6-Enam
1- Hamd, gökleri ve yeri
yaratan, karanlıkları ve aydınlığı yoktan var eden Allah'a mahsustur. Durum
böyleyken kafirler, bu yaratıkları Rabblerine denk tutuyorlar.
İlk fırça darbesini oluşturan bu ayet yüce
Allah'a hamd ederek, O'nu överek ve her türlü noksanlıktan tenzih ederek
söze giriyor; O'nun yaratma ve yoktan var etme sıfatında somut ifadeye
kavuşan ilâhlığı gerekçesi ile hamd edilmeye, övülmeye en layık merci olduğu
onaylanıyor. Öte yandan, O'nun hamd edilmeye lâyık ilâhlığı ile bu ilâhlığın
ilk sıradaki özelliği olan yaratıcılığı arasında bağ kuruluyor. Yaratıcılık
sıfatının pratiğe yansıması sürecinde ilk önce, varlıklar aleminin iki engin
alanını oluşturan göklerin ve yeryüzünün yaratılışına dikkat çekiliyor;
arkasından gökler ile yerin amaçlı bir öntasarı uyarınca yaratılmasının, iki
önemli tezahürü olan karanlıklar ile aydınlığa parmak basılıyor.
Bu geniş kapsamlı fırça darbesi görünen
evrendeki kocaman gök cisimlerini, bu gök cisimleri arasındaki baş döndürücü
mesafeleri, bu cisimlerin yörüngelerinde dönmelerinden doğan yaygın olguları
içerir. Bunun yanısıra bu fırça darbesi, Allah'ın yüce gücünü ve hikmete
dayalı ön tasarlayıcılığını sayfa sayfa dile getiren bu kocaman baş
döndürücü ve engin evren kitabını gözleri önünde gördükleri halde Allah'a
inanmayanlara, O'nun birliğini onaylamayanlara, O'na hamd etmeyenlere,
tersine O'na denk ve eşit saydıkları birtakım ortaklar koşanlara ilişkin
hayret ve şaşkınlık içeriyor. Okuyoruz:
"Durum böyleyken kâfirler, bu yaratıkları
Rabblerine denk tutuyorlar." Aman Allah'ım! Evrende dile gelen bu somut
kanıtlar ile onların vicdanları yokluğa mahkûm eden etkileri arasındaki bu
kopukluk, bu bağdaşmazlık ne kadar büyüktür! Kocaman gök cisimlerine,
aralarındaki baş döndürücü uzaklıklara ve yaygın tezahürlerine denk, hatta
daha geniş çaplı bir kopukluk bir bağdaşmazlık karşısındayız.
Arkasından şu fırça darbesi dikkatlerimize
sunuluyor:
2- O sizi çamurdan
yaratan, .sonra da ecelinizi belirleyendir. , Ayrıca O'nun katında tasarıya
bağlanan bir vade daha v,ardır. Gerçek böyleyken sizler kuşkuya
kapılıyorsunuz.
Bu fırça darbesi insan varoluşunu, evrensel varoluş
ile karanlık ve aydınlık tezahürlerini izleyen insan varoluşunu,
bakışlarımıza sunuyor. Şu cansız evren ortasındaki insan canlılığına
dikkatimizi çekiyor; karanlık çamur aşamasından parlak hayat aydınlığına
geçişi simgeliyor. Bu iki aşama ile "karanlık ve aydınlık" olguları arasında
simetrik bir uyum vardır.
Ayette bu fırça darbesinin yanısıra onunla içiçe
geçen bütünleşen başka bir fırça darbesi daha gözlerimiz önüne getiriliyor:
Ölümle noktalanan ilk süre ile yeniden dirilişi belirleyen ikinci sürenin
fırça darbesi birbirine simetrik olan bu iki fırça darbesi, donukluk ve
hareket açısından ilk insan yaratılışındaki donuk çamur ile canlı insan
imajlarının benzerlerini içerir. Bu iki kutup arasında, bu iki uç nokta
arasında mahiyet ve zaman açısından baş döndürücü bir uzaklık vardır. Bütün
bu gerçekler insan kalbine, yüce Allah'ın ön tasarlayıcılığının ve karşısına
çıkılacağının kesin inancını aşılayıcı niteliktedir. Fakat surenin
muhatapları bu gerçekler hakkında kuşkuya düşüyorlar, kesin inanca
varamıyorlar. Okuyoruz:
"Gerçek böyleyken sizler kuşkuya kapılıyorsunuz."
Üçüncü ayette gözlerimiz önüne serilen üçüncü fırça
darbesi ilk iki darbeyi bir çerçeve içinde birleştirir ve yüce Allah'ın hem
evrenin hem de insan hayatının ilâhı olduğunu belirler. Okuyalım:
3- O göklerin de
Allah'ıdır, yeryüzünün de Allah'ıdır. Sizin gizlinizi, açığınızı ve
yaptığınız her şeyi bilir.
Göklerin ve yerin yaratıcısı, bu göklerin ve yerin
ilâhı olan Allah'dır. Her ikisinin ilâhlığı tek başına O'nun tekelindedir.
Allah'ın koyduğu yasal sisteme boyun eğmek ve sadece O'nun emrine uymak gibi
ilâhlığın gerekli kıldığı bütün sonuçlar göklerde ve yerde gerçekleşmiştir.
Bu durum insan hayatında da böyle olmalıdır.
Yüce Allah gökleri ve yeri nasıl yarattı ise insanı
da öyle yarattı. İnsan temel yapı bakımından yerin çamurundan yaratılmıştır.
Bunun yanısıra insan olmasını sağlayan özellikler sayesinde insan haline
gelmiştir ki, bu özelliklerin bağışlayıcısı yüce Allah'dır. İnsan biyolojik
yapısı itibarı ile, istese de istemese de yüce Allah'ın koyduğu evrensel
yasalara boyun eğer. İlk başta yaratılması, varolması ne kendi isteğinin ve
ne de ana-babasının dileğinin sonucudur. "Yüce Allah'ın dileğinin sonucudur.
Ana-babası aralarında birleşirler, ama birleşmelerinin ürünü olarak cenin
var edemezler. Canlı bir embiryo'ya varoluş kazandırmazlar. İnsan, yüce
Allah'ın koyduğu gebelik süresini ve doğum şartlarını düzenleyen evrensel
kanunlar uyarınca doğar. insan, yüce Allah'ın yarattığı şu havayı, yine yüce
Allah tarafından belirlenen şu sentetik yapısına ve gaz oranlarına bağlı
olarak teneffüs eder. Çünkü insanın soluyacağı havanın bileşimini ve
miktarını belirleyen O'dur. İnsan kendi iradesi ve tercihi dışında, yüce
Allah'ın yarattığı evrensel kanunlar uyarınca hisseder, acı duyar, acıkır,
susar, yer, içer, kısacası yaşar. İnsanın bu bakımdan durumu göklerin ve
yerin durumu gibidir, onlar ile aynı evrensel kanunlara bağlıdır.
Yüce Allah insanın gizli-açık her yönünü, hayatı
boyunca yaptığı gizli-açık her hareketi bilir.
Buna göre insan için en çıkar yol, en ideal tutum
şudur: Hayatının serbest iradesine dayalı bölümüne ilişkin ilâhi yasalara da
uymalı; yani inanç sisteminde de, değer yargılarında da ve hayatının
pratiğini düzenleyen gelenek ve uygulamalarında da yüce Allah'ın koyduğu
yasaları benimsemelidir. Eğer böyle yaparsa, evrensel ilâhi yasalara göre
işleyen fıtrî hayatı ile yine Allah'ın şeriatine göre düzenlenen serbest
iradesine dayalı kazanılmış hayatı birbiri ile bağdaşır, bu iki kesim
birbirine ters düşmez, aralarında çatışma çıkmaz; hayatı biri ilâhi ve öbürü
insan ürünü olan iki yasal sistem arasında, iki farklı ve bağdaşmaz hukuk
düzeni arasında bölünmez, parçalanmaz.
YARATILIŞ VE HAYAT
Surenin hemen başında önümüze çıkan bu iki kütleli
dalga, insan kalbine, insan aklına dış dünyada ve insanın iç aleminde somut
ifadeye kavuşan "yaratma" ve "hayat verme" kanıtları ile sesleniyor. Fakat
bu iki realitenin insan idrakine yönelttiği sesleniş ne diyalektik ne
teolojik ve ne de felsefî yöntemi kullanıyor. Bu seslenişle insan fıtratını
uyarma, ona mesaj iletme metodunu kullanıyor. insan fıtratını yaratmanın ve
can vermenin somut hareketi, çekip çevirmenin ve üstün egemenliğin somut
hareketi ile yüzyüze getiriliyor. Bu yüzyüze getirmeyi diyalektikçi bir
tartışma ile değil, ikna edici bir anlatma yöntemi ile, ilâhi anlatımdan
kaynaklanan kesin bilginin gücüne dayanarak, kendisine anlatılanları
gördükleri ile doğrulayan fıtratın dolaysız tanıklığı ile gerçekleştiriyor.
Gökler ile yeryüzünün varoluşu birer objektif
realitedir, bunların belirli bir düzene göre yönetildikleri de açık bir
gerçektir. Bunun yanısıra başta insan hayatı olmak üzere bütün canlıları
kapsayan bir canlılık olgusu ile karşı karşıyayız. Belirli bir noktada
ortaya çıkan bu olgu, gördüğümüz şu çizgi boyunca gelişiyor: Bu iki realite
insan fıtratını gerçekle yüzyüze getiriyor, ona yüce Allah'ın birliğine
ilişkin kesin bir mesaj iletiyor.
Zaten yüce Allah'ın birliği bu surenin tümünün,
hatta bütün Kur'an'ın anlatmak istediği temel ilkedir. Kur'an'ın ana
meselesi "Allah'ın varlığı"m kanıtlamak değildir. Çünkü tarih boyunca karşı
karşıya kalınan temel problem, Allah'ın varlığına inanmamak olmamıştır.
Allah'ı gerçek nitelikleri ile gerçek anlamda tanımamak olmuştur.
Bu surenin muhatapları olan müşrik Araplar, Allah'ın
varlığını kökten inkâr etmiyorlardı. Tersine Allah'ın varlığını,
yaratıcılığını, rızık verici, mülk egemenlik sahibi, hayat veren ve dirilten
bir güç kaynağı olduğunu kabul ediyorlardı. Kur'an-ı Kerim onlarla
tartışırken, onların sözlerini bize aktarırken, onların bu inancı
taşıdıklarını, yüce Allah'a ait sıfatların birçoğunu onayladıklarını açıkça
belirtiyor. Fakat onların sapıklıklarının ve müşriklikle damgalanmalarının
sebebi şu idi: Onlar bu inançlarının gerektirdiği sonucu onaylamaktan
kaçınıyorlardı. Bu inançlarına göre her işlerinde, her meselelerinde yüce
Allah'ın ortaksız hakemliğine başvurmaları, pratik hayatlarının
yönlendirilmesinde O'na koşulan bütün ortakları reddetmeleri, sadece
Allah'ın şeriatını yasa edinmeleri, hayatın herhangi bir alamı Allah'dan
başkasının egemenliğine devretme girişimine ilke olarak karşı çıkmaları
gerekirdi.
İşte o günkü Araplar, bu yüzden müşriklikle
damgalanmışlar, yüce Allah'ın varlığını ve saydığımız sıfatları taşıdığını
kabul etmelerine rağmen, kâfir diye adlandırılmışlardır. Oysa onların yüce
Allah'ın yaratıcı, rızık verici, malik ve egemen olduğu inançları, hayatları
ile ilgili her olayda da O'nun egemenliğini kabul etmelerini gerektiriyordu.
Bu surenin başında onlara, yüce Allah'ın evrenin ve
insanın yaratıcısı olduğu, evreni ve insanın gelişimini her adımda
yönlendirdiği, insanların gizli-açık bütün yönlerini, bütün eylem ve
davranışlarını bilgisi ile kuşattığı bildiriliyor. Bu bilgi, onlara şu
kaçınılmaz yükümlülüğü yükleyen bir ön birikim niteliğini taşır: Surenin ana
eksenini ve yöntemini anlatan kısa tanıtım yazısında belirttiğimiz gibi,
onlar bu bilginin ışığında yüce Allah'ın egemenlikte ve yasa koymada
ortaksız egemen olduğunu kabul etmek zorundadırlar.
"Yaratıcılık" ve "can vericilik" kanıtları, eski
çağların müşriklerine karşı koyup onlara yüce Allah'ın birliğini ve kayıtsız
egemenliğini anlatmaya elverişli olduğu gibi, yüce Allah'ın varlığını kökten
inkâr eden modern cahiliyenin iğrenç saplantılarına da karşı koymaya
elverişlidir.
Gerçekten günümüzde Allah'ın varlığını kökten inkâr
eden ateistlerin söylediklerine inanıp inanmadıkları konusunda yoğun
kuşkular vardır. Bu iğrenç saplantının başlangıcında hıristiyan kilisesine
karşı bir manevra olarak ortaya çıkmış olması ve sonradan yahudiler
tarafından insanlığın temel dayanağını yıkmak amacı güden bir silâh olarak
kullanılmış olması güçlü bir ihtimaldir.
"Siyon Protokolleri" adlı belgelerde itiraf
ettikleri bu muhtemel hesaplara göre, yeryüzünde kendileri dışında başka
inançlara dayanan hiçbir toplum kalmayacak, böylece de inanç bunalımına
düşüp çökecek olan insanlık kolayca kendilerinin egemenlikleri altına
düşecekti. Çünkü inanç sisteminin sağladığı güç kaynağına sadece onlar sahip
olacaklardı.
Yahudi tuzaklarının, siyonist komploların çapı ne
kadar geniş olursa olsun bunlar insan fıtratını, kıvrımlarının en kuytu
bucaklarında Allah'ın varlığı inancını taşıyan insan fıtratını yenilgiye
uğratamazlar. Gerçi bu fıtrat yüce Allah'ın sıfatlarını gerçek anlamları ile
tanıma hususunda başarısız kalabiliyor, ayrıca insan hayatı üzerinde
Allah'ın kesin egemenliğini tanımazlıktan gelerek sapıklığa düşüyor ve bu
yüzden kâfirlikle, müşriklikle damgalanmayı hak ediyor. Ama temelde Allah'ın
varlığına inanmaktan da geri kalmıyor. Fakat fıtratları yozlaşan, doğuştan
getirdikleri algılama ve karşılık verme cihazları dumura uğrayan, iletişim
aygıtları işlemez hale gelen bazı insanlar vardır. işte insan vicdanının
derinliklerinde kök salan Allah inancını silmeyi amaçlayan yahudi plânları,
sadece bu tür vicdanlar üzerinde başarıya ulaşabilir. Fakat bu tür fıtri
duyarlığı dumura uğramış vicdanlar, insanlık camiası içinde her zaman kural
dışı, küçük bir azınlık olarak kalacaktır.
Günümüzün gerçek ateistler, Allah tanımazlar, tüm
yeryüzünde birkaç milyonu aşmaz. Bunlar Rusya ve Çin gibi komünist ülkelerde
yaşayan, ülkelerinde iktidarda bulunan ateist rejimlerin eli süngülü
diktatörlükleri altında inleyen yüzmilyonlarca insan arasında bile azınlıkta
kalan bir avuçluk bir kitledir. Bu ülkelerde kırk yıldan beri insanları
Allah inancından tamamen arındırmak için harcanan sürekli çabalara, yoğun
eğitim ve propaganda faaliyetlerine rağmen varılabilen nokta ancak bu
olabilmiştir.
Fakat yahudinin başarısı başka bir alanda
gerçekleşebilir. Bu alan dini, sırf duygulara ve ibadet şekillerine
dönüştürme, indirgeme alanıdır. Bu alanda başarılı olabilirlerse insanlara
hayatlarını düzenleyici yasaları, Allah dışında başka ilâhların koymasına
razı olmalarına rağmen yine de Allah'a inanmışlıklarını sürdürebilecekleri
vehmini aşılayacaklar ve böylece halâ Allah'a inandıklarını zannederek tüm
insanları fiili yıkıma uğratabileceklerdir.
Yahudiler bu sinsi plânları ile her dinden önce
İslâm'ı hedef seçiyorlar. Çünkü onlar tüm tarihlerinin birikiminden şunu
öğrenmişlerdir. Kendilerini yenilgiye uğratacak tek güç, hayata egemen olmak
şartı ile İslâm'dır. Buna karşılık eğer müslümanlar dinlerini hayatlarına
egemen kılmazlarsa, istedikleri kadar Allah'a inanan müminler olduklarını
sanmaya devam etsinler, yahudilere yenik düşmeye mahkûm olurlar. İnsanların
hayatında varolmayan dinin yine de varolabileceğine inanan bu zehirli
saplantı, o sözünü ettiğimiz yahudi komplosunun başarısını kaçınılmaz kılar.
Kurtuluş çaresi yüce Allah'ın izni ile müslümanların bu gafletten
uyanmalarıdır.
Allah bilir, ama benim görüşüme göre gerek siyonist
yahudiler ve gerekse haçlı hıristiyanlar Afrika'nın, Asya'nın ve Avrupa'nın
geniş alanlarında kök salmış olan bu dinin bağlılarını, materyalist
ideolojiler aracılığı ile ateistliğe sürüklemekten, müslümanların
kalblerindeki Allah inancını tamamen söküp atmaktan umut kesmişlerdir. Tıpkı
bunun gibi, müslümanları gerek misyonerlik faaliyetleri aracılığı ile ve
gerekse emperyalist baskılar altında başka bir dine döndürmekten de
umutlarını kesmişlerdir. Çünkü bizzat insan fıtratı, değil İslâm inancı
altında, putperestlik inancı altında bile ateistliği tiksinti ile
reddetmektedir. Bunun yanısıra hiçbir din, İslâm'ı tanımış, hatta onun
sadece mirasçısı olabilmiş bir kalbi pençesi altına almaya cüret bile
edemez.
Allah bilir ama, kişisel kanaatime göre siyonist
yahudiler ve haçlı hıristiyanlar bu ümitsizliğin sonucu olarak komünist
ideoloji ya da misyonerlik faaliyeti aracılığı ile bu dine açıkça karşı
çıkma yönteminden vazgeçerek, bunun yerine daha iğrenç, daha sinsi yollara
başvurmuşlardır. Bu daha sinsi ve aldatıcı, tuzaklı yollardan biri İslâm
ülkelerinin başına kendilerine bağımlı rejimler, ajan yönetimler getirme
yoludur. Bu rejimlerin ve yönetimlerin hepsi İslâm kılığına bürünürler,
İslâm inancına bağlı görünürler, hiçbir zaman dini kökünden inkâr etmezler.
Fakat bu aldatıcı perde arkasında misyonerlik kongrelerinin karara
bağladıkları, "Siyon Protokolleri"nin öngördüğü fakat bunca zamandır
yürürlüğü koyamadıkları plânların ve projelerin tümünü yürürlüğe koyarlar.
Bu rejimler ve yönetimler ellerinde İslâm sancağı
taşırlar, ya da en azından bu dine, saygılı olduklarını ilân ederler. Ama
öte yandan yüce Allah'ın indirdikleri dışındaki hükümlere göre toplumları
yönetirler. Yüce Allah'ın şeriatını hayattan uzaklaştırırlar. Yüce Allah'ın
yasaklarını serbest ve helâl kılarlar. İslâm düşüncesinin ve İslâmî değer
yargılarının köküne kibrit suyu dökecek maddeci düşünceleri ve değer
yargılarını yayarlar. Bütün eğitim kurumlarını ve propaganda organlarını
seferber ederek İslâm'ın ahlak değerlerini yıkmaya, İslâmî düşünceleri ve
yönelişleri kökten silmeye, "Siyon Protokolleri"nin ve misyoner
kongrelerinin karara bağladıkları programları uygulamaya çalışırlar.
Bu programların ortak maddelerinden biri müslüman
kadını sokağa dökmek; onu ilericilik, uygarlık, işgücü sağlama ve üretimi
geliştirme adına toplumda bir fitne unsuru haline getirmektir. Onlar bu
sinsi plânı topluma işgücü amacına bağlarken, tüm İslâm ülkelerinde
milyarlarca işsiz erkek kapı kapı dolaşarak iş aramakta, karınlarını
doyuracak ekmek parası peşinde koşmaktadır. Yine bu rejimler ve yönetimler,
ahlâk bozucu faaliyetleri özendirmekte, erkeği de kadını da hem propaganda
yolu ile ve hem de pratik uygulamalarla bu amaca yöneltmektedirler.
Bu uşak yönetimler ve rejimler bütün bu melânetleri
işlerken müslüman olduklarını, bu dinin inancına saygı duyduklarını iddia
ederler. Halk yığınlarına gelince onlar da müslüman bir toplumda
yaşadıklarını sanırlar ve onlar da kendilerini müslüman kabul ederler. Öyle
ya, içlerindeki saflar namaz kılıp oruç tutmuyorlar mı? Egemenliğin sırf
Allah'ın tekelinde olması ya da perakende ilâh taslaklarının güdümünde
bulunması meselesine gelince, onlar bu konuda siyonistlerin, haçlıların,
misyonerlerin, emperyalistlerin, oryantalistlerin ve yönlendirici propaganda
organlarının yutturmacasına kapılmışlar ve bütün bu yıkıcı çalışmalar
sonunda bu meselenin din ile hiçbir ilgisi olmadığını düşünmeye
zorlanmışlardır. Bu zehirlenmiş görüşlerin taraftarlarına göre müslümanların
düşünceleri, yaşama tarzları, değer yargıları, hukuk sistemleri ve yasaları
bu dinin dışındaki kaynaklara dayandığı halde onlar yine de müslüman
kalabilirler, kendilerini bu dinin bağlıları sayabilirler·.
Uluslararası siyonizm ile dünya haçlı hareketi, bu
aldatmacayı ve yanıltmacayı daha derin boyutlara vardırmak ve varlığını
gözlerden daha iyi saklayabilmek için, zaman zaman kendisi ile bu uydu
rejimler vé yönetimler arasında soğuk ya da sıcak nitelikli düzmece savaşlar
çıkarırlar. Böylece kendisi ile bu uydu rejimler ve yönetimler arasında
düşmanlık ve bağdaşmazlık varmış izlenimi uyandırmaya çalışırlar. Maddi ve
manevi yardımları ile desteklediği, gizli ve açık güçlerle koruduğu, haber
alma ve casusluk şebekelerini direkt hizmetlerine verdiği bu rejimlerin ve
yönetimlerin satılmışlığını kamufle etmeye uğraşırlar. Onlar bu düzmece
savaşları, bu yalancı düşmanlıkları, aldatmanın boyutlarını derinleştirmek
ve uşaklarına yönelik kuşkuları dağıtmak için çıkarırlar. Bu yöntemle, üç
yüzyıldan belki de daha uzun bir süreden beri gerçekleştiremedikleri
plânları sözünü ettiğimiz uşakları eli ile gerçekleştirirler. Bu plânların
başta gelen maddeleri İslâm ahlâkını, İslâmcı değer yargılarını yıkmak,
İslâm kaynaklı inanç sistemini ve düşünce tarzını silmek, müslümanları bu
geniş coğrafya parçası üzerinde dinlerine ve şeriatlerine dayalı bir hayat
sistemi kurmaktan ibaret olan ana güç kaynaklarından yoksun bırakmak,
gözlerin ve gözlemcilerin umursamazlıkları altında "Siyon Protokolleri"nin
ve misyonerlik kongrelerinin öngördükleri korkunç projeleri, plânları
uygulamaktır.
Bütün bunlara rağmen İslâm dünyasında bu aldatmacaya
kanmayan küçük bir azınlık bulunabilir. Bu bir avuç bilinçli azınlık düzmece
bir din adına yürütülen zehirlenme kampanyasına teslim olmayabilir, eski
yahudi hahamları gibi dinin ilkelerini çarpıtsınlar diye görevlendirilen,
kafirliği müslümanlık olarak yuttursunlar diye işbaşına getirilen resmi din
kurumlarının yozlaştırma girişimlerine boyun eğmeyebilir; fasıklığı,
facirliği ve ahlâk cellâtlığını ilericilik, çağdaşlık ve gelişmecilik
yaftaları altında sunmaya çalışan sinsi ellerin hainliklerini teşhis
edebilir. Eğer böylesine bir küçük azınlıkla karşılaşılırsa acımasız bir
savaş kampanyasının bütün okları göğsüne çevrilir, düşünülebilecek olan
bütün asılsız ve uydurma suçlamaların hedef tahtası haline getirilerek önce
toplumun gözünden düşürülür, arkasından da en acımasız darbeler altında
eziliverir. Bütün bu cinayetler işlenirken milletlerarası haber ajansları ve
iletişim araçları kör, sağır ve dilsiz kesilir.
Bu arada iyi niyetli, saf müslümanlar bu amansız
savaşı bazı kişilere ya da gruplara yönelik basit bir savaş sanırlar. Bu
savaşın, İslâm'a yöneltilmiş top yekün savaşın bir parçası olduğunun farkına
varmazlar. Bunların bazıları din gayretine ya da ahlâkça sahip çıkma
gayretine kapılabilirler. O zaman aptallık derecesine varan bir saflıkla
basit ahlâk ihlâllerine, küçük kötülüklere karşı çıkmaya koyulurlar. Böyle
yapınca, bu kısık çığlıkları basınca görevlerini yerine getirdiklerini
sanırlar.
Öte yandan da din tümü ile ayaklar altına alınmış ve
temelinden çökertilmişken, yüce Allah'ın tekelinde olması gereken egemenliği
birtakım yetki hırsızları gasb etmişken ve emirlerine karşı çıkmakla yükümlü
oldukları tağutlar, zorbalar sosyal hayatın hem bütününü hem ayrıntılarını
keyfi egemenliklerinin altına almışken, bütün bunlar bu iyi niyetli
aptalların umurlarında değildir!
Siyonist yahudiler ile haçlı hıristiyanlar bu
gelişmeler karşısında plânlarının başarıya ulaştığını, aldatmacalarının
geçerlilik kazandığını görmenin sevinci ile ellerini oğuştururlar. Oysa
gerek Allah tanımazlık-ateistlik silâhı ile bu dini doğrudan doğruya
yıkabilmekten ve gerekse misyonerlik kampanyaları aracılığı ile müslümanları
dinlerinden çıkarıp başka bir dine döndürmekten çoktandır umutlarını
kesmişlerdi.
Yalnız iş bitmiş değil. Yüce Allah'a yönelik
umudumuz büyük ve bu dine beslediğimiz güven köklüdür. Evet, onlar
entrikacılıkta ve tuzak kurmakta ustadırlar, ama yüce Allah tuzak kuranların
en üstünüdür. Nitekim bu konuda O, bize şöyle buyuruyor.
"Onlar tuzaklarını kurdular. Oysa bu hileleri
dağları yerlerinden oynatacak güçte olsa bile hep Allah'ın eli ile
gerçekleşti.
O halde sakın Allah'ın, Peygamberine vermiş olduğu
sözü tutmayacak diye sanma. Hiç kuşkusuz Allah üstün, güçlü ve öc alıcıdır."
( İbrahim Suresi: 46-47)
ATEİZM
Allah tanımazlık-ateizm akımına "yaratma" ve "hayat
verme" kanıtları ile karşı çıkmak, güçlü ve geçerli bir karşı çıkma
yöntemidir. Bu kanıtlar karşısında Allah tanımazların demogojiye,
saçmalamaya ve kaypaklığa başvurmaktan başka yapabilecekleri bir şey yoktur.
Bu evrenin şu gördüğümüz kendine özgü düzen içinde
hiç yokken ilk kez varlık sahnesine çıkışı, arkasında bir yaratıcı gücün
varolmasını gerektirir. Bu hem yalın fıtratın ve hem de mantığın gereğidir.
Varlık ile yokluk kutupları arasındaki mesafe o
kadar büyüktür ki, insan idraki bu korkunç uzaklığı ancak şu evreni yoktan
var eden, yaratan, icad eden bir ilâhın varlığını düşünerek açıklayabilir.
Allah'ın varlığını kökünden inkâr eden ateistler, bu
uçurum çapındaki boşluğu şımarık demogojilerle doldurmaya yeltenirler ve
"varlıktan önce bir yokluk olduğunu varsaymamız için herhangi bir gerekçe
yok" derler. Bu şımarık demogoglardan biri de "ruhcu" olarak tanınan,
"materyalist" akıma karşı "ruhçuluk (spirtualizm)" tezini savunan bir
filozoftur. Belki de bu yüzden bazı aldanmış "müslüman"lar tarafından el
üstü tutulmuş, sözleri İslâm'ın lehinde sayılmış, böylece yüce Allah'ın
dinini kullardan birinin sözleri aracılığı ile desteklemek gibi bir
saçmalığa düşülmüştür. Sözünü ettiğimiz filozof yahudi kökenli Fransız
düşünürü Hanry Bergson'dur.
Bu adam diyor ki; "Evrensel varoluşun öncesinde
yokluk yoktur. Varoluşu yokluktan sonra gelen bir aşama olarak düşünmek,
ancak bu şekilde düşünebilen insan aklının yapısından kaynaklanan bir
yanılgıdır.
O halde Bergson "Evrensel varoluşun öncesinde yokluk
yoktur" derken acaba hangi mantığa, hangi kritere dayanıyor?
Acaba akla mı? Hayır. Çünkü kendi ağzı ile
söylediğine göre ancak bir yokluğun arkasından varoluşun sahneye çıktığı
düşünülebilir, akıl başka türlüsünü kabul etmiyor. Yoksa bu tezi ileri
sürerken dayandığı kriter vahiy midir? Kendisinin böyle bir söz söylediği
yok ki! Gerçi bir yazısında "Mistik sezgi her zaman bir ilâh bulur, bizim bu
sürekli sezgiyi onaylamamız gerekir" diyor. Fakat Bergson'un söz konusu
ettiği ilâh, bizim inandığımız anlamdaki Allah değil, hayattır, canlılık
olgusudur. Peki Hanry Bergson "Evrensel varoluşun öncesinde yokluk yoktur"
derken hangi üçüncü ispatlama kaynağına, hangi doğrulama aracına dayanıyor?
Bilmiyoruz!
Sırf şu evrenin varoluşunu gerekçeye bağlayabilmek
için, sırf onun varoluşuna bir neden bulabilmek için bile evreni yaratan bir
yaratıcı olduğunu düşünmek zorundayız. Oysa evren sadece basit biçimde var
edilmiş değil ki! Tersine o hiç şaşmayan kanunlara ayarlı bir biçimde
yaratılmış ve onun her zerresi ölçülere bağlıdır. Öyle ki; insan aklının en
fazla yapabildiği şey bu ölçülerin bir bölümünü, o da uzun araştırmalardan
sonra kavrayabilmekten ibarettir. (Orta çağ boyunca kulların ensesinde boza
pişiren Hıristiyan kilisesinden kaçanların onsekizinci ve ondokuzuncu
yüzyıldaki bütün ortak dertleri "Allah`ı inkâr etmek" idi. Fakat bu kaçaklar
arasındaki "idealistler" bu amaçlarına ulaşabilmek için "aklı" seçerek
Allah'ın bütün özelliklerini ve sıfatlarını akla yakıştırırken
"materyalistler" Allah yerine "tabiat"ı koyarak O'nun bütün özelliklerini ve
sıfatlarını ona yüklemişlerdir. Çünkü gerek berikiler ve gerekse ötekiler
evreni ve evrendeki gelişmeleri açıklayabilmek için dayanacakları insan-üstü
bir şeyin varlığını varsaymak zorunluğunu kaçınılmaz görüyorlardı. Ve çünkü
onlar yalnızca kilisenin pençesinden kurtulabilmek amacı ile Allah'ı inkâr
etmek istiyorlardı!)
Evrenin varlığının yanısıra hayatın ve canlılık
olgusunun doğuşu da öyledir. Canlılık olgusu ile cansız madde arasındaki
korkunç mesafeyi yaratıcı ve yönlendirici bir ilâhın varlığını düşünmeden
açıklamak mümkün değildir. Maddeye hangi anlamı verirsek verelim, istersek
onu radyasyon (ışıma) anlamında kabul edelim bu yine böyledir. Bu yaratıcı
ilâh evreni, hayatın doğuşuna ve doğduktan sonra da varlığını sürdürmesine
elverişli olabilecek nitelikte yaratmış olması zorunludur. Üstelik insan
canlılığı, taşıdığı çarpıcı özellikler ile sıradan bir canlılık değildir,
sıradan canlılığın düzeyini aşan bir olgudur. Kökeni çamurdur. Yani şu
yeryüzünün hammaddesinden kaynaklanmaktadır. Buna göre bu çamura bilerek ve
isteyerek canlılık sunan, insan özelliklerini sunan bir iradenin varolması
gerekir.
Allah tanımazların ateistlerin hayatın doğuşunu
açıklamak için harcadıkları bütün çabalar, giriştikleri bütün denemeler
bizzat insan aklı açısından başarısızlığa uğramıştır. Bu konuda en son
okuduğum deneme Amerikalı filozof taslağı Will Dywrante'nin girişimidir. Bu
adam söz konusu denemesinde canlılık olgusunun belirli bir derecesi diye
nitelediği atomsal hareket ile canlılarda varlığı bilinen gerçek canlılık
olgusu arasında yakınlık kurmaya kalkışmıştır. Bu ümitsiz ve inatçı
girişimin amacı cansız madde ile kımıldayan canlılık olgusu arasındaki
korkunç boşluğu doldurmaktır. Böylece adam aklısıra, cansız maddelere hayat
vererek canlılık olgusunu sahneye çıkaran bir ilâhın varlığını düşünmeye
gerek kalmayacağını ortaya koymaya çalışıyor.
Fakat bu girişim ne o adama ve ne de materyalist
yoldaşlarına bir şey kazandırmaz. Çünkü, eğer hayat cansız maddenin
yapısında saklı bir nitelik ise ve bu cansız maddenin ötesinde canlılığı var
eden irade sahibi bir başka güç yoksa, maddenin yapısında saklı olduğu ileri
sürülen bu canlılık olgusunun değişik düzeylerde ortaya çıkmasını sağlayan,
yani bazı canlılıkları diğer bazı canlılıklardan daha gelişmiş ve daha
karmaşık yapan faktör nedir? Niye bu canlılık atomda bilinçten yoksun, basit
bir otomatik hareket olarak belirirken bitkilerde organik bir nitelik
kazanıyor ve bildiğimiz canlılarda bileşimi ve işleyişi daha karmaşık bir
organiklik biçiminde ortaya çıkıyor?
Hayat içerdiği ileri sürülen maddenin bazı
elementlerinin, diğer bazı elementlere göre hayat unsurundan daha fazla pay
almalarını sağlayan ve önceden tasarlayıcı bir iradeye bağlı olmayan güç
nedir? Maddenin yapısında saklı olduğu ileri sürülen hayatı, farklı
gelişmişlik evrelerine ayıran faktör nedir?
Cansız madde ile canlılık olgusu arasındaki
bağdaşmazlığı iyice kavrayabilmemiz için canlılık olgusunu önceden tasarlama
gücüne sahip bir iradenin bilerek ve isteyerek yarattığını kabul etmeliyiz.
Ama canlılık içerdiğini varsaysak bile tek başına maddenin bu olguyu ortaya
çıkardığını ileri sürecek olursak, insan aklının bu cansız-canlı
bağdaşmazlığını kavrayıp açıklayabilmesi imkânsız olur.
Farklı aşamaları ile hayat olgusunun yayılışına
İslâm'ın getirdiği açıklama tarzı, bu olguya ilişkin tek çözüm şeklidir.
Uğursuz maddeci girişimlerin bu olguyu açıklamaları mümkün değildir.
Biz bu tefsir kitabında Kur'an yöntemi dışına
çıkmayı düşünemeyeceğimize göre, Allah tanımazlık akımına "yaratıcılık"
"önceden tasarlayıcılık" ve "canvericilik kanıtları" ile karşı koymayı
yeterli sayıyor, bu kanıtların ötesine geçmek istemiyoruz. Çünkü Kur'an-ı
Kerim, yüce Allah'ın varolup olmadığını tartışma konusu yapmıyor. Çünkü yüce
Allah biliyor ki, insan fıtratı bu tartışmayı körükleyen ateist akımı
tiksinerek reddediyor. Asıl mesele yüce Allah'ın birliğini onaylama ve
kulların hayatı üzerindeki ortaksız egemenliğini tanıma meselesidir. İşte bu
surenin yukarda incelediğimiz ayetleri yoğunluklu olarak bu meseleyi
işliyor.
İNAD VE KİBİR
Okuyacağımız ayetler, bu surenin giriş bölümündeki
geniş fırça darbeleri içeren ilk ayet dalgasını izleyen ikinci dalgayı
oluşturur. İlk dalga, tüm evreni ilâhi varoluşun gerçeği ile kaplamıştı. Bu
ilâhi varlık göklerin ve yerin yaratılışında somut ifadeye kavuşuyor,
karanlıklar ile aydınlığı var ediyor, sonra yeryüzünün hammaddesinden insanı
yaratmada, ölümle noktalanan süresini belirlemede, yeniden dirilmeyi öngören
öbür zaman süresinin sırrını katında tutmada, insanların bütün gizli-açık
yönlerini ve saklanan ve açıkta işlenen tüm davranışlarını bilgisi ile
kapsamada tecelli ediyor.
Gerek dış dünyada ve gerekse insanın iç aleminde
somut ifadesine kavuşan bu ilâhi varoluş, kendine özgü ve tek örnekli bir
varoluştur. Başka hiçbir varoluş onun benzeri değildir. Çünkü yüce Allah'dan
başka hiçbir yaratıcı yoktur. Ayrıca bu ilâhi varoluş çarpıcı, ezici ve her
tarafı kaplayıcı bir varoluştur. Bu yüce gücün gölgesi altında O'nu
yalanlamak, O'nun varlığını kanıtlayan baş döndürücü kanıtlara sırt çevirmek
hiçbir dayanağı, hak verdirici hiçbir mazereti olmayan çirkin bir tuhaflık
olarak belirir.
İşte bu gerekçe ile bu ikinci ayet grubu, bu her
tarafı kaplayıcı, çarpıcı ezici ve yüce varlığın gölgesi altında, İslâm'ın
çağrısına sırt çeviren müşriklerin tutumunu gözler önüne seriyor. Bu tutum,
ayetlerin bu gerçekle yüzyüze getirmiş olduğu kendi taraftarlarının gözünde
ve anlayışında bile çirkin bir tuhaflık olarak beliriyor. Bu durumda Kur'an,
daha ilk aşamada, yani insan fıtratının derinliklerinde savaşı kazanıyor, bu
insanların dışa yansıyan inatçılıklarına, burun kıvırmalarına ve gerçeği
içlerine sindirmekden kaçınmalarına rağmen Kur'an, onların vicdanlarının
kuytuluklarında zaferini ilân ediyor.
Okuyacağımız ayetlerde sözünü ettiğimiz inatçılık,
burun kıvırma ve gerçeği hazmedememe gündeme getiriliyor. Bu tutuma önce bir
tehditle karşı konuyor, arkasından kalblerin dikkatleri, eski dönemlerdeki
yalanlayıcıların toplu kırım sahnelerine yöneltiliyor. Bir önceki kocaman
ayet dalgasının çarpıcı sarsıntısından sonra, bu ayetler dalgasında çeşitli
imajların etkileri ve mesajlar, yoğunlaşıyor. Okuyoruz:
4- Oysa kâfirler
kendilerine Rabblerinden gelen her ayete yüz çevirirler.
5- Nitekim onlar
kendilerine gelen gerçeği, Kur'an'ı derhal yalanladılar. Fakat alay konusu
ettikleri gerçeklerin haberleri ilerde kendilerine gelecektir.
6- Onlardan önceki
nice kuşakları yok ettiğimizi görmediler mi? Oysa o kuşaklara size vermemiş
olduğumuz derecede geniş yerleşme ve yaşama imkânları vermiş, yurtlarına
gökten bol yağmurlar yağdırmış, ayakları altından nehirler akıtmıştık. Fakat
işledikleri günahlar yüzünden onları yok ederek arkalarından başka kuşaklar
yarattık.
Kâfirlerin takındıkları bu sırt çevirici tutumun
sebebi inatçılık ve ayak diremedir. Yoksa onların eksikleri, ne iman etmeyi
özendiren ayetler, ne bu çağrının ve bu çağrının bayraktarının doğruluğunu
kanıtlayan belirtiler ve ne de inanmaya ve teslim olmaya çağrıldıkları
ilâhlık gerçeğini, çağrının ve çağrı bayraktarının ötesinde dile getiren
yalın kanıtlardır. Onların eksiği bunlar değildir. Onlarda bulunmayan şey,
gerçeği kabul etme isteğidir. İnatçılık ve ayak direyicilik onları gerçeği
kabul etmekten alıkoyuyor. Gerçeğe sırt dönme tutumu da gerçeği görmelerini
ve araştırmalarını engelliyor. Tekrarlayalım:
"Oysa kâfirler, kendilerine Rabblerinden gelen her
ayete yüz çevirirler."
Durum böyle olunca, yani delillerin bolluğuna,
belgelerin ardarda gelmesine ve apaçık gerçeklerin ortada olmasına rağmen
inatçı ve maksatlı bir "yüz çevirme" tutumu karşısında kalınınca
seslendirilecek bir "enseden yakalama" tehdidi, fıtratın gözeneklerini açan,
bu gözeneklerdeki büyüklenme ve inat pasını silen bir sarsıntı, bir şok
meydana getirebilir. Okuyalım:
"Nitekim onlar kendilerine gelen gerçeği, Kur'an'ı
derhal yalanladılar. Fakat alay konusu ettikleri gerçeklerin haberleri
ilerde kendilerine gelecektir."
Bu Kur'an, göklerin ve yerin yaratıcısı,
karanlıkların ve aydınlığın var edicisi, insanın çamurdan yaratıcısı,
insanların gizli-açık yönlerini ve bütün davranışlarını bilen, göklerin ve
yerin ortak ilâhî katından geldi. O gerçektir, fakat onlar onu yalanladılar.
Bu yalanlamalarında ısrar ediyorlar, ayetlerine dönüp bakmaya yanaşmıyorlar,
ona inanmalarını isteyen çağrıyı alaya alıyorlar. O halde alay konusu
ettikleri gerçeklerin kesin haberleri ile yüzyüze gelecekleri günü
beklesinler.
Ayet, kâfirleri belirsiz, üstü kapalı bir tehdit
karşısında bırakıyor. Onlar bu tehdidin içeriğini ve ne zaman
gerçekleşeceğini bilmiyorlar. Böylece alay konusu ettikleri gerçeklere
ilişkin haberler ile her an yüzyüze gelme ihtimali karşısında
bırakılıyorlar. Beklenen, meçhul azap gelip çatınca gerçeğin ne olduğunu
açıkça göreceklerdir.
Bu tehdit pozisyonunda kafaları, kalbleri, bakışları
ve sinirleri kendilerinden önce yaşamış gerçek yalanlayıcılarının toplu
kırım sahnelerine çevriliyor. Onlar bu toplu-kırım olaylarının bir bölümünü,
meselâ kum fırtınası alımda helâk edilen Ad kavmi ile taş yağmuru altında
yok edilen Semud kavminin başlarına gelen felâketlerden haberdardılar. Bu
felâketlerin izleri ve kalıntıları oldukları gibi duruyordu. Araplar
Yarımada'nın güneyine doğru yaptıkları yaz ve kuzeyine doğru yaptıkları kış
gezilerinde bu kalıntıları yakından görme fırsatı buluyorlardı. Ayrıca Lût
kavminin alt-üst edilmiş köylerinin yakınlarından da geçtikleri oluyor ve o
köylerin çevresinde yaşayanların dilden dile yaydıkları felâket hikâyelerini
öğrenebiliyorlardı. İşte şu ayet, onların dikkatlerini, bir bölümü yakın
çevrelerinde bulunan bu toplu-kırım sahnelerine çekiyor. Okuyoruz:
"Onlardan önceki nice kuşakları yok ettiğimizi
görmediler mi? Oysa o kuşaklara size vermemiş olduğumuz derecede geniş
yerleşme ve yaşama imkânları vermiş, yurtlarına gökten bol yağmurlar
yağdırmış, ayakları altından nehirler akıtmıştık.
Fakat işledikleri günâhlar yüzünden onları yok
ederek arkalarından başka kuşaklar yarattık."
TARİH YORUMU
Bu kafirler geçmiş dönemlerde yaşayan insan
kuşaklarının toplu-kırım sahnelerinin kalıntılarım görmüyorlar mı? Yüce
Allah bu toplu-kırıma uğramış kuşaklara, Arap Yarımadası üzerinde bu ayetin
muhatapları olan Kureyş'lilere verdiğinden daha ileri düzeyde egemenlik,
maddi güç ve siyasi otorite vermişti. Yurtlarına sürekli yağmurlar
yağdırmış, onun aracılığı ile hayatlarına verimlilik, gelişme ve geçim
bolluğu sunmuştu.
Sonra ne oldu? Bu başı dik ve müreffeh toplumlar
Rabblerinin buyruklarına karşı geldiler. Bunun üzerine yüce Allah onları
günahlarının hak ettiği cezaya çarptırdı ve arkalarından başka bir kuşak
yarattı, bu kuşak onların yerini aldı. Onların göçüp gidişleri yerlerin hiç
umurlarında değil! Çünkü bu yerlere başka bir toplum sahip oluverdi. Gerçeği
yalanlayan, gerçeğin mesajına göz atmaya bile tenezzül etmeyen o güçlüler, o
egemenler, aslında ne kadar zavallıdırlar! Gerek yüce Allah karşısında ve
gerekse çizmeleri altında titrettiklerini sandıkları yurtlarının toprakları
karşısında ne kadar zavallı ve ne kadar önemsizdirler! İşte helâk olup
gittiler. Yokluğun karanlığına gömüldüler. Fakat yaşadıkları topraklar
onların yokluğunu ve boşluğunu hissetmedi. Çünkü aynı topraklar başka bir
kuşağın kalkındırma-geliştirme faaliyetlerine sahne oldu. O eski yerliler
sanki hiç yaşamamışlar gibi dünya dönmeye devam etti, hayat geleneksel
akışını sürdürdü!
Yüce Allah'ın yeryüzünde imkânlar sunduğu kimseler
bu gerçeği unutuverirler. Onlar ellerindeki imkânların Allah'ın dileği ile
gerçekleştiğini, kendilerinin bu imkânlar aracılığı ile sınavdan
geçirildiklerini akıllarından çıkarıverirler. Oysa onlara bu imkânları
bağışlayan yüce Allah, kendilerini sürekli olarak gözetliyor. Acaba bu
imkânlar ortasında yüce Allah'a vermiş oldukları sözü tutacaklar, O'nun
koştuğu şarta uyacaklar mı? Yani yüce Allah'a hiçbir ortak koşmaksızın, sırf
O'na kulluk sunacaklar, yaşama sistemlerinin kaynağını sadece O'nun
mesajlarına dayandıracaklar mı? Çünkü ellerindeki mülkün, egemenliğin asıl
sahibi O'dur, onlar bu mülkün ve egemenliğin emanetçileridirler. Yoksa
toplumlarının başında birer tağut, birer zorba kesilip ilâhlığın yetkileri
ve özellikleri üzerinde hak mı iddia edecekler. Emanetçisi oldukları bir
mülk üzerinde mülk sahibi imişler gibi serbest tasarruflara mı girişecekler?
Bu gerçeği, yüce Allah'ın kayırdıkları dışında kalan
kimseler genellikle unuturlar. Unutunca da yüce Allah'a vermiş oldukları
sözü, O'nun koyduğu halifelik, emanetçilik şartını çiğnemiş olurlar. Yüce
Allah'ın değişmez geleneğine aykırı düşerler. Bu sapmanın sonuçlarını işin
başında fark edemezler. Onlar umursamazlıklarının deryasında kulaç atarken,
kötülüklerinin yol açtığı çürüme süreci yavaş yavaş ilerleyip yayılır.
Sonunda yüce Allah'ın tanıdığı sürenin dolduğu ve vaadinin gerçekleşeceği
nokta gelip çatar.
Bu noktadan sonra olabilecek olanlar farklıdır. Kimi
zaman yüce Allah, bu kimseleri toptan yok etme cezasına çarptırır. Bu azap
onlara ya "başları üzerinden ya da ayakları altından" yani ya gökten inen ya
da yerden kaynaklanan bir afet biçiminde gelir. Nitekim bazı toplumlar bu
tür afetler sonunda yok olmuşlardır. Kimi zaman Allah onları kıtlıklara,
ürün ve insan kayıplarına uğratır. Tarihte bu tür cezalandırmaya uğrayan
milletlerin birçok örnekleri vardır. Kimi zaman yüce Allah bu kimseleri
birbirlerinin eli ile cezalandırır. Bu yolla cezalandırılanlar bazan
birbirlerine işkence çektirirler, bazan birbirlerini kırarlar, bazan
birbirlerini baskı altında inletirler, bazan birbirlerinden korkuya
kapılırlar; hiçbir taraf güven bulamaz olur. Böylece sonunda iç-çöküntüye
uğrayarak dışa karşı zayıf düşerler. O zaman da Allah, başlarına başkalarını
belâ eder. Bu "başkaları" Allah'a itaatkâr kimseler olabilecekleri gibi
Allah'a asi kimseler de olabilir. Bunlar başlarına çöreklendikleri eski
şımarıkların burunlarını kırarlar, ellerinden iktidarlarını ve imkânlarını
çekip alırlar.
Sonra yüce Allah bu toprakların egemenliğini yeni
kullarının eline verir, halifelik emanetini onların omuzlarına yükler;
onları da ellerine verdiği iktidar ve imkânlar aracılığı ile sınavdan
geçirir. Böylece O'nun geleneği tarihin akışı içindeki sürekli fonksiyonunu
yürütür. Bunun bir ilâhi gelenek olduğunun bilincinde olanlar, bunun bir
sınav süreci olduğunu akıllarından çıkarmayarak yüce Allah'a verdikleri söze
uygun davrananlar, O'nun omuzlarına yüklediği halifelik emanetine ihanet
etmekten kaçınanlar sonunda mutluluğu yakalarlar. Buna karşılık bu gerçek
karşısında umursamaz bir tavır takınarak ellerindeki iktidarı ve imkânları
kendi bilgileri ya da kurnazlıklarının sonucu olarak kazandıklarını sananlar
ya da bu iktidarın ve imkânların amaçsız olarak, rastgele bir şekilde
ellerine düştüğü vehmine kapılanlar, sonunda bedbahtlığa uğrarlar!
Azgın günahkârların, şımarık bozguncuların, Allah'ı
tanımaz kâfirlerin yeryüzünde mevki ve maddi güç sahibi olduklarını görmek,
insanları aldatıyor, yanılgıya düşürüyor. Fakat insanlar sabırsızlığa
kapılıyorlar, aceleciliğe düşüyorlar. Onlar yolun başını ya da ortalarını
görebiliyorlar, sonunu göremiyorlar. Çünkü yolun sonu ancak gelip çatınca
görülebiliyor! Bu yolun sonu tarihin karanlığına gömülen toplu-kırım
sahnelerinde görülüyor. Doğallıkla her şey olup bittikten ve bu felâketlerin
kurbanları birer tarihi olaya dönüştükten sonra Kur'an-ı Kerim, dikkatleri
bu toplu-kırım sahnelerine çekiyor. Bunu, kısa süreli kişisel ömürleri
zarfında yolun sonunu göremedikleri için, aldanarak bu süre içinde
görebildiklerini yolun sonu sananları uyarmak amacı ile yapıyor.
Bu ayette geçen "İşledikleri günahlar yüzünden
onları yok ettik" ifadesi ve bu ifadenin birçok surede sık sık tekrarlanan
benzerleri bir gerçeği anlatır, bir ilâhi geleneği yansıtır, tarih
olaylarına ilişkin İslâmcı yorumun bir bölümünü ortaya koyar.
Bu ifadelerin anlattıkları ortak gerçek şudur:
Günahlar, sahiplerinin yok olmalarına yol açar ve günahları gerekçesi ile
onları yok eden yüce Allah'ın bizzat kendisidir. Bu ilâhi gelenek sürekli
biçimde hükmünü yürütür. Gerçi herhangi bir fert, kısa ömrünün sınırları
içinde ya da herhangi bir kuşak, kendi sınırlı yaşama dönemi içinde bu
gerçeğin somut sonuçlarını görmeyebilir. Fakat bu gerçek, toplumlarında
günahların yaygınlaşmasına meydan veren, hayatlarını günahlara dayandıran
milletlerin sonuçları ile yüzyüze gelmek zorunda kaldıkları bir ilâhi
gelenektir. Bu gerçek aynı zamanda tarihin olaylarına ilişkin İslâmî yorumun
da bir bölümünü oluşturur. Toplumlarda bazı kuşakların yok olup yerlerini
başka kuşakların almasının temel sebeplerinden biri, günahların milletlerin
yapısında meydana getirdiği etkidir. Bu günahların toplumlarda yok olmaya
yol açan şartları hazırlamasıdır. Bu yok oluş; ya tarihin eski dönemlerinde
olduğu gibi, sürpriz bir felâket aracılığı ile gerçekleşir, ya da için için
işleyen bir iç yozlaşma yolu ile meydana gelir. Bu yozlaşma, günahların
dalgaları arasında bilinçsiz bir çırpınışla kulaç atan milletlerin bünyesini
zaman içinde kemirerek çözülmeye götürür.
Yakın tarihin gelişmeleri bu konuda bize -kısmen de
olsa- yeterli kanıtlar sunuyor; ahlâk yapısındaki çözülmenin, yaygın kadın
çıplaklığının, dişiyi baştan çıkarma ve süs aracı yerine koymanın, lüks
tüketimin, şımarık savurganlığın, oyun ve eğlence içinde insanın kendini
kaybetmesinin toplumsal etkilerini somut belirtiler halinde görebiliyoruz.
Bu sosyal bunalım belirtileri, tarihin karanlığına gömülmüş eski Yunan ve
Roma toplumlarının bazı yıkılış sebeplerini öğrenmemizi sağladığı gibi, bazı
çağdaş milletlerin ilk aşaması açıkça ortaya çıkan ve son aşamasının
göstergeleri ufuğa yansıyan gelecekteki çöküşlerini de şimdiden görmemizi
sağlıyor. Meselâ İngiliz ve Fransız milletleri gibi. Bu milletlerin
görünürde güçlü ve alabildiğine zengin olmaları bu tedrici çürümenin
getireceği yıkımı önleyemeyecektir.
MATERYALİST TARİH
Materyalist tarih yorumu milletlerin geçmiş
dönemlerini ve tarihin olaylarını açıklamaya çalışırken bu faktörün payını
tamamen yok sayar. Çünkü onun bakış açısı, ilke olarak ahlâk unsurunu ve bu
unsurun dayanağı olan manevi inanç etkenini sosyal hayattan uzaklaştırmayı
öngörür. Fakat bu akım, geçmişin bazı olaylarını ve insanlık tarihinin bazı
dönemlerini yorumlamaya çalışırken gülünç demagojilere başvurmak zorunda
kalır. Çünkü söz konusu tarihi dönemleri ve geçmiş olayları, inanç temeline
dayanmaksızın doğru yorumlamak mümkün değildir.
İslâm'ın tarihi yorumuna gelince bu yorum geniş
kapsamlı, ciddi, dürüst ve objektifdir. Bu yorum, maddeci tarih yorumun
ileri sürdüğü; her gelişmenin tek sebebi olarak maddi unsurların sosyal
olaylar üzerindeki etkisini göz ardı etmez; yaptığı tek şey, bu tür
faktörlere sosyal hayatta hak ettikleri yeri vermekten ibarettir. Bu yorum
aynı zamanda, objektif gerçekleri kör bir inatçılıkla görmezlikten
gelenlerden başka hiç kimsenin inkâr edemeyeceği etken unsurları da ön plâna
çıkarır. Meselâ evrendeki her gelişmenin ardında saklı duran ilâhi takdire
parmak basar. Meselâ insanların vicdanlarında, duygularında, inançlarında ve
düşüncelerinde meydana gelen iç değişikliklere dikkatleri çeker. Meselâ yine
insanların pratik tutum ve davranışlarının, ahlâk yapılarının sosyal
olayların gelişimindeki rolünü vurgular. Kısacası yüce Allah'ın, sosyal
hayata ilişkin geleneğinin işlemesine vesile olan hiçbir faktörün rolünü göz
ardı etmez.
Daha sonra gelen ayette, gerçeklere yüz çevirmeye
yol açan inatçı karakter tanıtılıyor. Bu tanıtım sırasında insanı hayrete
düşüren acayip bir karakter tipi çiziliyor. Bu karakter acayiptir, ama
pratikteki örnekleri çoktur. İnsan bu örneklere her dönemde, her ortamda ve
her kuşakta sık sık rastlar. Bu karakter kendini beğenmiş insanın
karakteridir. Gerçek, gözünün içine girse bile onu görmeye yanaşmaz bir
insan tipidir bu. O hiç kimsenin inkâr etmeye kalkışamayacağı, herkesin
inkâr etmekten utanacağı, yüzün kızaracağı derecede açık olan gerçekleri
bile gözünü kırpmadan inkâr eder. Kur'an, o harikulâde derecede orijinal,
veciz, hem düz anlatımda hem de tasvirde başarılı üslubu ile bu karakter
tipini birkaç kelimede somut biçimde canlandırıyor. Okuyalım:
7- Eğer sana kağıda
yazılmış, somut bir kitap indirmiş olsaydık da onu kâfirler elleri ile
tutsalardı, "Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değil " diyeceklerdi.
Bu hasta karakterlerin yüce Allah'ın ayetlerine yüz
çevirmelerine yol açan faktör, bu ayetlerin doğruluklarını kanıtlayan
delillerin yetersizliği ya da bu ayetlerin belirsiz anlamlı veya akıl
karıştırıcı olmaları değildir. Onları bu olumsuz tavrı takınmaya sürükleyen
asıl faktör, koyu bir kendini beğenmişlik ve kör inatçılıktır. İşin daha
başında ısrarla benimsedikleri reddetme, inkâr etme, delillerle ilgilenmeme,
hatta taraflarına bakmama tutumudur. Bu yüzden, eğer yüce Allah Kur'an'ı,
Peygamberine onların işleyişini gözleri ile göremedikleri vahiy yolu ile
değil de gözle görülebilen, elle dokunulabilen somut kağıt parçalarına yazıp
gönderseydi, böylece onlar bu kağıtlara elleri ile dokunabilselerdi, onu
sadece başkalarından dinlemek ya da okunan metinlerin yazılarını görmekle
yetinmek zorunda kalınsalardı, bu gördükleri ve elleri ile dokundukları
somut ilâhi mesajları yine onaylamayacaklar, kesin ve vurgulamalı bir dille
şöyle diyeceklerdi.
"Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir"!
Çizilen bu karakter tipi arsız, iğrenç bir tiptir.
Karşısındakilerde tiksinti ve düşmanlık duygusu uyandırır. Öyle ki, görenler
hemen üzerine atlayıp onu ayakları altına almak isteyeceklerdir. Çünkü böyle
bir karakterin sahibi ile ne tartışma yapılabilir, ne de kendisine kanıt ya
da belge gösterilebilir.
İnsanlar arasında somut örneklerine sık sık
rastlanabilen bu karakter tipinin, ayette böylesine net çizgiler ile tasvir
edilmesinin başlıca amaçları şunlar olabilir:
a) Bu portre, her şeyden önce Kur'an'ın ayetlerine
karşı çıkanlara takındıkları olumsuz tutumun çirkinliğini, antipatikliğini,
nefret uyandırıcılığını gösteriyor. Tıpkı asık, çirkin ve antipatik suratlı
birinin karşısına geçip yüzüne ayna tutmak gibi. Adam suratını bu aynada
görsün de antipatikliğinden utansın diye
b) Bunun yanısıra bu portre müşriklerin sırt
çevirmeleri ve kâfirlerin inkârcılıkları karşısında sıkıntıya kapılan
müminlerin duygularını bileyici ve kalblerin gerçeklere daha kopmaz biçimde
bağlayıcı bir etki bırakır. Bu etkinin olumlu katkısı sonuncunda müminler
çevrelerini kuşatan inkârcılıklara, yalanlamalara, caydırma girişimlerine ve
eziyetlere aldırış etmez olurlar.
c) Bu portre, bize aynı zamanda, yüce Allah'ın engin
toleransını, tarifsiz yumuşaklığını düşündürür. Sebebine gelince, bu
inkârcılar ve sırt dönücüler bunca arsız ve yüzsüz bir inatçılığı ısrarla
sürdürdükleri halde, yüce Allah onlara mühlet tanıyor; bir an önce
cezalarını vermiyor.
Bunların hepsi Kur'an aracılığı ile müşriklere karşı
savaş veren, mücadelelerini Kur'an'ın rehberliği altında yürüten o günün
müslüman cemaatı için, düşmanlarına karşı birer silâh, bu kıyasıya çatışmada
birer ileri adım niteliğinde idi.
Daha sonraki ayette bize müşriklerin bazı önerileri
anlatılıyor. Bu öneriler mızıkçılıktan, inatçılıktan,. cehaletten ve düşünce
yetersizliğinden kaynaklanıyor. Bu adamların gündeme getirdikleri başlıca
öneri şudur: "Allah, peygamber ile birlikte bu dini tanıtma çalışmalarına
katılacak, onun Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu onaylayacak
bir melek göndermelidir."
Arkasından gelen ayette bu önerinin meleklerin
yapısal özelliklerini ve onları dünyaya göndermeye ilişkin ilâhi geleneğin
mahiyetini bilmemekten kaynaklandığı anlatılıyor. Bunun yanısıra bu öneriyi
kabul etmeyen yüce Allah'ın bu yolla önerinin bilinçsiz sahiplerine karşı
aslında merhamet göstermiş olduğu vurgulanıyor. Okuyoruz:
8- Onlar "Muhammed'e
bir melek indirilseydi ya" dediler. Eğer melek indirseydik, onların işleri
bitirilir, kendilerine hiç mühlet tanınmazdı.
9- Eğer meleklerden
bir peygamber gönderseydik onu insan kılığında gönderecektik. O zaman da
kâfirleri şimdiki yanılgılarının aynısına düşürmüş olurduk.
Müşrikler tarafından ileri sürülen bu öneri daha
önce de başka milletler ve toplumlar tarafından peygamberlerine karşı ileri
sürülmüştü. Nitekim Kur'an-ı Kerim, o milletlerin ve toplumların
hikâyelerini anlatırken onların bu önerilerine de yer veriyor. Gerek bu
önerinin kendisi ve gerekse Kur'an'ın burada bu öneriye vermiş olduğu
karşılık, bize bazı gerçekleri hatırlatıyor. Şimdi bu gerçeklerin
başlıcalarına yerimizin elverdiği ölçüde değinmek istiyoruz:
Birinci gerçek: Bu önerileri ileri süren müşrik
Araplar, yüce Allah'ın varlığını inkâr etmiyorlardı. Onlar Peygamberimizin
yüce Allah tarafından gönderildiğinin; onun kendilerine okuduğu Kur'an'ın
Allah katından getirilmiş gerçek bir kitap olduğunun açıkça kanıtlanmasını
istiyorlardı. İşte bu amaçla şu belirli öneriyi seslendiriyorlardı: "Allah,
Peygamberimiz ile birlikte ona bu dini tanıtma çalışmalarında eşlik edecek,
onun seslendirdiği dâvayı onaylayacak bir melek göndersin." Bu önerilerin
çok sayıda benzerleri daha önceki dönemlerde de sık sık ileri sürülmüştü.
Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde bunlardan bize söz ediliyor. Meselâ
İsra suresinde yeralan aşağıdaki ayetler bu türdendir. Bu ayetler Mekkeli
müşriklerin söz konusu önerileri dışında buna benzer başka öneriler de
içerir. Bu önerilerin ortak özelliği şudur: Bunlar sahiplerinin bir önceki
ayette dile gelen serkeş karakterlerinin yanısıra birçok evrensel gerçekten
habersiz olduklarını, yine çok sayıda değer yargısının bilincinde
olmadıklarını kanıtlar. Şimdi o ayetleri okuyalım:
"Biz bu Kur'an'da insanlara her konuda örnek verdik;
öyleyken insanların çoğu kâfirlikte direndi.
Bunlar dediler ki; "Bize yeraltından pınarlar
fışkırtmadıkça sana asla inanmayız."
"Ya da kendi hurmalıkların ve üzüm bağların olmalı,
bunların arasından ırmaklar akıtmalısın."
"Ya da altından bir köşkün olmalı veya göğe
çıkmalısın. Bize oradan okuyabileceğimiz somut kitap indirmedikçe de göğe
çıktığına kesinlikle inanmayız. Dé ki; `Subhanellah! Ben peygamberlikle
görevlendirilmiş bir insandan başka bir şey miyim ki?
İnsanlara doğru yola çağıran bir rehber geldiğinde
ona inanmalarına engel olan tek şey onların "Allah bir insanı mı peygamber
olarak gönderdi?" şeklindeki sözleridir.
De ki; "Eğer yeryüzünde rahatça gezinen melekler
yaşasaydı, onlara gökten melek kökenli peygamber indirirdik." (İsra Suresi:
89-95)
Bu tür öneriler Mekkeli müşriklerin ne kadar inatçı
ve ne kadar cahil kimseler olduklarını ortaya koyar. Yoksa onlar
Peygamberimizi yakından tanıyorlardı, uzun yılların deneyimleri ile onun ne
kadar doğru ve ne kadar güvenilir bir kişi olduğunu öğrenmişlerdi. Nitekim
bu yüzden kendisine "emin (güvenilir)" lâkabını takmışlardı. Onunla
aralarında şiddetli çatışma olduğu halde, emanetlerini yanına bırakmaları da
kendisine karşı besledikleri güvenin göstergesi idi. Nitekim, Medine'ye
göçerken amcasının oğlu Hz. Ali'yi Mekke'de bırakarak halâ koruması altında
duran bazı emanetleri Mekkeli sahiplerine teslim etmekle görevlendirilmişti.
Oysa o günlerde Mekkeli müşrikler ile Peygamberimiz arasındaki çatışma,
kendisine suikast düzenleme girişimlerine yol açacak derecede ileri aşamaya
varmıştı.
Mekkeli müşrikler, Peygamberimizin güvenilir bir
kişi olduğuna inandıkları oranda doğru bir kişi olduğuna da inanıyorlardı.
Bunun şöyle bir pratik kanıtı yaşanmıştı: Peygamberimiz yüce Allah'ın emri
üzerine, Mekkelileri ilk kez toplu olarak açıktan açığa Safa tepesinde
İslâm'a çağırdığında, söze girerken eğer kendilerine bir haber getirmiş
olsa, getireceği bu habere inanıp inanmayacaklarını sormuş ve onlardan
vereceği her habere inanacakları cevabını almıştı. Buna göre eğer onlar
gerçekten Peygamberimizin doğru söyleyip söylemediğini belirlemek amacında
olsalar, onun geçmişinde bunu kanıtlayacak belgeleri fazlası ile
bulabilirlerdi. Nitekim bu surenin ilerde inceleyeceğimiz şu ayetinde,
Mekkeli müşriklerin Peygamberimizi yalancı saymadıkları kesin bir dille
açıklanmaktadır:
"Onların sözlerinin seni üzdüğünü biliyoruz. Aslında
onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr
ediyorlar." (En'am Suresi: 33)
Yani asıl mesele inkârcılık ve yüz çevirme arzusu,
inatçılık ve gerçeğe burun kıvırma karakteridir. Yoksa onların
Peygamberimizin doğru söylediği hakkında hiçbir kuşkusu yoktu!
Ayrıca onların karşısında Peygamberimizden
istedikleri somut, maddi kanıtlardan daha sağlam bir kanıt vardı ki, bu da
Kur'an-ı Kerim'in kendisi idi. Kur'an, gerek üslubu ve gerek içeriği ile
yüce Allah tarafından geldiğini kendi özü ile kanıtlayan bir belge
niteliğinde idi. Allah'ın varlığını da inkâr etmediklerine göre ortada başka
bir mesele kalmıyordu.
Zaten onlar da bu gerçeğin kesinlikle farkında
idiler. Dillerinin edebiyatına ve sanatına ilişkin duygusal birikimleri
sayesinde insanoğlunun ifade gücünün sınırını bildikleri gibi, Kur'an-ı
Kerim'in bu sınırın ötesine geçtiğini de biliyorlardı. Söz söyleme sanatına
ilişkin araştırması ve deney birikimi olanlar, böyle bir araştırma yapmamış,
böyle bir haz birikiminden yoksun kimselere nazaran bu gerçeğin daha iyi
farkına varırlar, bu izlenimi daha kolay algılarlar.
Gerçekten söz söyleme sanatı üzerinde araştırma
yapan herkes, bu Kur'an'ın insanın ifade gücünü aşan bir kitap olduğunu
kesinlikle fark eder. Kur'an'ın bu tartışmasız özelliğini, gerçeği bildiği
halde onu açıklamaktan kaçınan keçi inatlılardan başka hiç kimse inkâr
etmez. Ayrıca Kur'an'ın içerdiği inanç sistemi, bu inanç sistemini insan
idrakine yerleştirmek için ifade yöntemi, bu amaçla yararlandığı etkileyici
ve duygulandırıcı mesajlar ve imajlar, bütün bunlar insan ürünü
düşüncelerin, anlatım yöntemlerinin, psikolojik ve sözel etkileme
usullerinin yabancısı olduğu özelliklerdir. O günün Arapları bu gerçeğin
farkında idiler. Vicdanlarının derinliklerinde bu gerçeğin bilincini
taşıyorlardı. Sözleri ve davranışları onların, Kur'an'ın yüce Allah katından
geldiği konusunda şüpheleri olmadığını kanıtlar.
Böylece ortaya çıkıyor ki, söz konusu önerilerinin
amacı kanıt arayışı değildi. Bu bir tür işi yokuşa sürme bahanesi, bir çeşit
serkeşlik gösterisi, bir demagoji ve ayak diretme plânı idi. Başka bir
deyimle, onların tutumu, aslında yüce Allah'ın bir önceki ayette anlattığı
gibi idi. Tekrarlayalım:
"Eğer sana kağıda yazılmış, somut bir kitap indirmiş
olsaydık da onu elleri ile tutsalardı, kâfirler, `Bu apaçık bir büyüden
başka bir şey değil', diyeceklerdi."
İkinci gerçek: O günün "Arapları, melekleri soyut
bir kavram düzeyinde biliyorlar, bu yüzden yüce Allah'ın Peygamberimize bir
melek göndermesini, bu meleğin İslâm'ı yayma çalışmalarına katılmasını,
Peygamberi doğrulamasını istiyorlardı. Fakat yüce Allah'dan başka hiç
kimsenin bilgisine sahip olmadığı yapısal özellikleri hakkında doğru bilgi
taşımaları mümkün değildi. Acaba bunlar nasıl yaratıklardır? Yüce Allah ile
aralarındaki ilişkiler nasıldır? Dünya ile ve dünyalılar ile kurdukları
ilişkinin türü nedir? Bu sorular karşısında uçsuz-bucaksız bir çölde
kılavuzsuz olarak taban tepen bir yol şaşkınına benziyorlardı.
Nitekim Kur'an, eski Arapların meleklere ilişkin
birçok yanılgılarını, birçok putperest karakterli masallarını anlatmış ve
bunları doğru bilgiler ile düzeltmiştir. Bundan maksat, bu dine giren
Arapların düşünce yapılarını doğrultmak, onların gerek evren hakkında ve
gerekse evrende yeralan yaratık türleri hakkında sağlıklı bilgiye sahip
olmalarını sağlamaktı. Bu açıdan bakınca İslâm, hem aklı ve bilinci, hem
kalbi ve vicdanı ve hem de sosyal şartları düzeltmeyi amaçlamış bir sistem
olarak ortaya çıkmıştı.
İşte bu meyanda Kur'an-ı Kerim, bize Arapların
cahiliye dönemlerindeki asılsız saplantılarına ve yanlış kanaatlerine örnek
olarak, onların meleklerin Allah'ın kızları olduğuna -yüce Allah'ı bu
dayanaksız yakıştırmalardan tenzih ederiz ve bu gerekçe ile meleklerin Allah
katında reddedilmez bir şefaat yetkisine sahip olduğuna inanmalarıdır. Bu
yüzden, taptıkları kendilerince önemli bazı putların, meleklerin simgeleri
olmaları kuvvetle muhtemeldir. Kur'an-ı Kerim, o günkü Arapların
Peygamberimize destekçi ve onaylayıcı bir melek gönderilmesi gerektiğine
ilişkin sözlerini nasıl burada naklediyorsa, sözünü ettiğimiz sapık ve
düzmece kanaatlerini de aktarmaktadır.
Ayrıca Kur'an'ın birçok yerinde, söz konusu sapık
kanaatlerinin ilkine ilişkin düzeltmelere rastlarız. Nitekim Necm suresinde
yeralan aşağıdaki ayetler bu amaca yöneliktir.
"Lât ve Uzza hakkındaki görüşünüz ne?
"Ve üçüncüleri, ötekileri olan Menat hakkında?"
"Demek erkekler sizin, dişiler Allah'ın, öyle mi?"
"O halde bu haksız bir bölüştürme!"
"Bunlar sırf sizin ve atalarınızın uydurduğu,
Allah'ın haklarında hiçbir kanıt indirmemiş olduğu soyut isimlerdir. Onlar
sadece zanlarının ve canlarının istediklerinin peşinden gidiyorlar. Oysa
onlara Rabbleri katından doğru yol kılavuzu geldi."
"Yoksa insanın her hayal ettiği şey gerçekleşir mi
sanıyorsunuz."
"Oysa hayatın sonu da ilki de (Ahiret de dünya da)
Allah'a aittir."
"Göklerde nice melekler var ki, Allah'ın
dilediklerine ve hoşlandıklarına ilişkin izni olmadıkça, şefaatleri hiçbir
yarar sağlamaz."
"Ahirete inanmayanlar meleklere dişi adları
takarlar."
"Oysa onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur,
sadece zanlarının peşinden gidiyorlar. Zanları ise gerçeğin kırıntısının
bile yerini tutamazlar." (Necm Suresi: 19-28)
Bunun yanısıra Kur'an-ı Kerim, onların meleklerin
yapısal özelliklerine ilişkin ikinci sapık kanaatlerini de diğer birçok
ayetlerde olduğu gibi, bu surenin incelemekte olduğumuz iki ayetinde de
düzeltiyor. Tekrar okuyalım:
"Onlar `Muhammed'e bir melek indirilseydi ya'
dediler. Eğer melek indirseydik, onların işleri bitirilir, kendilerine hiç
mühlet tanınmazdı."
Bu ayette meleklerin bilinmeyen bir yönü
anlatılıyor, yüce Allah insanlara bu kullarına ilişkin biraz bilgi veriyor.
Müşrik Araplar yüce Allah'a yeryüzüne melek indirmesini öneriyorlar. Fakat
yüce Allah'ın yeryüzüne melek indirmeye ilişkin geleneğine göre, melekler
ancak peygamberlerini yalanlayan bir topluma inerek onları yok ederler,
Allah'ın o toplum hakkında verdiği toplu-kırım ve helâk kararını uygularlar.
Buna göre eğer yüce Allah müşrik Arapların önerisini
kabul ederek onlara bir melek indirse, işleri bitmiş, toptan yok olmuş bu
indirme harekâtından sonra hiçbir mühlet tanınmamış olacaktı. Acaba
istedikleri, önerdikleri bu mu idi? Kendi aleyhlerinde ölüm içeren bu şaşkın
önerilerini reddeden Allah'ın, bu yolla onlara rahmet ettiğinin farkında
mıdırlar? İşte ayet bu şekilde onları bir yandan, yüce Allah'ın rahmeti ve
öbür yandan yararlarının nerede olduğunu kestiremeyen bilgisizlikleri ve
melek indirmeye ilişkin ilâhi gelenek hakkındaki yanlış bilgileri ile
yüzyüze getiriyor. Onlar nerede ise hayatlarına mal olacak olan,
toplu-kırımlarına yol açacak olan bu cahillikleri yüzünden doğru yola
iletmeyi reddediyorlar. Allah'ın rahmetini tepiyorlar ve keçiler gibi
inatlaşarak Peygamberimizden başka kanıtlar istiyorlar.
Meleklerin bilinmeyen bir başka yönlerine de yine
yukarda okuduğumuz ayetlerin ikincisi ışık tutuyor. Tekrarlıyoruz:
"Eğer meleklerden bir peygamber gönderseydik onu
insan kılığında gönderecektik, o zaman da kâfirleri şimdiki yanılgılarının
aynısına düşürmüş olurduk."
Müşrik Araplar yüce Allah'a, Peygamberimizi İslâmı
yayma dâvasında destekleyecek bir melek indirmesini öneriyorlar. Ama
melekler insanlardan farklı yaratılışta varlıklardır, sadece yüce Allah'ın
bildiği yapısal özellikleri olan Allah kullarıdırlar. Onlar yüce Allah'ın
haklarında dediği gibidirler, biz Allah'ın verdiği bilgi dışında onlar
hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz. İşte Allah'ın onlar hakkında
bize verdiği bilgiye göre, bu varlıklar orijinal yaratılışları aynı kaldığı
sürece yeryüzünde gezemezler, yürüyemezler. Çünkü onlar bu gezegenin
şartları uyarınca yaratılmamışlardır, dünyalıların bir kesimi değildirler.
Fakat bunun yanısıra bir özellikleri var. Bu
özellikleri sayesinde, insanlarla ilgili bir görev yapacakları sırada insan
kılığına girebilirler. Bu görevler, yüce Allah'ın bir mesajını yerine
iletmek, yüce Allah'ın toplu-kırıma mahkûm ettiği kimselerin cezasını yerine
getirmek, müminleri yüreklendirmek, müminlerin düşmanları ile savaşa girip
bu düşmanları tepelemek gibi uygulamalardır. Kur'an-ı Kerim, meleklerin
Rabblerinin buyurduğu bu tür görevleri üstlendiklerini, Allah'ın emirlerini
asla çiğnemediklerini, kendilerine emredileni yaptıklarını anlatıyor.
Buna göre eğer yüce Allah, Peygamberimizi onaylamak,
desteklemek üzere bir melek gönderseydi, bu melek kendi orijinal kılığında
değil, insan kılığında ortaya çıkacaktı. O zaman işler yine karışacak,
kâfirler yine yanılgıya düşeceklerdi. Sebebine gelince, Peygamberimiz ortaya
çıkıp kendilerine "Ben bildiğiniz-tanıdığınız Muhammed'im, Allah beni sizi
uyarmak ve müjdelemek üzere görevlendirdi" deyince kafaları karıştı, gerçeği
seçemediler, işin içinden çıkamayıp yanılgıya düştüler. Peki eğer
karşılarına daha önce hiç tanımadıkları bir melek insan kılığına girerek
karşılarına çıkar da, tıpkı aralarından biri gibi karşılarına geçerek "Ben
bir meleğim, Allah beni Peygamberini onaylamak üzere gönderdi" deseydi,
kafaları daha çok karışmayacak mıydı? Yalın gerçeği kavramakta güçlüğe
uğrayan ve bu yüzden yanılgıya düşmüş olan bu adamlar, böylesine karmaşık
bir pozisyonun içinden nasıl çıkabileceklerdi'? Belli ki, yüce Allah insan
kılığına girdirerek bir melek gönderseydi, şimdi seçemedikleri gerçeği o
zaman hiç seçemeyecekler, asla kesin bir hükme varamayacaklardı.
Görüldüğü gibi yüce Allah, nasıl bir önceki ayette
Mekkeli müşriklerin kendi geleneğinin işleyiş yöntemine ilişkin
cahilliklerini ortaya koydu ise şimdiki ayette de, yaratıklarının belli bir
kesimini oluşturan meleklerin özel yapılarına ilişkin bilgisizliklerini
ortaya koyuyor. Bunun yanısıra onların hiçbir bilgiye, hiçbir gerekçeye ve
hiçbir delile dayanmayan inatçılıklarını ve ayak direyişlerini de gözler
önüne seriyor.
Üçüncü gerçek: Mekkeli müşriklerin söz konusu
önerilerini gündeme getirip cevaplandıran bu ayetlerin bize düşündürdüğü bir
başka gerçek de, İslâm düşüncesi ile bu düşüncenin dayanakları konusudur. Bu
dayanaklardan biri, İslâm'ın bize önce kavramamızı ve sonra kendileri ile
sağlıklı ilişkiler kurmamızı öğrettiği kimi görünür ve kimi görünmez
alemlerdir, varlık kesimleridir. Bu görünmez, bilgimize kapalı varlık
kesimlerinden birini de melekler alemi oluşturur. İslâm, meleklere inanmayı
imanın dayanaklarından biri saymıştır. Bu inanç olmadan insan mümin olamaz.
Bilindiği gibi mümin olabilmek için Allah'a, meleklere, Allah'ın
kitaplarına, peygamberlerine, Ahiret gününe, iyi ve kötü tarafları ile
kadere inanmak gerekir.
Bu tefsirin baş taraflarında Bakara suresinin giriş
bölümünde bu konuya değinmiştik. Orada söylediklerimiz özetle şöyle idi:
Gaybe, yani bilgimize kapalı olan aleme inanmak, insanın hayatında büyük bir
aşama oluşturur. Çünkü bu olgu, insanın somut algılarının dar çerçevesini
aşarak varolması ve düşünülmesi mümkün, fakat bilgimize kapalı bir gayb
aleminin bilincine ermesini simgeler. Buna göre bu olgu, hiç kuşkusuz, somut
hayvansal algılar düzeyinden insana özgü soyut algılar düzeyine yükselen bir
sıçrama anlamına gelir. Buna karşılık bu alanı insanın idrak mekanizmasına
kapatmak, onu geri düzeye düşürmek, aşağı konuma indirmektir. İşte sadece
somut algılara takılıp kalmayı öneren materyalist düşünce akımlarının
"ilericilik" yaftası altında yapmak istedikleri budur.
İnşaallah bu surenin ilerde karşımıza çıkacak olan
"Gayb'ın anahtarları O'nun katındadır, onu yalnız O bilir." ayetini
incelerken "gayb" konusunu ayrıntılı biçimde inceleyeceğiz. (En'am Suresi:
59) Şimdilik sadece bu "gayb" aleminin bir kesimini oluşturan melekler
konusunda birkaç söz söylemek istiyoruz.
MELEKLERE İMAN
İslâm düşüncesinin bilgimize kapalı, "gayb" alemine
ilişkin görüşüne göre, yüce Allah'ın kullarının bir kesimini oluşturan ve
"melek" adını taşıyan bir varlık grubu vardır. Kur'an-ı Kerim bize onların
sıfatları hakkında bu düşünce sisteminin gerektirdiği oranda ve onlarla
sağlıklı ilişkiler kurmamıza yetecek kadar bilgi vermiştir.
Bu bilgilere göre melekler, yüce Allah'ın
yaratıklarının bir kesimini oluştururlar. Allah'ın kulları olduklarına
inanırlar, O'na kayıtsız-şartsız itaat ederler. Ayrıca Allah'a yakındırlar.
Fakat bu nasıl ve ne tür bir yakınlıktır? Bu konuda kesin bilgimiz yoktur.
Şimdi bize bu bilgileri veren ayetleri okuyoruz:
"Onlar "Rahman, evlât edindi' dediler. Haşa O böyle
bir şeyden münezzehtir. Tersine melekler onurlu kullardır.
Onlar Allah'dan önce söz söylemezler ve sırf O'nun
emri ile iş yaparlar.
Allah onların önlerindekini ve arkalarında
bıraktıklarını, yapacaklarını ve yaptıklarını bilir. Onlar sadece Allah'ın
hoşnut olduğu kimselere şefaat ederler ve Allah'ın korkusundan titrerler."
(Enbiya Suresi: 26-28)
"O'nun katındakiler hiç büyüklük kompleksine
kapılmaksızın ve hiç bıkmaksızın O'na ibadet ederler.
Gece-gündüz, hiç ara vermeksizin O'nu tesbih
ederler." (Enbiya suresi: 19-20)
Yine Kur'an'ın verdiği bilgilere göre melekler
Rahman olan Allah'ın Arşını taşırlar ve Kıyamet günü bu Arşın çevresini
kordon altına alırlar. Okuyoruz:
"Arşı taşıyanlar ve onun çevresindekiler Rabb'lerini
övgü ile tesbih ederler, O'na inanırlar." (Mümin Suresi: 7)
"Meleklerin, Arşın çevresini kuşatmış olarak
Rabb'lerini övgü ile tesbih ettiklerini görürsün. İnsanlar arasında hakka
uygun hükümler verilmiştir ve bunun üzerine `Alemlerin Rabbine hamdolsun'
denmiştir." (Zümer Suresi: 75)
Melekler cennetin ve cehennemin bekçileri, kapı
görevlileridirler. Bu sıfatları ile cennetlikleri selâm ve dûa ile
cehennemlikleri azar ve tehditle karşılarlar. Okuyoruz:
"Kâfirler gruplar halinde cehenneme sevk edilirler.
Cehenneme vardıklarında kapıları açılır ve cehennem bekçileri onlara `Size
Allah'ın ayetlerini okuyan ve bu günle karşılaşacağınızı hatırlatan kendi
içinizden peygamberler gelmemiş miydi?' derler. Cehennemlikler `evet,
geldiler' derler. Fakat azab hükmü kâfirler için artık kesinleşti.
Onlara `Cehennem kapılarından içeri giriniz, sürekli
olarak orada kalacaksınız, büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür' denir.'
"Rabblerinin azabından sakınanlar gruplar halinde
cennete sevk edilir. Cennete vardıklarında kapıları açılır ve cennet
bekçileri onlara `Selâm size tertemiz geldiniz, sürekli kalmak üzere içeri
giriniz' derler." (Zümer Suresi: 71-72)
"Biz cehennem görevlilerini sadece melekler
arasından belirledik." (Mudessir Suresi: 31)
Melekler dünyalılar ile değişik biçimlerde ilişki
kurarlar.
Meselâ yüce Allah'ın emri ile onların koruyuculuğunu
yaparlar, onları sürekli izlerler, bütün davranışlarını yazıya geçirirler,
günleri gelince canlarını alırlar. Okuyalım:
"Allah, kulları üzerinde kesin egemendir. Size
koruyucu melekler gönderir. Sonunda birinize ölüm gelince elçilerimiz hiçbir
görev kusuru yapmaksızın onun camı alırlar." (En'am Suresi: 61)
"İnsanı, önünde ve arkasından gözetleyen melekler
vardır, onu Allah'ın emri ile korurlar." (Rad Suresi:11)
"İnsan bir söz söylemeye görsün, mutlaka yanı
başında onu gözetim altında tutan, söylediklerini yazıya geçiren bir melek
vardır." (Kaf Suresi: 18)
Bu arada melekler yüce Allah'ın vahyini
Peygamberlere iletirler. Bizzat yüce Allah'ın bize bildirdiğine göre bu
görevi yerine getiren melek, Cebrail'dir. Okuyalım:
"Allah, melekleri kendinden kaynaklanan bir ruh ile
dilediği kullarına göndererek onlara, `insanlara benden başka ilâh
olmadığını, buna göre bana karşı gelmekten sakınmalarını hatırlatınız' diye
bildirir." (Nahl Suresi: 2)
"De ki; kim Cebrail'e düşman ise bilsin ki, Allah'ın
izni ile senin kalbine Kur'an-ı indiren O'dur." (Bakara Suresi: 97)
Yine yüce Allah'ın verdiği tanıtıcı bilgiye göre
Cebrail "güç, etkinlik" sahibidir. Peygamberimiz, onu melek kılığında sadece
iki kere gördü, oysa Cebrail vahiy indiriminin diğer aşamalarında ona
değişik kılıklarda görünmüştü. Okuyoruz:
"Batmakta olan yıldız hakkı için, arkadaşınız
Muhammed ne sapıttı ve ne de azıttı. O havadan konuşmuyor. Söyledikleri
kendisine indirilen bir vahiydir. Bu vahyi ona müthiş güçleri olan etkinlik
sahibi (Cebrail) öğretti; Cebrail yüce ufuktayken doğruldu, sonra yaklaştı,
aşağıya sarktı, öyle ki, Peygamberle araları iki yay aralığı ya da daha
yakın oldu.
O anda Allah dilediğini kuluna vahyetti. Onun gönlü,
gözünün gördüğünü yalanlamadı. Gördükleri hakkında onunla tartışıyor
musunuz?
O, Cebrail'i bir inişinde daha görmüştü, en uçtaki
ağacın (sidret-ül münteha'nın) yanında, yanı başında Me'va cenneti vardı, o
sırada ağacı yaman bir şey bürümüştü! Muhammed'in gözü ne başka tarafa kaydı
ne de öteye geçti. Gerçekten Rabbinin bazı büyük ayetlerini gördü." (Necm
Suresi:1-18)
Yine melekler, batıla ve tağuta karşı verilen
amansız savaşta müminlere moral vermek için, yardım ve destek sağlamak için
yere inerler. Okuyoruz:
"Rabbimiz Allah'tır" deyip de sonra bu doğrultudan
hiç şaşmayanlara `korkmayınız, üzülmeyiniz, size vaadedilen cennetin müjdesi
ile sevininiz' diyerek melekler iner." (Fussilet Suresi: 30)
"Hani sen müminlere `Allah'ın gökten indirilmiş üç
bin melekle yardım etmesi size yetmez mi?" diyordun.
Evet, eğer siz sabreder ve Allah'dan korkarsanız, bu
arada onlar şimdi şu taraftan üzerine saldırırlarsa Allah size beş bin
nişanlı melekle yardım eder.
Allah size bu yardımı sırf size müjde olsun, bu
sayede kalbleriniz yatışsın diye yaptı. Yoksa zafer, sadece üstün iradeli ve
hikmet sahibi olan Allah'dan kaynaklanır." (Al-i İmran Suresi: 124-126)
"Hani Rabbin meleklere vahyetti ki; `Ben sizinle
beraberim, siz müminleri yüreklendiriniz, kâfirlerin kalblerine korku
salacağım, onların boyunlarına boyunlarına vurunuz, teker teker parmaklarına
darbeler indiriniz." (Enfal Suresi: 11)
Yine Kur'an'ın verdiği bilgilere göre melekler,
müminlere çeşitli hizmetler yaparlar; Rabb'lerini tesbih ederler, müminlerin
günahlarını affetsin diye Allah'a yalvarırlar, tıpkı sevdiği kimsenin durumu
ile yakından ilgilenen, sevecen bir dost gibi, müminler için Allah'a dûa
ederler. Okuyoruz:
"Arşı taşıyanlar ve çevresindekiler Rabb'lerini övgü
ile tesbih ederler. O'na inanırlar. Müminler için af dileyerek şöyle
yalvarırlar; `Senin rahmetin ve bilgin her şeyi kapsamına alır, o halde
tevbe edip senin yoluna koyulanların günahlarını affeyle, onları cehennem
azabından koru.'
`Ey Rabbimiz, gerek kendilerini ve gerekse İslâh
olmuş atalarını, eşlerini ve soylarını onlara vaad etmiş olduğun Adn
cennetlerine yerleştir. Hiç kuşkusuz sen üstün iradeli ve hikmet sahibisin'
`Onları kötülüklerden koru. O gün sen kimi
kötülüklerden korursan kendisine rahmet etmiş, acımışsın demektir ki, büyük
kurtuluş işte budur." (Mümin Suresi: 7-9)
Yine bu Kur'an kaynaklı bilgilere göre melekler,
müminlerin canlarını alırken onlara cennete gidecekleri müjdesini verirler.
Ahirette de onları aynı müjde ile karşılarlar ve cennette kendilerini
selâmlarlar. Okuyalım:
"Onlar, meleklerin canlarını aldığı tertemiz
kimselerdir, melekler onlara `selâm size, işlediğinizin karşılığı olarak
cennete giriniz." (Nahl Suresi: 32)
"Gerek onları ve gerek ıslâh olmuş atalarını,
eşlerini ve soylarını Adn cennetleri bekliyor, oraya girerler ve melekler
her kapıdan yanlarına girerek kendilerine `Sabretmenizin karşılığı olarak
selâm size, burası ne kadar güzel bir dünya sonucudur!' derler." (Rad
Suresi: 23-24)
Daha önce okuduğumuz bir ayette belirtildiği gibi
melekler, kâfirleri cehennemde azarla ve tehditle karşılarlar. Hak uğruna
verilen savaşlarda onlara karşı çarpışırlar. Ayrıca onların canlarını
işkence ile, azarla ve horlayarak alırlar. Okuyoruz:
"O zalimleri ölümün pençesinde çırpınırken ve
melekler ellerini uzatıp `Haydi verin canınızı, Allah hakkında söylemiş
olduğunuz asılsız, yakışıksız sözlerden ve O'nun ayetlerine karşı
kibirlenmelerinizden dolayı bu gün onur kırıcı bir azaba çarptırılacaksınız'
derlerken görmelisiniz." (En'am Suresi: 93)
"Fakat melekler, onların yüzlerine ve sırtlarına
vura vura canlarını alırken acaba halleri nice olur?" (Muhammed Suresi: 27)
Melek-insan ilişkisi, insanların atası Hz. Adem'in
-selâm üzerine olsun- yaratıldığı günlere kadar çıkar, sonra bu ilişki insan
hayatının enini-boyunu içerecek biçimde sürer ve az önce okuduğumuz ayet
örneklerinde söylediğimiz gibi, hayatın dünyadan sonraki aşamasını da
içerecek şekilde uzayıp gider. Yaratılış aşamasındaki insan-melek ilişkisi
Kur'an'ın birkaç yerinde anlatılır. Bunlardan biri Bakara suresinde yeralan
aşağıdaki ayetlerde karşımıza çıkar.
"Hani Rabbin meleklere `Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım' demişti. Melekler, `Ya Rabbi, sen yeryüzünde kargaşalık
çıkaracak, kanlar dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek
tesbih ediyor, tasdik ediyoruz' dediler.
Allah meleklere `Ben sizin bilmediklerinizi bilirim'
dedi.
Allah, Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra bütün
nesneleri meleklere göstererek `Haydi eğer dâvanızda haklı iseniz, bunların
isimlerini bana söyleyiniz' dedi.
Melekler `Ya Rabbi, sen yücesin, bizim senin
öğrettiklerinin dışında hiçbir bilgimiz yoktur, hiç şüphesiz sen her şeyi
bilirsin ve bütün yaptıkların yerindedir' dediler.
Allah, Adem'e `Ey Adem, bunlara o nesnelerin
adlarını bildir' dedi. Adem, meleklere bütün nesnelerin adlarını bildirince
Allah onlara `Ben size dememiş miydim ki, göklerin ve yerin bütün
gizliliklerini, ayrıca açığa vurduğunuz ve gizli tuttuğunuz bütün
yönlerinizi bilirim' dedi.
Hani biz meleklere `Adem'e secde ediniz' dedik de
hemen secde ettiler. Yalnız İblis secde etmekten kaçındı, kendini büyük
gördü ve kâfirlerden oldu." (Bakara Suresi: 30-34)
İnsanın hayatı ile bu yüce varlıklar kesimi arasında
ilişki kuran, insanın hayatını bu yüce varlıklar kesimi ile bütünleştiren
insan düşüncesine, evrenin gerçeklerini kavrama girişimlerine, insan
bilincine, insanın psikolojik ve fikri aktivitesine enginlik kazandırır.
İslâm düşüncesi bu enginliği müslümana sağlıyor. Kur'an müslümana bu engin
alanı, içerdiği görünür-somut alemle bütünleşen, bilgimize kapalı "gayb"
alemini sunuyor.
Buna karşılık gerek bu melekler alemini ve gerekse
"gayb" aleminin tümünü "insan"ın yüzüne kapamak isteyenler, insana en iğrenç
kötülüğü yapmak istiyorlar. Bunlar insanın alemini sınırlı, somut algıların
dar çerçevesi içine kapatmak ve böylece insanı hayvanlar aleminin
kalıplarına hapsetmek istiyorlar. Oysa yüce Allah, insanı düşünme gücü ile
onurlandırdı. İnsan bu güç sayesinde hayvanların kavrayamadıklarını
kavrayabilir, engin ve uçsuz-bucaksız bir bilgi ve bilinç okyanusunda kulaç
atabilir, aklı ile ve kalbi ile bu tür bir alemin atmosferinde kanat
çırpabilir, tüm varlığı ile böyle bir ışık denizinde yıkanıp şeffaflaşarak
arınabilir.
Araplar cahiliye dönemlerinde düşünce alanındaki
bütün yanılgılarına rağmen, bu konuda günümüzün sözde "bilimsel" cahiliye
uygarlığından daha ileri düzeyde idi. Çünkü günümüzün sözde "bilimsel"
cahiliye uygarlığının taraftarları "gayb" alemini tümü ile alaya alıyorlar,
böylesine bilgimize kapalı alemlerin varlığına inanmayı bilimle bağdaşmaz
bir ilkellik, bilimle çelişik bir düşünce kısırlığı sayıyorlar. Böylece
"gayb" kavramını terazinin bir kefesine ve "bilimselliği" karşı kefesine
koyuyorlar.
İlerdeki sayfalarımızda "Gayb'ın anahtarları
Allah'ın katındadır, onu yalnız O bilir" ayetini incelerken gerek bilimsel
ve gerekse dini her türlü dayanaktan yoksun olan bu iddiayı enine boyuna
tartışacağız. Şimdilik sadece melekler konusuna ilişkin bu kısa açıklama ile
yetiniyoruz.
Bu sözlerimizi bağlarken "bilimsel" akılcılığın
yaygaracılarına soruyoruz: "Melek" adlı bu varlık kesimini kökünden yok
saymalarını, bu kavramı ve bu varlık kategorisini düşünce ve inanç
çerçevesinden uzaklaştırmalarını gerektiren ve kaçınılmaz kılan kesin
bilimsel delilleri var mı ellerinde?
Onların bilimleri, başka bir gezegende dünyadakinden
farklı bir hayat türünün varolabileceğini; elementsel bileşimi, yapısal
oluşumu ve diğer şartları yeryüzü atmosferinden farklı atmosferli bir
gezegende bilmediğimiz türden bir "canlılık" olgusunun bulunabileceğini
kabul eder, en azından böyle bir ihtimali reddetmez. Böyleyken bu adamlar,
yokluğunu kanıtlayacak bir tek delilleri olmadığı halde sözünü ettiğimiz
"gayb" alemlerinin varlığını, hem de kesin bir dille, nasıl inkâr
edebiliyorlar?
Biz onları inanç sistemimizin kriterlerine göre ya
da yüce Allah'ın sözlerine göre değil, ilâh yerine koyup tapındıkları
"bilimlerine" göre yargılıyoruz. Bu yargılama sonucunda onları bu
"bilim-dışı" inkârcılığa sürükleyen tek faktörün hiçbir bilimsel kanıta
dayanma gereğini duymayan bencillikleri ve şımarıklıkları olduğunu
görüyoruz. Bu koyu inkârcılığı savunurken tek söyledikleri şey, bu alemlerin
"gayb" kapsamına girmeleri ve bilgimize kapalı olmalarıdır. Oysa ilerde bu
meseleyi tartışırken göreceğiz ki, onların inkâr ettikleri "gayb"
kategorisi, ellerimiz ile dokunup gözlerimizle görebildiğimiz somut
varlıklar dünyasında bile çağdaş "bilim"in varlığını ve etkinliğini
kesinlikle onayladığı tek realitedir.
ALAYCILARIN VE
YALANCILARIN SONU
Ayetler selinin bu dalgası, peygamberleri alaya
alanların başlarına gelenleri sunarak, yüce Allah'ın ayetlerini
yalanlayanları tarihteki yoldaşlarının toplu-kırım sahnelerini incelemeye
çağırarak, bu alaycılara ve yalanlayıcılara ilişkin ilâhî geleneğin somut
tanığı olan bu toplu-kırım sahnelerini görmek üzere yeryüzünü gezmeye
özendirerek sona eriyor. Okuyalım:
10- Senden önceki
birçok peygamberler de alaya alınmıştı. Fakat bu alaycılar, alay konusu
yaptıkları gerçek tarafından kıskıvrak kuşatılıverdiler.
11- Onlara de ki;
``Dünyayı geziniz de peygamberleri yalanlayanların sonu nice oldu, görünüz?"
Yukardaki ayetlerde bu alaycıların ve
yalanlayıcıların inatla ve serkeşlikle gerçeğe sırt döndükleri, cahillikten
ve serkeşlikten kaynaklanan birtakım öneriler ileri sürdükleri, yüce
Allah'ın bu önerileri kabul etmeyişinin O'nun rahmetini ve toleransını
kanıtladığı anlatılıyordu. Bunun arkasından gelen Peygamberimize sesleniş
üslubundaki bu değişik bakış açısının arkasında şu iki belirgin amaç yatar:
Birinci amaç, Peygamberimizi teselli etmek, sırt
çevirenlerin inadının ve yalanlayıcıların serkeşliğinin kalbine
çöreklendirdiği burukluğu dağıtmak, yüce Allah'ın söz konusu peygamber
alaycılarını ve yalanlayıcılarını hiçbir zaman cezasız bırakmadığını,
böylelerini cezalandırmanın her zaman geçerliliğini korumuş bir ilâhi
gelenek olduğunu yüreğinde pekiştirmek, bunun yanısıra uğradığı yüz
çevirmenin ve yalanlamanın "hakka çağrı" tarihinde ilk defa görülen bir
istisna olmadığının ferahlandırıcı duygusunu içinde tazelemektir. Çünkü daha
önceki peygamberlerin başlarına da aynı şeyler gelmişti. Fakat sonunda yüce
Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar hak ettikleri sonuçla karşılaşmışlar, alay
konusu ettikleri gerçek tarafından kıskıvrak kuşatılmışlar, böylece son
aşamada hak batıla ve gerçek eğriliğe galip gelmiştir.
İkinci amaç, yalanlayıcı ve alaya alıcı Arapların
kalblerini eski yalanlayıcıların ve alaya alıcıların toplu-kırım sahneleri
ile yüzyüze getirmek, alaycılıkta ve yalanlamakta ısrar ettikleri takdirde
kendilerini bekleyen bu sahneleri hatıralarında canlandırmaktır. Çünkü yüce
Allah tarihin daha önceki dönemlerinde onlardan çok daha güçlü çok daha
nüfuzlu, çok daha zengin ve müreffeh toplumları kitlesel cezalara
çarptırmıştı. Nitekim bu gerçekçi ve korkunç tehditleri ile kalbleri
ürperten bu ayetlerin başında yüce Allah onlara bu gerçeği duyuruyor.
İkinci ayetin seslendirdiği ilâhi direktif işte bu
uyarıcılığın mesajıdır. Okuyoruz:
"Onlara de ki; `Dünyayı geziniz de peygamberleri
yalanlayanların sonu nice oldu' görünüz."
Bilgi toplama, ibret alma, yerinde inceleme amacı
ile dünyada geziye çıkmak; böylece yüce Allah'ın olaylarda ve pratik
gelişmelerde somutlaşmış, elle tutulur kalıntılarda tescil edilmiş
geleneğini tanımak; bu tarihi kalıntıların sembolize ettiği olayların ve
kurbanlarının maceralarına dair yörede anlatılan ve tarih kitaplarına geçen
belgelerle bütünleştirmek; türü ve amacı bu olan, bu bilinçle yapılan bir
gezgincilik, bunlar tümü ile o günün Arapları için yeni şeylerdi. Bu durum
bize İslâm sisteminin onlara ne büyük bir aşama katettirdiğini, onları
cahiliye düzeyinden alarak bu yüksek bilinç, düşünce, görüş ve mantalite
düzeyine çıkarırken kendilerine ne kadar uzun bir uygarlık yolu aldırdığını
gösterir.
Eski Araplar ticaret, geçim kaynağı sağlama, avlanma
ve hayvan sürüsü gütme amacı ile geziye çıkarlar, oradan-oraya yer
değiştirirlerdi. Buna karşılık bilgi toplama ya da pedagojik amaçlı gezi
onlar için yepyeni bir şeydi. Daha önce bu yolda hiçbir deneyimleri
olmamıştı. Fakat işte bu yeni sistem, yani onları ellerinden tutup cahiliye
bataklığından çıkardıktan sonra adım adım yürüterek sonunda ulaştıkları yüce
doruğa tırmandıran bu İslâm sistemi, Arapların bakışlarını bu yeni gezi
türüne yöneltiyordu.
Bu konuya biraz daha derinliğine irdeleyince şunu
görürüz. Bu ve buna benzer ayetlerde insanlık tarihi belirli sistematik
yasalara göre yorumlanıyor; tarihin yorumunda sürekli bir geleneğin izleri
sürülüyor. Yüce Allah'ın izni ile bu sürekli geleneğin sebepleri ne zaman
gerçekleşirse sonuçlarının da ortaya çıkacağı belirtiliyor. İnsanlar hem bu
sebepleri ve hem de bu sebeplerin getirdiği sonuçları kavrayabilirler, bu
sebeplere ve onların bağımlı sonuçlarına dayanarak düşüncelerini
kurabilirler, bu sürecin aşamalarını ve dönemlerini tanıyabilirler.
İşte tarihin olaylarını yorumlamaya yönelik
böylesine sistematik bir yaklaşım tarzı o zamanın insanının düşünce düzeyi
için yepyeni bir yöntemdi. Çünkü o zamana kadar tarih diye ortaya konabilen
çalışmaların en ileri düzeydeki örnekleri birtakım basit gözlemlerden ya da
geçmişteki olayların ve sosyal alışkanlıkların birbirinden kopuk
hikâyelerinden ibaretti. Bu gözlemleri, olayları ve sosyal uygulamaları
birbirine bağlayan bir analiz ya da sentez yöntemi yoktu. Ne olaylar
arasında ne sebepler ile sonuçlar arasında ve ne de aşamalar ile dönemler
arasında anlamlı bir bağ kuruluyordu.
İşte Kur'an'ın bu tarihe bakış yöntemi insanlığı bu
ufka iletmeye, insanlık tarihinin olaylarını sistematik bir açıdan
değerlendirmenin çığrını açmaya geldi. Bu yaklaşım tarzı düşünce ve bilgi
edinme süreci boyunca ortaya çıkmış, doğal bir aşama değildi, dediğimiz gibi
kelimenin tam anlamı ile yepyeni bir "çığır" idi. İnsanlık tarihini doğru
yoruma kavuşturacak tek yöntem, bu çığırdan kaynaklanıyordu.
Arapların, Peygamberimizin çeyrek yüzyıllık
peygamberliği süresi içinde kaydetmiş oldukları baş döndürücü gelişme ve
gerçekleştirdikleri korkunç aşama bazı gözlemcileri dehşetli bir şaşkınlığa
sürükler. Bu kısacık dönem ekonomik yapıda ani ve çarpıcı bir gelişmenin
meydana gelmesine elverişli değildir. Eğer bu gözlemciler dikkatlerini sırf
ekonomik faktörler üzerine yoğunlaştırma saplantısından vazgeçerek
Peygamberimizin getirdiği, her şeyi bilen ve her şeyin içyüzünden haberdar
olan yüce Allah'ın katından getirdiği bu yeni sistemin sırrını araştırmaya
yönelseler içine düştükleri dehşet ve şaşkınlık dağılırdı.
Çünkü onların gözlerini kamaştıran mucize bu
sistemin yapısında saklıdır, materyalist akımın çağdaş putu, düzmece ilâhı
olarak empoze edilen ekonomi faktörünün etki alanında ısrarla aradıkları bu
sır, bu sistemin özünde yatar.
Yoksa o günün Arap Yarımadası'nda sözü edilen ani ve
çarpıcı ekonomik değişme hani nerede? Peygamberimizin çeyrek yüzyıllık
peygamberlik dönemi içinde gerçekleşen yeni inanç sistemini, yönetim
sistemini, düşünce tarzını, ahlâk değerlerini, bilgi birikimini ve sosyal
pratiğini meydana getirecek çapta köklü bir ekonomik gelişme orada meydana
gelmiş değil ki!
Kısacası eğer "Onlara de ki; `Dünyayı geziniz de
Peygamberleri yalanlayanların sonu nice oldu' görünüz" ayetinin
somutlaştırdığı bakış açısı bu ayetler grubunun ilki olarak okuduğumuz,
"Onlardan önceki nice kuşakları yok ettiğimizi görmediler mi? Oysa o
kuşaklara size vermemiş olduğumuz derecede geniş yerleşme ve yaşama
imkânları vermiş, gökten bol yağmurlar yağdırmış, ayakları altından nehirler
akıtmıştık. Fakat işledikleri günahlar yüzünden onları yok ederek
arkalarından başka kuşaklar ortaya çıkardık" ayetindeki bakış açısı ile
birlikte değerlendirilirse ve bu bakış açıları gerek bu surede ve gerekse
Kur'an'ın başka yerlerinde dile getirilen aynı anlamlı mesajlarla
bütünleştirilirse bu yeni sistemin insan düşüncesine olgunluk ve bütünlük
kazandıran orijinal bir cephesi ortaya çıkar. Bu sistem Kıyamete kadar
geçerli ve kalıcı olduğu gibi kendine özgü, başkalarına benzemez bir
sistemdir.
Önümüzdeki yüksek çağlayanlı ve korkunç imajlı ayet
dalgası yalanlamadan, sırt çevirmeden, alaya almaktan söz etmenin arkasından
geliyor. Bu alaya almanın, yüz çevirmenin ve yalanlamanın arasında ve
sonunda korkunç bir tehdit yer alıyordu. Ayrıca bakışlar ve kalbler bu
alaycı yalanlayıcıların toplu-kırım sahnelerinden ibret almaya çevriliyordu.
Bu yüksek çağlayanlı dalga, aynı zamanda yalanlayıcılardan söz eden, ilâhlık
gerçeğini hem engin evrensel alanda hem de derin boyutlu insanlık düzeyinde
dikkatlere sunan giriş dalgasının arkasından bu ilâhlık gerçeğini başka
alanlarda, yeni imajlar ve değişik mesajlar eşliğinde bakışlarımızın önüne
getiriyor. Böylece hem giriş dalgasında ve hem de bu dalgada yeralan
yalanlama girişimi gayet çirkin, son derece iğrenç bir tutum olarak
karşımıza dikiliyor.
Birinci ayet dalgasında ilâhlık gerçeği gökler ile
yeryüzünü yaratmada, karanlıklar ile aydınlığı var etmekte, insanı çamurdan
meydana çıkarmakta, insanın kişisel yaşama süresi anlamındaki ilk "ecel" ile
insanın yeniden dirilmesini simgeleyen ikinci "ecel"i belirlemede
somutlaştırılarak sunuluyordu. Bu arada yüce Allah'ın ilâhlığının gökler ile
yeryüzünü kapsadığı, bilgisinin insanların gizli açık bütün yönleri ile
aşikâre-saklı bütün davranışlarını içerdiği vurgulanıyordu. Bütün bu
gerçekler bize ne kuru bir teolojik anlatım üslubu ile ve ne de reaksiyoner
ve teorik bir felsefi yaklaşımla anlatılıyordu. Ayetlerin anlatımı bu
gerçeklerin insan hayatına yönelik vazgeçilmez sonuçlarını vurgulamayı
amaçlıyordu. Bu vazgeçilmez sonuçların başlıcaları şunlardı: İnsanın tüm
varlığı ile ortaksız yüce Allah'a teslim olması, O'na hiçbir şeyi denk
tutmaması, Allah'ın birliğinde kuşkuya yer vermemesi; ilâhlık otoritesinin
hem evreni ve hem de gizli açık yönleri ile insanlık hayatının bütününü
kapsadığını onaylaması; bu ilkelerin doğal sonucu olarak yüce Allah'ın
evrensel gelişmelere egemen olduğu nasıl kabul ediliyorsa insan hayatına
ilişkin gelişmelerde de O'nun ortaksız egemenliğinin kabul edilmesi.
Okuyacağımız yüksek çağlayanlı ayet dalgasına
gelince, burada da ilâhlık gerçeği mülkte, egemenlikte, etkinlikte, rızık
vericilikte, gözeticilikte, kudrette, karşı konulmaz güçte, yarar ve zarar
dokundurmada somutlaşmış olarak gözler önüne serilmesi amaçlanıyor. Bu
ayetlerin üslubu da ne kuru teolojik tartışma ve ne de reaksiyoner ve teorik
felsefi yaklaşım yöntemidir. Bu ayetlerde de bu gerçeklerin vazgeçilmez
sonuçlarının belirlenmesi amacı güdülüyor. Bu vazgeçilmez sonuçların
başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz: Bağlılık ile yönelmeyi, boyun eğme ile
kulluğu aynı kaynağa dayandırmak; bağlılık ile yönelmeyi boyun eğmenin ve
kulluğun göstergesi saymak. Çünkü okuyacağımız bu ayetlerin bir yerinde
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Allah'dan başkasını ilâh
edinmeyi reddetmesi emredilirken bu reddetmenin ilk dayanağının yüce
Allah'ın her canlıyı beslediği, buna karşılık hiç kimsenin O'na besin
vermesinin söz konusu olmadığı ve ikinci dayanağının da O'ndan başkasını
dost edinmenin Allah'a boyun eğme, O'na ortak koşmama taahhüdünü bozma
anlamına geleceği belirtiliyor.
İnceleyeceğimiz ayetlerde ilâhlık gerçeğinin bu
biçimde ve bu amaca dayalı sunuluşuna kalbleri ürperten bazı etkileyici
mesajlar eşlik ediyor. Bu mesajlar yüce Allah'ın her şeye malik, her şeye
egemen olduğu ve yine yüce Allah'ın bütün canlılara besin kaynakları sunduğu
halde O'na hiç kimsenin besin vermesinin söz konusu olmadığı gerçeğini
sunarak başlıyor. Arkasından öyle korkunç bir azaptan söz ediliyor ki,
bundan sadece yüce Allah'ın merhameti ve büyük bağışlayıcılığı sayesinde
kurtulmak mümkündür. Daha sonra yüce Allah'ın yarar ve zarar dokundurmaya
muktedir olduğu, yanısıra tartışılmaz üstünlüğün ve karşı durulmaz iradenin
sahibi olduğu vurgulanıyor. Arkasından da O'nun her işinin mutlaka bir
hikmete; engin bir bilgeliğe dayandığı belirtiliyor. Sonra da "De ki;", De
ki;" emri ile başlayan, bu ürpertici ve yüce emir kipinde somutlaşan
titretici mesajlar dizisine yer veriliyor.
Bu derin etkili mesajlar dizisi zarif ve yüce bir
mesajla noktalanıyor. Bu mesajda yüce Allah'ın birliğine tanıklık ediliyor,
O'na ortak koşmak reddediliyor ve müşrikler ile bütün bağlar kesinlikle
koparılıyor. Bu mesajın her cümlesi de "De ki" emri ile başlıyor; "De ki; en
büyük şahitlik kimindir?", "De ki; benim ile sizin aranızda Allah şahittir",
"De ki; ben buna şahitlik etmem", "De ki; O tek bir ilâhtır." Bu emir,
ayetlerin havasına yaygın bir ürperti katıyor, içeriklerine ürkütücü bir
ciddiyet damgası basıyor. Okuyalım:
GÖKLER VE YER
12- De ki; "Göklerde
ve yerde olanlar kimindir?" De ki; "Allah'ındır. O merhametliliği üzerine
görev yazdı. Sizleri geleceği kuşkusuz olan Kıyamet günü kesinlikle biraraya
getirecektir. Kendilerine kıyanlar var ya, buna sadece onlar inanmazlar.
13- Gecenin ve
gündüzün barındırdığı her şey O'nundur. O her şeyi işiten ve bilendir.
Bu ayette önce gerçek anlatılıyor, açıklanıyor ve
arkasından yolların ayrıldığı, karşıt tarafla ilişkilerin kesildiği
belirtiliyor. Bundan dolayı Peygamberimiz müşriklere bu şekilde karşı
koymaya yöneltiliyor. Bilindiği gibi bu ayetin muhatap aldığı müşrikler her
şeyin yaratıcısının yüce Allah olduğuna inanıyorlardı, fakat bu inançlarının
arkasından O'na yaratma gücü olmayan putları denk tutarak hayatlarına yön
verme konusunda bunları yüce Allah'a ortak koşuyorlardı. İşte Peygamberimiz
bu inanç kargaşası içindeki müşriklere göklerde ve yerdeki tüm varlıkların
mülkiyetinin kime ait olduğunu, bu varlıkların yaratıcısı olduktan sonra
onların maliki olanın kim olduğunu soruyor. Soruda "göklerdeki ve yerdeki
tüm varlıklar" denmek sureti ile söz konusu mülkiyetin yaygınlığı
vurgulanmış oluyor. Üstelik bu soruda dile getirilen gerçeğe müşriklerin
kendileri de karşı çıkmıyorlardı. Kur'an onların bu gerçeği tartışmasız
biçimde onayladıklarını birçok yerinde açıklamıştır. Evet;
"De ki; `Göklerde ve yerde olanlar kimindir?' De ki;
`Allah'ındır."
Gerçi eski Araplar cahiliye döneminde sapık
düşüncelere sahiptiler ve bu sapık düşünceler bozuk bir hayat tarzı ortaya
çıkarıyordu. Fakat onlar bu bakımdan günümüzün sözde "bilimsel" cahiliye
uygarlığından daha ileri düzeyde idiler. Onları günümüzdeki yoldaşlarından
daha ileri düzeye çıkaran nokta "Göklerin ve yerlerin yüce Allah'a ait
olduğunu" bilmeleri ve onaylamaları idi. Oysa onların günümüzdeki yoldaşları
fıtratlarını, gözeneklerini bu gerçeğe karşı sımsıkı kapatıyorlar, onu bu
alandaki fonksiyonunu yerine getirmekten alıkoyuyorlar.
Gerçi cahiliye dönemi Arapları bu gerçeği kabul
ediyorlardı, ama bu gerçeğin doğal sonuçlarını onaylamıyorlardı. Yani yüce
Allah'ın, mülkiyeti altındaki bu varlıkların ortaksız egemeni olduğunu, bu
varlıklara ilişkin her türlü tasarruf girişiminin mutlaka O'nun iznine ve
şeriatine bağlı olması gerektiğini benimsemiyorlardı. Onlar işte bu yüzden
müşrik sayılıyor ve yine bu yüzden hayat tarzlarına "cahiliye hayatı" adı
veriliyordu.
Peki hayatları ile ilgili her konuyu yüce Allah'ın
egemenliği dışına çıkararak bu egemenliği kendilerine yakıştırmaya
yeltenenlere ne demeli? Gerek kendilerine ve gerekse hayat tarzlarına hangi
adı takmalı, hangi sıfatı vermeliyiz? Onlara mutlaka müşriklikten başka bir
sıfat vermek gerekiyor. Bu sıfat bizzat yüce Allah'ın ifadesi ile
kâfirliktir, zalimliktir, fasıklıktır. Bu tür kimseler istedikleri kadar
müslüman olduklarını iddia etsinler, kimlik belgelerinin kendilerine
yakıştırdığı sıfat istediği kadar bu olsun, bu gerçeği değiştiremezler!
Tekrar ayete dönelim. Görüyoruz ki, burada
"göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların, mülkiyetinin yüce Allah'a ait
olduğu" gerçeği yanında bir de şu gerçeğe dikkatler çekiliyor:
"Allah merhametliliği üzerine görev yazdı."
Yüce Allah, bu mülkün kesin malikidir. Bu konuda
hiçbir rakibi, hiçbir ortağı yoktur. Fakat O kendi bağışlayıcılığının, kendi
kereminin sonucu olarak merhameti üzerine görev yazdı. Bu kararı kendi
iradesi ile, kendi dileği ile verdi. Bunu ona hiç kimse zorla benimsetmedi,
hiç kimse önermedi ve hiçbir zorunluluk dikte etmedi. Bu karar, bu görev
yazma eylemi sadece O'nun özgür iradesinin ve yüce ilâhlığının eseridir.
Öte yandan O'nun kendi üzerine görev olarak yazdığı
bu rahmet, O'nun yaratıklarına ilişkin takdirinin, dünyada ve Ahirette
onlara karşı takındığı tavrın temel kuralıdır. Buna göre bu kurala inanmak,
İslâm düşüncesinin temel ilkeleri arasında yer alır.
Yüce Allah'ın kullarına yönelik merhameti her konuda
ve her olayda geçerli bir prensiptir. Hatta bu prensip kulların zaman zaman
sıkıntılarla, zorluklarla sınavdan geçirildikleri durumlarda da
yürürlüktedir. Çünkü yüce Allah kullarının bir bölümünü, emanetini taşımaya
elverişli düzeye çıkarmak için onları böyle sınavlardan geçirmektedir. Bu
tür sınavlar aracılığı ile o kulların içtenliğini, bağlılığını, kendini
tanımasını, bilincini, hazırlığını ve yatkınlığını geliştirmek istemektedir;
özleri itibarı ile kimlerin temiz, kimlerin kirli olduklarını ortaya
çıkarmayı dilemektedir; Peygamberlerin peşinden gidenler ile onlara sırt
çeviren döneklerin ayırd edilmesini murad etmektedir; mahvolanların da hayat
bulanların da hak ettikleri sonuçlarla bile bile karşılaşmasını uygun
görmektedir. Bunların hepsinin ayrı birer rahmet türü oldukları açıktır.
Aslında ilâhi rahmetin sonuçları ve göstergeleri
ömürleri ve kuşakları kapsayacak oranda yaygındır. Kulların her anı yüce
Allah'ın rahmetinin kapsamı, şemsiyesi altındadır. Biz az önce sadece yüce
Allah'ın zorluklarla sınavdan geçirme kuralına ilişkin rahmetine değindik.
Çünkü bu nokta kalblerin kayabildiği ve gözlerin yanlış gördükleri tehlike
noktalarından birini oluşturur!
Biz burada ilâhi rahmetin sonuçlarını ve
göstergelerini ayrıntılı biçimde saymaya kalkışacak değiliz. Sadece bu
sonuçların ve göstergelerin birkaç tanesine kısaca değineceğiz. Yalnız daha
önce bu ayetin hayrete sürükleyici ifade tarzı üzerinde birazcık durmak
istiyoruz:
"O merhametliliği üzerine görev yazdı.
Bu surenin ilerisinde bu ifadenin şöyle bir benzeri
ile yeniden karşılaşacağız: "Rabbiniz merhametliliği üzerine görev yazdı."
(Ën'am Suresi: 54)
Bu ifadede dikkati çeken nokta az yukarda
değindiğimiz bağışlayıcılık gerçeğidir; yaratıcı, mülk sahibi, kulları
üzerinde kesin ve tartışmasız egemenliğin elde bulundurucusu olan Allah'ın
bağışlayıcılığıdır; kullarına yönelik merhametini bu şekle büründüren, onu
kendi üzerine yazılmış, kullarına karşı taahhüd edilmiş, sırf özgür iradesi
ve serbest dileği ile üstlenilmiş bir görev konumuna oturtan tek taraflı
bağışlayıcılığıdır. Bu dehşetli bir gerçektir. İnsan onu bu boyutları içinde
düşünmeye, zihninde canlandırmaya durduğu zaman onu düşünmeye, kavramaya,
etkisini algılamaya dayanamaz, zelzeleye tutulmuş gibi sarsılır.
Bu ifadede somutlaşan bir başka ilâhi bağış daha
dikkatimizi çeker. Bir öncekinden daha az önemli olmayan bu ikinci bağış,
yüce Allah'ın merhametli olma görevini üzerine yazdığını kullarına
bildirmesidir. Kullar kim oluyorlar ki, ilâhi iradenin yücelikler aleminde
cereyan eden bir işlemi hakkında kendilerine bilgi verilsin? Kullar kim
oluyorlar ki, peygamberler aracılığı ile bizzat yüce Allah'ın sözlerine
yüklenen bu konudaki bilgi kendilerine ulaştırılsın? Onlar bu denli ilgiye
lâyık mıdırlar ki? Değil. O halde bilgiyi vermeyi sağlayan tek faktör, kerem
sahibi yüce Allah'ın kullarına yönelik yaygın bağışı ve taşkın faziletidir.
Eğer bu gerçeği bu şekilde düşünüp kavrayabilirsek
kalblerimiz bir yandan hayrete ve dehşete kapılırken bir yandan da çapını ve
ayrıntılarını kelimelerin dar kalıplarına sığdıramayacağımız bir huzura ve
güvene kavuşur.
Bu tür gerçekleri ve bu gerçeklerin kalblerde
uyandıracağı duyguları insan dili ve insan kalemi ifade etmeye elverişli
değildir. İnsan kalbi onların sadece hazzını duyabilecek nitelikte
yaratılmıştır, o kadar. Yoksa onları bilecek yeteneğe sahip değildir.
Bu gerçeğin İslâm düşüncesinde somut bir ifadeye
kavuşması ilâhlık gerçeğine ve kullar ile bu yüce gerçek arasındaki ilişkiye
ilişkin düşüncenin önemli bir boyutunu oluşturur. Bu düşünce hoştur,
güzeldir, güven vericidir, sevecen ve zariftir; aynı zamanda bu konuda İslâm
düşüncesi ile bağdaşmaz görüşler ileri süren bazı dar görüşlü kulların
zorlamalı saçmalıkları karşısında insanı hayrete sürükleyecek bir nitelik
taşır. Sebebine gelince bu düşünce Hıristiyan kilisesinin sapık görüşlerinde
ileri sürüldüğü üzere hiçbir kulun yüce Allah'ın oğlu-evlâdı olduğunu
söylemiyor. İslâm düşüncesi bir yandan bu tür çocukça düşüncelerin üzerine
yükselirken aynı zamanda yüce Allah ile kulları arasındaki ilişkiyi
böylesine insanın kelimelerin kalıplarına sığdıramayacağı, kalbleri hazzı
ile doldurup taşıran ve heybeti ile ürperten yüksek bir ifade düzeyine
çıkarıyor.
Yüce Allah'ın rahmet yağmuru tüm kulların üzerine
yağar, onları tümü ile etki alanı içine alır. Onların varoluşları ve
hayatları bu engin kaynaktan beslenir. Bu rahmet, varoluşun her anında ya da
varlıkların hayatlarının her saniyesinde somut biçimde belirir. Özellikle
insanoğlunun hayatını ele alırsak karşılaşacağımız ilâhi rahmet sonuçlarını
ve göstergelerini saymaya nefes ve ömür yetiştiremeyiz. Burada
yapabileceğimiz şey, bu sonuçların bazı karakteristik nitelikte olanlarını
kısaca hatırlamaktır.
Yüce Allah'ın rahmeti, her şeyden önce insan soyunun
varoluşu olayında somutlaşır, insanların hiç bilmedikleri bir kaynaktan
meydana gelmelerinde tecelli eder. Yüce Allah'ın insanlara bu onurlu
varoluşu sunması, onları diğer birçok canlılar karşısında üstün kılan
karakteristik niteliklerle donanmış olarak yaratması, ilâhi rahmetin insan
soyuna yönelik en önemli göstergesidir.
İlâhi rahmetin diğer bir tecelli alanı, insan
soyunun emrine ve yararına sunulmuş bunca evrensel gücün ve enerji
kaynağının yaratılışıdır. Bu evrensel güçlerin ve enerji kaynaklarının insan
yararına sunulması, geniş anlamı ile "rızk" teriminin kapsamını oluşturur.
İnsanlar hayatlarının her anında bu rahmet türünün uçsuz-bucaksız bolluğu
içinde yüzerler.
İlâhi rahmetin diğer bir somut yansıma alanı yüce
Allah'ın insana verdiği "bilgi" alanıdır. Yüce Allah -(c.c)- insana bu
alanda her şeyden önce "bil i edinme" yeteneğini ve bu bilgiye yönelik
yetenekleri ile evrenin mesajları ve verileri arasındaki uyumunu kavrama
sezgisi sunmuştur. Tuhaftır ki, insanoğlu bu bilgiyi kullanarak yüce Allah'a
karşı birtakım zorlamalı küstahlıklar seslendirmektedir. Oysa O'na bu
bilgiyi öğreten, ona bu bildiklerini -terimin geniş anlamı ile- "rızık"
olarak sunan O'dur.
İlâhi rahmetin bir başka tecelli biçimi yüce
Allah'ın insanları yeryüzü halifesi sıfatı ile dünyaya yerleştirmesinden
sonra kendini gösterir. Bu da insanoğlunun her doğru yolu unutup eğri
yollara sapışında onu doğru yola iletecek bir peygamber göndermesi ile;
ısrarlı sapıklıklarına, uyarılarına kulak asmazlığına, doğru yol çağrılarını
dinlemezliğine karşı yumuşak ve toleranslı davranması ile ortaya çıkar. Oysa
bu durumlarda insana hak ettiği cezayı vermek yüce Allah için son derece
basittir. Fakat sırf rahmeti sayesinde bu tür sapık kullarına mühlet tanır,
sadece yüce hoşgörüsünün eseri olarak onlara meydan verir.
İlâhi rahmetin bir başka tecelli biçimi bilmeyerek
kötülük işleyip de arkasından tevbe eden günahkâr kulların affında
somutlaşır. Yüce Allah bu durumlarda işledikleri kötülüklerden vazgeçen
kullarına merhameti ile karşılık vereceğini üzerine görev olarak yazmıştır.
İlâhi rahmetin bir başka tecelli biçimi insanların
davranışlarına, karşılık biçerken gözettiği ilkede somutlaşır. Yüce Allah
kötülüğe sadece hak ettiği cezayı verirken iyiliğe, karşılığının on katı
kadar, hatta dilediğinde daha yüksek katlarda ödül veriyor, bunun yanısıra
kötülükleri iyilikler aracılığı ile siliyor, hesaptan düşürüyor. Bütün
bunlar yüce Allah'ın ayrı birer bağışıdır. Yoksa hiç kimse sırf kendi iyi
amelinin karşılığında cennete girmeyi hak edemez. Ancak yüce Allah'ın
rahmetinin kapsamı altına aldığı bahtiyar kullar cennete girebilirler. Bu
kural Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- için bile
geçerlidir. Nitekim Peygamberimiz, insanın yetersizliğinin ve yüce Allah'ın
faziletinin tam anlamı ile bilincinde olan bir kul sıfatı ile bu gerçeği
bizzat kendisi dile getirmiştir.
İlâhi rahmetin sonuçlarını ve göstergelerini
izlemeyi bu kadarlıkla noktalayarak bu işi yapmaya gücümüzün yetmeyeceğini,
takatimizin böyle bir çabaya yetişemeyeceğini açıkça söylememiz en doğru ve
en yerinde davranış olacaktır. Yoksa bu konuda bir yere varamayız, bir
başarı elde edemeyiz. Yüce Allah her an, mümin kulunun kalbine rahmetinin
çeşitli kapılarını açıyor, insan da bu rahmet esintilerinin bağışlayıcısı
ile ilişki kuruyor, O'nu tanıyor, O'nun varlığında huzura eriyor,
himayesinde güven buluyor, gölgesinde dirliğe kavuşuyor. İnsanın gücü bu
alanlardan bir tekini bile kavrayamaz, mahiyetini seçemez. Nerede kaldı ki,
o anı anlatabilsin, dile getirebilsin.
Şimdi Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun-
bu ilâhi rahmeti kalblere mümkün olduğu oranda tanıtacak bir somutlukla
nasıl dile getirdiğini görelim:
Sahabilerden Hz. Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre
Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- buyuruyor ki:
"Yüce Allah yaratma eylemini sona erdirince-
Müslim'de yeralan rivayete göre `Yüce Allah varlıkları yaratınca- Arşın
üzerinde, yanında bulunan bir kitabta' Benim rahmetim, gazabımı geride
bırakmıştır! Buhari'de yeralan başka bir rivayete göre "Benim rahmetim,
gazabıma üstün gelmiştir"- diye yazdı. (Buhari, Müslim)
Yine Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsan- şöyle buyuruyor:
"Yüce Allah rahmetini yüz bölüme ayırmış, bunun
doksan dokuzunu yanında alıkoyarak sadece bir tanesini yeryüzüne
indirmiştir. İşte yavrusuna basmamak için ayağını yukarı kaldıran ana
hayvana varıncaya kadar bütün canlılar bu bir tek rahmetten aldıkları pay
sayesinde birbirlerine karşı merhamet gösterirler." (Buhari, Müslim)
Sahabilerden Selman-ı Farisi'nin bildirdiğine göre
Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- buyuruyor ki:
"Yüce Allah'ın yüz tane rahmeti vardır. Bunlardan
biri sayesinde tüm canlılar birbirlerine karşı merhametli davranıyorlar. Bu
yüz rahmetin doksan dokuz bölümü Kıyamet günü için ayrılmıştır." (Müslim)
Yine Müslim'de yeralan bir başka rivayete göre
Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
"Yüce Allah gökleri ve yeri yarattığı gün yüz rahmet
yarattı. Bu rahmetlerden her biri gökle yer arası büyüklüğündedir. Bu
rahmetlerden sadece bir tanesini yeryüzüne ayırdı. Bu tek rahmetten
aldıkları pay sayesinde analar yavrularına, vahşi hayvanlar ve kuşlar
birbirlerine karşı şefkâtli ve sevecen davranmaktadırlar. Kıyamet günü
gelince yüce Allah bu yüz bölümlü rahmetini tamama erdirir."
Peygamberimizin bu somutlaştırıcı ve duyguları
harekete geçirici ifadesi yüce Allah'ın rahmetinin tasarımını insan idrakine
yaklaştırıyor. Sebebine gelince, insan gündelik hayatında bütün canlıların
analarının yavrularına yönelik şefkatini görür, seyreder ve bu manzaralar
karşısında duygulanır. Aynı şekilde insan kalblerinin küçüklere, yaşlılara,
güçsüzlere, hastalara, akrabalara, arkadaşlara ve dostlara yönelik
merhametini ve cana yakınlığını izler. Bu arada çevresindeki kuşların,
yırtıcı hayvanların birbirlerine karşı gösterdikleri ve zaman zaman
kendisini hayrete ve dehşete sürükleyen gösterilere dönüşen merhameti,
sevecenliği gözler. Sonra da bütün bu merhamet gösterilerinin, yüce Allah'ın
rahmet bütününün bir tek parçası sayesinde ortaya çıktığını düşünür. İşte o
zaman yüce Allah'ın ölçüler-üstü büyüklükteki rahmet tasarımının idrakine
bir dereceye kadar yaklaşmış olur.
Peygamberimiz bu ölçüler-üstü büyüklükteki ilâhi
rahmeti arkadaşlarına anlatmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu.
Nitekim Hz. Ömer, bize bu sürekli çabanın şöyle bir
kanıtını sunuyor:
"Bir keresinde Peygamberimizin huzuruna bir grup
savaş tutsağı getirilmişli. O sırada memelerini ovalaya ovalaya bir yere
doğru koşan bir esir kadın dikkatimizi çekti. Kadın esirler arasındaki bir
çocuğu buldu, onu tutup bağrına bastı ve emzirmeye başladı. Bunu gören
Peygamberimiz bize 'Bu kadının çocuğunu ateşe atacağını düşünebiliyor
musunuz?' diye sordu. Kendisine `Hayır, Allah'a yemin ederiz ki, onu ateşe
atmamak elindeyken böyle bir şey yapmaz' diye cevap verdik. Bunun üzerine
bize şöyle buyurdu; Yüce Allah'ın kullarına yönelik merhameti bu kadının
yavrusuna karşı beslediği şefkatten daha güçlüdür." (Buhari, Müslim)
Nasıl öyle olmasın ki, söz konusu kadının yavrusuna
karşı beslediği analık şefkati, yüce Allah'ın engin rahmetinin tek bir
parçasından payına düşen rahmetin tezahüründen ibarettir.
Peygamberimizin bu Kur'an kaynaklı gerçeği bu
duygulandırıcı üslupla `arkadaşlarına öğretmesinin sonucunda sahabiler, yüce
Allah'ın merhamet ahlâkı ile ahlâklanmak yolunda her gün yeni bir adım
atıyorlar, hem kendi aralarında ve hem de tüm canlılara karşı merhametliliği
benimsiyorlar, nasıl ki daha önce yüce Allah'ın kendilerine yönelik
merhametinden haz duymuşlar ise kalbleri bu uygulamanın sonucunda merhametli
davranışlarının hazzı ile besleniyordu. Nitekim Abdullah b. Amr İbn-il As'ın
bildirildiğine göre Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle
buyuruyor.
