21-Enbiya
1- İnsanların hesap
verme günü yaklaştığı halde onlar halâ gaflet içinde gerçeğe yüz
çeviriyorlar.
2- Onlar
Rabb'lerinden gelen her yeni uyarıyı kesinlikle alaya alarak dinliyorlar.
3- Kalpleri
oyundadır. Bu zalimler gizlice şöyle fısıldaştılar; "Şu Muhammed, sadece
sizin gibi bir insan değil mi? Gözünüz göre göre büyüye mi kapılacaksınız?"
4- Peygamber dedi
ki; "Benim Rabb'im, gökte ve yerde söylenen her sözü bilir. o işiten ve
bilendir.
5- O zalimler
dediler ki; "Hayır, Muhammed'in söyledikleri birtakım karmaşık, birbirinden
kopuk hayallerdir. Hayır, bu sözler O'nun uydurmasıdır. Hayır, O bir
şairdir. Öyle değilse bize daha önceki peygamberlerin gösterdiklerine benzer
bir mucize göstersin. "
6- Oysa onlardan
önceki helâk ettiğimiz kentlerin hiçbiri inanmamıştı. Şimdi onlar mı
inanacaklar?
7- Biz senden önce
de vahiy ile donattığımız erkekleri peygamber
olarak gönderdik.
Eğer bu konuda bilginiz yoksa bilenlere sorunuz.
8- Biz onları yemek
yemez organizmalar olarak yaratmadık. Onlar ölümsüz de değillerdi.
9- Sonra sözümüzü
tutarak onları ve dilediğimiz kimseleri kurtararak ölçülerimizi çiğneyen
azgınları yokettik.
Gafilleri kuvvetle sarsan bir giriştir bu.
Hesaplaşma zamanı yaklaştığı halde gaflet içinde yüzüyor onlar. Ayetler
gözlerinin önüne serildiği halde doğru yola sırt çeviriyorlar. Durum oldukça
ciddidir. Ama onlar ne durumun ne de tehlikenin farkında değiller. Kur'anın
inen her bölümü kendilerine okundukça, eğlenerek alaya alarak karşılıyorlar.
Oynayarak şakalaşarak dinliyorlar Kur'anı...
"Kalpleri oyundadır."
Oysa kalpler düşünme, ölçüp biçme ve etraflıca ele
alma işlevini yerine getirirler.
Bu, ciddiyetten habersiz, boş ruhların tablosudur.
Bunlar en tehlikeli anlarda bile işi eğlenceye verirler Ciddi olunması
gereken yerlerde şaka yaparlar. Kutsal yerlerde laubali hareketler yaparlar.
Kendilerine gelmiş bulunan uyarıcı kitap "Rabb'lerinden" geldiği halde, şaka
ve oyun ile karşılıyorlar. Ne bir vakar ne de bir kutsallık... Ciddiyetten,
önem verme duygusundan, kutsallıktan 'yoksun bir ruh, tutarsız, çorak ve
dejenere olmuş bir ruhtur. Bir sorumluluk alamaz, bir görevi yerine
getiremez, bir yükümlülük üstlenemez. İçindeki hayat basit, önemsiz ve
uyuşuk bir hayattır!
Kutsal şeyleri alaya alan laubali ruh, hasta bir
ruhtur. Laubalilik sorumluluk duygusunun tersidir. Sorumluluk duygusu
güçtür, ciddiliktir, bilinçtir. Laubalilik ise, bilincin kaybolmasıdır,
bunaklıktır.
Kur'an-ı Kerim'in tanıttığı bu kelimeler, bir hayat
nizamı, bir hareket metodu, insanlar arası ilişkileri düzenleyen bir kanun
olarak Kur'an ayetlerini, oynayarak, eğlenerek karşılıyorlardı. Hesaplaşma
gününün yaklaşmasına aldırış etmiyorlardı. Bunlara benzer kimseler her çağda
bulunur. Çünkü insan ruhu ciddilik, önemseme ve kutsallık duygularından
yoksun oldu mu, Kur'anın çizdiği bu hastalıklı duruma düşer. Hayatı bir
eğlenceye, eyleme, boş bir oyalanmaya dönüşür. Ne bir hedefi ne de bir
dayanağı olur!
Öte taraftan mü'minler, gönülleri dünya ve içindeki
zevklerden uzaklaştıran, onlara bu geçici nimetleri unutturan bu sureyi
büyük bir ilgiyle karşılıyorlardı.
Amidi Amr b. Rabia'yı anlatırken şu rivayete yer
verir: Bir gün Bedevilerden biri kendisine konuk olur Amr ona ikramda
bulunur. Bir müddet sonra bu adam tekrar gelir, bu sefer bir arazi eline
geçmiştir. Şöyle der; `Resulullah'tan -salât ve selâm üzerine olsun- çölde
bir vadinin bir bölümünü aldım. Bir parçasını sana vermek istiyorum. Senden
sonra da varislerine kalır. "Bunun üzerine Amr: "Senin arazine ihtiyacım
yok" dedi. O gün bize dünya zevklerini, nimetlerini unutturan bu sure indi:
"İnsanların hesap verme günü yaklaştığı halde onlar
balâ gaflet içinde gerçeğe yüz çeviriyorlar."
Canlı, algılayabilen ve etkilenen kalplerle, ölü,
kilitli ve uyuşuk kalpler arasındaki fark budur. Bu kalpler ölmüşlüğünü
eğlenceyle örter, uyuşukluğunu laubalilikle gizler. Uyarıdan etkilenmezler.
Çünkü hayat unsurlarından yoksundurlar.
"Bu zalimler gizlice şöyle fısıldaştılar."
Onlar kendi aralarında gizlice toplanıyor, gizli
planlar kuruyorlardı. Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- hakkında
"Şu Muhammed, sadece sizin gibi bir insan değil mi? Gözünüz göre göre büyüye
mi kapılacaksınız?" diyorlardı.
Onlar kalplerinin ölmüşlüğüne, hayat belirtilerinden
yoksun oluşlarına rağmen bu Kur'anın etkisi ile sarsılmaktan, titremekten
kendilerini alamıyorlardı. Etkisinin ezici gücü karşısında bahanelere
sığınıyorlar ve "Muhammed bir insandır, kendiniz gibi bir insana nasıl
inanacaksınız? O'nun getirdiği büyüden başka bir şey değildir, göz göre göre
nasıl büyüye inanıp bağlanacaksınız?" diyorlardı.
Bu noktada Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine
olsun- kendisi ile onlar arasındaki meselenin çözümünü Rabb'ine bırakıyor.
Yüce Allah kendisine onların, gizlice yaptıkları konuşmaları haber vermişti.
Onları, Kur'andan ve onun güçlü etkisinden korunmak için düşündükleri
hilelerden haberdar etmişti.
"Peygamber dedi ki; `Benim Rabb'im gökte ve yerde
söylenen her sözü bilir: O işiten ve bilendir."
Yeryüzünün herhangi bir köşesinde geçen hiçbir gizli
konuşma yoktur ki, Allah ondan haberdar olmasın. O göklerde ve yerde
söyleneni bilir... Onların aralarında gizlice tasarladıkları her planı bilir
ve peygamberine haber verir. Çünkü O, her şeyi bilir.
Bu Kur'anı nasıl tanımlarız, onun etkisinden ne
şekilde korunuruz diye uğraşıp duruyorlardı. "Bu bir büyüdür" diyorlardı.
"Muhammed'in görüp anlattığı karmaşık rüyalardır" diyorlardı. "Şiirdir"
dedikleri de oluyordu. "Bunu kendisi uydurmuş sonra da kalkıp Allah katından
vahyedildi iddiasında bulunuyor" diyorlardı.
"O zalimler dediler ki; `Hayır, Muhammed'in
söyledikleri birtakım karmaşık, birbirinden kopuk hayallerdir. Hayır bu
sözler O'nun uydurmasıdır. Hayır, O bir şairdir."
Bir tanım üzerinde karara varamıyorlardı, onun
hakkında ileri sürdükleri bir görüşü uzun süre benimsemiyorlardı. Çünkü
onlar kaypaklık yapıyorlardı. Kur'anın ruhları üzerindeki sarsıcı etkisini
çeşitli bahanelerle izah etme çabası içindeydiler, ama beceremiyorlardı. Bu
yüzden ikide bir görüş değiştiriyorlardı. Bir iddiadan diğerine, bir
bahaneden öbürüne geçiyorlardı. Bir türlü karara varamayan şaşkınlar
gibiydiler. İşte bu sıkıntıdan kurtulmak için, Kur'ana inanma karşılığında
kendilerinden önceki milletlerinkine benzer bir mucize gösterilmesini
istediler:
"Öyle değilse bize daha önceki peygamberlerin
gösterdiklerine benzer bir mucize göstersin."
Daha önce mucizeler gelmişti. Ama kendilerine mucize
gösterilenler inanmamışlardı. Bu yüzden, mucizeleri yalanlayanların yok
edilmelerine ilişkin değişmez ilahi yasa uyarınca yok edilmişlerdi.
"Oysa onlardan önceki helak ettiğimiz kentlerin
hiçbiri inanmamıştı."
Çünkü somut maddi mucizeye iman etmeyecek kadar
inatçılığı ileri götüren birinin ileri sürebilecek bir mazereti kalmamış
demektir. Islah olması da beklenemez. Artık yok edilmeyi haketmiştir.
Kuşkusuz sık sık mucizeler gönderilmiştir. Mucizeler
gönderildikçe yalanlayanlar da olmuş, sonunda yok edilmeyi haketmişlerdir. O
halde mucize gösterilecek olsa inanacaklarını söyleyen bu adamlara ne
oluyor. Bu yok edilen milletlerden bir farkları mı var?
"Şimdi onlar mı inanacaklar?"
"Biz senden önce de vahiy ile donattığımız erkekleri
peygamber olarak gönderdik. Eğer bu konuda bilginiz yoksa bilenlere
sorunuz."
"Biz onları yemek yemez organizmalar olarak
yaratmadık. Onlar ölümsüz de değillerdi."
Allah'ın hikmeti peygamberlerin insan olmalarını,
vahyi alıp insanları davet etmelerini gerektirmişti. Bundan önce gönderilen
peygamberler birer insandılar, bedenleri, organları vardı. Yüce Allah onlara
beşeri organlar verip de onları yemek yemez kimseler kılmamıştı. Yemek yemek
bedensel bir ihtiyaçtır. Beden sahibi olmak da beşeri bir zorunluluktur.
Onlar birer insan olduklarından dolayı ebedi de değïllerdi. Bu her zaman
için geçerli olan ilahi bir yasadır. Eğer bilmiyorlarsa, daha önce
gönderilen peygamberleri tanıyan ehl-i kitaba sorsunlar.
Peygamberler birer insandı, insanlar gibi
yaşayacaklardı. Pratik hayatları, getirdikleri şeriatın doğrulayıcı kanıtı
olacaktı. Onların pratik uygulamaları davet ettikleri insanlara örnek
olacaktı. Çünkü canlı ve pratikle desteklenen söz daha etkilidir, daha güzel
yol göstericilik yapabilir. Çünkü insanlar bu şeyleri, söylediklerinin canlı
bir tercümanı olan bir kişinin uygulamalarında somutlaşmış olarak görürler.
Eğer peygamberler, birer insan olmayıp da yemek
yemez, çarşılarda dolaşmaz, kadınlarla birleşmez, içlerinde beşeri duygular
ve tepkiler uyanmayan başka yaratıklar olsalardı. Onlarla insanlar arasında
bir bağ olmazdı. İnsanları harekete geçiren etkenlerin farkında olmazlardı.
İnsanlar da onları örnek alıp arkalarından gitmezlerdi.
Herhangi bir davetçi davet ettiği insanların
duygularını anlayamıyorsa, insanlar da onun duygularını anlamıyorlarsa,
davetçinin onların hayatları üzerinde hiçbir etkinliği olmayacaktır.
Birbirlerini anlayıp olumlu karşılık vermeleri mümkün olmayacaktır.
İstedikleri kadar sözlerini dinlesinler, ama bu sözlerin etkisiyle harekete
geçmeyeceklerdir. Çünkü davetçi ile aralarında duygu anlayış kopukluğu
vardır.
Herhangi bir davetçinin hareketleri dediklerini
doğrulamıyorsa, söyledikleri kulakların eşiğinde kalacak, kalplere nüfuz
edemeyecektir. İstediği kadar parlak sözler söylesin, ifadeleri son derece
güzel olsun. İnançla içtenlikle söylenen, pratik uygulama ile desteklenen
sıradan bir söz daha verimlidir. Başkalarını harekete geçirebilecek
güçtedir.
O gün peygamberin melek olmasını önerenler, bugün
peygamberin beşeri tepkilerden soyutlanmış olması gerektiğini ileri
sürenlere benziyorlar. Ama hepsi de inatçıdırlar, Bu gerçekten
habersizdirler. Melekler yaratılışları itibarı ile insanlara özgü bir hayat
yaşamazlar. Yaşamaları mümkün de değildir. Bedensel içgüdüleri ve bunların
gerektirdiği davranışları anlamaları imkânsızdır. Özel bir organik yapıya
sahip insan denen yaratığın duygularını bilmeleri mümkün değildir. Oysa
peygamber içgüdülere ve bu duygulara bizzat kendisi sahip olmalıdır.
Kendisini izleyen insanlara, yaşanan hayatın prensiplerini kendi hayatı ile
belirlemesi için pratik olarak bunları yaşamalıdır.
Gözönünde bulundurulması gereken bir diğer nokta da
şudur: İnsanlar peygamberin bir melek olduğunu fark ettikleri an, içlerinde
hayatın herhangi bir alanında onu izleme duygusu uyanmaz. Çünkü peygamber
diğer bir canlı türüne mensuptur. Kendilerinden farklı bir tabiata sahiptir.
Günlük hayatlarında onun yöntemini izleme eğilimini göstermezler. Oysa
peygamberlerin hayatı diğer insanlar açısından itici bir örnek olmamalıdır.
Bunların yanında ileri sürdükleri bu öneriler, yüce
Allah'ın peygamberlerini onların arasından seçerek, yücelikler alemi ile
ilgi kurmalarını, oradan direktif almalarını sağlayarak insan türüne
bahşettiği onurdan habersiz olmaktan kaynaklanmaktadır.
Bütün bunlardan dolayı Allah'ın evrensel yasası,
peygamberlerin insanlardan seçilmesini öngörmüştür. Onların da diğer
insanlar gibi doğup ölmelerini duygu ve tepkilere sahip olmalarını, acı
çekmelerini, bazı şeyleri arzulamalarını, yiyip içmelerini, kadınlarla
birleşmelerini gerektirmiştir. Peygamberlerin en büyüğünün, en olgununun,
içlerinde en kalıcı ve en son mesajı temsil edeninin, insanların
yeryüzündeki hayatlarına eksiksiz bir örnek olmasını, insan hayatının
gerektirdiği bütün özelliklere, deneyimlere ve davranışlara sahip olmasını
gerektirmiştir.
Yüce Allah'ın peygamberlerin seçimi konusunda
uyguladığı kanun budur. Bunun gibi peygamberlerin ve onların yanında
yeralanların kurtulması, ölçüleri çiğnemiş zalim yalanlayanların yok
edilmesi de onun belirlediği bir kanundur.
"Sonra sözümüzü tutarak onları ve dilediğimiz
kimseleri kurtararak ölçülerimizi çiğneyen azgınları yokettik."
"Bu da tıpkı peygamberlerin seçilmesine ilişkin yasa
gibi Allah'ın yürürlüğe koyduğu bir yasadır. Yüce Allah peygamberleri ve
onların yanında yeralan mü'minleri; pratik hayatta doğrulanan gerçek imana
sahip olanları kurtaracağına söz vermişti. Nitekim sözünü yerïne getirdi de.
Ölçüleri çiğneyenleri, onlarla birlikte Allah'ın koyduğu sınırları aşanları
da yoketti.
CAHİLİ ARAPLAR
İNSANLIĞA NE VEREBİLİRLER?
Yüce Allah bu yasayı hatırlatarak peygambere karşı
küstahça davranan, onu yalanlayan, ona ve yanında yeralan mü'minlere eziyet
eden müşrikleri korkutuyor. Kendilerine yönelik rahmeti gereği, maddi bir
mucize göndermediğini, maddi bir mucize gönderse ve onlar da öncekiler gibi
yalanlamış olsalardı, onları kökten yok edeceği uyarısında bulunuyor. Onlara
kendilerini onurlandıran bir kitap gönderdiğini hatırlatıyor. Çünkü bu kitap
ana dilleri ile gönderilmiştir. Kendi hayatlarını düzenlemektedir. Onları
yeryüzünde sözü geçen, insanlar katında saygı ile anılan bir millet haline
getirmektedir. Bu kitap, kendisini inceleyecek akıllara her zaman açıktır.
Ve onları insanlık düzeyinde evrensel barışa doğru yüceltir:
10- Andolsun ki,
size namınızı yücelten, öğütler içeren bir kitap indirdik. Buna aklınız
ermiyor mu?
Kur'an mucizesi bütün kuşaklara hitap eden bir
mucizedir. Yalnızca bir kuşağa hitap eden, sonra da işlevi biten ve sadece
bu kuşak içinde şahit olanları etkileyen maddi mucizeler gibi değildir.
Araplar bu Kur'anın içerdiği mesajı, yeryüzünün
doğusuna, batısına taşıdıkları sıralarda, insanlar arasında bir üstünlükleri
vardı, her yerde onlardan söz edilirdi. Bu Kur'an inmeden önce insanlar
arasında sözü edilen bir millet değildiler. İnsanlara sunabilecekleri,
öğretebilecekleri onunla ün salacakları bir üstünlükleri de yoktu. Bu
Kur'ana sarıldıkları, onun öngördüğü hayatı yaşadıklar: sürece insanlar hep
onlardan söz ettiler, bu Kur'an sayesinde asırlar boyu insanlığa önderlik
yaptılar. Bu hitap sayesinde hem kendileri, hem de insanlık mutlu bir hayat
yaşadı. Bu kitaptan onun öngördüğü hayattan vazgeçtikleri zaman insanlık da
onları terketti. Artık onlardan söz edilmez oldu. İnsanlık kafilesinin
peşine takılıp, başkaları tarafından sürüklenen sıradan bir millete
döndüler. Oysa daha önce kendileri insanlığı peşlerinde sürüklüyor, güven
içinde yaşıyorlardı!
Araplar bunun dışında insanlığa sunacakları bir
zenginliğe sahip değiller İnsanlığa sunabilecekleri bunun dışında bir
ideolojileri de yok. Eğer insanlığa bu kitabı sunacak olurlarsa, insanlar
katında saygın bir konuma gelirler, onur sayesinde tanınır, her tarafta
kendilerinden söz edilir, onunla yücelirler. Çünkü insanlar onlar katında,
bu kitapta yararlanacakları şeyler bulurlar. Ama yalnızca bir Arap ırkı
olarak, insanlığın karşısına çıkacak olurlarsa, ne olacak? Nedir
değerleri?.. Bu kitap olmadan bu milletin ne gibi bir değeri olabilir ki?..
Çünkü insanlık onları kitapları ile, inanç sistemleri ile, bu kitap ve bu
inanç sistemin den kaynaklanan hayat biçimleri ile tanıyor. Onları sırf Arap
oldukları için tanımıyor. Arap ırkının insanlık tarihinde bir değeri yok.
Çünkü uygarlık birikiminde bir katkıları yoktur, bir anlam ifade etmez
Araplar.
Bunlar Kur'an-ı Kerim'in, her yeni gelen ayetlerini
eğlenerek, yüz çevirerek, gafil davranarak, yalanlayarak karşılayan
müşriklere seslenirken işaret ettiği gerçeklerdir.
"Andolsun ki, size namınızı yücelten, öğütler içeren
bir kitap indirdik. Buna aklınız ermiyor mu?"
Yüce Allah'ın onlara bu Kur'anı indirmesi, buna
karşın istedikleri türden maddi bir mucize göstermemesi, onlara yönelik
rahmetinin belirtisidir. Çünkü yüce Allah, gösterilen mucizeleri yalanlayan,
bu yüzden kökleri kurutulan beldeler gibi, her zaman yürürlükte olan yasası
uyarınca onları bir musibetle cezalandırmıyor. İşte bu noktada, her tarafı
kasıp kavuran felaketin, kökten yok edilmenin canlı bir sahnesi sunuluyor:
11- Halkları zalim
olan nice şehri kırıp geçirdik de arkasından başka halklar ortaya çıkardık.
12- Bu zalimler
azabımızın gelip çattığını farkettiklerinde derhal şehirlerinden kaçmaya
koyuluyorlardı.
13- "Kaçmayınız,
sizi baştan çıkaran nimetlere ve evlerinize dönünüz ki, sorguya
çekileceksiniz! "
14- "Eyvahlar olsun!
Biz gerçekten kendimize zulmetmişiz " dediler.
15- Onlar böyle
vahlanıp dururken biz kendilerini biçilmiş ekinler gibi cansız yere
sériverdik.
Ayette geçen "kasame" kelimesi en sert şekilde kırıp
geçme hareketlerini ifade etmektedir. Zalim beldelerin üzerine azabı, onlar
hakkında verilen kesin hükmün şiddetini, dayanılmaz felâketin kırıp döken
gölgesini yaymaktadır. Toplumlar yerle bir edilmiş darmadağın edilmişler.
"Arkasından başka halklar ortaya çıktı."
Her tarafı kırıp geçiren felâket vurgulandığı zaman,
ifadedeki fiil beldeler adına kullanılmaktadır. Amaç, oralarda yaşayan canlı
cansız tüm varlıkları kapsamaktır. Yeniden inşa olayına değinilirken de
fiil, toplumlar adına kullanılmaktadır. İnşa eden, beldeleri yeniden onaran
toplumlardır çünkü. Bu bir gerçeğin ifadesidir de...
Felaket hem yurtları hem de o yurtlarda kalanları
kırıp geçirir, yok eder. Ama yeniden inşa etme, yeniden var etme, önce
insanlardan başlar, onlar da yurtları yeni baştan onarırlar. Ancak bu
gerçeğin bu şekilde sunulması, kırıp geçme ve yerle bir etme operasyonunun
dehşetini daha bir arttırmaktadır. İşte tasvir yöntemi uyarınca ifadeden
algılanması istenen anlam budur.
Arkasından bakıyor ve bu beldelerde yaşayan
toplumların hareketlerini ve onları kıskıvrak yakalayan Allah'ın azabını
seyrediyoruz. Kendilerini yakacak ateş karşısında kapana kısılmış fareler
gibi, bir bu yana bir o yana çırpınıp duruyorlar.
"Bu zalimler azabımızın gelip çattığını
farkettiklerinde derhal şehirlerinden kaçmaya koyuluyorlardı."
Şehirden çıkmak için koşuşup duruyorlar. Bir
koşuyorlar, bir geri dönüyorlar. Allah'ın azabının baskınına uğradıklarını
anlamışlar çünkü. Sanki koşup durmak onları Allah'ın azabından kurtaracak.
Ve sanki onlar çabuk davranırlarsa, ilahi azap onları yakalamayacak gibi.
Ama. bu kapana kısılmış fareninki gibi, düşünmeden yapılmış bilinçsiz bi
çırpınıştan başka bir şey değil.
Tam bu noktada acı bir alayı içeren ifade yer
alıyor:
"Kaçmayınız, sizi baştan çıkaran nimetlere ve
evlerinize dönünüz ki, sorguya çekileceksiniz!"
Şehrinizden kaçmayın. Bol nimetler içinde süren
hayatınıza, konforlu yaşayışınıza dönün. Dönün, çünkü bütün bu nimetleri
nerelerde harcadınız diye sorguya çekileceksiniz.
Burada herhangi bir soru sormaya yada cevap vermeye
imkân tanınmıyor. Sırf onlarla dalga geçmek, alay etmek amaçlanıyor.
