8-Enfal
1- Sana savaş
ganimetlerinin bölüşümü hakkında soru sorarlar. De ki; ganimetler hakkında
hüküm verme yetkisi Allah'a ve Peygamber'e aittir. Buna göre eğer mümin
iseniz, Allah'dan korkunuz, ilişkilerinizi düzeltiniz, Allah'a ve
Peygamber'e itaat ediniz.
2- Müminler ancak
öyle kimselerdir ki, Allah anıldığında kalpleri ürperir, yanlarında Allah'ın
ayetleri okunduğu zaman bu ayetler imanlarını arttırır, pekiştirir ve sadece
Rabblerine dayanırlar.
3- Onlar namazı
kılarlar ve kendilerine bağışladığımız rızıklardan başkalarına da verirler.
4- İşte gerçek
mü'minler bunlardır. Onları Rabbleri katında yüksek dereceler, bağışlanma ve
göz kamaştırıcı rızık beklemektedir.
Surenin toplu tanıtımını yaparken, bu ayetlerin
indiriliş sebeplerine ilişkin olarak yeralan rivayetlerden bazılarım
hatırlatmıştık. Genelde bütün surenin özelde de ganimetlere ilişkin
ayetlerin indiği ortamı daha iyi canlandırmak için daha önce
anlattıklarımıza ek olarak birkaç rivayet daha aktarıyoruz. Medine'de bir
müslüman devletin kuruluşundan sonra ilk defa böylesine büyük bir olayla
karşılaşan müslüman toplumun pratik çizgilerini yeniden canlandırmak için bu
rivayetleri anlatmak gereklidir.
İbn-i Kesir tefsirinde şöyle diyor: "Ebu Davut,
Nesaî, İbn-i Cerir, İbn-i Mürdeveyh -sözler ona aitti- İbn-i Habban ve
Hakim, değişik yollardan Davud b. Ebu Hind'den, o da İkrime'den, o da
Abdullah İbn-i Abbas'dan şöyle rivayet ettiler: Bedir günü Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- `şöyle şöyle yapana şu, şu mükafat vardır'
buyurdu. Bunun üzerine gençler hemen ileriye atıldılar, yaşlılarsa
sancakların altında kaldılar. Ganimetler toplandığı zaman, gençler gelip
kendilerine ait olanı istediler. Buna karşılık yaşlılar, `Kendinizi bize
tercih etmeyin. Biz sizin için bir sığınaktık. Şayet bozguna uğrasaydınız
bize sığınacaktınız' dediler ve aralarında çekişme baş gösterdi. Bunun
üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Sana savaş ganimetlerinin bölüşümü
hakkında soru sorarlar. De ki; Ganimetler hakkında hüküm verme yetkisi
Allah'a ve Peygamber'e aittir. Buna göre eğer mü'min iseniz, Allah'dan
korkunuz, ilişkilerinizi düzeltiniz, Allah'a ve Peygamber'e itaat ediniz."
Sevrî Kelbi'den, o da Ebu Salih'den, o da Abdullah
İbn-i Abbas'dan şöyle rivayet eder:Bedir günü Peygamberimiz, `Kim birini
öldürürse ona şöyle şöyle mükafat vardır. Kim bir esir getirirse onun için
şu, şu mükafat vardır' buyurdu. Ebu Yesir iki esir getirdi ve `Ya Resulullah
(Allah'ın -salât ve selâmı üzerine olsun-) bunları sen bize va'dettin' dedi.
Bunun üzerine Sa'd b. Ubade kalktı ve `Ya Resulullah, şayet bunlara verirsen
arkadaşlarına bir şey kalmaz. Bizi bunlardan alıkoyan, sevabı küçümsememiz
ya da düşmandan korkmamız değildir. Biz burada, düşmanın arkadan
saldırmasından korktuğumuz için seni korumak üzere durduk' dedi. Sonra da
birbirleriyle tartıştılar. Bunun üzerine: "Sana savaş ganimetlerinin
bölüşümü hakkında soru sorarlar; De ki; "Ganimetler hakkında hüküm verme
yetkisi Allah'a ve Peygamber'e aittir." diyor ki, bir de şu ayet indi:
"Eğer Allah'a ve doğru ile eğrinin birbirinden
ayrıldığı gün, yani iki ordunun Bedir'de karşılaştığı gün, kulumuz
Muhammed'e indirdiğimiz beşte biri Allah'a, Peygamber'e, peygamberin
yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yarıyolda kalanlara aittir.
İmam Ahmed şöyle der: "Bize Ebu Muaviye anlattı,
bize Ebu İshak eş Şeybanî Muhammed b. Abdullah es-Sakafi'den anlattı, o da
Sa'd b. Ebu Vakkas'a dayanarak anlattı: "Bedir günü kardeşim Umeyr
öldürüldü. Ben de Said b. As'ı öldürdüm ve zülkesife adını verdiği kılıcını
aldım. Kılıcı alıp Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- yanına
getirdim. Bana, `Git, onu aldığın yere bırak' dedi. Döndüm ama, kardeşimin
öldürülmesi ve ganimetimin elinden alınmasından dolayı Allah'dan başka
kimsenin bilmediği duygular içindeydim. Çok geçmemişti ki Enfal suresi indi.
Ardından Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bana, `Git ganimetini
al' dedi."
Yine İmam Ahmed şöyle der: "Bize Esved b. Amir
anlattı, bize Ebubekir haber verdi, o da Asım b. Ebu Necud'dan aktardı, ona
Mus'ab b. Sa'd, Sa'd b. Malik'ten şöyle anlattı: Dedim ki; Ya Resulullah,
bugün yüce Allah müşriklerin başına gelen ağır yenilgiden dolayı yüreğimi
soğuttu. Şu kılıcı bana bağışlamaz mısın? Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- `Bu kılıç ne bana, ne de sana aittir. Bırak onu' buyurdu.
Bıraktım sonra da dönüp, bu kılıç belki de benim sınandığın gibi sınanmayan
birine verilecektir dedim. Birden peşimden biri beni çağırdı. Acaba yüce
Allah benim hakkımda bir şey mi indirdi, diye düşündüm. Peygamberimiz, sen
benden kılıcı istediğin zaman bana ait değildi, şimdi bana bahşedildi,
senindir dedi. Sa'd diyor ki, "O zaman yüce Allah şu ayeti indirdi: "Sana
savaş ganimetlerinin bölüşümü hakkında soru sorarlar. De ki; Ganimetler
hakkında hüküm verme yetkisi Allah'a ve Peygamber'e aittir. (Ebu Davud,
Tirmizi ve Nesaî değişik yollardan Ebu Bekir b. Ayyaş'dan rivayet ettiler.
Tirmizi, "Hasan" sahih bir hadistir dedi.)
Bu rivayetler ganimetlere ilişkin ayetlerin indiği
ortamı gözümüzün önünde canlandırmaktadır. İnsan, Bedir savaşına katılan
müslümanların ganimetler hakkında konuştuklarını görünce dehşete kapılıyor.
Oysa onlar, ya herkesten önce müslüman olmuş, her şeylerini geride bırakıp
inançları uğruna Allah'a hicret etmiş, şu dünya hayatının hiçbir nimetine
aldırış etmemiş Muhacirlerdir, ya da muhacirleri barındıran, yurtlarını ve
mallarını onlarla paylaşan ve su dünya nimetlerinin hiçbirinde cimrilik
göstermeyen Ensar'dır. Nitekim yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmuştur:
"Kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında
içlerinde bir çekememezlik hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar
bile, onları kendilerine tercih ederler..." (Haşr Suresi, 9) Ancak bu
durumun yorumunun bir kısmını yine bu rivayetlerde buluyoruz. Ganimetler
aynı zamanda savaş alanında güzel bir imtihanla ilintilidirler. Güzel
imtihana bir örnek oluşturmaktadırlar. O gün için insanlar müşrikleri yenip
gönüllerini serinlettikleri ilk büyük olayda, Resulullah'ın ve yüce Allah'ın
şahitliğine ihtiyaçları vardı. Bu arzu içlerini doldurmuş ve ganimetler
konusunda konuşanların unuttuğu başka bir havaya sokmuştu. Nitekim yüce
Allah onlara hatırlatmış ve onları kendisine yönelmiştir. Aralarındaki
ilişkilerde hoşgörünün egemen olması bilinç açısından gönüllerinin ıslahı
için bir zorunluluktu. Nitekim bunun Ubade b. Samit'in de belirttiği gibi,
farkına varmışlardı. Ubade: "Bu ayet ganimetler konusunda görüş ayrılığına
düştüğümüzde biz, Bedir savaşına katılanlar hakkında indi. O zaman çok kötü
davranmıştık. Bunun üzerine yüce Allah ganimetleri elimizden alıp,
peygamberine verdi" demiştir.
