62-Cuma
1- Göklerde ve yerde
olanların hepsi mülkün sahibi, mukaddes, aziz, hakim olan Allah'ı tesbih
eder.
Bu giriş, varlık dünyasında bulunan herşeyin sürekli
olarak Allah'ı tesbih ettiği gerçeğini ifade etmektedir. Ve yüce Allah, bu
surenin konusu ile derin ilgisi bulunan bir sıfatı ile nitelenmektedir. Bu,
adı Cuma suresi olan ve cuma namazının kendisiyle öğretildiği bir suredir.
Cuma namazı zamanında müminlerin kendilerini Allah'ı anmaya adamaları,
eğlence ve ticareti bırakmaları, her türlü uğraşıdan daha iyi kazançları
olan Allah katındaki mükafatı elde etmeye teşvik eden bir suredir. Bu
nedenle Allah'ın "Melik" sıfatı sözkonusu edilmektedir. Yani herşeye sahip
olma... Allah'ın bu sıfatı onların kâr elde etme amacıyla peşinde koştukları
ticarete uygun düşmektedir. Ayrıca Allah'ın "Kuddûs" sıfatına da
değinmektedir. Yani göklerde ve yerde bulunan herşeyin takdis ve tenzih ile
kendisine yöneldiği yüce yaratıcı... Bu da onların Allah'ı anmayı bırakıp
oyuna dalmalarına uygun düşmektedir. "Aziz" sıfatına da yahudilerin
kendisine çağrıldığı meydan okuyuşla ilgili olarak değinilmektedir. Ayrıca
buna tüm insanların değişmez kaderi olan ölüm, Allah'a dönüş ve hesaba
çekilme dolayısıyla yer verilmektedir. Allah'ın "Hakim" sıfatına da yer
vermektedir. Bu da yüce Allah'ın ümmi olan Arapları seçerek onların içinden
bir peygamber göndermesi, bu peygamberin onlara Allah'ın ayetlerini okuyup
gönüllerini arındırması, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretmesiyle
ilgilidir. Bunların hepsi girişleri ve bağları ince ve güzel olan
çağrışımlardır.
Ardından surenin ana konusuna geçiliyor:
2- Ümmiler arasından
kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve
hikmeti öğreten bir peygamber gönderen Allah'tır: Halbuki onlar daha
önceleri apaçık bir sapıklık içindeydiler.
3- Bu peygamber yine
onlardan olup henüz kendilerine yetişmemiş bulunan başka insanlara da
gönderdik. O Azizdir, Hakimdir.
Söylentilere göre Araplar çoğunlukla okuma yazma
bilmedikleri için ümmi diye biliniyorlardı. Yine peygamberden şöyle bir
rivayet de aktarılmaktadır. Ki O: Parmakları ile işaret ederek ay şöyle
şöyle şöyledir demiş ve "Biz ümmi bir milletiz. Ne hesap eder ne de
yazarız." (İmam Cessas, "Ahkamil Kur'an" adlı kitabında bu hadisi isnadsız
olarak kaydetmiştir)
Yine bir söylentiye göre yazı yazamayan insanlar
"ümmi" diye adlandırılırlar. Böylece annesinden doğduğu hal üzere kalan,
demek olmuş olur. Zira yazı yazabilmek ancak çaba sarf edip öğrenerek elde
edilebilir. Araplar, yahudilerin kendilerinden başka milletlere İbranice de
"Cuyim" yani diğer milletler dedikleri için de bu ismi almış olabilirler.
Ümmi, yani diğer ümmetlere mensup olanlar. Çünkü onlar kendilerini Allah'ın
seçkin milleti, diğerlerini de alelade milletler olarak kabul ediyorlardı!
Arapçada tekile nisbet esastır. Bu durumda ümmetin nisbeti ümmiler olur. Bu
yaklaşım, surenin konusuna daha da yakın kabul edilebilir.
Yahudiler, son peygamberin kendilerinden seçilmesini
bekliyorlardı. Onlar bu peygamberin o zamanki dağınık yahudileri
birleştireceğini ve yenilgiden sonra zafere kavuşturacağını, zilletten sonra
onurlu bir hayata erdireceğini düşünüyorlardı. Bununla Araplara karşı galip
geleceklerini, yani bu son peygamberle fetihler elde edeceklerini
hesaplıyorlardı.
Fakat Allah'ın hikmeti, bu son peygamberin
Araplardan, yahudi olmayan diğer bir milletten, olmasını uygun gördü. Çünkü
yüce Allah yahudilerin artık insanlığa yeni mükemmel bir önderlik yapmaları
için gereken özelliklerini yitirdiklerini biliyordu. Nitekim bu gerçek
surenin gelecek bölümünde ifade edilmektedir. Yahudiler, "Saf" suresinde de
belirtildiği gibi, doğru yoldan ayrılmış ve sapıklığa düşmüşlerdi. Uzun
tarihlerinden de, dejenere oldukları anlaşıldığı gibi, onlar bu emaneti
yüklenmeye elverişli bir karekterde değillerdi!
