzlara yüklediği,
müminleri onunla koruduğu, kötülük, fesat ve azgınlığı onunla defettiği,
müminlere galip gelip yeryüzünü fesada boğan, Allah'ın yoluna engel olan ve
İslâm düzeninin taşıdığı iyilikten beşeriyeti yoksun kılan güçleri bertaraf
ettiği cihadın ikiz kardeşi olan bir sorumluluktur. (Oysa beşeriyeti bu
iyilikten yoksun kılmak bütün suçlardan daha büyük bir suç; cana ve mala
yönelik saldırıdan daha korkunç bir saldırıdır.)
Surenin geçen bölümlerinde, Allah yolunda
infak konusu birkaç defa tekrarlanmıştı. Şimdi ise surenin akışı sadakanın
ilkelerini ayrıntılarıyla ve fakat dolambaçsız olarak açıklamaktadır. Bu
ilkeleri cana yakın sevgi gölgesiyle donatarak çizmekte, sadakayı, verenin
nefsine süslü bir amele, alanı da yararlı ve kârlı bir davranışa dönüştüren,
bu yolla toplumu yardımlaşma, dayanışma, sevgi ve şefkat havası egemen bir
aileye dönüştüren ve beşeriyeti, vereniyle-alanıyla birlikte üstün bir
düzeye çıkaran psikolojik ve toplumsal adabı da açıklamış olmaktadır
böylece.
Bu bölümde gelen direktifler, zamana ve
belli nedenlere bağlı olmayan sürekli bir ilke meydana getirmiş olmakla
beraber bunun ötesinde her zaman için müslüman topluluklarda karşılaşılacağı
gibi, o gün için müslüman cemaatte ayetlerin karşılaştığı pratik durumlara
cevap niteliğinde olduğunu, çünkü o zaman müslümanlar arasında darb-ı
mesellere ve gerçeklerin derinlere ulaşması için konuşan sahneler şeklinde
sunulmasına ihtiyaç duydukları gibi güçlü uyarılara ve etkin ilhamlara
muhtaç olan, mala son derece düşkün, cimri ruhların bulunduğunu söylememize
engel değildir.
O gün, faizsiz borç vermeyen, mala son
derece düşkün kişiler vardı... İstemeyerek ve gösteriş için infak edenler
vardı... Verdikleri sadakayı başa kakma ve rencide etme vesilesi yapanlar da
vardı... Tabi bu arada malın kötüsünü verip iyisini alıkoyanlar da... Bütün
bunlar, malının en iyisini cömertçe veren, kötü duygulardan soyutlanmış,
samimi ve arınmış olarak, gerektiğinde gizli, gerektiğinde açık olarak Allah
yolunda ihlasla infak edenlerin yanında yeralıyordu.
Bu karakterlerin her ikisi de o günkü
müslüman cemaatin içinde birlikte yeralıyordu. Bu gerçeği bu şekilde
kavramamız bize birçok yarar sağlayacaktır... 1- Öncelikle; canlı, hareketli
bir varlık olan bu Kur'an'ın tabiatını ve görevini kavramamızı
sağlayacaktır. Kur'an'ı bu olayların gölgesinde, müslüman cemaat arasında
işlerini yürütürken, hareket ederken, pratik durumlarla karşılaşırken, bunu
kaldırıp şunu yerleştirirken ve müslüman cemaati harekete geçirip
yönlendirirken görüyoruz. O, sürekli bir çaba ve daimi hareket içindedir.
Çünkü O, hem savaş alanında hem de hayat sahnesinde hareket etmektedir. O,
orta yerde, sürükleyici, hareketlendirici ve yönlendirici bir unsur işlevini
yürütmektedir.
Kur'an'ı bu şekilde algılamaya, O'nu,
canlı, hareket halinde ve sürükleyici bir varlık olarak görmeye ne kadar
ihtiyacımız vardır?.. Gerçekten, bizimle, İslâmi hareket, İslâmi hayat ve
İslâmi pratik arasında uzun bir süre geçti. Artık Kur'an, bizim
duygularımızda, tarihsel canlı pratiğinden uzaklaşmış ve yalnızca müslüman
cemaatin tarihinde, yeryüzünde belli bir zaman gerçekleşmiş hayat tarzını
temsil etmekten öteye gitmemektedir. O'nun, süregelen savaşta, müslüman
asker gözünde hareket ve uygulama için başvurulan "günlük emir" konumunda
olduğunu hatırlayamıyoruz bile... Kur'an, duygularımızda ölmüştür... Ya da
uyumaktadır. Artık Kur'an'ın ilk indiği dönemlerde müslümanların
duygularında yereden gerçek görüntüsü kalmamıştır. O'nu ya kendimizden
geçtiğimiz nağmelere ya da vicdanlarda karmaşık duygular bırakan tumturaklı
bir okuyuşa indirgemişiz. Ya da, kalpte, sadık müminlerin duygularında
meydana getirdiği etkiden çok uzak, anlaşılmaz olduğu kadar da belirsiz olan
vecd, huzur ve doygunluk meydana getiren bir vird manzumesi olarak
algılamışız. Kur'an bunların tümünü meydana getirir; ancak, O'ndan istenen,
bunların yanında müslümanlarda bir bilinç, bir canlılık meydana
getirmesidir. Kur'an'dan beklenen; inşa etmek için geldiği hayatı
oluşturmaya yönelik bir bilinçle birlikte hareket etmesi, müslümanın O'nu,
giriştiği ve müslüman ümmetin hayatında girişmeye hazırlandığı savaş
alanında görmesi, bugün hayatın çeşitli alanlarında kendisini kuşatan
olaylar, problemler ve şartlara ilişkin Kur'anî direktifleri kavrayabilmesi
için, ilk müslümanlarda olduğu gibi, ne yapması gerektiğini bilmesi için
O'na yönelmesi, Kur'an-ı Kerim'de temsil edilen, kelimeleri ve direktifleri
arasında hareket eden müslüman ümmetin tarihini görmesi, bu arada gördüğü
şeyin kendisine yabancı olmadığını duyumsaması, bunun kendi tarihi olduğunu
anlaması, bugünkü olayların bu tarihin bir uzantısı olduğunu algılaması,
bugün için karşılaştığı şeylerin Kur'an'ın kendilerini belli tasarruflara
yönelttiği önceki müslümanların karşılaştığı şeylerin meyvesi olduğunu idrak
etmesi, böylece bu Kur'an'ın kendi Kur'an'ı olduğunu, karşılaştığı olay ve
şartlarda O'ndan etkileneceğini ve O'nun, düşüncesi, ideali, hayatı ve
hareketi için bir anayasa konumunda olduğunu bilmesi ve bu durumun şimdi
olduğu gibi kesintisiz olarak bundan sonra da süreceğini kavramasıdır.
2- İkinci olarak, iman çağrısı ve
sorumlulukları karşısında beşer fıtratının sürekli ve değişmez olduğu
gerçeğini görmekte yarar sağlayacaktır. Bu görüş, Kur'an ayetlerinin,
üzerlerine Kur'an'ın indiği ve Resulullah'ın aralarında bulunduğu bu
cemaatin bünyesinde sürekli idare edilmeyi, yönlendirilmeyi ve uyarılmayı
gerektiren birtakım zaaf ve eksiklik noktalarının bulunmasının onların
topluca bütün nesillerden üstün olmalarına engel olmadığı, ïlk müslüman
cemaatin hayatında işaret ettiği gibi olayların ötesindeki gerçeklere nüfuz
eden pratik bir görüştür.
Bu gerçeği böylece kavramamız birçok konuda
bize yararlı olacaktır. Yararlı olacaktır, çünkü beşer topluluklarının
gerçek durumlarını, aşırılığa kaçmadan; abartısız, yaygarasız ve ayağı yere
basmayan düşüncelere sapmadan göstermektedir bize. Kendimizi, İslâm'ın
çizdiği ve insanları çağırdığı yüce ufuklara ulaşmış gördüğümüzden
ruhlarımızı kaplayan ye'si dağıtmakla ve ulaşmamış olsak bile bu yolda
olmamızın ve sonuca varmak için içtenlikle sürekli bir çaba içinde olmamızın
yeterli olacağını göstermekte yararlı olacaktır. Bir kere tekâmüle çağrı
yapanlar insanlara inmeli, bazı eksiklikleri, kusurları belirince hemen
gevşememeli, yılmamalı ve ümitsizliğe kapılmamalıdırlar. Ruh da böyle...
Yavaş yavaş, sırasıyla sorumlulukları yerine getirmek ve olgunluğa
çağırmakla, sürekli iyiliği güzelleştirip kötülüğü çirkin göstermekle,
eksiklik ve zaaftan nefret ettirmekle ve yol kendisine uzun görünüp yoldan
saptıkça elinden tutmakla yücelir.
3- Bu gerçeği bilmemiz, genellikle farkında
olmayıp unuttuğumuz şu basit gerçeğin gönüllerde yer etmesini sağlamakla da
yarar sağlayacaktır. O da; insanların aynı insanlar oldukları, davanın aynı
dava ve savaşın aynı savaş olduğu gerçeğidir. Bu savaş, öncelikle nefsin
derinliğinde, zaaf, eksiklik, cimrilik ve ihtirasa, daha sonra da hayatın
içinde, şer, batıl, sapıklık ve azgınlığa karşı girişilen bir savaştır. Bu
savaşı her iki alanda da sürdürmek kaçınılmazdır. Aynı şekilde yeryüzünde
bir müslüman cemaat oluşturmaya çaba sarfedenlerin, ilk defa Kur'an'ın ve
Resulullah'ın yaptığı gibi bu iki alanda bir savaşa girişmeleri zorunludur.
Şüphesiz birtakım hatalar ve yolda tökezlemeler olacaktır; yine yolun
aşamalarında bazı zaaf ve eksiklikler de belirecektir. Olaylar ve denemeler
bu zaaf ve eksiklikleri ortaya çıkardıkça bunların tedavi yönüne
gidilmelidir. Ayrıca Kur'an'ın uyguladığı yönlendirme metodlarıyla kalpleri
Allah'a yöneltmek kaçınılmazdır. Burada tekrar konunun başına dönüyor,
hayatımızda meydana gelen hareketler ve şartlar konusunda Kur'an'a danışmaya
ve O'nun ilk müslüman cemaatin hayatında olduğu gibi bizim duygularımızda ve
hayatımızda giriştiği faaliyet ve hareketléri seyretmeye dönüyor ve bu
dersteki Kur'an ayetlerini ayrıntılı olarak almaya başlıyoruz:
261- Mallarını Allah
yolunda harcayanların durumu, her başağı yüz taneli yedi başak veren bir
tohum tanesine benzer. Allah dilediğine kat kat verir. Allah'ın lütfu
geniştir, O herşeyi bilir.
ALLAH YOLUNDA İNFAK
Yerleştirilmek istenen ilke, farz ve
sorumlulukla başlamayıp insanın yapısındaki canlı tepki ve duyguları
harekete geçirmek suretiyle yakınlık ve teşvik havasıyla başlıyor. Ayet-i
Kerime, hayattan, hareketli, gelişmekte olan, verimli ve cömert bir tablo
sunuyor; ziraat tablosunu, toprağın aracılığıyla Allah'ın hibesini gözler
önüne seriyor. Çünkü ziraat, aldığından fazlasını verir, mahsulünü tohumuna
kıyasla kat kat fazla veriyor. İşte bu canlı manzara, mallarım Allah yolunda
infak edenlere örnek olarak sunuluyor.
"Mallarını Allah yolunda harcayanların
durumu, her başağı yüz taneli yedi başak veren bir tohum tanesine benzer."
Bu ifadeden zihnimizde, matematiksel bir
işlem olarak bir tek tanenin yediyüz taneye katlanması anlamı çıkmaktadır.
Ancak ifadenin sunduğu canlı manzara bundan çok daha kapsamlı ve güzel,
duyguları harekete geçirmesi ve vicdanları etkilemesi bakımından daha
büyüktür. Bu, gelişen hayat sahnesidir... Canlı tabiat sahnesidir.. Cömert
ziraat sahnesidir... Sonra bitkiler aleminden harika bir sahnedir; yedi
başak taşıyan bir sap. Ve yüz taneyi içeren bir başak...
Ayet-i Kerime, cömert ve gelişen hayat
kervanında beşer vicdanını Allah yolunda harcamaya ve vermeye yöneltmekte,
onlara, aslında vermeyip aldıklarım, mallarında herhangi bir eksilme
sözkonusu olmadığını, aksine arttığını göstermektedir. Böylece verim ve
gelişme dalgası yoluna devam edip, ekin ve ürün sahnesinin coşturduğu
duyguları kat kat arttırmaktadır. "Allah dilediğine kat kat verir..."
Sayısız ve hesapsız derecede arttırır. Sınırını hiç kimsenin bilmediği
rızkından ve kapsamını hiç kimsenin kavrayamayacağı merhametinden kat kat
verir.
"Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi
bilendir."
O geniş lütufludur; kullarına verdiklerini
kısıtlamaz, kesmez ve kurutmaz... Bilendir; niyetleri bildiği gibi kalplerin
derinliklerinde gizlenenleri de bilir. Hiçbir şey O'na gizli değildir...
Ancak, gelişen ve çoğalan infak hangisidir?.. Yüce Allah'ın dünya ve
Ahirette dilediğine arttırdığı hangi ihsandır?.. İnsanî duyguları yüceltip
kirletmeyen infaktır, kimsenin onurunu rencide etmeyen ve duygularını
tırmalamayan infaktır... Özveriden ve arınmışlıktan ve yalnızca Allah'ın
rızasına yönelik olarak verilen infaktır...
262- Mallarını Allah
yolunda harcadıktan sonra sadakalarını başa kakmayanlar, onur kırma aracı
olarak kullanmayanlar, sadakalarının mükafatını Allah katında alacaklardır.
Onlar İçin korku ve üzülmek de sözkonusu olmayacaktır.
Başa kakma; çirkin, kınanmış,-seviyesiz ve
aşağılık bir olgudur. İnsan, yalancı bir üstünlüğü ya da infakta bulunduğu
kimseyi küçük düşürmeyi,yahut insanların dikkatini çekmeyi arzulamadıkça
başa kakamaz. Başa kakma, infakta bulunurken Allah'tan ziyade insanların
dikkatini celbetme görünümüdür. Bunların tümü temiz bir kalpte hareket alanı
bulamadığı gibi, mümin bir kalbe de uygun düşmeyen davranışlardır. Başa
kakma -bu yüzden- sadakayı, verene de alana da eziyete dönüştürür. Veren
için; nefsinde büyüklük ve kibir etkisi bırakmak, kardeşini yanında küçük ve
kırgın görmeyi arzulamak ve kalbini ikiyüzlülük, gösteriş ve Allah'tan
uzaklaşma ile doldurma bakımından eziyettir. Alan kimseye de; nefsinde
yenilgi ve kırgınlık etkisi, kin ve intikamla tepki gösterme duygusunu
geliştirdiği için eziyet olmaktadır. İslâm, infakla yalnızca kötülüğe set
çekmeyi, karın doyurmayı ve ihtiyaçları gidermeyi dilememiştir.
Kesinlikle... Onunla verenin nefsi için bir süs, bir arınma ve temizleme
unsuru meydana getirmeyi, insanlık ve Allah'ın dini açısından kardeşi
sayılan fakire karşı insanlık duygu ve bağlarını harekete geçirmeyi,
Allah'ın kendisine verdiği nimetten, kibirlenmeden, israfa kaçmadan ve başa
kakmadan "Allah yolunda" infak etmek suretiyle bu nimeti hatırlatmayı
dilediği gibi, alan için de bir hoşnutluk ve fazilet, insanlık bakımından ve
Allah'ın dini açısından kardeşi olanla arasındaki bağına bağlılık dilemekte,
yardımlaşma ve dayanışma esaslarına dayanması, üzerindeki otoritenin,
yaşadığı hayatın, yöneldiği merciïn ve yükümlülüklerinin birliğini
hatırlatması suretiyle de toplumun tümüne kötülüğün dokunmasını engellemeyi
dilemektedir. Ancak başa kakma, bunların tümünü giderir ve infakı zehir ve
ateşe dönüştürür. Elden ve dilden kaynaklanan eziyetle birlikte gelmese de
eziyettir, böyle bir infak... Bu duygular, infakı boşa çıkarması, toplumu
parçalaması, kin ve küskünlüğü yaygınlaştırması açısından da başlıbaşına
eziyettir.
Günümüzde araştırmacı bazı psikologlar,
iyiliğe karşı insan ruhundaki tabii tepkinin zamanla düşmanlığa dönüştüğünü
ileri sürmektedirler.
Bunun nedeninin, alanın veren karşısında
sürekli eziklik ve zayıflık duyması, bu duygunun gitgide ruhunda huzursuzluk
meydana getirmesi, iyilik edene karşı kin ve düşmanlık besleyerek üstünlük
kurmaya çalışması olduğunu belirtiyorlar. Çünkü alan kişi verenle
karşılaştıkça eziklik ve zayıflığa kapılmakta, veren kimse de sürekli kendi
iyiliğini düşünmesini istemektedir. İşte bu düşünce, sahibinin ızdırabını
arttırmakta, sonuçta bu durum düşmanlığa dönüşmektedir.
Bunların tümü cahiliye toplumları için
doğrudur. Çünkü bu toplumlarda İslâmi ruh egemen olmadığı gibi İslâm'ın
kuralları da hükümran değildir. Ancak, İslâm, sorunu bir başka açıdan
çözümlüyor. Sorunu; ruhlara, malın ve bunların elindeki rızkın Allah'a ait
olduğunu yerleştirmekle çözümlüyor. Bu gerçek konusunda rızkın uzak-yakın
sebeplerinin farkında olmayanlar ve bunların Allah'ın ihsanı olup insanların
bunlara güç yetiremediğini bilmeyenlerden başkası tartışmaya girişmez. Bir
buğday tanesinin yetişmesinde, güneşten toprağa, sudan havaya kadar varlık
alemindeki birçok güç ve enerji kaynaklarının katkısı olmuştur. Bunların
hiçbiri insanın gücü dahilinde değildir. Bir damla sudan tutunuz da elbise
ipliğine kadar evrendeki herşeyi buğday tanesiyle kıyaslayabilirsiniz.
Elinde malı bulunduran ondan herhangi birşey verdiğinde aslında Allah'ın
malından vermiş olmaktadır. Şayet güzellikle borç verirse kuşkusuz bu, yüce
Allah'ın kat kat fazlasıyla karşılığını vereceği bir borç olacaktır. Yoksun
olan kişi ise, cömertçe verenin Allah'ın malından kat kat fazlasına
erişmesine bir aracı ve neden olmaktan başka birşey değildir. Sonra, veren
kimsenin büyüklük taslamaması, alanın da rencide olmaması için şu anda
açıklamakta olduğumuz adap, bu anlamın ruhlara yerleşmesine yardımcı olması
için yerleştirilmektedir; Veren de alan da Allah'ın rızkından yemektedirler.
Allah'ın kendileri için belirlediği adapla mücehhez oldukları ve kendilerini
bağladığı söze sadık kaldıkları sürece Allah'ın malından Allah yolunda
verenlerin ecirleri Allah'ın indindedir.
"...Onlar için bir korku yoktur..."
Fakirlikten, kinden ve hileden kaynaklanan
bir korkuları yoktur
"...Üzülmek de sözkonusu olmayacaktır."
Dünyada infak ettikleri şeylerden dolayı ve
Ahirette de varacakları `sondan ötürü üzülmezler. İnfak ve Allah yolunda
harcamanın hikmetinden az önce sözünü ettiğimiz anlamı güçlendirmek ve bunu
sunmaktaki amacın, ruhların eğitilmesi, kalplerin hoşnut edilmesi ve verenle
alanın sevgi bağlarıyla Allah'a bağlanması olduğunun vurgulanması için
aşağıdaki ayette şöyle denilmektedir:
263- Tatlı söz ve hoşgörü,
peşinden başa kakma ve onur kırma gelen sadakadan daha iyidir. Allah'ın
hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, O Halimdir.
Böylece, arkasından eziyet gelen sadakanın
geçerli olmadığı güzel bir sözün, hoşgörülü bir duygunun çok daha iyi olduğu
gerçeği yerleştirilmiş oluyor. Güzel bir söz, kalplerin yaralarını sarar,
onları hoşnutluk ve güler yüzlülük duygularıyla doldurur. Bağışlama,
ruhların kinlerini temizler, yerine kardeşlik ve doğruluğu yerleştirir. Bu
durumda güzel bir söz ve bağışlama sadakanın birinci görevini; ruhların
arındırılması ve kalplerin yakınlaştırılması görevini yerine getirmiş
olmaktadır.
Sadakanın, verenin alana karşı bir üstünlük
aracı olmadığını, yalnızca Allah'a verilen bir borç olduğunu belirtmek için
hemen arkasından şu ayet geliyor:
"Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O
Halimdir."
Onun eziyet veren sadakaya ihtiyacı yoktur.
Hakimdir. Şükretmedikleri halde kullarına rızık verir. Üstelik onları
cezalandırmakta ve herşeyi veren kendisi olduğu halde eziyet etmekte acele
etmez. Herşeyden önce varlıklarını bahşeden O'dur. O halde kulları O'nun
hilmini bilerek Allah'ın kendilerine verdiği şeylerden infak ettiklerinde
karşılık alamadıkları ya da kendilerine teşekkür edilmediği zaman eziyet ve
kızmakta acele etmemelidirler.
Kur'an-ı Kerim insanlara yapabildikleri
oranda kendilerini O'na göre eğitmeleri için sürekli Allah'ın sıfatlarını
hatırlatmaktadır. Kuşkusuz müslüman, Rabbinin sıfatlarını bilmek ve
tabiatının gücü oranında payına düşen kısmını almak için eğitimle o yüce
basamaklara çıkmaya çalışır.
Vicdani etkiler ulaşması gereken en son
noktaya varınca mallarını Allah yolunda infak edip arkasından başa kakma ve
eziyet etmeyenlere örnek olarak gelişmekte olan ve cömert hayattan bir sahne
sunulduktan sonra, yüce Allah'ın bu tür eziyet verici sadakadan müstağni
olduğu açıklanıp, O'nun gazap ve eziyet için acele etmeksizin rızıkları
verdiği belirtilmektedir. Evet, vicdani etki bunlarla hedefine varınca
hitap, sadakalarını başa kakma ve eziyet etme ile boşa çıkarmamaları için
iman edenlere yönelmekte ve onlara önceki sahneye uygun anlamı
tablolaştıran, etkiye hareket kazandıran ve durumu hayallerde somutlaşan
sahneye dönüştüren, bunların edebi tasvir yöntemi gereğince, içinde
içtenlikle Allah için yapılan infak ile başa kakma ve eziyetle kirlenen
infakın tabiatının tasvir edildiği bir, daha doğrusu iki harika ekim ve
gelişme sahnesi sunmaktadır:
264- Ey müminler, tıpkı
Allah'a ve Ahiret gününe inanmadıkları halde başkalarına gösteriş olsun diye
mallarını harcayanların yaptıkları gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve onur
kırma aracı haline getirerek boşa çıkarmayın. Böylesi, sağanak halindeki bir
yağmura tutulunca, çır çıplak kalan toprakla örtülü bir kayaya benzer.
Bunlar yaptıkları iyilikten hiçbir şey elde edemezler. Allah kâfir topluluğu
doğru yola iletmez.
265- Buna karşılık
mallarını Allah'ın rızasını elde etmek ve gönüllerindeki imanı pekiştirmek
için harcayanların durumu da yüksekçe bir tepedeki bol yağmur alarak
ürünlerini iki kat olarak veren ve bol yağmur görmediğinde de mutlaka
çisinti gören verimli bir bahçe gibidir. Hiç kuşkusuz ne yaparsanız Allah
onu bilir.
GÖSTERİŞ ve BAŞAKAKMA
İşte bu birinci sahnedir...
Görünüm, durum ve sonuç bakımından
birbirine karşıt iki manzaradan oluşan tam bir sahne... Her manzaranın resim
ve gösteri sanatı açısından birbiriyle uygunluk arzeden cüzleri
bulunmaktadır. Aynı şekilde bu cüzler, külli manzaranın temsil ettiği,
somutlaştırıp canlandırdığı duygu ve anlamlarla da bir uyum içindedirler.
Birinci manzarada biz, katı bir kalp
karşısında duruyoruz.
"Allah'a ve Ahiret gününe inanmadıkları
halde başkalarına gösteriş olsun diye mallarını harcayanların yaptıkları
gibi..."
Bu kalp imanın yüceliğini hissetmemekte
ancak bu katılığını riya örtüsüyle kapatmaktadır. Riya ile kaplı bu kaskatı
kalbi, "...toprakla örtülü bir kaya..." temsil ediyor. Nasıl ki riya,
imandan yoksun kalbi örter, onun gibi hafif bir toprağın, katılığını
gözlerden sakladığı bitkiden ve yumuşaklıktan yoksun bir taş.. "...Sağanak
halinde bir yağmura tutulunca çırılçıplak kalır..." Şiddetli bir yağmur o
hafif toprak örtüsünü giderince, hiçbir bitki yetiştirmeyen ve hiçbir meyve
vermeyen kayanın katılığı ve kasaveti ortaya çıkar. Tıpkı malını insanlara
gösteriş yapmak için infak edenin hiçbir iyilik, hiçbir sevap elde edememesi
gibi...