Bu noktada uyanıyor ve Allah'ın her tarafı kuşatan
azabı karşısında bir yere kaçıp kurtulamayacaklarının, bir sığınak
bulamayacaklarının farkına varıyorlar. Kaçmak yarar sağlamayacaktır. Kaçış
kurtuluş değildir. Bu yüzden suçlarını itiraf etmeye, yaptıklarından pişman
olmaya, Allah'dan bağışlanma dilemeye başlıyorlar:
"Eyvahlar olsun! `Biz gerçekten kendimize
zulmetmişiz' dediler."
Ne var ki, iş işten geçmiştir artık. İstediklerini
söyleyebilirler. Onlar her şey bitip nefesleri tükenene kadar dilediklerini
söylemek üzere serbesttirler:
"Onlar böyle vahlanıp dururken biz kendilerini
biçilmiş ekinler gibi cansız yere seriverdik."
İnsanın bir ot gibi .biçilmesi, sönüvermesi ne
enteresan bir olay. Oysa daha biraz önce hareket ediyordu. İçinde hayat
belirtisi vardı.
AKİDE CİDDİYETİ
GEREKTİRİR
Burada surenin akışı, az önce sözü edilen inanç
sistemi ile, inanç sistemine göre devreye giren ve yalanlayanların aleyhine
işleyen yasalar sistemi ile, bütün evrenin dayanağı olan gerçek ve ciddilik
unsurlarını birbirine bağlıyor. Göklerin ve yerin yaratılışının özünde de bu
iki unsur yatmaktadır.
Eğer müşrikler Kur'anın gelen her yeni ayetini oyun
ve eğlence ile karşılıyorlarsa, işin gerçekliğinin ciddiliğinin farkında
değillerse, çok yakında gelecek olan hesaplaşma gününden habersizlerse,
ayetleri alaya alarak yalanlayan kimseleri bekleyen akıbetin farkında
değillerse, bilmeleri gerekir ki, büyük gerçekle, evrenin özünde yer eden
ciddilikle sıkı bir bağlantısı bulunan ilahi yasa her zaman yürürlüktedir ve
işlevini yerine getirmektedir:
16- Biz göğü, yeri
ve ikisi arasındaki varlıkları oyun olsun diye yaratmadık.
17- Eğer bir eğlence
edinmek isteseydik, özümüzden kaynaklanan bir eğlence edinirdik. Yapacak
olsak böyle yapardık.
18- Hayır, biz
hakkı, gerçeği batılın eğriliğin, başına çarparız da batılın beyni
parçalanır ve yok oluverir. Allah'a yakıştırdığınız uygunsuz sıfatlardan
ötürü vay gele başınıza!
Yüce Allah bu evreni bir hikmete göre yaratmıştır.
Oyun olsun, eğlence olsun diye değil... Evreni bir hikmete göre
planlamıştır. Boşu boşuna gereksiz yere yaratmamıştır. Yüce Allah, göklerin,
yerin ve her ikisi arasında yeralan varlıkların yaratılışının dayanağı
kıldığı ciddilik unsurunun gereği olarak göndermiştir peygamberleri, buna
göre indirmiştir kitapları, farzları buna göre belirlemiştir. Bu doğrultuda
koymuştur yasaları.
Bu evrenin özünde, planında, ciddilik vazgeçilmez
bir unsurdur. Yüce Allah'ın insanlar için öngördüğü inanç sisteminde,
ölümden sonra gerçekleşecek hesaplaşma olayında da vazgeçilmez temel unsur
ciddiliktir.
Şayet yüce Allah eğlence edinmek isteseydi, özünden
kaynaklanan bir eğlence edinirdi. Bu da kendi zatına özgü bir eğlence olurdu
ve sonradan yaratılmış, geçici yaratıklarla bir ilgisi bulunmazdı. Bu,
sadece tartışma amacı ile söylenmiş bir varsayımdır:
"Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, özümüzden
kaynaklanan bir eğlence edinirdik. Yapacak olsak böyle yapardık."
Dil bilginlerinin söylediği gibi "velev" edatı
imkânsızın imkânsızlığını belirtmek için kullanılır. Cevaptaki fiilin
meydana gelişinin imkânsızlığını, şarttaki fiilin meydana gelişinin
imkânsızlığı ile ifade eder. Yüce Allah bir eğlence edinmek istememiştir,
ortada bir eğlence de yoktur. Ne onun katında ne de ondan kaynaklanan
herhangi bir şeyde... Böyle bir şeyin olması imkânsızdır, çünkü yüce Allah
daha baştan böyle bir şey istememiştir, iradesi de kesinlikle böyle bir
eğilim göstermemiştir.
Yapacak olsak böyle yapardık."
"İn", "Ma" anlamında olumsuzluk edatıdır. Cümlenin
bu şekilde kurulması en başta böyle bir eyleme yönelik isteğin
gerçekleşmediğini vurgulamak amâcına yöneliktir.
Bu, sadece soyut bir gerçeği vurgulamak amacı ile ve
tartışma yöntemi ile dile getirilen bir varsayımdır. Buna göre yüce Allah'ın
zatı ile ilgili bulunan her şey öncesizdir, sonradan meydana gelmiş
değildir. Sonsuzdur, geçici değildir. Şayet yüce Allah eğlence edinmek
isteseydi, bu sonradan yaratılmış bir şey olmayacaktı. Gökler, yer ve her
ikisinin arasındaki varlıklarla da ilgili olmayacaktı bu eğlencenin. Çünkü
bunların hepsi de sonradan yaratılmış varlıklardır. Bu eğlence, onun özünden
kaynaklanacaktı. Bu yüzden öncesiz ve sonrasız olacaktı. Dolayısıyla öncesiz
ve sonrasız zatı ile ilgili olacaktı.
Değişmez yasa, her zaman yürürlükte olan kanun,
ortada bir eğlencenin olmamasını, ciddiliğin, gerçeğin olmasını, köklü
gerçeğin köksüz batıla üstün gelmesini öngörmüştür.
"Hayır, biz hakkı, gerçeği batılın, eğriliğin başına
çarparız da batılın beyni parçalanır ve yok oluverir."
Ayette géçen "bel" edatı, eğlence konusu ile ilgili
açıklamayı kesip yerine herzaman için geçerli olan realiteden söz etmek
amacı ile kullanılmıştır. Çünkü yürürlükte olan kanun bu realiteye göre
işlemektedir. Evrensel yasa bunu gerektirmiştir. Bu da gerçeğin üstün
gelmesi, batılın ise yok olup gitmesidir.
İfade, bu kanunu somut, canlı ve hareketli bir tablo
şeklinde çizmektedir. Sanki gerçek, kudret elinde bir bombadır. Onu batılın
üzerine atıyor, beynini parçalıyor! Böylece batıl, kaybolup gidiyor, toz
duman olup yok oluyor.
İşte değişmez kanun budur. Evrenin tabiatında
gerçek, köklü bir unsurdur. Varlıkların yapısında derin etkinliğe sahiptir.
Batıl ise evrenin yaratılışının temelinden uzak bir unsurdur. Geçicidir,
aslı yoktur. Bir etkinliğe de sahip değildir. Yüce Allah onu kovacak, hakkı
onun üzerine atacak, beynini parçalayacaktır. Allah'ın karşı koyduğu bir
şeyin kalıcılığı sözkonusu olamaz. Allah'ın eli tarafından atılan ve
parçalanan bir şeyin varlığını sürdürmesi mümkün değildir.
İnsanlar zaman zaman hayatın realitesinin, her şeyi
bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'ın vurguladığı bu gerçeğin
tersine geliştiğini sanabilirler. Bu da batılın üstünlük sağlamış gibi
kabardığı, gerçeğin de yenilmiş gibi köşesine çekildiği dönemlerde olur daha
çok. Oysa bu durum sadece belli bir süre devam edecektir. Yüce Allah deneme
ve sınama amacı ile dilediği kadar bu süreyi uzatır. Bundan sonra hem
göklerle yer binasının dayanağı, hem de inanç sistemlerinin, davet
hareketlerinin dayanağı olan öncesiz ve sonrasız ilahi yasa fonksiyonunu
yerine getirmek üzere devreye girer.
Allah'a iman edenler, onun sözünün gerçekliğinden,
varlık binası ve düzeni içinde gerçeğin vazgeçilmezliğinden, yüce Allah'ın
batılın üzerine atıp onunla batılın beynini parçaladığı gerçeğin zaferinden
kuşku duymazlar. Eğer yüce Allah, kimi zaman batılı galip getirmek suretiyle
onları sınıyorsa, bunun bir fitne olduğunu bilirler, bunun bir imtihan
olduğunu kavrarlar, içlerinde bulunan bir zaaf veya bir eksiklikten dolayı
Rabb'lerinin onları eğittiğini farkederler. Rabb'leri onları, hakkın zafer
kazandığı bir geleceğe hazırlamaktadır.
Onları kaderine perde yapmaktadır. İmtihan dönemini
yaşamalarını, bu dönemde eksikliklerini tamamlamalarını, zaaflarını tedavi
etmelerini istemektedir. Onlar ne kadar çabuk eksikliklerini giderirlerse,
yüce Allah da imtihan dönemini o kadar kısa tutacaktır, onlar aracılığı ile
dilediğini gerçekleştirecektir. Akıbete gelince, kesinlikle değişmez:
"Hayır, biz hakkı, gerçeği batılın, eğriliğin başına
çarparız da batılın beyni parçalanır ve yok oluverir."
Allah dilediğini yapar.
Kur'an-ı Kerim bu gerçeği, Kur'an ve peygamber
hakkında ileri geri konuşan, Kur'anı büyü, şiir ve uydurma olarak
nitelendiren müşriklere bu şekilde açıklamaktadır. Oysa bu Kur'an her zaman
üstün gelen, batılın beynini parçalayan, onu yok eden hakkın kendisidir. Bu
açıklamanın ardından, ileri geri konuşmalarının akıbeti açıklanarak, uyarma
amacı ile bir değerlendirme yer alıyor:
"Allah'a yakıştırdığınız uygunsuz sıfatlardan ötürü
vay gele başınıza!"
Ardından, kendi serkeşliklerine, sırt çevirmelerine
karşı uysallık ve kulluk örneklerinden biri sunuluyor. Bu, kendilerinden
daha çok Allah'a yakın olanların örneğidir. Buna rağmen onlar Allah'a itaat
etme tavrını sürdürüyorlar, O'na sürekli kulluk ediyorlar, gevşeklik
göstermiyor, ihmalkârlık etmiyorlar.
19- Göklerde ve
yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun katındakiler hiçbir büyüklük
kompleksine kapılmaksızın ve hiç bıkmaksızın O'na ibadet ederler.
20- Hiç ara
vermeksizin, gece-gündüz O'nu noksanlıklardan tenzih ederler.
Göklerde ve yerde olan bütün canlı varlıkları
Allah'dan başka kimse bilemez. Sayılarını hesaplayamaz. İnsan aklının, insan
tecrübesinin ürünü bilimler sadece insanın varlığını tartışmasız kabul
ederler. Mü'minler ise, Kur'anda sözü edildiklerinden dolayı meleklerin ve
cinlerin varlığını da kesinlikle kabul ederler. Ama biz melekler ve cinler
hakkında yaratıcılarının bildirdiklerinin dışında bir şey bilmiyoruz.
Bunların dışında ve dünya gezegeninden başka gezegenlerde akıl sahibi
varlıklar olabilirler. Bunlar da yaşadıkları gezegenlere uygun özelliklere
ve şekillere sahip olabilirler. Hiç kuşkusuz bunun bilgisi Allah katındadır.
Biz, "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur"
ayetini okuduğumuz zaman, bildiğimiz canlıları anlıyoruz. Bilmediklerimize
ilişkin bilgiyi de gökleri, yeri ve her ikisi arasındaki canlı varlıkları
yaratan yüce Allah'a bırakıyoruz.
"Onun katındakiler" ifadesi ile öncelikle melekler
kastedilmiş olabilir. Ama biz ifadeyi sınırlandırmaya, belli bir canlı
türüne özgü kılmaya kalkışmıyoruz. Çünkü ifade geneldir, melekleri olduğu
kadar başka varlıkları da içermektedir. İfadeden öyle anlaşılıyor ki, bunlar
yüce Allah'a en yakın canlılardır. "Katında" kelimesi, Allah için
kullanıldığı zaman yer ifade etmez, bir sıfatın açıklaması da sayılmaz.
"O'nun katındakiler hiçbir büyüklük kompleksine
kapılmaksızın ve hiç bıkmaksızın O'na ibadet ederler."
Şu müşriklerin yaptığı gibi Allah'a kulluk etmekten
kaçınmazlar, büyüklük taslamazlar, "bıkmaksızın O'na ibadet ederler", yani
ibadette kusur işlemezler. Bütün hayatları ibadetten, gece gündüz bıkmadan,
usanmadan, kesintiye uğratmadan Allah'ı eksikliklerden uzak tutmaktan,
tesbih etmekten ibarettir.
İnsanlar da tıpkı melekler gibi hayatlarını
ibadetten ibaret hale getirebilirler. Ara vermeden hep Allah'ı
eksikliklerden uzak tutma ile, kulluk ile geçirebilirler hayatlarını. Çünkü
kişi Allah'a yöneldiği sürece İslâm, onun her hareketini, her,nefesini
ibadet olarak tanımlar. Hayatın güzelliklerinden kişisel olarak yararlanmak
dahi olsa.
ÖLÜYÜ DİRİLTECEK
OLAN KİMDİR?
Göklerin, yerin ve her ikisi arasındaki varlıkların
sahibi, bir ve ortaksız Allah'a yönelik sürekli ve kesintisiz tesbihlerin
etkinliği altında müşriklerin davranışlarını kınayan, düzmece tanrılara
ilişkin iddialarını çürüten bir ifade yeralıyor. Surenin akışı, bir ve
ortaksız planlayıcıyı gösteren evrenin, görülen düzeninden ve değişmez
yasasından, bir de ehli kitabın elinde bulunan ve kuşaktan kuşağa aktarılan
geçmiş kitaplardan, yüce Allah'ın birliğinin kanıtlarını bize sunmaktadır.
21- Yoksa müşrikler,
ölüleri diriltebilecek yeryüzü kaynaklı ilahlar mı edindiler?
22- Eğer yerde ve
gökte Allah'dan başka ilahlar olsaydı yerin ve göğün düzeni altüst olurdu.
Arş'ın rabbi olan Allah, o müşriklerin asılsız yakıştırmalarından
münezzehtir.
23- O yaptıklarından
sorumlu değildir. Oysa onlar davranışlarından sorumludurlar.
24- Yoksa onlar
O'nun dışında başka ilahlar mı edindiler? Onlara de ki; "Bu konudaki
delilinizi ortaya getiriniz. Bu kitap, gerek benimle birlikteki mü'minlere
yönelik direktifleri ve gerekse benden önceki peygamberlere ilişkin
bilgileri içeriyor. " Hayır onların çoğunluğu gerçeğin ne olduğunu
bilmeksizin ona sırt çevirirler.
25- Senden önce
gönderdiğimiz bütün peygamberlere "Benden başka ilah yoktur, sırf bana
kulluk ediniz" diye vahyettik.
Düzmece tanrılar edinmelerine ilişkin soru,
yaptıkları tutumlarını kınama amacına yöneliktir. Bu düzmece tanrıların da
topraktan ölüleri çıkarttıklarını, yani ölüleri kaldırıp can verdiklerini
sözkonusu eden ifadede, bu düzmece tanrılara yönelik bir alay yatmaktadır.
Çünkü gerçek bir ilahın en başta gelen sıfatı ölüleri topraktan çıkarıp
diriltebilmesidir. Onların kulluk ettikleri bu düzmece tanrılar böyle bir
şey yapabiliyorlar mı? Hayır. Kesinlikle yapamazlar. Bunlar hayatı
yarattıklarını, yeniden hayat verme gücüne sahip olduklarını da iddia
edemezler. O halde onlar ilahlığın sıfatlarından en başta gelenini
kaybetmişlerdir.
Yeryüzünde gözlemlenen realitenin mantığıdır bu. Bir
de varlığın realitesinden kaynaklanan evrensel bir kanıt vardır:
"Eğer yerde ve gökte Allah'dan başka ilahlar olsaydı
yerin ve göğün düzeni altüst olurdu."
"Evren, bütün parçalarını birbirine bağlayan, tüm
parçalarını bir ölçüye göre düzenleyen, bu parçalar ile düzenli bütünün
hareketleri arasında bir ahenk oluşturan tek ve değişmez bir yasalar
sistemine dayanmaktadır. Bu tek ve değişmez yasa, tek ve ortaksız bir ilahın
biricik iradesinin ürünüdür. Eğer birden çok ilah olsaydı iradeler de birden
fazla olacaktı. Bunun sonucu olarak da yasalar sistemi de birden fazla
olacaktı. Çünkü irade, irade sahibi zatın belirtisidir. Yasa sistemi de
etkin iradenin belirtisidir. Evrenin bütün parçaları arasında bir ahenk
oluşturan, sistemini, hedefini ve hareket tarzını yönlendiren birlik unsuru
olmasaydı, ahengin ortadan kalkmasından dolayı anarşizm ve bozulmuşluk
egemen olacaktı. Bu ahengi en aşırı ateistler bile inkâr edemezler. Çünkü bu
somut bir realitedir.
Hiç kuşkusuz varlık bütününü yönlendiren tek yasalar
sisteminden gelen mesajları algılayabilen bozulmamış bir fıtrat, fıtratın
gereği olarak bu yasalar sisteminin birliğine, bu sistemi oluşturan iradenin
birliğine ve yapısında bir bozulmuşluk, hareket tarzında bir boşluk
bulunmayan düzenli ve uyumlu evrenin planlayıcısının, yaratıcısının
birliğine tanıklık edecektir:
"Arş'ın Rabb'i olan Allah, o müşriklerin asılsız
yakıştırmalarından münezzehtir."
Onlar yüce Allah'ı birtakım ortakları olduğunu
varsayarak nitelendiriyorlardır. Her şeyden üstün ve her şeye egemen,
"Arş'ın Rabbi" olan Allah, onların bu nitelemesinden uzaktır. Arş; mülkün,
egemenliğin ve yüceliğin sembolüdür. Yüce Allah onların dediklerinden
uzaktır, yücedir. Nizamı ile, boşluk ve bozulmuşluktan uzak oluşu ile,
varlık bütünü, onların bu sözlerini yalanlamaktadır.
"O yaptıklarından sorumlu değildir. Oysa onlar
davranışlarından sorumludurlar."
Varlığın bütününe egemen olan bir ilah ne zaman
sorguya çekilecektir? Kulları üzerinde ezici bir güce sahipken, başka bir
irade tarafından, hattâ kendisinin belirlediği ve varlık düzenine egemen
kıldığı yasalar sistemi tarafından sınırlandırılmayan serbest bir iradeye
sahipken, kimmiş O'nu sorguya çekecek olan? Sorgulama ve hesaba çekme,
belirli sınırlara konulmuş kriterlere dayanır. Sınırları ve kriterleri
belirleyen serbest iradedir. Bu yüzden evren için dilediği gibi belirlediği
sınırlar ve kriterler tarafından sınırlandırılamaz bu irade. Yaratıklar ise,
kendileri için konulmuş olan bu kriterler doğrultusunda tutulup hesaba
çekileceklerdir.
Kimi insanlar zaman zaman gurura kapılıp inkârcı bir
eda ile, hayret ederek birtakım sorular sorarlar... Allah niye böyle
yapmış?.. Bunu yaparken hangi hikmeti gözetmiştir? gibi.. Sanki şunu demek
istiyorlar. Biz bunda bir hikmet görmüyoruz!
Bu tutumları ile onlar yüce ma'bud karşısında
takınılması gereken zorunlu edep tavrının sınırlarını aşıyorlar. Bunun gibi
insanın kapasitesi belli olan kavrama yeteneğinin sınırlarını da aşıyorlar.
İnsanın kavrama yeteneği belli bir alanda sınırlı olduğu için nedenleri,
gayeleri ve etkenleri bütünüyle kavrayamaz.
Her şeyi bilen, düzenleyen ve her şeye egemen olan
kim ise O'dur planlayan, yöneten ve hükmeden.
"O yaptıklarından sorumlu değildir. Oysa onlar
davranışlarından sorumludurlar."
Varlık bütününün tabiatından ve realitesinden
kaynaklanan evrensel kanıtın yanısıra kendilerinden, hiçbir kanıta
dayanmayan şirk iddialarını dayandırdıkları, geçmiş toplumlardan aktarılan
bir kanıt istenmektedir.
"Yoksa onlar O'nun dışında başka ilahlar mı
edindiler? Onlara de ki; `Bu konudaki delilinizi ortaya getiriniz. Bu kitap,
gerek benimle birlikteki mü'minlere yönelik direktifleri ve gerekse benden
önceki peygamberlere ilişkin bilgileri içeriyor."
Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- çağdaş
olanların durumlarını içeren bu Kur'an işte buradadır. Ondan önceki
peygamberlerin durumlarına ilişkin bilgiler de orada. Onların getirdiği
kitaplarda Allah'ın ortaklarının olduğundan sözedilmiyor. Çünkü bütün dinler
tevhid inancına dayanmaktadırlar. Peki evrenin tabiatının reddettiği, geçmiş
kitaplarda doğrulayıcı bir kanıtın bulunmadığı bu şirk iddiasını nereden
çıkarıyor müşrikler?
"Hayır, onların çoğunluğu gerçeğin ne olduğunu
bilmeksizin ona sırt çevirirler."
"Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere
`Benden başka ilah yoktur, sırf bana kulluk ediniz' diye vahyettik."
Yüce Allah'ın insanlara peygamber göndermeye
başlamasından bu yana inanç sisteminin temelini tevhid oluşturmaktadır. Bu
ilkede bir değişiklik, bir farklılık sözkonusu değildir. İlahın, ma'budun
birliği ilkesidir bu.
İlahlıkla Rabb'lığı birbirinden ayırmak mümkün
değildir. Hem ilahlıkta hem de kullukta şirke yer yoktur. Bu ilke, evrensel
yasalar sistemi gibi kalıcı ve değişmezdir. Bu yasalar sistemine bağlıdır,
onun bir parçasıdır tevhid.
PUTPERESTLERİN
DEDİKODUSU
26- Müşrikler
"Rahman olan Allah evlat edindi" dediler. Haşa! O böyle bir şeyden
münezzehtir. Tersine melekler, onurlu kullardır.
27- Onlar Allah'dan
önce söz söylemezler ve ne yaparlarsa sırf O'nun emri ile yaparlar.
28- Allah, onların
önlerindekini ve arkalarında bıraktıklarını (yapacaklarını ve yaptıklarını)
bilir. Onlar sadece Allah'ın hoşnut olduğu kimselere şefaat ederler ve
Allah'ın korkusundan titrerler.
29- Eğer onlardan
biri "Ben Allah'ın dışında ilahım derse onu cehennem ile cezalandırırız. Biz
zalimleri böyle cezalandırırız.
Yüce Allah'ın oğul edindiğine ilişkin iddia değişik
cahiliye toplumlarında değişik şekillerde ortaya çıkmıştır. Arap
müşriklerinin, meleklerin Allah'ın çocukları olduklarına inandıkları
bilinmektedir. Yahudi müşrikler de Üzeyir'in Allah'ın oğlu olduğunu
söylemekteydiler. Bu inanç hristiyanlar arasında da İsa peygamberin Allah'ın
oğlu olduğu iddiası şeklinde ortaya çıkmıştır. Hepsi de değişik çağlarda,
değişik şekillerde ortaya çıkmış cahiliye sapıklıklarıdır.
Burada kastedilenin, Arap müşriklerinin meleklerin
Allah'ın çocukları olduklarına ilişkin iddiaları olduğu anlaşılmaktadır. Bu
iddiaya, meleklerin özellikleri açıklanarak cevap veriliyor. Buna göre
müşriklerin iddia ettikleri gibi, melekler Allah'ın kızları değildirler.