Bunun yanında Rahmanın dostu Hz. İbrahim'in -selâm
üzerine olsun- duası da Kabe'nin gölgesinde İsmail (a.s.) ile birlikte
Allah'a yönelttiği duası vardı:
"Hani İbrahim ile İsmail, Kabe'nin duvarlarını
yükseltirlerken şöyle dua etmişlerdi: `Rabbimiz, yaptığımızı kabul et; hiç
şüphesiz sen herşeyi işiten ve bilensin." (Bakara suresi, 127)
Ortada gaybın ötesinden gelen, çağların gerisinden
uzanan ve buna rağmen Allah katında Allah'ın ilmine ve hikmetine uygun
olarak kendisi için belirlenen zamanı gelinceye kadar saklı tutulan bu dua
da sözkonusu idi. Allah'ın takdirinde ve planında, uygun zamanı geldiğinde
bu dua gerçekleşecek, hiçbir şeyin ileri alınamayacağı ve hiçbir şeyin geri
kalmayacağı ilahi düzenlemenin gereği olarak bu dua gelip evrendeki
fonksiyonunu icra edecekti. Bu çağrı Allah'ın takdirine ve planlamasına
uygun olarak gerçekleşti. Hem de surenin burasında, Hz. İbrahim'in ilgili
bütün yönleri ile birlikte "Ümmilerin aralarından kendilerine Allah'ın
ayetlerini okuyan içlerini arındıran kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber
gönderdi: ' Tıpkı Hz. İbrahim'in dilediği gibi oldu. Hz. İbrahim'in
duasındaki Allah'ın sıfatları bile burada aynen veriliyor. "Doğrusu sen aziz
ve hakimsin:' Bu ifade burada Allah'ın nimetini ve lütfunu hatırlatan
ifadenin ardın-dan yer alan cümlenin aynısı. "O azizdir, hakimdir."
Hz. Peygambere bu konuda sorulan bir soru üzerine O
şöyle demiştir: "Bu, atam İbrahim'in duası ve Hz. İsa'nın müjdesidir. Annem
bana hamile kaldığında kendisinden Busra'nın saraylarını ve Şam'ın diyarını
aydınlatan bir nurun yükseldiğini görmüştü." (Bu rivayeti İbni İshak, Sevr
bin Zeyd, Halid bin Zeyd, Halid bin Ma'an kanalı ile Hz. Peygamber'in
sahabelerine dayandırmıştır. İbni Kesir derki: Bu güzel bir isnattır. Birçok
yönden onu destekleyen rivayetler vardır)
"Ümmiler arasından kendilerine Allah'ın ayetlerini
okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber
gönderen Allah'tır Halbuki onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler."
Yüce Allah'ın ümmileri apaçık bir kitabın sahibi
kılmak, kendilerinin içinden bir peygamber göndermek için, ümmileri seçmesi
onlar için Allah'ın apaçık bir lütfudur. Allah'ın peygamberini onların
arasından seçmesi onları yüksek bir makama çıkarmıştır. Peygamber onları
veya onlara Allah'ın ayetlerini okuyarak onları ümmilikten, bilinçsizlikten
kurtarmıştır. Onların durumlarını değiştirmiş ve milletler içinde onları
seçkin bir yere getirmiştir.
"Onları arındıran:' Bu gerçekten bir temizleme ve
gerçekten bir arındırmaydı. Hz. Peygamber onların vicdanlarını ve
düşüncelerini arındırıyor, içlerini ve ahlâklarını temizliyordu. Aile
hayatlarını ve sosyal hayatlarını tertemiz hale getiriyordu. Bu gönülleri
şirk inançlarından kurtarıp tevhid inancına yükseltiyordu. Yanlış
düşüncelerden, imana ulaştırıyordu. Onları ahlâki bozuklukların
pisliklerinden arındırıp imana dayalı temizliğe, faiz ve haram kazancın
kirlerinden, helal kazancın temizliğine kavuşturuyordu. Bu gerçekten hem
birey hem de toplum için kapsamlı bir arındırmaydı. Mutlu bir hayatın,
gerçeğe dayalı bir yaşamın müjdecisiydi. Bu öyle bir arındırmaydı ki, insanı
hayata ve kendi özüne yetişmesine ilişkin tüm düşüncelerini aydınlık
ufuklara yükseltiyor, burada onu Rabbiyle irtibata, yüceler alemi ile
ilişkiye geçiriyordu. Düşüncesi ve eylemi ile, bu onurlu yüce alemin
değerlerini ön plana çıkarıyor ve ona göre meseleleri değerlendiriyordu.