Buna karşılık sahnede yeralan ikinci
manzarada ise; iman ile onarılmış, sevgiyle yücelmiş, malını "Allah rızası
için" ve hayırda sabitleşip, imandan kaynaklanan ve vicdanın derinliklerinde
yereden güven duygusuyla infak eden bir kalp yeralmaktadır. Riya ile örtülü
katı kalbi, üzerinde topraktan bir örtü bulunan kaya temsil edince, mümin
kalbi de bir bahçe temsil etmektedir. Bu bahçenin toprağı, üzerinde bir avuç
toprak bulunan kayaya karşılık münbit ve derincedir. Manzaradaki şekillerin
uygunluk oluşturması için bir tepenin üzerindeki bahçeye karşılık, üzerinde
bir avuç toprak bulunan kaya yeralmaktadır. Şiddetli bir yağmur yağdığı
zaman oradaki hafif toprak örtüsünü giderdiği gibi buradaki verimli toprağı
gideremez. Üstelik bu, toprağı canlandırır, verimini artırır ve yeşertir.
...Bol yağmur alarak ürünlerini iki kat
olarak verir..."
Sadakanın, mümin kalbi temizleyip Allah ile
olan bağlarım güçlendirdiği, malını temizlediği ve yüce Allah'ın da onun
malını dilediği şekilde arttırdığı, ayrıca, müslüman cemaatin hayatının da
infak ile arınıp, düzeldiği ve geliştiği gibi yağmur da bu toprağı
canlandırır.
"...Bol yağmur almasa da..." Çok şiddetli
olmasa da verimli bir toprak için hafif bir "..Çisinti..." hatta daha da azı
yeterlidir.
Bu manzaralar karşılıklı, bölümleri uyumlu,
uyum ve tavır mucizesi denecek bir yöntemle sunulan, kalbin derinliklerinde
somutlaşan tablolarda temsil edilen, sezgiler ve duyguları karşıt durum ve
duyumlarla birlikte tasvir eden ve şaşırtıcı bir kolaylıkla yolunu seçmesini
kalbe ilham ettiren mükemmel bir sahnedir. Sahne bir yönüyle gözlere ve
görmeye hitap ettiğinden ayrı zamanda görüntülerin arka-planındaki yüce
Allah'ın görüş ve bilgisine döndürüyor işleri... Bu yüzden şimdiki ayetin
sonuç cümlesi kalpleri okşar bir üslupta geliyor:
"...Hiç kuşkusuz ne yaparsanız Allah onu
bilir.":
İkinci sahne ise başa kakma ve eziyet
etmenin sonucunu ve sadaka sahibinin hiçbir güç ve yardıma güç yetiremediği
ve sadakanın etkisinin giderilmesine engel olamadığı bir zamanda sadakanın
izlerinin nasıl silindiğini temsil etmektedir. Bu temsil, içindeki herşeyin
güven ve rahattan sonra yok olduğu bu kötü sonuç için duygulandırıcı ve
fakat sert bir canlandırmadır.
266- İçinizden biri ister
mi ki, altından ırmaklar akan bir hurma ve üzüm bağı olsun, bağda her türlü
meyve ağacı bulunsun ve hayli yaşlanmış olduğu halde bakıma muhtaç çocukları
varken bu bağ ansızın esen bir samyeline tutularak yanıp kül olsun. İşte
Allah, düşünürsünüz diye size ayetlerini böyle açık açık anlatıyor.
Bu sadaka, kökleri ve sonuçları ile
varlıklar aleminde somutlaştırılmaktadır. "...Hurma ve üzümden, altında
ırmaklar akan ve her çeşit meyvesi bulunan bir bahçe..."
Bu, koyu gölgeli, bereketli ve bol meyveli
bir bahçedir. Verenin, alanın ve bütün insanların hayatında kökleri ve
etkileri itibarıyla sadaka da öyle... Canlıdır, gölgesi vardır. Hayır ve
bereketi vardır. Gıdası ve kokusu vardır. Temizliği ve gelişmesi de...
Böyle bir bahçeye -ya da güzelliğe- sahip
olmasının ardından, içinde yakıcı ateş bulunan kasırganın bahçede yaptığı
tahribat gibi kim bahçesinin üzerine başa kakma ve eziyet musallat edebilir.
Hem de ne zaman?.. Onu kurtarmaktan son
derece aciz olduğu, gölgesine ve nimetlerine en fazla muhtaç olduğu bir
saatte...
"...Hayli yaşlanmış olduğu halde, bakıma
muhtaç çocukları varken bu bağ ansızın esen bir samyeline tutularak yanıp
kül olsun..."
Kim ister bunu?.. Ve kim bu sonucu düşünür
de ondan sakınmaz?..
"Düşünürsünüz diye Allah size ayetlerini
böyle açıklar."
Ve böylece, öncelikle içindeki hoşnutluk,
refah ve zevkle birlikte ruhun arındırılmasa ve güzelleştirilmesi yanında,
içinde ateş bulunan kasırganın kopmasıyla canlı ve somut sahne tamamlanmış
oluyor. Bu harikulâde sahne, koyu gölgeli ve bol meyveli bahçeye içinde ateş
bulunan kasırganın zihinlerde tasavvura bile imkan tanımadan musallat olduğu
ürpertici duyguyu canlandırıyor. Sonra, her sahnenin oluşmasında, sunuluş
tarzında ve sıralanışında belli düzeyde, ince; güzel ve ayrıntıları
kaçırmayan bir uyum vardır. Bu ahenk bireysel sahnelerle yetinmez, bu
bölümün başlangıcından sonuna kadar gelen toplu sahnelerin tümünü kapsayacak
kadar uzanır perde... Bunların tümü uygun ortamlarda sunulur... Ziraat
ortamında... Yedi başak veren bir tek tohum... Üzerinde toprak bulunan ve
şiddetli yağmur isabet eden kaya... Tepe üzerinde yemişlerini iki kat
arttıran bahçe... Hurma ve üzümlerden bir bahçe... Ziraat ortamını
tamamlayan şiddetli yağmur, çisinti ve kasırga bile bu etkileyici sanatsal
ortamdan eksik edilmiyor.
Bu etkin sanatsal sunuşun ötesindeki büyük
gerçek, insan ruhu ile yeryüzü toprağı arasındaki bağın gerçeği...
Asıllarının ve tabiatlarının bir olduğu gerçeği... Toprakta ve insan ruhunda
aynı şekilde gelişen hayat gerçeği... Ve bu hayatın, insan ruhunda ve
toprakta duçar olduğu mahvoluş gerçeğidir.
Surenin akışı, adabını ve sonuçlarını
açıkladıktan sonra türünü ve yöntemini açıklamak için sadakanın ilkeleri
konusunda bir başka adım atarak sürüyor.
267- Ey müminler,
kazandıklarınızın temiz ve kaliteli olanları ile sizin için topraktan
yetiştirdiklerimizden sadaka verin, sakın kendiniz göz yummadan
almayacağınız, adi ve kalitesi bozuk şeyleri vermeye kalkışmayın. İyi bilin
ki Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, övülmek O'na mahsustur.
İNFAKTAKİ ÖLÇÜ
Surenin akışı içinde geçen ayetlerin ortaya
çıkardığı, sadakanın dayandığı ve kaynaklandığı esaslar varlıkların en
üstününe karşı cömert davranmayı, yaptığı bir alışverişte kendisine
sunulduğunda değerini düşünmeden alamayacağı eski ve kötü şeyleri sunmamayı
gerektirir. Yüce Allah, kötü ve iğrenç şeyleri kabul etmekten beridir.
Bu, her çağda ve her nesilden iman
edenlere, ellerine geçen tüm malları kapsayan genel bir çağrıdır. Kendi
elleriyle kazandıkları helâl ve iyi olan şeyleri kapsadığı gibi ziraat ya da
maden ve petrol benzeri ziraat dışı Allah'ın onlar için topraktan çıkardığı
herşeyi kapsar. Bu yüzden Ayet-i Kerime Resulullah döneminde bilinen ve
sonraları gündeme gelecek tüm mal çeşitlerini içine almaktadır. Bütün
mallara da ayetin gerektirdiği zekat düşer. Zekatın miktarına gelince, onu
da o zaman bilinen mal çeşitleri üzerinde Resulullah bizzat uygulayarak
açıklamıştır. Diğer bütün mal çeşitleri onlara kıyaslanır ve onlara katılır.
Bu ayetin ilk nüzul sebebi hakkında çeşitli
rivayetler yapılmıştır. Kur'an'ın karşı karşıya kaldığı hayatın hakikatini
ve ruhları arındırıp kendi düzeyine çıkartmak için giriştiği çabanın
hakikatını gözler önüne getirmek için bu rivayetleri hatırlatmakta bir
sakınca yoktur.
İbn-i Cerir, Berra b. Azib'e dayandırarak
şöyle rivayet eder. Berra der ki: "Bu ayet Ensar hakkında nazil olmuştur.
Ensar, hurmaları toplama zamanı geldiğinde henüz olgunlaşmamış olanları
toplayıp Resulullah'ın mescidinde iki direk arasında ipe asarlardı.
Muhacirlerin fakirleri de bunlardan yerdi. Onlardan biri ham hurmaların
arasına caiz olduğunu sanarak çürük olanlarını da katmıştı. Bunun üzerine
yüce Allah böyle yapanları kınayan şu ayeti indirdi:
"...Adi şeyleri infak etmeye
kalkışmayın..."
Aynı hadisi, Hakim de Berra'dan rivayet
eder ve "Buhari ve Müslim'in şartlarına göre sahih olmasına rağmen ikisi de
rivayet etmemiştir"der.
İbn-i Ebu Hatem bir başka yoldan Berra'ya
dayandırarak şöyle rivayet eder: "Bizim hakkımızda nazil oldu. Hepimiz hurma
sahibi idik. Adam, az çok ne varsa hurmasından getirirdi. Bazısı hurma
salkımlarını getirir, mescitte bir yere asardı. Ehl-i Suffe'nin yiyeceği
olmazdı. Onlardan biri acıktığında gelir, bastonu ile vurur, .olgunlaşmış
veya olgunlaşmamış düşen hurmayı yerdi. İyiliği arzu etmeyen birtakım
kimseler de en kötü salkımları ve hatta dalından kopmuş olanları da getirip
asarlardı. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu; `...Kendiniz göz kapamadan
alamayacağınız adi şeyleri infak etmeye kalkışmayın.' Ardından Hz. Peygamber
`Sizden biriniz hediye edildiğinde gözü kapalı olamayacağı ya da ancak
utancından alabileceği şeylerin benzerini infak etmeye kalkışmasın.' Bundan
sonra herbirimiz yanındakilerinin en iyisini getirirdi."
İki rivayet de birbirine yakındır. İkisi de
Medine'de meydana gelmiş bir duruma işaret etmektedir. Bize, Ensar'ın
harcama, hoşgörü, cömertlik ve üstünlük tarihinden çizdiği safhaya karşıt
bir safha göstermektedir. Bize, bir cemaatin içinde olağanüstü örnekler
olabileceği gibi, Ensar arasındaki, eğitilmeye, arınmaya ve olgunluğa
yönelmesi için yönlendirilmeye muhtaç kimseler gibi başka örneklerin de
olabileceğini göstermektedir. Nitekim bazısı kendilerine verildiğinde geri
çevirmekten utandıkları ya da bir alışverişte gözü kapalı yani değerini
tespit etmedikçe alamayacakları şeylerin benzerlerini Allah için infak
etmekten nehyedilmişlerdi. Ayetin son kısmı da buna işaret etmektedir.
"...Bilin ki Allah Ganidir, Hamiddir."
İnsanların bütün verdiklerinden
müstağnidir; Allah için birşey harcadıklarında, aslında kendileri için
harcıyorlardır. O halde iyisinden ve de seve seve vermelidirler. Allah
Hamiddir; iyilikleri kabul eder, onları över ve güzellikle karşılık verir.
Bu konuda zikredilen her iki sıfatta da,
Ensar'dan oluşan o grubun kalplerini fiilen titrettiği gibi bütün kalpleri
titreten duygular mevcuttur.
"Ey iman edenler, kazandığınızın
iyisinden... infak edin..."
Yoksa yüce Allah, sizin sadaka olarak
vermeye yönelttiğiniz kötü şeylerden müstağnidir. Üstelik Allah, infak
ettiğinizde sizi iyilikle övmekle ve size hoşlanacağınız, şükredeceğiniz bir
mükâfat vermektedir. Çünkü Allah, rızıkları veren, ihsanda bulunandır. Daha
önce sahip olduklarınızı kendisi verdiği halde yine de iyiliklerinize
övgüyle karşılık vermektedir. Hangi duygu... Hangi teşvik?.. Ve hangi eğitim
bu olağanüstü üslup kadar kalplere etki edebilir?
İnfak etmekten kaçınmak ya da kötü şeyleri
vermek, kötü etkenlerden, Allah'ın yanında bulunana karşı kesin inancın
sarsılmasından, Allah'a bağlı, O'na dayanan ve yanında bulunan herşeyin
sonuçta O'na döneceğini kavrayan ruhlarda bulunmaması gereken fakirlik
korkusundan kaynaklandığından, yüce Allah'a iman edenlerin, bu etkenlerden
arınmaları, nereden nefislere yer ettiğini bilmeleri için bu duyguları
kalplere serpenin kim olduğunu açıklıyor. Aşağıdaki ayette bunun şeytan
olduğunu bildiriyor.
268-Şeytan fakirlikle
korkutarak size cimriliği, kötülük işlemeyi emreder. Oysa Allah size kendi
katından bağışlama ve bol nimet vaadeder. Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyi
bilir.
269- O hikmeti dilediğine
verir. Kime hikmet verilmişse ona çok hayırlı birşey verilmiş demektir. Bunu
ancak akıl sahipleri düşünüp anlayabilirler.
Şeytan sizi fakirlikle korkutmakta,
ruhlarınıza ihtiras, cimrilik ve azgınlık duygularını serpmektedir. Yine
şeytan size kötülüğü emretmektedir. Fuhuş; haddi aşan bütün günahları
kapsamaktadır. Her ne kadar bilinen bir günah için kullanılıyor olsa da
içerik olarak daha kapsamlıdır. Fakirlik korkusu cahiliye döneminde halkı
kız çocuklarını diri diri kuma gömmeye sevkettiğinden, bir nevi fuhuştur.
Servet biriktirmeye olan ihtiras, bazılarını faiz yemeye yönelttiğinden, o
da fuhuştur. Allah yolunda infak etmek nedeniyle meydana gelen fakirlik
korkusu zaten fuhuştur.
Şeytan, sizi fakirlikle korkutup fuhşu
emrediyorsa, Allah da size kendinden bir mağfiret ve bolluk va'detmektedir.
"...Allah ise kendinden bir mağfiret ve
bolluk va'detmektedir."
Ayet-i Kerimede önce mağfiret sonra bolluk
zikredilmektedir. Çünkü bolluk mağfirete bir ektir. Ve O, yeryüzünde rızkın
verilmesini ve Allah yolunda harcayıp infak etmenin mükâfatını
kapsamaktadır.
"...Allah'ın lütfu geniştir. Ve O herşeyi
bilendir."
Geniş lütfundan verir. Allah, kalplere
vesvese vereni bildiği gibi vicdanda kuşku duygusunu geliştireni de bilir.
Allah sadece mal vermez, mağfiret vermekle de kalmaz. Adalet ve dengeye
yönelme, sebep ve sonuçları kavrama, basiret, görüş ve algılama sonucunda
herşeyi yerli yerine koyma anlamına gelen "hikmet''i de verir.
"Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet
verilmişse ona çok hayırlı birşey verilmiş demektir."
Ona, adalet ve denge duygusu verilmiştir,
fuhşa dalıp haddini aşmaz. Sebep ve sonuçları kavrama yeteneği verilmiştir,
işlerin değerlendirmesinde sapıtmaz. Hareket ve davranışlarında kendisine
doğru ve salih olana ulaştıracak aydınlık görüş yeteneği verilmiştir. Ve
daha bunun gibi nice hayırlar...
"...Akıl sahiplerinden başkası düşünemez."
Akıl sahibi; düşünüp unutmayan, uyanık,
gafil olmayan, ibret alıp tekrar sapıklığa dalmayandır. Aklın görevi budur.
Onun görevi, hidayete ilişkin ilhamları ve kanıtları düşünmek ve bunlardan
yararlanıp umursamaz ve gafil olarak yaşamamaktır.
Allah'ın, kullarından dilediğine verdiği bu
hikmet, O'nun dilemesine bağlıdır. Bu, İslâm düşüncesinin temel
kurallarından biridir; herşeyi yüce Allah'ın mutlak ve serbest iradesine
bırakma... Bu arada Kur'an-ı Kerim hidayeti isteyerek gerektiği biçimde
çabalayıp didinenlerin kalbine yüce Allah tarafından bundan yoksun
bırakılmayacaklarına ilişkin bir başka gerçeği yerleştiriyor.
"Bizim uğrumuzda çaba sarfedenleri muhakkak
yollarımıza hidayet ettiririz. Şüphesiz Allah ihsan edenlerle beraberdir."
Allah'ın hidayetine yönelen herkesin,
Allah'ın bu gayretlerinin karşılığını ve nasiplerini vereceğini ayrıca
onlara hikmet verip böylece birçok iyilikler bahşedeceğini bilsin ve
kalpleri mutmain olsun diye bu gerçek açıkça ifade edilmektedir.
Yüce Allah'ın "Şeytan sizi fakirlikle
korkutmakta ve size fuhşu emretmektedir. Allah ise kendinden bir mağfiret ve
bolluk va'detmektedir. Allah'ın lütfu geniştir ve herşeyi bilendir."...
"Hikmeti dilediğine verir..." sözü hakkındaki konuyu bitirmeden önce iyice
anlamamız gereken bir başka gerçek daha var;
İnsanın önünde bir üçüncüsü bulunmayan iki
yol vardır... Allah'ın yolu... Şeytan'ın yolu... Ya Allah'ın va'dine kulak
verecek ya da Şeytan'ın... Kim Allah'ın yolunda yürümez, O'nun va'dini
dinlemezse, Şeytan'ın yolunda ve O'nun va'dine uyuyordur. Gerçek olan bir
tek metotdan başkası yoktur. Allah'ın koyduğu bu hayat metodu... Bunun
dışındakiler şeytan için ve şeytandandır.
Bu, Allah'ın hayat için koyduğu metotdan
sapanların, hiçbir şekilde hidayet ve doğruluk iddiasında bulunmalarına
delil bırakmamak için Kur'an'ın yerleştirdiği, sıksık tekrarladığı ve bütün
te'kid yöntemlerini kullanarak belirlediği bir gerçektir. Ortada bir şüphe
ya da bulanıklık sözkonusu değildir. Allah, ya da Şeytan... Ya Allah'ın
metodu ya da Şeytan'ın metodu... Ya Allah'ın yolu ya da Şeytan'ın yolu...
Dileyen dilediğini seçsin... "Bundan sonra, helak olan bile bile helak
olsun. Yaşayan da bir kanıttan dolayı yaşasın..."·(Enfal Suresi, 42)· Ne bir
şüphe, ne kapalılık, ne de bulanıklık... Ancak, hidayet veya sapıklık...
Hakk birdir, birçok değil... Hakktan sonra sapıklıktan başka ne var ki?..
(Yunus Suresi, 32)
Bundan sonra surenin akışı ile birlikte
sadaka konusuna dönüyoruz. Sadaka olsun, adak olsun, gizli-açık olsun, yüce
Allah infak edenin ne infak ettiğini çok iyi bilmektedir. İşlenen amelin
ötesindeki niyete göre mükâfatını vermek bu bilgisinin gereğidir.
270- Verdiğiniz her
nafakayı, adadığınız her adağı kuşku yok ki, Allah bilir. Zalimler için bir
yardımcı yoktur.
271- Eğer sadakaları
açıktan verirseniz bu güzeldir. Şayet onları kimse görmeden fakirlere
verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve bu, birkısım günahlarınızın
silinmesine vesile olur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
Nafaka, kişinin malından çıkardığı sair
hayırları da kapsar. Zekat, sadaka ve gönüllü olarak cihad için sarf edilen
mallar gibi. Adak ise infak türlerinden olup infak edenin belli bir miktar
belirterek, üzerine vacip kıldığı bir ibadettir. Adak, yalnızca Allah için,
O'nun uğruna ve O'nun yoluna adanır. Cahili değişik çağlarda müşriklerin
tanrıları ve putları için kestiği kurbanlar gibi O'nun kullarından falancası
için adak adamak şirk türlerinden biridir.
"Verdiğiniz her nafakayı, adadığınız her
adağı kuşku yok ki, Allah bilir."
Müminin, niyetinin, vicdanın, hareket ve
davranışlarının yüce Allah'ın gözetimi altında olduğunu düşünmesi; ona riya
ve gösteriş yerine takva, cimrilik yerine cömertlik, fakirlik korkusu
karşısında kurtuluş, mükafata güvenme, Allah'ın mükafatına bağlılık,
Allah'ın verdiği şeylerden hoşnut olmak, huzur duymak ve Allah'ın kendisine
rızık olarak verdiği şeylerden infak ederek şükrünü ifa etmek gibi birçok
duyguları bahşeder.
Nimetin hakkını vermeyen, Allah'ın ve
kulların hakkını vermeyen ve Allah kendisine verdikten sonra iyilik
yapmaktan kaçınan kişiye gelince, O zalimdir. Sözüne zulmetmiştir...
İnsanlara zulmetmiştir... Kendisine zulmetmiştir.
"Zalimler için bir yardımcı yoktur."
Sözünü tutmak adalettir, dürüstlüktür.
İyiliğe engel olmak ise zulümdür, despotluktur. Bu konuda insanlar,
kendisine nimet verildiğinde ahdini yerine getirip şükreden, Allah'a
verdikleri sözü tutan adil kimseler; bir de hakka itaat etmeyen ve şükrünü
yerine getirmeyen zalim ve Allah'a verdikleri söze ihanet edenler olmak
üzere iki gruba ayrılırlar. "Zalimler için bir yardımcı yoktur." Sadaka,
içten gelerek ve gizlice verildiğinde bu, en güzel verme biçimi olduğu gibi
Allah'a da daha sevimli gelir. Gösteriş ve riya kirinden arınmak için
böylesi daha iyidir. Ancak, bir farzı yerine getirmek de sözkonusu
olduğundan açıkça verildiğinde müslümanların emirlere itaat ettiği, farzları
yerine getirdiği sonucu çıkacağı için bu davranış da iyidir. Bunun için
Ayet-i Kerime "Eğer sadakaları açıktan verirseniz güzeldir bu. Şayet onları
kimse görmeden fakirle~: verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır."
demektedir.
Ayet-i Kerime her iki duruma da şamildir.
Her duruma uygun uygulamayı da belirtiyor. Yerine göre bunu, yerine göre onu
övüyor. Bunun ve onun sonucunda müminlere günahlarının giderileceğini
va'dediyor:
"Günahlarınızdan bir kısmı silinir..."
Ayet-i Kerime bir yandan kalplerinde takva
ve arınma duygusunu harekete geçiriyor, diğer taraftan güven ve huzur havası
estiriyor. Sonuçta hér durumda kalpleri niyetiyle, ameliyle Allah'a
bağlıyor.
"...Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
Aşağıdaki iki sorunu kavrayabilmemiz için,
infak konusunun bu kadar uzatılmasını, bu konu anlatılırken bunca teşvik ve
tehdit yöntemlerinin kullanılmasını iyice düşünmek gerekir.
Birincisi, İslâm'ın beşer ruhunun takatinin
ve onun derinliklerinde gizli mal tutkunluğunun, bu ihtirasın üstüne
çıkması, bu tutkunluktan kurtulması ve Allah'ın bütün insanlık için dilediği
üstün seviyeye yükselmesi için kesintisiz harekete geçirilmeye ve sürekli
coşturulmaya olan ihtiyacını görmesidir.
İkincisi, eli açıklığı ve cömertlikle ün
salmış Arap toplumunda Kur'an-ı Kerim'in böylesi bir tabiata sahip
kimselerle karşılaşmasıdır.. Çünkü Arapların sehavet ve cömertlikleri;
hatırlanma, nam, insanların övgüsü, çadır ve obalarda dilden dile nakledilme
amacına yönelikti. Dolayısıyla İslâm'ın onlara, bu tür beklentiler olmadan,
bunların tümünden soyutlanmış olarak insanlar için değil sırf Allah için
sadaka vermeyi öğretmesi kolay olmamıştı. Sorun, uzun vadeli bir eğitimi,
çok çalışmayı; yücelmek, soyutlanmak ve kurtulmak için kesintisiz bir
çağrıyı gerektiriyordu. Öyle de olmuştu...
Bu yüzden sürenin akışının müminlere hitap
ederken, aniden Resulullah'a yönelmesi, İslâmi düşüncenin kuralları üzerine
bina edilmesinde ve İslâmi hayat tarzının yolunda istikamet bulmasında derin
etkileri bulunan birtakım büyük hakikatlerin yerleşmesi amacına yöneliktir.
272- Onları doğru yola
getirmek sana düşmez, ancak Allah dilediğini doğru yola iletir. Hayır
amacıyla ne infak ederseniz bu kendiniz içindir. Zaten siz sırf Allah
rızasını kazanmak için infak edersiniz. Yaptığınız her hayır amaçlı
harcamanın karşılığı size eksiksiz olarak verilir, kesinlikle size haksızlık
yapılmaz.
İbn-i Ebu Hatem, İbn-i Abbas'a dayandırarak
şöyle rivayet eder: "Resulullah `onları doğru yola getirmek sana düşmez..:
ayeti nazil olana kadar müslümanlardan başka kimseye sadaka vermemeyi
emretmişti.
Bu ayetin nüzulünden sonra hangi dinden
olursa olsun muhtaç olan herkese verilmesini emretti."
Şüphesiz, kalplerin hidayet ve sapıklığı,
Allah'ın kullarının sorumluluk alanına girmez. Bu kişi Allah'ın Resulü de
olsa durum değişmez. Çünkü bu, yüce Allah ile o kişi arasında bir sorundur.