"Tersine melekler Allah katında onurlu kullardırlar." O'na karşı
takındıkları edep tavrı, O'na ibadet etmeleri, O'nun heybetinden korkmaları
gereği O'na herhangi bir şey önermezler. Allah'ın buyruklarını anında yerine
getirirler ve tartışma çıkarmazlar. Allah'ın bilgisi onları kuşatmıştır.
Yüce Allah'ın, hakkında aracılık edilmesini istediği kimseler için, onlardan
aracılık yapmasını istediklerinin dışında aracılık yapmaya kalkışamazlar.
Onlar tabiatları gereği Allah'dan korkarlar, onun heybetinden ürperirler.
Allah'a yakın olmalarına, istisnasız ve belirlenen özelliklerinden
sapmaksızın tertemiz ve itaatkâr olmalarına rağmen. Onlar kesinlikle ilahlık
iddiasına kalkışmazlar. Söz gelişi böyle bir iddiaya kalkışacak olurlarsa,
böyle bir iddiaya kalkışan herhangi bir yaratık gibi cezalandırılırlar,
cehenneme atılırlar. Bütün gerçeklere, tüm fertlere ve varlık aleminde
yeralan her şeye haksızlık ederek böylesine zalimce bir iddiaya kalkışanın
cezası budur.
Böylece müşriklerin bu iddiası, bu haliyle çürük,
yakışıksız ve hiç kimsenin ileri süremeyeceği imkânsız bir iddia olarak
beliriyor. Ama biri böyle bir iddiada bulunacak olursa, bunun can yakıcı
azabını da tadacaktır.
Böylece Allah'a itaat eden, O'nun korkusu ile
ürperen meleklerin sahnesi ile vicdanlar uyarılıyor. Halbuki müşrikler bu
konuda ileri geri konuşuyor, asılsız iddialar ileri sürüyorlar.
GÖKLER VE YERİ BİZ
AYIRDIK
Gözlemlenen evrende tek bir ilahın varlığını
gösteren kanıtların, ayrıca birden fazla ilahın varlığını çürüten geçmiş
kitaplardan aktarılan kanıtların, bunun yanında insanın vicdanını uyaran
psikolojik kanıtların sunulduğu bu aşama ile surenin akışı, insan kalbini
evrenin uçsuz bucaksız alanlarında dolaştırmaya başlıyor. Kudret elinin bu
evreni, bir hikmete göre yönlendirdiğini gösteriyor. Buna rağmen müşrikler,
bakışların ve kalplerin istifadelerine sunulan evrensel mucizelerden yüz
çeviriyorlar.
30- Kâfirler, gökler
ile yer birbirine yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan
meydana getirdiğimizi görmüyorlar mı? Onlar yine de iman etmiyorlar mı?
31- Yeryüzü dengede
dursun da insanları sarsmasın diye orada köklü dağlar yarattık ve
istedikleri yere gidebilsinler diye o dağlarda geçit veren yollar açtık.
32- Göğü
dengesizlikten korunmuş bir tavan, bir çatı yaptık. Onlar ise gökteki
ayetlere, düşündürücü kanıtlara dönüp bakmıyorlar.
33- Geceyi, gündüzü,
güneşi, ayı yaratan O'dur. Bunların herbiri kendi yörüngelerinde yüzerler.
Bu, gözler önüne serilmiş, evren boyutunda çıkılan
bir gezintidir. Ama, kalpler evrende yeralan büyük mucizelerden
habersizdirler. Açık bir basiretle, bilinçli bir kalple, uyanık bir duygu
ile düşünüldüğü zaman, insan kalbini şaşırtan mucizeler vardır evrende.
Burada yeralan göklerle yerin bitişikken
ayrıldıklarına ilişkin açıklama, üzerinde düşünülmesi gereken bir
açıklamadır. Evrende meydana gelen olayları yorumlamak amacı ile ortaya
atılan astronomi bilimine ilişkin teoriler, Kur'an-ı Kerim'in bin üçyüz sene
önce dile getirdiği bu gerçeğin etrafında dönüp durmuşlardır.
Bugün için geçerli olan teori şudur: Güneş ile onun
uyduları sayılan yer ve ayın oluşturduğu güneş sistemi gibi yıldız kümeleri
bir kütle halindeydiler. Sonra birbirinden ayrılıp bu yuvarlak şekli
almışlardır. Yeryüzü de güneşin bir parçasıydı. Ondan ayrılmış ve
soğumuştur.
Ne var ki, bu astronomik bir teoriden başka bir şey
değildir. Bugün geçerlidir, yarın çürütülebilir. Evrende meydana gelen
olayları daha tutarlı yorumlayan başka bir teori ortaya çıkabilir, böylece
önceki teoriyi geçersiz kılabilir.
İslâm inancına sahip olan bizler kesin olan Kur'an
ayetini kesinliği sözkonusu olmayan, bugün kabul edilen, yarın çürütülen bir
teori doğrultusunda açıklamaya kalkışamayız. Bu yüzden Fi Zilâl'il
Kur'an'da, Kur'an ayetleri ile bilimsel diye adlandırılan teorileri
uyuşturmaya çalışmıyoruz. Çünkü bilimsel diye adlandırılan teoriler, ısıda
madenlerin genleşmesi, sıcakta suyun buharlaşması, soğukta ise donması gibi
deneyle, kanıtlanmış değişmez ilmi gerçeklerden farklı şeylerdir. Daha önce
Fi Zilâl'de değindiğimiz gibi, bu ilmi gerçekler varsayımlara dayalı
teorilerden tamamen ayrıdırlar.
Kuşkusuz Kur'an, bilimsel teorileri içeren bir kitap
değildir. Deneysel bir bilim olması için de gelmemiştir. Kur'an hayatın
bütününü ele alan bir sistemdir. Aklın kendi sınırları içinde hareket
etmesini ve toplumun kendi sınırları içinde hareket eden akla fırsat
tanımasını sağlamak ve kesinlikle bilimsel ayrımlara müdahale etmemeyi
öngören bir sistemdir. Çünkü bilimsel ayrıntı sayılan konular çalışma ve
hareket etme özgürlüğü sağlandıktan sonra insan aklına bırakılmıştır.
Burada açıkladığı gerçek gibi Kur'an-ı Kerim zaman
zaman evrensel gerçeklere işaret eder:
"Gökler ve yer yapışıkken biz ayırdık onları."
Sırf Kur'an-ı Kerim'de yeralıyorlar diye biz bu
gerçekleri tartışmasız kabul ediyoruz. Ama göklerle yerin nasıl
ayrıldıklarını ya da göklerin yerden ayrılış şeklini bilmiyoruz. Sadece
Kur'an-ı Kerim'in genel bir ifade ile dile getirdiği bu gerçekle çelişmeyen
astronomik teorileri kabul ediyoruz. Ama herhangi bir Kur'an ayetini bu
teorilerden birine göre yorumlamaya kalkışmıyoruz. Kur'an-ı Kerim'den
insanların ortaya attığı teorileri doğrulamasını da istemiyoruz. Çünkü
tartışmasız kabul edilmesi gereken gerçek, Kur'an-ı Kerim'in içerdiği
gerçeklerdir. En fazla şunu söylemek mümkündür! Bugün geçerli olan
astronomik teori kuşaktan kuşağa aktarılan bu Kur'an ayetinin genel
ifadelerle dile getirdiği anlamla çelişmiyor!
Ayetin ikinci bölümüne gelince, "Ve bütün canlıları
su'dan meydana getirdik:" Bu da çok önemli bir gerçeği dile getirmektedir.
Bilginler bu gerçeğin keşfini ve ortaya çıkarılmasını büyük bir olay
sayıyorlar. Bu gerçeği ortaya çıkardığı ve hayatın ilk kaynağının su
olduğunu belirlediği için Darwin'i göklere çıkarıyorlar.
Bu gerçeğe dikkatli bakmak gerekir. Bu gerçeğin
Kur'an-ı Kerim'de yer alması bizi hayrete düşürmez ve bu Kur'anın
doğruluğuna ilişkin inancımızı arttırmaz. Çünkü biz onun Allah katından
geldiğine inandığımız için her açıklamasını kesinlikle doğru olarak kabul
ediyoruz. Bilimsel teorilere ya da keşiflere uyduğu için değil. Burada da en
fazla şunu söyleyebiliriz: Darwin ve arkadaşlarının ortaya attıkları,
"hayatın ortaya çıkışı ve gelişmesi"ne ilişkin teori bu açıdan Kur'an
ayetinin ifade ettiği anlamla çelişmiyor.
Onüç asırdan fazla bir süredir, Kur'an-ı Kerim
kâfirlerin bakışlarını evrende yeralan ilahi sanatın olağanüstülüklerine
çevirmekte ve bu olağanüstülüklerin varlıklar alemine serpiştirildiğini
gördükleri halde inanmayışlarını ayıplamaktadır.
"Onlar yine de iman etmiyorlar mı?"
Çevrelerinde yeralan evrendeki her şey, onları
yaratan, yarattıklarını hikmetle yönlendiren Allah'a inanmaya zorladığı
halde halâ inanmıyorlar mı?
Ardından göz kamaştırıcı evrensel sahnelerin
sunulmasına devam ediliyor.
"Yeryüzü dengede dursun da insanları sarsmasın diye
arada köklü dağlar yarattık."
Bununla sarsılmaz dağların yeryüzünde dengeyi
sağladıkları, böylece yeryüzünü sarsılmadan, çalkalanmadan korudukları
vurgulanıyor. Yeryüzünde dengenin sağlanması çeşitli şekillerde olabilir.
Dünyanın dışarıdan karşılaştığı basınçla, içindeki baskılardan gelen ve
bölgeden bölgeye değişen basınç arasındaki dengenin korunması olabilir. Bir
yerde dağların yukarı doğru yükselmeleri bir başka yerdeki çöküntüyü
karşılamış olabilir. Her ne şekilde olursa olsun, bu ayet açıkça dağlar ile
yerin dengesi ve istikrarı arasında bir ilişki olduğunu ortaya koymuştur. Şu
halde bu dengenin sağlanış biçimini bilimsel araştırmalara bırakalım. Çünkü
burası bilimsel araştırmaların esas çalışma alanıdır. Biz de vicdanları
uyaran, mesajları ile insanları düşünmeye sevkeden Kur'anın gerçeği ifade
eden ayeti ile yetinelim ve bu olağanüstü evrende harikalar yaratan
yarattıklarını yönlendiren kudret elinin faaliyetlerini izleyelim:
"İstedikleri yere gidebilsinler diye o dağlarda
geçit veren yollar açtık."
Dağların yüksek kısımlarının arasındaki boşluklardan
oluşan, yol ve güzergah olarak kullanılan dağların arasındaki geniş
yollardan söz edilmesi... Evet burada bu geniş yollardan söz edilmesi, bunun
yanında doğru yolu bulmaya işaret edilmesi, öncelikle pratik bir gerçeği
tasvir etmekte, sonra da örtülü olarak inanç alemine ilişkin başka bir
konuya işaret etmektedir. Belki kendilerini imana götürecek yolu bulurlar.
Dağların arasındaki geniş yollarda yol aldıkları gibi.
"Göğü dengesizlikten korunmuş bir tavan, bir çatı
yaptık."
Gök yüksek olan her şeyi kapsamaktadır. Biz
üstümüzde tavana benzer bir ' şey görüyoruz. Kur'an da göğün korunmuş bir
tavan olduğunu vurgulamaktadır. Evrenin bütün ayrıntıları en ince noktasına
kadar içeren düzeni sayesinde boşluktan korunmuştur. Allah'ın ayetlerinin
indiği yüceliğe sembol olması itibari ile pislikten korunmuştur.
"Onlar ise gökteki ayetlere, düşündürücü kanıtlara
dönüp bakmıyorlar." "Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratan O'dur. Bunların
her biri kendi yörüngelerinde yüzerler."
Gece ve gündüz evrensel iki mucizedirler. Güneş ve
ay insanın yeryüzündeki hayatı ile bütün hayatı ile sağlam ilişkileri
bulunan önemli iki gök cismidirler. Gece ve gündüzün dönüşümü, güneş ve ayın
hareketleri, hem de bir kez bile şaşmayan bir dikkatle, bir an bile
duraksamayan bu süreklilikle. Evet bunlar üzerinde düşünmek, insan kalbini
yasalar sisteminin birliğini, iradenin birliğini, her şeye gücü yeten ve her
şeyi yönlendiren yaratıcının birliğini kavramaya iletecek son derece önemli
etkenlerdir.
34- Senden önceki
hiçbir insana ölümsüzlük imkânı vermiş değiliz. Sanki sen ölürsen onlar
sonsuza dek yaşayacaklar mı?
35- Her canlı, ölümü
tadacaktır. Nasıl davranacağınızı görelim diye sizi hem kötülükle ve hem de
iyilikle sınavdan geçiririz. Sonunda bize döneceksiniz.
HİÇ KİMSE ÖLÜMSÜZ
DEĞİLDİR
Bölümün sonunda ayetlerin akışı, yaratılışı, organik
yapısı ve yönlendirilmesi bakımından evrene egemen olan yasalar sistemi ile
özelliği, akıbeti ve varacağı yer bakımından insan hayatına egemen olan
yasalar sistemini birbirine bağlıyor.
Senden önce hiçbir insanın sonsuza kadar yaşamasını
öngörmedik. Sonradan yaratılan herkes fanidir. Başlangıcı olan her şeyin
sonu da vardır. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ölecekse, onlar
sonsuza kadar mı yaşayacaklar? Sonsuza kadar yaşamayacaklarına göre niye
ölümlü kimseler gibi davranmıyorlar? Niye gözlerini açmıyorlar, etraflıca
düşünmüyorlar?
"Her canlı, ölümü tadacaktır."
Hayata egemen olan bir yasadır bu. Bu hiçbir canlıyı
dışarda bırakmayan genel bir kuraldır. Canlıların zorunlu olarak tadacakları
bu olayı hesaba katarak davranmaları ne kadar gereklidir?
Hiç kuşkusuz ölüm her canlının sonudur. Yeryüzünde
gerçekleşen kısa yolculuğun son durağıdır. Ve herkes Allah'a dönecektir.
Yolculuk esnasında insanın başına gelen iyi, kötü olaylara gelince, bunlar
fitne ve sınama amaçlı şeylerdir:
"Nasıl davranacağınızı görelim diye sizi hem
kötülükle ve hem de iyilikle sınavdan geçiririz."
Kötülükle sınamak anlaşılır bir şeydir. Sınanan
kişinin dayanma gücünü, sıkıntı anında sabretmesini Rabb'ine bağlılığının
derecesini, O'nun rahmetine olan ümidinin boyutunu ortaya çıkarma amacına
yöneliktir. İyilikle sınamaya gelince, bunu biraz açıklamak gerekir.
Kimi insanlar iyilikle sınamanın kötülükle sınamadan
daha hafif olduğunu düşünseler bile, iyilikle, nimetle sınamanın ağırlığı
daha fazladır.
Kötülükle sınanmaya katlanan çok olur ama, iyilikle
sınanmanın zorluklarınà dayanan çok az kimse vardır.
İşkencelere, eziyetlere katlanan, korkuya kapılmadan
sabreden çok kimse vardır. Savrulan tehditlere, gözdağı vermelere aldırmadan
direnen çok insan vardır. Ama yeterli donatıma, güce ve silaha sahip olmak,
bunun yanında güvenli bir hayat sürdürmek, başarma imkânı çok zor olan bir
sınama şeklidir. Bu durumdayken insanları kendi ihtiraslarına kul-köle
yapmadan insanı tembelliğe, bezginliğe sürükleyen konfora yenik düşmeden
ayakta durabilen çok az kimse vardır.
Zorlukla sınama büyüklük duygusunu harekete geçirir.
Direnci arttırır, sinirleri güçlendirir, insanın bütün gücünü geleceğin
zorluklarına ve ona karşı koymaya hazırlar.
Ama rahatlık, sinirleri gevşetir, onları uyuşturur,
uyanma ve direnme yeteneğini kaybettirir.
Bunun için birçokları sıkıntılı aşamaları başarıyla
geçtikleri halde, biraz rahatlığa kavuşunca imtihana yenik düşerler. Bu,
insanların temel özelliğidir. Yüce Allah'ın koruduğu kimseler hariç... Onlar
hakkında Allah'ın peygamberi şöyle buyurmaktadır:
"Mü'minin işleri hayret vericidir. Çünkü her işi
iyiliktir onun. Ve mü'minden başkası da böyle değildir. Mü'min bolluğa
erişecek olursa, şükreder bu onun için iyiliktir. Bir sıkıntıya düşecek
olursa sabreder, bu da onun için iyiliktir." (Müslim, Zühd ve Rekaik
bölümünde rivayet eder.) Ama sayları çok azdır bunların.
Kişinin iyilikle sınanırken kötülükle sınandığı
zamandan daha çok uyanık olması gerekir. Her iki durumda da başarılı olmanın
garantisi Allah'a bağlılıktır.
Evrenin uçsuz bucaksız köşelerinde, varlık yasaları
alanında, tarih boyunca gelmiş geçmiş davet hareketlerine egemen olan
kanunlar meydanında, insanlığın akıbeti ve yok olmuş milletlerin harap
edilmiş yurtları etrafında dolaşan bu uzun bölümden sonra surenin akışı,
müşriklerin Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- ve beraberindeki vahyi
karşılayış biçimlerine, onu alaya almalarına, şirkte ısrar etmelerine
ilişkin olarak surenin başında yeralan bir örneği yeniden sunuyor.
Sonra insanın aceleci tabiatından, azaba
çarptırılmakta aceleci davranmasından söz ediyor ve aceleyle istedikleri
şeyden onları sakındırıyor. Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- alaya
almanın akıbetinden korkutuyor. Onlara dünyada galip gelip egemenlik
kuranların etkinliklerinin, gölgelerinin kısılmasına, gittikçe küçülmesine
ilişkin bir sahne sunuyor. Ardından Allah'ın ayetlerini yalanlayanların
ahiretteki azaplarının sergilendiği bir sahne yeralıyor.
Bölüm, kıyamet gününde gerçekleşen hesaplaşma ve
dünyada yapılanların karşılığını bulması olaylarının ne denli özenle,
dikkatle gerçekleştiğine ilişkin bir açıklama ile bitiyor. Hesaplaşma ve
dünyada yapılanların karşılığını bulması olaylarını evrensel yasalara,
insanın fıtratına ve yüce Allah'ın insan hayatına ve davet hareketlerine
egemen olan kanunlarına bağlıyor.
KÂFİRLERİN
PEYGAMBERİ VE VAHYİ ALAYA ALMASI
36- Kâfirler seni
gördüklerinde birbirlerine "ilahlarınıza dil uzatan adam bu mu?" diyerek
seni alaya almaktan geri durmazlar. Oysa kendileri "Rahman" olan Allah'ı
hatırlamaya bile yanaşmazlar.
Şu kâfirler Hz. Peygamberin, tanrılarına dil
uzatmasını önlemek için evrenin yaratıcısı ve planlayıcısı olan rahmanı
inkâr ediyorlar. Üstelik Rahmanı inkâr ederken sıkılma, utanma nedir
bilmiyorlar. Bu ise, hayret verici bir durumdur!
Onlar Peygamberle -salât ve selâm üzerine olsun-
alay ediyorlar, şu düzmece tanrılarını diline dolamasını "Sizin
tanrılarınızı diline dolayan bu mudur"? diyerek orada burada anlatıyorlar
ama, kendileri Allah'ın kulları oldukları halde onu inkar etmelerinden, onun
indirdiği Kur'andan yüz çevirmelerinden söz etmiyorlar. Bu, fıtratlarında
meydana gelmiş bozulmanın boyutunu ve olayları değerlendiriş biçimlerini
ortaya koyan ilginç bir farklılıktır.
Sonra onlar, Peygamberin -salât ve selâm üzerine
olsun- kendilerini tehdit ettiği, sonucundan korkuttuğu azabın çabucak
gelmesini de istiyorlar. Gerçekten insan tabiatı gereği son derece aceleci
bir yaratıktır.
37- İnsanın
yaratılışında "acelecilik " mayası vardır. Size ayetlerimi, mucizelerimi
yakında göstereceğim; biraz sabırlı olunuz.
38- "Eğer
söylediğiniz doğru ise bu tehdidiniz ne zaman gerçekleşecek?" dediler.
"İnsanın yaratılışında `acelecilik' mayası vardır."
Acelecilik insanın tabiatında ve yapısında vardır'.
Her zaman bulunduğu anın ötesine gözlerini diker, onu ele geçirmek ister.
Aklına gelen her şeyin o anda gerçekleşmesini ister. Zararına da olsa,
kendisine karşı da olsa söz verilen her şeyin hemencecik meydana gelmesini
ister. Allah'a bağlanmadığı, O'na dayanıp güven duymadığı, gerçekleşmesi
için aceleye kapılmadan Allah'a dayanmadığı sürece bu özelliğini korur.
Çünkü iman; bağlılıktır, sabır ve güvendir.
Şu müşrikler de azabın çabucak gelmesini
istiyorlardı. "Bu tehdit ne zaman gerçekleşecek?" diye soruyorlardı. Tehdit
de ahiret ve dünya azabına ilişkindi. İşte Kur'an onlar için ahiret
azabından bir sahneyi canlandırıyor, kendilerinden önce peygamberleri
yalanlayan toplumların başına gelen dünya azabı ile onları uyarıyor:
"Eğer söylediğiniz doğru ise bu tehdidiniz ne zaman
gerçekleşecek?" derler.
39- Kâfirler,
cehennem ateşini yüzlerinden ve sırtlarından savamayacakları ve hiç kimseden
yardım göremeyecekleri anın dehşetini eğer bilseler, böyle yapmazlardı!
40- Aslında o
tehdit, apansız bir şekilde karşılarına çıkıverir de şaşkınlıktan
donakalırlar. O zaman onu ne başlarından savabilirler ve ne de kendilerine
mühlet verilir.
41- Senden önceki
peygamberler de alaya alınmıştı. Fakat o alaycılar, alay konusu ettikleri
azabın pençesine düştüler.
Eğer onlar ne olacağını bilselerdi, daha değişik bir
tutum sergilerlerdi. Peygamberi alaya almaktan, kendilerine yönelik
tehditlerin çabucak gerçekleşmesini istemekten vazgeçerlerdi. Şu halde neler
olacağını seyretsinler...
Bakınız, işte onlar ateş tarafından kuşatılmış
durumdadırlar. Kur'an ifadesinin, satırların ötesinden çizdiği şekliyle,
ateşi yüzlerinden, sırtlarından uzaklaştırmak için çaresiz bir çırpınma
içindedirler. Ama ellerinden bir şey gelmiyor. Sanki ateş onları her
taraftan sarmış da, onu uzaklaştıramıyorlar, cezaları ertelenmiyor, az bir
süre de olsa bekletilmiyorlar.
İşte azabın çabucak gelmesini istemelerinin, ansızın
gerçekleşen cezasıdır bu. Çünkü "Eğer söylediğiniz doğru ise bu tehdidiniz
ne zaman gerçekleşecek derler." Bu sorunun cevabı da akılları oynatan,
iradeyi darmadağın eden, insanı düşünmekten hareket etmékten alıkoyan bu anı
yakalayıştır. Bekleme imkânı verilmeden, bir süre ertelenmeden
cezalandırılmalarıdır.
Bu ahirette karşılaşacakları azaptır. Dünyadaki
azaba gelince, bundan önce Allah'ın ayetlerini yalanlayanların başına
gelmişti bu azap. Bu müşriklerin kökten yokedilme cezasına çarptırılmaları
takdir edilmişse de öldürülme, tutsak edilme ve yenilgiye uğrama cezasına
çarptırılmalarına bir engel yoktur. O halde peygamberlerini alaya almaktan
sakınmalıdırlar. Yoksa peygamberi alaya alanların akıbeti bilinmektedir.