"Onlara kitabı ve hikmeti öğreten..." Onlara kitabı
öğretir, kitaplı bir toplum olurlar. Onlara hikmeti öğretir, işlerin,
eşyanın gerçeklerini kavrarlar, anlarlar. Güzel bir şekilde herşeyi takdir
ederler. Ruhlarına, hükmün ve işin doğrusunu bu hikmet ilham eder. Bu ise
gerçekten büyük bir erdemliliktir.
"Halbuki onlar daha önceleri apaçık bir sapıklık
içindeydiler." Cafer bin Ebi Tâlib'in Habeşistan hükümdarı Necaşi'ye
açıkladığı cahiliyye sapıklığı içinde. Kureyşliler Amr bin As'ı ve Abdullah
ibni Ebi Rebici'yi Necaşi'ye göndererek oraya hicret eden müslümanlara karşı
onu kışkırtmak, onların hükümdar katındaki değerlerini düşürmek ve böylece
onların onun himayesi ve ağırlaması dışına çıkarmak için göndermişlerdi.
Cafer der ki:
"Ey hükümdar! Biz cahiliyye içinde yaşayan bir
toplumduk. Putlara tapar, ölü eti yer, fuhuş içinde yaşar, akrabalık
bağlarını koparır, komşularımıza kötü davranırdık. Güçlü olanlarımız, zayıf
olanlarımızı yerdi. Biz bu halde iken yüce Allah bize içimizden bir
peygamber gönderdi. Bu peygamberin soyu belli idi. Doğruluğu, eminliği ve
iffetli oluşu herkesçe biliniyordu. Bu peygamber bizi Allah'a çağırdı. O'nu
bir bilmeye ve O'na ibadet etmeye, O'nun dışında bizim ve atalarımızın ilah
diye tapındığımız taşlara ve putlara ibadet etmekten el etek çekmeye
çağırdı. Bize doğru sözlü olmayı, emanete riayet etmeyi, akrabalarla
ilişkileri güzelleştirmeyi, komşulara iyi davranmayı öğütledi. Kan dökmeyi
ve haram kazanç elde etmeyi yasakladı. Bizi fuhuştan, yalan sözden, yetim
malı yemekten, iffetli kadınlara iftira atmaktan men etti. Allah'a kulluk
etmemizi, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamamızı istedi. Namaz kılmamızı, oruç
tutmamızı ve zekat vermemizi emretti: '
Onlar cahiliyye devrinin bunca sapıklığına rağmen
yüce Allah onların islam inancını taşıyabilecek en güvenilir kimseler
olduğunu, zira onların içinde iyiliğe ve düzelmeye ilişkin bir yetenek
olduğunu biliyordu. Yeni çağrı için potansiyel bir güçleri bulunuyordu.
Yahudilerin kalpleri Mısır'da geçirdikleri uzun zillet hayatı boyunca
kararmış, içleri sapıklıklar, döneklikler ve komplekslerle dolmuştu. Artık
bundan sonra onlar asla düzelmeyeceklerdi. Ne Hz. Musa'nın hayatında ne de
O'ndan sonra. Neticede yüce Allah'ın gazabına ve lanetine uğramışlardı. Ve
yeryüzünde kıyamete kadar Allah'ın dinini ayakta tutma emaneti ellerinden
alınmıştı.
Cenabı Allah yine biliyordu ki bu sıralarda Arap
yarımadası bütün bir dünyayı cahiliyyenin sapıklığından ve o zamanki büyük
imparatorlukların çözülmüş uygarlıklarından kurtaracak çağrıya en güzel
beşikti. Zira o sırada bu imparatorluklar gırtlaklarına kadar bataklığa
gömülmüşlerdi. Bu durumu çağdaş bir Avrupalı yazar şöyle dile getiriyor:
"Beşinci ve altıncı asırlarda uygarlıklar alemi
korkunç bir buhran ve uçurumun kenarındaydı. Anarşi her tarafa egemendi.
Zira uygarlıkların kurulmasına ve ayakta durmasına destek olan inançlar
yıkılıp yok olmuşlardı ve ortada onlardan boşalan yeri dolduracak bir değer
de yoktu. Yine anlaşılıyor ki kurulması dört bin sene alan büyük medeniyet
de parçalanmak ve çözülmek üzereydi. Bütün bir insanlık yeniden kargaşa ve
vahşete dönmek üzereydi. Kabileler boğuşuyorlardı. Hiçbir kanun ve düzen de
yoktu. Hristiyanlığın kurduğu düzenler birliğe kavuşturup düzene sokacağı
yerde, ayrılığa, felaket ve yıkıma yol açıyordu. Medeniyet o gün dalları
dünyanın her tarafına uzanan büyük bir ağacı andırıyordu. Bu ağaç gün
geçtikçe takattan düşüyordu. Özüne varıncaya kadar her tarafında çürüme,
bozulma egemendi... İşte bu alabildiğine geniş kapsamlı, bozuk ortamın
içinde bütün dünyayı birleştiren adam dünyaya geldi."