Kalpleri yaratan Allah'tır. O'ndan başkası hükmedemez, dilediği gibi
tasarrufta bulunamaz ve kimsenin kalpleri üzerinde egemenliği sözkonusu
olamaz. Peygambere düşen yalnızca tebliğdir, hidayet ise Allah'ın elindedir.
Onu da çalışıp hidayeti hak edenlerden dilediğine verir. Bu konunun
insanların yetki alanından çıkarılması, hidayet istediğinde yalnızca Allah'a
yönelmesi ve hidayet kanıtlarını sırf Allah'tan edinmesi için müslümanın
duygularında yeretmesi kaçınılmaz olan bir gerçeği yerleştirmekte, ayrıca
sapıkların muhtemel inatları karşısında dava adamına bir genişlik
bahşetmekte, davet ettiğinde onlardan dolayı sıkıntı hissetmemesini, onlara
acımasını ve kalplerdekileri en iyi bilen Allah'ın inançsızların kalbine de
hidayet yerleştirmesi ve kendilerini bu davada başarıya ulaştırması için
O'nun iznini beklemesini sağlar.
"Onları doğru yola getirmek sana düşmez,
ancak Allah, dilediğini doğru yola iletir."
O halde onlara karşı gönlünü geniş tut,
hoşgörülü ol, senden bekledikleri sürece iyilik saç, yardımda bulun. Bundan
sonrası Allah'a kalmıştır. Ve infak edenlerin mükâfatı Allah katındandır.
Burada İslâm'ın müslüman kalpleri
yükselttiği ve bundan hoşnut kıldığı parlak hoşgörü ortamının bazı üstün
ufuklarını görüyoruz. Kuskusuz İslâm yalnızca dinî özgürlük ilkesini
yerleştirmekle kalmaz ve sadece dinde zorlamayı yasaklamakla yetinmez;
bunlardan çok daha geniş boyutlusunu yerleştirir vicdanlara... Yüce Allah'ın
direktiflerinden kaynaklanan insani hoşgörü ilkesini yerleştirmekte ve
müslüman kitle ile savaş halinde olmadıkları sürece, inançlarına
bakılmaksızın bütün ihtiyaç sahiplerinin müslümanlardan yardım ve destek
görme hakkını da teminat altına almaktadır. Ayrıca infak, sırf Allah rızası
için olduğu sürç infak edenlerin sevabının Allah katında saklı olduğunu
bildirmektedir. Bu ancak, İslâm'ın gerçekleştirebildiği ve sadece
müslümanların hakikatını kavradığı bir hamledir insanlık için...
"...Hayır amacıyla ne infak ederseniz, hu
kendiniz içindir. Zaten siz sırf Allah rızasını kazanmak için infak
edersiniz. Yaptığınız her hayır amaçlı harcamanın karşılığı size eksiksiz
olarak verilir, kesinlikle size haksızlık yapılmaz."
İnfak eden müminlerin durumuyla ilgili
Ayet-i Kerimede geçen şu kısacık değinmenin özünü kavramadan geçmememiz
yerinde olur:
"Zaten siz sırf Allah rızasını kazanmak
için infak edersiniz."
Kuşkusuz bu yalnızca müminlerin
özelliğidir, başkasının değil... Çünkü O, Allah'ın rızası dışında bir amaç
için infak etmez. Hevası için infak etmediği gibi bir menfaat için de infak
etmez. İnfak ederken bir de insanlar ne diyor diye dönüp bakmaz. İnsanların
sırtına binmek, onlara üstünlük kurmak ve kibirlenmek için infak etmez.
Otorite sahiplerinin hoşlanmaları ya da kendisini ödüllendirmeleri için de
infak etmez. Allah'ın rızası dışında hiçbir amaç için infak etmez. Tamamen
Allah için ve herşeyden soyutlanarak... Bu yüzden yüce Allah'ın sadakasını
kabul etmesinden, malını bereketlendirmesinden, sevabı ve bağışından,
Allah'ın kullarına yaptığı iyilik ve ihsana karşılık Allah'ın iyilik ve
ihsanından emindir. Verdiklerinden dolayı, daha yeryüzündeyken yücelir,
arınır, temizlenir. Ahirette göreceği mükâfat ise en büyük kurtuluş, en yüce
mevkidir.
Sonra Ayet-i Kerime sadakanın dağıtılacağı
yerlerden birini zikretmeye ve müminlerden bir grubun durumunu; yardımına
ihtiyacı olduğu halde durumunu söylemekten kaçınan, kalplerindeki
güzellikten dolayı ihtiyacını gidermesi için kimseye yanaşmayan ruhları
anlamaya sevkeden incelik, tokgözlülük, üstünlük ve güzellik dolu bir tablo,
duyguları coşturacak biçimde sunuluyor:
273- Kendilerini Allah
yoluna adamış, bu yüzden yeryüzünde (dünyalık için) koşmaya fırsat bulamayan
ve hayaları yüzünden. tanımayan!ar tarafından varlıklı sanılan fakirlere
yardım edin. .Sen onları yüz ifadelerinden tanırsın. Yüzsüzlük edip hiç
kimseden birşey istemezler. Yaptığınız her hayır amaçlı harcamayı kuşku yok
ki Allah bilir.
Bu duygulandırıcı vasıflar, kendileri
dışında, düşmanlardan hiç kimsenin yaklaşmaması için Resulullah'ın evlerini
korumak amacıyla Mescid-i Nebevi'de kalan, bu arada Allah yolunda cihad
etmeye kendilerini adayan ve ticaret ve kazanç için imkan bulamayan, buna
rağmen insanlardan hiçbir şey istemeyen, ihtiyaçlarını açıklamaya onurları
elvermeyecek kadar güzel davranan, bu yüzden durumlarını bilmeyenlerin
varlıklı sandığı ve gerçek durumlarını da feraset sahiplerinden başka
kimsenin bilmediği Ehl-i Suffa gibi, mallarını ve ailelerini Mekke'de
bırakıp, Medine'de oturarak kendilerini Allah yolunda cihad etmeye ve O'nun
Resulünü korumaya adayan muhacirlerden bir topluluğun durumunu
yansıtmaktadır.
Ancak ayetin kapsamı geneldir, onların
dışında her çağda aynı durumda olabilecek herkese şamildir. Şartların
kendilerini engellediği, çalışmaktan alıkoyduğu, onurlarının yardım
istemelerine engel olduğu, buna rağmen ihtiyaçlarını açıklamaktan
kaçınmaları yüzünden durumlarını bilmeyenlerin, tokgözlülüklerinden dolayı
zengin sandığı, ancak, derin duygu ve açık basiret sahiplerinin bu rahat
görüntünün ardındaki gerçek durumu kavradığı ve onlar utançlarından her ne
kadar gizleseler de ruhsal durumları yüzlerinden okunan saygıdeğer
fakirlerin durumuna uygun düşmektedir.
Bu, şu kısacık ayetin o saygın örnek için
çizdiği derin duygular uyandıran ve başarıyla çizilmiş adeta canlı bir
tablodur. Her bir kelime nerdeyse bir fırçanın dokunması gibi, çizgileri ve
imgeleri çizmekte, duygu ve infialleri somutlaştırmaktadır. İnsan, daha
okuması tamamlanmamışken, bu yüzleri ve kişilikleri görür gibi oluyor.
Kur'an'ın insan tiplerini çizerken uyguladığı gibi bu yöntem, adeta canlı ve
hareketliymiş gibi sunmaktadır manzaraları...
Avret yerlerini gizler gibi ihtiyaçlarını
saklayan bu saygıdeğer fakirlere, haysiyetlerini zedelemeden, onurlarını
kırmadan ve ancak gizlice yardım edilmelidir. Bu yüzden Ayet-i Kerime,
sadakayı verenlerin, yüce Allah'ın verdikleri sözleri bildiğine ve
mükafatlarını vereceğine güvenlerini sağladıktan sonra sadakanın
gizlenmesini ve saklayarak verilmesini ilham ettiren bir tarzda sürüyor:
"...Yaptığınız her hayır amaçlı harcamayı
kuşku yok ki, Allah bilir."
Gizli olan şeyleri yalnızca Allah bilir ve
iyilik onun yanında kaybolmaz. Sadakanın ilkelerinin açıklandığı bu kısım,
her çeşit yardımı ve Allah için harcayan herkesi kapsayan genel bir hükümle
son buluyor:
274- Mallarını gece-gündüz,
gizli-açık Allah yolunda harcayanların mükâfatı Allah katında verilecektir.
Onlar için bir korku sözkonusu değildir ve onlar üzülmezler de.
Konuyu noktalayan şu Ayet- Kerimenin gerek
başında gerekse sonunda, bütün ayetler arasındaki uygunluk ve kapsayıcılıkla
uyuşan bir düzen göze çarpmaktadır. Bu son, kapsamlı ve kısa dokunuşlar..
"Mallarını... infak edenler..."
Bu şekilde genel ve bütün mal çeşitlerini
kapsar bïçimde...
"...Gece-gündüz, gizli-açık..."
Bütün zamanları ve her durumu kapsamak
içindir.
"...Mükafatları Rabbleri katındadır..."
Bu şekilde kesin, malın artması, ömrün
bereketlenmesi, Ahiret mükâfatı ve Allah'ın hoşnutluğu, hepsi bunun
içindedir.
"Onlar için bir korku sözkonusu değildir ve
onlar üzülmez de."
Gerek dünyada gerekse Ahirette korkutucu
hiçbir şeyden korkmadıkları gibi üzücü hiçbir şeyden dolay da üzülmezler.
Sarsılmaz ilkenin sonunda gelen bu uyum,
işaret edilen kapsayıcılığı ve genelliği ilham ettirmektedir.
Sonra İslâm, mensuplarının hayatını sadaka
ve infak gibi "vermek" üzerine kurmaz. İslâm düzeni tamamen, gücü yeten
herkesin kolayca iş bulması ve rızkını temin etmesi ile çalışma ve ücret
arasındaki dağılımı hak ve adalet ilkesine dayandırarak servetin, mensupları
arasında güzelce paylaşılması esasına dayanmaktadır. Ancak sebeplere uymayan
bazı istisnai durumlar sözkonusu olmaktadır. Bunları da sadaka ile çözümler.
Bir kere Allah'ın şeriatım eksiksiz uygulayan müslüman devletin topladığı,
sadece kendisinin toplamaya hak sahibi olduğu ve müslüman devletin
maliyesinin gelir kaynaklarının en önemlisi olan malı farzlar, ikinci olarak
da daha önce değindiğimiz adabına uygun bir şekilde ve bu Ayet-i Kerimenin
açık bir örneğini tavsif ettiği, alanların iffetini koruyarak gücü
yetenlerin hiçbir sınırlama getirilmeksizin doğrudan ihtiyaç sahiplerine
verdiği gönüllü sadakalar şeklinde çözümler.
(İslâm, mensuplarının ruhlarında
tokgözlülük duygusunu o kadar geliştirir ki onlardan biri hayatını sürdürmek
için yeterli miktarın çok altında birşeye sahip olduğu halde gene de
istemeyi onuruna yedirmez.)
Buhari, kendi isnadıyla Ata b. Yessar ve
Abdurrahman b. Ebi Umre'nin şöyle dediğini rivayet eder: Ebu Hureyre'nin
şöyle dediğini işittik: "Resulullah; `Yoksul, bir iki hurma ya da bir iki
lokma verilen kimse değildir. Yoksul, iffetli olandır. Dilerseniz yüce
Allah'ın `yüzsüzlük edip hiç kimseden birşey istemezler..: ayetinin
kasdettiğini okuyun' buyurdu."
İmam Ahmet; "Bize Ebubekir Hanefi, O'na da
Abdülhamid b. Cafer babasından, O'na da Müzeyne kabilesinden bir kişi
annesinden şöyle anlattı" der; "Annem bana `insanların istediği gibi gidip
Resulullah'tan istesen olmaz mı?' dedi. O'ndan istemek üzere gittiğimde O'nu
ayakta hitap ederken buldum. Şöyle diyordu: `Kim onurlu olmak isterse Allah
onu onurlu kılar, kim kendini, istemekten müstağni kılarsa Allah onu zengin
kılar. Beş okka değerinde birşeyi olduğu halde insanlardan isteyen yüzsüzlük
etmiş olur.' Bunun üzerine kendi kendime `Benim bir devem var ki beş okkadan
fazla eder. Oğlumun da bir devesi var, o da beş okkadan fazla eder' dedim ve
O'ndan hiçbir şey istemeden geri döndüm."
Hafız Taberani kendi isnadıyla Muhammed b.
Sirin'den şöyle rivayet eder: "Kureyş kabilesinden olup Şam'da oturan
Haris'e, Ebu Zer'in muhtaç durumda olduğu haberi gelmişti. O da Ebu Zer'e
üçyüz dinar gönderdi. Ebu Zer; `Benden daha sıkıntıda olan bir Allah'ın
kulunu bulamadın mı? Resulullah'ın; kırk dinarı olduğu halde, isteyen
yüzsüzlük etmiş olur buyurduğunu işittim. Halbuki Ebu Zer'in kırk dirhemi
var... Bir koyun ve iki hizmetçi var..."
İslâm, hükümleri, direktifleri ve
kanunlarında hiçbir parçanın ve ayrıntının gözden kaçırılmadığı bir bütün
olarak hareket eden mükemmel bir düzendir. O, düzenini bunların aynı anda
işlemesi için koyar, böylece olgunlaşır ve aralarında uyum sağlar.
Beşeriyetin bütün yeryüzü toplumlarında bir
benzerini göremediği o eşsiz toplumu böyle kurmuştu İslâm...
FAİZ DÜZENİ
Geçen bölümde ilkeleri sunulan sadakanın
karşısında yeralan bir diğer uygulama da çirkin ve asık suratlı faiz
uygulamasıdır. Sadaka vermek; hoşgörü, arınma, temizlik, yardımlaşma ve
dayanışmadır. Faiz ise; cimrilik, murdarlık, kirlilik, bencillik ve
bireyselliktir.
Sadaka; malın geri gelmesini beklemeksizin
karşılıksız yapılan yardımdır. Faiz ise borcun yanında, borçlunun emeğinden
veya etinden koparılan haram bir fazlalıktır. Borçlanan kişi malı çalıştırıp
kâr etmişse bu onun çalışmasının ve emeğinin karşılığıdır, dolayısıyla
alınan faiz onun emeğinden koparılmış demektir. Veya kâr etmeyip zarar
etmişse ya da malı kendisi ve ailesinin nafakası için almış dolayısıyla o
maldan bir kâr edememişse bu durumda alınan faiz onun etinden koparılmış
demektir. İşte bu yüzden faiz, sadakanın karşıtı çirkin ve asık suratlı bir
uygulama olarak beliriyor.
Bunun için Ayet-i Kerime iyi, hoşgörülü,
temiz, güzel ve sevimli uygulamadan hemen sonra içindeki pislik ve
çirkinliği, insan kalbini katılaştırmasını, toplumda kötülük yapmasını,
yeryüzünde bozgunculuğa neden olmasını, dolayısıyla kulların helâk olmasını
ortaya çıkaran nefret ettirici bir tarzda sunuyor.
İslâm, cahiliye geleneklerinden hiçbirini
geçersiz kılmak için faizi kaldırmak kadar uğraşmamış, hiçbir konuda bu
ayette ve başka yerlerde geçen ayetlerde görüldüğü gibi faiz konusundaki
kadar tehditkâr bir üslup kullanmamıştır. Bunun hikmetini kuşkusuz yüce
Allah bilir. Cahiliyede faiz, birtakım fesat ve kötülüklerin kaynağı
olmuştu. Ancak faizin bu asık yüzünden kaynaklanan pislikler ve çirkinlikler
günümüz modern dünyasında olduğu kadar bütünüyle ortaya çıkmadıkları gibi
bugünkü çağdaş toplumda belirdiği gibi bu kanlı yüzde bu denli sivilce ve
çıban da görülmemişti. Bu çirkin düzen hakkında okuduğumuz Ayet-i Kerimede
beliren korkutucu hamlenin hikmeti ilk cahiliyeden çok, günümüz
cahiliyesinde insan hayatında meydana gelen korkunç olayların ışığında
anlaşılmaktadır. Allah'ın hikmetini, bu dinin yüceliğini, bu metodun
mükemmelliğini ve bu düzenin titizliğini düşünmek isteyen herkes bunların
tümünü, ilk defa bu ayetlerle yüzyüze gelenlerden fazlasıyla
kavrayabilirler. Çünkü bütün söylenenleri bizzat doğrulayan dünyanın pratiği
gözler önündedir. Faiz yiyen ve faize dayanan sapık beşeri faiz düzeni insan
ahlâkında, dininde, sağlığında ve ekonomisinde meydana getirdiği yıkım
sonucu, helâk edici ve mahvedici belaya duçar olmuştur. Fert, toplum, ulus
ve kavimce, sonuçta öç ve azap gördükleri yüce Allah'la gerçek bir savaşa
tutuşmuşlardır. Ancak yine de ibret alıp bu durumdan kurtulmazlar.
Surenin akışı, geçen bölümde sadakanın
prensiplerini sunarken, kötü, kınanmış ve verimsiz faizcilik temeline
dayanan düzenin karşısında yeralan, yüce Allah'ın müslüman toplumun
dayanmasını istediği ve bütün beşeriyetin ondaki rahmetten yararlanmasını
dilediği toplumsal ve ekonomik düzenin kurallarından birini de sunmaktadır.
Gerçekte yeryüzünde iki düzen vardır.
Düşüncede buluşmayan, temelde birleşmeyen ve sonuçta uyuşmayan İslâm ile
faiz düzeni... Bunlardan herbiri hayat, hedefler ve gayeler hakkında diğeri
ile tamamen çelişen bir düşünce sistemine dayanmakta ve insan hayatında
diğerinden tamamen ayrı sonuç meydana getirmektedir. Bu korkutucu hamlenin
ve bu ürpertici tehdidin sebebi budur.
İslâm, ekonomik düzenini, bütün hayat
düzenini olduğu gibi varlık aleminde yürürlükte olan hakkı temsil eden belli
bir düşünceye ve bu evreni, şu yeryüzünü ve insanı yaratanın, kısacası her
varlığa varlığını bağışlayanın yüce Allah olduğu esasına dayandırmaktadır.
Herşeyi vareden olması hasebiyle herşeyin
maliki olan yüce Allah, insan cinsini yeryüzünde halifesi kılmış, ondan
aldığı bir söze ve şarta bağlı olarak, onu rızık, kuvvet, güç ve enerji
kaynakları bahşettiği yeryüzüne yerleştirmiştir. Ancak bu geniş mülkü içinde
dilediğini dilediği gibi yapacak şekilde başıboş bırakmamıştır. Onu açık
sunuşlar dahilinde Allah'ın metodu ve yalnızca O'nun şeriatına bağlı kalmak
şartıyla halife tayin etmiştir. Kendisinden sadır olan akitler, işler,
davranışlar, ahlâk ve ibadetler bu anlaşmaya uygun olduğu sürece doğru ve
geçerli olurlar. Bu anlaşmanın şartlarına uymayan herşey batıl ve
geçersizdir. Bunu güç ve zor kullanarak yürürlüğe koymak isterse bu durumda
ne Allah'ın ne de Allah'a iman edenlerin kabul etmeyeceği bir zulüm ve
azgınlık sergilemiş olur. Bütün evrende olduğu gibi yeryüzünde de hakimiyet
yalnız ve yalnız Allah'ındır. Yöneten ve yönetileni ile bütün insanlar O'nun
şeriatını ve metodunu uygulama yetkisini O'ndan alırlar. Hiç kimse bunun
dışına çıkamaz. Çünkü onlar, yeryüzünde bir şart ve sözleşme gereğince
halife kılınmış vekillerdir; ellerindeki rızıkların yaratıcı sahipleri
değil...
Bu sözleşmenin maddelerinden biri de,
bazısının bazısına dost olması için Allah'a iman edenlerin arasında
yardımlaşmanın oluşması ve Allah'ın verdiği rızıktan bu yardımlaşma uyarınca
yararlanmasıdır. Ancak, Marksistlerin dediği gibi mutlak ortaklık anlamında
değil; sınırlı, ferdi mülkiyet esasına göre yüce Allah'ın geniş lütfundan
yararlandırdığı kişinin bu genişlikten rızkını temin etmesi kadar başkasını
yararlandırması anlamında... Bununla beraber, daha önce belirttiğimiz gibi
hiç kimsenin, gücü yettiği halde kardeşine veya topluma yük olmaması için
herkesin gücü ve yeteneğine göre yüce Allah'ın müyesser kıldığı oranda
çalışması zorunludur. Bunun için zekat, miktarı belli bir farz kılındığı
halde, sadaka, hiçbir sınırlama getirilmeden isteğe bırakılmıştır.
Ayrıca, iman edenlerin davranışlarında
denge ve itidal gözetmeleri, gerek Allah'ın kendilerine verdiği rızıktan
infak ederken, gerekse kendilerine helâl kılınan güzel şeylerden
yararlanırken israf ve savurganlığa kaçmamaları şart koşulmaktadır. Böylece
tüketim ihtiyaçları denge unsuruyla sınırlandırılmış, geri kalan fazlalık
ise zekat farizası ve isteğe bağlı sadakaya bırakılmış olur. Bunun için
müminlerden, özellikle mallarını arttırıp çoğaltmaları istenmektedir.
Aynı zamanda mallarını arttırırken
başkalarına zarar vermeyecek araçlara başvurup malın akışına engel
olmamaları, kullar arasında rızkın dolaşımını ve "Sizden zengin olanlar
arasında elden ele dolaşan bir imtiyaz olmaması için`.." (Haşr Suresi, 7)
malın her tarafa yaygınlaşmasını aksatmamaları da şart koşulmaktadır.
İslâm, niyet ve amelde temizliği, araç ve
amaçlarda nezafeti gerekli kılarken, bireyin vicdanını ve ahlâkını, toplumun
da hayatını ve varlığını rencide etmeyecek kazanç yollarına başvurmaları
için malın artmasına da bir kayıt koymaktadır.·
İslâm bütün bunları, evrenin pratiğindeki
gerçeği temsil eden düşünce ile halife kılınmış insanın şu geniş mülkteki
tüm uygulamalarına egemen, istihfal (halife kılınma) sözleşmesi esasına
dayandırmaktadır.
Bu yüzden faiz, öncelikle mutlak imani
düşüncenin kurallarıyla çatışan ve içinde Allah'ın şeriatı gözetilmeyen,
başka bir düşünce sistemine dayanan bir düzendir. Bunun için faiz düzeninde
yüce Allah'ın beşer hayatının dayanmasını istediği ilkelere, amaçlara ve
ahlâk kurallarına uyma sözkonusu değildir.
Öncelikle bu düzen, Allah'ın iradesiyle
beşer hayatı arasında hiçbir ilişki olmadığı, herşeyden önce insanın
yeryüzünün efendisi olduğu, Allah tarafından bir sözleşmeye bağlı olmadığı
gibi onun buyruklarına da uyması gerekmediği esasına dayanmaktadır.
Sonra birey, malı elde etmek için dilediği
araca ve malını geliştirmek için dilediği yola başvurmakta özgür olduğu gibi
malından dilediği gibi yararlanmakta da özgürdür. Bu konularda ne Allah'tan
bir sözleşme veya şarta uymak zorundadır ne de başkalarının yararı onu
sınırlandırabilir. Bunun için, yapabildiği kadar kasasına ve servetine
eklemede bulunduktan sonra, milyonlar ezilmiş, önemli değildir. Kuşkusuz,
bazan insanların koyduğu kanunlar kâr hırsını sınırlandırmak ve hile, makam,
gasp, talan, aldatma ve zarar vermeyi engellemek gibi bu özgürlüğe sınırlı
oranda müdahale ederler. Ancak bu müdahale daha çok insanların nefislerinin
uyuştuğu ve hevalarının sevkettiği sonuca yönelik olur, yoksa ilahi bir
otoritenin koyduğu değişmez prensiple herhangi bir ilişkisi sözkonusu
değildir.
Ayrıca bu düzen, insan varlığının tek
gayesinin ne suretle olursa olsun ma' kazanmak ve dilediği gibi maldan
yararlanmak olduğuna ilişkin hatalı ve ifsat edici bir düşünceye
dayanmaktadır. Bu yüzden insan, mal biriktirmek ve ondan yararlanmak
hususunda azgınlaşır ve yoluna konulan tüm prensipleri ve başkalarının
menfaatlerini çiğner geçer.
Sonuçta beşeriyeti yokluğa sürükleyen bir
düzen oluşmakta, bir avuç faizcinin menfaati uğruna, fert, toplum, devlet ve
halkların hayatında bedbahtlık egemen olmakta, ahlâki, ruhsal ve sinirsel
çöküntü baş göstermekte ve malın el değiştirmesi ile beşeri ekonominin
normal gelişmesi bozulmaya yüz tutmaktadır. Sonunda modern çağda olduğu
gibi, beşeriyet üzerindeki gerçek otorite ve pratik nüfuz, Allah'ın
yarattıklarının en alçağı, en kötüsü, insanlar arasında hiçbir dostluğa ve
sözleşmeye itibar etmeyen küçük bir azınlığın elinde toplanır. Bunlar,
insanları, fert fert olduğu kadar -ülke içinde ve dışında- hükümetler ve
halkları düzeyinde de borçlandırırlar. Böylece hiçbir çaba sarf etmeden,
faiz kârıyla bütün insanların çalışmalarının karşılığını, emeklerini, alın
terlerini ve kanlarını sömürürler.
