90-Beled
1- Hayır, and içerim bu
şehre.
2- Ki sen bu şehre
girmektesin.
3- Doğurana ve doğurduğuna
andolsun ki,
4- Biz insanı birtakım
zorluklar, zahmetler ve sıkıntılar içinde yarattık.
Buradaki "Belde" Mekke'dir. Yüce Allah'ın
saygın evidir. Yeryüzünde insanlar için, toplantı yeri ve güvenli bir
sığınak olmak üzere kurulan ilk evdir. Herkes orada silahını bir yana koyar,
çekişmelerini ve düşmanlıklarını unutur ve barış içinde biraraya gelir.
Birbirlerinin kanını, malını, ırzını dokunulmaz kabul ederler. Nitekim bu
evin kendisi, ağacı, kuşu ve orada yaşayan her canlı da dokunulmazdır.
Ayrıca bu ev, Hz. İsmail'in arapların ve tüm Müslümanların atası olan Hz.
İbrahim'in evidir.
Yüce Allah, Peygamberi Hz. Muhammed'i
-salât ve selâm üzerine olsun şereflendiriyor, bu nedenle burada onu anıyor,
onun şu Mekke şehrinde kalmasından ve durmasından söz ediyor. Çünkü
Peygamberin orada kalması, Mekke'ye bir kat daha saygınlık kazandırıyor,
şeref bahşediyor, büyüklük katıyor. Bu ifadeler burada derin anlam gücüne
sahip olan ilhamlardır. Müşrikler bu evin saygınlığını çiğniyorlar ve
Peygamberi ve orada bulunan Müslümanları incitiyorlardı. Bu ev şerefli bir
evdi. Peygamberin orada kalması da şerefine şeref katmıştı. Yüce Allah Mekke
şehrinin ve orada kalan Hz. Muhammed'in üstüne yemin edince, o şehire
yücelik, saygınlığı üstüne katmerli bir saygınlık elbisesi giydiriyor
demektir. Bu durumda bu evin hizmetkârları olduklarını, Hz. İsmail
Peygamberin çocukları ve ibrahim'in -selâm üzerine olsun- dini üzere
yaşadıklarını iddia eden müşriklerin durumu her yönden iğrenç ve çirkin
olarak ortaya çıkmış oluyor.
Belki de "Doğurana ve doğurduğuna andolsun"
ayetinin özel olarak Hz. İbrahim ya da Hz. İsmail'e işaret ettiği varsayımı
ile ve bu ifadenin daha önce geçen Mekke şehri ve orada kalan Peygamber
üstüne edilen yemin ile birlikte düşünülmesi, sonra Mekke'yi ilk kuran Hz.
İsmail ile onun oğlunun beraberce gözönüne alınması durumunda, bu anlam,
insanın aklına gelmektedir. Gerçi bu değerlendirme, "Doğurana ve doğurduğuna
andolsun" ayetinin anlamının herhangi bir kimse ile kayıtlı olmadığını,
ortadan kaldırmadığı gibi bu ifadenin insanın dünyaya gelme biçimi ile ve
bunun doğum yaparak çoğalma prensibine dayandığına işaret, olması ile
çelişmez. Ki bu da surenin temel konusu olan insanın içyüzünden söz etmeye
bir hazırlık anlamındadır.
Üstad Muhammed Abduh'un "Amme Cüzü" isimli
tefsirinde bu surenin açıklamasını yaparken tam bu noktada, hem bu surenin
ruhu ile ve hem de bizim tefsirimiz olan "Fi zılali'l-Kur'an"ın ruhu ile
uyuşan çok hoş işaretleri ve nükteleri vardır. Şimdi o nükteleri buraya
aktarmak istiyoruz. Rahmetli Üstad tefsirinde diyor ki:
"Sonra yüce Allah, doğuran ve doğan üstüne
yemin ederek, dikkatlerimizi birçok hikmetlere çekiyor. Dünyaya geliş
aşamalarından "doğup çoğalma" merhalesinin ne kadar yüce olduğuna, ondaki
saklı olan sonsuz hikmetlere, yaratma sanatının mükemmelliğine, hem
doğuranın ve hem de doğanın dünyaya gelmenin başlaması ve yeni doğan
yavrunun olgunluğa erişmesi ve onu kendisi için planlanan gelişmenin son
sınırına ulaştırmak uğruna nelere katlandıklarına, dikkatlerimizi çekiyor."
"Bir bitkiyi düşünelim. Gelişme
aşamalarında bir tohum, nelerle boğuşur. Atmosferin etkilerine göğüs gerer.