Yüce Allah onları hem sözlü, hem de uygulamalı
olarak ilahi eğitimden geçiriyor. Ganimetler işini tümden ellerinden alıp,
bu ganimetlerin paylaşımı konusundaki hükmünü bildirene kadar peygamberine
devrediyor. Artık iş, üzerinde tartışabilecekleri onlara ait bir hak
olmaktan çıkmış, onlara yönelik Allah'ın bir lütfu olmuştur. Ve Allah'ın
peygamberi, ganimetleri rabbinin gösterdiği şekilde aralarında
bölüştürecektir. Pratik ve eğitim amaçlı uygulamanın yanında sık sık
tekrarlanan uzun bir direktif yeralıyor. Nitekim aşağıdaki ayetler bu
direktifle başlıyor. Bundan sonra da tekrarlanıyor:
"Sana savaş ganimetlerinin bölüşümü hakkında soru
sorarlar. De ki; "Ganimetler hakkındâ hüküm verme yetkisi Allah'a ve
Peygamber'e aittir." Ganimetler konusunda aralarında çekişen bu gönüllere
yönelik çağrı, Allah'dan korkmaya ilişkin bir çağrıydı. Ve kuşkusuz
kalplerin sırlarını bilen kalplerin yaratıcısı, eksikliklerden uzaktır,
yücedir. Yüce Allah insanın kalbini, dünya hayatının nimetlerini
düşünmekten, istemekten, onlar hakkında çekişmekten büsbütün soyutlamıyor.
Her ne kadar buradaki çekişme, güzel imtihanı belgeleme anlamıyla karışık da
olsa durum değişmeyecektir. Sadece bilinçlerini, Allah korkusu ve takva
duygusuyla harekete geçirmeyi, dünya ve ahirette onun hoşnutluğunu istemeye
, yöneltmeyi diliyor. Çünkü Allah'a bağlanmayan, onun öfkesinden korkmayan,
onun hoşnutluğunu aramayan bir kalp, dünya nimetlerinin ağırlığından
kurtulamaz, serbestçe hareket edemez.
Bu gönülleri takva -Allah korkusu- sayesinde gayet
kolay ve rahat bir şekilde boyun eğdirip, uysal hale getirmek mümkündür.
İşte Kur'an bu bağ sayesinde bu gönülleri aralarını düzeltmeye
yönlendiriyor.
... Buna göre, eğer mü'min iseniz Allah'dan
korkunuz, ilişkilerinizi düzeltiniz."
Yine bu bağdan tutup bu gönülleri Allah'a ve
peygamberine itaat etmeye yönlendiriyor.
"Allah'a ve peygamberine itaat ediniz."
MÜ'MİNLERİN
VASIFLARI
Buradaki ilk itaat da, onun ganimetler hakkında
belirlediği hükmüne itaat etmektir. Artık ganimetler mutlak anlamda
savaşçılardan birine ait olmaktan çıkmıştır. Öncelikle ganimetlerin
mülkiyeti Allah ve peygamberine aittir. Bunlar üzerindeki uygulama da Allah
ve peygamberine aittir. Dolayısıyla iman edenlerin gönül hoşnutluğu ve kalp
huzuruyla ganimetler konusunda Allah'ın belirlediği hükümlere uymaktan,
ilişkilerini ve duygularını düzeltmekten, birbirine karşı kalplerini kötü
düşüncelerden arındırmaktan başka seçenekleri yoktur. Durum bundan
ibarettir: "Eğer mü'min iseniz..." '
İmanın iyice belirginleşeceği, varlığını
kanıtlayabileceği, kendi gerçeğinin tercümanı olacağı pratik ve realist bir
tarzda somutlaşması bir zorunluluktur. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- "İman temenni ya da gösterişle gerçekleşmez. İman, kalpte yer
eden ve davranışlarca doğrulanan bir olgudur" (Deylemi, Firdevs müsnedinde
Enes'ten rivayet etmiştir.) buyurmaktadır. Bu yüzden peygamberin sözünde
belirginleşen anlamı iyice vurgulamak, imam tanımlayıp açıklamak, onu dille
söyleyen bir kelimeden ya da hareket ve realite dünyasında pratik bir
ifadesi bulunmayan kuru bir temenniden ibaret olmaktan çıkarmak için
Kur'an-ı Kerim'de buna benzer değerlendirmeler sıkça yeralır. .
Ardından bu dinin Rabbinin istediği "gerçek" imanın
sıfatı yeralmaktadır. Amaç "Eğer mü'min iseniz" sözünün anlamını
açıklamaktır. İşte bu dinin Rabbi olan Allah'ın onlardan istediği iman
"Mü'minler ancak öyle kimselerdir ki, Allah anıldığında kalpleri ürperir,
yanlarında Allah'ın ayetleri okunduğu zaman bu ayetler imanlarını arttırır,
pekiştirir ve sadece Rabblerine dayanırlar. Onlar namaz kılarlar ve
kendilerine bağışladığımız rızıklardan başkalarına da verirlèr. İşte gerçek
mü'minler bunlardır. Onları Rabbleri katında yüksek dereceler, bağışlanma ve
göz kamaştırıcı rızık beklemektedir.
Manâdaki inceliğe işaret etmek için Kur'an
ifadesinin sözlü yapısı da bir inceliğe sahiptir. Buradaki ifadede "innema =
ancak" sözüyle bir sınırlandırma vardır. İfade bu denli kesin ve bu denli
bir inceliğe sahipken, "Bundan maksat; kâmil imandır" şeklinden yorum
yapmanın tutarlı bir yanı yoktur. Şayet yüce Allah bunu söylemek isteseydi,
kuşkusuz söylerdi. Bu, gayet açık ve anlam itibariyle gayet ince bir
ifadedir. Dolayısıyla sıfatları, davranışları ve duyguları bu olanlar
mü'minlerdir. Bunun dışında bu sıfatlara bütünüyle sahip olmayanlar mü'min
değildir. Ayetlerin sonunda yeralan "işte gerçek mü'minler bunlardır"
vurgusu bu gerçeği dile getirmek içindir. Çünkü "gerçek" mü'min olmayanlar
hiçbir zaman mü'min değildirler. Kur'an'ın ifadeleri birbirlerini
açıklarlar. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Haktan sonra sapıklıktan
başka ne var ki?" Çünkü "hak=gerçek" olmayan şey, "sapıklık"tır. "Gerçek
mü'minler" sıfatının karşıtı "tam imana sahip olmayan mü'minler" değildir.
Kur'an'ın bu son derece ince ifadesinin; bütün düşünce ve ifadeler için son
derece kaypak olan böylesine yorumlara hedef olması doğru değildir.
Bu yüzden ilk kuşak müslüman alimler bu ayetlerden,
ruhunda ve davranışlarında bu sıfatlar bulunmayan kişinin imanının
bulunmadığını, hiçbir zaman da mü'min olmadığını anlıyorlardı. İbn-i
Kesir'in tefsirinde şu ifadeler yeralıyor:
"Ali b. Talha, "Mü'minler ancak öyle kimselerdir ki,
Allah anıldığında kalpleri ürperir." ayetine ilişkin olarak Abdullah İbn-i
Abbas'tan şunları nakleder! Münafıklar Allah'ın farzlarını yerine
getirdiklerinde, Allah'ı anmaktan dolayı kalplerine bir şey girmez. Allah'ın
ayetlerinden bir şeye inanmazlar, ona güvenmezler. İnsanların gözüne
görünmedikleri zamanlarda namaz kılmazlar, mallarının zekâtını vermezler.
Allah onların mü'min olmadıklarını haber verdi. Sonra yüce Allah, mü'minleri
şu şekilde tanımladı: "Mü'minler ancak öyle kimselerdir ki, Allah
anıldığında kalpleri ürperir." Onun farzlarını yerine getirirler.
"Yanlarında Allah'ın ayetleri okunduğu zaman bu onların imanını arttırır."
İbn-i Abbas diyor ki: "Onaylamalarını pekiştirir." `Rablerine güvenirler'
O'ndan başkasından bir beklenti içinde olmazlar."
Bu sıfatların tabiatından hareketle, bunlar
olmaksızın imanın hiçbir zaman olmayacağını, buradaki sorunun imanın tamlığı
ya da eksikliği sorunu olmadığını, aksine imanın varlığı ya da yokluğu
sorunu olduğunu göreceğiz.
"Mü'minler ancak öyle kimselerdir ki, Allah
anıldığında kalpleri ürperir." Bu, vicdani bir titreyiştir. Emir ya da yasak
konusunda Allah anıldığı zaman mü'min kalbi kaplayan bir titreyiş...