Bu tablo Avrupalı bir yazarın bakış açısından
alınmıştır. İslami bir bakış ile olaya baktığımızda o günkü ortamın daha
karanlık ve daha kötü olduğunu görürüz!
Yüce Allah çöl gibi bir yarımadada yaşayan bedevi
bir milleti bu dinin mesajını taşımaları için seçmiştir. Çünkü yüce Allah
onların içlerinde ve içinde yaşadıkları şartlarda düzelme yeteneği olduğunu,
çaba ve verim için potansiyel bir güç sahibi olduklarını biliyordu. Bu
nedenle onlara kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyacak, onları arındıracak,
kitabı ve hikmeti öğretecek peygamberini gönderdi. Daha önceleri apaçık bir
sapıklık üzere bulunmalarına rağmen.
"Henüz kendilerine yetişmemiş olan başka insanlara
da gönderdik. Allah azizdir, hakimdir."
Bu, başkalarının kim olduğuna ilişkin birkaç rivayet
kaydedilmiştir. İmam-ı Buhari -Allah ona rahmet eylesin- der ki; Abdülaziz
bin Abdullah bize Süleyman bin Bilal'den o da Sevr'den, o da Ebu Gays'dan, o
da Ebu Hüreyre'den onun şöyle söylediğini bize haber verdi: "Biz Hz.
Peygamberin yanında oturuyorduk. Bu arada Cuma suresi kendisine indi. "Henüz
kendilerine ulaşmamış olan başkalarına da" ayeti gelince dinleyenler:
"Bunlar kimdir ey Allah'ın elçisi?" diye sordular. Peygamber, onlara bu
soruyu üç kere tekrar edinceye kadar cevap vermedi. Aramızda Selman-ı
Farisi'de vardı. Hz. Peygamber elini Selman-ı Farisi'nin üzerine koyarak
şöyle buyurdu: "Eğer iman süreyya yıldızında da olsa bunlardan bir adam ya
da bazı adamlar yine de ona ulaşırlardı." dedi." Bu da gösteriyor ki bu
ayeti kerime Farslıları da kapsamaktadır. Bu nedenle Mücahid bu ayetin
yorumunda demiştir ki; Bunlar Acemler ve Arapların dışında Hz. Peygambere
inanan herkestir. İbni Ebi Hatim der ki; babam, İbrahim İbni A'la Zebidi,
Velid İbni Müslim, Ebu Muhammed İsa bin Musa, Ebu Hazim kanalıyla Sehl bin
Sa'd Saidi'nin şöyle dediği kaydedilmiştir: Resulullah buyurdu ki:
"Ümmetimin, nesillerinin içinde öyle erkek ve kadınlar vardır ki hesaba
çekilmeden cennete gireceklerdir." Peygamber sonra "Henüz onlara ulaşmamış
onlardan başkalarına da" ayetini okudu. Yani bunlar, Hz. Muhammed'in
ümmetinin uzantısının uzantılarıdır.
Bu her iki yorum da ayetin kapsamına girmektedir.
Ayet Arapların dışında kalan başka müslümanları kapsadığı gibi Kur'an'ın
kendisine indiği nesilden başka nesilleri de kapsamaktadır. Bu ayet de
gösteriyor ki, islam ümmeti yeryüzünün her tarafına uzanan zamanın her
tarafına yayılan birbirine bağlı halkalar niteliğindedir. Bu şekilde büyük
emaneti taşımakta ve Allah'ın son dini üzere ayakta durmaktadır.
"Allah azizdir, hakimdir." Güçlüdür, dilediğini
seçmeye gücü yeter. Hakimdir, seçilecek yerleri bilir. Allah'ın öncekileri
ve sonrakileri seçmiş olması bir lütuf ve ikramdır:
4- Bu Allah'ın
dilediğine verdiği lütuftur. Allah büyük lütuf sahibidir.
Yüce Allah'ın, bir toplumu, bir milleti veya bir
ferdi bu büyük emaneti taşısın, Allah nurunun konduğu, onun feyzinin
alındığı yer olsun, göğün kendisi vasıtası ile yerle temasa geçtiği merkez
olsun diye seçmesi. Evet işte Allah'ın bu seçmesi dahi eşi ve dengi
bulunmayan bir lütuftur. İnanmış insanın canını, malını ve hayatını uğrunda
feda etmesine değer lütuftur. Yolun zorluklarına, mücadelenin acılarına ve
cihadın tüm zorluklarına denk gelen bir lütuf.