"Merhametlilere yüce Allah da merhamet eder. Siz
yeryüzündekilere karşı merhametli olunuz ki, gökte bulunan da size merhamet
etsin." (Tirmizi, Ebu Davud)
Sahabilerden Cerir'in bildirdiğine göre
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
"İnsanlara karşı merhametli davranmayanlara Allah da
merhamet etmez." (Buhari, Müslim, Tirmizi)
Sahabilerden Hz. Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre
Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Merhamet duygusu sadece kötülerin kalbinden
çıkarılır." (Tirmizi, Ebu Davud)
Yine Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamberimiz
bir gün Akra b. Habis'in yanında torunu Hz. Hasan'ı öptü. Bunu gören Akra
"Benim on çocuğum var, şimdiye kadar hiçbirini öpmüş değilim" dedi. Bunun
üzerine Peygamberimiz bakışlarını Akra'ya çevirerek "Merhamet etmeyene
merhamet edilmez" buyurdu. (Buhari, Müslim)
Peygamberimizin sahabelere yönelik merhamet dersleri
sadece insanlara merhamet etme telkinleri ile sınırlı kalınıyordu. Tersine
onlara yüce Allah'ın merhametinin her şeyi kapsamı altına aldığını ve
müminlerin de ilâhi ahlâkı ahlâk edinmekle görevli olduklarını, buna göre
ilâhi ahlâkı ahlâk edinmiş olabilmek için insanın tüm canlılara karşı
merhametli davranması gerektiğini, ancak böyle yapınca tam anlamı ile insan
olabileceğini öğretiyordu. O'nun bu konuda izlediği öğretim-eğitim yöntemi
hep bildiğimiz duyguları harekete geçirici yöntemdi.
Nitekim Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamber
Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- buyuruyor ki:
"Adamın biri yolda yürürken oldukça susamıştı,
karşısına bir kuyu çıktı, hemen aşağı inerek su içti ve yukarı çıktı. O
sırada birden gözüne aşırı susuzluktan dilini sarkıtıp soluyan ve toprak
yiyen bir köpek ilişti. Bunun üzerine içinden `Anlaşılan bu köpek de benim
az önce susadığım kadar susadı' diyerek az önce suyundan içtiği kuyuya indi,
ayağındaki mestin tekine su doldurdu, dolu mesti dişleri arasında
sıkıştırarak yukarı çıktı ve köpeğe su verdi, bunun üzerine yüce Allah
adamı, bu hoşnut edici davranışı karşılığında affetti."
Peygamberimizin bu sözlerini dinleyen sahabiler "Ya
Resulallah, hayvanlar yüzünden sevap kazanabilir miyïz?" diye sordular.
Peygamberimiz bu soruya "Her yaş ciğer (canlı) sizin için bir sevap kazanma
sebebidir." buyurdu. (Buhari, Müslim)
Başka bir rivayete göre Peygamberimiz bu olayı şöyle
anlatmıştı:
"Günahkâr bir kadın bir defasında bir kuyu
etrafından dönüp duran bir köpeğe rastladı. Hava sıcaktı. Köpek susuzluktan
dilini sarkıtmıştı. Bunu gören kadın ayağından mestini çıkardı ve içine
kuyudan su doldurarak köpeğe içirdi, bunun üzerine Allah o kadını affetti."
Oğlu Abdurrahman'ın bildirdiğine göre sahabilerden
Abdullah şöyle diyor:
"Peygamberimiz ile birlikte bir seferdeydik. Bir
yerde bir kuş gördük, iki yumurtası vardı, kuş uçunca yumurtalarını aldık.
Az sonra kuş geldi, tepemiz üzerinde uçuyordu, nerede ise kanatlarının
üzerimize değdirecekti. O sırada çıkagelen Peygamberimiz bize `Kim bu kuşu
yavrusundan ayırdı, yavrusunu ona geriveriniz' buyurdu. Bu arada
tarafımızdan yakılmış bir karınca yuvası görünce bize `Bunu kim yaktı?' diye
sordu. Kendisine `Biz yaktık' diye cevap vermemiz üzerine şunları söyledi;
`Ateşin Rabbinden başka hiç kimse ateş ile azap etmemelidir." (Ebu Davud)
Öte yandan Hz. Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre
Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
"Vaktiyle karıncanın biri bir peygamberi ısırmıştı.
Bunun üzerine o peygamberin emri ile karıncanın yuvası yakılıverdi. Hemen
arkasından yüce Allah o peygambere vahiy yolu ile şöyle buyurdu; `Bir
karınca seni ısırdı diye tesbih eden bir canlılar topluluğunu yakıverdin."
(Buhari. Müslim)
İşte Peygamberimiz sahabilere Kur'an'ın eğitim
metodunu böyle öğretti. Onları merhametli davranmaya alıştırırken yüce
Allah'ın rahmetinin tadına vardırdı. Öyle ya, onların birbirlerine karşı
gösterdikleri bu merhamet yüce Allah'ın çok sayıdaki rahmet dilimlerinden
birinin eseri değil miydi?
Bu gerçek müslümanın zihnine iyice yerleşince
mutlaka onun duygu dünyasında, hayatında ve ahlâkında derin etkiler meydana
getirir. Bu etkileri de ayrıntılı biçimde belirlemek zordur. Biz şimdi bu
etkilere kısaca değinmekle yetinmek durumundayız. Yoksa bu tefsir kitabının
dengeli olması gereken çerçevesini aşarak bağımsız bir konuya dalmış oluruz.
Bu gerçeğin bu düzeyde bilincinde olmak, müminin
kalbine Rabbine ilişkin güven aşılar. Bu güven kalbleri kaydıran ve gözleri
şaşırtan sıkıntılı sınav dönemleri için de geçerlidir. Çünkü mümin, emindir
ki; her gelişmenin, her durumun ve oldu-bittinin ardında yüce Allah'ın
rahmeti vardır; mümin kesinlikle biliyor ki; Rabbi kendisini yüzüstü bıraktı
diye ya da onu rahmetinden kovdu diye sıkıntıya düşürmüyor. Sebebine gelince
yüce Allah, rahmetini dileyen hiç kimseyi rahmetinden kovmaz. İnsanları
Allah'ın rahmetinden kovanlar, yoksun bırakanlar yine insanların
kendileridirler. Onlar yüce Allah'ı inkâr ederek, O'nun rahmetini
reddederek, bu rahmetten uzaklaşarak ondan kendilerini yoksun bırakırlar.
Bu güven duygusu müminin kalbini dayanma gücü ve
sabırla, umut ve iyimserlikle, rahatlık ve huzurla doldurur. Çünkü kalbi bu
duygular ile dolu olan mümin sevecen bir koruyucunun himayesindedir, bu
himayeden uzaklaşıp başıboşluğa düşmedikçe sürekli olarak onun gölgesinde
huzur içinde yaşar.
Bu gerçeğin bu düzeyde bilincinde olmak müminin
duygu dünyasında Allah'dan utanma (haya) hissini kamçılar. Çünkü yüce
Allah'ın bağışlayıcılığına ve rahmetine bağlanan umut, bazılarının sandığı
gibi, insana günah işleme cüreti aşılamaz, tersine bağışlayıcı ve merhametli
olan yüce Allah'dan utanma duygusunu güçlendirir. İlâhi merhametin günah
işlemeye cüretlendirdiği kalb, gerçek anlamda imanın hazzına varamamış olan
bir kalb olabilir. Bundan dolayı bazı sözde tasavvufçuların yüce Allah'ın
hoşgörüsünün veya bağışlayıcılığının ya da rahmetinin hazzını tadabilmek
için bile bile günah işledikleri biçimindeki saçmalıklarına anlam
veremiyorum, bunların aslı olabileceğine inanamıyorum. Çünkü ilâhi rahmet
karşısında sağlıklı fıtratın mantığı bu değildir!
Yine bu gerçeğin bu düzeyde bilincinde olmak,
müminin ahlâk anlayışını güçlü bir biçimde etkiler. Çünkü mümin, yüce
Allah'ın ahlâkını kendi ahlâkı haline getirmekle, Allah'ın huylarını huy
edinmekle görevlidir. Bunun yanısıra bütün kusurlarına, günahlarına ve
yanılgılarına rağmen ilâhi rahmet tarafından çepeçevre kuşatılmış olduğunu
görüp duruyor. Bütün bunlar kendisine nasıl merhametli olacağını, nasıl
hoşgörü göstereceğini, nasıl başkalarının kusurlarını bağışlayacağını somut
örnekler halinde öğretiyor. Biz yöntemini bu büyük gerçeğe dayandıran
Peygamberimizin, sahabilere yönelik eğitiminde bu ilâhi örneklerden nasıl
yararlandığını az yukarda görmüştük.
Okuduğumuz ayetin belirlemesine göre yüce Allah'ın
insanları Kıyamet günü biraraya getirecek olması O'nun rahmetinin
göstergelerinden, sonuçlarından biridir. Tekrarlıyoruz:
"De ki; 'Göklerde ve yerde olanlar kimindir?' De ki;
Allah'ındır.' O merhametliliği üzerine görev yazdı; sizleri geleceği
kuşkusuz olan Kıyamet günü kesinlikle biraraya getirecektir. Kendilerine
kıyanlar var ya, buna sadece onlar inanmazlar."
Gerçekleşeceği kuşkusuz olan o büyük toplantı, yüce
Allah'ın üzerine görev yazdığı bu rahmetin bir parçasıdır. Bu toplantı
olayının arkasında yüce Allah'ın kullarına yönelik bir ilgisi bulunduğu
bellidir. Çünkü yüce Allah, insanları belli bir iş için yarattı, onları
belli bir amaçla yeryüzünde halifeliğe getirdi, onları boşu boşuna
yaratmadı, amaçsız ve başıboş bırakmadı. Tersine onları Kıyamet günü
biraraya getirecektir. Bu gün insanların ulaşacakları son aşamadır. Tıpkı
yolcuların varmak istedikleri son durak gibi. Yüce Allah o gün insanlara
kendisine yönelik çabalarının, rızasına dönük emeklerinin karşılığını
verecektir, dünyadaki çalışmalarının titiz değerlendirmesi sunulacaktır.
Onların hiçbir emeğini boşa çıkarmayacak, hiçbir ücretlerini kesmeyecektir.
Tersine Kıyamet günü insanlara ücretleri, ödülleri tastamam verilecektir. Bu
uygulama başlı başına ilâhi rahmetin göstergelerinden biridir. Ayrıca yüce
Allah, kötülüğe sadece karşılığı olan cezayı verirken iyiliğe on katı kadar
ve dilediklerine daha yüksek katlarda ödül veriyor, bunun yanısıra dilediği
kimselerin dilediği günahlarını siliyor ki, bütün bu uygulamalar söz konusu
büyük toplantıda tecelli edecek olan birer ilâhi rahmet göstergesidir.
Cahiliye döneminin Arapları müslüman olma şerefine
erip bu dinin yüce düzeyine yükselmeden önce Kıyamet günü olgusunu inkâr
ediyorlardı. Bu konudaki tutumları tıpkı günümüzdeki yoldaşları olan sözde
modern cahiliye bağlılarının tutumları gibi idi. İşte bu gerekçe ile ayetin
bu kısmında çeşitli pekiştirme yöntemleri ile donatılmış bir anlatıma yer
verildiğini görürüz. Bundan maksat, müşrik Arapların ısrarlı yalanlamalarına
karşı koymaktır. Tekrar okuyoruz:
"Sizleri geleceği kuşkusuz olan Kıyamet günü
kesinlikle biraraya getirecektir."
O gün kayba uğrayacak olanlar, zarara sürüklenecek
olanlar sadece dünyada iman etmemiş olanlar olacaktır. Bunlar bir yandan
zarar ederken öbür yandan kâr edecek değildirler, her şeylerini tümü ile
yitirecekler, kesinlikle zarara batacaklardır. Çünkü kendi özlerini
yitirecekler, kendi benliklerine kıymış olacaklardır. Bu yüzden herhangi bir
şeyi kazanma imkânını tamamı ile yitireceklerdir. İnsan kazandığı şeyi özü
için, benliği hesabına kazanır, öyle değil mi? Eğer benliğini kaybederse,
özüne kıyarsa artık neyi, kimin hesabına kazanabilir'? Okuyoruz:
"Kendilerine kıyanlar var ya, buna sadece onlar
inanmazlar."
Bu kimseler kendi özlerine kıymışlar, onu
yitirmişlerdir. Artık ellerinde iman edecek bir öz kalmamıştır. Bu ifade
pratik bir durumu anlatan gerçekçi bir deyimdir. Bu din insan fıtratına
yönelik derin ve etkili mesajlar, inandırıcı kanıtlar içerir. Böyle olduğu
halde ona inanmayanlar, mutlaka daha önce fıtri özlerini yitirmiş
olmalıdırlar. Mutlaka bünyelerindeki fıtri karşılık verme ve benimseme
cihazları dumura uğramış, işlemez olmuş ya da perdelenmiş, maskelenmiş
olmalıdır. Onlar bu durumda öz benliklerini kaybetmişlerdir. Çünkü öz
benliklerinin yapısında saklı duran canlı fıtratlarının reaksiyon gösterme
ve kabul etme cihazlarından yoksun kalmışlardır. Bundan dolayı onlar
inanmıyorlar. Sebebine gelince inanacak bir öz benlikleri kalmamıştır artık.
Çevrelerinde inanmaya çağırıcı kanıtların ve mesajların bol olmasına rağmen
bu kimselerin iman etmemiş olmalarının anlamlı açıklaması budur. İşte
Kıyamet günü onların akıbetlerini bu çarpıklıkları belirleyecektir. Bu
akıbet, daha önceki öz benlikleri ile ilgili kayıplarının doğal sonucu
olarak ortaya çıkacak olan büyük kayıp ve onarılmaz yıkımdır.
Daha sonraki ayette varlıklar zaman boyutu içinde
inceleniyor. Oysa deminki ayette varlıklar mekân boyutu içinde ele
alınmıştı. Böylece yüce Allah'ın varlıklar üzerindeki rakipsiz mülkiyeti,
onları bilgisinin ve işiticiliğinin kapsamı altında tutuşu vurgulanıyor.
Okuyoruz:
"Gecenin ve gündüzün barındırdığı her şey O'nundur.
O her şeyi işiten ve bilendir."
Ünlü tefsir bilgini Zımahşerî'nin "Keşşaf" adlı
tefsir kitabında belirttiği gibi buradaki "barındırdığı" kelimesi "barınmak"
kökünden gelir. Buna göre ayetin ilk cümlesinin en akla yakın yorumu "geceyi
ve gündüzü barınak edinen her şey" şeklindedir ki, bu da "varlıkların tümü"
anlamına gelir. Böylece ayet, tüm varlıkların mülkiyetinin Allah'ın
tekelinde olduğunu belirtmiş oluyor. Bir önceki ayette de O'nun bütün
varlıkları içeren ortaksız mülkiyeti dile getirilmişti. Fakat bu iki ayetin
anlatımları arasında şu kadarcık bir fark vardır. "De ki; `Göklerde ve yerde
olanlar kimindir?' De ki; `Allah'ındır." ayeti varlıkları mekân boyutu
açısından ele alırken şimdi incelemekte olduğumuz "Gecenin ve gündüzün
barındırdığı her şey O'nundur." ayeti varlıkları zaman boyutunda gündeme
getirmektedir. Kur'an belirli bir meseleyi ayrıntılı biçimde irdelerken bu
tür ifade çeşitlemelerine sık sık başvurur. Bu iki ayete ilişkin birçok
farklı yorumlar içinde beni en çok tatmin eden yorum bu olmuştur.
Ayetin sonundaki Allah'ın her şeyi bildiğini ve her
şeyi işittiğini vurgulayan yorum cümlesi bir yandan O'nun tüm varlıkları
kapsamı altında tuttuğunu ve bir yandan da bu ayetin muhatabı olan
müşriklerin bu varlıklara ilişkin çeşitli saçma sözlerinden haberdar
olduğunu ifade eder. Bilindiği gibi o günün müşrikleri yaratıcı ve mülkün
sahibi Allah'ın birliğini kabul ettikleri halde bu surenin sonlarında
göreceğimiz üzere bir kısım meyvaları, hayvanları ve insan yavrularını
düzmece tanrılarına ayırıyorlardı. İşte bu yüzden burada bu müşrikler her
şeyin yüce Allah'ın mülkiyet tekelinde olduğu gerçeği ile yüzyüze
getiriliyor, bu gerçek -yeri geldiğinde- yüce Allah'ın izni olmaksızın O'na
koştukları ortaklara ayırdıkları varlıklar konusunda kendilerini hesaba
çekme gerekçesi olarak kullanılacaktır. Bu rakipsiz mülkiyet ilkesinin
belirtilmesi, bunun yanısıra, az sonra incelediğimiz ayetlerde dile gelen
yüce Allah'ın ortaksız dostluğunu onaylama ilkesine zihinleri hazırlayan bir
bağlantı oluşturup, o ilkeye gerekçe sağlıyor. Sebebine gelince madem ki,
yüce Allah tüm varlıkların ortaksız malikidir; her şey her zaman ve her
yerde O'nun mülkiyeti altındadır; madem ki, O'nun bilgisi ve işiticiliği her
şeyi ve her şey hakkında söylenen sözlerin tümünü kapsamaktadır; o halde
O'nun ortaksız biçimde dost ve veli edinilmesi kesin bir gerekliliktir.
ALLAH DOSTLARI
Yüce Allah'ın rakipsiz yaratıcı ve ortaksız mülk
sahibi olduğu belirtildikten sonra şimdi de Allah'dan başkasından yardım
isteme, O'ndan başkasına kulluk sunma ve O'nun dışında dost edinme
girişimlerine yönelik sert bir azarlama ile karşılaşıyoruz. Böyle bir
tutumun yüce Allah'a teslim olmakla çelişeceği ve müslüman olmakla bir arada
barınamayacak bir şirk oluşturacağı vurgulanıyor. Bu arada yüce Allah'ın
"göklerin ve yerin yoktan var ediciliği", "yediriciliği, fakat bir
yediricisinin bulunmadığı", "yarar ve zarar dokunduruculuğu", "güçlü ve
karşı konulmaz iradeli"liği gibi sıfatları gündeme getiriliyor. Arkasından
korkunç ve tüyler ürpertici azabı hatırlatılıyor. Böylece sahneye tümü ile
yüksek frekanslı ve derin ürpertili yücelik ve dehşet imajları hakim oluyor.
Okuyalım:
14- De ki;
"Allah'dan başkasını mı dost edineyim ki, O göklerin ve yerin yoktan var
edicisidir, yedirir, fakat yedireni yoktur. " De ki; "Müsiümanların ilki
olmam emredildi, bana `sakın Allah'a ortak koşanlardan olma' denildi. "
15- De ki; "Eğer
Rabbimin buyruklarına karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım. "
16- O gün kim
azaptan uzak tutulursa Allah onu kayırmış olur. İşte kesin kurtuluş budur. "
17- Eğer Allah
başına bir musibet verirse onu O'ndan başka hiç kimse gideremez. Eğer sana
bir iyilik verirse, kuşkusuz O'nun gücü her şeye yeter.
18- Kulları üzerinde
kesin egemendir. O'nun yaptığı her şey yerindedir, O her şeyden haberdardır.
Yüce Allah'ı dost (veli) edinmek şu anlamları ifade
eder: Yüce Allah'ı Rabb, efendi ve ibadet sunma makamı edinmek; O'nun
ortaksız egemenliği altına girip sırf O'na boyun eğmek; ibadet amaçlı
davranışları sırf O'na yöneltmek; yardım istenecek ve güvenilecek dayanak
olarak sırf O'nu tanımak; zor anlarda sırf O'na başvurmak. İşte kelimenin
tüm bu anlamları ile yüce Allah'ı veli edinme, dost bilme meselesi özünde
inanç meselesinin ta kendisidir. Yani ya sırf yüce Allah, kelimenin bütün
anlamları ile veli edinilecek, dost bilinecek ki, bu İslâm'dır.. ya da bu
anlamların herhangi birinde yüce Allah'a bir başkası eş tutulacak ki, bu da
aynı kalbde müslümanlıkla bir arada barınması mümkün olmayan müşrikliktir!
İşte bu gerçek okuduğumuz ayetlerde en güçlü ifade,
en etkili imajlarla belirtiliyor. Tekrarlıyoruz:
"De ki; `Allah'dan başkasını mı dost edineyim ki, o
göklerin ve yerin yoktan var edicisidir, yedirir, fakat yedireni yoktur.' De
ki; `Müslümanların ilki olmam emredildi, bana `sakın Allah'a ortak
koşanlardan olma' denildi."
Fıtratın güçlü ve köklü mantığıdır bu. Dostluk kime
sunulacak, kime bağlanılacak? Göklerin ve yerin yoktan var edicisine değil
de kime? Göklerde ve yerde yaşayan bütün canlıların rızkını verene, herkesi
yedirdiği halde yedireni olmayana değil de kime? Evet;
"De ki; `Allah'dan başkasını mı dost edineyim?"
Saydığımız sıfatları taşıyan yüce Allah varken böyle
bir şey düşünülebilir mi? Yüce Allah'dan başka birini dost edinmek, -eğer bu
dost edinmenin amacı yardım görmek ve destek sağlamak ise- hangi mantığa
sığar! Çünkü göklerin ve yerin yaratıcısı yüce Allah'dır, göklerin ve yerin
egemenliği O'nun tekelindedir. Eğer bu dost edinmenin amacı rızka kavuşmak,
besin kaynakları elde etmek ise göklerde ve yerde yaşayan canlıların tümüne
rızık veren, yiyecek sağlayan yüce Allah'tır. O halde rızık verme yetkisini
tekelinde bulunduran mutlak egemenin dışındaki birini dost edinmenin ne gibi
bir gerekçesi olabilir? Okumaya devam ediyoruz:
"De ki; `Müslümanların ilki olmam emredildi', bana
`sakın Allah'a ortak koşanlardan olma' denildi."
Müslüman olmamın, müşrik olmamamın kesin ve somut
anlamı yüce Allah'dan başkasını dost (veli) edinmememdir. Yüce Allah'dan
başkasını hangi anlamda olursa olsun dost edinmek müşrikliktir ve müşriklik
asla müslümanlıkla bağdaşmaz, müslümanlığın yerine geçemez.
Tek ve kesin bir mesele karşısındayız. Yumuşamayı ve
kaypaklığı kabul etmeyen son derece kesin bir mesele. Ya yönelişte, mesaj
almada, boyun eğmede, ibadette, yardım istemekte yüce Allah tek ve ortaksız
bilinecek, bütün bu konularda mutlak egemenliği onaylanarak başka birinin bu
alanların herhangi birinde O'na ortak olabileceği iddiası kökten
reddedilecek, hem duygusal hem de ameli bağlılık gelenekte ve şeriatte O'nun
rakipsiz otoritesine dayandırılacak, ya bütün bunlar olacak ki, bu
İslâm'dır; ya da bu konuların herhangi birinde yüce Allah'a, bir başkası
ortak sayılacak ki, bu da müşrikliktir ve asla müşriklik ile İslâm ayni
kalbde biraraya gelemez.
O günün müşrikleri Peygamberimizi bu konuda yumuşak
ve kaypak davranmaya çağırıyorlardı. Düzmece ilâhlarına yer verdiği takdirde
O'nunla birlikte bu dine gireceklerini söylüyorlardı. İlâhlığın bazı
karakteristik özelliklerini sosyal. konumlarını, nüfuzlarını ve yararlarını
sürdürebilmeleri için keyiflerine göre kullanmalarına göz yummasını
istiyorlardı. Bu özelliklerin başında nelerin helâl ve nelerin haram
olduğunu belirleme yetkisi geliyordu. Onlar bu ödünler karşılığında
Peygamberimize muhalefetten vazgeçmeyi, hatta O'nu başlarına getirmeyi,
kendisini servete boğmayı ve kızlarının en güzelleri ile evlendirilmesini
öneriyorlardı. Fakat Peygamberimiz, bu sert reddiyeyi onların yüzlerine
karşı açık açık haykırmakla emr olundu.
Müşrikler, Peygamberimize bir yandan işkence, savaş
ve tepeleme eli kaldırırken öte yandan ayartma, barış ve yumuşama eli
uzatıyorlardı.
Bu iki yüzlü girişime karşı Peygamberimize bu sert
reddiyeyi, bu açık tutum kararlılığını ve hiçbir kaypaklığa, hiçbir
yavşaklığa yer bırakmayan bu kesin yol belirlemeyi ortaya koyması
emrediliyordu.
Bunun yanısıra O'na müşriklerin kalblerine korku ve
ürküntü salması da emrediliyordu; aldığı emrin ve yükümlülüğün şakaya gelir
tarafının olmadığını, müslüman olmaya ve yüce Allah'ın birliğini onaylamaya
ilişkin ilâhi emri yerine getirmediği takdirde Rabbinin azabına çarpılmaktan
korktuğunu açıkça belirtmesi telkin ediliyordu. Okuyoruz:
"De ki; `Eğer Rabbimin buyruklarına karşı gelirsem
büyük günün azabından korkarım.'
O gün kim azaptan uzak tutulursa Allah onu kayırmış
olur ki, işte kesin kurtuluş budur."
Bu ifadeler Peygamberimizin, Rabbinin emri
karşısındaki gerçek duygularını tasvir ediyor, O'nun ilâhi azabtan
korktuğunu elle tutulur biçimde ortaya koyuyor. Nasıl korkmasın ki, herhangi
bir kulun bu azaptan uzak tutulması yüce Allah'ın bir rahmet göstergesi ve
kesin kurtuluşu sayılıyor.
Bunun yanısıra bu ifadeler, gerek o zamanın ve
gerekse bütün zamanların müşriklerinin kalblerine ürperti salacak bir hamle
niteliği taşırlar. O "büyük gün"ün, yani Kıyamet gününün azabını tasvir eden
titretici bir hamle karşısındayız. Bu hamle yırtıcı bir kuş gibi avını
kovalıyor, başı üzerinde daireler çizerek alçalıyor ve birden yakalamak
üzere üzerine çullanıyor. Onu avını pençesine geçirmekten sadece Allah'ın
yüce gücü alabilir, sadece bu güç onu burnundan tutarak başka tarafa
yöneltebilir! Bu tasvir karşısında okuyucunun nefesi gırtlağında
düğümleniyor, bu somut sahneyi seyrederken yırtıcı kuşun avına pençe
salacağı son anı içi titreyerek kolluyor.
Ayrıca Peygamberimiz neden yüce Allah'dan başkasının
dost (veli) edinsin ki? Niçin kendisine yasaklanmış olan müşrikliğe
bulaşarak, benimsemekle emredildiği İslâm'a ters düşmeyi göze alsın ki?
Niçin bu günahın arkasından gelecek olan korkunç, dehşetli azabın kucağına
atılsın ki? Ola ki, şu dünya hayatında bir yarar sağlar ya da bir zararı
başından savar diye mi? Sıkıntı anında insanlardan yardım alabilir ve
rahatlık anında insanlardan yarar görebilir beklentisi gerekçesi ile mi?
Oysa bu beklentilerinin hepsi yüce Allah'ın elindedir. Sebepler dünyasına
ilişkin mutlak güç O'ndadır, kullarının davranışlarını yönlendirecek karşı
durulmaz irade O'nun iradesidir, sonra O'nun hem verirken ve hem de kısarken
mutlaka bir hikmeti, bir bildiği vardır. Okuyoruz:
"Eğer Allah başına bir musibet verirse onu O'ndan
başka hiç kimse gideremez. Eğer sana bir iyilik verirse kuşkusuz O'nun gücü
her şeye yeter.
O kulları üzerinde kesin egemendir. O'nun yaptığı
her şey yerindedir, O her şeyden haberdardır."
Bu ayetlerde vicdanın fısıltıları, gönlün
vesveseleri, kuruntuları, arzuların ve fobilerin kuytulukları, kuşkuların ve
beklentilerin sızma yolları izleniyor. Arkasından bunların tümü inanç nuru
ile, iman belirginliği ile, düşünce berraklığı ile ve ilâhlığın özüne
ilişkin doğru bilgi ile cilâlanıyor, aydınlatılıyor. Çünkü Kur'an'ın burada
ve bu bölümde ele alıp çözüme kavuşturduğu mesele son derece hayatî bir
meseledir.
ŞAHİTLERİN TUTUMU
Son olarak bu dalganın en yüksek noktasını oluşturan
bölüm geliyor. Yüksek frekanslı ve derin etkili mesaj geliyor. Uyarma, şahit
tutma, karşı tarafla ilişki kesme ve müşriklik cürmüne katılmama sahnesi
karşısındayız. Bütün bunlar yüksek bir ses tonu ile ve ürpertici bir
kararlılıkla ifade ediliyor. Okuyoruz:
19- De ki; "En büyük
şahitlik kiminkidir?" De ki; "Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu
Kur'an, gerek sizi gerekse ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi,
sizler Allah ile birlikte başka ilâhlar olduğuna mı şahadet ediyorsunuz?" De
ki; "Ben buna şahadet etmem; 'De ki; "O tek bir ilahtır ve ben sizin O'na
koştuğunuz ortaklardan uzağım "
Bu tek ayette bu kadar kesitin ve imajın birbirini
izlemesi, ardarda sıralanması şaşırtıcı bir şey! Bu izleme ve sıralanma
an-be-an, tablo tablo bu sahneyi canlandırıyor. Öyle ki, neredeyse sahnede
yeralan insanların mimikleri dile gelecek ve nefes alıp vermelerinin sesi
duyulacak.
Meselâ işte şu Peygamberimiz! Rabbinden bu emri
alıyor. Arkasından müşriklerin karşısına dikiliyor. Yüce Allah'ın dışında
başka ilâhlar edinen, ilâhlığın bazı vazgeçilmez karakteristiklerini bu
düzmece ilâhlarına yakıştıran ve Peygamberimizin getirip kendilerine
tanıttığı İslâm'a girmelerinin karşılığında O'ndan bu tutumlarını
onaylamasını isteyen müşrikler ile yüzyüze geliyor. Sanki onların
istedikleri olabilirmiş gibi! Sanki onların düşündüğü tarzda müslümanlık ile
müşriklik birbirleri ile bağdaşabilir, aynı kalbde buluşabilirmiş gibi!
Gerçi şimdi de böyle düşünenler, müşriklerin o günkü zihniyetini devam
ettirenler var! Böylelerine göre hayatın yönlendirmesine ilişkin konularda
yabancı kaynaklardan mesajlar alınırken, yüce Allah'tan başkasına boyun
eğilirken, yüce Allah'dan başkası dost ve dayanak edinilirken, bütün bunlar
yapılırken bir yandan da müslüman olmak mümkündür!
İşte Peygamber Efendimiz, şu müşriklerin karşılarına
dikilerek onlara tanıtımını üstlendiği kendi dini ile dinleri arasında,
kendi inandığı Allah'ın birliği ile onların müşrikliği arasında, kendi
İslâmı ile onların cahiliye zihniyeti arasında yol ayrımı olduğunu
açıklıyor. Onlar sapık dinlerinden çıkıp kendi dinine girmedikçe aralarında
hiç ortak nokta bulunamayacağını anlatıyor, bu konuda uzlaşmanın söz konusu
olamayacağını belirtiyor. Çünkü daha işin başında yolları birbirinden
ayrılıyor.
Aha işte, Peygamberimiz ile müşrikler arasındaki
"tanık getirme" sahnesinin herkese açık perdesi gözler önüne geliyor:
"De ki; `En büyük şahitlik' kimindir?"
Yani şu evren bütününde tanıklığı en büyük olan
şahit kimdir? Tanıklığı bütün tanıklıklara baskın gelen şahitlik kiminkidir?
Kimin tanıklığı meseleyi köklü çözüme bağlar ve başkasının tanıklığına yer
bırakmaz?
Tüm evrende şahitliğinin ağırlığı olabilecek başka
hiçbir "şey" olmadığını vurgulamak, mutlaklığın yaygınlığını ifade edebilmek
için böylesine bir soru üslubuna başvuruluyor:
"En büyük şahitlik kiminkidir?"
Peygamberimize nasıl bu soruyu sorması emrediliyorsa
cevabını kendisinin vermesi emrediliyor. Çünkü bu sorunun başka bir cevabı
yoktur. Bu hem sorunun muhataplarının Hirafı ile hem de aslında böyledir:
"De ki; `Allah'ınkidir."
Evet. En büyük şahitlik Allah'ınkidir. Gerçeği O
açıklar, meseleyi en iyi o çözüme bağlar. O'nun şahitliğinden sonra başka
bir şahitliğe, O'nun sözünden sonra başka bir söze yer yoktur. O bir şey
söyleyince söylenecek başka bir şey kalmaz, mesele bitmiş olur.
Bu gerçek, yani yüce Allah'ın şahitliğinin en
ağırlıklı şahitlik olduğu gerçeği açıklanır-açıklanmaz hemen arkasından
kendilerine bildiriliyor ki, Peygamberimiz ile aralarında bizzat yüce Allah
şahittir:
"Benimle sizin aranızda Allah şahittir."
Yani "Aramızdaki davada şahidimiz Allah'dır."
İbarede gördüğümüz bu kesiklik, bazı sözlerin düşmüşlüğü sahnenin heyecanlı
havasına son derece uygun düşüyor. Bu ifade tarzı gizli kelimeleri açığa
çıkarmak sureti ile "Allah sizinle benim aramda şahittir." şeklinde bir
cümle kurmaktan çok daha etkileyicidir.
Peygamberimiz temel ilkeyi, yani bu meselede yüce
Allah'ın karar mercii olduğu ilkesini ortaya koyduktan sonra müşriklere
açıklıyor ki, yüce Allah'ın şahitliğini şu Kur'an içeriyor, yüce Allah ona
kendisine müşrikleri uyarsın diye indirdi, gerek Peygamber'in sağlığında ve
gerekse ölümünden sonra bu Kur'an ulaşabildiği herkes için bir uyarıcı
görevi yapacaktır. O gerek o günkü müşrikler ve gerekse bilgisine
ulaşabildiği diğer herkes aleyhine kanıttır. Çünkü yüce Allah'ın bu temel
konuya ilişkin şahitliğini içeriyor. Gerek dünya ve Ahiret, gerekse evrenin
ve insanın varoluşu bu temel meseleye dayanır. Okuyoruz:
"Bu Kur'an gerek sizi ve gerekse ulaştığı herkesi
uyarayım diye bana vahyedildi."
O halde şu Kur'an, kime anlayabileceği bir dille
anlatılır da adam onun içeriğini anlayabilirse artık o aleyhine delil olmaya
başlar, uyarı mesajını almış olur, eğer bu mesajı aldıktan sonra gerçeği
yalanlarsa azaba çarpılmayı hakkeder.
(Fakat eğer bir kimse Arapça bilmediği için Kur'an'ı
anlayamıyorsa, araya giren dil yabancılığı engeli yüzünden Kur'an'ın
içeriğinden haberdar olamıyorsa Kur'an o kimsenin aleyhinde tanık olma
işlevini yüklenmez. Bu durumda bu şahitliğin içeriğini, yani Kur'an'ın
anlamını o kimseye anlayabileceği bir dil aracılığı ile tanıtmamış olan
müslümanlar sorumludur. Tabii ki, eğer Kur'an-ı Kerim adamın ana diline
çevrilmemiş ise bu böyledir.)
Peygamberimiz müşriklere Kur'an'ın ilâhi tanıklığı
içerdiğini açıkladıktan sonra bu şahitliğin içeriğinin ne olduğunu
açıklıyor. Bu açıklamayı yaparken meydan okuyucu ve onların ters
doğrultudaki şahitliklerini, yüce Allah'ın şahitliğine taban tabana zıt
nitelikteki şahitliklerini kökten reddedici bir dil kullanıyor. Onlara açık
açık söylüyor ki, karşıt şahitliklerini reddediyor, olduğu gibi geri
çeviriyor, onun tersini ilân ediyor, zıddını açıklıyor, açıkça Rabbinin
mutlak birliğine ve ortaksız-rakipsiz ilâhlığına şahitlik ediyor, bu yol
ayrımında onlarla arasındaki bütün ipleri koparıyor, vurgulamalı ve
pekiştirici bir dille onların müşrikliklerinden uzak olduğunu, bu ağır
günahlarının sorumluluğuna katılmaktan kaçındığını haykırıyor. Okuyoruz:
"Yoksa siz Allah ile birlikte başka ilâhlar olduğuna
mı tanıklık ediyorsunuz?" De ki; `Ben buna şahitlik etmem.' De ki; `O tek
bir ilâhtır ve ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım."
Kur'an'ın ayetleri bu canlı kesitleri ile ve bu
imajları ile kalblere öylesine dehşetli bir ürperti salıyor ki, insan
sözünün bunu yapabilmesi söz konusu değildir. Bu yüzden herhangi bir yorumla
araya girerek bu ayetlerin kalblere akıyı, fışkırışını durdurmak
istemiyorum.
Yalnız bu ayetler kesitin içerdiği ve bu dalganın
köpüklerinde somutlaşan meseleden söz etmek istiyorum. Bu ayetlerin
dikkatlerimize sunduğu mesele dost edinme, Allah'ı birleme ve müşrikler ile
ilişki kesme meselesidir. Bu mesele bu inanç sisteminin temel meselesi, onun
içerdiği en büyük gerçektir. Günümüzün müslüman camiası bu ilâhi dersin
üzerinde uzun uzun durmak zorundadır. Çünkü bu ayetlerin inişine muhatap
olan o günün müslüman camiası ne tür bir cahiliye zihniyeti ile karşı
karşıya idi ise bu günün müslüman camiası da aynı tür cahiliye zihniyeti,
aynı cinsten olan bir cahiliye tutumu ile karşı karşıyadır. Bu yüzden
günümüzün müslümanları tutumlarını bu ayetlerin ışığında belirlemekle, bu
ayetlerin gösterdiği yoldan gitmekle yükümlüdürler. Bu gerekçe ile bu
ayetler üzerinde uzun uzun durup rotalarını onların kılavuzluğu altında
çizmelidirler.
Zaman döndü, dolaştı ve bu dinin insanlığa geldiği
ilk günkü noktaya geldi. İnsanlık, şu Kur'an'ın Peygamberimize indiği
günlerdeki durumunun bir benzerine döndü. İslâmiyet'in, en büyük temel
kuralı olan "lâilâhe illellah (Allah'dan başka ilâh yoktur)" ilkesini
yerleştirmek üzere geldiği günlerin ve sosyal şartların benzerlerini
yaşıyoruz neredeyse.
Yalnız bu şahadet cümlesinin anlamını İslâm orduları
başkomutanının elçisi Rebii b. Amir'in anladığı ve anlattığı gibi anlamak
gerekir. Bilindiği gibi Rebii b. Amir, Pers orduları başkomutanı Rüstem ile
görüşmesi sırasında komutanın "Sizi buralara getiren sebep nedir?"
şeklindeki sorusuna şu cevabı veriyordu; "Bizi buralara gönderen yüce
Allah'dır. İsteyenleri kula kulluk boyunduruğundan kurtarıp yüce Allah' a
kul olma düzeyine, dünyanın dar kalıpları içinde tutsak olmaktan kurtarıp
dünya ve Ahiret enginliğine ve çarpık dinlerin baskısından kurtarıp İslâm'ın
adaletine kavuşturmak için geldik."
Rebii b. Amir bu sözleri söylerken Rüstem ile
soydaşlarının imparator Kisra'ya tapmadıklarını, onu evrenin yaratıcısı ve
ilâhı olarak görmediklerini, bilenin ibadet amaçlı davranışları kendisine
sunmadıklarını biliyordu. Yalnız imparatorun yasa koyma yetkisin.
onaylıyorlar, bu anlamda ona tapıyorlardı ki. bu tutum İslâm'a aykırı idi,
hatta onunla çelişiyordu. Bu yüzden Rüstem'e bildirdi ki, yüce Allah
kendilerini insanları kulun kula kulluk ettiği, rejimlerin ve sosyal
düzenlerin pençesinden kurtarıp ortaksız Allah'a kul olma düzeyine ve İslâm
adaletinin dirliğine çıkarmaya göndermişti. Bu rejimlerin ve düzenlerin
savunucuları ilâhlığın belli-başlı özelliklerini oluşturan egemenliği, yasa
koymayı, söz konusu ayrıcalıklı kullara yakıştırıyor ve halktan bu
egemenliğe boyun eğmesini ve bu yasalara uymasını istiyorlardı ki, bunlar
çarpık dinlerin sözcüleri idiler.
Zaman döndü, dolaştı ve bu dinin insanlığa "lailâhe
illellah" ilkesini getirdiği günkü noktaya geldi. İnsanlık tekrar kulun kula
kul olduğu döneme geri döndü, tekrar çarpık dinlerin baskısı altına düştü,
"lailâhe illellah" (Allah'dan başka ilâh yoktur)" ilkesini çiğnedi. Gerçi
bazı kimseler minarelerden "lailâhe illellah" cümlelerini seslendirmekte
devam ediyorlar. Fakat bu seslendirmeyi söz konusu cümlenin anlamını
kavramadan ve ağızlarından dökülen bu kelimelerin bilincinde olmadan ve
birtakım ayrıcalıklı kulların kendilerine yakıştırdıkları "egemenliğin"
meşruluğunu reddetmeden yapıyorlar. Oysa egemenlik, ilâhlıkla eş-anlamlıdır.
Buna göre gerek bazı ayrıcalıklı fertlerin gerek yasa koymakla
görevlendirilmiş kurumların ve gerekse hakların bu yetkiyi kendilerine
yakıştırmaları gayri meşrudur. Çünkü ne bu imtiyazlı fertler ne yasama
kurumları ve ne de halklar ilâh değildirler ve buna göre egemenlik yetkisini
kullanma hakları yoktur.
Ne var ki, insanlık tekrar cahiliye dönemine döndü,
"lailâhe illellah" ilkesine sırt çevirdi ve bunun sonucu olarak sözü geçen
kimselere ilâhlık özelliklerini yakıştırdı, artık yüce Allah'ın birliğini
unutuverdi, sırf O'nu dost edinme, sırf O'na dayanma ilkesinden
uzaklaşıverdi.
İnsanlık tümü ile böyle oldu. Bu hüküm, yeryüzünün
doğusunun ve batısının minarelerine çıkıp oralarda "lailâhe illellah"
cümlelerini haykıranlar için, bu kelimeleri anlamsız ve pratik uygulamasız
olarak seslendirmekle yetinenler için de geçerlidir. Aslında bunların günahı
daha büyüktür ve Kıyamet günü çarpılacakları azap daha ağırdır. Çünkü onlar
doğru yolu tanıdıktan ve uzun bir süre müslüman olarak yaşadıktan sonra kula
kul olma sapıklığına geri döndüler.
İşte bu yüzden günümüzün müslüman topluluğu bu açık
anlamlı ayetler üzerinde uzun uzun durmaya ne kadar çok muhtaçtır!
Meselâ bu kitle, bağlılık ve dost edinme ilkesini
belirten şu ayet üzerinde durmaya ne kadar çok muhtaçtır!:
"De ki; `Allah'dan başkasını mı dost edineyim ki, o
göklerin ve yerin yoktan var edicisidir, yedirir, fakat yedireni yoktur." De
ki; `Müslümanların ilki olmam emredildi, bana `sakın Allah'a ortak
koşanlardan olma' denildi."
Günümüzün müslümanları bu ayet üzerinde uzun uzun
durup düşünmelidirler ki, şu gerçekler kafalarına iyice yerleşebilsin: İster
boyun eğme ve itaat etme, ister yardım isteme ve medet umma anlamında olsun,
yüce Allah'dan başkasını dost ve dayanak edinmek İslâm'a taban tabana
zıddır. Çünkü bu tutum İslâm'ın insanları pençesinden kurtarmaya geldiği
müşrikliğin ta kendisidir. Yüce Allah'dan başkasını dost edinmenin ilk somut
uygulaması, ilk açık belirtisi gerek vicdanda ve gerekse pratik hayatta yüce
Allah'dan başkasının egemenliğini kabul etmektir. Oysa günümüzün insanlığı
istisnasız olarak tümü ile bu tutumu benimsemiştir. Günümüzde müslümanın ana
amacı tüm insanlığı kula kulluk boyunduruğundan kurtarıp yüce Allah'a kul
olma özgürlüğüne kavuşturmaktır. Günümüzün müslümanı bu uğurda mücadele
ederken tıpkı Peygamberimizin ve bu ayetlere muhatap olan ilk müslüman
cemaatın karşı karşıya bulunduğu cahiliye zihniyetinin aynısı ile karşı
karşıyadır.
Günümüzün müslümanları cahiliye zihniyetine karşı
mücadele verirken aşağıdaki ayetlerin mümin kalblere kazandıracakları
gerçeklere ve duygulara sahip olmaya ne kadar çok muhtaçtırlar!
"De ki; `Eğer Rabbimin buyruklarına karşı gelirsem
büyük günün azabından korkarım.'
`O gün kim azaptan uzak tutulursa Allah onu kayırmış
olur. İşte kesin kurtuluş budur.
Eğer Allah başına bir musibet verirse onu O'ndan
başka hiç kimse gideremez. Eğer sana bir iyilik verirse, kuşkusuz O'nun gücü
her şeye yeter.
O kulları üzerinde kesin egemendir. O'nun yaptığı
her şey yerindedir ve O her şeyden haberdardır."
Günümüzün müslümanı cahiliyeye karşı vereceği
savaşta bu zihniyetin acımasızlığını, zorbalığını, baskısını, sırt
çevirmesini, inatçılığını, bozulmuşluğunu, kokuşmuşluğunu tümü ile
karşısında bulur. Müslüman bütün bu iğrençliklere karşı dururken bu
gerçeklerin ve bu duyguların kalbinde yerleşmiş bulunmasına ne kadar çok
muhtaçtır! Bu gerçekleri ve bu duyguları bir kere daha hatırlayalım: Yüce
Allah'ın buyruklarını çiğnemekten ve O'ndan başkasını dost-dayanak
edinmekten korkmak. Yüce Allah'ın buyruklarını çiğneyenleri bekleyen korkunç
azaptan çekinmek. Zarar ve fayda dokunduranın sadece Allah olduğuna
kesinlikle inanmak. Yüce Allah'ın kulları üzerinde kesinkes egemen
olduğunun, O'nun hükmünü hiç kimsenin geriye atamayacağının, kararını hiç
kimsenin önleyemeyeceğinin her zaman bilincinde olmak.
Bu duyguları ve bu gerçekleri içinde barındırmayan
kalb, şu azgın cahiliye zihniyeti karşısında İslâmı yeniden "kurma"nın
gerektireceği yükümlülükleri omuzlarında taşıyamaz. Bu yükümlülükler
dağların bile taşıyamayacağı kadar ağırdır!
Bu günün müslümanı önce yeryüzündeki görevini gerçek
anlamı ile ve kesin olarak bilecek, insanlara benimsetmeye çalıştığı inanç
sisteminin mahiyetini kavrayacak, yüce Allah'ı -dostluğun her anlamı ile-
yalnız başına dost edinmeyi inancının gereği bilecek ve bu zor görevi
sırasında hangi gerçekleri ve duyguları kalbinde taşıması gerektiğinin
bilincinde olacaktır. Bütün bunlardan sonra şiddetle muhtaç olduğu bir tutum
vardır ki, o da şudur. Eski zamanların cahiliye zihniyeti gibi günümüzün
cahiliye zihniyetinin de pençesinde kıvrandığı müşriklik hastalığı ile
aradaki bütün bağları koparacak, bütün ipleri kesecek, onunla hiçbir anlamda
ilişiği kalmayacak, ona karşı yüce Allah'ın şahidliğine sığınacaktır.
Bunların yanısıra Peygamberimizin söylemekle emredildiği sözün aynısını
söyleyecek, bu sözü tıpkı Peygamberimizin yaptığı gibi cahiliye zihniyetinin
suratına çarpacak ve böylece Peygamberimizi izleyerek yüce Allah'ın bu
konudaki buyruğunu yerine getirecektir. Tekrarlıyoruz:
"De ki; `En büyük şahidlik kiminkidir?' De ki;
`Benimle sizin aranızda Allah şahiddir, bu Kur'an gerek sizi ve gerekse
ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi, sizler Allah ile birlikte
başka ilâhlar olduğuna mı şahidlik ediyorsunuz?' De ki; `Ben buna şahidlik
etmem' De ki; `O tek bir ilâhtır ve ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan
uzağım."
Günümüzün müslüman camiası yeryüzünü çepeçevre saran
cahiliye zihniyetine karşı bu tutumu takınmak zorundadır. Bu gerçek sözleri
bu zihniyetin yüzüne karşı mertçe, erkekçe, dobra dobra, kesin, hiçbir
pazarlık beklentisine yer bırakmayan, yüksek frekanslı, titretici ve
ürkütücü bir ses tonu ile haykırmalıdır. Sonra yüce Allah'a sığınmalıdırlar.
O'nun her şeye gücünün yettiğini, kulları üzerinde kesinkes egemen olduğunu,
zorba ve diktatör taslakları da dahil olmak üzere şu insanların sineklerden
bile güçsüz olduklarını, sinek üzerlerinden bir parça koparacak olsa o
parçayı ondan geri alamayacaklarını, onların yüce Allah'ın izni olmadıkça
hiç kimseye zarar veremeyeceklerini ve Allah'dan izinsiz olarak hiç kimseye
fayda sağlayamayacaklarını, yüce Allah'ın dilediğini üstün iradesi ile
önünde-sonunda yürüteceğini, fakat çoğu kimsenin bunun farkında olmadığını
bilmenin rahatlığında huzur bulmalıdırlar.
Yine günümüzün müslümanları kesinlikle bilmelidirler
ki, bu yol ayrımı noktasında cahiliye zihniyetinden tamamen ayrılıp hakka
sarılmadıkça; doğru sözü tağutların, zorbaların yüzüne karşı açıkça
haykırmadıkça, cahiliye zihniyetine karşı yukardaki ayetin öğrettiği gibi
yüce Allah'ı şahit tutmadıkça, cahiliye savunucularına burada dile gelen
uyarıyı yöneltmedikçe, onlara bu gerçekleri açık açık söylemedikçe, onlarla
bu derece kesin bir biçimde ilişkiyi kesmedikçe ve bu oranda onların
tutumundan uzaklaşmadıkça müslümanların zafere ulaşmaları, yeryüzünde egemen
olacaklarına ilişkin ilâhi vaadin ellerinde gerçekleşmesi mümkün değildir.
Bu Kur'an, tarihe karışmış belirli bir durumun
şartlarına cevap olsun diye gelmedi. Tersine o zaman ve yer kayıtlarından
bağımsız, sürekli geçerliğe sahip bir sistem olarak geldi. Herhangi bir
dönemin müslüman toplumu Kur'an'ın indiği şartların benzeri olan şartlarla
karşılaşınca bu sisteme başvuracak, bu yöntemi kullanacaktır. Günümüzde
tamamen Kur'an'ın indiği günlerin şartları ile karşı karşıyayız. Zaman
döndü, dolaştı ve şu Kur'an'ın yepyeni bir İslâm toplumu kurmak için indiği
günlerdeki noktaya döndü. O halde bu dinin gerçek olduğuna ilişkin kesin
inanç, yüce Allah'ın takdirinin ve üstün iradesinin geçerliğine' ilişkin
derin bilinç, eğri yol ve eğri yol tarafları ile araya konmuş kesin mesafe
bu savaşta müslüman cemaatin cephane birikimi olmalıdır. Hiç kuşkusuz yüce
Allah en etkili koruyucudur ve merhametlilerin en merhametlisidir.
Aşağıda okuyacağımız ayetler grubu -ya bu surede
kullanmayı uygun gördüğümüz deyimle ayetler dalgası- Kur'an-ı Kerim'i yalan
sayan, öldükten sonraki dirilişi ve Ahireti inkâr eden müşriklerle yeni bir
karşılaşmaya girişiyor. Fakat bu defa daha önceki ayetler grubunda olduğu
gibi onların şımarıklıkları, kör inatçılıkları tasvir edilmiyor, eski
yoldaşları olan yalanlayıcıların başlarına gelen toplu kırım sahneleri
gündeme getirilmiyor.
Bu karşılaşmada müşrikler yalanladıkları yeniden
diriliş günü kendilerini bekleyen akıbetle, inkâr ettikleri Ahirette
çarpılacakları ceza ile yüzyüze getiriliyorlar. Bu akıbet ve bu ceza elle
tutulur, canlı sahneler halinde karşılarına getiriliyor. Bu sahnelerde
kendilerini hep biraraya toplanmış; susturucu, azarlayıcı, teşhir edici ve
hayrete düşürücü sorular karşısında ter dökerlerken görülüyor:
"Hani nerede Allah'ın ortakları olduklarını
sandıklarınız?"
Müşrikler büyük bir korku, dehşet, eziklik ve
yaltaklanma içinde yüce Allah'a yemin ederek ortaksız ilâhlığını itiraf
ediyorlar:
"Vallahi, ey Rabbimiz, biz müşrik değildik."
Yine bu sahnelerde onları cehennem ateşi başında
durdurulmuş, başka tarafa doğru adım atamamanın çaresizliği içinde korku,
dehşet, pişmanlık ve hayıflanma dolu bir ifade ile şöyle dediklerini
izliyoruz:
"Ah, ne olaydı, dünyaya geri gönderilsek de bir daha
Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve müminlerden olsak."
Yine bu sahnelerde onları yüce Allah'ın karşısına
dikilmiş olarak seyrediyoruz. Adamlar duydukları utanç, pişmanlık, korku ve
dehşet karşısında eriye eriye ufalırlarken yüce Allah kendilerine "Yeniden
dirilmek gerçek değil miymiş!" diye soruyor, onlar da büyük zavallılık ve
yerin dibine geçmişlik için de bu soruya "Rabbimiz hakkı için, evet" diye
cevap verirler. Fakat bu itiraf onlara hiçbir şey kazandırmaz.
"O halde inkârcılığınızdan dolayı azabı çekiniz."
Yine bu sahnelerde onlar öz benliklerine kıymış ve
bu yüzden sahip oldukları her şeyi kaybetmiş olarak kendilerini gözlüyorlar.
Adamlar günahlarını sırtlamışlar, bu ağır yükleri altında sendeleye
sendeleye ilerlemeye çalışırlarken Ahirete boş vermiş, bu konuda zararlı bir
değiş-tokuşa girişmiş olmalarından dolayı hayıflanarak inliyorlar!
Ardarda gelen sahneler karşısındayız. Sahnelerin
hepsi de kalbleri ürpertici, vücudun eklemlerini yuvalarından dışarıya
uğratıcı, insan varlığını sarsıcı, yüce Allah'ın dilediği kimseler hesabına
gözleri ve kalbi açıcı, Peygamberimizin tanıttığı gerçekleri ve müşriklerin
yalanladıkları kutsal kitabı benimsetici bir nitelik taşır. Zaten bu
müşriklerden önceki kitap ehli, bu kutsal kitabı çocuklarını tanıdıkları
kadar kesin bir berraklıkla tanıyorlar.
Şimdi ayetleri incelemeye geçiyoruz:
20- Kendilerine
kitap verdiklerimiz, Peygamberi ve Kur'an'ı tıpkı çocuklarını tanıdıkları
gibi tanırlar. Fakat kendilerine kıyanlar var ya, onlar asla inanmazlar.
Yahudiler ile hıristiyanların Kur'an-ı Kerim'i iyi
tanıdıkları ya da Peygamberimizin gerçek peygamber olduğunu ve Kur'an'ın
kendisine yüce Allah tarafından indirildiğinin gerçek olduğunu bildikleri
sık sık vurgulanır. Bu gerçek kimi zaman müşriklerin kendilerine karşı
ortaya konur; onların bu din karşısında takındıkları karşıt, inkârcı,
savaşçı ve saldırgan tutuma cevap vermek için gündeme getirilir. Kimi zaman
da bu gerçek müşrik Araplara karşı ortaya konur; bu durumlarda müşrik
Araplara vahyin ve semavi kitapların niteliklerini iyi bilen yahudilerin ve
hıristiyanların şu Kur'an'ın mahiyetini de aslında iyi bildikleri, O'nun
kendi peygamberlerine daha önce indirilmiş kutsal kitaplar gibi vahiy yolu
ile Peygamberimize indirilmiş bir kitap olduğundan kuşku duymadıkları, buna
göre ona karşı çıkışlarının samimi olmadığı hatırlatılır.
Bu ayet -tercih ettiğimiz görüşe göre- Mekke
inişlidir. Buna göre burada ehl-i kitaptan söz edilmesi, müşrik Araplara şu
mesajı vermek içindir: Kendilerinin inkâr ettikleri şu Kur'an'ı, kitap ehli
çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlar, durum böyleyken eğer bunların çoğu
buna inanmıyorsa bunun sebebi bunların kendi özlerine kıymış olmalarıdır,
inanmamaları o yüzdendir. Bu konudaki durumları, öz benlikleri kıydıkları
için bu dine inanmamış olan müşriklerin durumu gibidir. Ayetin önü de arkası
da müşriklerden söz ediyor ki, bu durum bu surenin tanıtma yazısında
dediğimiz gibi bu ayetin Mekke inişli olduğu görüşüne katılmamızın
gerekçelerindendir.
Tefsir bilginleri gerek bu ayeti ve gerekse
benzerlerini şöyle açıklıyorlar: "Onlar, yani ya müşrikler ya da kitap ehli,
bu Kur'an'ın Allah tarafından indirilmiş, gerçek bir kitap olduğunu veya
Peygamberimizin gerçek bir peygamber olup Kur'an'ın kendisine vahiy yolu ile
indirildiğini biliyorlar."
Bu anlam ayetin içeriğinde gerçekten vardır, fakat
ayetin söylemek istediğinin bütünü bu değildir. Eğer biz tarihin akışını iyi
izlersek ve yahudiler ile hıristiyanların bu süreç içinde bu dine karşı
takındıkları tutumu değerlendirirsek bu ayetin bir başka anlamı daha
olduğunu görürüz. Yüce Allah bu "öbür" anlamı da müslümanlara belletmeyi
dilemiş olmalıdır. Böylece bu din dolayısı ile sürekli biçimde yahudi ve
hıristiyanlarla karşı karşıya gelmek zorunda kalan müslümanlar bu önemli
gerçeği hep belleklerinde yaşatsınlar, hiçbir zaman akıllarından
çıkarmasınlar istemiştir.
Yahudiler ve hıristiyanlar Kur'an'ın Allah'dan
gelmiş, gerçek bir kutsal kitap olduğunu biliyorlar. Bundan dolayı gayet iyi
biliyorlar ki, bu kitap etkilidir, güçlüdür, yararlıdır, yapıcıdır; onun
öğrettiği inanç sistemini benimseyen, onun bellettiği ahlâk sistemini
kişiliğinde somutlaştıran ve onun dayandığı hayat düzenini toplumunun
pratiğine yansıtan millet için itici, ileriye götürücü bir enerji
kaynağıdır. Bu yüzden bu kitaba ve bağlılarına karşı durmak için akıllarının
erdiği bütün hesapları yaparlar. Çünkü dünyanın, kendileri ile bu dinin
bağlılarına bir arada dar geleceğini gayet iyi biliyorlar! Sebebine gelince
iyi biliyorlar ki, bu dinin içeriği gerçektir, haktır ve buna karşılık kendi
yolları eğridir, batıldır; benimsedikleri, sosyal kurumları, ahlâkları ve
hayat tarzları için dayanak edindikleri cahiliye zihniyeti ile bu din
uzlaşmaz, onun varlığına göz yummaz; bu yüzden bu dinin cahiliyeye yönelik
sürekli ilişkisi, amansız bir savaş olacaktır. Cahiliye zihniyetinin dünyada
kökü kazınıncaya, bu din yeryüzünde kesinlikle egemen oluncaya, yüce
Allah'ın egemenliğini gasp etmeye yeltenenler dünyanın her tarafından
kovulup atılıncaya, egemenlik yüce Allah'ın tekelinde odaklaşıncaya kadar bu
amansız savaş sürüp gidecektir.
İşte yahudiler ile hıristiyanlar İslâm dinine
ilişkin bu gerçeği iyi biliyorlar, bu anlamda onu çocuklarını tanıdıkları
gibi tanıyorlar. Bundan dolayı kuşaktan kuşağa aktarılan yoğun bir çaba ile
bu dini araştırıyorlar, onun güç kaynaklarını irdeliyorlar, vicdanlara giriş
kanallarını ve sızma gözeneklerini belirlemeye çalışıyorlar. Ciddi bir
biçimde şu soruların cevabını arıyorlar: Bu dinin yönlendirici, atılımcı
gücünü nasıl sarsabilirler? Onun bağlılarının kalblerine nasıl kuşku ve
güvensizlik tohumları ekebilirler? Onun nass'larını ve kavramlarını nasıl
çarpıtabilirler? Bağlılarını gerçek bilim yolundan nasıl saptırabilirler? Bu
dini batılı ve cahiliye zihniyetini silindir gibi ezen ilâhi egemenliği, onu
gasp edenlerden geri alarak yüce Allah'ın yeryüzündeki egemenliğini
perçinleyen ileriye itici, dinamik niteliğinden uzaklaştırarak kuru bir
kültürel akıma, birtakım cansız teorik araştırmalara, birtakım teolojik ya
da fıkhı tartışmalara veya anlamsız mezhep çatışmalarına nasıl
dönüştürebilirler? Onun özüne yabancı, hatta özünü tahrip edici düşünceler
ile sistemlerle ve kurumlarla temel kavramlarını nasıl yozlaştırabilirler?
Bu melânetleri işlerken bu dinin bağlılarına inanç sistemlerini saygın ve
dokunulmaz tuttukları izlenimini nasıl verebilirler? Sonunda bu inanç
sisteminin boşluğunu başka düşünceler ile, başka kavramlar ile ve başka
idealler ile nasıl doldurabilirler; böylece çarpıtacakları, tanınmaz hale
getirecekleri bu inanç sisteminin vicdanlarda kalan köklerinin son
kalıntılarını da nasıl söküp atabilirler?
Yahudiler ile hıristiyanlar bu dini ciddi, köklü ve
titiz bir biçimde etüd ediyorlar. Ama amaçları, bazı saf müslümanların
sandıkları gibi gerçeği aramak değildir; ya da bazı aldanmışların
düşündükleri gibi bu dine hakkını vermek, onun değerini tarafsız bir şekilde
ortaya koymak değildir. Sözünü ettiğimiz aldanmışlar Batılı araştırıcıların
veya oryantalistlerin bu dinin herhangi bir iyi tarafını itiraf ettiklerini
görünce hemen böyle bir yanılgıya kapılıverirler. Asla! İşin aslı hiç bir
zaman böyle değildir. Onlar bu dine neresinden vurabileceklerini, onun
duyarlı ve ölümcül noktalarının nereler olabileceğini belirleyebilmek amacı
ile onu ciddi, köklü ve titiz biçimde etüd ediyorlar. Onlar bu dinin
vicdanlara girerken kullandığı yolları ve sızma kanallarını bulup bu
kanalları tıkamak ya da bozmak istiyorlar. Onlar bu dinin güçlü olduğu
noktaları ortaya çıkarıp ona bu noktalarda karşı koymak, böylece kaleyi
içinden fethetmek istiyorlar. Bu dinin kendini vicdanlarda nasıl
yapılandırdığını bellemek istiyorlar, çünkü insanların vicdanlarında doğan
boşluğu doldurmak için kullanacakları karşıt düşünceleri aynı mekanizmayı
taklit ederek geliştirmeyi tasarlamaktadırlar.
Biz müslümanlar bu gerçeği iyi bilmekle görevliyiz.
Buna bağlı bir başka görevimiz de asıl bizim, çocuklarımızı tanıdığımız gibi
dinimizi yakından tanımamız gerektiğinin bilincinde olmamızdır, bu görevin
öncelikle bize düştüğünü kafamıza yerleştirmemizdir.
Tarihimizin bin dörtyüz yıllık realitesi bize bir
tek gerçeği anlatıyor. Bu gerçek "Kendilerine kitap verdiklerimiz Peygamberi
ve Kur'an'ı tıpkı çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar" ayetinin açıkladığı
gerçektir. Fakat bu gerçek içinde yaşadığımız zaman kesitinde her
zamankinden daha açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Bu dönemde İslâm hakkında
yapılan araştırmalar, yayınlanan eserler daha büyük bir yoğunluk kazandı,
öyle ki, çeşitli yabancı dillerde ortalama olarak her hafta İslâm ile ilgili
yeni bir kitap yayınlanıyor. Bu araştırma eserleri yahudiler ile
hıristiyanların İslâm'ın özüne, tarihine, güç kaynaklarına, ona karşı koyma
yöntemlerine ve mesajını yozlaştırma yollarına dair bütün önemli ve
ayrıntılı noktaları ne kadar inceden inceye bildiklerini gösteriyor.
Bu araştırmaları piyasaya süren araştırmacıların
ezici çoğunluğu -doğallıkla bu niyetlerini açıklamaktan titizlikle
kaçınıyorlar. Çünkü onlar eğer bu dine açıktan açığa saldırırlarsa bu
tutumlarının müslümanlar arasında heyecanlı karşı koymalara, sert
direnişlere yol açacağının iyi biliyorlar. İyi biliyorlar ki, vaktiyle
sömürgeleştirme savaşlarında somutlaşan, bu dine yönelik silâhlı saldırılar
müslümanların sert tepkisi ile karşılaşmıştı, bu silâhlı saldırıları geri
püskürtmek amacı ile gelişen hareketler dini bilinç temeline ya da en
azından dini heyecan bazına dayanıyordu, eğer İslâm'a yönelik açık
saldırılar devam edecek olursa -bu saldırılar düşünce düzeyinde bile kalsa-
müslümanlar arasında savunma ve direnme heyecanının uyanması
önlenemeyecektir. Düşmanlarımız bu gerçeği bildikleri için ezici
çoğunlukları ile daha sinsi, daha iğrenç bir yönteme başvuruyorlar. Adamlar
önce bu dine övgüler düzüyorlar, böylece müslümanların bilenmiş duygularını
uyutuyorlar, tepki göstermeye hazır duyarlı heyecanlarını uyuşturuyorlar,
okuyucunun güvenini ve bağlılığını kazanıyorlar, arkasından zehiri bardağa
doldurarak rahatça karşılarındakilere sunuyorlar. Bu aşamada nehr
dediklerini zehirli kitaplarının sayfalarından izleyebiliriz.
"Evet, bu din büyük bir dindir. Fakat çağdaş
uygarlıkla uyuşabilmesi, onunla atbaşı gidebilmesi için kavramlarının ve
kurumsal düzenlemelerinin gelişmesi, tekâmül etmesi gerekir. Gerek sosyal
kurumlarda gerek yönetim biçimlerinde ve gerekse ahlâki değerlerde meydana
gelen gelişmelere karşı çıkmamalıdır. Kısacası kalblerde barınmaya razı
inanç haline gelmeli ve pratik hayatın çağdaş uygarlık tarafından
geliştirilen teoriler, deneyimler ve yöntemler aracılığı ile düzenlenmesini
onaylamalıdır. Bu alanda yeryüzü kaynaklı düzmece ilâhların ortaya
koydukları deneyimlere ve yöntemlere kutsallık kaftanı giydirmekle
yetinmelidir. İşte böyle yaparsa büyük din olmaya devam eder."!
Bu tür eserlerin sinsi yazarları aldatıcı bir
objektiflik ve uyuşturucu bir övgü maskesi altında bu dinin güçlü
noktalarını ve derinliklere kök salmış özelliklerini anlatırlarken kendi
milletlerine seslenmeyi amaçlarlar; onları bu dinin taşıdığı tehlike
konusunda ve güç kaynakları konusunda uyarmak isterler, böylece yıkım
mekanizmalarının önüne projektör tutarak bu mekanizmaların darbelerini
hedefe isabet ettirmelerini "bu dini çocuklarını bilir gibi bilmelerini"
sağlamaya çalışırlar.
Müslümanlar Kur'an'ın gölgesinde yaşadıkça,
inançları uğruna savaşa giriştikçe, tarihi olayları bilinçli bir yaklaşımla
süzgeçten geçirdikçe, yaşadıkları günlerin olaylarının bilgi ışığında
değerlendirdikçe, çevrelerinde olup-biten her şeyi gerçeği bulduran ve
gidilecek yolu aydınlatan Allah'ın nuru ile görürlerse her an bu Kur'an'ın
yeni bir sırrını önlerine açtığını göreceklerdir.
ZALİMLER KURTULUŞA
EREMEZLER
21- Allah hakkında
yalan uydurarak O'na iftira edenden ya da O'nun ayetlerini yalanlayandan
daha zalim kim olabilir? Hiç kuşkusuz zalimler kurtuluşa eremezler.
22- O gün onların
tümünü bir yere toplarız da sonra Allah'a ortak koşanlara "Hani, nerede
Allah'ın ortakları olduklarını sandıklarınız?" diye sorarız.
23- Sonra bu
müşrikliklerinin "Vallahi, ey Rabbimiz, biz müşrik değildik " demelerinden
başka bir akıbetleri olmaz.
24- Kendileri
aleyhinde nasıl yalan söylediklerini ve uydurma ilâhları tarafından nasıl
yüzüstü bırakıldıklarını görüyor musun?
Bu ayetlerde müşrikler tutumlarının içyüzü ile
yüzyüze getirilmeye devam ediliyor, davranışlarının ve eylemlerinin yüce
Allah'ın terazisindeki konumu kendilerine tanıtılıyor. Bu yüzyüze getirme
işlemi yüce Allah adına yalan uydurarak işledikleri zulmü anlatan bir soru
cümlesi ile başlıyor. Allah adına uydurdukları yalanların başlıcaları
şunlardır: Hz. İbrahim'in Allah katından getirdiği dine bağlı olduklarını
iddia ediyorlar. Helâl ya da haram olduklarını ilân ettikleri kimi
hayvanların, yiyecek maddelerinin ve tapınma biçimlerinin yüce Allah'ın
emrinden kaynaklandığını ileri sürüyorlar. Oysa -bu surenin sonuna doğru
anlatılacağı üzere- bu helâller ve haramlar yüce Allah'ın emirlerine
dayanmıyor, onların "şahsi kanaatlerine" dayanıyor.
Müşriklerin bu durumu tıpkı günümüzün bazı
müslümanlarının durumuna benziyor. Onlar da Peygamberimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- getirdiği dine bağlı olduklarını iddia ediyorlar, kendilerini
"müslüman" sayıyorlar, ama aslında yüce Allah'a iftira eden birer
yalancıdırlar. Sebebine gelince kendi kafalarından birtakım sosyal kurumlar
oluşturuyorlar, keyfi birtakım değer yargıları uyduruyorlar, bu yolla yüce
Allah'ın yasa koyma yetkisini gasb ederek onu kendilerine yakıştırıyorlar.
Arkasından da bu kişisel yakıştırmalarını yüce Allah'ın dini sanıyorlar. Bu
arada cehennemin çukurlarından biri karşılığında dinini satan bazı sahtekâr
din adamları da bu zalimlere arka çıkarak onların şahsi uydurmalarının
Allah'ın dini olduğunu fetva vererek perçinliyorlar.
Yine bu ayetlerde yüce Allah'ın ayetlerini
yalanladıkları gerekçesi ile müşrikler azarlanıyor. Onlar Peygamberimizin
yüce Allah katından getirmiş olduğu ayetleri reddetmişler, yadsımışlar,
asılsız saymışlar ve "bunlar Allah'ın katından gelmedi" demişlerdir, içinde
yüzdükleri cahiliye bataklığının sembolize ettiği sistemin Allah katından
gelme olduğunu iddia etmişlerdir. Tıpkı günümüz cahiliye zihniyetinin
taraftarlarının yaptıkları gibi. Al birini vur öbürüne. Bir çift ayakkabının
iki teki gibi, biri öbürünün tıpatıp aynısı.
Okuduğumuz ayetlerin ilkinde müşrikler bütün
bunlardan dolayı azarlanıyor ve bu davranışları en koyu zulüm olarak
niteleniyor. Okuyalım:
"Allah'a iftira edenden ya da O'nun ayetlerini
yalanlayandan daha zalim kim olabilir?"
Burada "zulüm, şirk, yani Allah'a ortak koşma
anlamında kullanılıyor. Bu yolla kavrama, kınama ve aşağılama anlamı
yükleniyor. Kur'an-ı Kerim'in çoğu yerinde "şirk" zulüm kelimesi ile ifade
edilir. Böylece müşrikliğin iğrençliği ve antipatikliği vurgulanmak istenir.
Çünkü şirk hem hakka, gerçeğe hem müşrikin kendi özüne ve hem de tüm
insanlara yönelik bir tecavüz, bir saldırı-dır. Her şeyden önce yüce
Allah'ın hakkına yönelik bir tecavüzdür, çünkü O'nun bir bilinmesi ve
kendisine ortaksız biçimde kulluk sunulması gereği ile çelişir. Müşrik'in
kendi özüne karşı bir tecavüzdür, çünkü o kişinin özünü yıkımla ve felâketle
sonuçlanacak yollara sürükler. Diğer insanlara yönelik bir tecavüzdür. Çünkü
onları gerçek ilâhları dışındaki mercilere taptırır, yetki gasbı esasına
dayanan hükümler ve sosyal kurumlar aracılığı ile hayatlarını mahveder.
Bundan dolayı "şirk" yüce Allah'ın buyurduğu gibi "büyük bir zulüm"dür ve ne
şirk ne de müşrikler asla başarıya, kurtuluşa eremezler. Tekrarlıyoruz:
"Hiç kuşkusuz zalimler kurtuluşa eremezler."
Yüce Allah genel gerçeği açıklıyor; şirkin ve
müşrikliğin -ya da zulmün ve zalimlerin- son aşamadaki akıbetlerini
tanımlıyor. Buna göre kısa görüşlü gözlerin yakın vadede gördükleri
kurtuluşun ve başarının önemi yoktur. Bu kısa vadeli başarı sonu yıkıma ve
felâkete varan bir mühlet tanımadan, bir "meydan verme"den ibarettir. Kim
yüce Allah'dan daha doğru sözlü olabilir ki?
Burada müşriklerin başarısız olacaklarının bir
kanıtı olarak Mahşer ve hesap verme günündeki durumları şu canlı, somut ve
duygulandırıcı sahne aracılığı ile gözler önüne seriliyor:
"O gün onların tümünü bir yere toplarız da sonra
Allah'a ortak koşanlara `Hani nerede Allah'ın ortakları olduklarını
sandıklarınız?' diye sorarız.
Sonra bu müşrikliklerinin `Vallahi, ey Rabbimiz, biz
müşrik değildik' demelerinden başka bir akıbeti olmaz.
Kendileri aleyhinde nasıl yalan söylediklerini ve
uydurma ilâhları tarafından nasıl yüzüstü bırakıldıklarını görüyor musun?
Hem müşriklik hem yüce Allah'a ortak koşulan şeyler
ve hem de müşrikler türlü türlüdür. Mesele günümüzde şirk, put ve müşrik
kelimelerini duyan insanlara göründüğü gibi basit değildir. Günümüzde bu
kelimeleri duyan kimseler sadece vaktiyle heykellere, taşlara, ağaçlara,
yıldızlara, ateşe ya da başka nesnelere tapmış olan eski milletleri
düşünürler. Bu basit düşünceye göre şirkin, müşrikliğin tek biçimi budur.
"Şirk" özü itibarı ile ilâhlığın özelliklerinden
birini yüce Allah'dan başka bir varlığa yakıştırmaktır. İster bu yakıştırma
o varlığın iradesinin evrenin olayları ve gidişatı üzerinde etkili olduğuna
inanılması, ister ibadet amaçları ve adakları Allah dışındaki o varlığa
sunma biçiminde ve isterse hayatın kurumlarını düzenlemek amacı ile yine
Allah dışındaki kaynaktan yasa ve mesaj almak şeklinde olsun, fark etmez.
Bunların hepsi ayrı birer "şirk" türüdür; hepsi de farklı türdeki
müşriklerce benimsenen çeşitli düzmece ilâhlardır.
Kur'an-ı Kerim, bütün bunları "şirk" teriminin
kapsamına alır; Kıyamet sahnelerini bütün bu şirk, müşrik ve put türlerini
içerecek bir çeşitlilikte sunar; bir tek şirk türünü anlatmakla yetinmez,
sadece bu türlerden birine "müşriklik" sıfatını yakıştırmakla kalmaz, farklı
müşrikler arasında gerek dünyadaki ve gerekse Ahiretteki akıbetleri ve
cezaları bakımından ayırım yapmaz.
Eski Araplar arasında müşrikliğin bütün bu türleri
geçerli idi. Onlar aslında yüce Allah'ın yaratıkları olan bazı varlıkların
olayları ve kaderleri yönlendirmede katkıları, payları olduğuna inanırlardı.
Onlara göre söz konusu varlıklar bu etkilerini yüce Allah katında sahip
oldukları zorlayıcı aracılık (şefaat) yetkisi aracılığı ile ya da bizzat
sahip oldukları eziyet verme ve etkileme güçleri yolu ile veya bu yolların
ikisi aracılığı ile gösterirlerdi. Meselâ meleklerin aracılık yetkisine
sahip olduklarına, cin'lerin ya doğrudan doğruya ya da kahinler ve büyücüler
aracılığı ile olaylara yön verebildiklerine, ölmüş atalarının ruhlarının da
her iki yöntemle geleceklerini ve hayatlarını etkilediklerine inanıyorlardı.
Bunların hepsini birer putla simgelerler, bu putların söz konusu varlıkların
ruhlarını taşıdıklarını ileri sürerlerdi. Yine onların inançlarına göre
kahinler bu putların sözcüleri idiler, onlar adına bazı şeyleri helâl, bazı
şeyleri haram; kimi şeyleri serbest ve kimi şeyleri de yasak ilân ederlerdi.
Aslında bu helâlleri ve haramları koyanlar kâhinlerin sözde, put
sözcülerinin kendileri idi... Allah'a koşulan "ortak"lar onlardı!
Eski Araplar bu putlara tapınma, onlar adına kurban
kesme ve adak adama biçimindeki müşrikliği de uyguluyorlardı. Aslında demin
dediğimiz gibi bu tapınmaları, kurbanları ve adakları farkında olmayarak
kâhinlere sunuyorlardı. Bunların yanısıra eski İranlılar'a özenerek
yıldızlara da tapıyorlar, yıldızların olayların yönlendirilmesinde etki
payları olduğuna, bu etkilerini yüce Allah'ın etkisinin yanısıra
gösterdiklerine inanıyorlar, bu inançlarının sonucu olarak yıldızlara da
ibadet sunuyorlardı. (İşte bu surenin ilerdeki ayetlerinde okuyacağımız
İbrahim kıssasının bir bölümü ile surenin ana konusu arasındaki ilişki
buradan kaynaklanır.)
Eski Araplar arasında, bunların yanısıra, "şirk"in
bir üçüncü türü de yaygın idi. Bu şirk türünün sonucu olarak -kâhinleri ve
kabile şefleri aracılığı ile yüce Allah'ın izninden kaynaklanmayan yasalar,
değer yargıları ve gelenekler ortaya atarlar ve günümüzün bazı kimseleri
gibi bu insan-ürünü hükümlerinin yüce Allah'ın şeriati olduğunu iddia
ederlerdi.
Ayetin canlandırdığı bu sahnede -Mahşer toplantısı
ve hesap verme sahnesinde- müşrikliğin hangi türüne kapılmış olursa olsun
bütün müşriklere kapıldıkları düzmece ilâhlara ilişkin şu soru yöneltiliyor:
"Hani, nerede şimdi O ortaklar?" Hiç birinin izi-eseri yok ortada. Şimdi
bağlılarının ve kapıldıkları dehşeti ve ne de çarpılacakları azabı
giderebiliyorlar. Tekrarlıyoruz:
"O gün onların tümünü bir yere toplarız da sonra
Allah'a ortak koşanlara `Hani, nerede Allah'ın ortakları olduklarını
sandıklarınız?' diye sorarız."
Sahne son derece somut ve canlıdır, Mahşer
toplantısı kesinlikle gerçekleşecektir ve müşriklere o büyük, o dramatik
soru sorulacaktır:
"Hani, nerede Allah'ın ortakları olduklarını
sandıklarınız?"
İşte bu noktada dehşet etkisini gösterir. Burada
fıtrat dünyada yüzünü örtmüş olan pas tabakasından arınır. Bu noktada
-aslında hiçbir zaman gerçek anlamı ile varolmamış olan- ilâh ortakları
fıtrattan ve hafızadan silinir. O zaman eski müşrikler şirkin ve ilâh
ortaklarının hiçbir zaman varolmamış olduğunun bilincine varırlar. Bütün
bunlar ne gerçekte ve ne de pratikte hiçbir zaman varolmamışlardı. İşte o
noktada eski müşrikler arınırlar, akılları başlarına gelir, altının ateş
potasında pişme işlemi sonucunda yabancı unsurlardan, cüruftan ve pastan
arınması gibi bir olay yaşanır. Tekrarlıyoruz:
"Sonra bu müşriklerin `Vallahi, ey Rabbimiz, biz
müşrik değildik' demelerinden başka bir akıbetleri olamaz"
Bu arınma işleminin meydana çıkardığı ya da arınma
işleminin belirmesine zemin sağlayan gerçek müşriklerin geçmişlerinden tümü
ile kopmaları, yüce Allah'ın ortaksız ilâhlığını onaylamaları ve dünya
hayatı boyunca benimsedikleri müşriklikten soyunmalarıdır. Fakat orada
gerçeği kabul etmek ve batıldan arınmak fayda sağlamaz. O halde bu
sözlerinde somutlaşan arınma aslında bir belâ; bir acı sınavdır, yoksa bir
kurtuluş değildir. İş işten geçmiş, fırsat elden kaçmıştır. O gün amel günü
değil, amellere karşılık biçildiği gündür. O gün geçmişin sözlere döküldüğü
gündür, yoksa geçmişi geri getirme günü değildir.
Bundan dolayı yüce Allah, müşriklerin durumunu
Peygamberimize hayret bildiren bir üslup ile anlatıyor. Adamlar söz konusu
düzmece ilâh ortaklarını yüce Allah'a eş koştukları gün kendi aleyhlerine,
öz yararlarına karşı yalan uydurmuşlardır. Çünkü aslında bu düzmece
ortakların yüce Allah ile herhangi bir ortaklıkları söz konusu değil. Bugün
hayallerinde uydurdukları düzmeceler ortadan kayboldu. Kendi iftiraları
ortadan kaybolunca da gerçeği itiraf ettiler. Tekrarlıyoruz:
"Kendileri aleyhinde nasıl yalan söylediklerini ve
uydurma ilâhları tarafından nasıl yüzüstü bırakıldıklarını görüyor musun?"
Uydurdukları yalan kendi aleyhlerine işledi, kendi
özlerine zarar verdi. Onlar yüce Allah'a ortak koştukları gün kendi özlerini
aldattılar, öz benliklerini kandırdılar da yüce Allah'a karşı böyle bir
iftira düzdüler. Mahşer ve hesap günü gelince de bu düzmeceleri, bu hayali
yakıştırmaları kendilerini yüzüstü bırakıp kayıplara karıştı!
Bu yorum, müşriklerin Kıyamet günü yüce Allah'ın
huzurunda "Biz müşrik değildik" diye yemin etmelerinin ve kendi öz
benliklerine karşı yalan söylemelerinin ne anlama geldiğini açıklayan, içime
sindirebildiğim bir yorumdu. Yoksa müşrikler bazı tefsir kitaplarında ileri
sürüldüğü gibi -Kıyamet günü yüce Allah'ın karşısında yalan söylemeye,
Allah'ın huzurunda bilerek, yalan yere yemin etmeye cesaret edemezler. Onlar
Kıyamet günü yüce Allah'dan bir söz bile saklayamazlar.
O halde o günün tüyler ürpertici dehşeti karşısında
fıtratın arınması, böylece asılsız batılın müşriklerin duygu aleminde hiçbir
iz bırakmaksızın silinip kaybolması söz konusudur, arkasından onların
dünyada kendi öz benliklerine karşı düzdükleri ve Kıyamet günü ne duygu
dünyalarında ve ne de gerçekte gölgesi bile kalmayacak olan bu yalanları ile
ilgili olarak yüce Allah'ın hayretine tanık oluyoruz.
Bizim bu söylediğimiz bir yorumdur. Hiç kuşkusuz
sözlerinden ne kasd ettiğini en iyi bilen Allah'dır.
MÜŞRİKLER
Daha sonraki ayetlerde bir grup müşrikin durumu
anlatılıyor, arkasından kıyamet sahnelerinden birindeki akıbetleri tasvir
ediliyor. Dünya hayatındaki durumları şöyle. İdrakleri dumura uğramış,
fıtratları çarpıtılmış olarak inatçı ve burun kıvıran bir eda içinde
Kur'an'ı dinliyorlar. Bu nasipsizlik ve inatçılık içinde Peygamberimiz ile
tartışmaya girişerek Kur'an-ı Kerim'in eski dönemlerden kalma bir masal
yığını olduğunu iddia ediyorlar, onu hem kendileri dinlemekten kaçınıyor ve
hem de başkasının dinlemesine engel oluyorlar.
Dünyadaki durumları bir sayfada bu şekilde tasvir
edildikten sonra öbür sayfaya geçiliyor. Bu sayfada onlar için acıklı ve
ızdıraplı bir sahne canlandırılıyor. Adamlar cehennem ateşinin yanı başında
durdurulmuşlar, hiçbir tarafa doğru adım atmalarına izin verilmiyor. Ateş
tüyler ürpertici akıbetlerinin dehşet saçan somut sembolü olarak
karşılarında çıtırdıyor! Onlar ise çaresizlikten birbirlerine abanmış,
pişmanlıktan dizlerinin dermanı kesilmiş durumda tekrar dünyaya gönderilmeyi
ve o andaki akıbetlerinden daha iyisine ermelerini sağlayacak daha iyi bir
konuma kavuşmayı temenni ederler. Fakat bu arzuları horlayıcı ve alçaltıcı
bir dille reddediliyor. Okuyoruz:
25- Onların içinde
seni dinleyenler vardır, biz onların kalblerini, Kur'an'ı anlamalarına engel
oluşturacak biçimde, perdeledik, kulaklarını da sağırlaştırdık. Bu yüzden
her türlü mucizeyi görseler bile ona inanmazlar. Nitekim bu kâfirler
tartışmak için yanına geldiklerinde sana "Bu Kur'an, eskilerin masallarından
başka bir şey değildir" derler.
26- Hem başkalarını
Kur'an'dan uzak tutuyorlar, hem de kendileri ondan uzak duruyorlar. Böylece
aslında kendilerini mahvediyorlar, ama bunun farkında değildirler.
27- Cehennemin
başında durdurulduklarında onların "Ah ne olaydı, dünyaya geri gönderilsek
de bir daha Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve müminlerden olsak "
dediklerini keşki görseydin!
28- Hayır, sadece
daha önce içlerinde sakladıklarının akıbeti önlerinde belirdi (diye böyle
hayıflanıyorlar. Yoksa) eğer dünyaya geri gönderilseler yine
sakındırıldıkları yola dönerler. Onlar gerçekten yalancıdırlar.
Burada iki karşılıklı sayfa önündeyiz. Sayfanın
birincisi dünyaya ilişkindir, bu sayfa inatçılık ve yüz çevirme
tasvirlerinden oluşuyor. İkinci sayfa Ahirete ilişkindir, bu sayfa da
pişmanlıklar ve hayıflanmalarla doludur. Kur'an-ı Kerim bu sahneyi son
derece etkileyici ve duygularını kamçılayıcı bir canlılıkla sunuyor. Bu
tasvirler ile serkeş fıtrata hitap ediyor, onu güçlü bir şekilde sarsıyor.
İstiyor ki, üzerine çöreklenen paslar dökülsün, tıkanmış kanalları açılsın
ve henüz iş işten geçmeden, halâ fırsat eldeyken şu Kur'an'ı incelemeye
yönelsin. Okuyoruz:
"Onların (müşriklerin) içinde seni dinleyenler
vardır, hız onların kalblerini, Kur'an'ı anlamalarına engel oluşturacak
biçimde, perdeledik, kulaklarını da sağırlaştırdık. Bu yüzden her türlü
mucizeyi görseler bile ona inanmazlar."
Ayette kalblerdeki "perdeleme"yi anlatmak için
"ekine" ve kulaklardaki sağırlaştırmayı anlatmak için de "Vakr" kelimeleri
kullanılıyor. Bu kelimelerden "ekine" söz konusu kalblerin dışardan gelen
mesajlara açılıp onları anlamalarına engel olan kılıflar, perdeler anlamına
gelirken "vakr" sözcüğü söz konusu kulakların fonksiyonlarını yerine
getirmelerine işitmelerine engel olan sağırlık anlamındadır.
Burada sanki anlayacak kalbleri ve işitecek
kulakları yokmuş gibi sözleri duydukları halde anlayamayan insan tiplerinden
söz ediliyor. Bu tipler insanlar arasında çoktur. Onlara her kuşakta her
toplumda her yerde her zaman rastlanabilir. Bunlar görünüşte Hz. Adem'in
soyundan gelme insanlardır. Fakat işittikleri söze karşı onu hiç işitmemiş
gibi tepki gösteriyorlar. Kulakları sanki fonksiyonunu yerine getiremeyecek
derecede sağır gibidir. İdrakleri, kavrama yetenekleri de sanki bir kılıf
içinde saklanmıştır da kulakları ile işittikleri sözlerin anlamı bu
kılıfları aşıp içeriye giremiyor. Okuyoruz:
"Bu yüzden her türlü mucizeyi işitseler bile ona
inanmazlar. Nitekim bu kâfirler tartışmak için yanına geldiklerinde sana `Bu
Kur'an eskilerin masallarından başka bir şey değildir' derler."
Onların gözleri de kulakları gibidir, herhangi bir
görme kusurları yoktur, fakat buna rağmen göremiyorlar ya da algıladıkları
görüntüler kalblerine ve akıllarına ulaşmıyor.
Acaba ne oldu bu adamlara? Kendileri ile algılama ve
reaksiyon gösterme yetenekleri arasına giren engel nedir? Kulakları,
gözleri, akılları varken işitmez, görmez ve anlamaz olmalarına yol açan
sebep nedir. Yüce Allah bunun sebebini şöyle açıklıyor:
"Biz onların kalblerini, Kur'an'ı anlamalarına engel
oluşturacak biçimde perdeledik; kulaklarını da sağırlaştırdık. Bu yüzden her
türlü mucizeyi görseler bile ona inanmazlar." (Ankebut Suresi: 69)
Burada yüce Allah'ın onlara ilişkin bir hükmü dile
getiriliyor. Bu ilâhi hükmün sonucunda onlar önlerine sunulan gerçeği
algılıyorlar, fakat anlayamıyorlar, kulakları normal görevlerini yapıp
işittikleri gerçeği idrak merkezlerine ulaştırarak bu gerçeğe olumlu cevap
vermelerini sağlayamıyor. Oysa bu kulaklara birçok hidayet kanıtı ve iman
mesajı iletmiştir.
Fakat yüce Allah'ın bu hükmünün dayandığı temel
yasayı biraz irdelememiz gerekir. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Bizim uğrumuzda cihad edenleri kesinlikle
yollarımıza ileteceğiz"
"Nefse ve nefsi oluşturana; ona hem kötülüğü ve hem
de kötülükten sakınmayı ilham edene yemin olsun ki, nefsini arındıran
başarıya ulaşmış ve onu kötülüklere daldıran ziyana uğramıştır." (Sens
Suresi: 7-10)
Demek ki, yüce Allah'ın tutumu hidayete ermek için
çaba harcayanı hidayete erdirmek ve nefsini kötülüklerden arındıranı
başarıya ulaştırmak şeklinde beliriyor. Fakat söz konusu kimseler hidayete
yönelmemişlerdir ki, yüce Allah kendilerini hidayete erdirsin; yapılarındaki
algılama sistemini kullanmaya girişmemişlerdir ki, yüce Allah aldıkları
uyarıya olumlu karşılık vermelerini sağlasın. Bu adamlar her şeyden önce
fıtri sistemlerini işlerlikten alıkoymuşlar, dumura uğratmışlardır, yüce
Allah da bu yüzden hidayet ile aralarına engel koymuş; bu ilk davranışları
ve ilk niyetlerinin karşılığı olarak haklarındaki hükmünü bu şekilde
yürürlüğe koymuştur.
Yani her şey yüce Allah'ın emri ile, iradesi ile
olur. Doğruyu bulmak için çaba harcayanı doğruya iletmek ve nefsini
arındıranı başarıya ulaştırmak yüce Allah'ın emirlerindendir. Gerçeğe sırt
dönenlerin kalblerini, onu anlamalarını engelleyecek biçimde perdelemek ve
kulaklarını sağırlaştırmak, böylece onları her türlü mucizeyi görseler bile
inanmayacak şekilde duyarsızlaştırmak da yüce Allah'ın emirleri arasındadır,
O'nun tasarrufunun sonucudur.
Bunun yanısıra sapıklıklarını, müşrikliklerini ve
yanılgılarını yüce Allah'ın bu yoldaki iradesine, kendileri hakkındaki önüne
geçilmez hükmüne dayandırarak sorumluluklarından sıyrılmak isteyenler bu
durumda demagoji yapıyorlar. Yüce Allah aşağıdaki ayetlerde onları bu
konudaki gerçekle yüzyüze getirmekte, bu yoldaki sözlerini naklederek bu
bahaneleri aptalca bulduğunu vurgulamaktadır:
"Allah'a ortak koşanlar `Eğer Allah dileseydi, ne
biz ve ne de atalarımız O'nun dışında bir şeye tapmazdık, O'nun buyruğu
olmaksızın hiçbir şeyi haram saymazdık' dediler. Onlardan öncekiler de böyle
davrandılar. Peygamberlerin üzerine açık duyurudan başka düşen bir görev var
mı ki?
Biz her ümmete `Allah'a kulluk ediniz, tabuttan
(azdırıcılardan) uzak durunuz' diyen bir peygamber gönderdik. Onlardan
kimini Allah hidayete erdirdi, kimisi de sapıklığı hakketmiştir. Yeryüzünü
geziniz de peygamberleri yalanlayanların sonunun nice olduğunu görünüz.
(Nahl Suresi: 35-36)
Görülüyor ki, yüce Allah müşriklerin bu tür
sözlerini yadırgıyor ve yapılan uyarılardan sonraki sapıklıklarının
gerçeklik kazanmasının kendi davranışlarından kaynaklanmış bir sonuç
olduğunu vurguluyor.
Bazı kimseler kaza-kader, zorunluluk-serbest tercilı
(determinizm-volatarizm), kulun iradesi-kazanımı konularını teolojik
tartışma konuları haline getiriyorlar, bu tartışmaları akıl ürünün
varsayımlara ve zihni spekülasyonlara dayandırıyorlar. Böyleleri bu konuları
gerçekçi ve yalın bir biçimde sunmayı amaçlayan Kur'an metodundan
uzaklaşırlar. Bu konulara ilişkin Kur'an metoduna göre her şey kesinlikle
yüce Allah'ın takdirine bağlı olarak gerçekleşir, insanın şu ya da bu
biçimdeki yönelişi yüce Allah'ın onu döktüğü fıtrat kalıbının sınırları
içinde yer alır, yüce Allah'ın takdiri uyarınca biçimlenen fıtratın kapsamı
dışında düşünülemez. Bu arada insanın şu ya da bu yöne yönelmesinin dünyada
ve Ahirette karşılaşılacak zorunlu sonuçları vardır ki, bunlar da yüce
Allah'ın takdiri uyarınca meydana gelir. Böylece her şey son aşamada yüce
Allah'ın takdirine dayanır. Fakat yüce Allah'ın takdiri, insana bağışlanan
iradeye bağlı olarak gerçekleşir. Bu söylediklerimizin ötesinde sadece kuru
tartışma vardır ki o da insanı mutlaka kuşkuya ve belirsizliğe götürür.
Müşriklerin dikkatlerini iç duygularındaki ve dış
dünyadaki ilâhi ayetlere çekmeye çalışan Kur'an'da onlara yeterli oranda
hidayet belirtileri, hak kanıtları ve iman mesajları sunuluyordu. Buna göre
eğer onların kalbleri bu noktaya yönelseydi, tek başına bu kaynak
kalblerinin bam tellerini harekete geçirmeye, umursamaz idrak merkezlerini
sarsıp uyarmaya ve etki-tepki sistemine göre işleyen bir iletişim
canlılığına kavuşturmaya yeterdi. Fakat onlar hidayete ermek için hiçbir
çaba harcamadılar, tersine fıtratlarını ve onu uyaran sistemleri işlemez
hale getirdiler, dumura uğrattılar. Bunun üzerine yüce Allah da kendileri
ile hidayet mesajları arasına perde gerdi. Bu yüzden Peygamberimizin yanına
geldiklerinde gözleri kulakları ve kalbleri açık olmuyordu ki, O'nun
kendilerine söylediklerini gerçeği arayan bir yaklaşımla inceleyebilsinler.
Tersine onlar Peygamberimizin söylediklerine sadece tartışmak için, onları
reddetmeye ve yalanlamaya bahane bulmak için kulak veriyorlardı. Okuyoruz:
"Nitekim bu kâfirler tartışmak için yanına
geldiklerinde sana `Bu Kur'an eskilerin masallarından başka bir şey
değildir' derler."
Burada "masallar" anlamına gelmek üzere kullanılan
"esatır" kelimesi, "usture" sözcüğünün çoğuludur. Müşrik Araplar bu deyimi
putperestlik hikâyelerinde anlatılan masal kahramanlarına ve düzmece
ilâhlara ilişkin olağanüstü serüvenler hakkında kullanırlardı. Bu türden
hikâyelerin coğrafi bakımdan eski Araplara en yakın olanları eski Pers
putperestliğinin masalları idi.
Onlar bu Kur'an'ın eskilerden kalma bir masal
derlemesi olmadığını iyi biliyorlardı. Fakat onların amaçları sadece
tartışma çıkarmak, reddetme ve yalanlama bahaneleri bulmak, akla uzak kuşku
tohumları üretmekti. Kendilerine okunan Kur'an ayetlerinde Peygamberlere, bu
peygamberlerin kavimlerine, Peygamberlerinin mesajlarını yalanlayan eski
milletlerin toplu-kırım sahnelerine ilişkin hikâyelere, kıssalara
rastlıyorlardı. Bunun üzerine çürük bahanelere sığınmayı marifet bilen ucuz
bir demagojik yaklaşımla bu kıssalar hakkında, hatta Kur'an'ın tümü için "Bu
eskilerin masallarından başka bir şey değildir" dediler.
Nitekim Rüstem ve İsfendiyar gibi eski İran masal
kahramanlarının maceralarını ezbere bilen Malik b. Nadr, Peygamberimiz
Kur'an okurken yakınında bir yerde oturur ve Kur'an dinleyenlerin
işitecekleri bir şekilde şöyle derdi; "Eğer Muhammed size eskilerin
masallarını anlatıyorsa ben O'nun anlattıklarından daha güzel masallar
biliyorum. Böyle dedikten sonra bildiği masalları anlatmaya koyulurdu. Amacı
halkı Kur'an-ı Kerim'i din?emekten alıkoymak ve onun eskilerden kalma bir
masal yığını olduğu yutturmacasını zihinlerde pekiştirip gözden düşmesini
sağlamaktı.
İleri gelen müşrikler halkı, Kur'an'ı dinlemekten
uzak tutmaya çalıştıkları gibi kendileri de onu dinlemekten sakınıyorlar,
uzak duruyorlardı. Çünkü eğer onu dinlerlerse etkisi altına girip çağrısına
olumlu cevap vereceklerinden korkuyorlardı. Okuyoruz:
"Hem başkalarını Kur'an'dan uzak tutuyorlar hem de
kendileri ondan uzak duruyorlar. Böylece aslında kendilerini mahvediyorlar,
ama bunun farkında değildirler."
Onlar Kur'an'ın eskilerden kalmış bir masal kitabı
olmadıklarını gayet iyi bildikleri gibi eğer insanlar onu dinlemek üzere
serbest bırakılırsa ona yöneltilen bu karalamanın hiçbir işe yaramayacağını
da iyi biliyorlardı. Kureyşli ileri gelenler, taraftarlarının Kur'an'ın
etkisi altına gireceklerinden korktukları gibi onun kendilerini de
etkileyeceğinden korkuyorlardı. Bu yüzden hakkın kendiliğinden etkili olan
güçlü nüfuzuna karşı giriştikleri savaşta Nadr b. Haris'in, Peygamberimizin
yakınlarında oturum düzenleyip eski milletlerden kalma masallar anlatması
cılız ve komplocu batıl taraftarları hesabına yeterli bir önlem olamazdı.
Bundan dolayı taraftarlarını Kur'an dinlemekten uzak tutmaya çalıştıkları
gibi kendileri de onu dinlemekten uzak duruyorlardı. Çünkü onun etkisi
altına girip mesajına olumlu karşılık verirler diye ödleri kopuyordu.
Nitekim Kur'an'ın bu çekim gücüne karşı direnenler arasında Ahnes b. Şerik,
Ebu Sufyan b. Harb, Amr b. Hişam gibi ileri gelen müşrikler de vardı; fakat
aynı kimseler, tarihi belgelerden öğrendiğimize göre, gizlice Kur'an'ı
dinlemekten kendilerini alamamışlar, içlerinde doğan bu yoldaki güçlü
arzularını frenleyememişlerdi.
Kendilerini ve başkalarım bu Kur'an'ı dinlemekten,
onun etkisi altında çağrısına olumlu cevap vermekten uzak tutmak için
harcadıkları bütün bu çabaları, yüce Allah'ın bizzat belirttiği gibi aslında
kendilerini mahvetmek için harcıyorlardı.
"Böylece aslında kendilerini mahvediyorlar, ama
bunun farkında değildirler."
Kendilerini ve başkalarını hidayetten, iyilikten,
dünya ve Ahiret kurtuluşundan alıkoymak için çaba harcayanlar kendilerinden
başka kimi mahvederler ki?
Yüce Allah'ın hidayeti ile kendileri ve insanlar
arasına girmeyi ana gaye haline getirenler, doğru yol ile insanlar ve
kendileri arasında engel oluşturmak uğruna bütün çabalarını yoğunlaştıranlar
aslında zavallıdırlar. Bunlar zorba kılığında, tağut üniforması içinde
görülseler de zavallıdırlar. Zavallıdırlar, dünyada da Ahirette de aslında
mahvettikleri, kendileridir. Bunların, aldanmışların gözü ile belirli bir
süre için kazanmış ve başarılı görünmeleri hiç önemli değildir. Bunun böyle
olduğunu görmek isteyenler dünyaya ilişkin bu ilk sayfanın karşı sayfasını
okusunlar.
"Cehennemin başında durdurulduklarında onların `Ah
ne olaydı, dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin ayetlerini
yalanlamasak ve müminlerden olsak' dediklerini keşki görseydin."
Bu tablo, onların dünyada oluşturdukları tablonun
karşıtıdır. Dünyaya ilişkin sırt çevirme, tartışma, Kur'an'ı dinlemeye yasak
koyma uzak durma, ona karşı bitmez-tükenmez iddialar düzme sahnesinin
karşıtı olan zavallılaşma, pişmanlık, aşağılaşma, hayıflanma ve yazıklanma
motiflerinden oluşmuş bir sahne karşısındayız:
"Cehennemin başında durdurulduklarında onları keşki
görseydin."
Bu sahneyi keşki görseydin! Onları cehennemin
başında durdurulmuşlarken, yani yüz çeviremeyecekleri, geri dönemeyecekleri,
itiraz edemeyecekleri, demagoji düzemeyecekleri o pozisyonda keşki
görseydin!
Eğer onları o pozisyonda görseydin, çehrelerinde
somutlaşan korkuyu fark edecek ve şöyle dediklerini görecektin:
"Alı ne olaydı, dünyaya geri gönderilsek de bir daha
Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve müminlerden olsak"'
Şimdi onların Peygamberimizin söylediklerinin
"Allah'ın ayetleri" olduklarını biliyorlar ve tekrar dünyaya geri
döndürülmelerini temenni ediyorlar. Eğer kendilerine böyle bir fırsat
tanınırsa bu ayetleri bir daha yalanlamayacaklarını, tersine onlara
inananlardan olacaklarmış!
Fakat bu temennileri gerçekleşmeyecek bir kuruntudan
başka bir şey değildir!
Üstelik onlar karakterlerini; cibilliyetlerini
tanımıyorlar. Bu karakter iman etmez. Eğer dünyaya döndürülecek olursa yüce
Allah'ın ayetlerini inkâr etmeyecekleri, bunlara inanacakları yolundaki
sözlerine gelince kendi adlarına verdikleri bu peşin söz yalandır, eğer
arzularını yerine getirmek imkânı verilse gerçekleşmeyecek bir palavradır.
Şimdi dünyadaki kötü davranışlarının sonucu, acı akıbetleri meydana çıktı
diye böyle konuşuyorlar. Oysa onlar bu kötü davranışlarını, bu acı
akıbetlerini dünyadayken taraftarlarından saklıyorlar, onlarda haklı,
başarılı ve kazançlı oldukları izlenimini uyandırmaya çalışıyorlardı.
Okuyoruz:
"Hayır, sadece daha önce içlerinde sakladıklarının
akıbeti önlerinde belirdi (diye böyle hayıflanıyorlar. Yoksa) eğer dünyaya
geri gönderilseler yine sakındırıldıkları yola dönerler. Onlar gerçekten
yalancıdırlar."
Hiç kuşkusuz yüce Allah onların karakterlerini
biliyor, eğri yollarına ne kadar ısrarla bağlı olduklarını biliyor ve bu
kuruntuları dile getirmelerinin, bu peşin sözleri vermelerinin sebebinin
cehennem ateşinin başında durdurmaları sahnesinin korkunç şoku olduğunu
biliyor. "Yoksa eğer geri gönderirseler yine sakındırıldıkları yola
dönerler, onlar gerçekten yalancıdırlar."
Ayetlerin akışında onlar bu çirkin sahne ile,
suratlarına hakaret ve yalancılık suçlaması vuran bu red cevabı ile baş başa
bırakılıyorlar.
MÜŞ'RİKLERİN İKİ
AYRI TUTUMU
Evet, müşrikleri bu bedbaht sahne ile baş başa
bırakan bu ayetlerin devamında yine birbirinin karşıtı olan iki yeni sayfa
açılıyor. Bu sayfalarda iki karşıt tablo çiziliyor. Tablolardan biri dünyaya
ilişkindir. Müşrikler bu tabloda "yeniden dirilip biraraya toplanma yoktur,
hesap verme ve ceza belirleme yoktur" diye kestirip atıyorlar. Ahirete
ilişkin ikinci sahnede ise aynı kişiler Rabblerinin huzurunda dikilmişler,
yüce Allah, içinde bulundukları durumu kasd ederek kendilerine
"Karşılaştığınız bu durum gerçek değil miymiş`?" diye soruyor. Müşrikleri
tiril tiril titreten ve kar gibi eriten müthiş bir soru bu. Soruya zillet
içinde, ezilip büzülerek "Rabbimiz hakkı için, evet" diye karşılık
veriyorlar. Bunun üzerine dünyadaki inkârcı tutumlarının karşılığı olarak
acıklı azapla karşılaşıyorlar.
Daha sonraki ayetlerde yeni bir sahne ile
karşılaşıyoruz. Bu sahnede yüce Allah'ın karşısına çıkacaklarını inkâr etmiş
olan müşrikleri Kıyametin pençesine yakalanmış olarak görüyoruz. Hayıflana
hayıflana günahlarının yükünü sırtlamışlar, bu ağır yükün altında iki büklüm
durumda yol almaya çalışıyorlar. Bu ayetlerin sonunda dünya ile Ahiretin
yüce Allah'ın duyarlı terazisindeki ağırlıkları ve değerleri belirleniyor.
Okuyoruz:
29- Onlar "Hayat,
sadece dünyadaki hayatımızdan ibarettir, bir daha diriltilecek değiliz "
dediler.
30- Onları
Rabblerinin huzuruna çıkarıldıkları zaman keşki görsen! Allah, onlara
"yeniden dirilmek gerçek değilmiymiş?"der. Onlar "Rabbimiz hakkı için, evet"
derler. Allah da onlara "O halde inkârcılığınızdan dolayı azabı çekiniz"
der.
31- Allah'ın
huzuruna çıkmayı yalanlayanlar gerçekten mahvolmuşlardır. Sonunda Kıyamet
günü ansızın gelip çatınca sırtlarında taşıdıkları günah yükü altında
"Eyvah, dünyada kaçırdığımız fırsatlara!"derler. Hey, sırtlarında
taşıdıkları o yük, ne kötü bir yüktür!
32- Dünya hayatı,
oyundan ve eğlenceden başka bir şey değildir. Oysa günahlardan sakınanlar
için Ahiret yurdu daha hayırlıdır. Buna aklınız ermiyor mu?
Ahirette yeniden dirilme, hesap verme ve dünyadaki
davranışların karşılığını görme meselesi İslâm'ın getirdiği inanç sisteminin
temel meselelerinden biridir. Bu dinin yapısı yüce Allah'ın birliği ilkesi
ile birlikte bu meseleye dayanır. Bu ilke bu dinin inanç sisteminin, düşünce
yapısının, ahlâkının, davranışının, hukukunun ve sosyal düzeninin temel
altyapısını oluşturur.
Bu din -bizzat yüce Allah'ın belirttiği gibi- O'nun
tarafından kemale erdirilmiş, müminlere yönelik nimetinin tamama
erdirilmesinin sembolünü oluşturmuş, O'nun tarafından müminler için uygun
görülmüş bir dindir. Özü itibari ile eksiksiz bir hayat sistemidir. Yapısı
itibarı ile bölümleri arasında tamamlayıcılık ve uyum vardır. Bu dinin inanç
sistemi ile ahlâka ilişkin değer yargıları arasında, bu ikisi ile sosyal
düzene ilişkin hukuk sistemi (Şeriatı) arasında sıkı bir uyum ve
bütünleyicilik vardır. Bunların tümü de ayrı temel altyapı üzerinde oturur.
Bu temel altyapının bir ayağı yüce Allah'ın birliği ve öbür ayağı da Ahiret
hayatı gerçeğidir.
İslâm düşüncesine göre hayat, ne tek tek fertlerin
kısa ömürleri ile ne herhangi bir milletin kısıtlı dönemi ile ve ne de insan
soyunun dünya hayatında somutlaşan gelip geçici yaşam periyodu ile sınırlı
bir kavram, bir realite değildir.
İslâm düşüncesine göre hayat, Ahiret hayatını hesaba
katmayan, böyle bir hayata inanmayan dar görüşlülerin gördükleri, sandıkları
ve algıladıkları şu kısacık dünya döneminden çok daha geniş boyutlu bir
kavram, bir realitedir. Bu kavram, söz konusu kısa görüşlü düşünceye göre
zamanda sonsuzluğu, mekânda sınırsız enginliği, derinlikte birçok alemi ve
özü bakımından çok-türlülüğü içerir.
İslâm düşüncesine göre hayat, zaman boyutunda
sonsuzlukla kucaklaşır. Bu süreç içinde hem şu görünen dünya dönemini hem de
Ahiret dönemini kapsamına alır. Hayatın Ahiret döneminin süresini yalnız
yüce Allah bilir ve dünya dönemi onun karşısında günün bir tek saati kadar
bir şeydir.
İslâm düşüncesine göre hayatın mekân-alan boyutu da
son derece engindir. Bu enginlik, insan soyunun üzerinde yaşadığı şu
dünyanın yanında başka bir yurdu daha kucaklar ki, bu yurt Ahiret yurdudur.
Ahiret yurdu bir yandan "gökler ile yer arası enginlikte"ki cenneti ve öbür
yandan milyonlarca yıl boyunca yeryüzünde gelip geçmiş insan kuşaklarını
içine sığdıracak genişlikteki cehennemi kapsamına alır.
Yine İslâm düşüncesine göre hayat şu gördüğümüz alem
yanında bilgimize kapalı bir gayb aleminin varlığını içerecek şekilde içerik
genişliği kazanır. Bu gayb aleminin özünü tüm yönleri ile yüce Allah'dan
başkası bilemez. Biz bu alem hakkında sadece yüce Allah'ın bize verdiği
bilgileri biliyoruz. Bu alemin varlığı ölüm anından itibaren başlar ve
Ahiret yurdu ile noktalanır. Ölüm alemi de Ahiret alemi de yüce Allah'dan
başka hiç kimsenin içyüzlerini bilmediği gayb alemleridir. Bu alemlerin her
ikisi boyunca insan varoluşu yüce Allah'dan başka hiç kimsenin bilmediği bir
biçimde devam eder.
İslâm düşüncesine göre hayat özü bakımından da geniş
boyutludur. Bu geniş boyutluluk, dünya hayatında gözlenen şu düzeyi
kapsadığı gibi öbür hayat alanımız olan Ahirette, yani gerek cennette ve
gerekse cehennemde yaşanacak başka yeni düzeyleri de kapsamına alır. Bu
hayat düzeyleri, bu dünyada sürdürdüğümüz hayatınkine benzemez çeşniler
taşıyan değişik renkli hayat düzeyleridir. Bunlara göre dünya hayatının bir
sinek kanadı kadar bile değeri yoktur.
İslâm düşüncesine göre insan kişiliğinin varlığı
zaman bakımından böyle bir sonsuzluğu, mekân-alan bakımından böyle bir
enginliği, derinlik bakımından böyle birçok-boyutluluğu ve düzey bakımından
böyle çok-çeşniliği kucaklar. Bu düşüncenin tüm evrenin varlığına ilişkin
bölümü ile insan varoluşuna ilişkin bölümü birbiri ile bütünleşir. Bu
düşüncenin hayata ilişkin hazları köklü, idealleri, ilişkileri ve değerleri
yücedir. Bu köklülük ve yücelik, sözünü ettiğimiz zaman sonsuzluğu, mekân
enginliği çok-boyutluluk ve düzey çeşitliği ile eşdeğerlidir. Oysa yukarda
sözünü ettiğimiz "Ahirete inanmazlar" gürûhunun gerek evren bütününün
varlığına ve gerekse insan varoluşuna ilişkin düşünceleri sığ ve cılızdır.
Onların kendileri de düşünceleri de değer yargıları da şu dünya hayatının
dar çerçevesi içine sıkışmıştır.
İşte bu düşünce farklılığından değer yargıları
farklılığı ve sosyal düzen farklılığı kaynaklanır. Yine bu farklılığın ışığı
altında bu dinin nasıl bütünleşmiş ve uyumlu bir hayat sistemi oluşturduğu
meydana çıkar, Ahiret hayatının bu sistem yapısındaki değeri belirginlik
kazanır; Ahiret kavramının bu sistemin düşüncesinin, inanç sisteminin,
ahlâkının, davranış tarzının, hukukunun ve sosyal düzeninin oluşumundaki
olağan-üstü etkisi berraklığa kavuşur.
Bu son derece geniş zaman ve mekân boyutlarında, bu
kadar çeşitli alemlerde ve haz türlerinin kucağında yaşayan insan sözünü
ettiğimiz dar çerçevenin sıkıştırıcı kalıpları içinde yaşayan, bu dar
çerçeve uğruna başkaları ile çatışan, kaçırdığı fırsatlara, yaptıklarına ve
kendisine yapılanlara karşılık şu dünyada insanların biçecekleri
karşılıklardan başka hiçbir beklentisi olmayan insandan başka bir insandır.
Bu düşünce genişliği, enginliği ve zenginliği
insanın özüne zenginlik, ideallerine ve duygularına yücelik kazandırır. Bu
öz zenginliğinden, bu ideal ve duygu yüceliğinden kendine özgü bir ahlâk ve
davranış sistemi doğar ki, bu ahlâk ve davranış sistemi sözünü ettiğimiz dar
çerçeve içinde yaşayanların, zavallı hücre mahkûmlarının ahlâk ve davranış
sistemlerinden tamamen farklı olur. Bu düşünce enginliğine, genişliğin ve
zenginliğine düşüncenin kendine özgü karakterini, Ahiret yurdundaki adil
karşılıklar inancını, dünyada kaçırılan fırsatların çok daha büyük, çok daha
değerli bedeller ile karşılanacakları beklentisini ekleyelim. O zaman insan
vicdanı hak, iyilik ve yapıcılık yolunda fedakârlık göstermeye hazır hale
gelir. Yeter ki, bu fedakârlığın yüce Allah'ın bir emri olduğunu, Ahiret'te
alacağı karşılığın, kazanacağı ödülün bu fedakârlığa dayandığını bilsin.
İslâm düşüncesinin önerdiği gibi bir Ahiret inancı
kafalarda kesinlik kazanınca ferdin ahlâkı düzelir, davranışları rayına
oturur, böylece sosyal kurumlar ve düzenler sağlıklı bir işlerliğe kavuşur.
Toplumsal hayat bir defa böyle bir düzene kavuşunca artık fertler onun bir
daha bozulmasına, sapmaya uğramasına meydan vermezler. Çünkü iyi bilirler
ki, böyle bir yozlaşma girişimi karşısında gösterecekleri suskunluk
kendilerini sadece dünya mutluluğundan yoksun bırakmakla kalmayacak,
Ahirette bekledikleri mükâfattan da yoksun kalmalarına, böylece hem dünyada
ve hem de Ahirette hüsranlığa uğramalarına yol açacaktır.
Bazıları Ahiret inancını haksız bir şekilde töhmet
altına sokarak derler ki; "Bu inanç, insanları dünya hayatında pasifliğe, bu
hayatı ihmal etmeye itiyor; insanı dünya hayatını geliştirip
güzelleştirmekten alıkoyuyor; böylece Ahiret mutluluğu beklentisi ile
dünyanın zorbalara ve bozgunculara bırakılmasına zemin hazırlıyor."
Ahiret inancına bu iftirayı yükleyenler
iftiracılıklarına bir de cahilliklerini ekliyorlar. Çünkü onlar böyle
demekle sapık hıristiyan kilisesinin düşüncesinde yeralan Ahiret inancı ile
yüce Allah'ın dosdoğru dininde öğretilen Ahiret inancını birbirine
karıştırıyorlar. İslâm düşüncesine göre "Dünya, Ahiretin tarlasıdır." Dünya
hayatını doğru yola koymak için, kötülüğü ve bozgunculuğu ortadan kaldırmak
için, yüce Allah'ın yeryüzündeki egemenliğine yönelik saldırıları bertaraf
etmek için, zorbaları devirip bütün insanlara yönelik bir mutluluk ve adalet
ortamı oluşturmak için cihad etmek, bütün bu amaçlar uğruna mücadele vermek,
Ahiretin azığıdır. Bu azık mücahidlere cennetin kapılarını açar, batıla
karşı mücadeleyi verirken uğradıkları kayıpları ve çektikleri eziyetleri
telâfi eder.
Bu düşünceleri içeren bir inanç nasıl olur da
taraftarlarının dünya hayatında duraklamalarına, kokuşmalarına,
bozulmalarına, geri kalmalarına; toplumlarında haksızlığın, zulmün ve
zorbalığın àlıp yürümesine meydan vermelerine, yapıcılık ve gelişme
yarışında geri kalmalarına nasıl izin verebilir? Bu inancın taraftarları
Ahireti kazanmak istediklerine, orada yüce Allah'dan mükâfat beklediklerine
göre dünyada bu uğurda çaba harcamaktan nasıl geri kalabilirler ve böyle bir
ihmalkârlık Ahiret inancı ile nasıl bağdaşabilir?
Eğer müslüman olduklarını iddia eden insanlar bazı
dönemlerde pasif bir hayat yaşamışlarsa; bozgunculuğun, kötülüğün,
haksızlığın, zorbalığın, geri kalmışlığın ve cahilliğin hayatlarını
karartmasına meydan vermişler ise onların bu saydıklarımızın tümünü ya da
bazılarını yapmalarına yol açan sebep, İslâm ile ilgili düşüncelerinde
beliren bozulma ve sapmadır; Ahirete ilişkin inançlarının sarsılması veya
zayıflamasıdır; yoksa bu sayılan olumsuzlukların sebebi onların bu dinin
özüne bağlanmış olmaları, Ahirette yüce Allah'ın huzuruna çıkacaklarına
kesinlikle inanmış olmaları değildir. Çünkü Ahirette yüce Allah'ın huzuruna
çıkacağına inanan ve bu dinin özünün bilincinde olan bir kimsenin şu dünya
hayatında pasif, geri kalmış; kötülüğe, fesada, bozgunculuğa ve zorbalığa
razı olacağı düşünülemez. Müslüman dünya hayatını yaşarken bu hayattan daha
büyük ve daha üstün olduğunun bilincinde olarak yaşar. Dünyanın temiz
nimetlerinden yararlanır ya da onlardan uzak dururken bu nimetlerin dünyada
helâl olduklarını ve Kıyamet günü ise sırf müminlere özgü olacaklarını
bilir. Bu dünya hayatının düzeyinin yükselmesi, yeryüzündeki enerji ve güç
kaynaklarının insanın yararına sunulması için çalışırken bu yoldaki çabanın,
yüce Allah'ın yeryüzündeki halifesi olma görevinin gereği olduğunu aklından
çıkarmaz. Kötülüğe, bozgunculuğa, zulme ve zorbalığa karşı mücadele ederken,
bu uğurda çeşitli baskılara, sıkıntılara ve fedakârlıklara katlanırken,
hatta şehid olmayı göze alırken bütün bu didinmelerini Ahirete yönelik bir
ön birikim olarak düşünür. Çünkü dini ona öğretmiştir ki, "Dünya, Ahiretin
tarlası, üretim alanıdır." Ahirete giden yol mutlaka dünyadan geçer; dünya
küçüktür, basittir, ama daha büyük bir nimete geçiş zemini oluşturan bir
ilâhi nimettir.
İslâmi hayat düzeninin bütün ayrıntıları Ahiret
hayatı realitesine; bu realitenin düşüncede meydana getirdiği enginliğe,
güzelliğe ve yüceliğe; bu realitenin ahlâkta meydana getirdiği düzey
yüksekliğine, arınmışlığına, hoşgörüye, hakka bağlılığa, titizliğe ve
kötülüklerden sakınmâya; yine bu realitenin insan davranışlarına
kazandırdığı doğruluğa, güvene ve kararlılığa dayanır.
Bundan dolayı Ahiret inancı olmaksızın dünyada
İslâm'a uygun bir hayat yaşanamaz, gerçekleştirilemez. Bu realitenin
Kur'an'da bu kadar önemle ele alınması ve sık sık vurgulanması işte bu
yüzdendir.
Araplar cahiliye dönemlerinde -cahillikleri
yüzünden- dünya hayatından başka bir hayatın varlığına inanmayı kafalarına
sığdıramıyorlardı; şu görünen alemin dışında başka bir alemin olabileceğini
düşünemiyorlardı; insànın algılayabildiğimiz ufukları aşarak daha öteleri
kucaklayan uzaklıklarla, ufuklarla ve enginliklerle bütünleşebileceğini
akılları almıyordu; insanı sadece daha çok hayvana özgü somut algıların
duyguları ve düşünceleri ile sınırlı düşünüyorlardı. Tıpkı kendilerine
ısrarla "bilimsellik" yaftasını yakıştıran çağımızdaki yoldaşları gibi.
Okuyoruz:
"Onlar `Hayat, sadece dünyadaki hayatımızdan
ibarettir, bir daha diriltilecek değiliz' dediler."
Hiç kuşkusuz, yüce Allah böylesine bir inancın
gölgesi altında insana yaraşır, yüce ve onurlu bir hayat tarzının asla
gerçekleşemeyeceğini biliyordu. İnsanı yeryüzünün toprağına sıkı sıkıya
yapıştıran, insan düşüncesini –tıpkı hayvanlar gibi- somut şeylere
tutkallayan şu düşünce ve duygu ufuksuzluğunu düşünelim. Şu dar çerçeveli
zaman ve mekân anlayışını göz önüne getirelim. İnsan nefsinde acımasız
rekabet hırsını, sınırlı nimetler uğruna boğuşma ve bu basit nimetlere tapma
ihtirasını kamçılayan zaman ve mekân sınırlılığını gözleyelim. Bu
ihtirasların herbiri kazığını koparmış birer yırtıcı köpek gibi her tarafa
saldırıyor, ne dizgini var, ne ateş-kes tanır ve uzun vadeli bir ödül
beklentisine kulak asıyor, hayvanların içgüdülerinden bile daha alçak düzeyi
ile her yana tosluyor, ille tatmin olacak, yoksa her şeyi kırıp geçirebilir.
Bir de şu kurulu düzenleri ve kurumları düşünününüz. Tek amaçlı ve
dayanakları sözünü ettiğimiz kısıtlı zaman ve mekân çerçevesinde egemenlik
kurmak. Bu uğurda ne adalet ne insaf ne ölçü tanıyorlar ve ne de acıma
duyguları var. Tek bildikleri şey fertlerin, sınıfların ve milletlerin
birbirleri ile amansız biçimde yarışması, boğuşmasıdır. Hep birlikte bir
ormanda yaşamanın başıboşluğu içinde boğuşuyorlar. Boğuşmalarının düzeyi
hemen hemen yırtıcı hayvanların ve sırtlanlarınki ile aynı, arada pek önemli
bir fark yok. Tıpkı günümüzün "uygar" dünyasının her tarafında gördüğümüz
gibi.
Hiç kuşkusuz yüce Allah bütün bunları biliyordu.
Ayrıca şu da var. Yüce Allah bu ümmeti insanlığın hayatını denetlemekle
görevlendirdi, ona insanlığı yüce doruğa iletme fonksiyonunu yükledi, bu
yüce dorukta insan onurunun gerçek anlamda somutlaşmasını diledi. İşte yüce
Allah böylesine ağır bir yükümlülüğü taşıyacak olan bu ümmetin düşünceleri
ve değer yargıları ile söz konusu dar çerçevenin dışına çıkacak o engin ve
geniş ufuklara ve boyutlara doğru kanatlanmadıkça, başka bir deyimle
dünyanın kısıtlı ufku dışına çıkarak Ahiretin sınırsız ufuklarına
açılmadıkça bu son derece önemli görevini yerine getiremeyeceğini de
biliyordu.
İşte bundan dolayı yüce Allah, Ahiret gerçeğini bu
kadar güçlü ve ısrarlı ifadeler ile vurgulamıştır. Bu vurgulamanın birinci
derecedeki sebebi Ahiret aleminin bir "realite" oluşudur. Yüce Allah gerçeği
anlatır. İkinci derecedeki sebebi ise insanın insanlık niteliğini düşünce,
inanç, ahlâk, davranış, hukuk sistemi ve sosyal düzen plânında
mükemmelleştirebilmek için bu inancın kaçınılmaz biçimde gerekli oluşudur.
İşte coşkun akışlı bir nehre benzeyen bu nehrin
dalgalar şeklinde önümüze çıkan ayetlerindeki bu çarpıcı, bu derin etkili
mesajların hikmeti budur. Yüce Allah bu çarpıcı mesajların insan fıtratını
sarsacağını, titreteceğini, gözeneklerini açacağı, algılama cihazlarını
uyaracağını, onları harekete geçirip dirilteceğini ve böylece onları verilen
mesajları almaya, bu mesajlara olumlu biçimde cevap vermeye elverişli duruma
getireceğini biliyordu. Üstelik bu çarpıcı mesajlar gerçeği ifade ediyorlar.
Okuyoruz:
"Onları Rabblerinin huzuruna çıkarıldıkları zaman
keşki görsen! Allah onlara `yeniden dirilmek gerçek değil miymiş?' der.
Onlar `Rabbimiz hakkı için, evet' derler. Allah da onlara `O halde
inkârcılığınızdan dolayı azabı çekiniz' der."
Bu "Hayat sadece dünyadaki hayatımızdan ibarettir,
daha diriltilecek değiliz." diyenlerin akıbetidir. Bu onların bedbaht,
alçaltıcı, yüz kızartıcı sahnesidir. Karşısına çıkacaklarını yalanladıkları
Rabblerinin huzurunda dikilmeye zorlanmışlardır, hiçbir tarafa
kımıldayamıyorlar, sanki boyunlarından tutmuşlar da kendilerini bu dehşetli
ve yüce sahneye çıkarıp ayağa dikmişlerdir. Tekrarlayalım:
"Allah onlara `yeniden dirilmek gerçek değil miymiş'
der."
Bu soru, muhatabını eritecek, yerin dibine geçirecek
bir sorudur. Acaba ona ne cevap veriyorlar?:
"Rabbimiz hakkı için, `evet' derler."
Şimdi, onlar Rabblerinin huzurunda dikilmişler,
gerçekleşeceğini kesin bir dil ile yalanlamış oldukları bir sahnenin
dehşetini yaşıyorlar. Pozisyonun olağanüstülüğüne, sahnenin dehşetine ve
akıbetin ürkütücülüğüne uygun düşen kısalıktaki son hükme ilişkin emir de
hemen arkadan geliveriyor. Okuyalım:
"Allah da onlara `O halde inkârcılığınızdan dolayı
azabı çekiniz' der."
Bu akıbet, insana yaraşır düşünce enginliğine
açılmayı reddeden, bunun yerine somut algıların dar hücresine hapsolmayı
tercih eden, insana yakışır ufuklara doğru kanatlanmaya yanaşmayarak
yeryüzünün toprağına çakılıp kalan; hayatını bu zavallı, bu alçaltıcı
düşüncenin tutsağı olarak kurup sürdüren yaratıklara lâyık bir akıbettir. Bu
yaratıklar kendilerini azaba lâyık hale getirecek biçimde gerilemişler,
düzey düşüklüğüne uğramışlardır. Bu azab, Ahireti inkâr edenlerin
karakterleri ile uyumlu bir sonuçtur. Çünkü onlar bu zavallı ve geriye dönük
düşüncelerinin tutsakları olarak o düşük düzeyli, o insanı geriye götürücü
hayatın içinde yaşamışlardır.
Bir sonraki ayet, bu sahneyi, bu yüce emirle
noktalanmış olan orijinal, dehşetlï ve olağan-üstü sahneyi, onun özünü
anlatan aynı orijinallikte, aynı olağanüstülükte ve aynı dehşetlilikteki bir
açıklama ile tamamlıyor. Okuyoruz:
"Allah'ın huzuruna çıkacaklarını yalanlayanlar
gerçekten mahvolmuşlardır. Sonunda Kıyamet günü gelip çatınca `Eyvah,
dünyada kaçırdığımız fırsatlara!' derler."
Bu kesin ve mutlak bir mahvoluştur. Dünya açısından
kesin bir mahvoluş, bir hüsrandır; çünkü orada hayat anlattığımız gibi alçak
bir düzeyde sürdürülüp heba edilmiştir. Ahirette hüsran oluşun sebebine
gelince az önce seyrettiğimiz sahneye şimdi de o gafillerin, o cahillerin
hiç hesaplarında olmayan şu acı sürprizi eklemek gerekir:
"Sonunda Kıyamet günü gelip çatınca `Eyvah, dünyada
kaçırdığımız fırsatlara!' derler."
Arkasından da tıpkı sırtlarına vurulmuş yükün
baskısı altında ezilen yük hayvanları gibi tanıtıldıkları sahneye sıra
geliyor. Okuyalım:
"Günah yüklerini sırtlarında taşıyarak..."
Hatta yük hayvanlarının durumu bunlarınkinden daha
iyidir. Çünkü eşyalardan oluşmuş yükler taşırlar. Bunların yükleri ise kendi
günahlarından oluşmuştur. Ayrıca yük hayvanlarının yükleri indirilince
istirahat etmeye giderler. Oysa bunlar günahlarını sırtlarında taşıyarak,
günahkârlık damgası ile uğurlanarak cehenneme giderler. Okuyoruz:
"Hey, sırtlarında taşıdıkları o yük, ne kötü bir
yüktür!"
Korkuyu ve dehşeti seslendiren deminki sahnenin peşi
sıra gelen ve mahvolunmuşluk ile hüsrana uğramışlığı dile getiren bu
sahnenin ışığı altında bu ayetler grubunun son mesajına sıra geliyor. Bu
mesaj dünya ile Ahiretin yüce Allah'ın terazisindeki gerçek ağırlıklarını,
bu duyarlı ölçüye göre dünya ile Ahiretin karşılaştırmalı değerlerini
açıklıyor. Okuyoruz:
`Dünya hayatı, oyundan ve eğlenceden başka bir şey
değildir. Oysa günahlardan sakınanlar için Ahiret yurdu daha hayırlıdır.
Buna aklınız ermiyor mu?"
Dünya hayatı ile Ahiret yurdunun yüce Allah'ın
terazisinde son aşamadaki mutlak değeri işte budur. Bu küçük gezegen
üzerinde geçirilen ve aslında gündüzün bir saati kadar olan hayatın değeri,
o engin mülk aleminin sınırsız sonsuzluğu ile karşılaştırılınca, ayette
anlatıldığından fazla bir şey olamaz. Aslında bir saat kadar kısa olan bu
zamanı dünya köleliği uğruna harcamak öbür yüce alemin ağırlıklı ciddiyeti
ile karşılaştırınca oyundan ve eğlenceden başka bir anlam taşıyamaz.
Bu mutlak bir değerlendirmedir. Fakat-yukarda
değindiğimiz gibi- İslâm düşüncesinde dünya hayatının ihmal edilmesi,
dünyaya karşı pasif kalınması, dünyadan el-etek çekilmesi sonucunu doğurmaz.
Kimi "tasavvuf" ve "zühd" akımlarında görülen bu tür ihmalkârlıklar, pasif
yaklaşımlar ve el-etek çekmeler kesinlikle İslâm düşüncesinden kaynaklanmaz.
Bunlar ya ruhbanlığa dayanan hıristiyan kilisesinin düşüncelerinden ya eski
İran düşüncesinde ya da İslâm toplumuna geçmiş bazı eski Yunan idealist
düşüncelerinden kaynaklanan sızmalardır.
İslâm düşüncesini en eksiksiz biçimde temsil eden,
somut ifadeye kavuşturan büyük örnekler ne pasifliğe ve ne de dünyadan
el-etek çekmeye kaymışlardır. İşte sahabiler kuşağı. Bu seçkin insanlar
nefislerinde şeytanı yenilgiye uğrattıkları gibi onu kulların egemenliğine
dayalı imparatorluklar şeklinde yaşâyan çevrelerindeki cahiliye düzenlerinde
de yenilgiye uğrattılar. Bu kuşak dünya hayatını yüce Allah'ın terazisindeki
değeri ile kavrıyor, algılıyordu. Bu saygıdeğer kuşak pratik hayatta
gerçekleştirdiği o çok önemli eserleri Ahirete yönelik çalışmaya döndürdü,
hayatın her alanında dünyayı son derece dinamik ve enerjik bir yaklaşımla
ele aldı.
Dünya hayatı ile Ahiret yurduna ilişkin bu ilâhi
değerlendirme onlara şu avantajı sağladı. Onlar dünyaya kul olmadılar.
Dünyanın sırtına bindiler, onu sırtlarında taşımadılar. Onu Allah'a kul
ettiler, yüce Allah önünde ona boyun eğdirdiler, onun kölesi olmadılar.
Dünyada yüce Allah'ın halifesi olma görevinin gerektirdiği her türlü
yapıcılık ve geliştirme faaliyetine sıkıca sarıldılar. Fakat bu halifelik
faaliyetlerinde sadece yüce Allah'ın hoşnutluğunu ve Ahiret yurdunun
hazırlığını aradılar. Böylece dünya tutkunlarını önce dünyada geçtiler,
sonra da onları Ahirette geride bıraktılar!
Ahiret, bilgimize kapalı bir "gayb" alemidir. Bu
aleme ilişkin iman düşünceye enginlik ve akla gelişmişlik kazandırır. Ahiret
uğruna çalışmak ise günahlardan sakınanlar için daha hayırlıdır, bunun böyle
olduğunu aklı başında olanlar bilir. Okuyoruz:
"Oysa günahlardan sakınanlar için Ahiret yurdu daha
bayırlıdır. Buna aklınız ermiyor mu?"