Bunlar, sadece mala hükmetmezler, bu arada
otoriteyi de ellerinde bulundururlar. Her ne kadar belli i:keleri, ahlâk
kuralları ve mutlak anlamda dini veya ahlâki bir düşünceleri olmasa da,
dinler, ahlâk kuralları, idealler ve ilkelerle alay ettikleri için daha
fazla sömürmelerini sağlayan sistem, düşünce ve yasaları koymak için bu
korkunç otoriteyi kullanarak ihtiraslarını dindirmek ve kötü emellerine
ulaşmaktan geri kalmazlar. Bunun için de en yakın araç; insanların ahlâken
çökertilmesi ve kurulmuş tuzaklara ve şebekelere kaptırmak suretiyle
birçoklarının sahip oldukları son parayı da harcadıkları zevk ve
şehvetlerden oluşan kokuşmuş bataklığa düşürülmesidir. Bunu da dünya ekonomi
piyasasına kendi sınırlı menfaatleri doğrultusunda hükmederek yürütürler.
Her ne zaman bu durum, dünya ekonomisinde konjöktürel krizlere yol açarsa ve
bütün insanların ortak yararları olan sanayi ve ekonomik ürünlerde bozulmaya
sebep olsa, sorun, uluslararası servetin iplerini ellerinde bulunduran
faizci para babalarının yararına göre çözümlenir.
Modern çağda beliren en büyük felaket; -ki
cahiliye döneminde bu kadar çirkin bir konumda değildi- eskiden bankerler,
borsalar günümüzde de çağdaş bankaların kurumları şahsında temsil edilen
faizcilerin, ellerindeki uluslararası baskı gereçlerinin içinde ve dışında
gizli bulunan korkunç otorite ve sahip oldukları gazete, kitap,
üniversiteler, hocalar, yayın araçları, sinema filmleri gibi propaganda ve
reklam araçları vasıtası ile faiz düzeninin gölgesinde faizcilerin,
kemiklerini ve etlerini yediği, alın terlerini ve kanlarını emdiği fakir
halk yığınları arasında faizin tabii ve akla uygun olduğu, ekonomik büyüme
için kendisinden başka esas bulunmayan en doğru esas olduğu ve batıdaki
uygarlık alanındaki bu ilerlemenin, bu düzenin iyiliği ve bereketiyle
olduğuna ilişkin zehirli, pis fikirlerin genel bir kabul görmesidir. Buna
göre, bu düzenin ortadan kalkmasını isteyenler, gerçeklerle ilgisi
bulunmayan ütopyacılardır. Bunlar bu görüşleriyle pratikte hiçbir değeri
bulunmayan soyut, ahlâki teorilere ve ütopik ideallere dayanmaktadırlar.
Şayet müdahale etmelerine müsamaha edilecek olursa ekonomik düzen altüst
olacaktır! Bunun için faiz düzenini eleştirenler,gerçekte bu düzenin
kurbanı, zavallı halk yığınları tarafından alaya alınırlar. Bu kurbanların
durumu olağandışı bir akımın meydana gelmesiyle uluslararası faizcilerin
sinirlerinin gerilmesine neden olan dünya ekonomisinin durumu gibidir. Bir
avuç kurdun yoluna dikilecek her örgütlü ekonomik hareket bu faizcilerin
karşı çıkmalarına sebep olur. Ve giderek, insanlığın yararına olan bu
hareket onlar tarafından da dışlanır.
Faiz düzeni ekonomi açısından da kusurlu
bir düzendir. Kötülükleri; bizzat onun gölgesinde büyüyen, akıllarını ve
kültürlerini, kültür, düşünce ve ahlâkın tüm alanlarına zehir saçan bu
düzenden beslenen Batılı bazı ekonomi uzmanlarının dikkatini çekecek
boyutlara ulaşmıştır. Salt ekonomik açıdan bile bu düzeni kusurlu bulanların
başında Alman Raich bankasının eski müdürü Dr. Schacht gelmektedir. 1953
yılında Şam'da verdiği bir konferansta; "Sonsuz bir matematiksel işlem
olarak yeryüzündeki bütün malların çok az sayıdaki faizcinin elinde
toplandığı bir gerçektir. Çünkü borçlanan kâr da etse, zarar da etse borç
veren faizci, bütün işlemlerde kâr etmektedir. Bu nedenle, sonuçta,
matematiksel bir işlem olarak bütün malların sürekli kâr edene dönmesi
kaçınılmazdır." diyordu.
Bu kuram gerçekleşmek üzeredir. Çünkü
yeryüzündeki malların büyük çoğunluğuna gerçek anlamda birkaç bin kişi sahip
bulunmaktadır. Geriye kalan mülk sahipleri, bankalara borçlanan sanayiciler,
işçiler ve benzerleri ise mal sahipleri adına çalışan ücretliler olup
emeklerinin karşılığı bu birkaç bin kişi tarafından devşirilmektedir.
Faizin cinayetleri bununla bitmez. Bir kere
faiz temeline dayanan ekonomik düzen, mal sahipleri ile çalışanların, sanayi
ve ticaret alanındaki ilişkilerini kumar ve sürekli didişmeye dönüştürür.
Çünkü faizci, daha çok kâr etmek için çalışır. Bu yüzden, sanayi ve ticaret
alanında ihtiyacı arttırmak ve kâr haddini yükseltmek için piyasadan parayı
çeker, sanayi ve ticaret alanında çalışanların parayı bu şekilde kullanmanın
hiçbir kâr getirmediğini, ne bir kâr ne de artış sağlamadığını kavramalarına
kadar fiyatlar yükselmeye devam eder. Bu esnada, milyonlarca kişinin
çalıştığı bu alanlarda kullanılan paranın hacmini kısma yönüne gidilir.
Fabrikalar darboğaza girer, ardından üretimi düşürme yoluna giderler. İşten
çıkarmalar baş gösterir ve alım gücü düşer. İş bu noktaya gelip faizciler
mala karşı talebin azaldığını ya da durduğunu görünce zorunlu olarak kâr
haddini düşürürler. Sanayi ve ticaretle uğraşanlar yeniden etraflarına
üşüşmeye başlar. Artık hayat bolluk içinde geçmektedir... Böylece
uluslararası ekonomi piyasasında konjöktürel krizler meydana getirilerek
insanlar sürü gibi oradan buraya sürülüp dururlar.
Sonra, sanayici ve tüccarlar borçlandıkları
paranın faizini tüketicilerin cebinden verdiklerinden bütün tüketiciler
dolaylı olarak faizcilere vergi ödemiş oluyorlar. Çünkü onlar, tüketim
mallarının fiyatını yükseltmekte ve sonuçta faizcilerin cebine girecek borç
yükünü daima halklarının omuzuna bindirmektedir. Hükümetlerin kalkınma ve
bayındırlık faaliyetlerine girişmek için hazineden aldıkları borçların
faizini vatandaşlar ödemektedirler. Çünkü bu hükümetler borçla birlikte
faizini de kapatmak için değişik vergiler çıkarmak zorunda kalırlar. Böylece
tüm fertler bu kısır döngünün sonunda faizcilere verilen haracın ödenmesine
katılmış olurlar. İşin bu aşamada kalması ve borçların sonunda sömürgeciliğe
yolaçmaması pek az görülmüştür. Üstelik sömürü yüzünden birçok savaşlar
meydana gelmiştir.
Biz burada -Kur'an'ın gölgesinde- faiz
düzeninin bütün kusurlarını anlatacak değiliz. Bu, bağımsız bir araştırmanın
konusu olacak bir alandır. Ancak müslüman olmak isteyenleri, İslâm'ın iğrenç
faiz düzenini yasaklaması konusunda temel bazı gerçeklerden haberdar ederek
yaptığımız açıklamayla yetinmeye çalışacağız:
1- Ruhlarda iyice yeretmesi gereken birinci
gerçek; İslâm ile faiz düzeninin birarada bulunamayacağı gerçeğidir. Bunun
dışında gerek din adamlarından gerekse başkalarından fetva sahiplerinin
söylediği tüm sözler yalandır, aldatmadır. Daha önce de değindiğimiz gibi
İslâm düşüncesinin temeli ve insanların hayatlarında, düşüncelerinde ve
ahlâklarında gösterilen pratik sonuçları, faiz düzeniyle bizzat
çarpışmaktadır.
2- İkincisi; faiz düzeninin sırf, imanları,
ahlâkları ve hayat görüşleri için değil, insanların ekonomi ve iş hayatları
için de bir yıkım olduğu, insanların saadetini yok ettiği, genel ekonomik
gelişme için uygun bir düzenmiş gibi gösteren, aldatıcı ve yaldızlı
görünümüne rağmen insanlığın dengeli büyümesini dumura uğrattığı gerçeğidir.
3- Üçüncüsü; İslâm'da ahlâki düzen ile
uygulanan pratik düzenin birbirine tamamen bağlı oldukları, insanın bütün
davranışlarında hilafet sözleşmesi ve şartına bağlı olduğu, hayatı boyunca
sergilediği tüm yeteneklerinden dolayı denendiğinin ve sınandığının,
ahirette de bunlardan hesaba çekileceğinin farkında olduğu ortadadır. Biri
ahlâki diğeri pratik olmak üzere iki ayrı düzenin bulunmadığı, insanın tüm
davranışlarını her ikisini birlikte oluşturduğu, her ikisinin de iyiliğine
sevap, günahına azapla karşılık verilecek ibadetin kapsamına girdiği,
başarılı İslâm ekonomisinin ahlâksız olamayacağı, ahlâktan da vazgeçildiği
zaman, insanların pratik hayatlarının başarıya ulaşmasının mümkün
olamayacağı aslî bir unsur olduğu gerçeğidir.
4- Dördüncü olarak; faiz düzeninin kişinin
vicdanını, ahlâkım, toplum içinde kardeşine yönelik düşüncesini ve genel
anlamda, kötülük, ihtiras, bencillik, aldatma ve kumar ruhunu yaymak
suretiyle toplum hayatını ve sahip olduğu değerleri bozmadıkça
yerleşmeyeceği gerçeğidir. Modern çağda ise sermayeyi en aşağılık sömürü
yöntemlerine yönelten başlıca etken sayılmaktadır faiz. Faizle borçlanan
sermaye hem faizini ödemek hem de borçlarını yararlandırmak için kârını
garantiye almak zorundadır. Bu yüzden açık saçık filmler, gazeteler, oyun ve
eğlence yerleri, beyaz kadın ticareti gibi insanlarda ahlâki çöküntü meydana
getiren söz ve yönlendirmelerle doğrudan sömürüye başvurmaktadır. Faizle
borçlanan sermayenin derdi insanlık yararına girişimlerde bulunmak değildir.
Onun derdi en alçak huyları, en iğrenç eğilimleri kullanarak sömürü şeklinde
de olsa kâr etmektir... Yeryüzünün her köşesinde görülen manzara budur.
Bunun başlıca sebebi de faizci düzendir.
5- Beşinci olarak, İslâm'ın mükemmel bir
hayat düzeni olduğu gerçeğidir. Çünkü O faizle işlem görmeyi yasaklarken
düzenini de bunu gerektirmeyecek esaslar üzerine kurmakta ve ekonomi, toplum
ve insanlığın düzenli bir şekilde gelişmesini engellemeden toplumsal hayatın
diğer yönlerini de bu tür bir muameleyi gerektirmeyecek şekilde arındırarak
düzenlemektedir.
6- Altıncı olarak; İslâm'ın, hayatı kendi
düşüncesi ve özel metodu uyarınca düzenleme imkanı bulduğunda, faiz
işlemlerini ortadan kaldırırken çağdaş ekonomik hayatın tabii ve sağlıklı
gelişmesi için gerekli olan kurum ve araçları da kaldırması gerekmediği
gerçeğidir. Ancak, yalnızca faizin kirinden ve pisliğinden arındırdıktan
sonra başka sağlıklı kurallar uyarınca çalışmasına müsaade eder. Bu kurum ve
araçların başında bankalar, şirketler ve benzeri modern ekonomi kurumları
gelmektedir.
7- Yedincisi ve en önemlisi, müslüman olmak
isteyenin yüce Allah'ın, beşer hayatının onsuz yapamayacağı ve o olmadan
ilerleyemeyeceği birşeyi haram kılmasının imkansız olduğuna inanmasının
zorunlu olduğu gerçeğidir. Ayrıca herhangi birşeyin olmasına rağmen insan
hayatı için gerekli ve ilerlemesi için kaçınılmaz olmasının da imkansız
olduğuna inanılması gerekmektedir. Bu hayatı yaratan yüce Allah'tır, insanı
bu hayatın üzerine halife tayin eden, geliştirip ilerletmesini emreden ve
bunların tümünü dileyip uygun gören de O'dur. O halde herhangi birşeyi yüce
Allah'ın haram kılmasına rağmen insan hayatının düzenlenmesi ve
ilerlemesinin onsuz olmayacağını ve pis birşeyin hayatın düzenlenmesi ve
ilerlemesi için gerekli olduğuna ilişkin bir inancın müslümanın düşüncesinde
yeretmesi imkansızdır. Bu kötü bir düşünce olduğu kadar kötü bir anlayış ve
aşağıdaki fikirlerin nesiller boyu yayılmasına çalışan zehirli, pis ve azgın
bir propagandadır: Güya faiz, ekonomi ve uygarlığın gelişmesi için
zorunluymuş ve faiz düzeni tabii bir düzenmiş. Bu aldatıcı düşünce
yeryüzünün doğusuna, batısına, genel kültürün kaynaklarına ve insani
faaliyetlerin özüne kadar yayılmıştır. Ayrıca, çağdaş hayatın fiilen bu faiz
kurumlarınca düzenlenmesi ve başka temeller üzerine kurulu bir düşüncenin
zorluğu bu propagandaların yayılmasını hızlandırmaktadır. Öncelikle bu
zorluk imanın yokluğundan kaynaklanır. İkinci olarak, düşünmenin
zayıflığından ve faizcilerin, dünya hükümetleri içindeki nüfuzu bir de genel
ve özel propaganda araçlarıyla ve ellerindeki yönlendirme gücüyle
yaygınlaştırıp yerleştirmeye çalıştıkları bu vehimlerden kurtuluş aczinden
kaynaklanır.
8- Sekizinci olarak; "dünya ekonomisinin
bugün, yarın faizin dışında başka bir temele dayanması imkansızdır" tezi
hurafeden ya da devam etmesinde yararı olanların, ellerindeki geniş
araçlarla besledikleri koca bir yalandan başka birşey olmadığı gerçeğidir.
Çünkü, sağlam bir niyet ve uluslararası faiz borsalarının ellerinden
özgürlüğünü alıp kendisi için iyilik, mutluluk ve bereket arzuladığı kadar
güzel ahlâk ve temiz bir toplum arzulayan insanlık ya da müslüman ümmet
azmettikçe, Allah'ın insanlık için dilediği, fiilen uygulanmış, gölgesinde
hayatın gerçekten geliştiği, her zaman da yüceliği ve gölgesi altında
gelişebildiği olgun düzenin kurulmasının yolu her zaman açıktır. Şayet
insanlar düşünüp doğruyu bulsalar!..
Burada bu düzenin uygulayış biçimi ve
araçları hakkında detaylı söz söyleme imkanımız olmadığından bu genel
değinmeyle yetiniyoruz. Ancak, iğrenç faiz işleminin ekonomik hayatın bir
zorunluluğu olmadığı ve daha önce metottan sapıp İslâm'ın tekrar çevirdiği
insanlığın, bugün tekrar sapan insanlığın kendisi olduğu ve güçlü , şefkatli
ve sağlam metoda dönmek istemediği de açığa çıkmıştır.
275- Faiz yiyenler şeytan
tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar, Bu onların "alış-veriş
de faiz gibidir" demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alış-verişi helâl, faizi
ise haram kılmıştır. Kim kendisine Rabbinden bir öğüt gelir-gelmez faiz
yemeye son verirse geçmişte aldığı faizler kendisinden geri alınmaz. Onun
işi Allah `a kalmıştır. Fakat kimler tekrar faizciliğe dönerlerse onlar,
orada ebedi olarak kalmak üzere Cehennemliktirler.
276- Allah faizi eritir. Buna karşılık
sadakaları artırır. Allah (haramda ısrar eden) hiçbir günahkar kâfiri
sevmez.
Bu, gerçekten korkunç bir hamle ve son
derece ürpertici bir tasvirdir.
"...Şeytan tarafından çarpılmış kimseler
gibi ayağa kalkarlar..."
Hiçbir manevi tehdit, bu somut, canlı ve
hareketli tablo kadar duygular üzerinde etkili olamaz. Şeytan tarafından
çarpılmış ve donakalmış insan tablosu... İnsanların sıkça görüp bildiği bir
tablo... Ayet-i Kerime, bu tabloyu, duyguların korkutulması konusundaki
uyarıcı rolünü yerine getirmesi, faizcilerin duygularını harekete geçirmesi,
onları sarsıp ekonomik düzenlerinin alışkanlıklarından ve kendilerine kâr
sağlayan hırslarından çekip çıkarması için gözler önüne getiriyor. Bu tablo,
eğitici etkisi bakımından yerine göre yararlı bir araç olduğu gibi aynı
zaman da gerçek bir olguyu da ifade etmektedir. Gerçekte tefsirlerin büyük
çoğunluğunda bu korkunç tablodaki "kalkış"ın, diriliş günündeki kalkış
olduğu kamsı yeralmaktadır. Ancak, bize göre, bu tablo şu yeryüzünde insan
hayatında bizzat gerçekleşen bir olgudur. Ayrıca kendisinden sonra gelecek
Allah ve Resulüne karşı savaşmaktan korkutan ayet-i kerimeye de uygun
düşmektedir. Biz, şu anda bu savaşın varlığının sürdüğünü, faiz düzeninin
ağına düşüp, hummaya tutulmuş gibi çırpınan sapık insanlığın başına musallat
olduğunu görüyoruz. Bugün insanlığın pratik hayatından bu gerçeği doğrulayan
olguları detaylıca açıklamadan önce, Kur'an'ın Arap yarımadasında
karşılaştığı faiz manzarasını ve cahiliye mensuplarının bu konudaki
düşüncelerini sunuyoruz.
Cahiliye döneminde bilinen bu ayetlerin ilk
defa ortadan kaldırmak için indiği faizin "Nesie (ertelenen)" ve "fadl
(Arttırılan)" olmak üzere başlıca iki şekli yaygındı.
Katade "Nesie (ertelenen)" faiz hakkında;
"Cahiliye ehlinin faizi; adamın herhangi birine belli bir süre için birşey
satması, günü geldiğinde borçlunun ödememesi ve onun da borcunu arttırıp
ertelemesi şeklindeydi" der.
Mücahit şöyle der: "Cahiliyede bir adamın
başka bir adama borcu olurdu. Adam, borcunu ertelersen sana şu, şu var
derdi. O'da ertelerdi."
Ebubekir El Cessas: "Bilindiği gibi
cahiliye döneminde faiz, şartlı arttırma ile beraber, bir süre için borç
şeklindeydi. Artış süreye karşılıktı. Allah bunu ortadan kaldırmadı." der.
İmam Razi de tefsirinde şöyle der:
"Cahiliye döneminde en yaygın olan "Nesie (ertelenen)" faizdi. Onlardan
biri, her ay belli bir miktar almak üzere malını bir başkasına verirdi, ama
mal olduğu gibi kalırdı haliyle. Belirlenen süre dolunca, anamalı isterdi.
Şayet borçlu ödeyemeyeceğini bildirirse hakkını ve süresini arttırırdı."
Üsame b. Zeyd'in Resulullah'tan (selam
üzerine olsun) rivayet ettiği hadisde peygamberimiz şöyle buyuruyor: "faiz
ancak `Nesie (erteleme)'de vardır." (Buhari ve Müslim)
"Fadl (Arttırılan)" faiz ise kişinin
herhangi birşeyi benzeri birşey karşılığında fazlasıyla satmasıdır. Altını
altınla, parayı parayla, buğdayı buğdayla, arpayı arpayla satmak gibi. Bu
da, faize benzemesinden ve faiz muamelesinde hatıra gelen duyguların
benzerini barındırdığından bu kapsama alınmıştır. Çağdaş işlemlerden
sözederken bu noktanın bizim için büyük önemi olacaktır.
Ebu Said El-Hudri, Resulullah'ın şöyle
dediğini rivayet eder: "Altına altın, gümüşe gümüş, buğdaya buğday, arpaya
arpa, hurmaya hurma, tuza tuz... Herşey benzeri ile... Ele el.... Kim
artırır ya da arttırmasını isterse faiz yapmış olur. Burada alan da veren de
eşittir."·(Buhari ve Müslim)
Ebu Said El Hudri'nin rivayet ettiği bir
başka hadiste şöyle denir: "Bilal, Resulullah'a Burni cinsinden hurma
getirdi. Resulullah `Bunu nereden aldın?, buyurdu. Bilal: `Yanımızda kötü
hurma vardı. Bir sa'a karşılık iki sa' gönderdik' deyince Resulullah: `Ah!
tıpkı faiz, tıpkı faiz, yapma bunu!.. Satın almak istediğinde hurmayı başka
bir şeye sat sonra da iyisini al' buyurdu." (Mutte Fekun Aleyh)
Birinci tür uygulamada; esas miktarın
üzerine ekleme, bu ek miktarı belirlenen süreye karşılık alma ve bu ek
miktarın anlaşmanın bir şartı olması yani başka hiçbir neden olmaksızın
yalnızca zamanın geçmesiyle malın mal kazanması gibi bütün faiz işlemlerinde
görülen faiz unsurlarını barındırması nedeniyle faiz olduğu açıkça
görüldüğünden açıklamayı gerektirmez.
İkinci tür uygulamaya gelince, arttırmayı
gerektiren benzer iki şey arasında temel farkların bulunduğu kuşkusuzdur. Bu
durum iki sa' kötü hurma verip bir sa' iyi hurma alan Bilal'in olayında
açıkça görülmektedir. Ancak, iki türün asıl itibarîyle benzer olması faiz
kuşkusunu doğurmaktadır. Çünkü burada hurma hurmayı doğurmuş oluyor. Bu
yüzden Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) bunu faiz olarak
nitelendirmiş ve yasaklamıştır. Ardından değiştirilmek istenen çeşidin
paraya çevrilmesini ve bu parayla da istenen çeşidin alınmasını emretmiştir.
Amaç, işlemden faiz şüphesini tamamen uzaklaştırmaktır.
Herhangi birşeyi benzeri karşılığında
satarken arada bir sürenin bulunmaması için "elden ele..." tutmanın şart
koşulması da bu amaca yöneliktir. Çünkü süre belirlemede ek bir kazanç
sözkonusu olmasa bile faizin gölgesi vardır, faiz unsurlarından biri
mevcuttur.
Herhangi bir uygulamada faizin gölgesinin
belirmesine karşı Resulullah'ın ne kadar duyarlı olduğu ortaya çıktığı gibi
cahiliyede yaygın faiz uygulamasına karşı akılcı tedavisinin hikmeti de
açıktır.
Günümüzde, Batının kapitalist düşünce ve
düzenleri karşısında ruhen bozguna uğramış bazı kimseler bu haram kılmayı,
Üsame'nin hadisine ve Selef'in cahiliyede yaygın faiz uygulamasını tavsif
edişlerine dayanarak çeşitli faiz şekillerinden biri olan "Nesie"ye
(ertelenen) faize indirgeyip cahiliyedeki faiz uygulamasına tıpatıp uymayan
çağdaş faiz şekillerini İslâm adına -dinen- helâl saymak istiyorlar.
Ancak bu girişim, ruhsal ve akli bozgunun
bir belirtisinden öteye gidemez. Çünkü İslâm, birtakım göstermelik
davranışlardan ibaret bir düzen değildir. O, köklü bir düşünceye dayanan bir
hayat düzenidir. İslâm, faizi yasaklarken bir çeşidini yasaklayıp diğer bir
çeşidini bırakmaz. Kendi düşüncesine aykırı her düşünceyi ortadan kaldırdığı
gibi kendi mantığıyla uyuşmayan her düşünceye savaş açar. Bu konuda o kadar
duyarlıdır ki, faiz mantığının gölgesini ve faizci duyguları iyice
uzaklaştırmak için "fadl (Arttırılan)" faizi bile yasaklamıştır.
Bu yüzden, ister cahiliyenin bildiği
şekilde olsun, ister yeni ortaya çıkan şekilde olsun, faiz uygulamalarındaki
temel unsurları içerdiği ve bencillik, açgözlülük, bireysellik ve
kumarbazlıktan ibaret faizci mantıkla zehirlendiği, `nasıl olursa olsun,
yeter ki kâr edeyim'den ibaret pis düşünceye bulaşmış olduğu sürece tüm faiz
uygulamaları haramdır.
Bu gerçeği iyice kavramamız ve Allah ve
Resulü tarafından faizci toplumlara karşı savaş açıldığını idrak etmemiz
gerekmektedir.
"Faiz yiyenler şeytan tarafından çarpılmış
kimseler gibi ayağa kalkarlar..."
"Faiz yiyenler" deyimiyle sadece faiz
kârını alanlar kasdedilmemektedir. -Bu korkunç ayetle tehdit edilenlerin
başında gelseler bile- bu deyim, faiz toplumunun tüm fertlerini
kapsamaktadır.
Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet edilir:
"Resulullah, faiz yiyeni, yedireni, şahit olanı ve yazanı lanetledi. Ve
`bunların tümü aynı oranda sorumludurlar' dedi." (Müslim, Ahmet, Ebu Davud
ve Tirmizi)
Bu, bireysel faiz işlemleri içindi. Tamamen
faiz esasları üzerine kurulu toplumlara gelince, tüm bireyleri lanetlenmiş,
Allah'ın açtığı savaşa maruz kalmış ve hiç tartışmasız Allah'ın rahmetinden
kovulmuşlardır. Onlar hayatlarında istikrar, güven ve rahat yüzü bulamayan,
hummaya tutulmuş, muzdarip, sıkıntılı bir yaşantı içindedirler ve
kalktıklarında şeytan tarafından çarpılmışlar gibi hareket ederler.
