45-Casiye
1- Ha, Mim.
2- Kitab'ın
indirilmesi, üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan Allah'ın
katındandır.
3- Göklerde ve yerde
müminler için nice dersler vardır.
4- Sizin
yaratılmanızda ve canlıların yeryüzünde yayılmasında, kesin olarak inanan
kimseler için ibretler vardır.
5- Gecenin ve
gündüzün birbiri ardına gelmesinde, gökten, Allah'ın rızık vermek için
yağmur indirip, yeri onunla ölümünden sonra diriltmesinde, rüzgarı
estirmesinde aklını kullanan kimseler için dersler vardır.
Önce "Ha, Mim" harflerinden, sonra kitabın üstün
iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan Allah tarafından,
indirilişinden söz ediliyor. Her ikisi de, bazı surelerin tanıtım
bölümlerinde bu kopuk harflere ilişkin yaptığımız açıklamalarda değindiğimiz
gibi, kitabın kaynağını göstermektedirler. Şöyle ki: Bu tür harflerden
meydana gelen bu kitap bir mucizedir. Ama onlar bu tür harflerle benzeri bir
kitap meydana getiremezler. Bu da, kitabın Allah katından indirildiğini
belgeleyen sürekli bir kanıttır. Allah "üstün iradelidir" herşeye gücü
yeter, hiç kimse O'na engel olamaz. "Her yaptığını bir hikmete göre yapar."
Herşeyi bir plan içinde yaratır ve her işi hikmetle yürütür. Hiç kuşkusuz
bu, surenin genel havasına ve onunla muhatap olan farklı kişiliklere uygun
bir değerlendirmedir.
Kafirlere durumları ve bu kitaba karşı takındıkları
olumsuz tavır gözler ününe serilmeden önce, çevrelerindeki evrene
serpiştirilmiş Allah'ın ayetlerine işaret ediliyor. Bu ayetler bile tek
başlarına onların inanmaları için yeterlidirler. Kur'an-ı Kerim, belki
uyanır, kilitli kapıları açılır, bu kitabı indiren ve şu koca evrenin
yaratıcısı olan Allah'a karşı duyarlılıkları harekete geçer diye kalplerini
bu ayetlere yöneltiyor:
"Göklerde ve yerde müminler için nice dersler
vardır."
Göklerde ve yerde bulunan Allah'ın ayetleri sadece
bir varlık ile, sırf bir durum ile sınırlandırılamazlar. İnsan nereye
bakarsa baksın, şu olağanüstü evren içinde Allah'ın ayetleri ile
karşılaşacaktır. Hem evrendeki hangi şey ayet değildir ki?
Kocaman cisimleriyle, akıl almaz boyuttaki
galaksileri ile, yörüngeleri ile şu gökler. Buna rağmen uzay boşluğuna
fırlatılmış birer tanecik gibidirler. Şu dehşet verici, şu korkunç ve şu
güzel uzay...
Gök cisimlerinin kendi yörüngelerinde kesintisiz,
dikkatle ve ahenkle dönüşleri... Göz bu ahengin seyrine doymaz. Kalpler bu
ahengi düşünmekten bıkmaz...
İnsana göre son derece geniş ve büyük görünen ama
büyük yıldızlar karşısında, sonra içinde kaybolduğu uzay karşısında bir
zerre, bir toz gibi duran şu yeryüzü... Şayet uzaydaki hiçbir şeyin
kaybolmasına izin vermeyen evrensel yasayla herşeyi bir düzen içinde tutan
ilahi güç olmasaydı yeryüzü korkunç uzay boşluğunda kaybolup giderdi.
Ayrıca yüce Allah'ın evrenin sistemi içindeki özel
yörüngesinde yüzen şu yeryüzünün yapısına yerleştirdiği hayatın meydana
gelişine, devamına ve çeşitlenmesine elverişli birbiriyle bütünleşmiş,
birbiriyle karışmış, birbiriyle ahenk oluşturmuş özellikler... Bu
özelliklerden biri yok olsa veya değişse yeryüzünde hayatın meydana gelmesi
ve sürmesi mümkün olmayacaktır. (Furkan suresi, 2. ayetin tefsirine
bakınız.)
Yeryüzündeki canlı-cansız her varlık bir ayettir.
Yeryüzündeki canlı-cansız her varlığın her parçası ayettir. Küçüğü ve incesi
de tıpkı büyüğü, kocamanı gibi ayettir. Şu koskoca ağaçtaki veya şu küçücük
bitkideki yaprak ayettir. Biçimi ve hacmi bakımından ayettir. Rengi ve
kendine özgü duyu organları bakımından ayettir. Evrenin düzeni içinde
üstlendiği rol ve yapısı bakımından ayettir. Hayvan ya da insanın
bedenindeki şu kıl ayettir. Özellikleri, rengi ve hacmi bakımından bir
ayettir... Kuşun kanadındaki şu tüy ayettir. Yapısının temel maddesi, uyumlu
yapısı ve görevi bakımından ayettir... İnsan şu yeryüzünde veya gökyüzünde
nereye bakarsa baksın üstüste binmiş, yığınlarca ayet görecektir. Bu ayetler
aracısız onun kalbine, kulağına ve gözüne kendi varlıklarını
duyuracaklardır.
Fakat, bu ayetleri kim görebilir? Kim duyabilir? Bu
ayetler kendilerini kime anlatabilirler? Kime?
"Müminler için..: '
Çünkü kalplerin yankıları, parıltıları ve
sızıntıları algılayacak şekilde açık olmalarını, yüce Allah'ın yerde ve
gökteki ayetlerini hissedecek duyarlılığa sahip olmalarını sağlayan imandır.
Kalplere sevecenliğini, tatlılığını veren imandır. Odur kalpleri
canlandıran, inceltip şeffaflaştıran. Evrene yerleştirilmiş gizli açık
mesajları algılamasını sağlayan O'dur. Bütün bu mesajlar sanatkâr ilahi ele
işaret etmektedirler. Bu durum, ilahi elin şekil verdiği, meydana getirdiği
canlı cansız her varlığın ortak ve belirgin özelliğidir. Çünkü Allah'ın
elinden çıkan herşey bir mucizedir, olağanüstüdür. Allah'ın yarattığı hiçbir
varlık böyle bir mucize meydana getiremez.
Sonra surenin akışı evrenin engin ufuklarından alıp
onları kendi iç dünyalarına yöneltiyor. Çünkü bu daha yakındır kendilerine
ve buna karşı daha çok duyarlıdırlar:
"Sizin yaratılmanızda ve canlıların yeryüzünde
yayılmasında, kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır."
Olağanüstü yapıda, eşsiz özelliklere sahip, latif,
ince ve çok çeşitli görevlerle donatılmış bir varlık olarak insanın
yaratılışı bir mucizedir. Sık sık yenilenmesinden ve çok yakınımızda
gerçekleşmesinden dolayı unutulan bir mucize... Fakat insan bedenindeki
herhangi bir organın organik yapısı o kadar karmaşıktır ki, insanı şaşkına
çevirir, dehşeti ve yapısının olağanüstülüğü insanın başını döndürür.
Tek hücreli amiplerle ve onlardan daha büyük
canlılardaki en basit şekliyle bile hayat bir mucizedir. Ya insan gibi
karmaşık ve akıl almaz bir organizmaya sahip bir canlı?.. Üstelik insanın
ruhsal yapısı organik yapısından daha karmaşık, daha akıl almaz ve daha
içinden çıkılmazdır.
Çevresinde dolaşan ve sayılarını Allah'tan başka
kimsenin bilemediği değişik renklere, türlere, biçimlere ve hacimlere sahip
canlılar... En küçüğünün yaratılışı da tıpkı en büyüğününki gibi bir
mucizedir. Hareketleri bir mucizedir. Yeryüzündeki hayatının bütünlük
içindeki oranı bir mucizedir. Öyle ki hiçbir tür kendisi için belirlenen
sınırı aşamaz. Varlığı ve yaşama süresi bu çerçeve içinde koruma altındadır.
Başka türleri kaplayıp yok etmesine için verilmez. Çeşitli türden ve renkten
canlıların dizginini elinde bulunduran el, bir hikmet ve plan uyarınca
onları çoğaltır veya azaltır. Onlardan her birine aralarındaki genel dengeyi
koruyacak özellikler, güçler ve görevler verir.