Çevresinde bulunan elementlerden gıdaları emmeye çalışır. Sonunda
dallı-budaklı bir ağaç olur. Kendisi gibi tohum ya da tohumlar vererek
kıvama gelir. Ve hoş manzarası ile kainatı süsler. İşte bir tohum bu aşamaya
gelmek için ne çilelere göğüs gerer! Şimdi, bu söylenenleri aklımızın bir
köşesine koyup, bitkiler dünyasından, hayvanlar ve insanlar alemine
eğilirsek, doğuran ile doğan canlının daha büyük çilelere katlandıklarını
görürüz. Ve her iki canlı dünyasının kendi türünü koruma uğruna ve şekilleri
ile kainatın güzelliğini saklamak için çok daha fazla çilelere ve
meşakkatlere katlandıklarını görürüz: '
Yüce Allah insan denen yaratığın hayatında
değişmez bir gerçeği pekiştirmek, üzerine dikkat çekmek için "doğuran ve
doğan" üstüne yemin ediyor.
"Biz insanı birtakım zorluklar, zahmetler
ve sıkıntılar içinde yarattık." Biz insanoğlunu, bitip tükenmez, meşakkat,
sıkıntı, çaba, çile, mücadele ve uğraşı ile meşgul olmak üzere yarattık.
Nitekim yüce Allah başka bir surede buyurur: "Ey insan! Sen Rabbin için
çalışıp çabaladın, artık O'na-kavuşmaktasın." (İnşikak Suresi, 6)
Ana rahmine düşen ilk hücre, orada bomboş,
hareketsiz olarak durmaz. Aksine hemen -Rabbinin izni ile orada yaşayıp
beslenmek için kendine uygun ortamı hazırlamak uğruna çalışıp çabalamaya,
uğraş vermeye başlar. O karanlık dünyadan çıkış kapısına ulaşıncaya kadar
bitip tükenmeyen bir uğraştır bu. Ardından annenin çektiği doğum sancısının
yanında, yavrunun bizzat kendisinin de aynı sancıdan neler çektiğini Allah
bilir. Ana rahmindeki bu çocuk dünya ışığını görür görmez öyle bir basınç ve
itilme ile karşılaşır ki Rahim denilen o küçücük alemin kapısından çıkarken
neredeyse boğulacak gibi olur.
İşte bu andan itibaren en yorucu çaba ve en
acı çile başlar. Çünkü ana rahmindeki bu çocuk şimdi hiç alışık olmadığı
havayı teneffüs etmeye başlar. ilk kez ağzını ve ciğerlerini açar. Çığlıklar
içinde nefes Alıp vermeye başlar. Bu çığlıklar sanki dünya hayatının
başlangıcının çilelerinin işaretlerini verir gibidir! Sindirim sistemi ve
kan dolaşımı daha önce alışılmayan bir biçimde çalışmaya başlar. Barsakları
bu yeni reaksiyona alışıncaya dek gıda artıklarını dışarı çıkarmak için
neler çeker! Bundan sonra attığı her adım çile, yaptığı her hareket
yorgunluk üstüne yorgunluk, bitkinlik üstüne bitkinliktir. Emeklemek
isteyen, yürümeye çalışan bir çocuğu izleyen onun bu basit hareketleri
yapmak için ne çileler çektiğini kendi gözleri ile görür.
Dişleri çıkarken çile, ayakta dengede
durmak ayrı bir zahmettir. Düşmeden adım atması meşakkat, öğrenmesi
yorgunluk, düşünmeyi öğrenmesi ayrı bir çiledir. Yani her yeni tecrübesi
emeklemek ve yürümek gibi ayrı bir çiledir.
Daha sonra yollar ayrılır, zahmetler
çeşitlenir. Kimi kas gücü ile yorulur. Kimi zihin gücü ile didinir durur.
Kimi ruhu ile çaba harcar, kimi bir lokma ekmek ve bir hırka giymek için ter
döker. Kimi binini ikibin, yapmak onbin'ini yüzbine çıkarmak için didinir
durur. Kimi makam ve mertebe için kendisini parçalar. Kimi de Allah yolunda
yorulur. Kimi de şehvet ve arzu peşinde koşar. Kimi inanç sistemi ve islam
davası için ter döker. Kimilerin yorgunluğunun sonu cehennemdir. Kimilerinin
ki ise cennettir. Kısacası herkes yükünü omuzuna almış taşımaktadır. Herkes
Rabbine giden yolda basamak basamak çilelere göğüs gererek yükselmektedir ve
en sonunda da Rabbine kavuşacaktır herkes. Orada en büyük acı günahkârların,
en muazzam rahatlık da mü'minlerin olacaktır.
Doğrusunu söylemek gerekirse, dünya
hayatının yapısı yorgunluktur. Şekli ve nedenleri değişebilir ama son
tahlilde hepsi de yorgunluktur. Zararlıların en zararlısı dünyanın yığın
yığın çilelerine katlanan, sonunda ise çektiği çilelere karşılık öbür
dünyada en yorucu ve en acı felaketlerle karşılaşan kimsedir. Bahtlıların en
bahtlısı ise Rabbine giden yolda zâhmetlere ve çilelere göğüs gerip yorulan,
sonunda ise, kendisinden öbür dünyanın meşakkatlerini Alıp götürecek iyi
amellerle Rabbine kavuşan ve yüce Allah'ın gölgesi altında kendisine en
büyük rahatı sağlayacak, salih amellerle O'na ulaşan mü'mindir.