Bilgimize kapalı bir gerçektir diye günümüzde Ahiret
gününü inkâr edenler bilgiçlik taslayan cahillerdir. Sebebine gelince bilim,
yani "insanların bilimi -ilerde değineceğimiz üzere- günümüzde bir tek kesin
gerçeğe erebilmiş, bir tek tartışmasız realiteyi kucaklayabilmiştir ki, o da
"gayb gerçeği", "bilinmezlik (meçhul) gerçeği"dir.
Coşkun akışlı bir nehre benzeyen bu surenin az sonra
okuyacağımız ayet dalgasında söz Peygamberimize yöneltilerek dürüst ve
güvenilir kişiliğine rağmen uğradığı yalanlamalar karşısında teselli
ediliyor. Çünkü müşrikler aslında onun yalancı olduğunu düşünmüyorlar. Peki
o halde yüce Allah'ın ayetlerini yalanlamakta, onları onaylamamakta,
mesajlarına inanmamakta neden ısrar ediyorlar. Bunun başka bir sebebi
vardır, sebep peygamberimizin yalan söylediği kanısında olmaları değildir.
Bu ayetlerde Peygamberimiz bir de şu açıdan teselli
ediliyor. Onun daha önceki peygamber kardeşleri de yalanlamalara ve
eziyetlere uğramışlardı, onlar bütün bunlara katlandılar, sabrettiler,
sonunda yüce Allah'ın değişmez kanunları gereğince zafere ulaşanlar onlar
oldu.
Bu gönül okşamaların ve tesellilerin arkasından
Peygamberimize bu çağrı görevi ile ilgili şu son derece önemli gerçek
anlatılıyor: Bu çağrı yüce Allah'ın geleneği uyarınca ve O'nun takdirine
göre yürür. Çağrıyı seslendirenin bu konuda yapacağı tek şey duyurma ve
açıklamadır. Olayları ve gelişmeleri yönlendirmek yüce Allah'ın
yetkisindedir. Çağrı görevlisi, bu gerçeğe göre yoluna devam etmeli, aceleci
adımlar atmaya kalkışmamalı, yüce Allah'a yöntem önermemelidir. Bu ilke
peygamberler için de geçerlidir. Onlar da yalanlayıcıların, hatta tüm
insanların çağrı yöntemine ilişkin tekliflerine kulak asmamalı, çağrının
doğruluğunu destekleyecek somut kanıtlar ve mucizeler önermemelidirler.
Çağrının mesajını işiten canlılar ona olumlu cevap vereceklerdir. Kalbleri
ölmüş olanlara gelince böyleleri ölüdürler, çağrılara karşılık veremezler,
uyarıcılara tepki gösteremezler. Onların işi yüce Allah'a kalmıştır, isterse
onları diriltir, isterse Kıyamet günü huzuruna dönecekleri ana kadar onları
ölü olarak bırakır.
Peygamberimize karşı duran yalanlayıcılar da tıpkı
yoldaşları olan eski milletlerin Peygamberlerine karşı yaptıkları gibi
O'ndan olağan-üstü mucizeler istiyorlar. Hiç kuşkusuz yüce Allah çeşitli
mucizeler indirebilir. Fakat kendinin bildiği bir hikmete dayanarak bunu
yapmıyor. Eğer müşriklerin yüz çevirmeleri Peygambere çok ağır geliyorsa o
zaman kendi insani gücünü seferber ederek onlara mucizeler göstermeye
girişsin! Yüce Allah, bütün varlıkların, bütün canlıların yaratıcısıdır; bu
itibarla onların yaratılıştan kaynaklanan esrarlı yönlerini, özelliklerinde
ve karakterlerinde gözlenen farklılıkların hikmetini bilir. Peygamberlerin
mesajlarını yalanlayan insanları karanlıklar içinde sağır ve dilsiz durumda
bırakan O'dur. Kendi bildiği yaratılış ve farklılaşma hikmetinin sonucu
olarak dilediğini doğru yola ileten ve dilediğini saptıran O'dur.
ALİMLER BİLE BİLE
İNKÂR EDİYORLAR
33- Onların
.sözlerinin seni üzdüğünü biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar,
fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar.
Cahiliye döneminin müşrik Arapları ve özellikle
Peygamberimizin çağrısına karşı dikilen Kureyşliler zümresi Peygamberimizin
doğruluğundan zerrece kuşku duymuyorlardı. Çünkü O'nu yıllardan beri dürüst
ve güvenilir bir kişi olarak tanıyorlardı. Peygamberliğinden önceki,
aralarında geçen uzun hayatı boyunca bir tek yalanını görmüş değillerdi.
Peygamberimizin çağrısına yönelik muhalefet akımına liderlik eden Kureyşli
ileri gelenler de öyle idi. Onlarda Peygamberimizin gerçek peygamber
olduğundan, şu Kur'an'ın insan sözü olmadığından, insanların böyle bir kitap
ortaya koyamayacaklarından asla kuşku duymuyorlardı.
Fakat buna rağmen Peygamberimizi onaylamaya
yanaşmıyorlar, bu yeni dine girmeyi reddediyorlardı. Bu olumsuz tutumlarının
sebebi Peygamberimizi yalancı saymaları değildi, fakat O'nun çağrısını
siyasi nüfuzları ve sosyal konumları açısından tehlikeli görmeleri idi. Bu
sebepten ötürü yüce Allah'ın ayetlerini yalanlamayı ve öteden beri
sürdürdükleri müşrikliğe bağlı kalmayı kararlaştırmışlardı.
Nitekim elimizde bulunan çok sayıda belge, Kureyşli
ileri gelenlerin bu olumsuz tutumunun gerçek sebeplerini açıkladığı gibi
onların Kur'an-ı Kerim hakkındaki asıl düşüncelerini de açığa vurmaktadır:
Bu konuda İbni İshak, Muhammed b. Müslim b. Şihab
Zehriye dayanarak şöyle bir olay anlatıyor:
"Bir gece Ebu Sufyan b. Harb, Ebu Cehil b. Hişam ve
Zuhreoğulları'nın yandaşı Ahnes b. Şurayk b. Amr b. Vehb Sakabe
Peygamberimizi dinlemeye gittiler. Peygamberimiz o sırada gece namazı
kılıyordu. Adamların herbiri kendine bir yer seçerek oradan Peygamberimizi
dinlemeye koyuldu. Hiçbiri diğerinin yerini bilmiyordu. Bütün gece
Peygamberimizi dinlediler. Sabah olunca yerlerinden ayrıldılar. Yolda
buluşunca "Eğer cahillerden biri seni görse içine kuşku düşmesine sebep
olacaksınız" diyerek birbirlerini suçladılar. Sonra çekip gittiler.
Ertesi gece olunca herbiri yine bir önceki geceki
yerine gelip yerleşti. Sabaha kadar Peygamberimizi dinlediler. Ortalık
ağarınca yerlerinden ayrıldılar. Yine yolda karşılaştıklarında birbirlerine
bir gece önceki sözlerinin benzerlerini söyledikten sonra çekip gittiler.
Fakat üçüncü gece yine herkes bir gece önceki yerine
gelip yerleşti. Yine sabaha kadar Peygamberimizi dinlediler. Gün ağarınca
saklandıkları yerden ayrıldılar. Yolda karşılaştıklarında birbirlerine
`Artık bir daha gelmeyeceğimize dair sözleşmeden ayrılmayalım' dediler ve bu
konuda birbirlerine kesin söz verip öyle ayrıldılar.
Ertesi sabah Ahnes b. Şurayk, bastonunu eline alarak
Ebu Sufyan b. Harb'in evine gitti, Ebu Sufyan'a `Ey Ebu Hanzele, Muhammed'in
ağzından işittikleri hakkında ne düşündüğünü bana söyle' dedi. Ebu Sufyan da
ona `Ey F:bu Salebe, O onun ağzından duyduğum sözlerin bazılarını anladım,
ne demek istediklerini kavradım, bazılarının ne demek istediklerini, ne
anlama geldiklerini anlayamadım' diye cevap verdi. Bunun üzerine Ahnes de
Ebu Sufyan'a `Adına and içtiğin kutsal varlık hakkı için ben de aynen öyle
oldum' karşılığını verdi.
Bir süre sonra Ahnes, Ebu Sufyan'ın yanından çıkarak
Ebu Cehil ile görüşmeye gitti. Evine varınca kendisine `Ya Ebul Hakem,
Muhammed'in ağzından işittiklerin hakkında ne düşündüğünün bana söyle' dedi.
Ebu Cehil Ahnes'in bu sorusuna şu cevabı verdi; `Biz Abdülmenaf oğulları ile
şeref ve soyluluk alanında sürekli yarıştık. Onlar yemek yedirdiler, biz de
yedirdik. Onlar yerdiler, biz de verdik, Onlar yük altına girdiler, biz de
girdik. Bu yarışta diz üstü yere kapaklandığımızda bile kafa kafaya gelen
iki yarış atı gibi birbirimize denk idik. Şimdi onlar ortaya çıkmış, "Bizden
bir Peygamber çıktı, kendisine gökten vahiy geliyor" diyorlar. Bu konuda
onlara nasıl yetişebilir, onlarla nasıl boy ölçüşebiliriz? Bu yüzden
vallahi, Muhammed'e ne inanır ve ne de onu onaylarız, bu husustaki kararımız
kesindir.
"Bunun üzerine Ahnes ayağa kalkarak Ebu Cehil'in
yanından çıktı, gitti."
Öte yandan İbni Cerir, Esbat kanalı ile Seyd'den
"Onların sözlerinin seni üzdüğünü biliyoruz. Aslında onlar seni
yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar" ayeti
hakkında şöyle bir olay naklediyor.
"Bedir Savaşı günü Ahnes b. Şurayk, yandaşları olan
Zühreoğulları'na dedi ki; `Ey Zühreoğulları, Muhammed sizin kız kardeşinizin
oğludur, yeğeninizdir. Bu yüzden yeğeninizi savunmak öncelikle size düşer.
Eğer o bir peygamber ise bugün O'nunla niçin savaşacaksınız. Eğer bir
yalancı ise O'nu yalancılıktan vazgeçirmekte en çok siz haklısınız.
Bekleyiniz, Ebu Cehil ile buluşup görüşeyim. Eğer Muhammed bu savaşta galip
gelirse evlerinize sağ olarak dönersiniz. Eğer yenilecek olursa kabileniz
size bir şey yapamayacaktır. İşte o gün bu adama Ahnes adı verildi, daha
önceki adı Ubeyy idi.
Ahnes, Ebu Cehil ile buluşunca ikisi bir kenara
çekilip baş başa kaldılar. Bunun üzerine Ebu Cehil'e `Ey Ebul Hakem, söyle
bana bakayım, Muhammed doğru mu söylüyor, yoksa yalancının biri midir?
Burada senden ve benden başka söylediklerimizi duyabilecek hiçbir Kureyşli
yok' dedi. Ebu Cehil, Ahnes'e şu karşılığı verdi; `Yazıklar olsun sana!
Vallahi, Muhammed doğru söylüyor. O hiç yalan söylemiş değildir. Fakat eğer
Kusayoğulları sancağın, hacılara su sağlama ve onları ağırlama
imtiyazlarının yanında şimdi de peygamberliği elde ederlerse geride kalan
Kureyşliler'e başka ne kalır ki? `İşte aslında onlar seni yalanlamıyorlar,
fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar' ayeti bunu anlatmak
istiyor."
Burada şu noktaya dikkat etmeliyiz: Bu sure bir
Mekke suresi olduğu gibi bu ayetin de Mekke inişli olduğu kuşkusuzdur. Oysa
şimdi okuduğumuz olay Bedir Savaşı günü Medine'de meydana gelmiştir. İlk
bakışta okuduğumuz olayla bu ayet arasında ilişki kurmakta güçlük çekebilir,
hatta böyle bir ilişki kurma girişimini garip karşılayabiliriz. Fakat tefsir
bilginlerinin şöyle bir anlatım geleneği vardır: Onlar eğer bir ayetten söz
eder de `Bu ayet, bunu anlatmak istiyor" derlerse bu ifade, anlatılan olay:n
söz konusu ayetin iniş sebebini oluşturduğunu belirtmek istedikleri anlamına
gelmez, sadece ayetin anlamının olayın içeriği ile uyuştuğu anlamını taşır;
bu durumda ayetin o olaydan önce ya da sonra inmiş olması göz önüne alınmaz.
işte eğer bu anlatım geleneğinin bilirsek az önce okuduğumuz rivayeti garip
karşılamayız.
Tarihçi İbni İshak'ın Yezid b. Ziyad kanalı ile
Muhammed b. Kaab Kuredî'ye dayandırarak bildirdiğine göre bir gün Kureyş
kabilesinin şefi Utbe b. Rebia kabile ileri gelenlerinin toplantı
düzenledikleri kulüpte şöyle dedi. O sırada Peygamberimiz Mescidde yalnız
başına oturuyordu:
"Ey Kureyşliler, şimdi kalkıp Muhammed'e gideyim
O'nunla konuşup kendisine bazı teklifler sunayım ister misiniz? Belki bu
tekliflerimin bazılarını kabul eder, biz de O'na istediğini veririz de
yakamızı bırakır."
Bu olay Hz. Hamza'nın müslüman olduğu ve
Peygamberimizin sahabelerinin çoğaldığının müşriklerce görüldüğü günlere
rastlar. Kureyşli ileri gelenlerinin kendisine oldu, ya Ebu Velid, git
O'nunla konuş diye karşılık vermeleri üzerine Utbe kalkıp Peygamberimize
gitti, yanına oturduktan sora şunları söyledi:
"Ey kardeşim oğlu, ey yeğenim! Sen aramızda aşiretçe
kalabalık ve soyca üstünsün. Bunu sen de biliyorsun. Ama sen kavminin başına
büyük bir iş açtın. Kavminin birliğini bozdun, hayallerini sarstın,
ilâhlarını ve dinlerini küçük düşürdün atalarını kâfir ilân ettin. Şimdi
söyleyeceklerimi dinle ve üzerlerinde düşün. Sana belki bazılarını kabul
edebileceğin birtakım teklifler sunacağım."
"Peygamberimizin "Söyle, ya Ebu Velid, seni
dinliyorum" şeklindeki karşılığı üzerine Utbe sözlerine şöyle devam etti:
"Ey kardeşim oğlu, eğer hu getirdiğin yeni din
aracılığı ile elde etmek istediğin şey servet ise aramızda mal toplayıp sana
verelim, böylece en zenginimiz sen olursun. Eğer bu din aracılığı ile elde
etmek istediğin şey itibar ve prestij ise seni başımıza efendi yapalım,
bundan böyle sensiz hiçbir şeye karar vermeyelim. Eğer bu din aracılığı ile
elde etmek istediğin şey hükümdarlık ise seni üzerimize hükümdar yapalım.
Yok eğer bir cin çarpmasına uğradın da bu dertten yakanı kurtaramıyorsan
senin için doktor arayalım, bu yolda gereken her masrafı yaparak seni bu
çarpılmadan kurtaralım. Çünkü insan bazı durumlarda kendisine musallat olan
cinden gerekli tedaviyi görmedikçe yakasını kurtaramaz."
Peygamberimiz, Utbe'nin sözlerini sonuna kadar
dinledi. Utbe sözlerinin sonuna gelince kendisine "Tamam mı, ya Ebu Velid'?"
diye sordu. Adam "Evet, tamam" deyince Peygamberimiz "Şimdi de sen beni
dinle" dedi. Utbe'nin "Tamam, seni dinliyorum" demesi üzerine Peygamberimiz
"Besmele" çekerek "Fussilet suresini şu şekilde okumaya başladı:
"Ha, Mim. Bu Rahman ve Rahim olan Allah katından
indirilmiştir. Bilen bir toplum için ayetleri ayrıntılı olarak açıklanmış,
Arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir.
Fakat çoğunluğu ona yüz çevirdi, onların kulakları işitmiyor... (Fussilet
Suresi: 1-4)
Peygamberimiz sureyi ona okumaya devam etti. Utbe
ayetleri dinlerken kulak kesildi, ellerini arkaya götürerek dirseklerini
yere dayadı ve sırtını avuçlarına dayayarak dinlemeye koyuldu. Peygamberimiz
suredeki secde ayetine gelince okumayı keserek secdeye vardı. Arkasından
Utbe'ye dönerek "Ya Ebu Velid. işiteceklerini işittin, artık ne yapacağına
kendin karar ver" dedi.
Bunun üzerine Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına
gitti. Arkadaşları onu görünce birbirlerine "Allah'a yemin ederiz ki, Ebu
Velid giderken taşıdığından farklı bir yüz ifadesi ile geri döndü" dediler.
Yanlarına gelip oturunca arkadaşları "Ya Ebu Velid, anlat bakalım, ne
oldu'?" Utbe de onlara şunları söyledi:
"Olup-bitenler şöyle. Öyle sözler işittim ki,
vallahi, şimdiye kadar böylesini hiç duymamıştım. Vallahi, işittiklerim ne
büyücü sözleri ne şiir ve ne de kâhin tekerlemeleri idi. Ey Kureyşliler beni
dinleyin ve sözümden dışarı çıkmayın. Bu adamı bırakın, istediğini yapsın,
işine karışmayın, vallahi o kendisinden dinlediğim sözleri ortalığı
kesinlikle çalkalandıracaktır. Eğer Araplar karşısında yenik düşerse
başkaları aracılığı ile O'nun ününü almış olursunuz. Yok, eğer, Araplar'a
karşı üstünlük sağlarsa O'nun egemenliği sizin egemenliğinin, O'nun
üstünlüğü sizin üstünlüğünüzdür. Böylece O'nun aracılığı ile en bahtiyar
insanlar olursunuz."
Kureyş ileri gelenleri bu sözleri işitince Utbe'ye
"Ya Ebu Velid, Muhammed seni dili ile büyüledi" dediler. Bunun üzerine Utbe
de onlara "Benim görüşüm budur, siz neyi uygun görüyorsanız onu yapınız"
diye karşılık verdi.
Bağavî'nin Cabir b. Abdullah'a dayandırarak
tefsirinde naklettiğine (Bu hadisin rivayet zincirinin bir halkasını
oluşturan Abdullah Kindi Kufi hakkında İbn-i Kesir "Biraz Zayıftır" diyor.)
göre Peygamberimiz, Utbe'ye "Fussilet suresini okurken sıra "Eğer onlar yüz
çevirirler ise de ki; `Ben sizi Ad ve Semud kavimlerinin başlarına gelen
yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım." Ayetine gelince Utbe, eli ile
Peygamberimizin ağzını kapattı ve kendisinden merhamet dileğinde bulundu.
Sonra da kalkıp ailesinin yanına döndü, Kureyşlilerin arasına çıkmadı,
onlardan saklandı... Bir sure sonra kendisine bu olaydan söz açtıklarında
"Elim ile ağzını kapattım, kendisinden merhamet dileyerek okumayı
durdurmasını istedim. Çünkü Muhammed bir söz söylediğinde yalan
söylemeyeceğini biliyordum, bu yüzden başınıza azap inecek diye korktum"
dedi.
Öte yandan yani tarihçi İbn-i İshak bu konuda şöyle
bir olay anlatıyor:.
- Bir defasında Kureyşli ileri gelenlerden oluşmuş
bir heyet Velid b. Muğıre'nin yanına gitti. Velid, gelen heyetin yaşça
büyüğü idi. O sırada hac mevsimine girilmek üzere idi. Velid, Kureyşli ileri
gelenlere şöyle dedi.
"Ey Kureyşliler, hac mevsimine girmek üzereyiz. Bu
mevsimde birçok Arap heyeti ülkenize gelecek. Hepsi şu arkadaşınızın
(Muhammed'in) meselesini duymuştur. O'nun hakkında ortak bir görüşte
birleşin, farklı sözler söyleyip birbirinizi yalanlamayın, birbirlerinizin
sözlerini çürütmeyin.
Bunun üzerine Kureyş ileri gelenleri kendisine "Ey
Ebu Abd-i Şems, sözü sana bırakıyoruz, bizim adımıza bir görüş belirle, biz
de hep onu söyleyelim" dediler. Velid "Hayır, siz söyleyin, ben sizi
dinliyorum" dedi. Kureyşli ileri gelenler "O (Muhammed) bir kahindir!
deriz." dediler. Velid "Hayır, olmaz. Vallahi, o bir kahin değildir.
Kahinleri gördük. O'nun sözleri kahinlerin uyaklı tekerlemelerine
benzemiyor" dedi. Kureyşliler "O bir delidir.' deriz." dediler. Velid "O bir
deli değildir. Deliliği gördük, ne olduğunu biliyoruz. O'nda delilerin ne
hırlamalarından ne çırpınmalarından ve ne de kuruntularından eser yok."
dedi. Kureyşliler "Peki `O bir şairdir' diyelim." dediler. Velid "Hayır,
olmaz. O bir şair değildir. Şiiri recezi ile, hezeci ile, karıdası ile,
Makbudası ile Mebsutası ile, kısacası bütün aruz kalıpları ile biliyoruz,
O'nun sözleri şiir değildir." dedi. Kureyşli ileri gelenler "O halde `O bir
büyücüdür' deriz." dediler. Velid "Hayır, o bir büyücü değildir. Büyücüleri
ve büyücülüğü gördük, ne olduğunu biliyoruz. O'nun yaptığı işin ne
üfürükçülükle ve ne de iplik düğümleyip çözmekle ilgisi yok." dedi. Bunun
üzerine Kureyşli ileri gelenler "Ey Ebu Abdüşşems, peki sen söyle, ne
diyelim?" dediler. Velid onlara şu cevabı verdi:
Vallahi, O'nun sözünde acayip bir tad var. Kökü
hurma ağacıdır, dallarında hurmà taneleri sarkıyor. O sözler hakkında eğer
bu tür bir şey söylerseniz, söylediğinizin asılsız olduğu mutlaka anlaşılır.
Onun hakkında söyleyebileceğiniz en kabul edilebilir şey O'nun büyücü
olduğudur. `O'nun getirdiği sözler evlâdı babasından, kardeşi kardeşten,
karıyı kocadan ve insanları aşiretlerinden ayıran büyüleyici sözlerdir'
dersiniz."
Kureyşli ileri gelenler Velid'in yanından bu kararla
ayrıldılar. Arkasından hacca gelen kervanların yollarına adamlarını
koydular, bu adamlar yanlarından geçen herkesi Peygamberimiz hakkında
uyarıyorlar, herkese bu kararlaştırdıkları suçlamayı hatırlatıyorlardı."
Bu arada İbn-i Cerir'in İbn-i Abdülâla, Muhammed b.
Savra, Muammer ve Ubbade b. Mansur kanalı ile İkrime'ye dayandırarak
bildirdiğine göre bir gün Velid b. Muğıre, Peygamberimize geldi,
Peygamberimiz kendisine Kur'an okuyunca adam biraz yumuşar gibi oldu. Ebu
Cehil b. Hişam bunu haber alınca Velid'e gelip kendisine "Amca, kavmin sana
vermek üzere aralarında mal toplamak istiyorlar" dedi. Velid "Niçin?" diye
sorunca Ebu Cehil "sana verecekler. Çünkü sen Muhammed'e varmış ve ileri
sürdüğü görüşe karşı çıkmışsın" dedi... Böylece Ebu Cehil, Velid'in en çok
gururlanacağı damarına basarak onu pohpohlamak istiyordu. Velid
"Kureyşliler, benim en zenginleri olduğumu bilirler" deyince Ebu Cehil
"Muhammed hakkında öyle bir söz söyle ki, kavmin O'nun söylediklerine karşı
olduğunu, kendisinden hoşlanmadığını bilsin" dedi. Bunun üzerine Velid
şunları söyledi:
"O'nun hakkında ne söyleyeyim ki? Vâllahi, içinizden
hiç kimse şiirden benim kadar anlamaz; şiirin recez'ini, kasidesini, cin
tekerlemelerini benim kadar iyi bileniniz yoktur. Vallahi, Muhammed'in
söyledikleri bunlardan hiçbiri-ne benzemiyor. Vallahi, söylediklerinde
acayip bir tad var, karşı durulmaz bir çekicilik taşıyor söyledikleri;
altında kalan sözleri ezerek üste çıkan ve üzerlerine çıkılamayan bir güç
taşıyor O'nun sözleri..."
Ebu Cehil "Vallahi, O'nun hakkında karşıtlık
belirten bir söz söylemezsen kavmin senden hoşnut olmaz" deyince Velid "O
zaman beni bırak da ne söyleyeceğimi düşüneyim" dedi. Bir süre düşündükten
sonra "Olsa olsa bu sözlerin etkili bir büyü, diğer büyülerden daha
etkileyici bir büyü oldukları söylenebilir." dedi. Bunun üzerine "Muddessir"
süresinin "Benim ile şu adamı yalnız bırak ki, ben onu tek başına yarattım,
ona uzun boylu mal verdim" diye başlayıp "Üzerinde ondokuz korucu vardır'
diye biten bölümü indi. (Müddessir Suresi: 11-30)
Başka bir rivayete göre yukardaki olayın son kısmı
şöyledir; "Kureyş ileri gelenleri `Eğer Velid dinini değiştirirse bütün
Kureyşliler dinlerini değiştirirler" dediler. Ebu Cehil `Ben sizi onun
derdinden kurtarırım" diyerek Velid'i görmeye gitti, o da uzun uzun
düşündükten sonra `Muhammed'in sözleri etkili bir büyüdür. Baksanıza, bu
sözler adamı ailesinden, çocuğundan, efendilerinden ayrı düşürüyor" dedi.
Bu tarihi belgeler açıkça kanıtlıyor ki, söz konusu
"yalanlayıcılar" Peygamberimizin kendilerine yalan söylediğine, kendilerine
duyurduğu mesajların asılsız olduğuna inanmıyorlardı. Müşriklikte ısrar
etmelerinin başka sebepleri vardı, bu sebeplerin bir kısmına bu belgelerde
değiniliyor. Bunların da ötesinde saklı duran asıl sebep ise ellerinde
bulundukları çalınmış otoritenin bu çağrı aracılığı ile geri alınacağı
korkusudur. Bu otorite İslâm'ın temel ilkesini oluşturan "lailâhe illellah
(Allah'dan başka ilah yoktur)." Şahadet cümleciğinin de belirttiği üzere
sırf yüce Allah'ın tekelindedir. Anadillerinin kelimelerinin ne anlama
geldiklerini iyi bilen müşrik Araplar bu şahadet cümleciğinin içeriğine
teslim olmak istemiyorlardı. Bu cümlecik, kulların hayatı üzerinde yüce
Allah'ın otoritesi dışında egemen olan bütün otoritelere karşı kesin bir
başkaldırı, tam bir "devrim" niteliği taşıyordu. Hiç kuşkusuz yüce Allah
doğru söylüyor:
"Onların sözlerinin seni üzdüğünü biliyoruz. Aslında
onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr
ediyorlar."
Buradaki "zalimler" müşrikler anlamındadır.
Bilindiği gibi Kur'an'da bu terim çoğunlukla bu anlamda kullanılır.
Bir önceki ayette Peygamberimizin gönlüne su
serpilmişti; kendisini, çağrısını belirten, kendisinin ve getirdiği mesajın
gerçeğe dayandığını kanıtlayan ayetleri yalanlayanların niçin böyle bir
tavır takındıklarının gerçek sebepleri açıklanmıştı. Şimdi ki ayette ise
aynı amaçla kendisine daha önceki peygamber kardeşlerinin başlarına neler
geldiği hatırlatılıyor, onlara ilişkin bazı haberler kendisine Kur'an
aracılığı ile verilmişti, ayrıca peygamberlerin başlarına gelen belâlara
sabrederek bu yolda ilerlemeye devam ettikleri ve sonunda yüce Allah'dan
gelen zaferin imdatlarına yetiştiği vurgulanıyor. Bu hatırlatmanın amacı, bu
sürecin hakka çağrı misyonunun değişmez geleneğini oluşturduğunun peşin
olarak bilinmesini sağlamaktır, bu süreci hiçbir öneri isteğinin
değiştiremeyeceğinin bilincine varılmasını perçinlemektir; dâvetçiler ne
kadar eziyete, baskıya ve yalanlamaya uğrasalar da bu sürecin adımlârının
aceleye getirilemeyeceğinin kesinliğini kavratmaktır. Okuyoruz:
35- Eğer onların
sırt çevirmeleri ağırına gitti ise elinden geliyorsa yerkürenin
derinliklerine inen bir yarık ya da göğe çıkaracak bir merdiven bul da
onlara bir delil getir. Eğer Allah dileseydi, onları doğru yolda biraraya
getirirdi. O halde sakın cahillerden olma.
36- Ancak
işitebilenler çağrıya karşılık verebilirler. Ölülere gelince onları .Allah
diriltebilir, sonra hepsi O'nun huzuruna çıkarılırlar.
Bu yüce sözler insanın kalbine korkunç bir dehşet
salıyor. insan bu sözlerin yüce Allah tarafından Peygamberimize
yöneltildiğini tam anlamı ile kavrayınca bu gerçeği bütün varlığı ile
hissedince bu durumun özünü iyice kavrayabilir. O ki, "ulul azm"
peygamberlerden biridir ve son derece sabırlıdır. Öyle ki, uzun yıllar
boyunca kavminin birçok eziyetlerine katlanmış, her hoşgörülü insanı çileden
çıkarabilecek derecede kaba olan bu davranışları yüce Allah'a havale etmiş,
hiçbir zaman bu kabalıkların sahiplerine Hz. Nuh gibi beddûa etmemiştir.
Yüce Allah demek istiyor ki; "Ey Muhammed! Bizim
değişmez kanunumuz, sürekli geleneğimiz budur. Eğer onların sana yüz
çevirmeleri ağırına gidiyorsa, eğer onların yalanlamaları zoruna gidiyorsa
ve kendilerine bir mucize göstermeyi hararetle istiyorsan, o halde kendine
yerin derinliklerine inen bir yarık ya da göğe çıkaracak bir merdiven bul da
onlara bir mucize getir, bakalım!"
Onların doğru yola gelmeleri son kendilerine mucize
göstermene dayanmıyor. Çünkü onların eksiği sözlerinin gerçek olduğunu
kanıtlayacak bir mucize değildir. Eğer yüce Allah dileseydi onların tümünü
doğru yolda biraraya getirirdi. Bunu yapmanın çeşitli imkânları yüce
Allah'ın elinde idi. İsteseydi tıpkı melekeler gibi onların fıtratının
kökünden doğru yoldan başkasını bilmeyecek biçimde yaratırdı; ya da
kalblerini bu doğru yol mesajını kolayca algılayıp ona olumlu karşılık
verecek yatkınlıkla yapardı; yahut da hepsinin boyun eğmelerini sağlayacak
bir olağanüstülük meydana getirirdi; veya başka bir yöntemle onları doğru
yola getirirdi. Yüce Allah'ın gücü bu söylediklerimizin hepsini yapabilirdi.
Fakat yüce Allah -tüm evreni kapsamına alan yüce
hikmeti gereğince- insan denen şu canlıyı belirli bir görev için yarattı; bu
görev -O'nun yüce ve kapsamlı tasarımına göre- insanın belirli yetenekle
donanmasını ve bu yeteneklerin meleklerinkinden farklı olmalarını
gerektirmiştir. Bu farklılığın sonuçları grafiğe şöyle yansımıştır.
İnsanların yetenekleri farklıdır, doğru yol kanıtlarını ve iman mesajlarını
algılama, bu kanıtlara ve mesajlara olumlu karşılık verme yatkınlıkları
farklıdır, bu farklılık onlara yön ve doğrultu seçme serbestliği tanıyacak
orandadır; bu serbestliğin derecesi de hidayet ve sapıklığa verilecek farklı
karşılıkları, farklı ödül ve cezaları adil saydıracak boyutlardadır.
İşte bu gerekçe ile yüce Allah yapısal bir müdahale
ile tüm insanları doğru yolda buluşturmayı uygun görmemiş, bunun yerine
onlara doğru yoldan yürümeyi emretmekle yetinerek itaat ve isyan şıklarından
birini seçmeyi özgür iradelerine bırakmış, kendilerini son aşamada
tercihlerinin adil ve haklı karşılığı ile baş başa bırakmıştır. Ey Muhammed,
bu gerçeği bil, sakın onun farkında olmayan cahillerden olma. Okuyoruz:
"Eğer Allah dileseydi, onları doğru yolda biraraya
getirirdi. O halde sakın cahillerden olma."
Aman Allah'ım, ne dehşetli sözler ve ne kesin bir
direktif! Fakat dehşetli sözü ve kesin direktifi gerektiren bir nokta ile
karşı karşıyayız.
Arkasından yüce Allah'ın insanları kalıplarına
döktüğü fıtratın karakteristik özelliği belirtiliyor, doğru yol karşısındaki
farklı konumları vurgulanıyor, bu konumların delil yetersizliğinden ya da
belge eksikliğinden kaynaklanmadığı hatırlatılıyor:
"Ancak işitebilenler çağrıya karşılık verebilirler.
Ölülere gelince onları ancak Allah diriltebilir. Sonra hepsi O'nun huzuruna
çıkarılırlar." Peygamberimizin yüce Allah katından getirdiği gerçeğe muhatap
olan in
sanlar iki kesime, iki ana gruba ayrılırlar. Bu
gruplardan birini diriler oluşturur. Bunların fıtri algılama cihazları
canlıdır, İsler durumdadır ve dış etkilere açıktır. Böyleleri doğru yol
çağrısına olumlu karşılık veriyorlar. Zaten bu doğru yol çağrısı fıtrat
tarafından işitilecek ve olumlu karşılık görecek biçimde güçlü, belirgin,
fıtratla barışık ve uyumludur. Tekrarlıyoruz:
"Ancak işitebilenler çağrıya karşılık verebilirler."
Bu çağrıya muhatap olan insanların diğer grubu ise
ölüdürler, fıtri mekanizmaları işlemez durumdadır, işitmezler,
algılayamazlar. Bundan do(ayı çağrıdan etkilenip ona karşılık veremezler. Bu
grubun eksikliğini duyduğu şey muhatabı olduğu gerçeğin delil yetersizliği
değildir. Gerçeğin delili özünde saklıdır. Eğer gerçek yol bulup fıtrata
ulaşabilse orada sağlamasını bulur ve fıtratın olumlu yaklaşımı ile
karşılaşır. Bu grupta eksik olan şey fıtratın canlılığı ve oradaki algılama
cihazının işlerliği, aldığı uyarıcılara tepki gösterme yeteneğidir.
Peygamberlerin bu tür insanlar karşısında yapabilecekleri bir şey yoktur.
Onlara delil göstermek de anlamsız ve yersizdir. Onların işi yüce Allah'a
kalmıştır. Eğer dilerse onları diriltir, bunun için diriltilmeyi hakeden bir
çaba göstermeleri, dirilmeye lâyık olduklarını yüce Allah'a kanıtlamaları
gerekir. Dilerse de bu dünya hayatı süresince onları diriltmez, Ahirette
O'nun huzuruna dönecekleri güne ölmüşlüklerini, cansızlıklarını devam
ettirir. Tekrarlıyoruz:
"Ölülere gelince onları ancak Allah diriltebilir.
Sonra hepsi O'nun huzuruna çıkarılırlar."
İşte doğru yol çağrısına olumlu karşılık verip
vermemenin hikâyesi budur. Bu hikâye durumu bütün yönleri ile açıklığa
kavuşturur, peygamberlerin görevini ve davranış tarzını belirler ve işi
bütünü ile meselenin asıl sahibine, O'nun dileği uyarınca vereceği hükme
havale eder.
Açıkladığımız gerçek Peygamberimize anlatıldıktan
sonra müşriklerin olağan-üstü mucize istekleri gündeme getiriliyor. Bu
isteğin yüce Allah'ın değişmez kanununu bilmemekten kaynaklandığı
belirtiliyor bu isteğe olumlu karşılık verilmemesinin yüce Allah'ın
insanlara yönelik merhametini simgelediği vurgulanıyor. Çünkü eğer bu öneri
gerçekleştirilse o takdirde insanların inanmazlıklarını kesin bir
toplu-kırım cezası izleyecektir. Bunun yanısıra yüce Allah'ın tüm evreni
çekip çeviren duyarlı takdirinin bir yönüne, bu takdirin bütün canlıları
kapsayan yaygınlığına dikkat çekiliyor. Bu yaygın takdir, bütün canlıları
içine alan ilâhi geleneğin gerisinde yatan hikmetin mesajını duyuruyor. Son
olarak hidayetin ve sapıklığın ardında saklı duran sırlara ve kanunlara,
yüce Allah'ın engel tanımaz dileği uyarınca işleyen sırlara ve kanunlara
parmak basılıyor. Okuyoruz:
37- "Muhammed'e,
Rabbinden bir mucize indirilseydi ya " dediler. De ki; "Allah'ın böyle bir
mucize indirmeye gücü yeterlidir, fakat onların çoğu bilgiden yoksundur.
38- Yerde kımıldayan
bütün hayvan türleri ve kanatları ile uçan bütün kuş çeşitleri sizler gibi
birer canlılar topluluğudurlar. Biz hiçbir şeyi o kitabın dışında
bırakmadık. Sonra bunlar, Rabblerinin huzurunda biraraya getirirler.
39- Bizim
ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde bocalayan sağırlar ve
dilsizlerdir. Allah dilediği kimseyi şaşırtır, dilediği kimseyi de doğru
yola iletir.
Müşrikler daha önceki peygamberler eli ile
gösterilen somut olağanüstülükler gibi olağanüstü mucizeler istiyorlardı.
Kur'an'da yeralan öbür ayetler ile yetinmiyorlardı. Oysa bu ayetler olgunluk
düzeyine ermiş insan idrakine hitap ediyor, insanın olgunluk çağına erişini
ilân ediyor, bu olgunlaşmaya saygı gösteriyor, ona bu yüksek düzeyden
sesleniyordu. Üstelik Kur'an, somut olağanüstülükleri görmek isteyen insan
kuşağının sahneden çekilmesi ile ortadan kalkacak geçici bir mesaj kitabı
değildi. Tersine Kıyamet gününe kadar varlığını sürdürerek mucizevi anlatımı
ile insan idrakini karşı karşıya bırakmakta devam edecekti.
Müşrikler olağanüstü somut mucizeler istiyorlardı.
Fakat yüce Allah'ın bu konudaki kanunun farkında değillerdi. Yüce Allah
olağanüstü somut mucizenin gelişinden sonra çağrının mesajını yalanlayanları
derhal yakalıyor, onları dünyada helâke uğratıyordu. Yüce Allah'ın neden
onların olağanüstü mucize isteklerini karşılamadığını kavrayamıyorlardı.
Yüce Allah bu somut mucizelerinden sonra da onların inkârcılıklarını
sürdüreceklerini biliyor -Nitekim kendilerinden önce gelip geçmiş bazı
kavimler öyle yapmışlardı- o zaman da helâke uğramayı hakedecekler. Oysa
yüce Allah onlara mühlet tanımayı diliyor ki, içlerinden inanacak olanlar
inansın, inanmayanların da bellerinden ileride mümin olacak olan kuşakların
tohumlarını, spermlerini çıkarsın. Buna rağmen bu adamlar yüce Allah'ın
kendilerine mühlet verme nimetine, başka bir deyimle ne gibi sonuçlar
doğuracağını bilmeden sundukları öneriyi kabul etmemekle kendilerine
bağışladığı nimete karşı şükretmiyorlar, bu nimetin değerini bilmiyorlar!
Okuduğumuz ayette onların bu önerisi hatırlatılıyor,
arkasından onların çoğunluğunun bu önerinin arkasından neler geleceğini
bilmedikleri, yüce Allah'ın bu öneriyi neden karşılamadığını
kavrayamadıkları vurgulanıyor; yüce Allah'ın böyle bir mucizeyi indirecek
yeterli güce sahip olduğu, fakat hikmeti yüzünden bu öneriyi
gerçekleştirmediği, kendi üzerine borç yazmış olduğu merhametinin bunun
arkasından gelecek belâyı önlediği açıklanıyor. Tekrarlıyoruz:
"Muhammed'e Rabbinden bir mucize indirilseydi ya"
dediler. De ki; `Allah'ın gücü böyle bir mucize indirmeye yeterlidir, fakat
onların çoğunluğu bilgiden yoksundur."
Arkasından ayet akışını değiştirecek müşriklerin
kalblerine başka bir kanaldan girmeye çalışıyor. Bu kalblerde varolan
irdeleyici ve araştırıcı yetenekleri uyararak onları çevrelerini kuşatan
varlıklara yöneltmeyi deniyor, bu varlıkların barındırdıkları doğru yola
iletici kanıtları, iman etmeye çağırıcı mesajları algılamalarını, bunların
üzerinde durup düşünmelerini sağlamaya çabalıyor:
"Yerde kımıldayan bütün hayvan türleri ve kanatları
ile uçan bütün kuş çeşitleri sizler gibi birer canlılar topluluğudur. Biz
hiç bir şeyi o kitabın dışında bırakmadık. Sonra bunlar Rabblerinin
huzurunda biraraya getirilirler."
İnsanlar şu evrende yalnız değildirler ki,
varlıklarının tesadüfi olduğu, ha-yatlarının başıboş olduğu söz konusu
olabilsin. İnsanların çevresinde hepsi de belirli bir düzene bağlı olarak
yaşayan başka birçok canlılar vardır. Bu düzen ortada bir amacın, bir
ön-tasarının ve bir hikmetin olduğunu kanıtlar. Bunun yanısıra yaratıcının
birliğini ve bütün yaratıkları etkisi altında tutan ön tasarlayıcılığın,
çekip çevirici iradenin birliğini de yansıtır.
Yeryüzünde kımıldayan, hareket yolu ile yer
değiştiren birçok canlılar vardır. Bu kategoriye böcek, dört ayaklı
sürüngen, omurgalı gibi türlere ayrılan bütün canlılar girer. Yine
yeryüzünde kanatları ile uçan birçok kuşlar vardır. Bu kategoriye de bütün
kuş ve sinek türleri ile diğer uçabilen canlılar girer. Bütün bu canlı
türleri kendi aralarında ortak özelliklere, ortak yaşama biçimine sahip ayrı
bir toplum, ayrı bir aile oluştururlar. Tıpkı insan topluluğu, insanlık
ailesi gibi. Yüce Allah hiçbir canlı türünü, hiçbir varlık kesimini
ön-tasarlayıcı ve çekip çevirici iradesi dışında bırakmadığı gibi bu
türlerin ve kesimlerin tek tek sayılarını hesaplayan bilgisinin kapsamı
dışında da bırakmamıştır. Son aşamada bütün canlılar Rabblerinin huzurunda
toplanacaklar ve yüce Allah haklarında dilediği kararı verecektir.
Bu kısa ayet hayat ve canlılara ilişkin gerçeği
kesin bir dille açıkladığı gibi bunun yanısıra gözler önüne serdiği yüce
Allah'a ait kapsamlı gözetime, yaygın tedbirliliğe, geniş bilgiye ve üstün
kudrete ilişkin ufuklarla insanın kalbini ürpertiyor. Bu boyutlardan hangisi
hakkında etraflı bir konuşmaya dalarsak bu tefsir kitabının boyutlarını
aşmamız kaçınılmaz olur. O halde ayetlerin akışına bağlı kalarak bu konuyu
geçiyoruz. Çünkü buradaki başlıca amacımız kalbleri ve kafaları böylesine
iç-düzene göre yaşayan canlıların varlığına, bunların yüce Allah'ın çekip
çevirici iradesinin etkisi altında bulunuşuna, bu canlıların Allah'ın
bilgisinin kapsamı ve sayımı altında oluşuna ve son aşamada hepsinin
Rabblerinin huzurunda biraraya geleceğine yöneltmektir. Dahası, kalbleri ve
akılları bu baş döndürücü ve sürekli gerçeğin içerdiği kanıtlara ve
ipuçlarına yöneltmektir. Çünkü bu kanıtları ve ipuçları sadece bir insan
kuşağının görebileceği olağanüstülüklerden ve somut mucizelerden daha önemli
ve daha ibret vericidirler.
Coşkun sele benzeyen bu surenin ayetlerinden oluşan
bu dalga hidayetin ve sapıklığın ardında saklı duran yüce Allah'ın dileğini
ve kanunu, bu dilek ile bu kanunun hidayet ve sapıklık durumlarında insan
fıtratı karşısında taşıdıkları anlamları açıklayarak noktalanıyor. Okuyoruz:
"Bizim ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde
bocalayan sağırlar ve dilsizlerdir. Allah dilediği kimseyi şaşırtır,
dilediği kimseyi de doğru yola iletir."
Bu ayet işitenlerin ilâhi çağrıya olumlu karşılık
verdiklerine ve olumlu karşılık vermeyenlerin ölü olduklarına ilişkin, bir
önceki ayette açıklanan gerçeği tekrar anlatıyor. Fakat bu ayet söz konusu
gerçeği başka bir biçimde ve başka bir sahnede dile getiriyor. Gerek evrenin
sayfalarına dağılmış v,. gerekse Kur'an-ı Kerim'in sayfalarında kayda geçmiş
ilâhi ayetleri yalanlayanlar, algılama cihazları işlemez hale geldiği için
bu yalanlama eylemine girişiyorlar. Onlar sağırdırlar, kulaklarına gelen
sesleri işitemezler; dilsizdirler, konuşamazlar; karanlıklar içinde
bocalıyorlar, göremezler.
Yalnız onların bu kusurları herhangi bir somut
organik yapısı bozukluğundan kaynaklanmıyor. Çünkü onların gözleri,
kulakları, dilleri vardır. Fakat idrak mekanizmaları dumura uğramıştır.
Sanki bu organları algılama ve iletme fonksiyonlarını yitirmiş gibidir.
Durum budur. Yoksa gerek evrendeki ve gerekse Kur'an'daki ayetler özlerinde
etkileme ve mesaj verme gücü taşımaktadırlar. Ama bunun için önce
algılanmaları ve idrak mekanizması tarafından benimsenmeleri gerekir. Bu
ayetlerden yüz çeviren kimsenin mutlaka fıtratı bozulmuş, yozlaşmıştır,
hidayet eşliğinde yaşamaya elverişli olma niteliğini yitirmiştir, böylesine
yüksek düzeyli bir hayata artık lâyık değildir.
Bunların hepsinin gerisinde yüce Allah'ın özgür
dileği vardır. Bu özgür dilek `insan" denen şu varlığın hem hidayete ve hem
sapıklığa yatkın, ikizli yaratılışta olmasını kararlaştırmıştır. İnsan bu
iki yönden birini kendi serbest iradesi ile seçiyor, bu konuda baskı ve
zorlama altında değildir. Bunun yanısıra yüce Allah bu özgür dileği ile
dilediğini saptırır ve dilediğini doğru yola erdirir. Yüce Allah doğru yolu
bulmaya çalışana yardım eder, bu yola girmemeye inad edeni saptırır ve
hiçbir kuluna haksızlık etmez.
İnsanın doğru yola ya da sapıklığa yönelişi yüce
Allah'ın özgür dileği ile yarattığı fıtratından kaynaklanır. Gerek o tarafa
ve gerekse bu tarafa doğru olan yöneliş işin başında yüce Allah'ın özgür
dileğine göre yaratılmıştır. O tarafa ve bu tarafa yönelişin doğurduğu
hidayet ve sapıklık biçimindeki sonuçlar da yüce Allah'ın özgür dileğinden
kaynaklanır. Yüce Allah'ın dileği etkin ve mutlaktır. Hesap ve ceza insanın
elinde olan yön seçme iradesinin sonucudur. Gerçi iki tarafa yöneliş
yeteneği aslında yüce Allah'ın dileğine dayanır, ama bu durum kulun tercih
etme yetkisini ortadan kaldırmaz.
EZİYETLERLE DOLU YOL
Bu ayetler gurubunu gözden geçirmeyi tamamladıktan
sonra şimdi de bu ayetlerin her kuşaktan tüm İslâm dâvetçilerine yönelik
direktifinin içerdiği ibret derslerini kısaca özetleyelim. Bu direktifin
çapı belirli tarihi şartların özel çerçevesini aşar, bütün kuşakları ve tüm
dâvetçileri kapsamı içine alır, böylece bu dinin yer ve zaman şartlarından
bağımsız, genel dâvet metodunun esas!arını çizer. Burada bu metodun bütün
yönlerini ayrıntılı biçimde incelememiz mümkün olmadığı için sadece ana
hatları, önemli yol işaretleri üzerinde duracağız.
İnsanları Allah'a çağırma yolu çetindir;
tersliklerle, sıkıntılarla kaplıdır. Gerçi yüce Allah'ın hakka yönelik
desteği, zaferi mutlaka gerçekleşir, bunda kuşku yok. Ama bu destek, bu
zafer yüce Allah'ın bilgisine ve hikmetine göre takdir ettiği zaman gelir.
Bu "belirlenmiş zaman" bizim bilgimize kapalı bir "gayb" konusudur. O'nun
yüce Allah'dan başka, -hatta peygamber bile- bilmez. Bu yolun çetinliği,
sıkıntısı şu iki faktörden kaynak!anır:
1 ) Çağrının ilk plânda yöneltildiği kimselerin
yalan!amaları, kârşı çıkışları, çağrının bayraktarlarına açtıkları savaş ve
uyguladıkları baskılar.
2) Çağrının bayraktarlığını üstlenenlerin
vicdanlarında be!iren insanları hemen hidayete erdirme arzusu. Bu kimseler
tadını aldıkları, hazzını yaşadıkları gerçeğin bir an önce diğer insanlar
tarafından da paylaşılması hususunda sabırsız bir arzu duyarlar içlerinde.
Gerçeğe yönelik bir heyecan ve onu bir an önce başarıya ulaşma tutkusuna
kapılırlar genellikle. Bu sabırsız arzu, bu tutku karşıtların
yalanlamalarından, yüz çevirmelerinden, savaş açmalarından ve baskılarından
daha az önemli bir sıkıntı değildir. Her ikisi de bu yolun zorluğuna sebep
olan faktörlerdir.
Kur'an-ı Kerim'in yukarda okuduğumuz ayetlerinde
dile gelen direktifi bu sıkıntıya çare ve çözüm getiriyor. Şöyle ki, sözünü
ettiğimiz ayet!er bize anlatıyorlar ki, bu dini yalanlayan!ar, ya da ona
ilişkin çağrıya karşı savaş açanlar, benimsemeye çağırıldıkları i!kelerin
gerçek olduklarının ve bu mesajları yüce Allah katından getirmiş olan
Peygamberimizin doğru söylediğini kesinlikle biliyorlar. Fakat onlar bu
bilgilerine rağmen bu çağrıya olum!u karşılık vermiyorlar, inat!a ve ısrarla
inkârcılıklarını sürdürüyorlar. Çünkü canları yalanlamak ve yüz çevirmek
istiyor! Yoksa bu gerçek doğruluğunun kanıtını beraberinde taşıyor. O
fıtrata hitap ediyor, fıtrat canlı oldukça ve algı!ama cihazları sağlıklı
oldukça buna olumlu cevap verir. Yüce Allah'ın buyurduğu gibi "Ancak
işitebilenler olumlu cevap verebilirler."
İnkâr edenlere gelince onların kalbleri cansızdır,
on!ar ölüdür!er, sağırdırlar, dilsizdirler ve karanlıklar içinde
bocalamaktadırlar. Peygamber ölülere ve sağırlara mesajını duyuramaz. Bu
çağrının bayraktarlığını üstlenenlere ölüleri diriltmek düşmez. Onu ancak
yüce Allah yapabilir.
Bunların hepsi işin bir tarafını oluşturur. Diğer
tarafına gelince yüce Allah'ın yardımı, zaferi mutlaka imdada yetişecektir,
bunda şüphe yok. Bu yolda olup biten her şey yüce Allah'ın son aşamada
zaferin gerçekleşmesine ilişkin kanunu nasıl aceleye getirilip öne
alınamıyorsa, nasıl O'nun bu yoldaki kesinleşmiş hükmü değiştirilemiyorsa,
aynı şekilde bu yardımın, bu zaferin gerçekleşme zamanı da öne alınamaz, bu
zamana ilişkin kesin hükmü değişmez. Bu dâvanın bayraktarları eziyetlere
uğruyorlar, ya;anlamalar ile karşılaşıyorlar diye yüce Allah belirlenmiş,
zamana bağlanmış kararını öne almaz. Bu bayraktar Peygamber de olsa bu
böyledir. Çünkü dâva bayraktarının sabırsızlığa kapılmadan kendini yüce
Allah'ın takdirine teslim etmesi, mırın-kırın etmeden eziyetlere katlanması
ve hiç kuşku duymadan son gülenin kendisi olacağına inanması gerekir.
Yardımı ve zaferi belirli bir sürenin sonuna ertelemenin gerisinde yatan
maksat bu gerekliliklerin dâvetçiler tarafından kavranmasıdır.
Kur'an'ın bu direktifi bu dinde Peygamber'in -ve
O'nun arkasından gelen her kuşaktan dâvet bayraktarlarının- rolünü,
fonksiyonunu belirliyor. Bu fonksiyon tanıtma, duyurma (tebliğ), yola devam
etme ve yolda karşılaşılacak olan sıkıntılara sabırla katlanmadır.
İnsanların hidayete ermelerine ya da sapıklığa düşmelerine gelince bu konu
Peygamberin görev alanı ve gücü dışında kalır. Hidayet ve sapıklık yüce
Allah'ın değişmez kanununa bağlıdır. Peygamberin sevdiğini hidayete
erdirmeye ilişkin arzusu bu kanunda değişiklik yapamayacağı gibi çağrısına
inatla karşı koyan, savaş açan bazı karşıtlarına yönelik can sıkıntısı da bu
kanunun hükümlerini değiştiremez. Bu konuda O'nun şahsı önemli değildir.
Ayrıca O'nun hesabı aracılığı ile hidayete erenlerin sayısına da bağlı
değildir. O'nun hesabı görevini yapma, sabretme, bağlılık gösterme ve
emredildiği yoldan da dosdoğru gitme derecesine göre tutulur. Bunun ötesinde
insanların işi yüce Allah'a kalmıştır. Tıpkı yüce Allah'ın buyurduğu gibi:
"Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola
iletir." (En'am Suresi: 39)
"Eğer Allah dileseydi onların tümünü doğru yolda
biraraya getirirdi." (En'am Suresi: 35)
"Ancak işitebilenler çağrıya olumlu cevap
verebilirler." (En'am Suresi: 36)
Daha önce yüce Allah'ın hidayet ve sapıklığa ilişkin
özgür dileği ile insanların yönelişleri, çabaları arasındaki ilişkiyi
yeterli derecede açıklamıştık.
Bundan dolayı bu dine çağrı bayraktarlığını
üstlenenlerin çağrılarını yönelttikleri kimselerin önerilerine uyarak bu
dinin çağrı yönteminin ilâhi karakterini yozlaştırmamaları, söz konusu
kimselerin arzuları, keyifleri ve ihtirasları uyarınca bu dini şirin
gösterme gayretkeşliğine yanaşmamaları gerekir. Vaktiyle müşrikler, o günün
alışkanlıkları ve idrak düzeyleri uyarınca somut mucizeler istiyorlardı.
Kur'an-ı Kerim, değişik yerlerinde bize bu durumu anlatıyor. Bu tür
ayetlerin bazılarını bu surede okuyoruz ki, başlıca örnekleri şunlardır:
"Müşrikler `Muhammed'e bir melek indirilseydi ya'
derler." (En'am Suresi: 8)
"Müşrikler `Muhammed'e Rabbinden bir mucize gelseydi
ya' derler." (En'am Suresi: 37)
"Onlar kesin bir dille Allah adına yemin ederek eğer
kendilerine bir mucize gelirse O'na mutlaka inanacaklarını söylediler."
(En'am Suresi: 109)
Başka surelerde bu önerilerin çok daha şaşırtıcı
örnekleri ile karşılaşıyoruz. Meselâ İsra suresinde bize verilen şu örnek
bunlardan biridir. Okuyoruz:
"Kâfirler dediler ki; `Bize yerden kaynaklar
fışkırtmadıkça sana inanmayız.
Veya hurmalıkların, bağların olup aralarından
ırmaklar akıtmalısın.
Yahud iddia ettiğin gibi göğü tepemize parça parça
indirmeli, ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin.
Veya altın bir köşkün olmalı, yahut göğe çıkmalısın,
ama oradan okuyabileceğimiz bir kitap indiremezsen o yükselişine inanmayız."
(İsra Suresi: 90-93)
Bu tür önerileri içeren bir başka şaşırtıcı örnek de
Furkan suresinde yer alıyor. Okuyoruz:
"Kâfirler dediler ki; `Bu ne biçim bir peygamber ki,
yemek yer, sokaklarda gezer? O'na kendisi ile birlikte uyarma görevi yürüten
bir melek indirilseydi ya! Yahud kendisine bir hazine verilseydi ve ürünleri
ile beslenebileceği bir bahçesi olsaydı ya!" (Furkan Suresi: 7)
Surenin yukarda okuduğumuz ayetlerinde dile gelen
dolaysız Kur'an direktifi, Peygamberimize ve müminlere, çağrıya muhatap olan
insanların istedikleri mucizeleri gösterme arzusuna kapılmayı yasaklıyor.
Bilindiği gibi bu konuda Peygamberimize şöyle buyuruluyor:
"Eğer onların sırt çevirmeleri ağırına gitti ise
elinden geliyorsa yerkürenin derinliklerine inen bir yarık ya da göğe
çıkaracak bir merdiven bul da onlara bir delil getir. Eğer Allah dileseydi,
onları doğru yolda biraraya getirirdi. O halde sakın cahillerden olma.
Ancak işitebilenler çağrıya karşılık verebilirler.
Ölülere gelince onları Allah diriltebilir, sonra hepsi O'nun huzuruna
çıkarılırlar." (En'am Suresi: 35-36)
Bunun yanısıra müşriklerin eğer kendilerine bir
mucize gelirse ona kesinlikle inanacaklarına dair kesin bir dille yemin
etmeleri üzerine müminler bu isteklere cevap verme arzusuna kapılınca yüce
Allah'ın şu uyarısı ile karşılaştılar:
"De ki; `Mucizeler sırf Allah'ın tekelindedir! Hem
bilmiyorsunuz ki, eğer o mucize gelse onlar yine inanmazlar.
Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek
kendilerini iman etmekten kaçındıkları ilk durumlarına döndürür ve
azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız." (En'am Suresi: 109-110)
Yüce Allah, bu uyarıyı müminlere şunun için
yöneltti. Her şeyden önce bilsinler ki, ilâhi mesajı yalanlayanların
eksikliğini çektikleri şey gerçeği kanıtlayan mucize ya da kanıttır. Onların
eksiği sesleri işitme yeteneğini yitirmeleri, ölü olmaları ve yukarda
açıklamaya çalıştığımız hidayet ve sapıklığa ilişkin ilâhi kanuna göre
hidayetten pay almamış olmalarıdır. Bunun hemen arkasından müminlerin
öğrenecekleri diğer bir ilke de şudur: Bu din yüce Allah'ın değişmez
kanunları uyarınca yoluna devam eder ve birtakım öneri heveslilerinin
arzularına ve ihtiraslarına boyun eğmekten yüce bir konumdadır, böyle bir
uzlaşmacılığa asla tenezzül etmez!
Bu bakış açısı bizi bu Kur'an direktifi ile ilgili
daha geniş bir alana iletir. Bu direktif belirli bir zaman dilimine, belirli
bir olaya özgü olmadığı gibi belirli bir öneriye de bağlı değildir. Zaman
değişir, insanların arzuları da başka önerilerde somutlaşabilir. Buna göre
yüce Allah'ın dininin çağrı bayraktarlığını üstlenenler insan arzularının
baskısı altında gerçekten sapmamalıdırlar.
Nitekim günümüzde bazı İslâm dâvetçileri İslâm
inancını "teorik bir doktrin"in kalıplarına dökerek yazıya geçirmeye
kalkışıyorlar. Bu girişimin altında birtakım insanların önerilerine olumlu
karşılık verme gayretkeşliği yatar. Böylece basit yeryüzü kaynaklı düşünce
ekollerine özeniyorlar. İnsanlık bu ekollere bir süre için dört elle
sarılıyor. Sonra zamanla görülüyor ki, bunların tüm içeriği kusur, saçmalık
ve çelişkilerden ibaretmiş. Bazı İslâm dâvetçileri de İslâm düzenini, bir
sosyal düzen programının ya da ayrıntılı bir hukuk programının kalıpları
için sayfalara dökmeye kalkışırken aynı arzunun baskısı altında kalıyorlar.
Bu kimseler İslâm'ın sosyal düzeninden türettikleri bu ayrıntılı sosyal ve
hukuki programlar aracılığı ile cahiliye düzeninin İslâm'la ilgisiz
problemlerini çözmeye, mevcut şartlarını düzene koymaya kalkışırlar. Çünkü
cahiliye zihniyetinin taraftarları "İslâm, sadece bir inançtır, onun pratik
hayata ilişkin genel bir düzeni yoktur" diyorlar ya, işte bu çözümler ile
onların istekleri karşılanarak gözlerine girilecektir sözde! Oysa onlar
cahiliye zihniyetinden kaynaklanan tutumlarını devam ettirerek tağutun, yüce
Allah dışı kaynakların yargısına dayanmayı sürdürüyorlar. Yüce Allah'ın
şeriatın ı ne uyguluyorlar ve ne de bu şeriatın yargısına teslim oluyorlar.
Bütün bunlar onur kırıcı girişimlerdir. Hiç bir
müslüman değişken düşünce modalarının arzularına uyayım diye, Allah yoluna
çağırma yöntemlerini geliştirme adı altında bu girişimlere başvurmamalı, bu
oynak ve sebatsız isteklerin peşine takılmamalıdır.
Bundan daha onur kırıcı bir girişim var ki, o da
İslâm'a başka kılıklar giydirmek isteyenlerin, ona herhangi bir zaman
diliminde geçerli olan yabancı bir sıfata yakıştırmaya kalkışanların
girişimidir. Sosyalizm, demokrasi ve benzerleri gibi. Böyleleri İslâmı bu
onur kırıcı takdimleri ile ona hizmet ettiklerini sanıyorlar. "Sosyalizm,
insan yapısı bir sosyoekonomik doktrindir, doğru ve yanlış olma
ihtimallerine açıktır. "Demokrasi" de insan yapısı bir sosyal düzen ya da
rejim biçimidir. O da insan yapısı olmanın doğal sonucu olarak doğru da
olabilir, yanlış da. İslâm ise inanca dayalı düşünceyi, sosyoekonomik
sistemi, yürütme ve örgütlenme sistemini içeren bir yaşama tarzıdır. Allah
yapısı olması açısından kusurdan, eksiklikten arınmıştır. Acaba yüce
Allah'ın sistemine, kullar katında insan yapısı bir sıfatla aracılık etmek
isteyen kimsenin İslâm karşısındaki durumu nedir? Daha doğrusu yüce Allah'a
kullar katında kulların sözleri ile aracılık yapmaya girişen kimsenin İslâm
karşısındaki durumu nedir?
Arapların cahiliye döneminde müşriklerin bütün
müşrikliği, bazı yaratıkları yüce Allah ile kendileri arasında aracı olarak
tanımaları, onları dost ve dayanak edinmeleridir. Tıpkı yüce Allah'ın
buyurduğu gibi:
"Allah'ı bırakıp da putları dost edinenler `Onlara,
sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz' derler." (Zümer Suresi: 3)
İşte şirk budur. Peki, bir de şöylelerini düşünelim:
Bunlar kendileri ile yüce Allah arasında kullardan aracı tutmuyorlar da
kullar katında yüce Allah'a kulların sistemlerinden ya da doktrinlerinden
birini aracı olarak tutuyorlar. Aman Allah'ım, ne çirkin ve ne iğrenç bir
girişim!
İslâm İslâm'dır, sosyalizm sosyalizmdir, demokrasi
de demokrasidir. İslâm yüce Allah'ın sistemidir, onun yüce Allah'ın taktığı
addan başka bir adı, yüce Allah'ın yakıştırdığı sıfattan başka bir sıfatı
yoktur. Diğer ikisi ise insan yapısı, insan deneyimlerinin ürünü birer
beşeri sistemdir. İnsanlar İslâmı seçeceklerse bu, ilke uyarınca seçsinler.
İnsanları yüce Allah'ın dinine çağırma görevini üstlenen bir müslümanın yüce
Allah'ın dinine yararlı olacağını sanarak insanların gelip geçici
heveslerini tatmin etmeye kalkışması, değişken düşünce modalarına ayak
uydurmaya girişmesi doğru değildir.
Üstelik bu dinlerini küçük görenlere, yüce Allah'ın
ululuğunu gerektiği gibi anlamamış olanlara soruyoruz. Siz bugün İslâmı
insanlara "sosyalizm" ya da "demokrasi" yaftası altında sunuyorsunuz. Çünkü
bu iki sistem "çağımızın modalaşmış iki sosyal ve politik akımıdır. Peki bir
zamanlar da insanlar tarafından en çok tutulan sistem "kapitalizm" idi, bu
sisteme tutunarak derebeylik (feodalite) düzeninden çıkıyorlardı. Başka bir
zamanlarda gözde olan moda sistem monarşi (mutlakiyet) rejimi idi. Çünkü bu
sistem sayesinde dağınık eyaletler bir bayrak ve tek otorite altında
birleştirilebiliyordu. Meselâ Bismark dönemi Almanya'sı ile Mazzini dönemi
İtalya'sında olduğu gibi. Kim bilir yarının moda sistemleri, tutulan
sosyo-ekonomik sistemleri, gözde kul-işi rejimleri neler olacak? Acaba bu
modaya ayak uydurmaya çalışanlar yarın İslâmı insanlara sempatik gelecek bir
kılık içinde sunma gayretkeşliği uğruna İslâmdan ne ad altında söz
edecekler, onun hakkında nasıl konuşacaklar?
İşte gerek incelemekte olduğumuz yukardaki ayetler
ve gerekse Kur'an'ın diğer ayetlerinin direktifi bütün bu söylediklerimizi
içerir. Bu direktif çağrı bayraktarının dinini yüksekte tutmasını, şunun
bunun önerilerine cevap verme gayretkeşliğine kapılmamasını, başka bir
isimle veya başka bir yafta ile onu süslemeye kalkışmamasını, insanlara onu
tanıtırken kendi yönteminden, kendi üslubundan başka bir yöntem ve üslup
kullanmamasını istiyor. Yüce Allah'ın varlıklara ihtiyacı yoktur. Kulluğu
sırf Allah'ın tekelinde görerek, O'nun dışındaki her şeyin kulluğundan
sıyrılarak bu dini kabul etmeyenlere bu dinin ihtiyacı yoktur. Tıpkı yüce
Allah'ın ne itaatkârlara ve ne de asilere ihtiyacı olmadığı gibi.
Bir de şunu unutmamak gerekir. Bu din, yüce Allah'ın
insanlar tarafından benimsenmesini istediği ilkeleri ve özellikleri
bakımından orijinal olduğu gibi uygulama yöntemi ve insan fıtratına hitap
etme üslubu bakımından da orijinaldir, kendine özgü bir kimliğe sahiptir. Bu
dini bu ilkeleri ile, bu özellikleri ile, bu uygulama yöntemi ve bu üslubu
ile yeryüzüne indiren, insanı yaratan ve onun iç dünyasında ne gibi
duyguların cirit attığını bilen yüce Allah'tır.
İncelemekte olduğumuz bu ayetler grubunda Kur'an'ın
insan fıtratına asıl hitap ettiğini somutlaştıran bir örnek vardır. Bu örnek
birçok benzerinin sadece bir tanesidir. Bu örnekte insan fıtratı ile
evrensel varlık arasında bağ kuruluyor, evrensel mesajlar insan fıtratına
yansıtılıyor, insan varlığı bu mesajları algılasın diye uyandırılmaya
çalışılıyor. Çünkü yüce Allah, eğer bu mesaj insan fıtratının derinliklerine
güçlü bir frekansla ulaşırsa fıtratın ona da karşılık vereceğini iyi
biliyor. Nitekim O bize "Ancak işitebilenler çağrıya olumlu karşılık
verirler." buyuruyor.
Bu ayetler grubunda karşılaştığımız örnek şudur:
"Muhammed'e, Rabbinden bir mucize indirilseydi ya"
dediler. De ki; "Allah'ın böyle bir mucize indirmeye gücü yeterlidir, fakat
onların çoğu bilgiden yoksundur."
Bu ayette önce yüce Allah'ın ayetlerini
yalanlayanların, onlara karşı çıkanların ve kendi kuşakları tarafından
görülüp sona erecek nitelikte somut mucize isteyenlerin sözleri
naklediliyor. Arkasından kalblerine oturacak etkinlikte bir üslupla bu
önerilerinin gerisinde ne olduğu, eğer bu önerileri kabul edilse arkasından
ne geleceği açıklanıyor. Arkasından gelecek olan akibet kıskıvrak yakalanma
ve toplu-kırıma uğramadır. Yüce Allah'ın mucize göndermeye gücü yeterlidir.
Fakat onun gönderilmemesini gerektiren faktör, O'nun kullarına yönelik
merhametidir; bu öneriye olumlu karşılık vermemesi O'nun hikmetinden
kaynaklanıyor.
Daha sonraki ayette sözün akışı ansızın
değiştiriliyor. Müşrikler içinde sıkışıp kaldıkları dar düşünce kalıbından
çıkarılarak uçsuz-bucaksız evrenin enginliklerine iletiliyor, dikkatleri
çevrelerini kuşatan büyük mucizelere çekiliyor. Bu mucizelerin yanında kendi
istedikleri somut mucize sönük ve önemsiz kalıyor. Evrenin dayanıklı
yapısında yeralan ve gerek kendilerinden önce gerek kendilerinden sonraki
tüm insanlârın iyi bakınca görebildikleri ve görebilecekleri sürekli
mucizelere bakışları yöneltiliyor. Okuyoruz:
"Yerde kımıldayan bütün hayvan türleri ve kanatları
ile uçan bütün kuş çeşitleri sizler gibi birer canlılar topluluğudurlar Biz
hiçbir şeyi o kitabın dışında bırakmadık. Sonra bunlar, Rabblerinin
huzurunda biraraya getirilirler."
Bu baş döndürücü bir gerçektir. O günün müşrikleri
bu gerçeğin müthişliğini sadece gözlemleri ile fark edebilirlerdi. Çünkü
onlarda henüz sistematik bilgi gelişmemişti. Bu gerçek onların çevrelerinde
yaşayan canlıları, kuşları ve böcekleri bağımsız aile toplulukları halinde
bütünleştiriyor. Bu ailelerin herbirinin ayrı karakteristikleri, ayrı
özellikleri ve ayrı örgütlenme sistemleri vardır. İnsanoğlunun bilgi düzeyi
yükseldikçe bu gerçeğin görüş alanı genişler. Fakat insan bilimi gerek bu
gerçeğin özüne ve gerekse bu özün uzantısı olan bilgimize kapalı gayb
bölümüne başka bir şey ekleyemez. Bu gerçek yüce Allah'ın ledünni (kendine
özgü) bilgisinin ve çekip çevirici iradesinin her şeyi kuşattığı gerçeğidir
ki, evrende gözle görülebilen deminki gerçek bu gerçeğe tanıklık ediyor onu
kanıtlıyor. '
Şimdi düşünelim. Müşrikler somut mucize
istiyorlardı. Gözlerini açtıkça, gözlemlerini sürdürdükçe, evrenin geçmiş ve
gelecek olaylarının sürecini kavradıkça görebilecekleri büyük olağanüstüler
karşısında daha önce istedikleri somut mucizeler nerede kaldı, acaba?
Bu örnekte gözlediğimiz Kur'an yöntemi sadece şunu
yapıyor. insan fıtratı ile evren arasında bağlantı kuruyor, evren ile fıtrat
arasındaki irtibat kanallarını açıyor, sonra da bu şaşırtıcı ve baş
döndürücü evrenin ve derin boyutlu mesajlarını insan varlığına akıtmasını
sağlıyor.
Kur'an yöntemi insan fıtratına teorik, zihni
nitelikte birtakım teolojik tartışmalar sunmuyor, ona "Tevhid" biliminde
görüldüğü gibi İslâm sistemine yabancı birtakım "kelâmi (sözel)" tartışmalar
da sunmuyor. Ona rasyonel ya da materyalist felsefe spekülasyonları hiç
sunmuyor. Ona sunduğu tek şey görünür ve görünmez kesimleri ile bu gerçek
evrendir. Onu onunla karşılıklı iletişime, karşılıklı etkileşime ve
karşılıklı mesaj alış-verişi düzenleyen yöntemden ayrılıp çıkmazlara ve
kuytu lâbirentlere dalmamalıdır.
Daha sonraki ayette bu müthiş mucizeleri, bu
olağanüstü büyük ayetleri yalanlayanların durumlarını açıklayan bir yorumla
mesele noktalanıyor. Okuyoruz:
"Bizim ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde
bocalayan sağırlar ve dilsizlerdir. Allah dilediği kimseyi şaşırtır dilediği
kimseyi de doğru yola iletir."
Görüldüğü gibi ayet, ayetleri yalanlayanların
durumunu ve karakteristik özelliklerini anlatıyor. Onlar sağırdırlar,
dilsizdirler ve karanlıklar içinde bocalıyorlar. Ayrıca yüce Allah'ın
hidayete ve sapıklığa ilişkin kanunu da açıklıyor. Bu kanun yüce Allah'ın
hidayete veya sapıklığa ilişkin dileğini kulların yaratılış sözünü oluşturan
fıtratın temel niteliğine bağlıyor.
Böylece bu meseleye ilişkin İslâm düşüncesinin tüm
tarafları bütünleşiyor, kaynaşmış oluyor. Ayrıca hem çağrının yöntemi
belirginlik kazanıyor hem de bu inanç sistemini hareket plânına yansıtan,
değişik şartlarda, değişik kuşaktan insanlar ile yüzyüze gelen İslâm
davetçisinin durumu anlatılıyor.
Öyle umuyorum ki, çağrının yöntemine ilişkin bu
açıklamalar bu surenin tanıtma yazısında verilen konu ile ilgili bilgiler
ile birlikte gidilecek yolu aydınlatır niteliktedir. Hiç şüphesiz başarı
yüce Allah'dandır.
PUTPEREST MANTIĞI
Burada -peş peşe gelen ayet dalgalarının bu
aşamasında- Kur'an'ın akışı müşriklerin fıtratlarını Allah'ın korkunç azabı
ile yüzyüze getiriyor. Daha doğrusu Allah'ın korkunç azabıyla karşı karşıya
getirirken korkunun etkisiyle tüm cahiliye birikintilerinden soyutlanan,
dehşetin sarsıntısıyla bu birikintilerin birer birer döküldüğü, artık sahte
tanrılar hikayesini unutan ve zaman kaybetmeden özünde tanıdığı, kurtuluş ve
esenliği yalnızca O'ndan beklediği gerçek Rabbine yönelen fıtratlarıyla
yüzyüze getiriyor.
Kur'an'ın akışı daha sonra kendilerinden önce geçen
kavimlerin yok edildikleri yerler üzerinde düşünmelerini sağlamak için
ellerinden tutuyor ve yol boyunca Allah'ın kanunun nasıl gerçekleştiğini,
O'nun takdirinin ne şekilde işlediğini gösteriyor. Allah'ın peygamberlerini
yalanlamalarının ardından yüce Allah'ın onları nasıl yavaş yavaş helâke
sürüklediğini bakışlarına ve basiretlerine sunuyor. Nasıl imtihan üstüne
imtihana -azap ve sıkıntıyla imtihanın ardından bolluk ve nimetlerle
imtihana- tabi tutulduklarını, gafletten uyanmaları için nasıl fırsat
verildiğini gözler önüne seriyor. Bütün bu fırsatları kaçınmaları, zorluk
karşısında uyanmamalarının ardından nimetlere aldanmaları üzerine
yürürlükteki ilahî kanun uyarınca Allah'ın takdirinin gerçekleşmesini,
şiddetli azabın ansızın gelip çatmasını anlatıyor. "Alemlerin Rabbi olan
Allah'a hamdolsun ki, zalimler güruhunun arkası kesildi, soyu kurudu."
Gönülleri derinden sarsan bu sahne henüz bitmemişken
diğer bir sahne yer alıyor. Burada da onlar Allah'ın korkunç azabı ile karşı
karşıya kalıyor, işitme ve görme organları iş görmez hale getiriliyor,
kalplerinin üzerine mühür vuruluyor. Sonra da işitme, görme ve kavrama
organlarını geri verebilecek Allah'dan başka bir ilah bulamaz oluyorlar.
Göz kamaştırıcı olduğu kadar dehşet verici olan bu
iki sahneyle karşı karşıya getirilmişlerken onlara peygamberlerin görevinden
söz edilmektedir: Peygamberlerin görevi müjdeleme ve korkutmadır. Bunun
dışında bir görevleri söz konusu değildir. Ne olağan-üstü şeyler göstermek
ne de birtakım isteklerde bulunanların isteklerine cevap vermek
zorundadırlar. Onlar sadece tebliğ ederler. Müjdeleyip korkuturlar. Ardından
bir grup insan inanır, yararlı iyi davranışlarda bulunur, dolayısıyla
korkudan emin olur, üzüntüden kurtulur. Bir grup da yalanlar, karşı çıkar.
Bu yalanlama ve karşı çıkmanın sonucunda da korkunç azabı tadar. O halde
dileyen inansın, dileyen kâfir olsun.
40- De ki; "Eğer
başınıza Allah'ın azabı kıyamet ile yüzyüze gelseniz, doğru konuşacaksanız
söyleyin bakalım acaba (bu durumda) Allah'dan başkasına mı yalvarırsınız?
41- "Hayır, sırf
O'na yalvarırsınız, O da dilerse feryadınıza konu olan belayı başınızdan
aldırır, o zaman O'na koştuğunuz ortakları unutuverirsiniz.
ALLAH'IN AZABI
Bu ilahi sistem bu inançla insan fıtratına hitab
ederken başvurduğu yöntemlerin bir yanını oluşturmaktadır. Bu da geçen
bölümde, onun öncesinde ve surenin akışı içinde sonradan ele alınacak
bölümlerde açıklananların diğer yanına eklenmektedir.
Orada canlılar alemindeki ilahî tedbirin ve
düzenlemenin eserleri ve Allah'ın bilgisinin, kuşatıcılığı ve
kapsayıcılığıyla insan fıtratına hitap edilmişti. Burada ise Allah'ın
korkunç azabı ve insan fıtratının gönülleri derinden sarsan dehşet verici
şekillerinden biri karşısındaki konumu ile hitap ediliyor. Bu esnada şirkin
birikintileri ortadan kalkıyor. Fıtrat, gerçek Rabbini bilmek ve aynı
zamanda, O'nu birlemek gibi temel özelliklerini örten bu birikintilerden
soyutlanıyor.
"De ki; Eğer başınıza Allah'ın azabı kıyamet ile
yüzyüze gelseniz, doğru konuşacaksanız söyleyin bakalım acaba (bu durumda)
Allah'dan başkasına mı yalvarırsınız?"
Bu, insan fıtratını dehşet düşüncesiyle karşı
karşıya bırakmaktır. Yüce Allah'ın yeryüzündeki azabı, mahfolma, yok olup
gitme ya da Kıyametin beklenmediği bir sırada gelip çatması düşüncesi...
Fıtrat bu şekilde uyarıldığı, bu dehşeti düşünmeye başladığı zaman, bu
düşüncenin gerçek mahiyetini kavrar, -ki yüce Allah kavrayacağını biliyordu-
bu gerçek karşısında titremeye başlar. Çünkü bu aynı zamanda kendi içinde
gizli olan gerçeği açığa çıkarmaktadır. Yüce Allah bu gerçeğin fıtratın
derinliklerinde gizli olduğunu bildiğinden dolayı ona düşünce yoluyla hitap
etmektedir. Dolayısıyla fıtrat sarsılıyor, titriyor ve üzerine çullanmış
birikintilerden kurtuluyor.
Yüce Allah onlara soruyor ve fıtratlarına yer eden
doğruyu ifade etmesi için kendi dilleriyle doğru cevap vermelerini istiyor.
"Hayır, sırf O'na yalvarırsınız. O da dilerse
feryadınıza konu olan belayı başınızdan aldırır, o zaman O'na koştuğunuz
ortakları unutursunuz."
Hayır sadece O'na yalvarırsınız. Şirkinizi tümden
unutursunuz. Çünkü bu esnada- korku, fıtratlarını aslına döndürmüştür. Artık
fıtrat kurtuluş için sadece Allah'a yönelecektir. Herhangi birini O'na ortak
koştuğunu unutur. Hatta bu şirk olayını da unutur. Çünkü fıtratın gerçek
Rabbini bilip tanıması özünde yer eden kalıcı bir gerçektir. Şirk ise,
yüzeysel ve alışılmadık bir örtüdür. Yabancı etkenlerin ürünü bir olgudur.
Fıtratın üzerine çullanmış birikintilerde yer alan yüzeysel bir örtüdür.
Şiddetli bir korku sonucu insan fıtratı sarsılınca üzerine çullanmış
cahiliyenin birikintileri birer birer dökülür, örtü uçuşur gider. Fıtratın
gerçek yapısı ortaya çıkar. Artık yaratıcısına yönelik fıtri hareketini
ortaya koyar. Hiçbir müdahalesinin, hiçbir etkinliğinin söz konusu olmadığı
bu şiddetli korkuyu gidermesi için O'na yalvarır.
Dehşet karşısında insan fıtratının tavrı bundan
ibarettir. Kur'an'ın akışı da müşrikleri bu gerçekle yüzyüze getiriyor. Yüce
Allah'ın durumu ise, Kur'an'ın akışında karşılaşma anında açıklanmaktadır.
Yüce Allah, yalvardıkları şeyi gideriyor. -ancak dilerse eğer- Çünkü O'nun
iradesi serbesttir. Hiçbir şekilde bağlanamaz. Dilerse onlara cevap verir,
gidermesini istedikleri şeyin tümünü ya da bir kısmını giderir. Aynı şekilde
şayet dilerse takdiri, hikmeti ve bilgisi uyarınca onlara karşılık vermez.
Çeşitli etkenlerin sonucu ortaya çıkan sapmalar
nedeniyle kimi zaman baş gösteren ve insanın özünde gizli bulunan, gerçek
Rabbine yönelişi ve O'nu birleyişi gerçeğini örten şirk karşısında fıtratın
tutumu bu olursa, acaba dinsizlik ve Allah'ın varlığını temelden inkâr etme
karşısındaki tavrı ne olacaktır?
Ateistlik mücadelesini bu şekliyle sürdürenlerin
buna kesinlikle inandıklarını ileri sürmelerinde -daha önce de söylediğimiz
gibi- samimi oldukları konusunda derin şüphelerimiz vardır. Allah tarafından
yaratılmış bir yaratığın, oluşumunun planında bu mühür bulunduğu, her
hücrede ve her atomda somutlaşıp bünyesine karıştığı halde yaratıcı elin
mührünü tamamen silecek bir duruma geleceğinden kuşku duyuyoruz.
Ancak, iğrenç eziyetlerden, kiliseyle girişilen
barbar çatışmalardan, baskı ve zulümden, kendisi sapıkça zevklere daldığı
halde, kilisenin, insanların fıtri isteklerini inkâr etmesi gibi Avrupa'nın
uzun çağlar boyu yaşadığı bu uğursuz tarih... Evet, en sonunda Avrupalıları
şaşkınlıktan ve iğrenç ortamdan kaçışın ifadesi olarak bu ateistlik, Allah
tanımazlık akımına sürükleyen şey, işte bu tarihsel süreçtir.
Bu durum, yahudilerin bu tarihsel olguyu istismar
etmelerine ve hıristiyanları dinlerinden uzaklaşmaya sürüklemelerine neden
olmuştur. Amaç, rahatlıkla onları yönlendirmek, kolaylıkla içlerinde çözülme
ve bunalımı yaygınlaştırmak ve "Talmud" ve "Siyon protokollarının" deyimiyle
-eşek gibi- kullanmaktır. Yahudi, kiliseden kaçış sonucu insanları
ateistliğe sürüklemek için Avrupa'nın şu uğursuz tarihini istismar etmenin
dışında amacına ulaşamazdı.
Yahudi doktrinlerinden biri olan komünizmde
somutlaşan dinsizliği, (ateizmi) yaygınlaştırmaya ilişkin yarım yüzyıldan
beridir devletin sağladığı tüm imkânlarla sürdürülen zorlu çabalar boşa
çıkmıştır. Çünkü bizzat Rus halkı halâ Allah inancına olan arzuyu fıtratının
derinliklerinde taşımaktadır.
Kendisinden sonra devlet başkanı olan Kruşçev'in
nitelendirdiği gibi, bar-bar Stalin II. Dünya Savaşı yıllarında kiliseyle
anlaşmak ve önde gelen piskoposlarını serbest bırakmak zorunda kalmıştı.
Çünkü savaşın baskısı, O'nu Allah inancının insan fıtratının temel özelliği
olduğunu kabullenmeye zorlamıştı. Kendi görüşü ve çevresinde yer alan bir
avuç iktidar sahiplerinin görüşü ne olursa olsun.
Yahudiler -Haçlılar için kullandıkları `eşeklerin
yardımıyla- İslâmi inanç ve din olarak duyurulan milletlerin ruhlarında
dinsizlik akımını yaygınlaştırma çabalarına girişmişlerdir. Bununla beraber
İslâm bu ulusların gönüllerinde zaten silik ve soluk bir görünüm arz
etmekteydi. Kitaplar aracılığıyla başlattıkları hakeret ve kahramanı
hakkında yüceltme ve yardım konusunda sarf ettikleri tüm çabalara ve gerekse
öncülük yaptığı akım hakkın-da yazdıkları, tüm kitaplara rağmen
başarısızlığa uğramıştır. Bu nedenle yeni girişimlerinde, bu deneyiminden
yararlanarak öncülük hareketlerinde laiklik, Allah tanımazlık bayrağını
yükseltmeme yolunu seçmişlerdir. Aksine bu tür girişimlerin üstünde İslâm
bayrağını yükseltmişlerdir. Böylece, Türkiye örneğin-de olduğu gibi,
fıtratla çatışmanın önüne geçmiş oluyorlar. Sonra da bu bayrağın altında
istedikleri çirkefi, pisliği, ahlâki çözülmeyi ve İslâm bölgesinde
insanlığın kökünü tümden kurutma yöntemlerini gerçekleştirmeye koyulurlar.
Bununla beraber tüm bunların ötesinde kalıcılığını
sürdüren ibret, zamanın birikimleri üstünden silindiği zaman fıtratın
Rabbini iyice tanıması ve O'nu birlemek suretiyle boyun eğmesidir. Çünkü
korku sonucu sarsıldığı zaman bu birikintiler birer birer dökülür, fıtrat
bütünüyle onlardan soyutlanır ve kendisini ilk defa mü'min, itaatkâr ve
sakınan bir kul olarak yarattığı şekliyle yüce yaratıcısına döner. Bütün bu
tuzaklar içinde temelini sarsacak ve fıtratı yüce yaratıcısına döndürecek
bir hak haykırışı yeterlidir. Yeryüzünde bu haykırışı gerçekleştirenler
bulunduğu sürece batıl kurtulamayacak ve ne kadar çaba sarf etseler de
yeryüzünden bu haykırış silinmeyecekdir.
GEÇMİŞ ÜMMETLER
42- Senden önceki
birçok ümmetlere peygamberler gönderdik, dinlemediler. Bunun üzerine ola ki,
bize yalvarırlar diye kendilerini sıkıntılara ve belâlara çarptırdık.
43- Bari
sıkıntılarımız başlarına gelince bize yalvarsalardı ya! Fakat kalbleri
katılaştı ve şeytan yaptıkları her şeyi olara cazip gösterdi.
44- Onlar
kendilerine yapılan uyarıları unutunca bütün nimetlerin kapılarını yüzlerine
açtık, nihayet sahip oldukları nimetler yüzünden şımarıklığa kapıldıklarında
kendilerini ansızın, kıskıvrak yakalayıverdik de bütün ümitleri suya düştü!
45- Böylece,
alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun ki, zalimler güruhunun arkası
kesildi, soyu kurudu.
Bu yüce Allah'ın korkunç azabından bir örnekle
karşılaştırmadır. Tarihsel olgudan bir örnek. İnsanların ne şekilde Allah'ın
azabıyla karşı karşıya kaldıklarını, bu azapla karşı karşıya kalmalarının
sonunun nasıl olduğunu, yüce Allah'ın onlara nasıl fırsat üstüne fırsat
verdiğini, nasıl peş peşe uyarıda bulunduğunu gözler önüne seren ve
yorumlayan bir örnek... Kendilerine bildirilenleri unuttukları, şiddet
onları yüce Allah'a inanmaya ve O'na boyun eğmeye yöneltmediği, kendilerine
verilen nimetler onları şükretmeye ve fitneden sakınmaya sevk etmediği,
fıtratları bir daha düzelmeyecek kadar bozulduğu, hayatları artık
düzelmeyecek kadar kokuştuğu zaman, onlar hakkındaki yüce Allah'ın sözü
gerçekleşir ve üzerlerine hiçbir yurdun kurtulmasının söz konusu olmadığı
yok edici azap indirilir.
"Senden önceki birçok ümmetlere peygamberler
gönderdik, dinlemediler. Bunun üzerine ola ki, bize yalvarırlar diye
kendilerini sıkıntılara ve belâlara çarptırdık."
"Bari sıkıntılarımız başlarına gelince, bize
yalvarsalardı ya! Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan yaptıkları her şeyi
onlara cazip gösterdi."
Daha insan yapısı tarih bilimi doğmadan, Kur'an-ı
Kerim'in insanlığa birçok olaylarını haber verdiği bu ulusların çoğu,
insanlığın pratiğince bilinmektedir. İnsanoğlunun yazıya geçirdiği tarih,
sonradan meydana gelmiş, daha yeni doğmuştur. Yaşı küçüktür. İnsanın
yeryüzündeki gerçek tarihinin çok az bir kısmını kapsamaktadır. İnsan yapısı
olan bu tarih -kısalığının yanında- yalan ve yanılmalarla doludur. İnsanlık
tarihini ortaya çıkaran ve yönlendiren etkenlerin tümünü kuşatmaktan
acizdir, yetersizdir. Bu etkenlerin bazısı ruhların derinliklerinde, bazısı
da çok az bir kısmı görülebilen gayb perdesinin ötesinde yer alabilir.
Görülebilen bu kısmın derlenmesinde, yorumunda, gerçeğin sahteden ayırd
edilmesinde -pek azı müstesna- insan hep yanılmıştır. Herhangi bir insanın
bilgi açısından insanlık tarihini kuşattığını, tarihi bilimsel olarak
yorumlayabileceğini, aynı şekilde olabilecek zorunlu sonuçları kesin şekilde
belirleyebileceğini iddia etmesi, bir insanın ortaya atabileceği en büyük
yalandır. İşin garip tarafı bazısının böyle iddialarda bulunmasıdır, bundan
çok daha garibi de bazısının bu iddiaları doğrulamasıdır. Bu iddiada bulunan
kişi şayet, birtakım olabilecek şeylerden söz ettiğini, yoksa kesin
şeylerden söz etmediğini söyleseydi bu daha normal olacaktı. Artık iftiracı
kendisini doğrulayan aptallar bulunduğunda, neden iftira etmesin ki?
Yüce Allah gerçeği söylüyor. Neyin olacağını ve
niçin olacağını o bilir. Rahmetinin ve kullarına yönelik lütfunun sonucu
olarak, sünnetinin ve kaderinin ötesinde gizli sırların bir yönünü
sakınmaları, öğüt almaları ve tarihsel olguların gerisindeki gizli etkenleri
ve görülen nedenleri kavramaları için kullarına anlatmaktadır. Böylece bu
tarihsel olguyu eksiksiz ve doğru bir şekilde yorumlayabilirler. Bu bilginin
ötesinde yüce Allah'ın değişmez yasasına dayanarak olabilecek olaylar
hakkında görüş belirtebilirler. Bu yasayı, yüce Allah onlar için açığa
çıkarmıştır.
Bu ayetlerde değişik toplumlarda yinelenen bir örnek
tasvir edilmekte, gözler önüne serilmektedir. Kendilerine peygamberler gelen
ve peygamberleri yalanlayan bu toplumlar sonuçta malları ve canları,
durumları ve konumları açısından Allah tarafından felâkete ve sıkıntıya
uğratılmaktadır. Bu felâket ve sıkıntı, geçen ayetlerde söz konusu edilen
"Allah'ın azabı"nın düzeyinde değildir. Yok etme ve yeryüzünden silme
azabıyla eş düzeye ulaşamamıştır.
Kur'an-ı Kerim bu toplumlara ve uğratıldıkları
felâket ve sıkıntılara Firavun ve kavminin ileri gelenlerinin hikâyesinde
belirgin bir örnek vermektedir.
"Andolsun ki, biz Firavunoğulları'nı, ola ki
akılları başlarına gelir diye, yıllarca süren kuraklığa ve ürün kıtlığına
uğrattık." (A'raf suresi: 130)
-Onlar bir iyilikle karşılaşınca "Bu kendimizden
kaynaklanıyor" derler. Fakat eğer başlarına bir kötülük gelecek olursa bunu
Musa ile arkadaşlarının uğursuzluğuna yorarlar. Oysa onların kaderlerini
belirleme yetkisi sırf Allah'ın . tekelindedir, fakat çoğu bunu bilmiyor.
-Musa'ya "Bizi büyülemek üzerine ne mucize
gösterirsen göster, sana kesinlikle inanmayacağız" dediler.
-Biz de onlara, ayrı ayrı birer mucize olarak su
baskını, çekirge sürüsü, zararlı böcek salgını, kurbağalar ve kan gönderdik.
Yine de burun kıvırarak günahkâr bir toplum oldular. A'raf: 131-133
Bu, ayetin işaret ettiği örneklerden bir
tanesidir...
Kendilerine gelmeleri, vicdanlarını ve pratik
hayatlarını denetlemeleri için yüce Allah onları felâket ve sıkıntıya
uğratmıştır. Şiddetin baskısı altındà Allah'ın huzurunda eğilsinler, O'na
boyun eğsinler, inatlarından ve büyüklenmelerinden vazgeçsinler, samimi
kalplerle felâketi gidermesi için Allah'a yalvarsınlar diye. Yüce Allah da
felâketi giderip üzerlerine rahmet kapılarını açsın diye. Ancak onlar
kendilerinden beklenen tavrı göstermiyorlar. Şiddet akıllarını başlarına
getirmeye, gözlerini açmaya, taşlaşmış kalplerini yumuşatmaya yetmiyor.
Şeytan arkalarında yer alıp içinde bulundukları sapıklık ve serkeşliği süslü
gösteriyor:
"Fakat kalbleri katılaştı ve şeytan her şeyi onlara
cazip gösterdi."
Şiddetin, Allah'a yöneltmediği kalp taşlaşmıştır.
İçinde şiddetin sıkabileceği bir yumuşaklık kalmamış demektir. Artık ölüdür
bu kalp, şiddetin bir etkisi söz konusu olamaz. İçindeki fıtri alıcı
cihazları iş görmez hale gelmiştir. Canlı gönülleri algılamak ve karşılık
vermek için uyaran, bu uyarıcı iğneleme de etkili olamaz. Şiddet yüce Allah
tarafından kullara yönelik bir sınamadır. Diri olanları uyandırır, gönlünün
kapılarını açar ve o'nu Rabbine döndürür. Bundan sonra o'na rahmet etmek
yüce Allah'ın üzerine aldığı rahmetin bir parçasıdır. Ölülere gelince, bu
onların aleyhindedir. Hiçbir yararı olmaz O'na. Sadece mazeretini ve
bahanesini geçersiz kılar. Onun için bu, mutsuzluk kaynağı olur. Azaba
çarptırılmasına neden teşkil eder.
Yüce Allah'ın peygamberine -salât ve selâm üzerine
olsun- onun ardından ümmetine haberlerini anlattığı bu toplumlar şiddetten
hiçbir şekilde yararlanmamışlar. Allah'ın huzurunda eğilmemiş, şeytanın
kendilerine çekici gösterdiği karşı çıkışlarından ve serkeşliklerinden
dönmemişler. Burada yüce Allah onlara süre tanıyor ve bolluk içinde
kendilerini yavaş yavaş acı sonlarına yaklaştırıyor:
"Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca bütün
nimetlerin kapılarını yüzlerine açtık, nihayet sahip oldukları nimetler
yüzünden şımarıklığa kapıldıklarında kendilerini ansızın, kıskıvrak
yakalayıverdik de bütün ümitleri suya düştü.
Böylece alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun ki,
zalimler güruhunun arkası kesildi, soyu kurudu.
Bolluk da şiddet gibi bir tür imtihandır. Aynı
zamanda şiddetin derecesinden daha zordur ve daha üstündür. Yüce Allah
kullarını şiddetle imtihana tabi tuttuğu gibi bollukla da imtihan
etmektedir. Emrine uyanları ve isyan edenleri aynı düzeyde, hem bununla hem
de onunla denemektedir. Mü'min şiddetle sınandığı zaman sabreder. Bollukla
sınandığı zaman da şükreder. Her halı iyiliktir onun. Bir hadiste şöyle
denmektedir: "Ne güzel, mü'minin her halı iyilikten ibarettir. Ve bu durum
sadece mü'min için geçerlidir. Kendisine bolluk isabet ederse şükreder, bu
onun için iyiliktir. Bir sıkıntıyla karşı karşıya kalırsa sabreder. Aynı
şekilde bu da "Onun için iyiliktir." (Müslim)
Peygamberi yalanlayan ve yüce Allah'ın burada onlara
ilişkin haberleri anlattığı bu toplumlara gelince, kendilerine yapılan
uyarıları unuttuklarında ve yüce Allah onların yok olacaklarını, bolluk ve
sıkıntıyla sınamanın onları Allah'a yakarmaya yöneltmeyeceğini bildiğinden,
her şeyin kapısını üzerlerine açmış, böylece onları imtihandan sonra yavaş
yavaş sonlarına yaklaştırmıştır.
"Bütün nimetlerin kapılarını yüzlerine açtık."
İfade hiçbir engel veya kayıtla karşılaşmaksızın
coşan seller gibi üzerlerine akan rızıkları, iyilikleri, nimetleri ve
egemenliği tasvir etmektedir. Tüm bunlara hiçbir yorgunluk çekmeden emek
sarf etmeden ve hatta en ufak bir çaba bile göstermeden kavuşmuşlardır.
Bu olağan-üstü bir sahnedir. Kur'an'ın harikulâde
tasvir yöntemi uyarınca söz konusu olan durumu bir hareket gibi gözler önüne
getirmektedir.
"Nihayet sahip oldukları nimetler yüzünden
şımarıklığa kapıldıklarında..."
İyilikler ve rızıklar her taraftan bürümüştür
onları. Oyun ve eğlenceye daldılar. Ne şükrediyorlar ne de öğüt alıyorlar.
Kalpleri nimetleri vereni anmak, ondan korkup sakınmak duygusundan
soyutlanmış. Bütün ilgilerini zevk ve sefaya özgü kıldılar ve tamamen
ihtiraslara teslim oldular. Oyun ve eğlenceye dalanların adeti olduğu üzere
yaşamlarını büyük hedeflerden soyutladılar. Bu durumu, kalplerin ve
ahlâkların bozulmasından sonra, düzen ve sistemlerin bozulması takip etti.
Bunlar da, hayatın tümden bozulması gibi doğal sonuçları doğurdular. Bu
noktada, değişmez yasanın uygulama zamanı geldi:
"Kendilerini ansızın kıskıvrak yakalayıverdik de
bütün ümitleri suya düştü."
Derin bir gaflet ve sarhoşluk içinde oldukları bir
sırada ansızın yakalanıverdiler. Bu yüzden onlar son derece şaşkın
durumdadırlar. Tüm kurtuluş ümitleri suya düşmüştür. Ne tarafa
yöneleceklerini düşünmekten bile acizdirler. Bir de bakıyoruz tek bir kişi
kalmaksızın tümden yok oluvermişler:
"Zalimler güruhunun arkası kesildi, soyu kurudu."
Kavmin arkası, en sonda geleni anlamındadır. Bu
kesilince öncekiler zaten kesilmiş demektir. Burada "zalimlerden maksat,
müşriklerdir. Nitekim Kur'an-ı Kerim genellikle şirki zulüm, müşrikleri de
zalimler olarak ifade etmektedir.
"...Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun..."
İlahi hikmet uyarınca kendilerine süre verilmesinin
ve kendilerine hazırlanan sağlam tuzağın ardından zalimlerin -müşriklerin-
köklerinin kurutulmasının değerlendirilmesi konumundadır bu ifade. Acaba
burada bir nimetinden dolayı mı Allah'a hamd edilmektedir? Evet, yeryüzünün
zalimlerden temizlenmesi nimetine karşılık olarak... Ya da bir rahmetten
dolayı mı hamd edilmektedir? Evet bu temizlik sayesinde beliren kullarına
yönelik rahmetinden dolayı hamd edilmektedir Allah'a.
Yüce Allah bu kanun uyarınca Nuh (a.s) kavmini, Hud
(a.s) kavmini, Salih ve Lut (a.s) kavimlerini tıpkı uygarlıklarının parlayıp
yok olmasının ardından Firavunlar'ı, Grek ve Romalıları kıskıvrak yakaladığı
gibi yakalayıvermiştir. Bu nokta Allah'ın kaderine ilişkin bilinmez bir
sırdır. İşte görüldüğü kadarıyla O'nun evrensel kanunu. Ve işte bilinen
tarihsel olaylara ilişkin ilahi yorum.
Bazı açılardan ileri düzeylerde olmasalar bile
bugünkü toplumların sahip olduklarından az olmayacak şekilde, o toplumların
uygarlıkları, yeryüzünde kurulu düzenleri, yerleşik hayatları, bolluk ve
zenginlikleri vardı. Egemenlik, bolluk ve zenginliğe dalmış, içinde
bulundukları duruma aldanmışlardı. Kendilerinin dışında yüce Allah'ın zorluk
ve refaha ilişkin evrensel yasasından habersiz olanları da aldatmışlardı.
Bu toplumlar, ortada bir ilahi kanunun varlığını
kavrayamıyorlardı. Yüce Allah'ın bu kanun uyarınca onları yavaş yavaş helake
sürüklediğinin farkında değillerdi. Bu yörüngede dönüp duranlar da göz alıcı
nimetlerin güzelliğine kapılmışlardı. Yaşanılan bu bolluğu ve bu görkemli
iktidarı, gözlerinde büyütüyorlardı. Yüce Allah'ın bu toplumlara süre
tanımasına aldanıyorlardı. Oysa bunlar Allah'a kulluk etmiyorlardı ya da
O'nu bilmiyorlardı. O'nun egemenliğine karşı çıkıyor, ilahlık özelliklerini
kendileri için iddia ediyorlardı. Yeryüzünde bozgunculuğu
yaygınlaştırıyorlardı. Allah'ın egemenliğine tecavüz ettikten sonra
insanlara zulmediyorlardı.
Amerika Birleşik Devletleri'nde bulunduğum sırada
yüce Allah'ın "Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca, bütün
nimetlerin kapılarını yüzlerine açtık." sözünün kanıtlarını gözlerimle
gördüm. Çünkü bu ayetin çizdiği tablo... Nimetlerin ve rızıkların hesapsızca
akışı sahnesi burada olduğu kadar yeryüzünün hiçbir yerinde
somutlaşmamıştır.
Bu toplumun içinde bulundukları bollukla
övünmelerini, bunların "Beyaz adam"a özgü olduğunu düşünmelerini, farklı
renkten insanlara aşağılık bir büyüklenme, iğrenç bir barbarlıkla muamele
edişlerini görüyordum. Irk ayırımının sembolü olacak kadar yahudilerin tüm
dünyada ifşa ettikleri Nazi ırkçılığıyla mukayese edilmeyecek düzeyde
yeryüzünün diğer uluslarına karşı ırk ayırımı yaptıklarını gördüm. Nazilerin
yahudilere yaptıklarından daha şiddetlisini, daha zorbacasını, Beyaz
Amerikalılar Zencilere karşı yapıyordu. Özellikle de bunlar müslüman
iseler...
Tüm bunları görüyor ve bu ayeti düşünüyordum.
Allah'ın evrensel kanununun gerçekleşmesini bekliyor, neredeyse gafillere
doğru adım atışını görür gibi oluyordum.
"Nihayet sahip oldukları nimetler yüzünden
şımarıklığa kapıldıklarında kendilerini ansızın kıskıvrak yakalayıverdik de
bütün ümitleri suya düştü."
"Böylece alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun ki,
zalimler güruhunun arkası kesildi, soyu kurudu."
Yüce Allah Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine
olsun- gönderilişinden sonra kökten yok etme azabını kaldırmışsa da geride
birçok azap türü kalmıştır. İnsanlık, -özellikle her şeyin kapıları
yüzlerine açılan toplumlar- geniş üretim imkânlarına ve bol rızık ortamına
rağmen bu azapların birçoğunu tadmaktadır.
Psikolojik azap, ruhsal mutsuzluk, cinsel sapıklık
ve ahlâksal çöküntü gibi günümüzde toplumların karşı karşıya kaldığı
hastalıklar üretime, refaha ve zenginliğe baskın çıkacak gibi. Neredeyse
hayatı bütünüyle uğursuzluk, bunalım ve mutsuzluğun kıskacına sokacaklar.
Bunların yanında, şehvet ya da sapıkça eğilimler karşılığı satılan devlet
sırları ve ulusal ihanet gibi siyasal ahlâk sorunlarına işaret eden ön
belirtiler. Evet bu belirtiler, hedefe varıncaya kadar hiç yanılmazlar.
Bütün bunlar sadece yolun başlangıcadır. Kuşkusuz
Allah'ın peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- doğruyu söylemektedir.
Şöyle buyuruyor Hz. Peygamber:
"Ona isyan etmesine rağmen yüce Allah'ın bir kula
dünya nimetlerinden sevdiği şeyleri verdiğini görürsen, bu, O'nu yavaş yavaş
sana yaklaştırma amacına yöneliktir" buyuruyor. Ardından şu ayeti okuyor:
"Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca bütün nimetlerin kapılarını
yüzlerine açtık, nihayet sahip oldukları yüzünden şımarıklığa
kapıldıklarında kendilerini ansızın kıskıvrak yakalayıverdik de bütün
ümitleri suya düştü. (İbn-i Cerir ve İbn-i Ebi Hatem)
Bununla beraber şu noktaya dikkat etmek lâzımdır.
Yüce Allah'ın batılı yok etmeye ilişkin kanunu, yeryüzünde hakkın bir ümmet
tarafından yaşanması şartına bağlıdır. Bundan sonra yüce Allah hakkı batılın
üzerine atar, onu paramparça eder. Dolayısıyla batıl yok olup gider. O halde
hak taraftarları tembelce oturup hiçbir iş yapmadan hiçbir çaba göstermeden
Allah'ın kanununun gerçekleşeceğini beklememelidirler. Çünkü onlar bu
durumda hakkı temsil edemezler. Aynı zamanda hakkın taraftarları da
sayılamazlar. Onlar sadece yerlerinde oturan uyuşuk tembellerdirler.
Yeryüzünde Allah'ın hakimiyetini yerleştirmek kendileri için ilahlığın
özelliklerini iddia edenlerin ilahi hakimiyeti gasp etmelerini önleyen bir
ümmet meydana gelmedikçe hak gerçekleşmez. Başta gelen ve vazgeçilmez temel
"hak" budur. "Eğer Allah bazı insanların şerrini diğerleri aracılığı ile
savmasaydı, yeryüzünü kargaşa kaplardı." (Bakara, 251)
Bundan sonra Kur'an'ın akışı Allah'a ortak
koşanları, kendi şahıslarına, işitme ve görme organlarına, kalplerine
yönelik Allah'ın korkunç azabıyla karşı karşıya getiriyor. Onlar bu azabı
geri çevirmekten acizdirler. Şayet yüce Allah işitme ve görme organlarını,
kalplerini işlevsiz hale getirecek olursa, bunları kendilerine geri
verebilecek Allah'dan başka bir ilâh da bulamazlar.
46- De ki, `Eğer
Allah kulaklarını sağır, gözlerini kör etse ve kalplerinize mühür vursa,
acaba Allah'dan başka hangi ilâh bunları size geri verebilir? Nasıl
ayetlerimizi çeşitli açılardan açıkladığımızı ve sonradan onların nasıl yüz
çevirdiklerini görüyor musun?"
Bu bir açıdan onların Allah'ın azabı karşısındaki
çaresizliklerini somutlaştıran tasvirin bir sahnedir. Bir diğer açıdan da
Allah'a ortak koştukları şeylerin gerçek mahiyetlerini son derece ciddi bir
şekilde tasvir etmektedir. Ancak bu sahne onları oldukça derinden sarsıyor.
Kuşkusuz insan fıtratının yaratıcısı onun şu tasvir sahnesindeki ciddiyeti
ve O'nun ötesindeki gereği kavrayacağını biliyordu. Fıtrat, yüce Allah'ın
bunları kendisine yapabileceğini, işitme ve görme organlarını işlevsiz hale
getirebileceğini, kalpleri mühürleyebileceğini, bu organlarını artık
işlevlerini yerine getiremeyeceklerini algılıyor. Fıtrat biliyor ki, yüce
Allah, bunu yapacak olursa O'nun azabını geri çevirecek bir ilâhın varlığı
söz konusu değildir.
Gönüllerde ve bedenin diğer organlarında titremeye
neden olur, aynı zamanda şirk inancının tutarsızlığını ve Allah'dan başka
dostlar edinmenin sapıklığını ortaya koyan bu sahnenin gölgesinde... Evet bu
sahnenin ışığında, kendilerine ayetler, çeşitli yollarla açıklanmasına
rağmen tıpkı kendisine isabet eden bir hastalıktan ötürü yabancı yönlere,
dışarıya eğilim gösteren deve gibi yan çizmeleri şaşkınlık yaratıyor.
"Nasıl ayetlerimizi çeşitli açılardan açıkladığımız
ve sonra da onların nasıl yüz çevirdiklerini görüyor musun?"
Bir tarafa eğilimli olarak yürüme, yan çizme
sahnesiyle birlikte dile getirilen hayret ifadesidir bu. Bu sahne Araplarca
bilinmektedir. Tıpkı hep bir tarafa eğilimli olarak yürüyen devenin
sahnesini hatırlatmaktadır. Ayrıca insanın gönlünce horlama, küçümseme ve
alaya alma duygularını uyandırmaktadır.
ANSIZIN VE AÇIK AZAB
Beklenen bu sahnenin etkisinden kurtulmadan önce
onları ilerde olacak yeni bir olguyla karşılamaktadır. Bu da Allah için uzak
değildir. Burada zalim oldukları -yani müşrik oldukları- halde yok
olacakları ortam gösterilmektedir. Ansızın gelip çattığı ya da karşı karşıya
kaldıkları, habersizken ya da uyanıkken meydana geldiği zamanki zalimlerin
yerle bir edilişleri çizilmektedir.
47- "De ki, "Ne
sanıyorsunuz, eğer ansızın ya da açık bir şekilde size Allah'ın azabı gelse,
zalimler güruhundan başkası mı helâk olur?"
Allah'ın azabı ne şekilde ve ne durumda gelirse
gelsin, azap, ister onlar gafilken ve beklemedikleri bir sırada ansızın
gelsin, ister feryad ettikleri ve hazırlıklı oldukları bir sırada açıktan
açığa gelsin zalimler güruhu -yani Kur'an'ın genel ifadesiyle müşrikler- yok
olacaklardır. Azap başkasına değil, sadece onlara ulaşacaktır. İster ansızın
gelsin, ister açıktan açığa gelsin bu azabı kendilerinden uzaklaştıramazlar.
Çünkü onlar karşı koysalar bile azabı uzaklaştıracak güce sahip değildirler.
Allah'a ortak koşup yöneldikleri hiç kimse de bu azabı savacak durumda
değildir. Hepsi de Allah'ın zayıf kullarıdır.
İMAN EDENLER VE
YALANLAYANLAR
Ayetlerin akışı olması beklenen bu olguyu
sakınmalarına meydana gelmeden önce sebeplerinden korunmaları için
sunmaktadır. Yüce Allah'ın beklenen bu olguyu insan bünyesine hitap eden bu
sahnede sunması, insana sorunu olduğu gibi öğretmekte, bunun da ötesinde
kalpleri titreten gerçeği göstermektedir.
Ayet dalgaları şu peş peşe gelen sahneleri, çeşitli
ilhamları bahşeden değerlendirmeleri ve ruhların derinliklerini uyarıp
taşıyan melodiyi sunmakla ulaşabilecekleri en son noktaya ulaşınca, kan
soydaşlarının kendilerinden olağan-üstü şeyler istedikleri peygamberlerin
görevlerini açıklamakla son buluyor. Peygamberler sadece tebliğ ederler,
müjdeler ve korkuturlar. Bundan sonra insanların konumları, peygamberlere
karşı takındıkları ve ahirette karşılığını görecekleri tavır uyarınca
belirlenecektir.
48- "Biz
peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndeririz. Kim iman eder ve
kendini İslah ederse onlar için korku söz konusu değildir, onlar hiç
üzülmezler de. "
49- "Ayetlerimizi
yalanlayanlar ise fasıklıklarından, yoldan çıkmalarından ötürü azaba
çarpılırlar. "
Kuşkusuz bu din insanlığı akli olgunluğa
hazırlıyordu. Yüce Allah'ın insana bağışladığı bu büyük cihazı, işaretleri
varlık bütününün aşamalarından, hayatın değişik alanlarından ve yaratılışın
sırlarından fışkıran gerçeğin kavranmasında eksiksiz bir şekilde kullanmaya
alıştırıyordu. Nitekim Kur'an bu gerçeği ortaya çıkarmak, iyice
belirginleştirmek ve insanın kavrayışını ona yöneltmek için gelmiştir.
Bütün bunlar, insanlığı gözle görülen maddi
harikaların zorlaması karşısında boyunları büken, karşı çıkanları
kabullenmeye zorlayan somut mucizeler evresinden insan anlayışını varlık
bütünündeki ilahı sanatın güzelliklerini düşünmeye yöneltme aşamasına
getirmeyi gerektiriyordu. Bu da bizzat bir harika, bir mucizedir. Ancak
varlığın dayandığı ve temellerini yükselttiği sürekli bir mucize... Aynı
zamanda insanın kavrayışına Allah katından gelen erişilmez kitapla hitap
etmeyi gerektiriyordu. Bu kitap, ifade bakımından, metot açısından bir
mucizedir. Eşsiz bir şekilde oluşturmaya çalıştığı hareket halindeki,
organik toplumsal yapısında bir olağan-üstülük vardır. Bundan sonra hiçbir
örnek onun düzeyine ulaşamaz.
İnsanın kavrama yeteneği bu tür bir değişime, bu
boyutta bir ilerleme alışına ve insanlar ilahı direktiflerin, Kur'an'ı
kontrolün ve peygamberi eğitimin ışığında beşeri kavrayışlarıyla varlık
bütününün sayfalarını okumaya yönelene kadar bu iş uzun bir eğitim ve
sürekli bir yönlendirmeyi gerektirmişti. Bu sayfaları okuma tarzı, bir anda
gerçekleşen gaybi, realist ve yapıcı bir okuma tarzıdır. Bu tarz, bir kısım
Yunan felsefesine ve hristiyan teolojisine egemen soyut zihinsel
düşüncelerin yöntemlerinden farklı, bir de hem bu felsefelerin bir kısmında,
hem de bazı Hind, Mısır, Budist ve Mecusi felsefelerinde yaygın somut ve
maddi yöntemlerinden uzak, aynı zamanda cahiliye döneminin Arap inançlarına
egemen basit ve somut metodun dışında bir tarzdır.
Bu eğitimin ve bu yönlendirmenin bir yönü
peygamberin görevinin ve şu iki ayetin belirttiği şekliyle -nitekim surenin
akışı içinde yeralan aşağıdaki bölümde de belirtilecektir- peygamberlikteki
rolünün gerçek mahiyetinin açıklanmasında somutlaşmaktadır. Peygamber bir
insandır. Allah onu müjdelemesi ve uyarıda bulunması için gönderir. O'nun
görevi burada biter. Bundan sonra insanların karşılık vermesi gelir. Bu
karşılık vermeyle birlikte yüce Allah takdir ve irade fonksiyonunu yerine
getirir. İş insanların tavrına uygun verilen ilahi cezayla sonuçlânır. Kim
inanır ve imanı somutlaştıran iyi davranışlarda bulunursa, gelecek için bir
endişesi, geçmiş için de bir üzüntüsü söz konusu değildir. Çünkü geçmişi
için bağışlanma ve işlediği iyilikler için sevap vardır. Aynı şekilde kim
peygamberlerin getirdiği ve varlık safhalarında dikkat çektiği Allah'ın
ayetlerini yalanlarsa, burada "fasıklıklarından ötürü" şeklinde ifade edilen
kâfirliklerinden dolayı azaba çarpılırlar. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in birçok
yerinde şirk ve küfür genellikle zulüm ve fısk (yoldan çıkma) olarak ifade
edilir.
Bir karmaşıklık, bir kapalılık söz konusu olmayan
açık ve sade bir düşünce... Peygambere, görevine ve dindeki fonksiyonunun
sınırına ilişkin sağlam bir açıklama... Yüce Allah'ı ilahlıkta ve ilahlığın
özelliklerinden birleyen, her şeyi Allah'ın iradesine ve kaderine bağlayan,
bundan sonra insana yöneliş ve yönelişin sorumluluğunu yüklenme özgürlüğü
tanıyan, gayet net bir şekilde Allah'ın emirlerine itaat edenlerle isyan
edenlerin sonlarını açıklayan ve cahiliye toplumlarında yaygın olduğu
şekliyle peygamberin tabiatına ve işlevine ilişkin efsaneleri ve kapalı
düşünceleri bertaraf eden bir düşünce... Böylece insanlık zihinsel
felsefelerin ve nesiller boyu insanın kavrama yeteneğini boşu boşuna tüketen
teolojik tartışmaların şaşkınlığına dalmaksızın akli olgunluk aşamasına
geliyor.
PEYGAMBERİN MAHİYETİ
Okuyacağımız bölüm -surenin akışı içinde yeralan
geçen bölümde kimi örneklerini sunduğumuz- mucize istemeleri münasebetiyle
müşrikleri peygamberliğin gerçek mahiyeti ve peygamberin tabiatıyla karşı
karşıya getirmenin devamı niteliğindedir. Hem Arap cahiliyesi hem de
çevrelerindeki toplumlar bu düşüncelerle boşu boşuna oyalanıyorlardı.
Bunların yüzünden risalet ve nübüvvetin vahiy ve peygamberin gerçek
mahiyetini unutup, peygamberlik sihir ve kahinlikle, vahiy de cin ve
cinnetle karıştırılmıştı. Böylece bu toplumlar efsane, kuruntu ve
sapıklıkların girdabına dalmışlardı. İşte bu ders peygamberlikler ve
peygamberler konusunda -tüm insanlık bazında- cahiliye düşüncelerinin
düzeltilmesini ele alan geçen konunun devamı mahiyetindedir. Nitekim bu tür
cahili düşüncelerin etkisiyle gaibten haber vermesi, olağan-üstü şeyler
meydana getirmesi ve cinlerle ilişkisi bulunan kimselerin ve sihirbazların
alışılagelen numaraları yapması istenirdi peygamberden. Sonra gerçeği
batılın üzerine vurmak, batılı paramparça edip yok etmek, insanları imanî
düşünceye, onun açıklığına, sadeliğine, doğruluğuna, realistliğine
döndürmek, peygamberlik ve peygamberin görüntüsünü tüm cahiliye
toplumlarında yaygınlık kazanan hurafelerden, efsanelerden, kuruntu ve
saplantılardan kurtarmak için İslâm inancı gelmiştir. Aralarındaki inanç ve
doktrin farklılığına rağmen Arap müşriklerine en yakın cahiliye toplumları
yahudi ve hıristiyanlardan oluşan ehl-i kitap idi. Bunlar peygamberlik ve
peygamberin görünümünü en kötü bir şekilde çirkinleştirmede ortak tavır
içindeydiler.
Peygamberlik ve peygamberin gerçek durumu
açıklandıktan, bunlar nübüvvet ve nebi olgularının görünümünü bulandıran,
asılsız kuruntu ve saplantılardan arındırılmış bir şekilde insanların
dikkatlerine sunulduktan sonra Kur'an-ı Kerim kendi tabiatının dışında kalan
tüm aldatmacalardan ve kendi gerçeğine sonradan iliştirilmiş her türlü
süsten soyutlanmış inanç sistemini sunmaktadır. Buna göre Kur'an'ı
insanların ilgisine sunan peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bir
insandır. Allah'ın hazinelerine sahip değildir. Gaybi bilemediği gibi "Ben
bir meleğim" de demez. O söylediklerini ve hareket tarzını Rabbinden edinir.
Rabbinin kendisine vahyettiğinin dışında herhangi bir şeye uyamaz. O'nun
çağrısını benimsemezler, Allah katında insanların en üstünüdürler. Peygamber
de onların hak yolunda kalıcı olmalarını sağlamak, onları yönlendirmek ve
yüce Allah'ın onlara yönelik olarak üzerine aldığı rahmet ve bağışlamayı
duyurmak zorundadır. Aynı şekilde ahiret korkusuyla gönülleri titreyenleri
takva derecesine ulaştırmak için gerekli uyarıyı yapmak da peygamberin
görevidir. Görevi bu iki hususta sınırlıdır. Nitekim gerçek konumu da "insan
olma" ve "vahiy" olmakla sınırlıdır. Bu şekilde peygamberin düşüncelerde yer
eden görevi ve gerçek konumu bütünüyle düzeltilmiş oluyor. Sonra, bu
düzeltme ve uyarı sayesinde, yol ayırımında suçluların yolu iyice belli
olmuş, hak ve batıl açığa kavuşmuş, peygamberin tabiatı ve peygamberliğin
gerçek mahiyeti etrafındaki kapalılık ve vehim giderilmiş oluyor. Hidayet ve
sapıklığın çevresindeki kapalılık giderildiği, mü'minlerle mü'min olmayanlar
arasındaki ayrılık son derece aydınlık bir ortamda ve katışıksız bir inançla
tamamlandığı gibi.
Bu gerçeklere ilişkin olarak yapılan açıklama
sırasında ayetlerin akışı ilahlık gerçeğinin bir yönünü, gerek peygamberin,
gerekse -itaat edeni ve isyan edeniyle- tüm insanların bu gerçekle ilgisini
gözler önüne sermekte, hem hidayet hem de bu gerçekten sapmanın tabiatından
söz etmektedir. Buna göre bu gerçeğe ilişkin olarak doğru yolda olmak
basirettir. Ondan sapmak ise körlüktür. Yüce Allah, tevbe ettikleri, bundan
sonra da doğru yolda hareket ettikleri zaman kullarına yönelik olarak
tevbede somutlaşan rahmeti ve bilmeden işledikleri günahları bağışlamayı
üzerine almıştır. Yüce Allah suçluların yolunun belli olmasını dilemektedir.
Bundan sonra inanan bir kanıta dayanarak inansın, sapıtan da bir kanıta
dayanarak sapıtsın. İnsanlar asılsız hurafelerin ve sanıların baskısından
uzak bir açıklıkla konumlarını belirlesinler...
50- "De ki; "Ben
size Allah'ın hazineleri elimin altındadır" demiyorum. Size meleğim de
demiyorum. Sadece bana indirilen vahye uyuyorum. Hiç kör ile gören bir olur
mu? Düşünmüyor musunuz?"
Kureyş'ten iman etmemekte inat edenler, peygamberi
doğrulamak için bir mucize göstermesini istiyorlardı. Oysa daha önce de
söylediğimiz gibi onun doğru olduğunu biliyor ve O'nun hakkında kuşku
duymuyorlardı. Bazen bu mucizenin Safa ve Merve tepelerinin altına dönüşmesi
şeklinde gerçekleşmesini, bazen de her iki tepenin Mekke'den uzaklaşmasını,
yerlerinin ekin ve meyvelerle yeşillenmiş verimli bir alan olmasını
istiyorlardı. Bu istek, kimi zaman başlarına gelerek gaybin kapsamındaki
olayların önceden haber verilmesi şeklinde gerçekleşiyordu. Kimi zaman
kendisine bir meleğin indirilmesini, gökten sayfalara yazılı olarak indiğini
gördükleri bir kitabın gelmesini taleb ediyorlardı. Karşı çıkışlarına ve
inatlarına perde yaptıkları daha nice istek...
Ancak bütün bu istekler, çevrelerindeki cahiliye
toplumlarında peygamberlik ve peygamber gerçeğinin görünümünü kuşatan
asılsız hurafe ve efsanelerden besleniyordu. En yakınları da, peygamberleri
bu konulara ilişkin gerçeği açık bir şekilde kendilerine getirdikten sonra
yoldan çıkan ehl-i kitabın peygamberlik gerçeği etrafında uydurduğu vehim ve
efsaneler oluşturuyordu.
Değişik cahiliye toplumlarında çeşitli şekillerde
"gaibten haber verme" iddiaları yaygınlaşır. Bu iddiada bulunan yalancı
kahinleri birtakım aldanmışlar da doğrular. Bunlar arasında sihir, kehanet,
müneccimlik ve delilik yer alıyordu. Bu yalancı haberciler efsun ve
muskalarla ya da dua ve niyazlarla veya bunların dışında yöntem ve araçlarla
gaybı bilmek gücüne sahip olduklarını, cinler ve ruhlarla ilişki
kurduklarını, tabiat kanunlarını kontrolleri altına aldıklarını iddia
ediyorlardı.
"Sihir aracılığıyla gaibten haber verme, genel
kanıya göre, bilinmeyenden haberdar olmak ya da olaylara ve eşyaya egemen
olmak için emrine aldığı kötü ruhlara dayanıyordu. Kehanet yoluyla gaibten
haber verme olayı ise, "tanrılar"la ilişkili olduğu düşünülüyordu. Tanrılar
kahinin emrine girmezlerdi. Yalnızca dua ve yakarışlarına cevap verir, gerek
uyanıkken, gerekse uyurken onun için bilinmezliğin kapılarını açarlardı,
çeşitli işaretler ve rüyalarla ona yol gösterirlerdi. Bunun dışında diğer
çağrı ve yakarışlara cevap vermezlerdi. Ancak sihir ve kehanet aracılığıyla
gaibten haber verme, cezbe ve kutsal delilik aracılığıyla gaibden haber
vermede farklılık arz ediyordu. Çünkü hem sihirbaz hem de kahine
istedikleri, büyü ve dualarla istedikleri şeyle amaçlarının ne olduğunu
biliyorlardı. Buna karşılık cezbeye tutulmuş kişi ya da kutsal deli, edilgen
bir konumdaydı. Doğrudan doğruya kastetmediği ve belki de hiç anlamadığı
halde dilinden birtakım kapalı ifadeler dökülürdü. Cezbe halinde gaibden
haber verme olaylarının yaygınlaştığı toplumlarda meczupla birlikte çoğu
zaman onun sözlerinin amacını, sembol ve işaretlerinin anlamını bildiğini
ileri süren bir yorumu da bulunurdu. Nitekim Yunan'da Meczub'a "mantı",
yorumcuya da "porphet" (yani başkasının adına konuşan) derlerdi. Avrupalılar
tüm anlamlarıyla nübüvvet kelimesini, bu kelimeyle karşılamışlar. Meczubun
kastettiklerini, sembol ve işaretlerinin içeriklerini, yorumlamak ve ifade
etmekle görevlendirilmiş olması dışında, kahin ve meczupların birleştikleri
pek görülmezdi. Çoğu zaman ihtilafa düşer, çekişirlerdi. Çünkü toplumsal
işlevleri, yaratılışlarının ve konumlarının tabiatı bakımından farklı
özelliklere sahiptirler. Meczup isyancıdır. Herhangi bir törene, genel kabul
görmüş bir kuruma bağlı değildir. Kahin ise tutucudur. Kendisine miras
kalmış bilgiyi çoğu zaman babasından ve dedesinden edinir. Kehanet, içinde
uzak-yakın köşelerden yönelinen puthane ve tapınakların bulunduğu çevreyle
sınırlıdır. Cezbe ise, bu ortamda sınırlı değildir. Çünkü cezbe, çölde
insanın başına gelebildiği gibi memleketin her tarafında, bilinen bir
yerleşme biriminde de gelebilir."
Üstad Akkad'ın "İslâm'ın gerçekleri ve düşmanlarının
saçmalıkları" kitabından... Bu konuda kanıt oluşturması için kitaptan alıntı
yapmakla beraber -aralarında semavi dinler de olmak üzere- İslâm'la
mükemmelliğe ulaşana kadar dinlerdeki ilahlık ve peygamberlik gerçeğinin
görünümünün gelişim sürecine ilişkin, yazarın yöntemini benimsemiyoruz.
Çünkü bu görünüm, gerçek semavi dinlerinin tümünde birdir. Mensuplarının
cahiliyeye geri dönmelerinden, peygamberlerin kendilerine getirdiği
gerçekleri tahrif etmelerinden ve kendi cahiliye düşüncelerine alet
etmelerinden sonra baş gösteren sapmalar ölçü alınmamalıdır. En doğru kaynak
olan Kur'an-ı Kerim bu sözlerimizi doğrulamaktadır. Bu konuda Avrupalı
dinler tarihi bilginlerinin ileri sürdükleri varsayım ve sanıların hiçbir
değeri yoktur.
"Yahudi kabileleri arasında yalancı peygamberlerin
sayısı oldukça fazlaydı. Bundan anlaşılıyor ki, birbirini takip eden çağlar
ile yeni çağların zikir ehli ve tarikat sofuları birbirine benziyorlardı.
Çünkü bazı dönemlerde sayıları yüzü aşardı. Kimi zaman bedene eziyet etmek,
kimi zaman da çalgı aletlerini dinlemek suretiyle cezbe haline kapılmak gibi
dervişlerin başvurduğu egzersizlere, toplantılarında başvururlardı.
Birinci Samuel'in kitabında şöyle denir:
Şaul Davud'u yakalamak için elçiler gönderdi.
"Yalancı peygamberler topluluğunun gaibden haber verdiklerini gördüler. Şaul
da başkanları olarak aralarında bulunuyordu. Bu sırada Allah'ın ruhu Şaul'un
elçilerini bürüdü, onlar da gaibden haber vermeye başladılar. Bunun üzerine
Şaul başkalarını gönderdi. Onlar da öncekiler gibi gaibden haber vermeye
başladılar. Sonunda o da elbiselerini çıkarıp, aynı şekilde Samuel'in önünde
gaibden haber verdi. Bütün gün ve gece boyunca çıplak kaldı."
Yine Samuel'in kitabında şöyle denir:
"Bir tepe üzerinde oturmuş bir grup, peygambere
rastlayacaksın. Önlerinde ruhab, davul, ney ve ud olduğu halde gaibden haber
verirler. Rabbin ruhu onların içine girerek birlikte gaibden haber verir.
Ardından diğer bir adamın bedenine girer."
"...Peygamberlik, ikinci bölümünde belirtildiği gibi
veraset yoluyla babadan oğula geçen bir sanat olarak kabul ediliyordu.
Peygamberlerin çocukları `Ya Yuşa'a' dedikleri zaman: İşte senin karşında
durduğumuz yer burasıdır. Ve bize dar gelmektedir. Artık Ürdün'e gidelim."
"Kimi zaman orduya katılan birtakım hizmetkârları
olurdu. Nitekim ilk günler bölümünde şöyle denmektedir. "Davud ve askeri
erkan udlar, rubab ve zillerle gaibden, haberler veren Esaf oğullarını ve
başkalarını hizmet için ayırmışlardı."
Aralarında semavi risaletlerin getirdiği doğru
düşünceden sapma sonucu ortaya çıkan cahiliye düşüncelerini de olmak üzere
cahiliye, peygamberlik ve peygamberin tabiatına ilişki bu tür batıl
düşüncelerle bu şekilde dolup taşmıştı. Bu yüzden insanlar peygamberlik
iddiasında bulunan birinde bu tür davranışlar beklerdi. Bazen gaibden haber
vermesini, bazen de kehanet ya da sihir yoluyla evrensel tabiat kanunlarını
etkilemesini isterlerdi. İşte müşriklerin Hz. Peygambere yaptıkları
teklifler buradan kaynaklanıyordu. Asılsız hurafeleri bertaraf etmek için
peygamberlik ve peygamberin tabiatına ilişkin olarak Kur'an-ı Kerim'de
yinelenen bütün bu açıklamaların nedeni buydu. Aşağıdaki açıklama da bunlar
arasında yer almaktadır.
"De ki; `Ben size Allah'ın hazineleri elimin
altındadır', ya da "gaybi bilirim" demiyorum. Size "Meleğim de" demiyorum.
Sadece bana indirilen vahye uyuyorum. Hiç kör ile gören bir olur mu?
Düşünmüyor musunuz?"
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- Rabbi
tarafından kendisi, peygamber ve peygamberliğin tabiatına ilişkin olarak
cahiliye toplumlarını saran her türlü asılsız hurafeden soyutlanmış bir
insan olarak sunmakla emr olunmaktadır. Aynı şekilde bu inanç sistemini her
türlü aldatmacadan arındırılmış bir şekilde sunmakla emr olunmuştur. Ortada
ne bir veraset ne de iddia söz konusudur. Bu peygamberin yüklendiği bir
inanç sistemidir. Allah'ın yol göstericiliğinden başkası da yolunu
aydınlatamaz.
Bilmediği şeyleri kendisine öğreten Allah'ın
vahyinden başka bir şeye uyamaz peygamber... Kendisine uyanları bol bol
rızıklandırmak üzere Allah'ın hazinelerinin üzerine oturmuş değildir.
Takipçilerine olacak şeyleri göstermek için gaybın anahtarları da elinde
değildir. Yüce Allah'dan indirmesini istedikleri bir melek de değildir. O,
yalnızca bir insan ve peygamberdir. Son derece kesin, açık ve sade şekliyle
inanç sistemi de bundan ibarettir.
Bu inanç şu fıtratın yansıması, şu hayatın dayanağı,
ahirete ve Allah'a giden yolun kılavuzudur. Bu inanç sistemi, bizzat her
türlü gösterişten uzaktır. Kim ona kendisi için layık olur ise bu inanç onun
yanında her türlü değerin üstündedir. Kim de onu çıkar pazarında bir ticaret
eşyası olarak isterse, tabiatını kavrayamaz, değerini bilemez. Bu sayede bir
zenginlik elde edemez.
Bütün bunlardan dolayı peygamber -salât ve selâm
üzerine olsun- bu inanç sistemini bu şekilde, her türlü gösterişten uzak
olarak sunmakla emir olunmaktadır. Çünkü onun hiçbir süse, gösterişe
ihtiyacı yoktur. Böylece onun gölgesine sığınanlar; mal hazinelerine,
dünyevi makamlara ve takva dışında insanlar arasında herhangi bir ayrıcalığa
kavuşamayacaklarını, aksine Allah'ın yol göstericiliğine yöneldiklerini
bilmiş olurlar. Kuşkusuz bu çok daha üstün ve daha zengin bir duygu.
"De ki; `Ben size Allah'ın hazineleri elimin
altındadır' ya da "gaybı bilirim" demiyorum. Size meleğim de demiyorum.
Sadece bana indirilen vahye uyuyorum.
Bu arada karanlıktan ve körlükten kurtulup aydınlık
ve basirete sığındıklarını bilmiş olurlar:
"De ki; Hiç kör ile gören bir olur mu? Düşünmüyor
musunuz?"
Sonra... Yalnızca vahyin takipçisi olmak basirettir,
görmektir. Bu yol göstericiden yoksun bırakılan körlüğe terk edilmiş
demektir. Bu gerçeği şu ayeti kerime gayet net ve kesin bir şekilde dile
getirmektedir. Şu halde bu alanda insan aklının fonksiyonu nedir?