Akbabalar uzun yıllar yaşayan ve leş yiyen yırtıcı
kuşlardır. Buna karşılık serçelere ve sığırcık kuşlarına oranla az ürerler,
bıraktıkları yumurta ve yavru sayısı çok azdır. Şayet akbabalar da serçeler
gibi üreselerdi durum ne olurdu? Bütün kuşların kökünü nasıl kuruturlardı,
bir düşünelim?
Hayvanlar aleminde de yılan öyledir. Acaba yılan
ceylanlar ve koyunlar gibi üreseydi ne olurdu? Ormanlarda yiyecek ve canlı
hayvan namına birşey kalmazdı. Ne var ki dizgini elinde tutan el, yılanların
üremesini istenen ölçüde tutuyor. Eti yenen ceylan ve koyun gibi hayvanların
da belirlenmiş bir nedene bağlı olarak çok üremelerine izin veriyor.
Bir tek sinek bir yumurtlama döneminde yüzbinlerce
yumurta bırakıyor. Buna karşılık en çok iki hafta yaşayabiliyor. Acaba
sinekler kontrolden çıkıp aylarca veya senelerce yaşasalardı durum ne
olurdu? Sinekler bedenlere çullanıp gözleri oymaya başlamazlar mıydı? Fakat
herşeyi yönlendiren ilahi güç, özenle belirlenen bir plana uygun olarak
herşeyi kontrol altında tutuyor. Bu planda her ihtiyaç, her durum ve her
şart gözönünde bulundurulmuştur.
İşte böyle... İnsanlık aleminde, hayvanlar aleminde,
herşey yaratılışı, özellikleri, ölçüsü ve planı bakımından bir mucizedir.
Hepsi de kendi kendini anlatan mucizelerdir. Ama kime? Bu mucizeleri gören,
düşünen ve kavrayan kimlere?
"Kesin olarak inanan kimseler için: '
"Yakin" olarak ifade edilen kesin inanç kalpleri
algılamaya, etkilemeye ve yumuşamaya hazırlayan bir durumdur. Kesin inanç
kalpleri sakinleştirir, yatıştırır, onlara kararlılık verir. Evrensel
gerçekleri, kararsızlıktan, şaşkınlıktan, değişken duygulardan uzak rahat,
sakin ve huzurlu bir duyguyla algılamasını sağlar. Böylece algıladığı en
ufak şeyden varlık alemindeki en büyük sonuçları çıkarır.
Sonra surenin akışı onları kendi iç alemlerinden ve
çevrelerindeki canlıların hareketlerinden alıp evrensel olaylara, bu
olayların doğurduğu hem kendi hayatları hem de diğer canlıların hayatları
üzerinde derin etkisi bulunan sebeplere yöneltiyor: ,
"Gece ve gündüzün birbiri ardına gelmesinde, gökten
Allah'ın rızık vermek için yağmur indirip yeri onunla ölümünden sonra
diriltmesinde, rüzgarı estirmesinde aklını kullanan kimseler için dersler
vardır:'
Gece ve gündüzün dönüşümlü olarak gelmesi, insan
ruhu üzerindeki taze etkisini tekrarın yıprattığı büyük bir olaydır! İlk
defa gündüz ile veya gece ile karşı karşıya kalan bir insan için bundan daha
ilginç daha olağanüstü etkiye sahip bir olay var mı? Algılama yeteneğini
kaybetmemiş açık bir kalp her zaman bu olağanüstülüğü görür. Bu
olağanüstülük karşısında her zaman ürperir. Gece ve gündüzü gördükçe tüm
evreni evirip çeviren Allah'ın elini görür...
Beşeri bilimler gelişmiş, bazı evrensel olaylara
ilişkin bilgileri artmış, genişlemiştir. Bugün insanlar gece ve gündüzün,
dünyanın yirmidört saatte bir güneş önünde kendi ekseni etrafında dönmesi
sonucu meydana gelen iki olay olduklarını biliyorlar. Fakat bu bilgi olayın
olağanüstülüğünden birşey götürmez. Çünkü dünyanın dönüşü de başlıbaşına bir
mucizedir. Bu cismin, kendi ekseni etrafında, bu düzenli hızıyla havada
gezinmesi, uzay boşluğunda hiçbir şeye dayanmadan yüzmesi ancak onu tutan ve
yönlendiren ilahi güçle mümkündür. Bu değişmez düzeni belirleyen, canlı ve
cansız varlıkların uzay boşluğunda yüzen, dolaşan, dönen bu gezegen üzerinde
durmalarını sağlayan sistemi yerleştiren işte bu ilahi güçtür.
İnsanların bilgileri arttıkça canlıların hayatı
açısından bu iki olayın ne kadar önemli olduklarını kavrıyorlar. Şu gezegen
üzerindeki vakitlerin gece ile gündüz arasında bu oranda bölünmesinin
hayatın varlığı ve devamı için gerekli olan başlıca etken olduğunu ve şayet
bu iki olay şimdiki ölçü ve düzende gerçekleşmeselerdi yeryüzündeki herşeyin
özellikle canlılar arasında bu ayette muhatap olan insanların hayatının
değişeceğini biliyorlar. Bu yüzden bu iki olayın insanın algılayışı
açısından önemi azalmadan, üstelik artarak devam etmektedir.
"Allah'ın rızık vermek için yağmur indirip yeri
onunla ölümünden sonra diriltmesinde..: '
Bu ayette geçen rızık kavramı ile gökten inen su
kastedilmiş olabilir. Nitekim eski kuşak tefsirciler bu şekilde anlamışlar.
Oysa gökten inen rızık daha geniş kapsamlıdır. Örneğin gökten dünyamıza inen
ışınlar, toprağın canlanması üzerinde sudan daha az etkili değildir. Hatta
Allah'ın izniyle suları meydana getiren bu ışınlardır. Çünkü denizlerden
suyun buharlaşmasını sağlayan güneşin sıcaklığıdır. Buharlaşan sular bir
süre sonra yoğunlaşarak yere yağmur halinde yağar. Pınarlarda, nehirlerde
akar ve ölümünden sonra toprak bu su sayesinde canlanır. Toprağın
canlanmasında su, sıcaklık ve ışık aynı oranda etkili olmuşlardır. "Rüzgarı
estirmesinde."
Rüzgarlar, şu akıllara durgunluk veren evrenin
planında öngörülen ince ve ahenkli düzen uyarınca kuzeyden, güneyden,
doğudan, batıdan, ters yönden, aynı yönden sıcak, soğuk eserler. Evrenin
planında herşeyin hesabı en ince noktasına kadar yapılmış, hiçbir şey kör
tesadüfe bırakılmamıştır. Rüzgarın esmesinin, dünyanın dönüşü, gece ve
gündüz olayı ve gökten inen rızıkla yakın ilişkisi vardır. Bu olayların tümü
yüce Allah'ın evreni yaratmaya ve onu dilediği gibi yönlendirmeye ilişkin
iradesinin gerçekleşmesi için birbirlerine yardımcı olmaktadırlar. Bütün bu
olaylarda evrene serpiştirilmiş ayetler vardır. Ama kime?
"Aklını kullanan kimseler için..: '
İşte burada akla iş düşüyor. Bu alanda
kullanabileceği geniş bir imkan vardır.
Bunlar yüce Allah'ın evrende sergilediği bazı
ayetlerdir. İşte, kesin inanan ve akıllarını kullanan müminlere yönelik bu
anlam yüklü mesajlarla bu ayetlere işaret ediliyor. Allah'ın Kur'an'daki
ayetleri aracılığı ile bu evrensel ayetlere işaret ediliyor, kalplere
dokunuluyor, akıllar uyarılıyor ve doğrudan doğruya fıtratın diliyle insan
fıtratına hitap ediliyor. Çünkü insanın fıtratı ile evren arasında gizli ve
köklü bir bağ vardır. Bu yüzden fıtratın uyanması için Kur an ayetleri gibi
birkaç anlamlı cümlenin dışında birşey yapmak gerekmez. Dolayısıyle Kur an
ayetlerine inanmayan birinin onun dışında bir şeye inanması beklenemez. Bu
anlamlı işaretlerin uyandıramadığı bir kalbi, bu etkin mesajdan sonra hiçbir
çığlık uyandıramaz: Okuyalım:
6- İşte bunlar
Allah'ın ayetleridir. Bunları sana hak ilkesine göre okuyoruz. Allah'tan ve
O'nun ayetlerinden sonra hangi söze inanacaklar
Hiçbir söz etkinlik bakımından yüce Allah'ın
Kur'an'daki sözlerinin düzeyine erişemez. Hiçbir sanat görkemlilik açısından
yüce Allah'ın evrendeki sanatının düzeyine ulaşamaz. Ve hiçbir gerçek
Allah'ın sunduğu gerçeğin kalıcılığının, açıklığının ve kesinliğinin
düzeyine çıkamaz. Peki "Allah tan ve O'nun ayetlerinden sonra hangi söze
inanacaklar?"