Yüce Allah Medine'deki müslüman topluluğa ve henüz
onlara ulaşmamış, onlardan sonra gelecek onlara bağlı müslümanlara
hatırlatıyor. Onlara bu emaneti taşımak için kendilerini seçmiş olma lütfunu
hatırlatıyor. Kendilerine kitabı okuyacak, kendilerini arındıracak,
kendilerine kitabı ve hikmeti öğretecek peygamberi aralarından, içlerinden
çıkarmakla ilgili lütfunu, ihsanını hatırlatmaktadır. Zaman süreci içinde
sonradan gelecek nesillere ilahi azıktan ve ilk müslüman cemaatin yaşadığı
hayat gerçeklerinden bir dizi deneyimler, geniş çaplı tecrübeler
bırakmıştır. Yüce Allah, yanı başında tüm değerlerin ve tüm nimetlerin
küçüldüğü ve yanında bütün fedakarlıkların ve acıların basitleştiği bu büyük
lütfu ve ihsanı hatırlatmaktadır.
KİTAP YÜKLÜ EŞEKLER
Bundan sonra yahudilerin Allah'ın emanetini taşıma
hususundaki görevlerinin sona erdiğini ifade ediyor. Çünkü onların artık bu
emaneti yüklenecek kalpleri yoktur. Zira bu emaneti ancak diri, keskin
anlayış ve kavrayış sahibi, bilinçli, duyarlı kendini yüklendiği göreve
adayan kalpler taşıyabilirler.
5- Kendilerine
Tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap
yüklü eşeğin durumu gibidir. Allah'ın ayetlerini yalanlayanların durumu ne
kötüdür. Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.
İsrailoğulları Tevrat'ı yüklendiler. Şeriat ve
akidenin emaneti ile yükümlü oldular. "Sonra O'nu taşımadılar." Zira emaneti
yüklenmek; anlamak, öğrenmek ve kavramakla başlar. Emanetin gereğini hem iç
dünyada hem de dış dünyada gerçekleştirmek için çalışmakla sona erer. Ne
varki İsrail oğullarının Kur'an-ı Kerim tarafından aktarılan ve tarihi
gerçeğinden de ortaya çıktığı gibi, hayatları onların bu emaneti takdir
ettiklerini, onun gerçek yüzünü kavradıklarını ve onu pratik hayatlarında
yaşadıklarını göstermemektedir. Bu nedenle onlar koca koca kitaplar taşıyan
eşeklere dönmüşlerdir. Sadece onların ağırlığını taşımışlar, onlara sahip
çıkmamışlardır. Onun amacına katkıda bulunmamışlardır.
Bu tablo çirkin ve iğrenç bir tablodur. Kötü ve
çirkin bir örnektir. Bununla beraber doğru bir gerçeği dile getiren bir
tablodur. Allah'ın ayetlerini yalanlayan topluluğun durumu örneği ne
kötüdür: "Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez." İnanç emanetini
yüklenip sonra onun gereğini yerine getirmeyenler, pek çok nesiller boyunca
bozulan ve bu zamanda yaşayanlar, müslümanların adlarını taşıdıkları halde
onların yaptıklarını yapmayanlar, özellikle Kur'an'ı ve kitapları okudukları
halde içindekilerle amel etmeyenler, gereğini yerine getirmeyenler, evet
bunların hepsi önce Tevrat'ı yüklenip sonra gereğini yerine getirmeyenler
gibidirler. Tıpkı koca koca kitapları taşıyan eşekler gibi. Bu tür insanlar
çok hem de pek çoktur! Çünkü mesele taşınan ve okunan kitaplar meselesi
değildir. Önemli olan bu kitaplardakini güzelce kavramak ve gereğini yerine
getirmektir, anlamak ve yaşamaktır. Yahudiler, -bugün de kendilerini öyle
kabul ettikleri gibi- Allah'ın seçkin milleti olduklarını iddia ediyorlardı.
Kendilerinin dışında kalanlara ise "Cuyim" yani diğer milletler veya
bilgisizler diyorlardı. Bu nedenle diğer milletlere karşı dinlerinin
hükümlerine uymalarının gerekmediğini ileri sürüyorlardı. "Ümmilere (kendi
dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur." (Al-i İmran
suresi, 75) Yahudilerin buna benzer hiçbir delile dayanmadan Allah adına
uydurdukları yalana dayalı nice iddialar vardır. Bu nedenle surenin
burasında karşılıklı beddualaşma gündeme geliyor. Bu karşılıklı beddualaşma
hem onlara, hem hristiyanlara hem de Mekke'deki müşrik Araplara
yöneltilmişti:
MEYDAN OKUYUŞ
6- De ki: "Ey
yahudiler! Bütün insanlar bir yana, yalnız kendinizi Allah'ın dostları
olduğunuzu iddia ediyorsanız ve bu iddianızda samimi iseniz, ölümü dileyin
bakalım." '
7- Dünyada
yaptıklarından dolayı, ölümü asla istemezler. Allah, zalimleri çok iyi
bilendir.