Allah'ın ululuğu bürür mü'min kalbini. İçine Allah korkusu dolar... Allah'ın
yüceliği ve heybeti somutlaşır içinde. Öte yandan eksikliğini ve günahlarını
hatırlar. Hemen Allah'ın emri doğrultusunda hareket etmeye, O'na itaat
etmeye koyulur. Ya da bu, Ümmü Derda'nın -Allah ondan razı olsun- ifade
ettiği bir durumdur. Sevri, Abdullah b. Osman b. Haysem'den, o da Şehr b.
Havşeb'den, Ümmü Derda'nın -Allah ondan razı olsun- şöyle dediğini rivayet
eder: "Kalpteki titreyiş kurumuş hurma dalının yanışı gibidir. Hurma
dallarının yanarken nasıl titrediğini görmedin mi?" Evet, gördüm dedi,
dinleyen. "Bunu gördüğün zaman Allah'a dua et. Dua bu titreyişi giderir"
dedi.
Bu durum kalpte öyle bir hava meydana getirir ki,
kalbin huzura kavuşması ve durulması için duaya ihtiyaç duyulur. Herhangi
bir şeyin emir ya da yasak edilmesi sırasında Allah anıldığında mü'min
kalpte bu durum baş gösterir. Bunun ardından hemen Allah'ın emir ve
yasaklarını O'nun istediği şekilde yerine getirmeye koyulur. İçini kaplayan
ürpertiden kurtulur. Allah için arınır.
"Yanlarında Allah'ın ayetleri okunduğu zaman bu
ayetler imanlarını arttırır, pekiştirir."
Mü'min kalp bu Kur'an'ın ayetlerinde imanı arttıran,
pekiştiren kanıtlar bulur. Kendisini iç huzura erdiren mesajlar edinir. Bu
Kur'an hiçbir aracıya başvurmaksızın insan kalbiyle doğrudan doğruya ilişki
kurar. İnsan kalbini Kur'an'ı algılamaktan, Kur'an'ı da insan kalbine
ulaşmaktan alıkoyan küfürden başka hiçbir şey, insan kalbi ile Kur'an
arasına giremez. İman aracılığıyla bu perde kaldırıldığı zaman kalp, bu
Kur'an'ın tadına varır ve ayetlerin yenilenen vurgularında imanı arttıran
mesajlar alır. Bu onu iç huzura kavuşturur. (Burada "iman artar, eksilir"
problemi karşımıza çıkıyor. Bu problem, ciddi ve pratik ideallerin uzak,
aklî sorumsuzluğun yaygın olduğu dönemlerde ortaya çıkan grupların ve kelam
ilminin problemidir. Bu problemi ele alma gereğini duymuyoruz.) Kur'an'ın
kalbe yönelik mesajları onun imanını arttırdığı gibi, mü'min kalp imam
arttıran bu mesajları kavrayabilir. Bu yüzden, bu gerçeği vurgulayan
aşağıdaki ayetlerin benzeri mesajlar Kur'an'da sıkça yeralır:
"Kuşkusuz bunda mü'minler için ayetler vardır."
"Kuşkusuz bunda inanan bir toplum için ayetler
vardır." Peygamberimizin bir arkadaşının sözü de bu gerçeği dile
getirmektedir: "Biz Kur'an'dan önce imana çağırılırdık."
İşte bu iman sayesinde Kur'an'dan bu özel tadı
alıyorlardı. Teneffüs ettikleri hava da bu hususta onlara yardımcı oluyordu.
Onlar fiilen ve pratik olarak Kur'an'ı yaşıyorlardı. Soyut bir tad alma ve
sırf zihni kavrama, sözkonusu değildi. Ayetin indiriliş sebebine ilişkin
yeralan rivayetler arasında Sa'd b. Malik'in sözleri enteresandır. Sa'd
ganimetlerin mülkiyetini Peygamberimize veren, onlar üzerinde Peygamberimize
dilediği gibi tasarruf yetkisini tanıyan ayetin indirilişinden önce
Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- bir kılıcı kendisine ganimet
olarak vermesini istemişti. Peygamberimiz de, "Bu kılıç ne senin, ne de
benimdir, bırak onu" demişti. Sa'd kılıcı bırakıp geri döndükten sonra
tekrar çağırıldığında, yüce Allah'ın kendisi hakkında bir ayet indirmiş
olabileceğini düşünmüştü. "Herhalde yüce Allah hakkımda bir ayet indirdi"
diye düşündüğünü söylemişti. Peygamberimiz, "Benden kılıcı istediğin zaman
bana ait değildi. Ama şimdi bana bahşedildi. O senindir" demişti. İşte bu
şekilde onlar Rabbleriyle birlikte yaşıyorlardı. Kendilerine inen bu
Kur'an'la bu şekilde yaşıyorlardı. Bu dehşet verici bir olaydır. Ve bu
insanlık hayatında yaşanmış olağanüstü, gözkamaştırıcı bir dönemdir.
Kur'an'dan bu şekilde tat almaları da bu yüzdendi. Doğrudan doğruya
Kur'an'ın direktifleri ışığında pratik bir hayat sürdürmeleri de özel zevkle
içiçeliklerini gittikçe arttırıyordu.
Her ne kadar birincisi -yani vahiy- insanlık
hayatında bir daha tekrarlanmayacaksa da, yeryüzünde ilk müslüman cemaatin
inşa ettiği gibi, insanların pratik hayatında bu dini yeniden inşa etmek
için harekete geçen mü'min bir topluluk bulunduğu sürece ikincisi (yani
islâmın bir hayat biçimi olarak yaşanması) tekrar gerçekleşebilir. Sadece bu
dini yeniden insanların pratik hayatlarına egemen kılmak için Kur'an'ın
direktifleri doğrultusunda hareket eden bu mü'min kitle Kur'an'dan tad
alabilir, onun okunmasıyla gönlündeki iman artabilir. Çünkü bu kitle daha
baştan iman etmiştir. Bu kitleye göre din, yeniden ortaya çıkan ve
istisnasız tüm yeryüzünü kaplayıp azgınlaşan cahiliyenin yerine dini egemen
kılma hareketidir. Ona göre iman temenni değildir. Kalpte yer edip
davranışlarca doğrulanan bir olgudur.
"...Sadece Rabblerine dayanırlar."
Sadece O'na... Nitekim cümlenin yapısı da bu
kesinliği gerektirmektedir. Herhangi birini, yardım istemek ve güvenmek
suretiyle O'na ortak koşmazlar. Ya da imam İbn-i Kesir'in tefsirinde dediği
gibi, "O'ndan başkasından ummazlar, sadece O'na yönelirler, sırf O'na
sığınırlar. İhtiyaçlarını gidermeyi sırf O'ndan isterler. Sadece O'nu
arzularlar. O'nun dilediği şeyin olacağını, dilemediği şeyin de
olamayacağını bilirler. Mülkünde dilediği şekilde uygulamada bulunacağım,
ortaksız olduğunu, hükmünden dolayı sorgulanamayacağım, O'nun hesapları
çabuk görüldüğünü bilirler. Bu yüzden Said b. Cübeyr, "Allah'a dayanmak
imanın toplamıdır" demiştir.
İşte Allah'a inanmanın özü budur. Budur sırf O'na
kul olmanın, O'ndan başkasına kul olmamanın ifadesi. Bir kalpte Allah'ı
birlemekle, O'nunla birlikte O'ndan başkasına dayanmak birarada olmaz. Bir
kimseye ya da bir sebebe dayanma isteğini kalplerinde bulanlar, öncelikle
kalplerinde Allah'a iman var mı ona baksınlar.
Tek başına Allah'a dayanmak sebeplere sarılmaya
engel değildir. Mü'min Allah'a inanmak ve sebeplere sarılmaya ilişkin emrine
itaat etmek açısından sebeplere sarılır. Ne var ki, mü'min sebeplere onların
sonuçları meydana getirdiğini kabul ederek sarılmaz. Sonuçları ortaya
çıkaran -tıpkı sebepler gibi- Allah'ın kaderidir. Mü'minin bilincinde
sebeple sonuç arasında bir ilişki sözkonusu değildir. Sebeplere sarılmak,
emredilene uymak açısından ibadettir. Sonucun gerçekleşmesi ise, Allah'ın
kaderidir. Sebeplerden tamamen bağımsızdır ve Allah'dan başkası
gerçekleştiremez. Böylece mü'minin bilinci sebeplere kul olmaktan, onlara
bağlanmaktan kurtulur. Aynı zamanda mü'min, sebeplere sarılmakla Allah'ın
emrine itaat etmenin sevabını kazanmak için elinden geldiğince sebeplerden
yararlanır.