Değişmez ilahi yasa bunu gerektirmektedir. Geçmişte peygamberleri
yalanlayanların harap olmuş yurtları buna tanıklık etmektedir.
Yoksa Rahman'ın dışında gece gündüz onları koruyan
birileri mi var? Allah'ın dışında dünya ve ahirette azaba uğramalarını
önleyen bir ilah mı var?
42- De ki;
"Gece-gündüz sizi `Rahman' olan Allah'ın azabından kim koruyabilir?" Fakat
onlar Rabb'lerini hatırlamaya yanaşmıyorlar.
43- Yoksa onların,
kendilerini koruyacak bizim dışımızda başka ilahları mı var? O sözde ilahlar
kendilerine bile yardım edecek güçte olmadıkları gibi bizden de destek
göremezler.
Gece gündüz herkesi koruyan Allah'dır. En büyük
rahmet onun sıfatıdır. O'nun dışında bir gözetici, bir koruyucu yoktur. Sor
onlara: O'nun dışında bir koruyucuları var mı?..
Bu soru olumsuzluk içermektedir. Allah'ın
kitabından, onun mesajından habersiz oluşlarını kınama amaçlı bir sorudur.
Oysa gece-gündüz onları koruyan Allah'dır. O'nun dışında bir gözeticileri
yoktur.
"Fakat onlar Rabb'lerini hatırlamaya yanaşmıyorlar."
Bu sefer soru onlara déğişik bir üslupla
yöneltilmektedir:
"Yoksa onların, kendilerini koruyacak bizim
dışımızda başka ilahları mı var?"
Şu halde onları koruyan gözeten bu tanrılar mıdır?
Kesinlikle hayır. Çünkü bu düzmece tanrılar "Kendilerine bile yardım edecek
güçte değildirler." Onlar şu halde başkasına hiç yardım edemezler.
"Bizden de destek göremezler."
Dolayısıyla ilahi gücün dostluğundan güç
kazanamazlar. Nitekim Harun ve Musa peygamberler -selâm üzerlerine olsun-
güçlerini oradan almışlardı. Yüce Allah onlara şöyle seslenmişti.
"Ben sizinle beraberim, hem duyarım hem görürüm."
(Taha Suresi, 46)
Bu düzmece tanrılar kendilerinden kaynaklanan bir
güçten yoksundurlar. Ondan güç almalarını sağlayan Allah'la bir bağları
yoktur. Şu halde bu düzmece tanrılar zavallının zavallısıdırlar.
Müşriklerin inançlarının saçmalığını, mantık ve
kanıttan yoksunluğunu ortaya koyan bu alaylı tartışmanın ardından ayetlerin
akışı tartışmaların kaynağını ifade ediyor. İnatçılıklarının nedenini ortaya
koyuyor. Sonra kalpleri titreten bir uyarı ile vicdanlarına dokunuyor. Bu
uyarı, kudret elinin faaliyetlerini düşünmeye yöneltiyor onları. Kudret
elinin yeryüzünde galip gelenlerin ayaklarının altındaki toprağı dürdüğünü,
yavaş yavaş onları dar bir alana sıkıştırdığını, ufacık bir parçada
yalnızlığa ittiğini, geniş toprak parçalarına, caydırıcılığa ve egemenliğe
sahipken, onları köşelerine çekilmeye zorladığını vurgulamaktadır.
44- Aslında biz
onlara ve atalarına geniş geçim imkânları bağışladık da uzun yıllar refah
içinde yaşadılar. Fakat bizim, kâfirlerin yurtlarını uçlarından
kırptığımızı, müslümanlar lehine alanlarını daralttığımızı görmüyorlar mı?
Acaba üstün gelen onlar mıdır?
Atalarından devraldıkları, öteden beri süren bol
nimetli hayat onların fıtratlarını bozmuştur. Nimet içinde yüzmek, rahat bir
hayat sürdürmek beraberinde vurdumduymazlığı, sorumsuzluğu getirir.
Vurdumduymazlık ise kalbi bozar, duyguları köreltir. En sonunda insanın
Allah'a karşı duyarsızlığına, basiretinin körelmesine, onun ayetleri
üzerinde düşünemez duruma gelmesine kadar varır. İnsanın uyanık bulunmadığı,
kendini kontrol etmediği, sürekli olarak Allah'la ilişki halinde
bulunmadığı, O'nu unuttuğu zaman nimetler ile böyle sınanır işte.
Bu yüzden ayetlerin akışı, her gün dünyanın bir
köşesinde meydana gelen bir realiteyi içeren bir sahne sunarak vicdanlarını
uyarıyor. Şöyle ki: Yeryüzünde galip olan devletlerin egemenlikleri altında
bulunan topraklar gün geçtikçe dürülüyor, ufalıyor, daracık bir alana
dönüşüyor. Daha önce birer imparatorluk olan bu ülkeler, birer ufak
devletçiğe dönüşüyorlar. Bundan önce galip birer devletken yenik duruma
düşüyorlar. Daha önce kalabalık ve etkin bir nüfusa sahipken azınlık haline
geliyorlar. Önceleri her yönden birçok zenginliğe sahipken şimdi az bir
gelirle yetinmek zorunda kalıyorlar.
Kur'anın ifade tarzı kudret elinin, toprağı
dürüşünü, çevresini daraltmasını, boyutlarını küçültmesini, o kadar canlı
çiziyor ki, latif bir hareketin, ürpertici korkuların yeraldığı büyüleyici
bir sahne beliriyor gözlerimizin önünde.
"Acaba üstün gelen onlar mıdır?"
Ötekilerin başına gelenler onların başına gelmeyecek
mi?
45- De ki; "Ben
vahyin mesajına dayanarak sizi uyarıyorum. " Fakat sağırlar,
uyarıldıklarında çağrıyı işitemezler.
ÇAĞRIYA KULAK
TIKAYANLAR
Kalplerin ürpererek seyrettiği bu sahnenin
gölgesinde Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- uyarıcı sözü
söylemesi emrediliyor:
Şu halde söylenenleri duymayan sağırlar olmaktan
sakınmalıdırlar! Yoksa ayaklarının altındaki toprak dürülür. Kudret eli
çevrelerini daraltır, geçmişte bol nimet içindeki hayatlarını düşünerek
sızlanıp durdukları bir duruma düşürür.
Surenin akışı, kalpler üzerinde son derece etkili
olan mesajını iletmeye devam ediyor ve onların azaba uğratıldıkları zamanki
durumlarını tasvir ediyor:
46- Andolsun ki,
Rabb'inin azabının en hafif bir fiskesi eğer onlara değse kesinlikle
"Eyvahlar olsun! Biz gerçekten kendimize zulmetmişiz " derler.
Esinti ifadesi genelde rahmet için kullanılır. Ama
burada azap için kullanılıyor. Sanki, "Rabb'inin azabı ufaktan dokunacak
olsa, hemen onları suçlarını itirafa zorlar" denmek isteniyor. Ama o zaman
da itiraf bir şeye yaramayacak. Surenin akışı içinde, Allah'ın azabının
baskınına uğrayan beldelerin durumunu gözler önüne seren sahneyi görmüştük.
O şehirlerin halkları şöyle feryat etmişlerdi:
"Eyvahlar olsun! `Biz gerçekten kendimize
zulmetmişiz' dediler." "Onlar böyle vahlanıp dururken biz kendilerini
biçilmiş ekinler gibi cansız yere seriverdik." (Enbiya Suresi, 14-15)
Şu halde iş işten geçtikten sonra suçlarını itiraf
ediyorlar. Bununsa onlara bir yararı yok. Onlar için en yararlı olanı,
azaptan bir esintiye uğramadan, vakit müsaitken, vahyin uyarsına kulak
vermeleridir.
HESAP GÜNÜ
47- Kıyamet günü
doğru tartan, duyarlı teraziler kurarız. Orada hiç kimseye haksızlık
edilmez. İşlenen amel, bir hardal tanesi kadar bile olsa onu ortaya kovarız.
Hesap görücü olarak biz yeteriz. "
Hardal tanesi gözlerin görebileceği en küçük,
terazide de en hafif olan nesneyi tasvir etmektedir. Hesaplaşma günü bu bile
terkedilmez, gözden kaçırılmaz. Son derece hassas ve dakik olan terazi
onunla ya ağır bàsar ya da hafif kalır.
O halde herkes yarına ne hazırladığına baksın.
Kalbini uyarıya açsın. Allah'ın ayetlerinden yüz çeviren, onları alayla
karşılayan ve onların içerdiği hak mesajdan habersiz olanlar, bu uyarı dünya
veya ahirette gerçekleşmeden kendilerine gelmelidirler. Eğer dünya azabından
kurtulacak olurlarsa, bir de ahiret azabı vardır. Orada teraziler kurulur ve
hiç kimse haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi kadar bir şey bile gözden
kaçırılmaz.
Böylece ahirette kurulan bu ince ve hassas
teraziler, evrenin ince ve hassas yasalar sistemine, tarih boyunca gelmiş
geçmiş davet hareketlerini yönlendiren ilahi kanunlara, hayat ve insanların
tabiatlarına bağlanıyor. Hep birlikte tek ve ortaksız iradenin elinde
ahenkli bir bütün oluşturup surenin ana ekseni olan tevhid meselesine
tanıklık ediyorlar.
Bu üçüncü bölüm, peygamberler ümmetini sunuyor. Dar
bir çerçevede değil elbette. Bazısına yalnızca işaret ediyor. Bazısından
ayrıntılı olarak söz ediliyor, uzun uzun anlatılıyor, bazen de özetle
değiniliyor.
Bu işaretler ve halkalar arasında yüce Allah'ın
peygamberlerine yönelik rahmeti ve yardımı, buna karşın kendilerine apaçık
kanıtlar geldikten sonra peygamberleri yalanlayan toplumların uğradığı
akıbetler belirginleşiyor. Ayrıca bazı peygamberlerin iyilik ve kötülükle
denenmelerine ve bu imtihanı nasıl aştıklarına değiniliyor.
Aynı şekilde yüce Allah'ın peygamberlerini
insanlardan seçip göndermesine ilişkin yasası, bütün peygamberlerin aynı
inanç sistemini ve aynı yolu izledikleri, zaman ve mekân farklılığına rağmen
tek bir ümmet oldukları vurgulanıyor.
İşte bunlar harikalar yaratan ilahlığın, her şeyi
planlayan iradenin ve evrensel yasa sisteminin birliğinin kanıtlarıdır. Bu
yasalar sistemi, Allah'ın evrene hükmeden kanunlarını birbirine bağlıyor,
onları kaynaştırıyor, onları tek bir hedefe, tek bir mabuda yöneltiyor.
"Benden ,başka ilah yoktur, sırf bana kulluk
ediniz."
PEYGAMBERLER ZİNCİRİ
48- Andolsun ki, biz
Musa ile Harun'a doğru ile eğriyi ayırdeden ve takvalılar için ışık ve öğüt
olan kitab'ı verdik.
49- Onlar
Rabb'lerinden görmeden korkarlar ve kıyamet gününün dehşetinden ürkerler.
50- Bu Kur'an,
tarafımızdan indirilmiş kutsal bir öğüttür. Siz onu inkâr mı ediyorsunuz?
Surenin akışı içinde müşriklerin bir insan
olduğundan dolayı Hz. Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- alaya
aldıklarından, vahyi yalanladıklarından, "bu olsa olsa büyüdür ya da şiirdir
veya kendisi uydurmuştur" dediklerinden söz edilmişti.
İşte burada onlara peygamberlerin insanlar arasından
seçilip gönderilmesinin her zaman için yürürlükte olan bir kanun olduğunu
gösteriyor. Bu kanunun geçmişte yaşanan örnekleri vardır. O halde peygambere
kitapların gönderilmiş olması yadırganacak bir şey değildir. İşte bakın Musa
ve Harun peygambere de yüce Allah kitap göndermiştir.
Bu kitap "Furkan" (Hak ile batılı birbirinden
ayıran) olarak nitelendiriliyor. Bu aynı zamanda Kur'anın da niteliğidir.
İki kitabın birliği isimlerinde bile kendini gösteriyor. Çünkü indirilen
bütün kitaplar, hak ile batılı, hidayet ile sapıklığı, bir hayat sistemi ile
ötekini, hayatta gözetilen bir amaç ile ötekini birbirinden ayırmak üzere
indirilmişlerdir. O halde bu kitapların hepsi de "furkan"dırlar. İşte bu
nitelik Tevrat ve Kur'anın ortak niteliğidir.
Tevrat'ın bir "ışık" kılınmasından, kalp ve inancı
kaplayan karanlıkları, sapıklığın ve batılın karanlıklarını dağıtması
kastediliyor. Bunlar içinde insan aklının ve vicdanının şaşkınlıkla
bocaladığı karanlıklardır. İçinde iman aydınlığı parlamadıkça, her tarafı
aydınlanmadıkça, hareket sistemi belirmedikçe, hedefi belirlenmedikçe,
değerleri, anlam ve planlamaları birbirine karışmaktan kurtulmadıkça, insan
kalbi hep karanlıklar içinde kalır.
Tevrat da Kur'an gibi "Allah'dan korkanlar için bir
uyarı" kılınmıştır. Onlara Allah'ı hatırlatmaktadır. İnsanlar arasında bir
saygınlık kazanmalarını, sözü dinlenir bir toplum olmalarını sağlamaktadır.
Tevrat inmeden önce İsrailoğulları neydiler? Firavun'un kırbacı altında
eziliyorlardı. Firavun, oğullarını öldürüp kadınlarını erkeksiz bırakıyordu.
Çeşitli işkencelerle, horlamalarla onları aşağılıyordu.
Ayette kendilerinden söz edilen muttakiler, "Onlar
Rabb"lerinden görmeden korkarlar" diye tanımlanıyorlar. Çünkü Allah'ı
görmedikleri halde, kalpleri Allah'ın korkusu ile ürperenler "Kıyamet
gününün dehşetinden ürken" kimselerdir. O gün için çalışırlar, bu
özellikleri ile onlar aydınlıktan yararlanırlar. Bu aydınlığın
kılavuzluğunda yol alırlar. Allah'ın kitab'ı da onlar için bir uyarı olur.
Onlara Allah'ı hatırlatır. İnsanlar arasında kendilerinden söz edilmesini
sağlar.
Bu Musa ve Harun'un durumu...
"Bu Kur'an, tarafımızdan indirilmiş kutsal bir
öğüttür."
İlk defa meydana gelmiş, alışılmamış bir olay
değildir. Daha önce benzeri yaşanmış ve bilinen bir kuraldır.
"Siz onu inkâr mı ediyorsunuz?"
Bu kitabın indirilmiş olmasını neden
yadırgıyorsunuz, bundan önce de peygamberler gönderilmişlerdi.
Musa ve Harun'a ve ayrıca onlara verilen kitaba
yönelik kısa bir işaretten sonra surenin akışı, İbrahim peygamberin
kıssasının bir halkasını bir bütün olarak sunmaya başlıyor. Hz. İbrahim
Araplar'ın büyük atasıdır, putlarla doldurdukları, içinde putlara ibadet
ettikleri Kâ'be'nin kurucusudur. Oysa Hz. İbrahim -selâm üzerine olsun- daha
önce putları kırmıştı. Surenin akışı burada Hz. İbrahim'i, şirk'e karşı
çıkarken, putları kırarken tasvir etmektedir.
Burada bilinen halka peygamberlik misyonunun
sunulduğu halkadır. Bu halka aralarında küçük aralıklar bulunan ardarda
sıralanan sahnelere bölünmüştür. Bu halka, Hz. İbrahim'in daha önce
olgunluğa, doğruluğa kavuşmuş olmasına işaret ederek başlıyor. Olgunluğa
erişmekle tevhidi bulmak kastediliyor. Çünkü en büyük olgunluk tevhittir.
Burada bir hikmetten dolayı "olgunluk" olarak tanımlanmaktadır.
51- Andolsun ki,
daha önce de İbrahim'e doğru ile eğriyi ayırdetme yeteneği vermiştik. Onun
peygamberliğe elverişli olduğunu biliyorduk.
Biz onu olgunlaştırdık. Biz onun durumunu, daha
önceki peygamberlerin yüklendikleri peygamberlik emanetini yüklenebileceğini
biliyorduk.
52- Hani O babasına
ve soydaşlarına "Şu karşılarında saygı duruşu yaptığınız heykeller nedir?"
dedi.
Bu sözleri, onun olgunlaştığının kanıtıdır. Ağaçtan
ve taştan yontulmuş nesneleri gerçek isimleri ile tanımlıyor "Bu heykeller"
diyor. Bunların "tanrılar" olduğundan söz etmiyor. Onlara ibadet edilmesini
de kınıyor. Ayette geçen "Âkifûn" kelimesi sürekli bağlılığı, üzerine
düşmeyi ifade etmektedir. Aslında onlar bütün vakitlerini putlara ibadet
etmekle geçirmiyorlardı. Ama hayatın her alanında onlarla ilgiliydiler. Bu
da manevi bir sürekliliktir, zaman açısından değil buradaki bağlılık. Hz.
İbràhim, bu heykellere yönelik kesintisiz ilgilerini, iğrenç eğilimlerini
kınamaktadır.
Verdikleri cevap, ileri sürdükleri gerekçe ise
şundan ibaretti:
53- Onlar da
"Babalarımızı onlara tapar bulduk " dediler.
Bu cevap, imanın sağladığı özgürlüğe, bakış ve
düşünce serbestliğine, eşya ve olayları geleneğe göre değil gerçek değerleri
ile değerlendirmeye karşılık ölü geleneğin kalıpları içinde meydana gelmiş,
akli ve ruhsal taşlamaya kanıt oluşturmaktadır. Çünkü Allah'a inanmak,
geleneksel kuruntulara dayanan kutsallıklardan, hiçbir kanıta dayanmayan
donuklaşmış alışkanlıklardan kurtulmak, özgür olmak demektir.
54- İbrahim "Gerek
siz, gerekse babalarınız gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüşsünüz" dedi.
Ataların onlara yönelik ibadetleri bu heykellere
sahip olmadıkları bir değeri kazandıramaz. Haketmedikleri halde, üzerlerine
kutsallık kisvesini giydirmeye neden oluşturamaz. Çünkü değerler, ataların
geleneklerinden ve onların ileri sürdüğü kutsallıktan kaynaklanmaz. Özgür ve
serbestçe yapılan bir değerlendirmeden kaynaklanır.
İbrahim bu ölçme serbestliği ile kesin hükümlülüğü
ile onlara karşı koyunca, şu şekilde sormaya başlıyorlar.
55- Onlar "Ciddi mi
söylüyorsun, söylediğin gerçek midir, yoksa
bizimle dalga mı geçiyorsun?" dediler.
İyice düşünmediğinden, gerekli araştırmayı
yapmadığından inancının dayanaklarına güvenmeyen, bu yüzden sarsılmış bir
inanca sahip birinin soracağı bir sorudur bu. Bununla beraber, kuruntulara
dayalı geleneklerin etkisi ile düşünsel ve ruhsal olarak donuklaşmış biridir
bu adam. Hangi sözlerin gerçek olduğunu bilmiyor çünkü. İbadet kesin bir
bilgiye dayanır, hiçbir kanıta dayanmayan asılsız kuruntulara değil. İşte
aklın ve vicdanın dengeli, kesin ve açık kararlar vermesini sağlayan tevhidi
inanç sistemine uymayanlar böyle bir bataklık içinde yüzerler.
Ama İbrahim Rabb'ine kesinlikle inanmaktadır, O'na
bağlıdır ve O'nu biliyor. Bu bilgi ve inanç aklında ve belleğinde
somutlaşmıştır. Bunu inanan ve inandığına güvenen bir mü'minin üslubu ile
ifade etmektedir.
56- İbrahim dedi ki;
"Hayır, Rabb'iniz göklerin ve yerin Rabb'idir, onları yoktan vareden O'dur.
Ben bu gerçeğin tanıklarından biriyim. "
O tek bir Rabb'tır. Hem insanların hem de göklerin
ve yerin Rabb'idir. O'nun Rabb'lığı yaratıcı oluşundan kaynaklanmaktadır.
Çünkü bunlar, birbirlerinden ayrılmaz sıfatlardır.
"Hayır, Rabb'iniz göklerin ve yerin Rabb'idir,
onları yoktan vareden O'dur."
Açık ve doğru inanç sistemi budur, müşriklerin
birtakım tanrıların olduğuna inanmaları, aynı zamanda bu bunların herhangi
bir şey yaratmadıklarını, her şeyi yaratanın Allah olduğunu söylemeleri
değil... Ve halâ hiçbir şey yaratmadıklarını bildikleri bu düzmece tanrılara
ibadet ederler.
Hz. İbrahim, içinde kuşkuya yer bulunmayan realiteyi
bizzat gözlemleyen birinin güveni içindedir.
"Ben bu gerçeğin tanıklarından biriyim."
İbrahim Peygamber -selâm üzerine olsun- göklerin ve
yerin, kendisinin ve milletinin yaratılışını görmüş değildir. Ama durum
mü'minlerin güvenle şahitlik edecekleri kadar kesin ve gerçektir... Evrende
olan her şey, her şeyi planlayan yaratıcının birliğini dile getirmektedir.
İnsanın yapısındaki her şey, yaratıp planlayan yüce Allah'ın evreni yönetip
yönlendiren yasalar sisteminin birliğini kabul etmeyi telkin etmektedir
insana.
Sonra İbrahim kendisi ile bu tartışmayı yapanlara,
tanrıları hakkında geriye dönülmez bir karar verdiğini açıkça duyurmaktadır:
57- "Vallahi siz
arkanızı dönüp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım, bir komplo
düzenleyeceğim. "
Ama putlara kurmayı planladığı komployu açıklamıyor,
kapalı bırakıyor. Surenin akışı onların bu sözlere ne gibi bir tepki
gösterdiğini de anlatmıyor. Belki de onlar İbrahim'in, düzmece tanrılarına
herhangi bir komplo kuramayacağından emindiler. Bu yüzden kendi haline
bırakıp gitmişlerdir.
58- Arkasından o
putları kırıp parça parça etti, fakat bilgisine (!) başvursunlar diye en
büyük putu sağlam bıraktı.
Kendilerine ibadet edilen düzmece tanrılar kırık
dökük ağaç parçalarına, taş parçalarına dönüştüler. Büyükleri hariç...
İbrahim -salât ve selâm üzerine olsun"bilgisine başvursunlar" diye ona
dokunmamıştır. Olayın nasıl meydana geldiğini, kendisi de oradayken bu ufak
tanrıları neden savunmadığını sorarlar diye onu kırmamıştır. Belki de o
zaman meseleyi yeni baştan ele alırlar, doğruyu bulurlar. Bu putlara ibadet
etmenin saçmalığını, tutarsızlığını kavrarlar diye.
Halk geri döndüğünde, bu putun dışındaki bütün
düzmece tanrılarının paramparça edildiğini görmüş, ama ne ona ne de
kendilerine şunu sormayı düşünmemişlerdir. Eğer bunlar tanrı iseler, neden
başlarına böyle bir şey geldi? Ve neden kendilerini savunmadılar? Bu
büyükleri niye onları savunmadı peki?... Ama bu soruyu kendilerine sormayı
akıl etmediler. Hiçbir gerçekliğe dayanmayan, tamamen efsaneden kaynaklanan
boş inanç sistemi akıllarının düşünme yeteneğini devre dışı bırakmıştı.
Çünkü gelenekler, düşünme, düşündüğünü anlama, anladığını değerlendirme
yeteneklerine zincir vurmuştu. Ama onlar, bu doğal soruyu, tanrılarının
parçalayan, onları bu hale getiren kişiden intikam almak için soruyorlar.
59- Soydaşları "Bu
işi ilahlarımıza kim yaptı? Kim yaptı ise o gerçekten bir zalimdir" dediler.