8- De ki: "Doğrusu
kendisinden kaçtığınız ölüm mutlaka karşınıza çıkacaktır; sonra, görüleni de
görülmeyeni de bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O size yaptıklarınızı haber
verecektir."
Ayet-i Kerimede geçen "mübahele" birbirleriyle
mücadele eden iki grubun karşı karşıya durarak hep beraber Allah'a niyaz
etmeleri ve hangisi yanlış yolda ise Allah'ın onu yok etmesini dilemeleri
anlamına gelir.
Nitekim bu grupların hepsi teker teker Hz.
Peygambere karşı mübaheleye girişmekten kaçınmış, O'na yanaşmamışlardır. Bu
meydan okuma çağrısına karşılık vermemişlerdir. Bu da gösteriyor ki onlar
bütün kalpleri ile Hz. Peygamberin doğru söylediğini ve islamın gerçek din
olduğunu biliyorlardı.
İmam Ahmed der ki: İsmail İbni Yezid Zerki, Ebu
Yezid, Fırat, Abdülkerim İbni Malik Cezeri, İkrime, İbni Abbas'tan şu haberi
nakletmişlerdir: Ebu Cehil "Eğer ben Muhammed'i Kabe'nin yanında görsem
gider O'nun boynuna çökerim" demişti. Buna karşılık Hz. Peygamber "Eğer o
böyle bir iş yapsaydı, melekler onu açıkta yakalarlardı. Eğer yahudiler
ölümü isteselerdi, ölürler ve ateşteki yerlerini görürlerdi. Hz. Peygamberle
mübaheleye girenler olsaydı geri döndüklerinde ne mallarından ne de
ailelerinden birşey görmezlerdi." (Bu hadis Buhari, Tirmizi ve Nesihi
Abdurrezzak, Muamei Abdülkerim kanalıyla rivayet etmişlerdi)
Bu bir mübahele olmaya da bilir. Onlara karşı bir
meydan okuma olabilir. Çünkü onlar diğer insanlardan ayrı olarak
kendilerinin Allah'ın dostları olduklarını iddia ediyorlardı. Öyleyse
ölümden niçin korkabilirlerdi ki? Ne diye insanların en korkakları
olabilirlerdi ki? Zira onlar öldüklerinde Allah'ın dostlarının ve kendisine
yakınlaştırılmış kullarının Allah katındaki mükafatlarına ulaşacak değiller
miydi?
Bu meydan okuyuştan sonra onların iddialarında
samimi olmadıklarını, gönül huzuru ile kendine dayanabilecekleri bir iyilik
yapmadıklarını, bundan dolayı herhangi bir mükafat ve yakınlık ümidi içinde
bulunmadıklarını ifade eden tesbitler yer alıyor. Onların sırf günah
işledikleri bu nedenle ölüm ve ötesinden korktukları belirtilmektedir. Çünkü
hazırlığı ve azığı olmayan insan yola koyulmaktan endişe eder.
"Dünyada yaptıklarından dolayı ölümü katîyken
istemezler ve Allah zalimleri çok iyi bilendir."
Bu bölümün sonunda ölüm gerçeği ve ötesi dile
getiriliyor. Onların ölümden kaçışlarının kendilerine bir yarar
sağlamayacağı açıklanıyor. Çünkü ölüm zorunludur. Ondan kaçış yok, ondan
sonrasından da kaçılamaz. Çünkü Allah'a dönüş ve insanın yaptıklarından
sorguya çekilmesi de kuşku götürmeyen kaçınılmaz bir gerçekliktir.
"De ki: `Doğrusu kendisinden kaçtığınız ölüm mutlaka
karşınıza çıkacaktır; sonra, görüleni de görülmeyeni de bilen Allah'a
döndürüleceksiniz. O size yaptıklarınızı haber verecektir."
Bu Kur'an-ı Kerim'in, hem o zamanki muhataplara hem
de onların dışındaki tüm insanlara yönelttiği mesaj dolu bir uyarısıdır.
İnsanların çoğu zaman unuttuğu, fakat nerede olurlarsa olsunlar yakalarını
bırakmayacak olan bir gerçeği gönüllerine yerleştirmektedir. Bu hayat birgün
elbet son bulacaktır. Bu hayatta Allah'tan uzak olmak, O'na dönüşle
sonuçlanacaktır. O'ndan kaçanların O'na sığınmaktan başka çareleri yoktur.