Öyle ise inanmayanlar tehdide ve tepelenmeye
layıktırlar:
7- Her yalancı,
günah yüklü kimsenin vay haline.
8- Allah'ın
ayetlerinin kendisine okunduğunu işitir de sonra büyüklük taslayarak sanki
onları hiç işitmemiş gibi küfründe direnir. Onu, acı bir azabla müjdele.
9- Ayetlerimizden
birşey öğrendiği zaman onunla alay eder. İşte böyleleri için alçaltıcı azab
vardır.
10- Cehennem onların
peşindedir. Kazandıkları şeyler de, Allah'ı bırakıp edindikleri dostlar da
onlara hiçbir fayda vermez. Onlar için büyük bir azap vardır.
Surenin tanıtım bölümünde de değindiğimiz gibi bu a
etler, Mekke'de müşriklerin bu çağrıya karşı takındıkları tavrın bir yönünü,
çarpık ve eğri inançlarına bağlılıkta ısrar etmelerini, açık ve anlaşılır
gerçeği ifade eden sözleri dinlemeye tenezzül etmeyişlerini, sanki
zihinlerini zorlamamış gibi gerçeğe karşı büyüklük taslayışlarını, Allah'a
ve O'nun sözlerine karşı edepsiz bir tavır takınmalarını... Bunun yanısıra
Kur'an-ı Kerim'in bütün bunları aşağılayıcı, kınayıcı, tehdit ve azar içeren
ifadelerle, onur kırıcı, korkunç ve acıklı bir azapla karşılamasını tasvir
ediyor.
"Her yalancı, günah yüklü kimsenin vay haline."
`Vay haline' demek yok olsun demektir. Ayette geçen
"effak" ise, yalan söylemeyi alışkanlık haline getiren kaşarlanmış yalancı
demektir. "Esim" de; fazlasıyla günahla içli dışlı olan günahkâr demektir.
Tehdit bu niteliklerinin tümünü kapsıyor. Bu, caydırıcı, karşı konulmaz,
yokeden, kırıp geçiren güce sahip olan yüce Allah'tan gelen bir tehdittir.
Onun va'di de, tehdidi de, uyarısı da doğrudur. Bu yüzden tehdit
korkutucudur, dehşet vericidir, ürkütücüdür.
Bu, kaşarlanmış yalancı günahkârın yalanının ve
günahının belirtisi; batılda ısrar etmesi, hakka karşı büyüklük taslaması,
Allah'ın ayetleri önünde boyun eğmeye tenezzül etmemesi, Allah karşısında
ona yaraşır bir edep tavrı takınmamasıdır.
"Allah'ın ayetlerinin kendilerine okunduğunu işitir
de sonra büyüklük taslayarak sanki onları hiç işitmemiş gibi küfründe
direnir."
Bu çirkin tablo, gerçi Mekke'deki bir grup müşrikin
tablosudur ama, her cahiliye toplumunda yinelenen bir olgudur. Bugün de
yarın da görülecektir. Hatta müslüman olduklarını ileri süren bazı insanlar
da kendilerine okunan Allah'ın ayetlerini dinledikleri halde duymamış gibi
büyüklük taslayarak kendi batıl tutumlarını sürdürürler. Çünkü bu ayetler
arzusuna uymaz, öteden beri alışageldiği gelenekleri ile uyuşmaz, yanlış
düşüncesine destek olmaz, kötülüğünü onaylamaz, amacına uygun düşmez.
"Onu, acı bir azapla müjdele."
Aslında müjde iyilik içindir. Ama burada alay etme
amacı ile kullanılıyor bu ifade. Mademki uyarıya kulak vermiyor, şu halde
beklenen felaket uyarısı bir müjde biçiminde duyurulsun. Bu da, onu daha çok
aşağılamak, daha fazla alay etmek için kullanılıyor.
"Ayetlerimizden bir şey öğrendiği zaman onunla alay
eder."
Ayetlerimizi öğrenip nereden kaynaklandıklarını
bildikten sonra onlarla alay eder. Bu, sorumluluğu daha ağır, özü itibariyle
daha çirkin bir davranıştır. Bu tablo ilk ve son cahiliye toplumlarında sık
sık rastlanan bir tablodur. Aralarında müslüman oldukları söylenenler de
olmak üzere nice insan öğrendikleri Allah'ın ayetleri ile alay ederler,
onları, onlara inananları ve insanların, hayatının sorunlarını onlara
başvurarak çözmeye çalışanları alaya alırlar:
"İşte böyleleri için alçaltıcı azap vardır."
Onların Allah'ın ayetleri olduğunu bildiği halde
onlarla alay edenlerin bu davranışlarına uygun karşılık aşağılayıcı, onur
kırıcı azaptır.
Bu azap bir süre sonra gerçekleşecekse de yakındır,
hazırdır. Özü itibariyle her zaman mevcuttur:
"Cehennem onların peşindedir."
Burada "peşindedir" kelimesinin anlamından çok,
verdiği hava kast olunuyor. Verdiği hava ise şudur: Onlar cehennemi
göremiyorlar çünkü peşlerinden geliyor. Ondan sakındırmıyorlar çünkü
farkında değildirler. Ancak cehennemden kurtulamayacaklar, kesinlikle içine
düşecekler.
"Kazandıkları şeyler de, Allah'ı bırakıp edindikleri
dostlar da onlara hiç bir fayda vermez:'
İşledikleri ameller veya kazandıkları mallar onlara
bir fayda vermez. Şayet amelleri yapıcı ise boşa gidecekler ve ellerinde
birşey kalmayacak. Çünkü onların bu yapıcı amelleri iman temeline
dayanmıyor. Kazandıkları mallar yok olacak ve geride yararlanabilecekleri
birşey kalmayacaktır. Allah'ı bir yana bırakıp edindikleri dostlar -düzmece
tanrılar veya yardımcılar yahut askerler ya da arkadaşlar- onlara yardım
edemeyecek, kurtulmaları için aracılık yapamayacaklar.
"Onlar için büyük bir azap vardır:'
Aşağılayıcı olmanın yanısıra büyüktür bu azap. Çünkü
Allah'ın ayetlerini alaya alma iğrenç bir suçtur. Aşağılanmayı gerektiriyor.
Büyük bir suçtur, aynı oranda büyük bir azabı gerektiriyor.
Allah'ın ayetlerini alaya almanın, onlara engel
olmanın ve onlara karşı büyüklenmenin ele alındığı bu bölüm, Allah'ın
ayetlerinin gerçek mahiyetine ve u gerçeği inkar edenlerin çarpıtılacakları
cezaya ilişkin genel bir açıklama ile son buluyor:
11- İşte doğru yolu
gösteren bu Kur'an'dır. Rabblerinin ayetlerini tanımayanlar için çok kötü,
acı bir azap vardır.
Bu Kur'an'ın gerçek mahiyeti; yol göstericiliktir.
Saf ve berrak bir yol göstericilik... Sapıklık bulaşmamış salt bir hidayet.
Bundan sonra gerçek mahiyeti bundan ibaret olan bu ayetleri inkar eden
birisi en acıklı azabı hakkeder. İfadedeki vurgu azabın şiddetini ve
acıklılığını somutlaştırmaktadır. Çünkü ifadede eden "Ricz" kelimesi
şiddetli azap demektir. Onların tehdit edildikleri azap şiddetli ve elem
verici bir azaptır. Tekrar üstüne tekrar, vurgu üstüne vurgu. Saf, berrak ve
açık hidayeti, yol göstericiliği inkar edenlere yaraşır bir azap.
İNSANA SUNULAN
EVRENSEL NİMETLER
Korkunç tehditten, ürkütücü azaptan sonra surenin
akışı dönüyor ve şefkatle kalplerini okşuyor; yüce Allah'ın uçsuz bucaksız
evrende kendilerinin hizmetine sunduğu nimetleri hatırlatıyor:
12- Allah emri
gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, lütfedip verdiği rızkı aramanız
için denizi buyruğunuz altına vermiştir. Belki artık şükredersiniz.