O zaman Hz. İbrahim'in -selâm üzerine olsun-
babasının ve onunla birlikte bulunanların bu heykellere ibadet etmelerine
karşı çıkışını "Gittiğinizde bu tanrılarınıza bir komplo düzenleyeceğim"
dediğini duyanlar, bu konuşmaları hatırlıyorlar:
60- "Duyduğumuza
göre `İbrahim adında bir delikanlı bu ilahlarımıza dil uzatıyordu' dediler.
"
Onların bu sözlerinden anlaşılıyor ki, yüce Allah
İbrahim'i putlara ibadet etmeyi ayıplayacak, onları kırıp parçalayacak bir
olgunluğa eriştirdiğinde henüz çok gençti. Ama acaba o sıralarda yüce Allah
ona vahiy göndermiş miydi? Yoksa peygamberlik göndermeden önce kendisini
gerçeğe iletecek bir ilham mı bahşetmişti? Babasını buna dayanarak mı
tevhide davet etmişti, kavminin hayat biçimini bundan dolayı mı iğrenç
bulmuştu?
Tercih edileni ikinci ihtimaldir.
"Duyduğumuza göre `İbrahim' adında bir delikanlı bu
ilahlarımıza dil uzatıyordu."
Bu sözleri ile belki de onu tanımazlıktan gelip
fazla önemsemediklerini vurgulamak istiyorlar. Nitekim "İbrahim adında bir
delikanlı" demeleri de bunu gösteriyor. Onun fazla önemli olmadığını, hiç
kimsenin kendisini tanımadığını vurgulamak istemiş olabilirler. Ne var ki
biz, bu sıralarda Hz. İbrahim'in henüz yaşı küçük bir delikanlı olduğunu
kabul ediyoruz.
61- "O halde onu
yakalayıp halkın karşısına getiriniz ki, herkes bu suçunun tanığı olsun"
dediler.
Onu teşhir etmek, yaptıklarını halka göstermek
istiyorlardı.
62- Soydaşları O'na
"Ey İbrahim, bu işi ilahlarımıza sen mi yaptın?" dediler.
Paramparça edildikleri halde halâ onların tanrı
olduklarında ısrar ediyorlar. Ama İbrahim onları hafifsiyor, kınayıcı ve
iğneleyici konuşuyor. Halbuki İbrahim tek başınadır, onlarsa çokturlar.
Çünkü O, açık aklı ile ve Allah'a bağlı kalbi ile bakıyor, bu yüzden onları
alaya almaktan hor görmekten başka bir şey gelmiyor elinden. Akıllarının
yuvarlandığı bu aşağılık,düzeye uygun bir cevap vermekten başka seçeneği
yok.
63- İbrahim
soydaşlarına dedi ki; "Aslında bu işi şu en büyükleri yapmıştır. Bunu
onların kendilerine sorunuz. Tabii ki, eğer konuşabiliyorlarsa. "
Bu alaylı cevapta Hz. İbrahim'in onlarla dalga
geçtiği açıkça görülmektedir. Dolayısı ile, bunu Hz. İbrahim'in söylediği
bir yalan olarak nitelendirmek ve tefsircilerin üzerinde görüş ayrılığına
düştükleri çeşitli meşru gerekçeler aramak yersizdir. Mesele bundan çok daha
basittir. Hz. İbrahim onlara şunu söylemek istemiştir: Şu heykelleri kimin
kırdığını bilmiyorsunuz. Ben mi, yoksa onlar gibi hareket edemeyen şu büyük
put mu? Bu heykeller düşünme yeteneğinden yoksun katı cisimlerdir. Sizde
onlar gibi düşünme yeteneğinizi yitirmişsiniz, normal ile anormali
birbirinden ayırd edemiyorsunuz. Bu yüzden ben mi kırmışım yoksa bu heykel
mi kırmış bilmiyorsunuz. O zaman "Kendilerine sorunuz. Tabii ki, eğer
konuşabiliyorsalar."
Öyle anlaşılıyor ki, bu horlama amaçlı alay onları
hafifçe sarsmış, birazcık düşünmeye, akıllarını kullanmaya yöneltmiştir.
64- Bunun üzerine
vicdanlarına başvurarak birbirlerine "ası! zalimler sizlersiniz " dediler.
İçinde bulundukları durumun saçmalığını, şu
heykellere yönelik kulluğun zulüm oluşunu, ilk kez basiretlerini açıp
düştükleri komik durumu düşünmeleri; içinde yüzdükleri zulmü görmeleri iyi
bir iyilik belirtisiydi.
Ama bu sadece bir parıltıydı ve arkasından yine her
tarafı koyu bir karanlık basmıştı. Bu sadece bir kıpırdanma idi. Ardından
kalpleri yine eski donukluğuna dönmüştü
65- Fakat sonra yine
eski dik kafalılıklarına dönerek İbrahim'e "Sen de iyi bilirsin ki, bunlar
konuşamazlar, dediler.
Önce ruhlarına dönmüş, vicdanlarının sesine kulak
vermişlerdi. Sonra da baş üstü yere çakılır gibi eski inatçılıklarına
dönmüşlerdi. Kur'an-ı Kerim'in olağanüstü, tasvirli ifade tarzının dile
getirdiği gibi. Birincisi bakmak ve düşünmek için insanın içinde uyanan bir
hareketti. İkincisi ise, düşünmeden, aklını kullanmadan tepe üstü
yuvarlanmaktır. Yoksa bu son sözleri onların aleyhine bir kanıttır. Bu
putların konuşmamasından daha büyük bir kanıt mı vardı İbrahim'in elinde?
Bu yüzden bilinen sabırlılığının ve yumuşaklığının
dışında alışılmamış bir sıkıntıyla sert çıkıyor. Çünkü içine düştükleri bu
gülünesi durum yumuşak huylu İbrahim'in sabrını taşırıyor:
66- Bunun üzerine
İbrahim dedi ki; "Allah'ı bırakıp size ne fayda ve ne de zarar
dokunduramayan bu putlara mı tapıyorsunuz?"
67- "Yuh olsun size
ve Allah'ı bir yana bırakıp taptığınız putlarınıza! Sizin hiç kafanız
çalışmıyor mu?"
Bu sözler bir sıkılmanın, öfkelenmenin ve normal
düzeyi aşmış bir gülünçlüğe düşenlerin durumuna şaşmanın ifadesidir. Bu
noktada iğrençliklerini, onurlarını kurtarma duygusuna kapılıyorlar. Tıpkı
bütün gerekçelerini yitirdiklerinde, ellerinde kendilerini savunacak bir
kanıt bulunmadığında, kaba kuvvet kullanmaya, korkunç işkenceler uygulamaya
başlayan tağutların her zaman yaptığı gibi.
68- O zaman
soydaşları "Eğer ilahlarınızın tarafını tutacaksanız İbrahim'i ateşe atınız
da böylece onları destekleyiniz" dediler.
Şu sözde tanrılara bakın! Kendilerine yararları ya
da zararları dokunmuyor da, ne kendilerine ne de kendilerine kullukta
bulunanlara yardım edemiyorlar da, kulları onlara yardım ediyor.
"İbrahim'i ateşe atınız."
"Ama bir diğer söz de söylenmiştir. Bu söz, bütün
söylenenleri boşa çıkarmıştır. Bütün komploları bozmuştur. Çünkü bu, yüksek
bir yerden gelen ve geri çevrilmesi mümkün olmayan bir sözdür.
69- Bunun üzerine
biz dedik ki; "Ey ateş, İbrahim'e karşı yakıcılığını yitir, O'na zarar
verme. "
Ateş de İbrahim'e karşı serin ve zararsız oldu...
Nasıl?..
Niye sadece bunu soruyoruz ki?.. Çünkü bütün
varlıklar bu "ol" kelimesi ile varolmuşlar, alemler onunla meydana
gelmişler, evrene egemen olan yasalar onunla yaratılmışlar.
"O'nun, bir şeyin olmasını istedi mi, ona sadece
`ol' demektir, hemen oluverir." (Yasin Suresi, 82)
Bu yüzden, "Ateşin canlı bedenleri yaktığı her zaman
görülen ve bilinen bir şeydir, peki nasıl oluyor da ateş İbrahim'i yakmaz?"
diye sormuyoruz. Çünkü ateşe "yak" diyen bu sefer "serin ve zararsız ol"
demiştir. Bu kelime söylenir söylenmez, kastettiği anlam ne olursa olsun
hemen gerçekleşir, insanların bu anlamı bilip bilmemeleri, alışık olup
olmamaları durumu değiştirmez.
Yüce Allah'ın yaptıklarını insanların yaptıkları ile
karşılaştıranlar, "Bu nasıl olur", "Şu nasıl olabilir?" gibi sorular
sorarlar. Ama her iki tabiatın farklılığını, her iki tabiatın başvurduğu
araçların başkalığını bilenler, kesinlikle böyle sorular sormazlar, gerek
bilimsel gerek bilimsel olmayan gerekçeler uydurmaya çalışmazlar. Mesele
kesinlikle bu alanla ilgili değildir. İnsanların kullandıkları ölçülere ve
kriterlere göre yüce Allah'ın yaptıklarını analiz etme, yorumlama ile ilgili
değildir. Bu mucizeleri yüce Allah'ın sınırsız gücüne bırakmanın dışında bu
mucizeleri yorumlamak amacı ile başvurulan bütün düşünce sistemleri temelden
bozuk sistemlerdir. Çünkü yüce Allah'ın yaptıkları insanların kriterlerine,
az ve sınırlı bilgilerine uymaz.
Bize düşen bunun olduğuna inanmaktır. Çünkü bunu
yapanın böyle bir şeyi yapmaya gücü yeter. Ama, ne yaptı da ateş serin ve
zararsız oldu? Aynı şekilde İbrahim'e ne yaptı ki ateş onu yakmadı?.. İşte
Kur'an ayeti buna bir açıklık getirmiyor. Çünkü sınırlı insan aklı ile bunu
kavramak mümkün değildir.
Elimizde de Kur'an ayetinden başka kanıt yoktur.
Ateşin İbrahim'e karşı serin ve zararsız olması, her
gün değişik şekillerde yaşanan benzeri olaylara bir örnektir sadece. Ama bu
geçici ve belirgin örnekte olduğu gibi, insanların duyguları bu olaylar
karşısında o kadar sarsılmıyorlar. Fertleri ve toplumları zaman zaman
kuşatan sıkıntılı anlar olur, krizler olur. Her şey altüst olur, darmadağın
olur, böyle anlarda. Ama çok kısa bir anda, ansızın büyük değişiklikler
olur. Ölecekken dirilir, uyuşacakken canlanır. Az önce her tarafı kaplayan
bir kötülükten şimdi iyiliğe dönüşmüştür.
"Ey ateş, İbrahim'e karşı yakıcılığını yitir, ona
zarar verme" mucizesi kişilerin toplumların ve milletlerin hayatlarında,
düşüncelerin inançların ve davet hareketlerinin hayatlarında sık sık
gerçekleşmektedir. Bütün söylenenleri geçersiz kılan, tüm planları altüst
eden bu kelimenin bir sembolünden başka bir şey değildir. Çünkü bu yüce bir
yerden gelen ve geri çevrilmesi mümkün olmayan bir kelimedir.
70- Onlar O'nu
tuzağa düşürmek ïstedïler. Biz ise onları en ağır hüsrana uğrattık.
Hz. İbrahim'in çağdaşı olan kralın, Irak
Haramilerinin kralı "Nemrut" olduğu, kurmaylarıyla birlikte Allah katından
gelen bir azapla yok edildiği rivayet edilmektedir. Bu hikâyenin
ayrıntılarına ilişkin çeşitli rivayetler vardır. Ama bunları doğrulayacak
bir kanıt yok elimizde. Önemli olan yüce Allah'ın Hz. İbrahim'i aleyhinde
kurulmak istenen tuzaktan kurtarmasıdır. Ona tuzak kuranları, eşi görülmemiş
bir hüsrana uğratmasıdır.
"Onları en ağır hüsrana uğrattık."
Bu şekilde genel ve belirsiz bir ifadeyle...
71- Arkasından
İbrahïm'i, Güt ile birlikte kurtararak onları insanlar için verïmli ve
bereketli kıldığımız bïr bölgeye yerleştirdïk.
Burası Hz. İbrahim'in yeğeni Hz. Lût ile birlikte
göç ettiği Şam bölgesidir.
Burası uzun bir süre vahyin indiği, İbrahim'in
soyundan peygamberlerin gönderildiği bir bölgeydi. Kutsal topraklar, iki
haremden biri bu bölgede yeralmaktadır. Kuşaklar boyu süren vahiy ve
peygamberlik bereketinin yanında, bol verim ve rızık elde ediliyordu.
72- Üstelik
İbrahim'e, İshak'ı ve fazladan bir bağış olarak Yakub'u lütfettik ve hepsinï
de salih kimseler yaptık.
73- Onları emrimiz
uyarınca insanları doğru yola ileten önderler yaptık. Onlara yararlı işler
yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden
kimselerdi.
Hz. İbrahim, vatanını, ailesini ve milletini
terketmişti. Yüce Allah bunun yerine vatanından daha hayırlı, bereketli bir
yeri vatan olarak ona bahşetti. Ona daha iyi bir aile verdi, oğlu İshak'ı,
torunu Yakub'u ona bahşetti. Onun soyundan, kavminden daha kalabalık büyük
bir millet meydana getirdi. Onun soyundan, insanları Allah'ın buyruğu ile
doğru yola ileten önderler gönderdi. Onlara çeşitli iyilikler yapmalarını,
namazı kılmalarını, zekâtı vermelerini, Allah'a boyun eğip kulluk
yapmalarını vahyetti. Ne güzel karşılık! Ne güzel öğüt! Yüce, Allah'ın
İbrahim'e bahşettiği ne güzel bir akıbet! Yüce Allah onu darlıkla,
meşakkatle sınamıştı, o dà bunlara sabretmişti. Akibeti de onun güzel
sabrına yaraşır değerde bir akıbet olmuştu.
NUH VE LÛT KAVMİNİN
HELÂKI
74- Lût'a da
egemenlik ve bilgi verdik. Onu, halkı iğrenç işler yapan o kentten
kurtardık. Onlar gerçekten çirkin davranışları huy edinmiş kötü bïr
toplumdur.
75- Lût'u
rahmetimizin kapsamına aldık. O gerçekten salih kullarımızdan biri idi.
Lût peygamberin hikâyesi daha önce ayrıntılı olarak
anlatılmıştı. Burada ise bir işaretle yetinilmektedir. Amcası İbrahim'le
birlikte Irak'tan Şam'a göçetmiş, Sodom şehrine yerleşmişti. Bu şehrin halkı
iğrenç şeyler yapıyorlardı. Açıkça, utanmadan, saklamadan erkeklerle sapık
ilişkiye girerlerdi. Bu yüzden yüce Allah, halkı ile birlikte bu şehri yok
etmiştir:
"Onlar gerçekten çirkin davranışları, huy edinmiş
kötü bir toplumdu."
Yüce Allah, karısı hariç Hz. Lût'u ve bütün ailesini
kurtarmıştı.
"Lût'u rahmetimizin kapsamına aldık. O gerçekten
salih kullarımızdan biri idi."
Sanki Allah'ın rahmeti, bir sığınaktır, bir
korunaktır ve Allah dilediğini buraya almaktadır. Artık o, güvenliktedir,
bol nimet içindedir, Allah'ın rahmetine kavuşmuştur.
76- Nuh'a gelince
hani O, daha önce bize yalvarmıştı. Biz de O'nun duasını kabul ederek
kendisini ve yakınlarını o büyük afetten kurtardık.
77- Onu ayetlerimizi
yalanlayan soydaşlarının şerrinden kurtardık. Onlar gerçekten kötü bir
toplumdu. Bu yüzden hepsini sularda boğduk.
Bu da ayrıntıya girmeden yalnızca Hz. Nuh'un
kıssasına çok kısa bir işaretten ibarettir. Burada Hz. Nuh'un çağrısına yüce
Allah'ın verdiği cevabı ifade etmek için acele ediliyor. Bu olay, "daha
önce" yani İbrahim ve Lût'tan önce meydana gelmişti. Bilindiği gibi yüce
Allah, karısı hariç, Hz. Lût ve ailesini kurtarmıştı. Nuh kavmini de Tufan
göndererek yok etmişti. Bu "büyük bir afetti." Hud suresinde Tufan detaylıca
anlatılmaktadır.
HZ. DAVUD VE
SULEYMAN
78- Davud ve
Süleyman'a gelince, hani onlar geceleyin yabancı bir koyun sürüsünün içine
dalarak ekinini mahvettiği bir tarlanın davasını hükme bağladıklarında
verdikleri hükmün tanığı olmuştuk.
79- Davud'un verdiği
bu hükmü, Süleyman'ın kavrayıp onaylamasını sağladık. Her ikisine de
egemenlik ve bilgi verdik. Allah'ı noksanlıklardan tenzih etme konusunda
dağları ve kuşları Davud'a boyun eğdirdik. Biz bunları yaparız.
80- Savaşta düşmanın
darbelerinden korunasınız diye Davud'a zırh yapma sanatını öğrettik. Acaba
buna şükredecek misiniz ki?
81- Verimli ve
bereketli kıldığımız bölgeye doğru akan fırtınayı O'nun buyruğuna verdik.
Her şey bizim bilgimizin kapsamı içindedir.
82- Ayrıca O'nun
hesabına derin sulara dalan ve başka işler yapan bazı şeytanları da
Süleyman'ın emrine verdik. Biz onları gözetim altında tutuyorduk.
Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ın hüküm verdikleri tarla
hakkındaki rivayetler şu açıklamaları içermektedir: İki adam Davud
peygamberin yanına gelir. Biri tarla, yani bahçe sahibidir. Söylendiğine
göre üzüm bağı imiş. Diğeri de sürü sahibidir. Tarla sahibi, "Bu adamın
sürüsü bir gece boyunca tarlamda kaldı ve geride bir şey bırakmadı" der.
Davud peygamber tarla sahibinin, zararına karşılık sürüyü almasına karar
verir. Bunun üzerine sürü sahibi Hz. Süleyman'a gider ve Hz. Davud'un
verdiği kararı anlatır. Hz. Süleyman babasının yanına gelir ve "Ey Allah'ın
peygamberi hüküm senin verdiğin gibi değildir" der. Hz. Davud "Peki
nasıldır?" der. Hz. Süleyman "sürüyü tarla sahibine ver, tarlayı da sürü
sahibine ver, ellerindekilerden yararlansınlar, ta ki eski durumlarına
gelene kadar. Sonra onları sahiplerine geri ver. Tarla sahibi tarlasını,
sürü sahibi de sürüsünü alsın" der. Hz. Davud "Doğrusu, senin verdiğin
hükümdür" der ve Hz. Süleyman'ın hükmünü uygular.
Gerek Hz. Davud'un, gerekse Hz. Süleyman'ın verdiği
hükümler kendi görüşlerinden kaynaklanan içtihatlardı. Yüce Allah her
ikisinin de verdiği kararı görüyordu. Hz. Süleyman'a daha doğru bir karar
ilham etti. Meselenin en doğru tarafını kavrayacak bir anlayış verdi.
Hz. Davud, karar verirken sadece tarla sahibinin
uğradığı zararı gözönünde bulundurmuştur. Bu, adalettir kuşkusuz. Ama Hz.
Süleyman'ın verdiği karar adaletin yanında, yapıcı olmayı, onarmayı da
içermektedir. Bu kararda, adalet yapmak ve onarmak amacı ile başvurulan bir
unsurdur. İşte bu, yapıcı ve sürükleyici şekliyle canlı ve pratik adalettir.
Bu, yüce Allah'ın dilediğine bahşettiği sezgiden kaynaklanan bir ufuk
genişliğidir.
Kuşkusuz hem Hz. Davud'a hem de Hz. Süleyman'a
iktidar ve bilgi verilmişti.
"Her ikisine de egemenlik ve bilgi verdik."
"Hz. Davud'un verdiği kararda bir yanlışlık yoktu.
Ama Hz. Süleyman'ın verdiği karar daha doğruydu. Çünkü bu karar yüce
Allah'tan gelen ilhamdan kaynaklanıyordu.
Ardından surenin akışı onlardan herbirine bahşedilen
nitelikleri sunuyor. Önce babadan başlıyor.
"Allah'ı noksanlıklardan tenzih etme konusunda
dağları ve kuşları Davud'a boyun eğdirdik."
"Savaşta düşmanın darbelerinden korunasınız diye
Davud'a zırh yapma sanatını öğrettik. Acaba buna şükredecek misiniz ki?"
Davud peygamber -selâm üzerine olsun- mezmurları ile
bilinirdi. Bunlar Allah'ı eksikliklerden uzak tutma, onu tesbih etme amacı
ile okunan ilahilerdi. Bunları yanık sesi ile okurdu ve sesi çevresinde
yankılanırdı. Dağlar ve kuşlar ona katılırdı.
Kulun kalbi Rabb'ine bağlanınca, bütün varlıklarla
ilişki kurduğunu hisseder, varlığın kalbi onunla birlikte çarpar. Türleri ve
cinsleri birbirinden ayıran, aralarına sınırlar ve perdeler koyan
farklılıkları ve ayrılıkları düşünmekten kaynaklanan engeller, perdeler
ortadan kalkar. O zaman vicdanları ve gerçeklikleri evrenin vicdanı ve
gerçekliği ile .buluşur.
Kimi coşkunluk anlarında insan ruhu bütünün içinde
kaybolduğunu, bütünü kapsadığını hisseder. O zaman kendisinin, dışında da
birtakım şeylerin var olduğunu, ya da kendisinin çevresinden ayrı bir varlık
olduğunu hissetmez. Çünkü çevresinde yeralan her şeye kendi içinde
erimiştir. O çevrenin varlığında kaybolmuştur.
Kur'an ayetinden, Davud peygamberin (Allah'ı tesbih
etmeyi içeren) mezamirini okurkén düşünüyoruz. Ayrı, belirgin ve farklı
varlığını unutmuş, kendinden geçmiştir. Ruhu, yüce Allah'ın evrene, evrenin
safhalarına, içinde yeralan canlı cansız varlıklara yansıyan gölgesinde
kaybolmuştur. O'nun titreşimlerini hissetmektedir. Karşılıklı iletişim
içindedirler. Adeta bütün evren, koro halinde yüce Allah'ın ululuğunu dile
getirmekte, onu tesbih edip övgüyle anmaktadır.
"Evrendeki her varlık O'nu överek tesbih eder, fakat
siz bu varlıkların tesbihlerini anlayamazsınız." (İsra Suresi, 44)
Evrende yeralan varlıkların yüce Allah'ı övgü ile
tesbih etmelerini, ancak engellerden mesafelerden soyutlanan ve bütünüyle
yüce Allah'a yönelen varlıkların ruhları ile birlikte hareket edenler anlar.
"Allah'ı noksanlıklardan tenzih etme konusunda
dağları ve kuşları Davud'a boyun eğdirdik."
"Biz bunları yaparız."
Yüce Allah'ın yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Ve
hiçbir şey O'nun isteğine karşı çıkamaz. İnsanların böyle bir şeye alışık
olmaları ya da olmamaları durumu değiştirmez.
"Savaşta düşmanın darbelerinden korunasınız diye
Davud'a zırh yapma sanatını öğrettik. Acaba buna şükredecek misiniz ki?"
Birbirine girmiş halkalar şeklinde zırh yapma
sanatıdır bu. Bundan önce zırhlar, tek parça halinde ve içinde hareket etme
imkânı kısıtlı olarak yapılırlardı. Bu şekilde birbirine girmiş halkalardan
oluşan zırhlar hem daha kullanışlı hem daha hafiftirler. Bununla anlaşılıyor
ki, yüce Allah'ın öğretmesi sonucu bu tür zırhları ilk icad eden Hz.
Davud'dur. Yüce Allah, Davud peygambere, insanları savaşta koruyacak bu
zırhların yapımını öğretmekle insanlara büyük iyilikte bulunmuştur.