Üstelik bizzat dünyada çeşitli yorgunluk ve
zahmetlere birtakım mükafatlar verilmektedir. Kuşkusuz değerli bir iş için
çaba harcayan değersiz bir iş için yorulan kimse ile bir değildi. Bunların
ikisi, zihin rahatlığı açısından, bağışlamak için gönül hoşnutluğu duymak
bakımından ve fedakarlıktan rahatlık duymak yönünden bir değillerdir.
Toprağa bağımlılık yükünden arınmış olan, ya da bu yüklerden kurtulmak için
bağımsız olmak üzere çalışıp çabalayan kimse ile, çamura dalmak ve haşere ve
kurtlar gibi yeryüzüne yapışmak için didinen kimseler elbette bir değildir.
Bir dava uğruna ölenle, şehvet uğrunda ölen tabii ki bir değildir. Birinin
karşılaştığı zorluğu ve yorgunluğu algılaması ile öbürünün algılaması ve
değerlendirmesi asla aynı değildir.
İNSANIN BÜYÜKLENMESİ
İnsan hayatının özelliğine dair bu gerçeği
belirttikten sonra, yüce Allah, insanların birtakım iddialarını ve
davranışlarının varlığına işaret ettiği bazı düşünce tarzlarını, tartışmaya
açıyor.
5- İnsan hiç kimsenin
kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?
6- Yığın yığın mal
tüketmişimdir diyor.
7- Kimsenin kendisini
görmediğini mi sanıyor?
Meşakkat içinde yaratılmış olan ve hiçbir
zaman çilelerden ve zorluklardan kendisini kurtaramayan şu "insan" doğrusu
gerçek durumunu unutuyor, yaratıcısının kendisine vermiş olduğu güce,
kuvvete, zevke ve nimete aldanıyor. Bunun sonucu olarak, yaptıklarından
dolayı hesaba çekileceğini hesaba katmayan insanlar gibi hareket ediyor.
Güçlü bir yaratıcının kendisine üstün gelip, yaptıklarının hesabını
soracağını hiç beklemeyen kimseler gibi davranıyor. Çizgiyi aşıyor,
şımarıyor, onun bunun malını Alıyor, topluyor biriktiriyor, Allah'a itaat
etmiyor, günah işliyor. Hem de hiç korkmadan ve sıkılmadan... İşte kalbi
imandan yoksun olan insanın niteliği bunlardır.
Ama -surede sözü edilen yerler gibi harcama
alanlarına- hayır yapması ve Allah için vermesi teklif edildiği zaman,
"Yığın yığın mal tüketmişimdir" diyor. Ben çok şeyler verdim, verdiklerim ve
harcadıklarım yeter diyor. "Kimsenin kendisini görmediğini mi sanıyor?" Yüce
Allah'ın gözünün üstünde olduğunu, ilminin kendisini çepeçevre kuşattığını
unutuyor mu? Allah onun verdiğini de ve ne için verdiğini de görüyor. Fakat
şu "insan" denen yaratık, sanki bu gerçeği unutuyor ve kendisinin Allah'ın
gözünden gizli kalacağını sanıyor.
İnsana kendisini güçlü ve kuvvetli
zannettiren bu aldanmaya karşılık insanın dünya malına sarılıp çok verdiğini
iddia etmesine karşın, Kur'an-ı Kerim insanın karşısına, onun ruhunun
özelliklerinde, yapısının temelinde, mizacının ve yeteneklerinin
özelliklerinde bulunan nimetler deryasını hatırlatarak karşısına dikiliyor.
Şükretmediği ve hakkını vermediği nimetlerle insanoğlunu karşılıyor.
8- Biz ona iki göz vermedik
mi?
9- Bir dil iki dudak
vermedik mi?
10-Biz ona eğri ve doğru
iki yol göstermedik mi?
Doğrusu insan gücü ile aldanıyor. Halbuki
kendisine bu derece güç ve kuvvet veren yüce Allah'tır. İnsanoğlu mala sıkı
sıkı yapışıyor. Oysa bu malı kendisine bahşeden yüce Allah'tır. Doğru yola
girip de şükretmiyor. Halbuki Allah, duyular aleminde kendisine yol
gösterecek duyular bahşetmiştir. Kendisine yapısı bu derece hassas ve ince,
nesneleri görme gücü son derece hassas iki göz vermiştir. İnsanı konuşma
yeteneği ile diğer canlılardan üstün tutmuş ve kendisine konuşmanın en
sağlam aracını vermiştir. "Bir dil iki dudak vermedik mi?"