Çağdaş "bilimsel" cahiliye, "Allah'ın kaderinin" ve
"Allah'ın bilgisinin sınırları içinde bulunan gayb alemini" yok saymak için
uzun süre "tabiat kanunlarının kesinliği" kuramına sarıldı. Nihayet kendi
yöntemleri ve deneyleri yoluyla Allah'ın bilgisi kapsamındaki gaybın ve
Allah'ın kaderinin eşiğinde kesin bir bilgi elde edemeden çaresiz bir
şekilde durdu. Bu sefer madde dünyasındaki "ihtimaller" kuramına sarıldı.
Bundan önce "kesin" dediği şeyler "muhtemel" oluverdi. "Gayb" yine mühürlü
bir sır olarak varlığını korudu. Tek ve kesin gerçek olarak Allah'ın kaderi
kaldı. Tek ve kesin kanun olarak yüce Allah'ın şu sözü kaldı. "Sen
bilemezsin, belki de Allah bundan sonra bir durum meydana getirir." (Talak
Suresi, 1) Bu söz, evrensel ilahi kanunların arka planında yeralan özgür
ilahi iradeden söz etmektedir. Yüce Allah bu evrensel kanunlarla
yürürlükteki kaderi uyarınca evreni idare etmektedir.
İngiliz Doğabilimci ve Matematikçi Sir James Jeans
şunları söylemektedir: "Eski bilim kesin ilkeler belirliyordu. Buna göre
tabiatın bir tek yolu takip etmekten başka seçeneği yoktur. Bu da zamanın
başlangıcından sonuna kadar şu sebep ve sonuç arasında sürekli zincirleme
doğrultusunda hareket etmesi için önceden çizilmiş bir yoldur. Buna göre (A)
durumundan sonra (B) durumuna gelmesi kaçınılmazdır. Modern bilimin ise şu
ana kadar söyleyebildiği tek şey (A) durumundan sonra (B) durumunun, ya da
(C) durumunun veya (D) durumunun veya bunlardan başka bir durumun meydana
gelebileceğidir. Evet bunu söyleyebilir: (B) durumunun meydana gelmesi
ihtimali (C) durumundan fazladır. (C) durumunun meydana gelmesi de (D)
durumundan daha muhtemeldir. İşte böyle. Hatta (B), (C) ve (D) durumlarından
herbirinin diğerine oranla meydana gelebilme ihtimalini belirleyebilir ancak
hangisinin diğerini takip edeceğini kesin bir şekilde haber veremez çünkü
her zaman ihtimallerden söz etmektedir. Ancak söylenmesi gerekene gelince o
da oranlara bağlıdır. Bu oranların mahiyeti ne olursa olsun."
İnsan kalbi görünürdeki sebeplerin baskısından
kurtulduğu zaman, her şeyden önce o kalpte, Allah'dan başkasına dayanmak
için yer kalmamıştır. Çünkü meydana gelen her şeyi yaratan Allah'ın
kaderidir. Tartışmasız tek gerçek budur. Görünen sebepler zanna dayalı
ihtimallerden başka bir şey meydana getiremezler... Kuşkusuz bu, islâm
inancının insan kalbini ve insan aklını çıkardığı gözkamaştırıcı bir
düzeydir. Çağdaş cahiliye akli açıdan bu düzeyin ilk aşamasına ulaşmak için
üç asır uğraşıp durdu. Ancak bilinci açısından ve bunun sonucu olarak
Allah'ın kaderi, görünen sebepler ve güçlerle girilen ilişki sonucu elde
edilen önemli sonuçlar bakımından hiçbir şey elde edememiştir. Kuşkusuz bu,
akli özgürlüğün kazanıldığı bir düzeydir. "İnsanoğlu" değişmez sebeplerin,
bunun da ötesinde insanların iradesinin ya da tabiatın (!) iradesinin kulu
olduğu sürece özgür olamaz. Çünkü Allah'ın iradesinin ve kaderinin dışındaki
her "kesinlik" Allah'dan ve O'nun kaderinden başkasına kulluğun esasını
oluşturmaktadır. Tek başına Allah'a dayanmanın bu şekilde vurgulanması ve
imanın varlığı veya yokluğu için bir ön şart olarak kabul edilmesi bu
yüzdendir. İslâmda itikadî düşünce eksiksiz bir bütündür. Ayrıca bu düşünce,
bu dinin insanlık hayatında gerçekleştirmek istediği pratik görüntüsüyle
birlikte üstlendiği rol bakımından da eksiksiz bir bütündür. )
"Onlar namazı kılarlar."
Burada imanın hareketi, gözle görülür bir tablosunu
görüyoruz. Daha önce sıraladığımız sıfatlarda da kalpte yer eden gizli
duyguları görmüştük. Çünkü iman kalpte yereden ve davranışlarca doğrulanan
bir olgudur. Davranış imanın somut bir kanıtıdır. Bu imana pratik bir
tanıklık yapması için bu kanıtın gözle görülmesi zorunludur. Namaz kılmak,
sadece bilinen hareketleri yerine getirmekten ibaret değildir. Namazı
amacını gerçekleştirecek şekilde kılmaktır. Yüce Ma'budun karşısında duran
kula yakışır bir tarzda yerine getirmektir. Kalp yaptığı için bilincinde
olmadan sadece Kur'an okumak (kıraat), rük'u (eğilmek), sucûd (yere
kapanmak)dan ibaret değildir namaz. Bu eksiksiz şekliyle namaz, imanın
varlığına fiili bir tanıklık yapmaktadır.
"Kendilerine bağışladığımız rızıklardan başkalarına
da verirler."
Gerek zekât olarak, gerekse zekâtın dışında sadaka
olarak "Kendilerine bağışladığımız rızıklardan" ihtiyaç sahiplerine
verirler. Rızıkları veren yaratıcının kendilerine rızık olarak verdiği
şeylerden vermektedirler. Kur'an ayetinin her zaman yaygın bir kuşatıcılığı
ve etkin işareti vardır. Onlar malı yeniden yaratmıyorlar. Mal yüce Allah'ın
onlara bahşettiği rızıktır. Kendilerine verdiği sayısız rızık arasında
yeralır. Dolayısıyla Allah yolunda ihtiyaç sahiplerine bir şey verdikleri
zaman, bu rızkın bir kısmını vermiş oluyorlar. Geri kalanını da yanlarında
tutmuş oluyorlar.
Bunlar yüce Allah'ın bu konuda imana ilişkin olarak
belirlediği niteliklerdir. Bunlar Allah'ın birliğine ilişkin inancı, O'nun
adının anılmasıyla birlikte meydana gelen iç uyanışı, ayetlerinden dolayı
gönülden etkilenmeyi, sadece O'na dayanmayı, O'nun için namaz kılmayı, O'nun
verdiği rızkın bir kısmını O'nun uğrunda ihtiyaç sahiplerine vermeyi
kapsamaktadırlar.
Diğer ayetlerden de anlaşılacağı gibi bu ayetler
imanın ayrıntılarını ele almıyorlardı. Bunlar pratik bir durumu
karşılıyorlardı. Ganimetler konusunda görüş ayrılığına düşmeyi ve bu yüzden
araların bozulması durumunu karşılıyorlardı. Bu pratik duruma uygun düşecek
mü'minlerin sıfatlarını hatırlatıyordu. Bu ayetler aynı zamanda bir bütün
olarak yok olduklarında, fiilen iman gerçeğinin de yok olmasını gerektiren
sıfatları da belirliyordu. Böyle bir durumda imanın şartlarına sarılmanın ya
da sarılamamanın önemi yoktur. Kur'an'ın ilahi eğitim metodu, değişen pratik
durumlar karşısında adı geçen şartları ve direktifleri belirlemeyi
öngörmektedir. Çünkü Kur'an'ın eğitim metodu, realist, pratik ve harekete
dönük bir metoddur. Tüm amacı bir teori geliştirmek ve onu kendi kendine
duyurmaktan ibaret teorik ve felsefi bir metod değildir.
Bu temel doğrultusunda yapılan son değerlendirme
yeralıyor:
"İşte gerçek mü'minler bunlardır. Onları Rabbleri
katında yüksek dereceler, bağışlanma ve gözkamaştırıcı rızık beklemektedir.