"Savaşta düşmanın darbelerinden korunasınız diye."
Bu yüzden yüce Allah, insanlara yönelik bir direktif
ve teşvik amacı ile bir soru soruyor:
"Acaba buna şükredecek misiniz ki?"
Uygarlık keşiflerden sonra adım adım gelişme
kaydetmiştir. Aniden ortaya çıkmamıştır. Çünkü yeryüzünün halifeliği insana
bırakılmıştır. Allah tarafından kendisine bahşedilen kavrama yeteneğine
bırakılmıştır, her gün adım adım gelişsin diye. Hayatını bu adımlara
uydursun diye... Yeni bir sistem uyarınca hayatı yeni baştan düzenlemek
insan için kolay bir şey değildir. Çünkü insan bu durumlarda derinden
sarsılır. Gelenekleri, alışkanlıkları değişiktir. Güven içinde ve huzurlu
bir şekilde hareket edip üretim yapabileceği dengeli bir hayata kavuşması
zaman gerektirir. Bu yüzden yüce Allah'ın hikmeti, her yeni düzenlemenin
ardından uzun ya da kısa bir istikrar döneminin olmasını öngörmüştür.
Günümüzde insanların içinde bulunduğu stresin ilk
kaynağı, peşpeşe ve hızlıca gelişen bilimsel ve toplumsal sarsıntılardır. Bu
sarsıntılar o kadar hızlı gelişmektedirler ki, insanlara bir istikrar dönemi
bırakmıyor, insan ruhuna yeni duruma göre şekillenme, yeni durumdan
yararlanma fırsatı tanımıyor.
BOLLUKLA SINAMA.,
Bu Davud peygamberin durumu. Süleyman peygambere
bahşedilen mucizeler ise daha olağanüstü şeylerdir. .
"Verimli ve bereketli kıldığımız bölgeye doğru akan
fırtınayı O'nun buyruğuna verdik. Her şey bizim bilgimizin kapsamı
içindedir."
"Ayrıca O'nun hesabına derin sulara dalan ve başka
işler yapan bazı şeytanları da Süleyman'ın emrine verdik. Biz onları gözetim
altında tutuyorduk."
Hz. Süleyman hakkında çeşitli rivayetler, yorumlar
ve söylentiler dilden dile dolaşmaktadır. Çoğu da İsrailiyattan (yahudi
efsaneleri), hayal ürünü hikâyelerden ve dayanaksız vehimlerden
kaynaklanmaktadır. Ama biz bu bataklığa girmiyoruz. Kur'an ayetlerinin bu
konuda belirledikleri sınırda duruyoruz. Çünkü Hz. Süleyman'ın -selâm
üzerine olsun- kıssası ile ilgili bunun dışında doğruluğu tartışılmaz bir
kanıt mevcut değildir.
Burada Kur'an ayeti rüzgârın -kasırganın- Hz.
Süleyman'ın emrine verildiğini ifade etmektedir. Yüce Allah'ın bereketli
kıldığı bölgeye doğru onun emri ile estiğini vurgulamaktadır. Bu bölge büyük
bir ihtimalle Şam bölgesidir. Nitekim İbrahim kıssasında Şam bölgesi bu
nitelikle anılmıştı. Şu halde rüzgârın Süleyman peygamberin emrine verilişi
nasıl gerçekleşmişti?
Rüzgârda uçan bir halı hikâyesi vardır; söylendiğine
göre Hz. Süleyman yakınları ile birlikte bu halıya biner ve çok kısa bir
zamanda Şam'a uçardı. Bu ise, aşağı yukarı bir aylık bir mesafe idi. Sonra
aynı şekilde geri dönerdi. Bu rivayet "Sebe" suresinde yeralan "Sabah gidişi
bir aylık mesafe, akşam dönüşü bir aylık mesafe olan rüzgârı Süleyman'a
boyun eğdirdi" (Sebe Suresi, 12) ayetine dayandırılmaktadır.
Ama Kur'an-ı Kerim'de, o rüzgârda uçan halıya
ilişkin herhangi bir açıklama yeralmıyor. aynı şekilde doğruluğu tartışma
götürmez herhangi bir eserde de bundan söz edilmiyor. Dolayısı ile uçan halı
meselesini kabul etmemiz için elimizde bir kanıt yoktur.
Şu halde en iyisi, rüzgârın Hz. Süleyman'ın emrine
verilişini, Allah'ın emri ile gidiş gelişi bir ay süren mübarek topraklara
yöneltilişi şeklinde yorumlamamızdır. Peki nasıl? Daha önce de söylediğimiz
gibi, dilediğini yapabilen ilahi gücün yaptıkları hakkında "nasıl" diye
sorulmaz. Çünkü evrensel yasaların yaratılışı ve yönlendirilişi, dilediğini
yapabilen ilahi güce özgü şeylerdir. Varlıklar alemine egemen olan evrensel
yasaların çok azı insanlar tarafından bilinmektedir. Bu yüzden insanlar.
tarafından bilinmeyen birtakım evrensel yasaların olması ve bu yasaların
belirtilerinin Allah'ın izni ile ortaya çıkması ihtimal dahilindedir.
"Her şey bizim bilgimizin kapsamı içindedir."
Burada kastedilen sonsuz ilimdir, insanlarınki gibi
sınırlı ilim değildir. Denizin ve karanın derinliklerine dalıp, gizli
hazinelerini Süleyman için çıkarmak ve bunların dışında onun için daha başka
işleri yapmak üzere cinlerin onun emrine verilmesi de öyle... Cinler tamamen
gizli yaratıklardır. Kur'an ayetleri cin adı verilen ve bize görünmeyen bir
varlık türünden söz etmektedir. İşte yüce Allah onların bir kısmını, onun
adına denizin ve karanın derinliklerine dalsınlar ve bunun dışında daha
başka işler de yapsınlar diye Hz. Süleyman'ın emrine vermiştir. Onları
bozulmaktan ve kulunun buyruğunun dışına çıkmaktan korumuştur. Çünkü yüce
Allah kulları üzerinde ezici güce sahiptir. Onları, dilediği zaman, dilediği
gibi, dilediği kimselerin emrine verir.
Ayetlerin gölgesindeki bu güvenli noktada duruyor ve
israiliyata dalmıyoruz.
Yüce Allah Davud ve Süleyman peygamberleri -selâm
üzerlerine olsun- bollukla denemiş, nimetle onları imtihan etmişti. Hz.
Davud'u yargı ile imtihan etmişti. Hz. Süleyman'ı ise, Sâd suresinde de
değinileceği gibi, çalımlı atlarla imtihan etmişti. Şu halde yeri gelmeden
bu imtihanın ayrıntısına geçmeyelim ve sonucu özetlemekle yetinelim.
Kuşkusuz Hz. Davud ve Hz. Süleyman nimetle denenme karşısında
sabretmişlerdi. İmtihan esnasında yaptıkları hatadan dolayı Allah'dan
bağışlanma diledikten sonra, imtihanı başarı ile geçmişlerdï. Her ikisi de
Allah'ın nimetlerine karşılık ona şükreden kimselerdi.
HZ. EYYÜP VE
DARLIKLA SINAMA
Şimdi de Eyyüb peygamberin -selâm üzerine olsun-
kıssasında somutlaşan darlıkla imtihana geçiyoruz.
83- Eyyüb'e gelince
hani O "Bir derde yakalandım, sen ise merhametlilerin en merhametlisisin "
diye Rabb'ine seslenmişti.
84- Biz de duasını
kabul ederek pençesine düştüğü derdi giderdik. Ayrıca karşılıksız
rahmetimizin bir eseri olarak ve bize kulluk edenlerin her zaman anacakları
bir örnek olsun diye eski ailesini kendisine bir kat fazlası ile yeniden
bağışladık.
Hz. Eyyüb'ün hikâyesi, sıkıntıyla imtihana ilişkin
hikâyelerin en etkileyici olanı, en korkunç olanıdır. Kur'an ayetleri
ayrıntıya girmeden genel çizgileri ile işaret ediyor. Burada da Hz. Eyyüb'ün
duasını ve yüce Allah'ın duaya verdiği karşılığı sunuyor. Çünkü bu sureye
egemen olan hava, yüce Allah'ın peygamberlerine yönelik rahmetinin, imtihan
anında onları koruyuşunun yansıtıldığı havadır. Bu imtihanın, Hz. İbrahim,
Lût ve Nuh peygamberlerin -selâm üzerlerine olsun- kıssalarında değinildiği
gibi, milletlerinin onları yalanlaması veya Hz. Davud ve Süleyman'ın -selâm
üzerlerine olsun- kıssalarında değinildiği gibi bol nimetin verilmesi ya da
Hz. Eyyüb'ün -selâm üzerine olsun- durumunda olduğu gibi sıkıntı şeklinde
olması farketmez.
Hz. Eyyüb -selâm üzerine olsun- burada dua ediyor
ama, içinde bulunduğu durumu abartmıyor:
"Bir derde yakalandım."
Rabbini de sıfatı ile nitelendiriyor.
"Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin, diye
Rabb'ine seslenmişti."
Yüce Allah'ın verdiği musibete sabrettiği için
durumunu değiştirmesini istemiyor. Ona karşı takındığı edep ve haya
tavrından dolayı bir şey önermiyor. Bu, musibetten dolayı içi sıkılmayan,
asırlardır bir örnek olarak dilden dile dolaşan bir dertten duyduğu ızdırabı
dışa vurmayan, sabırlı bir kulun örneğidir.
Hattâ Rabb'inden, başındaki musibeti kaldırmasını
istemeye utanıyor. Onun kendi durumunu bildiğine güvenerek, bu yüzden
istekte bulunmaya gerek olmadığını düşünerek işi O'na bırakıyor.
Hz. Eyyüb'ün Rabb'ine bu bağlılık duygusu ve bu edep
tavrı içinde yöneldiği anda hemen karşılık veriliyor, o anda Allah ona
rahmetini gönderiyor, imtihan sona eriyor.
"Biz de duasını kabul ederek pençesine düştüğü derdi
giderdik. Ayrıca karşılıksız rahmetimizin bir eseri olarak ve bize kulluk
edenlerin her zaman anacakları bir örnek olsun diye eski ailesini kendisine
bir kat fazlası ile yeniden bağışladık."
Bedenindeki hastalık gideriliyor, eski sağlığına
kavuşuyor. Ailesine yönelik musibet kaldırılıyor, kaybettiklerine karşılık
yenileri bahşediliyor, benzerleri ile rızıklandırılıyor. Denildiğine göre,
oğullarını kaybetmiş Allah da ona iki misli evlat bahşetmişti. Ya da ona
oğullar ve torunlar vermişti.
"Karşılıksız rahmetimizin bir eseri olarak."
Çünkü her nimet Allah katından gelen bir rahmet,
O'nun bahşettiği bir iyiliktir
"Bize kulluk edenlerin her zaman anacakları bir
örnek olsun diye."
Bu olay onlara Allah'ı ve O'nun tabi tuttuğu
imtihanı hatırlatır. Hem imtihan anında, hem de imtihandan sonra kullarına
yönelik rahmetini hatırlatır. Kuşkusuz Hz. Eyyüb'ün tabi tutulduğu imtihan
bütün insanlığa bir örnektir. Onun sabrında bütün insanlık için bir ibret
dersi vardır. Kuşkusuz Eyyüb peygamber, bakışların hayranlıkla yöneldiği
sabrın, edebin ve güzel akıbetin parlak ufkudur. (Hz. Eyyüb'ün başına gelen
musibete ilişkin çeşitli söylentiler, değişik rivayetler vardır. Hattâ
tiksindirici bir hastalığa yakalandığı, bu yüzden halktan tecrid edilip
şehrin dışına çıkarıldığı da rivayet edilmektedir. Bunun hiçbir dayanağı
yoktur. Peygamberlik görevi ile birlikte tiksindirici hastalık olmaz. Kur'an
ayetinden anlaşılıyor ki, Hz. Eyyüb ailesi ve kendisi açısından bir
sıkıntıya düşmüş, bu da bir imtihandır.)
İmtihan olayı sözkonusu edilmişken, "kulluk
yapanlar"a işaret edilmesinin özel bir anlamı var. Çünkü imtihanlarla ve
musibetlerle karşı karşıya kalanlar kulluk yapanlardır. İbadetin, inanç
sisteminin ve imanın insana getirdiği yükümlülükler, ağır birer
imtihandırlar. Bu ciddi bir iştir, oyun değildir. İnanç sistemi bir
emanettir, onu koruyabilecek, yükümlülüklerini yerine getirmeye hazır
güvenilir kişilerden başkasına verilmez. İnanç dudaklardan dökülen bir
sözden ibaret değildir. Her dileyenin dilediği gibi ileri sürdüğü bir iddia
değildir. Dolayısıyla ibadet edenlerin imtihanı başarıyla geçmeleri için
sabretmeleri bir zorunluluktur.
85- İsmail'i,
İdris'i ve Zülkifli de hatırla. Bunların her üçü de sabırlı kimselerdi.
86- Her üçünü de
rahmetimizin kapsamına aldık. Onlar gerçekten salih kullarımızdandı.
Bu, peygamberlerin kıssalarındaki sabır unsuruna
işaret ediyor.
Hz. İsmail, Rabb'inin kendisinin kurban edilmesi
emrine karşı sabretmiş ve Rabb'inin emrine teslim olarak şöyle demişti:
"Babacığım sana emredileni yap, inşeallah beni
sabredenlerden bulacaksın. (Saffat Suresi, 102)
İdris peygambere -selâm üzerine olsun- gelince. Daha
önce de belirttiğimiz gibi, ne zaman ve nerede yaşadığı bilinmiyor. Onun
ölümünden sonra Mısırlılar'ın ibadet ettikleri insanlara ziraat ve sanatı
öğreten ilk öğretmendir diye çeşitli efsaneler çıkardıkları "Oziris" olduğu
söylenmektedir. Ama bu görüşü doğrulayacak bir kanıt yok elimizde. Şu halde
onun da sabırda çeşitli örnekleri bulunan, örnek gösterilecek kişilerden
olduğunu, bu yüzden Allah'ın kalıcı kitabında kendisinden söz edilmeyi
hakettiğini bilmemiz gerekir.
Zülkifl'e gelince, onun da yaşadığı zamanı ve yeri
belirleyemiyoruz. İsrailoğullarına gelen peygamberlerden biri olduğuna
ilişkin görüş daha çok tercih edilmektedir. Ayrıca onun İsrailoğullarının
salihlerinden olduğu, İsrailoğullarına gelen peygamberlerden biri ile,
ölümünden sonra üç şarta bağlı olarak onun yerine İsrailoğullarının başına
geçmek üzere sözleştiği söylenmektedir. Bu üç şart; geceleri namaz kılmak,
gündüzleri oruç tutmak, hüküm verirken kızmamaktı. O da verdiği sözü tutmuş,
bu yüzden -sözünün sahibi anlamında- "Zülkifl" adı verilmiştir. Ne var ki
bu, dayanaksız bir söylentiden başka bir şey değildir. Şu halde Zülkifl için
sabırlılık niteliğinin kesinlik kazanmasa için Kur'an ayetine bakmamız
gerekir:
"Her üçünü de rahmetimizin kapsamına aldık."
Surenin akışı içinde onlardan söz edilmesinin
maksadı da buydu.
BALIĞIN KARNINDAKİ
HAYAT
87- Zunnun'a
(Yunus'a) gelince hani o öfke içinde yurdundan ayrılırken artık bizim
kendisini sıkıntıya uğratmayacağımızı sanmıştı. Fakat sonra karanlıklar
içinde "Senden başka ilah yoktur, sen her türlü noksanlıktan münezzehsin,
ben gerçekten bir zalim oldum " diye bize seslendi.
88- Bunun üzerine
duasını kabul ederek kendisini içine düştüğü sıkıntıdan kurtardık. İşte
mü'minleri böyle kurtarırız.
Hz. Yunus'un kıssası da surenin akışı ile ahenk
oluşturmak için kısa ve çarpıcı işaretler şeklinde yeralıyor. Kıssanın
ayrıntıları ise Saffat suresinde sunuluyor. Ne var ki, bu işaretlerin
anlaşılması için biraz açıklamada bulunmamız zorunludur.
Hz. Yunus'un -balık sahibi- diye adlandırılması,
balık tarafından yutulup sonra dışarı atılmış olmasındandır. Hikâye
şöyledir: Hz. Yunus Allah tarafından bir şehre peygamber olarak gönderilir.
Halkı Allah'a çağırır. Halk bu çağrıya olumsuz tepki gösterir. Karşı çıkar.
Bunun üzerine Hz. Yunus'un canı sıkılır öfkelenerek onları terkeder. Onları
davet ederken karşı karşıya kaldığı zorluklara sabretmez. Ve yüce Allah'ın
yeryüzünü ona dar etmeyeceğini sanır. Yeryüzü geniştir, şehirleri çoktur.
Yeryüzünde birçok millet yaşamaktadır. Bunlar davete olumsuz tepki gösterip
karşı çıkıyorlarsa, yüce Allah onu bir diğer topluma gönderecektir diye
düşünür.
"Bizim kendisini sıkıntıya uğratmayacağımızı
sanmıştı."
Yani "onu sıkmayacağımızı sanmıştı" sözünün anlamı
budur.
Hz. Yunus'u -selâm üzerine olsun- kabaran öfkesi,
boğulacak gibi artan can sıkıntısı, bir deniz kıyısına sürüklemişti. Orada
demirlenmiş bir gemi bulur ve biner gemiye. Az sonra yükünün ağırlığından
dolayı gemi batacak gibi olur. Bunun üzerine geminin tayfaları "diğer
yolcuların boğulmaktan kurtulmaları için içlerinden birini denize atmaktan
başka seçenek yoktur" derler. Kura çekerler, kura Hz. Yunus'a çıkar. Tutup
atarlar veya kendisi atlar. Bu sırada bir balık tarafından yutulur. Böylece
sıkıntısı kat kat artar, dayanılmaz bir sıkıntıya düşer. Karanlıklar
içindeyken, balığın karnındayken, denizin ve gecenin karanlıkları
içindeyken, "Senden başka ilah yoktur, sen her türlü noksanlıktan
münezzehsin, ben gerçekten bir zalim oldum" diye Rabb'ine seslenmişti. Yüce
Allah hemen duasına karşılık vermiş, içinde bulunduğu sıkıntıdan
kurtarmıştı. Balık onu denizin kıyısına atmış ve Saffat suresinde ayrıntılı
olarak anlatılan olaylar meydana gelmişti. Bu surenin akışı için bu kadarlık
bir açıklamayı yeterli buluyoruz.
Hz. Yunus'un kıssasının bu bölümünde dikkate
alınması gereken uyarılar, yaklaşımlar vardır. Bunlara kısaca değinmek
istiyoruz.
Hz. Yunus -selâm üzerine olsun- peygamberliğin
yükümlülüklerine sabredememiş, milletinin inanmaması yüzünden canı
sıkılmıştı. Davet sorumluluğunu bir kenara bırakmış, öfkeyle bulunduğu yeri
terketmişti. Göğsü daralmış ve canı sıkılmış olarak çekip gitmişti. Bunun
üzerine yüce Allah onu öyle bir sıkıntıya sokmuştu ki, yalanlayanların
verdiği sıkıntılar bunun yanında çok basit kalırdı. Eğer Rabb'ine
dönmeseydi, kendisine, davetine ve görevine karşı haksızlık ettiğini, zulüm
işlediğini itiraf etmeseydi, yüce Allah onu bu sıkıntıdan kurtarıp düze
çıkarmayacaktı. Ama ilahi güç onu korumuş ve kendisini kuşatan sıkıntılıdan
kurtarmıştı.
Davetçilerin, insanları çağırdıkları inanç
sisteminin yükümlülüklerine katlanmaları zorunludur. insanların bu inancı
yalanlamalarına, bu inanç uğruna kendilerine eziyet etmelerine
sabretmelidirler. Doğru ve güvenilir olduğu halde, insanın yalanlanması
gerçekten de insanın zoruna gider. Ama bu da peygamberlerin gerektirdiği
yükümlülüklerden birisidir. Bu yüzden davet yükünü omuzlayanların sabırlı
olmaları, zorluklara katlanmaları bir kaçınılmazlıktır. Kararlı olmaları;
direnmeleri zorunludur. Daveti tekrarlamaları, yeniden anlatmaları, tekrar
baştan almaları gerekmektedir.
İstedikleri kadar reddedilsinler, yalanlansınlar,
inatçılıkla, burun kıvırmakla karşılaşsınlar; ruhların ıslah olmasından,
kalplerin olumlu tepki göstermesinden ümitlerini kesmeleri doğru değildir.
Şayet yüz kere uğraştıkları halde insanların kalplerine ulaşamamışlarsa, yüz
birinci kere de ulaşabilirler. Eğer bu bir kez de sabrederlerse, sürekli
uğraşırlarsa, karamsarlığa düşmezlerse, kalplere giden yollar önlerine
açılacaktır.
Davetin yolu kolay ve tehlikesiz değildir. Kalplerin
davete olumlu karşılık vermeleri o kadar çabuk ve rahat olmaz. Çünkü kalpler
üzerine çöreklenmiş yığınlarca ağırlık vardır. Batılın, sapıklığın, gelenek
ve göreneklerin, düzen ve rejimlerin bir sürü kalıntısı vardır. Bu
kalıntıları, bu artıkları bertaraf etmek, her türlü yolu deneyerek kalpleri
diriltmek, kalplerde uyarılmaya müsait bütün noktaları uyarmak
kaçınılmazdır. İletişimi sağlayacak kanallara yüklenmek zorunludur.
Direnilirse, sabredilirse, ümitsizliğe düşülmezse, bu uyarıcı dokunuşlardan
biri hedefe varabilir. Uyarıcı dokunuş hedefine varır varmaz, o bir anda
insanın iç yapısını altüst edebilir, tamamen değiştirilebilir. Zaman zaman
insan dehşete kapılabilir. Çünkü bir kere uğraştığı halde bir sonuç
alamamıştır. Sonra birdenbire rastgele gerçekleşen dokunuşlardan biri
insanın iç yapısındaki hedefine ulaşır ve en ufak bir çaba sonucu insanın
duygularını harekete geçirebilir. Oysa daha önce ne zahmetler çekilmişti.
Bu durumu benim gözümde canlandıran en iyi örnek,
verici istasyonu bulmak için uğraşılan radyo alıcısıdır. Çok kere ibreyi
hareket ettirirsin, götürür getirirsin; buna rağmen bir türlü istasyonu
bulamazsın. Oysa sen istasyonun yerini bulmak için büyük özen gösteriyorsun,
yerini de doğru tespit ediyorsun, ama bulamıyorsun. Fakat rastgele yaptığın
bir el hareketi sonucu, verici dalgayı yakalıyorsun, sesleri, nağmeleri
alıyorsun.
İnsan kalbi radyo alıcısına benzer. Bunun için
davetçiler, ufukların ötesinden, kalplerden gelen sinyalleri almak için,
ibreyi sürekli çevirmelidirler. Çünkü bin kere denedikten sonra bir kere de
uyarıcı dokunuş verici istasyona ulaşabilir.
İnsanlar çağrısına olumlu karşılık vermiyorlar diye
davetçinin öfkelenmesi, insanlardan uzaklaşması son derece kolay bir şeydir.
Bu, rahatlatıcı bir davranıştır. Öfkeyi dindirir, sinirleri yatıştırır. Peki
davet ne olacak? Çağrıyı yalanlayan ve karşı çıkan insanları terkedip
gitmenin sonucu ne elde edecektir davetçi?
Aslolan davadır, davetçinin şahsı değil. Davetçinin
canı sıkılabilir. Ama sıkıntısını yenmeli ve yoluna devam etmelidir. En
iyisi sabretmesi ve insanların sözlerinden dolayı sıkılmamasıdır.
Davetçi kudret elinde bir araç niteliğindedir.