Sonra yüce Allah insanoğluna, Hayrı ve
şerri, doğru yolu ve sapıklığı, Hakkı ve Batıl'ı kavrayacak gücü
bahşetmiştir. Sonra biz insanoğluna dilediğini seçsin diye "Eğri ve doğru
iki yol gösterdik." İnsanın yapısında, dilediği yolu tutsun diye ikili bir
yetenek vardır. Ayette geçen "Necd" sözcüğü, yüksek yol demektir. Yüce
Allah'ın iradesi, insanoğluna dilediği yola girme gücü vermeyi dilemiştir.
Ve onu Allah'ın yaratmadaki, herşeye biçimini vermedeki ve şu alemdeki
görevini kolaylıkla yerine getirmesi için gerekli şeyleri bahşetmedeki
hikmeti uyarınca, bu iki yolu kabul edecek karakterde yaratmayı uygun
bulmuştur.
Bu ayet insan yapısının gerçek yüzünü
ortaya koyar. Nitekim yine bu ayet Şems suresindeki, "Kişiye ve onu
şekillendirene. Sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene andolsun
ki, kendini arıtan saadete ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de
ziyana uğramıştır" (Şems Suresi, 7-10) ayetleri ile birlikte "islamın
psikolojik nazariyesi"ni simgeler. (Bu konunun açıklamasını diğer yerde,
Şems suresinde yapacağız. Çünkü orası bu konu için daha geniş bir saha
sayılır.)
Yüce Allah'ın insan türüne, kendi özelliği
ve yaratılışının özüne dair bahşetmiş olduğu ve insana doğru yolu bulmada
yardımcı olan bunca nimetler var ya; Şu kainat kitabının sayfalarında yüce
Allah'ın kudretini gösteren deliller ve imanın ilhamları, -ki bu delil ve
ilhamlar kainat kitabının sayfaları arasında serpiştirilmiştir- evet bunları
kendisi ile görmüş olduğu gözleri, dili ve iki dudağı ki bunlar da iade ve
açıklama aracıdırlar- ve insanlar bunlar aracılığı ile birçok şeyler
yapabilirler. Evet bu nimetler insanı, cennetle arasına giren o sarp yokuşa
atılmaya itememiştir. Zaman olur ki bir söz kılıç ve top yerine hatta daha
büyük bir şey yerine geçer. Zaman da olur ki bir söz söyleyeni ateşin
içersine attırır. Nitekim aynı söz insanı ateşin içinde yükseltir de
alçaltır da. "Cebel oğlu Muaz anlatıyor: Bir yolculukta Rasulullah Efendimiz
ile birlikte bulundum. Birgün yürüdüğümüz sırada Peygamberin yakınında
oldum. Ona: "Ey Allah'ın elçisi! Bana öyle bir amel söyle ki hem beni
cennete soksun, hem de cehennemden uzaklaştırsın" dedim. Buyurdu ki: "Çok
büyük bir şey istedin benden ama, Allah'ın kolaylaştırdığı kimseler için bu
çok basittir. Allah'a ibadet etmeli, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamalısın,
namaz kılmalı, zekat vermelisin, ramazan orucunu tutmalı, Allah'ın evini
(Kâbe'yi) ziyaret etmelisin. Sonra buyurdu ki: Ey Muaz, ben sana hayır
kapılarını göstereyim mi?" Ben de: "Evet ey Allah'ın rasulü" dedim. Buyurdu
ki: "Oruç kalkandır. Sadaka ise suyun ateşi söndürdüğü gibi günahları
söndürür." Bir kimsenin gecenin ortasında namaz kılması salihlerin
nişanıdır. Sonra Peygamber şu ayeti okudu: "Gece teheccüd namazı kılmak için
vücutlarını yataklardan ayırıp kalkarlar, korkarak ve ümit ederek Rabblerine
dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızktan hayır için harcarlar." (Secde
Suresi, 16) Arkasından Resulallah ekledi: "Sana bu işin bayı,. belkemiğini
ve zirvesini bildireyim mi?" Ben de: "Evet bildir ey Allah'ın elçisi" dedim.
Resulallah: "İşin başı: İslamdır. Belkemiği: Namazdır. Zirvesi ise:
Cihattır." buyurdu ve sonra da ekledi: "Sana bütün bunların temelini ve
dayanağını bildireyim mi?" Ben de: "Evet bildir ey Allah'ın elçisi" dedim.
Resulallah: Dilini göstererek, "Bunu tut" buyurdu. Bunun üzerine sordum: "Ey
Allah'ın Peygamberi, bizler konuştuklarımızdan sorumlu tutulacak mıyız?"
Peygamber Efendimiz: "Anan seni kaybetmesin. İnsanlar dillerinin
söyledikleri olmasa yüzüstü veya burunları üzerinde sürüklenerek cehenneme
atılırlar mıydı hiç?" dedi. Bu hadisi, İmam Ahmet, Tirmizi, Nesai ve İbn
Mace birlikte naklederler.