O'na dönüşten sonra sorguya çekilmek ve O'na göre yaptıklarının karşılığını
almak mutlaka gerçekleşecektir. Bundan kaçıp kurtulmak mümkün değildir.
Taberi, Mu ceminde, Muaz bin Muhammed Hazeli
hadisinden Yunus, Hasan, Semüre kanalıyla peygambere şu sözü izafe eder:
"Ölümden kaçan adara tilki gibidir. Yer ondan borcunu ister. O ise kaçmaya
çalışır. Nihayet yorulur, bitkin düşer ve inine girer. Yer yine ona; ey
tilki! borcum! der. Tekrar kalkar, sürünmeye başlar. Böyle sürünüp gider.
Boynu önüne düşüp ölünceye kadar kaçmaya devam eder."
Bu da son derece etkili, derin anlamlı ve canlı bir
ölüm tablosudur.
CUMA NAMAZI
9- Ey iman edenler!
Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış
verişi bırakın. Eğer siz gerçeği anlayan kimseler iseniz elbette bu, sizin
için daha hayırlıdır.
10- Namaz bitince
yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfunu isteyin. Allah'ı çok zikredin, umulur
ki kurtuluşa erersiniz.
11- Onlar bir
ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya giderler ve seni
ayakta bırakırlar. De ki: `Allah'ın yanında bulunan eğlenceden ve ticaretten
daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır."
Cuma namazı toplayıcı, kuşatıcı bir namazdır. Toplu
halde kılınmadan sahih olmaz. Bu haftalık bir namazdır. Orada müslümanların
toplanmaları buluşmaları, kendilerine Allah'ı hatırlatan konuşmayı
dinlemeleri zorunludur. Cuma namazı düzenli bir ibadettir. Zaten islam,
dünya ve ahiret hazırlığını tek bir düzen içinde ve tek bir ibadet sistemi
içinde çözüme kavuşturur. Her ikisi de ibadettir, bunların. Cuma namazı
islamın sosyal nitelikli inancını özel bir şekilde dile getirmektedir.
Nitekim "Saf" suresi ayetlerini açıklarken bu konuda bazı yorumlar
yapmıştık.
Cuma namazının fazileti, cuma namazına teşvik ve
banyo yapma, temiz elbiseler giyinme ve koku sürünme ile ilgili hazırlıkları
ifade eden pek çok hadisler de vardır.
Buhari ve Müslim'de İbni Ömer'den gelen bir
rivayette Resulullah'ın şöyle buyurduğu ifade edilmektedir: "Biriniz cuma
namazına giderken banyo yapsın." Sünen kitaplarının dördünde Evs İbni Evs
Sakafi'den gelen rivayette deniyor ki: Resulullah'tan işittim, şöyle
diyordu: "Kim cuma günü elbisesini yıkar ve banyo ederse, erken kalkar ve
erken yola düşerse, bineğe binmeyip yolda yürürse, imama yakın durur,
sözlerine kulak verip bu arada boş söz ve işle uğraşmazsa attığı her adım
için gündüzü oruçlu, gecesi ibadetli bir yıllık mükafat elde eder."
İmam-ı Ahmed, Kab bin Malik yoluyla Ebu Eyüp
Ensari'den, onun şöyle dediğini rivayet eder: Hz. Peygamber'den işittim,
şöyle diyordu: "Kim cuma günü yıkanır ve evindeki kokusundan sürünür, en
güzel elbiselerini giyer, sonra camiye gelip dilerse iki rekat namaz kılıp
kimseyi de rahatsız etmezse, imam hutbeye çıkıp, namazı bitirene kadar susup
sessiz kalırsa onun bu cumayla diğer cuma arasındaki günahları için kefaret
olur."
Bu bölümün birinci ayeti, müslümanların ezanı
duyduklarında alış-verişi ve diğer her türlü çalışmayı bırakmalarını
emretmektedir.
"Ey iman edenler, cuma günü namaza çağrıldığınız
zaman Allah'ı anmaya koşun ve alış-verişi bırakın: '
O andan itibaren dünya işlerinden sıyrıldıktan sonra
hemen Allah'ı anmaya geçmelerini teşvik etmektedir:
"Eğer siz gerçeği anlayan kimseler iseniz bu sizin
için daha hayırlıdır."