Çağdaş kapitalist düzenin, geçen dört
asırda, oluştuğu ilk günlerde bu konuda şüphe sözkonusu olmuş olsa bile bu
asırların deneyiminde şüpheye asla yer kalmamıştır.
Bugün içinde yaşadığımız dünya; aklı
başında olan kişiler, düşünürler, bilginler ve araştırmacıların itiraf
ettiği ve Batı uygarlığının merkezi olan bölgeleri dolaşan seyyah ve
gözlemcilerin gördüğü gibi bu bölgelerdeki maddi uygarlığın tüm görkemine,
sanayi ürünlerinin gelişmişliğine, gözleri kamaştıran maddi refahın tüm
görüntülerine rağmen her yönüyle sıkıntı, ızdırap, korku, sinirsel ve ruhsal
hastalıkların yaygın olduğu bir dünyadır.
Üstelik bu dünya sürekli; yaygın, öldürücü
ve sinirsel savaşların orada-burada bir türlü bitmeyen ızdırapların tehdidi
altındadır.
Bu maddi uygarlığın, maddi refahın birçok
bölgedeki kolaylığının, geçim sıkıntısının olmayışı ve rahatlığın dahi
ortadan kaldıramadığı iğrenç ve uğursuz bir bedbahtlıktır.
Görmemek için kendi kendine gözlerini
perdelemeyen herkesin görmek istediği sürece yüzyüze geleceği bir gerçektir
bu. Amerika, İsviçre ve maddi refahı olan birçok ülkede insanların genelde
maddi açıdan bir sorunlarının olmadığı bir gerçektir. Ancak insanlar mutlu
değildirler. Zengin oldukları halde sıkıntı, yüzlerinden okunuyor. Yoğun
üretim faaliyetinde bulundukları halde doyumsuzluk hayatlarını yiyip
bitiriyor. Bu doyumsuzluklarını kimi zaman çılgınlık ve haykırışlar ile,
kimi zaman ilginç görüntü ve aykırılıklarla, kimi zaman da cinsel ve ruhi
sapıklıklarla dışa vururlar. Ardından kaçına ihtiyacını duyarlar,
kendilerinden, içinde yaşadıkları boşluktan, hayatın akışından ve
nimetlerinden bir nedeni görülmeyen bedbahtlıktan kaçmaya başlıyorlar,
intihar etmekle, çılgınlıklar yapmakla ve anormalliklerle kaçıyorlar. Sonra
bu sıkıntı, boşluk ve hiçlik duygusu hiçbir zaman peşlerini bırakmıyor,
rahat yüzü göstermiyor bu zavallılara... Niçin?..
Tabiatıyla bunün başlıca sebebi, insanların
dertli, ızdıraplı, sapık ve bahtsız ruhlarının, bunca maddi gelişmişliğe
rağmen, ruhun gıdası olan imandan, Allah'a güvenden, bir de Allah'a imanın
ve O'nun ahdine ve şartına uygun yeryüzündeki hilâfetin bahşedip çizdiği
büyük insanlık hedeflerinden yoksun olmalarıdır.
Bu belli başlı ve büyük sebebin bir şıkkını
da faiz belası ve gelişen ve fakat gelişmesinin iyilik ve bereketini tüm
insanlığa aynı düzeyde dağıtmak suretiyle dengeli ve eşit bir şekilde
gelişmeyen, ancak, bankalardaki bürolarına kapanan bir avuç para babası
faizcinin menfaatini gözeten ekonomi belası oluşturmaktadır. Bu faizci para
babaları sanayi ve ticareti, garantili ve belirli faizlerle borçlandırmakta,
böylece sanayi ve ticareti belli bir yöne yöneltmektedirler. Bu yolun da ilk
hedefi, herkesin onunla mutlu olacağı ve herkese düzenli iş ve garantili
geçim sağlayacak ve herkese ruhsal güven ve toplumsal huzur hazırlayacak
şekilde insanlığın sorunlarını ve ihtiyaçlarını gidermekten ziyade
milyonların ezilmesi, yoksulluğu ve hayatlarının bozulması ve bütün
insanlığın hayatına şüphe, sıkıntı ve korku tohumlarının ekilmesi pahasına
da olsa en fazla kâr gerçekleştirecek üretimi sağlamaktır.
Şüphesiz yüce Allah en doğrusunu söylüyor:
"Faiz yiyenler şeytan tarafından çarpılmış
kimseler gibi ayağa kalkarlar..."
İşte biz bu gerçeğin kanıtlarını dünyadaki
pratik hayatımızda görebiliyoruz. Faizciler, Resulullah döneminde faizin
haram kılınmasına karşı çıkmışlardı. Faiz işlemlerinin haram, ticaretin ise
helal kılınmasını gerektirecek bir nedenin bulunmadığını ileri sürerek
itiraz etmişlerdi: "Bu onların `alış verişte faiz gibidir' demelerinden
dolayıdır. Oysa Allah, alış-verişi helal, faizi ise haram kılmıştır..."
Dayandıkları benzetme, faiz gibi ticaretin
de fayda ve kâr sağlamasıydı. Bu, boş bir benzetmedir. Çünkü ticari
işlemlerde kâr da zarar da mümkündür. Ayrıca kişisel yetenek ve çaba,
hayatta yürürlükte olan tabii şartlar kâr ve zarar üzerinde etkili
olmaktadır. Faiz işlemlerinde ise bütün durumlarda kâr haddi belirlenmiş
olur. İşte başlıca fark budur. Haram ve helâl kılınma nedeni bu noktada
yatmaktadır. Her ne şekilde olursa olsun, kârın garantiye alındığı tüm
işlemler, kârın kesin ve belirlenmiş olmasından dolayı faiz kapsamına
girerler. İnatçılık ve demagoji yapmaya gerek yoktur:
"Oysa Allah alış-verişi helal, faizi ise
haram kılmıştır."
Bu unsurun, alış-verişte bulunmayışı ve
daha birçok neden, ticareti aslında insan hayatı için yararlı ve faiz
uygulamasını da zarar verici kılmaktadır. İslâm o zaman mevcut olan sistemi,
ekonomik ve toplumsal hayatta sarsıntı meydana getirmeden gerçekçi bir
şekilde tedavi etmişti.
"Kim kendisine Rabbinden bir öğüt
gelir-gelmez faiz yemeye son verirse geçmişte aldığı faizler kendisinden
geri alınmaz. Onun işi Allah'a kalmıştır."
Yüce Allah, yasayı koyduğu andan itibaren
yürürlüğünü başlatıyor. Kim Rabbinin öğüdünü dinler ve faizden vazgeçerse
geçmişte aldığı faizler geri alınmaz. Onun işi Allah'a kalmıştır ve onun
hakkındaki hükmünü dilediği gibi uygulayacaktır. Bu ifade kalbe geçmişte
işlenen bu günahtan kurtuluşun Allah'ın dilemesi ve rahmetine bağlı olduğu
duygusunu akıtmakta ve bu işten ürperti duymasını sağlamaktadır. Giderek
kendi kendine şöyle demeye başlar: "Bu kötü işten elde ettiklerim yeter.
Vazgeçip tevbe edersem Allah, günahlarımı belki affeder. Bundan sonra artık
faiz almayacağım." Kur'an bu eşsiz metoduyla kalplerin duygularını işte
böyle tedavi ediyor.
"Fakat kimler tekrar faizciliğe dönerlerse
onlar, orada ebedi kalmak üzere Cehennemliktirler."
Ahiretteki azabın gerçekliğine ilişkin bu
tehdit az önce işaret ettiğimiz eğitim metodunun güzelliklerini
güçlendirmekte ve kalplerin derinliklerine yerleştirmektedir.
Ancak, uzun vadeli ihtirasların şaşırttığı,
vaad edilen azabın hakikatını bilmeyen bazı kimseler, Ahiret gününü hesaba
katmayabilirler. İşte Kur'an bunları da dünya ve Ahirette topluca erimekle
korkutuyor. Bu arada sadakanın -faizin değil- artıp arındırdığı gerçeğini
yerleştirmekte ve küfür ve günahtan dolayı icabet etmeyenlerin kulaklarını
sağır edecek tarzda haykırmakta ve yüce Allah'ın günahkar kâfirlerden
hoşlanmadığını onlara göstermektedir.
"Allah faizi eritir, buna karşılık
sadakaları arttırır. Allah (haramda ısrar eden) hiçbir günahkar kâfiri
sevmez."
Kuşkusuz yüce Allah'ın azabı ve va'di
doğrudur. Faizle muamele gördüğü halde, içinde bereket, huzur, mutluluk,
güven ve sükunet adına birşey kalan bir toplum görmemiz mümkün değildir.
Yüce Allah faizi eritir. Bu pis uygulama bulunduğu topluma kıtlık ve
bedbahtlıktan başka birşey kazandırmaz. Görünürde bir refah, üretim ve gelir
kaynağı bolluğu göze çarpabilir; ancak bereket, gelir kaynaklarının
kabarıklığından ziyade güven içinde bu kaynaklardan güzellikle
yararlanmadır. Daha önce, gelir kaynakları bakımından son derece zengin
ülkelerde yaşayan insanların kalpleri üzerine çöken uğursuz bedbahtlıktan
sözetmiştik. Bugün ise bu ülkelerden bütün dünyaya, sıkıntı, dehşet ve
ızdırap saçılmaktadır. İnsanlık sürekli öldürücü savaşların tehdidi altında
sabah-akşam soğuk savaş gerginliği ile yatıp-kalkmaktadır. Günbegün hayat
-farkında olsun olmasın- insanların sinirleri üzerinde bir ağırlık meydana
getirmekte böylece ne malında, ne ömründe, ne sağlığında ne de gönül
huzurunda bereket yüzü görmektedir.
Zorunlu (zekat) ve gönüllü olarak verilen
sadakalarda temsil edilen dayanışma ve yakınlaşma esasına dayanan, şefkat,
sevgi, hoşnutluk ve hoşgörü ruhunun egemen olduğu, sürekli Allah'ın fazlı ve
sevabı gözetildiği, O'nun yardımına ve sadakayı ziyadesiyle arttırdığına
sonsuz güvenin olduğu... Evet bu esaslara dayanan bir toplumun, fert ve
topluluğun mallarını, rızıklarını, sağlıklarını, güçlerini, kalbi
güvenlerini ve gönül huzurlarım hiç şüphe yok ki yüce Allah bereketlendirir.
Beşerin pratiğinde bu gerçeği görmeyenler,
görmek istemeyenlerdir. Çünkü, görmemek işlerine gelmektedir. Ya da bilerek
ve kasden gözlerinin önüne bulanık sapıklık perdesini geren, iğrenç faiz
düzeninin kurulmasında yararları bulunan bu yüzden gerçekleri görmekten
kaçınanlardan başkası bu gerçekleri görmezlikten gelemez.
"Allah (haramda ısrar eden) hiçbir günahkar
kâfiri sevmez."
Bu sonuç, haram kılındıktan sonra faiz
uygulamasında ısrar eden ve Allàh'ın sevmediği kimseler hakkında kesinlik
ifade etmektedir. Kuşkusuz bin defa "lailaheillallah, Muhammedün Resulullah"
deseler de Allah'ın haram kıldığını helal sayanlar, küfür ve günah sıfatını
hak etmektedirler. Çünkü İslâm, dille söylenen bir kelime değildir. O bir
hayat düzeni ve pratik hayat metodudur. Onun bir parçasını inkâr etmek
bütününü inkâr etmektir. Faizin haram olduğunda hiçbir kuşku olmadığı gibi
onu helal sayıp hayatı faiz esaslarına dayandırmak da küfürdür, günahtır.
Bundan Allah'a sığınırız.
Küfür, günah ve faizci hayat metodu ve
düzeni taraftarları karşısında, burada iman ve salih amel sayfası, bu
tarafta yer alan mümin kitlenin özellikleri ve faiz düzeni karşısında bir
başka düzen -zekat düzeni- etrafında odaklaşan hayat kuralları
sunulmaktadır.
277- Onlar ki inandılar,
iyi işler yaptılar, namazı kıldılar ve zekatı verdiler. Rabbleri katında
mükafatları kendilerine mutlaka verilecektir. Onlar için artık korku
sözkonusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir
Bu sayfada yeralan en belirgin unsur
"Zekat" yani karşılık beklemeden Allah için verme unsurudur. Surenin akışı
bununla müminlerin sıfatını ve mümin toplumun esas kuralını sunmaktadır.
Ayrıca mümin topluma bahşedilen güven, huzur ve ilahi hoşnutluk tablosu da
sunulmaktadır...
Kuşkusuz hayatın hiçbir alanında faiz
düzeninin sağladığı garantilere ihtiyaç duymayan, dayanışma ve yardımlaşma
içinde bulunan toplumun temeli de zekattır.
İslâm düzeninin pratik hayatta
uygulanmasına tanık olan müslüman ümmetten ayrı düşmüş, imani düşünce,
eğitim ve ahlâk esaslarına dayalı insan ruhunu özel kalıbına sokup
şekillendiren sonra da doğru düşüncesini, temiz ahlâkını ve üstün
faziletlerini teneffüs ettiği düzeni egemen kılan sisteme tanık olmamış
nesillerin ve bizim duygularımızda zekâtın şekli, değişikliğe uğramıştır.
Faiz temeline dayalı cahiliye toplumu karşısında yeralan İslâm düzeninin
temelini zekat oluşturmaktadır. Bundan sonra hayat gelişir ve ekonomi de
bireysel çaba ya da faizden arı dayanışma çizgisi üzerinde yoluna devam
eder.
İnsanlık manzaralarının en yücesini
görmemiş, bedbaht ve talihsiz nesillerin duygularında bu tablo artık
değişmiştir. Bu insanlar, faiz temeline dayalı maddi düzenin sapıklığı
içinde doğup büyümekte, her tarafta, cimrilik, bencillik, azgınlık, ihtiras
ve insanların vicdanlarına egemen olmuş iğrenç bir egoizm görmektedir. Bu
düzende mal, ihtiyacı olana ancak iğrenç faiz yoluyla ulaşmaktadır.
İnsanlar, birikmiş parası ya da faiz kurumlarından birine sermayesinin bir
kısmını yatırmak suretiyle ortak olmadıkça güvencesiz kalmaktadırlar.
Ticaret ve sanayi, ihtiyacı olan sermayeyi faiz ödemeden bulamaz olmuştur.
Artık bu kötü talihli nesillerin duygularında, bu düzenden başka bir düzenin
olamayacağı ve hayatın ancak bu esaslara dayanabileceği düşüncesi
yeretmiştir.
Zekatın şekli o denli değişmiş ki, giderek
bu nesiller onu,kendisine dayanılarak çağdaş bir düzenin kurulamayacağı
gülünç, bireysel bir bağış saymışlardır. Ancak, zekat gelirlerinin ne kadar
kabarık olduğunu, İslâm'ın özel bir yöntemle meydana getirdiği, eğittiği,
direktif ve yasalarla yönlendirdiği ve içinde yaşamayanların vicdanlarının
erişmeyeceği, kendine özgü hayat düzeniyle idare ettiği insanların ödediği
bu zekatın, kazancıyla birlikte esas paradan yüzde iki buçuk (% 2,5)
oranında alındığını biliyorlar mı? (Bu oran ekin ve madenlerde % 5, % 10 ve
% 20'ye kadar yükselir.) Zekat müslüman devletin topladığı farz bir haktır,
kişisel bir bağış değil... Bununla müslüman kitle içinde ihtiyaç sahiplerine
yardım edilir. Böylece her fert, hem kendi hayatını hem de çocuklarının
hayatını her halükârda güvencede hisseder. Ayrıca ister ticari ister ticaret
dışı olsun borcunu ödeyemeyenlerin borcu da zekat gelirinden karşılanır.
Bir düzenin şekli önemli değildir. Önemli
olan ruhtur. İslâm'ın kendi direktifleri, yasaları ve düzeniyle eğittiği
toplum, düzenin şekli ve uygulamalarıyla uyum içinde olduğu gibi yasalar ve
direktiflerle de bütünleşir. Yardımlaşma duygusu vicdanlardan ve
düzenlemelerden uyum içinde ve birbirini tamamlar şekilde fışkırır bu
toplumda. Bu, diğer materyalist düzenlerin gölgesinde doğup büyüyenlerin
düşünemeyeceği bir gerçektir. Ancak biz -İslâm mensupları- bu gerçeği
biliriz, imani zevkimizle bunun tadına varırız. Şayet bu zevkten yoksun
olmuşlarsa bu onların kötü talihlerinin, bahtsız paylarının sonucudur.
-Onlara uyan ve önderliklerini onlara teslim eden beşeriyetin payı da öyle-
Ve payları da bu olsun. Yüce Allah'ın "Onlar ki inandılar, iyi işler
yaptılar, namaz kıldılar ve zekatı verdiler..." ayetiyle tanımladığı
kişilere müjdelediği hayırdan yoksun olsunlar. Ecir ve sevaptan yoksun
olmakla beraber güven ve hoşnutluktan da yoksun olsunlar. Tabii ki onlar,
bilgisizlikleri, cahiliyeleri, sapıklıkları ve inatlarından dolayı yoksun
oluyorlar.
Yüce Allah, hayatlarını, iman, iyilik,
kulluk ve yardımlaşmaya dayandıranlara, ecirlerinin yüce katında
korunacağını va'dediyor; korku nedir bilmeyecekleri bir güven ortamı ve
hiçbir zaman üzüntü duymayacakları bir mutluluk va'dediyor:
"Rabbleri katında mükafatları kendilerine
mutlaka verilecektir. Onlar için artık korku sözkonusu değildir, onlar hiç
üzülmeyeceklerdir."
Faiz yiyenlerin ve faiz toplumunun, yok
edilmek, helak, çarpılma, sapıklık, sıkıntı ve korkuyla tehdit edildikleri
bir sırada...
İnsanlık bu gerçeği müslüman toplumun
pratiğinde bir olgu olarak görmüştü, bunu da faiz toplumunun pratiğinde
bugün görmektedir. Şayet her gafil kalbi tutup şu ideal gerçeği görene kadar
şiddetle sarsabilseydik, kapalı gözleri tutup kapaklarını açarak bu olguyu
gösterebilseydik.. Gücümüz yetseydi mutlaka yapardık...
Ancak belki yüce Allah kötü talihli
insanlığı hidayete erdirir diye bu gerçeğe işaret etmekten başka elimizden
birşey gelmiyor. Kalpler Rahman'ın parmaklarından iki parmağının
arasındadır. Ve hidayet de Allah'ın hidayetidir.
Yüce Allah'ın faizi hayatından silmiş,
küfür ve günahı atmış, hayatını iman, salih amel, kulluk ve zekat esasları
üzerine bina etmiş müslüman cemaate va'dettiği huzur ve güvenin
gölgesinde... Evet iman edenlere bu huzur ve güven gölgesinde hayatlarından
iğrenç ve pis faiz düzenini atmaları için son bir çağrı yapılmakta, aksi
takdirde bunun Allah ve Resulü tarafından ilan edilmiş, durdurulması,
yavaşlatılması ve geciktirilmesi imkansız savaş olacağı bildirilmektedir.
278- Ey müminler, Allah'tan
korkun ve eğer mümin iseniz henüz elinize geçmemiş faizi almaktan vazgeçin.
279- Eğer böyle yapmazsanız
Allah ve Resulü tarafından açılmış bir savaşla karşı karşıya olduğunuzu
bilin. Eğer faizciliğe tevbe ederseniz ana sermaye sizin olur. Böylece ne
haksızlık etmiş ve ne de haksızlığa uğramış olursunuz.
Ayet-i Kerime iman edenlerin imanını
faizden kalanı bırakma şartına bağlıyor. Yoksa onlar, Allah'tan korkup
faizin kalan kısmından vazgeçmedikçe iman etmiş sayılmazlar, mümin
olduklarını ilan etmiş olsalar da... Çünkü iman; Allah'ın emrettiğine itaat,
bağlanma ve uyma olmadıkça gerçekleşmez. Kur'an ayeti bu konuda insanları
şüphe içinde bırakmadığı gibi Allah'ın şeriatına itaat edip hoşnut
olmadıkça, hayatında uygulamadıkça ve hayati işlemlerinde hükmüne uymadıkça
kimsenin iman kelimesinin arkasına sığınmasına müsaade etmez. Dinde inanç
ile uygulamanın arasını ayıranlar, iman iddiasında bulunup dilleriyle bunu
duyursalar ve hatta diğer ibadetleri yerine getirseler de mümin değildirler.
"Ey müminler Allah'tan korkun.. Henüz
geçmemiş faizi almaktan vazgeçin... Eğer mümin iseniz..."
Daha önce aldıkları faiz, kendilerine
bırakılıyor, geri alınması sözkonusu değildir. İçinde faiz vardır diye
mal-larının tümüne ya da bir kısmına da el konulmuyor. Çünkü nass olmadan
"haram kılma" olmaz. Hüküm de yasasız olmaz. Yasa ise meydana geldikten
sonra uygulanır ve etkileri görülür. Geçmişte olanlar ise Allah'a kalmıştır,
kanunların hükmüne değil. Böylece İslâm, hükmünü daha önce olanları
kapsamayacak şekilde koymakla, büyük ekonomik ve toplumsal sarsıntılar
meydana getirmekten sakınmıştır. Çünkü şeriat, bu konuyu ele almıştı.. Bunun
nedeni, İslâm şeriatının, insan hayatının pratiğini karşılamak, yürütmek,
temizlemek ve birlikte gelişip yücelmek için konulmasıdır. Bu arada, mümin
sayılmalarını bu hükmün inmesinden ve öğrenmelerinden itibaren kabul edip
hayatlarında uygulamalarına bağlamakta, beraberinde kalplerinde Allah'tan
korkma duygusunu harekete geçirmektedir. Bu duyguyu İslâm şeriatının
uygulanması için bir dayanak ve yasal güvencelerin ötesinde ruhların
derinliklerinde gizli bir güvence kılmıştır. Çünkü İslâm'ın, dış kontrole
dayanan, insan yapısı yasalarda bulunmayan, yasaların uygulanmasını sağlayan
güvenceleri vardır. Güç sahibi Allah'ın takvasından bir bekçi vicdanlarında
yeretmedikçe dış kontrolü atlatmaktan kolay ne vardır?
Bu teşvik aşamasıydı. Hemen yanında da
korkutma aşaması yer almaktadır. Kalpleri titreten korkutma...
"...Eğer böyle yapmazsanız Allah ve Resulü
tarafından açılmış bir savaşla karşı karşıya olduğunuzu bilin..."
Ne korkunç?.. Allah ve Resulünün ilan
ettiği savaş... İnsanın kendisinin karşı karşıya kaldığı savaş.. Sonu belli,
akıbeti kararlaştırılmış korkunç bir savaş... Zayıf ve fani insan nerde,
mahvedici, silip-süpürücü, cebbar güç nerede?..
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
son dönemlerde nazil olmuş bu ayetlerin nüzulünden sonra Mekke'deki
valisine, şayet faiz uygulamasından vazgeçmezlerse Al-i Mugire ile
savaşmasını emretmişti. Resulullah, Mekke'nin fethedildiği gün hutbesinde,.
başta Abbas'ın (Allah ondan razı olsun) olmak üzere İslâm'ın ilk
dönemlerinde borçluların omuzlarında taşıdıkları tüm cahiliye dönemi
faizlerinin kaldırılmasını emretmişti. Bu şekilde, İslâm toplumu olgunlaşıp
temelleri yerleşince, ekonomik düzeninin temellerini bulaşıcı faiz
temelinden ayırmasının zamanı gelmişti. Resulullah bu hutbesinde şöyle
diyordu:
"Cahiliyedeki tüm faiz uygulamaları şu iki
ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abbas'ınkidir."
Ancak, cahiliyede aldıkları fazlalıkları
geri vermelerini emretmemişti Resulullah.
İslami bir toplum oluştuğu zaman, Hz. Ebu
Bekir'in, "Lâilahe illallah Muhammedün Resulullah" şehadet cümlesini
söyleyip namaz kıldıkları halde zekat vermekten kaçınanlara savaş açtığı
gibi İslâm devletinin halifesi de müslüman olduklarını ilan etseler bile
faiz düzeni temelinde ısrar edip Allah'ın emrine karşı gelenlere savaş açmak
zorundadır. Çünkü, Allah'ın şeriatına uymaktan yüz çevirenler ve onu pratik
hayatlarında uygulamayanlar müslüman olamazlar.
Üstelik, Allah ve Resulü tarafından ilan
edilmiş savaş, İslâm toplumunun liderinin onlara karşı başlattığı kılıçla
yapılan savaştan daha geneldir. Bu savaş -en doğrusunu söyleyen ulu Allah'ın
dediği gibi- ekonomik ve toplumsal düzenini faiz temeline dayandıran her
topluma karşı ilan edilmiştir. Bu savaş, helak edici, mahvedici evrensel
şekliyle ilan edilmiştir. Sinirlere ve kalplere karşı bir savaştır. Bereket
ve bolluğa karşı bir savaştır. Mutluluk ve güvene karşı bir savaştır. Yüce
Allah'ın, hayat düzenine ve metoduna isyan edenlerin bazısını bazısına
musallat ettiği bir savaştır. Bu, atışma ve didişme savaşıdır. Aldatma ve
zulüm savaşıdır. Sıkıntı ve korku savaşıdır. Son olarak uluslar, ordular ve
ülkeler arasındaki silahlı savaştır. İğrenç faiz düzeninin sebep olduğu
mahvedici, kasıp kavurucu bir savaştır. Uluslararası faizci para babaları
dolaylı ya da dolaysız yollardan bu savaşlara öncülük yapmaktadırlar. Bu
adamlar, tuzaklarını kurup içine şirketleri ve sanayi kurumlarını
düşürürler, ardından halkları ve hükümetleri düşürürler. Böylece
kurbanlarının başlarına çullanıp savaş çıkarırlar. Ya da mallarının arkasına
gizlenip hükümetleri ve ordularının gücüyle savaş çıkarırlar veya
borçlarının faizlerini kapatmak için ağır vergiler ve yükümlülükler
koyarlar, böylece emekçiler ve üreticiler arasında fakirlik ve kıtlık baş
gösterir, bunlar da kalplerini öldürücü propagandalara açar, sonuçta savaş
patlar. En kolayı da şayet bunların hiçbirisi olmazsa- psikolojik savaş,
ahlâkın bozulması, şehvet pazarlarının serbest bırakılması, beşeri varlığın
temelden çökertilmesi ve en korkunç atom savaşlarının ulaşamayacağı yıkımı
yapmaktır.