İnsana nimet olarak bahşedilen iki gözüne,
diline, dudaklarına ve konuşma yeteneklerine ek olarak yüce Allah'ın ona
(iyiyi ve kötüyü) kavrama cennete ve cehenneme giden yolu öğrenme, yeteneği
bahşetmesi ve ona vermiş olduğu bu doğru yol nimeti ile Hayrı göstermesi...
İşte bütün bu nimetler, "insanoğlu"nu
kendisi ile cennet arasına engel olan şu sarp yokuşu, yüce Allah'ın şu
ayette açıklamış olduğu bu yokuşu aşmak için olanca gücü ile ona atılmaya
itmemiştir.
11- Fakat o zor geçidi
aşmaya girişmedi.
12- O zor geçidin ne
olduğunu sen bilir misin?
13- O geçit bir köle ve
esir azadetmektir.
14- Yahut açlık önünde
doyurmaktır.
15- Akraba olan yetimi,
16- Hiçbir şeyi olmayan
yoksulu,
17- Sonra inanıp
birbirlerine sabır tavsiye eden ve merhamet tavsiye edenlerden olmak.
18- İşte bunlar amel
defterleri sağdan verilenlerdir.
İşte, imanın desteğine dayananların dışında
hiç kimsenin aşamadığı sarp yokuş bu yokuştur. İnsan ile cennet arasına
dikilen yokuş budur. İnsan bu yokuşu bir aşabilse cennete varırdı. Bu sarp
yokuşun böylece sunulması çok güçlü bir teşvik oluşturmakta ve insan kalbini
coşturmakta ve o yokuşu aşabilsin diye harekete geçirmektedir. Bu yokuş
açıklanmış, insanla bu muazzam kazancın arasına giren engel olduğu
bildirilmiştir. "Fakat o zor geçidi aşmaya erişmedi". İfade, teşvik,
coşturma ve ileriye doğru itme havası var.
Arkasından bu işin ne derece muazzam ve
büyük olduğu ifade ediliyor. "O zor geçidin ne olduğunu sen bilir misin?"
Maksat sarp yokuşun büyüklüğünü açıklamak değil, yüce Allah'ın katındaki
önemini belirtmektir. Yüce Allah'ın bundan hedefi ise, o sarp yokuşu aşmak
ve geçmek için ne kadar emek ve çile isterse istesin insanoğlunu buna teşvik
etmektir. Sevk etmektir. Çile katmer katmer olacaktır. İnsan sarp yokuşu
aşmak için çaba harcadığı zaman, yüce Allah bunun karşılığını kendisine
verecek, kendisini yokuşun kucağına atan kimseye, çekmiş olduğu çilelerin
karşılığını verecektir. Harcanan çabalar boşa gitmeyecek, ne olursa olsun
karşılığı mutlak ve mutlak alınacaktır.
Yüce Allah sarp yokuşu ve onun yapısını
açıklamaya islam davasının sunulduğu özel çevrenin (toplumun) en çok ihtiyaç
duyduğu bir nesne ile başlıyor. Çile çeken boyunları esirlik zincirinden
kurtarmak ve yoksullara yemek yedirmek. Azgın ve inkarcı bir toplumun
kendilerine çok katı davrandığı zavallıların karınlarını doyurmaya çok
ihtiyaç vardır. Sonra yüce Allah bir olguya değiniyor. Bu olgu herhangi bir
topluma, zamana özel değildir. İnsanlar sarp yokuşu kurtuluşa doğru
aşarlarken o olgu ile mutlaka yüzyüze gelirler. İşte bu olgu: "Sonra inanıp
birbirlerine sabır tavsiye eden ve merhamet tavsiye edenlerden olmak."tır.
Bazı bilginler ayetin metninde geçen
"Fekrü'r-rakabe": "Kölenin boynunu kölelik zincirinden kurtarmak" sözcüğünü,
köleyi özgürlüğüne kavuşturmaya katılım, "İlk: köle azadı"nı ise, kişinin
başkaları katılmaksızın yalnızca kendisinin köleyi özgürlüğüne kavuşturması
demektir, diye açıklamışlardır. Ayette kastedilen amaç bunlardan hangisi
olursa olsun, ortaya çıkan sonuç birdir, farketmez.
Bu ayet indiği sıralarda islam Mekke'de
müşriklerin kuşatması altında idi. Kendisinin getirmiş olduğu hukuk
sistemine dayalı devleti yoktu. Kölelik hem arap yarımadasında hem de
yarımadayı çevreleyen dünyada yaygın bir durumda idi. Kölelere kelimenin tam
anlamı ile çok sert davran ılıyordu. İçlerinden Yasir oğlu Ammar ve ailesi
gibi, Rebah oğlu Bilal gibi, Suheyb ve benzerleri -Allah hepsinden razı
olsun- gibiler Müslüman olunca, zalim olan efendilerinin çok acı işkenceleri
ile karşılaştılar. Efendileri kendilerini dayanılmaz işkencelerin kucağına
attılar. Bunun üzerine anlaşıldı ki bu kölelerin kurtuluş yolu, kendilerini
zorba efendilerinin elinden satın alarak kurtarmaktadır. Her zaman adeti
olduğu gibi çağrıya ilk koşan, emre tereddütsüz, gönül huzuru içinde ve
dosdoğru olarak sarılan ve yerine getiren Hz. Ebu Bekir olmuştur.