Bu sorunun cevabı İslâm düşüncesinde oldukça açık ve
basittir. Yüce Allah'ın insanoğluna bahşettiği akıl, vahyi algılama ve
anlamlarını kavrama gücüne sahiptir. Onun görevi budur... Sonra bu, ona
aydınlık ve hidayet içinde, hiçbir yönden batılın etkileyemediği,
koruyucunun kontrolünde tanınmış bir fırsattır.
Ancak, insan aklı vahiyden uzak bağımsız bir konuma
gelirse, bu durumda sapıklığın, bozulmanın, kötü bir bakış açısının, eksik
bir görüşün, yanlış değerlendirme ve planlamanın mahkûmu olur.
Bütün bunlarla, varlıklar alemini bir bütünden
ziyade parça parça görme hususundaki oluşumunun tabiatından dolayı karşı
karşıya kalır. İnsan aklı, üst üste deneyler, peş peşe olaylar, ardarda
görüntülerle varlık bütününü algılamaya çalışır. Dolayısıyla varlığı bir
bütün olarak görmesi, bu eksiksiz görüşe dayanarak hükümler koyması,
kapsayıcılık ve denge unsurları göz önünde bulundurulmuş şekilde bir sistem
oluşturması onun için imkânsızdır. Bu nedenle -Allah'ın hayat metodundan ve
yol göstericiliğinden kopuk olduğu zamanlarda sık sık deneylerde bulunur,
hükümleri değiştirir, hayat düzenini yeni baştan şekillendirir, aksiyon ve
reaksiyon arasında çalkalanıp durur. Sağ uçtan sol uca yuvarlanır gider. Bu
şekilde de insanlığın tüm üstün taraflarını, yüce özelliklerini yok eder.
Şayet insan aklı vahyin takipçisi olsaydı, insanlık bütün bu kötülüklerden
korunmuş olurdu. Denemeler, değişiklikler `eşya', `madde', "araç' ve
cihazlara özgü kılınırdı. İşte burası insan aklının bağımsız olabileceği
doğal bir alandır. Bu alandaki zarar en sonunda madde ve eşyalarla ilgili
olurdu, nefis ve ruhlarla değil.
Tüm bu durumlarla -yapısının tabiatından sonra-
insanın yapısında yeralan ihtiraslar, arzu ve eğilimler nedeniyle karşı
karşıya kalır. Kuşkusuz bu duyguların kontrol altına alınmaları zorunludur.
Böylece insan hayatının sürüp gelişmesine ilişkin görevini yerine getirmesi
garanti altına alınmış olur. Aynı şekilde hayatın yok olmasına ya da altüst
olmasına neden olacak şekilde güvenlik sınırını aşmamalıdır. Bu kontrolü tek
başına insan aklı alması mümkün değildir. Çeşitli arzuların, ihtiras ve
eğilimlerin baskısı altında bocalayan bizzat in-san aklı için başka bir
kontrol gereklidir. Bu kontrol, insan aklını denetimi altına aldıktan sonra
onu bozulmalardan da korur. Deneyim ve hükmünü onunla güçlendirmesi, yöneliş
ve hareketini onunla kontrol altına alması için insan aklı insan hayatıyla
ilgili- her deneyimde, verdiği her hükümde ona başvurur.
"Her ikisi -akıl ve vahiy- Allah yapısıdır, bu
yüzden uyuşmaları gerekir", savından hareketle doğruyu bulma açısından vahiy
kadar bir sağlamlık derece-sini insan aklı içinde öngörenler, insanoğlunun
kimi filozoflarının insan aklının değerine ilişkin yaptıkları açıklamalara
dayanmaktadırlar. Yüce Allah bu görüşü doğrulayacak hiçbir ayet
indirmemiştir.
Aklı ne kadar büyük olursa olsun bir tek insan için
bile, aklın vahye ihtiyacının olmadığı görüşünü benimseyenler, bu konuda
yüce Allah'ın söylemediğini söylüyorlar. Çünkü yüce Allah, vahiy ve
peygamberliği insanlar için bir delil kılınıştır. Bu delili insan aklı
olarak belirlememiştir. Hatta insanları yarattığı ve biricik Rabbini bilme
ve O'na inanma özelliğiyle donattığı fıtratı dahi insanlar için delil
kılmamıştır. Çünkü yüce Allah, tek başına olan aklın, sapıtacağını, yalnız
olan fıtratın bozulacağını biliyordu. Kılavuzu, yol göstericisi, aydınlık ve
basireti vahiy olmadığı sürece aklın ve fıtratın korunmasının mümkün
olmadığını biliyordu.)
Felsefenin aklı, dine muhtaç olmaktan kurtardığı ya
da aklın ürünü bilimin, insanlık için Allah'ın yol göstericiliğine ihtiyaç
bırakmadığını ileri sürenler, gerçeğe ve realiteye dayanmayan sözler
söylemektedirler. Çünkü realite, hayat düzenlerini felsefi ekollere ya da
bilime dayandıran insanlık hayatının üzerine, her şeyin kapılarının açılmış
olmasına, üretim ve gelirin kat kat artmış olmasına, hayat koşullarının
rahat olmasına ve en geniş çerçevede konfor imkânlarının artmış olmasına
rağmen insanı mutsuz kılan bir hayat şekli olduğuna tanıklık etmektedir.
Ancak bunun karşıtı olarak hayatın bilgisizliğe ve başıboşluğa dayanması
mümkün değildir. Sorunu bu şekilde ortaya koyanlar art niyetlidirler. Çünkü
İslâm, insan aklını bizzat kendi yapısından kaynaklanan ayıplardan, bu
şekilde arzuların, ihtiras ve eğilimlerin baskısıyla baş gösteren
kusurlardan koruyacak güvenceleri içeren bir hayat sistemidir. Sonra insan
aklı için, bilim, marifet ve deneyim alanındaki hareketinde doğru yolda
olmasını sağlayan esasları belirler, gerekli kuralları koyar. Nitekim
İslâm'ın belirlediği bu esaslar ve kurallar, insanın -Allah'ın şeriatı
doğrultusunda- gölgesinde yaşadığı pratik hayatın dengeli bir şekilde
sürmesini de garantilemektedir. Dolayısıyla realite düşünce ve hareket
tarzını bozmasına neden olacak düzeyde baskı yapamaz olur.
Allah'ın vahyi ve yol göstericiliğinin eşliğinde
insan aklı yolunu görür, basireti açık olur. Allah'ın vahyini ve yol
göstericiliğini terk etmesi durumunda da kör olur. Peygamberin sırf vahye
başvurmasına değinmek suretiyle düşündürmek için teşvik mahiyetindeki soru
ile körlük ve basirete işaret etmeyi bir arada sunmanın, "Sadece bana
indirilen vahye uyuyorum. Hiç kör ile gören bir olur mu? Düşünmüyor
musunuz?"
Evet işaretleri bu şekilde bir arada ve Kur'an'ın
akışı içinde peş peşe sunmanın Kur'an'ın ifade tarzı içinde bir anlamı
vardır. İstenen şey düşünmedir. Bunu teşvik etmek de Kur'an'ın başvurduğu
yöntemdir. Ancak düşünme, vahyin denetimi altındadır. Çünkü ancak bu durumda
doğruyu görüp aydınlık bir ortamda hareket edebilir. Yoksa bir kılavuz, bir
yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap olmaksızın, körlüğün karanlıklarında
yuvarlanıp duran kayıtsız düşünme değildir istenen.
İnsan aklı vahyin çerçevesinde hareket ettiği zaman
dar bir alana kıstırılmış olmaz, aksine gerçekten de son derece geniş bir
ortamda hareket etme imkânı bulur. Şu varlık bütününden oluşan geniş bir
alanda hareket eder. Nitekim varlık bütünü görülen ve görülmeyen alemleri
içerdiği gibi nefislerin derinliklerini, olayların dünyasını ve tüm hayat
alanını da içermektedir. Vahiy metodda sapmanın, kötü düşüncenin, arzu ve
ihtirasların eğilimlerinin dışında insan aklını herhangi bir şeyden
alıkoymaz. Bundan sonra onu, hareket etmek ve faaliyet göstermek üzere
serbest bırakır. Yüce Allah insanoğluna bahşettiği bu büyük aracı... aklı...
İlahi vahiy ve yol göstericiliğin kontrolünde çalışıp, hareket etmesi için
bahşetmiştir. Ancak bu durumda sapıtıp azgınlaşmaz.
İSLÂM İNANCININ
NETLİĞİ
51- Rabblerin
huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'an aracılığı ile uyar. Onlar
için Allah dışında bir dost ya da aracı yoktur. Ola ki, günahlardan
sakınırlar.
52- Sırf Rabblerinin
rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma, onların
hesabından sana ve senin hesabından onlara bir şey düşmez ki, bu yüzden
onları kovarak zalimlerden olasın.
53- Kendini
beğenmişler "Allah'ın aramızdan seçerek lütfuna lâyık gördükleri bunlar
mıdır?" desinler diye biz onları işte böylece sınavdan geçirdik. Allah
şükredenleri herkesten iyi bilen değil mi?
54- Ayetlerimize
inananlar sana gelince onlara de ki: ' `Selâm size, Rabbiniz merhametliliği
üzerine görev yazdı, buna göre içinizden kim bilmeyerek bir kötülük işler de
arkasında tevbe edip kendini ıslâh ederse, hiç kuşkusuz, Allah
bağışlayıcıdır, merhametlidir. "
55- Günahkârların
yolu açıkça belli olsun diye ayetlerimizi, işte böyle, ayrıntılı biçimde
anlatıyoruz.
Bu, İslâm inancının izzetini, sahte yeryüzü
değerlerine karşı üstünlüğünü, basit beşeri ilgilerden uzaklığını
göstermektedir.
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu
dini, süsten, yaldızdan, yeryüzü değerlerinin ihtiras ve aldatıcılığından
uzak bir şekilde insanlara sunmakla emr olunmuştu. Aynı şekilde dikkatini
onlar arasında, bu davetten yararlanmak isteyenlere, onlardan içtenlikle
kabul edenlere yöneltmek. Allah'ın tarafını isteyerek, gönüllerini Allah'a
yöneltenleri korumak, bundan sonra cahiliye toplumunun sahte değerlerinden
ve basit beşeri ilgilerden herhangi bir şey ölçü edinmemekle emr olunmuştu.
Rabblerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları
Kur'an aracılığı ile uyar. Onlar için Allah dışında bir dost ya da aracı
yoktur. Ola ki, günahlardan sakınırlar."
Bununla Rablerinin huzurunda toplanacaklarından
korkanları uyar. O sırada Allah'dan başka bir yardımcı ve onları kurtaracak
bir aracı bulamazlar. Bunun nedeni, onun izni olmaksızın Allah katında
hiçbir aracının aracılıkta bulunamayacağıdır. İzinden sonra da O, yüce
Allah'ın haklarında aracılıkta bulunmasını istediğinden başkası için
aracılıkta bulunamaz. Dolayısıyla Allah'ın dışında bir dost ve aracının söz
konusu olmadığı böyle bir günün korkusuyla kalpleri ürperenleri uyarmayı,
uyarıya kulak vermeyi ve ondan yararlanmayı daha çok hak etmişler. Belki
dünya hayatındayken ahirette karşılaşacakları Allah'ın azabından
korunabilirler. Çünkü uyarı, gerçekleri ortaya çıkaran bir açıklama olduğu
gibi çeşitli ilhamlar uyandıran bir etkendir de. Korktukları ve sakındıkları
şeyi ortaya koyan bir açıklama... Kalplerini sakınmaya ve korunmaya yönelten
bir etken... Böylece kendileri için açıklama yapıldıktan sonra
sakındırıldıkları şeyleri işlememiş olurlar.
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam
O'na yalvarırlar?"
Şu, canlarını Allah yoluna koyanları, sabalı akşam
O'na kulluk etmeye, O'na dua etmeye yönelenleri, O'nun yüce zatını
isteyenleri, O'nun zatından ve hoşnutluğundan başka bir şeye itibar
etmeyenleri kovma... Bu kendini Allah'a adama, sevgi ve edep tavrıdır. Çünkü
onlardan biri kulluk ve dua ile Allah'dan başkasına yönelmez. Tamamen her
şeyden soyutlanmàdığı sürece Allah'ın hoşnutluğunu istemez. Kalbi bütünüyle
Allah sevgisiyle dopdolu olmadığı müddetçe, yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu
istemez. Allah'a karşı takınması gereken edep tavrını öğrenmeden, Allah için
ve Allah ile yaşayan bir kul olmadığı sürece, onun hoşnutluğunu isteyerek
kulluk ve dua ile yüce Allah'ı birlememiş olur.
Hikâyenin özü şu; Arapların "eşraf" takımından bir
grup, Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- fakirliklerinden dolayı
üst başları ter kokan Şuheyb, Bilal, Ammar, Habbab, Selman ve İbni Mesud
gibi kimsesiz fakirler, kucak açıyor diye İslâm çağrısını kabul etmekten
kaçınmışlardır. Bu kimsesizlerin toplumsal konumları Kureyş'in efendileriyle
aynı mecliste oturmaya yetmiyordu. Bu yüzden Kureyş'in eşraf takımı Hz.
Peygamber'den, bunları yanından uzaklaştırmasını istediler. Fakat peygamber
-salât ve selâm üzerine olsun- bunu kabul etmedi. Bu sefer kimsesiz fakirler
için ayrı bir toplantı, eşraf takımı için de aralarında şu kimsesiz
fakirlerin yer almadığı ayrı bir toplantı düzenlenmesini önerdiler. Böylece
efendilerin cahiliye toplumundaki ayrıcalıkları, özellikleri ve üstünlükleri
sürecekti. Bunun üzerine Hz. Peygamber de İslâm'a girmelerini sağlamak
amacıyla bu isteklerini kabul etme düşüncesi uyanmaya başladı, ancak
Rabbinin kesin emri gelmişti:
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam
O'na yalvaranları yanından kovma."
Müslim Sa'd b. Ebi Vakkas'dan şöyle rivayet eder,
Sa'd diyor ki, "Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- yanında altı kişi
bulunuyordu. Müşrikler Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- yanında
bulunan şu adamları uzaklaştır ki, bize karşı cüretkâr davranmasınlar"
dediler. Peygamberin yanında bulunanlardan biri bendim, biri İbni Mesut,
biri de Hüzeyl kabilesinden bir kişi, biri de Bilal idi. Bir de isimlerini
hatırlayamadığım iki adam vardı. Bunun üzerine Peygamberin gönlünde yüce
Allah'ın geçmesini istediği düşünce geçti ve kendi kendine konuştu. Bunun
üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam
O'na yalvaranları yanından kovma."
Bu eşraf takımı Peygamberi -salât ve selâm üzerine
olsun- meclisine ve himayesine aldığı şu zayıf kimseler aleyhinde birtakım
söylentiler çıkarıyor, onları kınıyor, içinde bulundukları fakirlikleri,
zayıflıkları ve efendilerin nefretine, İslâm'ı kabul etmeyişlerine eden
olan, Peygamberin meclisinde bulunmalarından ötürü kınıyorlardı. Bunun
üzerine yüce Allah bu konudaki kesin hükmünü bildirdi ve iddialarını
reddederek temelden çürüttü.
"...Onların hesabından sana ve senin hesabından
onlara bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak zalimlerden olasın."
Onların hesabı kendilerine aittir, seninki de sana.
Onların fakir oluşları da rızık konusunda belirlenen takdir gereğidir. Bu,
Allah katındaki hesaplarıdır. Bu konuyla senin bir ilgin yoktur. Aynı
şekilde senin fakir ya da zengin oluşun senin Allah katındaki hesabındır.
Onları ilgilendiren herhangi bir şey söz konusu değildir. Bu değerlerin iman
sorunu ve onun derecesi üzerinde bir etkinliği olamaz. Şayet fakirlik ve
zenginlikten dolayı onları meclisinden uzaklaştıracak olursan, bu durumda
Allah'ın ölçüsüyle ölçmemiş, onun değerleriyle değerlendirmemiş olursun.
Dolayısıyla da bu zalimlerden olursun. Hiç kuşkusuz Allah'ın peygamberi
-salât ve selâm üzerine olsun- -Haşa- zalimlerden biri olmaktan uzaktır.
Böylece cep fakiri ancak gönül zengini olanlar
peygamberin meclisindeki yerlerinde kaldılar. Toplumsal mevkileri düşük ama
Allah'la güç kazananlar, imanlarının sonucu elde ettikleri ve sırf O'nun
zatını isteyerek Allah'a yaptıkları duaların sonucu hak ettikleri
konumlarını korudular. Böylece İslâm'ın ölçü ve değerleri yüce Allah'ın
belirlediği metoda uygun olarak yerleşmiş oluyordu.
Bunun üzerine İslâm'ı kabul etmekten kaçınan
müstekbirler -büyüklük taslayanlar- büyük bir nefretle şöyle demeye
başladılar: Nasıl olur da Allah aramızda şu zayıf fakirleri iyilik için
tercih edebilir? Şayet Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
getirdiğinde bir hayır bulunsaydı, şu fakirlerin bizim önümüze geçmeleri
mümkün olmazdı. Onlardan önce Allah bizi doğru yola iletirdi. Dolayısıyla
Allah'ın bizim gibi mevki, makam sahiplerini bırakıp aramızda şu zâyıf
fakirlere iyilikte bulunması akla uygun değildir.
Kuşkusuz bu, yüce Allah'ın mal ve soyla büyüklenen,
bu dinin tabiatını insanlığa gösterdiği aydınlık ufuklu yeni dünyanın
mahiyetini kavrayamayanlar için takdir ettiği bir fitneydi. İnsanlık bu
dünyada o gün için Arapların ve bütün dünyanın yabancısı olduğu erişilmez
doruklara yükselmişti. Hiç kuşku yok ki, çeşitli isim ve görünümler
altındaki demokratik düzenler de buna son derece yabancıdırlar.
"Kendilerini beğenmişler "Allah'ın aramızdan seçerek
lütfunu layık gördükleri bunlar mıdır?" desinler diye biz onları işte böyle
sınavdan geçirdik."
Kur'an'ın akışı, eşraf takımının kınama amacına
yönelik olarak ifade ettiği soruya şu şekilde karşılık vermektedir:
"Allah şükredenleri herkesten iyi bilen değil
miydi?"
Bu cevap, birçok işareti, birçok anlamlı imayı
kapsamaktadır. Öncelikle hidayetin yüce Allah'ın doğru yola iletildikten
sonra şükredeceklerini bildiği kimseler, mükâfat olarak verdiği bir nimet
olduğu belirtilmektedir. Bununla beraber kulların şükrü hiçbir zaman bu
nimet için yeterli değildir. Ama yüce Allah kulun çabasını kabul ediyor ve
karşılık olarak da eşi bulunmayan şu göz alıcı mükâfatı veriyor.
Bir de iman nimetinin, beşeri cahiliye toplumlarında
yaygın olan basit yeryüzü değerlerinden herhangi biriyle ilgisinin söz
konusu olmadığı aksine Allah'ın bu nimeti, karşılığında şükredeceklerini
bildiği kimselere özgü kıldığı belirtilmektedir. Yoksa kişinin köle, zayıf
ve fakir oluşu önemli değildir. Cahiliye toplumlarıda insanların büyüklenme
gerekçesi yaptıkları basit yeryüzü değerlerinin Allah'ın ölçüsünde yeri
yoktur.
Bunun yanısıra, Allah'ın lütfuna itiraz edenleri, bu
itirazlarının eşyanın hakikatine ilişkin bilgisizlikten kaynaklandığı, bu
lütfun dağılışının kullardan hangisinin onu hak ettiğine ilişkin yüce
Allah'ın eksiksiz bilgisine dayandığı, yoksa şu itirazlarının cehaletten ve
Allah hakkında edepsizce davranmaktan başka bir şey olmadığı
belirtilmektedir.
Ayetlerin akışı Hz. Peygambere -salât ve selâm
üzerine olsun- Allah'ın peygamberi olarak İslâm'a öncelikle girmek suretiyle
lütfedilenlere, şu müstekbir ve eşraf takımının alay ettiği kimselere ilk
önce selâm vermesini, yüce Allah'ın kendilerinden bilmeden bir kötülük
işleyen ardından tevbe edip iyi davranışlarda bulunanın bağışlanmasında
somutlaşan rahmeti üzerine aldığını onlara müjdelemesini emrederek sürüyor:
ALLAH'IN MERHAMETİ
GENİŞTİR
"Ayetlerimize inananlar sana gelince, onlara de ki;
Selâm size, Rabbiniz merhametliliği üzerine görev yazdı, buna göre içinizden
kim bilmeyerek bir kötülük işler de arkasından tevbe edip kendini İslah
ederse; hiç kuşkusuz, Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir."
Bu iman nimetinden, hesapta kolaylıktan ve cezada
rahmetten sonra yeralan bir lütuftur. Öyle ki, yüce Allah, ayetlerine
inananlara merhamet etmeyi bir görev olarak üzerine yazdığı şeyi duyurmasını
peygamberine emrediyor. Hattâ bu rahmet, tevbe edip ardından ıslah oldukları
zaman tüm günahların bağışlanmasını kapsayacak düzeye ulaşıyor. Nitekim
bazıları cehaleti, günah işlemenin nedeni olarak yorumlamışlar. Çünkü insan
ancak cehaletten dolayı günah işler. Buna göre hüküm tevbe ettiği ve
ardından kendini ıslah ettiği sürece kişinin işlediği her kötülüğü
kapsamaktadır. Bu anlayışın hangisi olursa olsun günahdan tevbe etmesi,
ardından ıslah olması, yüce Allah'ın bir görev olarak üzerine yazdığı
merhamet sonucu, bağışlanmanın nedeni sayan başka hükümlerce de
desteklenmektedir.
Surenin bu bölümünün sunulmasını tamamlamadan önce,
bu ayetlerin hangi şartlar altında indiğine ilişkin olarak aktarılan bazı
rivayetlere ve Kur'an ayetleriyle birlikte bu rivayetlerin işaret ettiği, bu
dinin o gün için insanlığın hayatında gerçekleştirdiği olağan-üstü değişimin
hakikatine dönelim. İnsanlık bugün dahi, önceleri ulaştığı, sonradan kesin
bir şekilde geriye dönüş yaptığı bu erişilmez doruğun gerisinde
bulunmaktadır.
Ebu Cafer et-Taberi şöyle diyor: Bize Henad b.
Sırri, bize Ebu Zeyd, Esas'dan, Kardus es'Sa'lebi'den, o da İbn-i Mesud'dan
nakletti. Yanında Süheyb, Ammar, Bilal ve Habbab gibi garip müslümanlar
bulunduğu bir sırada Kureyş ileri gelenlerinden bir grup peygamberin -salât
ve selâm üzerine olsun- yanına uğrayıp şöyle dediler:
-Ya Muhammed, kavmin arasında bunlardan mı hoşnud
oldun? Bunlar mı Allah'ın aramızda lütufta bulunduğu kimseler?.. Bunları
yanından kov. Şayet onları kovarsan sana uyabiliriz. Bunun üzerine şu
ayetler nazil oldu:
Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam
O'na yalvaranları yanından kovma, onların hesabından sana ve senin
hesabından onlara bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak zalimlerden
olasın.
Kendini beğenmiş `Allah'ın aramızdan seçerek lütfuna
layık gördükleri bunlar mıdır?' desinler diye biz onları işte böyle sınavdan
geçirdik. Allah şükredenleri herkesten iyi bilen değil mi?"
Yine Taberi şöyle diyor: Bana, Hüseyin b. Amr, b.
Muhammed el-Ankazî anlattı: Bize babam anlattı: Bize Esbat, Süddi'den
anlattı, o da Ebu Said el Ezdi'den anlattı. -Bu adam Ezd kabilesinin
okur-yazarıydı- O da Ebul Kunud'dan, Habbab'ın yüce Allah'ın şu sözü
hakkında.
Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam
O'na yalvaranları yanından kovma, onların hesabından sana ve senin
hesabından onlara bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak zalimlerde
olasın.
Şöyle dediğini anlattı. Akra b. Habis Et-Temimi ve
Uyeyne b. Uyeyne b. Hısn el-Fizari gelip Peygamberi -salât ve selâm üzerine
olsun- Bilal, Süheyb, Ammar ve Habbab'la birlikte bir grup garip mü'minlerin
yanında otururken buldular. Garip mü'minleri gördüklerinde küçümsediler.
Sonra Hz. Peygambere gelip şöyle dediler: Bizim için Arapların üstünlüğümüzü
görecekleri bir meclis ayırmanı istiyoruz. Arap heyetleri yanına
geldiklerinde bizi şu kölelerle birlikte görmelerinden utanıyoruz. Bu yüzden
yanına geldiğimiz zaman bunları yanımızdan kaldır. Biz ayrıldıktan sonra
dilersen onlarla birlikte otur. Hz. Peygamber "tamam" dedi. Onlar "öyleyse
bunu yazıp bize ver" dediler. Habbab diyor ki, Hz. Peygamber, bir kâğıt
getirmelerini ve yazmak üzere Ali'yi çağırmalarını istedi. O esnada bir
köşede oturuyorduk. O esnada Cebrail şu ayeti getirdi:
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam
O'na yalvaranları yanından kovma, onların hesabından sana ve senin
hesabından onlara bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak zalimlerden
olasın.
"Kendini beğenmişler `Allah'ın aramızdan seçerek
lütfuna layık gördükleri bunlar mıdır?' desinler diye biz onları işte
böylece sınavdan geçirdik. Allah şükredenleri herkesten iyi bilen değil mi?"
Ardından:
"Ayetlerimize inananlar sana gelince onlara de ki;
Selâm size, Rabbiniz merhametliliği üzerine görev yazdı, buna göre içinizden
kim bilmeyerek bir kötülük işler de arkasında tevbe edip kendini ıslah
ederse, biç kuşkusuz, Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir."
Bunun üzerine Hz. Peygamber kâğıdı elinden bıraktı
sonra da bizi çağırdı ve şöyle dedi: "Selâm size, Rabbiniz merhametliliği
üzerine görev yazdı." Biz de onun yanında oturduk. Kalkmak isteyince de
kalktı ve yanımızdan ayrıldı. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam
ona yalvaranlarla beraber sabret. Dünya bayatının çekiciliğini isteyerek
gözlerini o kimselerden ayırma." (Kehf, 28)
Habbab diyor ki, bundan sonra Hz. Peygamber
yanımızda otururdu. Kalkması gereken saat gelince, kalkıp gitmesi için önce
biz kalkıp onu yalnız bırakırdık. (İbni Kesir tefsirinde bu hadis hakkında
şu değerlendirmeyi yapmaktadır. "Bu hadis gariptir. Çünkü bu ayet Mekke'de
inmiştir. Akra b. Habis ve Uyeyne ise Hicretten bir süre sonra müslüman
olmuşlardır "...Ben bu değerlendirmeye bir anlam veremedim. Çünkü bu sözleri
kesinlikle müslüman olmalarından önce söylemişler. Müslümanken böyle bir şey
söyleyemezdi. Dolayısıyla bu rivayetle, onların Hicretten bir süre sonra
müslüman olmaları arasında çelişki söz konusu değildir. Onlar sözleri
karşılık görmedi diye o gün İslâmdan yüz çevirmişlerdi.)
Bundan sonra Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine
olsun- onları gördüğü zaman selâmla başlar ve şöyle derdi. "Ümmetimin içinde
kendilerine selâm vermekle emr olunduğum kimseleri var eden Allah'a hamd
olsun."
Müslim'in sahihinde Aziz b. Amr'dan şöyle rivayet
edilir. Ebu Süfyan, Süheyb ve Bilal'e rastladı ve onlardan tiksindi. Bunun
üzerine onlar, "Allah'a andolsun ki, Allah'ın kılıçları onun düşmanlarından
intikam almaktan alıkonmuş değildirler" dediler. Habbab diyor ki; bunun
üzerine Ebu Bekir "Bunları Kureyş'in önderi ve efendisi için mi
söylüyorsunuz" dedi. Sonra da Hz. Peygambere gidip haber verdi. Resulullah,
"Ey Ebu Bekir, belki de onları kızdırmışsın. Şayet onları kızdırmışsan,
kuşku yok ki, Allah'ı kızdırmışsın demektir" buyurdu. Bunun üzerine Ebu
Bekir yanlarına gidip "Ey kardeşlerim sizi kızdırdım mı?" dedi. Onlar da
"Hayır, Allah seni bağışlasın, kardeşimiz" dediler.
İNANMIŞ İNSANLARIN
DEĞERİ
Şu nasların üzerinde uzun uzadıya düşünmemiz
gerekir. Aynı şekilde bütün insanlık da buna muhtaçtır. Kuşkusuz bu naslar
sırf "insan hakları" konusunda birtakım ilke, değer ve teoriyi temsil
etmemektedirler. Olay bundan çok daha büyük ve boyutludur. Bu hükümler,
insanlık hayatında fiilen gerçekleşmiş olağanüstü bir olguyu, bu dinin tüm
insanlık bazında gerçekleştirdiği geniş boyutlu değişimi temsil etmektedir.
Bir zamanlar insanlığın gerçek hayatlarında
ulaştıkları ufkun üzerindeki aydınlık çizgiyi somutlaştırmaktadır... Her ne
kadar insanlık, bu dini takip ederek sağlam adımlarla yükseldiği bu aydınlık
çizgiden geriye dönüş yapmışsa da, bu durum şu değişimin büyüklüğünden, bir
zamanlar gerçekleşen bu olgunun ululuğundan ve insanlığın pratik hayatında
fiilen çizilen bu çizginin öneminden bir şey eksiltmez. Bu çizginin çizilmiş
olmasının ve bir zaman ona ulaşılmış olmasının değeri, insanlığın bir daha,
tekrar ona ulaşmaya çalışmasındadır. İnsanlık bir kere bu çizgiye ulaşmış
olduğuna göre bu onun gücü ve imkânı dahilindedir. Çizgi, orada ufuklarda
duruyor. İnsanlık da aynı insanlık... Bu din de yine aynı dindir. Geride
kararlılık, güven ve kesin bir inanç kalıyor.
Bu hükümlerin değeri, o gün için insanlığa bütün
noktaları ve aşamalarıyla cahiliye bataklığında yükselen bir çizgi
belirlemesindedir. İslâm, Arapları bu bataklıktan çıkarmış, onları
yükselttiği erişilmez dorukların düzeyine ulaştırmıştır. Yeryüzünde
insanlığın elinden tutup bu bataklıktan çıkararak ulaştıkları zirveye
yükseltecek bir konuma getirmiştir.
Bütün insanlık gibi Arapların, cahiliye döneminde
içinde yüzdükleri iğrenç bataklık ise, Kureyş'in ileri gelenlerinin şu
sözlerinde gayet açık bir şekilde somutlaşmaktadır. "Ya Muhammed kavmin
arasında bunlardan mı hoşnud oldun? Bunlar mı Allah'ın aramızda lûtufta
bulunduğu kimseler? Biz şimdi bunlara mı uyacağız? Kov şunları yanından.
Şayet onları kovarsan belki sana uyarız"... Aynı şekilde Akra b. Habis
et-Temimi ve Uyeyne b. Hısn el-Fizarî'nin, Bilal, Süheyb, Amman Habbab ve
benzeri gariplerden oluşan peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun-
arkadaşlarını küçümsemelerinden ve Peygambere söyledikleri şu sözlerden de
iyice belirginleşmektedir: "Bizim için, Arapların üstünlüğümüzü görecekleri
bir meclis ayırmanı istiyoruz. Arap heyetleri yanına geldiklerinde bizi şu
kölelerle birlikte görmelerinden utanıyoruz.
Burada cahiliye iğrenç görünümü, komik ölçüleri ve
basit değerleriyle belirginleşmektedir. Soy ve ırk taassubu... Malı ve
sınıfsal farklılıklar gibi birçok değerler... Şu adamların bir kısmı Arap
değildi. Bir kısmı da eşraf takımından değildi. Aralarında servet sahibi bir
kimse de yoktu. Her cahiliye toplumunda geçerli olan günümüz cahiliye
toplumlarının ırk, renk ve sınıf çığırtkanlıkları arasında bunların üzerine
çıkamadığı aynı değerler...
Bu, cahiliye bataklığı... Erişilmez dorukta ise
İslâm yer alıyor. İslâm şu komik değerler, şu basit hedefler ve şu kof
çığırtkanlıklar için ölçüler koymaz. O gökten inmiştir, yerden bitmiş
değildir. Çünkü yeryüzü bataklığı kendisidir. Şu garip, yeni ve ulu bitkiyi
yetiştirmesi mümkün olmayan bataklık. İslâm, buyrukları uygulanan bir
dindir. İlk uygulayan da Muhammed -salât ve selâm üzerine olsundur.
Kendisine gökten vahiy gelen, Allah'ın peygamberi Muhammed... Bundan önce
Haşimoğulları'nın gözdesi, Kureyş'in zirvesi Muhammed... Sonra Ebu Bekir "şu
kullar" hakkındaki İslâm'ın buyruğuna uyuyor. Allah'ın peygamberinin
arkadaşı Ebu Bekir... Evet şu kullar... Herkesin ve her şeyin kulluğundan
sıyrılıp tek başına Allah'a kul olanlar. Nitekim yukarıda anlatılanlar bu
kullara ilişkindi...
Nasıl ki, cahiliyenin iğrenç bataklığı, Kureyş'in
ileri gelenlerinin sözlerinde, Akra ve Uyeyne'nin düşüncelerinde
belirmektedir ise, aynı şekilde İslâm'ın erişilmez zirvesi de yüce Allah'ın
peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun yönelik buyruğunda
somutlaşmaktadır.
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam
O'na yalvaranları yanından kovma, onların hesabından sana ve senin
hesabından onlara bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak zalimlerden
olasın."
"Kendini beğenmişler `Allah'ın aramızdan seçerek
lûtfuna layık gördükleri bunlar mıdır?' desinler diye biz onları işte
böylece sınavdan geçirdik. Allah şükredenleri herkesten iyi bilen değil
midir?"
"Ayetlerimize inananlar sana gelince onlara de ki,
`Selâm size, Rabbiniz merhametliliği üzerine görev yazdı, buna göre
içinizdén kim bilmeyerek bir kötülük işler de arkasından tevbe edip kendini
ıslah ederse, hiç kuşkusuz, Allah bağışlayıcıdır' merhametlidir."
İslâm'ın bu erişilmez zirvesi, Peygamberi -salât ve
selâm üzerine olsun- "şu kullar"la olan ilişkilerinde belirginleşmektedir.
Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalip b. Haşim, -bundan başka- Allah'ın
Peygamberi, O'nun yarattıklarının en hayırlısı ve hayatı şereflendiren
varlıkların en üstünü olduğu halde, yüce Allah'ın onlarla konuşmaya selâmla
başlamasını, onların yanında sabretmesini, onlar kalkmadıkça kendisinin
kalkmamasını emrettiği peygamber...
Sonra bu zirve, "şu kulların" Allah katındaki kendi
konumlarına, kendi kılıçlarına bakışlarında ve onları "Allah'ın kılıçları"
olarak değerlendirişlerinde, İslâm'ın en sıkıntılı günlerinde öne geçip
İslâm'ı kabul edişlerinden dolayı kendilerini saffın en ön sıralarına
geçirmelerinde belirginleşmektedir. Yine fetih yılında müslüman olup Hz.
Peygamber tarafından bağışlanmış olmasından dolayı, Ebu Sufyan'ı İslâm
saffının gerisine ittikten başka Kureyş'in bu ulusu ve efendisi hakkında
sarf ettikleri sözlerden dolayı onları azarlayan Ebu Bekir'in arkadaşı Hz.
Peygamber tarafından "şu kulları" kızdırmaktan sakındırmasında ortaya
çıkmaktadır. Çünkü böyle bir durumda Allah'ı kızdırmış olacaktır. Aman
Allah'ım... Hiçbir değerlendirme bu olayı ifade edecek düzeye ulaşamaz.
Bizim de sadece aktarmak geliyor elimizden Ebu Bekir gidiyor, Allah'ı hoşnut
etmek için o "kulları" hoşnut etmeye çalışıyor. "Ey kardeşlerim yoksa sizi
kızdırdım mı?" diyor. Onlar da "Hayır kardeşim, Allah seni bağışlasın"
diyorlar.
Bu nasıl bir şeydir ki, insanlığın hayatında bu
derece dehşet verici bir şekilde gerçekleştirmiştir? İnsanların pratik
hayatlarında tamamlanan bu derin inkılab nasıl bir şeydir?.. Yeryüzü aynı
yeryüzü, ortam aynı ortam, ekonomi aynı ekonomi ve her şey olduğu gibi yerli
yerinde durduğu halde, değerlerde, sistemlerde, duygu ve düşüncelerde aynı
anda meydana gelen bu değişim nedir acaba?.. İnsanlardan birine gökte vahiy
geliyor. Bu vahiyde Allah katından bir güç vardır. Üzerinde birikmiş
tortuların ötesinden hitab ediyor insan fıtratına. Şu bataklıkta
bocalayanlara yöneliyor. Onları yol boyunca erişilmez doruklara, yükseğe,
daha yükseğe, oraya İslâm'ın katına çıkmaya teşvik ediyor.
Sonra insanlık bu erişilmez doruklardan geriye
dönüyor ve tekrar bataklığa yuvarlanıyor. Bir kez daha New York'da,
Washington'da, Chicago'da, Johannesburg'da ve uygarlık (!) dünyasının bunlar
dışındaki diğer yörelerinde, o kokuşmuş taassuplar, ırk ve renk taassupları
hortluyor. Orada, burada milliyetçilik, ırkçılık ve sınıfçılık taassubu
yükseliyor. Bu iğrenç taassupların kokusu da hiç eksik olmuyor.
Ama İslâm orada, zirvede duruyor. İnsanlığın
ulaştığı o aydınlık çizgiyi çizdiğinden beri... İslâm orada yüce Allah'dan
insanlığa yönelik bir rahmet olarak duruyor. Olabilir ki, insanlık
ayaklarını çamurdan çıkarır, dikkatlerini topraktan kurtarıp yukarıya
yöneltir. Bir kez daha o aydınlık çizgiyi görür. Yine bu dinin çağrısına
kulak verir, İslâm'ı takip ederek bir daha o göz alıcı doruklara yükselir.
Bu tefsirde takip ettiğimiz metodun sınırları içinde
bu açıklamadan daha fazlasını yapamıyoruz, uzun uzadıya üzerinde
duramıyoruz. Yalnız tüm insanlığı bu ayetler ve anlamları üzerinde düşünmeye
çağırıyoruz. Bu çağrıyı insanlık tarihinde İslâm'ın izinde cahiliyenin
aşağılık bataklığından, o erişilmez, göz alıcı doruğa yükselirken
belirginleşen o düzeyi görmeye çaba sarf etmesi için yapıyoruz. Ancak
insanlık göz kamaştırıcı doruklara ulaştıktan sonra, ruh ve inançtan yoksun
"materyalist uygarlığın" teşvikleriyle aşağılara doğru yuvarlanmıştır. Aynı
şekilde Allah'ın hayat metodundan ve yol göstericiliğinden uzak olarak
insanın kendi kendine ortaya koyduğu tüm deneyimler, ekoller, rejimler,
hayat düzenleri, ideoloji ve düşünceler başarısızlığa uğradıktan sonra
İslâm'ın yeniden onu nereye ulaştıracağını kavramaya çalışmasını istiyoruz.
Evet, yukarıda saydıklarımız, insanlığı yeniden o zirveye ulaştırmak,
insanın sahip olduğu haklarını bu denli parlak bir şekilde garantilemek, bu
müthiş inkılâbı gerçekleştirirken gönüllere huzur akıtmak hususunda
başarısızlığa uğramışlardır. Oysa İslâm, katliamlara girişmeden, işkenceye
başvurmadan, temel özgürlükleri askıya alacak istisnai uygulamalara gerek
duymadan, korkusuz, telaşsız, kimseyi ezmeden, açlık ve fakirliğe meydan
vermeden, insanları koyduğu ve içinde Allah'dan başka bazısının bazısına
kullukta bulunduğu, aşağılık sistemlerin gölgesinde insanların giriştiği
değişikliklerde karşılaşılan tipte bir engelle karşılaşmadan insanlığı
değiştirmişti:
Burada, bu kadarı bizim için yeterlidir. Bizzat
ayetlerin fışkırttığı ve aydınlık gönüllere akıttığı güçlü ve derin
işaretler yeterlidir.
YOLLARIN
BELİRGİNLEŞMESİ
"Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye
ayetlerimizi işte böyle, ayrıntılı biçimde açıklarız."
Peygamberlik ve peygamberin tabiatını bu denli net
ve açık bir şekilde sunduğu gibi bu inancı her türlü süsten, yaldızdan
arındırmış bir şekilde sunan, bu inancın insanlık hayatından söküp atmak
için geldiği değer ve ölçülerle, yerleştirmek için geldiği değer ve ölçüleri
birbirinden ayıran bu bölümü sunar...
"Ayetlerimizi işte böyle ayrıntılı biçimde
açıklarız."
Böyle bir metod ve yol takip ederek böyle bir
açıklama ve ayrıntıya başvurarak... Bu gerçek hakkında bir kuşku ve bu
konuda bir kapalılık bırakmayan ayetleri açıklarız... Bundan sonra mucize
istemeye gerek kalmaz. Çünkü Kur'an'ın akışında, şu örneği sunulan bu metod
aracılığıyla gerçek son derece açıktır, konu gözler önündedir.
Bununla beraber, surenin içinde hidayet kanıtlarına
ve imanın belirtilerine ilişkin olarak geçen tüm ayrıntılar, gerçeklere
ilişkin tüm açıklamalar ve pratik hayata ilişkin tüm mesajlar, yüce Allah'ın
şu sözünün kapsamına girmektedir. "Ayetlerimizi işte böyle ayrıntılı biçimde
açıklarız."
Bu kısa ayetin sonu ise:
"Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye!.."
Oldukça ilginç bir şey... Bu, Kur'an metodunun inanç
ve inançla hareket etmeye ilişkin stratejisini gözler önüne sermektedir.
Kuşkusuz bu metod, salih mü'minler yolunun açıkça belli olması için sırf
gerçeğin açıklanıp ortaya konmasını amaçlamaz. Bunun yanısıra, günahkâr
sapıkların yolunun açıkça belli olması için batılın açıklanıp ortaya
konmasını da amaçlamaktadır. Çünkü günahkârların yolunun açıkça belli
olması, mü'minlerin yolunun açık seçik belli olması için bir zorunluluktur.
Bu kural, yol ayrımını belirleyen bir çizgi konumundadır.
Kuşkusuz bu hareket metodu, insanlığın kendisiyle
hareket etmesi için yüce Allah tarafından belirlenen metoddur. Çünkü yüce
Allah, gerçeğe ve hayra ilişkin katışıksız inancın oluşmasının karşıt
tarafı, batıl ve kötülüğü görmeyi, bunun katışıksız batıl ve baştan sona
kötülük olduğunu, aynı şekilde bunun da katışıksız gerçek ve baştan sona
hayır olduğunu vurgulamayı gerektirdiğini biliyor. Nitekim hak uğruna önce
atılma gücü sırf hak taraflarının kendilerinin haklı olduğunun bilincinde
olmasından kaynaklanmaz. Aynı şekilde kendilerine düşmanlık besleyenlerin,
kendileriyle savaşa tutuşanların batıl ehli olduğunun ve yüce Allah'ın bir
başka ayette her peygambere onlardan düşmanlar kıldığını belirttiği
suçluların yolunu takip ettiklerinin bilincinde olmasından da kaynaklanır:
"Böylece her peygamber için suçlulardan bir düşman kıldık." (Furkan: 31)
Böylece hem peygamberin hem de mü'minlerin
gönüllerinde kendilerine düşman olanların suçlular oldukları düşüncesinin
sağlam, açık ve kesin bir şekilde yer etmesi amaçlanmaktadır.
Küfrün, kötülüğün ve suçluluğun açığa çıkarılması
imanın, hayrın ve iyiliğin netleşmesi için zorunludur. Suçluların yolunun
açık seçik belli olması ayetlere ilişkin ilahı açıklamanın hedeflerinden
biridir. Çünkü suçluların konumları ve yollarına ilişkin olarak beliren
herhangi bir karanlık nokta ve kuşku, mü'minlerin konumlarına ve yollarına
yansır. Çünkü bunlar birbirlerine karşı duran iki sayfa, birbirlerine aykırı
iki yoldurlar. Bu yüzden renklerin ve çizgilerin açığa kavuşması
kaçınılmazdır.
Bundan dolayı, her İslâm'ı hareketin mü'minlerin
yolunu ve suçluların yolunu belirlemekle işe koyulması gerekmektedir.
Mü'minlerin yolunu ve suçluların yolunu tanımlamak ve mü'minlerin ayırıcı
özellikleriyle suçluların ayırıcı özelliklerini belirlemekle başlamalıdır.
Ama realiteler dünyasında, teoriler dünyasında değil. Böylece İslâm
davasının mensupları, yollar birbirine benzemeyecek, mü'minlerle suçlular
arasındaki işaret ve çizgiler birbirine girmeyecek şekilde mü'minlerin yolu,
hareket metodu ve belirtileri ile suçluların yolu, hareket metodu ve
belirtileri belirlendikten sonra çevrelerindeki insanlardan hangisinin suçlu
müşrik olduğunu bilmiş olurlar.
İslâm Arap Yarımadası'nda müşriklerle karşı karşıya
geldiği günlerde bu belirginlik ortaya konmuş ve bu netlik eksiksiz bir
şekilde gerçekleşmişti. Salih müslümanların yolu Allah'ın peygamberi -salât
ve selâm üzerine olsun- ve beraberindekilerin yoluydu. Suçlu müşriklerin
yolu ise onlarla birlikte bu dine girmeyenlerin yoluydu. Bu belirgin ve
netliğin yanında, suçluların yolu açık, seçik belli olsun diye Kur'an iniyor
ve bu surede örnekleri geçtiği şekilde yüce Allah ayetleri yanıtlı biçimde
açıklıyordu.
İslâm'ın şirk, putperestlik, Allah tanımazlıkta,
semavi bir temele dayanmakla beraber beşeri tahrifatların değiştirip bozduğu
değişik tahrif olmuş dinle karşılaştığı sıralarda... Evet, İslâm'ın bu
gruplar ve akımlarla karşılaştığı sıralarda salih mü'minlerin yolu ile kâfir
ve suçlu müşriklerin yolu açık açık gözler önündeydi. Birbirlerine
karışmalarına imkân yoktu.
Ancak bugün için gerçek İslâmî hareketlerin karşı
karşıya kaldığı sorun, bunlardan hiçbiri değildir. Sorun, müslüman
sülalelerden gelen milletlerin, Allah'ın dininin egemen olduğu ve onun
şeriatının hükmettiği zamanlarda İslâm yurdu olan ülkelerin varlığında
somutlaşmaktadır. Sonra bu ülkeler ve milletler gerçek İslâmî hayattan
uzaklaştırıp isim olarak ilân ediyorlar. İnanç açısından İslâmî din olarak
benimsediklerini sanmalarına rağmen inanç ve realite olarak İslâm'ın
prensiplerini inkâr ediyorlar. Çünkü İslâm, Allah'dan başka ilâh olmadığına
şahitlik etmektir. Allah'dan başka ilâh bulunmadığına şahitlik ise, yüce
Allah'ın tek başına evrenin yaratıcısı olduğuna ve orada dilediği gibi
tasarrufda bulunduğuna, kulların ibadet kastı taşıyan davranışlarını ve
hayatla ilgili eylemlerini sadece O'na sunacaklarına, kulların yasalarını
sadece ondan edineceklerine, hayatlarına ilişkin konularda tek başına O'nun
hükümlerine boyun eğeceklerine inanmakta somutlaşmaktadır. Kim -bu anlamda-
Allah'dan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etmezse, hiçbir zaman şehadet
getirmemiş ve İslâm'a girmemiş demektir. Adı, lâkabı ve soyu ne olursa
olsun... Hangi bölgede -bu anlamda- Allah'dan başka ilâh bulunmadığına
şahitlik etme gerçeği gerçek:eşmezse, o bölge hiçbir zaman Allah'ın dinini
din edinmemiş ve asla İslâm'a girmemiş demektir.
Bugün yeryüzünde isimleri müslüman ismi, kendileri
de müslüman bir sülaleden gelen milletler vardır. Yine bir zamanlar İslâm
yurdu olan birtakım ülkeler vardır. Ancak bu milletler, günümüzde -bu
anlamda- Allah'dan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etmedikleri gibi bu
ülkeler de, bu anlamın gereği olarak günümüzde Allah'ın dinini din
edinmiyorlar...
İşte gerçek İslâmî hareketlerin bu ülkelerde bu
milletlerle karşılaşırken önüne çıkan büyük zorluk budur. Bu hareketlerin
karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk bir yandan "Allah'dan başka ilâh
yoktur" ilkesinin ve İslâm'ın anlamının etrafını, diğer yandan şirk ve
cahiliye anlamlarının etrafını kuşatan belirsizlik, kapalılık ve
karışıklıktır.
Bu hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük
zorluk salih müslümanların yolu ile suçlu müşriklerin yolunun açık açık
belli olmaması, işaret ve özelliklerin karışması, isim ve sıfatların
birbirine girmesi, yolların ayrılış noktasını seçemeyecek kadar bir
şaşkınlığın egemen olmasıdır.
İslâmî hareketlerin düşmanları bu gediği çok iyi
biliyorlar. Bu yüzden gediğin biraz daha genişlemesi, sorunun laçkalaşması,
birbirine girip karmakarışık olması için yoğun çaba sarf etmektedirler. Öyle
ki, gerçek sözü açıkça söylemek insanı, alnından ve ayaklarından bağlayan
bir töhmete düşürür. "Müslümanları tekfir ediyorlar" töhmetine... İslâm ve
küfür konusunda hüküm verme, bu konuda insanların örf ve geleneklerine
başvurma sorununa dönüşür, yüce Allah'ın ve peygamberinin -salât ve selâm
üzerine olsun- sözlerine değil.
İşte en büyük zorluk budur. Her nesilden Allah
davasının taraftarlarının aşması zorunlu olan bir engeldir bu.
İnsanları Allah'ın yoluna davet edenler, gerçek
kesin sözü söyleme konusunda uzlaşmaya, yağcılığa yeltenmemelidirler.
İçlerinde bir korku ve endişe duymamalıdırlar. Kınayanın kınamasından ya da
"Bakın, müslümanları tekfir ediyorlar" diye bağıran çığırtkanlardan
etkilenmemelidirler.
Kuşkusuz birtakım aldanmışların sandığı gibi
İslâm'ın böyle bir ciddiyetsizlik, bu tür bir cıvıklıkla ilgisi yoktur.
İslâm açık seçik ortadadır, küfür de öyle... İslam vurguladığımız anlamda
Allah'dan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etmektir. Kim bu şekilde
şahitlik etmezse ve onu hayatta bu şekilde uygulamazsa, onun hakkındaki
Allah ve peygamberinin hükmü şudur: Bu adam kâfirdir zalimdir, fasıktır,
suçludur...
"Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye
ayetlerimizi, işte böyle ayrıntılı biçimde açıklıyoruz."
Evet, Allah'a davet edenler bu engeli aşmak
zorundadırlar. Bütün enerjilerini, bir şüpheye kapılmadan, bir kapalılığa
takılmadan ve karışıp ciddiyetini kaybetmeden Allah yolunda harcamaları için
vicdanlarında bu açıklığı gerçekleştirmelidirler. Çünkü kendilerinin kesin
olarak müslüman olduklarına, yollarına çıkanların, engel olanların,
insanları Allah'ın yolundan alıkoyanların suçlular olduklarına içtenlikle
inanmadıkları sürece bütün enerjilerini davâ uğruna harcayamazlar. Bu işin
bir iman-küfür meselesi olduğuna, kendileriyle milletlerinin yol ayrımında
olduklarına, kendileri bir inanç sistemine milletlerinin başka bir inanç
sistemine, kendilerinin bir dine, milletlerinin bir başka dine mensup
olduklarına kesin bir şekilde inanmadıkları sürece yolun zorluklarına
direnmeleri, dayanmaları mümkün olmayacaktır:
"Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye
ayetlerimizi, işte böyle ayrıntılı biçimde açıklıyoruz."
... Ve hiç kuşkusuz ulu Allah doğru söylüyor.
İLAHLIK GERÇEĞİ
Bu mesajda yeniden "ilâhlık gerçeği"ne
dönülmektedir. Peş peşe gelen ayetlerin akışı içinde yeralan, geçen dalgada
da "Peygamberlik ve Peygamber" gerçeği yer alınıştı. Geçen bölümün sonunda
anlattığımız gibi, suçluların yolu ile müminlerin yolunun açıklanması da
ayetlerin akışında ele alınmıştı.
Bu mesajda, "ilâhlık gerçeği" birçok taraftan
belirginleşmektedir. Kur'an ayetlerinin sunuluşu esnasında ayrıntılı bir
şekilde açıklamadan önce bunu burada özetleyelim!
Bu gerçek, Resulullah (s.a.s)'ın gönlünde
belirginleşmektedir. Çünkü O, içinde Rabbinden sunulmuş bir kanıt buluyordu.
Ve ona pürüzsüz inanıyordu. Yalanlayanların yalanlaması onu sarsmıyordu. Bu
yüzden kendisini tamamen Rabbine adıyordu. Onların sapıklığından ve
kendisinin doğru yolda oluşundan emin olarak kavmine karşı kesin tavrını
takınıyordu.
-De ki; "Sizin Allah dışında yalvardığınız ilâhlara
tapmak bana yasaklandı." De ki; "Ben sizin keyfi arzularınıza uymam, uyarsam
sapıtmış, doğru yolda gidenlerden olmamış olurum."
-De ki; "Ben Rabbimden gelen kesin bir delile
dayanıyorum, siz ise onu yalanladınız. Bir an önce gerçekleşmesini
istediğiniz azap da benim yetkimde değildir. Egemenlik Allah'ın
tekelindedir. O gerçeği açıklar ve O ayırd edici hükmü verenlerin en
hayırlısıdır."
"İlahlık gerçeği, yalanlayanlara karşı yüce Allah'ın
süre tanımasında ve yalanlamaları durumunda -evrende yürürlükte olan sünneti
uyarınca- azap etmede acele etmemek için maddi isteklerine karşılık
vermeyişinde belirginleşmektedir. Kuşkusuz yüce Allah bu isteklerini yerine
getirebilirdi. Ayrıca meydana gelmesini sabırsızlıkla istedikleri şey
Resulullah (s.a.s)'ın yapabileceği bir şey olsaydı, bunu yapmaktan geri
kalmayacaktı. Çünkü onlardan ve mesajını yalanlamalarından büyük sıkıntı
duyuyordu. O halde onlara bu şekilde süre tanınmış olması yüce Allah'ın
ilminin ve rahmetinin bir belirtisidir. Aynı şekilde ilâhlığının iyice açığa
çıktığı bir alandır da.
De ki; "Eğer bir an önce gerçekleşmesini istediğiniz
azap, benim yetkimde olsaydı, aramızdaki mesele çoktan çözümlenmiş olurdu."
Allah, zalimleri herkesten iyi bilir."
"Bu gerçek", yüce Allah'ın gaybı bilmesinden ve bu
bilgisinin varlık aleminde olup biten her şeyi kuşatmış olmasından da açığa
çıkmaktadır. Hem de sadece Allah için olabilecek bir biçimde ve ancak O'nun
tasvir edebileceği bir şekilde!
"Gayb'ın anahtarları Allah'ın katındadır, onu yalnız
O bilir. Mutlaka O'nun bilgisi altında dalından düşen her yaprak, yerin
karanlık derinliklerindeki her tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir
kitaptadır."
"Bu gerçek", yüce Allah'ın insanlar üzerindeki
egemenliğinde ve uyku-uykusuzluk, ölüm-canlılık gibi dünya ve ahiretteki
kullarının her türlü durumu üzerindeki tartışmasız hükümranlığında
belirginleşmektedir:
- Sizi geceleyin öldüren ve gündüzleyin neler
yaptığınızı bilen O'dur. Sonra, O sizi gündüzleyin diriltir, belirli hayat
süreniz dolsun diye, sonra O'nun huzuruna döneceksiniz de O, yapmış
olduklarınızı size haber verecektir.
-O, kulları üzerinde kesin egemendir. Size koruyucu
melekler gönderir. Sonunda birinize ölüm gelince elçilerimiz hiçbir görev
kusuru yapmaksızın onun canını alırlar.
-Sonra o canlar gerçek sahipleri olan Allah'a
götürülürler. İyi biliniz ki, egemenlik yalnız O'nun tekelindedir ve hesap
görenlerin en çabuğudur.
Bu gerçek, herhangi bir korkuyla karşı karşıya
kaldıkları zaman onu gidermesi için Allah'tan başkasını çağırmayışlarıyla
bizzat yalanlayanların fıtratında belirginleşmektedir. Buna rağmen onlar
yine de ortak koşmaktadırlar. Zararı gidermesi için yalvardıkları yüce
Allah'ın, hiç kimsenin engel olamayacağı çeşitli azapları kendilerine
tattırabileceğini unutuyorlar:
-De ki; "Sizi karanın ve denizin karanlıklarından
kurtaran kimdir? Ki O'na -Eğer bizi bu zor durumdan kurtarırsa kesinlikle
şükredenlerden olacağız diye açıktan ya da gizlice yalvarırsınız.
- De ki; "Sizi bu zor durumdan ve bütün
sıkıntılardan kurtaran Allah'dır. Sonra da O'na ortak koşuyorsunuz!"
De ki; "O, size üstünüzden ya da ayaklarınızın
altından azap göndermeye veya düşman gruplara ayırarak size birbirinizin
hıncını, birbirinizin terörünün acısını tattırmaya kadirdir. Ola ki anlarlar
diye, ayetlerimizi çeşitli açılardan nasıl açıkladığımızı görüyor musunuz?
56- De ki; "Sizin
Allah dışında yalvardığınız ilâhlara tapmak bana yasaklandı. " De ki; "Ben
sizin keyfi arzularınıza uymam; uyarsam sapıtmış, doğru yolda gidenlerden
olmamış olurum. "
57- De ki; "Ben
Rabbimden gelen kesin bir delile dayanıyorum, .siz ise onu yalanladınız. Bir
an önce gerçekleşmesini istediğiniz azap da benim yetkimde değildir.
Egemenlik ,Allah'ın tekelindedir. O gerçeği açıklar ve O ayırd edici hükmü
verenlerin en hayırlısıdır. "
58- De ki; "Eğer bir
an önce gerçekleşmesini istediğiniz azap benim yetkimde olsaydı, aramızdaki
mesele çoktan çözümlenmiş olurdu. " Allah, zalimleri herkesten iyi bilir.
Bu dalga, birçok yönden insan gönlünü "ilâhlık
gerçeği" ile yüzyüze getiren değişik melodilerde somutlaşan duygulandırıcı
etkenleri bünyesinde toplamaktadır. Bu derin etkenler arasında, Rabbinin
kendisine vahyettiğini duyurması, bunun dışında başka bir şey yapamayacağını
belirtmesi, ondan başkasına uyamayacağını ve başkalarından ilham
alamayacağını bildirmesi için peygamberimize yönelik şu tekrarlanan melodi
yer almaktadır: "De ki... De ki... De ki..."
Yüce Allah Peygamberine, müşriklerin Allah'dan başka
yalvardıkları, dolayısıyle Allah'a eş koştukları kimselere kulluk yapmaktan
Rabbi tarafından alıkonduğunu belirtmesini emretmektedir. Çünkü Resulullah
(s.a.s) onların arzularına uymaktan alıkonmuştur. Kuşkusuz onlar Allah'dan
başka dua ettiklerine, bir bilgiye ya da gerçeğe dayanmaksızın arzularına
uyarak dua etmektedirler. Şayet Peygamber (Allah'ın selâmı üzerine olsun)
onların bu arzularına uyacak olursa, kuşkusuz sapıtacaktır, doğru yolu
bulması mümkün olmayacaktır. Arzuları ne onu, ne de kendilerini sapıklıktan
başka bir şeye yöneltmeyecektir.
Yüce Allah, Peygamberine (Allah'ın selâmı üzerine
olsun) müşrikleri bu şekilde karşılamasını ve daha önce bu surede benzerini
emrettiği gibi onlara karşı kesin tavırlı olmasını emretmektedir. Yüce Allah
şöyle buyurmuştu:
- De ki; "En büyük şahitlik kiminkidir?" De ki;
"Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'an, gerek sizi, gerekse
ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi, sizler Allah ile birlikte
başka ilâhlar olduğuna mı şahadet ediyorsunuz?" De ki; "Ben buna şahadet
etmem". De ki; "O tek bir ilâhdır ve ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan
uzağım." (En'am Suresi: 19)
Müşrikler, Resulullah'ı kendi dinlerine uymaya
çağırıyorlardı. Onlar da onun dinine uyacaklardı. Şayet tanrılarına secde
edecek olursa, onlar da onun ilahına secde edeceklerdi. Bütün bunlar
olabilirmiş gibi! Şirk ile İslâm bir kalpte barınabilirmiş gibi! Ve sanki
Allah'a kulluk, O'ndan başkasına kulluk yapmakla birlikte yerine
gelebilecekmiş gibi! Oysa yüce Allah, kullarından kulluğu sadece kendisine
özgü kılmalarını istemektedir. Herhangi bir şekilde ondan başkasına kullukla
karıştırdıkları zaman, kendisine yönelik kulluklarını kabul etmeyeceğini
belirtmektedir.
Her ne kadar Resulullah (s.a.s) Allah'dan başka dua
edilen ve üstün tutulan herhangi bir şeye kulluk yapmaktan alıkonuluyorsa
da, 56. ayette geçen ellezine (= kimseler) kelimesi üzerinde durulmayı
gerektirmektedir. Çünkü ellezine ( = kimseler) kelimesi, akıl sahibi
canlılar için kullanılmaktadır. Şayet ayette putlar, heykeller ve benzeri
şeyler kastedilmiş olsaydı "ellezine" (= kimseler) deyimi yerine, "Ma" (=
şeyler) deyimi kullanılacaktı. O halde "ellezine" ( = kimseler) deyimiyle
-put, heykel ve benzeri şeylerin yanında- başka bir türün kastedilmiş olması
gerekmektedir. "Ellezine" (= kimseler) zamiri ile akıl sahibi bir tür ifade
edilmiş olsa gerektir. Ayetin anlamında daha çok akıl sahipleri
kastedildiğinden, çoğunlukla da akıl sahiplerinin sıfatıyla
nitelendirilmiştir. Bu anlayış bir yandan realiteye, öte yandan burada
anlatılan İslâmî terimlere uygun düşmektedir.
Realite açısından baktığımızda, müşriklerin sadece
putları ve heykelleri Allah'a ortak koşmadıklarını görürüz. Bunların yanında
cin, melek ve insanları da ortak koşuyorlardı. Onların fert ve toplum için
kanun koyma yetkisini tanımaktan başka bir şekilde insanları Allah'a ortak
koşmaları söz konusu değildi. Bu insanlar birtakım kurallar belirliyor,
gelenekler meydana getiriyorlardı. Aralarındaki anlaşmazlıklarda gelenek ve
görüşlerine göre hükümler koyuyorlardı.
Bu noktada sorunun İslâmî terimler açısından ele
alınmasına geliyoruz. İslâm bunu şirk kabul eder. İnsanların insanlara
ilişkin konularda hükümler koymasını ilâhlık, diğerlerinin onlara
yaklaşımını da Allah'a eş koşma olarak nitelendirir. İslâm bunu da put ve
heykellere secde edilmesini yasakladığı gibi yasaklamıştır. İslâm
geleneğinde ikisi de birdir; Allah'a ortak koşmak, O'nun benzerinin olduğunu
iddia etmektir.
Ardından ikinci mesaj yer almaktadır. Bu da birinci
mesaja bağlı ve onun bütünleyicisi konumundadır.
- De ki; Ben Rabbimden gelen kesin bir delile
dayanıyorum, siz ise onu yalanladınız. Bir an önce gerçekleşmesini
istediğiniz azap da benim yetkimde değildir. Egemenlik Allah'ın
tekelindedir. O gerçeği açıklar ve O ayırd edici hükmü verenlerin en
bayırlısıdır.
Bu da yüce Allah'ın peygamberine, içindeki derin ve
net inancı, iç dünyasındaki açık kanıtı ve Rabbine; O'nun varlığına,
birliğine ve kendisine yönelik vahyine ilişkin vicdanında yer eden derin
duyguyu, Rabblerini yalanlayan müşriklerin yüzüne haykırmasını emretmesine
ilişkindir. Bu da her peygamberin Rabbinden edindiği bilinçtir. Bu bilinci
şu ifade veya benzeri ifadelerle dile getirmişlerdir.
Nuh (Allah'ın selâmı üzerine olsun) bu bilinci; "De
ki; ey kavmim, Rabbimin katından bir delilim bulunsa ve bana yine katından
bir rahmet vermiş ancak bunlar sizden gizlenmiş olsa, söyleyin bana,
hoşlanmadığınız halde zorla sizi bunlara mecbur mu ederiz?" (Hud, 28)
şeklinde ifade etmiştir.
Bu konuyla ilişkili olarak Salih (Allah'ın selâmı
üzerine olsun) şöyle demektedir:
"De ki; ey kavmim eğer Rabbimden bir belgem olur ve
bana rahmet eder de ben O'na baş kaldırırsam, söyleyin, Allah'a karşı bana
kim yardım eder? Bana zararımı arttırmaktan başka bir şey yapamazsınız...
"(Hud Suresi: 63)
Bu bilinci, İbrahim (Allah'ın selâmı üzerine olsun)
şöyle dile getirmektedir:
- Kavmi onunla tartışmaya girişti, bunun üzerine
onlara dedi ki; "Allah beni doğru yola iletmişken sizler, O'nun hakkında
benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Ben O'na koştuğunuz ortaklardan
korkmam. Meğer ki, Rabbim hakkımda bir şey dilemiş olsun. Rabbimin bilgisi
her şeyi kuşatmıştır. Halâ düşünmüyor musunuz?" (En'am Suresi: 80)
Yakup (Allah'ın selâmı üzerine olsun) da şöyle dile
getirmektedir bu bilinci:
"Müjdeci gelip gömleği Yakub'un yüzüne bırakınca,
hemen gözleri açıldı. Bunun üzerine Yakub, "Ben size Allah katından
bilmediğinizi biliyorum dememiş miydim? dedi." (Yusuf Suresi: 96)
Bu, yüce Allah'ın gönüllerinde bu gerçeği ortaya
çıkardığı dostlarının kalplerinde beliren "ilâhlık gerçeği"dir. Onu
içlerinde hazır buluyorlar. Bu açık gerçeği derinden hissediyorlar.
Gönüllerinde bu gerçeğe olan kesin inanç coşmaktadır. Bu yüce Allah'ın
peygamberine, yalanlayan müşriklerin yüzüne karşı haykırmasını emrettiği
gerçektir. Bu müşrikler peygamberin Rabbinden getirdiği gerçeği doğrulamak
için mucizeler istiyorlardı. Oysa peygamber bu gerçeği gönlünün
derinliklerinde tam ve açık olarak hissediyordu.
De ki; "Ben Rabbimden gelen kesin bir delile
dayanıyorum." Siz ise onu yalanladınız.
Aynı şekilde onun Allah tarafından gönderildiğini
doğrulamak için üzerlerine bir mucize ya da gökten bir azap indirmesini
istiyorlardı. Oysa peygamber (Allah'ın selâmı üzerine olsun), peygamberlik
ve peygamber gerçeğini duyurmak ve bu gerçekle ilâhlık gerçeğini bütünüyle
birbirinden ayırmakla emr olunmuştu. Bir de meydana gelmesini sabırsızlıkla
istedikleri şeyin elinden gelmediğini, bunun sadece yüce Allah'ın yetkisinde
olduğunu, çünkü kendisinin ilâh olmayıp, sadece bir peygamber olduğunu
bildirmesi emredilmişti.
Bir an önce gerçekleşmesini istediğiniz azap da
benim yetkimde değildir. Egemenlik Allah'ın tekelindedir. O gerçeği açıklar
ve O ayırd edici hükmü verenlerin en hayırlısıdır."
Kuşkusuz mucize meydana gelip onlar da yalanladılar
mı, artık azaba uğramaları karara bağlanmış bir hükümdür. Karar verip
hükmetme yetkisi de sadece Allah'a aittir. Çünkü gerçeği anlatıp haber veren
yalnızca O'dur. Hakka çağman ile onu yalanlayan arasında hükmedecek de
O'dur... Bu veya o konuda yarâttıklarından birinin herhangi bir yetkisi söz
konusu değildir.
Bu şekilde peygamber, yüce Allah'ın kullarının
üzerine indirdiği herhangi bir musibet olayında, bir müdahalesinin ve
gücünün bulunmadığını belirterek, kendini soyutlamış oluyor. Çünkü bu olay,
ilâhlığın alanına giren bir olaydır ve O'nun özelliklerindendir. O ise
tebliğ etmek ve uyarmak için kendisine vahyedilen bir insandır, yoksa
musibetler indirmek ve hüküm vermek peygamberin yetkisinde değildir. Gerçeği
anlatıp haber veren yüce Allah olduğu gibi, bir konuyu karara bağlayıp
hükmeden de O'dur. Bundan sonra yüce Allah'ın zatın ı ve özelliklerini
kulların kişiliklerinden kesinlikle tenzih ve soyutlamadan başka bir şey söz
konusu değildir.
Ardından yüce Allah peygamberine onların gönüllerine
ve akıllarına hitap etmesini, bu işin Allah katından olduğuna ve O'nun özgür
iradesine bağlı olduğuna ilişkin güçlü kanıtlara onları yöneltmesini
emretmektedir. Şayet aralarında azap indirmek de olmak üzere mucizeler
meydana getirmek işi, bir insan olarak onun yapabileceği bir şey olsaydı, bu
kadar ısrarlı oluşlarına dayanamaz onlara karşılık verebilirdi. Ancak bu iş
bütünüyle sadece Allah'ın elinde olduğu için onlara yumuşak davranıyor ve
onlardan önce yaşamış kavimlere yaptığı gibi, yalanlamaları durumunda yok
edici azabın geleceği hakkında mucizeleri indirmiyor:
De ki; "Eğer bir an önce gerçekleşmesini istediğiniz
azap benim yetkimde olsaydı, aramızdaki mesele çoktan çözümlenmiş olurdu."
Allah zalimleri herkesten iyi bilir.
Kuşkusuz sabırlı olmada, yumuşak davranmada ve süre
tanımada insanın gücü sınırlıdır. Doğal olarak halım, güçlü ve ulu Allah'dan
başkası, isyan, azgınlık ve büyüklenme karşısında insanlara yumuşak davranıp
süre tanıyamaz.
Şüphesiz ulu Allah doğru söylüyor. Çünkü insan kimi
zaman canı boğaza dayandıracak kadar can sıkıcı kimseler görür, sonra bakar
ki, yüce Allah onlara mülkünden büyük bir genişlik bahşetmekte ve onları
yedirip içirmektedir. Kimi zaman üzerlerine bol yağmurlar indirmektedir. Her
şeyin kapısını açmıştır onlara. İnsan, müşrikler kendisine yüzünü gözünü
tanınmaz hale sokacak kadar sert darbeler indirirken, Ebu Bekir'in (Allah'ın
selâmı üzerine olsun) söylediğinden başka söyleyecek söz bulamıyor: "Ya
Rabbim, ne kadar halimsin? Ya Rabbim, ne kadar halimsin?.. Kuşkusuz bu
yalnızca yüce Allah'ın ilmidir. Bilmedikleri bir yönden yavaş yavaş onları
sonlarına yaklaştırmaktadır.
-Allah zalimleri herkesten iyi bilir.
Yüce Allah bilerek onlara süre tanımaktadır. Onları
bir süre için bekletmesinin bir hikmeti vardır. İstediklerine karşılık verip
ardından üzerlerine acıklı bir azap indirileceği halde, yavaştan almasının
bir nedeni vardır.
GAYBIN ANAHTARI
ALLAH KATINDADIR
Yüce Allah'ın zalimleri bilmesi münasebetiyle ve
"ilâhlık gerçeği"nin açıklamasına yeniden dönülmesi esnasında bu gerçek,
derin ve önemli bir alanda belirginleşmektedir. Gizli, gayb alanında ve yüce
Allah'ın bu gaybı bütünüyle kuşatmış bilgisinde ortaya çıkmaktadır bu
gerçek. Bu bilginin eşsiz bir tablosu çizilmektedir. Uzaktan bu bilginin
boyutlarına ve ufuklarına işaret eden uzun menzilli oklar gönderilmektedir:
59- Gayb'ın
anahtarları Allah'ın katındadır, onu yalnız O bilir. Mutlaka O'nun bilgisi
altında dalından düşen her yaprak, yerin karanlık derinliklerindeki her
tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.
Bu, yüce Allah'ın kapsamlı, her şeyi kuşatıcı
ilminin bir tablosudur. Zaman ve mekanda, yerde ve gökte, karada ve denizde,
yerin altında ve gök tabakalarında diri, ölü, kuru ve yaş hiçbir şey bu
bilgiden kaçmaz.
Ancak bizim -insan olarak bilinen üslûbumuzla-
söylediklerimiz nerede, Kur'an'ın bu olağanüstü ahengi nerede? Yalnızca
ezbere söz söylemekten ibaret ifademiz nerede, şu derin olduğu kadar
gönüllere ilham akıtan tasvir nerede?
İnsan hayalı, bu kısacık ayetin ötesine geçip
bilinen ve bilinmeyen ufuklara, görünen ve görünmeyen aleme kanatlanıyor.
Uçsuz bucaksız evrenin her köşesinde ve görünen evrenin sınırlarının
ötesinde adım adım Allah'ın ilmini izliyor. Her vadide, her derede çeşitli
tablo ve sahnelerle karşılaşırken insanın içi ürperiyor. Geçmiş, şimdiki
zaman ve gelecekte mühürlü boyutları, ufukları ve derinliği bitmez tükenmez
gaybın perdelerini kaldırıyor ya da kaldırmağa çalışıyor. Oysa
bilinmezliklerin anahtarı yüce Allah'ın katındadır, O'ndan başkası bilemez.
Bütünüyle Allah'ın bilgisine açık karanın
bilinmezliklerinde, denizin dipsiz derinliklerinde dolanıp duruyor insan
hayalı. Yeryüzünün tüm ağaçlarından kopan sayısız yaprakları izliyor. Orada,
burada ve şuracıkta kopan her yaprağı görmektedir yüce Allah. Yerin
derinliklerinde gizlenmiş hiçbir tane Allah'ın gözünden kaçmaz. İçindeki
hiçbir şeyin Allah'ın kuşatıcı bilgisinin dışında kalmadığı uçsuz bucaksız
evrende yer alan yaş, kuru her şey onun kontrolündedir.
Bu, başları döndüren ve akılları şaşırtan bir
gezintidir. Zamanın boyutlarına, mekânın ufuklarına, görülen ve
görülmeyenin, bilinen ve bilinmeyenin derinliklerine yapılan bir gezintidir.
Mesafesi oldukça uzun, alanı son derece geniştir bu gezintinin. Hayal, bu
gezintiyi tüm boyutlarıyla düşünmekten aciz kalıyor. İşte böyle birkaç
kelimede bu derece titiz, eksiksiz ve kapsamlı çizilmektedir bu tablo.
Dikkat edin, bu bir mucizedir!
Ne yönden bakarsak bakalım, şu kısacık ayete,
Kur'an'ın kaynağıyla konuşan bu mucizeyi göreceğiz.
Konusu açısından baktığımızda, bu sözü bir insanın
söyleyemeyeceğini, üzerinde insan damgası bulunmadığını daha karşılaşır
karşılaşmaz, duyduğumuz o ürpertiden anlayıveririz. Çünkü insan düşüncesi
böyle bir konuyu -ilmin kapsayıcılık ve kuşatıcılığı konusunu araştırdığı
zaman, böylesine geniş ufuklara ulaşması mümkün değildir. Bu alanda ortaya
konan insan fikrinin, ürünlerinin ve çalışmalarının değişik bir özelliği ve
belli bir sınırı vardır. İnsan, dile getirdiği düşüncesini ilgi alanından
çekip çıkarmaktadır. Yeryüzünün her köşesindeki ağaçlardan kopan yaprakları
gözetip saymak insanın ilgi alanına giren bir konu mudur? Bu nokta; ilk anda
insanın aklına gelebilecek bir sorun değildir. Yeryüzünün her köşesine
dalından kopmuş yaprakları izlemek ve saymak insanın aklına gelmez. Bu
yüzden böyle bir yola başvurmaz da. Kapsamlı bir bilgiye dayanarak konuyu
dile getirmesi de beklenemez. Çünkü dalından kopmuş yaprağın sayısını bilmek
ve bunu dile getirmek yüce yaratıcının işidir.
İnsan düşüncesinin yerin karanlıklarında gizlenmiş
her tohumla ne ilgisi vardır? Kuşkusuz insanoğlunun en fazla yapabildiği
toprağın altına bizzat gizlediği tohumun gelişmesini gözetmektedir. Ancak
toprağın karanlığında gizlenmiş her taneyi izleme konusu insan aklının
ilgilenebileceği, varlığını düşüneceği ve kapsamlı bir bilgiye dayanarak
sözünü edebileceği bir konu değildir. Toprağın karanlıklarında örtülü
tanenin sayısını ancak yaratan bilir, bundan söz etmek de O'na yakışır.
"Yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır." ifadesindeki bu kesinlikle,
insan fikrinin ilgisi nedir? Bu konuda insan fikrinin en fazla yapabildiği,
elindeki yaş ve kuru şeylerden yararlanmaktır. Ancak kapsamlı bilgiye kanıt
olarak bundan söz etmek insanın yeltendiği bir şey olmadığı gibi böyle bir
ifade tarzına başvurduğu da görülmemiştir. Yaş, kuru her şeyin sayısını
bilen ve bundan söz eden ancak yüce yaratıcıdır.
İnsan, dalından kopmuş her yaprağın, gizlenmiş her
tohumun, yaş-kuru her şeyin açık bir kitapta, korunmuş bir kütükte
kaydedilmiş olmasını düşünmez. Neden böyle bir şey yapsın ki? Bundan yararı
ne olacaktır? Bir kütükte kaydetmeye neden önem versin? Ancak bunları sayan,
kaydeden, mülkün sahibidir. Mülkünden hiçbir şey bilgisinin dışında
değildir. Bu konuda küçük de büyük gibidir ve basit önemli biridir. Örtülü
olanla, açıkta olan fark etmez. Bilinmezle bilinen, uzakla yakın hep
aynıdır.
Kuşkusuz bu kapsamlı, geniş, derin ve parlak
sahne... Bütün yeryüzünün ağaçlarından kopan yaprağın, yerin her katmanında
örtülü tohumun ve yeryüzünün her köşesindeki yaş, kuru her şeyin içinde yer
aldığı bir sahne... Evet insan düşüncesi nasıl bu sahneye yönelemiyor ve
onunla ilgilenemiyorsa, aynı şekilde insan gücü de bunu ne algılayabilir ne
de kuşatabilir. Bu sahne bir bütün olarak sadece Allah'ın bilgisine açılır.
O'nun bilgisi her şeyi kapsamış ve kuşatmıştır. Her şey O'nun koruması
altındadır. Dilemesi ve takdiri, büyük-küçük, basit üstün, örtülü-açık,
bilinmez-bilinen ve uzak-yakın her şeyle yakından ilgilidir.
Belli bir bilinç düzeyine ve ifade gücüne sahip
insanlar, insan düşüncesinin ve ifade etme yeteneğinin sınırını çok iyi
bilirler. İnsan olarak yaşadıkları deneyimlere dayanarak buna benzer bir
sahnenin insanın hatırına gelemeyeceğini ve bu şekil bir ifadenin insandan
kaynaklanamayacağını bilirler. Bu konuda tartışmak isteyenler, tüm insan
sözlerine baksınlar. Bunun gibi bir yönelişle karşılaşacaklar mı bakalım?
Kur'an'da yer alan bu ve benzeri ayetler bile bu
yüce kitabın kaynağını bilmek için yeterlidir.
İfadedeki sanatsal olağanüstülük açısından ayete
baktığımızda güzellik ve ahenk dolu ufuklar görürüz. İnsan ürünü sözlerde,
bu denli erişilmez düzeye hiçbir zaman ulaşılamamıştır.
"Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Onu yalnız
O bilir."
Zaman ve mekânda, geçmişte, şimdiki zamanda ve
gelecekte, hayatta meydana gelen olaylarda ve iç düşüncelerdeki mutlak
"bilinmezlik"teki uzaklık ufuklar ve dipsizlik...
"Karada ve denizde olanı bilir."
Görülen alemdeki uzaklığı, ufukları ve derinlikleri;
aynı düzeyde, aynı genişlik ve kapsayıcılıkta bilir. Gözle görülen alemdeki
bu uzaklık, ufuklar ve derinlik perdeli gayb alemine uygun düşmektedir.
"O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez."
Ölüm ve yok oluş olayı... Yücelerden aşağılara,
hayattan yokluğa düşüş hareketi...
"Yerin karanlıklarında olan tane..."
Dipten yüzeye, gizlilikten ve sessizlikten,
patlamaya ve serbestliğe doğuş ve gelişim hareketi...
"Yaş, kuru her şey apaçık kitaptadır."
Kapsamlı bir genelleme... genel anlamda her canlıda
parlayıp solan hayat ve ölümü içine almaktadır.
Bu yöneliş ve hareketleri kim meydana getirmektedir?
Şu uyum ve güzelliği var eden kimdir? Bunun gibi kısacık bir ayette bütün
bunları ve şunları oluşturan kimdir? Allah'dan başka kim olabilir?
GAYB NEDİR?
Şimdi de yüce Allah'ın şu sözü üzerinde biraz
duralım:
"Gaybın anahtarları O'nun katındadır. O'ndan başka
kimse bilemez onu."
"Gayb", "anahtarları" ve bunlara ilişkin "bilgi"nin
yüce Allah'a özgü oluşu konusu üzerinde birkaç söz söylemek için duruyoruz.
Bunun nedeni "gayb" olgusunun, İslâm inancının temel bir ilkesi ve imanın
başlıca kuralıdır. Bir de "gayb" (görünmez) ve gaybiyet (görünmezlik)
kelimesinin, materyalizmin ortaya çıkışından sonra son günlerde çokca
savsaklanması ve "Bilim" ve "Bilimsellik" kelimelerine karşıt gibi
gösterilmesinden ötürü üzerinde durmamız gerekmektedir. Kur'an-ı Kerim,
anahtarlarını Allah'dan başka kimsenin bilmediği, bir "gayb alemi"nin
olduğunu bildirmektedir. Ayrıca insana bu konuda çok sınırlı bir bilginin
verildiğini belirtmektedir. Bu az bilgi de insana, yüce Allah'ın bildiği
insanın gücü ve ihtiyacı oranında verilmiştir. Buna göre insanlar yüce
Allah'ın kendilerine verdiği bilginin ötesinde zandan başka hiçbir şey
bilemezler. Zan ise, hakka göre hiçbir şey ifade etmemektedir. Ayrıca yüce
Allah, bu evreni yarattığını, onu değişmez bir kanuna dayandırdığını, insan
ilminin bu kanunların bir kısmını araştırıp kavrayabileceğini, gücü ve
ihtiyacı oranında bu kanunlara göre hareket edebileceğini ve Rabbinin
katından gelen şeyin gerçek olduğuna olan inancını arttıracak ve
pekiştirecek şekilde iç ve dış dünyada bu kanunlardan bir kısmını ortaya
çıkarabileceğini bildirmektedir. Ancak bu ortaya çıkarma olayı, insanın
bilmediği "gayb" gerçeğine ilişkin yüce Allah'ın değişmez kanunlarının
ihlâli anlamına gelmez. Çünkü bu hep "gayb" olarak kalacaktır. Ayrıca bu
durum, yüce Allah'ın iradesinin serbestliğine ve her şeyin Allah'a özgü
gaybi bir kader uyarınca meydana gelişi gerçeğine de ters düşmez. İslâm
inancındaki ve bu inancın gerçeklerinden meydana gelen müslümanın
düşüncesindeki uyuma denk bir şekilde yokdan var olup, varlıklar arasında
görülür.
Çok yönlü birbirleriyle uyum içinde olan eksiksiz bu
gerçeklerin tümü, -bu tefsire- elimizden geldiğince özet olarak bir açıklama
yapmamızı gerektirmektedir. Ayrıca sözlerimiz bu tefsirde uyduğumuz metodun
sınırlarının dışına çıkmamalıdır.
Yüce Allah, Kur'an'ın birçok yerinde müminleri
"gayba" inanan kişiler olarak nitelendirmektedir. Böylece bu sıfatı imanın
temellerinden biri saymaktadır:
"Elif-Lam-Mim. Doğru olduğu kuşkusuz olan bu kitap,
takva sahipleri için hidayet kaynağıdır. Onlar görmediklerine (gayba)
inanırlar, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan başkalarına
verirler. Yine onlar gerek sana ve gerekse senden önce indirilen kitaplara
inanırlar ve ahiretten hiç kuşku duymazlar. İşte onlar Rabblerinden gelen
bidayet yolundadırlar ve kurtuluşa erenlerdir." (Bakara Suresi: 1-5)
Allah'a inanmak da bizzat görülmeyene, gayba
inanmaktır. Çünkü insana göre, yüce Allah'ın zatı bir gaybtır. O'na
inandıkları zaman görmeden inanıyorlar. Fiillerinin etkilerini görüyorlar
sadece, yoksa ne zatını ne de yaptıklarının mahiyetini kavrıyorlar.
Ahiret gününe inanmak da aynı şekilde görülmeyene,
gayba inanmaktır. Çünkü kıyamet, insana göre bir gaybtır. Ondan sonra
meydana gelecek yeniden dirilme, hesap, mükâfat ve ceza Allah'ın
anlattıklarını doğrulamak için müminlerin inandıkları birer gaybtır.
Ancak onu doğrulamakla imanın gerçekleşebileceği
gayb olayı, Kur'an-ı Kerim'in müminlerin pratik durumunu ve kapsamlı
inançlarını söz konusu ederken, anlattığı başka gerçekleri de içermektedir!
"Peygamber, kendisine Rabbi tarafından indirilen
gerçeklere inandı, müminler de. Hepsi birlikte Allah'a, O'nun meleklerine,
O'nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine inandılar. "O'nun
peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız. Duyduk ve uyduk.
Günahlarımızı bağışlamanı dileriz. Ey Rabbimiz, dönüşümüz sanadır" dediler."
(Bakara Suresi: 285)
Bu ayette peygamberin (Allah'ın selâmı üzerine
olsun), aynı şekilde müminlerin hep birlikte Allah'a inandıklarını -ki bu
bir gaybdır- Allah'ın peygamberine indirdiklerine inandıklarını görüyoruz.
Yüce Allah, peygamberini, kendisine indirdiği kitapta gaybın bir kısmından
haberdar etmektedir. Nitekim başka bir ayette şöyle buyurmaktadır:
"Görülmeyeni bilen Allah, görülmeyeni kimseye
göstermez. Ancak peygamberlerden bildirmek istediği bunun dışındadır." (Cin
Suresi: 26-27)
Peygamberin ve müminlerin meleklere inanmaları da
bir gaybdır. Çünkü insan gücü ve ihtiyacı oranında, yüce Allah'ın melekler
hakkında bildirdiklerinden başka bir şey bilmez. (Bu cüzde "Melekler"
konusuna bkz.)
Doğrulamayınca imanın varlığından söz edilemeyecek
olan bir gayb daha kalıyor. O da, Allah'ın kaderidir! İman hadisinde sözü
edildiği gibi, meydana gelmediği sürece bu konuda insan hiçbir şey bilemez.
"Kadere, iyilik ve kötülüğün O'ndan olduğuna..."
(Buhari, Müslim)
Bununla beraber varlıklar aleminde insanı her yönden
bir görülmezlik, bir gayb kuşatmıştır. Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek bir
gaybtır. İnsan için, insan bünyesi gaybtır. Çevresindeki tüm evren gaybtır.
Evrenin oluşumu, hareket çizgisi, tabiat ve hareketleri gaybtır. Hayatın
meydana gelişi, hareket çizgisi, tabiatı ve hareketleri gaybtır. İnsanın
bilmediğinde, aynı şekilde bildiğinde de hep bir gayb mevcuttur.
İnsan bir bilinmezlik denizinde yüzmektedir. Değil
çevresindeki ve tüm evrenin yapısında olup bitenleri bilmek, çevresindeki
evrende, her atomda, atomdaki her elektronda, her hücrede ve hücrenin her
dokusunda olacakları bilmek, bizzat içinde bulunduğu durumu ve kendi içinde
olup bitenleri bile bilemez.
Büsbütün gayb! Her taraf bilinmezlikle dolu! Kısa
görüşlü zavallı insanın aklı, bilinmezlik denizinde yüzmektedir. İnsan, şu
koca denizde bir belirti olarak şurada, burada beliren buzul adacıklarına
sığınmaktadır yalnızca. Allah'ın yardımı olmasaydı, tüm evreni emrine verip
bazı kanunlarını öğretmemiş olsaydı, hiçbir şey yapamayacaktı. Buna rağmen
şükretmiyor insan. "Kullarımdan şükredenler çok azdır." (Sebe Suresi: 13)
Hatta son zamanlarda insan, yüce Allah'ın evrensel kanunlardan bir kısmını
kendisine göstermesinden ve kendisine verdiği az bilgiden dolayı
büyüklenmektedir. Büyüklenmekte ve kimi zaman "insan tek başına ayaktadır"
iddiasını ileri sürebilmektedir. İnsanın kendisine yardım edecek bir tanrıya
ihtiyaç duymadığını söylemektedir. Evet insan büyüklenmekte ve "Bilim"in
"Gayb"a (görülmeze), düşüncedeki "Bilimselliğin" de "Gaybiyet"e
(görülmezliğe) karşıt olduğunu sanmakta ve "Bilim"le "Gayb"ın
uyuşamayacağını iddia etmektedir. Aynen bilimsel mantıkla gayb mantığının
uyuşamayacağını iddia ettiği gibi.
GAYBA GÖRE BİLİMİN
KONUMU
"Gayb"a göre "bilim"in konumu nedir, buna bir göz
atalım. İnsanın sınırlı bilgisi hakkında kesin hükmü bildiren, her şeyi
bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'ın sözlerinin üzerinde
düşündükten sonra, bizzat insanoğullarından kimi bilginlerin araştırmalarına
ve söylediklerine bir bakalım:
"Size çok azı dışında bilgi verilmemiştir." (İsra
Suresi: 85)
"Onlar zandan ve nefislerinin arzusundan başkasına
uymazlar. Oysa Rabblerinden onlara hidayet gelmiştir." (Necm Suresi: 29)
Aşağıdaki ayet gaybın (görülmezliğin), bütünüyle
Allah'ın bilgisince kuşatıldığını göstermektedir:
"Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. O'ndan başkası
bilemez." (En'am Suresi: 59)
Bu ayet de, gaybı bilenin aynı zamanda her şeyi de
gördüğünü belirtmektedir.
"Yoksa gaybın bilgisi onun katında mı ki görüyor?
(Necm Suresi: 35) Ne kastedildiği bizzat sorunun içindedir.
İnsanoğlunun bilginlerinin araştırma ve sözlerinden
yola çıkarak `gayba" göre "bilim"in konumuna bir göz atalım. Ancak amacımız
bu konuda yüce Allah'ın kesin sözünü, bunların dedikleriyle doğrulamak
değildir. -Bir müminin yüce Allah'ın sözünü insanların sözleriyle tasdik
etmeye kalkışması düşünülemez.- Fakat biz, bunlara "Bilim", "Gayb",
"Bilimsellik", "Gaybilik" kavramlarını geveleyenleri doğruluğuna inandıkları
insanların sözleriyle muhakeme etmek için göz atıyoruz. Böylece kendi
çağlarında yaşayabilmek, çağın akılcılığından ve deneyimlerinin
sonuçlarından geri kalmamak için, "kültür" ve "bilgi" edinmeleri gerektiğini
öğrenmiş olurlar. Bizzat insanın araştırması, bilgi ve deneyimleri sonucu
tek bilimsel gerçeğin "gayb" olduğunu anlarlar. Son deneyim ve sonuçlarının
ışığında "Bilimselliğin" tamamıyla "Gaybilikle" eş anlamlı olduğunu
görürler. "Gaybilik"in karşıtına gelince o da "bilgisizlik"tir. Onyedinci,
onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda yaşanmış ve fakat yirminci yüzyılda
yaşanmaması gereken bilgisizlik...
Amerikalı çağdaş bir bilgin, "bilim"in ulaştığı
"gerçek"lerden özetle şöyle söz etmektedir:
"Bilimler deneyle saptanmış gerçeklerdir. Bununla
beraber değerlendirmesinde, nitelendirme ve sonuçlandırmasında titizlikten
uzak olduğu oranda insanın hayal ve kuruntularından etkilenir. Bilimsel
sonuçlar bu sınırlar içinde kabul görmektedir. Oysa bu haliyle nitelendirme
ve bilgi açısından sayıların alanıyla sınırlanmış oluyor. İhtimallerle
başlayıp, ihtimallerle sonuçlanıyor. Hiçbir zaman kesinlik ifade etmemiş
oluyor. Dolayısıyla bilimsel sonuçlar yaklaşık sonuçlardır. Her zaman için
ölçü ve yaklaşımlarda bir çabanın ürünü, sonuçlarda olabilen muhtemel
yanlışlıklara açıktır. Ekleme ya da çıkarma şeklinde değişime
uğrayabilirler. Bu yüzden nihaî gerçekler değildirler. Tabiat kanunlarından
birini ortaya çıkaran ya da bir teori ortaya atan bir bilginin şöyle
dediğini görebiliyoruz: "Bu, şu ana kadar elde ettiğimiz sonuçlardır."
Böylece ilerde olabilecek değişikliklere kapıyı açık bırakıyor."
Bu sözler, bilimin ulaştığı ve ulaşabileceği tüm
sonuçların gerçek mahiyetini özetlemektedir. "İnsan" sınırlı yöntemleri,
hatta öncesizlik ve sonrasızlığa oranla sınırlı olan varlığıyla, bu
sonuçlara ulaşmaya çabaladığından, kaçınılmaz olarak varılan bu sonuçlar,
insanın mührünü taşıyacaktır. Bunun sonucu olarak da kısa süreli olmak,
yanlış ve doğruya ve iptal edilip değiştirilmeye açık olmak gibi insanınkine
benzer özelliklere açık olacaktır.
Bununla beraber insanın herhangi bir sonuca varmak
için başvurduğu yöntemler, deney ve karşılaştırmadır. İnsan önce deneye
başvuruyor. Sonra da deneyle ulaştığı bu sonucu karşılaştırma yoluyla
genelleştiriyor. Oysa bilim ve bilim adamlarının itiraflarıyla;
karşılaştırma, tahmini sonuçlara ulaştıran bir yöntemdir. Hiçbir zaman kesin
ve nihaî sonuçlara götürmesi düşünülemez. Diğer yöntem ise, -bu ise, deney
ve üzerinde deney yapılan şeyden elde edilen sonucu her zaman ve koşuldaki
benzerine uygulatma anlamında araştırmadır.- İnsan için o kadar kolay bir
yöntem değildir. Sadece kesin sonuçlara ulaştıran yöntemlerden bir
tanesidir. Allah'ın insanlara yönelik yol göstericiliği ve açıklaması
Olmazsa, insanı kesin, gerçek ve tartışmasız sonuca ulaştıran bir yel olma
vasfını koruyamaz. Bu nedenle, Allah'ın bildirdiklerinin dışında insanın tüm
bilgisi, hiçbir zaman kesinlik kazanmayan zanna dayalı bir bilgi olarak
kalacaktır.
Bununla beraber insan, ulaştığı bu zanna dayalı
bilgilerinin ötesinde çepeçevre bir "gayb" atmosferiyle kuşatılmıştır.
Çevresindeki bu evren... Evet insan halâ
çevresindeki bu evrenin kaynağı, oluşumu, mahiyeti, hareketleri; "zaman" ve
mahiyeti, "mekân" ve onun "zaman"la olan ilgisi ve evrende yer alan her
şeyin "zaman" ve "mekân"la olan ilişkisi hakkında varsayımlar ve kuramlar
geliştirip durmaktadır.
Şayet evrende "fikir" ve genel anlamda "enerji"nin
mahiyetinden farklı bir mahiyete sahipse, nedir hayat? Kaynağı nedir? Nasıl
oluşmuştur? Ne tür bir mahiyete sahiptir? Hareket çizgisi nasıldır?
Kendisini etkileyen unsurlar nelerdir? Şu `maddi' varlıkla ne tür bir
ilişkisi vardır?
`İnsanın kendisi nedir? Onu `madde'den farklı kılan
nedir? Geri kalan canlılardan ne gibi bir ayrıcalığa sahiptir? Şu yeryüzüne
nasıl gelmiştir ve ona nasıl egemen olmuştur? Kendisine bir ayrıcalık
kazandıran ve onun sayesinde başka şeyler üzerinde tasarruf yetkisine sahip
olduğu `akıl' nedir? Öldükten ve yok olduktan sonra ne olacaktır?
Bizzat insanın bünyesinde her an olup biten
analizler ve bileşimler neyin nesidir ve nasıl meydana geliyor?
Tüm bunlar `gayb'ın alanıdır. Bilim ise kenarında
durmaktadır. Zan ve tercih yoluyla da olsa, kimi zaman içine dalacak gibi
oluyor sadece. Her ne kadar ileri sürülen görüşler, varsayım ve
ihtimallerden öteye geçmiyorsa...
Bu çağda çok azı dışında bilimin bizzat
ilgilenmediği ilâhlık gerçeği, melek, cin ve Allah'dan başka kimsenin
bilmediği yaratıklara ilişkin gerçekleri, ölüm, ahiret, hesap ve ceza
konusundaki gerçekleri bir kenara bıraksak... Evet bir an için tüm bunları
bir kenara bıraksak bile yakınımızdaki `gayb' yeterlidir. Bu gayb karşısında
bilim, teslim olmuş bir tavır takınmaktadır. Demogojiyi bilgiye,
büyüklenmeyi samimiyete yeğleyenlerden başkası bu tavrı takınmaktan
kaçınmaz.
Bazı örnekler verelim:
1- Evrenin temel yapısı ve gidiş tarzı hakkında
modern bilimin dediğine göre, evrenin yapısının temelini atom
oluşturmaktadır. Ancak alemin yapısındaki en küçük birim atom değildir. O da
protonlardan (pozitif elektriksel enerji), elektrondan (negatif elektriksel
enerji) ve nötronlardan (yüksüz pozitif ve negatif elektriksel enerjiyi eşit
miktarda içeren nötr tarafsız enerji) meydana gelmektedir. Atom parçalanınca
elektrikler (elektronlar) dağılır. Ancak laboratuarda her zaman kesin ve
uyumlu bir hareket sergilemezler. Kimi zaman ışık dalgaları kimi zaman da
mermi gibi hareket ederler. Hareketleri önceden belirlenemez. Aksine hiçbir
zaman kesin olmayan başka bir kanuna uyarlar. O da ihtimaller kanunudur.
Atomun hareket tarzı budur. Parçalar şeklinde atomlardan meydana gelen
gruplar da bu şekilde hareket ederler.
İngiliz doğa bilimci ve matematikçi Sir James Jains
şöyle der:
"Eski bilim kesin ilkeler belirliyordu. Buna göre
tabiatın bir tek yolu takip etmekten başka seçeneği yoktur. Bu da zamanın
başlangıcından sonuna kadar sebep ve sonuç arasındaki sürekli zincirleme
doğrultusunda hareket etmesi için önceden çizilmiş bir yoldur. Buna göre (A)
durumundan sonra (B) durumunun gelmesi kaçınılmazdır. Modern bilimin ise, şu
ana kadar söyleyebildiği tek şey, (A) durumundan sonra (B) durumunun ya da
(C) durumunun veya (D) durumunun veyahut bunlardan başka bir durumunun
meydana gelebileceğidir. Evet şunu söyleyebilir: (B) durumunun meydana
gelmesi ihtimali (C) durumundan fazladır. (C) durumunun meydana gelmesi de
(D) durumundan daha muhtemel-dir. İşte böyle. Hatta (B), (C) ve (D)
durumlarından herbirinin diğerine oranla meydana gelebilme ihtimalini
belirleyebilir ancak, hangisinin diğerini takip edeceğini kesin bir şekilde
haber veremez. Çünkü her zaman ihtimallerden söz etmektedir. Ancak
söylenmesi gerekene gelince o da oranlara bağlıdır. Bu oranların gerçek
mahiyeti ne olursa olsun."
Şayet insan bilgisinin deneyimlerinin ulaştığı ve
evren ve atomlarının içinde, eşiğinde durduğu nokta bu olmasaydı `gayb' ve
insan bilgisine kapalı Allah'ın kaderi ne olacaktı?
Bu duruma radyum atomlarının ışınlanarak kurşun ve
helyuma dönüşmesi örnek verilmektedir. Bu, tamamen bilinmez bir kadere,
örtülü bir `gayb'a göre meydana gelmektedir. İnsan bilgisi bunun ötesine
geçemiyor.
"Daha iyi açığa kavuşması için somut bir örnek
verelim: Bilindiği gibi radyum atomları ve ondan başka ışınlama yeteneğine
sahip elementler sırf zamanın geçmesiyle parçalanırlar. Geride kurşun ve
helyum atomları kalır. Bu nedenle radyum kütlesi sürekli hacmini kaybeder ve
zamanla yerini kurşun ve helyuma bırakır. Bu dengeli eksilmeye hükmeden
genel kanunsa, son derece garip bir kanundur. Buna göre radyum atomları,
sadece doğum olmadığı ve nüfusun tümü yaşlılıktan kaynaklanmayan tek bir
ölümle yüzyüze kaldığı zaman insanların yok olması gibi eksilirler. Ya da
aralarında hiç kimsenin kendi isteğiyle katılmadığı bir bölük askerin yok
olacağı ateş hattına sürülmesi gibi yok olurlar. Kısacası bir radyum atomu
üzerinde yaşlılığın hiçbir etkisi söz konusu değildir. Yani radyum atomu
hayattan payını aldığı için ölmez. Aksine ölüm kendisine tesadüfen isabet
ettiği için ölmüştür." (Sir James Jains böyle söylüyor. Deneyimlerin ve
tabiatın açık vasfının doğurduğu bilimsel sonuçlar çıkarıyoruz sözlerinden.
Ancak kullandığı "tesadüfen isabet etme" deyimi, bizi ilgilendirmez. Çünkü
biz biliyoruz ki o, süresini doldurmuştur ve ölüm ona, Allah'ın takdiri ve
hikmeti uyarınca gelmiştir. Ve yine biliyoruz ki; her ecel önceden tayin
edilmiştir. Bu noktada bir radyum atomu ile herhangi bir canlı arasında
hiçbir fark yoktur. İnsanlar da bu şekilde gözlere görünmeyen ecelin dolması
sonucu ölürler.)
"Bu gerçeği açıklamak için somut bir örnek verecek
olursak şöyle söyleriz: Diyelim ki odamızda 2000 tane radyum atomu vardır.
Bilim bir sene sonra bunlardan kaç tanesinin aktif kalacağını söyleyemez.
Olsa olsa geri kalanlara tercih edilebilecek ihtimalleri sıralayabilir, 2000
veya 1999 ya da 1998 gibi. Sayısının 1999 olması, olabilecek en yakın
ihtimaldir. Yani en çok tercih edilen ihtimale göre, gelecek yıl içinde 2000
atomdan sadece bir tanesi yok olacaktır.
2000 atom içinde bu belli atomun hangi yöntemle
seçildiğini kavrayamıyoruz. İşin başında bu atomun diğerlerinden daha çok
bir çarpışmaya uğrayacağını ya da daha sıcak bir ortama girebileceğini yahut
gelecek yıl içinde bu ikisinin dışında bir olayla karşılaşabileceğini
varsayabiliriz. Ancak tüm bunlar hiçbir zaman doğru olmayacaktır. Çünkü
şayet bir tek atomun çarpışmaya uğraması ya da sıcak bir ortama girmesi
sonucu yok olması mümkün oluyorsa, geri kalan 1999 atomun da parçalanması
mümkündür. O halde basınç ya da ısı uygulama sonucu, radyum atomunu
parçalamak konusunda acele edebiliriz. Ancak doğa bilimcilerden her biri
bunun mümkün olmadığını bildirmektedir. Aksine her yıl 2000 tane radyum
atomunun içinde sadece bir tane atoma ölümün isabet ettiğine ve onu
parçalanmaya zorladığına inanmaktadır." İşte 1903 yılında "Ruderford" ve
"Sdey"nın ortaya attıkları kendiliğinden parçalanma teorisi budur.
O halde kendisinin ve başkasının isteği dışında,
kendisinden ve başkasından bir bilgi olmaksızın atomun radyasyon yaymasını
sağlayan görünmez kader bu değilse nedir?
Kuşkusuz bunları söyleyen adam, insanların
göremediği ilâhi kaderi ispat etmek isteğinde değildir. Aksine bizzat insan
bilgisinin vardığı sonuçların baskısından kaçma çabasındadır. Ancak `gayb'
gerçeği onu, gördüğümüz gibi konuşmak zorunda bırakmaktadır.
2- Nasıl ki `gayb' gerçeği evrenin yapısının,
temelinin ve hareketlerinin açıklanması konusunda bir zorunluluksa, aynı
şekilde insan bilgisinin ulaştığı aynı güçle hayatın ortaya çıkışı ve
hareketleri konusunda da bir zorunluluktur.
Almanya Frankfurt Üniversitesi profesörlerinden
biyolog ve botanikçi Russel Charles Ernest şöyle der:
"Cansızlar aleminden hayatın nasıl meydana geldiğine
ilişkin birçok teoriler geliştirilmiştir. Kimi araştırmacılar hayatın
proteinden ya da virüsden yahut proteinin büyük parçalarının biraraya
gelmesinden meydana geldiği sonucuna varmışlardır. Bazı insanlar bu
teorilerin canlılar alemi ile cansızlar alemini bölen boşluğu kapattığını
düşünebilir. Ancak kabul etmek zorunda olduğumuz realite gösteriyor ki,
cansız bir maddeden canlı bir madde meydana getirmek için harcanan tüm
çabalar, beklenmeyen bir başarısızlık ve bozgunla sonuçlanmıştır. Bununla
beraber Allah'ın varlığını inkâr eden biri, sonradan meydana gelen alemin,
atomların ya da parçaların rastlantı sonucu biraraya gelmesinden oluştuğuna
ilişkin doğrudan bir kanıt ileri süremez. Canlı hücrede gördüğümüz şekilde
hayatın ortaya çıkışını, korunmasını ve yönlendirilmesini bu şekilde izah
edemez. Kişi hayatın ortaya çıkmasına ilişkin bu yorumu kabul etmekte
serbesttir. Bu onu ilgilendiren bir şeydir. Ancak bunu kabul ettiği zaman,
Allah'ın varlığına, her şeyi yaratıp yönlendirdiğine inanmanın akla
getirdiği zorlukların ve çaresizliklerin çok daha şiddetlisini yaşayacaktır.
Canlı hücrelerden herbirinin son derece karmaşık bir
yapıya sahip olduğuna bu yüzden anlaşılmasının oldukça güç olduğuna
inanıyorum. Yeryüzünde bulunan milyarlarca canlı hücre Allah'ın gücüne,
düşünce ve mantığa dayalı bir şahitlik yapmaktadırlar. Bu yüzden ben
Allah'ın varlığına bütün içtenliğimle inanıyorum."
Bu şahitlikten bizi ilgilendiren evrenin oluşumu ve
hareketleri gibi hayat sırrının ve oluşumunun da Allah'ın bilgisince
kuşatılmış gaybın kapsamına girdiği gerçeğidir. Bu konuda ihtimaller ileri
sürmekten başka insanın elinden bir şey gelmez. Kuşkusuz ulu Allah doğru
söylüyor. "Göklerin, yerin ve kendilerinin yaratılmasını onlara
göstermedim." (Kehf Suresi: 51)
3- İnsana ulaşmak için daha geniş bir adım atıyoruz.
Erkeğin bir atımlık menisinde yaklaşık olarak 60.000.000 (altmış milyon)
sperm yer almaktadır. Hepsi de kadının rahmindeki yumurtalığa döllenmek için
hızla atılırlar. Hangisinin ileriye geçip yumurtacıkta döllendiğini hiç
kimse bilemez. İşte bu `gayb'dır. Ya da aralarında bu işte bir rol sahibi
olan kadın ve erkekde olmak üzere hakkında insanların hiçbir şey bilmediği
Allah'ın görünmez kaderidir. Sonra altmış milyon spermi geride bırakan tek
sperm, birlikte döllenmiş hücreyi oluşturmak için yumurta ile birleşir. İşte
cenin bundan meydana gelmektedir. Yumurtalıktaki kromozomların tümü, dişi
olmakla beraber, sperm kromozomlarının bir kısmı erkek bir kısmı da dişidir.
Yumurtalığa giren erkek ya da dişi kromozomların sayısı -erkek veya dişi
olması bakımından- ceninin durumunu belirler. Bu da yüce Allah'ın görünmez
kaderine göre meydana gelmektedir. Bu konuda insan herhangi bir bilgiye
sahip olmadığı gibi hiçbir şekilde müdahalede bulunma gücüne de sahip
değildir. Ceninin anne ve babası da farklı bir konuma sahip değildir.
"Allah her dişinin rahminde taşıdığını, rahimlerin
düşürdüğünü ve alıkoyduğunu bilir. Onun katında her şey bir ölçüye göredir.
Görüleni de görülmeyeni de bilir, yücelerin yücesi büyük Allah." (Ra'd
Suresi: 8-9)
"Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır.
Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocuk, dilediğine erkek çocuk verir.
Yahut hem kız, hem erkek çocuk verir, dilediğini de kısır kılar. O, bilendir
her şeye gücü yetendir." (Şura Suresi; 49-50)
"Sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık
içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır. İşte bu Rabbiniz olan
Allah'tır, O'ndan başka ilâh yoktur. Öyleyken nasıl olur da O'nu bırakıp
başkasına yönelirsiniz?" (Zümer Suresi: 6)
İşte bu, insan `bilgi'sinin kapısında durduğu ve
yirminci yüzyılda karşı karşıya kaldığı `gayb' gerçeğidir. Oysa geçmiş
asırlarda yaşayan bazı kimseler `gaybilik'in `bilimsellik'e aykırı olduğunu
iddia ediyorlardı. Bilimsel mantıkla yaşamak isteyen toplumların, `gayb'
mantığından kurtulmalarının gerektiğini söylüyorlardı. Ama işte bakınız
bizzat insan bilgisi, yirminci yüzyıl bilim ne diyor: Ulaşılan tüm sonuçlar
ihtimallerden ibarettir. Ortada kesin ve içinde kuşku bulunmayan tek gerçek
"gayb"dır.
Gayb gerçeği hakkındaki bu kısa ve toplu
değerlendirmemizi burada kesmeden önce İslâm inancında, İslâm düşüncesinde
ve İslâm mantığında gayb gerçeğinin mahiyeti hakkında birkaç söz söylememiz
yararlı olacaktır.
İslâm düşüncesini ve İslâm mantığını oluşturan İslâm
inancının kaynağı olan Kur'an, ortada bir görülen bir de görülmeyen alemin
varlığından söz etmektedir. O halde insanı kuşatan her şey, görülmezlikten
ibaret değildir. Aynı şekilde insanın sürekli ilişki içinde olduğu evrensel
kanunlar, büsbütün bilinmezlik değildir.
Kuşkusuz bu evrenin değişmez kanunları vardır.
İnsan, yeryüzünde Allah'ın halifeliği görevini yerine getirmek için, gücü ve
ihtiyacı oranında kendisine gerekli olacak kadarını öğrenebilir bu
kanunların. Kuşkusuz yüce Allah, insana evrensel kanunların bir kısmını
öğrenmek ve halifelik görevini yerine getirmek, yeryüzünü imar etmek, hayatı
ilerletmek, yeryüzünün zenginlik kaynaklarından, rızıklarından ve enerji
kaynaklarından yararlanmak için bu kanunlar uyarınca, evrensel kanunları
egemenliğine alma gücünü vermiştir.
Tüm genelliğiyle bu değişmez kanunların yanında,
yüce Allah'ın serbest iradesi vardır. Her ne kadar bu kanunları kendisi
koymuşsa da hiçbir zaman bu kanunlar O'nun dilemesini bağlayamaz. Uygulanan
bu kanunların her defasında O'nun öngördüğü şekilde uygulandığı Allah'ın
kaderi vardır. Dolayısıyla bu kanunlar, otomatik birer unsur değildirler.
Allah'ın koyduğu kural uyarınca hareket etséler de, tüm hareketlerine
Allah'ın kaderi egemendir. Her defasında bu kanunların kendisine uygun
olarak hareket ettiği kaderde, hiç kimsenin hakkında kesin olarak bir şey
bilemediği `gayb'ın kapsamındadır. Bu konuda insanların ileri sürdükleri tüm
bilgiler, `zan' ve `ihtimaller'den ileri gidemez. Bu, aynı zamanda insan
bilgisinin kabul ettiği bir husustur da.
Kuşkusuz, an gibi kısa bir zaman diliminde insan
bünyesinde milyarlarca operasyon meydana gelmektedir. Kendi bünyesinde olup
bitmesine rağmen tüm bunlar, insan için birer gaybdırlar. Aynı şekilde
çevresindeki evrende de bunun gibi milyarlarca operasyon gerçekleşmektedir.
Bunlar da tıpkı diğerleri gibi insanın, hakkında hiçbir şey bilmediği
`gayb'ın kapsamına girmektedirler.
Bazısı insanlar tarafından bilinen ve yeryüzünde
halifelik görevini yerine getirmek için düzenli ve bilimsel bir şekilde
yararlandığı değişmez kanunların varlığına rağmen `gayb', insanın ve evrenin
geçmişini, bugününü ve geleceğini kuşatmıştır.
Kuşkusuz insan, kendi isteğinin dışında ve ne zaman
geleceğini bilmeden bu dünyaya. gelmektedir. Aynı şekilde kendi isteğinin
dışında ve ne zaman gideceğini bilmeden gitmektedir. Bu durum her canlı için
geçerlidir. Ne kadar bilirse bilsin, neler öğrenirse öğrensin, bu realiteden
hiçbir şey değiştirmeyecektir.
"İslâm rasyonalizmi", `bilimsel gaybi' bir
rasyonalizmdir. Çünkü `bilim' ve `realite'nin şahitliğiyle `gaybi'lik,
`bilimsel'liğin ta kendisidir. Gayb gerçeğini inkâr etmeye gelince bu,
bilgiçlik taslayanların içinde yüzdükleri bir bilgisizliktir.
Kuşkusuz "İslâm rasyonalizmi", anahtarlarını yüce
Allah'dan başka kimsenin bilemediği gizli gayb'a inanmayı ve değişmez
evrensel kanunların varlığını kabul etmeyi bünyesinde toplamıştır. İnsanın
yeryüzündeki hayatı için lâzım olacak kadarını bilmek ve değişmez temelleri
uyarınca ilişkide bulunmak mümkündür bu kanunlarla. Müslüman kendi sınırları
içinde insan bilgisini görmezlikten gelmez. Aynı şekilde, ortada yüce
Allah'ın dilediği kimseye dilediği kadarını öğretmesinin dışında hiç
kimsenin bilemediği bir gayb aleminin olduğuna ilişkin realist gerçeği de
kavramaktan geri durmaz.
Gayb'a iman, kişiyi, duyularının algıladığından
başkasını algılayamayan hayvanlık derecesinden alıp, varlık aleminin,
duyuların ya da duyu organlarının bir uzantısından başka bir şey olamayan
teknolojik araçların algılayabildiği şu küçücük ve sınırlı mekandan çok daha
büyük ve kapsamlı olduğunu algılayan insanlık düzeyine çıkartan bir merdiven
konumundadır. Kuşkusuz bu, insanın, varlığın tümüne, kendi varlığı, varlığın
bünyesindeki sınırsız güç kaynaklarına, evrenin algılanmasına ve evrenin
ötesindeki güç ve planı kavramasına ilişkin düşüncesinde derin etkileri
bulunan bir değişimdir. Nitekim bu değişimin, insanın yeryüzündeki hayatında
da derin etkileri söz konusudur. Kuşkusuz küçük bir ortamda yaşayıp duyu
organlarıyla algılayan, kocaman evrende yaşayıp her şeyi ortada ve
gözleriyle gören, evrenin katmanları arasından ve derinlilerinden gelen
sesleri ve ilhamları algılayan, kısa ve sınırlı ömründe aklının aldıklarının
zaman ve mekân içinde çok daha boyutlu olduğunun bilincinde olan, görüleni
ve görülmeyeni ile birlikte evrenin ötesinde evrenden çok daha büyük bir
gerçeğin varlığından haberdar olan, evrenin bu gerçekten kaynaklandığını,
varlığını ondan aldığını ve bu gerçeğin, gözlerin göremediği, akılların
kavrayamadığı yüce ilâhlık makamı olduğunu bilen birisi gibi olamaz.
..."Gayb'e (görünmeyene) inanmak, insanın, hayvanlar
alemi düzeyinin üstüne yükselmesi konusunda yol ayırımı konumundadır. Fakat
günümüzün materyalistleri, bütün zamanların materyalistleri gibi insanı,
duyu organlarının' algıladıkları dışında, hiçbir varlığın onaylanmadığı
hayvanlık düzeyine indirmek istiyor ve bu kavrama körlüğüne `ilericilik'
adını veriyorlar. Oysa bu yaklaşım, yüce Allah'ın, müminleri içine düşmekten
koruduğu bir tersine gidiştir. Allah, müminleri bu tersine gidişten
koruyarak, `görünmeyene inanmak' sıfatın ı onların ayırıcı niteliklerinden
biri yapmıştır. Sayısız nimetlerine karşılık Allah'a hamd olsun. Ve yine
tersine gidenler ile baş aşağı dönenlere yazıklar olsun."
`Gaybilik' ve `Bilimsellik'ten söz edenler bir de
`tarihsel determinizm'den söz etmektedirler. Sanki tüm gelecekten eminmişler
gibi. Oysa çağdaş bilim, "ihtimaller"den söz etmektedir, `kesin sonuçlar'dan
değil.
`Kesin zorunluluk'lardan söz edenlerden biri de
Marx'tı. Peki günümüzde Marx'ın haber verdiği `determinizm' nerede?
Marx, sanayileşmenin zirvesine ulaşması ve
dolayısıyla kapitalizmin zirveye yerleşmesi, öte taraftan işçilerin gittikçe
yoksullaşmaları sonucu kaçınılmaz olarak komünizmin İngiltere'de
gerçekleşeceğini haber vermişti. Ancak komünizm sanayi bakımından en çok,
geri kalmış uluslarda; Rusya Çin ve benzeri yerlerde kurulabildi. Fakat
sanayileşmiş ileri ülkelerde hiçbir zaman gerçekleşemedi.
Lenin ve Stalin, Kapitalist dünya ile Komünist dünya
arasında zorunlu bir savaştan haber vermişlerdi. Oysa halefleri Kruşçef
`barış içinde yaşam' bayrağını yükseltmektedir.
Biz zorunluluklardan söz eden bütün kehanetleri uzun
uzadıya anlatacak değiliz. Çünkü üzerinde ciddi ciddi tartışmaya değmezler.
Kuşkusuz ortada tartışmasız tek gerçek vardır, o da
gayb gerçeğidir. Bundan sonrası ihtimallerden ibarettir. Meydana gelmesi
zorunlu olan bir tek şey vardır, o da yüce Allah'ın hükmünü takdir ettiği
şeyin meydana gelmesidir. Allah'ın kaderi de görülmez gaybdır. Bunların
yanında bir de evrenin değişmez bir yasası vardır. İnsanın bu yasayı
öğrenmesi ve yeryüzündeki halifelik görevinde onlardan yararlanması her
zaman mümkündür. Ancak Allah'ın yürürlükteki kaderine ve bilinmez gaybına
kapıyı her zaman açık tutmak şartıyla. İşte her şeyin temeli budur.
"Doğrusu bu Kur'an en doğru yola götürür." (İsra
Suresi: 9)
Ayetlerin akışı, gaybın anahtarlarına ve evrenin her
köşesinde olup bitenlere ilişkin yüce Allah'ın kapsamlı bilgisinden,
insanların şahsında bu kapsamlı bilginin bir diğer alanına geçmektedir.
Kuşatıcı bilgiden sonra ilâhi egemenliğin alanlarından birine geçmektedir.
60- Sizi geceleyin
öldüren ve gündüzleyin neler yaptığını bilen O'dur. Sonra O sizi gündüzleyin
diriltir, belirli hayat süreniz dolsun diye, sonra O'nun huzuruna
döneceksiniz de O yapmış olduklarınızı size haber verecektir.
Geçen ayette `gayb'ın ufuklarını, boyutlarını ve
derinliklerini çizen ve yüce Allah'ın bilgisinin sonsuzluğuna ve
kapsayıcılığına işaret eden kelimeler gibi birkaç kelime daha. Tüm
insanlığın hayatını Allah'ın yetkisine, bilgisine, gücü ve idaresine bırakan
birkaç kelime daha. Bu kelimeler, insanların uyanıklıklarını, uykularını,
ölümlerini, dirilişlerini, toplanıp hesaba çekilmelerini Allah'ın yetkisine
vermektedir. Ancak Kur'an'ın eşsiz ifade tarzının gözler önüne getirdiği her
tabloda, her sahnede ve her harekette başvurduğu canlandırma, somutlaştırma,
duyguları uyarıp harekete geçirmeye ilişkin olağanüstü yöntemine göre.
"Geceleyin sizi öldüren O'dur."...
O halde uyumaları bir tür ölümdür. Duyular
hareketsiz hale geldiğinden, his dünyası tamamen durgunlaştığından, akıl
sessizliğe büründüğünden ve uyanıklık durumu -kesilip- uykuya dönüştüğünden
dolayı, uyku da bir çeşit ölümdür. Dış görünüşünü ve etkilerini görmelerine
rağmen insanların hakkında ne söyleyeceklerini bilmedikleri bir sırdır.
İnsanı çepeçevre kuşatan gayb şekillerinden biridir. işte insanlar, her
türlü çabadan ve hareketten (hatta uyanıklıktan bile) soyutlanıyorlar. İşte
onlar hayattan uzak, kopuk durumdadırlar. Her zaman oldukları gibi, şimdi de
Allah'ın kontrolü altındadırlar. Onları yüce Allah'dan başka hiç kimse
eksiksiz hayata ve uyanıklığa geri getiremez. Şu insan Allah'ın avucunda ne
kadar da zayıftır.
"Gündüzleri ne yaptığınızı bilir"...
Tutmak ya da bırakmak üzere hareket eden tüm
uzuvlarının kazandığı iyilik veya kötülük Allah katında bilinmektedir. Tüm
insanlar, gerek hareket halinde gerekse hareketsizliklerinde hep gözetim
altındadırlar. Sabahleyin uyandıktan sonra uzuvlarının kazandığı hiçbir şey
Allah'ın bilgisinden kaçmaz.
"Belirlenen süre dolsun diye gündüzleri sizi
dirilten O'dur"...
Yani yüce Allah'ın belirlediği ecelinizin
tamamlanması için düz vakti sizi uykunuzdan, hayattan kopukluğunuzdan
uyandırır. İnsanlar, yüce Allah'ın takdir ettiği alan içerisinde hareket
etmek zorundadır. Bunun dışında kaçabilecekleri bir yer, varabilecekleri bir
son söz konusu değildir.
"...Sonra O'nun huzuruna döneceksiniz"...
İstirahatın bitiminden sonra yeniden gözetim altına
girmektir bu.
"Sonra ne yaptığınızı bildirecektir"...
Bu, olup biten her şeyi kaydeden kütüğün gözler
önüne serilmesidir. Ve bu, en ince noktasına kadar adaletin
gerçekleşmesidir. Hiçbir şekilde verilen cezada zulüm söz konusu
olmayacaktır.
Birkaç cümleden oluşan bir tek ayet, bunca tablo ve
sahneyi, prensip ve gerçekleri, ilham ve gölgeleri içeren şeridi işte böyle
kapsamaktadır. Peki kim yapabilir bunu? Şayet bu değilse, o halde nasıl olur
olağanüstü mucizeler? Ancak, yalanlayanlar bundan habersizdirler. Peşinden
korkunç bir azabın geldiği maddi mucizeler isteyip duruyorlar.
ECEL
Uluhiyet gerçeğine ilişkin diğer bir temas...
Kulların üzerindeki kahredici güce, ihmal etmeyen sürekli gözetime, öne ya
da geriye alınması mümkün olmayan yürürlükteki kadere, kaçıp kurtulma imkânı
bulunmayan kaçınılmaz sona ve içinde gevşeklik ya da ihmale yer bulunmayan
son hesaba ilişkin bir esinti yer almaktadır.
61- O, kulları
üzerinde kesin egemendir. Size koruyucu melekler gönderir. Sonunda birinize
ölüm gelince, elçilerimiz hiçbir görev kusuru yapmaksızın onun canını
alırlar.
62- Sonra o canlar
gerçek sahipleri olan Allah'a götürülürler. İyi biliniz ki, egemenlik yalnız
O'nun tekelindedir ve hesap görenlerin en çabuğudur.
"O, kulları üzerinde kesin egemendir"...
O, üstün otorite sahibidir. Onlar da O'nun otoritesi
ve hakimiyeti altındadırlar. Onlar, bu otoritenin kontrolünde yaşayan zayıf
kimselerdir. Ne bir güçleri ne de yardımcıları söz konusudur. Kuldur onlar,
üzerlerinde üstün bir otorite vardır. Bu üstün otoriteye boyun eğmek
zorundadırlar.
İşte üstün ilâhlık makamına kulluk yapmak budur. Her
ne kadar diledikleri gibi kullanmaları için kendilerine yeterince özgürlük,
öğrenmeleri için bilme ve halifelik görevini yerine getirebilme yeteneği
verilmişse de, insanların realiteleri bu gerçeği dile getirmektedir. İnsanın
alıp verdiği her nefes bir kadere bağlıdır. Bünyelerinde meydana gelen her
hareket, yüce Allah'ın içlerine yerleştirdiği kanun uyarınca meydana gelmesi
bakımından Allah'ın otoritesine boyun eğmektedir. Bu otoriteye karşı
çıkmaları mümkün değildir. Kuşkusuz bu kanun, her defasında, hatta bir nefes
alış verişinde ve ufak bir harekette bile bir kader doğrultusunda hareket
etmektedir.
"Size koruyucu melekler gönderir."
Ayet burada koruyucuların niteliğinden söz
etmemektedir. Başka yerlerde bunların insanlardan kaynaklanan şeyleri
kaydeden melekler oldukları belirtilmektedir. Ancak buradaki açık amaç,
doğrudan gözetim gölgesini nefislerin üzerine düşürmektir. Nefislerde bir an
bile kendi başlarına olmadıkları, başıboş olmadıkları duygusunu
uyandırmaktır. Çünkü ortada her hareketi ve sesi kaydeden gözetici
koruyucular vardır. İnsandan kaynaklanan her şeyi kaydederler, hiçbir şey
gözlerinden kaçmaz bu koruyucuların. Bu düşünce, insan bünyesinin
titremesini, içindeki her kıvrımın her uzvun uyanmasını garantilemektedir.
"Sonunda birinize ölüm gelince, elçilerimiz, hiçbir
görev kusuru yapmaksızın onun canını alırlar."
Aynı gerçeğin gölgesi bir başka şekilde
belirmektedir. Alıp vereceği nefesleri sayılı olan her nefis, ne zaman
geleceğini bilemediği bir ecele bağlıdır. (Ecel insana göre bir gaybdır ve
insanın onu ortaya çıkarması mümkün değildir.)
Ancak ecel, yüce Allah'ın bilgisi dahilinde bir
plana göre belirlenmiştir. Geriye ya da ileriye alınması mümkün değildir.
İnsanın alıp verdiği nefesleri kaydetmek ve eceli gelince de camı almakla
görevli hazır ve doğrudan doğruya insanın yakınında bulunan koruyucu, hiçbir
zaman uyuklamaz, unutup ihmal etmez. Çünkü koruyuculardan bir koruyucu,
meleklerden bir elçidir. Önceden belirlenen, vadedilen an geldiğinde nefis,
her şeyden habersiz oyalandığı bir sırada, koruyucu görevini yerine getirir,
elçi elçiliğini yapar. Bu düşünce, insan bünyesinin titremesine yeterli bir
nedendir. Çünkü o, kendisini çepeçevre kuşatan görülmez kaderi
algılamaktadır. Artık her an canının alınabileceğini ve her nefeste
kaçınılmaz ecelin yaklaştığını bilmektedir. Sonra o canlar gerçek sahipleri
olan Allah'a götürülürler.
Yakardıkları tanrıların dışında tek ve gerçek
efendileri... Onları yoktan var eden ve yanılmaz, şaşmaz gözetimi altında
dilediği kadar yaşamalarına izin veren gerçek efendileri O'dur. Hiç kimse
tarafından hesaba çekilmeksizin haklarında hükmünü vermek için, dilediği
zaman onları yanına döndürecektir. "İyi biliniz ki, egemenlik yalnız O'nun
tekelindedir ve hesap görenlerin en çabuğudur."
Hükmeden sadece O'dur. O'dur tek başına hesaba
çeken. Hükmederken ağır davranmaz, cezayı da ihmal etmez. Ayette yer alan
`çabukluk' ifadesinin insan kalbine dokunan bir yanı vardır. Buna göre
insan, hesap anında söz konusu olacak bir ihmale bile terk edilmemiştir.
Müslümanın hayata, ölüme, ölümden sonra dirilmeye ve
hesaba çekilmeye ilişkin inancından kaynaklanan bu düşünce, yeryüzünde
kullara ait işlerde yüce Allah'ın tek başına hükümran oluşuna ilişkin tüm
tereddütleri gidermeyi garantilemektedir.
Ahirette gerçekleşecek hesap, ceza ve hüküm,
insanların dünyada yaptıklarına göre olacaktır. Ortada neyin helal, neyin
haram olduğunu belirleyen Allah'dan gelmiş bir şeriat olmadığı sürece,
insanların dünya hayatında kazandıklarından dolayı hesaba çekilmeleri söz
konusu olmayacaktır. Çünkü ahirette bu şeriatın esaslarına göre hesaba
çekileceklerdir. Dünyada ve ahirette hakimiyet bu temele dayanılarak
birlenebilir.
İnsanlar yeryüzünde Allah'ın şeriatının dışında bir
yasayla hükmederlerse, ahirette neye göre hesaba çekileceklerdir? Acaba
yeryüzünde hükmettikleri ve hükmüne başvurdukları insanların yasalarına göre
mi hesaba çekileceklerdir? Yoksa, onunla hükmetmedikleri gibi hükmüne de
başvurmadıkları Allah'ın semavi şeriatına göre mi hesaba çekileceklerdir?
İnsanlar şunu iyice bilmek zorundadırlar, yüce Allah
onları kendi şeriatına göre hesaba çekecektir, kulların yasasına göre değil.
Şayet hayat düzenlerini, dinsel sembol ve kulluklarını olduğu kadar,
toplumsal ilişkilerini Allah'ın şeriatına uygun bir şekilde düzenlemeyecek
olurlarsa, Allah'ın huzurunda ilk bundan hesaba çekileceklerdir. O gün,
yeryüzünde Allah'ı ilâh edinmeyip, O'nun dışında birçok rabbler
edinmelerinden ötürü hesaba çekileceklerdir. O halde Allah'ın ilâhlığını
inkâr etmekten -ya da ibadet ve sembolik kulluk davranışlarında O'nun
şeriatına, sosyal, siyasî ve ekonomik düzen bakımından, uygulama ve
ilişkilerinde O'ndan başkasının yasasına uymak suretiyle şirk koşmaktan-
dolayı hesap vereceklerdir. Kuşkusuz yüce Allah, kendisine ortak koşulmasını
bağışlamaz bunun dışındaki günahları dilediğine bağışlar.
Sonra ilâhlık gerçeğini bilen ve zorluk anında
gerçek ilâhına sığınan fıtratlarıyla, onları muhakeme etmektedir. Bu
fıtratın korku ve sıkıntı anındaki durumu gözler önüne getirilmektedir. Kısa
ve süratli, ancak net, kesin, duygulandırıcı ve etkin bir sahnede rahatlık
ve güven ortamında, bu fıtrata karşı çıkışları da sergilenmektedir.
Kuşkusuz insanın ödünü koparacak korku ve sıkıntılı
anlar her zaman toplanma ve hesaba çekilme gününe bırakılmış değildirler.
Karanın ve denizin karanlıklarında aynı korkuyla karşılaşmaları her zaman
mümkündür. Bu sıkıntılı anda Allah'dan başkasına yönelmezler. Zaten
Allah'dan başkası da kurtaramaz onları bu sıkıntıdan. Ancak, kendilerini
rahat ve güvencede hissettikleri an, tekrar içinde bulundukları şirke
dönüyorlar.
63- De ki; "Sizi
karanın ve denizin karanlıklarından kurtaran kimdir? Ki O'na -Eğer bizi bu
zor durumdan kurtarırsa kesinlikle şükredenlerden olacağız- diye açıktan ya
da gizlice yalvarırsınız.
64- De ki; "Sizi bu
zor durumdan ve bütün sıkıntılardan kurtaran Allah'dır. Sonra da O'na ortak
koşuyorsunuz!"
Kuşkusuz tehlikeyi düşünmek, korkuyu hatırlamak,
isyancı nefisleri uysallaştırır, katı kalpleri yumuşatır. Kişiye zayıf ve
çaresiz anını hatırlattığı gibi, genişlik rahmetini, kurtuluş nimetini de
hatırlatır.
De ki; "Sizi karanın ve denizin karanlıklarından
kurtaran kimdir? Ki, O'na -Eğer bizi bu zor durumdan kurtarırsa kesinlikle
şükredenlerden olacağız- diye açıktan ya da gizlice yalvarırsınız."
Darlığa düşen ya da darlığa düşenlerin sıkıntılı
halini bilen herkesin bildiği bir deneyimdir bu. Karanın ve denizin
karanlıkları çoktur. Karanlığın olabilmesi için gece olması şart değildir.
Yolu kaybetmek bir karanlıktır, tehlike de öyle. Karada ve denizlerde
insanları bekleyen gayb bir perdedir. Ne zaman insanlar karanın veya denizin
karanlıklarından biriyle karşılaşacak olurlarsa, içlerinde Allah'dan başka
bir şey hissetmezler. Yakararak O'na dua ederler ya da sessizce yalvarırlar.
Bu durumda fıtrat, üzerine bulaşmış tozlardan arınıp derinliklerinde gizli
gerçekle, biricik ilâhlık gerçeğiyle yüzyüze gelir. Hak olan Allah'a, ortak
koşmadan yönelir. Çünkü bu anda şirk düşüncesinin saçmalığını, ortak
koştuklarının işe yaramadığını anlar. Bu nedenle sıkıntıya düşenler birtakım
sözler vermeye başlarlar.
Eğer bizi bu zor durumdan kurtarırsa kesinlikle
şükredenlerden olacağız.
Yüce Allah işin gerçeğini onlara anlatması için
peygamberine şöyle buyurmaktadır:
De ki; "Sizi bu zor durumdan ve bütün sıkıntılardan
kurtaran Allah'dır."
Onun dışında yakarışlara karşılık verecek,
sıkıntıları giderebilecek birisi söz konusu değildir.
Ardından iğrenç ve şaşırtıcı davranışlarını da
hatırlatmasını emretmektedir:
"Sonra da O'na ortak koşuyorsunuz."
Burada ayet-i kerime onları, kurtulduktan sonra da
başlarına gelebilecek Allah'ın azabıyla yüzyüze getirmektedir. Bu, bir
defada olup biten bir şey değildir ki, düşündükleri gibi O'nun kontrolünden
kurtulabilsinler.