13- Gökte olanları,
yerde olanları, hepsini sizin buyruğunuz altına vermiştir. Doğrusu bunlarda,
düşünen kimseler için dersler vardır.
İnsan denen şu küçük yaratık, yüce Allah'ın
gözetiminden büyük pay alıyor. Yüce Allah dehşet verici evrende yeralan tüm
varlıkları onun hizmetine vermiş, değişik yönlerden onlardan yararlanmasını
dilemiştir. Bu yararlanma evrene egemen olan yasalar sisteminin bir yönünü
ortaya çıkarmakla mümkündür. Evren bu yasalara göre hareket eder ve
kesinlikle onların dışına çıkmaz. Şayet evrene egemen olan yasalar
sisteminin bir yönü ortaya çıkarılmasaydı insanoğlu sınırlı ve basit gücüyle
evrenin dehşet verici güçlerinden yararlanamazdı. Hatta onunla birlikte
yaşayamazdı. Şu ufak tefek yaratık, korkunç güçlerden, enerji kaynaklarından
ağırlıklardan ve cisimlerden meydana gelen bu dev varlıkla birlikte hayatını
sürdüremezdi.
İşte bu korkunç enerji kaynaklarından biri de
denizdir. Yüce Allah bu dev gücü insanın hizmetine sunmuş, onun yapısına ve
özelliklerine ilişkin bazı sırları önüne açmıştır. İnsanoğlu öğrendiği
sırlardan biri sayesinde bu dehşet verici yaratığın üstünde yüzen gemiyi
yapmıştır. Geminin içinde korkmadan denizin dağ gibi dalgalarının arasından
süzülür gider. "Gemiler onun emri uyarınca denizde yüzsünler diye..." Çünkü
denizi bu niteliklere sahip olarak yaratan Allah'tır. O'dur geminin ana
maddesini bu özellikte yaratan. Hava basıncını, rüzgarın hızını ve yer
çekimini vareden O'dur. Geminin denizde yüzmesini sağlayan diğer özellikleri
de O yaratmıştır. İnsana bütün bunları göstermiş, onlardan yararlanmasına
imkan hazırlamıştır. Bunun yanısıra insana denizden başka türlü de
yararlanmasını göstermiştir: "Lütfedip verdiği rızkı aramanız için..."
Denizden çıkarılan ürünler, süs eşyaları gibi... Aynı şekilde ticaret,
bilgi, deneyim, spor, turizm gibi Allah'ın lütfu sayesinde denizlerden
yararlanılan daha nice rızıklar, güzellikler...
Yüce Allah denizi ve gemiyi Allah'ın lütfedip
verdiği rızıkları arasınlar; bahşettiği lütuflara ve nimetlere karşı,
hizmetlerine sunduğu evrensel güçlere, gösterdiği evrensel sırlara karşı ona
şükretsinler diye insanların hizmetine sunmuştur: "Belki artık
şükredersiniz." Yüce Allah bu Kur'an aracılığı ile insan kalbini bu hakkın
borcunu ödemeye, bu ufukla bağlantı kurmaya, kendisiyle evren arasındaki
kaynak ve hedef birliğini kavramaya yöneltiyor. Onunla evrenin birlikte
yöneldikleri hedefin Allah olduğunu bildiriyor.
İnsanın yararına sunulan güç ve enerji
kaynaklarından özel olarak denizden söz edildikten sonra ifade
genelleştiriliyor, daha kapsamlı hale getiriliyor. Yüce Allah göklerde ve
yerde -kendisine yardımcı olacak ve halifelik görevinin kapsamına giren-
birçok güç ve enerji kaynaklarını insanın hizmetine sunmuş, sayısız nimetler
ve iyilikler bahşetmiştir:
"Gökte olanları, yerde olanları, hepsini sizin
buyruğunuz altına vermiştir."
Varlıklar aleminde bulunan herşey O'ndan gelmiş,
O'na gidecektir; hepsini O varetmiştir, yönlendiren O'dur hepsini; onları
insânların hizmetine sunan, kullanılır duruma getiren O'dur... Ama insan
denen şu küçücük yaratık, Allah tarafından evrene egemen olan yasalar
sisteminin bir yönünü öğrenmek, evrenin güç ve enerji kaynaklarını hizmetine
almak, böylece gücünü ve enerjisini büyük ölçüde artırmak gibi özelliklerle
donatılmıştır. Bütün bunlar yüce Allah'ın insana yönelik lütfudur. Bütün
bunlarda düşünen, aklını kullanan, aklıyla ve kalbiyle bu güç ve enerjileri
yönlendiren, onları idare eden sanatkâr elin uyarıcı dokunuşlarını izleyen
kimseler için ayetler vardır, çıkarılacak dersler vardır:
"Doğrusu bunlarda düşünen kimseler için dersler
vardır."
Bir fikir, bir düşünce sırrını ortaya çıkardığı güç
ve enerjileri aşıp bu güç ve enerjilerin kaynağına, bunlara egemen olan
evrensel yasalar sistemine, bu yasalarla insanın öz yaratılışı arasındaki
bağa yönelmedikçe doğru, derin ve kapsamlı bir düşünce olamaz. İşte bu bağ,
insanın evrensel yasalar sistemi ile iletişim kurmasını, onları kavramasını
kolaylaştırmıştır. Bu bağ olmasaydı, insanoğlu evrensel yasalar sistemi ile
iletişim kuramayacak, onları kavrayamayacaktı. Evrensel güç ve enerji
kaynaklarını öğrenemeyecek, onlara hükmedemeyecek, hizmetine alamayacak,
onlardan yararlanamayacaktı.
İNANANLARIN
HOŞGÖRÜSÜ
Surenin akışı, insan kalbini varlık alemini kalbine
bağlayan, ona gerçek gücün kaynağını; yani varlığın sırlarını ortaya
çıkarmayı gösteren bu güçlü ifadeli bölüme ulaşınca gönülleri bu zengin, bu
geniş kaynaklı iletişim kuramamış zayıf, zavallı kimseler karşısında
müminleri yüceliğe, büyüklüğe, geniş ufukluluğa, hoşgörülülüğe, sabırlılığa
davet ediyor. Aynı zamanda, Allah'ın yüceliğinin, sırlarının ve yasalarının
somutlaştığı günlerinin farkında olmayıp güçlü, büyük ve parlak gerçekleri
göremeyen düşkünlere acımalarını istiyor:
14- Müminlere de ki:
`Allah'ın, her milletin yaptıklarının karşılığını vereceği günlerinin
geleceğine inanmayanları bağışlasınlar.
15- Kim iyi bir iş
yaparsa faydası kendisinedir ve kim kötülük yaparsa zararı kendisinedir.
Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.
Bu, Allah'ın günlerinin geleceğini ummayanlara karşı
müminlerin hoşgörülü olmalarını öngören saygın bir direktiftir. Bu hoşgörü
bağışlamanın, affetmenin gereğidir. Güçlülükten, üstünlükten kaynaklanır bu
hoşgörü. Büyüklüğün, erdemliliğin sonucudur bu hoşgörü. Gerçekten de
Allah'ın günlerini ummayanlar şefkate muhtaç zavallılardır. Bu
zavallılıkları kimi zaman insana güç, zenginlik, rahmet ve cömertlik
duygularını bahşeden coşkun kaynaktan; Allah a iman kaynağından, Allah'a
güven duygusundan, onun himayesine girip korunmaktan, sıkıntı ve felaket
anlarında ona sığınma duygusundan yoksun oluşlarından kaynaklanıyor. Aynı
şekilde, evrensel yasaların planı ile ve bunların arka planındaki güç ve
zenginlik kaynakları ile bağlantılı olan gerçeği bilmeyişleri de
zavallılıklarının bir diğer nedenidir. İman hazine ve servetine sahip
bulunan, imanın verdiği merhamet ve coşku duygularıyla beslenen müminler, şu
zavallı yoksulların taşkınlıklarını ve ahmaklıklarını bağışlayacak kadar
alicenaptırlar, büyüktürler.