İbn İshak naklediyor: "Hz. Ebu Bekir'in
azad ettiği Hz. Bilal Cemhoğullarının yanında yetişenlerden birisiydi.
İslama gönülden bağlı, kalbi tertemiz birisi idi. Cemhoğullarından, Huzafe
oğlu, Vehb oğlu, Halef oğlu Ümeyye öğle sıcağı bastırınca onu çıkarır, Mekke
kumluklarına sırt üstü yatırır, sonra büyük bir kaya getirilmesini emreder
ve o kaya Hz. Bilal'in göğsü üzerine konurdu. Sonra ona: "Ölünceye kadar
böyle kalacaksın. Ya da Muhammedi inkar eder Lat ve Uzza'ya taparsın" derdi,
de bu çileler altında bile Hz. Bilal: "Allah bir, Allah bir" derdi: '
"Nihayet birgün Hz. Ebu Bekir, Hz. Bilal'e
aynı işkenceleri yaparlarken onlara rast gelir. Çünkü Hz. Ebu Bekir'in evi,
Cemhoğullarının yakınlarında idi. Halef oğlu Ümeyye'ye derki: "Allah'tan
korkmaz mısın da bu zavallıya böyle davranırsın? Ne zamana kadar buna devam
edeceksin?" Ümeyye: "Sensin onu bozan. Gördüğün durumdan kurtar onu" der.
Ebu Bekir de: "Peki yaparım. Benim ondan daha güçlü ve dayanıklı zenci bir
kölem var. O da senin dinindendir. Bunun karşılığında vereyim onu sana"
deyince, Ümeyye, kabul ediyorum der. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir: Tamam öyle
ise o senindir der. Ve kölesini Ümeyye'ye verir ve Hz. Bilal'i alarak azad
eder."
"Hz. Ebu Bekir, Medine'ye hicret etmeden
önce, altı köle daha azad etmişti. Bilal ise yedinci oluyordu. Bunlar,
Füheyre oğlu Amir -Bedir savaşına katılmış, Maune kuyusu savaşında şehit
düşmüştü- Ümmü Abis, Zenire -Hz. Ebu Bekir onu azad edince gözleri kör
olmuştu. Bunun üzerine Kureyşliler, "Onun gözlerini kör eden Lat ve Uzzadan
başkası değildir" deyince, Zenire: "Yalan söylemişler. Allah'ın beyti hakkı
için, Lat ve Uzza ne zarar verebilir ne de bir yarar" der. Bunun üzerine
yüce Allah, gözlerine tekrar görme gücü bahşeder. Hz. Ebu Bekir Nehdiye ve
kızını da azad etmişti. Bunlar Abdud-Dar oğullarından bir kadının bir kölesi
idiler. Kadın onlarla kendine ait un göndermişti. Onlara: "Vallahi sizi asla
azad edemeyeceğim" diyordu. Hz. Ebu Bekir: "Ey filancanın annesi, boz
yeminini" der. O da: "Tamam bozayım. Sen bozdun onları sen azad et" der. Hz.
Ebu Bekir "Kaça veriyorsun onları" deyince, kadın: "Şu kadara" der. Hz. Ebu
Bekir: "Tamam aldım onları, onların ikisi de özgürdür" karşılığını verir ve
kadınlara dönerek: "Onun ununu kendisine geri verin" der. Onlar da birazını
boşaltıp öyle mi geri verelim deyince "İsterseniz" der.
Hz. Ebu Bekir Müemmil oğullarından -ki bu
kabile Adiyyoğullarındandır- bir cariyeye rastlar. Bu cariye Müslümandır.
Hz. Ömer o zamanlar henüz müşriktir. islamı bıraksın diye bu cariyeye
işkence eder vurur döver, dövmekten yorulunca ona: "Kusura bakma! Acıdığım
için bırakmıyorum seni, usandığım için bırakıyorum" der. Cariye de: "Allah
da sana böyle yapsın" der. İşte Hz. Ebu Bekir bu cariyeyi satın Alır ve azad
eder."
İbn İshak der ki: "Ebu Atik oğlu, Abdullah
oğlu Muhammed bize, Zübeyr oğlu Abdullah oğlu Amir'den nakletti. Amir de
kendi ailesinden birisinden duymuş. Babası Hz. Ebu Bekir'e der ki:
Yavrucuğum görüyorum ki hep güçsüz köleleri azad ediyorsun. Şayet güçlü
kuvvetli kişileri azad edersen seni korurlar, sana destek olurlar. Hz. Ebu
Bekir: "Babacığım! Ben sırf Allah için istiyorum yapmak istediklerimi" der."