Yüce Allah'ın faizle muamele edenlere karşı
ilan ettiği bu savaş ateşi sürekli yanmaktadır. Yaş-kuru demeden,
fabrikaların ürettiği maddi üretimin kabarıklığını gördükçe kazanıp
ilerlediğini sanan gafil ve sapık insanlığın hayatında ne varsa yakmaktadır
bu ateş. Oysa üretilen bu yığın yığın mallar, temiz ve arı bir kaynaktan
meydana gelseydi tüm insanlığı mutlu etmeye yetebilirdi. Ancak, faiz denilen
bu kirli kaynaktan doğduğu için insanlığın boğazını sıkan bir ağırlık ve
mahveden bir felaket olmaktan öteye gitmemektedir. Beri tarafta ise bu
mel'un ağırlığın altında mahvolan insanlığın acılarını duymayan dünyanın
faizci azınlığı durmaktadır.
İslâm ilk müslüman cemaati çağırdığı gibi
tüm insanlığı da temiz ve pak şeriat kaynağına çağırmakta ve günahtan,
hatadan ve iğrenç hayat metodundan tevbe etmeye davet etmektedir.
"Eğer faizciliğe tevbe ederseniz ana
sermaye sizin olur. Böylece ne haksızlık etmiş ve ne de haksızlığa uğramış
olursunuz."
Bu, hatadan, cahiliye hatasından dönmektir
ki cahiliye herhangi bir döneme ya da düzene bağlı değildir. Ne zaman ve ne
şekilde olursa olsun Allah'ın şeriatından ve O'nun hayat metodundan sapma
sözkonusu olduğu her durum cahiliyedir. Bu hatanın etkileri, bireylerin
duygularında, ahlâklarında ve hayata ilişkin düşüncelerinde ortaya çıktığı
gibi toplumsal hayatta ve genel ilişkilerinde de görülür. Bu etkiler, beşeri
hayatın her alanında, ekonomik gelişmesinde de görülür. Faizcilerin
propagandasına kananlar sadece onun ekonomik gelişme için en sağlam esas
olduğunu zannetseler de...
Sadece anamalın geri alınması ise, ne borç
verenin ne de borçlunun zulme uğramadığı adil bir uygulamadır. Mal kazanmak
için de daha başka temiz ve pak yollar vardır. Kişisel girişim bunlardan
biridir. Kâr-zarar ortaklığına göre çalışan, sermaye vermek suretiyle
ticaret yapmak, ortaklıklar kurmak ve piyasada hisseleri satışa sunan -kârın
büyük kısmını kendine ayıran kurucu senetler olmaksızın- şirketler yoluyla
da helâl kazanç sağlanabilir. Parayı dolaylı ya da dolaysız şirketler,
sanayi kuruluşları ve ticari faaliyet yapan kurumlar arasında sabit kâr
almadan paylaştıran sonra da kârı ya da zararı belli bir düzen içinde
mudileri arasında bölüştüren faizsiz bankalara yatırmak da bir kazanç
yoludur. Bu tür bankalar bu mallardan yönetim hizmeti karşılığı olarak ücret
alabilirler, ve burada ayrıntılarıyla anlatamayacağımız daha birçok kazanç
yolu... Kalpler inanıp, niyetler de temiz ve pak kaynaklara yönelerek
kokuşmuş, pis ve iğrenç kaynaklardan kaçınma konusunda sağlam olduktan sonra
bunların tümü mümkündür.
BORÇ ve SADAKA
Darlık durumunda borca ilişkin hükümlerin
sunuluşu; erteleme (Nesie) faizin, yani ödeme süresini uzatıp buna karşılık
ek bir mal almaksızın çözüm olmadığım, aksine rahatlayana kadar beklemenin
ve daha fazla iyilik elde etmek isteyene sadaka olarak bağışlamayı
sevdirmenin daha üstün bir davranış olacağını bildirmekle tamamlanıyor:
280- Eğer borçlunuz darda
ise eli genişleyinceye kadar ona mühlet tanıyın. Eğer bilirseniz,
alacağınızı bağışlamanız sizin hesabınıza daha hayırlıdır.
Bu, İslam'ın beşeriyet için getirdiği
hoşgörü ve cömertliktir. Bu, bencillik, cimrilik, tamahkarlık, azgınlık ve
susuzluğun kavurucu sıcağında yorgun düşmüş beşeriyetin sığındığı sürekli
bir gölgeliktir. Nihayet bu, borç veren-borç alan ve bütün bunları
gölgesinde barındıran toplum için bir rahmettir.
Bu sözlerin, çağdaş materyalist cahiliyenin
kuraklığında yetişen bedbaht akıllarda "makul" bir anlam ifade etmeyeceğini,
taşlaşmış, ahmak duyguların bunların tatlı zevkine varamayacağını biliyoruz.
Bunlar özellikle, başlarına bir felaket gelip mal, yiyecek, giyecek, ilaç ve
bazan ölülerini gömmek için paraya muhtaç olduğu halde şu materyalist,
alçak, pinti ve cimri dünyada kendilerine uzanacak bir yardım elini
bulamayan, bu yüzden zorunlu olarak vahşilerin yuvalarına sığınan muhtaç ve
felaketzedelerin ihtiyaçlarının giderilmesi ve zaruretlerinin karşılanması
amacıyla kendi istekleriyle koşarak ayaklarıyla kapana düşmesini, köpekler
gibi ağızlarını yalayarak avlarını kollayan yırtıcı faizcilerdir... Gerek
böylesi, gerekse, suçlarını hoş göstermek ve korumak için varolan ve faizin
bunların kasalarına yasal yollardan girmesini sağlamak için çırpınan bir
yığın ekonomik kuramı, bilimsel eseri, profesörü, enstitüyü, üniversiteyi,
tüzük ve kanunu, polisi, yargı organlarını ve orduları arkasına alan
bankerlik kuruluşları ve bankalarda muhteşem bürolarında rahat koltuklarına
kurulan diğerleri olsun farketmez...
Biz, bu sözlerin o kalplere ulaşamayacağını
biliyoruz... Buna rağmen biliyoruz ki, bu sözler gerçeğin ta kendisidir. Ve
insanlığın mutluluğunun bunları dinleyip sarılmasına bağlı olduğuna da
içtenlikle inanıyoruz.
"Eğer borçlunuz darda ise eli
genişleyinceye kadar ona mühlet tayın. Eğer bilirseniz, alacağınızı
bağışlamanız sizin hesabınıza daha hayırlıdır."
İslâm'da darda olan borçlu, borç sahibinden
ya da kanun ve mahkemeden kurtulamaz. Ancak eli genişleyene kadar beklenir.
Sonra müslüman toplum bu darda kalmış borçluyu bırakacak değildir. Ayrıca
yüce Allah, borç sahibini, .şayet bu iyiliği istiyorsa borcunu sadaka olarak
bağışlamaya davet etmektedir. Bu işin altında gizli olanı, yüce Allah'ın
bildiğini bilseydi bunun hem kendisi, hem borçlu, hem de dayanışmalı hayat
için çok daha iyi olduğunu bilirdi.
Çünkü, borç verenin, darlıkta olup borcunu
ödeyemediği halde borçluyu sıkıştırıp boğazını sıkması faizin iptal ediliş
hikmetinin büyük bir kısmım ortadan kaldırır. Burada emir, -şart ve cevap
şeklinde- eli genişleyip ödeyebilecek duruma gelene kadar beklemek
şeklindedir. Hemen yanında da varlık durumunda borcun tümünün ya da bir
kısmının sadaka olarak bağışlanması yer almaktadır.
Bununla beraber borcunu ödeyip hayatını
kolaylaştırması için diğer ayetlerde zekat dağıtımında dara düşmüş bu
borçluya pay ayrılmaktadır: "Kuşkusuz sadakalar; fakirler, miskinler... ve
borçlular içindir."·(Tevbe Suresi, 60)
Bunlar borçlarını şehvetleri ve zevkleri
uğruna harcamayıp iyi ve güzel şeyler için harcayan, ancak şartların bu
duruma soktuğu kimselerdir. Arkasından, ayetin devamında, mümin nefsi
titretecek ve bütün borcunu
ödeyip hesap günü Allah'ın huzuruna
kurtulmuş olarak çıkmayı temenni ettirecek tarzda derin ilhamlar
gelmektedir:
281- Allah`a döneceğiniz ve
sonra hiç kimseye haksızlık edilmeksizin herkese kazancının eksiksiz olarak
verileceği günden korkun.
Allah'a dönülüp herkesin kazancının
eksiksiz verileceği gün, mümin kalpte etkisi ve mümin vicdanında sürekli
korku salan bu manzara zor bir gündür. Bu günde yüce Allah'ın önünde durmak,
insanın varlığını sarsacak bir duygudur.
Bu uyarı muamele atmosferine; alış-veriş...
kazanç ve muhalefet havasına uygun düşmektedir. Çünkü bu, geçmişte olan
herşeyin bütünüyle tasfiye edileceği ve geçmişte bulunanlar arasındaki
şeyler hakkında son hükmün verileceği gündür. Mümin kalbin bu günden korkup
sakınması en iyisidir.
Kuşkusuz takva, vicdanın derinliğinde
gizlenen bir bekçidir. İslâm onu oraya yerleştirmektedir. Öyle ki kalp artık
ondan kurtulamaz, çünkü O, bu derinliklerde yeretmiştir.
Bu son derece güçlü, yeryüzünün pratiğinde
temsil edilen, cömert, yumuşak, Allah'ın beşeriyete rahmeti, insana ikramı,
ancak beşeriyetin ondan kaçtığı, Allah'ın ve insanların düşmanı olanların
engelledikleri düzen olan İslâm'dır.
282- Ey müminler,
birbirinize belirli bir süre sonra ödenmek üzere borç verdiğiniz zaman bunu
yazın. İçinizden biri bunu dürüst bir şekilde yazsın. Yazan kimse onu
Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmayı ihmal etmesin. Bu hesabı yazıcıya
borçlu taraf yazdırsın. Ama Rabbi olan Allah'tan korksun da bu hesabı
yazdırırken hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Eğer borçlu taraf aptal, zayıf ya
da nasıl yazdıracağını bilmeyen biri ise yazdırma işlemini onun yerine
dürüst bir şekilde velisi yapsın.
Bu işleminize erkeklerinizden iki kişiyi
şahit tutunuz, eğer iki erkek şahit bulunmaz ise karşılıklı olarak
onayladığınız bir erkek i!e iki kadını şahit tutunuz, ta ki biri yanılınca
öbürü ona hatırlatsın. Şahitler çağrıldıklarında gitmemezlik etmesinler.
Borç küçük olsun büyük olsun onu vadesini
belirterek yazmaktan üşenmeyiniz.
Bu Allah katında en dürüstçe şahitlik için
en sağlam ve sizi şüpheden uzak tutacak en kestirme yoldur.
Yalnız aranızda peşin b!r alış-veriş olursa
bu işlemi yazıya geçirmemenizin sakıncası yoktur. Alış-veriş yaparken de
şahit tutun. Ne yazana ne de şahide zarar verilmesin. Eğer bunlara zarar
verirseniz kendi hesabınıza fasık olmuş, günaha girmiş olursunuz. Allah'tan
korkun. O size nasıl hareket edeceğinizi gösteriyor. Allah herşeyi bilir.
283- Eğer yolculukta olur
da işlemlerinizi yazacak birini bulamazsanız, karşılıklı olarak alınan
rehinler yeterlidir. Eğer birbirinize güvenerek borç işlemi yapmış iseniz
kendisine güvenilen kimse borcunu ödesin. Rabbi olan Allah'tan korksun.
Sakın şahitliği saklamayın. Kim şahitliği saklı tutarsa onun kalbi
günahkardır. Hiç kuşkusuz ne yaparsanız Allah onu bilir.
Borç, ticaret ve rehin'e özgü bu hükümler,
sadaka ve faiz derslerinde geçen hükümlerin tamamlayıcısı konumundadırlar.
Geçen bölümde faizle muamele, faizle borç verme ve faizle alış-veriş
hayattan uzaklaştırılmıştı. Burada ise faiz ve kâr olmaksızın güzel borçtan
(Karz-ı Hasen) ve faizden arınmış peşin ticari işlemlerden sözedilmektedir.
İnsan; yasal düzenlemede hayret verici
dikkat unsurunu öne çıkarıp hiçbir lafı diğerinin yerine geçirmemesi, hiçbir
maddeyi olması gerekenin öncesine almadığı gibi sonraya da bırakmaması,
yasal düzenlemelerde gösterilen bu kesin dikkatin, ifadenin güzelliğini ve
parlaklığını bozmayacak şekilde olması, hükmün kanuni yönünü ihlal
etmeksizin şeriatı dini duygulara latif nüfuzlu, derin ilhamlı ve güçlü
etkisiyle bağlaması; anlaşan taraflar, şahitler ve yazanların konumuna
ilişkin muhtemel etkenleri gözönünde bulundurması, bu etkenlerin tümünü
bertaraf edip her ihtimal için ihtiyat payı bırakması ve yasal noktayı
yeterince belirtmeden bir noktadan diğerine geçmemesi ve ancak aralarındaki
bağa işaret edilmesi gereken yeni bir noktayla bağları ortaya çıkması
durumunda aynı noktaya yeniden dönmesi bakımından Kur'an'ın yasal
düzenlemelerde bulunurken kullandığı bu ifade tarzı karşısında hayret ve
şaşkınlık içinde kalıyor.
Kuşkusuz buradaki şer'i hükümleri bildiren
ayetlerin sıralanışındaki olağanüstülük, duygulandırıcı ve yönlendirici
ayetlerin sıralanışındaki olağanüstülük kadar vardır. Hatta bunun daha açık
ve daha güçlü olduğu söylenebilir. Çünkü buradaki hedef son derece incedir.
Bir kelime bu inceliği değiştirebilir; bu yüzden bir kelimenin yerine başka
bir kelime kullanma yönüne gidilmemiştir. Şayet bu vecizlik olmasaydı mutlak
teşrii incelik ile mutlak edebi güzellik bu kadar eşsiz bir tarzda
gerçekleşemezdi.
Çağdaş hukukçuların itiraf ettiği gibi bu,
İslâm şeriatının, bu ilkeleriyle medeni ve ticari kanunu on asır geride
bıraktığı bir üstünlüktür.
BORÇLAR YAZILMALIDIR
"Ey müminler, birbirinize belirli bir süre
sonra ödenmek üzere borç verdi;iniz zaman bunu yazınız..."
Bu, yerleştirilmesi istenen genel bir
ilkedir. Çünkü yazmak, ayetle farz kılınmış bir emir olup ayetin sonunda
hikmeti açıklanacağı gibi belli bir süre için borç verme durumunda isteğe
bırakılmış bir işlem değildir.
"..içinizden biri bunu dürüst bir şekilde
yazsın..."
Bu da, borcun yazılma işlemini yürütecek
bir kişinin belirlenmesi ile ilgilidir. O da, yazacak biridir, anlaşmaya
taraf olanlardan biri değil. Anlaşmaya taraf olanların dışında üçüncü bir
kişi gerektirmesi ihtiyat ve mutlak tarafsızlık içindir. Yazanın da iki
taraftan birine meyletmeden, metinde eksiltme veya arttırmaya gitmeden
dürüstçe yazması gerekmektedir.
"..Yazan kimse onu Allah'ın kendisine
öğrettiği gibi yazmayı ihmal etmesin..."
Burada yüce Allah'ın yazan kişiye yüklediği
sorumluluk, yazmayı geciktirmemesi, çekinmemesi ve nefsine ağır
gelmemesidir. Bu, yüce Allah'ın hüküm bildiren ayetle farz kıldığı bir
emirdir, dolayısıyla bu konudaki hesapları Allah'a kalmıştır. Üstelik bu,
nasıl yazması gerektiğini öğreten yüce Allah'ın nimetine şükretmektir...
"...Yazsın..." Allah'ın kendisine öğrettiği gibi...
Burada yüce kanun koyucu, belli bir süre
için verilen borçların yazılmasına ilişkin ilkenin yerleştirilmesini, yazma
işlemini yürütecek kişinin belirlenmesini ve ona yazma sorumluluğunun
yüklenmesini, Allah'ın, üzerindeki nimetini hatırlamasıyla ilgili latif
teklif ve adaletli davranmasını ilham ettirmekle beraber, bitirdikten sonra
yazma işinin nasıl olacağını açıklayan aşağıdaki maddeye geçiyor.
"...Bu hesabı yazıcıya borçlu taraf
yazdırsın. Ama Rabbi olan Allah'tan korksun da bu hesabı yazdırırken hiçbir
şeyi eksik bırakmasın. Eğer borçlu taraf aptal, zayıf ya da nasıl
yazdıracağını bilmeyen biri ise yazdırma işlemini onun yerine dürüst bir
şekilde velisi yapsın..."
Yazıcıya borcunun miktarını, şartını ve
süresini söyleyecek ve yazdıracak, -yükümlülük altına giren- borçlunun
kendisidir. Bunun sebebi, borç verenin dikte ettirmesi halinde borcun
miktarını arttırmak, süreyi kısaltmak veya kendi yararına belli şartlar
zikretmek suretiyle borçluyu aldatması endişesinin bertaraf edilmesidir.
Borcu olan zayıf bir konumdadır. İhtiyacını gidermeye şiddetle muhtaç
olduğundan itiraz etmeyebilir, dolayısıyla aldanabilir. Borçlu yazdıracak
olsa, kendisinden istenen bağları güzel bir duyguyla yazdırır. Sonra kendisi
yazdırınca, ilerde borcunu kabullenmesi için daha sağlam ve güvenilir bir
yöntemdir. Aynı zamanda borcunu yazdıran borçlunun vicdanını harekete
geçirip kararlaştırılan borçtan ve diğer şartlardan herhangi bir şeyi eksik
yazdırmak hususunda Allah'tan korkmasını temin içindir bu emir. Şayet borçlu
aptal ise, kendi işini idare etmesi doğru değildir. Ya da zayıf ise, -yani
küçük veya akli seviyesi düşük ise- veyahut konuşma bozukluğu, bilgisizlik,
dilde herhangi bir arıza, hissi ve akli bir sebepten dolayı yazdıramayacak
olursa, işlerini üstlenen velisinin "...dürüstçe..." yazdırması
gerekmektedir. Borç şahsına ait olmadığından veli konumunda olan kişinin az
da olsa gevşek davranması mümkün olduğundan anlaşmanın sağlıklı yürümesi,
güvencelerin herkesi kapsaması burada dürüstlüğün zikredilmesi dikkatli
davranmak için gereklidir.
Bununla, bütün yönleriyle yazma işlemine
ilişkin açıklamalar son bulmaktadır. Bundan sonra yüce kanun koyucu başka
bir noktaya, şahitlik noktasına geçmektedir.
"...Bu işlemlerinize erkeklerinizden iki
kişiyi şahit tutunuz. Eğer iki erkek şahit bulunmaz ise karşılıklı olarak
onayladığınız bir erkek ile iki kadını şahit tutunuz, ta ki biri yanılınca
öbürü ona hatırlatsın..."
Sözleşmelerde "...onayladığınız
şahitlerden..." iki şahidin olması kaçınılmazdır. Onaylamak iki anlama
gelmektedir: Birincisi; şahitlerin toplum içinde adil ve sevilen kişilerden
olması, ikincisi; sözleşmeye taraf olanların şahitliklerini onaylamasıdır...
Ancak belli şartlarda iki şahidin bulunması pek kolay olmaz. Bu noktada
şeriat, kolaylaştırma yönüne gitmekte ve kadınları şahitlik yapmaya
çağırmaktadır. Ancak, dengeli müslüman toplumda geleneksel olarak bu tür
işleri erkekler yaptıklarından, esas olarak onları şahitlik yapmaya
çağırmaktadır. Çünkü müslüman toplumda kadınlar geçimlerini sağlamak için
çalışmak zorunda değildirler. Böylece İslâm, kadının anneliğini, kadınlığını
ve bugün içinde yaşadığımız bedbaht, sapık toplumdaki kadınlarda olduğu
gibi, çalışmakla elde edeceği birkaç lokma, birkaç kuruşa karşılık
insanlığın en değerli hazinesi ve gelecek neslin temsilcisi olan çocukları
yetiştirme görevini korumuş olmaktadır. Şayet iki erkek bulunamazsa, bir
erkekle, iki kadın bulunsun. Ancak niye iki kadın?.. Ayet-i kerime
varsayımlar ileri sürmemize imkan bırakmıyor. Çünkü kanun koymada her hükmün
sınırları belirlenmeli, açıklığa kavuşturulmalı ve nedenleri
bildirilmelidir.
"...Biri yanılınca öbürü ona
hatırlatsın..." Buradaki yanılma birçok nedenden kaynaklanabilir. Öncelikle
kadının anlaşmalar konusundaki eksik bilgisin, den ve bütün inceliklerini ve
şartlarını kavramamasından kaynaklanır. Bu yüzden gerektiğinde dikkatli bir
şahitlikte bulunabilmesi için olay hakkında zihninde bir tür açıklık olmaz.
Bu noktada konunun şartlarını diğeriyle birlikte hatırlamaya çalışırlar.
Ayrıca kadının heyecanlı tabiatı da yanılmaya neden olabilir. Çünkü
biyolojik, uzvi annelik görevi kadında zorunlu olarak ruhsal tepki meydana
getirmiştir. Bu zorunluluk kadını, çocuğunun isteklerini düşünmeden ve
gecikmeden, çabucak ve canlılıkla karşılık vermesi için duygusallık ve
acelecilikle karşılık vermesini gerektirmektedir. Bu, Allah'ın kadına ve
çocuğa olan bir lütfudur. Kadının bu tabiatı bölünemez. Çünkü kadın -şayet
dengeli bir kadınsa bu tabiata sahip bir bütündür. Ayrıca bu tür işlemlerde
anlaşmalara şahitlik yapmak, bütünüyle heyecandan arınmayı ve olaylar
üzerinde etkilenmeden ve duygulanmadan durup düşünmeyi gerektirmektedir.
Burada iki kadının bulunması -herhangi bir nedenden dolay yanılacak olursa-
diğerin hatırlatması için bir garanti konumundadır. Böylece hatırlamaları ve
olayı yalın bir şekilde aktarmaları sağlanmış olur.
Ayetin başında yüce Allah, yazmaktan
kaçınmamaları için hitabı, yazanlara yönelttiği gibi burada da şahitlikten
kaçınmamaları için şahitlere yöneltmektedir.
"... Şahitler çağrıldıklarında gitmemezlik
etmesinler."
Buna göre şahitlik için çağrı yapıldığında
karşılık vermek isteğe bağlı olmayıp farzdır. Çünkü şahitlik, adaletin
yerine gelmesi ve hakkın gerçekleşmesi için bir araçtır. Ve bunu yüce Allah,
şahitlerin zorlanmadan, çekinmeden, içtenlikle ve isteyerek şahitlik yapmaya
gitmeleri için emretmektedir. Ayrıca şahitler, şahitlik teklifi anlaşmaya
taraf olanların ikisinden ya da birinden gelse bile her ikisi veya biri
hakkında eklemede bulunmamalıdırlar.
Burada şahitlik hakkındaki söz
noktalanmakta ve yüce kanun koyucu başka bir hedefe, şer'i hükmün
konmasındaki genel hedefe geçmektedir. Burada büyük olsun, küçük olsun- tüm
borçların yazılmasının zorunluluğunu belirtmekte vé küçük borç yazılmaya
değmez ya da iki arkadaş arasındaki hoş görünmek, utangaçlık, tembellik ve
önemsememek gibi nedenlerden dolayı yazmak zorunlu değildir gibi nefse
yazmanın ağırlığını hatırlatan duyguları tedavi etmektedir. Sonra yazmanın
gerekliliğinin nedenini duygusal ve pratik nedenlerle güçlendirmektedir.
"...Borç küçük olsun, büyük olsun, onu
vadesini belirterek yazmaktan üşenmeyiniz. Bu Allâh katında en dürüstçe,
şahitlik için en sağlam ve sizi şüpheden uzak tutacak en kestirme yoldur."
Üşenmeyiniz... Bu, işin sorumluluğunun
değerinden fazla olduğunu hisseden insan ruhunun tepkilerini kavramanın
ifadesidir. "Bu, Allah katında en dürüstçe olanıdır..." Adalete en uygunu ve
en iyisidir. Ayrıca bu, yüce Allah'ın bu davranışı sevip beğendiğini
bilinçlere ilham ettirmektedir. "...Şahitlik için en sağlam... olanıdır"
Herhangi birşey hakkında yazılmış bir
şahitlik yalnızca hafızaya dayanan sözlü şahitlikten daha sağlamdır. İki
kişinin ya da bir erkek iki kadının şahitliği, bir şahitlikten daha sağlam
ve bir erkek veya kadının şahitliğinden daha doğrudur. "...ve sizi şüpheden
uzak tutacak en kestirme yoldur." Gerek anlaşmanın kapsadığı açıklamaların
doğruluğu hakkında gerekse iş bağlanmadan bırakıldığında sizin ve sizden
başkalarının nefsinde meydana gelebilecek şüphelerin yok edilmesine daha
yakındır.