Bu, meselenin bir yanı. Öte yandan bu müminler
meseleyi bütünüyle Allah'a bırakmalıdırlar. Yüce Allah iyilik yapanın
iyiliğinin ve kötülük yapanın kötülüğünün karşılığını verir. Bunun yanısıra
müminlerin kötülükleri bağışlamalarını da onların iyiliklerinin hesabına
kaydeder. Doğru olarak bu hoşgörü bozgunculuğun her tarafı kaplamadığı,
Allah'ın sınırlarını ve yasaklarını çiğnemediği durumlar için sözkonusudur.
"Allah her milletin yaptıklarının karşılığını
verecektir."
Bunun üzerine, sorumluluğun bireyselliğine, herkesin
yaptıklarına verilecek karşılığın adilce belirleneceğine, en sonunda sadece
Allah'a dönüleceğine ilişkin bir değerlendirme yapılıyor:
"Kim iyi bir iş yaparsa faydası kendisinedir ve kim
kötülük yaparsa zararı kendisinedir. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz: '
Bununla müminin göğsü genişliyor, bilinç düzeyi
yükseliyor; zayıflık göstermeden, kesinlikle sıkılmadan, gerçekleri
göremeyen, ne yaptıklarının farkında olmayan zavallıların taşkınlıklarından,
ahmaklıklarından kaynaklanan bireysel kötülüklere katlanıyor. Çünkü mümin
daha büyüktür, daha geniştir ve daha güçlüdür. Mümin nurdan yoksun olanlar
için yol göstericilik meşalesini taşıyor. Kaynaktan yoksun olanlar için şifa
iksirini taşıyor. Mümin kendi yaptıklarının karşılığını görecektir. Kötülük
işleyenin sorumluluğunu hiçbir şekilde yüklenmeyecektir. Her iş sonuçta
Allah'a gelecektir. Dönüş O'nadır. O'nun katına varılacaktır.
Bundan sonra surenin akışı, insanlığa yol
göstericilik yapacak mümin önderlikten sözediyor. Bu önderliğin son olarak
islam mesajında toplandığını vurguluyor. Bunun yanısıra İsrailoğullarına
Allah katından kitap, egemenlik ve peygamberlik verildikten sonra, kitapları
etrafında görüş ayrılığına düştüklerine işaret ediyor. Ve en sonunda
önderlik ve egemenlik sancağının son çağrının sahibine devredildiğine
değiniyor. Kur'an ayetleri bu gerçeğe işaret ederken, henüz davetin sahibi
Mekke'de bulunuyordu. İslam mesajı sıkı takibe alınmış, çepeçevre
kuşatılmıştı. Ne var ki islam daha doğarken bu karaktere sahipti. Doğuşundan
itibaren bu misyonu taşıyordu:
16- Andolsun ki biz
İsrailoğullarına kitab, hüküm ve peygamberlik verdik; onları temiz şeylerle
rızıklandırdık; onları dünyada üstün kıldık.
17- Din konusunda
onlara açık deliller verdik. Onlar kendilerine bilgi geldikten sonra sadece
aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Şüphesiz, Rabbin
kıyamet günü, ayrılığa düştükleri şeylerde onlar arasında hüküm verecektir.
18- Sonra ey
Muhammed! Sana da insanların uyacakları bir hayat sistemi (şeriat) verdik.
Sen ona uy, bilmeyenlerin arzularına uyma.
19- Çünkü onlar,
Allah'tan gelecek hiçbir şeyi senden savamazlar. Zalimler birbirlerinin
dostlarıdır. Allah ta müttakilerin dostudur.
20- Bu Kur'an,
insanlara kurtuluş yollarını gösteren kanıtlar sunmaktadır; kesin olarak
inananlara kılavuz ve rahmettir.
İslamdan önce insanlığa önderlik etme görevi
İsrailoğullarının elinde idi. Yüce Allah'ın tarihin o dönemi için seçtiği
gök menşeli inanç sisteminin temsilcisi onlardı. İnsanlık için gök menşeli
bir inanç sistemine dayalı önderlik makamı kaçınılmazdır. Çünkü yerin
önderliği arzulara, bilgisizliğe ve eksikliğe dayanır. İnsanları yaratan
Allah'tır. Sadece Allah onlar için arzulardan uzak bir hayat sistemi
koyabilir. Çünkü bütün insanlar O'nun kuludur. Allah'ın koyduğu bu hayat
sistemi bilgisizlikten ve eksiklikten uzak olur. Çünkü onları yaratan yüce
Allah'tır ve O yarattıklarını herkesten iyi bilir. O latiftir, herşeyden
haberdardır.
"Andolsun ki, biz İsrailoğullarına kitap, hüküm ve
peygamberlik verdik."
Allah'ın şeriatını içeren Tevrat onların elinde idi.
Ellerinde şeriatı uygulayacak yetki ve egemenlik vardı. Hz. Musa'nın
peygamberliğinden ve kitabından sonra da şeriatı ve kitabın uygulanışını
üstlenmek üzere aralarından peygamber gönderilmişti. Bu şekilde tarih içinde
uzun sayılacak bir dönem boyunca aralarından birçok peygamberler gelmişti.
"Onları temiz şeylerle rızıklandırdık."
Egemenliklerinin ve peygamberliklerinin etkinlik
alanı Nil ve Fırat arasındaki verimli, temiz ve kutsal topraklardı.
"Onları dünyalara üstün kıldık."
Kuşkusuz bu üstünlükleri kendi zamanlarındaki
insanlar için geçerliydi. Bu üstünlüklerinin ilk belirtisi, Allah'ın
şeriatını uygulayacak önderler olarak seçilmeleriydi; kendilerine kitap,
egemenlik ve peygamberlik verilmesiydi.
"Din konusunda onlara açık deliller verdik."
Onlara verilen şeriat açık, hükümleri kesin ve
içeriğï en ince noktasına kadar ayrıntılı biçimde açıklanmıştı. Bu şeriatın
kapalı, karmaşık, eğri ve çarpık bir tarafı yoktu. Kısacası daha sonra
aralarında baş gösterdiği gibi bu açık ve hükümleri kesin kılınmış şeriatta
görüş ayrılıklarını gerektirecek bir durum sözkonusu değildi. Onların
aralarında başgösteren görüş ve inanç ayrılıklarının nedeni meselenin
kapalılığı veya gerçek ve doğru hükmün hangisi olduğunu bilmeyişleri
değildi:
"Onlar kendilerine bilgi geldikten sonra ayrılığa
düştüler."
Bu görüş ve inanç ayrılıkları, gerçeği ve doğruyu
bilmekle beraber aralarındaki çekelemezlikten, taşkınlıktan ve zulümden
kaynaklanıyordu:
"Aralarındaki çekememezlik yüzünden..."
Bu yüzden yeryüzündeki önderlik misyonları sona
erdi, halifelikleri geçersiz sayıldı. Durumları bundan sonra kıyamet gününde
yüce Allah'ın vereceği hükme bırakıldı.
"Şüphesiz Rabbin kıyamet günü, ayrılığa düştükleri
şeylerde onlar arasında hüküm verecektir."
Sonra yüce Allah halifelik görevini yeni bir
peygamberliğe, yani bir peygambere vermiştir. Bu peygamber Allah'ın
şeriatını yeniden dosdoğru bir şekilde uygulamış, gök menşeli önderliği eski
berraklığına kavuşturmuştur. Bu önderlik misyonunu yerine getirirken
Allah'ın şeriatına göre hükmetmiştir, insanların arzularına göre değil:
"Sonra ey Muhammed! Sana da insanların uyacakları
bir hayat sistemi verdik. Sen ona uy, bilmeyenlerin arzularına uyma: '
Böylece mesele net biçimde ortaya konuyor. Ya
Allah'ın şeriatı ya da bilmeyenlerin arzuları... Üçüncü bir şık sözkonusu
değildir. Dengeli ve tutarlı şeriat ile değişken arzular arasında orta bir
yol da yok. Bir insan Allah'ın şeriatını bir kenara bıraktığı zaman
kesinlikle arzulara göre hükmedecektir. Çünkü Allah'ın şeriatının dışındaki
tüm hayat sistemleri, bilmeyenlerin eğilim gösterdikleri arzuların,
ihtirasların ürünüdür.
Yüce Allah, peygamberini bilmeyenlerin arzularına,
ihtiraslarına uymaktan sakındırıyor. Çünkü onlar Allah karşısında ona bir
yarar sağlayamazlar. Onlar birbirlerini dost ediniyorlar. Fakat onlar
birbirlerine yardım etseler de peygambere bir zarar dokunduramazlar. Çünkü
O'nun dostu Allah'tır:
"Çünkü onlar Allah'tan gelecek hiçbir şeyi senden
savamazlar. Zalimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah ta müttakilerin
dostudur."