65- De ki; "O, size
üstünüzden ya da ayaklarınızın altından azap göndermeye veya düşman gruplara
ayırarak size birbirinizin hıncını, birbirinizin terörünü, acısını
tattırmaya kadirdir. Ola ki, anlarlar diye, ayetlerimizi çeşitli açılardan
nasıl açıkladığımızı görüyor musun?
Üstten gelip her tarafı kaplayan ya da dipten
fışkıran azabı düşünmek, nefislere sağdan ya da soldan gelen azabı
düşünmekten daha çok etki eder. Çünkü insan sağ taraftan ya da sol taraftan
gelecek bir azabı savabileceği kuruntusuna kapılabilir, ancak tepesinde ya
da ayaklarının dibinden gelecek bir azaba gelince, bu, her tarafı bürüyen
kahredici ve sarsıcı bir azapdır. Karşı koymak, direnmek mümkün değildir. Bu
duygulandırıcı ifade, insanın duygu ve düşüncesini sarsan böylesine güçlü
etkenleri içermektedir. Bu ifade, aynı zamanda yüce Allah'ın dilediği zaman,
dilediği gibi kullarına azap edebileceği gerçeğini de dile getirmektedir.
Yüce Allah'ın onunla dilediği zaman kullarını
yakalayıp azaba uğratabildiği gücünün dahilindeki azap türlerine daha yavaş
ve sürekli bir yenisi eklenmektedir. Bir anda işlerini bitirmiyor, tersine,
gece-gündüz onlarla birliktedir bu azap. Onlarla oturuyor onlarla birlikte
yaşıyor.
`Veya sizi birbirinize katıp, kiminize kiminizin
hıncını tattırmaya kadirdir.' Bu kalıcı, uzun ve sürekli bir azaptır. Onları
gruplar ve topluluklar haline getirmekle, kendi elleriyle tattırmaktadır
bunu; kendi kendileri yudumluyorlar azabı. Bu gruplar, kimisi kimisinden
ayırd edilmeyecek, ayrılamayacak şekilde birbirlerine girmişlerdir. Sürekli
bir çekişme ve didişme içindedirler. Bir düşmanlık ve çarpışmadır sürüp
gidiyor. Şu grubun şunun başına getirdiği felâketler içinde yaşayıp
gideceklerdir.
İnsanlık her ne zaman Allah'ın sisteminden sapmış,
hayatın yönlendirilmesini insanların arzularına, çekişmelerine, ihtiras ve
bilgisizliklerine, zaaf ve eksikliklerine bırakmışsa, uzun tarihinin birçok
döneminde bu tür bir azapla hep karşı karşıya kalmıştır. Ne zaman ki
insanlar, hayatları için düzen, sistem, şeriat ve kanun, değer ve ölçüleri
kendi kendilerini belirleme alçaklığına düştülerse, o zaman bazısı bazısına
kulluk yapmak zorunda kalmıştır. Kimisi koyduğu düzen, sistem, yasa ve
kanunlara başkalarının boyun eğmesini istemiştir. Onlar da bundan kaçınıp,
karşı çıkmışlar. Bu sefer de boyun eğmekten kaçınıp, karşı çıkanlara
saldırmaya başlamışlar. Eğilimleri, arzuları, ihtirasları ve düşünceleri hep
çatışır. Böylece kimisi diğerlerinin belâsını çeker. Bazısı geri kalanlara
kin besler. Bazısı da başkalarını inkâr eder. Çünkü hep birlikte, tüm
kulların emirlerine uyduğu yüce ma'budun koyduğu ölçüye başvurmuyorlar. O
zaman hiç kimse boyun eğmekten kaçınıp büyüklenmeyecekti. Aynı şekilde boyun
eğdiği zaman da içinde bir eziklik hissetmeyecekti.
Kuşkusuz yeryüzünde kopacak en büyük fitne, kullar
arasında birilerinin çıkıp kullar üzerinde ilâhlık iddiasında bulunması,
sonra da bu iddiayı pratiğe geçirmesidir. İşte bu, insanları birbirine
girmiş gruplara dönüştüren fitnedir. Çünkü tek bir millet ya da birlik
halinde bir toplum görüntüsünü verseler de gerçekte kimisi kimisine kulluk
yapmaktadır. Allah'dan gelen bir şeriat'a bağlı olmadığından, kimisi
diğerlerini ezmek üzere otoriteyi eline geçirmiştir. Geri kalanı da büyük
bir kinle fırsatı kollamaktadır. Pusuda bekleyenlerle ellerindeki yetkiye
dayanarak geri kalanları ezenler, her defasında birbirlerine birtakım acılar
tattırmaktadırlar. Bunlar aslında çeşitli gruplara ayrılmışlardır ancak, bu
ayrılıkları belirgin değildir. Birbirlerinden ayrılmamışlardır,
kopmamışlardır.
Bütün yeryüzü bugün, ağır ancak sürekli bir azabın
içinde yaşamaktadır. Bu durum bizi müslüman toplumun konumunu belirlemeye
sevkediyor. En kısa zamanda etrafını saran cahiliyeden farklı bir konum
edinmesi sonucuna götürüyor. Cahiliye, tek başına Allah'ın şeriatının
hükmetmediği her kurum, her hüküm ve her toplumun ortak adıdır. Cahiliye
toplumunda yüce Allah, ilâhlık ve egemenlikte birlenmez. Bu yüzden İslâm
toplumunun çevresindeki cahiliye toplumundan ayrılması da bir zorunluluk
haline gelmektedir. Çünkü İslâm topluluğu, cahiliye içinde kalmaya, onun
sistemine, yasalarına, hükümlerine, ölçü ve değerlerine bağlanmayı tercih
eden uluslardan farklı bir ümmeti oluşturmaktadır.
Aksi taktirde dünyanın her tarafındaki İslâm
topluluğunun bu azaba uğramaktan kurtulması mümkün olmayacaktır.
Veya düşman gruplara ayırarak size birbirinizin
hıncını, birbirinizin terörünün acısını tattırmaya kadirdir.
Yüce Allah'ın, onunla korundukları bir İslâm
ülkesinin kurulmasına izin vereceği zamana kadar, hayat metodu bakımından
cahiliyeden büsbütün ayrılmaları ve kendilerinin `İslâm ümmeti' olduklarını,
çevrelerindeki herkesin ve her şeyin bağlısı bulundukları İslâm'a girmekten
kaçınan cahiliyeden ve ona bağlı bulunanlardan ibaret olduğunu iyice bilmesi
azaba uğramasını engeller. Ayrıca, inanç ve hayat metodu bakımından
uluslarından tamamen ayrılmaları ardından, kendileriyle uluslarının arasını
hak üzerine açmasını (kuşkusuz yüce Allah açanların en hayırlısıdır) yüce
Allah'dan istemeleri zorunludur.
Bu ayrılığı gerçekleştirmediği zaman, bu denli net
bir şekilde belirgin bir konum edinmediği sürece belirtilen azaba uğraması
kaçınılmaz olacaktır. Onlar da toplum içindeki diğer gruplardan biri haline
geleceklerdir. Diğer gruplara karışıp gideceklerdir. Bu durumda ne
kendilerini açıklayabilirler, ne de çevrelerindeki diğer insanların onları
anlama imkânları olabilir. O zaman da bu kalıcı ve sürekli azaba mahkûm
olurlar. Allah'ın vaadettiği fethi görmeksizin.
Kuşkusuz müslüman topluluğun iyice belirginleşip
farklı bir konum edinmesi, birtakım fedakârlıklar ve zorluklar çekmesine
neden olacaktır. Ancak bu fedakârlıklar ve zorluklar diğer topluluklara
karışması, iyice belirginleşmemesi, ulusuna ve çevresindeki cahiliye
toplumuna karışıp erimesi sonucu uğrayacağı acılardan, korkunç azapdan daha
şiddetli ve daha büyük olmayacaktır.
Allah'ın peygamberlerinin elleriyle gerçekleştirilen
davet tarihine baktığımızda, Allah'ın fetih ve yardımının, peygamberlerinin
ve beraberlerindeki müminlerin galip gelmesine ilişkin vaadinin, müslüman
topluluk iyice belirginleşip inanç ve hayat metoduna -yani dine- dayanarak
ulusundan ayrılmadan, inanç ve din bakımından cahiliyenin inanç ve dininden
-yani hayat düzeninden- kopmadan önce, bir kerede gerçekleşemeyeceğini açık
seçik göreceğiz. Burası bütün davet hareketlerinin ayrılış noktası ve yol
ayrımıdır.
Bu davanın yolu birdir. Tüm peygamberlerin
dönemlerinde yapılan neyse, yine o yapılacaktır. (Allah'ın salât ve selâmı
hepsinin üzerine olsun.)
Ola ki anlarlar diye, ayetlerimizi çeşitli açılardan
nasıl açıkladığımızı görüyor musun?
Yüce Allah'dan dileğimiz, bizi iyice anlasınlar diye
ayetleri açıkladığı kimselerden kılmasıdır.
YOLLARIN AYRILIŞI
Bu, geçen mesajın sonunda yeralan ayrılığın
bildirilmesine ilişkin bir gezintidir. Peygamberimizin kavmi, -gerçek olduğu
halde- kendilerine getirdiği mesajı yalanlamışlardı. Bu yüzden, kavmi ile
arasını ayırmış, tüm ilişkileri koparmıştı. Onlardan ayrılması ve üzerlerine
vekil olamayacağını bildirmesi emredilmişti. Başlarına gelmesi kaçınılmaz
olan kötü sonuçtan dolayı kendilerini terk ettiğini bildirmesi söylenmişti.
Dini dillerine doladıklarını, oyun ve eğlenceye aldıklarını, dine karşı
takınılması zorunlu tavrı takınmadıklarını görünce, onlardan yüz çevirmesi,
toplantılarına katılmaması emredilmişti. Bununla beraber, onlara anlatması,
sakındırması, tebliğ edip korkutması emredilmişti, ancak kendisiyle onların
-kendi kavmi oldukları halde- farklı iki grup, belirgin iki ümmet
olduklarını unutmadan. İslâm'da kavmin, ırkın, aşiretin ve ailenin önemi
yoktur. İnsanları birbirine bağlayan ya da birbirinden koparan unsur dindir.
İnsanları birlik haline getiren ya da farklı kılan, sahip oldukları
inançtır. Dinin esası bulununca diğer tüm ilişkiler mevcut demektir. Ancak
bu kulp koptuğu zaman tüm ilişkiler ve bağlar da kopar.
İşte ayetlerin akışında yer alan bu dalganın toplu
bir değerlendirmesi.
66- Kur'an gerçek
olduğu halde, senin kavmin onu yalanladı. Onlara de ki; "Ben sizin
(akıbetinizi yönlendirmekle yükümlü) vekiliniz değilim. "
Peygamberimize (Allah'ın selâmı üzerine olsun)
yönelik bu hitap, hem ona hem de onun ötesinde müminlere, gönüllerini güven
duygusuyla dolduran bir güvence vermektedir. Kavmi yalanlasa da yalanlamasa
da, ısrar etse de, gerçeğe sıkı sıkıya bağlanmalarını sağlamaktadır. Bu işte
onların bir hükmü geçmez. Bu konuda gerçek sözü ancak yüce Allah
söyleyebilir. Ve O, bunun gerçek olduğunu bildiriyor. O halde, kavmin
yalanlamasının hiçbir değeri, hiçbir ölçüsü söz konusu değildir.
Ardından yüce Allah, peygamberine kavminden
uzaklaşmasını, onlardan el çekmesini, bu ayrılığı onlara bildirmesini ve
onlara hiçbir şey yapamayacağını bildirmesini emretmektedir. Onların üzerine
bekçi olarak dikilmediğini, tebliğ ettikten sonra üzerlerine vekil
olmadığını, ayrıca kalplerinin doğru yolu bulmasından sorumlu olmadığını
belirtmesini emretmektedir. Kuşkusuz bunlar peygamberin yapabileceği şeyler
değildir. Yanındaki gerçeği duyurduktan sonra aralarındaki sorun bitmiştir.
Onlarla kaçınılmaz sonlarını baş başa bırakır. Çünkü her haberin gelip
dayanacağı belli bir süresi vardır. O zaman gelince, ne olacağını anlarlar.
67- Her haberin bir
gerçekleşme zamanı vardır. İlerde anlayacaksınız.
Bu kısa tehditte gönülleri titreten bir etki söz
konusudur.
Bu, gerçeğe güvenmenin, ne kadar büyüklenirse
büyüklensin, batılın sonunda emin olmanın, belirlenen sürede yüce Allah'ın
yalanlayanları yakalayacağına inanmanın, her haberin gerçekleşeceği bir
zamanının olduğuna ve her yolculuğun bir sonunun olduğuna güvenmenin verdiği
iç huzurun ifadesidir.
Kavimlerinin yalanlaması, aşiretlerinin kabalığı,
ailelerinde çektikleri gariplik, işkence, şiddet, sıkıntı ve yalnızlık
karşısında dava adamları, yüce Allah'a ne kadar da muhtaçtırlar. Kur'an'ın
gönüllere akıttığı bu huzur ve güven duygusuna ne kadar da ihtiyaçları var.
Onlara bu şekilde tebliğ yaptıktan ve bu derece
kesin yalanlamalarıyla karşılaştıktan sonra peygamber (Allah'ın selâmı
üzerine olsun), -tebliğ ve hatırlatmak amacıyla da olsa- onlarla oturup
kalkmamak zorundadır. Allah'ın ayetlerini ele alırken gereken saygıyı
göstermediklerini, dinden söz ederken, ona yakışan ciddiyet ve edepden uzak
olduklarını, sözleriyle ve davranışlarıyla dini oyun ve eğlence konusu
yaptıklarını görünce, hemen oradan uzaklaşmalıdır. Ta ki -bu durumlarını
sürdürdükleri halde- onlarla birlikte oturması, yaptıklarını onaylamak
anlamına ya da dine karşı duyarlılığın azlığı anlamına gelmesin. Çünkü bu
konuda olduğu kadar başka hiçbir yasağın çiğnenmesine karşı müslüman, bu
denli hassas değildir. Şayet şeytan ona unutturur da toplantılarına
katılacak olursa, hatırlar hatırlamaz hemen kalkıp toplantılarını terk
etmelidir.
68- Ayetlerimiz
hakkında asılsız lâf ebeliğine dalanları gördüğünde (bu adamlar) başka bir
söze geçinceye kadar yanlarından uzaklaş. Eğer şeytan sana yanlarından
kalkmayı unutturursa, hatırladıktan sonra sakın o zalimler ile birlikte
oturma.
Peygamberimize (Allah'ın selâmı üzerine olsun)
yönelik bu emrin, ayetin sınırları içinde, onun ötesinde müslümanlara da
yönelik olabilir. Bu durum Mekke'de oluyordu. Resulullah'ın görevinin
tebliğle sınırlı olduğu bir sırada, Allah'ın istediği bir hikmetten dolayı
savaşmakla görevlendirilmediği bir dönemde oluyordu. O dönemde mümkün
oldukça müşriklerle bir çarpışmaya girmeme konusunda açık direktifler
verilmişti. Resulullah'a yönelik, Allah'ın dinini dillerine doladıklarını,
ayetlerini saygısızca söz konusu ettiklerini gördüğünde, müşriklerin
toplantılarına katılmama, şayet şeytan unutturur da onlarla birlikte
oturursa, Allah'ın emir ve yasağını hatırlar hatırlamaz en kısa zamanda
toplantılarını terk etme emri bazı rivayetlere göre müslümanların da uymak
zorunda oldukları bir emirdi. Zalim kavimden kasıt, müşriklerdir. Nitekim
Kur'an-ı Kerim'de genellikle bu şekilde ifade edilmektedirler.
Ancak Medine'de bir İslâm devleti kurulduktan sonra,
Peygamberimizin müşriklere karşı tutumu değişmişti. Hiç kimsenin Allah'ın
ayetlerini diline dolamaya cesaret edememesi için, fitne ortadan kalkıp
hakimiyet tamamen Allah'ın dininin oluncaya kadar cihad ve savaş geçerliydi
artık.
Daha önce Resulullah ile müşrikler arasındaki kesin
ayrılığı belirtip, sorumluluk ve sonucun farklılığını bildirdiği gibi, şimdi
de müslümanlarla müşrikler arasındaki kesin ayrılığı tekrarlamaktadır ayetin
akışı.
69- Gerçi
günahlardan .sakınanlara onların hesabından hiçbir sorumluluk düşmez. Fakat
söz konusu olan hatırlatmadır... Ola ki, sakınırlar.
Allah'dan sakınanlar ile müşrikler arasında ortak
bir sorumluluk söz konusu değildir. Irkları kavimleri bir olsa da bunlar
birbirinden ayrı ümmetlerdir. Çünkü Allah'ın ölçüsünde ve İslâm
değerlendirmesinde ırk ve kavmin hiçbir değeri yoktur. Müttakiler bir ümmet,
zalimler (yani müşrikler) de bir ümmettir. O halde, zalimlerin
sorumluluğundan ve hesabından müttakilerin herhangi bir şekilde
etkilenmeleri söz konusu değildir. Sadece kendileri gibi Allah'dan korkan
kişiler olup kendilerine katılabilirler diye hatırlatmada bulunurlar. Yoksa
inançta beraberlik olmadıktan sonra hiçbir şeyde beraberlik olamaz.
İşte Allah'ın dini ve söyledikleri... Dileyen başka
türlü söyleyebilir. Ancak, söyleyeceğini söyledikten sonra bütünüyle
Allah'ın dininden çıktığını da bilmelidir.
Ayetlerin akışı bu ayrılığı iyice belirtmek ve
işbirliğin sınırlarını açıklamakla devam ediyor.
70- Dinlerini
oyun-eğlence konusu yapan ve dünya hayatına aldanan kimseleri bırak da
Kur'an aracılığı ile şunu hatırlat ki, eğri davranışlarının, günahlarının
tutsağı olan kimse ne Allah dışında bir yardım edici ve ne de bir aracı
bulabilir. Eğer o bütün varını fidye olarak ortaya koysa kabul edilmez.
İşte bunlar kötü davranışlarının, günahlarının
tutsağı olmuş kimselerdir. Kâfirliklerinden dolayı onları içecek olarak
kaynar su ve acıklı bir azap beklemektedir.
Bazı konulara değinmek üzere ayetin üzerinde biraz
duruyoruz.
1- Peygamberimiz (Allah'ın selâmı üzerine olsun) -bu
emir her müslümanı da kapsamaktadır- dinlerini oyun ve eğlence konusu
yapanları bir kenara bırakmakla emr olunmuştu. Dini oyun ve eğlenceye almak
sözle olabildiği gibi, davranışla da mümkündür Dini inanç ve ibadet, ahlâk
ve davranış, şeriat ve kanun olarak hayatı için bir temel edinmek suretiyle
gereken saygı ve özeni göstermeyen... Tıpkı, inancın temellerinden biri olan
`gayb' gerçeğinden söz ederken onu alaya alanlar gibi, bu dinin ilkelerinden
ve şeriatından söz ederken alaycı ve hafife alıcı bir üslûp kullananlar...
Dinin temel kurallarından biri olan `zekât'ı küçümseyenler... Yine bu dinin
ilkelerinden olan utanma duygusunu, ahlâk ve namus anlayışını, tarım
toplumlarının ya da feodalizmin veyahut burjuvazinin kokuşmuş gelenekleri
diye nitelendirenler... İslâm'ın belirlediği şekliyle evlilik hayatını inkâr
edip kötüleyenler... Yüce Allah'ın kadınların iffetlerini korumaları için
öngördüğü güvenceleri, `kölelik' olarak nitelendirenler... En başta ve
sonda, insanların pratik hayatlarında, siyasal, sosyal, ekonomik ve yasal
olarak Allah'ın mutlak hakimiyetini inkâr edenler ve Allah'ın şeriatına
bağlanmaksızın insanların bu özellikleri kullanabileceklerinden söz
edenler... Evet bütün bunlar, ayetin kastettiği dinlerini oyun ve eğlenceye
alan ve hatırlatma dışında müslümanların kesinlikle ayrılmaları ve
ilişkilerini koparmaları emredilen kişilerdir. Bunlar zalim (yani müşrik)
kimselerdir. İşledikleri kötülüklerden dolayı kendilerini tehlikeye atan
kafirlerdir. Kâfir olmalarından ötürü kaynar su ve acıklı bir azaptır
cezaları...
2- Peygamberimiz, (Allah'ın selâmı üzerine olsun)
dinlerini oyun ve eğlenceye alan dünya hayatının aldattığı bu kişileri bir
kenara bırakmakla emr olunduktan sonra, bu adamları, hak ettikleri bu
sonuçtan kurtulmaları için hatırlatma ve uyarmakla emr olunmaktadır. -Bu
emir tüm müslümanları kapsamaktadır. Allah'ın huzuruna vardıklarında O'ndan
başka kendilerine yardım edecek birinin bulunamayacağını hiçbir şefaatçinin
şefaatinin söz konusu olamayacağını, işlediklerinden ötürü yakalandıktan
sonra kendilerini kurtarmak için fidye vermelerinin mümkün olamayacağını
belirtmeleri de emredilmektedir.
"Allah'dan başka dost ve yardımcısı olmayan bir
kimsenin kazandığından ötürü helâke sürüklenip atılmaması için Kur'an ile
öğüt ver. O kimse bütün varını fidye olarak verse yine kabul olunmaz."
Kur'an'ın bu ifadesinde, bir güzellik ve derinlik göze çarpmaktadır.
Herkes, işlediği kötülüklerden dolayı bir ceza
olarak, sürüklenir. (Yani yakalanıp hesaba çekilir). Bu durumda Allah'dan
başka bir dost ve şefaatçi söz konusu değildir. Kendisini kurtaracak, bağını
çözecek bir fidye de kabul edilmeyecektir.
Dinlerini oyun ve eğlenceye alan dünya hayatının
aldattığı kişilere gelince, onlar işlediklerinden dolayı rehin kalmışlardır
ve ayette geçen cezayı hak etmişlerdir. Bu son onlar için belirlenmiştir:
"Kazandıkları günahlardan ötürü yok olanlar işte
onlardır. Nankörlük ettiklerinden dolayı kaynar su ve acıklı azap onlar
içindir."
Onlar işledikleri kötülüklerden dolayı hesaba
çekilmişlerdir. İşte cezaları da budur: Boğazları ve karınları yakan kaynar
su ve kâfirliklerinin sebep olduğu acıklı azap. Dinlerini alaya almaları
kâfir oluşlarının kanıtıdır.
3- Yüce Allah'ın müşriklere ilişkin şu sözü:
"Dinlerini oyun-eğlence konusu yapan..."
Acaba dinleri bu mudur?
Bu hüküm, İslâm'a girdikten sonra dinlerini oyun ve
eğlenceye alanlara uymaktadır. Böyleleri insanlar arasında görülmüş ve
münafık olarak nitelendirilmişlerdi. Ancak bu durum Medine'de söz konusu
olmuştu.
Acaba bu hüküm İslâm'a girmemiş müşriklere
uygulanabilir mi? Çünkü ger-çek din İslâm'dır. İman eden etmeyen tüm
insanların dinidir. Yüce Allah'ın din olarak nitelendirdiği ve son
peygamberin gönderilmesinden sonra insanlardan kabul ettiği tek din olması
nedeniyle, İslâmdan uzaklaşan kendi dininden uzaklaşmış olur.
"Dinlerini oyun-eğlence konusu yapan ve dünya
bayatına aldanan kimseleri bırak..." ayetinde yer, alan bu tamlamanın bir
anlamı vardır.
Bu, -en iyisini Allah bilir.- İslâm'ın tüm
insanların dini olduğuna ilişkin açıkladığımız konuya bir işarettir. Bu
yüzden müşrik de olsa, İslâm'ı oyun ve eğlenceye alan kendi dinini oyun ve
eğlenceye almış olur.
Müşriklerin kimler olduğunu belirtmeye bu noktada
ihtiyaç duyuyoruz. Bunlar, ilahlığın özelliklerinden herhangi birini Allah'a
ortak koşan kimselerdir. Bu ister Allah'la birlikte başka birinin ilâhlığına
inanmak şeklinde olsun, ister kulluk davranışlarını Allah'la birlikte bir
başkasına sunmak şeklinde olsun, ya da Allah'la birlikte bir başkasının
egemenliğini ve yasasını kabul etmek anlamında olsun fark etmez. En başta da
saydıklarımızdan birini kendisi için iddia ettiği halde müslüman isimleriyle
isimlenenler gelmektedir. O halde dinimizin gerçeklerinden kuşku
duymamalıyız.
4- Zalimlerle -yani müşriklerle- ve dinlerini oyun
ve eğlenceye alan kimselerle birlikte bulunmanın sınırı: Bunun, sadece
onlara Allah'ın dinini hatırlatmak ve uyarıda bulunmak amacına yönelik
olduğundan söz etmiştik. Bunun dışında hiçbir şey söz konusu değildir. Bu
da, Allah'ın ayetlerine daldıkları duyulana ya da daha önce anlattığımız
veya benzeri bir davranışla Allah'ın dinini oyun ve eğlenceye aldıkları
görülene kadardır.
Kurtubi, bu ayete ilişkin `el-Camili ahkâm
el-Kur'an' adlı kitabında şunları söylemektedir:
"Bu ayet, yol gösterici imamların ve onlara
uyanların yoldan çıkmış fasıklarla içli dışlı olabileceklerini ve korku
nedeniyle görüşlerini doğrulamış gibi davranabileceklerini iddia edenlere
Allah tarafından bir reddiyedir..."
Bize göre, `öğüt vermek, hatırlatmak ve yoldan
çıkmışların bozuk ve sapık görüşlerini düzeltmek amacıyla onlara karışmayı
ayet, açıkladığı sınırlar içinde müsaade etmektedir. Ancak, yoldan
çıkmışlarla içli dışlı olmak, ortaya koydukları söz ve davranışları takiyye
(korku) bahanesiyle sessizce karşılamak sakıncalıdır. Çünkü bu, -görünüşte-
batılı kabul edip, hakkın aleyhine şahitlikte bulunmaktır. Burada insanların
hak ile batılı birbirine karıştırması söz konusudur. Allah'ın dini ve onu
yaşayanların basite alınması anlamı çıkmaktadır. Yasaklama ve ayrılık bu
durum için geçerlidir.
Aynı şekilde Kurtubi aynı kitabında şunları da
rivayet etmektedir: "İbn-i Huveyz Mindad şöyle der: İster mümin, ister kâfir
olsun, Allah'ın ayetlerini dillerine dolayanların toplantıları terk edilir
ve oradan uzaklaşılır. Yine şöyle der: Arkadaşlarımız, düşman toprağına
girmeyi, kiliselerine gitmeyi, onlarla alış veriş yapmayı, kâfir ve bid'at
ehlinin toplantılarına katılmayı yasakladılar. (Ömer (Allah ondan razı
olsun) Kudüs'te kilisede namaz kılmıştır. Ancak o zaman Kudüs düşman toprağı
değildi. Anlaşma ve zimmet ülkesiydi. Çünkü o günkü hristiyanlar anlaşmalı
zimmilerdi.) Onların sevgilerine inanmamayı, sözlerini dinlememeyi ve
onlarla tartışmaya girmemeyi emrettiler. Ehli bid'attan kimisi, Ebu İmran
en-Nehai'ye; `Benden bir kelime dinle' deyince, Ebu imran yüzünü çevirip;
`Hayır, yarım kelime bile dinlemeyeceğim' dedi. (Kur'an-ı Kerim'de "Bizi
anmaktan kaçman ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenden yüz çevir."
ayeti yer almaktadır. Necm suresi, 29) Benzeri bir rivayette Eyyüb es
Sahtiyani'den nakledilir. "Fudeyl b.İyad şöyle dedi: Yüce Allah bid'atçıyı
sevenin amellerini boşa çıkarır, İslâm'ı kalbinden alıp götürür. Kim kızını
bir bid'atçıyla evlendirirse akrabalık bağını koparmış olur. Bid'at
taraftarı biriyle oturan bilgiden yoksun kalır. Yüce Allah birinin
bid'atçılara öfkelendiğini bilirse, o kişinin affedileceğini umarım. Ebu
Abdullah el-Hakim Hz. Aişe'den -Allah ondan razı olsun- şöyle rivayet eder:
Resulullah (Allah'ın selâmı üzerine olsun) şöyle buyurdu: "Bir bid'atçıya
saygı gösteren, İslâm'ın yıkılmasına yardımcı olmuştur."
Bütün bunlar, Allah'ın dininde olduğu halde,
Allah'ın dininde olmayan yeni şeyler uyduran kimseler için geçerlidir. Aynı
zamanda bütün bunlar hakimiyeti ele geçirmek suretiyle ilâhlığın
özelliklerini iddia edenle, onun bu iddiasını onaylayanın işledikleri suçun
yanında sözü bile edilemez. Bu, bir bid'atçının Allah'ın dininde olmayan bir
şeyi uydurmasından çok, bir kâfirin küfrü ya da bir müşrikin Allah'a ortak
koşmasıdır. Ancak ilk kuşak müslümanlar böyle bir durumla
karşılaşmamışlardı. İslâm yeryüzüne egemen olduğu günden bu yana, müslüman
olduğunu söylediği halde böyle bir iddiada bulunan birine rastlanmamıştı.
Allah'ın koruduklarının dışında böyle bir durum, Fransız ihtilâlinden sonra
insanların İslâm dairesinden çıkmaya başlamasından sonra söz konusu
olabilmişti ancak. Bu nedenle meydana gelen bu duruma uygulanabilecek bir
söz, ilk kuşak müslümanlardan işitilmemiştir. Durum, onların sözünü ettiği
bu tür hükümlerin düzeyini çoktan aşmıştır.
HİDAYET, NAMAZ VE
SÛR
İlâhlık gerçeği ve özelliklerine, şirke ve doğru
yolu bulduktan sonra tekrar şirke dönmenin iğrençliğine, Allah'ın dininden
dönenin geriye dönüş sahnesine, nereye gideceğini bilmeden bir çölde
kalışına ve tek yol göstericiliğin yüce Allah'ın yol göstericiliği olduğunun
belirtilmesine ilişkin bu mesaj... Evet bu mesaj, emir ve yaratma
konusundaki yüce Allah'ın mutlak egemenliğine ve bu egemenliğin ortaya
çıkışına ve tekliğine ilişkin yüce, derin ve ruhlara şifa veren bir
gürlemeyle son bulmaktadır. "Sura üfürüldüğü", kabirlerde olanların
dirildiği ve mülkün tek başına Allah'a ait olduğu ve sonuçta herkesin O'na
varacağını kabul etmeyenlerin ikna olduğu gün, inkârcılar ve gerçeği örtbas
edenler bile yüce Allah'ın otoritesini açıkça göreceklerdir.
71- De ki; "Allah'ı
bırakıp bize ne yarar re ne de zarar dokunduramayan putlara mı yalvarırım?
Allah bizi doğru yola ilettikten sonra tekrar geriye mi dönelim? Tıpkı
arkadaşları tarafından `bize gel' diye doğru yola çağrıldığı halde,
şeytanlar tarafından ayartılıp çöl ortasında şaşkın bırakılan kimse gibi mi
olalım? De ki; "Doğru kılavuzluk, Allah'ın kılavuzluğudur, bize alemlerin
Rabbine teslim olmamız emredildi. "
"De ki... Surede tekrarlanan vurgusu güçlü bir
kelimedir. Bu işin bütünüyle Allah'a ait olduğu, peygamberin sadece bir
uyarıcı ve bir tebliğci olduğu anlamını belirginleştiriyor. Ayrıca bu işin
üstünlüğüne, yüceliğine ve dehşet verici oluşuna, peygamberinse, sadece bu
görevi yerine getirmek üzere Rabbi tarafından seçilmiş biri olduğuna işaret
etmektedir.
De ki; "Allah'ı bırakıp bize ne yarar ve ne de zarar
dokunduramayan putlara mı yalvaralım?
Onlara söyle ya Muhammed, Allah'dan başkasına dua
edişlerini, yardım dileyişlerini, kendilerine bir yarar ya da zarar
dokundurmaya güçleri yetmedikleri halde hayatlarının yönlendirilmesini
Allah'dan başka kimselere teslim edişlerini açıkça anlat. Yalvardıkları bu
şeylerin, put, heykel, taş, ağaç, ruh, melek. şeytan ya da insan olması fark
etmez. Bunların hepsi yarar ya da zarar dokundurmak bakımından eşittirler.
Yarar ve zarar noktasında son derece zayıftırlar. Çünkü meydana gelen her
hareket Allah'ın belirlediği bir kader doğrultusunda meydana gelmektedir.
Allah'ın izin vermediği hiçbir şey meydana gelemez. O'nun takdirinden ve
olaylara ilişkin hükmünden başkası meydana gelemez.
Allah'dan başkasına dua edişlerini, kullukta
bulunmalarını, O'ndan başkasından yardım dilemelerini ve boyun eğmelerini
kınayarak anlat. Bu uygulamayı ve bu yönelişi kötüle. Bu, ister müşriklerin
tanrılarına yönelik kulluklarına katılması halinde kendilerinin de O'nun
rabbine yönelik ibadetlerine katılacaklarına ilişkin önerilerini reddetmek
için söz konusu edilmiş olsun, ister daha baştan müşriklerin durumlarını
kınamak ve Resulullah (Allah'ın selâmı üzerine olsun) ve müminler tarafından
uygulanacak kesin ayrılık ve farklılığı açıklamak amacıyla olsun fark etmez.
Çünkü gözetilen hedef, her iki durumda da birdir. İyice kökleşmiş
kalıntılardan ve toplumun yaygın geleneğinden uzak kalabilmiş insan aklına
aydınlık bir ortamda sunulduğunda reddedecektir bu iğrençliği kuşkusuz.
Yaptıklarının kötülüğünü somutlaştırmak ve
iğrençliğini iyice belirgin hale getirmek için, yüce Allah'ın müslümanları
onunla yalnızca kendisine ibadet etmeye, sadece kendisini ilâh edinmeye ve
hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ona boyun eğmeye yönelttiği ilkelerin
ışığında, bu inançları gözler önüne serilmektedir:
"De ki; Allah'ı bırakıp bize ne yarar ve ne de zarar
dokunduramayan putlarını yalvaralım?
Bu, topuklar üzerinden geriye dönmektir. Arkaya
dönüştür. Hem de ilerleme kaydettikten ve yüceldikten sonra...
Ardından şu belirgin, hareketli, duygulandırıcı ve
etkin sahne yer almaktadır:
Tıpkı arkadaşları tarafından "bize gel" diye doğru
yola çağrıldığı halde şeytanlar tarafından ayartılıp çöl ortasında şaşkın
bırakılan kimse gibi mi olalım?
Tevhide inandıktan sonra Allah'a ortak koşmaya
başlayan, kalbini bir tek ilaha kulluk yapmakla kullardan oluşan sayısız
tanrılara kulluk yapmak arasında parçalayan kimsenin sapıklığını,
şaşkınlığını anlatan hareketli ve gerçekleri olduğu gibi gözler önüne
getiren bir sahnedir bu. Bu kişinin duyguları hidayetle sapıklık arasında
bölünmüş durumdadır. Bu yüzden uçsuz bucaksız boşluğa yuvarlanıp gidiyor.
İşte bu, "Yeryüzünde şeytanların aldattığı" yoldan çıkmış bu zavallı
yaratığın sahnesidir. `İstehve' kelimesi bizzat taşıdığı anlamı tasvir
etmektedir. Keşke bir tarafa yönelişinde de buna uymuş olsaydı. Sapıklık
yolunda bile olsa bir tek hedef gözeten kişilerinki gibi bir yönelişi
olabilseydi. Ancak öte tarafta doğru yolda bulunan arkadaşları yer
almaktadır. Onu doğru yola çağırmakta, `bize gel' diye seslenmektedirler. O
ise, bu çağrı ile aldatma arasında şaşkın bir durumdadır. Nereye
yöneleceğini bilmiyor. İki gruptan hangisine uyacağını kestiremiyor.
Somutlaştırılan, hareket ettirilen psikolojik bir
azaptır bu. İfade içinde bile nerdeyse duyumsanacak ya da dokunulabilecek
kadar belirgindir.
Bu ayeti her okuduğumda, bu sahneyi ve içerdiği
şaşkınlık, kararsızlık ve bir yerde duramama azabını düşünürdüm. Fakat
sadece düşünürdüm. Ta ki, içinde bu konumun somutlaştığı ve bu azabın
belirginleştiği gerçek durumları görene kadar. Allah'ın dinini tanıyıp
tadına vardıktan sonra -bu tanımanın ve tatmanın düzeyi ne olursa olsun-
dinden dönüp sahte tanrılara kul olan insanların korku ve ihtirasın baskısı
altındaki durumlarını görüp böylesine acı bir felâketi yaşadıklarını
anlayınca, bu durumun neyi ifade ettiğini ve bu ibarenin ne anlama geldiğini
anlamış oldum.
Bu, canlı, olayları somutlaştıran, hareketli ve
duygulandırıcı sahnenin gölgesi, gönülleri bu yok edici sonucun korkusuyla
doldururken, kalıcı ve doğru yönelişe ilişkin kesin bir açıklama yer
almaktadır:
De ki; "Doğru kılavuzluk Allah'ın kılavuzluğudur,
bize alemlerin Rabbine teslim olmamız emredildi."
Kuşkusuz bu, uygun psikolojik koşullarda yer alan
kesin ve net bir açıklamadır. Çünkü, sakin ve azgın bir portresi çizilen
gönül ve bir türlü dinmeyen bu şaşkınlığın verdiği acı azap bu kesin
açıklamayı rahatlık ve teslimiyetle kabullenmeye en yakın ortamdır...
Sonra bu kesin açıklamada bir gerçek yer almaktadır:
De ki; "Doğru kılavuzluk, Allah'ın kılavuzluğudur.
Doğru kılavuzluk sadece odur. Nitekim cümlenin
açıklayıcı yapısı da bunu ifade etmektedir. Bu yüzden de ondan kuşku
duyulmaz.
Kuşkusuz insanlık, bu yoldan ayrıldığı ya da bir
kısmından saptığı, kendi düşünce ve sözlerinden, sistem ve kurumlarından,
şeriat ve kanunlarından, değer ve ölçülerinden herhangi bir şeyi, bir
`bilgi'ye ya da `kılavuza' yahut `aydınlatıcı bir kitaba' dayanmaksızın onun
ilkelerinden birinin yerine koyduğu zaman ıssız çöllerde kaybolup gider.
Yeryüzünde halifelik görevini yerine getirmede ve bu
hayatı daha da ileri götürmede yararlanması için Allah tarafından
insanoğluna, evrenin bazı kanunlarını bilme ve bazı enerji ve güç
kaynaklarını ortaya çıkarma gücü bahşedilmiştir. Ancak yine bu insana,
evrende yer alan mutlak gerçekleri derinliğine algılama ve aralarında kendi
aklı ve ruhunun bilinmezliği hatta bedeninin görevi, bu görevin ötesinde
kendisini bu şekilde, bu düzenlilik ve yönelişle çalışmaya yönelten
nedenlere ilişkin bilinmezlik de olmak üzere her taraftan kendisini saran
gaybın sırlarını kavrama yeteneği bahşedilmemiştir.
İşte bu yüzden `insanoğlu', kendi varlığı ve
hayatına özgü inanç, ahlâk, ölçü, değer, sitem ve kurum, bu varlığa hükmedip
pratik hayatını düzenleyen şeriat ve kanun noktasında her zaman yüce
Allah'ın yol göstericiliğine muhtaçtır.
İnsan ne zaman Allah'ın hidayetine yönelmişse doğru
yolu bulmuştur. Çünkü gerçek yol göstericilik Allah'ın yol göstericiliğidir.
Ne zaman da bütünüyle uzaklaşır veya kimi noktalarda yoldan çıkarsa, kendi
kendine uydurduğu bazı şeyleri onun yerine geçirmeye kalkışırsa sapıtır.
Çünkü Allah'ın yol göstericiliğinden kaynaklanmayan bir şey sapıklıktır.
Üçüncü bir şık söz konusu değildir. Zaten "Haktan sonra sapıklıktan başka ne
var ki?"
İnsanlık bu sapmanın acısını çok çekmiştir, şu anda
top yekûn çekmektedir de. Bu durum, Allah'ın hidayetinden uzaklaşıldığı
zamanlarda insanlığın karşılaştığı bir tarihsel zorunluluktur. Tek ve
tartışmasız `tarihsel zorunluluk' budur. Çünkü bu, Allah'ın buyruğudur,
O'nun haber verdiği bir gerçektir. Yoksa bu, insanlığın Allah'ın yol
göstericiliğinden uzaklaşmasından kaynaklanan mutsuzluğunun sürmesini
isteyenlerin iddia ettikleri doğmalara benzemez. Bir insanın bu mutsuzluğu
araştırmasına bile gerek yoktur. Yeryüzünün her tarafında gözle görülür,
elle tutulur şekilde etrafını sarmıştır bu mutsuzluk. Her yerde aklı başında
olan insanlar bu mutsuzluktan feryad etmektedir...
Bu yüzden ayetin akışı içinde aniden, tek başına
Allah'a teslim olmanın, sadece ona kulluk yapmanın, ondan korkup sakınmanın
zorunluluğu belirtilmektedir.
72- Ayrıca bize
namazı kılınız ve Allah'dan korkunuz " diye emredildi. Huzurunda
toplanacağınız O'dur.
Söyle ey Muhammed, tek hidayetin Allah'ın hidayeti
olduğunu bildir. Bu yüzden, `alemlerin Rabbine teslim olmakla emr olunduk'
de. Çünkü tüm alemlerin teslim olduğu merci O'dur. Zaten alemlerin tümü O'na
teslim olmuş durumdadır. O halde, bunca alem arasında göklerde ve yerlerde
bulunan bütün alemlerin teslim olduğu evrensel rububiyete teslim olmaktan
kaçınmakla insan tek başına ne yapabilir ki?
Burada alemler üzerindeki Rabblığın ifade edilmesi
yerinde olmuştur. Çünkü bu, kabul etmekten başka seçenek bulunmayan bir
gerçeği açıklamaktadır. Bu gerçek, içindeki görülen ve görülmeyen alemlerle
tüm varlığın yüce Allah'ın koyduğu evrensel yasalara teslim olduğudur.
Kesinlikle bu yasaların dışına çıkamaz. İnsan da -organik oluşumu açısından-
isteğinin dışında, bu evrensel yasalara teslim olmuş durumdadır. Bunların
dışına çıkması mümkün değildir. Geriye, denenmesi için kendi isteğine
bırakılan açıdan da, teslim olmasından başka bir şey kalmıyor. Bu nokta onun
seçimine bağlıdır. Doğru yolu ya da sapıklığı seçmesine bağlıdır. Şayet
organik yapısı gibi bu açıdan da Allah'ın koyduğu yasalara teslim olursa,
yaşayışı doğrulur, varlığı ve davranışları, bedeni ve ruhu, dünyası ve
ahireti bir ahenk oluşturur.
Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) ve
onunla birlikte müslümanların teslim olmakla emr olundukları, bunun için de
teslim olduklarını duyurmalarında, zaman içinde yüce Allah'ın kalbini
evrensel yasaları algılamaya ve anında karşılık vermeye açtığı kimselerin
yararlanacağı çok etkin ilhamlar yatmaktadır.
Alemlerin Rabbine teslim oluşun duyurulmasından
sonra kulluğa ve bilince ilişkin yükümlükler yer almaktadır.
"Namazı kılınız ve Allah'dan korkunuz."
Alemlerinin Rabbinin rububiyetine, otoritesine,
terbiye ve hükümranlığına teslim olmak esastır. İbadetler ve sembolik kulluk
davranışları bundan sonra gelir. Ardından ruh terbiyesi yer alır. Bütün
bunların teslimiyet esasına dayanması için... Üzerine bina kurulması için,
bu temel sağlam olmadığı sürece tüm bunların yerine getirilmesi mümkün
değildir.
Bölümün son mesajında, ayetlerin akışı akidenin
temel esaslarından etkileyici bir gerçeği barındırmaktadır. Haşir (ahirette
hesap vermek üzere toplanma), yaradılış, egemenlik, görüleni ve görülmeyeni
bilme, hikmet ve her şeyden haberdarlık gerçekleri gibi. Bütün bunlar
ilâhlığın başta gelen özellikleridir. Zaten surenin ana konusunu da bu
oluşturmaktadır:
73- Gökleri ve yeri
gerçeğe dayalı olarak yaratan O'dur. Her şey ' `Ol " dediği gün oluverir.
Sözü gerçektir. Sur'a üflendiği gün, egemenlik O'nun tekelindedir. O
gizli-açık her şeyi bilir, O hikmet sahibidir ve her şeyden haberdardır.
"Varıp huzurunda toplanacağınız O'dur."
Kuşkusuz alemlerin Rabbine teslim olmak hem zorunlu,
hem de gereklidir. Çünkü yaratıklar O'nun huzurunda toplanacaktır. O halde
meydana gelmesi kesin olan toplanma gününde kendilerini kurtaracak şeye
yönelmeleri, önünde sorumlu olarak dikilmeden önce, bugün tüm alemlerin
teslim olduğu zata teslim olmaları daha iyidir. Böylece bu gerçeği (Allah'ın
huzurunda toplanma gerçeğini) düşünmek, daha baştan teslim olmak duygusunu
uyandırıyor. Nasıl olsa sonuçta teslim olmaktan kaçınmanın imkânı yoktur.
"Gökleri ve yeri gerçeğe dayalı olarak yaratan
O'dur."
Bu da başka etkenleri barındıran diğer bir
gerçektir. Buna göre kendisine teslim olmakla emr olundukları yüce Allah,
göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Yaratan, yarattığına sahip olan, egemen
olan, hükmeden ve dilediği gibi tasarrufta bulunandır. O, gökleri ve yeri
"hakk'a göre yaratmıştır. Bu yaratılışın dayanağı haktır. Bu ayet,
felsefenin, özellikle de Eflatunculuk ve idealizmin evren hakkında
söyledikleri "algılanan bu alem, aslında bir kuruntudan ibaretti ve gerçek
bir varlığı söz konusu değildi" gibi saçma fikirlerini çürütüp bu tür
düşünceleri düzelttiği gibi, evrenin yapısında ve hareketlerinde aslolanın
`hak" olduğunu da bildirmektedir. İnsanların sığındıkları gerçek, varlığın
fıtratında ve tabiatında gizli gerçeğe dayanmaktadır. Böylece ürpertici bir
güç haline gelmektedir. Evrenin yapısında uzantısı bulunmayan batılın buna
karşı koyması artık mümkün değildir. Batıl, yerden koparılmış, köksüz kötü
bir ağaç gibidir. Köpük gibi atılır gider. Çünkü hak gibi evrenin yapısında
bir temele dayanmamaktadır. Kuşkusuz bu, son derece önemli bir gerçektir,
etkin olduğu kadar derindir de.
Bir müminin (kişisel olarak kendi sınırları içinde)
sahip olduğu hakkın varlık aleminin yapısındaki büyük gerçeğe bağlı olduğunu
düşünmesi, (nitekim bir ayette şöyle denmektedir: "Bu, Allah'ın hak
olmasındandır." (Lokman Suresi: 30) Aynı zamanda varlık alemindeki gerçeğini
de yüce Allah'ın zatındaki gerçeğe bağlı olduğunun bilincinde olması. Evet,
bu gerçeği, bu ürpertici şekliyle kavrayan bir mümin, ne kadar büyüklenirse
büyüklensin, ne kadar şişinirse şişinsin, istediği kadar azgınlaşsın,
zorbalaşsın, istediği kadar işkence yapabilsin yine de batılı, varlık içinde
sonradan beliren bir kabarcıktan öte bir şey olarak görmez. Ne bir kök ne de
uzantısı söz konusudur. Pek yakında sönüp gidecektir. Bu, varlık içinde hiç
olmamış gibi yok olacaktır.
Nitekim mümin olmayanların duyguları da bu gerçeği
düşünmekten ürperiyor. Teslim olup tevbe ediyorlar.
Her şey "Ol" dediği gün oluverir."
İşte bu, her şeye gücü yeten otoritedir. Dilediği
gibi yaratan, yoktan var eden, istediğini ortadan kaldırıp yerine başkasını
getiren, dilediği gibi değişiklik yapan serbest iradedir. Bu gerçeğin burada
sunulması, mümin gönüllerde inanç yapısının oturtulması operasyonunun bir
parçası olmakla beraber, her şeyi hakk'a göre yaratan, birşeye `Ol'
dediğinde hemen `oluveren' alemlerin Rabbine teslim olmaya çağırılanların
gönüllerinde de duygulandırıcı etkiler bırakmaktadır.
"Sözü gerçektir."
İster her şeyi onunla yarattığı `Ol, der o da olu
verir' sözü olsun, ya da sadece kendisine teslim olunmayı emrettiği sözü
olsun veya kendisine teslim olduklarında insanlar için kanun koyduğu sözü
olsun yahut geçmişten, şimdiki zamandan, gelecekten, yaratmadan, yoktan var
etmeden, huzurunda toplanılacağı günden ve o gün gerçekleşecek cezadan haber
veren sözü olsun fark etmez.
Bütün bu saydıklarımıza ilişkin sözleri gerçektir. O
halde ne yarar ne de zarar dokundurmaya güçleri yetmeyen yaratıkları O'na
ortak koşanlar ve nereden gelirse gelsin O'ndan başkasının sözüne, varlığına
ilişkin yorumuna, hayat için koyduğu yasalara uyanların sadece O'na teslim
olmaları çok daha iyidir.
Sur'a üflendiği gün egemenlik O'nun tekelindedir.
Bu günde, toplanma gününde.. Sur'a üfleneceği
günde... Bu günde insanların mahiyetini bilmediği bir şekilde diriliş ve
meydana gelme olayları gerçekleşecektir. Bunlar, yüce Allah'ın kendine özgü
kıldığı `gayb'ın kapsamına girmektedirler. Sur'un kendisi de mahiyeti,
hakikatı ve ölülerin karşılık vermesi açısından `gayb'ın sınırları içine
girmektedir. Tercih edilen rivayetler bu konuda şöyle diyorlar: Bu, bir
melek tarafından üflenen nurdan bir borudur. Kabirlerde olan herkes işitir
ve dirilmeye başlar. Bu, ikinci üflemedir. Birincide ise, yüce Allah'ın
dilediklerinin dışında göklerde ve yerde bulunan her şey yok olur. Nitekim
Zümer suresinde yer alan bir ayette şöyle denmektedir: "Sur'a üflenince,
Allah'ın dilediğinin dışında, göklerde ve yerde bulunanların hepsi düşüp
ölür. Sonra sur'a bir daha üflenince hemen ayağa kalkıp bakışıp dururlar."
(Sümer Suresi: 68)
Sur'a ilişkin bu nitelendirmeler ve üflemenin etleri
hakkındaki haberlerden kesinlikle anlıyoruz ki, bu, insanların şu yeryüzünde
ellerinde bulundurdukları ve düşündükleri şeylerden tamamen farklı bir
özelliğe sahiptir. Bu yüzden o da Allah'a özgü `gayb'ın kapsamına
girmektedir. Yüce Allah'ın niteliklerinden ve etkilerinden bildirdiği
kadarıyla bilebiliriz. Bu miktarı aşmamız söz konusu değildir. Bunun dışında
söylenenlerin güvenirliği ve kesinliği söz konusu değildir ve artık
söylenenler zandan öteye geçmez.
İşte içinde sur'a üfleneceği böyle bir günde
-inkârcılar bile- açıkça gerçekleri göremeyen körler dahi son derece
belirgin bir şekilde hükümranlığın tek başına Allah'a ait olduğunu, O'nun
otoritesinden başka bir otoritenin, O'nun iradesinden başka bir iradenin söz
konusu olmadığını göreceklerdir. O halde, dünyadayken kendi istekleriyle
O'na teslim olmaktan kaçınanlar, Sur'a üflendiği günde mutlak otoritesine
teslim olmak zorunda kalmadan önce, daha bu dünyadayken teslim olmaları çok
daha yerinde bir davranış olur.
`O gizli-açık her şeyi bilir.'
Şu görülen evreni bildiği gibi perde gerisindeki
gayb gerçeğini bilen, kulların hiçbir gizli işinden habersiz olmayan, hiçbir
durumlarını gözden kaçırmayan yüce Allah'a teslim olmaları, O'na kul olup
sakınmaları daha iyidir. Bizzat bu gerçek işte böyle hatırlatılıyor. Allah'a
teslim olmayı kabul etmeyen yalanlayanlara karşı duygulandırıcı bir etken
olarak sunuluyor.
"O hikmet sahibidir ve her şeyden haberdardır."
Yarattığı evrenin, dünya ve ahirette sahip olduğu
kulların işlerini bir hikmete, bir bilgiye göre yönlendirir. O halde, O'nun
direktiflerine ve şeriatına teslim olmaları, hikmetinin ve bilgisinin
etkileriyle mutlu olmaları, yalnızca O'nun yol göstericiliğine yönelmeleri,
ıssız çöllerden ve şaşkınlıktan kurtulup, hikmet ve bilginin gölgesine,
hidayet ve basiretin himayesine sığınmaları daha yararlı olacaktır.
İşte bu gerçek, akıllara ve gönüllere ilhamlar
akıtan etkenleri bu şekilde içermektedir...
HZ. NUH'DAN HZ.
MUHAMMED (S.A.V)'E TEVHİD DAVASI
Bu ders uzunluğuyla beraber tek bir parçadan
oluşmakta ve birbirine bağlı birkaç bölümden oluşan tek konuyu işlemektedir.
Surenin ele aldığı başlıca konuya değinmektedir. Bu da, inanç binasını,
ilâhlık ve kulluğun gerçek mahiyetlerini ve ikisinin arasındaki ilişkinin
mahiyetini kapsamlı bir bilgiye dayandırmaktan ibaretti. Ancak konu, bu
sefer surenin başından beri takip edilen üslûbun dışında bir üslûpla ele
alınmaktadır. Konu işlenirken, hikâye tarzı bir anlatıma başvurulmakta,
ardından bir değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Bunun yanında surede de
yoğun bir şekilde yer alan duygulandırıcı etkenlere de başvurulmaktadır.
Bunlar arasında tüm çizgileri eksiksiz bir şekilde sunulan sahne yer
almaktadır. Bütün bunlar, surenin önsözünde sözünü ettiğimiz peş peşe gelen
uzun ve düzenli solukta işlenmektedir
Bir bütün olarak ders, Hz. Nuh'dan başlayıp,
Peygamberimiz (s.a.v)'e kadar süren iman kafilesini sunmaktadır. Kafilenin
başında da Allah'ın salih kullarından bir kul olan Hz. İbrahim (Allah'ın
selâmı üzerine olsun) fıtratında belirdiği şekilde ilâhlık gerçeği
sunulmaktadır. Böylece, çevresindeki cahiliye sapmaları ve düşünceleriyle
çarpışırken, bir yandan da gerçek ilâhını araştıran ve onu kendi içinde
bulan bozulmamış fıtratın gerçek olduğu kadar, insanı ürperten bir tablosu
çizilmektedir. Fıtratın derinliklerinde beliren şekliyle gerçek ilâhına
ilişkin doğru bir düşünceye kavuşmaktadır. Bu düşünce, gözle görülen ve
algılanan kanıtlardan çok daha güçlü ve daha kalıcı olan iç dünyasının
derinliklerinde yer alan kanıtlara dayanmaktadır. Ayetlerin akışı, gerçek
Rabbine yönelişinden ve ona ilişkin gönlünde hissettiği kanıtla tatmin
oluşundan sonra İbrahim Peygamberin (selâm üzerine olsun) durumunu söz
konusu etmektedir:
-Kavmi onunla tartışmaya girişti, bunun üzerine
onlara de ki; "Allah beni doğru yola iletmişken sizler, O'nun hakkında
benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Ben O'na koştuğunuz ortaklardan
korkmam. Meğer ki, Rabbim hakkımda bir şey dilemiş olsun. Rabbimin bilgisi
her şeyi kuşatmıştır. Halâ düşünmüyor musunuz?"
"Sizler Allah'ın hakkında size hiçbir kanıt
indirmemiş olduğu putları O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin O'na
koştuğunuz ortaklardan nasıl olur da korkarım? Eğer biliyorsanız, söyleyin
bakayım, bu iki gruptan hangisi güvenli olmaya daha lâyıktır?"
Sonra ayetlerin akışı, asırlar boyu gelmiş geçmiş
peygamberlerden oluşan şerefli kafilenin önderlik ettiği iman kervanıyla
birlikte yoluna devam ediyor. Böylece, Allah'a ortak koşanların şirki,
Rabblerinden gelen mesajı yalanlayanların yalanı ciddiyetten uzak bir
saçmalık olarak beliriyor. Birbirinden kopmadan yoluna devam eden kervanın
yanında darmadağın bir durum sergiliyor. Bu kervanın başı ile sonu birbiri
ile bütünleşmiş ve tek bir ümmeti oluşturmuştur. Öncekilerin uyduğu yol
göstericiliğe sonrakiler de uyuyor. Hem de zaman ve mekân farkını dikkate
almadan, ırk ve ulus farklılığını ölçü edinmeden, soy ve renk ayırımına
itibar etmeden... Çünkü, onları birbirine bağlayan ip, şu şerefli kafilenin
taşıdığı biricik dindir.
Bu ulu kervanın sunulmasından sonra, yüce Allah'ın
seçkin Peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) yönelik sözlerinde
olağanüstü bir sahne de ortaya çıkmaktadır.
-İşte bu Allah'ın doğru yoludur, dilediği kullarını
ona iletir. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmış oldukları bütün
iyilikler boşa giderdi.
-Bunlar kendilerine kitap, egemenlik ve peygamberlik
verdiğimiz kimselerdir. Eğer şu adamlar bunları inkâr ederlerse onlara,
kendilerini inkâr etmeyen başka bir topluluğun desteğini sağlarız.
-İşte onlar Allah'ın doğru yola ilettiği
kimselerdir. Sen de onların yolunu izle ve de ki; "Ben bu Kur'an'a karşılık
sizden hiçbir ücret istemiyorum, O bütün alemlere yönelik bir hatırlatmadan
başka bir şey değildir."
Bu ulu kervan sunulduktan sonra, yüce Allah'ın bir
peygamber göndermediğini ve herhangi bir insana hiçbir zaman kitap
indirmediğini ileri sürenlere yönelik bir kınama yer almaktadır. Bunlar
Allah'ı gereği gibi değerlendirememişler. Gerçekten de `yüce Allah'ın
insanları, nefisleri, akılları ve ondan kaynaklanan arzuları, ihtirasları,
zaaf ve kusurlarıyla baş başa bıraktığını söyleyebilen biri, Allah'ı gereği
gibi tanıyamamış demektir. Böyle bir durum yüce Allah'ın ilâhlığına,
Rabblığına, ilim ve hikmetine, adalet ve rahmetine yakışmaz. Yüce Allah'ın
rahmeti, ilmi ve adaleti kullarına peygamber göndermeyi, peygamberlerinden
kimisine kitap indirmeyi, böylece insanları yaratıcılarının yoluna
yöneltmeye çalışmalarını, fıtratlarının üzerine çöken, hakka açılan
pencerelerini tıkayan, içindeki alıcı ve verici aygıtlarını işlemez hale
getiren tozlardan arındırmaya çalışmalarını gerektirmiştir. Bu arada Musa'ya
(Allah'ın selâmı üzerine olsun) indirilen kitapla birlikte kendisinden önce
gelmiş tüm kitapları doğrulayan şu kitap örnek verilmektedir.
Birbirine bağlı bölümlerden oluşan bu uzun ders,
Allah'a iftira edenlerin davranışının, Allah tarafından kendisine vahiy
geldiğini ileri sürenlerin iddiasının ve Allah'ın indirdiği kitaba benzer
bir kitap indirebileceğini söyleyenlerin, bu davranışlarının iğrençliğini
gözler önüne sermekle son bulmaktadır. Bu tür iddiaları, İslâm çağrısıyla
karşı karşıya kalanların kimisi ileri sürmüştü. Bazısı vahiy aldığını,
bazısı da peygamber olduğunu iddia etmişti.
En sonunda müşriklere ilişkin insanın içini karartan
bir sahne yer almaktadır.
Zalimleri ölümün pençesinde çırpınırken ve melekler
ellerini uzatıp "Haydi verin canınızı, Allah hakkında söylemiş olduğunuz
asılsız, yakışıksız sözlerden ve O'nun ayetlerine karşı kibirlenmelerinizden
dolayı bugün onur kırıcı bir azaba çarptırılacaksınız" derlerken görmelisin!
Tıpkı ilk yarattığımızda olduğu gibi bize yine
yalnız başınıza geldiniz, size vermiş olduğumuz her şeyi arkanızda
bıraktınız, üzerinizde etkili ortaklarımız olduklarını sandığınız
aracılarınızı yanınızda görmüyoruz, aranızdaki bütün bağlar kopuverdi,
ortağımız sandığınız ilâhlar sizden uzaklaşıp kayıplara karıştı.
Bu, son derece sıkıntı verici, iç karartıcı ve
korkunç bir sahnedir. Allah'a karşı büyüklenmenin, mesajından yüz
çevirmenin, iftira edip yalanlamanın cezası olarak küçümseme, ayıplama ve
azarlama öne çıkmaktadır sahnede.
TEVHİD VE İNSAN
FITRATI
74- Hani İbrahim,
babası Azer'e dedi ki; "Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Ben gerçekten gerek
senin ve gerekse kavminin açık bir sapıklık içinde olduğunuzu görüyorum.
75- Biz İbrahim'e
göklerin ve yerin görkemli egemenlik mekanizmasını böylece gösteriyorduk ki,
o kesin inançlılardan olsun.
76- Gece karanlık
basınca bir yıldız gördü ve "Rabbim budur" dedi. Fakat yıldız batınca
"Batanları sevmem " dedi.
77- Arkasından ayı
doğarken görünce "Rabbim budur dedi. Fakat o da batınca "Eğer Rabbim beni
doğru yola iletmeseydi, kuşkusuz sapıklardan biri olurdum " dedi.
78- Daha sonra
güneşi doğarken görünce "Rabbim budur, bu daha büyüktür" dedi. Fakat o da
batınca "Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz putlardan uzağım. "
79- Ben yüzümü,
dosdoğru bir şekilde, gökleri ve yeri yoktan var edene yönelttim, ben O'na
ortak koşanlardan değilim.
Kur'an akışının bu ayetlerde gözler önüne getirdiği
sahne, gözleri kamaştıran olağanüstü bir sahnedir. İlk aşamada, putlara
ilişkin cahiliye düşüncelerini reddeden ve onlardan tiksinen fıtratın
sahnesidir bu. Üzerindeki bu hurafeleri silkeleyince içten gelen coşkun bir
istekle vicdanında bulduğu gerçek ilâhını arıyor. Bu düşünce henüz
anlayışında ve belleğinde açıklığa kavuşmamıştır. Gizli bir coşkuyla
parlayan her şeyle ilgi kurup bunun ilâhı olabileceğini düşünüyor. Fakat
iyice araştırdıktan sonra bunların gelip geçici şeyler olduğunu anlıyor.
Çünkü içinde gizli ilahlık gerçekliğini ve uluhiyet sıfatlarıyla bir
benzerliklerini görememiştir. Sonra bu fıtrat içinde parlayan ve iyice
belirginleşen bir gerçeğin farkına varıyor. Büyük bir sevinçle ve bu
gerçeğin coşkusuyla dolup taşıyor. Daha önce kendi kavrama yeteneğiyle
belirlediği, içindeki gerçeğe uygun gerçeğe ulaşmanın büyük coşkunluğuyla
duyuruyor inancını. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) gönlünde belirginleşen
bu sahne, olağanüstü ve göz kamaştırıcı bir sahnedir. Kur'an'ın akışı bu
büyük deneyimi şu kısacık ayetlerde ifade edip geçiyor. Bu, fıtratın hak ve
batıl karşısındaki tutumunun hikâyesidir. Müminin ilân ettiği ve bu konuda
hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmediği inancın hikâyesidir. Bu konuda
babaya, aileye, aşirete ve ulusa hoş görünmek gibi bir endişesi yoktur.
İbrahim'in (selâm üzerine olsun) babasına ve kavmine karşı takındığı şu
katı, kesin ve net tutum gibi.
Hani İbrahim, babası Azer'e dedi ki; "Sen putları
ilâh mı ediniyorsun? Ben gerçekten gerek senin ve gerekse kavminin açık bir
sapıklık içinde olduğunuzu görüyorum."
Bu, İbrahim'in diliyle konuşan fıtratın kendisidir.
Çünkü İbrahim henüz idrakiyle, kavrama yeteneğiyle ilâhını bulmamıştı. Ancak
onun bozulmamış fıtratı daha baştan kavminin kullukta bulunduğu putların
ilâh olabileceklerini reddetmişti. -Irak Keldanileri olan İbrahim'in kavmi,
putlara kullukta bulundukları gibi gezegenlere, yıldızlara da taparlardı.-
Çünkü kullukta bulunan, zorluk ve rahatlıkta kulların kendisine yöneldiği,
insanları ve tüm canlıları yaratan ilahın... Evet İbrahim'in fıtratına göre
bu ilahın taştan bir heykel ya da ağaçtan bir put olması mümkün değildi.
Madem ki yaratan, yarattıklarının rızkını veren, her şeyi işiten ve karşılık
veren bu heykeller değildir,-ki durumları da bunun açıkça göstermektedir.- O
halde, kullukta bulunulmayı hak etmemişlerdir ve gerçek ilâh ile kulları
arasında aracı şeklinde de olsa ilâh edinilemezler.
O halde daha ilk karşılaşmada İbrahim'in (selâm
üzerine olsun) fıtratının hissettiği açık bir sapıklıktır bu. Ayrıca bu,
yüce Allah'ın insanları yarattığı fıtratın eksiksiz bir örneğidir. Sonra bu,
açık bir sapıklıkla yüzyüze geldiğinde onu reddedip tiksinen, sorun inancı
ilgilendirince de gerçek sözü açıklayıp duyuran mükemmel fıtrata da bir
örnek oluşturmaktadır.
"Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Ben gerçekten
gerek senin ve gerekse kavminin açık bir sapıklık içinde olduğunuzu
görüyorum."
Bunlar, İbrahim'in (selâm üzerine olsun) babasına
söylediği sözler. Oysa İbrahim son derece yufka yürekli, halim, güzel
ahlâklı, hoşgörülü ve yumuşak biridir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bu
nitelikleri sıralanmaktadır. Ancak burada inanç söz konusudur. İnanç da
babalık ve oğulluk bağlarının çok çok üstündedir. Yumuşaklık ve hoşgörü
duygularının ötesinde bir olaydır. İbrahim de, yüce Allah'ın, soyundan
müslümanların uymasını emrettiği bir önderdir. Hikâyenin burada anlatılması
da insanlar için bir örnek, bir numune olması amacına yöneliktir.
Böylece İbrahim (selâm üzerine olsun) fıtratının
arılığı ve gerçeği aramadaki içtenliği nedeniyle yüce Allah'ın kendisi için
evrende gizli sırları ve varlık aleminde doğru yolu gösteren kanıtları
ortaya çıkarmasını hakediyor.
Biz İbrahim'e göklerin ve yerin görkemli egemenlik
mekanizmasını böylece gösteriyorduk ki, o kesin inançlılardan olsun.
Şu bozulmamış fıtrat ve açık basiret gibi, hakka
karşı böylesine bir içtenlik ve bu derece şiddetle batıldan tiksinme üzerine
İbrahim'e bu mülkün, göklerin ve yerin mülkünün gerçek mahiyetini gösterdik.
Evrenin planında gizli sırlardan haberdar kıldık. Varlık sayfalarına
serpiştirilmiş işaretleri ortaya çıkardık. O'nun kalbi ve fıtratı ile şu
olağanüstü evrende yer alan imana yönelik mesajlarla doğru yolu gösteren
kanıtları birbirine bağladık. Böylece O'nu, sahte tanrılara kulluk yapmayı
reddetme aşamasından gerçek ilahı benimseme aşamasına yükselttik.
İşte fıtratın derin ve yalın yöntemi budur. Bu,
birikintilerin yozlaştıramadığı bilinçtir. Evrendeki yüce Allah'ın
harikulade sanatını düşünen basirettir bu. Görülen alemleri, içlerindeki
sırları dile getirene kadar derinliğine incelemektir. Bu, O'nun uğruna çaba
sarfetmenin mükâfatı olarak yüce Allah'ın doğru yolunu göstermesidir.
İşte İbrahim (selâm üzerine olsun) bu şekilde yoluna
devam edip Allah'ı bulmuştur. Daha önce fıtratında ve vicdanında bulduktan
sonra düşünce ve bilincinde de bulmuştur. Düşünce ve bilincinde bulduğu
ilâhlık gerçeği fıtrat ve vicdanda yer eden gerçekle bir uyum arzetmiştir.
O halde İbrahim'in (selâm üzerine olsun) bozulmamış
fıtratıyla zorlu bir yolculuğa çıkalım. Kuşkusuz bu, son derece korkulu bir
yolculuktur, ilk başta rahat ve kolay görünse de. Fıtrî iman noktasından
bilinçli iman noktasına uzanan bir yolculuktur bu. Bu, birtakım farzların ve
hükümlerin yükümlülüğü gerektiren imandır. Bu noktada yüce Allah, halk
kitlelerini sadece akılları ile başbaşa bırakmamıştır. Peygamberlerin
getirdiği mesajlarla açıklama yönüne gitmiştir. İnsan fıtratını veya insan
aklını değil de, peygamberliği insanlar için bir gerekçe kılmıştır. Hesaba
çekilmenin ve cezalandırılmanın nedeni budur. Bu, yüce Allah'ın adaletinin,
rahmetinin, insanlardan haberdar olmasının, onları bilmesinin gereğidir.
İbrahim'e gelince, o, İbrahim'dir. Rahmanın dostu,
müslümanların babasıdır.
-Gece karanlık basınca bir yıldız gördü ve "Rabbim
budur" dedi. Fakat yıldız batınca "Batanları sevmem" dedi.
Bu, İbrahim'in ruhunun bir portresidir. Babasının ve
kavminin kullukta bulunduğu putlara karşı içinde bir kuşku hatta, kesin bir
karşı çıkış belirmişti. İnanç sorunu fikrini meşgul etmiş, tüm dünyasını
doldurmuştu. "Üzerine gece basınca" deyimi bu tabloyu daha bir
somutlaştırmaktadır. Sanki gece sadece onu bürümektedir. Ve sanki onu
çevresindeki insanlardan koparmaktadır. Ta ki, kendi ruhu, duyguları,
düşünceleri, fikrini uğraştıran, hafızasını dolduran yeni ilgisiyle başbaşa
kalabilsin...
Gece karanlık basınca bir yıldız gördü ve "Rabbim
budur" dedi.
Daha önce de belirttiğimiz gibi İbrahim'in (selâm
üzerine olsun) kavmi yıldızlara ve gezegenlere kullukta bulunurlardı. Bir
bilinç ya da kavrama söz konusu olmaksızın, fıtratında bulduğu gerçek
ilâhının bu putlardan bir put olmasını imkânsız görünce, kavminin kulluk
yaparak yöneldiği bir şeyde gerçek ilâhını bulabileceğini düşünmüştü.
Ulusunun gezegenlere, yıldızlara kulluk yaparak
yöneldiklerini ilk görmesi değildi bu. Yıldızları da ilk defa görüyor
değildi. Ancak -o gece- yıldız, daha önce konuşmadığı bir dille konuşuyordu,
fikrini meşgul eden, dünyasını dolduran problemin uyandırdığı duygulara
benzer işaretler getiriyordu hatırına.
"Rabbim budur" dedi.
Çünkü yıldız, parlaklığı, çekiciliği ve
yüksekliğiyle putlardan daha çok Rabb olmaya yakındır. Ama hayır... Yıldız
O'nun zannını yalanlıyor.
"Fakat yıldız batınca, `Batanları sevmem' dedi."
Yıldız kayboluyor. Yaratıklara görünmez oluyor. O
halde kim onları gözetecek, işlerini kim düzene koyacak, Rabb kaybolduktan
sonra? Yok, bu Rabb olamaz. Çünkü Rabb kaybolamaz.
İşte fıtratın yakın ve yalın mantığı budur.
Mantıksal önermelere, diyalektik varsayımlara danışmaz, rahatça, net ve
doğrudan doğruya hareket eder. Çünkü insanlığın varlığı içten ve kesin bir
şekilde bunu dile getirmektedir.
"Batanları sevmem"...
Fıtrat ile ilâhın arasındaki bağ, sevgi bağıdır.
Aradaki ilişki, kalp ilişkisidir. Bu nedenle İbrahim'in (selâm üzerine
olsun) fıtratı, batanları sevmiyor, onlardan ilâh edinmiyor. Çünkü fıtratın
sevdiği ilâh, kaybolmaz, batmaz...
-Arkasından ayı doğarken görünce, "Rabbim budur"
dedi. Fakat o da batınca "Eğer Rabbim beni doğru yola iletmeseydi, kuşkusuz
sapıklardan biri olurdum" dedi.
Deneme bir daha tekrarlanıyor. Sanki İbrahim, daha
önce hiç ayı görmemişti, ailesinin ve kavminin aya ibadet ettiğini
bilmiyordu. Bu gece onun nazarında ay, yeni gördüğü bir şeydir.
"Rabbim budur" dedi.
Varlık alemine akıttığı aydınlığı, sevimli ışığıyla
gökte belirginleşmesiyle... Fakat kayboluyor... Oysa Rabb -İbrahim'in
fıtratı ve kalbiyle bildiği gibi- kaybolmaz, batmaz...
Bu noktada İbrahim (selâm üzerine olsun) vicdanında
ve fıtratında bulduğu gerçek ilahının yardımına muhtaç olduğunu anlıyor.
Sevdiği ve fakat henüz idrakinde ve bilincinde bulmadığı Rabbinin... Şayet
Rabbi ona doğru yolunu göstermeyecek olursa, O'na elini uzatmayacak olursa
ve yolunu göstermeyecek olursa, sapıtıp yolunu yitireceğini anlıyor.
"Eğer Rabbim beni doğru yola iletmeseydi, kuşkusuz
sapıklardan biri olurdum" dedi.
-Daha sonra güneşi doğarken görünce "Rabbim budur,
bu daha büyüktür" dedi. Fakat o da batınca "Ey kavmim, ben sizin Allah'a
ortak koştuğunuz putlardan uzağım."
-Ben yüzümü, dosdoğru bir şekilde, gökleri ve yeri
yoktan var edene yönelttim, ben O'na ortak koşanlardan değilim.
Bu, gözle görülen cisimlerin en büyüğü, ışık ve
sıcaklık bakımından en zorlusuyla geçirilen üçüncü bir denemedir. Güneş...
Güneş her gün doğar ve batar.. Ancak bugün İbrahim'in gözüne yeni yaratılmış
gibi görünmektedir. Çünkü İbrahim (selâm üzerine olsun) bugün eşyaya,
ilâhından haberdar olan, ona güvenen, onunla tatmin olan, uzun bir
şaşkınlık, kararsızlık ve çabadan sonra kalıcı bir temele varan benliğiyle
bakmaktadır.
"Rabbim budur, bu daha büyüktür" dedi.
Ancak o da kayboluyor.
İşte bu noktada arzu gerçekleşiyor, kıvılcım
alevleniyor. Bozulmamış dosdoğru fıtrat ile gerçek Allah'ı arasında buluşma
meydana geliyor. Gönül nurla dolup taşıyor, görülen evreni, insan aklını ve
bilincini kaplıyor. Burada İbrahim (selâm üzerine olsun) ilâhını buluyor.
O'nu fıtratında ve vicdanında bulduğu gibi bilincinde ve idrakinde de
buluyor. İşte bu noktada gizli fıtrî algılama ile açık aklî düşünce arasında
bir uygunluk gerçekleşiyor.
İbrahim (selâm üzerine olsun) burada ilâhını
buluyor. Ancak, parlayan yıldızda, doğan ayda ya da yükselen güneşte değil.
Gözlerin görebildiği, duyu organlarının algıladığı hiçbir şeyde bulmuyor.
Gözlerin gördüğü, duyu organlarının algıladığı ve aklın kavradığı her şeyin
yaratıcısı olarak görüyor. O'nu gönlünde, fıtratında, aklında, bilincinde ve
çevresindeki tüm varlıklarda görüyor. Gözlerin gördüğü duyu organlarının
algıladığı ve akılların kavradığı her şeyin yaratıcısı olarak buluyor.
Bu durumda, kullukta bulundukları sahte ilâhlardan
ötürü kendisiyle kavmi arasında içinde kesin bir ayrılığın farkına varıyor.
Hiçbir ödün vermeksizin yönelişlerinden, hayat metodlarından ve yaşadıkları
şirkten kesin bir şekilde uzaklaşıyor. -İbrahim'in kavmi, Allah'ı doğrudan
doğruya inkâr etmiyordu, ancak bu sahte Rabbleri ortak koşuyorlardı- İbrahim
de sadece ortaksız Allah'a yöneliyordu.
"Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz
putlardan uzağım." Ben yüzümü, dosdoğru bir şekilde, gökleri ve yeri yoktan
var edene yönelttim, ben O'na ortak koşanlardan değilim.
Bu, gökleri ve yeri yaratana yöneliştir. Şirke
sapmayan tevhidi bir yöneliştir. Bu, kesin bir söz, pürüzsüz bir inanç ve
son yöneliştir. Bundan sonra, vicdanda yer alan gerçeğe uygun düşen bu
gerçeğin akılda iyice belirginleşmesinden sonra, kararsızlığa, tereddüte yer
yoktur.
HZ. İBRAHİM'İN
KAVMİYLE TARTIŞMASI
Bu göz kamaştırıcı, olağanüstü sahneyi bir kere daha
seyrediyoruz. Tam manasıyla açığa kavuştuktan ve üzerine çökmüş karanlıktan
kurtulduktan sonra, gönülde beliren ve kalbi bürüyen inanç sahnesi...
İnsanın bünyesini tamamen doldurup geride hiçbir şey bırakmadığını
seyrediyoruz. Kalbinde, aklında ve çevresindeki varlıklarda bulduğu yüce
Rabbinden kaynaklanan güven duygusu akmaktadır içine. Bu sahne, ayetlerin
akışında yer alan aşağıdaki bölüm= de bütün göz kamaştırıcılığı ile, bütün
güzelliği ile belirginleşmektedir.
Kuşkusuz İbrahim (selâm üzerine olsun) vicdanında,
aklında ve çevresindeki varlıklarda yüce Allah'ı görecek duruma gelmişti.
Kalbi mutmain olmuş, fikri durulmuştu. Yüce Allah'ın elinden tutup yol
boyunca adımlarını yönlendirdiğini hissediyordu. Şimdi de kendi ulusu
gelmiş, onunla, vardığı kesin sonuç ve gönlünü açan tevhid konusunda
tartışmağa kalkışıyor. O ise, ulusunu, kesin kararlılığı, derin inancı ve
kendisini doğru yola ileten gerçek Rabbinin gizli açık görüşüyle karşılıyor.
80- Kavmi onunla
tartışmaya girişti, bunun üzerine onlara dedi ki; "Allah beni doğru yola
iletmişken sizler, O'nun hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Ben
O'na koştuğunuz ortaklardan korkmam. Meğer ki, Rabbim hakkımda bir şey
dilemiş olsun. Rabbimin bilgisi her şeyi kuşatmıştır. Halâ düşünmüyor
musunuz?"
81- "Sizler Allah'ın
haklarında size hiçbir kanıt indirmemiş olduğu putları O'na ortak koşmaktan
korkmazken, ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan nasıl olur da korkarım?
Eğer biliyorsanız, söyleyin bakayım, bu iki gruptan hangisi güvenli olmaya
daha lâyıktır?"
Fıtrat bozulmaya başladı mı sapıtır. Ardından bu
sapıklığını giderek derinleştirir. Artık açı genişlemeye, başlangıç
çizgisinden gittikçe uzaklaşmaya başlamıştır. Öyle ki, fıtratın bundan sonra
doğru yola dönmesi son derece güçleşir. İbrahim'in (selâm üzerine olsun)
kavmi putlara, gezegenlere ve yıldızlara kullukta bulunuyor. İbrahim'in
gönlünde gerçekleşen bu dehşet verici yolculuğu düşünüp
değerlendirmiyorlardı. Bu olay onları sırf düşünüp incelemeye bile
yöneltememiştir. Üstelik düşünce ve sapıklıklarındaki gözle görülür
çaresizliklerine rağmen, gelip onunla tartışmaya ve inkâra kalkışıyorlar.
Ancak, Allah'ı gönlünde, aklında ve çevresindeki
varlık aleminde bulan mümin İbrahim (selâm üzerine olsun) onları, büyük bir
güven ve kararlılıkla tiksinerek karşılıyor.
Allah beni doğru yola eriştirmişken, O'nun hakkında
benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz?"
Elimden tutarken, basiretimi açarken, beni kendisine
yöneltirken ve kendisini bana tanıtırken bulduğum Allah hakkında benimle
tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Yüce Allah elimden tutmuş bana yol
göstermiştir. O halde vardır. Bana göre bu, varlığının kanıtıdır. O'nu,
çevremdeki evrende gördüğüm gibi vicdanımda ve bilincimde de gördüm. O
halde, içimde bulduğum ve bunun için bir kanıta da ihtiyaç duymadığım bir
şey hakkında benimle tartışmanızın bir anlamı yoktur. O'nun beni kendisine
iletmesi yeterli bir kanıttır.
Ben O'na koştuğunuz ortaklardan korkmam.
Allah'ı bulan kişi nasıl korkabilir? Allah'ın
gücünden başka tüm güçler ciddiye bile alınmayacağına, O'nun otoritesinden
başka bir otoriteden korkulmayacağına göre, Allah'ı bulan kişi, neden ve
niçin korkabilir ki?
Ancak, derin imanı ve içten teslimiyeti nedeniyle
İbrahim (selâm üzerine olsun) Allah'ın serbest iradesine ve her şeyi
kapsayan bilgisine dayanmadan kestirip atmıyor.
Meğer ki, Rabbim hakkında bir şey dilemiş olsun.
Rabbimin bilgisi her şeyi kuşatmıştır. Halâ düşünmüyor musunuz?
O, Allah'ın iradesine, korumasına ve gözetimine
dayanarak hiçbir konuda kavminin sahte tanrılarından korkmadığını duyuruyor.
Çünkü o, Allah'ın korumasına ve gözetimine sığınmıştır. O biliyor ki,
Allah'ın dilediğinin dışında hiçbir şey başına gelmez. Allah'ın her şeyi
kapsayan bilgisi onu da kapsamına almıştır.
-"Sizler Allah'ın haklarında size hiçbir kanıt
indirmemiş olduğu putları O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin O'na
koştuğunuz ortaklardan nasıl olur da korkarım? Eğer biliyorsanız, söyleyin'
bakayım, bu iki gruptan hangisi güvenli olmaya daha lâyıktır?"
Bu, kendisine güvenen ve şu varlıkta yer alan
gerçekleri kavrayan müminin mantığıdır. Korkması gereken biri varsa bu,
İbrahim (selâm üzerine olsun) olmayacaktır. Korku duyması gereken, elini
Allah'ın eline tutuşturan ve böylece yoluna devam eden mümin olmayacaktır.
Bir müminin ne olursa olsun bu aciz tanrılardan korkması düşünülemez. Kimi
zaman yeryüzünde zorba diktatörler şeklinde beliren bu tanrılar, yüce
Allah'ın gücü karşısında kaale bile alınmayacak derecede zayıftırlar. Onlar,
yüce Allah'ın kendilerine bir yetki ve güç vermediği canlı cansız şeyleri
Allah'a ortak koşmaktan korkmadıkları halde, İbrahim (selâm üzerine olsun)
bu çaresiz sahte tanrılardan korkar mı? O halde, iki gruptan hangisi daha
güvencededir? Allah'a inanıp ortakları reddeden mi, yoksa hiçbir yetkisi ve
gücü bulunmayan şeyleri Allah'a ortak koşan mı? Şayet az da olsa, bir
bilgileri ve anlayışları varsa söylesinler bakalım, hangi grup kendini
güvencede hissetmeyi hak etmiştir?
Burada cevap yüceler aleminden geliyor, yüce Allah
bu soruna ilişkin hükmünü bildiriyor:
82- İman edenler ve
bu imanlarına zulüm karıştırmayanlar var ya, güven işte onlar içindir, doğru
yolda olanlar onlardır.
83- Bu bizim kesin
kanıtımızdır, onu kavmine karşı İbrahim'e verdik. Biz dilediğimizin
derecesini kat kat yükseltiriz. Hiç kuşkusuz Rabbin hikmet sahibi ve her
şeyi bilendir.
İnananlar ve kendilerini bütünüyle Allah'a
adayanlar, gerek kulluk, gerek boyun eğme ve gerekse yöneliş noktasında bu
inançlarına şirki bulaştırmayanlar... İşte güvencede olma bunların hakkıdır,
doğru yolda olanlar da bunlardır.
Bu bizim kesin kanıtımızdır, onu kavmine karşı
İbrahim'e verdik. Biz dilediğimizin derecesini kat kat yükseltiriz.
Kuşkusuz bu, kendisiyle tartışmak ve kavminin ileri
sürdüğü kanıtı çürütmek için, yüce Allah'ın İbrahim'e (selâm üzerine olsun)
ilham ettiği bir kanıttır. Şu sahte tanrılarının, ona bir kötülük
dokundurabileceğine ilişkin düşüncelerinin basitliği de ortaya çıkmış
oluyor. Ayrıca, yüce Allah'ın varlığını ve evren üzerindeki güç ve otorite
sahibi oluşunu tartışma konusu yapmadıkları, sadece bu tanrıları O'na ortak
koştukları gayet açıktır. İbrahim (selâm üzerine olsun) O'na ortak
koşanınsa, korkmayı daha çok hak ettiğini belirterek, onları karşıladığı
zaman... Yüce Allah'ın kendisine verdiği, ilham ettiği bu kanıtla onları
karşılayınca, ulusunun ileri sürdüğü kanıt çürüyüp kendi kanıtı geçerli
oluyor. Böylece İbrahim (selâm üzerine olsun) inanç, kanıt ve konum
bakımından kendi kavmine karşı üstünlük sağlamış oluyor.. İşte yüce Allah
dilediği kimsenin derecesini böyle yükseltir. Bu konuda hikmeti ve bilgisi
uyarınca tasarrufta bulunur.
Hiç kuşkusuz Rabbin hikmet sahibidir ve her şeyi
bilendir.
Bu bölümü bitirmeden önce, Peygamberimizin
arkadaşlarının yaşadığı dönemin esintilerinden birini duymak istiyoruz. O
dönemde Kur'an onlara, yeni yeni iniyordu, ruhları onu yavaş yavaş
sindiriyordu. Onunla yaşıyor ve onun için yaşıyorlardı. Olağanüstü bir
ciddiyet, dikkat ve sorumluluk duygusuyla ona yaklaşmış, işaretleri,
ilhamları ve gerekleriyle içiçe yaşamışlardı. Bu durum karşısında
ürpermekten kendimizi alamıyoruz, dehşetten dona kalıyoruz. Bu eşsiz insan
topluluğunun durumunu ve çeyrek yüzyıl gibi kısa bir zamanda yüce Allah'ın
bu toplulukla ne tür olağanüstülükler meydana getirdiğini kavrıyoruz.
İbn-i Cerir, Abdullah b. İdris'e dayandırarak şöyle
rivayet eder: "İman edenler ve imanlarına bir zulüm karıştırmayanlar..."
ayeti nazil olunca, bu durum Peygamberin arkadaşlarına ağır geldi. `Hangimiz
kendisine haksızlık etmez ki' dediler. Bunun üzerine Allah'ın elçisi, `Durum
sizin sandığınız gibi değildir. Lokman'ın oğluna söyledikleri
kastedilmektedir burada' buyurdu. "Allah'a ortak koşma, çünkü şirk büyük bir
zulümdür." (Lokman Suresi: 13)
Yine İbn-i Cerir, İbn-i Müseyyeb'den şöyle rivayet
eder: Ömer b. Hattab (Allah ondan razı olsun) "İman edenler ve imanlarına
bir zulüm karıştırmayanlar..." ayetini okuduğunda büyük bir korkuya kapıldı.
Ardından Ubey b. Ka'b'a gidip, ey Eba Munzir, Allah'ın kitabından bir ayet
okudum ki, buna göre kurtuluş imkânsızdır. Ubey b. Ka'b:
-Hangi ayettir bu? diye sordu. Bunun üzerine Ömer
(Allah ondan razı olsun) ayeti okudu ve hangimiz kendisine zulüm etmez diye
ekledi. Ubey b. Ka'b, `Allah seni affetsin, yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu
işitmedin mi: "Şirk büyük bir zulümdür." İmanlarına şirk karıştırmayanlar"
demek isteniyor' dedi.
Yine İbn-i Cerir, Ebul Eş'ar'dan, o da babasından
şöyle rivayet eder: Zeyd b. Sevhan Selman'a sordu: `Ey Ebu Abdullah,
Allah'ın kitabından bir ayet beni çok etkiledi': "iman edenler ve imanlarına
zulüm karıştırmayanlar..." Bunun üzerine Selman (Allah ondan razı olsun)
`Burada kastedilen Allah'a ortak koşmaktır' dedi. Zeyd, `Bunu senden
duymamış olsaydım hiçbir zaman sevinmeyecektim. Sanki sahip olduğum her şeyi
kaybedip yeniden bulmuş gibi oldum' dedi.
Şu üç rivayet bu seçkin topluluğun Kur'an'ı nasıl
algıladıklarını, ruhlarının üzerïnde ne kadar ciddi bir etki bıraktığını
göstermektedir. Bunun doğrudan doğruya uygulamaya dönük emirler ve uyulması
gereken prensipler olduğunu ve uyulması zorunlu olan hükümler olduğunu
bildikleri zaman, nasıl karşıladıklarını göstermektedir. Aynı zamanda
sınırlı güçleri ile yerine getirilmesi istenen yükümlülükler arasında büyük
bir fark olduğunu sandıkları zaman, nasıl da dehşete kapıldıklarını gözler
önüne sermektedir. Yaptıkları ile yükümlülük arasında büyük bir fark olduğu
halde, işledikleri her türlü kusurdan ötürü hesaba çekilecekleri
düşüncesinin, Allah ve peygamberinden hafifletici bir açıklama gelene kadar
nasıl bir panik meydana getirdiğini de göstermektedir.
Bu, aynı zamanda göz kamaştırıcı ve olağanüstü bir
sahnedir. Allah'ın kaderine perde olan bir aracı olmuş, O'nun iradesini
pratik hayatta uygulayan ve O'nun dininin taşıyıcısı gönüllerin sahnesi...
TEVHİD KERVANI
Bundan sonra ayetlerin akışı, peygamberlerden Nuh,
İbrahim ve son Peygamberin (Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun)
oluşturduğu şerefli topluluğun öncülük ettiği ulu iman kafilesini sunmaya
başlıyor. Ayetlerin akışı, birbirine bağlı olarak yol alan bu kafileyi
-özellikle İbrahim ve onun soyundan peygamberleri- sunarken, değişik
yerlerde göz önünde bulundurduğu tarihsel sıralamayı burada dikkate almıyor.
Çünkü güdülen amaç, bir bütün olarak bizzat kafilenin kendisidir, yoksa
tarihsel kronoloji değildir.
84- Biz O'na İshak'ı
ve Yakub'u armağan ettik. Hepsini doğru yola ilettik. Daha önce de Nuh'u ve
O'nun soyundan gelen Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve
Harun'u doğru yola iletmiştik. Biz iyileri işte böyle mükâfatlandırırız.
85- Zekeriyya'yı,
Yahya'yı, İsa'yı ve İlyas'ı da doğru yola ilettik. Hepsi de iyilerdendi.
86- İsmail'i,
el-Yesa'yı, Yunus'u ve Lût'u da doğru yola ilettik. Hepsini de alemlere
üstün kıldık.
87 Bunlardan
bazılarının babalarını, soylarından gelenleri ve kardeşlerini de seçip doğru
yola ilettik.
88- İşte bu Allah'ın
doğru yoludur, dilediği kullarını ona iletir. Eğer onlar da Allah'a ortak
koşsalardı, yapmış oldukları bütün iyilikler boşa giderdi.
89- Bunlar
kendilerine kitap, egemenlik ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Eğer şu
adamlar bunları inkâr ederlerse onlara, kendilerini inkâr etmeyen başka bir
topluluğun desteğini sağlarız.
90- İşte onlar
Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Sen de onların yolunu izle ve de
ki; "Ben bu Kur'an'a karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum, o bütün
alemlere yönelik bir hatırlatmadan başka bir şey değildir. "
Ayetlerde Nuh ve İbrahim'in (selâm üzerlerine olsun)
dışında onyedi nebi ve resul sayılmaktadır. Diğerlerine de, "Babalarından,
soylarından ve kardeşlerinden..." şeklinde işaret edilmektedir. Bu kafile
değerlendirilirken de "Biz iyi hareket edenleri işte böyle
mükafatlandırırız..." "Her birine alemlerin üstünde yüksek meziyetler
verdik..." "Bir kısmını da seçip doğru yola eriştirdik..." denmektedir.
Bütün bu değerlendirmeler, şu ulu kafilenin elde ettiği iyilikleri, Allah
tarafından seçilişlerini ve doğru yola iletilişlerini göstermektedir.
Bu topluluğun bu şekilde anlatılması ve bu kafilenin
bu tarzda sunulması hep aşağıdaki açıklamalar için bir hazırlık amacına
yöneliktir:
-İşte bu Allah'ın doğru yoludur, dileği kullarını
ona iletir. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmış oldukları bütün
iyilikler boşa giderdi.
Bu yeryüzünde hidayet kaynağını oluşturma amacına
yönelik bir açıklamadır. Buna göre yüce Allah'ın insanlar için belirlediği
doğru yol peygamberlerin getirdiği mesajda somutlaşmaktadır. Böylece
içtenlikle inanılması ve direktiflerine zorunlu olarak uyulması gereken yol
göstericilik, bu biricik kaynakla sınırlandırılmış oluyor. Çünkü yüce Allah,
bunun kendi hidayeti olduğunu ve kullarından dilediğini bununla doğru yola
ilettiğini bildirmektedir. Şayet bu yol gösterici kullar, Allah'ın
birliğinden ve O'nun hidayetini aldıkları kaynağın birliğinden şaşacak
olurlarsa, inanç, kulluk ve herhangi bir konuda başvurulacak merci olması
bakımından Allah'a ortaklar koşarlarsa, sonunda yaptıklarının boşa gitmesi
kaçınılmaz olacaktır: Yani tüm yaptıkları kaybolup gidecektir. Zehirli
otlakta otlayıp sonunda şişerek ölen bir hayvan gibi yok olacaktır. Ayette
geçen "Habitat: kelimesinin sözlük anlamı budur.
Bunlar kendilerine kitap, egemenlik ve peygamberlik
verdiğimiz kimselerdir. Eğer şu adamlar bunları inkâr ederlerse onlara,
kendilerini inkâr etmeyen başka bir topluluğun desteğini sağlarız.
Bu da ikinci açıklamadır. Birincide yol
göstericiliğin kaynağı belirtilmiş ve bu peygamberlerin getirdiği hidayetle
sınırlandırılmıştı. İkincide ise, adları geçen ve kendilerine işaret edilen
peygamberlerin yüce Allah'ın kendilerine kitap, hikmet, yetki ve
peygamberlik verdiği kimseler olduğu belirtilmektedir. `Hüküm' kelimesi,
hikmet anlamına geldiği gibi, `yetki, otorite' anlamına da gelmektedir.
Ayette her iki anlamın da kastedilmiş olması muhtemeldir. Buna göre bu
peygamberlerden kimisine yüce Allah kitap indirmiştir, Musa'ya Tevrat'ı,
Davud'a Zebur'u, İsa'ya İncil'i indirdiği gibi. Kimisine de egemenlik
verilmiştir, Davud ve Süleyman gibi (selâm üzerine olsun). Her birisine
getirdikleri dinin Allah'ın hükmü olması ve insanlara taşıdıkları bu dinin
vicdanlar ve emirler üzerinde Allah'ın otoritesine sahip olması bakımından
yetki verilmiştir. Başka ayetlerde belirtildiği gibi yüce Allah,
peygamberleri yalnızca kendilerine itaat edilmesi, kitabı da insanlar
arasında adaletle hükmetmesi için göndermiştir. Her birine hikmet ve
peygamberlik verilmiştir. Yüce Allah, dininin sorumluluğunu onlara
bırakmıştır. Dini insanlara götürecek, onu insanların hayatına
yerleştirecek, ona inanacak ve koruyacaklardır. Bundan sonra Arap
müşrikleri, kitabı, hükmü ve peygamberliği inkâr ediyorlarsa, Allah'ın
dininin onlara ihtiyacı yoktur. Şu seçkin toplulukla onlara inananlar, bu
din için yeterlidir. Bu, ağacı boy salmış köklü bir gerçektir. Bu halkaları
birbirine bağlı yol alan bir kafiledir. Birbirinin ardınca tüm
peygamberlerin insanlara taşıdıkları tek mesajdır bu. Bu mesaja, doğru yola
girmeyi hak ettiklerini bilmesinden dolayı, yüce Allah'ın doğru yola
ilettiği kişiler inanmış ve inanacaklardır. Bu açıklama mümin gönüllere ve
sayıları ne olursa olsun müslüman topluluğun vicdanlarına huzur
akıtmaktadır. Bu topluluk tek başına değildir, dalından koparılmamıştır. Bu
topluluk, kökü sağlam, dalları gökleri kaplamış bir ağacın dalı
mahiyetindedir. Allah'a ve yol göstericiliğine bağlanmış ulu kafilenin bir
halkası konumundadır. Yeryüzünün neresinde olursa olsun, hangi soydan
gelirse gelsin mümin kişi, son derece güçlü ve oldukça büyüktür. Çünkü o,
kökü insan fıtratının ve insanlık tarihinin derinliklerine kadar uzanan
sağlam ve soylu ağacın bir parçasıdır. Eski çağlardan beri, Allah'a ve O'nun
yol göstericiliğine bağlı olarak yol alan ulu kervanın bir parçasıdır.
İşte onlar Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir.
Sen de onların yolunu izle ve de ki; "Ben bu Kur'an'a karşılık sizden hiçbir
ücret istemiyorum, o bütün alemlere yönelik bir hatırlatmadan başka bir şey
değildir."
Bu da üçünçü açıklama... Buna göre, iman kafilesine
öncülük yapan şu seçkin topluluk, yüce Allah'ın doğru yola ilettiği
kimselerdir. Bu topluluğun Allah'dan getirdiği hidayet, Peygamberimizin ve
O'na inananlar için bir örnek konumundadır. O halde uyulacak tek yol
göstericilik budur, sadece onun hükmüne başvurulur. Ona çağrılır ve onunla
müjde verilir. Çağrılacak kimselere, "Sizden buna karşılık bir ücret
istemem..." "Bu, alemler için bir öğüttür" diye iletilen mesajdır bu. Bu
çağrı tüm alemlere yapılmaktadır. Herhangi bir ulusa, ırka, uzağa ya da
yakına özgü kılınamaz. Çünkü bu, tüm insanlığa öğüt vermek amacına yönelik
yüce Allah'ın yol göstericiliğidir. Bu nedenle onun karşılığında bir ücretin
alınması söz konusu değildir. Bu işin ücreti Allah'a aittir.
Ardından ayetlerin akışı, nübüvvet ve risaleti
(peygamberlik ve elçilik) inkâr edenleri kınamakta, onların, yüce Allah'ı
gereği gibi değerlendiremediklerini, O'nun hikmetini, rahmetini ve adaletini
tanıyamadıklarını belirterek devam etmektedir. Ayrıca son peygamberliğin
önceki peygamberliklerin yolunu takip ettiğini, son olarak gelen kitabın
daha önce gelen kitapları doğruladığını vurgulamaktadır. Bu açıklamalar daha
önce sunduğumuz kafilenin atmosferine uygun düşmekte ve bir ahenk
oluşturmaktadır.
91- Onlar "Allah
hiçbir insana bir şey indirmemiştir" derken, Allah'ı gereği gibi
tanıyamamışlardır. onlara de ki; "Musa'nın insanlar için ışık ve hidayet
kaynağı olarak getirdiği kitabı kim indirdi? Ki siz onu kâğıt parçalarına
dönüştürerek işinize geleni açıklıyor ve çoğunu gizli tutuyorsunuz.
Size ne kendinizin ve ne de atalarınızın bilmediği
birçok gerçekler öğretildi. Sen "Allah" de, sonra bırak onları, daldıkları
bataklıkta oynaya dursunlar.
92- Bu Kur'an,
ana-kent Mekke ile bu kentin çevresinde yaşayanları uyarasın diye sana
indirdiğimiz, kendinden önceki kutsal kitapları onaylayan mübarek bir
kitaptır. Ahirete inananlar bu kitaba da inanırlar. Onlar namazlarını
devamlı olarak ve özenerek kılarlar.
Müşrikler büyük bir inatla `Allah insanlardan bir
peygamber göndermemiştir, herhangi bir insana vahyettiği bir kitap
indirmemiştir' diye aptalca diretiyorlardı. oysa Arap Yarımadası'nda Ehli
Kitap'tan yahudilerle komşuluk yapıyorlardı. Üstelik onların Ehli Kitap
olduklarını ve yüce Allah'ın Musa'ya (selâm üzerine olsun) Tevrat'ı
indirdiğini inkâr etmiyorlardı. Sadece Peygamberimizin (salât ve selâm
üzerine olsun) peygamberliğini inkar etmek için inatları ve diretmeleri
yüzünden söylüyorlardı. `Allah, herhangi bir insana bir şey indirmemiştir'
şeklindeki sözlerinden dolayı Kur'an-ı Kerim, onları kınayarak
karşılamaktadır. Bu arada Kur'an onları, daha önce Musa'nın getirdiği
kitapla da yüzyüze getirmektedir.
Onlar "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir"
derken, Allah'ı gereği gibi tanıyamamışlardır.
Cahiliye döneminde Mekkeli müşriklerin söylediği bu
sözlerin benzerleri her zaman söylene gelmiştir. Bugün de aynı sözleri
söyleyenler bulunmaktadır. Bunlardan kimisi, dinlerin, insanlar tarafından
meydana getirildiğini, insanların gelişmesi ve ilerlemesine paralel olarak
evrimleşip geliştiğini iddia etmektedir. Ancak bu konuda, taraftarlarının
yükselip alçalmasına paralel olarak, yükselip alçalan ve tamamıyle Allah'ın
dininin dışında kalan eski, yeni tüm putperest dinler gibi bizzat insan
düşüncesinin ürünü dinler ile peygamberlerin Allah'dan getirdiği dinler
arasında bir ayırım yapmazlar. Allah'ın dini ilk temeli üzerinde hep kalıcı
olmuştur. Her peygamber onu insanlara duyurmuş, bir grup kabul ederken, bir
diğer grup da yüz çevirmiştir. Ardından birtakım sapmalar ve bozulmalar baş
göstermiştir. İnsanlar tekrar cahiliyeye dönmüş, tek ve sürekli dini
getirecek yeni peygamberin gelmesini beklemeye koyulmuştur.
Bu sözü eskiden olsun, şimdilerde olsun, Allah'ı
gereği gibi değerlendiremeyenler lütfunu, iyiliğini, rahmetini ve adaletini
bilmeyenler söyler. Şöyle derler: "Allah, insanlardan peygamber göndermez,
şayet dilerse bir melek indirir. Nitekim Araplar da aynı şeyleri
söylüyorlardı. Yahut, "Şu koca evrenin yaratıcısı, yeryüzü dediğimiz şu
boşlukta yüzen gezegende yaşayan `küçücük' insana önem verip peygamber
göndermez. Ayrıca şu küçük gezegende yaşayan bu basit yaratığın yolunu
bulması için peygamberlere de kitap indirmez' derler. Eskiyeni birtakım
filozoflar bu tür sözler söylemektedir. Yanut, "Bir tanrı olmadığı gibi,
vahiy ve peygamberin varlığı da söz konusu değildir. Bütün bunlar insanların
kuruntularıdır. Ya da din adı altında insanların birbirini aldatmasıdır"
derler. Nitekim dinsiz materyalistler böyle söylemektedir.
Tüm bunlar yüce Allah'ı gereği gibi
değerlendirememenin sonucu bilgisizce söylenmiş sözlerdir. oysa lütûf sahibi
ulu, merhametli, adil, her şeyi bilen ve hikmet sahibi olan Allah, insanı
yarattığı, gizlisini, açığını, enerji ve gücünü, zaaf ve eksikliğini, doğru
ve sağlıklı yahut yanlış ve bozuk olup olmadığını öğrenmesi için, düşünce ve
fikir ile, söz ve davranışlarıyla, sistem ve kurumlarıyla başvuracağı bir
kritere olan ihtiyacını bildiği için, onu tek başına bırakmamıştır. Yüce
Allah insanoğluna verdiği aklın, ihtirasların, azgınlıkların, eğilim ve
arzuların baskısıyla karşı karşıya kaldığını da biliyordu. Bunun yanında,
yüce Allah tarafından emrine verilmiş olması nedeniyle yeryüzünün enerji
kaynakları üzerinde insan aklına tam bir yetki verilmiştir. Ancak varlık
hakkında mutlak bir düşünce oluşturmak ve hayat için değişmez temeller
belirlemek gibi bir yetkisi ve yeteneği söz konusu değildir. Burası, Allah
tarafından kendisine verilen inancın alanına girmektedir. Varlık ve hayat
için kendisine sağlıklı bir düşünce oluşturmak, inancın kapsamına
girmektedir. Bu yüzden yüce Allah, insanı aklıyla başbaşa bırakmamıştır.
Aynı şekilde gerçek Rabbini bilmek,O'nu arzulamak, sıkıntılı anlarda O'na
sığınmak gibi fıtratta yer eden gizli bilgilerin eline de bırakmamıştır.
Çünkü insan fıtratı da iç ve dış baskılar; cin ve insanlardan şeytanların
sahip oldukları tüm yönlendirme ve etkileme yöntemleriyle saptırıp
aldatmaları sonucu bozulabilir. Bu nedenle yüce Allah, fıtratlarını kendi
yörüngesine ve ilk arılığına döndürmek ve akıllarını sağlıklı ve güvenilir
bir hale getirmek için insanları vahyinin, peygamberlerinin, yol
göstericiliğinin ve kitaplarının emrine vermiştir. Böylece içlerinden ve
dışarıdan gelecek her türlü sapıklık karartısını gidermiş oluyor. Yüce
Allah'ın lütfuna, iyiliğine, merhametine, adaletine, hikmet ve bilgisine de
ancak bu yakışır. İnsanı yaratıp ardından başı boş bırakması, sonra da
peygamber göndermeksizin kıyamet günü onları hesaba çekmesi, O'na yakışmaz:
"Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz." ((İsra Suresi, 15.) Daha
geniş bilgi için Nisa suresi 165. ayetin tefsirine bakınız.)
Allah'ı gereği gibi değerlendirmek; fıtratları
cahiliye birikimlerinden temizlemek, baskılardan kurtulup tertemiz bir bakış
açısı ve derin bir düşünme düzeyine ulaşma çabasında akıllara yardımcı olmak
için, kullara peygamberler gönderdiğine inanmayı gerektirmektedir. Yüce
Allah'ın peygamberlere Allah'a davet metodunu vahyettiğine, bu
peygamberlerden bazısına kitap indirdiğine ve kitaplardan bazısının
kavimleri arasında belli bir süre için geçerli olduğuna (Musa, Davud ve
İsa'nın kitapları gibi) şu Kur'an gibi kimisi de kıyamete kadar kalıcı
olduğuna inanmayı gerektirmektedir.
Musa'nın peygamberliği (selâm üzerine olsun)
Yarımadadaki Araplar tarafından bilindiğinden ve Ehli Kitab'ı
tanıdıklarından dolayı yüce Allah Peygamberimize, peygamberlik ve vahyi
temelden inkâr eden müşrikleri şu gerçekle yüzyüze getirmesini
emretmektedir:
Onlara de ki; "Musa'nın insanlar için ışık ve
hidayet kaynağı olarak getirdiği kitabı kim indirdi? Ki siz onu kâğıt
parçalarına dönüştürerek işinize geleni açıklıyor ve çoğunu gizli
tutuyorsunuz.
Size ne kendinizin ve ne de atalarınızın bilmediği
birçok gerçekler öğretildi...
Surenin girişinde, bu ayetin Medine'de indiğine ve
bu ayete muhatap olanların yahudiler olduğuna ilişkin sözlere değinmiştik.
Sonra İbn-i Cerir Taberi'nin tercih ettiği bir okuma biçimini
hatırlatmıştık. İbn-i Cerir, "O'nu parça parça kâğıtlar halinde getirip
işlerine geleni açıkladılar ve çoğunu gizlediler" şeklinde okumuştur. Bu
ayetin müşriklere hitap ettiğini ve yahudilerden haber vermekte olduğunu
belirtmiştir. Onların Tevrat'ı, ellerinde oyuncak haline getirdikleri
sayfalara böldüklerini, davranışlarına, sapıklık ve hilelerine uygun düşeni
insanlara açıklayıp hüküm ve farzlarla oynadıklarını ve kendi tutumlarına
uymayan Tevrat sayfalarını gizlediklerini haber vermiştir. Yahudilerin bu
tutumlarının bir kısmını Araplar biliyordu, bazısını da şu Kur'an
bildirmişti. O halde bu ayet, akış içinde bir ara cümleciktir ve
yahudilerden haber vermektedir. Yoksa onlara doğrudan doğruya hitap
etmemektedir. Bu durumda ayet Mekke'de inmiştir, Medine'de değil. Biz de
İbn-i Cerir'in bu görüşünü tercih ediyoruz.
O halde söyle ya Muhammed (selâm üzerine olsun),
yahudilerin sayfalara bölüp bir kısmını gizleyip, bir kısmını da bu iğrenç
oyunlarının ötesindeki arzularını gerçekleştirmek için açıkladıkları
Tevrat'ı, aydınlatıcı ve yol gösterici bir kitap olarak Musa'ya kim
indirmiştir. Böylece daha önce bilmedikleri gerçekleri ve olayları anlatmak
suretiyle yüce Allah'ın, onlara öğrettiğini belirtmekle karşılaması
isteniyordu. O halde Allah'ın nimetlerine şükretmeleri ve bu bilgileri yüce
Allah'ın peygamberine indirdiğini, O'na vahyettiğini inkâr etmek suretiyle
Allah'ı inkâr etmeye yeltenmemeleri gerekir.
Yüce Allah, bu soruya müşriklerin cevap vermesine
fırsat vermeden, peygamberine bu konuda kesin sözü söylemesini ve
inatçılıktan başka bir şey olmayan tartışmalarına fırsat vermemesini
emretmektedir.
"Sen: `Allah' de. Sonra da onları daldıkları
bataklıkta bırak oynaya dursunlar..."
Onun, Allah tarafından indirilmiş olduğunu söyle.
Sonra da tartışmalarına, inatlaşmalarına ve karşı çıkışlarına katılma. Oyuna
ve eğlenceye dalmış halleriyle bırak onları. Bu ifadede, bir tehdit söz
konusu olduğu gibi, bir küçümseme, bir gerçeklik ve kararlılık da söz
konusudur. Çünkü insanlar bu tür laflar sarfedecek kadar boş şeylere
daldılar mı konuşmaya engel olmak, tartışmayı kesmek ve lafın uzamasını
durdurmak daha yerinde bir davranış olacaktır.
Ayetlerin akışı yeni kitaba ilişkin bir şey
anlatarak sürüyor. İnkârcılar bu kitabın Allah tarafından indirilmiş
olabileceğini kabul etmiyorlardı. Oysa bu kitap, daha önce gelmiş kitapların
bir halkası konumundadır. Yoksa yüce Allah'ın, seçkin peygamberlerinden
dilediğine indirdiği kitaplardan farklı bir şey değildir.
-Bu Kur'an, ana-kent Mekke ile bu kentin çevresinde
yaşayanları uyarasın diye sana indirdiğimiz, kendinden önceki kutsal
kitapları onaylayan mübarek bir kitaptır. Ahirete inananlar bu kitaba da
inanırlar. Onlar namazlarını devamlı olarak ve özenerek kılarlar.
Yüce Allah'ın peygamberler göndermesi ve bu
peygamberlere kitap indirmesi, O'nun evrene yerleştirdiği kanunlarından
birisidir. Şu, Allah tarafından indirilmiş olmasını kabul etmedikleri yeni
kitap da, ulu ve kutlu bir kitaptır. Şüphesiz Allah doğru söylüyor. O,
Allah'a andolsun ki, kutlu bir kitaptır. Bu kitap, bereketin tüm anlamıyla
bereketli, kutlu bir kitaptır. Kaynağı bakımından kutludur. Yüce Allah onu
katından indirmekle kutsamıştır. Yüce Allah'ın ona lâyık olduğunu bilerek
indirdiği yeri açısından kutludur. Burası Muhammed (salât ve selâm üzerine
olsun)'in temiz, şerefli ve ulu kalbidir. Hacmi ve içeriği bakımından
kutludur bu kitap. Kuşkusuz bu kitap, kalınlık bakımından insanların yazdığı
kitaplara göre sayılı sayfalar konumundadır. Ancak, her bölümünde öylesine
anlamlar, işaretler, etkenler ve direktifler içermektedir ki, hacim ve yer
bakımından ondan kat kat büyük olan bu kitapların hiçbiri bu düzeye
ulaşamaz. Gerek kendi kendine, gerekse başka insanların yanında söz sanatı
üzerinde çalışanlar, kelimelerle anlamları ifade etme konusuyla uğraşanlar,
söz sanatını incelemeyen, anlamları güzel bir şekilde ifade etme konusuyla
uğraşmayanlardan daha iyi bir şekilde Kur'an'daki uyumun bu açıdan kutlu
olduğunu kavrarlar. Kur'an'ın ifadesinde yer alan işaretleri, anlamları,
ilham ve etkenleri bir insanın bu kadar dar bir yerde değil, geniş bir yerde
bile ifade edemeyeceğini anlar. Bir tek ayet manaları o kadar güzel bir
şekilde ifade etmekte, gerçekleri öylesine açıklamaktadır ki, insan
sözlerinde eşine rastlanmayacak olağanüstülükte açıklama ve direktif yönünde
çeşitli sanat dallarına örnek oluşturmaktadır. Bu kitap etkisi açısından da
kutludur. Doğrudan doğruya insan fıtratına ve oluşumuna oldukça tatlı, latif
ve etkileyici bir tarzda hitap etmektedir. Her alanda, her alışkanlıkta ve
her eğilimde karşısına çıkmakta ve hiçbir konuşmacının sözlerinin
yapamayacağı etkiyi yapmaktadır. Çünkü bu kitapta, yüce Allah'ın verdiği bir
etkileme gücü vardır. Başka bir konuşmacının sözlerinde ise böyle bir etki
söz konusu değildir.
Bu kitabın kutluluğunu anlatmak için, bundan daha
fazla bir şey söyleme imkânına sahip değiliz. Söylesek bile bu, yüce
Allah'ın bu kitabın; `kutlu' bir kitap olduğuna ilişkin şahitliğinden fazla
bir şey söyleyemeyiz. Her şeyi olduğu gibi bildiren kesin söz budur çünkü.
"Kendinden önceki kutsal kitapları onaylayan...
Bu kitap, kendinden önce Allah katından indirilen
kitapları doğrulamaktadır. Ancak bozulmamış şekliyle, yoksa kilise
kongrelerinin tahrif edip sonra da bu Allah katından gelmiştir dedikleri
gibi değil, Kur'an kendinden önceki kitapları doğrulamaktadır. Çünkü onlar
da Kur'an'ın getirdiği inancın temellerine ilişkin gerçekleri
getirmişlerdir. Şeriatlara gelince, her ümmete büyük akide sınırları içinde
ayrı bir şeriat ve ayrı bir hayat sistemi belirlenmiştir.
İslâm'a ilişkin yazılar yazıp, Allah'ın birliğine
ilişkin eksiksiz bir inanç getiren, ya da peygamberler ve peygamberlik
gerçeği hakkında tam bir akide belirleyen veya ahiret, hesap ve ceza
konusunda en gelişmiş inancı getiren ilk dinin İslâm olduğunu söyleyenler...
Bununla da İslâm'ı övmeyi amaçlayanlar... Evet bu adamlar hiç Kur'an
okumamışlar demektir. Şayet Kur'an'ı okumuş olsalardı, yüce Allah'ın tüm
peygamberlerin (selâm üzerlerine olsun) hiçbir şekilde şirke bulaşmamış saf
ve mutlak tevhid inancını getirdiklerini söylediğini öğrenirlerdi. Tüm
peygamberlerin (selâm üzerlerine olsun) insanlara peygamberin gerçek
özelliklerini, onun bir insan olduğunu, ne kendisine ne de onlara bir yarar
ya da zarar dokunduramayacağını, gaybı bilmediğini, hiç kimsenin rızkını
kısmak ya da genişletmek gibi bir yetkiye sahip olmadığını, her peygamberin
kavimlerini ahiret gününde gerçekleşecek hesaplaşma ve amellere karşılık
biçme konusunda uyardıklarını görürlerdi. Aynı zamanda İslâm inancının diğer
temel gerçeklerinin de her peygamber tarafından duyurulduğunu, son gelen
kitabın kendinden önceki kitapların getirdiği gerçekleri doğruladığını da
bilmiş olurlardı. Bu sözler, aralarında semavi dinler de olmak üzere
dinlerin temel ilkelerinin toplumların gelişme ve ilerlemesine paralel
olarak gelişip ilerlediğini iddia eden Avrupa kültürünün etkisiyle söylenmiş
sözlerdir. Kur'an'ın belirlediği temel ilkeleri yıkmakla, İslâm'ı savunmak
mümkün değildir. Dolayısıyla yazar ve okurların bu tehlikeli saplantıdan
sakınmaları gerekmektedir.
Bu kitabın indiriliş hikmetine gelince, Peygamberin
(selâm üzerine olsun) onunla Mekkelileri (Şehirlerin anası konumundaki bu
şehrin halkını) ve çevresindekileri uyarması içindir.
Bu Kur'an, ana-kent Mekke ile bu kentin çevresinde
yaşayanları uyarsın diye sana indirdiğimiz.
Mekke'ye şehirlerin anası anlamında `Ummul Kura'
denmektedir. Çünkü Mekke, ortaksız tek Allah'a kulluk yapmaları amacıyla
insanlar için. kurulmuş ilk evi içinde barındırmaktadır. Burası insanlar ve
tüm canlılar için güvenlikte oldukları bir sığınaktır. Tüm yeryüzünde
yaşayanlara yönelik genel davet buradan çıkmıştır. Daha önce bu şekilde tüm
yeryüzünü kapsayan genel bir davet söz konusu olmamıştı. Bu davaya
inananlar, davanın çıktığı eve dönmek için burayı ziyaret ederler.
Kuşkusuz, amaç, oryantalistlerden İslâm
düşmanlarının birtakım hilelerle ileri sürdükleri gibi, İslâm'a çağrı olayın
Mekkeliler ve çevrelerindeki kişilerle sınırlı olduğunu söylemek değildir.,
Onlar bu ayeti Kur'an'ın bütününden koparmak istiyorlar. Tabii ki
Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) ilk başta Mekke ve
çevresindeki şehirlerin dışında kalanları İslâm'a çağırmayı amaçlamadığına
ilişkin iddialarını doğrulamak için. Onlara göre, peygamber ilk başta bundan
daha genişini hayal edemediği, bu dar alanda çabalamış giderek tüm
Yarımadaya çağrısını yaymıştır. İşin başında bilmediği tesadüfler sonucu
bunu planlamaya başlamıştır. Ancak bunu Medine'ye hicretinden ve orada
devletini kurmasından sonra gerçekleştirmiştir. Elbette yalan söylüyorlar.
Çünkü Kur'an'ın Mekke'de inen kısmında, daha İslâm'a davetin ilk yıllarında
yüce Allah, peygamberine şunları söylemektedir: "Biz seni alemlere rahmet
olarak gönderdik." (Enbiya Suresi: 107) "Biz seni bütün insanlara müjdeci ve
uyarıcı olarak gönderdik." (Sebe Suresi: 28) Üstelik İslâm devleti o gün
için çeşitli sıkıntı ve işkencelerle kuşatılmış bir halde Mekke vadisiyle
sınırlıydı.
Ahirete inananlar bu kitaba da inanırlar. Onlar
namazlarını devamlı olarak ve özenerek kılarlar.
Ahirete ve o günde gerçekleşecek hesaplaşma ve
amellere karşılık biçme olayına inananlar, yüce Allah'ın peygamber
göndermesinin ve bu peygambere vahiy indirmesinin zorunlu olduğuna da
inanırlar. Bu nedenle onu doğrulamak için içlerinde bir sıkıntı duymazlar.
Aksine onu doğrulamaya zorlayan bir etken bulurlar içlerinde. Nitekim onlar,
ahirete ve bu kitaba olan inançlarından dolayı, Allah'la sürekli ve sağlam
bir bağ kurmak ve namazda somutlaşan O'na boyun eğmeyi yerine getirmek için
namazlarını kılarlar. İnsan ruhunun özelliğidir bu. Ne zaman ahireti
doğrulasa ve ona içten inansa, o zaman bu kitabi ve onun indirilişini de
doğrular. Allah'la ilişki kurmaya ve O'nun emrini yerine getirmeye özen
gösterir. İnsan ruhunun bazı örnekleri incelenecek olursa, bu doğru sözlerin
realitede doğrulandığı da görülecektir.
KORKUTUCU BİR SAHNE
Birbirine bağlı bölümlerden oluşan bu gezinti,
canlı, sürekli, hareketli, iç karartıcı ve ürpertici bir sahneyle son
buluyor. Zalimlerin yer aldığı bir sahne...Yani, Allah'a yalan iftira eden,
ya da gerçekle ilgisi bulunmayan bir iddiayla vahiy aldıklarını söyleyen
veya bu Kur'an'ın benzeri bir kitap getirebileceklerini iddia eden
müşrikler... Ölmek üzere bulunan, meleklerin azap ederek ellerini
uzattıkları ve canlarını almak istedikleri bu zalimlerin -ki bu zulümleriyle
karşılaştırılacak bir zulüm söz konusu değildir- yer aldığı sahne...her şeyi
arkalarında bırakmış, Allah'a ortak koştukları da kaybolmuşken, azarlanıp
duruyorlar...
93- Allah adına
yalan uydurandan ya da kendisine hiçbir vahiy indirilmediği halde, "Bana
vahiy geldi " diyenden veya "Ben de Allah'ın indirdiği ayetlere benzer
ayetler indireceğim " diye ortaya çıkandan daha zalim kim olabilir?
O zalimleri ölümün pençesinde çırpınırken ve
melekler ellerini uzatıp "Haydi verin canınızı, Allah hakkında söylemiş
olduğunuz asılsız, yakışıksız sözlerden ve O'nun ayetlerine karşı
kibirlenmelerinizden dolayı bugün onur kırıcı bir azaba çarptırılacaksınız "
derlerken görmelisin!
94- Tıpkı ilk
yarattığımızda olduğu gibi, bize yine yalnız başınıza geldiniz, size vermiş
olduğumuz her şeyi arkanızda bıraktınız, üzerinde etkili ortaklarımız
olduklarını sandığınız aracılarınızı yanınızda görmüyoruz, aranızdaki bütün
bağlar kopuverdi, ortağımız sandığınız ilâhlar sizden uzaklaşıp kayıplara
karıştı.
Katade ve İbni Abbas (Allah onlardan razı olsun)'dan
gelen rivayetlere göre ayet, sahte peygamberler, (Müseylem'e, ve eşi Seccah
binti Haris ile Esved -el Unesi) hakkında nazil olmuştur. Bunlar Peygamberin
(selâm üzerine olsun) hayatında peygamberlik iddiasında bulunmuş ve yüce
Allah'ın kendilerine vahiy gönderdiğini ileri sürmüşlerdi. "Ben de Allah'ın
indirdiği ayetlere benzer indireceğim" ya da `Bana vahiy geldi' diyen kişiye
gelince, İbni Abbas'dan gelen bir rivayete göre bu, Abdullah b. Sa'd b. Ebu
Sarh'dır. Bu adam müslüman olmuş ve peygamberimizin vahiy katibi olmuştu.
`Mü'minun' suresindeki, `Andolsun ki, biz insanı süzme çamurdan yarattık"
(Mü'minun Suresi: 12) ayeti indiğinde, Peygamberimiz (selâm üzerine olsun)
yazması için onu çağırdı. "Sonra onu bir başka yaratılışla meydana getirdik"
(Mü'minun Suresi: 14) ayetini yazınca, Abdullah insanın yaratılışı hakkında
anlatılan bu ayrıntılara şaşırmış ve "Yaratıcıların en güzeli olan Allah
yücedir" demişti. Resulullah (selâm üzerine olsun), `Aynı şimdi bana
vahyedildi' dediği zaman, Abdullah'ın içine kuşku düşmüş ve `Şayet Muhammed
(selâm üzerine olsun) doğru söylüyorsa ona vahiy geldiği gibi bana da vahiy
geliyor. Yok eğer yalan söylüyorsa ben de onun dediği gibi dedim' der ve
İslâmdan çıkıp müşriklere katılır." "Ben de Allah'ın indirdiği ayetlere
benzer ayetler indireceğim" diyen ,kimse... ayetindeki iddiayı ileri süren
odur. (Kelbî)
Şu zalimlerin, yani müşriklerin çekecekleri cezaya
ilişkin ayetlerin akışının çizdiği manzara ürpertici, korkunç, iç karartıcı
ve dehşet verici bir manzaradır. Ölmek üzere bulunan ve ölüm sarhoşluğu
içinde bulunan bu zalimler için, ayette geçen `gamarat: kelimesi iç
karartıcı bir hava meydana getirmektedir. Evet zalimler bu durumdayken
melekler, azap etmek için onlara ellerini uzatmış, almak için canlarını
istemekte, onları azarlamaktadır.
O zalimleri ölümün pençesinde çırpınırken ve
melekler ellerini uzatıp "Haydi verin canınızı" Allah hakkında söylemiş
olduğunuz asılsız, yakışıksız sözlerden ve O'nun ayetlerine karşı
kibirlenmelerinizden dolayı bugün onur kırıcı bir azaba çarptırılacaksınız"
derlerken görmelisin!
Büyüklenmenin cezası onur kırıcı azaptır. Allah'a
karşı yalan söylemenin cezası da şu utandırıcı azarlamadır. Bunlar da
manzaraya iç karartıcı bir gölge düşürmektedir. İnsan adeta titreme, gam ve
daralma nöbetine tutuluyor.
En sonunda yalan söyleyerek iftira ettikleri yüce
Allah'dan gelen şu kınama ve azarlama yer almaktadır. İşte onlar, Allah'ın
karşısındadırlar, son derece sıkıntılı ve daraltıcı bir konumda karşılıyor
onları.
"Tıpkı ilk yarattığımızda olduğu gibi, yine yalnız
başınıza geldiniz."
Yanınızda kimse yok, yapayalnızsınız, tek başına
doğal olarak. Rabbinizle birer birer karşılaşacaksınız, topluca değil. Tıpkı
ilk defa sizi birer birer yarattığı gibi. Nitekim herbiriniz anasının
karnından tek başına, çıplak elbisesiz ve zavallı doğar.
Her şeyi kaybettiniz. Herkes sizden ayrıldı. Yüce
Allah'ın sizi sahip kıldığı ve bunlar üzerinde kendinizi güçlü sandığımız
şeylerden ayrıldınız.
"Size vermiş olduğumuz her şeyi arkanızda
bıraktınız."
Mal, süs eşyası, çoluk-çocuk, dünya nimeti, mevki ve
güç adına her şeyi bıraktınız. Hepsi geride kaldı, hiçbir şey yok yanınızda.
Az veya çok hiçbir şeye gücünüz yetmez artık.
"Üzerinizde etkili ortaklarınız olduklarını
sandığınız aracılarınızı yanınızda görmüyoruz."
Sıkıntılı anlarda sizin için aracılık edeceklerini
umarak hayatınıza ve mallarınıza ortak yaptığınız ve tıpkı `Onlara bizi
Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk yapıyoruz' (Zümer Suresi: 3) diyenler
gibi, `Bunlar Allah katında bizim için şefaatçı olacaklardır' dediğiniz bu
kimseler... İster kâhin ya da iktidar sahipleri gibi insanlardan olsunlar,
ister taştan heykeller ve putlar olsunlar ya da cin, melek, yıldız ve bunlar
gibi sahte tanrılar adına diktikleri, bu surede daha sonra değineceğimiz
gibi hayatları, malları ve çocukları konusunda Allah'a ortak yaptıkları
şeyler olsun değişmeyecektir.
Neredeler? Nereye gitti ortaklar ve aracılar?..
"Aranızdaki bütün bağlar kopuverdi"...
Her şey koptu... Aradaki bağı oluşturan her şey...
Tüm nedenler ve ipler kesilip gitti.
"Ortağımız sandığımız ilâhlar sizden uzaklaşıp
kayıplara karıştı."
Çeşitli savlarla Allah'a ortak koştuklarınız sizden
uzaklaşmışlar. Allah katında aracılıkta bulunmaları ya da sebepler
dünyasında bir etkinlikleri söz konusu olmayan ortak koştuklarınız da bunlar
arasındadır.
Kuşkusuz bu, insan kalbini şiddetle titreten,
ürperten sahnedir. Son derece somut ve hareketli bir sahne. Gölgesi insan
ruhunu bürüyor bu sahnenin. İlhamlarını kalbe adeta akıtmaktadır. Korkunç ve
iç karartıcı gölgesi... Ve sarsıcı aynı zamanda dehşet verici ilhamları...
İşte bu Kuran'dır, Kur'an...
Şu anda, sureyi tanıtırken sıraladığımız tüm
nitelikleri tekrarlamamız gerekmektedir. Sözünü ettiğimiz birbirinin ardında
son derece akıcı bir mecrada peş peşe gelen dalgalardan ve akış içinde
ulaşılan ifade, tasvir ve etkilemeye yönelik göz kamaştırıcı güzellikten söz
etme gereği duyuyoruz.
Bu sure ele aldığı başlıca konuyu eşsiz bir
anlatımla irdelemektedir. Konuya her dokunuşunda, her duruşunda ve her
sahnesinde bu `göz kamaştırıcı güzellik' belirginleşmektedir. Bu güzelliği
insan ruhu daha ilk anda fark eder, duyu organları sıkı sıkıya algılar. Aynı
şekilde sahnelerine, manzaralarına ve ilhamlarına karışan insan ruhu da
adeta büyülenir.
Sure coşkun akışı, sahneleri, konumları, ilhamları,
duyguları, tablo ve gölgeleriyle birbirine karışmış dalgaların coşturduğu
bir nehir yatağını andırmaktadır. Bir dalga daha yerine varmadan ikinci
dalga gelip ona katılmaktadır. Tazyikli ve coşkun mecrasında birbirlerine
karışmaktadır.
Sure, birbirine karışmış coşkun dalgaların her
birinde anlattığımız göz kamaştırıcı güzelliğin son sınırına ulaşmaktadır.
Bu arada çeşitli sahnelerin sunuluş yöntemi arasındaki uyum da gözden
kaçmamaktadır. Tüm yönleriyle insan ruhunu, göz kamaştırıcı güzellik, coşkun
canlılık, tasvir, ifade ve müzikal melodi, toplanma ve yığılma ile
kuşatmaktadır. Her delikten ve tüm alışkanlıklarıyla ele almaktadır insan
ruhunu...
Ders içinde bu çizgilerin tümü, olanca bütünlüğü ve
yeterliliğiyle öne çıkmaktadır. Okuyucu sanki tüm sahnelerin, anlamlarıyla
birlikte parlak ve göz alıcı bir coşkuyla aktığını hissediyor. Sahneler his
dünyasının önünden akıp geçerken birlikte bir ahenk meydana getirmek için,
sözlü ifadenin müzikal vurgusu da aynı coşkuyu barındırmaktadır. Sahneler ve
sözlü ifade, dile getirdikleri ve amaçladıkları anlamları birlikte ifade
etmiş oluyorlar.
Bu sahnelerden herbiri parlayàn bir akış gibi adeta
meçhulden gelmekte, son derece zarif ve alımlı bir şekilde duygularda, kalp
ve akılda belirginleşmektedir.
İbarenin kendisi de bir bakıma suyun kaynağını
andırmaktadır. İfadedeki müzikal vurgu da zariflikte, sahne ve anlamla bir
uygunluk arzetmektedir. Coşkun àkışı ve şiddetli parlaklığıyla bir ahenk
oluşturmaktadır.
Anlamlar, sahne ve ibareler peş peşe gelen dalgalar
gibi sıralanmaktadır. Duygu, hayretler içinde olup biteni seyretmektedir.
Daha bir dalgayla birlikte yerine varmışken, birdenbire kendini yeni bir
dalgayla birlikte hareket eder durumda buluyor. Tıpkı surenin başlangıcında,
sureyi tanımladığımız gibi...
Varlık sayfaları bütünüyle açık durumdadır.
Sahneler, geniş varlık sayfasının her köşesinden, şuradan buradan peş peşe
sıralanıyorlar. Nerdeyse sıçraşıyorlar diyeceğim!
Burada göze çarpan en belirgin çizgi, güzellik
oluyor. Göz kamaştırıcılığın ve şaşırtıcılığın sırrına ulaşmış güzellik.
Güzellik açısından sahneler birer birer seçilmiş ve belirlenmişler.
Anlamları ve kelimelerin müzikal yapısıyla ibareler de öyle. Bu inancın
temel gerçeklerini barındıran anlamlar da bu gerçeğe güzellik açısından
değinmektedir. Böylece gerçek tüm göz kamaştırıcılığıyla
belirginleşmektedir.
Kusursuz güzellik çizgisine işaret edenlerden biri
de hayatın ortaya çıkıp gelişmesini düşünmeye ilişkin şu ilahi direktiftir:
"Mahsul verdiklerinde mahsullerine, olgunlaşmalarına bir bakın." Bu bakmak,
düşünmek ve yararlanmak için dikkat etmeyi gerektiren, doğrudan doğruya göz
kamaştırıcı güzelliğe yönelten bir direktiftir."
Canlı evren sahnelerinin sunulmasının sonunda
ifadedeki güzellik, göz kamaştırıcılığın ve olağanüstülüğün doruklarına
ulaşıyor. Şu güzel, sevimli ve şaheser evrenin ötesinde tüm varlıklara bunca
harikuladelikleri bahşeden göklerin ve yerin yaratıcısına ulaşılıyor. O'ndan
söz edilirken de ancak bizzat Kur'an'ın aktarabileceği bir olağanüstülük
sergileniyor.
"Gözler O'nu görmez. O, bütün gözleri görür. O,
lâtifdir, haberdardır." ( En'am Suresi: 103) Sonra biz -bu derste- kendimizi
açık evren kitabının önünde buluyoruz. Dikkatsiz ahmaklar her an bu kitabın
önünden geçiyorlar, ancak harikulâdeliklerinin ve işaretlerinin üzerinde
düşünüp durmazlar. Gerçekler karşısında gözleri kapayanlar da,
olağanüstülüklerini ve güzelliklerini görmek için gözlerini açmadan geçip
giderler. İşte bakın Kur'an'ın olağanüstü ifadesi bizi yeniden varlık
sahnesiyle yüzyüze getirmektedir. Sanki bir anda kendimizi orada buluyoruz.
Kur'an, varlık sahnesinin harikulâde belirtileri karşısında bizleri
durdurup, göz kamaştırıcı sahnelerini görmemiz için gözlerimizi açıyor.
Gafiller gafili kimselerin dikkat etmeden geçip gittikleri
olağanüstülüklerini algılamamızı sağlıyor.