Allah, insanlara sunulmak üzere gönderdiği mesajını daha iyi gözetir, daha
iyi korur. Şu halde davetçi her türlü şartlarda ve her ortamda görevini
yapmalı, gerisini Allah'a bırakmalıdır. İnsanları gerçeğe iletmekse Allah'ın
elindedir.
Kuşkusuz Hz. Yunus'un kıssasında, davetçiler için
çıkarılması gereken dersler vardır.
Hiç kuşkusuz Hz., Yunus'un Rabb'ine dönmesinde,
zulmettiğini itiraf etmesinde, dava adamları için üzerinde düşünülmesi
gereken ibret noktaları vardır.
Kuşkusuz yüce Allah'ın Hz. Yunus'a yönelik rahmeti
ve karanlıklar içinde pişmanlığını dile getirdiği duasına olumlu karşılık
vermesi mü'minler için bir müjde niteliğindedir.
"İşte mü'minleri böyle kurtarırız."
RAHMETİN
KUŞATICILIĞI
89- Zekeriyya'yı da
hatırla. Hani O Rabb'ine "Ya Rabb'i, beni tek, evlatsız bırakma, gerçi en
hayırlı mirasçı sensin, her şey sonunda sana kalacaktır" diye seslendi.
90- Biz de duasını
kabul ederek kendisine Yahya'yı armağan etmiş, eşini geçimli ve doğurgan
yapmıştık. Bütün bu peygamberler iyi işler yapmaya koşarlar, umut ve korku
içinde bize dua ederler, bize gönülden saygı beslerlerdi.
Hz. Yahya'nın -selâm üzerine olsun- doğumu hikâyesi,
Meryem ve Al-i İmran surelerinde ayrıntılı olarak yeralmıştı. Burada ise bu
hikâye, surenin genel akışı ile ahenk oluşturacak şekilde sunuluyor. Hikâye
Hz. Zekeriyya'nın duası ile başlıyor.
"Ya Rabb'i beni tek, evlatsız bırakma."
Arkasından hemen mabede geçiyor. Hz. Zekeriyya
İsrailoğulları arasında Hz. İsa'nın doğumundan önce ibadet için ayrılan
mabedin işleri ile uğraşırdı. Hz. Zekeriyya inancın ve malın gerçek
varisinin yüce Allah olduğunu unutmuş değildir.
"Gerçi en hayırlı mirasçı sensin."
O sadece kendisinden sonra ailesinin dinini ve
malının idaresini en güzel şekilde üstlenecek soyundan birini istiyordu.
Çünkü yaratıklar yeryüzünde ilahi güce perde niteliğindedirler.
Hz. Zekeriyya'nın duasına doğrudan doğruya ve
çabucak karşılık veriliyor:
"Biz de duasını kabul ederek kendisine Yahya'yı
armağan etmiş, eşini geçimli ve doğurgan yapmıştık."
Çünkü karısı kısırdı, doğum yapacak durumda değildi.
Surenin akışı bütün bu ayrıntıları özetliyor ve en kısa yoldan yüce Allah'ın
duaya verdiği karşılığı sunuyor:
"Bütün bu peygamberler iyi işler yapmaya koşarlar."
Bu yüzden yüce Allah da dualarına çabuk karşılık
veriyor.
"Umut ve korku içinde bize dua ederler."
Allah'ın hoşnutluğunu umarak, öfkesinden korkarak
yalvarıyorlardı. Çünkü kalpleri yüce Allah'a sağlam bir şekilde bağlıydı.
Sürekli onunla iletişim halindeydi.
"Bize gönülden saygı beslerlerdi."
Ne büyüklük taslarlardı, ne de zorbalık yaparlardı.
Zekeriyya da, eşinde ve Yahya da bulunan bu olumlu
niteliklerden dolayı, ebeveyn, iyi bir oğulla ödüllendirilmeyi hakediyor. Bu
mübarek aile yüce Allah'ın rahmetine kavuşuyor.
91- Irzına
dokundurtmayan Meryem é gelince ona ruhumuzdan bir soluk üfleyerek kendisini
ve oğlunu tüm insanlar için gücümüzün sınırsızlığını kanıtlayan bir mucize
yaptık.
Ayetin orjinalinde Hz. Meryem'in adı geçmiyor. Çünkü
amaç, peygamberlik zinciri içinde onun oğlunu anmaktır. O da surenin akışı
içinde oğluna tabi olarak yeralmaktadır. Ve oğlu ile ilgisi bulunan,
niteliklerine değinilmektedir.
"Irzına dokundurtmayan."
Onu koruyan ve her türlü ilişkiden sakınan... Ayette
korumak anlamına gelen "ihsan" kelimesi genelde evlilik için kullanılır.
Çünkü evlilik kadını fuhuştan korur. Ama burada ise asıl anlamında
kullanılmıştır. Bu ise, meşru olsun gayri meşru olsun her türlü ilişkiden
korunmak demektir. Bu, aynı zamanda yahudilerin, Hz. Meryem'in, kendisi ile
birlikte mabedin işlerine bakan Yusuf en-Neccâr'la ilişki kurduğu yolunda
çıkardıkları dedikoduları reddeden, Hz. Meryem'i temize çıkaran bir
açıklamadır. Bugün elde bulunan İnciller de Hz. Meryem'in Yusuf en-Neccâr'la
evlendiği ama ilişki kurmadığı yazılmaktadır.
Kuşkusuz Hz. Meryem mahrem yerini korumuştu.
"Ona ruhumuzdan bir soluk üfledik."
Buradaki üfleme geneldir ve tahrim suresinde olduğu
gibi yeri belirlenmiyor. Bu konuda, Meryem suresinde açıklamada bulunmuştuk.
Şu anda ele aldığımız ayetin gölgesindeki yolculuğumuzu sürdürmek için
ayrıntıya girmiyoruz, sözü uzatmıyoruz. Ayetle birlikte, gerçekleştirmek
istediği hedefe doğru yol alıyoruz.
"Kendisini ve oğlunu tüm insanlar için gücümüzün
sınırsızlığını kanıtlayan bir mucize yaptık."
Daha önce bu mucizenin benzeri görülmemişti. Halen
de görülmüş değildir. Bütün insanlık tarihinde sadece bir kere gerçekleşen
bir mucizedir bu. Çünkü bunun gibi bir tek örnek, insanların kuşaklar boyu
üzerinde düşünmeleri, evrensel kanunları yaratan ama hareketlerini bu
kanunlarla sınırlı tutmayan ve dilediğini yapabilen kudret elini kavramaları
için yeterlidir.
Peygamberlerden, onların tabi tutuldukları
imtihanlardan ve yüce Allah'ın onlara yönelik rahmetinden örnekleri kapsayan
bu açıklamanın sonucunda, bu örneklerin sunuluşu ile amaçlanan hedefe
ilişkin geniş bir değerlendirme yeralıyor:
92- İşte bu
oluşturduğunuz ümmet, tek bir ümmettir, Rabb'iniz de benim. Öyleyse sırf
bana kulluk ediniz.
Sizin şu ümmetiniz, peygamberler ümmeti tek bir
ümmettir. Tek bir inanç sistemine uymaktadır. Tek bir hareket metodunu
izlemektedir. O da sadece Allah'a yönelmektir, başkasına değil.
Yeryüzünde tek bir ümmet. Gökte tek bir Rabb. O'ndan
başka ilah yoktur. O'nun dışında kulluk edilecek tanrı yoktur.
Tek bir kanun doğrultusunda hareket eden tek bir
ümmet. Yerde ve gökte yürürlükte olan tek bir iradeye şahitlik eden tek bir
ümmet...
Bu noktada sunduğumuz bu açıklama, bütün surenin
etrafında döndüğü eksenle buluşuyor. Birlikte tevhid inancını vurguluyorlar.
Evrene egemen yasalarla, varlıklar alemini yönlendiren kanunlarla birlikte
tevhid inancına şahitlik ediyorlar.
Yaratıcının birliğine şahitlik eden evrensel yasalar
ile, yüce Allah'ın ümmetin ve inanç sisteminin birliğine şahitlik eden
peygamberleri davetçiler olmak üzere göndermesine ilişkin yasanın
sunulmasından sonra yeralan surenin bu son bölümünde, ayetlerin akışı,
kıyametin bir sahnesini ve şartlarını sunuyor. Bu sahnede, Allah'a ortak
koşanların ve Allah'a ortak koşulan düzmece tanrıların akıbetleri
gözlemleniyor. Yüce Allah'ın uygulama ve planlama açısından eşsizliği ön
plana çıkıyor.
Sonra yeryüzüne varis olmaya ilişkin ilahi yasa
açıklanıyor, bu arada Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
peygamberliğinde somutlaşan yüce Allah'ın rahmeti ifade ediliyor.
Bu noktada Peygamberimize -salât ve selâm üzerine
olsun- onlardan uzak durması, onları akıbetleri ile başbaşa bırakması,
haklarında verilecek hükmü Allah'a bırakması emrediliyor. Onların Allah'a
ortak koşmalarına, getirdiği ayetleri yalanlamalarına, alaya almalarına
karşı Allah'dan yardım istemesi, onları oyun ve eğlence bataklığında
bırakması emrediliyor. Çünkü hesaplaşma günü yakındır.
TEVHİD TEMELİNE
DAYALI ÜMMET
93- Fakat insanlar
inanç birliğinden ayrılarak çeşitli gruplara bölündüler. Ama hepsi sonunda
bize döneceklerdir.
Peygamberler ümmeti, tek bir inanç sistemine, tek
bir millete dayalı tek bir ümmettir. Bu ümmetin temelini tevhid gerçeği
oluşturmaktadır. Varlık alemini yönlendiren yasalar sistemi buna şahitlik
etmektedir. Daha başlangıçtan itibaren gelmiş geçmiş bütün peygamberler
herhangi bir değişiklik yapmadan, insanları bu gerçeğe davet etmişlerdir.
Ama, her milletin kapasitesi, her kuşağın
gelişmişliği; insanlığın kavrayışının ve deneyiminin gelişmesi; yükümlülük
alma ve kanunlara uyma olgunluğu, deneyimler, kuşaktan kuşağa gelişme
kaydeden hayat ilişkileri ve araçları ile orantılı olarak tevhide dayalı
hayat sistemlerinde bazı eklemeler, ayrıntılar olabilir.
Peygamberlerin tek bir ümmet olmasına,
peygamberlerin insanlara sundukları mesajların temel dayanakları bir
olmasına rağmen, peygamberleri izleyenler birbirleri ile ilişkilerini
koparmış, herbiri bir tarafa çekilmiştir. Aralarında tartışmalar baş
göstermiş, birçok konuda görüş ve inanç ayrılığına düşmüşler, aralarında
bitmez tükenmez bir düşmanlık, bir kin almış yürümüştür. Bütün bunlar, aynı
peygamberi izleyen toplumlar arasında meydana gelmiş, bu toplumlar inanç
sistemi adına birbirlerini öldürecek duruma gelmişlerdir. Oysa inanç sistemi
birdir. Bütün peygamberlerin ümmeti bir tek ümmettir.
Bunlar dünyada birbirleri ile ilişkilerini
koparmışlar. Ama ahirette topluca Allah'ın huzuruna dönecekler.
"Ama hepsi sonunda bize döneceklerdir."
Çünkü dönüş sadece O'nadır. Onları hesaba çekecek
O'dur. Doğru yolda ya da sapıklıkta oluşlarını O bilir.
94- Kim mü'min
olarak yararlı ameller işlerse emeği gözardı edilmez. Biz onu mutlaka yazıya
geçiririz.
İşte, iş ve karşılığı hakkında yürürlükte olan ilahi
kanun budur. İman temeline dayandığı sürece yapılan hiçbir iyi iş inkâr
edilemez, örtbas edilmez. Çünkü Allah katında yazılıdır bu. Ve orada olduğu
gibi kaydedilir, bir tarafının zayi olması, kaybolması mümkün değildir.
Şu halde iyi bir işin değerinin olabilmesi için,
daha doğrusu iyi bir işin varolabilmesi için iman kaçınılmazdır. İmanın
meyve vermesi için, daha doğrusu imanın gerçekten varolabilmesi için iyi
işler yapmak bir zorunluluktur.
İman hayatın temel dayanağıdır. Çünkü iman, insan
ile varlık alemi arasında gerçek bir bağdır. İçinde yeralan canlı cansız
yaratıklarlâ birlikte varlıklar alemini tek ve ortaksız yaratıcısına
bağlamaktadır. Varlıklar alemini yüce yaratıcının istediği biricik yasaya
döndürmektedir. Binanın kurulabilmesi için temelin atılmış olması bir
kaçınılmazlıktır. Kastedilen bina salih ameldir. Salih amel de kendisi için
kaçınılmaz olan temele dayanmadımı yıkılması kesindir.
Salih amel imanın meyvesidir. İmanın varlığının ve
canlılığının vicdanda yer etmesi için salih amel gereklidir. İslâm özü
itibariyle harekete dönük bir inanç sistemidir. Vicdanda varlığı
gerçekleşince anında salih amel olarak dışa yansır. Vicdanda yereden imanın,
gözlemlenen görüntüsüdür salih amel. Derinlere kök salmış bir gövdenin
olgunlaşmış mevyesidir.
Bu yüzden Kur'an-ı Kerim ne zaman iş ve karşılığını
sözkonusu etse, sürekli iman ile salih ameli birlikte ifade eder. Çünkü
hareketsiz, uyuşuk, iş görmez ve meyve vermez bir imanın karşılığı olmaz.
Başlı başına ve imana dayanmayan amel de olmaz.
İmandan kaynaklanmayan iyi bir hareket, tesadüfen
gerçekleşmiş, köksüz bir harekettir. Çünkü bu hareket belirli bir sistemle
ilişkili değildir, her zaman yürürlükte olan bir yasa ile bağlantısı yoktur.
Bu hareket olsa olsa, varlık aleminde iyi bir iş yapmak için gerekli olan
temel bir etkenden bağımsız bir arzudur, bir ihtirastır. Bu temel, salih
amel işlenmesini isteyen ilaha iman etmektir. Çünkü bu, evrende sağlam bir
yapı kurmanın, iyi bir iş becermenin aracıdır. Yüce Allah'ın bu hayat için
belirlediği olgunluk noktasına ulaşmak için bir araçtır. Belli bir hedefi
olan, bu hayatın hedefi ve gidiş yönü ile ilgisi bulunan bir harekettir bu.
Geçici bir eğilim değildir. Beklenmeyen bir heyecan, rastgele savurulmuş bir
söz, evrenin ve evrene hükmeden yasa sisteminin yöneldiği taraftan kopuk bir
yöneliş değildir.
Dünyada adilce bir karşılık görmüş olsa da, işin
gerçek karşılığı ahirette verilir. Dolayısı ile kökten yok edilme cezasına
çarptırılan şehirlerin halkları, kesinlikle yaptıklarının karşılığını son
olarak vermek üzere tekrar toplanacaklardır. Dönüp toplanmaları mümkün
değildir. Kesinlikle döneceklerdir.
95- Yok ettiğimiz
kentlerin halklarının hesap vermek üzere bize dönmemeleri imkânsızdır.
"Hepsi sonuçta bize döneceklerdir" dedikten sonra
ayetlerin akışı bu şehirleri ayrıca sözkonusu etmektedir. Çünkü onların
dünyada yok edilmeleri, artık işlerinin bittiği, hesaplarının bütünüyle
görüldüğü düşüncesini uyandırabilir. Bu yüzden bu şehirlerin halklarının
Allah'ın huzurunda toplanacakları, O'na dönecekleri kesin bir ifadeyle
vurgulanmaktadır. Dönmeme olayının imkânsızlığı, kesin bir ifade ile ve
böyle bir şeyin olması haramdır şeklinde dile getirilmektedir. Bu cümle
oldukça ilginç ve alışılmadık bir yapıya sahiptir. Bu yüzden tefsirciler
bunu yorumlamaya kalkmış ve cümledeki "Lâ" edatının fazla olduğunu
söylemişlerdir. Buna göre ayet bu şehirlerin yok edildikten sonra tekrar
kurulmalarının ya da kıyamet gününde battıkları yerden çıkmalarının
imkânsızlığını ifade etmektedir. Bunların ikisi de dayanaksız yorumlardır.
Ayeti açık anlamını gözönünde bulundurarak yorumlamak doğrudur. Çünkü bu
durumda daha önce de söylediğimiz gibi, surenin akışı içinde belli bir
hedefi olur ayetin.
YE'CUC İLE ME'CUC VE
KIYAMET
96- Sonunda Ye'cuc
ile Me'cuc'un önündeki set yıkıldığında bunlar bütün tepelerden akarak her
tarafa yayılırlar.
97- Gerçek vaadin
(kıyamet gününün) eşiğine gelindiğinde kâfirlerin bakışları dehşetten
donakalır ve "Eyvah halimize! Biz bu anın geleceğinden gafil yaşadık, biz
gerçekten zalimlerden olduk" derler.
98- Siz ve Allah'ı
bir yana bırakarak taptığınız sözde ilahlar, cehennem odunusunuz. Hepiniz
oraya gireceksiniz.
99- Eğer o
taptıklarınız, gerçekten ilah olsalardı, cehenneme girmezlerdi. Oysa hepsi
sürekli olarak orada kalacaklardır.
100- Onlar orada
hırıltılı sesler çıkararak inleyeceklerdir ve kulakları hiçbir ses
işitemeyecektir.
101- Daha önce
akıbetlerinin iyi olacağını takdir ettiğimiz kimselere gelince, onlar
cehennemden uzak tutulacaklardır.
102- Onlar cehennem
ateşinin uğultusunu duymazlar ve ebedi olarak canlarının çektiği nimetler
içinde kalırlar.
103- Onları o en
büyük korku ürkütmez. Melekler kendilerini "Bugün, size vaktiyle vadedilen
gündür" diyerek karşılarlar.
104- O gün göğü,
yazılı sayfaların dürüldüğü gibi düreriz. Varlıkları ilk başta nasıl
yarattıksa, onları aynı şekilde yeni baştan diriltiriz. Bu yerine getirmeyi
üstlendiğimiz bir sözdür. Biz onu mutlaka yaparız.
Kehf suresinde yeralan Zülkarneyn hikâyesinde Ye'cuc
ve Me'cuc 'dan söz ederken, şunları söylemiştik: Surenin akışının Ye'cuc ve
Me'cuc'un ortaya çıkışı ile bağlantılı olarak ifade ettiği yüce Allah'ın
vaadi yaklaştı. Belki de bu olay Tatarların saldırıları ve doğuyu batıyı
istila etmeleri, ülkeleri ve tahtları yerle bir etmeleri ile
gerçekleşmiştir. Çünkü Kur'an-ı Kerim Hz. Peygamberin -salât ve selâm
üzerine olsun- yaşadığı günlerden beri "kıyamet yaklaştı" demektedir. Ne var
ki, yüce Allah'ın vaadinin yaklaşması, kıyamet için belirli bir zamanı ifade
etmez. Çünkü zamanın Allah katındaki hesabı insanlarınkinden farklıdır.
"Rabb'inin katındaki bir gün, sizin saydığınız bin
yıl gibidir." (Hacc Suresi, 47)
Amaç, o günün gelişini tasvir etmektir. Yeryüzünde
yaşanan ve insanlarca seyredilen sahneler gibi basitleştirerek sunmaktır. Bu
sahnede Ye'cuc ve Me'cuc her tepeden hızla ve büyük bir kargaşa ile
boşalıyor gibi canlandırılmaktadır. Bu da Kur'an-ı Kerim'de insanların
gözleriyle gördükleri sahneleri kullanarak, onları yeryüzü sahnelerinden
yola çıkarak ahiret sahnelerini düşünmeye yöneltme amacı ile başvurulan bir
yöntemdir.
Burada sunulan bu sahnede ani baskına uğrayanların
şaşkınlıkları apışıp kalmaları özellikle belirginleşiyor:
"Kâfirlerin bakışları dehşetten donakalır."
Ansızın yakalandıkları bu korkudan dolayı hareketsiz
kalmış, kıpırdamıyor bile gözleri. Manzaranın iyice canlandırılması ve
belirginleştirilmesi için "şahısatün" yani "gözleri açıp hiç kıpırdamama"
kelimesi kullanılıyor.
Sonra ayetlerin akışı durumlarını anlatıyor ve
konuşmaları ön plana çıkarılıyor. Böylece sahneye bir canlılık katılıyor,
öylece sunuluyor:
"Eyvah halimize! `Biz bu anın geleceğinden gafil
yaşadık, biz gerçekten zalimlerden olduk, derler."
Bu, ansızın korkunç gerçekle karşı karşıya kalan
şaşkın insanın panik halini tasvir etmektedir. Şaşırmış, gözleri faltaşı
gibi açılmış kıpırdamıyor bile. Ahlıyor, vahlıyor, feryat ediyor. Suçunu
itiraf ediyor, pişman oluyor. Ama iş işten geçtikten sonra...
Bu panik içinde bu dehşet anında suçlarını itiraf
eder etmez, onlar hakkında geri çevrilmesi sözkonusu olmayan hüküm
veriliyor:
"Siz ve Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız sözde
ilahlar, cehennem odunusunuz. Hepiniz oraya gireceksiniz."
Sanki hemen o anda hesaba çekilmek üzere yüce
Allah'ın huzurunda toplanıyorlar. Düzmece tanrıları ile birlikte cehenneme
sürükleniyorlar. Oraya adeta fırlatılıyorlar. Yumuşak davranma, acıma yok
onlara. Tohum saçılır gibi cehenneme atılıyorlar adeta. Bu sırada düzmece
tanrıları hakkında ileri sürdükleri görüşlerin yalan bir iddia olduğuna
ilişkin bir kanıtla karşı karşıya getiriliyorlar. Onlara gözle görülen
realiteden bir kanıt gösteriliyor.
"Eğer o taptıklarınız, gerçekten ilah olsalardı,
cehenneme girmezlerdi." Ahirette meydana geliyormuş gibi dünyada gözler
önüne serilen bu sahneden elde edilen bu kanıt, vicdanları harekete
geçirmeye yönelik bir kanıttır. Sonra ayetlerin akışı onların fiilen
cehenneme sürüklenişlerini anlatmaya devam ediyor ve oradaki yerlerini ve
durumlarını tasvir ediyor. Çok zor bir durum içinde bulunduklarından durumu
kavramaları mümkün değildir.
"Oysa hepsi sürekli olarak orada kalacaklardır."
"Onlar orada hırıltılı sesler çıkararak
inleyeceklerdir ve kulakları hiçbir ses işitemeyecektir."
Mü'minlerin bütün bu akıbetlerinden kurtulmuş
olduklarını görmek için bunları bir kenara bırakıyoruz. Daha önce yüce Allah
mü'minlere iyilikte bulunmuş, kurtuluş ve başarı takdir etmişti.
"Daha önce akıbetlerinin iyi olacağını takdir
ettiğimiz kimselere gelince onlar cehennemden uzak tutulacaklardır."
"Onlar cehennem ateşinin uğultusunu duymazlar ve
ebedi olarak canlarının çektiği nimetler içinde kalırlar."
Ayette geçen "hasiseha" uğultusu kelimesi, musiki
vurgusu ile anlamını tasvir eden kelimelerdendir. Bu kelime vurgusu ile
ateşin alev alev yanarken çıkardığı sesi aktarmaktadır. O korkunç sesi
canlandırmaktadır. Hiç kuşkusuz bu, insanı ürperten, tüyleri diken diken
eden bir sestir. Bu yüzden daha önce kendilerine iyilik bahşedilenler,
fiilen bu ateşi tatmak bir yana, yanarken çıkardığı sesten, müşrikleri
dehşete düşüren bu büyük panikten kurtulmuşlardır. Canlarının istediği gibi
güvenli bir ortamda ve her türlü nimet içinde yaşıyorlar. Melekler onları
sevgi ile karşılıyorlar. Bu korkunç ve dehşet verici ortamda içlerine güven
duygusunu akıtmak için onlara eşlik ediyorlar.