Böylece bu uygulamaların tümünün hikmeti
ortaya çıkmakta ve iş yapanlar, bu hükmün zorunluluğu, hedeflerinin inceliği
ve uygulamasının doğruluğu konusunda ikna olmaktadırlar. Çünkü bu doğruluk
dikkat, güven ve huzurun ta kendisidir.
Belli bir süre için verilen borçlar
konusunda uygulama böyledir. Peşin ticarete gelince buradaki satış
yazılmaktan müstesnadır. Sözleşmenin zorlaştırdığı, çabucak tamamlanan ve
kısa bir süre içinde yenilenen ticari işlemlerin kolaylaşması için bu tür
işlemlerde şahitlerin şahitliği ile yetinilir. Çünkü İslâm, her şartı
gözeterek hayatın her alanı için hükümler koyar. İslâm şeriatı, içinde
karmaşıklık bulunmayan, pratik ve gerçekçi bir şeriattır. Onda hayatın kendi
tabii yolunda seyrine devam etmesini engelleyecek hiçbir hükme rastlanmaz.
".. Yalnız aranızda peşin bir alış-veriş
olursa bu işlemi yazıya geçirmemenizin sakıncası yoktur. Alış-veriş yaparken
de şahit tutunuz."
Ayetten anlaşıldığına göre peşin ticarette
yazmama, sakıncası bulunmayan bir ruhsattır. Ancak şahitlik zorunludur.
Şahitliğin de mendup olup zorunlu olmadığına ilişkin bazı rivayetler olsa da
tercih edileni budur.
Belli bir süre için verilen borç ve peşin
ticarete ilişkin hükümler, her ikisinin de gerek zorunlu gerekse ruhsatlı
olarak yâzma ve şahitlik şartlarında buluşturarak son bulmuştu. Şimdi ise
daha önce görevleri belirlenen yazıcı ve şahitlerin hakları
belirlenmektedir. Onlara yazmaktan veya şahitlikten kaçınmamaları
zorunluluğu getirilmişti. Şimdi de genel sorumlulukların yerine
getirilmesinde hak ve görev dengesinin içinde onların korunmasının
zorunluluğu dile getirilmektedir.
"...Ne yazana ne şahide zarar verilmesin.
Eğer bunlara zarar verirseniz kendi hesabınıza fasık olmuş, günaha girmiş
olursunuz. Allah'tan korkun. O size nasıl hareket edeceğinizi öğretiyor.
Allah herşeyi bilir."
Allah'ın farz kıldığı görevlerini yerine
getirmeleri nedeniyle yazana veya şahide herhangi bir zarar gelmemelidir.
Böyle bir şey sözkonusu olursa bu sizin hesabınıza Allah'ın şeriatından
çıkmak ve onun yoluna karşı durmaktır. Bu da kaçınılmaz bir tedbirdir. Çünkü
yazanlar ve şahitler çoğu zaman anlaşmaya taraf olanlardan birinin öfkesine
maruz kalabilirler. O halde, kendilerine güvenmelerini, görev sorumluluğu
içinde, zimmet, emanet, gayret ve her hâlükarda tarafsızlık içinde
görevlerini yerine getirmelerini sağlamak için birtakım güvencelerden
yararlandırmak gerekmektedir. Sonra -sorumluluğun yalnızca hükmün baskısı
olmaktan çıkıp ruhların derinliklerinden gelmesi için Kur'an'ın her zaman
sorumluluk yüklemek istediğinde vicdanları uyandırmak ve duyguları harekete
geçirmek için yaptığı gibi- ayet-i kerime müminleri sonunda Allah'tan
korkmaya davet etmekte, yüce Allah'ın onlara iyilik yaptığını, onlara,
öğretip doğruluğa iletenin O'nun olduğunu hatırlatmakta ve bu nimetin
hakkını, itaat, hoşnutluk ve boyun eğme ile ifa etmeleri için O'ndan
korkmanın kalplerini bilgiye açtığını ve ruhlarını öğrenmeye hazırladığını
bildirmektedir.
"Allah'tan korkun. O size nasıl hareket
edeceğinizi öğretiyor. Allah herşeyi bilir."
Sonra yüce kanun koyucu aradaki genel
hükmün içinde zikretmeyip özel şartlardan dolayı bir başka ayete bıraktığı
borca ilişkin hükümlerin tamamlanmasına dönmektedir. Buna göre borç veren ve
alan yolculuk yapıyorlarsa ve yazacak birini bulamıyorlarsa yüce kanun
koyucu işlerin kolaylaşması için ödeme garantisiyle, borcun miktarını içeren
birşeyin borç verene rehin bırakılmasıyla yazmaksızın sözlü anlaşmaya izin
vermektedir.
"Eğer yolculukta olur da işlemlerinizi
yazacak birini bulamazsanız, karşılık olarak alınan rehinler yeterlidir."
Burada yüce kanun koyucu, Allah korkusunun
etkisiyle emanet ve söze riayet hususunda mümin vicdanları harekete
geçirmektedir. İşte bu, tüm yasaların uygulanması, malların ve rehinlerin
özenle korunup sahiplerine iadesi için en son güvencedir. "Eğer birbirinize
güvenerek borç işlemi yapmış iseniz, kendisine güvenilen kimse borcunu
ödesin, Rabbi olan Allah'tan korksun." Borçlunun üstlendiği borç ona
emanettir, borç verenin rehin aldığı mal da ona emanettir. Her ikisi de
Rabbleri olan Allah korkusu adına emanetleri vermeye çağrılmaktadırlar.
Rabb; idare eden, terbiye eden, efendi, hükmeden ve kadı anlamlarına
gelmektedir.
Bu anlamların herbiri, iş yapma, emanet
etme ve eda etme durumlarında duygulandırıcı etkiye sahiptir... Bazı
görüşlere göre bu ayet, karşılıklı güven durumunda yazmayı emreden ayeti
neshetmiştir. Ancak biz bu görüşte değiliz. Çünkü yazma, yolculuk durumu
dışında bütün borç işlemlerinde farzdır. Güvenme ise bu duruma özgüdür. Bu
durumda borç veren ve alan birbirine güvenmektedirler.
Takvaya yöneltici bu duygulandırmanın
gölgesinde şahitlik konusu -bu defa mahkeme sırasındaki şahitlikten
sözediliyor, anlaşma anındakinden değil- tamamlanmakta ve bunun şahidin
boynuna ve kalbine bir emanet olduğu bildirilmektedir.
"...Sakın şahitliği saklamayınız. Kim
şahitliği saklı tutarsa onun kalbi günahkardır."
Ayet-i Kerime burada, her ikisinin de
tamamlandığı nokta kalp olduğundan, günahı gizlemek ile şahitliği saklamak
arasında bir uygunluk kurmak için kalbe yüklenmekte ve günahı ona
dayandırmaktadır. Ardından hiçbir şeyin Allah'a gizli olmayacağına ilişkin
örtülü bir tehdit yer almaktadır: "...Hiç kuşkusuz ne yaparsanız Allah onu
bilir." Herşeye, kalplere gizlenmiş, günahları ortaya çıkaran ilmi gereğince
karşılığını verir.
Sonra Ayet-i Kerimenin akışı, bu işareti
güçlendirmek ve kalpleri, göklerin ve yerin ve her ikisinde bulunanların
Maliki, gizli-açık vicdanların derinliklerinde bulunanları bilip ona göre
karşılığını veren, rahmetinden ve azabından dilediği gibi kullarının
akıbetinde tasarrufta bulunan ve hiçbir şeyden sorumlu olmadan dilediğini
yapmaya kadir olan yüce Allah'tan korkmak için harekete geçirmektedir.
284- Göklerdekilerin ve
yerdekilerin hepsi Allah'ındır. İçinizdekini açığa vursanız da gizli
tutsanız da Allah sizi onun yüzünden hesaba çeker. Sonra dilediğini affeder
ve dilediğini azaba çarptırır. Hiç şüphesiz Allah'ın herşeye gücü yeter.
Böylece tamamen medeni hukukla ilgili bir
hükmün konusunun ardında sırf bilince yönelik bir direktif yer almakta,
hayatla ilgili yasalarla, hayatın yaratıcısı arasında bir ilişki kurulmakta,
yerin ve göklerin hükümranına karşı duyulan korku ve umuttan meydana gelen
bu sağlam bağ sayesinde yasal düzenlemelerden oluşan güvencelere kalbin
derinliklerinde yeralan güvencelerde eklenmektedir. Bu da İslâm şeriatının
müslüman toplum içinde müslümanların kalplerine yerleşen en sağlam ve en
belirgin güvencesidir. İslâm, öncelikle kendisi için şeriat vazedeceği
kalpleri ve kanunlarını uygulatacağı toplumları oluşturur. Çünkü İslâm, her
yönüyle mükemmel, ahenkli ve ilahi bir sistemdir. Hem eğitim hem de şer'i
düzendir. Hem takva hem otoritedir. Aynı zamanda insanın yaratıcısının insan
için seçtiği hayat metodudur.
Peki, yeryüzü kaynaklı düzenlere, kanunlara
ve metotlara ne demeli? Ömrü, bilgisi ve görüşü sınırlı, heva ve hevesi
daldan dala konup hiçbir zaman istikrar bulmayan, iki kişinin aynı görüş,
düşünce ve anlayış üzerinde anlaştığı pek az olan insanın bakış açısına ne
demeli? Kendini yaratan, yarattığını ve her an ve her durumda yarattığının
yararına olanı bilen Rabbinden uzaklaşan beşeriyete ne demeli?
Kuşkusuz Allah'ın hayat için koyduğu
metottan ve düzenden uzaklaşmak beşeriyet için bir bedbahtlıktır. Bu
bedbahtlık, Batıda, zorba ve azgın kiliseden ve onun adına konuştuğunu iddia
ettiği tanrısından, onun adına insanları düşünüp anlamaktan alıkoymasından,
yine onun adına alınan ağır vergilerden ve bu korkunç hükümlerden kaçış
şeklinde başladı. İnsanlar bu kâbustan kurtulmaya karar verdiklerinde
kiliseden ve onun otoritesinden de kaçtılar. Ancak bu işi makul bir noktada
durdurmadılar. Daha da ileri giderek kilisenin tanrısından ve onun
otoritesinden de kaçtılar. Ardından, yeryüzündeki hayatlarında Allah'ın
metoduyla kendilerine öncülük eden dinin tümünden uzaklaştılar. İşte bu bir
bedbahtlıktı, bïr felaketti... Ya bize... -kendi kendini müslüman sanan
bize- ne oluyor?.. Bize ne oluyor da, Allah'tan, O'nun hayat metodundan,
şeriatından ve kanunundan kaçıyoruz?.. Hoşgörülü ve sağlam dinimiz,
üzerimizdeki tüm zincirleri parçalamış, bütün ağırlıkları kaldırmış, bize
rahmet, hidayet, kolaylık ve hidayete, ilerlemeye ve kurtuluşa götüren yolda
istikamet bahşetmişken bize ne oluyor?..
Burası, bu büyük surenin sonucudur.
Kur'an'ın en uzun suresi olması bakımından büyük kelimesinin ifade ettiği
anlamda olduğu kadar imani düşüncenin temelleri, müslüman cemaatin niteliği,
hareket yöntemi, sorumlulukları, yeryüzündeki konumu, varlık içindeki rolü,
kendisine karşı koyan düşmanlarının konumu, tabiatları, kendisine karşı
tutuştukları savaşta başvurdukları taktiklerin mahiyeti bir yönden onların
çıkardığı gailelerin savuşturulması için kullanacağı yöntemi, diğer yandan
onların bedbaht akibetlerinden korunması gibi kabarık ve geniş bir bölümünü
temsil eder. Konularıyla da büyüktür bu sure. Ayrıca sure, insanın
yeryüzündeki rolünü, tabiatını, fıtratını, beşer tarihinde ve gerçek
hikayelerinde görüldüğü üzere düşülen hataları ve uzun ayetlerinin sunulması
sırasında ayrıntılarıyla ele alınan daha birçok sorunu açıklamaktadır.
Şu iki ayet, bu büyük surenin sonunu teşkil
etmektedir. Her iki ayet, surenin büyük bir kısmının tam bir özeti
olduklarından sureye yakışan, onun konuları, atmosferi ve hedefleriyle uyum
içinde bir sonuç meydana getirmektedirler.
MÜMİNLERİN İMANI
Sure, yüce Allah'ın şu sözleriyle
başlamıştı:
"Elif, lam, mim... Doğru olduğu kuşkusuz
olan bu kitap takva sahipleri için hidayet kaynağıdır. Onlar görmediklerine
inanırlar, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan başkalarına
verirler. Yine onlar gerek sana ve gerekse senden önce indirilen kitaplara
inanırlar ve Ahiretten hiç kuşku duymazlar. İşte onlar Rabblerinden gelen
hidayet yolundadırlar ve kurtuluşa erenlerdir."
Bu gerçeğe, özellikle de bütün Resullere
iman gerçeğine orada işaret edilmişti. İşte aynı konu yüce Allah'ın şu
sözüyle son bulmaktadır:
"...Peygamber kendisine rabbi tarafından
indirilen gerçeklere inandı, müminler de hepsi birlikte Allah'a, O'nun
meleklerine, O'nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine inandılar. `O'nun
peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız'..." Bu, bir kitabın iki
kapağı gibi surenin başlangıcıyla uyuşan bir sonuçtur.
Sure, müslüman ümmetin sorumluluklarının
birçoğunu ve hayatın çeşitli alanlarına ilişkin hükümleri içermektedir.
Nitekim, İsrailoğulları'nın sorumluluk ve şeriatlarından yüz çevirmeleri de
sözkonusu edilmektedir. Surenin sonunda, sorumlulukları yerine getirme ile
onlardan kaçınma arasındaki ayırıcı sınırı belirleyen, yüce Allah'ın bu
ümmete zorluk ve ağırlık dilemediği gibi -yahudilerin Rabbleri hakkında
iddia ettikleri gibi- onlara ayrıcalık tanımadığını ve başıboş bırakmadığını
açıklayan şu Ayet-i Kerime gelmektedir."
"...Allah hiç kimseye kapasitesini aşacak
bir yükümlülük yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına ve
işlediği kötülük de kendi zararınadır."
Sure İsrailoğulları'nın kıssalarından
bazılarını içermekte, yüce Allah'ın onlara lütfundan verdiği nimetleri ve
onların bu nimetlere nankörlükle karşılık vermelerini, ayrıca yüce Allah'ın
onlara bir kısmı öldürme cezasına varan keffaretler yüklediğini
açıklamaktadır. "Yaratıcınıza tevbe edin ve kendinizi öldürün."·(Bakara
Suresi, 54)· Surenin sonunda müminlerin şu mütevazi duası yeralmaktadır:
"Ey Rabbimiz, eğer unutacak ya da yanılacak
olursak bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklemiş olduğun
gibi, bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü
taşıtma. Bizi affet, günahlarımızı bağışla, bize merhamet eyle..."
Surede, küfrün ve kâfirlerin kovulması için
müminlere savaş farz kılınmış, Allah yolunda cihad ve infakla
emrolunmuşlardı. Aynı sure, sorumlu kulların, yerine getirmede yardımı ve
düşmanlarına karşı zafer dilemek için müminlerin Rabblerine yönelişleriyle
son buluyor. "...Sen mevlamızsın bizim, kâfirlere karşı yardım et bize." Bu,
surenin ana çizgisini özetleyen, ona işaret eden ve ona uyan bir sonuçtur.
Şu iki ayette yeralan her kelimenin, ayrı
bir yeri, değişik bir yolu ve kapsamlı bir yol göstericilik özelliği vardır.
Onların herbiri, ibarede, arka-planda yeralan -daha büyük olan- akidenin
hakikatlerini, bu dinde imanın tabiatını, özelliklerini ve yönlerini,
müminlerin Rabbleri ile olan durumlarını, bu kelimelerle yüce Allah'ın
onlardan istediği düşüncelerini, bunlarla farz kıldığı sorumluluklarını,
O'nun himayesine sığınmalarını dilemesine, teslimiyetlerini ve O'nun
yardımına dayanmalarını temsil etmek için yer almaktadırlar. Evet... Her
kelimenin olağanüstü bir şekilde yerine getirdiği önemli bir rolü vardır.
Kur'an'ın gölgesinde yaşayan, onun ifadesindeki sırlardan az birşeyi
kavrayan ve her ayette bu sırlara muttali olan ruhlarda bile bu rolünü
olağanüstü bir şekilde oynamaktadır. O halde bu ayetleri ayrıntılarıyla ele
almaya çalışalım.
285- Peygamber kendisine
Rabbi tarafından indirilen gerçeklere inandı, müminler de. Hepsi birlikte
Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine
inandılar. `Onun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız. Duyduk
ve uyduk. Günahlarımızı bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz, dönüşümüz sanadır'
dediler."
Bu, müminlerin içinde iman gerçeğinin
pratik olarak temsil edildiği seçkin cemaatin ve bu ulu gerçeği temsil eden
her topluluğun tablosudur. Bu yüzden yüce Allah, üstün iman gerçeği
konusunda onlarla peygamberleri birlikte zikretmek suretiyle onları
onurlandırmıştır. Bunu, yüce Resul gerçeğini idrak eden mümin cemaat
anlayabilir. Yüce Allah'ın onlarla peygamberi bir sıfat altında Kur'an'ın
bir ayetinde birlikte zikretmekle ne kadar yüce bir makama yükselttiğini
bilirler.
"Peygamber, kendisine Rabbi tarafından
indirilen gerçeklere inandı, müminler de..."
Peygamberlerin, kendisine Rabbi tarafından
indirilenlere iman etmesi, doğrudan algılanan bir imandır. Tertemiz kalbinin
yüce vahyi almasıdır. Hiçbir çabada, hiçbir girişimde bulunmaksızın, bizzat
varlığında, somutlaşan gerçeğe aletsiz, araçsız, doğrudan bağlanmasından
kaynaklanır bu iman. Bu, vasfetmeye imkan bulunmadığı gibi tadına varandan
başkasının tavsif edemediği bir iman derecesidir. Gerçek anlamda tadına
varamayandan başkası da bu tavsiften birşey anlayamaz zaten. Bu imanı,
-peygamberin imanı- yüce Allah mümin kullarına bahşetmiş ve onları
peygamberiyle aynı sıfat altında birleştirmiştir. Ancak peygamberin yapısı
ile bu gerçeği doğrudan mevlasından almayan başkalarının yapısının bu imanın
zevkine varması farklı olacaktır, haliyle. Bu imanın tabiat ve sınırı nedir?
"Hepsi birlikte Allah'a, meleklerine,
kitaplarına ve peygamberlerine inandılar. `O'nun peygamberlerinden hiçbirini
diğerlerinden ayırmayız. Duyduk ve uyduk. Günahlarımızı bağışlamanı dileriz
ey Rabbimiz! Dönüşümüz sanadır' dediler."
Bu, İslâm'ın getirdiği kapsamlı imandır. Bu
iman, Allah dininin varisi, Kıyamete kadar yeryüzünde davet görevini
yürüten, kökleri zamanın derinliklerine inen, beşer tarihi boyunca uzanan
davet, Resul ve iman kervanında yol alan bu ümmete yakışır bir imandır. Bu
iman başlangıçtan sona kadar bütün insanlığı iki gruba ayırır; müminler ve
kâfirler... Allah'ın taraftarları (hizbi), Şeytanın taraftarları (hizbi)...
çağlar boyu, bunların dışında bir üçüncü durumun varlığı sözkonusu
olmamıştır.
"Hepsi birlikte Allah'a... inandılar."
İslâm'a göre Allah'a iman; düşüncenin,
hayata egemen olan metodun, ahlâkın, ekonominin, orada-burada müminlerin
yaptığı her hareketin temelidir.
Allah'a iman, O'nun uluhiyet, rububiyet ve
kulluk kılınma hususunda birlenmesi, dolayısıyla insanın vicdanına ve
hayatla ilgili herhangi bir konudaki tavrına tek başına O'nun egemen
olması-anlamına gelmektedir.
Buna göre uluhiyet ya da rububiyette ortağı
olmadığı gibi yaratma ve düzenlemede, tasarrufunda da ortağı yoktur. Varlık
alemi ve hayat üzerindeki tasarrufuna kimse müdahale edemez. İnsanlara
onunla birlikte rızık veren biri yoktur. O'nun dışında kimse zarar ya da
yarar dokunduramaz kimseye. O'nun izni ve rızası olmadan varlık aleminde
küçük-büyük hiçbir şey meydana gelemez.
Gerek sembolik kulluk davranışları şeklinde
olsun gerekse boyun eğme ve itaat etme şeklinde olsun insanların kullukta
yönelecekleri ortaklar yoktur. Allah'tan başkasına kulluk sözkonusu
olamayacağı gibi O'na ve O'nun emri ve şeriatı uyarınca hareket etmek
suretiyle gücünü kendisinden başka otorite bulunmayan kaynaktan alan
başkasına itaat de sözkonusu olamaz. Bu imana göre, insanların vicdanları ve
davranışları üzerindeki egemenlik tek başına Allah'a aittir. Buna göre
şeriat, ahlâk kuralları, toplumsal ve ekonomik düzen tek başına egemenlik
sahibi olan yüce Allah'tan alınmalıdır.
İşte Allah'a imanın anlamı budur. Artık
insan; Allah'ın dışında herkesin yanında özgür, Allah'ın koyduğu şeriatten
kaynaklanmayan sınırlamaların bağından serbest ve otoritesini Allah'tan
almayan her gücün karşısında son derece güçlü olur.
"...ve meleklerine... inandılar."
Allah'ın meleklerine iman, surenin başında
-birinci cüzde de- insan hayatındaki öneminden sözettiğimiz gaybe iman
etmenin bir yönünü oluşturmaktadır. Bu inanç insanı, hayvanlara özgü
duygular noktasından alıp bu hayvani çerçevenin ötesindeki bilgiyi
algılayacak aşamaya getirir bununla da belirgin özellikleriyle "insanlığını"
(Bakınız Fatiha suresinin açıklamalarına) ilan eder. Aynı zamanda bu inanç,
insanın, fıtratı gereği varlığını hissettiği ancak duygularıyla
kavrayamadığı, bilinmez şeylere olan fıtri tutkusuna da cevap teşkil
etmektedir. Şayet bu fıtri tutkusunu yüce Allah'ın kendisine bahşettiği gibi
gayp gerçeği ile tatmin etmezse, bu açlığını gidermek için ya efsanelerin,
hurafelerin ardına düşecek ya da insan varlığı sarsıntı ve bunalımlara maruz
kalacaktır.
Meleklere iman; insan idrakinin kendisi
için hazırlanan duygu ve akli araçlarla bizzat öğrenmeye imkan bulamadığı
gayp gerçeğine inanmaktır. İnsan varlığı, gaybi gerçeklerden herhangi
birşeyi bilme arzusuna sahip bir özellikte yaratılmıştır. Bunun için, insanı
yoktan vareden, bünyesini, arzularını, kendisi için yararlı olan şeyleri ve
kendisini ıslah edecek şeyleri hakkıyla bilen yüce Allah, insana gaybi
gerçeklerden bir kısmını göstermeyi ve her ne kadar kişisel yetenekleri buna
ulaşmaya yetmese de görüşünde somutlaşması için yardım etmeyi dilemiştir.
Bununla yüce Allah, bilmedikçe bünyesinin ve fıtratının düzenlemeyeceği,
elde etmediği sürece gönlünün tatmin olmayıp istikrar bulamayacağı bu
gerçeklere ulaşmak uğruna enerjisini dağıtıp yorulmaktan kurtarmıştır.
Fıtratına baskı yapıp, gayp gerçeklerini hayatlarından silmek isteyenlerin
bazısının gülünç, hurafe ve saplantıların tahakkümüne girmesi ya da akılları
ve sinirleri sürekli bunalım içinde bir yığın kompleks ve sapıklıklarla
dolup taşması bunun kanıtıdır.
Bütün bunlara ek olarak meleklerin
gerçekliğine iman etmek -Allah'ın katından gelen kesin gaybi gerçeklere iman
etmek gibidir- insanın varlık hakkındaki bilincinin ufuklarını genişletir,
böylece varlık manzarası küçülerek müminin düşüncesinde duyularla kavranan
bir duruma indirgenmez. Sonra mümin, kalbi çerçevesindeki mümin ruhlarla
yakınlık kurar, Rabblerine iman noktasında onlara katılır, Rabbinden
bağışlanma diler ve Allah'ın izniyle O'nun yardımıyla birlikte olur.
Bu, son derece latif, sevimli ve cana yakın
bir bilinçtir kuşkusuz... Sonra ortada bir bilgi vardır; bu gerçeği bilme...
Bu da yüce Allah'ın müminlere onunla ve melekleriyle bahşettiği bir
lütuftur.
"...0'nun kitaplarına ve O'nun
peygamberlerine... inandılar, `O'nun peygamberlerinden hiçbirini
diğerlerinden ayırmayız' dediler."
Allah'ın kitaplarına ve hiçbirini
diğerinden ayırmadan peygamberlere iman, İslâm'ın belirttiği tarzda Allah'a
iman etmenin tabii sonucudur. Allah'a iman, O'nun katından gelen şeylerin
sıhhatine, gönderdiği tüm Resullerin doğruluğuna, mesajlarının dayandığı
temelin birliğine ve kendilerine indirilen kitapların bu temeli içerdiğine
inanmayı gerektirir. Bu yüzden, müslümanın vicdanında peygamberlerin arasına
fark koymak gibi bir düşünce yer etmez. Çünkü bir tek dinin son şekliyle
bütün insanlığı Kıyamete kadar Allah'ın dinine davet etmek için gelen son
peygamber Muhammed'e kadar gelen tüm peygamberler, gönderildikleri kavmin
durumuna uygun bir şekliyle Allah katından İslâm ile gönderilmişlerdir.