İşte Hz. Ebu Bekir çile çeken bu köleleri
sırf Allah hoşnut olsun diye salıverirken o sarp yokuşu aşmaya çalışıyordu.
O günlerin arap yarımadasının şartları, Allah yolunda sarp yokuşu aşmak için
atılması gereken gerekli i adımların ve sıçramaların başında "Köle azad"
edilmesinin sayılmasını gerekli kılıyordu. "Yahut açlık gününde doyurmaktır.
Akraba olan yetimi, hiçbir şeyi olmayan yoksulu."
Ayet metninde geçen "Mesğabe" açlık
demektir. Yemeğin nadir ve bulunmaz olduğu açlık günü, imanın içyüzünü,
ortaya koyan bir mihenk taşı gibidir. İnkarcı ve azgın cahiliyet toplumunda
yetimler akraba bile olsalar her zaman haksızlığa ve zulme uğruyorlardı.
Bunun için Kur'an, yetimlere iyi davranma emirleri ile dopdoludur. Bu Kur'an
ifadeleri, yetimlerin bulundukları çevrenin ne kadar taş yürekli bir toplum
olduğunu gösterir. Kur'an'da bu emirler peşi peşine sürüp gelmiştir. Hatta
Medine inişli surelerde bile, miras, vasiyet ve evlenmeye dair islam
yasalarının yürürlüğe konulması dolayısı ile, yetimlere iyi davranılması
yine emredilmiştir.
İslam hukukunun bu konulara dair getirmiş
olduğu hükümlerin çoğu özellikle Nisa suresindedir. Ayrıca Bakara suresinde
ve diğer bazı surelerdedir. Durumunun kötülüğünden ve sefaletinden dolayı
yere yapışıp, toprağa bulanan yoksulu açlık günü yedirmeyi Kur'an-ı Kerim,
aynı şekilde sarp yokuşu aşma yolunda atılacak bir adım olarak sunuyor.
Çünkü bu da, sıkıntı, açlık ve ihtiyaç günü, merhamet, acıma, dayanışma,
başkalarını kendine tercih etme, çoluk çocuğunu Allah'ın gözetimine bırakma
gibi iman duygularının değerini gösteren bir mihenk taşı gibidir. İşte bu
iki adımın, köle azad etmenin ve yoksula yemek yedirmenin, her ne kadar
genel bir özelliği var ise de bunlar o günün toplumunun kendisini ısrarla
hissettiren ilhamlarındandı. Bundan dolayı yüce Allah, sarp yokuşunun
aşılmasında atılacak adım olarak önce bu ikisini sıralamış sonra da kapsamlı
ve en büyük sıçramayı belirtmiştir.
"Sonra inanıp birbirlerine sabır tavsiye
eden ve merhamet tavsiye edenlerden olmak."
Ayetin metnindeki "sonra" sözcüğü, zaman
bakımından bir aralığın ve sonralığın ifadesi değildir. Aksine, sarp yokuşun
aşılması için atılacak olan bu son adım, daha kapsamlı ve daha geniş
çerçeveli olduğu için soyut bir sonralık ve aralıktır. Yoksa iman olmadan
köle azad etmenin ve yoksulları doyurmanın ne anlamı vardır? iman, köle azad
etmeden ve yoksulu doyurmadan önce var olması gerekli olan bir olgudur. Odur
yüce Allah'ın ölçüsünde iyi amele bir değer veren. Çünkü iman amelleri,
değişmez ve kaypak olmayan bir sisteme bağlar. Böylece iyilik, değişip duran
bir mizacı hoşnut etmek, toplumun övgüsünü arzulamak ya da bir yararı elde
etmek için amaçsızca yapılan gelip geçici bir hareket olmaz.
Yüce Allah sanki şöyle diyor: Sarp yokuşu
geçmek için atılması gereken adımlar: Köle azad etmek, veya açlık gününde
bir yoksulu doyurmak, yakınlığı bulunan bir yetimi veya toprağa bulanmış,
yerde sürünen yoksulu yedirip doyurmak.. Bir de bunun üzerine ek olarak,
iman eden, sabrı ve merhametli olmayı tavsiye eden kişilerden olmaktır.
Burada ayetin metninde yer alan "Sümme: Sonra" sözcüğü, son adımın ne kadar
üstün ve yüce olduğunu belirtmek içindir.