İşte bakın gece, gündüz her an meydana gelen
harikulâde bir mucizeyle karşı karşıya getirmektedir bizi. Şu sessiz ölüden
fışkıran hayat harikası... Nasıl doğuyor? Nereden geliyor?.. Ancak Allah
katından geldiğini ve O'nun takdiri uyarınca ortaya çıktığını biliyoruz.
Hiçbir insanın, hayatı derinliğine kavraması mümkün olmadığı gibi, oluşumunu
da kavraması mümkün değildir.
Bakınız şimdi de bizi, göklerde yer alan cisimlerin
akıl almaz dolaşımıyla karşı karşıya getirmektedir. Korkunç, sürekli ve ince
dolaşım! İnsanların meydana gelmesini istediği hiçbir mucize her gün, her
gece meydana gelen hatta her saniye, her an olup biten bu mucizeye denk
olamàz.
Şimdi de bizi insan hayatının bir tek kişiden ortaya
çıkıp bu yolla çoğalması olayıyla karşı karşıya getirmektedir.
İşte şimdi de kendimizi, bitkilerde hayatın meydana
gelmesi karşısında buluyoruz. Gökten inen yağmur, gelişen ekinlerin ve
olgunlaşan meyvenin oluşturduğu sahneler karşısında buluyoruz kendimizi.
Çeşitli hayatların ve sahnelerin kümelendiği bir ortam. Düşünme ve araştırma
için geniş bir alan. Ancak yeterli bir duygu ve açık bir kalple seyretmemiz
gerekmektedir.
Bakınız işte bütün varlık yepyeni duruyor
karşımızda. Sanki ilk defa görüyoruz. Canlıdır, bize yakınlık gösteriyor biz
de ona. Son derece hareketlidir. Bu hareketlilik her noktasında göze
çarpmaktadır. İnsanı dehşete düşüren bir özelliğe sahiptir, duyguları ve
düşünceleri çepeçevre kuşatıyor. Kendi varlığıyla yaratıcısından söz
etmektedir. İçinde barındırdığı kanıtlarıyla yaratıcısının birliğini ve
gücünü göstermektedir.
İşte bu noktada Allah'a ortak koşma olayı -ki
ayetlerin akışı da bu sunuşla, şirk ve müşrikleri karşılamayı
hedeflemektedir- bu varlığın fıtratına ve tabiatına son derece yabancı bir
durum olarak beliriyor. Doğru yola iletici kanıtları barındıran varlık
alemini seyreden ve bunları derinliğine düşünen bir kişinin vicdanına göre
oldukça çirkin bir durumdur, Allah'a ortak koşma olayı. Dehşet verici varlık
alemini saran iman gerçeği karşısında, şirkin ve müşriklerin ileri
sürebilecekleri tüm mazeretler geçersiz oluyor böylece.
İnsan bünyesine ilâhlık gerçeğiyle hitap etmeye ve
bu gerçek karşısındaki kulluk konumunu açıklamaya ilişkin Kur'an metodu,
varlığın yaratılış ve oluşumu gerçeğini, hayatın yaratılışı ve oluşumu
gerçeğini, yüce Allah'ın mülkünde kolaylıkla temin edilmesini sağladığı
rızıkla hayatın güvencede bulundurulması gerçeğini ve sebepler dünyasında
ortaksız bir şekilde yaratan, yarattıklarını rızıklandıran ve dilediği gibi
tasarrufta bulunan otorite gerçeğini... Evet Kur'an'ın sunuş metodu bu
gerçeklerden son derece duygulandırıcı bir etken meydana getirmektedir. Tek
başına Allah'a kulluk, inanç, kulluk, itaat ve boyun eğmeyi O'na özgü kılmak
gibi, insanların benimsemeye çağırıldıkları ilkelerin zorunluluğuna oldukça
güçlü bir kanıt oluşturmaktadır. Varlık sayfasının sunulmasından, yaratılış,
oluşum,rızık, güvence ve otorite gerçeklerinin ortaya çıkmasından sonra,
ayetlerin akışında sadece Allah'a kulluk yapmaya ilişkin bir çağrı yer
almaktadır. Yani yüce Allah'ı kullarının hayatlarının her alanında ilâhlık
ve özellikleri bakımından birlemek, hayata ilişkin her konuda hakimiyeti ve
hakimiyetine başvurmayı O'na özgü kılmak, bunun dışında tüm ilâhlık
iddialarını ya da ilâhlığın bir tek özelliğine sahip olduğunu ileri
sürenlerin iddialarını reddetme çağrısı yer almaktadır.
Aynı şekilde bu derste yer alan bu ayeti kerimede,
katışıksız kullukla, ilâhlığı sadece Allah için birleme gerçeğini
birleştirmeye, bu arada yüce Allah'ın `her şeyin yaratıcısı' ve `her şeye
vekil olduğunu' belirtmeye ilişkin Kur'an metodunun bir örneğini
görmekteyiz. "İşte Rabbiniz olan Allah, O'ndan başka ilâh yoktur. O, her
şeyin üstünde mutlak bir vekildir."
Dersin sonunda -bütünüyle varlık dünyasında yer alan
işaretlerin sunulmasından sonra- mucize istemenin anlamsızlığı ortaya
çıkmaktadır. Aynı şekilde yalanlayanların inatçı tabiatları da gözler önüne
serilmektedir. Bunlar, işaret ve kanıtların yetersizliğinden dolayı iman
etmekten kaçınmıyorlar, aksine kör ve çarpık tabiatlarından dolayı karşı
çıkıyorlar. Yoksa varlık aleminde sayısız işaret ve kanıt yer almaktadır.
YARATMA MUCİZESİ
95- Tohumu ve
çekirdeği çatlatan Allah'tır. O ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte
Allah budur. Nasıl olur da bu gerçeği görmezlikten geliyorsunuz?
Hiç kuşku yok ki, bu bir mucizedir. Herhangi bir
kişinin böyle bir mucize-yi meydana getirmesi bir yana, sırrını dahi
kavraması mümkün değildir. (Materyalistler, canlı bir organizmadaki
reaksiyonların dışında elde edilmesi mümkün olmayan bazı maddeleri böyle bir
ortamın dışında elde etme imkânının ortaya çıkmasından dolayı, büyük
gürültüler koparıyorlar. Oysa organik madde ile canlı madde arasındaki fark
oldukça büyüktür. Üstelik elde edilen bu madde, yaratılmış maddelerden
meydana getirilmiştir. Yoksa, insan yaratmamıştır, yaratması da mümkün
değildir.)
Bu hayat, meydana gelme ve hareket etme mucizesidir.
Her an uyuyan bir bitkiden sessiz bir tane parçalanmaktadır, Donuk bir
çekirdekten yükselen bir ağaç fışkırmaktadır. Tane ve çekirdekte gizlenen,
bitki ve ağaçta gelişen hayat, gerçek mahiyetini ve kaynağını yüce Allah'dan
başka hiç kimsenin bilemediği gizli bir sırdır. Bugün insanlık görebildiği
tüm hayat belirtilerine ve şekillerine, ortaya çıkardığı çeşitli özellik ve
aşamalarına rağmen, ilk insan gibi bilinmez bir sırla karşı karşıyadır.
Hayatın fonksiyon ve görünümünü algılıyor, ancak kaynağını ve özünü
algılayamıyor. Ve hayat yoluna devam ediyor, bu mucize her an gerçekleşiyor.
Hayatın ilk oluşumundan beri yüce Allah, diriyi
ölüden çıkarmıştır. Bu evren -en azından yeryüzü- meydana geldiği zaman
henüz hayat yoktu. Hayat sonradan meydana geldi. Yüce Allah, hayatı ölüden
çıkarmıştır. Ama nasıl?.. Bunu bilemiyoruz. O günden beri hayat hep ölüden
ortaya çıkmaya devam etmekte-dir. Her an ölü atomlar, canlılar aracılığıyla
canlı organizmalara dönüşmekte ve canlı cisimlerin bünyesine yerleşmektedir.
Aslı ölü atomlar olduğu halde, canlı hücrelere dönüşmektedir. Bunun tersi de
böyle. Her saniye canlı hücreler ölü atomlara dönüşmektedir. Bu durum canlı
bünyenin bütünüyle ölü atomlara dönüşeceği güne kadar sürecektir.
"O ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır."
Allah'dan başka kimse yapamaz bunu. Ölüden hayatı
çıkarmaya Allah'-dan başka kimsenin gücü yetmez. İlk canlının oluşumundan
beri hep böyledir bu. Canlı organizmayı, ölü atomları canlı hücrelere
dönüştürme kabiliyetiyle donatan, Allah'dan başkası değildir. Aynı şekilde
canlı hücreleri ölü atomlara dönüştürmeye Allah'dan başka hiç kimse güç
yetiremez. Bütün bunlar dönüşümlü bir süreç içerisinde gerçekleşmektedir. Ne
zaman başladığı ve ne zaman biteceği hiç kimse tarafından bilinmemektedir.
Sadece birtakım varsayımlar, teoriler ve ihtimaller ileri sürülmektedir.
Hayat mucizesini, Allah'ın yaratmasından başka bir
temele dayandırarak açıklamaya ilişkin Avrupa'da, tıpkı aslandan kaçan yaban
eşekleri gibi (Müddesir Suresi: 50-51) insanların kiliseden kaçmaya
başlamalarından beri süren tüm çabalar fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Bu
insanlar, evrenin ve hayatın meydana gelişini Allah'ın varlığını
kabullenmeksizin açıklamaya çalışıyorlar. Ancak bütün çabaları fiyaskoyla
sonuçlanmıştı. Geride içtenlikten çok, inatçılığı gösteren yirminci
yüzyıldaki sonuçsuz diretmeler kalmıştır. Allah'ın varlığını kabul
etmeksizin hayatın varlığını açıklamaktan aciz kalan `bilginlerinin'
sözleri, bizzat kendi `bilimlerinin' bu problem karşısındaki konumunu
belirlemektedir. Bu sözleri, onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda
Avrupalıların attıkları kırıntıları kapıp bu dinden uzaklaşanlar için
aktarıyoruz. Bu adamlar "gayb" gerçeğini kanıtladığı halde, bilgi
kırıntılarıyla yetinenler "bilgiçlik" taslayıp, gaybı inkâr ediyorlar.
Onların ilgisine Amerikalı bilginlerin sözlerini
sunuyoruz.
Cornel Üniversitesi'nde mastır ve doktora yapmış
Kanada Manytoba Üniversitesi biyoloji profesörü Frank Allen, "Evrenin
meydana gelişi rastlantı mı, yoksa planlı mıdır?' adlı makalesinde, şöyle
demektedir: (Bu makale, Dr. Demirtaş Abdulmecid Serhan tarafından Arapça'ya
tercüme edilen `Bilim Çağın-da Allah Tecelli Ediyor' kitabında yer
almaktadır.)
"Şayet hayat bir hikmet ve önceden hazırlanmış bir
plan gereği meydana gelmişse, o zaman tesadüf sonucu meydana gelmiştir. Bu
durumda iyice inceleyebilmemiz ve hayatı nasıl yarattığını görmemiz için,
tesadüfün nasıl bir şey olduğunu bilmemiz gerekmektedir..."
"Sağlıklı ve kesin bir hükmün varlığı söz konusu
olmadığı zaman, tesadüf ve ihtimal teorileri geniş uygulama sahası bulabilén
sağlam matematiksel temellere dayanmaktadır. Bu teoriler önümüze yanılma
ihtimali bulunmakla beraber, doğruya en yakın hükmü çıkarırlar. Kuşkusuz
tesadüf ve ihtimal teorileri üzerine yapılan araştırmalar, matematiksel
açıdan büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Öyle ki, `Bunlar tesadüf sonucu
meydana gelmişlerdir' dediğimiz ve ortaya çıkışlarını başka bir yolla izah
edemediğimiz bazı belirtilerin ortaya çıkmasıyla, bazı şeylerin meydana
gelmesini önceden haber verecek duruma gelmişiz. Tavla oyununda zar atmak
gibi. Bu araştırmaların ilerlemesi sayesinde tesadüf (Biz İslâmi
düşüncemizle, varlık aleminde bir tek tesadüfün dahi varlığını kabul
etmiyoruz. Her şeyi yaratan, Allah'ın kaderidir. `Biz her şeyi bir kaderle
yarattık' (Lokman, 49) Varlık aleminde geçerli olan genel yasalar vardır. Bu
yasalar uygulandıkları her an içinde Allah'ın kaderi uyarınca
uygulanmaktadır. Ancak mekanik bir zorunluluk söz konusu değildir. Kimi
zaman Allah'ın kaderinin bu yasalardan farklı bir şekilde meydana gelmesi
mümkündür. Ancak belli şartlarda ve özel bir hikmetten dolayı. Çünkü gerek
genel yasalar ve gerekse harika olaylar hep özel bir kader uyarınca
işlerler. Bu yüzden `bilginlerin sözlerini iktibas etmemiz onların
dediklerine katıldığımız anlamına gelmez.) sonucu meydana gelen şeylerle, bu
yolla meydana gelmesi imkânsız olan şeyleri ayırd edecek ve belirli bir
zaman diliminde belirtilerden birinin ortaya çıkma ihtimalini hesaplayacak
duruma gelmişiz nerdeyse. O halde hayatın meydana gelmesinde tesadüfün
oynayacağı role bir göz atalım:
"Proteinler, bütün canlı hücrelerin temel
bileşimlerinde yer almaktadır. Ve bunlar karbon, hidrojen, nitrojen, oksijen
ve kükürt elementlerinden meydana gelmektedir. Bir parçadaki atom sayısı
kırkbine ulaşmaktadır. Tabiattaki kim-yasal elementlerin sayısı doksaniki
olduğundan ve bunların dağılışı da rastgele bir dağılış (Bu da "Bilginlerin"
saçmalıklarından biridir. Çünkü rastgele bir dağıtım söz konusu değildir.
Tersine, belirli bir kader uyarınca planlanan bir dağıtım söz konusudur)
olduğundan, proteinin parçalarından birini meydana getirmek için bu beş
elementin biraraya gelmesi ihtimali hesaplanabilir. Çünkü bu parçayı
oluşturmak için sürekli birbirlerine karışmaları gereken maddelerin sayısı
bilinmektedir. Ayrıca bu parçanın atomlarının arasındaki birleşmenin
olabilmesi için gerekli olan zaman diliminin süresi de bilinmektedir.
"İsviçreli matematikçi Charles Ugyn Joey, bütün bu
işlemleri hesaplama-ya kalkışmış ve bir protein parçasının tesadüf yoluyla
oluşması imkânının ancak 10 x 160/1 oranında olduğunu görmüştür. Yani, on
sayısının yüzaltmış sayısına çarpımının bire bölünmesi gibi bir oran ortaya
çıkmaktadır. Bu rakamı telaffuz etmek ya da kelimelerle ifade etmek de
mümkün değildir. Bu durumda bir tek protein parçasını tesadüf yoluyla
meydana getirmek için gerekli olan maddelerin sayısı, şu evrenin milyonlarca
büyüklüğünde yer işgal edecektir. Böyle bir parçanın sadece yeryüzünden
tesadüf yoluyla meydana gelmesi, milyarlarca senenin geçmesini
gerektirmektedir. İsviçreli bilgin bunu da hesaplamış ve on sayısının ikiyüz
kırküç kere kendisiyle çarpılmasında ortaya çıkan sonuç oranında sene
olduğunu ortaya çıkarmıştır (10 x 243 sene)
"Proteinler, amino asitlerin uzun bir dizilişinden
meydana gelirler. O hal-de bu parçaları atomlar nasıl oluştururlar. Çünkü
bilindiği şekliyle birleşmiş olmasalardı, hayat için elverişli olamazlardı.
Hatta kimi zamanlarda zehirli de olabilirlerdi. İngiliz bilgin J.B. Seather,
basit bir protein parçasında atomların birleşebilecekleri yolları hesaplamış
ve rakamın milyonlara vardığını görmüştür. (1048) ... Bu nedenle bir tek
protein parçasını meydana getirmek için, bütün bu tesadüflerin biraraya
gelmesi akla göre imkânsız görünmektedir.
"Ancak proteinler, hayattan yoksun kimyasal
maddelerden başka birşey değildirler. Şu olağanüstü sır girmediği sürece de
hayat belirtisi göstermezler. Fakat biz bu sırrın mahiyetini kavrayamayız.
Bu sonsuz aklın işidir. ("Sonsuz Akıl" deyimi felsefenin tortularından
biridir. Adam bu deyimi kullanıyor. Çünkü kendi kültürünün ürünüdür.
Müslüman ise yüce Allah'ı bizzat kendisinin bildirdiği güzel isimlerden
başkasıyla isimlendirmez.) Sadece Allah bunun hikmetini kavrayabilir. (Bu
doğrudur.) Protein parçasını bu şekilde haya-ta elverişli kılan, meydana
getirip şekillendiren sonra da üzerine hayat sırrını döken O'dur...
İowa Üniversitesi'nden doktora sahibi, bitkilerin
kalıtımsal özellikleri konusunda uzmanlaşmış Michigan Üniversitesi Fen
Bilimleri profesörü İrwing William, aynı kitapta yer alan `Materyalizm Tek
Başına Yetmez' adlı makalesinde şunları söylemektedir:
"Bilim, sayılması mümkün olmayan son derece küçük
atomların nasıl mey-dana geldiğini açıklayamıyor. Oysa tüm maddeler
bunlardan meydana gelmektedir. Aynı şekilde bilim, bize sadece tesadüf
düşüncesine dayanarak bu atomların hayatı meydana getirmek için ne şekilde
biraraya geldiklerini de açıklayamaz. Gelişmiş halleriyle tüm hayat
şekilleri bugünkü durumlarına rastgele sıçramaların, birleşmelerin ve
biraraya gelmelerin sonucu ulaşmıştır teorisini ortaya atanlar için şunu
söyleriz. "Bu teori ancak körü körüne kabul edilebilir. Çünkü mantık ve ikna
temellerine dayanmıyor." (Daha önce makalesinde Bernard Russel'ın "hayatın
tesadüf sonucu meydana geldiğine ve mekanik bir zorunluluk olarak son
bulacağına" ilişkin sözlerine işaret etmişti.)
Texas Üniversitesi'nden doktora sahibi Bailore
Üniversitesi'nden biyoloji profesörü, uzman biyolog Albert Mocamb Wındester,
adı geçen kitapta yer alan `Bilim Allah'a Olan İnancımı Güçlendirdi' adlı
makalesinde şunları söylemektedir: `Biyoloji bilimi üzerine çok incelemeler
yaptım. Bu bilim dalı, hayatı incelemeyi ilgilendiren oldukça geniş bilimsel
bir alandır. Çünkü şu evrende yer alan Allah'ın yarattıkları arasında,
canlılardan daha üstün bir varlık söz konusu değildir.
"Basit yonca bitkisine bakın. Yolun bir kenarında
yeşeriverir. Acaba insanların yaptıkları üstün alet ve gereçler arasında ona
benzer üstünlükte birine rastlayabilir misin? Bu, canlı bir makinadır. Gece
gündüz kesintiye uğramaksızın binlerce kimyasal ve doğal reaksiyon
gerçekleştirir. Bütün bu işlemler protoplazmanın kontrolünde gerçekleşir.
Protoplazma da tüm canlıların bileşiminde yer alan bir maddedir."
"Bu kompleks canlı makina nereden geldi? Yüce Allah,
onu bu şekilde tek başına yaratmamıştır. Ayrıca hayatı da yaratmıştır. O'nu
kendisini koruyabilecek kapasitede ve nesilden nesile sürecek nitelikte
kılmıştır. Bu arada kendisini diğer bitkilerden ayırmamıza yardımcı olan tüm
özelliklerini ve ayrıcalıklarını da kaybetmez. Canlılar arasındaki üreme
konusunu inceleyen biyoloji bilimi alanında yapılan incelemelerin en üstünü
sayılmaktadır. Aynı zamanda bu alan, yüce Allah'ın gücünün en çok
belirginleştiği bir alandır da. Yeni bir bitkinin oluşmasını sağlayan üreme
hücresi oldukça küçüktür. Öyle ki, mikroskop olmaksızın görülmesi mümkün
değildir. Hayret verici bir şeydir ki, bitkinin vasıflarından herbiri,
damarları, otları, gövde üzerinde uzanan dalları, kökü ve yaprakları,
hacimleri oldukça küçük, mühendislerin kontrolü altında tamamlarlar
oluşumlarını. Bunlar bitkiyi meydana getiren hücrenin içinde yaşamlarını
sürdürebilirler. Bu mühendisler topluluğu gen taşıyıcıları kromozomlardır. (
Her şeyi yaratan sonra da doğru yolu gösteren Allah'ın izniyle ve varlık
alemindeki bu hareketi meydana getiren O'nun kaderiyle hareket ederler.)
Kur'an'ın akışındaki göz kamaştırıcı güzelliğe
dönmemiz için bu kadarı yeterlidir.
"İşte Allah budur."
Şu sürekli tekrarlanan, bilinmez bir sırdan ibaret
mucizenin, hayat mucizesinin yaratıcısı yüce Allah'dır... Kulluk, boyun eğme
ve emrine uymak suretiyle dinine uyup boyun eğmeniz gereken biricik Rabbiniz
O'dur.
Nasıl olur da bu gerçeği görmezlikten geliyorsunuz?
Akılların, kalplerin ve gözlerin açıkça
algılayabileceği bu gerçekten nasıl yüz çevirirsiniz?
Hayatın ölülerden ortaya çıkarılması mucizesi,
-evrenin ilk yaratılması gibi Kur'an'da ilâhlık gerçeğine yönlendirme söz
konusu olduğu yerlerde sıkça hatırlatılır. İbadet edilen ilâhın tek oluşunun
zorunluluğu sonucunu çıkarmak için, yaratıcının tekliğine işaret eden
belirtileri de zikredilir. Böylece kullar, sadece O'nun ilâhlığına inanmak,
O'nun Rabblığına itaat etmek, kulluk merasimlerini sadece O'na
sunmak,hayatın bütünü için uyulacak direktifleri yalnızca `O'ndan almak ve
sadece O'nun şeriatına boyun eğmek suretiyle yalnızca O'na kulluk etmiş
olurlar!
Ancak bu kanıtlar Kur'an-ı Kerim'de teolojik
spekülasyonlar ya da felsefi kuramlar şeklinde söz konusu edilmez. Çünkü bu
din, insan enerjisini soyut problemler ve felsefi kuramlar uğruna harcamamak
konusunda çok ciddidir. Onlara sağlıklı bir düşünce kazandırmak suretiyle,
gizli ve açık hayatlarını doğrultmak için insanların düşüncelerini
doğrultmayı amaçlamaktadır.
Bu da insanları kullara kul olmaktan kurtarıp, tek
Allah'ın kulluğuna döndürmekle mümkündür. Dünya hayatında ve günlük hayatın
her alanında, boyun eğmeyi Allah'a özgü kılmakla mümkündür. İnsanları,
ilâhlık hakkını kendisi için iddia eden, böylece insan hayatı üzerinde
hakimiyet kuran diktatörlerin egemenliğinden çıkarmakla mümkün olur. Aksi
takdirde sahte ilâhlar ve sayısız Rabbler ortaya çıkar. İnsanlar Allah'dan
başkasına kullukta bulundukları zaman da yeryüzünde fesat yaygınlaşır ve
hayat dejenere olur.
Bu noktada, hayat mucizesinin ardında şu
değerlendirménin yapıldığını görüyoruz:
"İşte Allah budur. Nasıl olur da bu gerçeği
görmezlikten geliyorsunuz?" Sizin üzerinizde Rabb olmayı hakeden Allah
budur. Rabb; eğiten, yönlendiren, efendi ve hakim anlamlarına gelmektedir.
Bu nedenle Allah'dan başka birinin Rabb olmaması
gerekmektedir.
GECE İLE GÜNDÜZ
96- Sabahı açtıran
O'dur. O geceyi dinlenme zamanı, güneş ile ayı zaman ölçme birimi yaptı. Bu,
üstün iradeli ve her şeyi bilen Allah'ın düzenlemesidir.
Şüphesiz tane ve çekirdeği yarıp yeşerten, şafağın
sökmesini de sağlayan O'dur. O'dur geceyi dinlendirici, güneş ve ayın
hareketlerini hesaplı, dönüşlerini ölçülü kılan. Bütün bunlar, her şeye
egemen olan gücü ve her şeyi kapsayan O'nun bilgisi çerçevesinde düzenlenir.
Karanlığın içinden şafağın söküşü hareketi şekil
bakımından tane ve çekirdeğin yarılıp yeşermesini andırmaktadır. İlk
harekette aydınlığın yayılışı da tohumun tomurcuklanmasına benzemektedir.
Hareket, canlılık, çekicilik ve güzellik açısından, benzerlik bakımında, her
iki olay arasında ortak özellikler vardır. Ïfadede her iki olayın tabiatları
ve mahiyetlerindeki ortak gerçekler göz önünde bulundurulmuş oluyor böylece.
Tane ve çekirdeğin yarılıp yeşermesi ile şafağın
söküşü ve gecenin dinlendiriciliği arasında diğer bir ilgi söz konusudur.
Şüphesiz şafağın sökmesi ve karanlığın basması ile evrendeki -ya da
dünyadaki- hareket ve hareketsizlik olaylarının bitki ve hayatla doğrudan
ilişkileri vardır.
Dünyanın güneşin önünde kendi ekseni etrafında
dönüşü, ayın bu hacimde ve dünyadan bu uzaklıkta oluşu, aynı şekilde güneşin
bu hacimde, bu uzaklıkta ve bu sıcaklıkta oluşu... Evet bütün bunlar her
şeye gücü yeten otorite sahibi `Aziz' ve bilgisi herşeyi kapsayan `Alim'
olan Allah'ın belirlediği ölçülerdir. Şayet yüce Allah'ın belirlediği bu
ölçüler olmasaydı yeryüzünde de hayat bu şekilde ortaya çıkmazdı, tane ve
çekirdekten bitki ve ağaç fışkırmazdı.
Evrenin düzeni ince bir hesapla düzenlenmiştir.
Evrendeki hayatın hesabı yapıldığı gibi hayatın derecesi ve türü de
belirlenmiştir. Bu evrende geçici tesadüflere yer yoktur. Hatta tesadüf
olarak adlandırılan olaylar dahi bir kanuna göre meydana gelmektedirler, bir
plana göre belirlenmişlerdir.
Evrendeki hayatın geçici bir istisna olduğunu,
evrenin hayatı barındırmadığını, hatta hayata karşı olduğunu söyleyenler.
Üzerinde hayat bulunan bu küçücük gezegenin tüm bunlara işaret ettiğini
söyleyenler... Hatta `şu küçücük gezegen göstermektedir ki, şayet evrenin
bir ilâhı bulunsa, bu hayatla ilgilenmeyecektir gibi tartışmaya bile
değmeyecek laflar sarfeden `Bilgin' ve `Filozoflar'...
Evet bu adamlar ruhlarında yer eden sapık
arzularının esiridirler. Kendilerinin ortaya koyduğu bilimin sonuçlarına
bile uymazlar. İnsan bunları araştırdığında gerçeklerle yüzyüze gelmemek
için kaçıştıklarını görebilir. Onlar her tarafta varlığının, birliğinin ve
mutlak gücünün kanıtlarını gösteren Allah'dan kaçıyorlar. Ancak ne zaman bu
gerçekle yüzyüze gelmemek için bir yol tutmuşlarsa, sonuçta hep Allah'ı
bulmuşlardır. Ardından dehşet içinde kalıp başka bir yola koyulmuşlardır,
tekrar Allah'la karşılaşmak üzere...
Bunlar zavallı düşkünlerdir. Bir gün kiliseden ve
onun adına insanları köleleştirdiği kilisenin tanrısından kaçtılar... "Sanki
ürkmüş yaban eşeklerinin aslandan kaçtıkları gibi" kaçtılar. Bu geleneksel
kaçışlarını çağımızın başlarına kadar sürdürdüler. (Müddessir Suresi: 50)
Öyle ki, kilise kendilerini takip etmeye devam mı ediyor, yoksa kendi
nefesleri kesildiği gibi onun da mı nefesi kesildi?.. Bunu görmek için
arkalarına bile bakmıyorlardı.
Bunlar zavallı düşkünlerdir. Çünkü kendi bilimleri
bile bugün kendilerine karşı çıkmaktadır... "Nereye kaçacaksınız?"
Hayatın ortaya çıkışına ilişkin makalesinden, geçen
bölümde alıntı yaptığımız tabiat bilgini Franc Allen şöyle der:
`Yeryüzünün hayata elverişli olması, tesadüf veya
rastgele olmakla açıklanmayacak kadar çeşitli şekilleri kaçınılmaz
kılmaktadır. Dünya uzay boşluğunda kendi ekseni etrafında dönen bir
yuvarlaktır. Bu hareketiyle gece ve gündüzün ardarda gelişi
gerçekleşmektedir. Aynı zamanda dünya yılda bir kere de güneş etrafında
dönmektedir. Bu turun sonunda da mevsimler meydana gelmektedirler. Böylece
gezegenimizin üzerinde yaşayanların, hayatlarını sürdürmesine uygun
alanların genişlemesi ve güneş etrafında dönmemesi durumundan çok daha fazla
bitki türlerinin ortaya çıkması görevi yerine getirilmiş oluyor. Ayrıca
hayat için gerekli gazları içeren bir gaz bulutu bu hareket sayesinde
dünyayı sarar. Bu bulutun yüksekliği büyük bir düzeye ulaşır. (500 mili
geçer).'
`Dünyamızın çevresini saran bu gaz kütlesinin
yoğunluğu, saniyede otuz mil hızla düşen öldürücü gök taşlarının her gün
dünyamıza ulaşmasını önleyecek bir düzeydedir. Dünyayı koruyan hava kütlesi
dünyanın sıcaklığını sürekli hayata elverişli bir düzeyde tutmaktadır. Bu
kütle, toprağı ölümünden sonra diriltecek yağmurun yoğunlaşması için gerekli
olan su buharını okyanuslardan kıtaların içlerine doğru taşır. Nitekim
yağmur tatlı suyun kaynağını oluşturmaktadır. Şayet yağmur olmasaydı yeryüzü
tüm hayat belirtilerinden yoksun çıplak bir çöle dönecekti. Buradan
anlıyoruz ki, hava ve yeryüzündeki okyanuslar, tabiattaki denge çarkını
temsil etmektedirler.
Görülüyor ki, onlara karşı çıkan bilimsel kanıtlar
oldukça fazladır. Bunlar hayatın ortaya çıkışını yorumlamada tesadüflerin
çaresizliğini tam olarak gözler önüne sermektedirler. Hayatın ilk defa
ortaya çıkması -gelişmesi, kalıcı olması, sonra farklı şekiller alması- için
evrenin planında yer alan uygun koşulları saymak imkânsızdır. Bunlar
arasında az önceki tabiat bilgininin söz konusu ettiği uygun koşullarda yer
almaktadır. Bunların dışında daha birçok şekli mevcuttur. Bundan sonra tüm
bunları açıklamak için güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın yönlendirip
düzenlemesinden başka bir seçenek kalmıyor. Her şeyi yaratan sonra da yol
gösteren O'dur. Her şeyi yaratıp bir ölçüye göre düzenleyen O'dur.
YILDIZLAR
97- O ki, karanın ve
denizin karanlıklarında yolunuzu şaşırmayasınız diye size yıldızları kılavuz
yaptı. Biz bilenler için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık.
Güneşi, ayı ve yıldızlarıyla dönüp duran uzay
sahnesine uygun bir sonuçlandırma. İnsanın hayatı, çıkarları ve ilgileriyle
ilişkili evrenin korkunç ve ürpertici sahnesinin amacıyla, uyuşan bir
tamamlayış...
"O ki, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu
şaşırmayasınız diye size yıldızları kılavuz yaptı."
Karanın ve denizin derinlikleri insanların
yıldızlarla yollarını bulabildikleri karanlıklarla doludur. Bu durum eskiden
olduğu gibi şimdi de sürmektedir. Yıldızlarla yol bulmanın çeşitli
yöntemleri vardır. Bilimsel keşifler ve değişik deneyimler sonucu bu
yöntemlerin boyutları gelişmektedir. Bùnunla beraber kural her zaman için
geçerlidir; karanın ve denizin karanlıklarında bu cisimlerle yol bulma
kuralı... Bu karanlıklar ister duygularla yer etsin, ister düşünce ve
fikirlerde yer etsin, durum değişmeyecektir. Kur'an'ın kuşatıcı ayeti ilk
aşamalarında insanlığa bu gerçekle hitab ediyordu. Bu gerçeği doğrulayan
kanıtlar insanların . pratik hayatlarında rahatlıkla gözlenebilirdi. İçte ve
dışta yüce Allah'ın ortaya çıkmasını dilediği kadar birtakım evrensel
sırların ortaya çıktığı günümüzde de bu gerçekle hitap etmektedir insanlığa.
Aynı şekilde yüce Allah'ın bu sözünü doğrulayan kanıtlar pratik hayatlarında
bulunabilir.
Kur'an metodunun insan fıtratına evrensel
gerçeklerle hitap etmedeki üstünlüğü süreklidir. Ancak Kur'an bu gerçekleri
birer teori olarak sunmaz, aksine birer realite olarak sunmaktadır. Bu sunuş
tarzının ardında yaratıcı el, O'nun takdiri, rahmeti ve planı
belirginleşmektedir. Bu sunuş tarzı akıl ve kalp üzerinde oldukça etkilidir.
Sezgi ve idraki duygulandırıcı özelliklere sahiptir. İnsanı düşünmeye,
incelemeye, birbirleriyle uyum arzeden büyük gerçeklere ulaşmak için bilgi
ve kavrama yeteneğini kullanmaya yöneltmektedir. Karanın ve denizin
karanlıklarında insanların yollarını bulmaları için yüce Allah'ın varettiği
yıldızlara ilişkin ayetin sonuç bölümünde aşağıdaki değerlendirmenin yer
alması bu nedenledir.
"Biz bilenler için ayetleri ayrıntılı biçimde
açıkladık."
Karanın ve denizin karanlıklarında yıldızlarla yol
bulmak için yıldızların hareketlerini, dönüşlerini, yerlerini ve
yörüngelerini bilmek gerekmektedir. Aynı zamanda tüm bunların güçlü ve
hikmet sahibi yaratıcının varlığına kanıt oluşturduğunu bilecek bir kavmin
varlığı da gerekmektedir. Yol bulma -daha önce söylediğimiz gibi-
duyguların, akıl ve vicdanın pratik karanlıklarında yol bulmaktır. Somut
yolu bulmak için yıldızları kullandıkları halde, onların işaretlerini ve
yaratıcılarım gösteren kanıtlarını kavramayanlar, bu büyük yol
göstericilikle doğru yolu bulamayan kimselerdir. Bunlar evren ile
yaratıcısı, bu evrenin içerdiği işaretler ve O'nun yüce yaratıcısına
yöneltici kanıtlar arasındaki bağı koparan kimselerdir.
İNSANIN YARATILIŞI
98- O ki, sizi bir
tek nefisten oluşturdu. Arkasından sizin için bir barınma ve bir geçiş yeri
belirledi. Biz anlayanlar için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık.
Bu sefer konu direkt ele alınmaktadır. İnsanın
kendisi açısından değinilmektedir konuya... Erkek ve dişideki mahiyeti ve
gerçekliği bakımından birlik arz eden insan nefsi... (Şimdiye kadar
-okuduğum kadarıyla- Havva'nın Adem'in vücudundan yaratılmasına değinen
güvenilir İslâmi bir kaynağa rastlamadım. Oysa kimi zaman "O sizi tek
nefisten yarattı" sözü bu şekilde yorumlanmaktadır. Bana kalırsa "tek
nefisten" sözüyle erkek ve gerçeklik noktasındaki birliği kastedilmektedir.)
Hayat, döllenmiş hücre sayesinde çoğalmak üzere ilk adımını orada atmaktadır
çünkü. İnsan nefsi erkeğin sülbündeki hücre için bir korunaktır. Dişinin
rahmi de bir karargâh konumundadır.
Bundan sonra hayat gelişir ve yaygınlaşır. Bir de
bakılır ki, çeşitli türler ve renkler, değişik diller ve şiveler, farklı
halklar ve kabileler, sayılmayacak kadar çok örnekler ve tarzlar hayat
bulundukça çoğalıp gitmektedir.
"Biz anlayanlar için ayetleri ayrıntılı biçimde
açıkladık."
Bir tek nefisteki yüce Allah'ın sanatını kavramak
için derinliğine anlayış zorunludur. Tüm örnekler ve nesiller bu tek
nefisten türemiştir. Ayrıca çoğalmanın ve artmanın aracı olan döllenmenin
ötesinde gözlenmiş olağanüstü uygunlukları, insanlık alemindeki erkek-dişi
sayısındaki sürekli uygunluğu kavramak için bu derinliğine anlayış
gereklidir. Yüce Allah'ın, üreme ve çoğalma için bir araç kıldığı evliliğin
meydana gelmesi için bu denklik zorunludur. Ayrıca çocukların insanlıklarını
koruyabilecekleri koşullarda yetişmesi ve insanlık haya-tının korunması için
evlilik kaçınılmazdır.
Bu uygunlukların iyice anlaşılması için konuyu tüm
ayrıntılarıyla uzatmamız imkânsızdır. Burası özel bir araştırmanın alanına
girmektedir. Ancak biz erkek olsun, dişi olsun meninin nasıl meydana
geldiğini, hayatın devamı ve sürekliliği için gerekli olan uygun sayının
çokça bulunması için yeterli oranda erkek ve dişi yaratılması, gaybi bir
dağıtım yoluyla nasıl gerçekleştirildiğini açıklayacağız sadece. "Gaybın
anahtarları O'nun yanındadır. O'nun dışında hiç kimse bilemez" ayetini
açıklarken buna değinmiştik...
"Döllenmiş yumurtanın erkek ya da dişi oluşunu
belirleyen, Allah'ın takdirinin; yumurtayı dölleyen spermdeki erkek
kromozomların dişi kromozomlardan çok olması veya aksi bir durumun söz
konusu olması şeklinde belirmesidir." Allah'ın kaderinin bu veya öbür
şekilde meydana gelmesi Allah'a özgü gaybın kapsamına girmektedir. Allah'ın
dışında hiç kimsenin bunu bilmeye gücü yetmez.
Her defasında meydana gelen dilediğini dişi,
dilediğini de erkek olarak var eden, yüce Allah'ın bu takdiridir. Böylece
dişi olmaları takdir edilmiş olanlar ile erkek olmaları takdir edilmiş
olanlar arasında yeryüzünde sürekli bir denge oluşturulmuş olur. Tüm
insanlık düzeyinde bu dengenin bozulması söz konusu olmamıştır. Üreme ve
çoğalma, bu denge sayesinde gerçekleşebilir. Ancak aynı zamanda evlilik
hayatının istikrarlı olması da bu sayede mümkündür. Bunun yanında üreme ve
çoğalma az sayıda erkekle de mümkün olabilir. Ancak yüce Allah, insanlık
hayatında erkekle dişinin buluşmasının hedefini bu şekilde takdir
etmemiştir. Tersine insanı hayvandan üstün kılan hedefi, erkekle dişi
arasındaki evlilik hayatının istikrarlı olması şeklinde belirlemiştir. Bu
istikrarın ötesinde de başka türlü gerçekleşmeleri mümkün olmayan hedefler
gözetilmektedir. En önemlisi de neslin aile ortamında, anne ve babanın
himayesinde sağlıklı bir şekilde yetişmesidir. Bu neslin özel insanî rolünü
yerine getirmeye hazırlanması için bu ortam zorunludur. (Bu söylediklerimiz,
insan neslinin güç elde etmesi ve hayvanlar gibi kendini koruması için
hazırlanmasının ötesinde bir şeydir.) İnsan yavrusuna yüklenen özel insanî
görev, hayvan yavrusundan çok daha fazla, aile ortamında anne ve baba
arasında uzun süre devam edecek kalıcı beraberliği zorunlu kılmaktadır.
Bu sürekli denge yüce yaratıcının eşsiz planına,
hikmetine ve takdirine kanıt oluşturmak için yeterlidir. Ancak meseleleri
derinliğine anlayan bir kavim için elbette.
"Biz anlayanlar için ayetleri ayrıntılı biçimde
açıkladık."
Gerçekleri görmeyen, sezgiden yoksun körlere
gelince; (Ki bunların başında "gaybiliği"` hafife alan "Bilimsellik"
taraftarları yer almaktadır). Bunlar tüm bu işaretleri, mucizeleri görmeden
ve sezmeden geçip gitmektedirler. "Her ayeti görseler bile inanmazlar O'na."
Daha sonra ayetlerin akışı yeryüzünün her köşesinde
açılmış hayat sahnelerini sunmaya devam ediyor. Gözler rahatlıkla görebilir
bu sahneleri. Duygular algılar, gönüller düşünüp Allah'ın sanatının
güzelliklerini görür. Ayetlerin akışı bu sahneleri sunarken, evren
sayfasında olduğu gibi, çeşitli tavırlarına, şekillerine ve türlerine dikkat
çekiyor. Bu sahnelerde gözler önüne serilen hayatın gelişimi ile ve hayatı
var eden güce yönelik kanıtlarla vicdanlar harekete geçirilmektedir. Nitekim
gönül, bu sanatın güzelliğini ve üstünlüğünü onaylamaya ve bu güzellikten
yararlanmaya yöneltilmektedir.
SU VE DOĞA
99- O ki, gökten
suyu indirdi Her çeşit bitkiyi bu su aracılığı ile ortaya çıkardık, her
bitkiden yeşil sürgün çıkardık, bu yeşil sürgünden taneleri üst üste binmiş
başaklar, hurma tomurcuğundan yere sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve
nar çıkarırız. Bu meyvaların kimi birbirine benzer, kimi de benzemez.
Bunların meyvalarına bir hamken ve bir de olgunlaşınca bakınız. Hiç kuşkusuz
müminlerin bunlardan alacakları birçok ibret dersi vardır.
Kur'an-ı Kerim'de, hayattan ve bitkilerin
yeşermesinden söz edildiğinde, çok kere sudan da söz edilmektedir.
"O ki, gökten suyu indirdi. Her çeşit bitkiyi bu su
aracılığı ile ortaya çıkardık."
Bütün bitkilerin yeşermesinde suyun önemli bir rol
oynadığı ortadadır. İlkel, uygar herkes bu işlevi bilir ve cahil, bilgin
herkes anlar bunu. Ancak suyun üstlendiği rol, gerçekte Kur'an'ın genel
olarak tüm insanlara hitab ederken belirlediğinden çok daha önemli ve daha
boyutludur. Bir kere su -Allah'ın takdiriyle yeryüzündeki toprağın,
bitkilerin gelişmesine elverişli olmasında önemli bir görev üstlenmiştir.
Şayet yeryüzünün bir dönem kızgın alev olduğunu, sonra da tarıma elverişli
topraktan yoksun sert bir yüzeye dönüştüğünü, ardından su ve atmosferdeki
etkenlerin yardımıyla yumuşak toprağa dönüştüğünü ileri süren teoriler
doğruysa; su, topraktan bitki yeşermesine eşlik etmektedir. Bu da, havada
yıldırım çakması sonucu meydana gelen elektrik akımıyla birlikte nitrojen ve
azotun toprağa düşmesiyle meydana gelmektedir. Nitrojen suda çözülmeye
elverişli bir element olup, toprağa yeniden verimlilik kazandırmak için
yağmurla birlikte düşer. Aynı zamanda bu, insanların yapımında evrensel
yasaları taklit ettikleri bir gübredir. Bu gübre şu anda dahi aynı yöntemle
elde edilmektedir. Bu madde toprakta yer alacak olursa, yeryüzü bitkilerden
yoksun kalacaktır.
"Her bitkiden yeşil sürgün çıkardık. Bu yeşil
sürgünden taneleri üstüste binmiş başaklar, hurma tomurcuğundan yere sarkan
salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkarırız."
Her bitki bir yeşillik olarak gelişmeye başlar.
Ayette geçen (hâdiren) "yeşillik) kelimesi (ehğdare) "yeşil" kelimesinden
hem etki, hem de derin yakınlık bakımından daha kapsayıcı bir özelliğe
sahiptir; işte bu yeşil bitkiden "üstüste binmiş taneler" başaklar ve
benzerleri gibi. "Hurmaların tomurcuklarından sarkan salkımlar..." ifadede
yer alan "Gınvan" kelimesi "Ganvun"un çoğuludur ve küçük dal anlamına
gelmektedir. Hurma için kullanıldığı zaman, meyveyi taşıyan salkım anlamına
gelmektedir. Dolayısıyle (Gınvanun) "salkım" kelimesi ile (Daniye) "sarkan"
sıfatı birlikte, hoş ve sevecen bir ortam meydana getirmektedirler. Aslında
sahnenin tümüne son derece yumuşak ve sevimli bir atmosfer egemendir:
"Üzüm bağları..." "Zeytin ve nar..." Dalları ve
kökleriyle birlikte "birbirine benzeyen benzemeyen" tüm bu bitkiler...
"Mahsul verdiklerinde mahsullerine, olgunlaşmalarına bir bakın..." Önsezili
bir duygu, uyanık bir kalple bakın. Tamamen olgunlaştığı zaman parlaklığına,
çekiciliğine bakın. Bakın da güzelliğinden yararlanın. Dikkat edilirse,
"meyve verdiğinde meyvelerinden yiyin" denmiyor da "meyve verdiğinde
meyvelerine ve olgunlaşmalarına bakın" denmektedir. Çünkü konu "güzellik" ve
"güzellikten zevk almakla" ilgilidir. Sözkonusu edilen Allah'ın ayetlerini
düşünme ve olanca genişliğiyle hayat alanında O'nun sanatının güzelliğini
algılamadır.
"Hiç kuşkusuz müminlerin bunlardan alacakları birçok
ibretler vardır." İnsanın kalbini açan, görüşünü aydınlatan, fıtrattaki
alıcı ve verici cihazları uyaran imandır. İman sayesinde insan bünyesi
varlık bütününe bağlanır. İman, her şeyin yaratıcısı olan Allah'a inanmaya
yöneltir vicdanı. Aksi takdirde kalpler kilitlenmiş, basiretler körelmiş ve
fıtratlar dejenere olmuş demektir. Bu nedenle bunca güzellikleri ve
mucizeleri hissetmeden, algılamadan geçip giderler!
"Sadece işitenler karşılık verebilir." (En'am
Suresi: 32)
Bunca mucizeyi ancak mümin olanlar kavrayabilir.
Ayetlerin akışını bu noktaya varana kadar insan
kalbine, Allah'ın varlığının, birliğinin, gücünün ve eşsiz planının
kanıtlarını içeren varlık safhalarını sunmuştu. Vicdan, bu duygùlandırıcı
evrensel havayı solumuş, gönül, her canlıda çarpan ve yüce yaratıcının
sanatının olağanüstülüğünü dile getiren varlık bütünü kalbine bağlanmıştı.
Evet, akış bu noktaya vardığında, "şirk" ve "şirk koşmayı" sunmaya başlıyor.
Öyle ki, varlığın yaratıcısına inanan ve ona bağlanan bu atmosferde, şirk
olayı son derece garip bir olay olarak beliriyor. Müşriklerin asılsız
kuruntuları kalpleri ve akılları tiksindirecek bir tarzda sunuluyor.
Peşinden de beklemeksizin bir konuma varıyor. Zaten oluşan atmosfer de buna
müsaittir!
MÜŞRİK CİNLER
100- Müşrikler
cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa cinleri yaratan O'dur. Körükörüne, hiç
yoktan O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Haşa O, onların uydurdukları
sıfatlardan uzak ve yücedir.
Arap müşriklerinden kimisi cinlere ibadet ederdi.
Bununla beraber cinlerin ne olduğunu bilmezlerdi. Sadece birtakım asılsız
putçu kuruntuya dayanırlardı. İnsan mutlak tevhitten bir karış dahi sapmaya
görsün, artık bu sapıklık giderek büyür ve başlangıçta kâle alınmayacak
kadar küçük olan sapma açısı gittikçe genişler. Nitekim bu müşrikler de
önceleri Hz. İbrahim'in (selâm üzerine o(sun) dinine bağlıydılar. İbrahim'in
(selâm üzerine olsun) bölgeye getirdiği tevhid dini... ancak onlar bu
tevhitten saptılar. Kuşkusuz başlangıçta bu sapma önemsizdi. Gittikçe de bu
iğrenç düzeye ulaşmıştı. Öyle ki, cinleri Allah'a eş koşacak kadar
alçalmışlardı. Oysa cinler de herkes gibi O'nun yaratmış olduğu
varlıklardır.
"Müşrikler cinleri Allah'a ortak koştular. Halbuki
cinleri O yaratmıştır."
Değişik cahiliye toplumlarında yer alan birçok putçu
düşüncede şeytan fikrini andıran kötü varlıklara inanıldığı bilinmektedir.
Bu varlıklardan korkup (ister kötü ruhlar, ister kötü kişiler olarak
algılansın), kötülüklerinden korunmak için kurbanlar sunmuş, sonra da ibadet
etmişlerdir.
Arap putperestliği de, bu tür kötü düşünceleri
barındıran bozuk putperestliklerden biridir. Cinlere ibadet etmek ve onları
yüce Allah'a ortak koşmak suretiyle onlara benzemektedirler. (Kelbî
"kitab-el-esnam"da "Huzzae" kabilesinden Melihoğulları'nın cinlere
taptıklarını anlatır.)
Kur'an'ın akışı onları, bu inancın gülünçlüğüyle
yüzyüze getirmektedir. Ancak tek bir cümleyle...
"Halbuki cinleri O yaratmıştır."
Evet tek bir cümle... Ancak bu düşüncenin
gülünçlüğünü ifade etmek için yeterli oluyor bu kelime... Onları "yaratan"
yüce Allah olduğuna göre, ilâhlık ve Rabblıkta nasıl O'na ortak olabilirler?
Onların sapıkça iddiaları bununla da bitmiyordu.
Putçu düşüncenin asılsız kuruntuları birkere başladı mı sapıklıkta sınır
tanımaz çünkü. Yüce Allah'ın, oğullarının ve kızlarının da bulunduğunu iddia
ediyorlardı.
"Körükörüne, hiç yoktan O'na oğullar ve kızlar
yakıştırdılar."
Ayette geçen uydurmalar anlamındaki harakal
kelimesinin özel bir vurgusu ve havası vardır. Yırtılıp parçalanan yalanın
doğuş tablosunu çizmektedir adeta.
Yüce Allah'ın oğullarının olduğunu uydurdular.
Yahudiler Uzeyr'in hristiyanlar İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu uydurdular.
Bir de kızlarının olduğunu ileri sürdüler. Nitekim müşrikler, melekleri
Allah'ın kızları olarak kabul ediyorlardı. Onların dişi varlıklar
olduklarını ileri sürüyorlardı. Tabii ki, hiç kimse neden dişi olduklarını
bilmiyordu. Dolayısıyla bu iddiaların tümü herhangi bir bilgiye
dayanmıyordu. Bütünüyle bilgisizce söylenmiş sözlerdi:
"Haşa O, onların uydurdukları sıfatlardan çok uzak
ve çok yücedir."
Sonra ayetlerin akışı bu yalanlarını, ilâhlık
gerçeğine ilişkin sapıkça düşüncelerini ele almakta ve düşüncelerindeki
tutarsızlığı ortaya çıkarmak suretiyle bu sapıklıklarını tartışmaktadır.
HER ŞEYİN YARATICISI
101- O göklerin ve
yerin yoktan var edicisidir. Eşi olmadığına göre, çocuğu nasıl olabilsin ki?
Her şeyi O yarattı ve O her şeyi bilendir.
Kuşkusuz şu varlık bütününü yoktan varedenin
kendisinden sonra yerine geçecek birine ihtiyacı yoktur. Yerine geçecek
birinin olması geçici kimselerin beklentisidir. Zayıfların dayanağıdır.
Hiçbir şey yaratamayanların hoşlanacağı bir duygudur.
Üstelik onlar çoğalmanın kuralını biliyorlar;
kişinin cinsinden dişi bir éşinin olması lâzım. Allah'ın bir eşi bulunmadığı
halde nasıl çocuğu olabilir ki? O, tektir-birdir. O'na benzer hiçbir şey
yoktur. Evlilik olmadan neslin olması söz konusu olabilir mi?
Bu bir gerçektir. Ancak bütün bunlar onların düşünce
düzeylerini gözler önüne sermektedir. Ayetlerin akışı onların hayatlarından
ve her zaman gördükleri şeylerden örnekler vererek hitap etmektedir.
Ayetlerin akışı onlara hitap ederken, şirkin bütün gölgesini bertaraf etmek
için `yaratılış' gerçeğine dayanmaktadır. Çünkü hiçbir zaman yaratılmış biri
yaratıcının ortağı olamaz. Yaratıcı gerçeği yaratılmışın gerçeğinden
farklıdır. Nitekim onları yüce Allah'ın mutlak ilmiyle de yüzyüze
getirmektedir. Buna karşılık birtakım asılsız kuruntu ve zandan başka bir
şey ileri süremezler.
"Her şeyi O yaratmıştır."
"Ve O her şeyi bilendir."
Ayetlerin akışı, daha önce, yüce Allah'ın
oğullarının ve kızlarının bulunduğuna ve Allah'ın yarattığı cinlerin O'na
ortak olduğuna ilişkin düşüncelerinin tutarsızlığını ortaya çıkarmak için
müşrikleri, her şeyin Allah tarafından yaratıldığı gerçeğiyle yüzyüze
getirdiği gibi bu sefer de kendisine ibadet edilen, boyun eğilen, itaat
edilen, bir hayat nizamı olarak dinine uyulan zatın her şeyin yaratıcısı
olduğunu belirlemek için yine aynı gerçeğe dayanmaktadır. O halde, O'ndan
başka ilâh yoktur. O'nun dışında bir Rabbın varlığı söz konusu değildir!
ALLAH'DAN BAŞKA İLÂH
YOKTUR
102- İşte Rabbimiz
olan Allah budur. O'ndan başka ilâh yoktur, her şeyin yaratıcısı O'dur, o
halde sırf O'na kulluk ediniz, her konuda dayanılacak tek merci O'dur.
Yüce Allah'ın yaratıcı olarak tekliği, mülkün sahibi
olarak tekliğini doğurmaktadır. Dolayısıyle yaratmada ve mülkün sahibi
olmada tek olan, yarattıklarının rızkını vermede de tektir. O,
yarattıklarının yaratıcısı ve sahibi olduğuna göre, hiç kimsenin
ortaklığının söz konusu olmadığı mülkünden onları rızıklandırandır da.
İnsanların elde ettiği ve yararlandığı her şey, yüce Allah'a özgü olan bu
mülktendir. Bu gerçekler; yaratma, mülk ve rızıklandırma gerçekleri açığa
kavuştuğu zaman beraberinde de -zorunlu olarak ve kesinlikle- Rabblığın da
O'na ait olması gerçeğini getirir. Dolayısıyla egemenlik, yönlendirme, boyun
eğilen ve itaat edilen otorite, kulların birleştikleri hayat düzenini
belirleme gibi Rabblığın özellikleri de O'na özgü kılınmış olur. O halde
itaat, boyun eğme ve teslim olma gibi tüm anlamlarıyla birlikte kulluk,
sadece O'na yönelik olmalıdır.
Cahiliye döneminde Araplar, bu evrenin ve insanların
yaratıcısının insanları, onun ötesinde kulların yararlanabilecekleri bir
mülkün söz konusu olmadığı mülkünden, rızıklandıranın, yüce Allah olduğunu
inkâr etmiyorlardı. Materyalist Grek filozoflarından oluşan küçük bir
azınlık dışında diğer cahiliye toplumlarında da bu gerçeklerin inkârı söz
konusu değildi. Dolayısıyla bugün eski Yunan'da bilindiğinden daha fazla
yaygınlık kazanan bu materyalist ekoller mevcut değildi. Bu yüzden İslâm,
Arap cahiliyesinde, Allah'a yaklaşmak amacıyla birtakım kulluk
davranışlarıyla sahte tanrılara ibadet etmek ve insanların hayatına hükmeden
yasa ve gelenekleri belirlemek için başvurulan merci noktasında ortaya çıkan
sapmanın dışında bir durumla karşılaşmamıştır. Daha doğrusu günümüzde kimi
insanların söylediği ya da bir bilgi, hidayet ve aydınlatıcı kitaba
dayanmaksızın şımarıkça ileri sürdüğü gibi, Allah'ın varlığına ilişkin bir
inkâr söz konusu değildi.
Doğrusu günümüzde Allah'ın varlığını tartışma konusu
yapanların bir azınlık olduğu doğrudur. Azınlık olmaya da devam
edeceklerdir. Esas sapma, cahiliyede olduğu şekliyledir. O da, hayata
ilişkin konularda yasalar edinmek için Allah'dan başkasına başvurmaktır.
İşte, hem Arap cahiliyesinin, hem de diğer tüm cahiliye düzenlerinin
dayandığı geleneksel temel şirk budur.
Günümüzde Allah'ın varlığını tartışma konusu yapan
bu kural dışı azınlık bilimsellik iddiasıyla ortaya atılmasına rağmen,
hiçbir şekilde "bilim"e dayanmamaktadır. Çünkü insan bilgisi dahi böyle bir
inkârı açıklayamamaktadır. Ne bilimden, ne de evrenin yapısından bir kanıt
elde edememektedir. Bu sadece bir pisliktir. Başlıca nedeni de kiliseden ve
dini hiçbir esasa dayanmaksızın O'nun adına insanları köleleştirdikleri
kilisenin tanrısından kaçıştır. Ayrıca Allah'ın varlığını tartışma konusu
yapanların fıtratlarında da bir eksiklik söz konusudur. insan bünyesinin
başlıca görevlerini yerine getirememesi bundan kaynaklanmaktadır. Nitekim
yapısal bir değişikliğe uğramış kimi yaratıklarda durum bundan ibarettir.
Bununla beraber -hayatın ortaya çıkışı gibi-
yaratılış ve ona egemen kader gerçeği, Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın varlığını
isbat etmek için söz konusu edilmez. Çünkü O'nun varlığını tartışma konusu
yapmak Kur'an'ın ciddiyetine yakışmaz, saçma bir durumdur. Sadece insanları
doğruluğa yöneltmek için söz konusu edilir bu gerçekler. Böylece yüce
Allah'ın ilâhlık, Rabblık, yöneticilik ve hayatın tümüne egemenlik
noktasında birlenmesinin, ayrıca hiçbir şeyi ortak koşmadan tek başına O'na
kullukda bulunmalarının zorunluluğu gibi insanlardan, bu gerçeklerin
gereklerini yerine getirmeleri istenmektedir.
Buna rağmen -hayatın ortaya çıktığı gibi- yaratılış
ve ona egemen kader gerçeği, Allah'ın varlığını tartışma konusu yapanların
yüzüne kahredici bir kanıt olarak çarpmaktadır. Buna karşılık, gösteriş
yapmaktan ve kimi zaman bunamanın sınırına varan şımarıklıktan başka bir şey
gelmez ellerinden.
"İnsan Yalnızdır" ve "Çağdaş Dünyada İnsan"
kitaplarının yazarı Julian Hauxley (Modern Darvinizmle uğraşan çağdaş
İngiliz biyolog) bunak şımarıklardan biridir. İşte bu adam yalnızca sapık
arzularına dayanarak birtakım şeyler söylemektedir. "Çağdaş Dünyada İnsan"
kitabının, "Uydurma Bir Sorun Olarak Din" bölümünde şunları söylemektedir:
"Fen, mantık ve psikoloji bilimlerinin gelişmesi
sonucu, tanrı fikrinin yararsız bir varsayım olduğu bir aşamaya gelmiş
bulunuyoruz. Doğa bilimleri tanrıyı akıllarımızdan kovmuştur. Artık evreni
düzenleyen bir hükümran olarak gizlenmiştir. "İlk sebep" ya da genel bir
gizli esasa dönüşmüştür."
"Felsefenin Övünçleri" kitabının yazarı Will Durant
(Filozofluk taslayan bir Amerikalı) şunları söylemektedir:
Felsefe Tanrı'dan söz etmektedir, ancak teologların
evrenin dışında tasavvur ettikleri tanrıdan değil elbette. Felsefenin
tanrısı, alemin yasası, iskeleti, hayatı ve dileyişinden ibarettir.- "Bunlar
söylenecek laflar değil ama, söylenmektedir işte."
Karanlıklarda yüzen bu insanları Kur'an'ımıza göre
yargılamayacağız elbette. Ve bu onları Kur'an'ın yol göstericiliğiyle
hareket eden akıllarımıza göre değerlendirmemiz söz konusu değildir. Sadece
onları az da olsa ciddiyet ve akıl kullanmak suretiyle bu sorunu ele alan
meslektaşları "bilgin"ler ve insan aklının ürünü bilimlerle karşı karşıya
getirmek istiyoruz.
Cornel Üniversitesi'nden doktora sahibi, Dault
Üniversitesi Tabii Bilimler Bölüm Başkanı kimyager matematikçi John
Kleyflant Cautran, "Çağdaş Dünyada Allah Tecelli Ediyor" kitabında yer alan
"Kaçınılmaz Sonuç" adlı makalesinde şunları söylemektedir:
"Acaba akıl sahibi bir kişi, akıl ve hikmetten
yoksun maddenin yalnızca tesadüfler sonucu kendi kendine oluştuğunu
düşünebilir mi? Böyle bir şeyi aklına getirebilir mi? Buna inanması mümkün
mü? Ya da maddenin bu düzen ve kanunları meydana getirdiği sonra da
kendisine empoze ettiğini iddia edebilir mi? Hiç kuşku yok ki, buna
verilecek cevap olumsuz olacaktır. Madde enerjiye dönüşürken ya da enerji
maddeye dönüşürken belirli kanunlara göre hareket etmektedir. Üretilen madde
de kendisinden önce var olan maddenin uyduğu kanunlara uymaktadır."
"Kimya bilimi kimi maddelerin yok olmaya, ortadan
kalkmaya yüz tutmasının mahiyetini bize göstermektedir. Ancak kimi madde
büyük bir hızla yok olmaya yönelirken, diğer bir kısmı da daha düşük bir
hızla yok olmaya yüz tutmaktadır. Buna göre madde sonsuz değildir. Bu
demektir ki, öncesiz de değildir. O halde bir başlangıcı vardır. Kimya ve
diğer bilimin tanıklığıyla, maddenin başlangıcının yavaş yavaş ya da aşamalı
olmadığı, aksine birden bire olduğu ortaya çıkmaktadır. Hatta bilim, bu
maddelerin oluştukları sürenin sınırlarını da belirleyebilir. Buradan
anlaşılıyor ki, şu maddi dünyanın yaratılmış olması bir zorunluluktur ve
yaratıldığından beri de belirli evrensel yasa ve kurallara göre hareket
etmektedir. Burada tesadüf unsuruna yer yoktur.(Daha önce bilimin vardığı
tüm sonuçların zanna dayandığını açıklamıştık. Biz bu sözleri İslâm'ın
doğruluğuna bir kanıt olsun diye aktarmıyoruz. Sadece bilime dayananlara,
onu delil kabul edenlere göstermek için anlatıyoruz.)
"Şu maddi dünya kendisini yaratmaktan ya da uyacağı
yasaları belirlemekten aciz olduğuna göre, yaratılış olayının maddi varlığın
dışında bir güç tarafından gerçekleştirilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Aynı
zamanda bütün kanıtlar gösteriyor ki, bu yaratıcının akıl ve hikmet sahibi
biri olması da gerekmektedir. Ancak özgür irade olmadığı sürece -tıp,
psikoterapi alanında olduğu gibi- akıl, maddi dünyada birşey yapamaz. Özgür
irade sahibi birinin de kendi başına varolması gerekmektedir. Aklımızın
kabul etmemizi zorunlu gördüğü kesin ve mantıksal sonuca göre, bu evrenin
bir yaratıcısının olmasıyla iş bitmiyor. Bu yaratıcının hikmet sahibi, her
şeyi bilen ve her şeye gücü yeten olması da zorunludur. Bu evreni yaratıp
düzenlemesi ve yönetmesi için kaçınılmazdır bu. Bu yaratıcının varlığı
sürekli olmalıdır. Varlığının kanıtları her taraftan görülebilmelidir.
Bundan dolayı makalenin başlangıcında işaret ettiğimiz gibi şu evrenin
yaratıcısı ve yönlendiricisi olan Allah'ın varlığına teslim olmaktan başka
seçenek yoktur."
Lord Ceilwent döneminden beri bilim, öylesine büyük
ilerlemeler kaydetmiştir ki, daha önce söylediklerini her zamankinden daha
çok onaylıyoruz: "Şayet derin düşünürsek, bilim bizi Allah'a inanmaya
zorlayacaktır."
Biyoloji bilgini Frank Allen adı geçen kitapta yer
alan "Evrenin Oluşumu Tesadüf Sonucu mu Yoksa Bir Hedefe mi Yöneliktir" adlı
makalesinde şunları söylemektedir: .
"Çok defa söylemişlerdir: Şu maddi evrenin bir
yaratıcıya ihtiyacı yoktur. Ancak biz evrenin varlığını kabul ettiğimiz
zaman, varlığını neyle açıklayacağız? Bu soruya cevap olabilecek dört
ihtimal bulunmaktadır:
a) Bu evren sadece vehim ve hayalden ibarettir.
Ancak bu, evrenin varlığına ilişkin kabul ettiğimiz önermeye ters
düşmektedir.
b) Bu evren kendi kendine yoktan var olmuştur.
c) Bu evren öncesizdir, var oluşunun bir başlangıcı
yoktur.
d) Evrenin bir yaratıcısı vardır.
Birinci ihtimal için önümüze bilinç ve
duygularımızdan başka engel çıkmıyor. Buna göre şu evreni duyumsamamız,
evrende olup biten olayları algılamamız, gerçekle hiçbir ilgisi bulunmayan
asılsız kuruntudan başka birşey değildir. Nitekim Sir James Jeans (Çağdaş
İngiliz, tabiat ve matematik bilgini. Arapça'ya da çevrilen "Kapalı Evren"
kitabının yazarıdır. Su görüşü ilk defa kendisi ortaya atmamıştır. Eflatun
Felsefesi'nde de bu görüşe yer verilir. Yüz elli sene boyunca Felsefi
ekoller arasında bu konuda bir sürü tartışma çıkmıştır. Özellikle,
"idealistlerle" "pozitivistler" arasında. Halen de sürmektedir bu tartışma.)
tabiat bilimlerine ilişkin bu görüşü benimsemiştir. Ona göre şu evrenin
pratik bir varlığı söz konusu değildir. Sadece zihinlerimizde beliren
şekillerden ibarettir tüm evren. Doğal olarak bu görüşten hareketle şunu
söyleyebiliriz; bütünüyle asılsız hayallerden oluşan bir evrende yaşıyoruz.
Örneğin, bindiğimiz, dokunduğumuz şu trenler gerçekte, bir varlığı söz
konusu olmayan nehirleri, maddi olmayan köprüleri aşmaktadırlar... Üzerinde
tartışmaya, mücadele etmeye gerek yoktur.
. "İçinde yer alan madde ve enerji kaynaklarıyla
birlikte bu evrenin kendi kendine yoktan var olduğunu ileri süren ikinci
görüşe gelince; bu da gülünçlük ve ahmaklık bakımından ikinciden geri
kalmamaktadır. Üzerinde düşünmeye ya da tartışmaya değmez."
Bu evrenin öncesiz olduğunu, oluşumunun bir
başlangıcının söz konusu olmadığını ileri süren üçüncü görüş ise; ( Eskiden
beri tüm pozitivistlerin ve materyalistlerin görüşü budur. Hindu ve
Budistler de aynı görüştedirler.) şu evrenin bir yaratıcısının bulunduğunu
söyleyen görüşe tek noktada (öncesizlik noktasında) katılmaktadır. Bu
durumda biz, ya öncesizlik sıfatını ölü evrene nisbet edeceğiz, ya da diri
ve yaratıcı ilâha atfedeceğiz. Bu iki ihtimali kabul etmek diğerlerinden
daha fazla bir düşünsel zorluğa neden olmamaktadır. Ancak "Termodinamik"
kanunları, evrende yer alan elementlerin aşamalı olarak ısılarını
kaybettiklerin göstermektedir. Bu kaçınılmaz bir gidiştir. (Burada söz
konusu edilen te'kitli kesinlikler insan bilgisinin taşıdığı mantığın
sonuçlarıdır. Daha önce de söylediğimiz gibi biz, İslâm'ın doğruluğuna
bilimsel kanunlar bulmanın peşinde değiliz. Açıklamalarını doğrulayacak
kanıtlar bulmak için de böyle bir çaba içine girmeyiz. (Nitekim
"Termodinamik" kanunlar kesin kanunlar değildir. Sadece evrenin yorumuna
ilişkin bir teoridir. Yarın kimi değişikliklere uğrayabilir. Temelden yanlış
olduğu da ortaya çıkabilir). Biz sadece bilimi tanrılaştıranlara bu
sonuçları göstermek için alıntı yapıyoruz. İşte, Julian Hauxley gibi büyük
bir güvenle bağlandıkları tanrılarının söyledikleri...) Gün gelecek, tüm
cisimler sıcaklık bakımından sıfırın altında bir düzeye ulaşacaklardır. O
gün enerji kaynakları yok olacak, hayat tamamen imkânsız hale gelecektir.
Zamanla cisimlerin ısı derecesi sıfıra ulaştığında bu durumun meydana
gelmesinden ve enerji kaynaklarının yok olmasından kurtuluş mümkün
olmayacaktır. Ancak alev alev yanan güneş, parlayan yıldızlar ve hayat
türleriyle dolup taşan yeryüzü açıkça gösteriyor ki, evrenin aslı ya da
temeli belli bir başlangıç anını zorunlu kılmaktadır. O halde evren sonradan
oluşmuştur. Bunun anlamı; evren için öncesiz bir yaratıcının varlığı
kaçınılmazdır. Bu yaratıcı ezelidir. Bilgisi her şeyi kapsamıştır, sınırsız
güce sahiptir. Bu evrenin onun elinden çıkmış bir sanat ürünü olması
gerekmektedir."
Yüce Allah her şeyin yaratıcısıdır. O'ndan başka
ilâh yoktur.
Kur'an'ın akışının burada dayandığı temel; tek
başına Allah'a kulluk yapmanın zorunluluğu, hükmetme, eğitme, direktif verme
ve yönetme gibi tüm anlamlarıyla Rabblığın sadece O'na özgü kılınmasının
gerekliliğidir.
"İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilâh
yoktur, her şeyin yaratıcısı O'dur. O halde sırf O'na kulluk ediniz, her
konuda dayanılacak tek merci O'dur."
Yüce Allah'ın otoritesi sadece insanların üzerinde
geçerli değildir. O her şeyin üzerinde otorite sahibidir. Çünkü her şeyin
yaratıcısıdır. İşte bu temelin açıklanmasında güdülen amaç budur. Cahiliye
döneminde müşrikler buna karşı çıkmıyorlardı.. Ancak gereklerini kabul
etmiyorlardı. Bu da; sadece Allah'ın egemenliğine boyun eğme ve itaat etme
ve ortak koşmaksızın yalnız ve yalnız O'nun otoritesine uymadır.
ALLAH'IN SIFATLARI
Ardından Allah'ın sıfatlarına ilişkin ifadeler yer
alıyor. İfadenin gölgesi her tarafı, tüm boşlukları dolduruyor. İnsanoğlunun
sahip olduğunu dilin bu durumu vasfedebileceğini sanmıyorum. O halde bunun,
şeffaf ve yumuşak gölgesini yaymasını, insanı ürperten, titreten Allah'ın
sıfatlarını barındıran sahneyi gözler önüne sermesini seyredelim. Bu
sıfatlar, bir güven ve huzur atmosferini oluştururlar. Aydınlık bir
şeffaflık yayarlar.
103- Gözler O'nu görmez, fakat O gözleri görür. O
lâtıftır (algılanamaz) ve her şeyden haberdardır.
Tıpkı Allah hakkında yakışıksız bir tutumla maddi
bir kanıt isteyenler gibi ahmakça yaklaşımla O'nu görmek isteyenler...
Bunlar ve onlar ne dediklerini bilmeyen kimselerdir.
İnsanların gözleri ve duyu organları, aynı şekilde
zihinsel kavrama yetenekleri.. Evet bunların tümü, içinde yaşadıkları
evrenle iletişim kurabilmeleri yeryüzünde halifelik işlevini yerine
getirebilmeleri için yaratılmıştır. Ayrıca, yaratılmış varlık safhalarında
ilâhî varlığın eserlerini algılamaları da istenmektedir. Ancak yüce Allah'ın
zatını kavramaya gelince; kendilerine böyle bir yetenek verilmemiştir. Çünkü
sonradan yaratılmış bir faninin, öncesiz ve sonrasız bir zatı görmeye gücü
yetmez. Üstelik yeryüzündeki halifelik görevini yerine getirmek için O'nu
görmenin de değeri yoktur. Bu görevi yerine getirmede gerekli yardımı
görürler. Gerekli olan her şey kendilerine bağışlanmıştır.
İnsan öncekilerin ahmaklığını anlayabiliyor da,
sonrakilerin küstahlığını anlamakda güçlük çekiyor. Şu "atom'dan,
"elektron"dan, "proton"dan ve "nötron"dan söz edenlerin hiçbiri, hayatında
bir kere olsun "atom", "elektron", "proton" ve "nötron"u görmemiştir. Bu
elementleri kontrol edecek bir teleskop da henüz icad edilmemiştir. Ancak
bir farzmış gibi bunları kabul ediyorlar. Bu farzın doğruluğuna da evrende
belirgin izlerinin görülmesini kanıt gösteriyorlar. Bir belirti görüldüğü
zaman, onu meydana getiren elementin varlığını kesin kanıt kabul ediyorlar.
Bununla beraber, bu deneyimlerin ulaşabileceği en yüksek nokta, bu
elementlerin var olması ihtimalini varsaydıkları sıfatlara dayandırmaktır.
Ancak, eserleriyle kendini akıllara kanıtlayan Allah'ın varlığını varlık
alemindeki yaptıklarıyla izah etmek söz konusu edildiği zaman, hiçbir
bilgiye, yol göstericiye ve aydınlatıcı kitaba dayanmaksızın Allah'ın
varlığı hakkında tartışmaya girişip gözle görülebilen somut kanıtlar
isterler. Sanki şu varlık bütünü, sanki tümü olağanüstülükleriyle şu hayat,
böyle bir kanıt olmak için yeterli değilmiş gibi...
Varlık sayfalarında ve nefislerin derinliklerinde
gizli kanıtların sunulmasından ve yüce Allah'ın zatına ilişkin; "Gözler O'nu
görmez. O bütün gözleri görür. O lâtiftir, haberdardır" gerçeğinin
açıklanmasından sonra Kur'an'ın akışı, insanoğlunun kullandığı dilin
açıklayamadığı ya da vasfedemediği şu ifadelerle sürüyor:
104- Hiç kuşkusuz
size Rabbinizden birçok uyarıcı kanıtlar, açık belgeler geldi. Kim bunları
görürse, kendi lehine ve kim bunlara karşı göz yumarsa kendi aleyhine
davranmış olur. Ben sizin başınızda korucu, bekçi değilim.
Şu Allah katından gelen ayetler... birer
kanıttırlar... Kanıtlar doğru yolu gösterirler, insanı doğruya yöneltirler.
Bu da aynen öyle... kanıttır... Doğru yolu göstermektedir. Kim görürse bu
onun yararına olacaktır. Doğruluk ve aydınlık bulacaktır. Bunun da ötesinde
körlükten başka bir şey yoktur. Bunca ayet ve kanıttan sonra, duyu organları
iş görmez hale gelmiş, bilinci kapalı, vicdanı körelmiş kör kimseden başkası
sapıklık üzere kalmakta ısrar etmez.
Hz. Peygamber (selâm üzerine olsun) böylelerinin
işinden uzak olduğunu, onlardan sorumlu olmadığını duyurması için direktif
verilmektedir.
"Ben sizin bekçiniz değilim."
Geçen ayette yer alan yüce Allah'ın sıfatına ilişkin
şu ifade ile, "Gözler onu görmez. O bütün gözleri görür. O lâtiftir,
haberdardır." Ardından gelen, "Rabbinizden size açık kanıtlar geldi. Kim
görürse kendi lehine, kim körlük ederse kendi aleyhine davranmış olur" sözü
arasındaki atmosfer, gölge ve ifade ahengi gözümüzden kaçmıyor. İfadede,
"görülen kanıtlar", "gözler", "gören" ve "kör" kelimelerinin kullanılması da
akışa müzikal bir aheng kazandırmaktadır.
ÇEŞİTLİ DELİLLER
Bundan sonra surenin akışı, Hz. Peygambere (selâm
üzerine olsun) yönelmekte ve ona evrende yer alan kanıtların bu kadar üstün
bir düzeyde açıklanmasından söz etmektedir. Oysa bu düzey hiç de peygamberin
ve içinde yaşadığı toplumun okur-yazar olmayışıyla bağdaşmamaktadır. Evrende
yer alan bu kanıtların böylesine yüksek bir düzeyde ele alınması -sezme
yetenekleri açık olanlar için- bu açıklamanın ilahî bir kaynaktan geldiğini
göstermektedir. Buna rağmen müşrikler bu kanıtlarla ikna olmak istemezler.
Bu yüzden; "inanç ve evrene ilişkin bu konuları Muhammed (selâm üzerine
olsun) kitap ehli birinden öğrenmiştir" derlerdi. Ancak Muhammed (selâm
üzerine olsun)'in söz konusu ettiği bu yüksek düzeyli açıklamaların, kitap
ehli tarafından da bilinmediğini bilmiyorlardı. İnsanoğlunun şimdiye kadar
bildiği ve bundan sonra bileceği tüm bilgilere rağmen, bütün yeryüzü, bu
erişilmez düzeye hiçbir şekilde ulaşamamıştır, ulaşamayacak da. Bu yüzden
Hz. Peygamber'e (salât ve selâm üzerine olsun) kendisine vahyedilene uy ve
müşriklerden yüz çevirme direktifi verilmektedir.
105- Kimileri sana
"Sen bir yerden ders almışsın " desinler ve bilenlere de iyice anlatalım
diye ayetlerimizi çeşitli açılardan açıklıyoruz.
106- Rabbinden sana
gelen vahye uy, O'ndan başka ilâh yoktur, O'na ortak koşanlardan yüz çevir.
107- Allah
dileseydi, onlar O'na ortak koşmazlardı. Biz seni onların başına korucu,
bekçi dikmedik; sen onların vekili, davranışlarının sorumlusu da değilsin.
Yüce Allah evrensel kanıtları, bugüne kadar
Araplarca bilinmeyen bir düzeyde açıklamaktadır. Çünkü bu, kendi
toplumlarından kaynaklanmayan bir açıklamadır. Nitekim tüm insan
topluluklarının yaşadığı ortamlardan da kaynaklanmıyordur. Dolayısıyla bu
açıklama, toplumda birbirine karşıt iki sonucun ortaya çıkmasına neden
oluyordu:
Doğru yolu bulmak istemeyenler. Bir şeyler öğrenmek
isteğinde olmayanlar.
Gerçeği bulmak için çaba sarfetmeyenler;
kendilerinden biri olan Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun)'in ortaya
attığı bu derece yüksek düzeyli açıklamaların kaynağına açıklık getirmeye
çalışacaklardı. Böyle bir şeyin olmadığını bildikleri halde, birtakım şeyler
uyduracaklardı. Çünkü, gerek peygamberlikten önce, gerekse peygamberlikten
sonra Hz. Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) yaşayışının onlarda
bilinmeyen bir tarafı söz konusu değildi. Buna rağmen; "Ey Muhammed, sen
bunları Ehl-i Kitabın yanında okudun, onlardan öğrendin" diyorlardı. Halbuki
Ehl-i Kitap'tan hiç kimse böylesine erişilmez düzeyde bir açıklama
yapamazdı. Ehl-i Kitabın sahip olduğu kitaplar, o gün ellerindeydi. Bugün de
elimizdedir bu kitaplar. Ellerindeki o kitaplarla şu yüce Kur'an arasındaki
fark ise çok büyüktür. Ellerinde bulunan bu kitaplara peygamberlere ve
krallara ilişkin tarihsel olarak kanıtlanmamış efsane ve hurafeler
bulaşmıştır. Yine bu kitaplar, bilinmeyen insanların ortaya attığı birtakım
rivayetlerden ibarettir. Bu söylediklerimiz daha çok eski ahit (Tevrat) için
geçerlidir. Yeni ahide gelince (inciller) bunlarda İsa'nın talebelerinin
İsa'dan onlarca sene sonra rivayet ettiklerden öteye geçmiyor. Bunları da
zaman geçtikçe kilise konseyleri tahrif etmiş, değiştirmiş ve birtakım
tadilatlarda bulunmuştur. Hatta güzel ahlâka ilişkin öğütler, psikolojik
direktifler bile, tahriften, eklemeden ve unutulmaktan kurtulamamıştır. İşte
o gün Ehl-i Kitabın yanında bulunan kitaplar. Bugün de aynı kitaplara
sahiptirler. Bütün bunlar nerde, şu ulu Kur'an nerede? Ancak cahiliye
dönemindeki müşrikler bunu söyleyebiliyorlardı. Fakat bundan daha garibi,
çağımızda "oryantalist"lerin ve "kendini müslüman zanneden" birtakım
cahiliye mensubunun "bilim", "araştırma" ve "inceleme" adına bu tür sözler
söylemesidir. Kuşkusuz böyle bir şeyi müsteşriklerden başkası ileri süremez.
Gerçekten bilenlere gelince; evrende yer alan
ayetlerin bu şekilde açıklanması, onları hakkı açıklamaya ve kabullenmeye
yöneltir:
"Ve bilenlere de iyice anlatalım diye ayetlerimizi
çeşitli açılardan açıklıyoruz."
Ardından gerçekleri gören ve bilenler ile gerçeği
bilmeyen körler arasındaki farklılık vurgulanıyor.
Hz. Peygamber'e (salât ve selâm üzerine olsun)
yönelik yüce bir emir yer alıyor... Yüce Allah ayetleri açıklamışken ve ona
karşı insanları iki grubu bölünmüşken, kendisine vahyedilene uymasına,
müşriklerden yüz çevirmesine, onlara katılmamasına, saçma sapan sözler
söylemelerine aldırış etmemesine, yalanlamalarını, inatlarını ve karşı
çıkışlarını dert edinmemesine ilişkin Hz. Peygamber'e (salât ve selâm
üzerine olsun) yönelik ulu bir emir yer alıyor. O'nun yolu, Rabbinden
kendisine vahyedilene uymaktır. Tüm hayatını ve kendisine uyanların
hayatlarını vahyin esaslarına göre düzenlemektir. O müşriklerden sorumlu
değildir. O, kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'ın vahyine uyar,
kullardan ona ne?..
"Rabbinden sana gelen vahye uy. O'ndan başka ilâh
yoktur, O'na ortak koşanlardan yüz çevir..."
Şayet yüce Allah, onların doğru yolu bulmalarını
zorunlu kılsaydı, kuşkusuz onları doğru yola zorlardı ve şayet daha baştan
melekler gibi doğru yoldan başka bir şey bilmez bir şekilde yaratmak
isteseydi, kuşku yok ki, yaratırdı. Ancak yüce Allah, insanı hem doğruluğa,
hem de kötülüğe eğilimli bir yetenek sahibi olarak yaratmıştır. O'nu, yolunu
kendi kendine seçmek, sonuçta da seçtiğinin karşılığını almak üzere serbest
bırakmıştır. Ancak tüm bunlar, evrendeki her şey gibi mutlak iradenin
sınırları içinde meydana gelmektedir. Ancak bu irade, insanı doğru yola ya
da sapıklığa zorlamaz. Yüce Allah'ın insanı bu şekilde yaratması, sadece
O'nun bildiği bir hikmetin gereğidir ve Allah'ın takdir ettiği şekliyle
varlık bütününün içindeki rolünü, bu yetenekleri ve uygulamalarıyla yerine
getirmesi içindir.
"Allah dileseydi O'na şirk koşmazlardı."
Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) onların
yaptıklarından sorumlu değildir. O insanların kalplerine vekil değildir.
Kalplerin üzerindeki egemenlik Allah'ındır.
"Biz seni onlara koruyucu yapmadık, onların vekili
de değilsin."
Hz. Peygamber'e (salât ve selâm üzerine olsun)
yönelik bu direktif, onun ilgi alanını ve hareket hesabını belirlemektedir.
Aynı şekilde onun halifelerinin ve yeryüzünün her tarafında tüm nesillerde
yer alan davetçilerin de hareket sahalarını çizmektedir.
Dava adamı, gönlünü, eğilimini ve davranışını,
gönüllerini doğruluğun kanıtlarına ve imanın işaretlerin açmayanların davaya
karşı çıkışlarına bağlamamalıdır. Gönlünü onlardan koparmalı,ilgisini ve
hareketini gerçekleri duyup kabul edenlere yöneltmelidir. Bunlar,
oluşumlarını girdikleri dinin temeline dayandırmak zorundadırlar. Bu temel
inançtır.. Aynı şekilde varlık bütünü ve hayata ilişkin eksiksiz derin
düşüncelerini de bu inanç temeline dayandırmaları gerekmektedir. Yine ahlâk
yapılarını, hayat tarzlarını ve küçük toplumlarının yapısını bu temele
dayandırmaları zorunludur. Bütün bunlar da bir çabayı gerektirmektedir.
Hatta sadece bunlar için çaba sarfetmek gerekmektedir. Diğer tarafta yer
alanlara gelince; davet ve tebliğ yapıldıktan sonra anların cezası, onları,
oldukları halde bırakmak ve yüz çevirmektir. Hak gelişme kaydedince, yüce
Allah bu konudaki evrensel yasalarını işletir. Hakkı batılın üzerine salar,
hak onu parça parça eder. Bir de bakılır ki, batıl diye bir şey kalmaz
ortalıkta. Gerçek şekliyle hak varolunca, batılın işi artık kolaydır. Ömrü
de artık bitmek üzeredir.
Müşriklerden yüz çevirmesine ilişkin Peygamber'e
(salât ve selâm üzerine olsun) yönelik direktifle beraber, bu yüz çevirmenin
müminlere yakışır bir edep, bir vakar ve bir üstünlük içerisinde olmasını
öngören müminlere yönelik bir emir yer almaktadır. Müslümanlara, müşrikleri
yüce Allah'a sövmeye zorlamamak için, müşriklerin tanrılarına sövmemeleri
emredilmektedir. Çünkü müşrikler yüce Allah'ın kaderini ve makamının
ululuğunu kavrayamıyorlar. Bu yüzden müminlerin onların değersiz, aşağılık
ve zavallı tanrılarına sövmeleri, onların ulu Allah'a sövmelerine neden
olabilir.
PUTLARA SÖVMEYİNİZ
108- Onların Allah
dışında yalvardıkları putlara sövmeyiniz ki, şaşkınlığa kapılarak körükörüne
Allah'a sövmesinler. Böylece her ümmete davranış ve tutumlarını cazip
gösterdik. Sonunda dönüşleri Rabblerinedir, O onlara yaptıklarının içyüzünü
bildirir.
Yüce Allah'ın insanları yarattığı tabiatın gereği,
herhangi bir şey yapan biri, yaptığını beğenir ve onu savunur. Bir kötülük
işlemişse onu da beğenir ve savunur. Eğer doğru yoldaysa bundan memnun olur.
Sapıklık üzere bulunsa bile durumundan memnun olur. Bu insanların değişmez
özelliğidir. Yüce Allah'ın yaratıcı olduğunu ve her canlının rızkını O'nun
verdiğini bilip kabul ettikleri halde, Allah'dan başkasına dua edip
yalvaranlar, müslümanlar ilâhlarına sövecek olurlarsa, büyük bir öfkeye
kapılıp, şeytanın kendilerine süslü gösterdiği Allah'dan başkasına yönelik
tapınmaları dolayısıyla sapık düşüncelerini, sistem ve geleneklerini
savunmak amacıyla, kendilerinin de prensip olarak inandıkları Allah'ın
ilâhlığına karşı saldırıya geçerler. O halde müminler onları bulundukları
durumda bırakmalıdırlar.
"Sonunda dönüşleri Rabblerinedir. O onlara
yaptıklarının içyüzünü bildirir."
Bu, dinine güvenen, dayandığı gerçeğe sıkı sıkıya
bağlı, kalbi hidayet üzere bulunan ve yararsız işlere bulaşmayan mümine
yakışır bir davranıştır. Çünkü müşriklerin tanrılarına sövmek onları doğru
yola yöneltemeyeceği gibi, inatlarını arttırmaktan başka bir işe
yaramayacaktır. Gerisinde hiçbir yarar beklentisi bulunmayan bir davranışı
mümin neden yapsın? Üstelik müşriklerin ulu ve azamet sahibi Allah'a
sövmeleri gibi, hoşlanılmayan şeylerde söyleyebilmeleri söz konusu olunca...
Gece ve gündüz, her an meydana gelen sayısız mucize
ve olağanüstülükleri barındıran varlık safhasını gözler önüne seren bu ders
de sona erdi. Geçmiş peygamberlerinki gibi kendilerine de bir mucize, yani
kanıt gösterilecek olsa, mutlaka inanacaklarına Allah adına yemin eden
müşriklerin davranışları söz konusu edilerek son buluyor ders. Öyle ki, bu
yeminlerini duyan kimi müslümanlar, Peygamberimize (s.a.s) istedikleri
kanıtı göstermesi için Rabbine yalvarmasını önermişlerdi. İşte burada,
yalanlayanların sahip oldukları yalancı tabiat açıklanmak suretiyle
müminlerin teklifine karşı kesin bir red yer almaktadır.
109- Onlar kesin bir
dille Allah adına yemin ederek, eğer kendilerine bir mucize gelirse O'na
mutlaka inanacaklarını söylediler. De ki; "Mucizeler sırf Allah'ın
tekelindedir. " Hem bilmiyor musunuz ki, eğer o mucize gelse, onlar yine
inanmazlar.
110- Onların
gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek kendilerini iman etmekten
kaçındıkları ilk durumlarına döndürür ve azgınlıkları içinde debelenmeye
bırakırız.
111- Eğer biz onlara
melekler indirsek, ölüler kendileri ile konuşsa ve her şeyi biraraya getirip
karşılarına koysaydık, Allah dilemedikçe yine inanmazlardı. Fakat çoğu bunu
bilmez.
Şu olağanüstü kitabın harikulâde bir tarzda sunduğu
varlıklar alemine serpiştirilmiş ilâhî kanıtlarına inanmayan bir kalp...
İnsanın içinde ve dış dünyasında yer alan bunca mucizenin, Allah'a koşma,
O'na sığınma duygusunu uyandıramadığı bir gönül... Evet böyle bir kalp ters
yüz olmuş bir kalptir. Öncelikle onları inanmaktan alıkoyan şey, isteklerine
karşılık vermeyi öneren müslümanların aldandığı durum değildir. Mucizenin
gösterilmesinden sonra da iman etmeyeceklerdi. Bu kalplerin gerçek
özelliğini yüce Allah bilmektedir. O, gerçekleri yalanlayanları azgınlıkları
içinde yüzüstü bırakmaktadır. Çünkü O, bu kalplerin yalanlamanın cezasını
hak ettiklerini bilmektedir. Yine O, bu kalplerin gerçeği kabul
etmeyeceklerini de bilmektedir. Önerdikleri gibi, üzerlerine melekler
indirilse bile kabul etmeyeceklerdir. Aynı şekilde -istedikleri gibi- ölüler
diriltilip onlarla konuşsalar, bu varlık bütününde yer alan her şey toplanıp
karşılarına dikilse, onları inanmaya çağırsa bile... Onlar
inanmayacaklardır. -Allah'ın dilemesi hariç- Fakat yüce Allah, inanmalarını
dilemiyor. Çünkü onlar, yüce Allah'ın kendilerini doğru yola iletmesi için,
Allah uğrunda çaba sarfetmiyorlar. İşte bu, birçok insanın habersiz olduğu
kalplerin tabiatlarına ilişkin bir gerçektir.
Sapıklığa dalıp gidenlerin bu duruma düşmelerinin
nedeni karşılarına kanıtların, belgelerin çıkmaması değildir kuşkusuz.
Onların bu duruma düşmelerinin nedeni kalbin harap olması, fıtratın
fonksiyonunu yerine getiremez olması ve vicdanın körelmesidir.
Kuşkusuz hidayeti; ancak O'na yönelenler ve O'nun
için çaba sarfedenler hakederler.
8. CÜZ'ÜN BAŞLANGICI
Şu sekizinci cüz iki bölümden oluşmaktadır. Birinci
bölüm -ilk kısmı yedinci cüzde geçen -En'am suresinin geri kalanını
kapsamaktadır. İkinci bölüm ise, A'raf suresinin bir kısmını içine
almaktadır.
En'am suresinin tanıtımı yedinci cüzde yer almıştı.
Okuyucunun yedinci cüzde yer alan tanıtımla bağlantı kurmasını sağlayacağız.
A'raf suresin ilişkin açıklamaları da -Allah'ın izniyle- sureyi ele
aldığımızda yapacağız.
En'am suresinin geri kalanı da surenin yedinci
cüzdeki tanıtımında ayrıntılarıyla açıkladığımız akış metoduna uygun bir
şekilde devam etmektedir.
Surenin tanıtımına ilişkin olarak şu paragraflar yer
almıştı:
Bu sure, bütünü ile, "ilâhlık gerçeği"ni anlatıyor.
Bu gerçeği insanın iç dünyası ve duygu alemi alanında anlattığı gibi, evren
ve canlılar aleminde de anlatıyor; onu gayb aleminin algılarımıza kapalı
bilinmezliklerinde anlattığı gibi görünen evrenin bilinmezliklerinde de
anlatıyor; onu ortadan kaldırılan eski milletlerin, toplu ölüm sahneleri ile
yerlerini yeni milletlerin alması realitesinde anlattığı gibi, evrenin,
canlı varlıkların ve insanın ilk oluşumuna ilişkin sahnelerde anlatıyor; onu
insan hayatını etkileyen ilâhî gücün, ilâhî egemenliğin görünür görünmez
belirtilerinde, insanların başına gelmiş ve gelecek olaylarda anlattığı gibi
evrenle, olaylarla, nimetlerle ve sıkıntılarla yüzyüze gelen insan
fıtratının tablolarında da anlatıyor. Nihayet onu kıyamet gününün ve tüm
canlıların Allah'ın huzurunda buluşacağı mahşer toplantısının sahnelerinde
anlatıyor.
İşte bu sure, insan kalbini bu engin ufuklarda, bu
kuytu derinliklerde böylesine bir gezintiye çıkarıyor. Fakat sure, bu
gezinti sırasında gerek daha önce anlattığımız Mekke inişli ayetlerin ve
gerekse tüm Kur'an'ın anlatım yöntemine sıkı sıkıya bağlı kalıyor. Yani bir
inanç teorisi oluşturmak ya da zihinleri ve kafaları yoran bir teolojik
tartışmaya dalmayı amaçlamıyor. Onun amaçladığı şey, insanlara gerçek
ilâhlarını tanıtmaktır. Bu tanıtmanın sonunda insanların gerçek ilâhlarına
kulluk sunmalarını sağlamayı amaçlıyor; insanların gönüllerine, ruhlarına,
emeklerine, çabalarına, hareketlerine, geleneklerine, tapınmalarına ve bütün
pratik davranışlarına bu ortaksız otorite önünde, yerde ve gökte bir başkası
bulunmayan ilâhî otoritenin önünde boyun eğdirmek istiyor.
Surenin hemen hemen tümü, başından sonuna kadar, bu
belirli hedefe yöneliktir. Bu ana hedefin ayrıntılı açıklamalarına göre yüce
Allah, tüm varlıkların yaratıcısıdır, bütün canlıları doyurup besleyendir,
mülk ve egemenlik O'nun tekelindedir; güç, üstün irade ve otorite O'na
aittir; insanların bilgisine kapalı olan bilinmezlikleri ve sırları bilen
O'dur; geceyi gündüze ve gündüzü geceye dönüştüren O olduğu gibi, kalblere
ve bakışlara yön değiştirten de O'dur. O halde kulların hayatında da tek
egemen güç O olmalı; O'nun dışında hiç kimse emir vermeye, yasaklamaya, yasa
ve hüküm koymaya, bazı şeyleri helal ve bazı şeyleri de haram ilân etmeye
yetkili sayılmamalıdır. Bunların hepsi ilâhlığın karakteristik yetkileri
arasındadır; bu yüzden insanların hayatında bu yetkileri hiç kimse
kullanmamalıdır; yaratamayan, rızık veremeyen, diriltemeyen, yaşatamayan,
öldüremeyen, yarar ve zarar dokunduramayan, veremeyen ve verilenin akışını
durduramayan, ne kendisi ve ne de başkaları için dünyada ve ahirette hiçbir
şey yapamayan kimseler bu imtiyazlara el koymaya kalkışmamalıdırlar.
Surenin akışı içinde bu meseleyi kanıtlayan deliller
ile yüzyüze geliriz. Bu deliller o sözünü ettiğimiz "çarpıcı orijinallik"
düzeyine ulaşmış, kalbleri her kanaldan ve her gözenekten yoğun bir uyarı
bombardımanı altında ablukaya alan tasvir tablolarında, kesitlerde,
enstantanelerde ve mesajlarda karşımıza çıkar.
Gerçi bu surenin sürekli olarak gündemde tuttuğu
büyük mesele göklerde, yerde, bu ikisinin çevrelerinde ve engin alanlarında
beliren ilâhlık-kulluk meselesidir. Fakat bu meseleyi gündeme getirmenin o
günün müslüman toplumdaki pratik gerekçesi, bu büyük ve kapsamlı ilkenin o
günkü uygulamaya yönelik vesilesi, o zamanki cahiliye otoritesinin kimi
hayvan etleri ve yiyecek maddeleri hakkında kullandığı helâl kılma ve
yasaklama yetkisidir; bazı odaklara, kurbanlara, meyvelere ve insan
yavrularına ilişkin olarak belirlediği tapınma amaçlı kurallardır. Surenin
sonlarında yeralan aşağıdaki ayetler işte bu günden belirleyici gerekçeden,
bu münasebetten söz ediyor. Okuyoruz:
-Eğer Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız, O'nun adı
anılarak kesilen hayvanların etlerinden yiyiniz.
-Niçin Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanların
etlerinden yemiyorsunuz? Oysa Allah, çaresizlik sonucu yemek zorunda
kaldıklarınız dışında, size haram kıldığı etleri ayrıntılı biçimde açıkladı.
Birçokları bilmeden keyfi arzularına uyarak insanları yoldan çıkarırlar. Hiç
kuşkusuz Rabbin sınırı aşanları herkesten iyi bilir.
-Günahın açığından da gizlisinden de sakınınız.
Günah işleyenler yaptıkları günahın cezasını çekeceklerdir.
-Allah'ın adı anılarak kesilmeyen hayvanların
etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah'ın yolundan sapmaktır. Şeytanlar
dostlarına sizinle tartışmalarını telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız,
şüphesiz siz de müşrik olursunuz. (En'am 118-121)
-Onlar Allah'a, O'nun yarattığı ekinlerden ve
hayvanlardan sınırlı bir pay ayırdılar. Asılsız saplantıları uyarınca "Bu
Allah'ın; bu da O'na koştuğumuz ortakların payıdır" dediler. Fakat
koştukları ortakların payı Allah'a geçmezken, Allah'ın payı bu ortaklara
geçebiliyor. Ne kötü hüküm veriyorlar!
-Tıpkı bunun gibi, bu düzmece ortaklar çoğu
müşriklere öz evlâtlarını öldürmeyi çekici göstermişlerdir ki, böylece hem
fıtratlarını yozlaştırsınlar ve hem de dinlerini bozsunlar. Eğer Allah
dileseydi, bunu yapamazlardı. O halde onları asılsız uydurmaları ile başbaşa
bırak.
-Onlar saçma inançları uyarınca "Bu hayvanlar ve
ekinler dokunulmazdır, bizim istediklerimizden başka hiç kimse onları
yiyemez, bunlar da sırtlarına yük vurulması ve binilmesi yasak hayvanlardır"
dediler. Bazı hayvanları keserken de Allah'ın adını anmazlar, bunu yaparken
"Allah'ın emri böyledir" diye O'na iftira ederler. Allah onları yaptıkları
bu iftiralardan ötürü cezalandıracaktır.
-Yine onlar "Bu hayvanların karınlarındaki yavrular
sadece erkeklerimize aittir, kadınlarımıza ise yasaktır. Eğer hayvanın
yavrusu ölü doğarsa her ikisi de ona ortak olur" dediler. Allah bu
yakıştırmalarının cezasını verecektir. Hiç kuşkusuz O hikmet sahibidir ve
her şeyi bilir.
-Hiçbir bilgiye dayanmaksızın, aptalca evlâtlarını
öldürenler ve Allah'a iftira atarak O'nun verdiği rızıkları kendilerine
yasaklayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır. Onlar kesinlikle
sapıtmışlardır, doğru yola gelecekleri yoktur (En'am 136-140)
İşte o günkü müslüman toplumun -ve çevresini kuşatan
cahiliye toplumunun hayatında bu hayati meseleye, kanun koyma meselesine
somutluk kazandıran aktüel gerekçe bu idi. Bu hayati meselenin arkasında
asıl büyük mesele, yani ilâhlık-kulluk meselesi yatıyordu ki, hem bu sure ve
hem Kur'an'ın Mekke'de inen bölümü bu meseleyi sürekli biçimde işlediği
gibi, Kur'an'ın Medine bölümü de sosyal düzen ve kanun koyma konularını her
söz konusu edişinde bu meseleye değinmeden geçmiyordu.
Surenin akışı boyunca cahiliye toplumunun söz konusu
hayvanlara, kurbanlara ve adaklara ilişkin tutumuna karşı konurken, yoğun ve
coşkun açıklama ve mesaj dalgaları ile yüzyüze geliriz. Cahiliye toplumunun
bu alandaki tutumu, kanun koyma yetkisine somutluk kazandıran aktüel bir
gerekçe oluşturur. Ayetler bu konuyu tümü ile inanç sistemi meselesine,
ilâhlık-kulluk problemine bağlayarak onu iman ya da kâfirlik, İslâm ya da
cahiliye ikilemine dönüştürür. Bu yoğun bombardıman kampanyasına az aşağıda,
surenin kısa tanıtımı sırasında bazı örnekler vereceğiz. Fakat kampanyanın
üstün düzeyli yoğunluğu asıl daha ilerdeki ayetlerin ayrıntılı incelenmesi
sırasında tam olarak ortaya çıkacaktır. Bu yoğun bombardıman kampanyası
insanın vicdanına, bu dinin karakterine ilişkin şu köklü gerçeği
yerleştirmeyi amaçlar: İnsan hayatının küçük-büyük her olayı, her gelişmesi,
her ayrıntısı yüce Allah'ın şeriatinde somutlaşan ilâhi egemenliğe dolaysız
biçimde boyun eğmelidir. Bunun tersi tümü ile bu dinden çıkmak anlamına
gelir. Çünkü, söz konusu ayrıntı vesilesi ile yüce Allah'ın mutlak
egemenliğine baş kaldırılmış olur.
Bunun yanısıra bu yoğun kampanya şu gerçeği de
kanıtlar: Bu din küçük büyük herhangi bir olaya, herhangi bir gelişmeye
ilişkin insan egemenliğini hayat realitesinden silmeye, arındırmaya son
derece büyük bir önem verir; bu gelişmelerin ve olayların her birini bu
dinin somut ifadesi olan büyük ilkeye bağlar. Bu büyük ilke O'nun yeryüzü
üzerindeki ilâhlığını somutlaştıran kayıtsız egemenliğidir. Nasıl ki, O'nun
tüm evren üzerinde ilâhlığını, bu evrenin kaderini ortaksız olarak çekip
çevirmesi realitesi somut biçimde kanıtlıyorsa...
Yaptığımız alıntılarda işaret edildiği şekliyle
surenin akışında ele alınan çevresindeki dahiliyeyle birlikte- müslüman
ümmetin hayatında karşılaşılan sorunlar, bu cüzde ele alacağımız surenin
geri kalan kısmının da konusunu oluşturmaktadır. Surenin birinci bölümü,
ilâhlık ve kulluk sorunlarını evrensel boyutlarıyla ele almakla sürmüştü.
Ayetlerin akışı da bu realist münasebetle son bulmuştu. Böylece bu
uygunlukla, bu büyük sorun arasında şu doğrudan ve güçlü bağ kurulmuştu:
Kur'an'ın akışı, -bazı yiyecekleri yasaklamak,
bazılarını serbest kılmak; meyve, hayvan ve çocuklardan adaklar adamak gibi
cahiliye geleneklerini ortadan kaldırmak amacına yönelik- son derece güçlü
birtakım etkenler ve yaptırımlar içermektedir. Bunları da birtakım
gerçeklere ve kurallara bağlamaktadır. Bunlar İslâm'ın gerçekleri ve
dayandığı temel kurallarıdır. Bunların öncesinde ve sonrasında da önemli
girişler ve korkunç değerlendirmeler yer almaktadır. Bunlar da, hayatı
bütünüyle İslâm'ın gölgesinde yerleştirmeye, yani tek başına Allah'ın
egemenliğine vermeye dair bu dinin önem verdiği konuyu işaret etmektedir.
Ayetlerin akışı bu sorunu ele alırken, yüce Allah'ın
ciniyle insanıyla tüm kulları kuşatan iradesini, bütün alemlerde olup biten
olayların O'nun dilemesi ve gücü ile meydana geldiğini, insan ve cin
şeytanlarından oluşan düşmanların peygamberlere yapacakları kötülükleri
yapabilmeleri için, yüce Allah'ın onları ağır ağır sonlarına
yaklaştırdığını, onlara süre tanıdığını belirtmekle başlıyor. Kuşkusuz yüce
Allah dileseydi, onları hidayete zorlardı. Zorlama sonucu sapıklıktan
alıkoyardı ya da gerçeği onlara gösterir, kalplerini gerçeğe açardı. Veya
peygamberlere ve müminlere işkence etmekten alıkoyar, onlara ilişmemelerini
sağlardı. Çünkü onlar, peygamberlere haksızlık yaparken, kötülükleri
işlerken, Allah'ın gücünün ve iradesinin sınırlarını aşamazlar. Allah'ın
gücünün ve iradesinin dışına çıkma gücünden yoksundur onlar. Onlara
serbestlik tanıyan, hidayet veya sapıklık üzere bulunmalarını fırsat veren
Allah'ın iradesidir. Her halukârda O'nun kontrolündedirler.
-Böylece biz insandan ve cinden şeytanları her
peygambere düşman kıldık. Bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler
söylerler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları asılsız
uydurmaları ile başbaşa bırak.
-Ahirete inanmayanların kalbleri bu yaldızlı
uydurmalara kansı", onlardan hoşlansın ve işledikleri kötülükleri işlemeye
devam etsinler diye.
İnsan ve cin şeytanlarının peygamberlere düşman
olmalarının, Allah'ın kaderi uyarınca yürürlükte olan bir kanun olduğu ve bu
şeytanların yapa geldikleri tüm kötülüklerle birlikte Allah'ın kontrolünde
oldukları belirlendiğinden, peygamberler, Allah'ın dışında herhangi bir
hükme başvurmaktan kaçınmışlardır. Aslında her meselede, her işte durum
kesinlikle bundan ibarettir. Çünkü şu yiyecekler hakkında Allah'ın dışında
bir hüküm mercii belirlemek, herhangi bir konuda Allah'ın dışında mercii
belirlemek gibidir
Bu da Allah'ın Rabblığının dışında yeni bir Rabblık
ortaya atmaktadır. Peygamberin karşı çıktığı budur işte. Bu açıklamadan
sonra, bu kitapla ve bu şeriatla artık Allah'ın sözlerinin tamamlandığı,
bundan sonra herhangi birinin bir söz söylemesine, bir insanın hüküm
vermesine imkân kalmadığına ilişkin peygambere yönelik bir değerlendirme yer
almaktadır. Aynı zamanda Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) Allah'ın
dini konusunda insanlara uymaktan sakındırılmaktadır. Çünkü onların çoğu,
sadece zanna uymaktadırlar, kesin bir bilgiye sahip değildirler. Onlara uyan
sapıtacaktır. Sadece yüce Allah, kullarından sapıtanları ve doğru yolda
olanları bilir. Bütün bu açıklamalar, şayet müslüman ve müminseler, üzerine
Allah'ın adı anılanı yemeye ilişkin emir ve anılmayanı yememeye ilişkin
yasağa bir hazırlık amacıyla yer almaktadır. Bu arada helâl (serbest
bırakma) ve harama (yasaklama) ilişkin herhangi bir şeyde, şeytanın
dostlarına uymamaları konusunda da bir uyarı yer almaktadır. Aksi takdirde
onlar gibi müşrik olacaklardır. Bölüm, küfür ve imanın tabiatına, ayrıca
kâfirleri bu tür kötülükleri işlemeye iten etkenlere ilişkin bir açıklamayla
son buluyor:
-Allah size ayrıntılı açıklamalar içeren kitabı
indirmişken, ben O'nun dışında bir hakeme mi başvurayım? Kendilerine kitap
verdiklerimiz, Kur'an'ın gerçeğe dayalı olarak Allah tarafından
indirildiğini bilirler. O halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma.
-Rabbinin sözü doğruluğun ve adaletin doruğuna erdi.
O'nun sözlerini hiçbir güç değiştiremez. O her şeyi işitir ve bilir.
-Eğer sen yeryüzünde yaşayan insanların çoğuna
uyacak olursan, bunlar seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece
zanların, sanıların peşinden giderler, sırf tahmin yürütürler.
-Hiç kuşkusuz Rabbin kimin kendi yolundan saptığını
ve kimin doğru yolda olduğunu herkesten iyi bilir.
-Eğer Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız, O'nun adı
anılarak kesilen hayvanların etlerinden yiyiniz.
-Niçin Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanların
etlerinden yemiyorsunuz? Oysa Allah, çaresizlik sonucu yemek zorunda
kaldıklarınız dışında, size haram kıldığı etleri ayrıntılı biçimde açıkladı.
Birçokları bilmeden keyfi arzularına uyarak insanları yoldan çıkarırlar. Hiç
kuşkusuz Rabbin sınırı aşanları herkesten iyi bilir.
-Günahın açığından da gizlisinden de sakınınız.
Günah işleyenler yaptıkları günahın cezasını çekeceklerdir.
-Allah'ın adı anılarak kesilmeyen hayvanların
etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah'ın yolundan sapmaktır. Şeytanlar
dostlarına sizinle tartışmalarını telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız,
şüphesiz siz de müşrik olursunuz.
-Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar
arasında yürürken yararlàndığı bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde
bocalayıp oradan bir türlü dışarı çıkamayan kimse gibi midir? İşte böylece
kâfirlere yaptıkları kötülükler çekici göründü.
-Tıpkı bunun gibi her kentin kimi ileri gelenlerini
o kentin hakka karşı komplo düzenleyen azılı günahkârları yaptık. Aslında
onlar kendilerine karşı komplo düzenlerler, ama bunun farkında değildirler.
-Onlara bir ayet gelince, "Allah'ın peygamberlerine
verilen vahiy aynen bize de verilmedikçe asla inanmayız" derler. Oysa Allah
peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir. Bu azılı
günahkârlar düzenledikleri komplolardan ötürü Allah katında aşağılanmaya ve
ağır azaba çarpılacaklardır.
Ardından surenin akışı tekrar sürüyor ve hidayete
erenlerin doğru yolda oluşları ile sapıkların sapıtmalarının Allah'ın
belirlediği bir kader uyarınca meydana geldiğini, bunların da onlar gibi
Allah'ın kontrolünde, O'nun egemenliğinde, iradesi ve takdiri çerçevesinde
olduğunu belirtiyor:
-Allah kimi doğru yola iletmek isterse, göğsünü
İslâm'a açar. Kimi da saptırmak isterse göğsünü, sanki göğe çıkıyormuş gibi,
dar ve tıkanık yapar. Bunun yanısıra Allah, inanmayanları iğrençliğe mahkûm
eder.
Bu bölüm, emir ve yasaklamaya, inanç ve düşünceye
ilişkin anlatılan şeylerin Allah'ın doğru yolu olduğunu belirterek son
buluyor. Böylece, bu emir ve yasaklarla Allah'ın iradesi ve kaderi
hakkındaki inanç temellerini birbirine bağlıyor. Her ikisini bir bağ haline
getiriyor. Aynı zamanda bunları, dostları ve yardımcıları olan Rabblerinin
katındaki esenlik yurduna kavuşmaları için yüce Allah'ın kullarının takip
etmesini emrettiği Allah'ın doğru yolu olarak belirtiyor:
-Bu, Rabbinin doğru yoludur. Biz öğüt almaya açık
kimselere ayetlerimizi ayrıntılı biçimde anlattık.
-Onlar için, Rabbleri katında, esenlik yurdu vardır.
İşledikleri iyi amellerden ötürü O, onların dostudur.
İnancın temel gerçeklerinden, son derece canlı
sahnelerden, konum ve etkenlerden ilâhi iradenin, evrensel varlığın ve insan
ruhunun gerçeklerine ayrıca insanlık hayatındaki gizli açık nedenlere
tutulan ışıklardan, göklerde ve yerde, dünya ve ahirette, insanlık hayatının
görünen görünmeyen kısmına egemen Allah'ın otoritesinden kaynaklanan
yaptırımlar gibi daha nice gerçekle... Evet, bütün bunlarla Kur'an'ın
anlatım metodu, kesilmiş bir hayvanı yeme ya da yememeye ilişkin cahiliye
görüntülerinden tek bir tanesine yönelmektedir... Niçin?.. Çünkü bu, bu
dinin temel sorunudur. Egemenlik ve egemenliğin kime ait olacağı sorunu...
Benzer bir ifadeyle, ilâhlık ve Rabblığın kime ait olacağı sorunu...
Böylesine basit gibi görünen bir nedenden ötürü bunca yığınağın,
yoğunlaşmanın ve odaklaşmanın yapılması bu yüzdendir.
Bu yığınağın, yoğunlaşmanın ve odaklaşmanın benzeri
bir tanımla bu sefer cahiliyede meyvelerden, hayvanlardan ve çocuklardan
adanan adaklar sorununun üzerine gidiliyor.
Doğrusu Arap cahiliyesinde Allah'ın inkâr edilmesi
sözkonusu değildi. O'nunla aynı düzeyde birtakım tanrıların varlığı da kabul
edilmiyordu. Sadece O'nunla beraber ancak makam ve derece bakımından O'ndan
daha aşağı düzeydeki "tanrıları" kendilerini Allah'a yaklaştırmaları için
aracı edindiklerini söylüyorlardı: İşte şirkleri buradan kaynaklanıyordu. Bu
nedenle müşrik olmuşlardı.
Kendi kendilerine uydurdukları ve Allah'ın şeriatı
sandıkları yasa ve alışkanlıkları arasında, yüce Allah'a ve sahte
tanrılarına meyvelerden ve hayvanlardan adadıkları adaklar da yer alıyordu.
Ardından kendi arzularına ya da mabed bekçilerinin ve kâhinlerin arzularına
göre birtakım uygulamalarda bulunuyorlardı: "Allah'a ortak koştukları
tanrıları için ayırdıkları Allah için verilmez ama, Allah için ayırdıkları
ortak koştuklarına verilirdi."
Bu tür gelenekleri arasında, sahte tanrılar adına
çocuklarını adamaları, kabile geleneğine uyarak kız çocuklarını öldürmeleri,
hayvan ve ekinlerden kimisinin yenmesini yasaklamaları da yer alıyordu.
Haram olduğunu sandıkları bu hayvan ve ekinleri Allah'ın dilediğinden
başkası yiyemezdi. Aynı zamanda yüce Allah'ın, haram saydıkları bu hayvan ve
ekinleri kimin yemesini istediğini de yine kendileri belirliyordu.
Bazı hayvanlara binilmesini yasaklamaları da bu tür
gelenekler arasında yer alıyordu. Bunlara Bahira, Saibe, Vasile ve Hami
adını veriyorlardı. (Bunların açıklamaları için Maide Suresi ve sonrasına
bakınız. ) Kimi hayvanların kesilmesi esnasında Allah'ın adının anılmasını
yasaklamaları da bu tür alışkanlıkları arasında yer alıyordu. Üstelik bunun
Allah'ın emri olduğunu sanıyorlardı.
Kendi kendilerine uydurdukları kurallardan biri de
hayvanların karnındaki bazı yavruları, kadınların dışında sırf erkeklerin
binmesine özgü kılmalarıydı. Şayet yavru ölü doğacak olsaydı kadınları da
ortak ederlerdi. Bunu haram, şunu da helâl kılıyorlardı.
Murdar hayvanı helâl saymaları da öyle. "Bunu Allah
kesmiştir. Bu hayvan Allah'ın kesmesiyle helâldir" diyorlardı.
Kur'an-ı Kerim, tüm bunları inancın başlıca
ilkelerini son derece etkileyici sahne ve gerçekleri içeren açıklayıcı bir
hamleyle karşılıyor. Nitekim surenin tamamında şirk ve iman sorunu etrafında
aynı etkenlere başvurulmuştu. Çünkü bu da aynı şekilde şirk ve iman
sorunudur. Bu, sorunun uygulamalı ve pratik bir görünümüdür.
Bu hamle esnasında, bu problemin dinin problemi
olduğu gibi, inancın da esas problemi olduğu açığa kavuşuyor. O halde
yasamaları ve bu gelenekleri müşriklere süslü gösteren, onların hayatlarını
mahvetmek ve dinlerini karıştırmak için birtakım hükümler koyan sahte
tanrılardır. Dinin karışması ile hayatın mahvolması birbirleriyle yakından
ilgilidir. İnsanların hayatları için birtakım hükümler koymanın Allah'ın
olması dinin son derece açık, hayatın ise sağlıklı olması demektir.
İnsanların hayatı için hükümler koyan Allah'dan başkası olunca, din
anlaşılmaz karmaşık bir şey, hayat da yok oluş tehditleri altında kalır!
"Böylece Allah'a ortak koştukları sahte tanrılar,
müşriklerin çoğuna, onları mahvetmek ve dinlerini karmaşık hale getirmek
için, çocuklarını öldürmelerini süslü bir davranış olarak göstermişlerdir."
Böylece Allah'ın hükmünden ve O'nun dininden dönüp
sahte tanrıların hükmüne ve onların dinlerine girmenin gerisinde şeytanların
bulunduğu ortaya çıkmış oluyor. Buna göre açıktan açığa insanların düşmanı
olan şeytan, müşriklerin hüsrana ve yok olmaya yönelik eylemlerini
yönlendirmektedir:
"Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin. Şeytana ayak
uydurmayın. O size açıktan açığa düşmandır."
Aynı zamanda -Allah'ın hükmü olmaksızın- serbest
bırakma (helâl sayma) ve yasaklamanın (haram sayma) Allah'a ortak koşmayla
eş anlamlı olduğu gerçeği de açıklığa kavuşuyor. Bu durumda tıpkı onun gibi
şirktir. Bu tutumlardan herhangi birini Allah'ın üstün iradesine bağlamaya
gelince; bu, her çağda müşriklerin başvurduğu bir yöntemdir. Kuşkusuz
Allah'ın iradesi, insanlara sınanabilecekleri oranda serbestlik vermeyi
öngörmüştür. Bu nedenle tüm şekilleriyle şirke karşı bir zorlama söz konusu
değildir. Bu sadece bir sınamadır. Ve onlar hiçbir durumda Allah'ın
kontrolünün dışına çıkamazlar!
-Müşrikler diyecekler ki; "Eğer Allah dileseydi, ne
biz ve atalarımız O'na ortak koşar ve ne de bir şeyi yasaklardık." Onlardan
öncekiler de bu şekilde peygamberlerini yalanladılar da azabımızın acısını
tattılar. Onlara de ki; "Önümüze koyacağınız bir bildiğiniz var mı? Siz
sadece sanının ve yakıştırmaların peşinden gidiyorsunuz, sırf tahminlere
dayanıyorsunuz."
-De ki; "Yetkin delil, Allah'ın tekelindedir. Eğer O
dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi." (En'am Suresi: 148-149)
Ardından haram saydıkları (yasakladıkları) şeyin,
Allah tarafından haram kılındığına ilişkin kanıt getirme sahnesiyle
karşılaşıyoruz. Bu olay bize surenin başlangıcında ilâhlık konusunda şahit
tutma sahnesini hatırlatmaktadır. Bu da gösteriyor ki, gerçekte tek bir
problem söz konusudur. Çünkü birtakım kurallar koyma girişimi, aslında
ilahlığın özelliklerini iddia etmekle eş anlamlıdır. İşte burada ele alınan
sorun bu sorundur!
-Hiçbir bilgiye dayanmaksızın, aptalca evlâtlarını
öldürenler ve Allah'a iftira atarak O'nun verdiği rızıkları kendilerine
yasaklayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır. Onlar kesinlikle
sapıtmışlardır, doğru yola gelecekleri yoktur. (En'am Suresi: 140)
Ayette kullanılan "denk tutuyorlar" kelimesinin,
surenin başlangıcında ilâhlık sorunu ele alınırken de kullanıldığını
hatırlıyoruz. Surenin tanıtımında buna değinmiştik.
Sonunda bu hamle, ürünler, hayvanlar ve çocuklara
ilişkin hükümler koyma ve gelenekler belirleme sorunu etrafında yüce
Allah'ın belirlediği hükmün, O'nun doğru yolu olduğunun açıklanmasıyla
bitiyor. Daha önce kesilen hayvanların haramlığı ve helâlliği konusu ele
alınırken başvurulan ifadenin aynısı... Tıpkı, surenin tanıtımında da
değindiğimiz, surenin başlarında ele alınan ilâhlık sorununda kullanılan
ifade... "İşte benim dosdoğru yolum budur, bu yola uyunuz. Sakın sizi
Allah'ın yolundan ayrı düşürecek yollara girişmeyiniz. İşte Allah,
kötülüklerden sakınasınız diye size bu direktifi veriyor."
Surenin akışı birtakım işaretler edindiğimiz bu
konularla sona ermiyor. Aynı yolunu takip ederek "Herşey ayrıntılı biçimde
açıklansın, doğru yol kılavuzu ve rahmet olsun... Ola ki; Rabblerinin
huzuruna çıkacaklarına inanırlar" diye Musa'nın kavmine gelen kitaptan,
müslümanların ona uyması, kendilerine merhamet eder ümidiyle Allah'dan
sakınması için Allah tarafından indirilen şu kutsal kitaptan söz ediyor.
Müslümanlara bu kitabın indirilmiş olmasının bir nedeni de, yahudi ve
hristiyanlara indirilen kitapların daha önce indiğini bahane ederek,
"Kendilerine her şeyi ayrıntılarıyla açıklayan, Allah'ın koyduğu gerçek
hükümlerle yalan yere Allah'ın hükmü olarak ileri sürülen kuralları
bilmelerini sağlayan bir kitap kendilerine gelmedi" diye mazeret ileri
sürmelerini önlemektir.
Bunu, Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun)
getirdiği kitaba uymayıp, asılsız olarak Allah`a dayandırdıkları cahiliye
kanunlarına uymaya devam eden ve peygamberi doğrulamak, ona uymak için
istedikleri mucizelerin gerçeğin net olarak ortaya çıktığı, ardından yok
olup mahvolmanın geldiği günde gerçekleşeceğinin belirtilmesi ile tehdit
edilmektedirler: "Onlar kendilerine meleklerin gelmesini mi, yoksa Rabbinin
bazı mucizelerinin gelmesini mi bekliyorlar? Rabbinïn bazı mucizeleri
geldiği gün, daha önce iman etmemiş, ya da imanı doğrultusunda bir hayır
kazanmamış olan kimseye o günkü imanı bir fayda sağlamaz. Onlara de ki,
`Bekleyin bakalım, biz de bekliyoruz."
Ardından Hz. Peygamber'in (Allah'ın selâmı üzerine
olsun) getirdiği din ve müslüman ümmet ile, Allah'ın şeriatına dayanmaksızın
birtakım şeyleri haram kılan (yasaklayan), birtakım şeyleri de helâl kılan
(serbest bırakan) birtakım hükümler koyup da bunların Allah'ın şeriatı
olduğunu sananlar arasındaki ayrılığa değiniliyor!
"Dinlerinin öngördüğü inanç ve ümmet birliğini
parçalayarak çeşitli akımlara bölünenler ile senin hiçbir ilişkin yoktur.
Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah, onlara ilerde yaptıklarının akıbetini
bildirecektir."
Bu kadar net ve açık bir şekilde; "Onlarla senin
hiçbir ilişkin yoktur.." İlk etapta basit gibi görünen bir konu nedeniyle
şeriat ve hüküm sorununu
bu kadar önemle ele alan akışın sonunda, tamamıyla
inanç ve temel ilkeleriyle din konusunda son derece kapsamlı bir mesaj yer
alıyor. Gönüllerde ve vicdanlarda gizli inanç ve bu inancın düzen ve hayat
metodu düzeyinde tercümanı din...!
-De ki; "Rabbim beni doğru yola, insanların tüm
ihtiyaçlarına cevap veren dine, Allah'ın birliğine inanan ve O'na ortak
koşanlardan olmayan İbrahim'in inanç sistemine iletti."
-De ki; "Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve
ölümüm tüm varlıkların Rabbi olan Allah içindir.
-"O'nun ortağı yoktur. Bana böyle emredildi. Ben
müslümanların ilkiyim." -De ki; "Allah her şeyin Rabbi iken, ben O'ndan
başka bir ilâh mı arayayım? Herkesin işlediği kötülüğün sorumluluğu
kendisine aittir. Hiç kimse başkasının kötülüğünün sorumluluğunu taşımaz.
Sonunda Rabbinize döneceksiniz. O size anlaşmazlığa düştüğünüz meselelerin
içyüzünü bildirecektir."
-Sizi yeryüzünde halife yapan ve verdiği nimetler
hakkında sınavdan geçirmek için bazılarınızın derecesini diğer
bazılarınızdan üstün kılan O'dur. Hiç şüphesiz Rabbinin cezalandırması
gecikmesizdir, aynı zamanda O bağışlayıcı ve merhametlidir. (En'am Suresi:
161-165)
Kuşkusuz bütün bunlar dünya-ahiret, diriler-ölüler,
amel-ceza, kulluk ve hayat tarzına ilişkin inanç ve dinin kapsamına giren
sorunlardır. İlâhî sunuş tarzı bütün bunları günlük yaşamın en basit
olaylarında, yiyecek ve içeceklerinde ortaya çıkan hakimiyet ve kanun koyma
problemi üzerine şu ulu, ürpertici ve aynı zamanda sevecen bir değerlendirme
yapmak için biraraya getirmiştir. Çünkü en geniş alanları ve önemli
konumlarıyla ilâhlık ve Rabblık davası budur.
Ve işte yüce ilâhî kaynağın insanlara sunduğu
şekliyle İslâm...
-Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler kendileri
ile konuşsa ve her şeyi biraraya getirip karşılarına koysaydık, Allah
dilemedikçe yine inanmazlardı.
-Böylece biz insandan ve cinden şeytanları her
peygambere düşman kıldık. Bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler
söylerler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları asılsız
uydurmaları ile başbaşa bırak.
-Ahirete inanmayanların kalpleri bu yaldızlı
uydurmalara kansın, onlardan hoşlansın ve işledikleri kötülükleri işlemeye
devam etsinler diye. (En'am Suresi: 111-113)
Birinci ayet, yedinci cüz'ün sonunda yer alan geçen
bölümü bütünleyici niteliktedir. Aynı zamanda Arap müşriklerinin peygamberi
doğrulamak için mucize göstermeyi önermeleri ve şayet bu mucizeleri
gösterecek olursa, kesinlikle inanacaklarını tekrar tekrar yemin ederek
belirtmeleriyle ilişkilidir. Öyle ki, bazı müslümanlar içten içe "Keşke yüce
Allah isteklerine karşılık verseydi" demişlerdi. Hatta Peygambere (salât ve
selâm üzerine olsun) gidip, müşriklerin teklif ettikleri mucizeleri
göstermesini Rabbinden dilemesini istemişlerdi.
Nitekim bölüm bütünüyle bu şekilde sunulmuştu:
-Onlar kesin bir dille Allah adına yemin ederek eğer
kendilerine bir mucize gelirse O'na mutlaka inanacaklarını söylediler. De
ki; "Mucizeler sırf Allah'ın tekelindedir." Hem bilmiyorsunuz ki, eğer o
mucize gelse onlar yine inanmazlar.
-Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek
kendilerini iman etmekten kaçındıkları ilk durumlarına döndürür ve
azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız.
-Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler kendileri
ile konuşsa ve her şeyi biraraya getirip karşılarına koysaydık, Allah
dilemedikçe yine inanmazlardı. Fakat çoğu bunu bilmez. (En'am Suresi:
109-111)
Yedinci cüz'ün sonunda bu ayetlerden söz edilmişti.
Şimdi ise; bu ayetlerin genel anlamda içerdiği, ancak oradaki açıklamada yer
almayan bazı gerçeklerden söz edeceğiz.
Birinci gerçek: İman veya küfür, hidayet veya
sapıklık... gerçeği gösteren belgeler ve kanıtlarla ilişkili değildirler.
Çünkü gerçeğin kendisi bir kanıttır. İnsan kalbinin üzerinde bir etkinliğe
sahiptir. Kalp gerçeği kabul eder, onunla tatmin olur, ona boyun eğer. Ancak
gerçekle insan kalbinin arasına giren birtakım diğer engeller söz konusudur.
İşte bu engellerin mahiyetini yüce Allah, müminlere şu şekilde
açıklamaktadır:
"...Hem bilmiyor musunuz ki, eğer onlar (yani
kanıtlar ve mucizeler) gelse yine inanmazlar."
"Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek
kendilerini iman etmekten kaçındıkları ilk durumlarına döndürür ve
azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız."
İlk defa meydana gelenin, onları doğru yola
girmekten alıkoyanın -mucize geldikten sonra- tekrar meydana gelmesi ve
onları bu sefer de doğru yola girmekten alıkoyması mümkündür.
Kuşkusuz inanmaya yöneltici işaretler hem insan
kalbinde hem de gerçeğin kendisinde gizlenmiştir: Dış etkenlerle bir
ilişkisi söz konusu değildir. O halde bütün çabalar, bu kalbi felâketlerden
ve engellerden kurtarmaya yöneltilmelidir.
İkinci gerçek: Hidayet ve sapıklık konusunda son
mercii Allah'ın iradesidir. Bu irade, başlangıçta bir süre seçme ve yönelme
özgürlüğünü vererek insanı sınamayı, bu süreyi de insanın denendiği ve
sınandığı bir süre kılmayı öngörmüştür. Kim bu özgürlüğü, doğru yola, onu
bulmaya ve onu azarlamaya yönelik kalbi yönelişte kullanırsa -o esnada doğru
yolun nerede olduğunu bilmese dahi- Allah'ın iradesi onun elinden tutmayı,
ona yardım etmeyi, kendi yolunu göstermeyi öngörmüştür. Aynı şekilde kim bu
özgürlüğü, doğru yoldan kaçmak, gerçeğe götüren kanıtlardan ve işaretlerden
yüz çevirmek uğruna kullanırsa, Allah'ın iradesi onu saptırarak yoldan
uzaklaştırmayı ve karanlıklar içinde çarpılmış durumda bırakmayı
gerektirmiştir. Kuşkusuz, Allah'ın iradesi ve kaderi bütün durumlarda insanı
kuşatmıştır. En sonunda her işin dönüşü de O'nadır.
Ayetlerin akışında yer alan şu ifade bu gerçeğe
işaret etmektedir:
"Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek
kendilerini, iman etmekten kaçındıkları ilk durumlarına döndürür ve
azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız."
Şu ayeti kerime de buna işaret etmektedir:
"Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler kendileri
ile konuşsa ve her şeyi biraraya getirip karşılarına koysaydık, Allah
dilemedikçe yine inanmazlardı. Fakat çoğu bunu bilmez."
Bu bölümden önce yer alan şu ifade de bu gerçeğe
işaret etmektedir:
"Rabbinden sana gelen vahye uy, O'ndan başka ilâh.
yoktur. O'na ortak koşanlardan yüz çevir."
"Allah dileseydi, onlar O'na ortak koşmazlardı. Biz
seni onların başına koruyucu, bekçi dikmedik; sen onların vekili ve
davranışlarının sorumlusu da değilsin." (En'am Suresi: 106-107)
Şu bölümde yer alan aşağıdaki ayette de bu işaret
vardır:
"Böylece biz insandan ve cinden şeytanları her
peygambere düşman kıldık. Bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler
söylerler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları asılsız
uydurmaları ile başbaşa bırak."
O halde her şey Allah'ın iradesine bağlıdır. Onların
doğru yolu bulmamalarını dileyen O'dur. Çünkü onlar hidayetin yolunu
tutmadılar. Yine onlara, denemek üzere bu kadar serbestlik tanımayı dileyen
O'dur. Doğru yolu bulmak için çabaladıkları zaman doğru yolunu gösteren,
sapıklığı tercih ettiklerinde de onları saptıran O'dur. İslâm düşüncesinde
yer alan ilâhî serbest irade ile insanlara verilen bu kadarlık seçme
özgürlüğü ile sınanmaları için kendilerine bırakılan bu alan arasında bir
çelişki söz konusu değildir.
Üçüncü gerçek: Allah'ın buyruklarına uyanlarla isyan
edenler, O'nun kontrolü altındadırlar. Gücü ve egemenliği karşısında
birdirler. Kulların işlerini yönlendirmeye ilişkin yasalarla cereyan eden
ilâhî iradeye uygun Allah'ın kaderi olmaksızın onlardan hiçbiri herhangi bir
şey yapma imkânına sahip değildir. Ancak müminler, -kendilerine verilen
seçme özgürlüğü oranında- kendi içlerinde, hücrelerinin hareketlerinde,
organik ve psikolojik oluşumlarında, Allah'ın egemenliğine zorunlu olarak
ister istemez boyun eğişleri ile bilgiye, hidayete ve serbestliğe dayalı
olarak, kendilerini zorunlu gördükleri isteğe bağlı boyun eğişleri arasında
bir uyum meydana getirirler. Bundan dolayı bizzat kendi kendisiyle barış
içinde yaşar mümin. Çünkü hem zorunlu, hem de isteğe bağlı yönü tek bir
kanuna, tek bir otoriteye, tek bir hakimiyete uymaktadır. İsyan edenlere
gelince; onlar Allah'ın fıtrî yasasına uymak zorundadırlar.
Bu yasa onları zorlamakta, ancak onlar bedensel
oluşumları ve fıtrî ihtiyaçları bakımından bu yasaların dışına çıkamazlar.
Bununla beraber kendilerine serbestlik tanınan alanda, O'nun hayat metodunda
ve şeriatında somutlaşan Allah'ın egemenliğinden kaçmaktadırlar. Bu
kopukluktan dolayı kişiliklerinde bir bedbahtlık yaşarlar. Bütün bunlara
rağmen unlar Allah'ın kontrolü altındadırlar, hiçbir alanda O'nu aciz
bırakamazlar. O'nun takdiri olmadıkça hiçbir şey yapamazlar.
Bu üçüncü gerçek, surenin geri kalan kısmında ele
alınan sorun açısından özel bir öneme sahiptir ve bu gerçek farklı
şekillerde, değişik yerlerde tekrarlanmaktadır. Çünkü tümüyle bu bölüm -daha
önce de açıkladığımız gibi- ilâhlık konusunu ve insan hayatı ve insanların
uydukları kanunlar üzerinde ilâhlığın egemenliğini ele almaktadır. Bu
nedenle surenin akışı, egemenliğin tümüyle Allah'a ait olduğunu belirtme
noktasında yoğunlaşmaktadır. Hatta Allah'ın sisteminden ve şeriatından kaçan
isyancıların oluşumları üzerindeki egemenlik de Allah'a aittir. Onlar,
Allah'ın dilemesi dışında O'nun dostlarına herhangi bir eziyette
bulunamazlar. Bir kere onlar kendilerine hakim olmaktan acizdiler, müminlere
nasıl egemen olabilirler? Gerek Allah'ın buyruklarına uyanlar, gerekse isyan
edenler için dilediğini onunla yaptığı Allah'ın iradesidir her şeye egemen
olan.