Bu ayet, önceki ayetle birlikte davetçinin yolunu
belirliyor, hareket metodunun sınırlarını çiziyor. Bu konuda söylenen tüm
sözlere, yapılan tüm yorumlara, tüm açıklamalara bir çizgi çiziyor:
"Sonra ey Muhammed! Sana da insanların uyacakları
bir hayat sistemi (şeriat) verdik. Sén ona uy, bilmeyenlerin arzularına
uyma. Çünkü onlar, Allah'tan gelecek hiçbir şeyi senden savamazlar. Zalimler
birbirlerinin dostlarıdır, Allah ta müttakilerin dostudur."
Bu nitelikleri hakkeden tek bir şeriat vardır. Onun
dışındaki hayat düzenleri bilgisizlikten kaynaklanan arzulardır,
ihtiraslardır. Dava adamı, sadece şeriata uymalı ve bütün arzuları,
ihtirasları bir kenara bırakmalıdır. Kesinlikle en ufak bir meselede bile
Allah'ın şeriatından sapıp arzulara, ihtiraslara uymamalıdır. Çünkü
arzularına, ihtiraslarına uyacağı kimseler, şeriatın sahibi olan Allah'a
karşı ona hiçbir yardımda bulunamayacak, onu savunamayacak kadar
güçsüzdürler, zayıftırlar. Heva ve heveslerden kaynaklanan hayat
sistemlerinin taraftarları birbirlerine yardım eden birleşik bir
cephedirler. Onlar şeriatın sahibïne karşı bir birleri ile dayanışma
içindedirler. Bunun için şeriatı benimseyen birisi, bazılarının yardımını
umarak onlara eğilim göstermemeli, onları birbirlerine bağlayan heva ve
heveslerine sempati ile yaklaşmamalıdır. Üstelik onlar dava adamına eziyet
edemeyecek, ona zarar veremeyecek kadar zayıftırlar, güçsüzdürler. Çünkü
muttakilerin dostu Allah'tır. Şimdi Allah'ın dostluğu ile heva ve
heveslerine göre hareket edenlerin dostluğu bir midir? Birbirlerinin dostu
olan zayıf, cahil ve basit kimseler nerde, müttakilerin dostu Allah'ı dost
edinen şeriat izleyicisi nerde?
Bu kesin ve net .açıklamadan sonra yapılan
değerlendirme, kesin inançtan, Kur'an'da yeralan bu ve benzeri sözlerdeki
kesin inanç sahibi kimselere yönelik rahmetten, yol göstericilikten ve
kanıtlardan söz ediyor:
"Bu Kur'an, insanlara kurtuluş yollarını gösteren
kanıtlar sunmaktadır; kesin olarak inananlara kılavuz ve rahmettir."
Kur'an-ı Kerim'in insanlara yönelik yol gösterici
belgeler olarak nitelendirilmesi, Kur'an'ın yol göstericilik ve
aydınlatıcılık misyonunun anlamını daha da derinleştirmektedir. Doğrusu bu
Kur'an yol gösteren, varlıkların görülmesini sağlayan gözler gibidir. Kur'an
özü itibariyle hidayettir. Başlıbaşına rahmettir. Fakat bütün bunlar kesin
bir inanca, kuşkuya yer vermeyen, kararsızlık bulaşmayan, şüpheden eser
bulunmayan bir güvene bağlıdır. Kalp kesin bir inanca, sarsılmaz bir güven
duygusuna sahip olunca, izleyeceği yolu bilir, bocalamaz, telaşlanmaz,
yolunu şaşırmaz. O zaman yolunun açık, ufkunun aydınlık, amacının
kesinleşmiş, hayat sisteminin ana hatlariyle belirlenmiş olduğunu görür. O
zaman Kur'an, onun için kesin olarak bir nur, bir yol gösterici, bir rahmet
olur.
ADİL TERAZİ
Zalimlerin birbirlerinin dostu olduklarına, Allah'ın
ise, müttakilerin dostu olduğuna; müttakiler açısından Kur'an'ın özelliğine;
onun kesin inananlar için gören göz, yol gösterici kılavuz ve rahmet
olduğuna ilişkin bu açıklamanın üzerine yapılan değerlendirmede, kötülük
işleyenlerle, mümin olarak yapıcı ve salih ameller işleyenlerin durumlarının
kesin olarak birbirlerinden farklı olduğu vurgulanıyor. Değerlendirilirken,
haklarında karar verilirken bu iki grubun bir tutulması reddediliyor, çünkü
bunların Allah'ın terazisindeki değerlerinin farklı olduğu belirtiliyor.
Bunun yanısıra yüce Allah'ın gökleri ve yeri hak ve adalet ilkelerine
dayandırdığı, evrenin varoluş planının özünün hak olduğu dile getiriliyor:
21- Yoksa
kötülükleri işleyen kimseler kendilerini inanıp iyi ameller işleyenlerle bir
tutacağımızı mı sandılar? Yaşamaları ve ölmeleri bir olacak öyle mi? Ne kötü
hüküm veriyorlar.
22- Allah, gökleri
ve yeri hak ilkesine dayalı olarak yarattı, ta ki herkes kazandığının
karşılığını görsün. Onlara haksızlık edilmez.
Burada, Allah'ın kendilerine gönderdiği kitaptan
sapan, sürekli kötülük işleyen, buna rağmen kendilerini müminlerin
çizgisinde gören, kendilerini sürekli yapıcı ve salih ameller işleyen
müslümanlarla bir tutan, dünya hayatında veya ölümde, yani hesaplaşma ve
mükafat alma sırasında Allah'ın ölçüsünde onlarla eş sayan ehli kitaptan
sözediliyor olabilir. Aynı şekilde hitap genel de olabilir. Böylece kulların
Allah'ın ölçüsündeki değerlerinin açıklanması, yapıcı işler yapan, salih
ameller işleyen müminlerin kefelerinin ağır bastığının belirtilmesi, kötülük
yapanlarla iyilik yapanları bir sayan anlayışın reddi, bu anlayışın
varlıklar aleminin temeli olan değişmez ilkeye, yani hak ilkesine ters
düştüğünün vurgulanması hedeflenmiş olabilir. Varlıklar aleminin temeli olan
hak ilkesi, evrenin yapısında olduğu gibi Allah'ın şeriatının varlığında da
somutlaşmaktadır. Evren bu ilkeye dayandığı gibi insanların hayatı da bu
ilkeye dayanır. Bu ilke, ancak kötülük yapanlarla, yapıcı salih ameller
işleyenlerin her durumda farklı muamele görmesi; herkesin kendi kazancına
göre, yani sapıklığına veya doğru yolda oluşuna göre karşılık görmesi, tüm
insanlar için adalet ilkesinin uygulanması ile gerçekleşebilir. Böylece
"Onlara haksızlık edilmez:'
Hak ilkesinin evren binasının temeli olduğu, bu
ilkenin Allah'ın insanlara gönderdiği şeriatla yakın ilişkili olduğu ve
hesaplaşma gününde, dünyada işlenenlerin karşılık alacağı günde, bu ilkeye
göre hüküm verileceği mesajı Kur'an'-da sık sık tekrarlanır. Çünkü islam
inanç sisteminin temel prensiplerinden biri haktır. Değişik meseleler bu
ilke etrafında yoğunlaşır. İç alemle ve dış alemle, evrene egemen olan
yasalar sistemi ile ve insanların hayatına hükmeden şeriatla ilgili her
mesele bu ilkeyle bağlantılıdır. Bu ilke "İslamın evrene, hayata ve insana
bakış açısı"nın temelidir.
KOYU BİR SAPIKLIK
Bu değişmez, bu kalıcı temelin yanısıra değişken
arzulara; bazılarının ilahlaştırıp kulluk sunduğu, böylece doğru yolu bulma
ümidi kalmamış, koyu bir sapıklığa daldığı, heva ve heveslere işaret
ediliyor. Allah bizi bu sapıklıktan
23- Ey Muhammed!
Heva ve hevesini tanrı edinen Allah'ın bir bilgiye dayalı olarak şaşırttığı,
kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü? Onu
Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hal& anlamıyor musunuz?