"Onları o en büyük korku ürkütmez. Melekler
kendilerini `Bugün, size vaktiyle vaadedilen gündür' diyerek karşılarlar."
Sahne evrenin alacağı son şekli gözler önüne seren
bir tablo ile son buluyor. Bu da böylesine zorlu bir günde hem kalplerin
duyduğu dehşeti, hem de evrenin alacağı şekli tasvir ediyor:
"O gün göğü, yazılı sayfaların dürüldüğü gibi
düreriz."
Sayfaları biriktirip onlara bekçilik yapan birinin,
sayfalarını dürmesi gibi gökler dürülüveriyor. İş artık bitmiştir. Sahnenin
sunulması da tamamlanıyor. İnsanın şimdiye kadar görüp alıştığı evren
dürülüp bir kenara bırakılıyor. Yeni bir dünya, yeni bir evren kuruluyor.
"Varlıkları ilk başta nasıl yarattıksa, onları aynı
şekilde yeni baştan diriltiriz. Bu yerine getirmeyi üstlendiğimiz bir
sözdür. Biz onu mutlaka yaparız."
YERYÜZÜNÜN GERÇEK
VARİSLERİ
Evrenin ve canlıların ahiretteki akıbetlerini tasvir
eden bu sahneden sonra surenin akışı, yeryüzüne varis olmaya ilişkin yüce
Allah'ın koyduğu kanunu, bunun yanında yeryüzü varisliğinin hayatta Allah'a
kulluk yapanlara ait olduğunu açıklıyor. İki sahne arasındaki ilgi ve bağ
gayet açıktır.
105- Andolsun ki,
nezdimizdeki saklı belgelerden sonra peygamberlere indirdiğimiz kutsal
kitaplara da "Ancak salih, yapıcı kullar yeryüzünün varisleri olabilirler"
diye yazdık.
Ayetin orjinalinde geçen Zebur, bizzat Hz. Davud'a
gelen kitaptır. Ki bu durumda da zikirden maksat, Zebur'dan önce indirilen
Tevrat olur. Ya da her kitap için kullanılan bir niteliktir. Çünkü Zebur
asıl kitabın bir bölümü anlamına gelir. Eksiksiz sistemi, kusursuz mercii,
yüce Allah'ın varlık alemine egemen kıldığı tüm yasaları kapsamına alan
zikrin, levh-i mahfuzun bir bölümü anlamına gelir.
Her neyse, yüce Allah'ın "Andolsun ki, nezdimizdeki
saklı belgelerden sonra peygâmberlere indirdiğimiz kutsal kitaplarda da
yazmıştık." sözünün amacı , yüce Allah'ın yeryüzüne varis olmaya ilişkin
olarak belirlediği kanunu açıklamaktır.
"Ancak, salih, yapıcı kullar yeryüzünün varisleri
olabilirler."
Şu halde nedir bu varislik? Allah'ın salih kulları
kimlerdir?
Yüce Allah Hz. Adem'i -selâm üzerine olsun-
yeryüzünü imar etmesi, islah etmesi, geliştirmesi, kalkındırması, içindeki
değerli madenleri ve enerji kaynaklarını kullanması, yeraltı ve yerüstü
zenginliklerini çıkarması ve bunlar aracılığı ile yüce Allah'ın kendisi için
belirlediği olgunluk derecesine ulaşması için halife tayin etmiştir.
Yüce Allah, bu dünyada onun doğrultusunda hareket
etmesi amacı ile insan için eksiksiz bir hayat sistemi belirlemiştir. Bu
sistem iman ve salih amel temeline dayanır. İnsanlara gönderilen söz ilahi
mesaj da bu sistemin ayrıntılı şeklidir. Yüce Allah insana değer kazandıran,
saygınlığını koruyan kanunlar koymuştur. Böylece adamları arasında denge ve
ahenk sağlamıştır.
Bu sistemde sırf yeryüzünün imarı, zenginlik
kaynaklarının çıkarılması ve enerji kaynaklarından yararlanılması
hedeflenmez. Bunun yanısıra insanın bu dünya hayatında kendisi için takdir
edilen kemal (olgunluk) noktasına erişmesi için insanın iç dünyasının da
gözetilmesi bir hedeftir. Böylece insan, materyalist dış görünüşe önem veren
uygarlığın kıskacında hayvanlık düzeyine inmekten, insanlığından ödün
vermekten kurtulur. Aynı zamanda yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarından
da en iyi şekilde yararlanır.
Bu dengeli ve uyumlu hayata ulaşmak için yol
alındığında, terazinin kefelerinden biri ağır basarken, biri hafif
kalabilir. Yeryüzüne zorbalar, zalimler ve tağutlar egemen olabilirler. Kan
emiciler, barbarlar ve saldırganlar yeryüzünü istila edebilirler. Kimi zaman
yeryüzünün enerji kaynaklarını ve güçlerini maddi açıdan iyi kullanan
kâfirler, günahkârlar üstünlük sağlayabilirler. Ama bunlar, yolda
karşılaşılan deneyimlerden başka bir şey değildirler. En sonunda yeryüzünün
egemenliği iman ile salih amele birlikte sahip bulunan salih kulların eline
geçecektir, yeryüzüne onlar varis olacaklardır. Onlar iç dünyalarında olsun,
yaşayışlarında olsun iman ile salih amel unsurlarını birbirinden ayırmazlar.
Tarihin hangi döneminde olursa olsun kalpte yer eden
iman ile onun dışa yansıması olan pratik hareket bir millette birlikte
bulununca o millet yeryüzünde önderliği elde eder, şu yeryüzüne varis olur.
Ama bu iki temel unsur birbirinden ayrılınca terazi sarsılır, denge bozulur.
Maddi. araçları ellerinde bulunduranlar kimi zaman yeryüzünde üstünlük
sağlayabilirler. Bu durum, mü'min görünenlerin maddi araçları ellerine
geçirmeye eğilimli olmadıkları, mü'minlerin kalplerinin insànı salih amel
işlemeye, yeryüzünü kalkındırmaya ve yüce Allah'ın insana yüklediği
halifelik görevinin gereklerini yerine getirmeye iten gerçeklerden yoksun
oldukları zamanlarda sözkonusu olur.
İman sahiplerinin imanlarının gereklerini yerine
getirmekten başka seçenekleri yoktur. Bu da salih amel işlemektir. Allah'ın
vaadini gerçekleştirmek ve O'nun konumunu uygulamak için halifeliğin
gereklerini yerine getirmektir. Yüce Allah'ın konumu şudur.
`'Ancak salih, yapıcı kullar yeryüzünün varisleri
olabilirler."
"İman edenler, imanlarının gereği olan davranışları
sergileyenler. İşte onlar salih kullardır.
KUR'ANIN MÜ'MİNLERE
MESAJI
106- Hiç kuşkusuz bu
Kur'an'da Allah'a kulluk edenler için yeterli olacak nitelikte bilgi ve
mesaj vardır.
107- Biz seni tüm
alemlere rahmet olarak gönderdik.
108- Müşriklere de
ki; "Bana ilahınızın tek Allah olduğu vahyolundu. Siz bu ilkeyi benimseyip
müslüman oluyor musunuz "
109- Eğer bu çağrına
sırt çevirirlerse onlara de ki; ' `Bana gelen mesajı duyurarak bu konuda
sizi kendimle eşit bilgi düzeyine erdirdim. Size yöneltilen tehdit yakın
mıdır, yoksa uzak mıdır, onu bilemem. "
110- "Hiç kuşkusuz
Allah, açıkça söylediğiniz sözleri bildiği gibi içinizde sakladığınız
duyguları da bilir. "
111- ' `Bilemem;
belki de azabınızın ertelenmesi sizin sınavdan geçirilmeniz ve belirli bir
sürenin sonuna kadar dünya nimetlerinden yararlandırılmanız içindir. "
112- Peygamber dedi
ki; "Ya Rabb'i, benim ile müşrikler arasındaki davayı hak ilkesi uyarınca
hükme bağla. Sizin düzmece iddialarınız ve asılsız yakıştırmalarınız
karşısında tek sığınağım, son derece merhametli olan Rabb'imin yardımıdır. "
"Hiç kuşkusuz bu Kur'anda, Allah'a kulluk edenler
için yeterli olacak nitelikte bilgi ve mesaj vardır."
Kuşkusuz bu Kur'anda ve onun evren ve hayattan,
insanların dünya ve ahiretteki akıbetlerinden, iş ve karşılığı kurallarından
gözler önüne serdiği ilahi kanunlar... Evet bunda, Allah'ın yol
göstericiliğini algılayacak kapasiteye sahip kimseler için bir açıklama ve
yeterli bir kanıt vardır. Yüce Allah bunları "Kulluk edenler" diye
isimlendiriyor. Çünkü ibadet eden biri, Allah'dan korkan ve algılamaya;
düşünmeye ve yararlanmaya hazır bir kalbe sahiptir.
Kuşkusuz yüce Allah, tüm insanları doğru yola
iletsin diye onlara yönelik bir rahmet olaràk göndermiştir peygamberini. Ama
doğru yolu bulmaya hazır ve yetenekli olanlardan başkası da hidayete eremez.
Ama Allah'ın rahmeti hem mü'minler hem de mü'min olmayanlar için
gerçekleşir.
Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
getirdiği hayat sistemi, tüm insanlık için mutluluk kaynağı, onları bu
hayatta kendileri için belirlenen kemal noktasına ulaştıran bir sistemdir.
Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
sunduğu bu mesaj insanlığın akli olgunluğa eriştiği bir dönemde gelmiştir.
Her kuşaktan, gelecek her nesilden akılların anlayacağı, insanlık hayatının
değişmez temellerin kapsayıcı ve değişen ihtiyaçlara cevap veren bir kitap
olarak gelmiştir. Kuşkusuz insanların değişen ihtiyaçlarını ancak yüce Allah
bilebilir. Çünkü yarattıklarını en iyi o bilir. O latiftir, her şeyden
haberdardır.
Bu kitap değişen insanlık hayata için kalıcı bir
sistemin temellerini koymuştur. Sürekli gelişen ve değişen hayatın ihtiyaç
duyduğu ikinci derecede hükümlerin çıkarılmasını, aynı şekilde bu hükümlerin
hayat ve ortamın koşullarına uygun şekilde uygulama yöntemlerini belirlemeyi
de insana bırakmıştır. Ama belirlenen bu hüküm ve yöntemler kalıcı sistemin
ilkeleri ile çelişmemelidir.
Kur'an-ı Kerim düşünme hakkını ve akla düşünme
imkânı tanıyan bir toplumu garanti etmekle, insan aklına hareket özgürlüğü
tanımıştır. Hayat için belirlediği sistemin sınırları içinde özgürlüğünü
kullanmasını öngörmüştür. İnsan hayatının gelişmesi, ilerlemesi ve insan
hayatı için bu dünyada belirlenen kemal noktasına erişmesi için bu husus
gereklidir.
Bugüne kadar insanlığın geçirdiği deneyimler, yüce
Allah'ın koyduğu bu sistemin insanlığın her alanda attığı tüm adımlardan
önde olduğunu, bundan böyle de önde olacağını göstermiştir. Tüm bağlantıları
ile birlikte insan hayatının bu sistemin gölgesi altında sürekli gelişme
kaydetmesi mümkündür. Bu sistem her zaman insanlığa yol göstericilik yapar.
Onu geriden izlemez. Onu durdurmaz, geride kalmaya zorlamaz. Çünkü bu sistem
her zaman insanlığın adımlarını geride bırakır. İnsanlığın en mükemmel
gelişmesini dahi kapsayacak genişliğe sahiptir.
Bu sistem, insanlığın gelişme ve ilerleme
isteklerine olumlu karşılık verirken ne şekilde olursa olsun bireysel ya da
toplumsal açıdan hiçbir enerjiyi baskı altında tutmaz. İnsanlığı emeğinin
ürünlerinden ve kendi çabası ile geliştirdiği hayatın güzelliklerinden
yararlanmaktan yoksun bırakmaz.
Bu sistemin değeri, dengeli ve uyumlu oluşundan
kaynaklanmaktadır. Ruhsal açıdan yükselmek için bedene işkence etmeyi
öngörmez. Bedensel arzuları tatmin etmek için de ruhu ihmal etmez. Toplumun
yada devletin çıkarı uğruna bireyin enerjisini, bozulmamış fıtri arzularını
sınırlandırmaz. Toplumsal hayatı olumsuz yönden etkileyecek ya da toplumu
bir ferdin veya fertlerin arzularını tatmin aracı kılacak şekilde ferdi,
azgın ihtirasları, sapık istekleri ile başbaşa bırakmaz.
İslâm sisteminin insanın omuzlarına yüklediği bütün
yükümlülüklerde insanın enerjisinin kapasitesi ve yararı gözönünde
bulundurulmuştur. Ayrıca insan bu yükümlülükleri yerine getirmesinde
kendisine yardımcı olacak yetenek ve güçlerle donatılmıştır. Ayrıca bu
yükümlülükler insana çekici ve sevimli gelecek niteliklere sahip
kılınmışlardır. Zaman zaman insan bu yükümlülükler uğruna çeşitli
sıkıntılara, acılara katlansa da bu yükümlülükler onun isteklerinden birini
karşılamaktadır, onun sahip olduğu enerjilerden birinin işler hale gelmesini
sağlamaktadır.
Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
getirdiği bu din, toplumu için ondan sonra da tüm insanlık için rahmet
kaynağı olmuştur. Bu dinin ilkeleri ilk önceleri insanlığın vicdanına
yabancı gelmişti. Çünkü bu ilkelerle pratik hayatın ve ruhsal hayatın
realitesi arasında büyük bir mesafe vardı. Ama insanlık bu dinin geldiği
günden itibaren adım adım bu ilkelerin ufuklarına doğru yol almıştır. Bu
ilkelere olan yabancılığı duygularından silinmiştir. Başka isimler altında
da olsa bu ilkelere göre hayatını biçimlendirmiş, bu ilkeleri uygulamıştır.
İslâm, ırk ve bölgesel farklılıkların potasında
eridiği insanlığın birliği ilkesine çağırmak için gelmiştir. Tüm insanlığı
tek bir inanç ve tek bir toplumsal düzen etrafında birleştirmek için
gelmiştir. İşte bu, o gün için insanlığın vicdanına, düşüncesine ve pratik
yaşayışına yabancı bir çağrıydı. Eşraf takımından olanlar kendilerini
kölelerinkinden farklı bir tabiata sahip kişiler sayıyorlardı. Ama aynı
insanlık onüç küsur asırdır İslâmın belirlediği çizgiye ulaşma çabasındadır.
Fakat ikide bir ayakları kayıp yoldan sapıyor. Bunun nedeni eksiksiz İslâmın
aydınlığında yok olmasıdır. Şu da var ki, kuru bir iddia ve sözde de kalsa
İslâm sisteminin kimi yönlerini benimsemiş bulunmaktadırlar. Buna rağmen
Avrupa ve Amerika'da toplumlar halâ İslâmın bin üçyüz küsur senedir savaş
açtığı ırkçılığı ısrarla sürdürmektedirler.
İslâm, tüm insanların kanun ve yargı önünde
eşitliklerini sağlamak için gelmiştir. İslâmın bu çağrıyı, yaptığı günlerde
insanlar birtakım sınıflara ayrılmışlardı, her sınıfın da ayrı bir kanunu
vardı. Daha doğrusu kölelik ve derebeylik dönemlerinde efendinin arzusu bir
kanundu. İşte bu ilerici ve çağlar üstü sistemin insanları yargı önündeki
mutlak eşitlik ilkesine çağırması insanlığa tuhaf geliyordu. Ama bakın aynı
insanlık, teorik de olsa İslâmın bin üçyüz küsur seneden beri pratikte
uyguladığı bu ilkeyi adım adım benimseme çabası içindedir.
Bunların dışında Hz. Muhammed'in -salât ve selâm
üzerine olsun- getirdiği dinin insanlık için rahmet kaynağı olduğunu ve Hz.
Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- alemlere rahmet olarak
gönderildiğini gösteren birçok kanıt vardır. Bu rahmet, ona inanan ve
inanmayan herkesi kapsamaktadır. Çünkü bütün insanlık, isteyerek veya
istemeyerek bilinçli ya da bilinçsiz Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine
olsun- getirdiği sistemden etkilenmiştir. Bu rahmetin gölgesi halâ devam
etmektedir. Gölgesinde dinlenmek, kavurucu dünya çölünde, özellikle
günümüzde huzur veren meltemlerin esintisini, kokusunu almak isteyenler bu
rahmete koşabilirler:
Bugün insanlık her zamankinden çok bu rahmeti ve
esenliği duyumsamaya muhtaçtır. Çünkü insanlık, büyük bir bunalım ve
şaşkınlık içinde yaşamaktadır. Materyalizmin bataklığında savaşların
cehenneminde kıvranıp durmaktadır. Kalpler ve ruhlar kaskatı kesilmiştir.
KUR'ANIN MÜŞRİKLERE
MESAJI
Rahmetin anlamı iyice belirginleştirilip
vurgulandıktan sonra Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- kendisini
yalanlayan ve alaya alanlara karşı, alemlere rahmet kaynağı olan mesajını
açıklaması emrediliyor:
"Müşriklere de ki; "Bana ilahınızın tek Allah olduğu
vahyolundu. Siz bu ilkeyi benimseyip müslüman oluyor musunuz?"
Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
insanlığa sunduğu mesajda yeralan ve insanlık için bir rahmet olan unsur
budur. Bu, insanlığı cahiliye kuruntularından, putçuluğun ağırlıklarından,
vehim ve hurafenin baskısından kurtaran mutlak tevhittir. Hayat bu sağlam
temele dayandırılır. Böylece varlık alemi ile insan hayatı arasında ilişki
kurulur. Apaçık evrensel yasalar ve değişmez ilahi kanunlar uyarınca.
Arzular, ihtiraslar ve sınırsız isteklere göre değil. Bu sayede insanların
başlarının dik olmaları, bir ve ezici güce sahip Allah'dan başkasının önünde
eğilmemeleri garantilenmiş olur.
İşte rahmete giden yol:
"Müslüman oluyor musunuz?"
Hz. Peygamberin, -salât ve selâm üzerine olsun-
kendisini yalanlayan ve alaya alanlara yöneltmesi istenen tek soru budur.
"Eğer bu çağrına sırt çevirirlerse, onlara de ki;
`Bana gelen mesajı duyurarak bu konuda sizi kendimle eşit bilgi düzeyine
erdirdim."
Yani getirdiğim mesajın içeriğini artık
biliyorsunuz. Dolayısıyla ben ve siz bilgi açısından aynı durumdayız. "İlan
etmek" kelimesi barış dönemini bitirip savaşı başlatmak, karşı tarafa
savaşın başladığını ve artık barışın sözkonusu olmadığını ifade etmek için
kullanılır. Burada ise; -Bu sure Mekki olduğu ve henüz savaş emri
verilmediği için- kastedilen Hz. Peygamberin onlardan vazgeçtiğini, onları
bildikleri akıbetleri ile başbaşa bıraktığını, bu tavırlarının sonucundan
korkuttuğunu bildirmesidir. Artık bir mazeretleri kalmamıştır. Şu halde ne
olduğunu çok iyi bildikleri tutumlarının cezasını çekmelidirler.
"Size yöneltilen tehdit yakın mıdır, yoksa uzak
mıdır, onu bilemem."
Ben size her şeyi açıkladım. Ama tehdit edildiğiniz
azabın ne zaman gerçekleşeceğini bilemem. Bu, yüce Allah'a özgü gaybın,
kapsamında olan bir şeydir ve Allah'dan başlıcası bilemez bunu. Çünkü dünya
ve ahirette uğrayacağınız azabı ancak O bilir. O sizin gizlediklerinizi de
açığa vurduklarınızı da bilir. Sizin hiçbir şeyiniz O'na gizli değildir.
"Hiç kuşkusuz Allah, açıkça söylediğiniz sözleri
bildiği gibi içinizde sakladığınız duyguları da bilir."
Sizin durumunuz her yönüyle O'na açıktır. Size azap
edeceği zaman, durumunuzun gizlisini de açığını da bildiğinden dolayı azap
edecektir. Azabımızı ertelerse, bu ertelemenin hikmetini de ancak O bilir.
"Bilemem; belki de azabınızın ertelenmesi sizin
sınavdan geçirilmeniz ve belirli bir sürenin sonuna kadar dünya
nimetlerinden yararlandırılmanız içindir."
Bu geciktirme ile yüce Allah'ın neyi irade ettiğini
bilemem. Belki de, O, bu geciktirmenin sizin için bir imtihan ve deneme
aracı olmasını diliyor. Sizi bir süre oyalanasınız diye bırakıyor. Sonra o
güçlü ve etkin yakalayışı ile yakalar sizi.
Bu şekilde bilmediğini ifade etmekle son derece
etkileyici bir uyarı yöneltmektedir gönüllerine. Böylece her türlü ihtimali
düşünmelerini, ansızın kendilerini yakalayacak dehşetin korkusunu içlerinde
taşımalarını sağlıyor. Gönüllerini nimetlerle oyalanmanın getirdiği boş
vermişlikten uyarıyor. Belki de bunun ötesinde bir imtihan ve deneme unsuru
yatmaktadır fikrini uyandırıyor. Ne zaman geleceği ve nasıl geleceği belli
olmayan bir azabı düşünmek, insan ruhunun sürekli korku içinde bulunması,
sinirlerin gergin olması ve her an için perdenin kalkıp örtülü gaybın ortaya
çıkacağı beklentisi içinde olması için yeterlidir.
İnsan kalbi, Allah'a özgü gaybın kapsamında
kendisini bekleyen akıbetten habersiz olabilir. Dünya nimetleri, oyun
eğlence insanı aldatabilir. İnsan gözü önüne çekilmiş perdenin ötesinde
kendisini bekleyen bir akıbetin olduğunu ve ne zaman gerçekleşeceği
bilinmeyen bu akıbeti ancak yüce Allah'ın bildiğini, ancak. O'nun bu akıbeti
ortaya çıkaracağını unutabilir.
İşte bu uyarı kalpleri uyanıklığa çağırmakta ve iş
işten geçmeden, henüz zaman varken kendilerine bir fırsat vermektedir.
Bu noktada Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine
olsun- Rabb'ine yönelmektedir. Emaneti yerine getirmiş ve mesajı
ulaştırmıştır. Her şeyi açıkça duyurmuş, musibetin ansızın gelip çatmasından
sakındırmıştır... Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- burada Rahman
olan Rabb'ine yöneliyor ve kendisi ile akıbetlerinden habersiz alaya alanlar
arasındaki meseleyi hakka göre çözümlemesini istiyor. Onların tuzaklarına ve
yalanlamalarına karşı Rabb'inin yardımını istiyor. Çünkü sadece O'ndan
yardım istenir.
"Peygamber dedi ki; `Ya Rabb'i, benim ile müşrikler
arasındaki davayı hak ilkesi uyarınca hükme bağla. Sizin düzmece
iddialarınız ve asılsız yakıştırmalarınız karşısında tek sığınağım, son
derece merhametli olan Rabb'imin yardımıdır."
Büyük rahmet sıfatının burada anılmasının, özel bir
anlamı vardır. Çünkü peygamberi alemlere rahmet olarak gönderen O'dur. Ama
yalanlayanlar onu yalanladılar, alaycılar onunla dalga geçtiler. Şu halde O,
peygamberine rahmet etmeyi, onların nitelendirmelerine karşılık O'na yardım
etmeyi üzerine almıştır.
Bu etkileyici bölümle sona eriyor sure. Nitekim
bunun gibi etkileyici bir girişle başlàmıştı. Böylece surenin başı ile sonu,
etkileyici, güçlü ve derin bir musiki vurguya sahip olmakla birbirlerini
bütünlemektedirler.
ENBİYA SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.