Gerçek mü'min bu sıfatları ruhunda ve
davranışlarında bulur. Bu sıfatları toptan kendisinde bulundurmayan imanı
bulundurmuyor demektir. Bu sıfatlar aynı zamanda ayetlerin indiği durumu da
karşılamaktadır. Bu yüzden güzel imtihanı görmeye olan arzuyu da
karşılamaktadır. Buna göre sıfatları bu olan kimseler için, "Rabbleri
katında yüksek dereceler vardır..." Aynı zamanda -Ubade b. Samit'in de
dediği gibi- aralarında başgösteren kötü huyları da karşılamaktadır. Buna
göre bu sıfatları kendilerinde bulanlar Rabbleri katında "bağışlanma" ile
mükafatlandırılacaklar. Ayrıca ganimetler üzerinde çıkan çekişmeyi de
karşılamaktadır. Kendilerinde bu sıfatları bulanlar için Rabbleri katında
"göz kamaştırıcı rızık" vardır. Böylece yaşanan durum tümden kuşatılmış
oluyor. Durumun gerektirdiği tüm duygular ve konumlar teker teker ele
alınıyor. Aynı zamanda konunun özünü oluşturan gerçek de iyice
belirginleşiyor. Buna göre, mü'minlere ait olan bu sıfatlar toptan yok
olduklarında gerçek imanın varlığı sözkonusu olamaz.
"İşte gerçek mü'minler bunlardır."
İlk müslüman kitleye, imanın bir gerçeğinin
bulunduğu ve insanın bu gerçeği içinde bulması gerektiği öğretiliyordu.
İmanın iddia olmadığı, dilde söylenen kelimelerden ibaret olmadığı, ayrıca
temenniyle gerçekleşemeyeceği öğretiliyordu. Hafız Taberanî şöyle der: "Bize
Muhammed b. Abdullah el Hadremî, bize Ebu Kureyb, bize Zeyd b. Habbab, bize
İbn-i Luheya, Haled b. Yezid es-Seksekî'den anlattı, o da Said b. Ebu
Hilâl'den, o da Muhammed b. Ebu Cehm'den, Haris b. Malik el-Ensarî'den şöyle
anlattı: Haris bir gün peygamberimizin yanına vardığında peygamberimiz,
`Nasıl sabahladın ya Haris' der. `Gerçek bir mü'min olarak sabahladım' diye
cevap verir. O zaman Peygamberimiz, `Ne dediğinin farkında mısın? Kuşkusuz
her şeyin bir gerçeği vardır. Peki senin imanının gerçeği nedir?' diye
sorar. Haris, `Kendimi dünyadan çekip kurtardım, geceyi uyanık geçirdim,
gündüzümü susuz geçirdim. Sanki Rabbimin arşını seyrediyorum. Cennet ehlinin
birbirlerini ziyaret edişlerini, cehennem ehlinin çekişmelerini görür gibi
oluyorum' diye cevap verir. Peygamberimiz üç defa `Ey Haris, bilmişsin, bu
durumunu sürdür' der. Peygamberimizin bu arkadaşı, duygularını tasvir eden,
bu duyguların ötesindeki davranış ve hareketlere işaret eden durumunu
anlatmış, Peygamberimiz de -Allah ondan razı olsun- onun içinde bulunduğu
ruh halini kavradığına şahitlikte bulunmuştur. Rabbinin arşını seyreder gibi
olan, cennet ehlinin birbirlerini ziyaret edişlerini, cehennem ehlinin
çekişmelerini adeta gözleriyle gören biri, sadece görmekle yetinmeyecektir
elbette. Tüm hareketlere yön veren, her davranışını etkileyen bu güçlü ve
kuşatıcı duyguların ışığında yaşayacak, onlarla birlikte hareket edecek,
davranışlarında bu duygular etkin olacaktır. Bütün bunlar, uyanık geçirdiği
gecesinin, susuz geçirdiği (oruçla geçirdiği) gündüzünün, açıktan açığa
Rabbinin arşını seyredişinin yanında yaşadığı bir lütuftur...
İman gerçeğine büyük bir ciddiyetle bakmak gerekir.
İmanın sadece dille söylenen, bunun yanında yaşanamayan, realite tarafında
yalanlanan, kaypak bir kavram olmaması için bu ciddiyet zorunludur. İman
konusunda titizlik demek, kaypaklık demek değildir. iman gerçeğinin
ciddiyetinin bilincinde olmak daha öncelikli bir gerekliliktir. İman
düşüncesinde titizlik de kaçınılmazdır. Bu düşüncenin özellikle, cahiliye
tarafından istila edilen ve cahiliyenin iğrenç ve pis boyasıyla boyanan
realite dünyasında bu dini yeniden inşa etmek için harekete geçen mü'min
kitlenin gönlünde yer etmesi kaçınılmazdır.
Bundan sonra surenin akışı, mü'minlerin hakkında
birbirleriyle çekiştikleri ve Ubade b. Samit'in büyük bir içtenlikle, açık
seçik belirttiği gibi kötü davranışlarda bulundukları ganimetlerin ele
geçirildiği savaştan söz etmeye başlıyor. Bu savaşta meydana gelen olayları,
savaşın geçtiği şartları, onların konumlarını ve savaş karşısında içlerinde
geçen duyguları anahatlarıyla sunuyor. Bu sunuşla, onların Allah'ın kaderine
perde olmaktan öteye geçmedikleri, savaşta meydana gelen tüm olayların
-hakkında çekiştikleri ganimetler de dahil olmak üzere- elde edilen tüm
sonuçların sadece Allah'ın kaderi, yönlendirmesi, planlaması, yardımı ve
desteğiyle meydana geldiği anlaşılıyor. Savaş nedeniyle onların kendileri
için arzuladıkları sonuç ise, son derece küçük ve sınırlı bir sonuçtur. Yüce
Allah'ın yerde ve gökte hakla batılı ayırıcı gün olarak adlandırılan bu
büyük olayla onlar için, yine onlar aracılığıyla dilediği sonuçla mukayese
edilemez. Hakla batılın ayrıldığı günde geçen bu büyük olayla, yeryüzündeki
insanlar ve bütünüyle insanlık tarihi uğraştığı gibi, yüceler alemi de
meşgul oldu. Bu arada onlardan bir grubun istemeden savaşa çıktığı aynı
şekilde bir grubun da ganimetlerin paylaşımından memnun olmadığı ve
birbirleriyle çekişmeye daldığı hatırlatılıyor. Amaç, gözlerinin önünde
cereyan eden, hoşlanmadıkları ya da sevdikleri şeyleri görmelerini sağlamak
ve bunların yüce Allah'ın dilediği ve emriyle yerine getirdiği şeylerin
yanında hiçbir değere sahip olmadıklarını göstermektir. Kuşkusuz yüce Allah
işlerin sonucunu bilir.
DENGELİ PAYLAŞIM
Yüce Allah nerelere harcanacağını daha sonra
belirtilecek olan beşte bir kısmı dışında Peygamberin -salât ve selâm
üzerine olsun- aralarında eşitçe paylaştırması için ganimetler üzerindeki
mülkiyeti, Allah ve Resulüne veriyor. Bunun amacı mü'min kitlenin gönlünü
her türlü ganimet duygusundan arındırmak,ganimetler hakkında aralarında
başgösteren çekişmeye engel olmak ve ganimetler üzerindeki tasarruf
yetkisini Allah'ın gösterdiği şekilde Peygamber'e vermektir. Böylece
gönüllerde ganimetlere ilişkin olarak herhangi bir kırgınlık kalmamış olur.
Ganimetleri toplayan, ancak paylaşma sırasında başkalarıyla aynı düzeyde
tutulan gençlerin gönüllerinde yer eden olumsuz düşünceler giderilmiş olur.
Sonra yüce Allah, gerek ganimetler konusunda olsun,
gerekse ganimetlerin dışında olsun, yüce Allah'ın seçtiği şeyin daha hayırlı
olduğunu, insanların sadece görebildikleri şeyleri bilebildiklerini,
gaybınsa onlara kapalı olduğunu anlamaları için onların kendileri için
istediği sonuçtan ve Allah'ın onlar aracılığıyla onlar için dilediği
sonuçtan oluşan bu örneği veriyor. Gözlerinin önündeki pratik hayatlarından
veriyor bu örneği. Ganimetlerini bölüştükleri savaşı örnek veriyor. Bu
savaşta kendileri için ne istemiş? İşte böylece onların istediği şeyle
Allah'ın istediği şeyin birbirlerinden ne kadar uzak olduğunu öğrensinler.
Kuşkusuz bu, aslında daha kapsamlı, görüş ve düşüncenin boyutlarını aşan,
gözkamaştırıcı bir mesafedir.
5- (Ganimetlerin
bölüşümü sırasında karşılaştığın bu hoşnutsuzluk) tıpkı mü'minlerin bir
kesimi istemediği halde Rabbinin seni hak uğruna savaşmak için evinden
çıkarmasına benzer.
6- Onlar sanki göz
göre göre ölüme sürülüyorlarmış gibi, gerçek ortaya çıktıktan sonra seninle
tartışıyorlar.