Böylece müslüman ümmet, bütün Risalet
mirasını bu şekilde karşılayıp yeryüzündeki hayatını varisi olduğu Allah'ın
dini uyarınca düzenler... Bu yüzden müslümanlar, yeryüzünde Kıyamete kadar
üstlendikleri önemli rolün bilincinde olurlar. Onlar, insanlığın uzun tarihi
boyunca tanıdığı en değerli hazinenin bekçisidirler. Onlar; kavmiyet,
milliyetçilik, uyrukçuluk, ırkçılık, siyonizm, haçlı, sömürgecilik ve
dinsizlik gibi değişik çağlarda ve değişik yerlerde farklı isim ve kavramlar
altında yeryüzünde cahiliye mensuplarının kaldırdığı birçok cahiliye
sancağına karşı Allah'ın -tek başına Allah'ın- sancağını taşımak üzere
seçilmişlerdir.
.Müslüman ümmetin, yeryüzünde bekçisi
bulunduğu ve en eski Risaletlerden beri varisi olduğu iman hazinesi, insan
hayatının en şerefli ve en sağlam hazinesidir. Bu hazine; hidayet, nur,
bağlılık, güven, hoşnutluk, bilgi ve yakin'den ibarettir. İnsan kalbi bu
hazineden boş olduğu oranda, sıkıntı ve karanlığa gömülür ve vesvese ve
kuşkulara gark olur, üzüntü ve bedbahtlığın istilasına uğrar. Bu tehlikeli
bataklıkta ayaklarını nereye koyacağını bilmeden, zifiri bir karanlıkta yol
almaya çalışır.
Bu gıdadan, bu yakınlıktan ve bu nurdan
yoksun kalplerin feryatları her çağda duyula gelen canhıraş feryatlardır.
(Ömer Hayyam şöyle der:
Ruhumda yokluğun ızdırabını hisseder
gibiyim Hayatta bedbahtlıktan başka birşeyle karşılaşmadım. Ne acı! ya bir
de zamanım gelmişse
Oysa henüz kaza ve kader bulmacasını
çözemedim. Günlerim, geri gelmeden geçip gidiyor.
Çöllerde esen rüzgarlar gibi. Ruhun bütün
yaşadığı iki gündür, Geçen, dün ve gelecek, yarın
Yarın gaybın arkasındadır, bugünse benim,
Gelecek hakkında nice zanlar boşa çıkar. Bu kadar gafil değilim, gördüğüm
halde, Dünyanın güzelliğine, zevkine bakmayayım. Rüyamda doğru bir ses
işittim;
Uykunun gençlik kozasını açtığı
görülmemiştir, Uyan, çünkü uyku ölümün ikizidir.
İç, zaten son konağın topraktan bir döşek
olacaktır. Çabucak gelen ölümü gözlüyorum.
Birgün ismim varlık defterinden
silinecektir. Getir, şarap sun ey sevgili?
Çünkü günlerin amacı uzun bir uykudur.
Kitab-ı Mukaddes'in "Eski Ahid" bölümünde
şöyle denir: "Boşların boşu. Herşey boş. Güneş altında insanın çektiği bunca
yorgunlukların yararı ne? Bir dönem geçerken bir başka dönem geliyor.
Yeryüzü ise, sonsuza kadar kalıcıdır. Güneş doğuyor, güneş batıyor. Yine
doğduğu yere koşuyor. Rüzgar güneye gidiyor, kuzeye dönüyor. Döne döne
gidiyor. Dönüşlerini tekrar ediyor. Bütün nehirler denize akar ancak deniz
dolmaz. Nehirler akıttıkları yere, tekrar oraya akıyorlar. Bütün sözler
eksik kalıyor. İnsan herşeyden haber veremiyor. Göz, bakmaya doymuyor. Kulak
da işitmekle dolmuyor. Olan oluyor. Yapılan neyse o, yapılıyor. Güneşin
altında yeni birşey yoktur. Bak bu yenidir, denilecek birşey bulunsa o da
bizden önceki zamanlardan kalmadır. Öncekiler hatırlanmıyor, sonrakiler de
kendilerinden sonra gelenler nezdinde hatırlanmayacaklardır,) Bu da o
kalplerde, hassasiyet, canlılık, öğrenmeye karşı bir arzu ve yakin'e karşı
bir istek sözkonusuysa... Ahmak, ölü, donuk ve katı kalpler ise bu üzüntüyü
hissetmedikleri gibi bilgiye duyulan şiddetli arzu da onları huzursuz etmez.
Bu yüzden onlar, yeryüzünde dolaşan hayvanlar gibi yerler ve zevk alırlar,
tıpkı onlar gibi toslaşıp tekmeleşirler veya vahşi hayvanlar gibi parçalayıp
eşinirler. Böylece yeryüzünde, azgınlık, despotluk, zorbalık, saldırganlık
ve bozgunculuk yayarlar. Sonuçta Allah'ın ve insanların lanetini hakederler.
Bu nimetten yoksun toplumlar, maddi konfor
içinde yüzseler de açtırlar, ne kadar fazla üretim yapsalar da boşturlar,
geniş bir özgürlük, güven ve dış barış ortamı sağlasalar da kaygılıdırlar.
Bunun kanıtlarını günümüz toplumların-da açıkça görebiliriz. Elle tutulup
gözle görülen gerçekleri inkâr eden hakikat düşmanlarından başkası bu
gerçeği görmezlikten gelemez.
Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve
peygamberlerine inananlar, itaat ve teslimiyetle Rabblerine yönelirler. O'na
döneceklerini bilir, kusurlarının bağışlanmasını O'ndan dilerler.
"...Duyduk ve uyduk, günahlarımızı
bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz, dönüşümüz sanadır, derler."
Bu sözlerde, Allah'a, O'nun meleklerine
kitaplarına ve peygamberlerine imanın etkisi ortaya çıkmaktadır. Duyup itaat
etmek, Allah'tan gelen herşeyi dinlemek ve O'nun emrettiği herşeye itaat
etmek şeklinde ortaya çıkmaktadır bu etki. Bu da daha önce de söylediğimiz
gibi yüce Allah'ı egemenlikte birlemek ve her işte O'na başvurmak demektir.
Çünkü Allah'ın emrine itaat edip O'nun metodunu hayatta uygulamadıkça İslâm
sözkonusu olamaz. Aynı zamanda, insanlar, büyük-küçük, hayatla ilgili
herhangi bir konuda Allah'ın emrinden yüz çevirdikleri ya da ahlâk, hayat
tarzı, toplum, ekonomi ve siyasetle ilgili düşüncelerini O'nun dışındaki bir
kaynaktan aldıkları sürece imanın varlığından sözedilemez. Çünkü iman; kalbe
yerleşip pratik hayatın doğruladığı bir olgudur.
İşitip, itaat etmekle beraber, Allah'ın
nimetlerine hakkıyla şükretmekte ve O'nun farzlarını gereği gibi eda etmekte
eksiklik ve acizlik yeralmakta ve hoşgörüsüyle bu eksiklik ve acizliği
telafi etmesi için yüce Allah'a sığınmaktadır, mümin.
"...Bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz!.."
Bağışlama dileği, öncelikle teslimiyetin
sunulması, karşı çıkma ve inkâr sözkonusu olmadan işitip-itaat etmenin
bildirilmesinden sonra gelmektedir. Bunun da arkasından dönüşün yüce Allah'a
olacağına ilişkin kesin inanç yeralmaktadır. Dünya ve Ahiretteki dönüşün...
Her iş ve her davranışın dönüşü... Allah'tan, ancak Allah'a sığınılır. Çünkü
O'nun kaderinden insanı koruyacak hiç kimse bulunmadığı gibi O'ndan gelecek
kazayı da kimse defedemez. Rahmeti ve bağışlaması dışında azabından kurtuluş
mümkün değildir.
"...Dönüşümüz sanadır."
Bu söz daha önce gördüğümüz gibi Ahirete
imanı içermektedir. Ahirete iman; İslâm düşüncesine uygun bir şekilde
Allah'a iman etmenin gereklerindendir. Bu düşünce, insanın Allah tarafından
koyduğu şartlar ve ahidler doğrultusunda yeryüzünde büyük-küçük tüm
faaliyetlerini kapsayacak hilafet için yani dünya hayatında denenmek ve
deneme sonrasında karşılığını almak için yaşatılıp halife tayin edildiği
esasına dayanmaktadır.
Ahiret ve oradaki mükafat ve azap, İslâm
düşüncesine uygun, iman etmenin kesin kurallarındandır. Bu şekilde iman
etmek; müslümanın vicdanını, hayat tarzını, değer ölçülerini ve dünyada elde
ettiği sonuçları şekillendirmektedir. Bundan sonra müslüman, itaat yolunda,
hayrı gerçekleştirmek, hakka dayanmak ve yeryüzündeki meyvesi, rahat ya da
yorgunluk, kâr veya zarar, zafer veya yenilgi, zenginlik yahut yoksulluk,
yaşamak ya da şehadet de olsa iyiliğe yönelmek şeklindeki hayatını sürdürür.
Onun mükafatı, imtihandan başarıyla çıktıktan sonra Ahiret yurdunda
verilecektir. Bütün dünya, karşı çıkmak, işkence etmek, kötülük yapmak ve
savaşmak şeklinde karşısına dikilse de onu, Allah'a itaat, hakk, hayır ve
iyilik yolundan alıkoyamaz. Çünkü o, Allah'la beraber hareket etmekte,
O'.nun sözünü ve şartını uygulamakta ve mükafatını da O'ndan beklemektedir.
Allah'a ve meleklerine iman, tüm kitaplarına ve aralarını ayırmadan
Resulleriné iman, işitip-itaat etmek, Allah'a tevbe etmek ve hesap gününe
kesin inanmak, şu kısacık ayetin çizdiği ve İslâm akidesine tabi büyük bir
birliktir. Bu, akidenin sonu ve Risaletlerin sonuncusu olmaya yakışan
İslâm'ın ta kendisidir. İslâm, yaratılışın başlangıcından sonuna kadar
sürekli olan iman kervanını tasvir eden akide ve İslâm gelip, varlığa
egemen, mükemmel kanunun birliğini ilan ederek insan aklına ayrıntıları ve
uygulamaları bırakana kadar beşeriyeti yükseliş aşamalarında yükseltmek ve
gücü oranında varlığa hakim, biricik kanunu ortaya çıkarmasını sağlamak
için, Allah tarafından gönderilen bütün Resullerin elleriyle ulaştırılan
kesintisiz hidayet çizgisidir.
Sonra İslâm, insanı insan olarak kabul eden
bir dindir. Hayvan ya da taş, melek veya şeytan değil. Onu olduğu gibi, zaaf
ve güç noktalarıyla birlikte ele almaktadır. Onu, özlemleri olan bir beden,
değerlendirme yeteneğine sahip bir akıl ve birtakım arzuları olan bir ruhtan
oluşan kapsamlı bir birlik olarak görür. Gücünün yetebileceği sorumlulukları
yükler, zorluk ve meşakkate koşmaksızın sorumluluk ve güç arasındaki uyumu
gözetir. Ayrıca, fıtratın temsil ettiği şekilde beden, akıl ve ruh
arasındaki uyumu sağlayarak ihtiyaçlarına cevap verir. Bundan sonra, insana
seçtiği yolun sorumluluğunu yükler.
286/a- Allah hiç kimseye
kapasitesini aşacak bir yükümlülük yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi
yararına ve işlediği kötülük de kendi zararınadır.
"...Allah hiç kimseye kapasitesini aşacak
bir yükümlülük yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına ve
işlediği kötülük de kendi zararınadır." Ey Rabbimiz, eğer unutacak ya da
yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz, bizden öncekilere
yüklemiş olduğun gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün
yetmeyeceği yükü taşıtma, bizi affet, günahlarımızı bağışla, bize merhamet
eyle, sen mevlamızsın bizim. Kâfirlere karşı yardım et bize.
Böylece müslüman, yeryüzündeki hilafetinde,
yüklendiği sorumluluklarda, hilafet esnasında karşılaştığı imtihanlarda ve
sonuçta amelinin karşılığı olarak aldığı mükafatta Rabbinin rahmetini ve
adaletini düşünür. Bütün bunlarda Rabbinin rahmetine ve adaletine güvenir.
Bu yüzden, yükümlülüklerinden bıkmaz, bunların karşısında göğsü daralmaz ve
bunları ağır kabul etmez. Çünkü O, bunları yükleyen Allah'ın kendi gücünü
çok iyi bildiğine inanır. Şayet gücü yetmeseydi bu sorumlulukları
yüklemezdi. Bu düşüncenin bir diğer özelliği de kalplere akıttığı huzur,
güven ve yakınlığa ilaveten müminde yükümlülükleri yerine getirme azmini
harekete geçirmesidir. O, bilir ki, bunlar gücü dahilindedir. Şayet böyle
olmamış olsaydı Allah böyle takdir etmezdi. Bir defa zayıflık gösterdiyse ya
da yorulduysa veyahut sorumluluk ağır geldiyse bunun kendi zaafından
kaynaklandığını kavrar, yoksa sorumluluğunun ağırlığından değil. Böylece
azmi tekrar harekete geçer, zaafını giderir, sorumluluğunu yerine getirmeye
yeniden karar verir. Tabii ki gücü oranında. Bu, uzun yol boyunca zaaf baş
gösterdikçe gayretini harekete geçirmek için son derece üstün etkileri
bulunan bir duygudur. Bu bilinç yüce Allah'ın kendisine yüklediği herşeydeki
iradesinin hakikati hakkındaki düşüncesini arttırdığı gibi mümin ruhu,
himmeti ve iradesi için de bir eğitimdir. Sonra, bu düşüncenin ikinci kısmı
gelmektedir.
"...Herkesin kazandığı iyilik kendi
yararına ve işlediği kötülük de kendi zararınadır."
Sorumluluk bireyseldir. Dolayısıyla hiçbir
nefis kazandığından başkasını alamaz, işlediğinden başkasını da taşımaz.
Sorumluluk bireyseldir; ve her insan özel hayatıyla, lehinde ya da aleyhinde
içinde kaydedilenlerle birlikte Rabbine dönecektir. Orada hiç kimseye hile
yapılmayacağı gibi kimseden yardım da beklenmez. Bütün insanların fert fert
Rabblerine dönecek olması -kalp yakınen inanırsa tüm fertlerin birlikte,
O'nun kullarından hiçbiri için Allah'ın hakkından feragat etmemelerini, her
zorbalık, azgınlık, sapıklık ve bozgunculuk karşısında Allah'ın hakkını
savunmaları için durmalarını gerektirir. O, kendi nefsinden ve Allah'ın
hakkından sorumludur -Allah'ın hakkı, tüm emrettikleri, nehyettikleri
konusunda itaat etmek; inanç ve hayat tarzı olarak yalnızca O'na kulluk
yapmaktır- zorbalık, sapıklık, zulüm ve azgınlık altında -kalbi iman ile
mutmain olduğu haldeki zorlama müstesna- herhangi bir kul için Allah'ın bu
hakkından vazgeçerse Kıyamet günü bu kullardan hiçbiri onu savunamaz ve
şefaat edemez. Bu kullardan hiçbiri onun günahını taşıyamaz ve Ahiret günü
Allah'a karşı ona yardım edemez. Bu yüzden herkes cezasını tek başına
çekeceğine göre hem kendi hukukunu hem de Allah'ın hakkını koruma hususunda
arslan kesilir. Bu ferdi sorumluluktan -bu aşamada- korkulacak birşey
yoktur. Çünkü her ferdin Allah'ın üzerindeki hakkı olarak toplum içinde
toplumun hakkını koruması imanının gereğidir. O, malı, kazancı, çabası ve
öğütleriyle toplumda dayanışma içinde olmalı, toplumda hakkın gerçekleşmesi
ve batılın yok edilmesi, hayır ve iyiliğin sağlamlaştırılması, şer ve
inkârın uzaklaştırılması için toplumla birlikte hareket etmelidir. Tek
başına Allah'la karşılaşacağı ve cezasını göreceği günde tüm bunlar,
defterinde lehinde veya aleyhinde hesaplanacaktır.
Sanki müminler bu gerçeği duyup
kavramışlardı... İşte bak, kalplerinden, Kur'an ayetinin Kur'an'a özgü
tasvir yöntemiyle zikrettiği gibi titrek ve coşkulu bir dua yükselmektedir.
Sanki biz, sorumluluk ve ceza gerçeğinin duyurulmasından sonra mümin
safların tekrarladığı bir dua sahnesinin önündeyiz.
286/b- Ey Rabbimiz, eğer unutacak ya da
yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz, bizden öncekilere
yüklemiş olduğun gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün
yetmeyeceği yükü taşıtma, bizi affet, günahlarımızı bağışla, bize merhamet
eyle, sen mevlamızsın bizim. Kâfirlere karşı yardım et bize.
MÜMİNLERİN DUASI ve SURENİN
SONU
Bu dua; müminlerin Rabbleriyle olan
durumlarını, zaaf ve acizliklerini idrak etmelerini, rahmetine, affına,
medet ve yardımına olan ihtiyaçlarını, arkalarını O'nun desteğine
dayamalarını, himayesine sığınmalarını, O'na intisap edip O'nun dışında
herkesten soyutlanmalarını, O'nun yolunda cihada hazırlanmalarını ve zaferi
O'ndan beklemelerini tasvir etmektedir. Bunların tümü, ahengiyle kalplerin
ürpertisini ve ruhların süzülüşünü tasvir eden ürpertici ve tatlı bir nağme
şeklinde sunulmaktadır. "Ey Rabbimiz, eğer unutacak ya da yanılacak olursak
bizi sorumlu tutma..."
Hata ve unutkanlık, hiçbir ard niyet
olmadan beşeri zaafların sonucu, müslümanın tasarruflarına egemen olabilir.
Bu durumda hemen Rabbine yönelir, affını ve hoşgörüsünü talep eder. Ancak
bu, hataları övmek veya emredilen şeylerden yüz çevirmeye bir başlangıç ya
da yüce Allah'a itaat edip teslim olmaktan kaçınma yahut kasden ve bilerek
sapıklığa dalmak anlamına gelmemelidir. Müminin Rabbiyle beraber olduğu
durumda bunlardan hiçbirinden eser bulunmaz. O'ndan af ve hoşgörü dilerken
bu duygulardan birine meyletmez. Onun tek amacı, tevbe edip yüce Allah'a
dönmek ve itaat etmektir. Bu durumda yüce Allah, mümin kullarının duasını
kabul eder. Resulullah şöyle buyuruyor: "Hata, unutmak ve zorda yaptırılan
şeyden ötürü ümmetimden sorumluluk kaldırılmıştır." (Taberani ve başkaları
rivayet etmiştir.)
"...Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklemiş
olduğun gibi bize de ağır yük yükleme..."
Bu dua, bütün Risalet mirasına varis
müslüman ümmetten yükselmekte, bu Kur'an da yüce Rabblerinin öğrettiği gibi
önceki Risaletlerin muhatabı olan ümmetlerin hayat tarzını ve içlerinde
bulunan bazı kimseler yüzünden yüce Allah'ın onlara yüklediği ağır yükleri
bilmelerinden kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi İsrailoğulları'na,
amellerinden dolayı bazı şeyler haram kılınmıştı: "Yahudilere bütün tırnaklı
olanları haram kıldık. Sığır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldık.
Bunların sırtlarına veya bağırsaklarına yapışan ya da kemiğe karışanı
müstesna." (En'am Suresi, 146) Bu surenin başında değinildiği gibi buzağıya
tapınmalarının keffareti olarak kendilerini öldürmeleri emredilmiş ve
"cumartesi" günü ticaret veya avlanmaları yasaklanmıştı. Böylece müminler,
kendilerinden öncekilere Allah'ın yüklediği ağırlıkları yüklememesi için
Rabblerine dua etmektedirler. Kuşkusuz yüce Allah, ümmi peygamberini,
müminlerden ve bütün insanlardan "ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri"
(A'raf Suresi, 157) kaldırmak için göndermiştir. Kuşkusuz bu, hoşgörülü,
kolay ve yumuşak din, fıtrattan kaynaklanıp onun çizgisini takip etmek için
gelmiştir. Bu yüzden "Sana kolayına geleni kolaylaştırırız." (A'la Suresi,
7) şeklinde bir seslenişte bulunulmuştur peygambere.
Yüce Allah'ın müslüman ümmetin omuzlarından
kaldırdığı ve kendisinden önceki ümmetlerin boynuna yüklediği, böylece
hilafet ahdini bozup hadlerini aşmalarına neden olan en ağır yük, beşeriyete
kulluktur. Kulun kula kanun koyması ve kulun şahsına, sınıfına veya ırkına
boyun eğmesi şeklinde somutlaşan kulun kula kulluğudur. Yüce Allah'ın mümin
kullarını yalnızca kendisine kulluk etmeye, yalnızca kendisine itaat etmeye
ve hayatın düzeni konusunda sadece ve sadece kendisine başvurmaya yönelterek
kurtardığı en büyük yük budur. Böylece müslümanlar, yalnız ve yalnız Allah'a
kul olmakla, ruhlarını, akıllarını ve hayatlarını kula kulluktan
kurtarmışlardır.
Kuşkusuz, hüküm, kanun, değer ve ölçüleri
sırf O'ndan almak şeklinde somutlaşan tek başına Allah'a kulluk, beşeriyetin
serbestlik ve özgürlük noktasıdır... Zorbaların, tağutların, mabed
bekçilerinin, kâhinlerin, evham ve hurafelerin, örf ve adetlerin, heva ve
şehvetin, kısaca insanlığın boynunu büken ve alınlarını bir ve güçlü olan
Allah'tan başkasının önünde eğen ağırlıkların temsil ettiği tüm sahte
otoritelerden kurtuluş ve özgürlük bildirisidir.
Müminlerin şu duası, "...Bizden öncekilere
yüklemiş olduğun gibi bize de ağır yük yükleme..." Bu onların kula kulluk
etme zilletinden kurtulup özgür olma nimetinin bilincinde olduklarım
gösterdiği gibi o iğrenç duruma dönmekten korktuklarını göstermektedir.
"...Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği
yükü taşıtma."
Bu, kayıtsız şartsız teslimiyetin ruhuna
uygun bir duadır. Çünkü ne olursa olsun müminler Allah'ın yüklediği
birşeyden kaçınmayı düşünmezler. Ancak sadece O'na yönelerek, zayıflıklarına
acımasını ve güçlerinin yetmeyeceği sorumluluğu yüklememesini böylece,
acizlik gösterip kusur işlememeleri için O'na yalvarırlar. Yoksa kayıtsız
şartsız itaat ve kesin teslimiyettir niyetleri. Bu, büyük merhametten küçük
bir beklentidir. Zayıf olan kulun, herşeyin maliki ve mutlak egemenlik
sahibi Allah'ın hoşgörüsüne ümit bağlamasıdır. Yüce Allah'ın kullarıyla
ilişkisine hakim; ikram, iyilik, sevgi ve kolaylık atmosferine uygun bir
istektir.
Sonra etkisini Allah'ın fazlı, affı ve
bağışlamasından başka birşeyin gideremediği zayıflığı kabullenme ve kusuru
hissetme duygusu yeralmaktadır:
"...Bizi affet, günahlarımızı bağışla, bize
merhamet eyle..."
İşte imtihanda başarıya ulaşmanın ve
Allah'ın hoşnutluğuna nail olmanın gerçek güvencesi. Çünkü kul her ne kadar
sorumluluklarını yerine getirmeye çalışsa da kusur işler. Ona af, merhamet
ve bağışlama ile muamele etmek de Allah'ın merhametine yakışır.
Hz. Aişe, Resulullah'tan şöyle rivayet
eder: "Resulullah `sizden hiçbiriniz kendi ameliyle Cennet'e giremez'
buyurdu. Orada bulunanlar: `Sen de mi ya Resulullah?' dediler. Resulullah
da: `Şayet Allah beni rahmetine gark etmese ben bile' buyurdu." (Buhari)
Müminin duygusunda sorunun özü şudur; bütün
gücüyle çalışmak, ancak her zaman eksikliğinin bilincinde olmak, bundan
sonra da Allah hakkında kesin ümit sahibi olmak ve affını, bağışlamasını ve
hoşgörüsünü beklemektir.
En sonunda müminler, Allah'ın dilediği
hakkı gerçekleştirmek "fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah için oluncaya
kadar.." (Bakara Suresi, 193) Allah'ın dinini ve hayat metodunu yeryüzüne
yerleştirmek için Allah yolunda cihad görevini yerine getirirlerken de
arkalarını Allah'ın desteğine dayarlar. Müminler arkalarını Allah'ın
sarsılmaz desteğine dayayıp O'nun sancağını yükseltirler, cahiliye, çeşitli
armalar ve isimlere intisap ederken, onlar sadece Allah'a intisap ederler.
Allah'ın dininden çıkmış kâfirlerle
savaşırken, dostlarına va'dettiği zaferini, talep ederler. Çünkü onların
yegane dostu Allah'tır.
"...Sen mevlamızsın bizim, kâfirlere karşı
yardım et bize.."
Bu sonuç, sureyi özetlediği kadar,
müminlerin akidelerini, düşüncelerini ve Rabbleriyle olan her zamanki
hallerini de özetlemektedir.
Herhangi bir yanlislik
gördügünüz zaman lütfen uyariniz.
Simdiden tesekkürler.