"Eğer biz onlara melekler indirsek, ölüler
kendileriyle konuşsa ve her şeyi biraraya getirip karşılarına koysaydık,
Allah dilemedikçe yine inanmazlardı. Fakat çoğu bunu bilmez" ayetinin
tefsirinde Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi şunları söylemektedir:
(Yüce Allah Peygamberi Muhammed'e (salât ve selâm
üzerine olsun) şunu söylüyor: Ey Muhammed, putları ve heykelleri Rabblerine
denk tutan sonra da sana, "Şayet bize bir kanıt gösterecek olursan
kesinlikle sana inanacağız" diyenlerin iflah olacaklarından ümidini kes.
Çünkü onlar için melekleri indirsek, gözleriyle görseler, sonra bir kez de
peygamberliğine bir kanıt oluşturmaları için ölüleri diriltsek de onlarla
konuşsalar ve söylediklerinde haklı olduğunu, onlara getirdiğin şeyin Allah
katından bir gerçek olduğunu bildirseler ve yine her şeyi biraraya getirsek
ve onları senin karşına koysak (Yani "emrine versek) -Allah'ın hidayete
ermesini dilediği kimsenin dışında- sana inanmayacaklardır, seni
doğrulamayacaklardır, sana uymayacaklardır. "Fakat çoğu bunu bilmez." Şöyle
diyor yüce Allah: Ancak bu müşriklerin çoğu bunun böyle olduğunu bilmez.
Sanıyorlar ki; inanmak onlara kalmıştır, kâfir olmak onların elindedir;
diledikleri zaman inanırlar, diledikleri zaman kâfir olurlar. Durum böyle
değildir. Bu benim elimdedir. Doğru yola ilettiğim ve bunda başarılı
kıldığım dışında hiçbiri inanamaz. Doğruluktan uzaklaştırıp saptırdığımdan
başkası kâfir olamaz.)
Burada İbni Cerir'in açıkladığı bu temel prensip
doğrudur, ancak daha fazla açıklamayı gerektiriyor. Nitekim hidayet,
sapıklık, Allah'ın iradesi ve insanın çabası hakkındaki Kur'an ayetlerine
dayanarak konuya değinmiştik. Kuşkusuz inanmak ve kâfir olmak sonradan olan
bir şeydir; ve şu varlık bütününde sonradan olan her şey ancak Allah'ın
kaderi uyarınca meydana gelmektedir:
"Şüphesiz biz her şeyi bu kader doğrultusunda
yaratmışız." (Kamer Suresi: 49) Falanın inanması, falanın da kâfir olması
şeklinde ortaya çıkan kaderin dayandığı temel kanuna gelince; ayetler bunu
açıklamaktadır. Buna göre insan, bir miktar serbestlikle yöneliş noktasında
sınanmaktadır. Doğru yola yöneldiğinde ve bu uğurda çaba sarfettiğinde,
Allah ona yol göstericilik yapacaktır. Hidayete ermesi Allah'ın kaderi
uyarınca gerçekleşecektir. Aynı şekilde sapıklığa yönelip, doğru yoldan
kaçındığında, Allah onu saptıracaktır. Sapıklığı Allah'ın kaderi
doğrultusunda meydana gelecektir. İnsan her iki durumda da Allah'ın kontrolü
ve egemenliği altındadır. İnsanın hayatı, Allah'ın serbest iradesine göre
hareket eden kader ve yine O'nun serbest iradesiyle belirlediği kanun
uyarınca sürmektedir.
Bundan sonra, surenin devam eden akışında iki ayet
yer alıyor. Bunlar bir açıdan açıklamayı tamamladığımız geçen bölümün
hedeflediği anlam ve gerçekleri bütünlemektedirler. Bir açıdan da yetki,
şeriat ve egemenliğe ilişkin inanç sorunlarına hazırlık oluşturmaktadırlar.
Nitekim surenin geri kalan kısmında bu sorunlar işlenmektedir.
112- "Böylece biz
insandan ve cinden şeytanları her peygambere düşman kıldık. Bunlar
birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler söylerler. Eğer Rabbin dileseydi,
bunu yapamazlardı. Onları asılsız uydurmalarıyla başbaşa bırak. "
113- "Ahirete
inanmayanların kalpleri bu yaldızlı uydurmalara kansın, onlardan hoşlansın
ve işledikleri kötülükleri işlemeye devam etsinler diye. "
İşte böyle... Tıpkı, inanmalarını mucizelerin
gösterilmesi şartına bağlayan, evrende ve insanın içinde yer alan hidayete
götürücü kanıtlardan ve işaretlerden yüz çeviren o müşrikler hakkında takdir
ettiğimiz gibi, bütün kanıtlar teker teker gösterilse bile onlarda iman
olayı gerçekleşmeyecektir.
Aynı şekilde bunlar hakkında da takdir ettik. Her
peygamberin insanlardan ve cinlerden oluşan düşmanlarının olmasını takdir
ettik. Bunların birbirlerini aldatmak, peygamberlere ve hidayete karşı
savaşmak için kandırmak hususunda birbirlerine yaldızlı sözler
fısıldamalarını takdir ettik. Ayrıca ahirete inanmayan, bu tür sözlerden
hoşlanan, peygamberlere ve hakka düşmanlık yapan, yeryüzünde sapıklık ve
bozgunculuk yaymak gibi kötülükleri işleyen grupların bu yaldızlı sözlere
kulak vermelerini de takdir ettik.
Kuşkusuz tüm bunlar, Rabbinin iradesi uyarınca O'nun
kaderine göre meydana gelmektedir. Şayet Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı.
O'nun iradesi bundan farklı da olabilirdi. Kaderi bütün bu olanlar dışında
cereyan edebilirdi. O halde, tüm olup bitenlerde tesadüf söz konusu
değildir. Bu olanlar üzerinde insanların bir etkinlikleri olmadığı gibi,
buna güçleri de yetmez.
Yeryüzünde peygamberler ve beraberlerindeki gerçekle
insanlardan ve cinlerden oluşan şeytanların batıl düşünceleri, yaldızlı
sözleri ve gururları arasındaki bu bitmez tükenmez savaş böylece açıklandığı
zaman... Yeryüzünde süren bu çatışmanın Allah'ın iradesi uyarınca ve O'nun
kaderi doğrultusunda gerçekleştiği açığa kavuşunca, yeryüzünde meydana gelen
bu olayın mahiyetini ve arka planındaki gücü kavradıktan sonra, müslümanın
bunun ötesindeki hikmeti düşünmeye yönelmesi gerekmektedir:
"Böylece biz insandan ve cinden şeytanları her
peygambere düşman kıldık. Bunlar birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler
söylerler."
İrademiz ve takdirimiz doğrultusunda her peygambere
kimilerini düşman yaptık. Bu düşman, insanlardan ve cinlerden oluşan
şeytanlardır. Şeytanlık; azdırmak, saptırmak ve kötülüğe yönlendirmektir ki,
insanlar için geçerli olduğu gibi cinler için de geçerli bir sıfattır.
Cinlerden azgınlık yapan, kötülüğe ve sapıklığa yöneltenler şeytan diye
nitelendirildikleri gibi, azgınlaşan, insanları kötülüğe ve sapıklığa
yönelten insanlar da şeytan diye nitelendirilirler. Ayrıca kötü huylu,
inatçı ve zararlı olan hayvanlar da bu şekilde nitelendirilirler. Nitekim:
"Siyah köpek şeytandır" denmektedir.
Yüce Allah'ın her peygambere düşman olmalarını
takdir ettiği -insanlardan ve cinlerden oluşan- bu şeytanlar, birbirlerine
vahyettikleri (fısıldadıkları) yaldızlı sözlerle bazısı bazısını
aldatmaktadır. Valıyin anlamlarından biri; sözün bir canlıdan diğer bir
canlıya içsel bir etkenle aktarılmasıdır. Bu şeytanlardan bazısı bazısını
kandırıp birbirlerini azgınlığa, sapıklığa, kötülüğe ve günaha teşvik
ederler.
İnsanlardan oluşan şeytanların durumu bizce
bilinmektedir. Yeryüzünde yaptıklarını görmek her zaman mümkündür. Bunların
örnekleri her peygambere ve peygamberin beraberindeki gerçeğe ve müminlere
karşı takındıkları düşmanca tavrın numuneleri bilinmektedir. İnsanlar
bunları her zaman görebilirler.
Cinlerden şeytanlara -ayrıca tüm cinlere- gelince;
bunlar Allah'a özgü gaybın kapsamına girmektedirler. Kendisinden başka hiç
kimsenin bilmediği gaybın anahtarları katında bulunan Allah'ın
bildirdiklerinden başka hiçbir şey bilmiyoruz bu konuda. Şu evrende insandan
ve yeryüzünde bilinen diğer canlı türlerden ve cinslerden farklı
yaratıkların varlığı prensibi açısından... Prensip açısından biz, "Allah'ın
bunlar hakkında söylediklerine inandığımızı, açıkladığı sınırlar dahilinde
haber verdiklerini doğruladığımızı söylüyoruz. Bu konuda yüce Allah'ın
bildirdiği gerçekleri inkâr etmek için "bilim"i kalkan edenlere gelince;
doğrusu bunların neye dayandıklarını anlamakta güçlük çekiyoruz. Çünkü
beşeri bilimler, dünya gezegeninde yer alan tüm canlı türlerini kuşattığı
iddiasında değildir. Hem bu bilimler, diğer gök cisimlerinde neler
bulunduğunu bilme imkânına sahip değildir. Bu konuda tüm söyleyeceği,
yeryüzündeki hayat türünün bazı gezegenlerde ve yıldızlarda olabileceği veya
olamayacağı varsayımlarını ileri sürmektir. Dolayısıyla bu varsayımlar
ispatlansa bile, diğer bir hayat türünün, başka bir canlı çeşidinin evrenin
bir başka köşesinde yaşıyor olabilecekleri düşüncesini çürütemez. Çünkü
`bilim' bu konuda herhangi bir şey bilememektedir. O halde herhangi birinin
"bilim" adına bu değişik canlı alemlerin varlığını inkâr etmesi
despotluktur, küstahlıktır.
Tıpkı insanların kimisi gibi, bir kısmı şeytanlık
yapan, kötülük ve sapıklığa teşvik eden -iblis ve soyu gibi- ve cin diye
adlandırılan bu topluluğun mahiyeti açısından... Evet cin adı verilen bu
topluluğun mahiyeti açısından, Allah'dan ve O'nun Peygamberinden (salât ve
selâm üzerine olsun) gelen doğru haberlerden başka bir şey bilmiyoruz.
Bu topluluğun dumansız ateşten yaratıldığını ve
bunların yeryüzünde olduğu kadar yerin içinde ve dışında yaşama gücüyle
donatıldığını, bu alanlarda insanlardan daha çabuk hareket etme yeteneğine
sahip olduklarını, salih müminleri olduğu kadar azdırıcı şeytanlarının
olduğunu, bunlar Ademoğulları'nı görebildikleri halde insanların onları
oldukları şekilde göremeyeceğini -zaten insanları görüp de insanların
göremediği daha nice yaratıklar var- aynı şekilde bunların şeytanlarının
insanoğluna, yoldan çıkarmak ve saptırmak için musallat olduğunu biliyoruz.
Bunlar bilmediğimiz bir yöntemle insanlara vesveseler ve çeşitli kötü
düşünceler aşılama gücüne sahiptirler. Allah'ı anan müminler üzerinde bu
şeytanların bir egemenliği söz konusu değildir. Mümin Allah'ı andığı zaman
şeytan ortaya çıkar ve birtakım vesveseler verir. Allah'ı anmakla mümin,
şeytanın zayıf hilesinden çok daha güçlü bir konuma gelir. Cinler alemi
tıpkı insanlık alemi gibi Allah'ın huzurunda toplanıp yaptıklarından dolayı
sorgulanacaklardır. Onlar da tıpkı insanlar gibi cennete veya cehenneme
gideceklerdir. Cinler meleklerle karşılaştırıldıkları zaman, hiçbir gücü ve
etkinliği bulunmayan son derece zayıf bir topluluk olarak belirirler.
İşte bu ayetten anlıyoruz ki yüce Allah, insanlardan
ve cinlerden şeytanları her peygambere düşman kılmıştır...
Kuşkusuz yüce Allah -dileseydi- böyle bir şey
yapmamalarını sağlayabilirdi. İnsanları azdırmamalarım, kötülüğe teşvik
etmemelerini, peygamberlere düşmanlık yapmamalarını, müminlere eziyet
etmemelerini ve insanları Allah'ın yolundan saptırmamalarını sağlardı. Yüce
Allah onları hidayete zorlayabilirdi. Ya da doğru yola yönelmeleri durumunda
onları doğru yola iletebilirdi. Ya da onları peygamberlere, gerçeğe ve ona
inananlara karşı çıkmaktan aciz bırakabilirdi. Ancak yüce Allah bu kadarlık
ve serbestliği onlara bırakmıştır. Allah'ın iradesinin öngördüğü ve O'nun
kaderinin belirlediği oranda Allah'ın dostlarına eziyet etmelerine izin
vermiştir. Ayrıca yüce Allah, dostlarını düşmanlarının işkenceleriyle
sınamayı takdir etmiştir. Tıpkı düşmanlarını kendilerine verdiği serbestlik
ve güç oranında sınadığı gibi. Dolayısıyla bunlar, Allah'ın takdir ettiğinin
dışında O'nun dostlarına işkence, eziyet yapamazlar.
"Eğer Allah dileseydi bunu yapamazlardı."
Bu açıklamalardan hangi sonuçları çıkarabiliriz?
a) Öncelikle, tüm peygamberlere düşman konumunda
olanların, peygamberlere uyanlara baskı yapıp işkence edenlerin "şeytanlar"
olduğunu, insanlardan ve cinlerden şeytanlar olduğunu anlıyoruz. Aynı
zamanda (insanlardan ve cinlerden oluşan) bu şeytanların tek bir görevi
yerine getirdiklerini, hep birlikte insanları azdırma, yoldan çıkarma ve
Allah'ın dostlarına düşmanlık yapma görevini üstlenirken bazısının bazısını
kandırıp saptırdığını da anlıyoruz.
b) İkinci olarak, bu şeytanların saydığımız
durumların hiçbirinde herhangi bir şey yapmadıklarını, kişisel güçleriyle
peygamberle düşmanlık ve onlara uyanlara eziyet yapamadıklarını anlıyoruz.
Onlar, Allah'ın kontrolü altındadırlar. Allah dostlarını arındırmak,
kalplerini temizlemek ve kendilerine emanet edilen gerçeği savunmada
dirençlerini, sabırlarını denemek gibi dilediği bir şey için bu şeytanlar
aracılığıyla dostlarını sınamaktadır. Sınavı başarıyla geçtiklerinde yüce
Allah, onlardan tabi tuttuğu denemeyi kaldırır. Bu düşmanları onlardan
uzaklaştırır. Bu düşmanlar, Allah'ın takdir ettiğinin ötesinde onlara
herhangi bir eziyet verme gücünden yoksundurlar. Sonuçta Allah'ın düşmanları
omuzlarına günahlarını eksiksiz bir şekilde taşır durumda, büyük bir zaaf
içinde rezil olarak O'na dönerler.
"Eğer Allah dileseydi bunu yapamazlardı."
c) Üçüncü olarak, insanlardan ve cinlerden
şeytanların şeytanlık yapmalarını -ki onları verdiği serbestlik ve güç
oranında sınamaktadır- ve bir müddet dostlarına eziyet etmelerini gerektiren
yüce Allah'ın özgür hikmeti olduğunu anlıyoruz. Yüce Allah böylece
dostlarını denemektedir; acaba sabrediyorlar mı? Batıl üzerlerine çullandığı
ve etraflarını sardığı zaman sahip oldukları gerçekte diretiyorlar mı?
Kendilerine pay çıkarmaktan kurtulup, gerek zorlukta, gerek darlıkta, gerek
tasada, gerek kıvançta bir defada kendilerini Allah için feda ediyorlar mı,
bunu görsünler. Yoksa yüce Allah, tüm bu olanların olmamasına kadirdir.
d) Dördüncü olarak, insanlardan ve cinlerden
şeytanların, onların kurduğu tuzakların ve müminlere verdikleri eziyetlerin
kendilerine özgü bir güçten kaynaklanmadığını ve yüce Allah'ın onların
eliyle gerçekleşmesini dilediği şeyin dışında herhangi bir şey
yapamayacaklarını anlıyoruz. Bütün bunları takdir edenin, meydana gelmesine
izin verenin yüce Rabbi olduğunu bilen bir mümine yakışan, görünüşteki
güçleri ve haksız egemenlikleri ne kadar görkemli de olsa şeytanları
(düşmanları) önemsiz görmesidir. İşte bu noktada Allah'ın yüce elçisine
yönelik şu direktif yer alıyor:
"Onları asılsız uydurduklarıyla başbaşa bırak."
Onları yalanlarıyla başbaşa bırak. Onları arkadan
yakalamaya kadirim ben. Onların cezaları hazırlanmıştır.
e) Burada şeytanların sınanması ve müminlerin
denenmesi dışında, diğer bir hikmet de söz konusudur. Yüce Allah bu
düşmanlığın, bu fısıldaşmanın, bu sözlü gurur ve aldatmanın bir başka
hikmete yönelik olmasını dilemiştir: "Ahirete inanmayanların kalpleri bu
yaldızlı uydurmalara kansın, onlardan hoşlansın ve işledikleri kötülükleri
işlemeye devam etsinler diye." Yani ahirete inanmayanların kalpleri bu
aldatmalara ve fısıldamalara yönelsin diye... Çünkü bunlar tüm ilgilerini
dünyayla sınırlandırmışlardır. Bunlar, bu dünyada şeytanların tüm
peygamberlere tuzaklar kurduklarını, her peygamberin takipçilerine eziyetler
verdiklerini ve bazısının diğerlerinin söz ve davranışlarını süslü
gösterdiklerini görüyorlar ve yalancı yaldızlarına, aldatıcı güçlerine kanıp
şeytanlara boyun eğiyorlar. Sonra da bu fısıldamaların gölgesinde ve bunlara
kulak vermelerinden dolayı yaptıkları günah, kötülük, fuhuş ve bozgunculuğu
işliyorlar.
Bu, yüce Allah'ın böyle olmasını dilediği ve bu
şekilde takdir ettiği bir şeydir, ötesindeki arınma ve denemeden dolayı...
Herkese yapabileceğini yapma fırsatı verilmesi ve cezasını adilce ve
ölçülere göre hak etmesi için...
Sonra... Hayatın kötülüklerinin savmakla
temizlenmesi, kesin ayrılıkla hakkın iyice ortaya çıkması, iyiliğin sabırla
belirginleşmesi ve şeytanların kıyamet günü günahlarını eksiksiz
yüklenmeleri için... Ve her işin Allah'ın iradesi doğrultusunda meydana
gelmesi için; hem düşmanlarının hem de dostlarının işi... Allah'ın iradesi
böyle. O, ne dilerse yapar.
Bir açıdan insanlardan ve cinlerden şeytanların
diğer açıdan tüm peygamberlerin ve takipçilerinin arasındaki çatışmaya,
üçüncü bir açıdan da Allah'ın her şeye egemen iradesine ve yürürlükteki
kaderine ilişkin Kur'an-ı Kerim'in çizdiği bu sahne... Evet bu sahne her
yönüyle bir miktar üzerinde durmamızı gerektirecek önemdedir!
Bu savaşta tüm şer güçler biraraya geliyor...
İnsanlardan ve cinlerden şeytanlar... Dayanışma ve uyum içinde belirlenmiş
bir plan uygulamak için biraraya geliyorlar. Kararlaştırılan plan,
peygamberlerin mesajlarında somutlaşan hakka düşmanlık ve savaş açmak...
Yöntemleri de belirlenmiştir bu planın. "Bunlar birbirlerini aldatmak için
yaldızlı sözler söylerler." Bazısı bazısına aldatma ve saptırma yöntemlerini
gösterir. Bu arada kimileri de birbirlerini aldatırlar. Hakka ve
taraftarlarına savaş açmış her kötülük kampında bu tür görüntülere her zaman
rastlamak mümkündür. Kuşkusuz şeytanlar aralarında yardımlaşırlar. Aynı
zamanda sapıklıkta da bazısı bazısına yardım eder. Zaten onlar hiçbir zaman
birbirlerine doğru yolu göstermezler. Ancak birbirlerine hakka karşı
düşmanlık beslemeyi, ona savaş açmayı, onunla uzun bir çatışmaya tutuşmayı
süslü gösterirler.
Fakat bu, tamamen başıboş bir tuzak değildir.
Allah'ın iradesi ve kaderi tarafından kuşatılmıştır. Bu konuda şeytanlar,
Allah'ın dilediğinden ve kaderi doğrultusunda meydana getirdiğinden başka
bir şey yapamazlar. Bu noktada tuzak -bunca görkemine ve evrensel şer
güçlerinin etrafında birikmesine rağmen bağlı ve kilitli olarak beliriyor.
Hiçbir bağ, hiçbir sınır olmaksızın dilediği gibi serbestçe hareket edemez,
sorgusuz, takipsiz dilediği kişiye isabet edemez. Nitekim tağutlar,
kalplerini arzularına ve iradelerine bağlamak için kendilerine kulluk yapan
insanları böyle bir korku ortamına atmak isterler. Asla!.. Onların iradeleri
Allah'ın dilemesine bağlıdır, güçleri Allah'ın kaderiyle sınırlıdır.
İmtihanın sınırları içinde olmak üzere Allah'ın dilediğinden başka O'nun
dostlarına bir zarar dokunduramazlar. Kuşkusuz her şey sonuçta Allah'a
dönecektir. Hak taraftarları, şeytanların kararlaştırdıkları bir plan
etrafında biraraya gelişlerini canlandıran sahneye iyice dikkat
etmelidirler. Planın mahiyetini ve yöntemlerini öğrenmeleri için bu
gereklidir. Aynı şekilde yüce Allah'ın iradesinin ve O'nun takdirinin
şeytanların plan(arını ve taktiklerini kuşattığını gösteren sahnenin, hak
taraftarlarının gönüllerini bağlılık, güven ve kesin inançla doldurması,
kalplerini ve bakışlarını üstün güce, yürürlükte olan kadere ve varlık
üzerindeki temel ve gerçek egemenliğe yöneltmesi, hak taraftarlarının
vicdanlarını şeytanların istedikleri ya da istemedikleri şeylere bağlılıktan
kurtarması ve onların kendi içlerinde ve hayatlarında inşa ettikleri gibi
hakkı insanların pratik hayatlarında inşa etmek için yollarına devam
etmeleri açısından da son derece önemlidir. Şeytanların düşmanlığına ve
kurdukları tuzaklara gelince; onları da her şeyi kuşatan iradeye ve
yürürlükte olan kadere bıraksınlar.
"Eğer Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Onları
asılsız uydurduklarıyla başbaşa bırak."
Şu anda, surenin geri kalan kısmının ele aldığı ve
surenin akışında sürekli zihinlerin hazırlandığı soruna gelmiş bulunuyoruz.
Bu hazırlığın sonuncusu da büyük akide davasına, geçen iki ayette yer alan
uzun inanç savaşının realitesine, bütün peygamberlerle insanlardan ve
cinlerden şeytanların arasındaki savaşta meydana gelen her şeyin Allah'ın
mutlak otoritesi ve kontrolü altında olduğunun belirlenmesine, hidayet ve
sapıklığın kurallarına; sapıklık ve hidayetin dayandığı ilâhi yasalara ve
geçen sayfalarda sunduğumuz konulara ilişkin gerçeklerin ifade edilmesine
yönelik olmuştu.
Şimdi tüm bu ön açıklamaların kendisine temel
oluşturduğu soruna gelmiş bulunuyoruz; üzerinde Allah'ın adı anılarak ve
anılmayarak kesilen hayvanın helalliği ve haramlığı sorununa... Bu sorun bir
açıdan önemini, İslâm'ın ilk ilkesini belirlemesinden almaktadır: Mutlak
egemenlik hakkının tek başına Allah'a ait olması ve insanların böyle bir hak
iddia etmekten ya da her ne şekilde olursa olsun, böyle bir çaba içinde
olmaktan soyutlanması ilkesi... Sorun bu ilkeye ilişkin olunca, ilkenin
gerçekleşmesi ya da iptal edilmesi bakımından olayın küçüğü de büyük
gibidir. Artık işin, kesilen bir hayvanın yenilip veya yenilmemesine ya da
kurulan bir devlete veya yerleştirilen bir toplumsal düzene ilişkin olmasına
bakılmaz. İlke bakımından da bu diğeri gibidir çünkü. Bu da diğeri gibi tek
başına Allah'ın ilâhlığını tanımak ya da bu ilâhlığı reddetmek anlamına
gelmektedir.
Her münasebette açıklamak için Kur'an'ın ifade
metodu çok kere özellikle bu ilkeye dayanmaktadır.,Büyük küçük her meseleye
ilişkin hükümlerin öncesinde yeri geldikçe bunu tekrarlamaktan usanmaz.
Çünkü bu ilke inancın, dinin ve İslâm'ın kendisidir. Bunun ötesinde din
olarak sadece uygulamalar ve ayrıntılar kalır. ,
Surenin bu bölümünde -sonuna kadar olduğu gibi- bu
ilkenin, cahiliye hükümlerinin ve geleneklerinin sunulması münasebetiyle
çeşitli şekillerde defalarca açıklandığını göreceğiz. Burada cahiliyenin bu
hüküm ve geleneklerinin şirkle ve İslâm'a karşı büyüklük taslamakla ilişkili
olduğu, Allah'ın ilâhlığından başka bir ilâhlık belirlemek noktasından
kaynaklandığı açıklanmaktadır. Kur'an'ın çeşitli yöntemlere başvurarak bunca
sert hamleyle soruna eğilmesi ve sorunu bu kadar sıkı sıkıya itikad, iman ve
İslâm'ın temeline bağlaması bu yüzdendir. HAKİMİYET ALLAH'INDIR
Ayetlerin akışı -kesilen hayvanların helâl ve
haramlığı noktasında egemenlik merciini belirlemeye bir giriş olması için-
kulların tüm işlerinde egemenlik merciini açıklamakla başlıyor. Kesilen
hayvanlar sorununda müşrikler Allah'a iftira ederek, O'nun otoritesine
tecavüze yeltenerek egemenlik hakkı iddia ediyorlardı. Bu konuda ele alınan
ayetlerin akışından da anlayacağınız gibi konuyu ele almak için uzun bir
hazırlık yapılmaktadır:
114- "Allah size
ayrıntılı açıklamalar içeren kitabı indirmişken ben O'nun dışında bir hakeme
mi başvurayım? Kendilerine kitap verdiklerimiz, Kur'an'ın gerçeğe dayalı
olarak Allah tarafından indirildiğini bilirler. O halde sakın kuşkuya
kapılanlardan olma. "
115- Rabbinin sözü
doğruluğun ve adaletin doruğuna erdi. O'nun sözlerini hiçbir güç
değiştiremez. O her şeyi işitir ve bilir. "
116- "Eğer sen
yeryüzünde yaşayan insanların çoğuna uyacak olursan, bunlar seni Allah'ın
yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanların, sanıların peşinde giderler,
sırf tahmin yürütürler. "
117- "Hiç kuşkusuz
Rabbin kimin kendi yolundan saptığını ve kimin doğru yolda olduğunu
herkesten iyi bilir. "
Tüm bu ön açıklamalar, pratik ve hazır olan ayrıca
kendisi için hazırlıklar yapılan bu konuya girmeden önce yer almakta,
ardından konuyu doğrudan doğruya iman ya da küfür sorununa bağlamaktadır.
"Eğer Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız, O'nun adı
anılarak kesilen hayvanların etlerinden yiyiniz."
"Niçin Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanların
etlerinden yemiyorsunuz? Oysa Allah, çaresizlik sonucu yemek zorunda
kaldıklarınız dışında, size haram kıldığı etleri ayrıntılı biçimde
açıkladı..." (En'am Suresi: 118-119)
Tüm bu hazırlıklardan sonra sunulan helâl veya
haramlık konusu tamamlanmadan önce, emir, yasaklama, açıklama ve azaba
ilişkin kuvvetli etkenler içeren diğer direktifler ve değerlendirmelerle iki
bölüm birbirinden ayrılmaktadır:
"...Birçokları bilmeden keyfi arzularına uyarak
insanları yoldan çıkarırlar. Hiç kuşkusuz Rabbin sınırı aşanları herkesten
iyi bilir."
"Günahın açığından da gizlisinden de sakınınız.
Günah işleyenler yaptıkları günahın cezasını çekeceklerdir."
Ardından yeniden helâl ve haram kılma konusundan söz
açılmakta ve konu doğrudan doğruya İslâm ve şirk sorununa bağlanmaktadır:
"Allah'ın adı anılarak kesilmeyen hayvanların
etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah'ın yolundan sapmaktır. Şeytanlar
dostlarına sizinle tartışmalarını telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız,
şüphesiz siz de müşrik olursunuz."
Bundan sonra, söz içinde küfür ve imanın özelliğine
ilişkin diğer bir bölüm başlıyor. Sanki bu bölüm helâl ve haram kılma işinin
bir değerlendirmesi olarak yer alıyor. Ayrıca bu sıralamada, bu ilgi kurmada
ve bu vurgulamada günlük hayatın problemlerindeki yasama ve hakimiyet
sorununa ilişkin İslâmî bakışın mahiyeti somutlaşmaktadır.
"Allah size ayrıntılı açıklamalar içeren kitabı
indirmişken ben O'nun dışında bir hakeme mi başvurayım? Kendilerine kitap
verdiklerimiz, Kur'an'ın gerçeğe dayalı olarak Allah tarafından
indirildiğini bilirler. O halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma."
Bu, Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun)
diliyle ifade edilen red amaçlı bir sorudur. Genel anlamda herhangi bir işte
Allah'tan başka bir hakeme başvurmayı reddetme amacına yöneliktir. Ayrıca
tüm işler için hakimiyet merciini belirleme ve bu merci bu hakta tartışmasız
birleme amacı güdülmektedir. Böylece hayatın herhangi bir meselesinde
hükmüne başvurmak için Allah'dan başka birine yönelmenin mümkün olabileceği
savı tümden tuhaf karşılanarak reddedilmiş oluyor:
"Allah'ın dışında bir hakeme mi başvurayım?"
Sonra... Bu reddin ve Allah'dan başkasını hakem
edinmeyi son derece çirkin ve garip bir olay olarak gözler önüne seren
koşulların ayrıntılarına geçiliyor. Kuşkusuz yüce Allah hiçbir şeyi kapalı
bırakmamıştır. Kullarını hayatta karşılaşacakları problemlere ilişkin
hükümler belirlemeleri için başka bir kaynağa muhtaç durumda bırakmamıştır.
"Allah size ayrıntılı açıklamalar içeren kitabı
indirmiştir..."
Bu kitap, insanların ayrılığa düştükleri konularda
aralarında adaletle hükmetmesi ve bu işlerde Allah'ın hakimiyetini ve
ilâhlığını temsil etmesi için indirilmiştir. Sonra bu kitap, bir bütün
olarak tüm hayat düzeninin dayanacağı temel ilkeleri içerir bir şekilde
ayrıntılı olarak indirilmiştir. Aynı zamanda bu kitap, ekonomik, bilimsel ve
top yekûn pratik durumları ne düzeyde olursa olsun, insan topluluklarında
yer etmesini istediği sorunlara ilişkin ayrıntılı hükümleri de
kapsamaktadır. Bu ve öteki nedenlerden dolayı bu kitap, hayatın herhangi bir
probleminde Allah'dan başka birinin hükmüne ihtiyaç bırakmamaktadır.
Yüce Allah'ın kitabı aracılığıyla bildirdiği gerçek
budur. Bundan sonra dileyen, "insanlık büyük bir gelişme gerçekleştirmiştir,
artık bu kitaba ihtiyàcı kalmamıştır" desin, ancak beraberinde bu dine
inanmadığını, kâfir olduğunu ve alemlerin Rabbinin sözünü yalanladığını da
belirtsin. (Allah korusun).
Sonra çevrelerinde, herhangi bir işte Allah'dan
başkasını hakem edinmeyi çirkin ve garip bir durum olarak ortaya koyan başka
şartlar da söz konusudur. Kuşkusuz daha önce kendilerine kitap verilenler,
bu kitabın Allah katından indirilmiş olduğunu bilirler. Onlar kitabı iyi
bilirler. Çünkü onlar kitap ehlidirler.
"Kendilerine kitap verdiklerimiz, Kur'an'ın gerçeğe
dayalı olarak Allah tarafından indirildiğini bilirler."
Kuşkusuz yüce Allah'ın müşriklere bildirdiği bu
şartlar, hem Mekke'de hem de Arap Yarımadası'nda mevcuttu. Yüce Allah'ın
gönüllerini İslâm'a açtığı kimilerin yaptığı gibi ehli kitap da, ister
açıkça belirtsin, ya da bazılarının yaptığı gibi gizlesin, inkâr etsin
farketmez. Her iki durumda da mesele birdir. Bunu Allah bildiriyor ve doğru
olan O'nun bildirdiğidir. Buna göre kitap ehli, Kur'an'ın hak içerikli
olarak Allah katından indirilmiş olduğunu bilmektedir. Bu kitabın içeriği
hak olduğu gibi Allah'dan indirilişi de haktır.
Kuşkusuz kendilerine kitap verilenler (yahudi ve
hristiyanlar) günümüzde de bu kitabın hak içerikli olarak Allah katından
indirilmiş olduğunu biliyorlar. Aynı zamanda bu dinin gücünün, kendisini
saran gerçekten ve içerdiği haktan kaynaklandığını çok iyi biliyorlar. Tüm
bu bildiklerinden dolayı da bu dinle ve bu kitapla kesintisiz bir savaşa
girişiyorlar. Bu savaşların en şiddetlisi ve en ağırı da, hakimiyeti bu
kitaptan kaynaklanan şeriattan alıp, insan ürünü diğer kitaplardan
kaynaklanan yasalara vermek ve Allah'dan başkasını hakem pozisyonuna
getirmektir. Allah'ın kitabı yaşanmamış, O'nun dini varlığını sürdürmemiş
olsun ki; bir zamanlar ilâhlığın tek başına Allah'a ait olduğu, Allah'ın
kitabından kaynaklanan şeriatının egemen olduğu, diğer yasaların
katkılarının söz konusu olmadığı, Allah'ın kitabının yanında (toplum
sisteminin ve yasamaya ilişkin temellerin ondan alındığı ve tıpkı
müslümanların Allah'ın kitabına ve ayetlerine başvurduğu ve şahit tuttuğu
gibi, başvurulan ve içeriği şahit gösterilen) başka kitaplara itibar
edilmediği ülkelerde, başka ilâhlıklar kurulsun! Bütün bunların arkasında
-siyonist ve haçlılardan oluşan- ehli kitap vardır. Bunun gibi iğrenç
hedeflerin gerçekleşmesi için ortaya atılan her sistemin ve her hükmün
arkasında yer aldıkları gibi.
Ayetlerin akışı, bu kitabi yüce Allah'ın ayrıntılı
olarak indirdiğini ve kitap ehlinin bu kitabın Allah katından hak içerikli
olarak indirilmiş olduğunu bildiklerini açıklarken, Hz. Peygambere (salât ve
selâm üzerine olsun) dahası kendisine inananlara yönelmekte, müşriklerin
tarafından gördükleri yalanlama ve tartışmanın ve kimi kitap ehlinin
tarafından gördükleri gizleme ve inkârın ağırlığını hafifletmektedir:
"O halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma."
Hz. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) ne
kuşkuya düşmüştü ne de tereddüt etmişti. Yüce Allah kendisine:
"Sana indirdiğimizden şüphede isen, senden önce
indirdiğimiz kitapları okuyanlara sor. Kuşkusuz sana Rabbinden gerçek
gelmiştir, sakın kuşkuya kapılanlardan olma" (Yunus Suresi: 194) ayetini
indirdiği zaman, Hz. Peygamberin "Ne kuşkuya kapılırım ne de sorarım"
buyurduğu rivayet edilmektedir.
Ancak bu ve benzeri direktifler, gerçek üzerinde
kalıcı kılma amaçlı uyarılar Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun)
ve beraberindeki müslüman ümmetin karşı karşıya kaldığı tuzakların,
sıkıntıların, yalanlama ve inkârın boyutlarını, ayrıca bu direktif ve
destekle hem ona hem de müslümànlara yönelik Allah'ın rahmetinin büyüklüğünü
göstermektedir.
Ayetlerin akışı bu yönde devam ediyor ve Allah'ın
kesin sözünün tamamlandığını, hileleri hangi düzeyde olursa olsun,
yaratıkların davranışlarının bunu değiştiremeyeceğini belirtiyor.
"Rabbinin sözü doğruluğun ve adaletin doruğuna erdi.
O'nun sözlerini hiçbir güç değiştiremez. O her şeyi işitir ve bilir."
Söyleyip belirlediklerindeki doğruluk, yasalaştırıp
hükmettiklerindeki adalet bakımından Allah'ın sözleri eksiksizdir. Bundan
sonra, inanç, düşünce, temel ilke, değer ve ölçü hakkında herhangi birinin
söz söylemesine gerek kalmamıştır. Şeriat, hüküm, gelenek ve görenek
noktasında hiç kimsenin bir şeyler söylemeye hakkı yoktur. Allah'ın hükmünün
bozulması söz konusu değildir. Kimsenin korumasına ihtiyacı yoktur O'nun.
"O her şeyi işitir ve bilir."
O, kullarının söylediklerini işitir ve bu sözlerinin
ardındaki niyetlerini de bilir. Ayrıca onların yararına olana ve İslah
edecek şeyleri de bilir.
Yüce Allah'ın indirdiği kitabın "hak" içerikli
olduğu belirtilirken bir de insanların benimsedikleri ve yararlı gördükleri
şeylerin kesinliği söz konusu olmayan zanna uymaktan başka bir şey olmadığı,
bunun ise sadece sapıklıkla sonuçlanacak bir tutum olduğu belirtilmektedir.
Bir de insanların bu biricik ve kesin kaynağa başvurmaları durumu müstesna
hiçbir zaman gerçeği söylemeyecekleri, onu gösteremeyecekleri
vurgulanmaktadır. Bu yüzden Hz. Peygamber, sayıları ne kadar çok olursa
olsun, insanların kendi kendilerine belirleyip gösterdikleri bir şeye
uymaktan sakındırılmaktadır. Çünkü sapıklığın takipçileri ne kadar çok
olursa olsun, cahiliye aynı cahiliyedir.
"Eğer sen yeryüzünde yaşayan insanların çoğuna
uyacak olursan, bunlar seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece
zanların, sanıların peşinden giderler, sırf tahmin yürütürler."
Yeryüzünde yaşayanların -tıpkı günümüz gibi-
çoğunluğu cahiliye mensubuydu. Tüm işlerinde Allah'ı hakem yapmıyorlardı.
Allah'ın kitabında bildirdiği şeriatı bütünüyle kanun edinmiyorlardı.
Düşüncelerini ve fikirlerini, düşünce ve hayat metodlarını Allah'ın yol
göstericiliğinden ve direktiflerinden almıyorlardı. Bu yüzden -tıpkı günümüz
gibi- cahiliye sapıklığına dalınışlardı. Gerçeğe dayanan, gerçekten alınan
bir görüş ileri sürmeleri, bir söz söylemeleri mümkün değildi. Kendilerine
uyanı, yollarını, takip edeni sapıklıktan başka bir şeye yöneltmezlerdi.
Tıpkı günümüzde olduğu gibi kesin bilgiyi bırakıp zan ve sezgilere
uyuyorlardı. Oysa zan ve sezgi olsa olsa sapıklıkla sonuçlanırdı. Bu nedenle
Allah'ın yolundan sapmaması için yüce Allah peygamberini onlara uymaktan,
onları takip etmekten sakındırıyor, hem de bu şekilde genel bir ifadeyle.
Ayetlerin akışında ele alınacağı gibi, söz konusu edilen konunun bazı
kesilen hayvanların helâl ya da haram oluşuyla ilgili olmasına rağmen.
Ardından, şu doğru yoldadır, şu da sapıklıktadır
diye kullar hakkında hüküm verenin tek başına yüce Allah olduğu
belirtilmektedir. Çünkü kulların gerçek mahiyetini sadece yüce Allah
bilebilir, neyin hidayet, neyin sapıklık olduğunu ancak O belirleyebilir:
"Hiç kuşkusuz Rabbin kimin kendi yolundan saptığını
ve kimin doğru yolda olduğunu herkesten iyi bilir."
İnsanların düşünceleri, değerleri, ölçüleri,
davranışları ve hareketleri üzerinde egemen olacak temel bir kuralın varlığı
zorunludur. Bütün bunlardan hangisinin gerçek hangisinin batıl olduğunu
belirlemek için temel bir kural kaçınılmazdır. Böylece sorun, insanların
değişken arzularının ve kanıtlanmış bir bilgiye dayanmayan çıkarlarının
sorunu olmaktan çıkar. Sonra tüm bu sorunlar için ölçüler koyan ve
insanların kullar hakkındaki hükmüne başvurdukları, değer yargılarını
aldıkları bir mercinin bulunması zorunludur.
İşte burada yüce Allah ölçü koymaya, insanları buna
göre, değerlendirmeye, kimin doğru yolda, kimin de sapık yolda olduğunu
belirlemede sadece kendisinin hak sahibi ve yetkili olduğunu belirtmektedir.
Kuşkusuz değişken yargıları doğrultusunda bu
hükümleri belirleyecek olan "toplumun" kendisi değildir. 'Toplumsal yapının
ve maddi dayanaklarının değişmesiyle değer ve hükümleri değişen toplum bu
konuda söz sahibi değildir. Çünkü tarıma dayalı toplumun değer yargıları ve
ahlâk kuralları ayrı, sanayi toplumunun değer yargıları ve ahlâk kuralları
ayrı olacaktır. Kapitalist burjuva toplumu için ayrı değer yargıları ve
ahlâk kuralları olduğu gibi, sosyalist ya da komünist toplum için de farklı
değer yargıları ve ahlâk kuralları söz konusu olacaktır. Ardından bu
toplumların yargılarına uygun şekilde insanların davranışları için farklı
ölçüler konacaktır.
İslâm bu esası tanımaz ve onaylamaz. İslâm kendine
özgü bir değer yargısı tayin eder. Onu da yüce Allah belirlemiştir. Aynı
zamanda bu değer yargısı toplum biçimlerinin değişmesiyle değişmeyen bir
esastır. Bu değer yargısı dışına çıkan toplumun İslâm literatüründe adı
bellidir. Bu toplum İslâm dışı, cahilî bir toplumdur. Allah'a ortak koşan
bir toplumdur. Çünkü bu toplum değer yargıları, ölçüler, düşünceler, ahlâk
kuralları, düzen ve sistemler hakkında Allah'ın bildirdiklerinin dışında
Allah'tan başka -insanlardan- birtakım kimselere yetki tanımaktadır.
İslâm'ın toplumlar, değer yargıları ve ahlâk kuralları için tanıdığı tek
bölünme şekli budur. İslâmî olma ya da İslâm dışı olma... Ya İslâm ya da tüm
şekil ve görünümleriyle cahiliye...
HELÂL VE HARAM
Birtakım açıklamalar içeren bu uzun hazırlıktan
sonra yine bu açıklamalı uzun hazırlık bölümünün yerleştirdiği temel
kura(dan hareketle kesilen hayvanlar sorunu ele alınmaktadır:
118- "Eğer Allah'ın
ayetlerine inanıyorsanız, O'nun adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden
yiyiniz. "
119- "Niçin Allah'ın
adı anılarak kesilen hayvanların etlerinden yemiyorsunuz? Oysa Allah
çaresizlik sonucu yemek zorunda kaldıklarınız dışında, size haram kıldığı
etleri ayrıntılı biçimde açıkladı. Birçokları bilmeden keyfi arzularına
uyarak insanları yoldan çıkarırlar. Hiç kuşkusuz Rabbin sınırı aşanları
herkesten iyi bilir. "
120- "Günahın
açığından da gizlisinden de sakınınız. Günah işleyenler yaptıkları günahın
cezasını çekeceklerdir. "
121- "Allah'ın adı
anılarak kesilmeyen hayvanların etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah'ın
yolundan sapmaktır. Şeytanlar dostlarına sizinle tartışmalarını telkin
ederler. Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de müşrik olursunuz. "
Fıkıh açısından bu hükümlerin ayrıntılarına dalmadan
önce, ayetin belirlediği temel itikadî ilkeleri açıklamayı son derece önemli
görüyoruz.
Ayet, üzerinde Allah'ın adı anılan şeyleri yemeyi
emretmektedir. Allah'ın adının anılması, yönü belirlemekte ve yönelişi
sınırlandırmaktadır. Ayrıca insanların imanını, Allah'dan kaynaklanan ve
kendilerine yönelik olan bu emre uymalarına bağlamaktadır:
"Eğer Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız, O'nun adı
anılarak kesilen hayvanların etlerinden yiyiniz."
Sonra onlara, neden Allah'ın adı anılarak kesilen
hayvanların etlerini yemekten kaçındıkları sorulmaktadır. Oysa Allah bunları
helâl kılmıştır. Ayrıca zor durumda kaldıkları sürece yemeyecekleri haram
etleri de açıklamıştır. Dolayısıyla bu açıklamayla beraber, bunların helâl
ya da haram oluşu, yenmeleri ya da bırakılmaları konusunda söylenecek her
şey bitmiştir.
"Niçin Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanların
etlerinden yemiyorsunuz? Oysa Allah, çaresizlik sonucu yemek zorunda
kaldıklarınız dışında, size haram kıldığı etleri ayrıntılı biçimde
açıkladı..."
Bu ayetler o günkü ortamda rastlanan fiili bir
durumu dile getirdiğine göre -nitekim müşrikler Allah'ın helâl kıldığı bazı
hayvanların etlerini yemekten kaçınıyor, haram kıldığı bazı hayvanların
etlerini de yiyorlardı. Üstelik bunun Allah'ın hükmü olduğunu ileri
sürüyorlardı- ayetlerin akışı, Allah'a iftira ederek birtakım hükümler
koyanların durumunu açıklamaktadır. Buna göre bunlar hiçbir bilgiye, hiçbir
dayanağa uymaksızın keyfi arzularına göre hüküm koymaktadırlar. Kendi
kendilerine uydurdukları bu hükümlerle insanları saptırmaktadırlar. Birer
kul oldukları halde ilâhlığın özelliklerini iddia etmekle Allah'ın
ilâhlığına ve hakimiyetine tecavüz etmektedirler:
"Birçokları bilmeden keyfi arzularına uyarak
insanları yoldan çıkarırlar. Hiç kuşkusuz Rabbin sınırı aşanları herkesten
iyi bilir."
Aynı zamanda yüce Allah, gizli-açık tüm günahları
terk etmelerini emretmektedir. Keyfi arzularına uyarak ve bilgisizce
insanları saptırmaya çalışmaları, Allah katından gelmeyen yasalara onları
yüklemeleri, sonra da bunlar Allah'ın şeriatıdır demeleri bu günahlar
arasındadır. Bu arada işledikleri günahın sonucundan da sakındırmaktadır
onları.
"Günahın açığından da gizlisinden de sakınınız.
Günah işleyenler yaptıkları günahın cezasını çekeceklerdir."
Ardından müşriklerin, Allah'ın adını anmadan
üzerlerine tanrılarının adlarını anarak kestikleri ya da kumar için kesip
fal oklarıyla bölüştükleri veya haramlığı konusunda müslümanlarla
tartıştıkları murdar hayvanların etlerini yemeleri yasaklanmaktadır.
Müşriklere göre murdar hayvanı Allah kesmiştir. O halde elleriyle kestikleri
hâyvanların etlerini yedikleri halde müslümanlar neden Allah'ın kestiğini
yemiyorlardı? Bu, her cahiliye toplumunda rastlanan saçma ve tutarsız
cahiliye düşüncelerden biridir. Aynı zamanda bu, ayetlerin işaret ettiği
kesilmiş hayvanlar konusunda müslümanlarla tartışmaları için -insan ve cin-
şeytanlarının yardakçılarına fısıldadıkları bir vesvesedir.
"Allah'ın adı anılarak kesilmeyen hayvanların
etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah'ın yolundan sapmaktır. Şeytanlar
dostlarına sizinle tartışmalarını telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız,
şüphesiz siz de müşrik olursunuz."
Bu dinde hakimiyet, itaat ve uyma konusunda
gösterilen kesinliği ve açıklığı iyice kavrayabilmemiz için son açıklamanın
önünde biraz duralım.
Bir müslümanın Allah'ın şeriatından
kaynaklanmaksızın, hakimiyeti tek başına O'na özgü kılmaya dayanmaksızın
herhangi bir insanın koyduğu en ufak bir hükme uyması... Bu ufak noktada
müslümanın ona uyması kendisini Allah'a teslim olmuşluktan (müslümanlıktan)
çıkarıp O'na ortak koşmuşluk (müşriklik) konumuna getireceğini Kur'an ayeti
kesin ve net bir şekilde ifade etmektedir.
Bu konuda İbn-i Kesir şöyle diyor:
"Yüce Allah'ın şu sözüne gelince: "Eğer onlara
uyarsanız şüphesiz siz de müşrik olursunuz." Yani siz Allah'ın size
emrettiği şeylerden ve sizin için belirlediği şeriatından sapıp, ondan
başkasının sözüne uyarsanız ve başkasını O'na tercih ederseniz şirktir.
Tıpkı şu sözünde belirlediği gibi: "Din bilginlerini ve ruhbanlarını
Allah'dan başka Rabbler edindiler." (Tevbe Suresi: 31)
Tirmizi ayetin tefsirinde Adiy b. Hatem'den şöyle
rivayet etmektedir; Adiy, Resulullah'a şöyle dediğini anlatır:
-Ya Resulullah onlar din bilginlerine ve
ruhbanlarına ibadet etmiyor, dedim. Resulullah:
-Evet, ibadet ediyorlar. Din bilginleri ve ruhbanlar
haram şeyleri onlara helâl, helâl şeyleri de haram kıldılar. Onlar da
bunlara uydular. İşte bu durum sonucu, onlara ibadet ediyorlar demektir,
buyurdu.
Aynı şekilde İbn-i Kesir, "Din bilginlerini ve
ruhbanlarını Allah'dan başka Rabbler edindiler" ayeti hakkında Süddi'den şu
sözleri nakleder:
"Adamların öğütlerine uyup Allah'ın kitabını kulak
ardı ettiler, bu yüzden yüce Allah, "Oysa bir tek ilaha kulluk etmekten
başka bir şeyle emr olunmamışlardı" buyurmuştur. Yani haram kıldığı şey
haram olan, helâl kıldığı şey helâl olan, şeriatına uyulan ve hükmü
uygulanan bir tek ilâh...
Bunlar Süddi'nin dedikleri onlar da İbn-i
Kesir'in... Her ikisi de Kur'an ayetinin ve aynı şekilde peygamberin
tefsirinin kesin, net ve açıklığına dayanarak; küçük bir ayrıntıda da olsa,
bir insanın kendi kendine koyduğu bir şeriata uymasının açık ve kesin bir
şekilde müşrik olmasına neden olacağını belirtmektedir. Şayet bu adam
müslüman olur da böyle bir davranışta bulunursa, İslâmdan çıkıp, şirke
girmiş demektir. Allah'dan başkasına başvurduğu, O'ndan başkasına itaat
ettiği sürece diliyle, "Allah'dan başka ilâh bulunmadığına tanıklık ederim =
Eşhedû en lâ ilâhe illellah" demesinin hiçbir değeri yoktur.
Bu kesin açıklamaların ışığında yeryüzünün bugünkü
durumuna baktığımızda, cahiliye ve şirk tarafından sarıldığını görürüz.
İlâhlık özelliklerini iddia eden yeryüzü Rabblerine karşı çıkıp da zorlama
sınırları dışında onların hiçbir yasalarını ve hükümlerini kabul etmeyen
Allah'ın koruduğu kimselerin dışında, cahiliye ve şirkten başka bir şey
bulunmadığını anlarız.
"Allah'ın adı anılarak kesilmeyen hayvanların
etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah'ın yolundan sapmaktır" ayetinden
çıkarılan fıkhî hükümlere gelince; Allah'ın adının anılması ve anılmaması
durumunda helâl ya da haram olan kesilmiş hayvanlara ilişkin hükümleri İbn-i
Kesir tefsirinde şöyle özetlemektedir:
"Kesen kişi müslüman da olsa, Allah'ın adı anılmadan
kesilen hayvanın helâl olmayacağını ileri sürenler bu ayeti kanıt
göstermektedirler."
İmamlar- (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) bu
konuda üç ayrı görüş ileri sürmüşler;
1) Kimisi; Allah'ın adı ister bilerek, ister
unutularak terkedilmiş olsun bu şekilde kesilen bir hayvanın helâl
olmayacağını kabul etmiştir İbn-i Ömer'den, kölesi Nafi'den, Amir
eş-Şa'bî'den ve Muhammed b. Sirin'den bu şekilde rivayet edilmiştir İmam
Malik'den, Ahmed b. Hanbel'den de aynı rivayet vardır. İbn-i Hanbel'in ilk
kuşak ve son kuşak bazı arkadaşları bu rivayeti desteklemiştir. Ebu Sevr ve
Davud ez-Zahirî'nin tercihi de budur. Bu kuşak Şafiî fıkıhçılarından olan
Ebul Futûh Muhammed b. Muhammed b. Ali et-Taî "el-Erbain" adlı kitabında bu
görüşü tercih etmiştir. Bu görüşlerine hem bu ayeti hem de av ayetini delil
getirmişlerdir.
"Onların sizin için tuttuklarından yiyin ve üzerinde
Allah'ın adını anın." (Maide Suresi: 4) Sonra bu görüş "Çünkü bu Allah'ın
yolundan sapmaktır" ifadesiyle de güçlendirilmiş oluyor. Buradaki zamir yeme
eylemine dönüktür denmiştir. Kimine göre de bu Allah'dan başkası için
kesilen hayvana dönüktür. Ayrıca bu görüş Adiy b. Hatem ve Ebu Sa'lebe'nin
hadisleri gibi hayvanın kesimi ve av esnasında Allah'ın adının anılmasını
emreden hadislerle desteklenmektedir. "Eğitilmiş köpeğini salarken Allah'ın
adını anmışsan yakaladığını ye." (Buhari, Müslim) Rafî b. Hadic'in hadisi de
şöyle: "Allah'ın adı anılıp da kanı akıtılanı yiyiniz." (Buhari, Müslim)
2) Bu konudaki ikinci görüşe gelince; bunlara göre
Allah'ın adının anılması zorunlu değildir. Sadece hoş karşılanan (müstehap)
bir durumdur. Gerek bilerek, gerek unutarak bunun terkedilmesi hiçbir zarar
vermez. İmam Şafiî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) ve tüm arkadaşları bu
görüşü kabul etmiştir. Hanbel'in İmam Ahmed'den naklettiği bir rivayet de bu
doğrultudadır. İmam Malik'den de böyle bir rivayet gelmiştir. Eşheb b.
Abdülaziz buna ilişkin bir açıklamayı İmam Malik'in arkadaşlarından
nakleder. İbni Abbas, Ebu Hureyre, Ata b. Ebu Rabah'dan da benzer sözler
anlatılmıştır. En doğrusunu Allah bilir.
İmam Şafiî, "Allah'ın adı anılarak kesilmeyen
hayvanların etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah'ın yolundan sapmaktır"
ayetinin Allah'dan başkası için kesilen hayvanlara ilişkin olduğu
görüşündedir. Nitekim, Sapıkça Allah'dan başkası adına boğazlanan
hayvanlardan..." (En'am Suresi: 145) söz edilmektedir. İbn-i Cureyc Ata'dan
şöyle nakleder: "Allah'ın adı anılarak kesilmeyen hayvanların etlerinden
yemeyiniz" ayetiyle, Kureyş'in putlar adına kestiği ve Mecusiler'in (ateşe
tapanların) kestikleri hayvanların yenmesi yasaklanmıştır. İmam Şafiî'nin
benimsediği sağlam görüş budur.
"Allah'ın adı anılmayarak kesilen, hayvanların
etlerinden yemeyiniz" ayeti hakkında İbn-i Ebu Hatem şöyle der: Bize babam
anlattı, bize Yahya b. Muğire aktardı, bize Cerir, Ata'dan, o da Sa'd b.
Cübeyr'den İbn-i Abbas'dan şöyle nakletti: Burada kastedilen murdar
hayvandır. Ebu Davud'un mursel hadis olarak aktardığı ve Sevr b. Yezid'in,
Ebu Hatem b. Habban'ın "güvenilir kişiler" kitabında anlattığı tabiinden
biri olan Süveyd b. Meymun'un kölesi Salt ve sûdîsî'den rivayet ettiği hadis
bu görüşe kanıt gösterilmiştir. Resulullah şöyle buyurmuştur! İster Allah'ın
adını ansın ister anmasın müslümanın kestiği hayvan helâldir. Çünkü müslüman
andığı zaman Allah'dan başkasının adını anınız." Bu mursel hadis,
Darekutni'nin İbn-i Abbas'dan rivayet ettiği hadisi destekler mahiyettedir:
"Bir müslümanın kestiği, üzerinde Allah'ın adı anılmamış olsa bile yensin.
Çünkü müslüman mutlaka Allah'ın isimlerinden birini kişiliğiyle yansıtır."
3) Üçüncü görüş: Hayvan kesilirken unutarak
besmeleyi terketmek zarar vermez, ancak bilerek terkedildiğinde hayvanın
yenmesi helâl değildir. İmam Malik'in ve Ahmed b. Hanbel'in bilinen
görüşleri budur. Ebu Hanife ve arkadaşlarının İshak b. Raheveyh'in görüşleri
de bu doğrultudadır. Hz. Ali, İbn-i Abbas, Sa'd b. Museyyeb, Ata, Tavûs,
Hasan Basrî, Ebu Malik, Abdurrahman b. Ebu Leylâ, Ca'fer b. Muhammed ve
Rabia b. Ebu Abdurrahman'dan bu görüş anlatılmıştır.
İbn-i Cerir şöyle der: "Bu ayet hakkında bilginler
arasında görüş ayrılıkları vardır; acaba ayetin içerdiği hükümden herhangi
bir şey neshedildi mi? Yoksa böyle bir şey söz konusu değil mi diye?..
Kimisi, hiçbir şey neshedilmemiştir, belirlediği tüm hususlar muhkemdir,
demiştir. Mücahid ve alimlerin geneli bu görüştedir. İbn-i Ahmed Yalıya b.
Vazıh'dan, o da Hüseyin b. Vakid'den o da İkrime ve Hasan Basri'den şöyle
rivayet eder: İkrime ve Hasan Basri şöyle demişler: Yüce Allah, "Eğer
Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız, O'nun adı anılarak kesilen hayvanların
etlerinden yiyiniz." buyurmuştur, sonra da "Allah'ın adı anılmayarak kesilen
hayvanların etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah'ın yolundan sapmaktır"
buyurmuştur, ardından aşağıdaki ayette bu ayeti neshetmiş ve konuyu bu
hükmün dışında tutmuştur; "Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size
helâldir, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir." (Maide Suresi: 5) Ebu
Hatem, bâna Abbas b. Velid b. Yezid anlattı; bize Muhammed b. Şuayb
nakletti; bana Nu'man -yani İbn-i Münzir- İbn-i Nekhûl'den şöyle haber
verdi: Yüce Allah, "Allah'ın adı anılmayarak kesilen hayvanların etlerinden
yemeyiniz" buyurdu. Sonra bunu neshetti, müslümanlara acıyıp şöyle buyurdu:
"Bugün size temiz olan şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin
yiyecekleri size helâldir" diye yukarıdaki ayeti neshetti. Böylece kitap
ehlinin yiyeceklerini helâl kıldı. Sonra İbn-i Cerir diyor ki; doğrusu, ehli
kitabın yiyeceklerinin helâl oluşuyla, üzerinde Allah'ın adı anılmadan
kesilen hayvanların haram oluşu arasında bir çelişki söz konusu değildir.
İbn-i Cerir'in bu sözü doğrudur. Bu ayetin neshedildiğini söyleyen kimi
selef (ilk kuşak) fıkıhçılarının amacı da konuyu özelleştirmekdir. En
iyisini yüce Allah bilir... "İbn-i Kesir'den yaptığımız alıntı sona erdi."
ÖLÜ VE DİRİ
Bundan sonra, küfür ve imanın özelliklerine, her
şehirde büyüklenenlerin tuzaklar kuran suçlular olmasını gerektiren Allah'ın
kaderine, büyüklenen bu suçluların içinde depreşip duran ve onları İslâm'a
girmekten alıkoyan kibirlerine değinen detaylı bir bölüm yer alıyor. Bölüm,
yüce Allah'ın kendisine göğüsleri açtığı imanın ve gönülleri daralttığı,
nefesleri sıkıp zorlaştırdığı küfrün durumuna ilişkin göz kamaştırıcı gerçek
bir tasvirle son buluyor. Bölümün tümü, uygulamaya ilişkin ayrıntının temel
kurala bağlanması gibi, kesilen hayvanların helâl ve haramlığı konusuna
bağlanıyor. Ayrıca bu ayrıntının köklülüğüne ve büyük temele olan güçlü
ilgisine de işaret etmektedir.
122- Ölü iken
dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürürken yararlandığı bir ışık
verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde bocalayıp oradan bir türlü dışarı
çıkamayan kimse gibi midir? İşte böylece kâfirlere yaptıkları kötülükler
çekici göründü.
123- Tıpkı bunun
gibi her kentin kimi ileri gelenlerini o kentin hakka karşı komplo
düzenleyen azılı günahkârları yaptık. Aslındà onlar kendilerine karşı komplo
düzenlerler, ama bunun farkında değildirler.
124- Onlara bir ayet
gelince, "Allah'ın peygamberlerine verilen vahiy aynen bize de verilmedikçe
asla inanmayız" derler. Oysa Allah peygamberlik görevini kime vereceğini
herkesten iyi bilir. Bu azılı günahkârlar düzenledikleri komplolardan ötürü
Allah katında aşağılanmaya ve ağır azaba çarpılacaklardır.
125- Allah kimi
doğru yola iletmek isterse göğsünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse
göğsünü, sanki göğe çıkıyormuş gibi, dar ve tıkanık yapar. Bunun yanısıra
Allah, inanmayanları iğrençliğe mahkum eder.
Hidayet ve imanın tabiatını tasvir eden bu ayetler
realist bir gerçeği realist ve gerçekçi bir yöntemle ifade etmektedirler.
Kuşkusuz ifadede beliren benzetme ve mecazlar bu gerçeği canlı ve etkileyici
bir şekilde somutlaştırma amacına yöneliktir. Ne var ki, ifadenin kendisi de
bir gerçektir.
Bu ayetlerin ifade ettiği gerçek türü, başvurulan bu
tasvir etkenlerini zorunlu kılmaktadır. Evet bu bir gerçektir, ancak ruhsal
ve düşünsel bir gerçektir. Sadece deneyimli tadılabilecek bir gerçek. İfade,
sadece bu deneyimin zevkini gözler önüne serebilmektedir. O da, bu zevki
fiilen tadanlar için elbette.
Bu inanç, ölmüş kalplere yeniden canlılık verir.
Karanlıktan sonra kalbe bir ışık bahşeder. Bu hayatla birlikte daha önce hiç
bilmediği bir şekilde her şeyden bambaşka bir duyguyla tad alır, her şeyi
değişik tasvir eder, farklı değerlendirir. Bu ışığın aydınlığı altında ve
etki alanında, imanın aydınlattığı bu kalbin daha önce göremediği bir
şekilde her şey yepyeni bir görünüm kazanır.
Bu deneyimi sözcüklerle ifade etmenin imkânı yoktur.
Sadece tadanlar bilebilir. Bu deneyimin gerçek mahiyetinin en güçlü
taşıyıcısı kuşkusuz Kur'an ifadesidir. Çünkü Kur'an, bu deneyimi aynı
cinsten ve aynı özelliklere sahip renklerle tasvir etmektedir.
Küfür; yok olmayan, bitmeyen, kaybolmayan, öncesiz
ve sonrasız gerçek hayattan kopmadır. Ölümdür küfür. Varlık bütününde
faaliyet gösteren etkin güçten yoksun olmadır. O halde küfür ölümdür.
Fıtratın alıcı ve verici hızlarının işlemez hale gelmesidir, körelmesidir.
Demek ki ölümdür küfür.
İman ise bağlılıktır, istemektir, vermektir,
kısacası hayattır...
Küfür ruhun açılmasını ve doğmasını engelleyen bir
perdedir. O, karanlıktır... O, organlara ve duygulara vurulan bir kilittir.
O halde karanlıktır o. Şaşkınlık içinde şaşkınlıktır, sapıklıktır küfür.
Kısacası karanlıktır.
İman ise; derin anlayış ve görüştür. Kavrayış ve
dengedir. Bütün anlamlarıyla nurdur iman...
Küfür büzülüp, taşlaşmaktır. Çünkü, o, sıkıntıdır.
Fıtratın kolay yolundan ayrılmaktır. Çünkü zorluktur. Güvenilir bir
himayenin verdiği huzurdan yoksun olmadır. Kısacası bunalımdır, küfür.
İman ise; genişlik, kolaylık, huzur ve yayılmış bir
gölgedir.
O halde kâfir nedir? Şu varlık toprağında bir
kökten, bir damardan yoksun zavallı bir bitkidir. Varlığın yaratıcısıyla
bağları kopmuş bir fertten başka birşey değildir. Bu yüzden varlık bütünüyle
de bağları kopmuş durumdadır. Bireysel varlığının sınırlı bağlarının dışında
bir bağla ilgi kuramamaktadır. O da en dar sınırlar içinde
gerçekleşebilmektedir. Hayvanların yaşadığı sınırlar içinde... Duygulardan
ayrıca, duyguların varlığın dış görünümünden algıladığı şeylerden oluşan
sınırlar..
Kuşkusuz Allah'a bağlanmak ve Allah için kenetlenmek
ölümlü, fani bireyi öncesiz ezele ve sonrasız ebede bağlar. Sonra onu
sonradan meydana gelmiş evrene, görülen hayata bağlar. Ardından iman
kafilesine, çağlar boyu ardarda gelen ve zamanın derinliklerine kök salmış
biricik ümmete bağlar. Kendini birçok kökün, sonsuz bağların ve varlıkların
içinde bulur. Coşkun, uzayıp giden, sürekli ve sınırlı ömrünün bitmesiyle
tükenmeyen bir varoluştur.
İnsan bu nuru kalbinde bulunca, bu dinin
gerçeklerini, davranış ve hareket metodunu olağanüstü bir şekilde karşısında
bulur. Bu nuru kalbinde bulduğunda karşılaştığı bu sahne göz kamaştırıcı,
olağanüstü bir sahnedir. Bu dinin tabiatında ve gerçeklerinde yer alan
harikulâde ve kapsamlı uyum sahnesidir. Bu dinin hareket metodundaki ve
yayılış yöntemindeki son derece güzel ve ince evrim sahnesidir. Bu din,
artık birtakım inanç ilkeleri, ibadet şekilleri, yasalar ve direktifler
yığını olarak belirmez. Aksine birbirine girmiş, birbirine dayanmış, uyum
içinde ve birbirine karışmış bir plan olarak belirir. Bu din canlı, fıtratın
ihtiyaçlarına cevap veren, derin bir yakınlık, güvenilir bir doğruluk, sevgi
ve şefkat içinde fıtratla uyuşur bir konumda belirir.
İnsan bu nuru kalbinde bulduğu zaman varlık
bütününe, hayata ve gerek evrende, gerekse insanlık aleminde meydana gelen
olaylara ilişkin gerçekleri açık seçik görür. Yine olağanüstü ve göz
kamaştırıcı bir sahnede görür tüm bunları. Önü ve sonu sağlam bir düzen
içinde belirlenmiş titiz, ancak fıtrata uygun ve kolay evrensel yasaların
sahnesi... Bu evrensel yasaların arka planında yer alan ve onları işlemek
için sürükleyen her şeyi kuşatıcı, serbest ve her şeye gücü yeten ilâhî
iradenin sahnesi... Bu evrensel yasaların çerçevesinde yer alan insanların
ve olayların oluşturduğu sahne...
İnsan bu nuru kalbinde bulduğu zaman her işte, her
hususta ve her olayda bir netlik görür. Kendi içinde, amaçlarında,
düşüncelerinde, planlarında ve hareketlerinde bir açıklık görür. İster
yürürlükteki evrensel ilâhî kanunlarda olsun, ister insanların
hareketlerinde, amaçlarında, gizli-açık planlarında olsun, çevresinde olup
biten şeylerde bir açıklık görür. Gerek kendi içinde ve aklında, gerekse
çevresindeki olgularla bir kitabı okur gibi olayların ve tarihin yorumunu
bulur.
İnsan bu nuru kalbinde bulduğu zaman,
düşüncelerinde, duygularında ve düşlerinde bir aydınlık, aklında, durumunda
ve eğiliminde bir rahatlık görür. İşlerin olmasında ve meydana gelmesinde,
olayların öncesinde ve sonrasında yumuşaklık ve kolaylık bulur. Her durumda
ve her anda huzur, güven ve kesin inancın rahatlığı içinde bulur kendini.
İşte Kur'an'ın eşsiz ifade tarzı, ilham yüklü
etkenleriyle bu gerçeği bu şekilde tasvir etmektedir:
"Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar
arasında yürürken yararlandığı bir ışık verdiğimiz kimse karanlıklar içinde
bocalayıp aradan bir türlü dışarı çıkamayan kimse gibi midir?"
Bu din gelmeden önce bu durumdaydı müslümanlar.
Ruhlarına iman üflenip diriltilmeden önce, yani canlılık, hareket, doğmak ve
ortaya çıkmaktan oluşan bu olağanüstü enerji bahşedilmeden önce böyleydiler.
Kalpleri ölüydü. Ruhları karanlıklar içindeydi. Sonra kalplerine birden iman
serpildi ve kendilerine geldiler. Ruhlarında bir nur doğdu, birden
aydınlanıverdiler. Ruhlarından nur fışkırmaya başlamıştı. İnsanlar arasında
bu nurla yürüyor, sapıklara onunla yol göstericilik yapıyorlardı. Yoldan
ayrılan kaçkınları topluyor, ürkeklere güvence veriyorlardı. Köleleştirilen
insanlara özgürlük bahşediyorlardı. İnsanlık için yolun işaretleri belirmiş
ve yeryüzünde yeni bir insanın doğuşu duyurulmuştu. Özgür ve aydın
insanın... Sadece Allah'a kul olmak suretiyle kullara kul olmaktan kurtulmuş
insanın...
Allah'ın, ruhuna hayat üflediği, kalbine aydınlık
bahşettiği bir kimse, karanlıklar içinde bocalayıp bir türlü oradan çıkamama
durumunda olan birisi gibi midir?
Bunlar birbirinden çok uzak iki ayrı alemdir. O
halde çevresinde her tarafı aydınlatan nura rağmen karanlıklar içinde
bocalayanı engelleyen nedir?
"İşte böylece kâfirlere yaptıkları kötülükler çekici
geldi."
İşte sır buradadır... Küfrün, karanlığın, ölümün
çekiciliği ve süslenmişliği söz konusudur. En başta bu çekiciliği doğuran
Allah'ın iradesidir. İnsan fıtratını hem aydınlığı, hem de karanlığı sevmek
gibi çift yetenekli kılan O'dur. Böylece karanlığı; ya da aydınlığı seçmekle
insanı sınamaktadır. Karanlığı tercih ettiği zaman, Allah'ın iradesi bunu
kendisine hoş gösterir, çekici kılar. O da sapıklıkta inat eder, giderek
karanlıktan çıkamaz ve geri dönemez olur. Sonra birbirlerini aldatmak için
yaldızlı sözler fısıldayan ve kâfirlere yapa geldiklerini süslü gösteren ve
çekici kılan insanlardan ve cinlerden şeytanlar vardır. Hayattan, imândan ve
ışıktan-kopmuş durumdaki bir kalp, karanlıklar içinde ancak vesveselere
kulak verir. Hiçbir şey göremez, duyumsayamaz, bu koyu karanlıkta doğru yolu
sapıklıktan ayırdedemez. İşte böylece kâfirlere yaptıkları kötülükler çekici
göründü...
İşte aynı yolla, aynı nedenlerden ötürü ve bu
kurallara dayanarak yüce Allah her şehrin büyüklük taslayan suçlularının
komplolar düzenlemelerini diledi ki; imtihan tamamlansın, kader uygulansın,
hikmet gerçekleşsin, herkes kendisi için kolaylaştırılan yolda yürüsün ve
yolculuğun sonunda herkes yaptığının karşılığını görsün...
"Tıpkı bunun gibi her kentin kimi ileri gelenlerini
o kentin hakka karşı komplo düzenleyen azılı günahkârları yaptık. Aslında
onlar kendilerine karşı komplo düzenlerler, ama bunun farkında değildirler."
Her kentte -büyük kent ve başkentte- büyüklük
taslayan suçlulardan bir grubun Allah'ın dinine karşı düşmanca bir tavır
takınmaya yatkın olmaları her zaman için geçerli olan bir kuraldır. Çünkü
Allah'ın dini ise, bu büyüklük taslayanların insanlara haksızlık aracı
yaptıkları iktidardan, insanları kendilerine kul konumuna getirdikleri
Rabblıktan ve insanları köleleştirmek için kullandıkları hakimiyetten
soyutlanmaları noktasında başlamaktadır. Tüm bu nitelikleri Allah'ın dini,
tek başına insanların Rabbı, insanların sahibi ve insanların ilahı olan
Allah'a vermektedir.
Yüce Allah'ın peygamberlerini gerçekle birlikte
göndermesi fıtratın özünde yer eden bir kuraldır. Bu gerçek sayesinde
ilâhlık taslayanlar ilâhlıktan, Rabblıktan ve egemenlikten soyutlanırlar. Bu
yüzden Allah'ın dinine ve O'nun peygamberlerine düşmanlıklarını açığa
vururlar. Sonra da kentlerde çeşitli komplolar kurarlar. Aldatmak için
birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Hak ve doğruluğa karşı
başlattıkları savaşta batıl ve sapıklığın yayılmasında ve görünüşte
korkutucu olan komplolarla insanları değersiz hale getirmekte, cinlerden
şeytanlarla yardımlaşırlar.
Bu, her zaman için geçerli bir kuraldır... Ve
çarpışma kaçınılmazdır. Çünkü bu savaş, Allah'ın dininin başta gelen ilke
-yani egemenliği bütünüyle Allah'a özgü kılmak- ile kentlerdeki suçluların
ihtirasları, hatta bizzat varlıkları arasındaki eksiksiz çelişkiye
dayanmaktadır.
Bir peygamberin girişmekten başka seçeneği yoktur bu
savaşa. Peygambere inananların da savaşa girişmekten ve sonuna kadar bu
savaşı sürdürmekten başka yapacakları bir şey yok. Bu arada yüce Allah
dostlarına güvence veriyor: Büyüklük taslayan suçluların komploları ne kadar
büyük ve sürekli olursa olsun, sonuçta kendilerinden başka kimseye bir şey
dokunduramayacaklardır. Kuşkusuz müminler bu savaşa tek başlarına
girişmiyorlar, bu savaşta yardımcıları ve dostları Allah'tır. O kendilerine
yeter. Ve O komplocuların komplolarını başlarına geçirir.
"Aslında onlar kendilerine komplo düzenlerler, ama
bunun farkında değildirler."
O halde müminler kendilerinden emin olsunlar.
Sonra Kur'an'ın akışı Allah'ın peygamberlerine ve
O'nun dinine düşman olanların içlerinde yer eden kibirin mahiyetini gözler
önüne seriyor. Bu kibir onları İslâm'a girmekten alıkoyuyor. Çünkü onlar,
herkes gibi Allah'a kul olmaktan korkuyorlar. Bu yüzden avam içinde
özelliklerini koruyacak kişisel ayrıcalıklar istiyorlar Peygambere inanmak,
ona teslim olmak ağır geliyor onlara. Yurttaşlara karşı Rabblık makamında
bulunmaya, onlar için kanunlar koyup bunların kabul edilmesini görmeye,
emirler yağdırıp buna karşılık itaat ve boyun eğmelerini istemeye
alışmışlar. Bu yüzden Allah'ın peygamberlerine verilenler bize de
verilmediği sürece kesinlikle inanmayacağız türünden iğrenç olduğu kadar
aptalca da olan lâflar edip duruyorlar:
"Onlara bir ayet gelince, "Allah'ın peygamberlerine
verilen vahiy aynen bize de verilmedikçe asla inanmayız" derler."
Velid b. Muğire şöyle demişti: "Şayet peygamberlik
bir hak olsaydı, ben senden daha çok bunu hak ederdim. Çünkü ben yaşça
senden daha büyüğüm. Malım da seninkinden çoktur." Ebu Cehil de; "Ona
geldiği gibi bize de vahiy gelmediği sürece hiçbir zaman ondan hoşnut
olmayacağız, ona uymayacağız" demişti.
Nefislerdeki bu büyüklenmenin, büyüklük taslayan bu
adamların yurttaşlar arasında özellikli olmayı istemenin... Bu özelliğin
belirtisi de kendilerinin emir vermeleri, yurttaşların da uyup itaat
etmeleridir... Evet bunun nedeninin içlerindeki küfrün ve peygamberlere ve
dine düşmanca tavır takınmalarının kendilerine hoş görünmesi olduğu gayet
açıktır.
Yüce Allah bu iğrenç ve aptalca sözlerine karşın,
önce mesajını iletecek, peygamberi seçme işini ve bu evrensel ve önemli
görevi yerine getirmeye kimin lâyık olduğunu belirlemenin kuşatıcı bilgisine
bırakıldığını belirtmekle, ikinci olarak da tehditle, küçümsemekle ve kötü
sonlarını hatırlatmakla karşılık vermektedir onlara:
" ..Oysa Allah peygamberlik görevini kime vereceğini
herkesten iyi bilir. Bu azılı günahkârlar düzenledikleri komplolardan ötürü
Allah katında aşağılanmaya ve ağır azaba çarpılacaklardır."
Kuşkusuz peygamberlik son derece ürpertici ve önemli
bir iştir. Öncesiz ve sonrasız ifadenin kullardan bir kulun hareketine
bağlandığı evrensel bir görevdir. Burada, yüceler alemi insanın sınırlı
dünyasıyla, gök yerle, dünya ahiretle birleşiyor. Peygamberliğin temsil
ettiği gerçek, bütün insan kalbinde, insanlığın pratik hayatında ve tarihin
sürecinde somutlaşıyor. Burada insan bünyesi tamamen Allah'a özgü olmak için
kişisel payından soyutlanır. Bu soyutlanmanın, sadece niyet ve davranışta
olması yeterli değildir. Bu önemli fonksiyonun doldurduğu yerin de bütünüyle
arınmış olması gerekir. Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) kişiliği,
bu gerçekle kaynağının doğrudan ve eksiksiz bir bağ kurduğu bir buluşma
noktası konumundadır. Peygamberin kişiliği, sadece bireysel bir unsur olarak
doğrudan ve eksiksiz bir buluşmanın hiçbir engel ve kayıtla karşılaşmaksızın
meydana gelmesine uygun olmasından dolayı bu bağı kurabilmektedir.
Mesajını nereye bildireceğini, milyonlarca insan
arasında, "Sen bu ürpertici ve önemli görev için seçilmişsin" denecek kişiyi
seçmeyi sadece yüce Allah bilir.
Peygamberlik makamına ulaşmak isteyenler ya da
peygambere gelen vahyin kendilerine de gelmesini isteyenler... Esasen bu iş
için uygun olmayan özelliklere sahip kimselerdir. Bir kere bunlar
kişiliklerini evrensel varlığın ekseni konumuna getiriyorlar. Peygamberler
ise daha başka bir tabiata sahiptirler. Gelen mesajı teslimiyetle
karşılayan, kendini feda eden ve kişiliğini unutan bir tabiattır bu.
İstemeden ve beklenti içinde olmadan verilir peygamberlik. Nitekim, Kur'an-ı
Kerim'de, "Sen bu kitabın sana verileceğini ummazdın. O, ancak Rabbinin bir
rahmetidir." (Kasas Suresi: 86) denmektedir. Bütün bunlardan sonra, bu
adamlar bu korkunç görevin önemini kavrayamayan bilgisiz kimselerdir. Sadece
yüce Allah'ın bu işe uygun birini seçebileceğini bilmiyorlar.
Bu nedenle onlara oldukça kesin bir cevap veriliyor:
"Allah peygamberlik görevini kime vereceğini
herkesten iyi bilir."
Allah mesajını bildiği kişiye vermiştir.
Yarattıklarının içinde en üstün ve en içten olanını seçmiştir. Allah'ın
yarattıklarının en iyisi ve peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'e kadar
peygamberlerini ulu bir kafile kılmıştır. (Allah'ın salât ve selâmı
üzerlerine olsun.)
Ardından Allah katında aşağılanmaya, alçalmaya ve
onur kırıcı şiddetli azabla ilgili tehdit yer alıyor:
"Bu azılı günahkârlar düzenledikleri komplolardan
ötürü Allah katında aşağılanmaya ve ağır azaba çarpılacaklardır."
Allah katında aşağılanma; yurttaşlara karşı
ululanmanın, gerçeğe karşı büyüklenmenin ve peygamberlik makamına göz
dikmenin karşılığıdır. Ağır azab ise; zorlu komplolar kurmaya, peygamberlere
düşman olmaya ve müminleri işkence etmeye karşılıktır.
En sonunda sözünü ettiğimiz bu gezinti, gönüllerde
ve ruhların derinliklerinde hidayet ve imanın durumunu tasvir etmekle
bitiyor:
"Allah kimi doğru yola iletmek isterse, göğsünü
İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü sanki göğe çıkıyormuş gibi,
dar ve tıkanık yapar. Bunun yanısıra Allah, inanmayanları iğrençliğe mahkûm
eder."
Allah kime doğru yolu takdir ederse -doğru yola
ulaşmayı isteyen ve deneme amacıyla kendisine verilen seçme özgürlüğü
arasında O'na yönelen kişiye ilişkin geçerli kural uyarınca- "göğsünü
İslâm'a açar" ufkunu genişletir, kolaylıkla ve istekle İslâm'ı kabul
etmesini sağlar. Onun hareketlerini yönlendirir, ona güven verir. Böylece
İslâm'la huzur ve rahata kavuşur.
Kimin içinde sapıklık dilerse -doğru yoldan kaçan ve
fıtratını ona kapatan kimsenin sapmasına ilişkin geçerli kural uyarınca-
"göğsünü sanki göğe çıkıyormuş gibi, dar ve tıkanık yapar." O doğru yola
kapalıdır, duyu organları körelmiştir, bu yüzden İslâm'ı kabul etmekte
zorlanır, sıkılır; "Sanki göğe çıkıyormuş gibi." Bu göğe yükselirken meydana
gelen nefesin daralması, göğsün sıkılması ve baygınlık geçirilmesi gibi
somut bir şekilde ifade edilen psikolojik bir durumdur. Hafs okuma tarzında
olduğu gibi " "çıkıyor" kelimesinin yapısı da bu zorluğu, tıkanmayı ve
çabayı ifade etmektedir. Vurgusu da tüm bunları akla getirdiği gibi gözler
önüne serilen sahne pratik durum ve bir tek melodideki bu sözlü ifadesiyle
de uyum oluşturmaktadır.
Sahne yerinde bir değerlendirmeyle son buluyor
"Bunun yanısıra Allah inanmayanları iğrençliğe
mahkûm eder."
İşte böyle... Yüce Allah'ın kaderinin doğru yola
ulaşmasını istediğinin göğsünü açmak ve sapıtmasını istediğini zora sokmak,
çabalatmak ve eziyet etmek şeklinde cereyan etmesi gibi... Allah
inanmayanları bu şekilde azaba mahkûm eder. Ayette geçen "Rics" kelimesinin
bir anlamı, azap olduğu gibi biri de iğrençliktir. Her ikisi de sahnede yer
alan azaba renk katmaktadır. Bu sahne giderek azaba bulaşmakta, ona
dönüşmekte, en sonunda, ondan ayrılmaz bir duruma gelmektedir. İfadede
verilmek istenen mesaj da budur zaten.
Bununla beraber, "Allah kimi doğru yola iletmek
isterse, göğsünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü, sanki göğe
çıkıyormuş gibi, dar ve tıkanık yapar. Bunun yanısıra Allah, inanmayanları
iğrençliğe mahkûm eder." Ayeti üzerinde biraz daha açıklamada bulunmak
gereğini duyuyorum. Gerek bu ayetin, gerekse yüce Allah'ın iradesi ile
insanların yönelişleri arasındaki karşılıklı iletişim ve ilgiye, insanların
payına düşen hidayet ve sapıklığa, bunun ardından karşılaştıkları ceza,
cevap ve sorgulanmaya ilişkin Kur'an'da yer alan benzeri ayetlerin dile
getirdikleri bu gerçeği iyice algılayabilmek için, zihinsel mantığın
alanının dışında, beşeri kavrama mantığından tamamen farklı diğer bir
mantığı devreye sokma gereği doğmaktadır. Bu konu etrafında gerek İslâm
düşünce tarihinde (özellikle mu'tezile, ehl-i sünnet ve mürcie arasında)
gerekse teoloji ve felsefe tarihinde meydana gelen tüm tartışmalar ileri
sürülen tüm önermeler ve bunlar etrafında geliştirilen tüm yorumlar zihinsel
mantığın mührüyle damgalanmıştır.
Kuşkusuz bu gerçeği algılayabilmek için beşeri
kavrama mantıklarından farklı, zihinsel mantığın alanının dışında diğer bir
mantığı kullanma zorunluluğu vardır. Aynı zamanda "yaşayan realite" ile
karşılıklı iletişim kurmak gerekir, zihinsel önermelerle değil. Çünkü
Kur'an, her insan bünyesinde, hem de varlık olgusunda yer alan pratik bir
gerçeği tasvir etmektedir. Bu gerçekte, hiçbir zihinsel mantığın
kavrayamayacağı kapsayıcılıkta Allah'ın iradesi ve kaderi ile, insanın
iradesi ve hareketleri arasında bir birliktelik göze çarpmaktadır.
İnsanı hidayete ya da doğru yola zorlayan Allah'ın
iradesidir denecek olursa, bu realiteyi ifade etmeyecektir. Aynı şekilde her
konuda sonucu belirleyen insanın iradesidir denecek olursa, bu da realiteyi
dile getirmeyecektir. Kuşkusuz bu pratik gerçek, ilâhî iradenin özgürlüğü ve
etkin otoritesi ile kulun seçme özgürlüğü ve isteğe bağlı yönelişi
arasındaki ince ve aynı zamanda gaybi bir orandan oluşmaktadır. Bunlar
arasında bir çelişki bir çatışma söz konusu değildir.
Ancak bu "pratik" gerçeği, zihinsel mantığın
sınırları içinde kalarak, zihinsel önermeler ve insanların bu önermelere
ilişkin yorumları şeklinde kavramak mümkün değildir. Çünkü konuyu ele alış
metodunu ve yönelme yöntemini belirleyen gerçeğin türüdür. Bu nedenle
zihinsel mantık yürütme metodu ve diyalektik önermeler bu konuda hiçbir
yarar sağlayamazlar.
Aynı şekilde bu gerçeği realist bir olgu olarak
kavrayabilmek için eksiksiz ruhsal ve aklî deneyimi tatmak gerekmektedir.
Kuşkusuz fıtratını İslâm'a yönelten kişi göğsünde ona karşı bir açılma
bulacaktır. Tabii ki bu, kesinlikle Allah'ın eseridir. Göğüsteki açıklık
sonradan meydana gelen bir olaydır ve bu da ancak Allah'ın takdiriyle
olabilir. Bunu yaratan ve ortaya çıkaran O'dur. Fıtratını sapıklığa yönelten
de, göğsünde bir daralma, tıkanma ve zorluk bulacaktır. Bu da kesinlikle
Allah'ın eseridir. Bu olay da sonradan meydana gelmiştir. Fiilen var olması,
Allah'ın yarattığı ve yürürlüğe koyduğu takdir sonucudur. Her ikisi de kula
yönelik Allah'ın iradesinin ürünüdürler. Ancak bu irade zorlayıcı değildir.
Bu sadece, insan denen yaratığın bu kadarlık bir iradeyle denenmesine ve bu
kadarlık iradeyi hidayet ya da sapıklığa yönelişte kullanması sonucu meydana
gelmesi gerekeni oluşturması için Allah'ın kaderinin cereyan etmesine
ilişkin yürürlüktedir ve etkin kanunu belirleyen iradedir.
Zihinsel bir önermenin' karışına yine zihinsel bir
önerme konduğu, bu iki önerme arasındaki iletişim gerçeğin gizli yönlerine
yönelik dokunuşların ve realist bir iletişimin varlığı olmaksızın
beraberliği gerçekleştiği zaman, bu gerçeğin eksiksiz ve doğru bir şekilde
kavranması hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. İslâmî tartışmalarda ve diğer
konularda uygulanan yöntem hep bu olmuştur.
O halde başka bir metoda başvurmak ve bu büyük
gerçekle doğrudan doğruya iletişim kurmanın tadına varmak kaçınılmazdır.
Ardından yine Kur'an'ın akışına dönüyoruz.
Bu ayetler grubu bir bütün olarak, sanki daha önce
açıklanan kesilmiş hayvanlar konusu üzerine yapılmış bir değerlendirme
olarak yer alıyor ve bunu da diğerine bağlıyor. Böylece bu, akışta, bilinçte
ve bu dinin yapısında tek bir demet oluşturuyor. Çünkü kesilmiş hayvanlar
sorunu kanun koyma sorunudur. Kanun koyma sorunu ise, hakimiyet sorunuyla
ilgilidir. Hakimiyet konusu da imana ilişkindir. Bu yüzden de burada bu
şekilde imandan söz edilmesi konunun gereğidir ve yerindedir.
Sonra bu bölümde yer alan en son değerlendirme
yapılıyor. Bu değerlendirme, bu bölümü ve ötekini son noktaya bağlıyor. Bu
da, o da Allah'ın doğru yoludur. Bunlardan birinin dışına çıkmak, bu doğru
yolun dışına çıkmak demektir. Her ikisine birlikte uymak, inanç ve şeriat
olarak, insanı esenlik yurduna ve yüce Allah'ın öğüt alan kullarına yönelik
dostluğuna götüren yolu takip etmektir.
126- "Bu, Rabbinin
doğru yoludur. Biz öğüt almaya açık kimselere ayetlerimizi ayrıntılı biçimde
anlattık. "
127- "Onlar için,
Rabbleri katında, esenlik yurdu vardır. İşledikleri iyi amellerden ötürü O,
onların dostudur. " '
İşte yol budur. Rabbinin yolu... Sağlamlığıyla,
insana güvence veren, insanı duygulandıran, sonucu bakımından bir muştu
niteliği taşıyan bu bağlantı ile... O'nun, doğru yola ve sapıklığa ilişkin
yolu işte budur. Budur O'nun helal ve haramla ilgili yasası... Her ikisi de
Allah'ın ölçüsünde eşittirler. Bu durum, O'nun Kur'an'ında birbirlerine
yakın ifadelerle dile getirilmektedir.
Kuşkusuz yüce Allah ayetlerini ayrıntılı biçimde
açıklamış, duyurmuştur. Ancak hatırlayanlar, unutmayanlar, bunlardan
habersiz olmayanlar bu duyurudan ve bu açıklamadan yararlanan kimselerdir.
Çünkü mümin kalp hatırla= yan ve asla unutmayan bir kalptir. Açık, geniş ve
rahat bir kalptir. Alan, aldığına karşılık veren diri bir kalptir.
Öğüt alanlar için, Rabbleri katında esenlik yurdu
vardır. Huzur ve güven yurdu. Bu, Rabbleri katında hazırlanmış ve kaybolması
mümkün olmayan bir mükafattır. Onların dostu, yardımcısı, gözeticisi ve
koruyucusu O'dur. Tüm bunlar yaptıklarından dolayıdır. Bu, imtihanda
başarılı olmanın karşılığıdır.
Bir kere daha kendimizi bu inancın temel
gerçeklerinden önemli bir gerçekle karşı karşıya buluyoruz. Allah'ın doğru
yolu hakimiyet ve şeriat olarak somutlaşmaktadır. Bunların da ötesinde iman
ve akide olarak. Bu, yüce Allah'ın belirlediği şekliyle bu dinin temel
özelliğidir.
Okuyacağımız bölüm bütünüyle geçen dersten ayrı
değerlendirilemez. Onun devamı sayılır. Bu da geçen ders gibi peş peşe gelen
ardışık ve aynı türden mesajları kapsamaktadır. Bu bölüm bir açıdan
-Allah'ın yoluna uyanların sonları açıkladıktan sonra- insanlardan ve
cinlerden şeytanların sonlarını tekrar açıklamaktadır. Bir açıdan da surenin
bu yerinde ele alınan hakimiyet ve şeriat sorunu münasebetiyle söz konusu
edilen iman ve küfür sorununu tekrar ele almaktadır. Ayrıca bu sorunu, İslâm
inancında yer alan diğer temel gerçeklere bağlamaktadır. Bunlar arasında,
-uyarı ve müjdelemeden sonra- dünyada kazanılanlara karşılık verilmesi,
dostlarıyla birlikte şeytanları ortadan kaldırıp yerlerine başkalarını
getirme gücüne sahip Allah'ın otoritesi ve Allah'ın azabı karşısında bütün
insanların zayıflığı gerçeği yer almaktadır. Bütün bunlar inanca ilişkin
gerçeklerdir. Daha önce kesilmiş hayvanların helal veya haram oluşu söz
konusu edilirken hatırlatılmışlardı. Sonraki halkada meyve, hayvan ve
çocuklardan adaklara, bu konulardaki cahiliye gelenek ve düşüncelerine
ilişkin açıklamalar yer almıştı. Bütün bu sorunlara ilişkin açıklamalar
birbiri ile bütünleştirilmekte, dinin belirlediği doğal konumuna
yerleştirilmektedir. Bunun nedeni, tüm bunların aynı düzeyde inançla ilgili
sorunlar olmalarıdır. Yüce kitabında belirlediği şekliyle Allah'ın ölçüsünde
bunlar arasında bir fark gözetilmez.
Geçen parçada, yüce Allah'ın göğüslerini İslâm'a
açtığı, dolayısıyla kalpleri uyanık kalan ve gerçeklerden habersiz olmayan,
böylece esenlik yurduna doğru yol alan ve sonuçta Allah'ın dostluğuna ve
koruyuculuğuna kavuşanlara ilişkin uzun bir açıklama yer almıştı. Şimdi de
"Kıyamet sahnelerinin" sunulmasında genelde Kur'an'ın başvurduğu yöntem
gereği sahnede karşıt bir tablo gözler önüne seriliyor. Aldatmak, kandırmak
ve yoldan çıkarmak için kimisi kimisine yaldızlı sözler fısıldayarak
hayatlarını geçiren, tüm peygamberlere düşmanlıkla birbirleriyle dayanışma
içinde bulunan ve Allah'ın kendileri için koyduğu helal ve haram noktasında
müminlerle tartışmak için bazısı bazısına ilham veren insanlardan ve
cinlerden şeytanlar sunuluyor. Bunları, son derece hareketli, canlı,
karşılıklı konuşma, itiraf, azarlama, hüküm ve değerlendirme kapsayan ve
Kur'an'da yer alan kıyamet sahnelerinin içerdiği canlılık fışkıran bir
sahnede canlandırıyor.
128- Allah, insanlar
ile cinleri biraraya topladığı gün, "Ey cinler, çok sayıda insanı
ayarttınız" der. Cin/erin insandan yardakçıları da, "Ey Rabbimiz birbirimizi
kul/anarak bizim için belirlemiş olduğun süreyi doldurduk " derler. O da
"Barınağınız, orada sürekli kalmak üzere cehennem ateşidir. Yalnız Allah'ın
affetmeyi diledikleri müstesna" der. Hiç kuşkusuz Rabbin hikmet sahibidir ve
her şeyi bilir.
129- İşte böylece
biz, işledikleri kötülüklerden ötürü kimi zalimleri diğerlerinin peşine
takarız.
130- "Ey insanlar ve
cinler, size ayetlerimi an/atan ve bu günle karşı/aşacağınıza ilişkin sizi
uyaran içinizden peygamberler gelmedi mi?" On/ar da "Kendi aleyhimize
şahitlik ederiz" derler. Dünya hayatı onları aldattı da kâfir olduklarına
kendi aleyhlerine şahitlik ettiler.
131- Bu, şunu
kanıtlar ki, Rabbin, gerçeklerden habersiz olan bir kentin ha/kını haksız
yere as/a helâk etmez.
132- Herkesin,
yaptığı işlere göre birbirinden farklı derecesi vardır. Rabbin onların
yaptıklarından habersiz değildir.
Sahne gelecekte tümüyle toplanacakları günde
başlıyor. Ancak dinleyen için olmuş bitmiş bir olay haline dönüştürüyor.
Karşısında görebileceği bir duruma getiriyor. Bu da ifadede bir tek sözcüğün
yutulmasıyla gerçekleşiyor. Cümlenin takdir edilen şekli şöyledir.
"Allah insanlar ile cinleri biraraya topladığı gün"
-şöyle der-: "Ey cinler... ile insanlar..." Ne var ki, ifadede -der- sözcüğü
yer almıyor. Bu ise, ifadeyi uzak bir olayın tasvirinden çıkarmakta ve akışı
beklenen geleceğin anlatımından çıkarıp gözle görülen realitenin ifadesine
dönüştürmektedir. Bu da Kur'an'ın eşsiz tasvir özelliklerindendir.
O halde canlandırılan hareketli sahneyi izleyelim:
"Ey cinler, çok sayıda insanı ayarttınız."
Size uyan, kışkırtmalarınızı dinleyen,
vesveselerinize itaat eden ve adımlarınızı takip eden birçok insan buldunuz.
Bununla sadece haber verme amacı güdülmüyor. Çünkü cinler, birçok insanı
ayarttıklarını biliyorlar. Burada suçun tescili amaçlanıyor; nerdeyse
sahnede göreceğimiz büyük topluluğu saptırma suçu... Bu kalabalık içinde
belirtileri biraraya getirilen suçtan dolayı azarlama amacı güdülüyor. Bu
yüzden cinler, bu söze karşılık herhangi bir şey söylemiyorlar. Fakat
şeytanların vesvesesine kapılmış gururlu ve cahil insanlar cevap veriyor!
"İnsanlardan yardakçılar; "Ey Rabbimiz birbirimizi
kullanarak bizim için belirlemiş olduğun süreyi doldurduk! derler."
Bu cevap, şeytanları takip edenlerin gerçeklerden
habersiz oluşlarını ve hafifliklerini ortaya çıkarmaktadır. Aldatma
yurdundayken şeytanların ruhlarına etki ettikleri noktayı da gözler önüne
sermektedir. Cinlerin aldatması ve süslü göstermesi sonucu kendilerine hoş
gösterdikleri fikir ve düşüncelerden, pohpohlama ve eğlencelerden,
gizli-açık günahlardan yararlanıyorlardı. İşte bu yararlanma gediğinden,
şeytan içlerine girdi. Bu kibirli aptallardan yararlandılar. İblisin
insanlık alemindeki amacını gerçekleştirmek için onları eğlendiriyor,
aşağılıyor ve alaya alıyorlardı. Bu aptal ve basit kimseler de bunun
karşılıklı yararlanma olduğunu, hem kendilerinin, hem de onların
yararlandığını sanıyorlardı. Bu yüzden şöyle diyorlardı:
"Ey Rabbimiz birbirimizi kullandık."
Bu oyalanma hayat boyu sürdü. Ta ki, süre doldu.
Bugün kendilerine süre tanıyanın sadece yüce Allah olduğunu, oyalanırken
bile O'nun kontrolü altında olduklarını biliyorlar:
"Bizim için belirlemiş olduğun süreyi doldurduk."
Bu noktada kesin hüküm geliyor ve adil cezayı
bildiriyor:
"Barınağınız, orada sürekli kalmak üzere cehennem
ateşidir. Yalnız Allah'ın affetmeyi diledikleri müstesnadır."
Ateş bir sığınaktır, bir barınaktır. Kalınacak bir
yurttur, hem de sürekli kalmak için. "Yalnız Allah'ın affetmeyi diledikleri
müstesna." Amaç, itikadî düşünce üzerinde egemen olan serbest ilahî irade
olduğu gibi kalsın... İlahî iradenin serbestliği bu düşüncenin temel
kurallarından biridir. Bu irade tutsak edilemez, bağlanamaz. Sonuçlarında
bile...
"Hiç kuşkusuz Rabbin hikmet sahibidir ve her şeyi
bilir."
İnsanlara ilişkin kaderi, bir hikmete ve bilgiye
göre gerçekleşir. Hikmet ve bilgi noktasında hikmet sahibi ve her şeyi bilen
Allah tektir. Sahnenin tamamlanması için karşılıklı konuşmalara yeniden
başlamadan önce, sahnenin son kısmı üzerine bir değerlendirme yapmaya
başlıyor ayetlerin akışı.
"İşte böylece biz, işledikleri kötülüklerden ötürü
kimi zalimleri diğerlerinin peşine takarız."
Cinlerle insanlar arasında oluşan bu dostluk ve bu
dostluğun gelip dayandığı son gibi. Evet tıpkı bunun gibi ve aynı kuraldan
ötürü işledikleri kötülükler nedeniyle zalimlerden kimisini kimisinin peşine
takarız. Tabiat ve gerçeklik noktasındaki benzerlikleri, yöneliş ve
hedefteki birliktelikleri ve kendilerini bekleyen sonucun bir oluşu
gerekçesiyle, bazısını bazısına dost kılarız. Bu genel bir kuraldır. O günkü
gerekçenin sınırlarını aşan uzun boyutlar vardır. Genel anlamda insanlardan
ve cinlerden şeytanların arasındaki dostluğun mahiyetini ele almaktadır.
Çünkü zalimler -bunlar herhangi bir şekilde Allah'a ortak koşan kimselerdir-
hak ve doğruluğa karşı biraraya gelir, her peygambere ve onlara inananlara
karşı düşmanlıkta birbirlerine yardım ederler. Farklı görünümlerine karşın
aynı karaktere sahip olmalarının yanında, insanlar üzerindeki Rabblık
hakkını gasbetmekte ve aynı şekilde Allah'ın hakimiyetinden kaynaklanan bir
sınırlama olmaksızın azgın ihtiraslarına dayanan aynı çıkarı
paylaşmaktadırlar.
Çıkarları bakımından didişmelerine, ihtilafa
düşmelerine rağmen bunları, her zaman birbirleriyle dayanışma içinde olan
bir kitle olarak görürüz. Özellikle Allah'ın dinine ve O'nun dostlarına
karşı savaşmada... Aralarındaki karakter ve hedef birliğine dayanmaktadır bu
dostluk. İşledikleri kötülük ve günahdan dolayı ahiretteki sonları da aynı
olacaktır. Tıpkı canlandırılan sahnede gördüğümüz gibi!
Günümüzde -ayrıca birçok asırdan beri- haçlılar,
siyonistler, putçular ve komünistler gibi insanlardan şeytanların arasında
önemli birleşmelere şahit oluyoruz. Aralarındaki çeşitli ihtilaflara rağmen
bu paktlar, İslâm'a saldırmada ve tüm yeryüzündeki İslâmî diriliş
hareketlerinin doğuşunu bastırmada biraraya gelmektedir.
Bu dehşet verici bir birleşmedir. İslâm'a savaş
açmak için, maddi ve kültürel güçlerin, bu birleşmenin ve şeytanî komplonun
amaçlarına uygun olarak hareket etmesi amacıyla bizzat bir zaman İslâm'ın
hakim olduğu bölgede kullanıma hazır araçların yanında, onlarca asrın
tecrübesinin devreye sokulduğu bir birliktir bu. Bu birleşmede yüce Allah'ın
şu sözünün işareti belirginleşiyor: "İşte böylece biz, işledikleri
kötülüklerden ötürü kimi zalimleri diğerlerinin peşine takarız." Ayrıca yüce
Allah'ın peygamberine verdiği güvence de bu işarete uymaktadır: "Eğer Allah
dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları asılsız uydurmalarıyla başbaşa bırak."
Ancak bu güvence, peygamberin adımlarını takip eden, bu dine ve müminlere
karşı girişilen savaşta O'nun fonksiyonunu devam ettirdiğini bilen mümin bir
topluluğun var olmasını gerektirmektedir.
Ayetlerin akışıyla birlikte sahnenin son bölümüne
dönüyoruz:
"Ey insanlar ve cinler, size ayetlerimi anlatan ve
bugünle karşılaşacağınıza ilişkin sizi uyaran içinizden peygamberler gelmedi
mi? Onlar da, "Kendi aleyhimize şahitlik ederiz" derler. Dünya hayatı onları
aldattı ve kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler."
Bu, olayı açıklığa kavuşturmak ve tescil etmek
amacına yönelik bir sorudur. Yoksa yüce Allah, dünya hayatındaki durumlarını
biliyordu. Bu soruya karşılık verdikleri cevapta, ahiretteki bu cezayı hak
ettiklerini belirtiyorlar.
Hïtap insanlara yönelik olduğu gibi cinlere de
yöneliktir. Acaba yüce Allah, insanlara peygamberler gönderdiği gibi,
cinlere de kendilerinden peygamberler göndermiş midir? İnsanlara görünmeyen
bu yaratıkların durumunu ancak yüce Allah bilir. Ancak ayet, cinlerin,
peygamberlere indirilenleri dinledikleri ve kavimlerine gidip onları
uyardıkları şeklinde yorumlanabilir. Tıpkı Ahkâf suresinde cinler hakkında
Kur'an'da anlatılanlar gibi.
"Kur'an'ı dinleyecek cinlerden birtakımını sana
yöneltmiştik. Onlar Kur'an-ı dinlemeye hazır olunca birbirlérine; "susun"
dediler. Kur'an'ın okunması bitince, herbiri birer uyarıcı olarak
kavimlerine döndüler."
"Şöyle dediler: Ey kavmimiz, doğrusu biz, Mûsâ'dan
sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan, gerçeği ve doğru yolu
gösteren bir kitap dinledik."
"Ey kavmimiz, Allah'a çağırana uyun ve O'na inanın,
Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi can yakıcı azabdan korusun."
"Allah'a çağıran kişiye uymayan kimse bilsin ki,
Allah'ı yeryüzünde aciz bırakamaz; onların O'ndan başka dostları da
bulunmaz. İşte onlar apaçık sapıklıktadırlar." (Ahkaf Suresi: 29-32)
Bu temelden hareketle, soru ve cevabın insanlarla
birlikte cinler için de geçeri olması mümkün oluyor. Bununla beraber konu
yüce Allah'ın kendine özgü kıldığı bilginin kapsamındadır. Bundan ötesini
kurcalamanın hiçbir yararı söz konusu değildir.
Her neyse... Cinlerden ve insanlardan sorgulananlar,
sorunun bu kadarla bitmediğini, olayı belirleme ve tescil etme, aynı zamanda
azarlama ve tehdit etme amacına yönelik olduğunu kavrıyorlar. Bunun üzerine
her şeyi itiraf edip bundan dolayı hak ettikleri cezayı kendi aleyhlerine
tescil ediyorlar:
"Kendi aleyhimize şahitlik ederiz, derler."
Bu noktada sorgulayan, sahneye müdahale ediyor ve
şöyle diyor:
"Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına
kendi aleyhlerine şahitlik ettiler."
Bu yorum, dünyadaki durumlarının gerçek mahiyetini
açıklama amacına yöneliktir. Gerçekten bu hayat onları aldatmış, gurur
onları küfre sürüklemiştir. Sonra bakın, işte onlar kendi aleyhlerine
şahitlik ediyorlar. Çünkü büyüklenmenin, inkârın yararı yoktur. İnsanın
kendisini böylesine sıkıntılı bir yerde bulmasından daha kötü bir sonuç
olabilir mi? Kendi kendini savunamaması, söylenenleri inkâr edememesi,
savunma amacıyla tek söz söylememesi...
Sahneyi canlandırırken, beklenen geleceği seyredilen
olguya dönüştürürken ve yaşanàn anı uzak mazi gibi gösterirken Kur'an'ın
başvurduğu eşsiz ifade tarzının önünde biraz duralım.
Kur'an şu anda yaşadıkları dünyada ve alıştıkları
yeryüzünde insanlara okunmaktadır. Ancak Kur'an, kıyamet sahnesini hazır ve
yakın bir olgu olarak sunuyor, dünya sahnesini ise uzak bir geçmiş olarak
gözler önüne seriyor. Öyle ki, biz bu sahnenin kıyamet günü gerçekleşeceğini
unutup olduğu gibi karşımızda bulunduğunu sanıyoruz. Kur'an uzak tarihten
söz eder gibi dünyadan söz ediyor.
"Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına
kendi aleyhlerine şahitlik ettiler."
Bu da olağanüstü düşündürme yöntemlerinden biridir.
Sahnenin bitmesi üzerine, insanlardan ve cinlerden
şeytanlara verilen cezaya, bu yığınların ateşe sürüklenişlerine, ayrıca
kendilerine peygamberlerin geldiklerini, Allah'ın ayetlerini kendilerine
anlattıklarını ve bugünkü karşılaşma konusunda uyarıda bulunduklarını
kabullenmelerine ilişkin verilen hükmü değerlendirmek için ayetlerin akışı
hitabı peygambere -salât ve selâm üzerine olsun O'nun ötesinde müminlere ve
tüm insanlara yöneltmektedir. Bir de sahne ve içinde olup bitenler üzerine,
uyarmadan Allah'ın azabının hiç kimseye dokunmayacağı, ayrıca gafletlerinden
uyandırılmadan, kendilerine Allah'ın ayetleri okunmadan ve uyarıcılar
tarafından uyarılmadan yüce Allah'ın kullarını zulümlerinden (yani ortak
koşmalarından) dolayı sorgulamayacağı değerlendirmesi yapılmak
istenmektedir.
"Bu, şunu kanıtlar ki, Rabbin gerçeklerden habersiz
olan bir kentin halkını haksız yere asla helâk etmez."
Yüce Allah'ın insanlara yönelik rahmeti,
peygamberler göndermeksizin ortak koşmalarından ve kâfir olmalarından dolayı
onları sorumlu tutmamayı gerektirmiştir. Fıtratlarına bahşettiği gerçek
Rabbine yöneliş yeteneğine -gerçi bu fıtratlar sapıtabilir- ve kendilerine
bahşettiği akıl ve kavrama gücüne-gerçi arzuların baskısı altında akıl
yoldan çıkabilir- ve apaçık evren kitabında yeralan işaretlere rağmen. Gerçi
insan bünyesindeki tüm alıcı cihazlar gün gelir işlevini göremez hale
gelebilir. Fıtratı üzerine bulaşmış tozlardan silkelemek, insan aklını
sapmaktan kurtarmak, bakışları ve duyguları körelmekten uzaklaştırma görevi
peygamberlere ve peygamberlik kurumuna verilmiştir. Azaplandırma da duyuru
ve uyarıdan sonra meydana gelen yalanlama ve kâfir olmaya bağlı kılınmıştır.
Bu gerçek, yüce Allah'ın insana yönelik rahmetini ve
lütfunu tasvir ettiği gibi, fıtrat ve akıldan oluşan insanın algılama
organlarının değerini de ortaya koymaktadır. Aynı zamanda inanca
dayanmadıkları ve dine bağlı olmadıkları sürece bu organların kendi
başlarına sapıklıktan korunamayacaklarını, kesin bir bilgiye
ulaşamayacaklarını ve arzuların baskısına dayanamayacaklarını
belirtmektedir. (Daha geniş bilgi için "Nisa Suresi, 165. ayetin tefsirine
bakının.)
Daha sonra ayetlerin akışı hem müminlere hem de
şeytanlara verilecek ceza ve mükâfat konusunda diğer bir gerçeğe
değinmektedir!
"Herkesin yaptığı işlere göre birbirinden farklı
derecesi vardır. Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir."
Müminlerin dereceleri vardır; birbirinden yukarı
dereceler... Şeytanların da dereceleri var; birbirinden aşağı dereceler...
Tümü de yaptıklarının karşılığıdır. Yapılan her şey saklı tutulmaktadır,
hiçbir şey kaybolmaz:
"Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir."
Yüce Allah, kullarına yönelik rahmetinden dolayı
onlara peygamberleri gönderiyorsa da, aslında onlara ihtiyacı yoktur.
İmanlarına ve ibadetlerine ihtiyaç duymaz. Kullar iyilik yaptıklarında, hem
dünyada hem de ahirette kendileri için yapmaktadırlar. Aynı şekilde,
isyancı, zalim ve müşrik nesilleri yok edebildiği ve yerlerine başka bir
nesil getirebildiği halde, onları oldukları gibi bırakması da yüce Allah'ın
rahmetinin belirtisidir.
133- "Rabbin hiçbir
şeye muhtaç değildir ve merhamet sahibidir. O eğer dilerse sizi yok edip
arkanızdan yerinize istediği başkalarını geçirebilir. Tıpkı sizi başka bir
kavmin soyundan türettiği gibi. "
O halde insanlar, Allah'ın rahmeti sayesinde
yerlerinde durduklarını, durumlarının Allah'ın iradesine bağlı olduğunu,
ellerindeki gücü Allah'ın kendilerine verdiğini, asıl güç sahibinin
kendileri olmadığını, bağımsız bir varlığa sahip olmadıklarını, hiç kimsenin
kendi yaradılışında ve varlığında bir müdahalesinin bulunmadığını, kimsenin
kendisine verilen şeyler üzerinde bir etkinliğinin, bir yetkisinin söz
konusu olmadığını unutmamalıdırlar. Kendilerini yok edip, yerlerine
başkalarını getirmenin Allah için kolay olduğunu bilmelidirler. Tıpkı
kendilerini diğer bir neslin soyundan varettiği ve kaderi gereğince onların
yerine yerleştirdiği gibi.
Bunlar son derece etkin yöntemlerdir. Komplolar
hazırlayan, boyunlarından büyük işlere kalkışan, haramlar ve helaller
belirleyen, koydukları yasalarla Allah'ın şeriatına karşı mücadeleye girişen
insan ve cin şeytanlarından zalimlerin kalplerine yönelik sarsıcı
uyarılardır. Onlar da Allah'ın kontrolündedirler dilediği gibi tutmaktadır
onları. Ne zaman isterse yok edebilir onları, yerlerine de dilediği
kimseleri yerleştirebilir. Ayrıca bu mesajlar, şeytanların komplo ve
tuzaklarından, suçluların işkence ve düşmanlıklarından çok eziyet çeken
mümin topluluğun gönüllerine güven ve huzur duygularını serpmekte,
kalplerini sağlamlaştırmaktadır. Çünkü yeryüzünde zorbalık taslasalar ve
komplolar tertip etseler bile Allah'ın kontrolü altında, oldukça zayıftırlar
düşmanlar.
134- "Size
va'dedilen akıbet kesinlikle yerine gelecektir. Siz onun önüne
geçemezsiniz."
Siz Allah'ın elinde ve kontrolündesiniz. O'nun
iradesinin ve takdirinin mahkûmusunuz. Başıboş ya da serbest değilsiniz. Az
önce bir sahnesini seyrettiğiniz toplanma günü bu andan itibaren sizi
beklemektedir. Bugünün geleceğinden hiçbir kuşkuya yer yoktur. O günden
kaçmanız mümkün değildir. Son derece güçlü ve kuvvetli olan Allah'ın
iradesinin önüne geçemezsiniz.
Bu değerlendirmeler, kalpler üzerinde oldukça derin
ilham ve etkisi bulunan ve birbirine girmiş diğer bir tehditle son buluyor:
135- "De ki; Ey
kavmim, tutumunuzu devam ettiriniz, ben de kendi tutumumu devam ettireceğim.
Dünya yurdunun sonunun kimin lehinde olacağını ilerde anlayacaksınız. Hiç
kuşkusuz zalimler kurtuluşa eremezler. "
Bu beraberindeki ve arkasındaki gerçeğe, gerçeğin
kendisinde ve ötesinde yeralan kuvvete güvenmeden kaynaklanan bir tehdittir.
İşlerine karışmayacağına, çünkü kendisinin bağlı bulunduğu gerçekten,
hareket metodu ve yolundan emin olduğuna, aynı şekilde kendilerinin içinde
bulundukları sapıklıktan ve en sonunda varacakları sonuçtan emin olduğuna
ilişkin Hz. Peygamberden -salât ve selâm üzerine olsun- gelen bir tehdittir:
"Hiç kuşkusuz zalimler kurtuluşa eremezler."
Bu, değişmeyen bir kuraldır. Buna göre Allah'dan
başka dostlar edinen müşrikler kurtuluşa eremezler. Çünkü Allah'dan başka
dost ve yardımcı yoktur. Allah'ın yol göstericiliğine uymayanlar da... O'nun
yol göstericiliğinin dışında koyu sapıklıktan, apaçık zarardan başka bir şey
yoktur.
Surenin akışıyla birlikte yeni bir bölüme geçmeden,
üzerine Allah'ın adı anılarak ve anılmayarak kesilen hayvanların hükmüne
ilişkin konuyla meyvelerden, hayvanlardan ve çocuklardan adanan adaklara
ilişkin konu arasında yeralan bu bölüm üzerinde seri bir şekilde bazı
gerçeklere değinelim. Saf inancın temel gerçeklerinden bunca gerçeği
içerdiği gibi, iman ve küfrün tabiatına, insanlardan ve cinlerden
şeytanlarla Allah'ın peygamberleri ve onlara inananlar arasındaki savaşın
mahiyetine ilişkin sahneleri, tabloları ve açıklamaları da kapsamaktadır bu
bölüm. Nitekim geniş boyutlarıyla büyük akide gerçeklerini karşılayan ve
gözler önüne seren surenin akışında yeralan benzerleri gibi bunca
duygulandırıcı mesajı da içermektedir.
Bu arada bölümün üzerinde kısaca durmamız; Kur'an'ın
sunuş yönteminin bu pratik olgulara ve insan hayatındaki bu uygulamalı
ayrıntılara ne kadar önem verdiğini, bunların Allah'ın şeriatına uygunluğuna
ve dayanmaları gereken temeli belirlemeye, yani Allah'ın hakimiyetini ya da
diğer bir ifadeyle O'nun Rabblığını açıklamaya ne kadar özen gösterdiğini
görmemiz içindir.
O halde Kur'an'ın sunuş yöntemi bu soruna neden bu
kadar önem veriyor?
Önem veriyor, çünkü ilke açısından İslâm'da "inanç
sistemi" sorununu özetlemektedir, "Din" sorununu özetlediği gibi, İslâm'da
"inanç sistemi" `Allah'dan başka ilâh olmadığına tanıklık etme" temeline
dayanmaktadır. Bu tanıklıkla birlikte müslüman, kullardan herbirinin ilâhlık
iddiasını kalbinden söküp atar ve ilâhlığı Allah'a özgü kılar. Dolayısıyla
herbirinin hakimiyetini reddedip, hakimiyeti tümden Allah'a verir. Küçük bir
konuda hüküm belirlemek, büyük bir konuda hüküm vermek gibi hakimiyet
hakkını iddia etmektir. Dolayısıyla ilâhlık hakkını iddia etmektir. Müslüman
Allah'ın dışında herkesin bu iddiasını red eder. İslâm'a göre din, -kalpteki
inanç konusunda olduğu gibi- kulların pratik hayatlarında tek bir ilâhlığa,
yani Allah'ın ilâhlığına boyun eğmeleri ve pratik hayatlarında Allah'dan
başka ilânlık taslayan kullara uymaktan kaçınmalarıdır. Herhangi bir konuda
hüküm verme, ilâhlık iddiasında bulunmaktır. Bu hükme boyun eğmek de ilâhlık
iddiasını benimsemektir Bu nedenle müslüman, bu konuda ilâhlığı tek başına
Allah'a özgü kılar. Allah'ın dışında ilâhlık taslayan kulların dinine boyun
eğmeyi reddeder, bundan kaçınır.
Kur'an-ı Kerim'in tümünde bu inanç temellerinin
belirlenmesine bu kadar önem verilmesi ve Mekke'de nazil olan bu surenin
akışında gördüğümüz şekilde konuya bu denli ağırlık verilmesi bu yüzdendir.
Yedinci cüzde bu surenin tanıtım kısmında da değindiğimiz gibi, Kur'an'ın
Mekke'de indirilen kısmı, müslüman kitlenin hayatındaki düzen ve yasalar
sorununa değinmiyordu. Sadece inanç ve düşünce sorununu ele alıyordu.
Bununla beraber hakimiyet konusundaki inanç temellerinin belirlenmesine
surenin bu kadar önem vermesinin derin ve büyük bir anlamı vardır.
Önceki bölüm ve onun üzerine yapılan
değerlendirmelerle birlikte Kur'an'ın Mekke'de indirilen kısmında yeralan bu
Mekki surenin akışında sunulan önümüzdeki bu uzun bölümün tümü... (Bilindiği
gibi Kur'an'ın Mekke'de inen kısımının konusu inançtı. İnançla ilgili
temellerini yerleştirmenin dışında, şeriatla ilgili herhangi bir şey
sunmuyordu. Çünkü o zaman İslâm şeriatını uygulayacak bir devlet henüz
yoktu. Böylece yüce Allah, bütünüyle İslâm'a girmiş, kendilerini tamamen
Allah'a teslim etmiş, şeriatına uymak suretiyle Allah'a kullukta bulunan bir
toplum oluşmadan, bir toplumun insanlar arasında pratik olarak şu şeriatla
hükmeden, bu dinin tabiatında ve hareket metodunda olduğu gibi hükmü bilmeyi
uygulamayla eş anlamlı kılan, bu şekilde İslâm'a ciddiyet, canlılık ve vakar
kazandıran egemen bir devlet kurulmadan bu şeriatı konuşma malzemesi ve etüd
konusu olmaktan korumuştu...
Biz diyoruz ki, Mekke'de indirilen bu surede yeralan
bu uzun bölümün tümü kanun koyma ve hakimiyet konusunu ele almaktadır, bu
konunun mahiyetine işaret etmektedir. Çünkü bu bir inanç sorunudur. Bu
sorunun dindeki önemini göstermektedir, çünkü bu, en başta gelen sorundur.
Ayetleri ayrıntılı biçimde karşılamaya girişmeden
önce, konunun içeriğini, anlam ve işaretlerini özet bir şekilde görebilmemiz
için genel anlamda Kur'an'ın gölgesinde yaşayalım istiyoruz.
Konu meyveler, hayvanlar ve çocuklar konusunda -yani
ekonomik ve toplumsal konularda- ileri sürdükleri cahiliye düşünce ve
iddialarını sunmakla başlıyor. Bu düşünce ve iddiaların şu şekilde
örneklendiğini görebiliriz:
1- Allah'ın kendilerine verdiği rızıkları, kendileri
için yarattığı ekin ve hayvanları iki kısma ayırmaları: Bir kısmını Allah'a
ayırıyorlardı. -Üstelik Allah'ın bu şekilde hükmettiğini iddia ediyorlardı.-
Diğer kısımını da Allah'a ortak koştukları tanrılarına ayırıyorlardı.
-Bunlar, Allah'ın dışında canlarına, mallarına ve çocuklarına ortak
ettikleri sahte tanrılardı.
"Onlar Allah'a, O'nun yarattığı ekinlerden ve
hayvanlardan sınırlı bir pay ayırdılar. Asılsız saplantıları uyarınca "Bu
Allah'ın, bu da O'na koştuğumuz ortakların payıdır" dediler."
2- Bundan sonra onlar Allah için ayırdıkları paya
tecavüz ederek bir kısmını alıp ortak koştukları tanrıların payına
katıyorlardı, tanrılarına ayırdıkları kısım üzerinde böyle bir şeye asla
girişmezlerdi:
"Fakat koştukları ortakların payı Allah'a geçmezken,
Allah'ın payı ortaklara geçebiliyor."
3- Ortak koştukları tanrıların çekici göstermeleri
sonucu çocuklarını öldürüyorlardı. Bunu yapanlar, kâhinler ve kendi
aralarında hükümler koyan fertler, bir taraftan toplumsal baskı diğer
taraftan dinsel hurafelerin etkisiyle boyun eğerlerdi. Bu, çocukları öldürme
olayı, fakirlik korkusu ve namus nedeniyle kız çocuklarını ilgilendirirken
kimi zaman da adak amacıyla erkek çocuklarını da ilgilendiriyordu. Nitekim
Abdulmuttalip şayet Allah, kendisini koruyacak on erkek çocuk verirse,
birini kesmek üzere tanrılara adamıştı.
"Tıpkı bunun gibi, bu düzmece ortaklar çoğu
müşriklere öz evlatlarını öldürmeyi çekici göstermişlerdir ki, böylece hem
fıtratlarını yozlaştırsınlar ve hem de dinlerini bozsunlar."
4- Bazı hayvanları ve ekinleri yasaklamışlardı.
Allah'dan özel bir izin olmadan bunların yenilmeyeceğini iddia ediyorlardı.
-Evet aynen böyle iddia ediyorlardı.- Nitekim bazı hayvanlara binmeyi de
yasaklamışlardı. Keserken ya da binerken bazılarının üzerinde Allah'ın adını
anmayı yasaklamışlardı. Hac'da Allah'ın adı anılıyor gerekçesiyle o sırada
bu hayvanlara binmezlerdi. Üstelik tüm bunların Allah tarafından
emredildiğini ileri sürüyorlardı:
"Onlar saçma inançları uyarınca "Bu hayvanlar ve
ekinler dokunulmazdır, bizim istediklerimizden başka hiç kimse onları
yiyemez, bunlar da sırtlarına yük vurulması ve binilmesi yasak hayvanlardır"
dediler. O'na iftira ederek..."
5- Ana karnındayken bazı hayvanları erkekleri için
ayırıyorlardı ve bunları kadınlarına haram kılıyorlardı. Ancak yavru ölü
doğacak olursa, kadınları ve erkekleri ortak kabul ediyorlardı. Bu arada
böylesine gülünç bir hükmü Allah'a dayandırmaktan da geri kalmıyorlardı:
"Yine onlar, "Bu hayvanların karınlarındaki yavrular
sadece erkeklerimize aittir, kadınlarımıza ise yasaktır. Eğer hayvanın
yavrusu ölü doğarsa, her ikisi de O'na ortak olur, dediler. Allah bu
yakıştırmalarının cezasını verecektir. Hiç kuşkusuz, O hikmet sahibidir ve
her şeyi bilir."
İşte cahiliye döneminde Arap toplumunu kaplayan ve
bu konudaki hükmü vermek, ruhları ve gönülleri onlardan arındırmak, aynı
şekilde toplumsal hayatta geçersiz kılmak için Mekke'de inmiş bir surede
Kur'an'ın uzun akışında ele aldığı düşünceler, iddialar ve geleneklerden bir
demet...
Kur'an-ı Kerim ağır, uzun ve titiz adımlarını
atarken, şu metodu takip etmiştir.
a) Önce bilgisizcé ve ahmakça çocuklarını
öldürenlerin ve Allah'a iftira ederek kendilerine verdiği rızıkları haram
kabul edenlerin büsbütün kaybettiklerini belirtmiş ve hiçbir bilgiye
dayanmaksızın Allah'a dayandırdıkları bu düşünce ve iddialarıyla kesin
sapıklıkta olduklarını duyurmuştur.
b) Sonra üzerinde bu tür bir tasarrufta bulundukları
malları yüce Allah'ın kendileri için varettiğine dikkatleri çekmiştir.
Çardaklı ve çardaksız bahçeleri var eden, onlar için bu hayvanları yaratan
O'dur. Rızıkları veren, tek başına verdiklerinin sahibidir de. Aynı zamanda
insanları rızıklandırdığı bu mallara ilişik hükmü de sadece O verebilir. Bu
aşamada ekinlerin, meyvelerin, çardaklı ve çardaksız bahçelerin
sahnelerinden, kimisine bindikleri, yüklerini vurdukları, etlerini
yedikleri, derisinden, yününden ve kılından yararlandıkları hayvanlar
aracılığıyla verdiği nimetlerden oluşan son derece duygulandırıcı,
etkileyici mesajlar kullanılmıştır. Nitekim, Ademoğulları'yla şeytan
arasındaki köklü düşmanlığın hatırlatılması da bir etken olarak
kullanılmıştır. O halde nasıl şeytanın adımlarını takip ederler? Açıktan
açığa düşman olduğu halde vesveselerini dinlerler?
c) Bundan sonra, özellikle hayvanlara ilişkin
düşüncelerinin saçmalığı ve tümden mantık dışılığı ayrıntılı biçimde
sunulmuştur. Olanca tutarsızlıkları, saçmalıkları ve tuhaflıklarıyla ortaya
çıkarmak için düşüncelerindeki karanlıklar üzerine ışık tutulmuştur. Bu.
sahnenin sonunda da, her türlü kanıttan ve mantıktan yoksun bu hükümleri
verirken neye dayandıklarına ilişkin bir soru yöneltilmektedir: "Yoksa
Allah'ın size bu direktifi verdiğinin somut tanıkları mısınız?" Bu sadece
sizin bildiğiniz bir sır mıdır? Sırf söze yönelik bir direktif midir? Bu
arada Allah'a iftira etmek suçu ve insanları bilgisizce saptırma girişimi
son derece çirkin bir davranış olarak belirmektedir. Ayrıca bu olay konu
içinde kullanılan değişik etkileyici mesajlardan biri haline
dönüştürülmektedir.
d) Burada kanun koyma hakkına sahip otorite
belirtilmektedir. Bu arada bu otoritenin müslümanlara, özellikle de
yahudilere haram kıldığı ve müslümanlara helal kıldığı yiyecekler
açıklanmaktadır.
e) Sonra, her ikisi de anlam ve yasama niteliğiyle
Allah katında diğerinin düzeyinde olan Allah'a ortak koşma ve Allah'ın helal
kıldığını haram sayma eylemlerinde somutlaşan cahiliyeye dayalı hayatlarını
Allah'ın iradesine bağlamaları ile "Eğer Allah dileseydi ne biz ve
atalarımız O'na ortak koşar ve ne de bir şey yasaklardık" demeleri
tartışılıyor. Ayrıca bu söylenenlerin daha önce gelmiş geçmiş tüm kâfir
yalancılar tarafından söylendiği de belirtilmektedir. Yalancılar böyle
söylemişlerdi, Allah'ın azabı gelene kadar. "Onlardan öncekiler de bu
şekilde peygamberlerini yalanladılar da azabımızın acısını tattılar."
Allah'a ortak koşmak, O'nun şeriatına dayanmaksızın bir şeyi haram kılmak
gibidir. Her ikisi de Allah'ın ayetlerini yalanlayanların ayırıcı
özellikleridir. Bu arada belirlediğiniz bu prensipleri neye
dayandırıyorsunuz? şeklinde ayıplayıcı bir soru yeralıyor:
"Onlara de ki; "Önümüze koyacağınız bir bildiğiniz
var mı? Siz sadece yakıştırmaların peşinden gidiyorsunuz, sırf tahminlere
dayanıyorsunuz."
f) Bu konuda onlarla girişilen tartışma, onları
şahit getirmeye ve kesin ayrılığa çağırmakla son buluyor. -Tıpkı surenin
başlarında inancın temeline ilişkin konuda yapıldığı gibi- Sorunun aynı
sorun olduğunu vurgulamak için aynı ifadeler, aynı nitelemeler, hatta aynı
sözcükler kullanılıyor:
"De ki; Allah'ın bu yasakları koyduğuna şahitlik
edecek tanıklarınızı getiriniz bakalım. Eğer onlar bu yolda şahitlik
ederlerse sakın şahitliklerini onaylama. Ayetlerimizi yalanlayanların,
ahirete inanmayanların ve rabblerine eş koşanların keyfi arzularına uyma."
Ayeti kerimede sahne, ifade ve sözcük birliğinin yanında bu hükümleri
koyanların keyfi arzularına uyduklarını, Allah'ın ayetlerini
yalanladıklarını, ahiret gününe inanmadıklarını görüyoruz. Çünkü şayet,
Allah'ın ayetlerini onaylamış, ahiret gününe inanmış ve Allah'ın yol
göstericiliğine uymuş olsalardı, Allah'ın hükümleri dışında hem kendileri,
hem de insanlar için hüküm koymaya kalkışmazlardı. Allah'ın izni olmadan
haramlar ve helaller belirlemeye yeltenmezlerdi.
g) Bölümün sonunda Allah'ın gerçekten neleri haram
kıldığını açıklamak için onlara bir çağrı yapılmaktadır. Burada toplumsal
hayatın temel ilkelerinden bir kısmını görüyoruz. En başta da tevhit yer
alıyor. Gerisi da birtakım emirler ve yükümlülükler. Ancak haramlar
çoğunlukta ve tüm saydıklarımızın başlığı durumunda...
Allah, kendisine ortak koşulmasını yasaklamıştır.
Anne ve babaya iyilikle davranılmasını emretmiştir. Fakirlik korkusuyla
çocukların öldürülmesini yasaklamış, bunun yanında rızıklarının verileceği
güvencesini vermiştir. Kötülüğün gizlisine-açığına yaklaşmasını
yasaklamıştır. Haksız yere, Allah'ın haram kıldığı cana kıymayı
yasaklamıştır. Erginlik çağma erişmeden, iyilikle almanın dışında yetimlerin
mallarına dokunmayı yasaklamıştır. Tartı ve ölçüyü adaletle yerine getirmeyi
emretmiş, konuşmada -tanıklık ve hüküm vermede- yakınları hakkında da olsa,
adil davranmayı emretmiştir. Allah için verilen tüm sözleri. yerine
getirmeyi emretmiştir. Surenin akışı bunların tümünü, emir ve yasakla ilgili
her cümlenin sonunda tekrarlanan Allah'ın direktifi haline getiriyor.
Ayetlerin akışında bu şekilde biraraya gelen, adeta
birbirleriyle kaynaşan ve tek bir cümlede sunulan inanç temeli ile şeriat
ilkelerini kapsayan bu emir ve yasaklar yığını bir kütle konumundadır.
Açıkladığımız metod uyarınca Kur'an'a inceleyenlerin gözünden kaçmaz bu
anlam. Uzun bölümün sonunda bu emir ve yasaklar bütününe ilişkin olarak
şöyle denmektedir:
"İşte benim dosdoğru yolum budur, bu yola uyunuz.
Sakın sizi Allah'ın yolundan ayrı düşürecek yollara girmeyiniz. İşte Allah,
kötülüklerden sakınasınız diye size bu direktifi veriyor."
Bunun nedeni, bu bölümün tüm akışında gözetilen
anlamı iyice açığa kavuşturmak; tek, açık ve kesin bir ifadede
şekillendirmektir.
Şirk ya da İslâm sıfatının belirginleşmesi
noktasında bu din nazarında şeriat da inanç gibidir. Hatta bu anlamda bu
dinin şeriatı inançtan bir parçadır. Hatta ve hatta bizzat şeriat inançtır.
Çünkü şeriat inancın realitedeki tercümanıdır. Nitekim bu temel gerçek
Kur'an metodu uyarınca sunulan Kur'an ayetlerinde gayet net bir şekilde
belirginleşmektedir.
İğrenç, cehennemi yöntemlere başvurularak asırlardan
beri süregelen bir şekilde bu dine mensup kişilerin gönlünde dinin
anlamından çekip koparılmak istenen gerçek budur işte. Öyle ki-dinlerine
gereken özeni göstermeyen laubaliler ve düşmanları bir yana- bu dine sağlam
sarılanların çoğunluğu dahi hakimiyet sorununu inanç sorunundan ayırır
olmuşlardır. İnanç konusunda olduğu gibi, bu konuda galeyana gelmiyorlar.