7- Allah, iki
gruptan birinin hakkından geleceğinizi vadettiği zaman, siz güçsüz olan
grubun size düşmesini istediniz. Oysa Allah sözleri aracılığı ile gerçeği
yüceltmeyi ve kâfirlerin kökünü kazımayı, soylarını kurutmayı istiyordu.
8- Amaç, mücrimlerin
hoşuna gitmese de gerçeği yüceltmek ve batılı ortadan kaldırmaktı.
Ganimetler üzerindeki tasarruf yetkisinin Allah ve
peygamberine bırakılması, ganimetlerin aralarında eşitçe bölüştürülmesi,
bazı mü'minlerin bu eşitlikten memnun olmamaları, bundan önce de bazı
gençlerin ganimetin büyük kısmını kendilerine ayırmalarından dolayı bazı
kimselerin memnun olmayışı... Evet, bu durum, silahlı grupla savaşmak üzere
Allah'ın seni evinden hak üzere çıkarması, buna rağmen bazı mü'minlerin
savaştan memnun olmayışı durumuna benzemektedir... İşte bu ganimetleri elde
etmelerini sağlayan sonuç gözlerinin önündedir.
Daha önce Peygamberimizin hayatını anlatan
kitaplardan savaşta meydana gelen olayları sunmuştuk. Peygamberimiz kervanın
elden kaçmasından sonra yanındakilerle savaş için istişarede bulunup
Kureyş'in silahı ve gücüyle geldiğini belirtirken, Ebubekir ve Ömer -Allah
onlardan razı olsun- kalkıp güzel bir şekilde görüşlerini belirtmişlerdi.
Mikdat b Amr kalkmış ve "Ya Resulullah, Rabbinin emrini yerine getir.
Kuşkusuz biz seninle beraberiz. Allah'a andolsun ki, kendi peygamberlerine,
`git sen ve Rabbin savaşın, biz de sizinle birlikte savaşacağız'
diyeceğiz.." demişti. Ayrıca bunların muhacirlerin görüşü olduğunu
belirtmiştik. Peygamberimiz tekrar insanların görüşünü sorduğunda aralarında
bulunan Ensar kendilerinin kastedildiğini anlamış ve Sa'd b. Muaz Ensar
adına uzun, kesin ve tatmin edici bir konuşma yapmıştı.
Ne var ki, Ebubekir ve Ömer'in söyledikleri,
Miktad'ın görüşü, Sa'd b. Muaz'ın -Allah ondan razı olsun- konuşması,
Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun- birlikte Medine'den çıkan
herkesin görüşünü yansıtmıyordu. Bazısı savaşmak istememişti, karşı
çıkmışlardı. Çünkü savaşa hazırlıklı değillerdi, sadece kervanı koruyan
zayıf grupla savaşmak üzere çıkmışlardı. Kureyş'in atlısıyla, piyadesiyle,
yiğitleriyle, savaşçılarıyla yola çıktığını öğrendiklerinde, onlarla
karşılaşmaktan büyük bir memnuniyetsizlik belirtmişlerdi. İşte Kur'an'ın
ifade tarzının, yine Kur'an'ın eşsiz yöntemiyle tablosunu çizdiği
hoşnutsuzluk budur.
"(Ganimetlerin bölüşümü sırasında karşılaştığın bu
hoşnutsuzluk) tıpkı mü'minlerin bir kesimi istemediği halde Rabbinin seni
hak uğruna savaşmak için evinden çıkarmasına benzer."
"Onlar sanki göz göre göre ölüme sürülüyorlarmış
gibi, gerçek ortaya çıktıktan sonra, seninle tartışıyorlar."
Hafız Ebubekir b. Mürdeveyh Ebu Eyyüb el-Ensari'ye
dayanarak tefsirinde şu rivayete yer verir: "Biz Medine'deyken Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurdu: `Ebu Süfyan'ın kervanının
yaklaştığını haber aldım. Bu kervanı karşılamaya çıkmamızı ister misiniz?
Belki Allah onu bize ganimet olarak verir.' Biz de `evet' dedik. Hep
birlikte sefere çıktık. Bir veya iki gün yol aldıktan sonra, bize `Kureyş'le
savaşmaya ne dersiniz? Çünkü onlar sizinle savaşmak üzere yola çıkmışlar'
dedi. Biz de `hayır', vallahi bizim düşmanla savaşacak gücümüz yoktur, biz
sadece kervanı istemiştik' dedik. Sonra tekrar, `Kureyş'le savaşmaya ne
dersiniz?' dedi. Biz de yine aynı şeyleri söyledik. Bunun üzerine Mikdat b.
Amr, `Bu durumda Musa'nın kavminin Musa'ya dediği gibi, sen ve Rabbin gidin
savaşın, biz burada oturuyoruz demeyiz, ya Resulullah' dedi. Bunun üzerine
biz Ensar topluluğu büyük bir servetimiz olacağına Mikdat b. Amr'ın
dediklerini söylemiş olmayı arzulamıştık. Sonra yüce Allah peygamberine şu
ayeti indirdi:
"(Ganimetlerin bölüşümü sırasında karşılaştığın bu
hoşnutsuzluk) tıpkı mü'minlerin bir kesimi istemediği halde Rabbinin seni
bak uğruna savaşmak için evinden çıkarmasına benzer."
O gün müslümanların bir kesiminin gönlünde böyle
düşünceler geçmişti, bu yüzden savaşmak istememişlerdir. Nihayet onlar
hakkında Kur'an şöyle demişti: "Onlar sanki göz göre göre ölüme
sürülüyorlar." Bu da gerçek ortaya çıktıktan ve yüce Allah'ın kendilerine
iki gruptan birini va'dettiğini öğrendikten ve iki gruptan biri -kervan-
elden kaçtıktan sonra diğeriyle karşılaşmanın kaçınılmaz olduğunu, Allah'ın
onlarla karşılaşmalarını takdir ettiğini, ne olursa olsun ister kervan
olsun, ister savaşçılar olsun, ister zayıf ve silahsız olsun, ister
caydırıcı güçlü silahlara sahip olsun farketmez, zaferin kendilerine takdir
edildiğini bildikten sonra yeralıyordu.
Kuşkusuz bu, tehlike karşısında insan ruhunun
karakteristik özelliğini ortaya çıkaran bir durumdur. Burada kalben
inanılmış olmasına karşın realiteyle karşı karşıya kalmanın etkisi
belirginleşmektedir. Realite karşısında inancın gereklerini değerlendirirken
Kur'an'ın çizdiği bu tabloyu gözönünde bulundurmalı, insan ruhunun gücünü ve
pratikle karşılaşırken tereddüt geçireceğini unutmamalıyız. Dolayısıyla
kalbin inancı tamamıyle benimsenmiş olmasına rağmen gerek kendimizin,
gerekse bir insanın tehlike karşısında sarsıntı geçirdiğini gördüğümüzde
karamsarlığa kapılmamalıyız. Bu kişinin bundan sonra dirençli olması, yoluna
devam etmesi, tehlikeye pratik olarak karşı koyması ve bu ilk sarsıntıyı
yenmiş olması yeterlidir. Nitekim şu Bedir savaşına katılanlar için
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurmuştur: "Ne
biliyorsun? Belki de yüce Allah Bedir ehline şöyle bir bakmış ve
"Dilediğinizi yapın, kuşkusuz sizi affettim" demiştir..." Bu da
yeterlidir...
Müslüman kitle, yüce Allah'ın karşılaşmalarını
takdir ettiği topluluğun zayıf ve güçsüz topluluk olmasını arzulamıştı:
"Allah iki gruptan birinin hakkından geleceğini
va'dettiği zaman siz güçsüz olan grubun size düşmesini istediniz."
O gün müslüman kitle bunu istemişti. Yüce Allah'ın
onlar aracılığıyla, onlar için dilediği ise daha başka bir şeydi:
"...Oysa Allah sözleri aracılığı ile gerçeği
yüceltmeyi ve kâfirlerin kökünü kazımayı, soylarını kurutmayı istiyordu."
"Amaç mücrimlerin hoşuna gitmese de gerçeği
yüceltmek ve batılı ortadan kaldırmaktı."