Bu da gösteriyor ki ticaret ve hayatın diğer
uğraşlarından el etek çekmek, böyle bir teşviki ve sevdirmeyi
gerektiriyordu. Bu aynı zamanda gönüller için sürekli bir uyarıdır. İnsanın
dünya işlerinden ve yeryüzünün cazibeli değerlerinden el etek çektiği,
kalbini bunlardan arındırdığı zaman dilimleri olmalıdır. Böylece yalnız
Rabbinin olabilmeli, O'nunla başbaşa kalmalı, kendini O'nun zikrine
adamalıdır. Bu çok özel tadın zevkine erebilmeli, böylece yüceler alemi ile
ilişkiye geçerek o aleme dalmalı, kalbini ve göğsünü bu hoş kokulu tertemiz
manevi hava ile doldurmalı, onun güzel kokusundan tadından, zevkinden payını
almalıdır.
Sonra dünya işlerine dönmeleri, sonra bu işler
sırasında Allah'ın adını hatırdan çıkarılmaması hatırlatılır.
"Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfunu
isteyin. Allah'ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz:'
İşte bu, islam sistemine damgasını vuran dengenin
kendisidir. Yeryüzündeki hayatın gereklerini yerine getirme, çalışma
çabalama didinme ve kazanma gibi gereksinimleri ile bir süre bu havadan
ruhen koparak, kalbinin bağını keserek bütünüyle kendini zikre, Allah'ı
anmaya verme arasındaki denge. Bu eylem kalbin hayatı için zorunludur. Yoksa
büyük emanetin yükümlülüklerini onsuz elde etmek algılamak ve yerine
getirmek mümkün değildir. Geçim peşinde koşarken dahi Allah'ı anmak
gerekmektedir. Günlük işleri yerine getirirken Allah'ı kalbinde hissetmek
insanın dünya hayatı için yaptığı çalışmaları ibadete dönüştürür. Yalnız
bununla beraber insanın somut zikir, görevini de yerine getirmesi, kendini
tamamı ile dünyadan koparma ve köklü bir şekilde kendini Allah'a adama
anlarının da bulunması gerekmektedir. Nitekim bu iki ayetin teması da buna
işaret etmektedir.
Ancak İbni Malik cuma namazını kıldığında kalkar
gider caminin kapısında durup şöyle derdi: "Allah'ım çağrına uydum. Bana
farz kıldığın namazı kıldım. Bana emrettiğin şekilde buradan ayrılıp işimin
başına dönüyorum. Bana hazinenden rızık ihsan et. Sen rızık verenlerin en
hayırlısısın." (Bu olayı İbni Ebi Hatim rivayet etmiştir)
Bu tablo ilk müslümanların meseleyi ne kadar ciddi
olarak ele aldıklarını göstermektedir. Onlar emri duyar duymaz tam bir
sadelik içinde ve gerçek anlamı ile onu harfi harfine uyguluyorlardı!
Belki de ilk müslüman nesli, surenin son ayetinde
ifade edildiği gibi, onca cahili eğilimlere ve cazibelere rağmen ulaştığı
seviyeye ulaştıran onların bu ciddi, net ve sade anlayışlarıydı.
"Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen
dağılıp oraya giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: `Allah'ın yanında
bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en
hayırlısıdır."
Hz. Cabir'den rivayet edilen bir hadiste deniyor ki:
"Biz bir ara Hz. Peygamberle birlikte namaz kılıyorduk. Bu sırada bir
yiyecek kervanı çıkageldi. Herkes ona dönüp gitti. Peygamberin etrafında
sadece on iki kişi kalmıştı. Bunların ikisi Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'di.
Bunun üzerine şu ayet indi." (Bu hadis Buhari, Müslim ve Tirmizi rivayet
etmişlerdir)
"Ayet-i Kerimede onların dikkatleri Allah'ın
katındaki mükafata çekilmekte ve bunun oyun ve eğlenceden daha hayırlı
olduğu belirtilmektedir. Ayrıca rızık verenin Allah olduğu
hatırlatılmaktadır. "Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır."
Bu olay daha önce belirttiğimiz gibi tarihteki o
eşsiz topluluğun yetiştirilmesi için eğitim ve ruhi yapının kurulması uğruna
ne denli çabaların, gayretlerin sarf edildiğini ortaya koymaktadır. Bu eşsiz
nesil Allah yolunda çaba sarfeden herkese tüm asırlar boyunca
karşılaştıkları zaaflara, eksikliklere, geri kalmalara ve ayak kaymalarına
karşı tükenmez bir sabır hazinesi kazandırmıştır. İşte bu, iyisiyle,
kötüsüyle bugün de yine karşımızda bulunan insan halidir. Bu insan sabırla,
anlayışla, kavrayışla, sebatla, direnmeyle yolun ortasında geri dönmekle
inanç davasının, temizlenmenin ve arınmanın sınırsız basamaklarında
yükselebilir. Yardımcısı Allah'tır.
CUMA SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlislik gördügünüz zaman lütfen uyariniz. Simdiden tesekkürler.