İnanç veya ibadette olduğu gibi hakimiyet konusunda Allah'ın buyruklarını
çiğneyenleri, dinden çıkmış saymıyorlar. Oysa bu din inanç, ibadet ve
şeriatı birbirinden ayrı kabul etmez. Fakat bu, uzun asırlardır bilinen
araçlara başvurularak meydana getirilen bir ayırımdır. Öyle ki, bu dinin en
hareketli savunucularının düşüncesinde bile hakimiyet sorunu böylesine
şaşılacak bir duruma gelmiştir. İşte -konusu düzen, şeriat olmadığı,
yalnızca inanç konusuyla ilgilendiği halde- Mekke'de inmiş bu surenin bunca
üzerinde yoğunlaştığı, bu kadar etkenleri devreye soktuğu ve bütün bu
açıklamaları yaptığı sorun budur. Oysa konusu, toplumsal hayatın uygulamalı
basit, bir alışkanlığı ortadan kaldırmaya yönelikti. Çünkü bu sorun en büyük
temelle ilgilidir. Hakimiyet temeli... Çünkü bu büyük temel bu dinin temeli
ve gerçek varlığıyla ilgilidir.
Puta tapan hakkında şirk hükmünü verip de tağutun
hükmünü benimseyenlere bu hükmü vermeyenler, birinciden tiksindikleri halde
ikinciden tiksinmeyenler... Bunlar Kur'an-ı okumuyorlar. Bu dinin tabiatını
bilmiyorlar. O halde Allah'ın indirdiği şekliyle Kur'an-ı okumalı ve
Allah'ın şu sözünü ciddiye almalıdırlar:
"Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de müşrik
olursunuz."
Bu dini koruma çabasında olan kimi insanlar da hem
kendi kafalarım, hem de insanların kafalarını uygulanan şu kanunların, ya da
uygulamaların veya söylenenlerin İslâm şeriatına uyup uymadığını ortaya
çıkarmakla uğraştırıyorlar. Orada burada göze çarpan kimi aykırılıklara
karşı amansız bir saldırıya geçiyorlar. Sanki İslâm bütünüyle ayaktaymış da,
bu varlığını ve egemenliğini gölgeleyen birtakım aykırılıkları ortadan
kaldırmaktan başka yapılacak iş yokmuş gibi.
Bu dinin şu gayretkeş koruyucuları, aslında bilmeden
bu dini incitiyorlar. Bu gülünç ve yararsız özenleri sonucu insanların
içinde yer eden inanç enerjisinin kalıntılarını yok ediyorlar. Onlar bu
halleriyle cahiliye sistemleri lehine tanıklık etmiş oluyorlar. Cahiliye
toplumunda İslâm'ın ayakta olduğunu ve birtakım aykırılıkların
düzeltilmesinden başka bütünlüğü bozucu bir durumun söz konusu olmadığına
tanıklık etmiş oluyorlar. Oysa din bütünüyle hayattan koparılmış demektir.
Kulların dışında hakimiyeti tek başına Allah'a veren düzen ve sistemde
temsil edilmediği sürece...
Kuşkusuz bu dinin varlığı Allah'ın hakimiyetinin
varlığına bağlıdır. Bu temel ortadan kalkınca bu din de kendiliğinden
ortadan kalkar. Bu dinin günümüzde yeryüzünde karşılaştığı problem, Allah'ın
ilâhlığına tecavüz eden, O'nun otoritesini ele geçiren, can, mal ve çocuklar
hakkında serbestler ve yasaklar koymak suretiyle kendilerinde kanun koyma
hakkını gören tağutların ortaya çıkmasıdır. İşte bu, Kur'an-ı Kerim'in bunca
etken, prensip ve açıklama yığınıyla ele aldığı, sonra ilâhlık ve kulluk
sorununa bağladığı, iman veya küfrün belirtisi, cahiliye ya da İslâm'ın
ölçüsü kabul ettiği problemin aynısıdır.
İslâm'ın varlığını duyurmak, gerçekleştirmek için
giriştiği savaş, dinsizlikle girişilen savaş değildir. Ta ki, bu dini
koruyanların çabaladığı gibi salı `dine girmek"ten ibaret olsun. Toplumsal
veya ahlâki bozulmalara karşı başlatılan savaş da değildir. Bunlar bu dinin
varlığı açısından sonradan gelen savaşlardır. İslâm'ın varlığını
gerçekleştirmek için giriştiği ilk savaş "hakimiyet" ve hakimiyetin kime ait
olacağı savaşıdır. Mekke'de bunun için böyle bir savaşa girişmişti. Daha
inancın temellerini atarken ve henüz düzen ve şeriata değinmezken bu savaşı
başlatmıştı. Hakimiyetin Allah'a ait olduğunu vicdanlara yerleştirmek için
girişmişti bu savaşa. Müslüman hakimiyeti kendisi için iddia etmez. Böyle
bir iddiada bulunanın müslümanlık iddiasını da kabul etmez. Mekke'deki
müslüman topluluğun gönüllerinde bu inanç iyice yerleşince yüce Allah
Medine'de pratik uygulamasının yollarını açtı. O halde bu dini korumaya
çalışanlar bir kendi durumlarına bir de olmaları gereken duruma baksınlar.
Tabii bu dinin gerçek anlamını kavradıktan sonra...
136- Onlar Allah'a,
O'nun yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan sınırlı bir pay ayırdılar.
Asılsız saplantıları uyarınca "ßu Allah'ın bu da O'na koştuğumuz ortakların
payıdır" derler. Fàkat koştukları ortakların payı Allah'a geçmezken,
Allah'ın payı bu ortaklara geçebiliyor. Ne kötü hüküm veriyorlar. "
Ekin ve hayvanlara ilişkin cahiliyenin düşünce ve
geleneklerini anlatırken ayetlerin akışı, kendileri için bu ekin ve
hayvanları var edenin yüce Allah olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla Allah'ın
dışında insanları yerden ve gökten rızıklandıracak bir kişinin varlığı söz
konusu değildir. Bu açıklamanın ardından yüce
Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği şeylere ne
yaptıkları anlatılıyor. Bunlardan bir payı Allah'a ayırıyorlar, put ve
totemlerine de bir pay ayırıyorlar. (Doğal olarak bu son pay put bekçilerine
gidiyor)... Bundan sonra onlar, ayetin belirttiği gibi Allah için
ayırdıkları paya tecavüz ediyorlar...
İbn-i Abbas şöyle diyor: Yiyecekleri topladıkları
zaman deste yaparlardı ve iki kısma ayırırlardı. Bir payı Allah'a, birini de
tanrılarına ayırırlardı. Şayet rüzgâr, tanrılarına ayırdıkları taraftan eser
de bir kısmını Allah'a ayırdıkları paya katsaydı, bunu geri alıp tekrar
yerine koyarlardı. Yok eğer rüzgâr Allah için ayırdıkları payın tarafından
esip bir kısmını tanrılarının payına katsaydı bunu olduğu gibi bırakır, eski
yerine bırakmazlardı. Bu nedenle yüce Allah şöyle buyurmuştur. "Ne kötü
hüküm veriyorlar."
Mücahid diyor ki; ekinlerden Allah için bir pay, put
ve tanrıları için bir pay ayırırlardı. Rüzgârın Allah'a ayırdıkları paydan
alıp tanrılarının payına kattığını bırakır, tanrılarının payından Allah'ın
payına götürdüğünü de geri alırlardı ve şöyle derlerdi. "Allah'ın buna
ihtiyacı yoktur." Hayvanlardan ayırdıklarına da Saibe ve Bahire adını
verirlerdi.
Katade şöyle der! Sapıklık taraftarlarından bazısı
ekin ve hayvanlarından bir payı Allah'a, birini de ortak koştukları
tanrılara ayırırlardı.
Allah'ın payından bir şey tanrılarının payına
karıştığında olduğu gibi bırakırlardı, tanrılarının payından bir şey
Allah'ın payına karışacak olursa hemen geri alırlardı.
Kuraklık olduğu sene, Allah'ın payından yararlanır
ortak koştukları tanrılarının payına el sürmezlerdi. Bunun için yüce Allah
"Ne kötü hüküm veriyorlar" buyurmuştur.
Süddî'den şöyle rivayet edilir: Mallarından bir pay
ayırıp, bu Allah'ındır derlerdi. Bir ekin eker, Allah'a ayırırlardı. Bunun
benzerini ortak koştukları tanrıları için de yaparlardı. Ortak koştukları
tanrılarının payını onlar için harcarlardı. Allah'ın payından da sadaka
verirlerdi. Sahte tanrılarının payı biter de Allah'ın payı fazla olursa,
"Tanrılarımıza infak etmek zorundayız" derlerdi. Allah'ın payından alıp
sahte tanrılarına infak ederlerdi. Allah'ın payı tükenip, ortak koştukları
tanrılarının ki çok olursa, o zaman da "Şayet Allah dilese kendisine en
güzelini ayırırdı" der ve tanrılarının payından bir şey Allah için
vermezlerdi. Bu nedenle yüce Allah "Ne kötü hüküm veriyorlar" derken, şunu
demek istiyor: Şayet paylaştırmada doğruysalar, o zaman çok kötü hüküm
veriyorlar. Çünkü benden alıyorlar ama bana vermiyorlar.
İbn-i Cerir şöyle der! Yüce Allah'ın "Ne kötü hüküm
veriyorlar" sözüne gelince; burada yüce Allah nitelikleri belirtilen bu
müşriklerin davranışlarını şu şekilde haber vermektedir: Benim payımdan
ortak koştukları tanrılara verdikleri halde onların payından bana vermemekle
çok kötü hüküm veriyorlar. Aslında yüce Allah, bununla onların
bilgisizliklerini, sapıklıklarını, doğru yoldan sapmalarını haber
vermektedir. Kendilerini yaratan, besleyen ve sayılmayacak kadar çok nimet
veren yüce Allah'ı kendilerine hiçbir zarar ve yarar dokunduramayanlara denk
tutmaları, öyle ki kendi kafalarına göre yaptıkları paylaşmada sahte
tanrılarını ondan üstün tutmalarını dile getirmektedir.
Hayvanlar ve ekinler konusunda müminlerle
tartışmaları için insanlardan ve cinlerden şeytanların dostlarına telkin
ettikleri bunlardı. Şeytanların dostlarına çekici kıldıkları bu tür düşünce
ve uygulamalarda çıkarları söz konusu olduğu gayet açıktır. Kâhinlerden,
mabet bekçilerinden ve liderlerden oluşan beşeri şeytanların çıkarına
gelince; öncelikle takipçilerin ve yardakçıların gönüllerine egemen olmada,
batıl düşünceler ve bazı inançların çekiciliği uyarınca keyfi arzularına
uymalarını sağlamada somutlaşmaktadır. İkinci olarak, bu çekiciliğin ve
insan toplumlarının aldatılmışlığın ötesinde gerçekleşecek maddi çıkarda
somutlaşmaktadır. Bu da ahmak ve cahil kimselerin ortak koştukları tanrılara
ayırdıkları kısımdan kendilerine düşen kazançtır. Cinlerden şeytanların
çıkarına gelince; Ademoğulları'na yönelik aldatma ve vesvesede
somutlaşmaktadır. Hayatlarının bozulması, dinlerinin karmaşaya dönüşmesi,
sonuçta onları dünyadayken aşağılık bir yokolmaya, ahirette de ateşe
sürüklemesidir, onların beklentileri.
Arap cahiliyesinde görülen bu olayın benzerleri
diğer cahiliye toplumlarında, Yunan-İran-Roma toplumlarında da görülmüştür.
Hindistan'da, Afrika ve Asya'da görülmektedir. Sözkonusu edilen konular,
malı uygulamalara ilişkindir sadece. Ancak cahiliye sırf bunlardan ibaret
değildir Modern cahiliye de Allah'ın izin vermediği şekilde mallar üzerinde
birtakım uygulamalarda bulunmaktadır. Bu durumda eski cahiliye
düşünceleriyle şirk noktasında buluşmaktadır. O temel ve kural açısında
buluşmaktadır. Çünkü cahiliye, insanların işlerinde Allah'ın şeriatına
dayanmaksızın birtakım uygulamalarda bulunan her sistemin adıdır. Bundan
sonra bu tür uygulamanın somutlaştığı şekillerin farklılığının hiçbir önemi
yoktur. Bu farklılıklar yalnızca şekilden ibarettir:
137- "Tıpkı bunun
gibi, bu düzmece ortaklar çoğu müşriklere öz evlatlarını öldürmeyi çekici
göstermişlerdir ki, böylece hem fıtratlarını yozlaştırsınlar ve hem de
dinlerini bozsunlar. Eğer Allah dileseydi bunu yapamazlardı. O halde onları
asılsız uydurmaları ile başbaşa bırak. "
Yüce Allah şöyle buyuruyor: Ortak koştukları sahte
tanrılar ve şeytanlar malları üzerindeki bu tür uygulamaları kendilerine
çekici gösterdikleri gibi öz çocuklarını öldürmeyi de onlara çekici
göstermişlerdir. Bu durum, kimi zaman rızık korkusu (-ya da esirlik ve kız
babası olmaktan dolayı utanç duyma duygusu)- ile kız çocukları diri diri
toprağa gömmek, kimi zaman da erkek çocukları sahte tanrılara adamak
şeklinde meydana geliyordu. Nitekim Abdulmuttalip'in şayet Allah, kendisini
koruyacak ve saldırılarda yardım edecek on erkek çocuk verecek olursa,
birini kesmeyi adadığına ilişkin rivayetler vardır.
Bu ve ötekini emredenin cahiliye geleneği olduğu
açıktır. Bu geleneği insanlar yine insanlar için koymuşlardır. Burada anılan
şeytanlar, kâhinlerden, tapmak bekçilerinden ve başkanlardan oluşan insanlar
ve vesveseci cinlerden oluşan şeytanlardır. Bunların arasında sıkı bir
yardımlaşma ve dostluk vardır.
Ayet bu çekici göstermenin arka planında gizli
hedefi şöyle açıklamaktadır:
"Fıtratlarını yozlaştırsınlar ve hem de dinlerini
bozsunlar diye..."
Onları yok etmeyi, dinlerini bozmayı ve ondan
kaynaklanacak net bir düşünceye dayanmayacakları şekilde karmaşık hale
getirmeyi amaçlamışlardır. Bu yok oluş, öncelikle öz çocuklarını
öldürmelerinde somutlaşmaktadır. Son olarak sosyal hayatın tümden
bozulmasında ve insanların yolunu yitirmiş sürülere dönüşüp keyfi arzuları
ve çıkarları uyarınca diledikleri gibi güden bozguncu çobanların eline
düşmelerinde somutlaşmaktadır. Öyle ki, canları, çocukları ve malları
hakkında ölüm ve yok olma hükmünü verebilecek duruma gelirler. Bu şaşkın
koyunlar boyun eğmekten başka seçenek bulamazlar. Çünkü din, inanç -ve
bunlara ilişkin konulardaki karmaşık düşünceler- tüm ağırlıkları ve
derinlikleri ile birlikte, yine bu düşüncelerden kaynaklanan toplumsal
geleneklerle bir dayanışma içine girerler. Böylece son derece açık dine
bağlanan ve tüm işlerini kalıcı ölçüye göre düzenleyenlerin dışında hiç
kimsenin karşı duramadığı ezici bir baskı meydana gelmiş olur.
Bu kapalı ve karmaşık düşünceler ve bunlardan
kaynaklanan dayanılmaz baskısıyla kitleleri ezen şu toplumsal gelenekler,
sırf eski cahiliye toplumların= da bilinen şekliye sınırlı değildir. Çağdaş
cahiliyede daha açık bir şekilde görebiliyoruz bugün. İnsanların hayatında
korkunç bir ağırlık olan ve kimsenin bir kaçış yolu bulamadığı gelenekler,
töreler... İnsanların bir zorunluluk olarak gördükleri ve kimi zaman
altından çıkılmaz harcamalarda bulundukları, hayatlarını ve değer
yargılarını yiyip bitiren, ahlâklarını ve yaşayışlarını altüst eden, bununla
beraber boyun eğmekten başka bir şey yapamadıkları şu moda ve törenler...
Sabah, öğleden sonra ve akşam modaları... Kısa, dar ve gülünç giysiler...
Çeşitli süsleme, güzelleştirme ve makyaj yöntemleri... Daha nice aşağılatıcı
kölelikler... Tüm bunları kim yapıyor? Kimdir bunların arkasında? Bunların
arkasında moda evleri bulunuyor. Üretici firmalar yer alıyor. Faizini almak
için paralarını sanayiye yatıran banker kuruluşları ve bankalar yer alıyor.
Dünyaya hükmetmek için insanlığı mahvetmeye çalışan yahudiler vardır
bunların arkasında. Ancak bunlar görülen silahlar ve ortada ordularla
bulunmuyorlar. Kendilerinin geliştirdiği düşünceler ve değerler,
yerleştirdikleri görüşler ve kültürlerle meydanda yer alıyorlar. Sonra da
bunları toplumsal örf adı altında baskı aracı olarak insanların üzerine
salıyorlar. Onlar, egemen düzende, sosyal kurumlarda ve birbirine girmiş
dalları ve kökleri ile birlikte karmaşık hale gelmesinden dolayı insanların
tartışma konusu yapmadıkları toplumsal geleneklerde temsil edilmedikleri
sürece görüşlerin tek başına yeterli olmayacağını biliyorlar.
Bunlar şeytanların işidir... İnsanlardan ve
cinlerden oluşan şeytanların... Bu, değişen görünüm ve şekillerine rağmen,
kökleri ve kaynakları aynı, temelleri ve kuralları benzeşen cahiliyedir...
Biz Kur'an-ı okuduğumuzda onun sadece geçmişte
yaşanmış cahiliye toplumlarının hikâyecilerini aktardığını anlıyorsak, onu
çarpıtmış oluruz. Oysa Kur'an hayatın sürdüğü tüm çağlarda yaşanan her türlü
cahiliye düzeninden söz etmekte, her zaman için bozulmuş realiteyi ele alıp
Allah'ın doğru yoluna yöneltmektedir.
Komplonun ürkütücü boyutlarda olmasına, realitenin
baskısına rağmen, Kur'an'ın akışı cahiliyeyi küçümsemekte ve bu dış
görünümün örttüğü büyük gerçeği ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla şu
şeytanlar ve dostları Allah'ın kontrolü ve otoritesi altındadırlar. Onlar
işledikleri şeyleri kişisel güçleriyle yapmıyorlar. Ancak uzun ipin
kendilerine bırakılmış az bir tarafı ile Allah'ın iradesi ve takdiriyle
yapıyorlar. Tabii ki, yüce Allah'ın kullarının sınanmasına ilişkin hikmetini
gerçekleştirmek için. Şayet yüce Allah yapmalarını istemese hiçbir şey
yapamazlar. Ancak yüce Allah denemek için bunların yapılmasını istiyor.
Dolayısıyla bu konuda peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- ve müminlere
bir sorumluluk söz konusu değildir. O halde yollarına devam edip şeytanları,
Allah'a yönelik iftiraları ve komplolarıyla Allah'a bırakmalıdırlar.
"Eğer Allah dileseydi bunu yapamazlardı. O halde
onları asılsız uydurmaları ile başbaşà bırak."
Bunların "bu düşünceler ve uygulamaları biz kendimiz
belirledik" demeye cesaret edemediklerini belirtmemiz gerekir. Tersine
Allah'a iftira ederek bu hükümleri Allah'ın belirlediğini iddia ediyorlardı.
İddialarına göre, bu düşünce ve uygulamaları İbrahim ve İsmail'in (selâm
üzerlerine olsun) şeriatından almışlardı.
Çağdaş cahiliyenin şeytanları da bugün aynı şeyi
yapıyorlar. Bunların çoğunluğu ateist komünistler gibi kafa tutamıyor,
dolayısıyla Allah'ın varlığını kökten inkâr edip dini açıkça reddetmeye
yeltenmiyorlar. Arap cahiliyesindeki şeytanların sığındıkları yöntemin
aynısına sığınıyorlar. Dine saygılı olduklarını söylüyorlar ve insanlar için
koydukları kanunların temelde bu dine dayandığını ileri sürüyorlar. Kuşkusuz
bu ateist komünistlerin yönteminden daha aşağılık ve daha iğrenç bir
yöntemdir. Böyle bir şey, son derece karmaşık olmakla ve aslında İslâm'la
hiçbir ilgisi bulunmamakla beraber henüz ruhların derinliklerinde yaşayan
dinsel duyguyu uyuşturmaktır. Kuşkusuz İslâm son derece açık,. pratik ve
realist bir hayat sistemidir. Bu duygunun kapalı ve karmaşık bir tarafı
yoktur. Ayrıca fıtri dinsel enerji cahiliye kalıpları içinde sönüp gider
ama, İslâmda değil... Bu da komploların en iğrenci, yöntemlerin en
çirkinidir kuşkusuz.
Sonra bu dini koruduklarını sanan birtakım kişiler
gelip, İslâm gerçeğinin yanında oldukça önemsiz olan yanlışlıklara karşı
koymak uğruna emeklerini harcarlar. Bu konuda, Allah'ın ilâhlığını ve
otoritesini tümden ele geçiren müşrik cahiliye sistemleri fazla
ilgilendirmemektedir onları. Böylece bu ahmakça gayretleriyle bu müşrik
cahiliye sistemlerine İslâm süsünü vermiş oluyorlar. Bu sistemlerin gerçek
dinin esasına dayandığına, sadece bu tür basit konularda ayrı düştüğüne
ilişkin oldukça téhlikeli ve fiili bir tanıklık yapmış oluyorlar.
Bu gayretkeşler, cahiliye rejimlerinin iyice
yerleşmesi ve tehlikelerden uzaklaşması uğrunda rollerini başarıyla
oynuyorlar. Din simsarlarının karmaşık hale getirdiği bozuk dini araçlar da
aynı rolü üstlenmişlerdir. Oysa İslâm bu simsarları veya kâhin ve tapınak
bekçilerini hiçbir zaman kabul etmemiştir.
138- "Onlar saçma
inançları uyarınca `Bu hayvanlar ve ekinler dokunulmazdır. Bizim
istediklerimizden başka hiç kimse onları yiyemez, bunlar da sırtlarına yük
vurulması ve binilmesi yasak hayvanlardır', dediler. Bazı hayvanları
keserken de Allah'ın adını anmazlar, bunu yaparken `Allah'ın emri böyledir,
diye O'na iftira ederler. Allah onları yaptıkları bu iftiralardan ötürü
cezalandıracaktır. "
Ebu Ca'fer b. Cerir et-Taberi şöyle der: Bu, yüce
Allah'ın şu müşrik cahillerin durumuna ilişkin verdiği bir haberdir. Onlar,
kendi kendilerine ve bu konuda Allah tarafından kendilerine verilmiş bir
izin söz konusu olmaksızın haramlar ve helaller belirliyorlardı."
Yasaklamak, haram kılmaktır. Allah'ın otoritesine
tecavüz eden, buna rağmen koydukları kanunların Allah'ın şeriatı olduğunu
iddia eden bu adamlar, bazı ekinleri ve hayvanları kastederek bunları -daha
önce açıkladığımız gibi- ortak koştukları tanrılarına ayırarak şöyle
derlerdi: "Şu hayvanların ve meyvelerin yenmesi yasaktır. -Asılsız
iddialarına göre- Allah'ın dilediğinden başkası bunları yiyemez." Tabii bu
konudaki hükümleri belirleyenler, kâhinler, tapınak bekçileri ve kabile
başkanlarıydı. Bazı hayvanları kastedip (bu hayvanlar Maide suresinde
belirtilen hayvanlardır denilmişti. `Allah Bahire, Saibe, Vesile ve Hami
diye bir şey koymamıştır) (Maide Suresi: 103) Bunlara binilmesini haram
kabul ederlerdi. Nitekim bazı hayvanları da belirleyip "Bunlara binerken,
sağarken ve keserken Allah'ın adı anılmaz" derlerdi. Ortak koştukları
tanrılarının adlarını anıp onlara ayırırlardı. Kuşkusuz tüm bunlar "Allah'a
iftira etmektir."
Ebu Ca'fer b. Cerir şöyle der: Yüce Allah'ın
"Allah'a iftira ediyorlar" ("Allah'a İftira Ediyorlar" ifadesi daha önceki
bir ayette geçmişti. Bu ayette "Ona iftira ederler" şeklinde bir ifade
geçmektedir.) sözüne gelince; burada yüce Allah şöyle diyor: Bu müşrikler
yaptıkları şeylerle, belirledikleri haramlarla ve söyledikleri sözlerle
Allah adına yalan söyleyip, batılı ona mal ediyorlardı. Çünkü onlar, yüce
Allah'ın kitabında belirttiği gibi, bunu haram kılan Allah'dır" diyerek bu
konudaki yasakları belirliyorlardı. Yüce Allah bu iddialarını reddedip
onları yalanlamıştır. Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- ve
müminlere onların iddialarının yalan olduğunu haber vermiştir.
Burada cahiliye toplumlarının büyük çoğunluğunda
yinelenen cahili yöntemler böylece gözümüzün önünde belirmektedirler. Bu
durum bazı insanların varlığın maddeden oluştuğu iddiasını ileri
sürmelerinden, bazısının Allah'ın varlığını tümden inkâr etmeye
yeltenmesinden, din yalnızca bir "inanç" işidir, hayata hükmeden toplumsal,
ekonomik veya siyasal bir düzen değildir" gibi sözler söylemeden öncesi için
geçerliydi.
Kuşkusuz, yeryüzünde hakimiyetin Allah'a ait olmayıp
insanlara ait olduğu bir sistem meydana getiren sonra da dine saygılı
olduğunu ileri süren ve cahili sistemin dinden kaynaklandığını iddia eden
cahiliyenin her zaman böyle yöntemlere başvurduğunu iyice kavramamız
gerekmektedir. Bu yöntemin, başvurulan yöntemler arasında en iğrenç ve en
kurnazcası olduğunu bilmemiz zorunludur. Sözde kahramanların eliyle
gerçekleşen, bir zamanlar İslâm'ın egemen olduğu bazı ülkelerdeki
deneyimlerin başarısızlığı ortaya çıktıktan sonra evrensel haçlı ve
siyonistler, bir zamanlar Allah'ın Kitabıyla yönetilen bölgenin geri kalan
ülkelerinde bu yönteme başvurmuşlardır. Kuşkusuz bu deneyim yeryüzünde İslâm
toplumunun belirtisi konumundaki diğer birtakım kurumlar gibi halifeliğin
kaldırılmasında onlar için son derece önemli bir görev başarmıştır. Ancak bu
deneyim lâiklik açısından bölgenin geri kalanına etkin bir örnek
oluşturamamıştır. Çünkü dinden tamamen kopmuş, görünümüyle ruhlarının
derinliklerinde karmaşık dinsel duygular taşıyan kimselere büsbütün yabancı
gelmiştir. Bu yüzden evrensel haçlılar ve siyonistler, aynı hedefe yönelik
diğer deneyimlerinde dinsizliği bayraklaştırmak gibi bir hatayı işlememeye
özen göstermişlerdir. Bu deneyimlerinin üzerine dinsel perdeler germiş, bu
niteliklere ek olarak dinsel araçlara başvurmuşlardır. Gerek propagandalarla
gerekse -Bunun dışındakiler sağlamdır- düşüncesine hizmet edecek tarzda
sıradan yanlışlıkların bertaraf edilmesi çalışmaları teşvik edilmiştir. İşte
bu, insanlardan ve cinlerden şeytanların bu dine karşı hazırladıkları
komploların en iğrencidir.
Bununla beraber, tüm ağırlıklarıyla bütün dayanışma
ve birleşmeleriyle tüm deneyim ve bilgi birikimleriyle bu dönemde etkin olan
Haçlılar'ın ve siyonistlerin güdümündeki iletişim araçları Türkiye
deneyiminde işlenen hatayı örtme çabası içine girmiş, böylece bu deneyimin
İslâmi diriliş hareketi olduğunu iddia etmiş, dolayısıyla onun kendi kendini
lâik ilân etmesini, dini bir kenara atıp, hayattan tamamıyla kopardığını
doğru kabul etmemizin gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
Oryantalistler -ki bunlar Haçlı ve siyonist
emperyalizmin fikir ajanlarıdır Türkiye'deki girişimleri dinsizlik
töhmetinden kurtarmak için büyük çabalar sarfediyorlar. Çünkü bu deneyimin
dinsizliğinin ortaya çıkması sınırlı bir işlev görecektir. Gerçi bu
girişimler yeryüzündeki İslâm toplumunun en son işaretini ortadan
kaldırmıştır. Ancak bunun dışında başka bir başarı kazanamamıştır. Oysa
bölgede daha başka deneyimlerin başarması gereken işler vardır. Cahili rejim
ve görünümlerle dini kavramları ve dini koruma duygularını saptırmak, din
adına dini değiştirmek, aynı şekilde din adına ahlâkı ve fıtratın temel
dayanaklarını bozmak, içinde dini duygu bulunan her bölgede görevini yerine
getirmesi için cahiliyeye İslâm kisvesini giydirmek, bu halkları
yularlarından tutup Haçlı ve siyonistlerin kucağına atmak, bu üç yüz senedir
İslâm'a komplolar kurup saldırılarda bulunan Haçlı ve siyonistlerin
yapamadığını gerçekleştirmek gibi...
"Allah onları yaptıkları bu iftiralardan dolayı
cezalandıracaktır."
139- "Yine onlar `Bu
hayvanların karınlarındaki yavrular sadece erkeklerimize aittir,
kadınlarımıza ise yasaktır. Ëğer hayvanın yavrusu ölü doğarsa her ikisi de
O'na ortak olur, dediler. Allah bu yakıştırmalarının cezasını verecektir.
Hiç kuşkusuz Allah hikmet sahibidir ve her şeyi bilir. "
Şirk ve putperestlik sapıklığından, helâl ve haram
kılma yetkisini erkeklere bırakmaktan kaynaklanan düşünce ve uygulama
kuruntularının içinde bocalıyorlardı. Bununla beraber erkeklerin koyduğu bu
hükümlerin Allah'ın hükmü olduğunu ileri sürüyorlardı. Bu asılsız kuruntular
içinde yüzüyor ve bazı hayvanların karnındaki yavrular için -belki de bunlar
Bahire, Saibe ve Vesile dedikleri hayvanlardır- bunlar doğdukları zaman
erkeklere özgüdürler, kadınlara haramdırlar derlerdi. Ancak yavru ölü
doğacak olursa `kadın, erkek ortakdır' derlerdi. İşte böyle, hiçbir sebep,
hiçbir kanıt, hiçbir neden olmaksızın... Sadece birtakım kuruntulara
bulaşmış, karmaşık bir din edindikleri erkeklerin keyfi arzuları...
Kur'an'ın akışında bu hükümleri koyanlara, Allah'a
iftira ederek bu hükümleri Allah koymuştur diyenlere yönelik tehdit dolu bir
değerlendirme yer alıyor:
"Allah bu yakıştırmalarının cezasını verecektir."
"Hiç kuşkusuz O hikmet sahibidir ve her şeyi bilir."
Durumların içerdiği gerçekleri bilir ve bir hikmete
göre uygulamada bulunur, cahil müşriklerinki gibi değil.
İnsan hayret ediyor, Kur'an'ın akışıyla birlikte
yaşanan bu sapıklıkları, bunların taraftarlarına yüklediği ağırlıkları,
tahribat ve fedakârlıkları gördükçe... Allah'ın şeriatından ve O'nun hayat
sisteminden sapmanın doğurduğu ve doğru yoldan sapanlara yüklediği
yükümlülüklere, sapıkların uyduğu hurafe, anlaşılmaz duygular ve
kuruntuların ağırlığına, toplum ve vicdanda yer eden bozuk inancın insanlara
vurduğu kayıtlara baktıkça dehşete düşüyor. Evet insan, sapık inancın hayatı
bir bunalım, bir sıkıntı ortamına dönüştürmesinin sadece keyfi arzulara,
çeşitli kuruntulara ve körü körüne uyulan geleneklere göre hareket eder
duruma getirmesinin yanında ciğerlerinin köküne kadar insanlara ağır
yükümlülükler yüklemesi karşısında hayrete düşüyor. Oysa karşılarında son
derece sade ve açık tevhid inancı duruyor. Bu inanç, insan vicdanı, asılsız
kuruntulardan ve efsanelerden kurtarır. İnsan aklını kör taklitçiliğin
tutsağı olmaktan, insan topluluklarını cahiliye düzeni ve yükümlülüklerden,
insanı -gerek koydukları kanunlar noktasında, gerekse belirledikleri değer
yargıları ve ölçüler noktasında- kullara kul olmaktan kurtarır. Tüm bunların
yerine son derece açık, anlaşılır ve sınırları belirlenmiş bir inanç, net,
kolay ve huzur verici bir düşünce, varlık bütünü ve hayat gerçekleri
konusunda eksiksiz ve derin bir bakış açısı, kullara kul olmaktan kurtuluşu,
tek başına Allah'a kul olma makamına yükselişi yerleştirir. Adı geçen bu
makamın doruklarına sadece peygamberler -selâm üzerlerine olsun- ulaşır.
Dikkat edin, insanlık Allah'ın doğru yolundan
saptığı, kokuşmuş cahiliye bataklığına daldığı ve kendileri de birer kul
olan sahte Rabblerin aşağılayıcı kulluğuna döndüğü zaman, ahiretten önce
daha bu dünyadayken büyük bir felâket, dayanılmaz bir yıkını yaşayacaktır.
140- "Hiçbir bilgiye
dayanmaksızın, aptalca evlatlarını öldürenler ve Allah'a iftira atarak O'nun
verdiği rızıkları kendilerine yasaklayanlar, gerçekten hüsrana
uğramışlardır. Onlar kesinlikle sapıtmışlardır, doğru yola gelecekleri
yoktur. "
Kesin bir hüsrana uğramışlar. Hem dünyada, hem de
ahirette zarar etmişlerdir. Kişilikleri ve çocukları açısından büyük hasar
görmüşlerdir. Akıllarını ve ruhlarını heder etmişlerdir. Ondan başkasına kul
olmaktan kurtarmakla yüce Allah'ın kendilerine verdiği üstünlüğü, kulların
hakimiyetine teslim olmak suretiyle kulların Rabblığına kendilerini teslim
ettikleri zaman kaybetmişlerdir. Bütün bunlardan önce inancı kaybetmekle
doğru yolu kaçırmışlardır. Büyük bir zarara uğramışlar, artık doğru yolu
bulmalarına imkân kalmayacak şekilde sapıtmışlardır:
"Onlar kesinlikle sapıtmışlardır, doğru yola
gelecekleri yoktur."
Bundan sonra ayetlerin akışı müşrikleri yan
çizdikleri ilk gerçeğe "Onlar Allah'a O'nun yarattığı ekinlerden ve
hayvanlardan sınırlı bir pay ayırdılar" ayetiyle konunun başında işaret
edilen gerçeğe döndürmektedir. Hakkında bu tür uygulamalarda bulundukları,
bu konuda onları yaratmadıkları, varetmedikleri halde insanlardan ve
cinlerden şeytanlara başvurdukları ekin ve hayvanlar asıl kaynağına
döndürmektedir. İnsanlara bir geçim kaynağı, bir nimet olması için ekinleri
ve hayvanları yaratan yüce Allah'dır. Tüm bunları O'na şükretsinler ve O'na
kullukta bulunsunlar diye yaratmıştır.
Aslında yüce Allah'ın onların şükrüne ve
ibadetlerine ihtiyacı yoktur. O, hiçbir şeye muhtaç olmayan rahmet
sahibidir. Bu, dinleri ve dünyaları bakımından durumlarının düzelmesi
amacına yöneliktir. O halde onlara ne oluyor da, Allah'ın yarattığı ekin ve
hayvanlar konusunda hiçbir şey yaratamayanların hükmüne başvuruyorlar? Allah
için bir pay ve sahte tanrılar için de bir pay ayırmaları, üstelik bununla
da yetinmeyip, bu işte çıkarları olan şeytanların saptırmasıyla Allah için
ayırdıkları pay üzerinde oyun oynamaları da neyin nesi?
Kuşkusuz yaratan ve yarattığı canlıların rızkını
veren, onların sahibi ve Rabbıdır da. O'nun hükmünde somutlaşan izni
olmaksızın O'nun malının üzerinde tasarrufta bulunmak doğru değildir. O'nun
hükmü de, peygamberinin -salât ve selâm üzerine olsun- O'nun katından
getirdiği mesajda somutlaşmaktadır, yoksa O'nun otoritesini ele geçiren
sahte rablerin "Bu Allah'ın şeriatıdır" diye ileri sürdükleri şeyde değil.
141- O ki, çardaklı
ve çardaksız bahçeleri, ürünleri değişik hurmaları ve ekinleri, yaprakları
benzer ve meyvaları benzemez zeytin ve nar ağaçlarını yarattı. Bu ağaçlar
ürün verdiklerinde meyvalarından yiyiniz ve hasat günü haklarını veriniz,
fakat israf etmeyiniz, çünkü Allah israf edenleri sevmez.
142- Kimi yük
taşıyan ve kiminin yününden yaygı yapılan hayvanları yaratan da O'dur.
Allah'ın size verdiği rızıklardan yiyiniz ve şeytanın izinden gitmeyiniz.
Çünkü o sizin açık düşmanınızdır.
Kuşkusuz bu bahçeleri ilk defa yaratan yüce Allah,
hayatı da ölüden çıkarmıştır. Bu bahçelerden bazısı insanların oturaklar ve
duvarlarla hazırladıkları, çardaklarla oluşturduklarıdır. Bazısı da çöllerde
kendi kendine -Allah'ın takdiri uyarınca- insan yardımı ve düzenlemesi söz
konusu olmaksızın yeşermektedir. Değişik renk, tat ve şekilleriyle ekinleri
ve hurmaları var eden Allah'dır. Birbirine benzeyen ve benzemeyen çeşitli
türden, zeytin ve nar yaratan O'dur. Bütün bu hayvanları yaratan, bazısını
yerden yüksek olan uzun ayakları nedeniyle ağırlık taşıyıcısı binek hayvanı
kılan O'dur. Yere yakın küçük boyluları da yününden ve kıllarından yaygı
için yararlanılan türden kılmıştır.
Yeryüzünde hayatı yaygınlaştıran, bu şekilde türlere
ayıran ve insanın yeryüzündeki hayatını gereklerine uygun kılan yüce
Allah'dır. O halde bunca kanıta ve gerçeğe karşın, insanlar nasıl olur da
gidip ekinler, hayvanlar ve mallar konusunda Allah'dan başkasının hükmüne
başvurabiliyorlar?
Kur'an'ın ifade yöntemi, insanların hayatı
üzerindeki hakimiyet noktasında yüce Allah'ın birlenmesinin zorunluluğuna
bir kanıt olması için tek başına yüce Allah'ın insanlara bahşettiği rızık
gerçeğini sık sık gözler önüne sermektedir. Çünkü tek başına yaratan,
yarattıklarının rızkını veren ve onları koruyan kimse, tartışmasız olarak
Rabblığın, hakimiyetin ve otoritenin O'na ait olması gerekendir:
Burada ayetlerin akışı ekin, meyve verme, hayvanlar
ve bu vesileyle Allah'ın nimetlerinin oluşturduğu sahneler üzerinde
yoğunlaşmaktadır. Daha önce ilâhlık sorunu tartışılırken, üzerinde
yoğunlaştığı bu etkenleri şimdi de hakimiyet sorununda kullanmaktadır.
Böylece İslâm inancında ilâhlık ve hakimiyet sorunlarının aslında aynı şey
oldukları gerçeğine işaret etmektedir.
Ayet, ekinler ve meyveleri söz konusu ederken, şöyle
demektedir:
"Bu ağaçlar ürün verdiklerinde meyvalarından yiyiniz
ve hasat günü haklarını veriniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf
edenleri sevmez."
Ayette yer alan hasat günü haklarını verme
direktifi, bu ayetin Medine'de nazil olduğuna ilişkin bazı rivayetlere neden
olmuştur. Ancak biz surenin tanıtımında, "Bu ayet Mekke'de nazil olmuştur.
Çünkü Mekke'de nazil olan bölümünün akışı içinde bu ayet olmaksızın bütünlük
sağlanamaz. Dolayısıyla bu ayetin indirilişi Medine'ye ertelenecek olursa
ayetin öncesi ile sonrası arasında bir kopukluk meydana gelecektir. Bununla
beraber, hasat günü hakkını veririz direktifiyle zekâtın kastedilmiş olması
kesin değildir. Çünkü ayete ilişkin bazı rivayetlerde burada amaçlananın
sınırları belirsiz sadaka olduğu ifade edilmektedir. Oysa belirlenmiş
oranlarıyla birlikte zekât, hicretin ikinci senesinde Peygamberimizin -salât
ve selâm üzerine olsun- uygulaması (sünneti) ile belirlenmiştir" demiştik:
"Fakat israf etmeyiniz, çünkü Allah israf edenleri
sevmez" sözü sadaka vermeye dönük olabileceği gibi, yemeye de dönük
olabilir. Rivayetlerde müslümanların mallarını dağıtmada israf edercesine
vardıkları anlatılır. Bu yüzden yüce Allah: "İsraf etmeyiniz, çünkü Allah
israf edenleri sevmez" buyurmuştur.
Hayvanlar söz konusu edilirken şu ifadeye
başvurulmaktadır:
"Allah'ın size verdiği rızıklardan yiyiniz ve
şeytanın izinden gitmeyiniz. Çünkü o sizin açık düşmanınızdır."
Amaç, bu rızıkları verenin ve onları yaratanın yüce
Allah olduğunu belirtmektedir. Oysa şeytanlar hiçbir şey yaratamazlar. O
halde onlara ne oluyor ki Allah'ın verdiği rızıklar konusunda şeytanlara
uyuyorlar? Bir de şeytanın onlara açıktan açığa düşman olduğu
vurgulanmaktadır. Açıktan açığa düşman olduğu halde, nasıl olur da onun
adımlarını takip edebilirler?
Sonra ayetlerin akışı, son derece ince bir tavırla
cahiliyenin gizli kuruntularını sıraladığı, aydınlattığı, birer birer, parça
parça gözler önüne serdiği bir karşılamaya başlıyor. Bu sayede, bir nedene
dayandırılması ve savunulması mümkün olmayan oldukça tutarsız, ahmakça
düşünceleri gün yüzüne çıkmaktadır. Kuşkusuz bu düşüncelerin açığa çıktığını
ve bunların ne bilimsel ne doğru yoldan ne de aydınlatıcı bir kitaptan
kaynaklanan dayanağının olmadığını gören kişi kendi kendine utanacaktır:
143- (Erkekli-dişili
olmak üzere) sekiz baş olan bu hayvanların ikisi koyun, ikisi keçidir. De
ki; "Allah bu hayvanların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa dişilerin
rahimlerinin içerdiği yavruları mı haram kıldı? Eğer doğru söylüyorsanız,
bana bilimsel bir açıklama yapınız?"
144- Geride
kalanların ikisi deve, ikisi sığırdır. De ki; "Allah bunların erkeklerini
mi, dişilerini mi, yoksa dişilerin rahimlerinin içerdiği yavruları mı haram
kıldı? Yoksa Allah'ın size bu direktifi verdiğinin somut tanıkları mısınız?
Körü-körüne insanları yoldan çıkarmak amacı ile Allah'a iftira eden, Allah
adına yalan uyduran kimseden daha zalim kim olabilir? Hiç kuşkusuz Allah
zalimleri doğru yola iletmez. "
Tartışma konusu yapılan ve geçen ayette Allah
tarafından yaratıldıklarına işaret edilen bu hayvanlar sekiz çifttir.
-Eşinin yanında dişi, erkek herbiri çift sözcüğüyle ifade edilmektedir- Bir
çifti koyun bir çifti de keçidir. Peki bunlardan hangisini yüce Allah insana
haram kılmıştır? Yoksa O, analarının karnındaki yavruları mı haram
kılmıştır?
"Eğer doğru söylüyorsanız bana bilimsel bir açıklama
yapınız?"
Çünkü bu tür konularda zan ile fetva verilmez.
Tahminler sonucu bir yargıya varılmaz. Bilinen bir yetkiye dayanmadan hüküm
koyulmaz.
Çiftlerin geri kalanı, erkek ve dişi deve, erkek ve
sığırdır. Peki bunların hangisi haramdır? Allah bunların yavrularını mı
insanlara haram kılmıştır? Ve nereden kaynaklanmaktadır bu haram kılma?
"Yoksa Allah'ın size bu direktifi verdiğinin somut
tanıkları mısınız?"
Böylece hazır bulundunuz ve özellikle bu haram kılma
olayına ilişkin yüce Allah'ın size yönelik direktifine tanık mı oldunuz?
Çünkü Allah'dan kesin bir emir olmadıkça bir şeyi haram kılma söz konusu
olamaz. Bunun ötesi yorum ve sanıya uymaktan başka bîr şey değildir.
Böylece kanun koyma yetkisi tümden tek bir kaynağa
özgü kılınmaktadır. Onlar kendi koydukları hükümlerin Allah tarafından
konulduğunu ileri sürüyorlardı. Bu nedenle sakındırma ve tehditle bu
iddiaları geri çeviriliyor:
"Körü-körüne insanları yoldan çıkarmak amacı ile
Allah'a iftira eden, Allah adına yalan uyduran kimseden daha zalim kim
olabilir? Hiç kuşkusuz Allah zalimleri doğru yola iletmez."
O'nun izni olmadan Allah'a bir hüküm dayandıran,
sonra da bu Allah'ın hükmüdür diyen birinden daha zalim biri bulunamaz.
Çünkü O, bilgisizce insanları saptırmayı amaçlamaktadır. Onları hidayetle
zan arasında şaşkın bırakmaktadır. Bunları yüce Allah doğru yola
iletmeyecektir. Çünkü doğru yola götüren sebeplerle bağları koparmışlardır.
Kendilerine hiçbir yetki verilmeyen şeyleri Allah'a ortak koşmuşlardır. Hiç
kuşkusuz Allah zalimleri doğru yola iletmez.
Şu anda müşriklerin inançlarındaki, düşünce ve
uygulamalarındaki gevşeklik, saçmalık ve gülünçlük olanca çıplaklığıyla
ortaya çıkmış oldu. Bu düşünce ve uygulamalarının bir bilgiye, bir belgeye
ve bir temele dayanmadığı ortadadır. Daha önce gerek kendi kendilerine,
gerekse şeytanlarının ve ortak koştukları tanrılarının telkiniyle haklarında
birtakım uygulamalarda bulundukları ekin ve hayvanların var edilmesi
gerçeğine döndürülmüşlerdi. Bu ekinleri ve hayvanları kendileri için var
eden şeytanlar veya sahte tanrılar değildir. Tersine bunları kendileri için
yaratan yüce Allah'dır. Bu yüzden yarattığı, rızıklarını verdiği şeyler ve
bağışladığı mal ve kullar üzerindeki hakimiyet tek başına O'na ait
olmalıdır. Şimdi de onlara bütün bunlarda yüce Allah'ın haram kıldığı şeyler
açıklanmaktadır. Yüce Allah'ın bir belgeye ve vahye göre gerçekten haram
kıldığı şeyler açıklanmaktadır, zan ve kuruntuya göre değil. Allah tek
başına meşru egemenlik sahibidir. Bir şey haram kıldığında o, haramdır.
Helâl kıldığı şey de helâldir. Bir insanın müdahalesi ya da ortaklığı söz
konusu değildir. Hakimiyet ve kanun koyma yetkisinden dolayı sorgulanmaz
yüce Allah. Bu münasebetle yüce Allah'ın özellikle yahudilere haram kıldığı
ancak müslümanlara helâl kıldığı şeyler de hatırlatılmaktadır. Bu özel haram
kılma, zulümleri ve Allah'ın hükmünden uzaklaşmaları nedeniyle bir ceza
olarak yahudiler için belirlenmişti:
145- De ki; "Bana
vahyedilen ayetlerde ölü hayvandan, akar kandan, somut bir pislik olan domuz
etinden ve sapıkça Allah'dan başkası adına boğazlanan hayvanlardan başka
hiçbir hayvanın yenmesinin yasaklandığını görmüyorum.
Kim çaresiz kalır da başkasının payına el uzatmamak
ve zorunluluk miktarını aşmamak üzere bu yasak etlerden yerse, hiç kuşkusuz
senin Rabbin affedicidir ve merhametlidir.
146- Yahudilere
bütün tek tırnaklı hayvanları yasakladı. Onlara sığırların ve koyunların
sırt, bağırsak ve kemik yağları dışında kalan içyağlarını da haram kıldık.
Allah'ın ölçülerini çiğnedikleri için onları bu şekilde cezalandırdık.
Söylediklerimiz kesinlikle doğrudur.
147- Eğer onlar seni
yalanlarlarsa de ki; "Rabbim, yaygın rahmet sahibidir. Ama O'nun
günahkârlara yönelik azabını hiç kimse geri savamaz.
Ebu Ca'fer b. Cerir et-Taberi şöyle der:
"Ulu Allah, Peygamberi Hz. Muhammed'e -salât ve
selâm üzerine olsun şöyle buyuruyor: Ey Muhammed, Allah'ın yarattığı ekin ve
hayvanlardan O'na bir pay ayıran, bir pay da sahte tanrılarına ayıran, sonra
da `Şu ekinler ve hayvanlar dokunulmazdır, -asılsız iddialarına göre-
dilediklerimizden başkası bunları yiyemez" diyen, diğer bazı hayvanların
adını anmayan, bazı hayvanlarının karnındaki bazı yavruları kadınlarına ve
eşlerine yasaklayan, ancak erkeklerine helâl kılan, Allah'a iftira atarak
kendilerine rızık olarak verdiği şeyleri haram sayan, bunları haram kılmanın
yanında, bu haramları belirleyenin yüce Allah olduğunu ileri sürenlere
söyle: Bunun size haram kılındığını söyleyen Allah katından bir elçi mi size
geldi? Bizi de haberdar edin. Yoksa sizin tanıklığınızla yüce Allah mı bunun
haram olduğu direktifini verdi? Bunun size haram olduğunu duydunuz da mı
haram kıldınız kendinize? Bunu iddia ederseniz yalan söylemiş olursunuz.
Bunu ileri süremezsiniz. Çünkü böyle bir iddiada bulunduğunuz an, insanlar
sizin yalan söylediğinizi anlayacaklardır. Bu, bana vahyedilen kitapta ve
indirilen ayetlerde, haram olduğunu ileri sürdüğünüz hayvanlardan herhangi
birinin yiyenlere haram kılındığını görmüyorum. Ancak "murdar" olmaları
(bunlar temizlenmeden ölmüşlerdir) Ya da "akıtılmış kan" olması (o da
hastalıktır). Bir de "Domuz eti" -bu da pisliktir- ve bir de "yoldan çıkmış
birinin kestiği" müstesna. Burada kastedilen, "puta tapan müşrik birinin
putu ve tanrıları için kestiği ve üzerine putunun adını andığıdır. Bu
şekilde kesmek yoldan sapmaktır çünkü. Yüce Allah bunu yasaklamış ve haram
kılmıştır. Kendisine inananları bu şekilde kesilen bir hayvanı yemekten
menetmiştir. Çünkü bu hayvan murdardır."
"Bu, peygamber ve arkadaşlarıyla ölü hayvanın haram
oluşu konusunda tartışmaya girişen müşriklere yönelik yüce Allah'ın katından
gelen bir duyurudur. Hakkında tartıştıkları şeyin Allah tarafından haram
kılındığı belirtilmektedir. Öte yandan Allah'ın haram kıldığını ileri
sürdükleri şey de Allah tarafından helâl kılınmıştır. Haramlığını Allah'a
dayandırmakla yalan söylediklerini belirtmektedir böylece."
İbn-i Cerir "Kim çaresiz kalır da başkasının payına
el uzatmamak ve zorunluluk miktarını aşmamak üzere bu yasak etlerden yerse,
hiç kuşkusuz senin Rabbin affedicidir ve merhametlidir" ayetini yorumlarken
şöyle der:
"Bunun anlamı şudur: Kim ölü, akıtılmış kan, Domuz
eti veya Allah'dan başkası adına kesilmiş hayvan eti gibi Allah'ın haram
kıldıklarını açlıktan kaynaklanan bir zorunluluktan dolayı çok haz alacak
düzeyde yemeden, Allah'ın belirlediği ve yenmesini serbest bıraktığı sınırı
aşmak suretiyle yeme işini tekrarlamadan, sırf yemediği zaman öleceği
endişesini gidermek amacıyla ve bundan fazlasına yeltenmeden yemek zorunda
kalırsa, bunları yemesinde bir sakınca yoktur. "Çünkü Allah affedicidir."
Yaptıkları şeyleri örter ve cezalandırmaz onları. Şayet dilerse onları
cezalandırabilir. Çünkü "merhametlidir." Zorunluluk anında bunlardan
yenmesini serbest bırakmasından dolayı. Çünkü dilerse bunu haram kılar
yemesini engellerdi."
Haram kılınan bu yiyeceklerden yemeyi helâl kılacak
sınıra ve bu durumda helâl olan miktara gelince; bu iki konu etrafında
birtakım fıkhî tartışmalar söz konusu olmuştur. Bir görüşe göre, engel
olduğunda ölüm korkusu varsa, sadece hayatı kurtaracak kadarı helâldir. Bir
diğer görüşe göre, yetecek ve doyacak kadarını yemek serbesttir. Bir başka
görüşe göre de bunun ötesinde, yiyeceğin bitmesinden korkulduğu zaman,
ilerde yenmek üzere bir miktarını saklamak da mübahtır. Bunun ötesinde
ayrıntılara girmiyoruz. Burada anlatılanlar yeterlidir çünkü.
Yahudilere ise; yüce Allah bütün tek tırnaklı
hayvanları -yani deve, devekuşu, kaz ve ördek gibi bitişik tırnaklı
hayvanlar. Bir de sığır ve koyunların içyağları (sırtta bağırsaklara sarılı
ve kemiklere karışanı hariç)- haram kılmıştır. Bu, Allah'ın emirlerini ve
hükümlerini çiğnemek suretiyle baş kaldırmalarının cezasıydı.
"Yahudilere bütün tek tırnaklı hayvanları
yasakladık. Onlara sığırların ve koyunların sırt, bağırsak ve kemik yağları
dışında kalan iç yağlarını da haram kıldık. Allah'ın ölçülerini çiğnedikleri
için onları bu şekilde cezalandırdık. Söylediklerimiz kesinlikle doğrudur."
Ayet bu yasaklamanın nedenini açıklamaktadır. Bu
sadece yahudilere özgü bir nedendir. Ayrıca bunun doğru olduğunu
vurgulamaktadır. Yoksa ataları İsrail'in -Ya'kub peygamberin -selâm üzerine
olsun- bunları kendisine haram kıldığını, kendilerinin de O'na uyduklarına
ilişkin söylediklerinin doğru olmadığı gerçeği dile getirilmektedir. Bütün
bunlar Ya'kub'a helâl ve serbestti. Başkaldırmalarından sonra haram kılındı
bunlar. Yüce Allah bu temiz olan şeyleri onlara haram kılmakla onları
cezalandırmıştı.
"Eğer onlar seni yalanlarlarsa de ki; "Rabbiniz
yaygın rahmet sahibidir. Ama O'nun günahkârlara yönelik azabını hiç kimse
geri savamaz."
De ki; Rabbinizin bize yönelik rahmeti geniştir. Hem
mümin kullarına hem de bunların dışındaki yaratıklarına karşı sonsuz
merhametlidir. Rahmeti, iyileri de kötüleri de kuşatmıştır. Yüce Allah
yumuşaklığından ve rahmetinden dolayı cezayı hakedenlere karşı acele etmez.
Çünkü bunlardan bazısı Allah'a dönebiliyor. Ancak, hoşgörüsünden başka
suçlara yönelik azabını durduracak hiçbir şey yoktur. Sadece belirlenmiş bir
süreye kadar onlara süre tanımıştır. Bu sözlerde insanlara yönelik tehdit
kadar Allah'ın rahmetini umma duygusu da yatmaktadır. İnsanların kalplerini
yaratan yüce Allah'dır. Onlara hem korku, hem de ümit dolu ifadelerle hitab
etmektedir ki, belki sarsılır, Allah'ın emrini algılar ve O'na karşılık
verirler diye.
Ayetlerin akışı, üzerlerindeki baskıyı artırmak ve
bahane yollarını yüzlerine kapatmak noktasında bu aşamaya geldiğinde Allah'a
ortak koşmalarını, sapıkça düşünce ve uygulamalarını bağlayacakları son
kaçış yollarını ele almaktadır. Şöyle diyorlardı: "İsteyerek şirk ve
sapıklığa dalmamızı istememiş olsaydı, hiçbir şeyin durduramayacağı gücüyle
buna engel olurdu."
148- Müşrikler
diyecékler ki; "Eğer Allah dileseydi, ne biz ve atalarımız O'na ortak koşar
ve ne de bu şeyi yasaklardık. " Onlardan önceki!erde bu şekilde
peygamberlerini yalanladılar da azabımızın acısını tattılar. Onlara de ki;
"Önümüze koyacağınız bir bildiğiniz var mı? Siz sadece sanının,
yakıştırmaların peşinden gidiyorsunuz, sırf tahminlere dayanıyorsunuz.
149- De ki; "Yetkin
delil, Allah'ın tekelindedir. Eğer O dileseydi, hepinizi doğru yola
iletirdi. "
Cebir (zorunluluk) ve ihtiyar (serbestlik) problemi
etrafında ehl-i sünnet, Mu'tezile, Cebriye ve Murciye mezhepleri arasında,
İslâm düşünce tarihinde uzun tartışmalar, olmuştur. Bu tartışmalara bir de
Yunan felsefe ve mantığı ve hristiyanlık teolojisi karışmıştır. Böylece
sorun, net ve realist İslâm mantığının kabul edemeyeceği bir karmaşıklığa
bürünmüştür. Oysa eğer Kur'an'ın dolaysız, kolay ve kararlı yöntemiyle sorun
ele alınmış olsaydı, bu tartışmalar şiddetlenmez şu anda bulunduğu konumda
olmazdı.
Biz müşriklerin bu sözlerine ve Kur'an'ın cevabına
baktığımızda problemin gayet açık, basit ve belirgin olduğunu görüyoruz:
"Müşrikler diyecekler ki; "Eğer Allàh dileseydi, ne
biz ve atalarımız O'na ortak koşar ve ne de bir şeyi yasaklardık."
Bunlar hem kendilerinin hem de atalarının
şirklerini, Allah'ın haram kılmadığı şeyleri haram kılmalarını ve hiçbir
bilgiye ve kanıta dayanmaksızın bunların Allah'ın hükmü olduğunu ileri
sürmelerini... Evet bütün bunları Allah'ın iradesine bağlıyorlar. Yani şayet
Allah dilememiş olsaydı, ortak koşmayacakları gibi, herhangi bir şeyi haram
kılmayacaklardı. Bunu iddia ediyorlardı.
Bakalım Kur'an-ı Kerim bu sözlerini nasıl
karşılıyor?
Onların tıpkı öncekiler gibi yalan söylediklerini,
onlardan önceki yalancıların Allah'ın azabını tattıklarını ve Allah'ın
azabının yeni yalancıları beklediğini belirterek karşılıyor:
"Onlardan öncekiler de bu şekilde yalan söylediler
de azabımızın acısını tattılar."
İşte bu, duyguları harekete geçiren, gafletten
uyandıran ve ibret almaya yönelten bir sarsmadır.
İkinci mesaj, düşünce ve bakış yöntemini doğrultma
amacına yöneliktir. Allah emirlerini ve yasaklarını onlara bildirmiştir.
Kesin bir şekilde öğrenme imkânına sahiptirler. Allah'ın iradesine gelince,
bu gaybın kapsamındadır. Buna ulaşma imkânları yoktur. O halde nasıl
bilebilirler? Kesin bir şekilde bilemeyeceklerine göre, davranışlarını nasıl
ona bağlayabilirler?
"De ki; önümüze koyacağınız bir bildiğiniz var mı?
Siz sadece sanının, yakıştırmaların peşinden gidiyorsunuz, sırf tahminlere
dayanıyorsunuz."
Allah'ın emirleri ve yasakları kesin bir şekilde
bilinmektedir. O halde yakıştırmaların peşinden gitmek uğruna bu kesin
bilgileri neden bir kenara bırakıyorlar?
İşte problemin çözüm noktası... Yüce Allah,
insanlara, kendilerini uydurmaları için gaybın kapsamındaki iradesini ve
takdirini bilme zorunluluğunu getirmemiştir. Kendilerini ayarlamaları için
emir ve yasaklarını bilmeyi zorunlu kılmıştır. Ne zaman buna yeltenirlerse,
yüce Allah onlara yol göstericilik yapmayı ve göğüslerini İslâm'a açmayı
garantilemiştir. Pratik bir olgu olarak, bu tür tartışma ve yargıların
karmaşasından uzak, gayet kolay ve net bir şekilde beliren soruna ilişkin bu
kadarını bilmek yeterlidir.
Şayet isteseydi yüce Allah, daha baştan
Ademoğulları'nı doğru yoldan başka bir şey tanımayan bir özelliğe sahip
olarak yaratabildi. Ya da onları doğru yola zorlayabilirdi.
Ya da kalplerine hidayet duygusunu serpip
zorlamaksızın doğru yola girmelerini sağlayabilirdi. Ancak, yüce Allah,
bundan başka bir şey dilemiştir. İnsanları doğru yola veya sapıklığa
yönelebilme yeteneğine sahip kılmakla denemeyi dilemiştir. Böylece onlardan
doğru yola yönelene yol göstericilik yapmayı, sapıklığa yöneleni de
körü-körüne karanlıkta bırakmayı dilemiştir. Bu konuda insanlar için koyduğu
kural iradesi uyarınca cereyan etmiştir.
"De ki; yetkin delil Allah'ın tekelindedir. Eğer o
dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi."
Sorun gayet açıktır. İnsanın kavrama yeteneğinin
algılayabileceği şekilde en basit bir yöntemle ifade edilmiştir. Bu konuda
koparılan tüm gürültüler, girişilen tüm tartışmalar İslâm duygusuna, İslâm
düşünce metoduna oldukça yabancı şeylerdir. Hiçbir felsefe ya da teolojik
görüşte bu tartışmalar doyurucu bir çözüme ulaştırılmamıştır. Çünkü bu
tartışma soruna, tabiatına uygun olmayan bir yöntemle yaklaşmaktadır.
Çünkü herhangi bir gerçeğin tabiatı, o gerçeğe
yaklaşım metodunu ve o gerçeği ifade yöntemini belirler. Maddi bir gerçeğe
laboratuar deneyleriyle yaklaşılabilir. Matematiksel gerçeklerse, zihinsel
varsayımlarla elde edilebilir. Bu boyutları aşan gerçeklere gelince, bunlar
değişik bir yöntemle algılanabilirler. Bu da önce söylediğimiz gibi, bu
gerçeği pratik bir ortamda fiilen yaşama yöntemidir. Sorunu eski-yeni tüm
tartışmalarda başvurulan zihinsel önermelerden farklı bir tarzda ifade
etmektedir.
Sonra bu din, son derece açık emir ve yasakların
belirlediği pratik bir olgu oluşturmak için gelmiştir. Gaybın kapsamında
olan ilahî iradenin sınırlarına girmeye kalkışmak, insan aklını kılavuzsuz
bir şekilde boşluğa daldırmaktır. Yapıcı, realist ve gözle görülen işlerde
harcanması gereken emeği kaybetmekdir.
Sonunda yüce Allah, Peygamberini -salât ve selâm
üzerine olsun- daha önce surenin başlarında ilâhlık sorunu için onları
tanıklık yapmaya çağırdığı gibi, şimdi de hüküm koyma sorununda tanıklık
yapmaya çağırmak suretiyle müşrikleri karşılamaya yöneltiyor:
Surenin başında yüce Allah Peygamberine şöyle
demişti:
- De ki; "En büyük şahitlik kiminkidir?" De ki;
"Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'an gerek sizi, gerekse
ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi, sizler Allah ile birlikte
başka ilâhlar olduğuna mı şahitlik ediyorsunuz?" De ki; "Ben buna şahitlik
etmem; De ki; "O tek bir ilâhtır ve ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan
uzağım." (En'am Suresi: 19)
150- "De ki;
Allah'ın bu yasakları koyduğuna şahitlik edecek tanıklarınızı getiriniz
bakalım. Eğer onlar bu yolda şahitlik ederlerse, sakın şahitliklerini
onaylama. Ayetlerimizi yalanlayanların, ahirete inanmayanların ve Rabblerine
eş koşanların keyfi arzularına uyma. "
Bu dehşet verici bir karşılamadır, aynı zamanda net
bir karşılamadır. Bu dinin tabiatına ilişkin gerçeği de gizli değildir. Bu
din, açıktan açığa Allah'la birlikte başka tanrılar edinmekle işlenen
şirkle, koydukları hükümlerin Allah'ın hükmü olduğunu ileri sürmelerine
bakmadan Allah'ın izin vermediği konularda hakimiyet ve kanun koyma hakkını
insanlara vermekle somutlaşan şirki bir saymaktadır. Böyle bir davranışta
bulunanların Allah'ın ayetlerini yalanladıklarını, ahirete inanmadıklarını,
rabblerine bazılarını denk tuttuklarını, yani kendisine denk saydıkları
eşler koştuklarını son derece kesin bir ifadeyle dile getirmektedir. Bu
ifade, kâfirlerin niteliklerine ilişkin surenin ilk ayetinde kullanılan
ifadenin aynısıdır:
Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve
aydınlığı yoktan var eden Allah'a mahsustur. Durum böyleyken kâfirler,
bunları Rabblerine denk tutuyorlar. (En'am Suresi: 1)
Hakimiyet yetkisini gasbedenlere ve insanlar için
kanunlar koymaya yeltenenlere -hükmettikleri şeylerin Allah'ın hükmü
olduğunu ileri sürmelerine bakmadan- ilişkin Allah'ın hükmü budur. Artık bu
oldukça önemli soruna ilişkin Allah'ın hükmünden sonra herhangi bir kimsenin
görüş bildirme hakkı yoktur.
Yüce Allah'ın niçin böyle bir hüküm verdiğini,
onları neden ayetlerini yalanlayan, ahiret gününe inanmayan, başkalarını
Rabblerine denk tutan müşrikler saydığını anlamak istersek, bunu
yapabiliriz. Çünkü Allah'ın şeriatının ve hükmünün gerisindeki hikmeti
düşünmek müslümandan istenen bir şeydir.
Yüce Allah, kendi kendilerine insanlar için kanunlar
koyanlar bu kanunlar Allah'ın şeriatına dayanmaktadır deseler de -hakkında
Allah'ın ayetlerini yalanlayan hükmünü vermektedir. Çünkü O'nun bütün
ayetleri- şayet evrensel ayetler kastediliyorsa- O'nun yaratıcı,
yarattıklarının rızkını veren, aynı zamanda bir olduğuna tanıklık
etmektedir. Yaratan, yarattıklarının rızkını veren, onların sahibidir de. O
halde sadece O, hayatları üzerinde tasarrufta bulunup onlar için hükümler
koyabilir. Kim O'nu hakimiyette birlemezse, O'nun ayetlerini yalanlamış
demektir. Şayet Kur'an ayetleri kastediliyorsa; yüce Allah'ın, insanların
pratik hayatları üzerindeki hakimiyet noktasında birlenmesinin, sadece O'nun
şeriatının kanun edinilmesinin, uygulanan kanun ve egemen hüküm açısından
insanların tek başına O'na kulluk yapmalarının zorunluluğuna ilişkin ayetler
kesin, açık ve nettirler.
Aynı şekilde yüce Allah, onların ahiret gününe
inanmadıklarına hükmetmiştir. Çünkü ahiret gününe inanan birinin, kıyamet
günü yüce Rabbiyle buluşacağına iman eden kimsenin, Allah'ın ilâhlığına
tecavüz etmesi ve yüce Allah'ın ortaksız olduğu bir yetkiyi kendisi için
iddia etmesi mümkün değildir. Bu yetki, insan hayatının üzerindeki mutlak
hakimiyettir. Bu hakimiyet O'nun ezeli yargısında, kaderinde, şeriat ve
hükmünde somutlaşmıştır.
En sonunda onların, Rabblerine kimilerini denk
tuttukları hükmü verilmiştir. Yani kâfirlerin niteliği olan şirkle itham
edilmişlerdir. Çünkü onlar Allah'ı birleyen kimseler olmuş olsalardı, O'nun
ortaksız ve bir olduğu hakimiyet yetkisinde bazılarını O'na ortak
koşmazlardı. Ya da bir kulun böyle bir iddiada bulunmasını ve böyle bir şeye
kalkışmasını hoşnutlukla kabul etmezlerdi.
Bizim gördüğümüz kadarıyla, hakimiyet yetkisini ele
geçiren ve Allah'ın izin vermediği konularda insanlar için kanunlar koyanlar
hakkında, Allah'ın ayetlerini yalanlama, ahiret gününe inanmama ve küfrün
belirtisi olan Allah'a ortak koşma hükmünün verilmiş olmasının hikmeti
budur. Fakat "hükmün" kendisine gelince; "müslüman" birinin bu konuda
tartışmaya girmesi mümkün değildir. Bu konuda peşinde yorum yapılmayacak
kesin söz söylenmiştir. O halde her "müslüman" her şeye gücü yeten, güçlü ve
hikmet sahibi Allah'ın ayetleri karşısında nasıl bir tavır takınacağına
baksın.
Tanıklık yapmaya yönelik çağrıdan ve müşriklerin
kendi kendilerine belirledikleri yasakların reddedilmesinden sonra, yüce
Allah'ın gerçekten belirlediği haramları içeren bir açıklama sunulmaktadır
onlara. Yüce Allah'ın haram kıldığı şeylerin yanında, haram kılınmış bir
karşılığı bulunan bazı yapıcı yükümlülükleri de bulacağız. Yasaklar, ilk
haram kılınan şeyle, yani Allah'a ortak koşma olayıyla başlıyor. Çünkü ilk
belirlenmesi gereken kural budur. Teslim olup, müslüman olacak için
bilinmesi gerekli olan diğer haram ve yasaklar bu temel kurala dayandırılır:
151- De ki;
"Geliniz, Rabbinizin neleri yasakladığını size söyleyeyim: O'na hiçbir şeyi
ortak koşmayın. Ana-babaya karşı iyi davranınız. Yoksulluk kaygısı ile
evlâtlarınızı öldürmeyiniz. Sizin de onların da rızkını biz veririz.
Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayınız. Haklı bir gerekçe yokken
Allah'ın dokunulmaz saydığı cana kıymayınız. İşte Allah, ola ki düşünürsünüz
diye size bu direktifleri veriyor.
152- Erginlik çağına
erinceye kadar yetimin malına sadece niyetlerin en iyisi ile yaklaşınız.
Ölçüde ve tartıda dürüst olunuz. Biz hiç kimseye kapasitesini aşan bir yük
yüklemeyiz. Bir söz söylerken, söz konusu olan akrabanız bile olsa, doğru
konuşunuz. Allah'a verdiğiniz sözü tutunuz. İşte Allah, ola ki düşünüp öğüt
alırsınız diye size bu direktifleri veriyor.
153- İşte benim
dosdoğru yolum budur, bu yola uyunuz. Sakın sizi Allah'ın yolundan ayrı
düşürecek yollara girmeyiniz. İşte Allah, kötülüklerden sakınasınız diye
size bu direktifi veriyor.
Hayvan ve meyvelere ilişkin hüküm koymalardan,
cahiliyenin asılsız kuruntularından, düşünce ve uygulamalarından söz
edilmesi nedeniyle ayetlerin akışında ele alınan bu direktiflere
baktığımızda, bunların dinin bir bütün olarak dayandığı temeller olduğunu
görürüz. Çünkü tevhitle birlikte vicdan hayatının ardarda gelen nesilleriyle
aile hayatının karşılıklı dayanışma ve birbirleriyle ilişkilerinde
temizliğin egemen olduğu toplumsal hayatın, çeşitli güvencelerden oluşan
hakları kapsayan insanlık hayatının dayanağı Allah'a verilen sözle
ilişkilidir. Toplu Allah'ın birliği ilkesinden başladığı gibi.
Bu direktiflerin sonuna baktığımızda, yüce Allah'ın
bunun kendisinin doğru yolu olduğunu, bunun dışındakilerin insanları O'nun
temel ve biricik yolundan ayırdığını belirttiğini görürüz.
Şu üç ayetin içerdiği bu konu ürpertici boyutları
olan bir konudur. Cahiliyeye kıyısından değiniyormuş gibi beliren bir
sorunun ardından gelen, ancak bu ürpertici direktiflerle ilgisinin
tanıklığıyla, gerçekten bu dinin temel sorunudur.
"De ki; `Geliniz Rabbinizin neleri yasakladığını
size söyleyeyim.
De ki; Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını
anlatayım, sizin kendi kendinize O'nun haram kıldığını ileri sürdüklerinizi
değil. Bunları size "Rabbiniz" haram kılmıştır. Rabblık yetkisi sadece O'na
aittir çünkü. -Rabblık, otorite, eğitme, direktif verme ve egemen olmak
demektir- O halde bu yetki O'na özgüdür, O'nun otoritesinin kapsamındadır.
Çünkü haram kılan kim ise "Rabb" O'dur. Oysa Rabb olması gereken sadece
Allah'dır:
"O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız."
İnanç yapısının dayanmak zorunda olduğu, yükümlülük
ve farzların dönük olduğu, hak ve sorumlulukların kaynaklandığı temel...
Emir ve yasaklara, yükümlülük ve farzlara, düzen ve sistemlere, kanun ve
hükümlere girmeden önce yerleştirilmesi gereken temel... Öncelikle insanlar,
inanç noktasında sadece O'nun ilahlığını kabul ettikleri gibi hayatları
üzerinde de sadece Allah'ın Rabblığını tanımalıdırlar. İlahlığında O'na hiç
kimseyi ortak koşmamalıdırlar. Aynı şekilde Rabblığında da hiç kimseyi ortak
koşmamalıdırlar. Sebepler ve takdirler dünyasında şu evrenin işlerinde tek
başına O'nun tasarrufta bulunduğunu kabul etmelidirler. Kıyamet günü,
hesaplaşma ve cezalandırılmaları konusunda sadece O'nun tasarrufta
bulunacağını, aynı şekilde hüküm ve şeriat aleminde kulların tüm işlerinde
tasarruf hakkının O'nda olduğunu kabul etmelidirler.
Bu kabullenme, vicdanı şirk pasından, aklı
hurafelerin tozundan, toplumu cahiliyenin geleneklerinden, hayatı kulların
kullara kulluğundan temizler, arındırır.
Her çeşidiyle şirk, ilk etapta yasaklanır, çünkü,
diğer tüm haramlar ondan kaynaklanır. En yoğun biçimde karşı çıkılması,
reddedilmesi gereken kötülük şirktir. Ta ki, insanlar, Allah'dan başka
ilâhlarının olmadığını, O'nun dışında kendileri için bir Rabb, O'ndan başka
bir hükmedici ve kanun koyucu olmadığını bilip kulluk davranışlarıyla O'ndan
başkasına yönelmesinler.
Mutlak şekliyle tevhid, başta gelen temeldir.
İbadet, ahlâk ve davranışlardan hiçbiri O'nun yerini tutamaz. Bu nedenle
direktifler öncelikle bu temel ilkenin belirlenmesiyle başlamaktadır:
"O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız."
Sıralanan direktiflerin hemen başında yasaklanan
şirkle neyin kastedildiğini öğrenmemiz için bu direktiflerin öncesine bir
göz atmamız gerekmektedir. Ayetlerin akışı bütünüyle belli bir sorun
üzerinde odaklaşmaktadır. Kanun koyma ve uygulama yetkisini elinde
bulundurma sorunu... Bir ayet önce de tanıklık yapma çağrısı yer almıştı.
Onu da bu arada hatırlamanın yararı vardır:
"De ki; Allah'ın bu yasakları koyduğuna şahitlik
edecek tanıklarınızı getiriniz bakalım. "Eğer onlar bu yolda şahitlik
ederlerse sakın şahitliklerini onaylama. Ayetlerimizi yalanlayanların,
ahirete inanmayanların ve Rabblerine eş koşanların keyfi arzularına uyma."
Bu ayeti ve geçen sayfalarda bu ayet hakkında
yaptığımız açıklamaları yinelemek zorundayız. Çünkü burada Kur'an'ın
akışının hemen başta yasakladığı şirkten neyi kastettiğini ancak bu şekilde
kavrayabiliriz. Şirk, inanç noktasında olduğu gibi hakimiyet noktasında da
gerçekleşebilir. İşte Kur'an'ın konuya ilişkin akışı ve işte uygun ortam.
Biz bu hatırlatmayı sürekli yapmak zorundayız çünkü,
şeytanların dini temel kavramlarından uzaklaştırmaya yönelik çabaları
-üzülerek belirtelim ki- meyvesini vermiştir. Hakimiyet sorunu inançtaki
yerinden koparılmış, duygularda itikadi temeliyle bir ilgisi kalmamıştır. Bu
nedenle İslâm hakkında oldukça duyarlı olan kimseler bile, kulluk
davranışlarını düzeltmek, ahlâkî çözülmeye karşı çıkmak, ya da yasalara
karşı gelenlere muhalefet etmekten söz ediyorlar. Ancak hakimiyetin
temelinden ve bu sorunun İslâm inancındaki yerinden hiç söz etmiyorlar.
İkinci planda, ayrıntı konumundaki kötülüklere savaş açarlarken, en büyük
kötülüğe karşı hiçbir şey yapmıyorlar. Hayatın tevhitten başka bir esasa
dayanması, yani yüce Allah'ın hakimiyette birlenmemesi esasına dayanması
kötülüğüne karşı harekete geçmiyorlar.
Yüce Allah herhangi bir direktif vermeden önce,
hiçbir şeyin kendisine ortak koşulmaması direktifini veriyor. Kur'an'ın
akışında yeri geldikçe de tüm direktiflerden önce yasaklanan şirkten neyin
kastedildiğini belirtiyor. Bireyin temeline dayanarak basiretle Allah'a
bağlandığı bir ilkedir bu. Bu sayede toplum, tüm bağların en sonunda döndüğü
kalıcı bir ölçüye ve insan hayatına hükmeden başlıca değerlere bağlanır.
Artık şehvet ve ihtiras rüzgârlarının baskınından ve şehvet ve ihtiraslara
göre değişen insan ürünü kavramlara esir olmaz.
"Ana-babaya karşı iyi davranınız. Yoksulluk
korkusuyla evlâtlarınızı öldürmeyiniz. Sizin de onların da rızkını biz
veririz."
Allah'a bağlandıktan ve tek bir yöne yöneldikten
sonra, ardarda gelen nesilleriyle aile bağı gelir. Kuşkusuz yüce Allah,
babalardan ve oğullardan daha çok insanlara karşı merhametli olduğunu
biliyor. Bu yüzden evlâtlarına babalarına iyi davranmayı, babalara da
evlâtlarına merhamet etmeyi tavsiye etmiştir. Bu tavsiyeyi de biricik
ilâhlığını tanımaya ve yegâne Rabblığıyla ilişkili olmaya bağlamıştır.
Onlara şöyle demiştir: Rızkınızı vermek bana aittir. O halde
yaşlandıklarında anne ve babaya karşı, küçüklük dönemlerinde de çocuklara
karşı sıkılmasınlar. Fakirlik ve muhtaç olmaktan korkmasınlar. Çünkü hepsini
birden rızıklandıran Allah'dır.
"Kötülüklerin açığına da gizlisine de
yaklaşmayınız."
Yüce Allah, aileyi ve -tüm toplum gibi- ailenin
dayandığı temizlik, arınmışlık ve iffet temelini koruma direktifini verirken
kötülüklerin gizlisine de açığına da yaklaşmayı yasaklamaktadır. Bu
yasaklama bütünüyle öncesindeki direktife ve diğer tüm direktiflerin
dayandığı ilk tavsiyeye bağlıdır.
Kuşkusuz ailenin ayakta kalması, toplumun düzenli
bir hayat sürdürmesi, gizlisiyle, açığıyla fuhuş bataklığında mümkün
değildir. Aile ve toplumun ayakta kalabilmesi için temizlik, arınmışlık ve
iffet duygularının egemen olması kaçınılmazdır. Bu yüzden kötülüğün
yaygınlaşmasını isteyenler, aile temellerinin sarsılmasını ve toplumun
yıkılmasını isteyenlerdir.
Her ne kadar bazen zina eylemine özgü kılınsa da her
türlü aşırılık -yani haddi aşma eylemi- fuhuştur. Ancak genel sanıya göre,
burada kastedilen anlam zina eylemidir. Çünkü konu bizzat yasakların
sıralanmasıdır. Bu da onlardan biri sayılır kuşkusuz. Yoksa cana kıymak,
yetim malını yemek fuhuştur, haddi aşmadır. Allah'a ortak koşmak en büyük
fuhuştur. Ayette geçen fuhuş -kötülük- deyimini zina eylemine özgü kılmak
hem akışın tabiatına, hem de çoğul kipinin yapısına dâha uygun düşmektedir.
Çünkü zina suçunun işlenmesine ön ayak olan bazı davranışlar ve koşulların
herbiri bizzat fuhuştur. Örneğin süslenmek, açılıp saçılmak, erkek kadın
karışık yaşamak, şehvet dolu sözler, işaretler, davranışlar ve gülüşmeler,
aldatmalar, çekici davranışlar ve tahrikler... Evet bunların tümü en son
kötülüğü kuşatan kötülüklerdir, haddi aşmalardır. Gizlisiyle, açığıyla hepsi
de fuhuştur. Kimisi vicdanlarda depreşir, kimisi uzuvlardan belirir. Kimisi
gizlidir, örtülüdür, kimisi açık ve ortadadır. Fertlerin vicdanlarını
lekelemelerinin, değerlerini küçük düşürmelerinin yanında tümü de ailenin
dayanaklarını parçalamakta, toplumun bünyesini kemirmektedirler. Anne baba
ve çocuklara ilişkin direktiflerden sonra söz konusu edilmelerinin nedeni
budur.
Bu kötülükler ayartıcı ve çekici özelliklere sahip
olduklarından "yaklaşmayınız" ifadesi kullanılmıştır. Kötülüğe neden olan bu
araçlara engel olmak ve insan iradesini zayıf düşüren çekicilikten
sakındırmak için sırf yaklaşmak bile yasaklanmıştır. Kasıtlı olmayân ilk
bakıştan sonraki ikinci bakışın haram kılınmasının nedeni budur. Bu nedenle
kadın erkek arasındaki zorunlu karışıklık zorunluluk sınırları içinde mübah
sayılmıştır. Yolda koku yaymak şeklinde de olsa- süslenmek bu yüzden
yasaklanmıştır. Kışkırtıcı davranışlar, tahrik edici gülüşmeler ve şehvet
dolu işaretler tertemiz İslâmi hayatta yasaktır. Bu din insanları fitneye
salıp, sonra da sinirlerine direnme baskısını yüklemez. Bu din, müeyyideler
belirleyip, cezalar tayin etmeden önce, korunma yöntemlerini belirler. Bu
din, vicdanları, bilinçleri, duyguları ve organları korur. Rabbin
yarattıklarını herkesten daha iyi bilir. O latiftir, her şeyden haberdardır.
Ayrıca şehvetleri insanlara çekici gösteren
sözlerle, fotoğraflarla, hikâyelerle, filmlerle, kadın-erkek karışık
partilerle ve diğer reklam ve propaganda araçlarıyla şehevi içgüdüleri
başıboş bırakanların bu dine, toplumsal hayata ve aile ortamına karşı ne tür
duygular beslediklerini de öğreniyoruz.
"Haklı bir gerekçe yokken Allah'ın dokunulmaz
saydığı cana kıymayın."
Kur'an'ın akışı içinde bu üç kötülüğün peş peşe
yasaklanmasına çokça rastlanır. Şirk, zina ve cana kıyma... Bunun nedeni her
üçünün de gerçekte öldürme eylemi olmalarıdır. Birinci suç, fıtratı öldürme
suçudur. İkincisi toplumu öldürme suçudur. Üçüncüsü de tek bir kişiyi
öldürme eylemidir. Çünkü tevhid doğrultusunda yaşamayan fıtrat, ölü
demektir. (En'am Suresi, 122. ayetin tefsirine bkz.) Kötülüğün yaygınlaştığı
bir toplum ölü bir toplumdur. Eninde sonunda yok olmaya mahkûmdur. Yunan
uygarlığı, Roma uygarlığı ve eski İran uygarlığı bu gerçeğin tarihsel
tanıklarıdır. Batı uygarlığında baş gösteren yıkılma ve yok olma
belirtileri, bu tür bozgunculukların kemirdiği milletlerin öldürme ve
ayaklanmaların yaygınlaştığı, yok olma tehdidi altındaki toplumların
beklenen sonunun habercileri niteliğindedirler. Bu yüzden İslâm bu suçların
cezasını en yüksek ceza olarak belirlemiştir. Çünkü İslâm, toplumu yok oluş
etkenlerinden korumak istemektedir.
Açlık korkusuyla çocukları öldürme daha önce
yasaklanmıştı. Şimdi de genel olarak cana kıyma yasaklanmaktadır. Bu da tüm
bireysel öldürme eylemlerinin aslında insan türünün geneline karşı işlenmiş
bir suç olduğu duygusunu uyandırmaktadır. Aşağıdaki ayet bu anlamı destekler
mahiyettedir. "Kim öldürülmüş bir insana ya da yeryüzünde çıkarılmış
kargaşaya, bozguncu eyleme karşılık olmaksızın bir cana kıyarsa, bütün
insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir insanı ölümden kurtarır ise, bütün
insanlara hayat sunmuş gibi olur." (Maide Suresi: 32)
Buradaki saldırı doğrudan hayat hakkına yöneliktir.
Genel anlamıyla insan türüne karşı işlenmiştir. Bu nedenle yüce Allah cana
kıyma yasağını bu temele dayandırmaktadır. İslâm ülkesinde yaşayan müslüman
kitlenin huzur ve güveni, her ferdin özgürce çalışıp üretme hakkı, haklı
gerekçelere dayanmaksızın zedelenemez. Canà kıymayı haklı kılan gerekçeye
gelince, bunu da yüce Allah şeriatında açıklamıştır. Takdir ve yorumlara
bırakmamıştır. Ancak, bunları müslüman bir devletin kurulmasından ve bu
devletin İslâm hükmünü uygulayacak bir otoriteye sahip olmasından sonra
uygulanması için açıklamıştır.
Bu dinin oluşum ve hareket metodunun tabiatına
ilişkin tanımlamamız açısından bu yaklaşım son derece önemlidir. Öyle ki
toplumsal hayatın bu temel kuralları, pratik bir gerekçe olmadan
ayrıntılarıyla ele alınmamaktadırlar.
Ayetlerin akışı haram kılınan şeyleri ve yerine
getirilmesi istenen yükümlükleri açıklamaya başlamadan önce bu kısımla
aşağıdaki kısmı, Allah'ın tavsiyesini, emir ve direktifini açıklamak
suretiyle birbirinden ayırıyor.
"İşte Allah, ola ki düşünürsünüz diye size bu
direktifleri veriyor."
Bu değerlendirme, her emir ve yasağı Allah'a
bağlamaya ilişkin Kur'an'ın sunuş yöntemi uyarınca yer almaktadır. Amaç;
insanlar için emir ve yasaklar koyan otoritenin tekliğini belirlemek, emir
ve yasaklar konusunda insanların vicdanlarına bir ölçü yerleştiren
otoriteyle emir ve yasakların kendileri arasında bir bağ kurmaktadır.
Bu arada aklı kullanmaya yönelik bir işaret de yer
almaktadır. Çünkü akıl, insanların şeriatına uymak suretiyle yalnızca bu
otoriteye kullukta bulunmalarını gerektirmektedir. Bu otoritenin, yaratıcı,
yarattıklarının rızkını veren ve insan hayatında tasarrufta bulunan bir
otorite olduğu daha önce açıklanmıştı.
Bu ve o, birinci gruptaki, aynı şekilde ikinci
gruptaki benzerliğin üstünde yer almaktadırlar. Bu bir ayette, diğeri diğer
ayette yer almalarına rağmen, aralarında bu ahenk sağlanmaktadır.
"Erginlik çağına erinceye kadar yetimin malına
sadece niyetlerin en iyisi ile yaklaşınız."
Yetim, koruyucusu ve besleyicisi konumundaki
babasını kaybetmekle toplum içinde zayıf düşmüştür. Bu yüzden, İslâm dininin
toplumsal düzeninin temeli olarak belirlediği toplumsal dayanışma ilkesi
uyarınca yetimin zayıflığı toplumun tümünü ilgilendirir. Yetim cahiliye
dönemindeki Arap toplumunda perişandı. Kur'an-ı Kerim'de yer alan bu
konudaki direktiflerin çokluğu, çeşitliliği ve zaman zaman sertliği o
toplumda yetim haklarının ne kadar yaygın bir şekilde çiğnendiğini
göstermektedir. Öyle ki, yüce Allah, yetime oldukça üstün bir konum
belirlemiş ve bütün insanlara yönelik mesajını O'na (Hz. Muhammed'e) emanet
etmekle varlık bütünü içindeki en onurlu görevi O'na yüklemiştir. Yetimin
gözetilmesini ve aşağıdaki direktifte gördüğümüz şekilde korunmasını
gönderdiği bu dinin ilkelerinden kılmıştır:
"Erginlik çağına erinceye kadar yetimin malına
sadece niyetlerin en iyisi ile yaklaşınız."
Yetimin bakıcılığını üstlenen kişi yetimin malına
onun için yararlı olan en güzel yoldan başka bir şekilde yaklaşamaz. Malını
koruyup geliştirmesi gerekir. Erginlik çağına erince, yani malını koruyup en
güzel bir şekilde idare edecek kadar bedensel ve aklî erginliğe ulaşınca
malını eksiksiz ve gelişmiş olarak kendisine teslim etmek zorunluluğu
vardır. Böylece topluma, hakkı eksiksiz olarak verilmiş yararlı bir unsur
katılmış olur.
Erginlik yaşına ya da bülûğ çağına ilişkin fıkhî
ihtilâflar mevcuttur. Abdurrahman b. Zeyd ve imam Malik'e göre, ihtilam
olmaya (rüya görmeye) başlamaktır. Ebu Hanife'ye göre yirmibeş, Süddi'ye
göre otuz yaştır. Medineli bilginlerin görüşüne göre de (ihtilam olmaya)
rüya görmeye başlamanın yanında, bir sınırlama olmaksızın erginliğin
belirmesidir.
"Ölçü ve tartıda dürüst olunuz. Biz hiç kimseye
kapasitesini aşan bir yük yüklemeyiz."
Bu insanlar arasındaki ticari alışverişlerde
araştırma gücü ve insaf sınırları içinde gözönünde bulundurulması gereken
bir kuraldır. Ayetlerin akışı bu kuralı da doğrudan inanca bağlamaktadır.
Çünkü bu dine göre, insanlar arası ilişkilerin inançla güçlü bağları vardır.
Bu direktifi veren, emreden yüce Allah'dır. Bu yüzden ilâhlık ve kulluk
sorunuyla ilişkilidir. İnanca ilişkin sorunların ve onun hayatın tüm
yönleriyle olan ilişkilerinin ele alındığı bir sahnede anılması da bu
gerçekten kaynaklanmaktadır.
Bu gün olduğu gibi, eskiden de cahiliye düzenleri
inançla ibadeti, ilâhî yasalarla insanlar arası ilişkileri birbirinden
ayırırlardı. Kur'an-ı Kerim'in Şuayb peygamberin -selâm üzerine olsun-
kavmine ilişkin anlattıkları bu gerçeğe işaret etmektedir:
"Ey Şuayb, babalarımızın kulluk ettikleri ilâhları
ve mallarımız üzerinde dilediğimiz tasarrufta bulunmayı terletmemizi namazın
mı sana emrediyor? dediler." (Hud Suresi: 87)
Bu nedenle Kur'an'ın akışı, mal, ticaret ve
alışverişte uygulanan kurallarla, sırf inanca özgü olan bu sahneyi birbirine
bağlamaktada. Amaç, bu dinin tabiatına, inanç ve şeriat, ibadet ve insanlar
arası ilişkiler arasındaki birliğe işaret etmek ve bunların dinin
dayanakları olduğunu, temelde birbirlerine bağlı olduklarını göstermektir.
"Bir söz söylerken, söz konusu olan akrabanız bile
olsa, doğru konuşunuz."
Burada İslâm -ilke olarak Allah'a bağladığı- insan
vicdanını, Allah inancının ve O'nun gözetiminin yol göstericiliğiyle
erişilmez bir düzeye yükseltmektedir. Burası beşeri eksiklikten kaynaklanan
bir düşüş noktasıdır çünkü. Bu eksiklik, kişiyi akrabalıkla yardımlaşma,
bütünleşme ve süreklilik duygusuna yöneltir. Çünkü her ferdin kendisi eksik
ve hayatı ecelle sınırlıdır. Oysa akrabalığın gücünde eksikliği için bir
dayanak, akrabalığın genişliği ve desteği ile varlığı için bir bütünlük söz
konusudur. Akrabalığın nesilden nesile sürmesi kendisinin kalıcılığına bir
güvence konumundadır. Bu yüzden, akrabaların lehinde ya da aleyhinde
tanıklık yaparken ya da onlarla diğer insanlar arasında hüküm verirken
akrabalık duygusu karşısında yenik düşer. İşte burada, bu kaygan zeminde
İslâm, insan vicdanının elinden tutup, sadece Allah'a bağlanmanın ve sırf
O'nun gözetiminin yol göstericiliğiyle hak ve adalet sözünü söylemesini
sağlıyor. Akrabalık yardımlaşmasındansa, O'nunla yetinmesini, hak etmediği
halde akrabalık hakkını gözetmektense; Allah'dan korkmasını sağlıyor. Çünkü
yüce Allah, kişiye şah damarından daha yakındır.
Bu nedenle, bu emir ve öncesinde yer alan
direktifler üzerine Allah'a verilen sözün hatırlanmasına ilişkin bir
değerlendirme yer alıyor:
"Allah'a verdiğiniz sözü tutunuz."
Allah'a verilen sözler arasında, akrabalar aleyhinde
bile olsa hak ve adaleti söylemek yer almaktadır. Ölçü ve tartıda dürüst
davranmak Allah'a verilen sözlerdendir. Onun için en yararlı yolun dışında
yetimin malına yaklaşmamak da Allah'a verilen sözler arasındadır. Haklı bir
gerekçe olmadığı sürece insan canının dokunulmazlığı da bu sözler arasında
yer almaktadır. Bütün bunların başında da O'na hiçbir şeyi ortak koşmamak
Allah'a verilen sözlerdendir. Verilen en büyük söz budur. Bu söz insan
fıtratından alınmıştır. Yaratılışının yaratıcısına bağlı oluşu, hem kendi
içine hem de çevresindeki evrene egemen yasalardan hareketle O'nun varlığını
algılaması bunun kanıtıdır.
Yükümlülüklerin belirlenmesinden sonra gayet, uygun
bir şekilde Kur'an'ın değerlendirmesi yer alıyor:
"İşte Allah, ola ki, düşünüp öğüt alırsınız diye bu
direktifleri veriyor."
Düşünüp öğüt alma, gafletin, düşüncesizliğin
karşıtıdır. Anan bir kalp, unutkan değildir. O Allah'a verdiği tüm sözleri
hatırlar. Bu sözlerle ilişkili direktiflerini de hatırlar ve kesinlikle
unutmaz.
İslâm inancının, Allah'ın birliğiyle başlayıp
Allah'a verilen sözlerle biten İslâm şeriatının nerdeyse bir özeti
konumundaki bu temel ilkeler ve bunların öncesinde sözü edilen egemenlik ve
kanun koyma sorunu... Evet işte bu, Allah'ın doğru yoludur... Ötesinde ana
yoldan ayrı düşmüş yollardan başka hiçbir şey bulunmayan Allah'ın yolu...
"İşte benim dosdoğru yolum budur, bu yola uyunuz.
Sakın sizi Allah'ın yolundan ayrı düşürecek yollara girmeyiniz. İşte Allah,
kötülüklerden sakınasınız diye size bu direktifi veriyor."
Böylece "Allah size ayrıntılı açıklamalar içeren
kitabı indirmişken, ben O'nun dışında bir hakeme mi başvurayım?" sözleriyle
başlayan ve surenin en uzun bölümü sayılan bu bölüm de sona ermiş oldu. Bu
derin ve etkin mesajla tamamlandı...
Başlangıçta sonuç bölümünü hakimiyet ve kanun koyma
sorunu kaplamaktadır. Nitekim ekinler, hayvanlar, kurbanlar ve adaklar gibi
temel itikadî sorunlarda da bu durum göze çarpmaktadır. Bunun da hakimiyet
ve kanun koyma sorunuyla ilişkili olduğunu göstermek için. Kur'an'ın akışı
bu konuya ayırmış ve geniş boyutlarıyla inanç sorununu inceleyen ve o eşsiz
yöntemiyle ilâhlık ve kulluk konusunu ele alan surenin geri kalan içeriğini
bağlamıştır.
Tek yol vardır, Allah'ın yolu... Aynı şekilde
Allah'a götüren yol da bir tanedir. O da insanların, yüce Allah'ı Rabblıkta
birlemeleri, kulluk yapmak suretiyle sadece O'nun hükümlerine uymaları,
hakimiyetin tek başına O'na ait olduğunu bilmeleri ve pratik hayatlarında bu
hakimiyete boyun eğmeleridir.
İşte Allah'ın belirlediği yol... Ve işte O'na
götüren yol... Bunun ötesinde takipçilerini Allah'ın yolundan ayrı düşüren
çeşitli yollardan başka bir şey söz konusu değil.
"İşte Allah kötülüklerden sakınasınız diye size bu
direktifi veriyor."
Kuşkusuz takva inanç ve amelin dayanağıdır. Kalpleri
Allah'ın yoluna doğru sürükleyen takvadır.
Surenin son bölümünün ele aldığı ana sorunun,
hakimiyet ve kanun koyma ve bunların din ve inançla ilişkileri sorununun
konu içindeki akışı kesintiye uğramıyor. Okuyacağımız yeni bölüm de bu
gerçeğin iyice belirginleşmesi için konunun devam niteliğinde olup, aynı
sorun üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Bu bölüm kanun koyma ve hakimiyet açısından İslâm
inancının temel ilkelerinden söz etmektedir. Nitekim surenin birinci bölümü
de inanç ve din açısından aynı ilkelerden söz etmişti. Amaç, kanun koyma ve
hakimiyet sorununun aslında din ve inanç sorunu olduğunu vurgulamaktır.
Kur'an'ın bu gerçeği sunuş yöntemi uyarınca her iki sorun aynı düzeyde
belirmektedir. Surenin ikinci bölümünde ayetlerin akışının ele aldığı etken,
işaret, sahne ve ifadelerin birinci bölümün üzerinde yoğunlaştığı
etkenlerin, işaretlerin, sahne ve ifadelerin aynısı olduğu göze
çarpmaktadır:
İkinci bölüm;
1- Kitaplardan, peygamberlerden, vahiyden ve
müşriklerin istediği mucizelerden, söz etmektedir.
2- Mucizenin gerçekleşmesinden, buna rağmen
müşriklerin yalanlamasından sonra meydana gelen yok olma ve mahfolmadan söz
etmektedir.
3- Ahiretten ve oradaki hesaplaşma ve cezadan söz
etmektedir.
4- Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ve
kendileri için hükümler koyan sahte Rabbleri bir olan gerçek Rabblerine denk
tutan kavmi arasındaki kesin ayrılıktan söz etmektedir. Ayrıca Peygambere
-salât ve selâm üzerine olsun dininin gerçek mahiyetini açık, seçik ve net
bir şekilde duyurması direktifi verilmektedir.
5- Tüm alemler için geçerli olan tek bir Rabblıktan
söz etmektedir. Bir müminin bunun dışında bir Rabb edinmesi doğru değildir.
6- Alemlerin Rabbinin her şeye sahip olduğundan, her
şeyi dilediği gibi evirip çevirdiğinden, Allah'ın insanları dilediği gibi
yeryüzüne yerleştirmesinden aynı şekilde onlardan dilediğini dilediği zaman
yok etme gücüne sahip olduğundan söz etmektedir.
Bunlar, inanç gerçeğini kapsamlı boyutunda, ilâhlık,
kulluk ve bunların arasındaki ilgi boyutunda ele alan surenin baş tarafında
söz konusu edilen sorunların, gerçeklerin, etkenlerin ve işaretlerin aynısı.
Kuşkusuz Kur'an-ı Kerim'le ve O'nun sunuş metoduyla ilgilenenler için gayet
açık bir anlamı vardır bunun.
Surenin bu kısmında yer alan bu son bölüm Musa'nın
-selâm üzerine olsun kitabından söz etmekle başlıyor. Bu da daha önce ele
alınan Allah'ın doğru yoluna ilişkin açıklamaların bütünleyicisi
konumundadır.
"İşte benim dosdoğru yolum budur, bu yola uyunuz.
Sakın sizi Allah'ın yolundan ayrı düşürecek yollara girmeyiniz." Amaç, bu
yolun daha önceden gelen tüm peygamberlerin -selâm üzerlerine olsun-
taşıdığı mesajlar ve şeriatlardan bu yana sürüp geldiği duygusunu
uyandırmaktır. En yakın şeriat da Musa'nın -selâm üzerine olsun- şeriatıdır.
Yüce Allah, O'na her şeyi ayrıntılı biçimde içeren bir kitap vermiş ve ola
ki kavmi ahirette gerçekleşecek olan Allah'la buluşma olayına inanırlar diye
bu kitabı yol gösterici ve merhamet kaynağı kılmıştır: "Sonra iyilik
edenlere yönelik nimetimiz tamama ersin, her şey ayrıntılı biçimde
açıklansın, doğru yol kılavuzu ve rahmet olsun diye Musa'ya tevratı verdik.
Ola ki, Rabblerinin huzuruna çıkacaklarına inanırlar."
Ayetlerin akışı devam ediyor ve şu yeni ve kutsal
kitaptan söz ediyor. Musa'ya indirilen kitapla aynı noktada birleşen bu
kitap, onun bağlılarından istenen inanç, şeriat ve takvanın aynısını
içermektedir. Buna uydukları sürece insanların hem dünyada hem de ahirette
Allah'ın rahmetine kavuşmaları ümit edilir: "Bu Kur'an bizim indirdiğimiz
kutsal bir kitaptır. Ona uyunuz ve kötülüklerden sakınınız ki, size merhamet
edilsin."
Bu kitap, Araplar'ın mazeretlerini ortadan kaldırmak
için indirilmiştir. Ta ki, "yahudi ve hristiyanlara indirildiği gibi, bize
bir kitap indirilmedi. Şayet onlara geldiği gibi bize de bir kitap gelmiş
olsaydı, onlardan daha çok doğru yolda olurduk" demesinler. İşte bu kitap
onlara indirilmiş ve mazeretlerini geçersiz kılmıştır. Dolayısıyla
yalanlayanlar acı azabı hak etmişlerdir:
-Onu size indirdik ki, "Bizden önceki iki ümmete
(yahudiler ile hristiyanlara) kitap indirildi ve biz onların okuduklarından
habersiz kaldık" diyemeyesiniz.
-Yine diyemeyesiniz ki "Eğer bize de kitap
indirilseydi, doğru yola onlardan daha sıkı sarılırdık." Çünkü size de
Rabbinizden açık belge, doğru yol kılavuzu ve rahmet geldi. Allah'ın
ayetlerini yalanlayıp onlara yüz çevirenlerden daha zalim kim olabilir?
Ayetlerimize yüz çevirenleri, bu yüz çevirmelerinden ötürü azapların en
kötüsüne çarptıracağız.
Bu kitabın inmesiyle mazeretleri ortadan kalkmış
oldu. Buna rağmen onlar halâ ortak koşmaya ve Allah'ın kitabı ellerinde
olduğu ve içinde uydurduklarını kanıtlayâcak bir şey bulunmadığı halde,
kendi kafalarından birtakım hükümler koyup bunların Allah'ın hükmü olduğunu
ileri sürmeye devam ediyorlar. Halâ bu kitabı onaylamak ve ona uymak için
mucizeler, harikalar istemeye devam ediyorlar. Oysa şayet istedikleri
mucizelerin tümü ya da bir kısmı gelecek olsa, en son hüküm de verilmiş
olacak.
-Onlar kendilerine meleklerin gelmesini mi, yoksa
Rabbinin gelmesini mi, yoksa Rabbinin bazı mucizelerinin gelmesini mi
bekliyorlar? Rabbinin bazı mucizeleri geldiği gün, daha önce iman etmemiş ya
da imanı doğrultusunda bir hayır kazanamamış olan kimseye o günkü imanı bir
fayda sağlamaz. Onlara de ki; "Bekleyin bakalım, biz de bekliyoruz."
Sorun bu aşamaya gelince yüce Allah, Peygamberi
-salât ve selâm üzerine olsun- ile inanç ve şeriat noktasında Allah'ın
birliği esasına dayanmayan diğer milletleri birbirinden ayırmakta ve onların
işini kendi üzerine almaktadır. Rahmeti ve adaleti doğrultusunda onları
hesaba çekecek ve cezalarını verecek O'dur:
-Dinlerinin öngördüğü inanç ve ümmet birliğini
parçalayarak çeşitli akımlara bölünenler ile senin hiçbir ilişkin yoktur.
Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara ilerde yaptıklarının akıbetini
bildirecektir.
-Kim Allah'ın huzuruna bir iyilikle varırsa
kendisine on katı verilir. Kim Allah'ın huzuruna bir kötülük ile varırsa,
sadece onun dengi olan cezaya çarptırılır. Ne iyilik edenlere, ne kötülük
işleyenlere haksızlık edilmez.
Bu noktada, bölümün son mesajı yer alıyor. Bu, aynı
zamanda surenin de son mesajıdır. Ancak, son derece yumuşak, tatlı, aynı
şekilde kesin ve kararlı bir tonda bu dinde yer alan inanca ilişkin
gerçeklerin en derin olanlarını; mutlak tevhidi, katışıksız kulluğu,
ahiretin ciddiliğini, dünyadaki sorumluluk ve sınamanın bireyselliğini, her
şeyin üzerindeki Rabblığında ve kullarını mülkünde dilediği gibi ortaksız ve
sorgusuz bir şekilde hafif kılmasında somutlaşan Allah'ın otoritesini
özetlemektedir. Ayrıca, bu uzayıp giden tesbihler, -Allah'ı eksikliklerden
tenzih etmeler, uzak saymalar- ilâhlık gerçeğinin göz kamaştırıcı bir
tablosunu çizmektedir. Bu gerçek, en samimi, en saf ve en temiz kalpte,
Allah'ın peygamberinin kalbinde belirginleşmektedir. Bu belirginleşme
öylesine erişilmez bir düzeydedir ki, O'na Kur'an'ın ifadesinden başkasının
tasvir etmesi mümkün değildir:
De ki; "Rabbim beni doğru yola, insanların tüm
ihtiyaçlarına cevap veren dine, Allah'ın birliğine inanan ve O'na ortak
koşanlardan olmayan İbrahim'in inanç sistemine iletti."
-De ki; "Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve
ölümüm, tüm varlıkların Rabbi olan Allah içindir."
-"O'nun ortağı yoktur. Bana böyle emredildi. Ben
müslümanların ilkiyim.
-De ki, "Allah her şeyin Rabbi iken, ben O'ndan
başka bir ilâh mı arayayım? Herkesin işlediği kötülüğün sorumluluğu
kendisine aittir. Hiç kimse başkasının kötülüğünün sorumluluğunu taşımaz.
Sonunda Rabbinize döneceksiniz. O size anlaşmazlığa düştüğünüz meselelerin
içyüzünü bildirecektir."
-Sizi yeryüzünde halife yapan ve verdiği nimetler
hakkında sınavdan geçirmek için bazılarınızın derecesini diğer
bazılarınızdan üstün kılan O'dur. Hiç şüphesiz Rabbinin cezalandırması
gecikmesizdir, aynı zamanda O bağışlayıcı ve merhametlidir. (En'am: 161-165)
Ayetleri ayrıntılı bir şekilde ele almak üzere bu
kadar özetlemeyle yetiniyoruz.
154- "Sonra iyilik
edenlere yönelik nimetimiz tamama ersin, her şey ayrıntılı biçimde
açıklansın, doğru yol kılavuzu ve rahmet olsun diye Musa'ya tevratı verdik.
Ola ki, Rabblerinin huzuruna çıkacaklarına inanırlar. "
Bu ayet, "sümme"edatı (sonra) ile kendisinden önceki
açıklamalara bağlanmıştır. Yorumu şöyledir: "De ki; Geliniz Rabbinizin
neleri yasakladığını size söyleyeyim. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız"...
"İşte benim dosdoğru yolum budur" ayeti "O'na hiçbir şey ortak koşmayız"
cümlesini bağlanmıştır. "Sonra Musa'ya kitabı verdik" cümlesi de her ikisine
bağlanmıştır. Çünkü bu da Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- onlara
söylemeye çağırıldığı sözlerde sayılmaktadır. Daha önce de söylediğimiz gibi
ayetlerin akışı kesintisiz sürmektedir.
"İyilik edenlere yönelik nimetimiz tamama ersin"
cümlesinin yorumuna gelince; -İbn-i Cerir'in de tercih ettiği gibi- "Sonra
Musa'ya, tevratı verdik. Böylece iyilik yapmasına, Rabbinin emrine uymasına,
kendisine yüklediği dinin hükümlerini uygulamasına, kavminin ve
takipçilerinin ihtiyaç duyduğu dini emirlerin tümünü açıklamasına karşılık
olarak, O'na yönelik nimetlerimizi ve lütfumuzu tamamladık.
Her şey ayrıntılı biçimde açıklansın" cümlesiyle
Katade'nin dediği gibi helaller ve haramlar kastedilmektedir. Musa'ya
verilen kitap, doğru yol kılavuzu ve rahmet kaynağıdır.
Ola ki, kavmi doğru yolu bulur. Rabblerinin huzuruna
çıkacaklarına inanır, böylece yüce Allah azabına karşı onlara merhamet eder.
Musa'nın kitabını gönderdiğimiz gibi sizin
kitabınızı da aynı amaca yönelik olarak gönderdik. Belki bu sayede doğru
yolu bulur ve Allah'ın rahmetine kavuşursunuz.
155- "Bu Kur'an
bizim indirdiğimiz kutsal bir kitaptır. Ona uyunuz ve kötülüklerden
sakınınız, ki, size merhamet edilsin. "
Bu kitap gerçekten de kutsal bir kitaptır. İlk defa
surede geçen aşağıdaki ayeti yorumlarken buna değinmiştik. "Bu Kur'an,
ana-kent Mekke ile bu kentin çevresinde yaşayanları uyarsın diye sonra
indirdiğimiz, kendisinden önceki kutsal kitapları onaylayan mübarek bir
kitaptır. Ahirete inananlar bu kitaba da inanırlar. Onlar namazlarını
devamlı olarak ve özenerek kılarlar." (En'am Suresi: 92) Orada geniş
boyutlarıyla inanç sorunu ele alınırken bu kitaptan söz edilmişti. Burada
ise yine yakın ifadelerle şeriat konusu ele alınırken bu kitaptan söz
edilmektedir. Ve O'na uyulması emredilmekte ve Allah'ın onlara yönelik
rahmeti kitaba uymaya bağlanmaktadır. Surenin başlarında inanç sorunu ele
alınırken, kullanılan sözlerin aynısı şeriat konusunda kullanılmaktadır.
Her şeyi ayrıntılı biçimde içeren bu kutsal kitabın
size indirilmesiyle birlikte bahaneniz geçersiz olmuş, mazeretiniz ortadan
kalkmıştır. Çünkü bunun ötesinde başka bir merciye ihtiyacınız kalmamıştır.
Ayrıca bu kitabın ele almadan bıraktığı hayatın hiçbir yönü söz konusu
değildir. Dolayısıyla kendi kendinize hüküm koymanıza gerek kalmamıştır.
156- Onu size
indirdi ki, "Bizden önceki iki ümmete (yahudiler ile hristiyanlara) kitap
indirildi ve biz onların okuduklarından habersiz kaldık " diyemeyesiniz.
157- Yine
diyemeyesiniz ki, "Eğer bize de kitap indirilseydi, doğru yola onlardan daha
sıkı sarılırdık. " Çünkü size de Rabbinizden açık belge, doğru yol kılavuzu
ve rahmet geldi. Allah'ın ayetlerini yalanlayıp onlara yüz çevirenlerden
daha zalim kim olabilir? Ayetlerimize yüz çevirenleri, bu yüz
çevirmelerinden ötürü azapların en kötüsüne çarptıracağız.
Yüce Allah, her ulusa kendi dillerini konuşan bir
peygamber göndermeyi dilemiştir. Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed
-salât ve selâm üzerine olsun- birlikte en son risaleti gönderene kadar
durum bu şekilde sürmüştür. O, Allah tarafından insanlığa gönderilen son
peygamberdir. Bu yüzden bütün insanlara gelmiş bir peygamber olmasını uygun
görmüştür.
Böylece yüce Allah, Araplar'ın şu mazereti ile
sürmelerine engel olmuştur: "Musa ve İsa'nın herbiri kendi uluslarına
gönderilmişlerdir. Biz de onların kitaplarını öğrenmekten habersizdik. Bu
konuda hiçbir bilgimiz olmadığı gibi, ilgimiz de yok. Şayet bize
anadilimizde bir kitap gelseydi, bize hitap etseydi, biz de uyarılsaydık,
ehli kitaptan daha sıkı doğru yola sarılırdık." Oysa kendilerine bu kitap
gelmiş, -bütün insanlığın peygamberi olsa bile- onlara bu peygamber
gelmiştir. Üstelik kendisinin doğruluğuna bir belge oluşturan kitapla
gelmiştir. Bu peygamber onlara içinde hiçbir karışıklık, hiçbir kapalılık
bulunmayan apaçık gerçekler getirmiştir. Bu gerçekler onları içinde
bulundukları sapıklıktan kurtarıp doğru yola yöneltir. Ayrıca bu, hem
dünyada hem de ahirette onlar için rahmettir.
Durum bu olduğuna göre, kendisini doğru yola,
iyiliğe ve kurtuluşa çağıran Allah'ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz
çeviren daha zalim kim olabilir? Hem kendisini hem de insanlığı bu ulu
hayırdan yoksun bırakan cahiliyenin düşünce ve hükümleriyle yeryüzünde
bozgunculuk çıkaran kimse kadar hem kendisine hem de insanlığa karşı zulüm
işleyen biri var mı? Bu gerçekten yüz çevirenlerin tabiatlarındaki afet
onların gerçeği kabullenmekten kaçınmalarına neden olmaktadır. Tıpkı devenin
ayağında bulunan ve gövdesinin eğik durmasına yani yalpalamasına neden olan
sakatlık gibi. Onlar hakka ve doğruluğa karşı yan çiziyorlar. Sakat devenin
dengeli ve düzgün yürümekten kaçınması, yan çizmesi gibi. Bu yan çizmeleri
ve eğri karakterleri yüzünden azabın en kötüsünü hakediyorlar:
"Ayetlerimizden yüz çevirenleri, bu yüz
çevirmelerinden ötürü azapların en kötüsüne çarpıtacağız."
Kur'an'ın ifade tarzı, duygularda anlamın aslına
eşlik etmesi için, somut durumdan soyut duruma nakledilmiş sözcükleri
kullanır. Örneğin burada = Yesfudu = deyimini kullanıyor ve biz bu
kelimenin, ayağında bulunan bir hastalıktan dolayı dengeli yürüyemeyen, eğri
yürüyen deve için kullanıldığını biliyoruz. Aynı şekilde, develerde
-insanlarda olduğu gibi- rastlanan boyun tutulma sakatlığı deyimi
kullanılmaktadır. Bu sakatlığa yakalanan deve zorunlu olarak yüzünü çevirir
ve rahat bir şekilde boynunu hareket ettiremez. Yine bunun gibi yaptıkları
boşa çıkmıştır ifadesi de kullanılmıştır. Bu deyim, zehirli bir bitki yiyen,
dolayısıyla şişerek patlayan devenin yok olmasından alınmıştır. Bu üslûbun
örnekleri çoktur.
Bu kitabı onaylamak için mucize istekleri geri
çevirmek amacına yönelik bu tehditte bir adım daha atılıyor. Bu tehditin
aynısı, inanç gerçeğini yalanlama münasebetiyle surenin başlarında yer
almıştı. Aynı tehdit burada da tekrar ediliyor ama bu sefer ki münasebet,
Allah'ın şeriatına uymaktan ve onà bağlanmaktan yüz çevirmektir. Surenin
başında şu ifade yer almıştı:
- "Muhammed'e bir melek indirilmeli değil miydi?
dediler. Eğer melek indirseydik, işleri bitirilir, kendilerine hiç mühlet
tanınmazdı." (En'am Suresi: 8)
158- "Onlar
kendilerine meleklerin gelmesini mi yoksa Rabbinin gelmesini mi, yoksa
Rabbinin bazı mucizelerinin gelmesini mi bekliyorlar? Rabbinin bazı
mucizeleri geldiği gün, daha önce iman etmemiş ya da imanı doğrultusunda bir
hayır kazanamamış olan kimseye o günkü imanı bir fayda sağlamaz. Onlara de
ki; ' `Bekleyin bakalım, biz de bekliyoruz. "
Bu gayet açık ve kesin bir tehdittir. Mucize gelir
de yalanlayanlar inanmazlarsa, hemen ardından azabın gelmesi yüce Allah'ın
daha önce belirlenmiş bir kanunudur. Ulu Allah diyor ki; şayet istedikleri
bazı mucizeler gerçekleşecek olursa bunların devamı da gelecektir. Çünkü
Allah'ın bazı ayetlerinin gerçekleştiği gün her şeyin sonu olacaktır. Daha
önce inanmamış ve imanı doğrultusunda iyi işler yapmamış birinin o gün
inanması kendisine hiçbir yarar sağlamayacaktır. Çünkü İslâm ölçüsüne göre
iyi işler yapmak, imanın belirtisi ve O'nun tercümanı niteliğindedir.
"Rabbinin bazı mucizelerinin geldiği gün"den
kastedilenin, kendisinden sonra inanmanın ve iyi işler yapmanın hiçbir yarar
sağlamadığı kıyamet şartları ve belirtileri olduğuna ilişkin değişik
rivayetler vardır. Buradan hareketle de birtakım şartları sıralarlar. Ancak
ayetin yorumu, şu ilk hayatta yürürlükte olan kanuna yöneliktir. Nitekim
buna benzer bir ifade surenin başlarında yer almıştı:
"Muhammed'e bir melek indirilmeli değil miydi?
dediler. Eğer melek indirseydik, işleri bitirilir, kendilerine hiç mühlet
tanınmazdı." (En'am Suresi: 8)
Surenin akışının, iman ve itikad konusu ele
alınırken başvurduğu ifadenin aynısını şeriat ve hakimiyet konusunu ele
alırken tekrarladığı anlaşılmaktadır. Bu, aynı gerçeği vurgulamak amacıyla
başvurulmuş bir ifade tarzıdır. Şu halde, Allah'ın yürürlükteki kanununu
belirtmek şeklinde, surenin sonunda gelen bir ayeti surenin başında yer alan
benzer bir ayetle yorumlamamız daha uygun olacaktır. Konuyu bilinmeyen gayb
dünyasına havale etmeye kalkışmaktansa, ayetin yorumu için böylesi daha
iyidir.
Bundan sonra ayetlerin akışı Peygamberimizi, dini,
şeriatı, hayat metodu ve yolu bakımından -aralarında müşrik Arap milleti de
olmak üzere- yeryüzündeki tüm milletlerden, bütün insanlardan ve gruplardan
ayırmak için O'na -salât ve selâm üzerine olsun- yönelmektedir.
159- "Dinlerinin
öngördüğü inanç ve ümmet birliğini parçalayarak çeşitli akımlara bölünenler
ile, senin hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah
onlara ilerde yaptıklarının akıbetini bildirecektir. "
Bu, dini, şeriatı ve hayat düzeniyle birlikte
peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun- diğer milletler ve inançlar
arasındaki yol ayırımıdır. Gerek cahiliye efsanelerinin, alışkanlıklarının
ve iç savaşların çeşitli gruplara, fırkalara, kabilelere, aşiret ve
oymaklara böldüğü müşriklerden, gerek mezhep ayrılıklarının çeşitli
milletlere, inançlara, kamplara ve devletlere ayırdığı yahudi ve
hristiyanlardan, gerek bunların dışında veya bundan sonra kıyamete kadar
ortaya çıkacak mezhepler, görüşler, düşünceler, inançlar, sistem ve
düzenlerden tamamen ayrıdır O.
Kuşkusuz, hiçbir konuda peygamberle bunlar arasında
ortak bir nokta yoktur. O'nun hayat sistemi, bağımsız, orijinal ve
belirgindir. Bu dinin kendisinin dışındaki inanç ve düşüncelerle karışması
mümkün değildir. Şeriat ve düzeninin de diğer ekollerle, sistem ve
görüşlerle uyuşması söz konusu değildir. Herhangi bir şeriatın, sistemin ya
da düzenin iki niteliğinin bulunması, yani bunun hem İslâmi hem de İslâm
dışı olmaları mümkün değildir. Çünkü İslâm sadece İslâmdır. İslâm şeriatı da
İslâm'ın şeriatıdır yalnızca. İslâm'ın toplumsal, siyasi ya da ekonomik
düzeni salt İslâmî olanıdır. Dolayısıyla Peygamberin -salât ve selâm üzerine
olsun- kıyamete kadar bunlarla ortak bir noktada uyuşması kesinlikle söz
konusu değildir.
Bir müslümanın İslâm dışı herhangi bir inanç
karşısında takınacağı ilk tavır daha baştan kesin ayrılık ve karşı çıkış
olacaktır. Aynı şekilde, bunlardan herhangi birisiyle İslâm arasındaki
benzerlik veya farklılıklardan söz etmeden önce hakimiyeti tek başına
Allah'a vermeyen diğer bir ifadeyle ilâhlık ve Rabblığı tek başına Allah'a
özgü kılmayan herhangi bir hüküm, düzen ya da sisteme karşı takınacağı tavır
ilk andan itibaren karşı çıkış ve soyutlanma olacaktır.
Allah'ın yanında din İslâmdır. Dolayısıyla
peygamberle dini bölük pörçük eden ve İslâm'a girmeyen kimseler arasında
hiçbir zaman uzlaşma olmayacaktır.
Allah'ın yanında din, aynı zamanda hayat sistemidir.
Dolayısıyla Allah'ın sisteminden ve O'nun şeriatından başkasını din
edinenlerle peygamber arasında ortak bir noktanın bulunması imkânsız bir
şeydir.
Sorun bir bütün olarak daha ilk bakışta, ayrıntılara
girmeden bundan ibarettir.
Dini bütünlüklerini parçalayıp gruplara
bölünenlerin, Allah'ın hükmü uyarınca peygamberin kendilerinden uzak olduğu
bu adamların işi bundan sonra Allah'a kalmıştır. Yaptıklarından dolayı
onları hesaba çekecek O'dur:
"Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara ilerde
yaptıklarının akıbetini bildirecektir."
Hesaba çekme ve ceza münasebetiyle yüce Allah,
kullarının hesaba çekilmesi anında onlara merhamet etmeyi üzerine aldığını
belirtmekte ve mümin olarak (çünkü küfürle beraber iyilik söz konusu
değildir) bir iyilikle gelene on katı mükâfat vereceğini, bir kötülük
işleyene ise sadece karşılığını vereceğini açıklamaktadır. Rabbin hiç
kimseye haksızlık etmez, hiç kimsenin hakkını eksik vermez.
160- "Kim Allah'ın
huzuruna bir iyilikle varırsa kendisine on katı verilir. Kim Allah'ın
huzuruna bir kötülük ile varırsa sadece onun dengi olan cezaya çarptırılır.
Ne iyilik edenlere, ne kötülük işleyenlere haksızlık edilmez. "
Surenin bitiminde -kanun koyma ve hakimiyet sorununa
ilişkin uzun açıklamanın sonunda- insana hoş gelen, cana yakın bir tonda,
aynı zamanda kesin ve net bir bildirimde tatlı ve huzur verici bir tesbih
yer alıyor. Bu duygulandırıcı vurgu her ayette tekrarlanıyor:
"De ki...." "De ki...." "De ki...."
Her ayette, tevhit açısından yani yol ve inanç
birliği, yön ve hareket birliği, ilâh ve Rabb birliği, kulluk ve ibadet
birliği açısından son derece ince ve derin yaklaşımlarla insan kalbinin
derinliklerine dokunulmaktadır. Bunun yanında kuralları ve dayanaklarıyla
birlikte varlık bütününe ilişkin kapsamlı bir bakış açısı da belirmektedir.
161- De ki; "Rabbim
beni doğru yola, insanların tüm ihtiyaçlarına cevap veren dine, Allah'ın
birliğine inanan ve O'na ortak koşanlardan olmayan İbrahim'in inanç
sistemine iletti. "
162- De ki; "benim
namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm tüm varlıkların Rabbi olan Allah
içindir. "
163- "O'nun ortağı
yoktur. Bana böyle emredildi. Ben müslümanların ilkiyim. "
164- De ki; "Allah
her şeyin Rabbi iken, ben O'ndan başka bir ilâh mı arayayım? Herkesin
işlediği kötülüğün sorumluluğu kendisine aittir. Hiç kimse başkasının
kötülüğünün sorumluluğunu taşımaz. Sonunda Rabbinize döneceksiniz. O size
anlaşmazlığa düştüğünüz meselelerin içyüzünü bildirecektir.
165- Sizi yeryüzünde
halife yapan ve verdiği nimetler hakkında sınavdan geçirmek için
bazılarınızın derecesini diğer bazılarınızdan üstün kılan O dur. Hiç
şüphesiz Rabbinin cezalandırması gecikmesizdir, aynı zamanda O, bağışlayıcı
ve merhametlidir.
Surenin başlangıç kısmıyla parlak, üstün ve son
derece ahenkli bir melodi oluşturan bu değerlendirmelerin tümü, kesilen
hayvanlar, adaklar, meyveler, bu konularda cahiliyenin ileri sürdüğü
hükümler ve Allah'a iftira ederek bunların O'nun hükmü olduğunu iddia
etmeleri sorununa ilişkin açıklamanın da bir değerlendirmesi niteliğindedir.
Şu halde bu değerlendirme hangi gerçeklere işaret etmektedir? Bu gerçeklere
ilişkin geçmiş açıklamalara ek bir açıklamaya gerek yoktur
"De k:; Rabbim beni doğru yola, insanların tüm
ihtiyaçlarına cevap veren dine, Allah'ın birliğine inanan ve O'na ortak
koşanlardan olmayan İbrahim'in inanç sistemine iletti."
Bu duyuru, şükür duygusunu uyandırmakta, kesin
güveni işaret etmekte ve pürüzsüz inancı dile getirmektedir. Sözlü kulluğun
yapısında ve manevi anlamındaki pürüzsüzlük... Doğru yola iletici bağa
güven... Yönlendiren, egemen olan ve gözeten Rabblık bağına... Hiçbir
eğrilik ve zorluk bulunmayan dosdoğru yola iletilmenin karşılığı şükür...
"İnsanların tüm ihtiyaçlarına cevap veren dine." Bu İbrahim'den bu yana
sürüp gelen Allah'ın kalıcı dinidir. Şu müslüman ümmetin babası, kutlu,
samimi ve Allah'a itaat eden İbrahim'in... "Allah'ın birliğine inanan ve
O'na ortak koşanlardan olmayan İbrahim'in inanç sistemine..."
De ki; "Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve
ölümüm tüm varlıkların Rabbi olan Allah içindir."
"O'nun ortağı yoktur. Bana böyle emredildi. Ben
müslümanların ilkiyim."
Bu, kalpteki her çarpıntıda, hayattaki her
harekette, namazda, ibadette, hayatta, ölümde, kulluk davranışlarında,
pratik hayatta, ölümde ve onun ötesinde eksiksiz bir şekilde Allah için her
şeyden soyutlanmadır.
Bu, mutlak tevhitten ve eksiksiz kulluktan
kaynaklanan bir tesbihtir. -Allah'ı eksikliklerden uzak saymadır? Namazı,
ibadeti, dirimi ve ölümü birleştirip tek başına Allah'a özgü kılmadır. "Tüm
varlıkların Rabbi olan Allah'a..." Alemlerin üzerinde eksiksiz otorite ve
egemenlik sahibi, eğiten, yönlendiren ve hükmeden Allah'a... Tam bir
teslimiyetle, gönülde ve hayatta Allah'dan başkasına kulluk eden bir şey
bırakmadan..." Vicdanda ve realiteler dünyasında O'na kulluk yapmaktan başka
bir şeye yer vermeden... "Bana böyle emredildi." Ben de duydum ve itaat
ettim. Dolayısıyla "Ben müslümanların ilkiyim."
"De ki; Allah her şeyin Rabbi iken ben O'ndan başka
bir Rabb mi arayacağım? Herkesin işlediği kötülüğün sorumluluğu kendisine
aittir. Hiç kimse başkasını kötülüğünün sorumluluğunu taşımaz. Sonunda
Rabbinize döneceksiniz. O size anlaşmazlığa düştüğünüz meselelerin içyüzünü
bildirecektir."
Gökleri, yeri ve her ikisinde bulunan her şeyi içine
alan, insanın bildiği bilmediği tüm yaratıkları kapsayan, gizli-açık olan ve
meydana gelen her şeyi toplayan, şu dehşet verici evrende bulunan her şey
üzerindeki Allah'ın kapsamlı Rabblığıyla her şeyi bürüyen, her şeyi inanç,
ibadet ve şeriat açısından Allah'ın mutlak hakimiyetine boyun eğdiren bir
ifadedir bu.
Sonra red amaçlı bir hayret ifadesi...
"Allah her şeyin Rabbi iken O'ndan başka bir Rabb mı
arayacağım?"
Ben, niyetim ve yaptıklarımdan sorgulanacağım, itaat
etmek ve karşı çıkmakla kazandığım şeylerden hesaba çekileceğim halde,
Allah'dan başka hayatıma hükmeden, işlerimi düzenleyen, buna egemen olan,
beni idare eden ve beni yönlendiren bir Rabb mı arayayım?
Bütün bu evren O'nun kontrolünde olduğu ben ve siz
O'nun Rabblığı kapsamında olduğumuz halde Allah'dan başka bir Rabb mı
arayayım?
Her kişi kendi günahının cezasını çekeceği, kimsenin
günahının bir başkası tarafından yüklenilmeyeceği halde, Allah'dan başka bir
Rabb mı arayayım?
"Herkesin işlediği kötülüğünün sorumluluğu kendine
aittir. Hiç kimse baş kasının kötülüğünün sorumluluğunu taşımaz."
Hepiniz O'na döneceğiniz ve ayrılığa düştüğünüz
şeylerden sizi hesaba çekeceği halde Allah'dan başka bir Rabb mı arayayım?
İnsanları yeryüzüne yerleştirdiği, şükür mu
nankörlük mü ediyorlar diye sınamak için kimisini akıl, beden ve rızık
bakımından üstün kıldığı halde Allah'dan başka bir Rabb mı arayayım?
Ortada bunca kanıt ve işaret bulunduğu, tümü de
tanıklık ettiği ve hepsi yüce Allah'ın tek ve yegâne Rabb olduğunu
gösterdiği halde bir başkasının yasasını yasa, buyruğunu buyruk, hükmünü
hüküm edinmek suretiyle Allah'dan başka bir Rabb mı arayayım?
Bu engin ve son derece tatlı tevhidi arınmadır, her
türlü şirk lekesinden uzak saymadır. Bu sözler arasında şu olağanüstü ve göz
kamaştırıcı sahne belirlemektedir: Peygamberin -salât ve selâm üzerine
olsun- kalbinde yer eden iman gerçeğine ilişkin sahne... Bu öyle bir
sahnedir ki, olağan üstünlüğünü, göz kamaştırıcılığını Kur'an'ın eşsiz ifade
tarzından başkası dile getiremez.
Hakimiyet ve şeriat sorununu hedefleyen bölümde yer
alan bu son mesaj surede yer alan akide ve iman sorununu ele alan iki
mesajlarla tam bir uyum arzetmektedir. Yüce Allah'ın şu sözleri buna güzel
bir örnek oluşturmaktadır.
- De ki; "Allah'dan başkasını mı dost edineyim ki, O
göklerin ve yerin yoktan var edicisidir yedirir, fakat yedireni yoktur." De
ki; "Müslümanların ilki olmam emredildi, bana `sakın Allah'a ortak
koşanlardan olma' denildi." (En'am Suresi: 14)
Surede buna benzer ayetler çoktur.
Hem surenin başında, hem de sonunda sık sık
tekrarlanan bu ayetlere ilişkin tekrar tekrar söylediklerimizi yineleme
ihtiyacını duymuyoruz. Bu, sadece bir gerçeğin değişik görünümlerinden
ibarettir. Bu gerçek, bir keresinde vicdandaki inanç şeklinde belirmiş, bir
keresinde de hayat sistemi olarak belirmiştir. Aslında her ikisi de bu dinin
anlayışında tek bir gerçeği ifade etmektedir.
Ancak biz, şu anda -surenin akışı sona erdiği bir
sırada- daha önce geçen yedinci cüz ve şu anda incelediğim cüzle birlikte
surenin bütününde göze çarpan uzaklara, uzak olanlara, dipsiz derinliklere
yöneldiğimizde olağanüstü, dehşet verici bir şey olduğunu fark ediyoruz.
Surenin hacmine bakıyoruz, şu kadar sayfa, şu kadar ayet, şu kadar ibare...
Şayet bu, insan sözü olsaydı, bunun gibi sınırlı bir alanda bunca gerçeğin,
sahnenin, mesajın, onda birini dahi ifade edemezdi. Bütün bu
söylediklerimize, bu gerçeklerin ve onları dile getiren ifadelerin ulaştığı
olağanüstü düzeyi de katmak gerekir.
Dikkat edin, sure boyunca, büyük varlık
gerçekleriyle birlikte katettiğimiz boyutları dehşet verici, derinliği
dipsiz ve sonsuz uzunlukta bir yolculuktur bu. "İslâm düşüncesinin
esaslarını kavramak için bu yolculuk yeterlidir.
Tüm parlaklığı, göz kamaştırıcılığı, üstünlüğü ve
güzelliğiyle ilâhlık gerçeği...
Evren ve hayat gerçeği, her ikisinin ötesinde gizli
gayb, bilinmez kader ve dilediği gibi silip süpüren yerinde bırakan, var
eden, yok eden, dirilten, öldüren, evreni, canlıları ve insanları hareket
ettiren yüce irade gerçeği...
Dipsizliği, derinliği, gedikleri ve dönemeçleri,
açığı ve gizlisi, ihtirasları ve arzuları, doğruluğu ve sapıklığı,
insanlardan ve cinlerden şeytanların telkin ettiği vesveseleri, hidayet ya
da sapıklığa götüren adımlarıyla insan ruhu...
Kıyamet sahneleri, mahşer gününde karşılaşılacak
durumları, sıkıntı ve darlık anları, ümit ve müjde anları, insanın
yeryüzündeki tarihinden kesitler, evren ve hayatın tarihinden bölümler...
Şu dar imkânlar içinde özetleyemediğimiz birçok
alanda yoğunlaşan gerçekler, etkileyici mesajlar... Zaten bunları, o eşsiz
oluşu ve olağanüstü sunuş yöntemiyle ancak surenin kendisi ifade edebilir...
Hiç kuşku yok ki, bu kitap, kutsal bir kitaptır. Ve
yine kuşku yok ki, bu da onun bereketlerinden biridir... Alemlerin Rabbi
olan Allah'a hamdolsun
Herhangi bir yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden
teşekkürler.