Lütuf ve ihsan sahibi yüce Allah savaş çıkmasını
dilemişti, ganimet elde edilişini değil. Hakkı gerçekleştirip kalıcı kılmak,
batılı da geçersiz kılıp yok etmek için hakla batıl arasında bir çarpışmanın
meydana gelmesini dilemişti. Kâfirlerin kökünü kurutmayı istemişti. Onlardan
öldürülecek olanların öldürülmesini, tutsak edileceklerin tutsak edilmesini,
onlardan büyüklük taslayanların burunlarının yere sürtünmesini ve güçlerinin
kırılmasını, islâm bayrağının dolayısıyla Allah'ın sözünün yücelmesini
istiyordu. Yüce Allah kendi sistemi doğrultusunda hayatlarını sürdürmeleri
için müslüman kitleyi bölgeye etkin bir güç olarak yerleştirmeyi, bundan
sonra tüm yeryüzünde Allah'ın ilahlığını ilan edip tağutları yerle bir etmek
üzere harekete geçmelerini istiyordu. Aynı zamanda yüce Allah bu
yerleştirmenin hakedilmesini, ciddiyetten uzak başıbozuk bir şey olmamasını,
-Allah bu tür şeylerden uzaktır- bir emeğin, cihadın, realite dünyasında ve
savaş meydanında süren cihadın yükümlülük ve zorlukları sonucu olmasını
diliyordu.
Evet... Yüce Allah bu kitlenin bir ümmet olmasını
diliyordu. Güç ve iktidar sahibi bir devlet olmasını diliyordu. Gerçek
gücünü düşmanının gücüyle karşılaştırmasını, gücünün bir kısmıyla düşmanın
gücüne üstün gelmesini istiyordu. Zaferin sayı, mühimmat, mal, at ve
hazırlıkla gerçekleşmediğini, sadece kulların bağlılığının düzeyiyle
ilişkili olduğunu öğrenmelerini istiyordu. Bütün bunların da pratik bir
deneyim sonucu gerçekleşmesini, salt bir düşüncede ve kalpte yer eden soyut
bir inançtan ibaret kalmamasını diliyordu. Amaç, müslüman kitlenin geleceği
bakımından bütün bu pratik deneyimlerle hazırlıklı olmasını, her zaman ve
her yerdeki tüm müslüman toplumların, kendileri sayıca az, düşmanları çok da
olsa, kendileri maddi güç bakımından güçlü de olsa, her zaman düşmanlarına,
rakiplerine galip geleceklerine inanmalarını sağlamaktır. Çünkü iman ve
tuğyanın -azgınlığın- güçleri arasındaki kesin savaşın dışında bu gerçek bu
denli sağlam bir şekilde yer edemez gönüllerde.
Bugün yarın bu olaya bakan her kişi, o gün müslüman
kitlenin kendisi için istediği sonuçla yüce Allah'ın onlar için ïstediği
sonuç arasındaki büyük uçurumu, onların hayır sandıkları şeyle yüce Allah'ın
onlar için hayır olarak takdir ettiği şey arasındaki farkı görecektir. Bir
insan bu olaya baktığında bu denli büyük farklılığı görecektir. Ayrıca
insanların Allah'ın kendileri için seçtiği şeyden daha hayırlı bir şeyi elde
etme gücüne sahip olduklarını sandıklarında nasıl yanıldıklarını bilecektir.
Ötesinde akıllarına ve hayallerine gelmeyecek hayırlar bulunmasına rağmen,
kimi tehlikelerle karşılaştıklarında, biraz eziyet çektiklerinde, yüce
Allah'ın kendileri için seçtiği şeyden kaçındıklarını öğreneceklerdir.
Müslüman kitlenin kendisi için istediği nerede, yüce
Allah'ın onlar için dilediği nerede?.. Şayet güçsüz olan grupla karşılaşacak
olsalardı, bir ganimet alma hikâyesi olarak kalacaktı bu olay. Bir kervana
saldırıp onu ganimet alan bir kavmin olayı olarak bilinecekti Bedir savaşı.
Fakat Bedir savaşı, bir inanç olarak yer alır tarihte. Hakla batıl
arasındaki kesin zaferin ve ayrılığın olayı... Hakkın sayısal bakımdan
azınlık olmasına, hazırlık ve donatım açısından yetersiz olmasına rağmen,
her türlü silah ve mühimmatla donatılmış düşmanlarına galip gelmesinin
hikâyesi... Allah'a bağlanan ve kişisel zaaflardan kurtulan gönüllerin
kazandığı zafer... Hatta aralarında savaşmak istemeyen kimselerin de
bulunduğu bir avuç gönülün kazandığı zaferin olayı olarak tarihte yeralır
Bedir savaşı. Bu gönüller somut realitenin üzerine çıkarak güçlerin
hakikatine ve ölçülerinin yanılmazlığına inanarak hareket etmişler. Bu
yüzden önce kendi nefislerine, içinde bulundukları duruma üstünlük
sağlamışlar. Sonra da görünürde güçler dengesinin batıldan yana olduğu
savaşa girişmiş, kesin inançları sayesinde dengeyi tersine çevirmiş, hakkı
kesin bir şekilde üstün getirmişlerdi.
Dikkat edin, meydana geldiği koşullar itibariyle
Bedir savaşı insanlık tarihinde bir örnektir. Zafer ve yenilgi prensiplerini
realiteler dünyasında duyurmaktadır. Zafer ve yenilginin sebeplerini ortaya
çıkarmaktadır. Dikkat edin Bedir savaşı, her zaman ve mekânda tüm nesillerin
okuduğu açık bir kitaptır. Bu kitabın anlamı değişmediği gibi, mahiyeti de
değişmez. Bedir Allah'ın ayetlerinden bir ayettir. Yarattıkları için
yürürlüğe koyduğu kanunlardan bir kanundur. Yer-gök durdukça bu kanun
yürürlükte kalacaktır. Cahiliye tarafından istila edildikten sonra tekrar
yeryüzüne islâmı egemen kılmak için cihad hareketine girişen bugünkü
müslüman kitle, belirlediği kesin değerler ve ortaya çıkardığı insanların
kendileri için istediği ile Allah'ın onlar için istediğinin arasındaki
korkunç farkla birlikte Bedir savaşı üzerinde uzun uzadıya durmalıdır.
"Allah iki gruptan birinin hakkından geleceğinizi
va'dettiği zaman siz güçsüz olan grubun size düşmesini istediniz. Oysa Allah
sözleri aracılığı ile gerçeği yüceltmeyi ve kâfirlerin kökünü kazımayı,
soylarını kurutmayı istiyordu."
"Amaç, mücrimlerin hoşuna gitmese de gerçeği
yüceltmek ve batîlı ortadan kaldırmaktı."
Bugün insanların dünyasında ve realiteler aleminde
bu dini yeniden diriltmek için mücadeleye girişen müslüman kitle, kuşkusuz
hareket açısından ilk müslüman kitlenin Bedir günü bulunduğu aşamada
değildir. Ancak Bedir'in genel ölçüleri, değer ve direktifleri, sebep ve
sonuçları ve Kur'an'ın Bedir savaşına ilişkin değerlendirmeleri, hareketin
her aşamasında müslüman kitlenin karşısına çıkacak, onu yönlendirecektir.
Çünkü bunlar yer-gök durdukça ve yeniden islâmî dirilişi gerçekleştirmek
için cahiliyeye karşı cihad eden bir müslüman kitle bulundukça varolması
kaçınılmaz olan genel ve sürekli kurallardır.
ÇAĞLARI KUŞATAN
ZAFERİN ATMOSFERİ
Sonra surenin akışı, savaşın meydana geldiği
atmosferi, yaşanan şartları, yani o ortamı sunmaya devam ediyor. Amaç
durumlarının ne olduğunu, yüce Allah'ın onları nasıl yönlendirdiğini,
Allah'ın yönlendirmesinin bir eseri olan zaferin nasıl kazanıldığını iyice
açığa çıkarmaktır. Kur'an'ın eşsiz ifadesi, savaşı bir daha yaşamaları için
sahneleri, olayları, heyecan ve korkularıyla birlikte olayı yeniden
canlandırıyor. Ancak Kur'an'ın direktiflerinin ışığında, Bedir'i, Arap
Yarımadası'nı ve tüm yeryüzünü aşan, göklere ve yüceler alemine kadar uzanan
gerçek boyutlarını görüyorlar. Nitekim bu olay zaman bakımından Bedir
gününü, Arap Yarımadası'nın tarihini aşıp dünya hayatının ötesinde her
davranışın gerçek karşılığının verildiği, müslüman kitlenin Allah'ın
ölçüsündeki değerini, bu dinle hareket etmesinin amellerinin mükafatını ve
üstün konumunu gördüğü Kıyamet gününe, yani son hesaba kadar uzanıyor.
9- Hani siz
Rabbinizden yardım istediğinizde Allah bu çağrınıza 'Ben size ardarda
gelecek bin kişilik bir melek ordusu ile yardım edeceğim' diye cevap verdi.
10- Allah sadece
müjde olsun ve kalpleriniz güven bulsun diye size bu yardımı yaptı. Zaten
yardım, zafer doğrudan doğruya Allah katındandır. Hiç kuşkusuz Allah üstün
iradeli ve hikmet sahibidir.