Sabretmek genel olarak iman için, ve özel
olarak da sarp yokuşu aşmak için gerekli unsur ve nesnedir. Mü'minlerin
birbirlerine sabrı tavsiye etmeleri ise, bizzat sabrın üstünde başka bir
dereceyi ifade eder. Mü'minler topluluğunun dayanışmasını, birbirlerine
sabrı tavsiye etmelerini ve imanın yükümlülüklerine karşı yardımlaşmalarını
belirtir. Çünkü Müslümanlar karşılıklı duygu alış-verişinde olan bir
toplumun üyeleridir. Tümü ortak tek bir duygu olarak, yeryüzünde iman
sistemini gerçekleştirmek ve yükümlülüklerini taşımak için cihadın zorluğuna
katlanırlar. Dolayısı ile ortak yükü taşımak üzere, birbirlerine sabrı
tavsiye ederler. Güçsüz duruma düşmemek için birbirlerine dayanak-destek
olurlar. Yenilmemek için birbirlerini desteklerler. Bu ise kişisel sabra
dayalı olsa bile, ondan ayrı başka bir olgudur. Bu ayet islam toplumunda
bulunan bir mü'minin görevini ilham eden bir ayettir. O halde bir mü'min
toplum içinde toplumu zayıflatıcı bir üye değil, aksine güçlendirici bir
elemandır. Mü'min mağlubiyet çığırtkanı değil, toplum içinde atılımın ve
dinamizmin güçlü sesidir. Sabırsızlığı körükleyen değil, aksine huzur
kaynağıdır.
Merhamet tavsiye etmek de böyledir. Yan:
merhameti tavsiye etmek merhametin bizzat kendisinden öte bir olgudur.
Merhameti tavsiye etmek toplumun safları arasında "acıma" görevini
yaymaktır. Bunun yolu ise, toplum üyelerinin bunu karşılıklı olarak
birbirlerine tavsiye ve teşvik etmeleri ve bu görevi herkesin tanıdığı ve
uğrunda birbirleri ile yarıştığı toplumsal ve aynı zamanda kişisel bir görev
olarak kabul etmektir.
Toplum, anlamını ancak bu yönlendirme ile
kazanır. Gerek Kur'an'ın, gerek Peygamberin hadislerinde üstüne basa basa
vurguladıkları özellik budur. Çünkü bu özelliğin, dinin yeryüzünde hakim
olması için önemli bir yeri vardır. Çünkü bu din toplum dinidir. Kişisel
sorumluluklar ve kişisel olarak hesaba çekilmenin tam olarak açıklanması
yanında bu din, toplumun uyması gereken bir hayat sistemidir.
Kur'an-ı Kerim'in niteleyip belirttiği
gibi, sarp yokuşu aşmak üzere atılanlar "Amel defterleri sağdan
verilenlerdir." Başka yerlerde belirtildiği gibi onlar "sağ ehli"dirler. Ya
da onlar, bereket, nasip ve mutluluk erbabı kimselerdir. Her iki anlam da
iman kavramı ile ilgilidir.
19- Ayetlerimizi inkar
edenler, İşte onlar amel defterleri soldan verilenlerdir.
20- Onlar her yönden ateşe
kapatılacaklardır.
Burada yüce Allah, "sol ehli" olan zümre
için "ayetlerimizi inkar edenler" niteliğinden başka bir nitelik saymak
gereğini duymamıştır. Çünkü "kafirlik" özelliği herşeyi bitirir. Kâfirlikle
birlikte hiçbir iyi amel düşünülemez. Ne kadar kötülük varsa "Kâfirlik" o
kötülükleri kapsar ya da onları örtüp kendisi baskın çıkar. O halde, onların
köle azad etmediklerini, yoksula yemek yedirmediklerini belirtmeye sonra da
ayetlerimizi inkar ettiler diye ifade etmeye hiç gerek yoktur... Çünkü bir
sefer kafir oldular mı, o sıralanan davranışların -yapsalar bile kendilerine
hiçbir yararı olmayacaktır.
Onlar "Meş'eme" ehlidirler. Yani defterleri
sol taraftan verilecek olanlar ya da uğursuz kötü kimselerdir. Burada da her
iki anlam iman kavramına yakındır. İşte bunlar sarp yokuşun gerisinde
kalmışlar onu aşmak için o yokuşa atılmamışlardır. Üzerine kapatılmış "Onlar
her yönden ateşe kapatılacaklardır." Yani onların üzerine kapatılmış bir
ateş vardır. Bu anlamı ya akla hemen geliveren üzerlerine kapalıdır diye
anlarız. İkinci bir ihtimal bu yakın anlamdan çıkan sonuç da ayetin anlamına
uygun düşebilir. Yani onlar, ateşten çıkamazlar. Ateşin kapıları kendi
üzerlerine kapatıldığı için oradan kesinlikle ayrılamazlar. Bu iki anlamı
birbirinden ayırmak mümkün değildir.
İşte insan denen varlığın hayatındaki ve
iman düşüncesindeki temel gerçekler bunlardır. Böyle kısa ifadelerin
çerçevesi içinde böylesine güçlü ve böylesine açıklıkla sunulmaktadır. İşte
bu Kur'an'ın eşsiz ifade özelliğidir.
Herhangi bir
yanlislik gördügünüz zaman lütfen uyariniz. Simdiden tesekkürler.