Burada Kur'an-ı Kerim değişmez demeli bir yana
bırakan, değişken arzuların peşine düşen; kendi arzusuna tapan, önünde
eğilen, onu düşüncesinin, hükümlerinin, duygularının ve hareketlerinin
kaynağı haline getiren... Onu karşı konulmaz, her istediği yerine getirilen
bir tanrı konumuna çıkaran, ikide bir değişip duran işaretlerini derin bir
itaat duygusuyla, tam bir teslimiyetle, kesin bir kabul ile algılayan insan
ruhunun enteresan bir portresini çiziyor. Kur'an bu tabloyu çiziyor ve bu
tutumun çirkinliğini, hayret vericiliğini şu şekilde dile getiriyor:
"Heva ve hevesini tanrı edineni gördün mü"
Gördün mü böyle birini? Böyle biri, şaşkınlık
uyandıran, hayret edilen tuhaf bir aralıktır. Böyle biri yüce Allah'ın
kendisini saptırmasını, rahmetiyle onu sarmamasını hakeder. Çünkü onun
kalbinde hidayete yer kalmamıştır. O, hasta, anormal arzularına,
ihtiraslarına tapıyor.
"Allah bir bilgiye dayalı olarak onu şaşırtmıştır."
Allah onun sapıklığı hakkettiğini bildiği için onu
saptırmıştır. Veya o, hakkı bildiği halde arzularına karşı koymamış, onun
tapılan bir ilah konumuna gelmesine en el olamamıştır. Onun bu tutumu yüce
Allah'ın onu saptırmasını ve koyu sapıklık içinde bocalamak üzere kendi
haline bırakmasını gerektirmiştir:
"Allah onun kulağını ve kalbini mühürlemiş, gözünü
perdelemiştir."
Onun içine aydınlığın sızacağı bütün açıklıklar,
hidayetin gireceği tüm kanallar tıkanmıştır. Heva ve hevesine tapması, derin
bir teslimiyetle kulluk sunması yüzünden içindeki tüm alıcı cihazlar iş
göremez hale gelmiştir:
"O'nu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir."
Hidayet tamamıyle Allah'ın tekelindedir. Hiç kimse,
bir başkasını doğru yola ve sapıklığa eriştiremez. Bu Allah'ın yetkisinin
kapsamındadır. Hiç kimse O'nun yetkisine ortak olamaz, seçilmiş peygamberler
bile.
"Halâ anlamıyor musunuz?"
Anlayan uyanır, kendine gelir. Arzuların
boyunduruğundan kurtulur. Kendisine uyanı saptırmayan açık ve değişmez hayat
sistemine ve hareket metoduna döner.
Surenin bu son bölümü, müşriklerin ahiret, ölümden
sonra diriliş ve hesaplama meselesine ilişkin sözlerini sunuyor. Buna inkar
edemedikleri kendileri ile yakından ilgili, kendi varoluşlarını örnek
göstererek cevap veriyor. Sonra bir kıyamet sahnesini sunuyor. -Henüz vakti
gelmemiş olsa bile-. Bu sahneyi bizzat kendi başlarına gelmiş gibi
görüyorlar. Çünkü Kur'an'ın ifade tarzı sahneyi o kadar canlı, o kadar somut
sunuyor ki, onlar kelimeler arasından gözleriyle görüyor gibi oluyorlar.
Ardından sure, gökler, yer, göklerde ve yerdeki
alemler üzerindeki tek ve ortaksız Rabblığa sahip Allah'ı överek, önünde
hiçbir başın dikilemediği, hiçbir küstahın boynunu uzatamadığı gökler ve
yerdeki eşsiz büyüklüğünü, yüceliğini kutsayarak sona eriyor... O, üstün
iradelidir, her yaptığını bir hikmete göre yapar.
24- "Hayat, ancak bu
dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak zaman yok eder"
derler. Onların bu hususta bir bilgisi yoktur; sadece böyle zannederler.
25- Ayetlerimiz
onlara açık açık okunduğu zaman delilleri yalnızca: "Doğru sözlü iseniz
babalar:mm getirin bakalım" demek olur.
26- De ki: "Sizi
Allah diriltir, sonra öldürür, sonra sizi şüphe götürmeyen kıyamet gününde
toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler.
İşte böylesine dar, böylesine kısır bir görüşe
sahiptiler. Onlara göre hayat, bu dünyada gözleriyle gördükleri bölümdür.
Bir kuşak ölür bir diğer kuşak doğar. Görünüşe bakılırsa ölüm onlara
ulaşmıyor, sadece günler geçiyor, zaman dürülüyor. Onlar ölüyorlarsa, yaşama
sürelerini sona erdiren, bedenlerine ölümü ulaştıran, böylece onları öldüren
zamandır.
Hiç kuşkusuz bu, dış görünüşü aşamayan, dış
görünüşün arka planındaki sırları araştırmayan yüzeysel bir görüştür.
Mademki, ölüm belli bir düzen uyarınca, belirlenmiş günlerin sonunda
bedenlere ilişmiyor ve mademki sandıkları gibi hayatlarına son veren
günlerin geçmesidir, peki bu hayat nereden geldi onlara? Geldikten sonra kim
alıp, götürüyor hayatlarını? Halbuki yaşlılar gibi çocuklar da ölüyor.
Hastalarla birlikte sağlıklılar da ölüyor. Zayıflar gibi kuvvetliler de
ölüyor. Öyleyse meseleyi dikkatlice eşeleyen, sebeplerin gerçek mahiyetini
bilmek, kavramak isteyen biri açısından ölümü zaman olgusu ile açıklamak
mümkün olmayacaktır.
Bunun için yüce Allah onlarla ilgili olarak şöyle
diyor:
"Onların bu hususta bir' bilgisi yoktur, sadece
böyle zannederler."
Akıl almaz, boş, karmaşık bir zandır bunlarınki. Bir
düşünceye, bir bilgiye
dayanmıyor. Meselelerin özünü anlamayı öngörmüyor.
Hayat ve ölüm olaylarının ötesinde insanın iradesinden başka bir iradenin,
günlerin geçmesinden başka bir sebebin varlığına tanıklık eden sırra
bakmıyorlar.
"Ayetlerimiz onlara açık açık okunduğu zaman
delilleri yalnızca: `Doğru sözlü iseniz babalarımızı getirin bakalım' demek
olur."
Bu söz de tıpkı az önceki gibi, yaratılışın
yasalarını, bu konuda yüce Allah'ın öngördüğü hikmeti, bu hikmetin ötesinde
gizli bulunan ve derin ilahi hikmetle bağlantılı bulunan hayat ve ölüm
sırrını kavrayamamış olmaktan kaynaklanan yüzeysel bir görüştür. İnsanlar,
amel edecek bir fırsat bulsunlar ve yüce Allah onlara bahşettiği şeylerle
onları sınasın diye yeryüzünde yaşıyorlar. Sonra da ölüyorlar, yüce Allah'ın
belirlediği hesaplaşana ve hayat devresindeki sınavın sonucu ortaya çıkana
kadar. Bu yüzden insanlar öldükten sonra tekrar dünyaya dönmezler. Çünkü
belirlenen gün gelmeden ölenlerin gelmesini gerektiren bir hikmet yoktur.
Dolayısıyle bazı insanlar öyle istiyorlar diye ölüler dünyaya geri
dönmezler. Çünkü varlıklar aleminin dayandığı büyük evrensel yasalar
insanların önerileri ile değişmezler. Bu yüzden onların apaçık ayetler
karşısında ileri sürdükleri basit önerilerin gerçekleşme imkanı yoktur:
"Doğru sözlü iseniz babalarımızı getirin bakalım!"
Yüce Allah üstün hikmeti uyarınca planladığı süre
dolmadan önce atalarım niçin getirecekmiş? Yüce Allah'ın ölüleri
diriltebileceğine inanmaları için mi? Ne tuhaf bir şey! Yüce Allah varoluş
yasası uyarınca her an gözlerinin önünde bir hayat varetmiyor mu?
"De ki: `Sizi Allah diriltir, sonra öldürür, sonra
sizi şüphe götürmeyen kıyamet gününde toplar: '
İşte, ölmüş atalarının şahsında görmek istedikleri
mucize budur. İşte bu mucize, bizzat gözlerinin önünde gerçekleşiyor.
Canlıları dirilten Allah'tır. Sonra Allah onları öldürüyor. Şu halde O'nun
insanları öldükten sonra diriltmesinde, kıyamet günü bir araya getirmesinde
şaşılacak birşey yoktur. Öyleyse her an bir benzerini gözleriyle gördükleri
bu olaydan kuşku duymaları için bir neden yoktur:
"Fakat insanların çoğu bilmezler."
Bu somut gerçeğin üzerine, tüm canlıların döneceği
merciye yönelik bir işaretle değerlendirme yapılıyor:
27- Göklerin ve
yerin hükümranlığı Allah'ındır. Kıyamet kopacağı gün, işte o gün batıl
sözlere uymuş olanlar hüsranda kalırlar.
28- O gün her ümmeti
Allah'ın huzurunda diz çökmüş olarak görürsün. Her ümmet kitabını almaya
çağırılır: "Bugün size işlediğinizin karşılığı verilecektir."
29- İşte kitabımız
aleyhinize konuşuyor, gerçeği söylüyor. Çünkü biz yaptıklarınızı
yazıyorduk..
Şu halde mülkünde bulunan herşeye O egemendir.
Mülkündeki herşeyi O yaratmıştır. Mülkündeki canlı ve cansız varlıkları
varetmeye, yeniden yapmaya O'nun gücü yeter.
İNKARCILARIN KORKUNÇ
AKİBETİ
Sonra surenin akışı kuşku duydukları kıyamet
gününden bir sahne sunuyor.
Daha birinci ayette, batıl taraftarlarının akıbeti
vurgulanıyor. Onlar geleceğinden kuşku duydukları bugünde hüsrana
uğruyorlar. Sonra ifadeler arasından bakıyoruz ve birden dehşet verici
genişlikte bir meydan çıkıyor karşımıza. Bütün kuşaklar bu gezegen
üzerindeki uzun-kısa yaşamlarını tamamlamış ve şimdi de bu meydanda
toplanmışlardır. Ümmet ümmet ayrılıp dizi üstü çökerek korkunç hesaplaşmayı
beklemektedirler. Hiç kuşkusuz bütün insanların tek bir alanda toplanarak
oluşturduğu dehşet verici kalabalık korkunç bir sahnedir. Orada bulunanların
tümünün dizüstü çökmüş bulunmasının oluşturduğu manzara korkunçtur. Bundan
sonra hesaplaşmanın başlayacak olması da büsbütün dehşet vericidir. Her
şeyden önce, kullarına nimetler bahşeden, onlara sayısız lütuflarda bulunan,
ama şu alanda toplanmış bulunanların çoğunun nimetlerine şükretmediği,
lütuflarını anlayamadığı caydırıcı ve karşı konulmaz güce sahip yüce
Allah'ın huzurunda toplanılmış olması sahneyi daha bir korkunçlaştırıyor,
insanı dehşete salıyor.
Sonra şu dizüstü çökmüş, dehşetten donakalmış ve
boğuk boğuk soluyan bu ölgün kalabalığa şöyle sesleniyor:
"Bugün size işlediğinizin karşılığı verilecektir.
İşte kitabımız, aleyhinize konuşuyor, gerçeği söylüyor. Çünkü biz,
yaptıklarınızı yazıyorduk."
Böylece hiçbir amellerinin unutulmayacağını veya
kaybolmayacağını anlıyorlar. Hem nasıl olabilir ki, herşey yazılıyken,
hiçbir şey Allah'ın bilgisinin kapsamının dışında kalmazken, ondan
gizlenemezken?
Sonra değişik kuşaklardan ve farklı ırklardan oluşan
bu kalabalık, bu milletler topluluğu iki gruba ayrılıyor. Yığınlarca insan
iki gruba bölünüyor: Müminler ve kafirler... Allah katında sadece bu iki
bayrak ve sadece bu iki grup geçerlidir. Allah'ın taraftarları
(Hizbullah)... Ve şeytanın taraftarları (Hizbuşşeytan)... Bunun dışındaki
tüm milletler, mezhepler, ırklar ve ümmetler bu iki gruba katılıyorlar:
30- İnanıp iyi işler
yapanlara gelince; Rabbleri onları rahmetinin kapsamına alır. İşte apaçık
kurtuluş budur.
Uzun bekleyişten, sıkıntıdan, ızdıraptan
kurtulmuşlardır. Ayet-i kerime bu tatlı havayı biran önce yapmak için
onların işini çabucak ve kolayca sonuçlandırıyor.
Sonra bakışlarımızı -cümleler arasından- diğer gruba
çeviriyoruz. Bir de ne görelim? Uzun uzun azarlanıyorlar. Rezil edici
şekilde her şeyleri ortaya dökülüyor, teşhir ediliyor. En çirkin sözleri, en
iğrenç davranışları hatırlatılıyor:
31- Ancak kafirlere
gelince: Ayetlerim size okunurdu, fakat siz büyüklük tasladın:z ve suçlu bir
toplum oldunuz değil mi?
32- Allah'ın va'di
gerçektir. "Kıyamet gününün geleceğinden şüphe yoktur" dendiği zaman;
"Kıyamet nedir bilmiyoruz" demiştiniz ha?!
Şimdi durumu nasıl görüyorsunuz? Gerçeği nasıl
tadıyorsunuz? Ayetlerin akışı, bu felakete uğrayanların başına gelenlerin
bir kısmını anlatmak üzere onları biran için kendi hallerine bırakıyor:
33- Yaptıklarının
kötülükleri onlara göründü ve alay edip durdukları şey onları kuşattı.
34- Onlara denildi
ki: "Siz bu günümüze kavuşacağınızı nasıl unutmuşsanız, biz de bugün sizi
unuttuk. Yeriniz ateştir, yardımcılarınız da yoktur."
35- Böyledir, çünkü
siz Allah'ın ayetlerini eğlence yaptınız; dünya hayatı sizi aldattı.
Sonra ayetlerin akışı, rezil etmek, azarlamak,
önemsizliklerini, basitliklerini ve elem verici akıbete uğrayacaklarını
vurgulamak üzere yeniden onlara dönüyor. Bunun ardından, son olarak
varacakları akıbet duyurulduktan sonra üzerlerine perde iniyor. Onlar bir
daha çıkmamak, mazeretleri kabul edilmemek ve hoş tutulma istekleri geri
çevrilmek üzere cehennemde kendi hallerine bırakılıyorlar. : ,
"Artık bugün onlar ne ateşten çıkarılırlar ve ne de
özürleri kabul edilir."
Sanki biz bu ifadelerin yankısı arasında son kez
kapanan kapıların çıkardığı gıcırtı sesini işitiyor gibiyiz. Artık sahne
kapanmıştır. Bundan sonra değişiklik yapma, yeniden düzenleme imkanı
kalmamıştır.
ÖVGÜNÜN MUTLAK
SAHİBİ
Bu derin etkili sahnenin ardından surede son kez
Allah'ı övme, O'nu yüceltme sesleri yankılanıyor:
36- Hamd, göklerin
Rabbi, yerin Rabbi ve bütün alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
37- Göklerde yerde
ululuk, yalnız O'na aittir. O, üstün iradelidir, her yaptığını bir hikmete
göre yapar.
Her tarafta Allah'ı övme sesleri yankılanıyor. Göğü
ile, yeri ile, insanı ile cinni ile, kuşu ile, hayvanları ile, içindeki
canlı cansız varlıkları ile bütün varlık alemi üzerindeki tek ve ortaksız
Rabblığı duyuruluyor. Buna göre bütün varlıklar tek bir Rabbin gözetimi
altındadırlar. Onları yöneten ve gözeten sadece O'dur. Gözetim ve
yönetiminden dolayı O'na hamdolsun.
Her tarafta Allah'ı ululama sesleri yükseliyor. Bu
varlık alemini bütünüyle kaplayan Allah'ın sınırsız büyüklüğü duyuruluyor.
Böylece bütün büyükler küçülüyor. Bütün zorbalar bir kenara fırlatılıyorlar.
Bütün azgınlar, varlık alemini kaplayan bu sınırsız büyüklüğe teslim
oluyorlar.
Büyüklüğü ve Rabblığı ile birlikte O, herşeye gücü
yeten üstün iradelidir. Herşeyi düzenleyen hikmet sahibidir: "O, üstün
iradelidir, her yaptığını bir hikmete göre yapar." Ve alemlerin Rabbi olan
Allah'a hamdolsun.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.