11- Hani Allah,
korkunuzu gidermek için sizi hafif bir uykuya daldırmıştı. Ayrıca sizi
temizlemek, şeytanın vesvesesinden arındırmak, kalplerinizi pekiştirip
kaynaştırmak ve ayaklarınızın yere sağlam basmasını sağlamak için size
gökten su indirdi.
12- Hani Rabbin
meleklere "Ben sizinle beraberim, mü'minleri yüreklendirin, ben kafirlerin
kalplerine korku salacağım, vurun boyunlarını, indirin darbelerinizi
parmaklarına,' diye vahyetti.
13- Şundan dolayı
ki, onlar Allah'a ve Peygamber'e karşı çıktılar. Kim Allah'a ve Peygamber'e
karşı çıkarsa bilsin ki, Allah'ın azabı ağırdır.
14- İşte size
Allah'ın azabı, tadınız onu. Ayrıca kâfirler için cehennem azabı da vardır.
Savaş bütünüyle Allah'ın emri, iradesi, tedbir ve
takdiriyle meydana gelmiş; O'nun ordusu ve yönlendirmesiyle sürmüştü. Bu
ordu, olmuş bitmiş bir sahneyi şu anda oluyormuş gibi sunan Kur'an'ın
tasvirli, hareketli ve canlı ifadelerinde tüm hareketleri ve adımlarıyla
açıkça görülmektedir.
Yardım isteme olayına gelince, İmam Ahmed Ömer b.
Hattab'dan -Allah ondan razı olsun- şöyle rivayet eder: "Bedir günü
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- arkadaşlarına baktı, üçyüz
küsûr kişi, müşriklere baktı, binden fazla... (Diğer rivayetlerde
müşriklerin sayılarının binle-dokuzyüz arasında olduğu geçmektedir.) O zaman
Peygamberimiz üzerinde hırkası ve zırhı olduğu halde kıbleye döndü,
"Allah'ım bana va'dettiğin zaferi ver. Allah'ım şayet şu müslüman topluluğu
helâk edersen, yeryüzünde sana kulluk eden kalmaz" diye dua etti. Ömer diyor
ki, sürekli Rabbine dua ediyor, yardım istiyordu. Ta ki, hırkası
omuzlarından düştü. Ebubekir hırkayı alıp Peygamberimizin üzerine attı ve
onu arkadan kucaklayıp, "Ey Allah'ın peygamberi, Rabbine bu kadar yakarışın
yetişir, O sana va'dettiği zaferi verecektir" dedi. Bunun üzerine yüce Allah
şu ayeti indirdi: "Hani siz Rabbinizden yardım istediğinizde Allah bu
çağrınıza, `Ben size ardarda gelecek bin kişilik bir melek ordusu ile yardım
edeceğim' diye cevap verdi."
Bedir günü müslümanlara yardım için gönderilen
melekler, sayıları, ne şekilde savaşa katıldıkları, savaşta dayanıklılık
gösteren mü'minlere ve yenik müşriklere neler söyledikleri konusunda birçok
ayrıntılı rivayet yeralmıştır. Ne var ki, biz -şu tefsirde takip ettiğimiz
yöntem uyarınca- bunun gibi gayb dünyasına ilişkin durumlarda Kur'an ya da
sünnette yeralan kesin açıklamalarla yetiniyoruz. Buradaki Kur'an
ayetleriyse, bizim için yeterlidir: "Hani siz Rabbinizden yardım
istediğinizde Allah bu çağrınıza `Ben size ardarda gelecek bin kişilik bir
melek ordusu ile yardım edeceğim' diye cevap verdi."
İşte sayılar... "Hani Rabbin meleklere `Ben sizinle
beraberim, mü'minleri yüreklendirin, ben kâfirlerin yüreklerine korku
salacağım, vurun boyunlarına, indirin darbelerinizi, parmaklarına' diye
vahyetti." Yaptıkları da budur. Bunun ötesinde ayrıntılara girmenin gereği
yoktur. Çünkü Kur'an ayetinde belirtilenler yeterlidir. Kendileri sayısal
bakımdan az, düşmanlarıysa çok çok fazla olduğu böyle bir günde, yüce
Allah'ın müslüman kitlenin ve bu dinin durumuyla yüceler aleminden yüce
Allah'ın sözleriyle nitelediği gibi fiili bir şekilde ilgilendiğini bilmemiz
yeterlidir.
Buharî, "Meleklerin Bedir savaşına katılmaları"
bölümünde şöyle der: "Bize İshak b. İbrahim anlattı; bize Cerir anlattı, o
da Yahya b. Said'den, o da Muaz b. Rifae b. Rafi ez Zerkî'den, o da
babasından (babası Bedir savaşına katılan müslümanlardandı) şöyle anlattı:
Cebrail -selâm üzerine olsun- Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun-
geldi ve `Aranızda Bedir savaşana katılanları nasıl biliyorsunuz?' dedi.
Peygamberimiz de, `müslümanların en üstünleri' -veya buna benzer bir söz-
dedi. Cebrail,"`Bedir savaşına katılan melekler de öyle' dedi. (Bu hadisi
sadece Buharî rivayet etmiştir.)
"Hani siz Rabbinizde Allah bu çağrınıza `Ben size
ardarda gelecek bin kişilik bir melek ordusu ile yardım edeceğim" diye cevap
verdi."
"Allah sadece müjde olsun ve kalpleriniz güven
bulsun diye size bu yardımı yaptı. Zaten yardım, zafer doğrudan doğruya
Allah katındadır. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir."
Yardım istediklerinde Rabbleri onlara cevap vermiş
ve ardarda gelen bin kişilik melek ordusuyla yardım edeceğini bildirmişti.
Bu olayın büyüklüğüne ve müslüman kitle ile bu dinin Allah'ın ölçüsündeki
değerine işaret etmesine rağmen, yüce Allah müslümanların bu sonucu doğuran
herhangi bir sebep olduğunu düşünmelerine imkân vermiyor, müslümanın
inancını ve düşüncesini düzeltmek için olayı kendisine bağlıyor. Yüce
Allah'ın verdiği cevap, gönderdiği yardım ve şu haber... Evet tüm bunlar
müjdeden ve kalplere güven duygusunu vermekten başka bir şey değildir. Yoksa
zafer kesinlikle Allah katındandır ve başka türlü de olamaz. Burada Kur'an
ayetlerinin akışında belirginleşen inanca ilişkin gerçek budur. Böylece
müslümanın gönlünün herhangi bir sebebe bağlanması önlenmiş olur.
Müslümanlara düşen, varolan tüm güçlerini
sarfetmeleri, pratik tehlike karşısında aralarında bazılarının başına
geldiği ilk sarsıntının üstesinden gelmeleri ve Allah'ın yardımına güvenerek
O'na itaat etmeye devam etmeleridir. Görevlerini yerine getirmiş olmaları
için bu yeterlidir. Bundan sonra kendilerini yönlendiren ve hayatlarını
planlayan ilahî güç devreye girecektir. Bunun ötesi, pratik tehlike
karşısında mü'min gönüllere yönelik müjde, güven ve destektir. Savaş
meydanında kendine güven duyması ve direnç gösterebilmesi için mü'min
kitlenin, Allah'ın ordusunun kendileriyle beraber olduğunun bilincinde
olması yeterlidir. Bundan sonra zafer sadece Allah katından gelir. Çünkü
O'ndan başkası zafer vermeye güç yetiremez. O, "Üstün iradelidir." İşini
yerine getirmeye kadir ve etkindir. O, "Hikmet sahibidir." Her olayı yerli
yerinde çözümler.
"Hani Allah, korkunuzu gidermek için sizi hafif bir
uykuya daldırmıştı. Ayrıca sizi temizlemek, şeytanın vesvesesinden
arındırmak, kalplerinizi pekiştirip kaynaştırmak ve ayaklarınızın yere
sağlam basmasını sağlamak için size gökten su indirdi."
Savaş öncesi müslümanları bürüyen uyku hikâyesi
ilginç psikolojik bir hikâyedir. Böyle bir şey ancak Allah'ın emri, takdiri
ve yönlendirmesiyle olabilir. Müslümanlar daha önce hesaplayamadıkları, o
ölçüde hazırlık yapmadıkları bir tehlikeyle karşı karşıya gelip kendilerinin
de sayısal bakımdan çok az olduklarını görünce paniğe kapılmışlardı. O
sırada birden bire uykuya dalmışlardı. Uyandıklarında içlerini huzur
kaplamıştı, gönüllerini güven duygusu sarmıştı. (Uhud gününde de böyle
olmuştu. Tekrar paniğe kapılmışlardı. Yine uyku bürümüştü onları. Sonunda
güven duygusu doldurmuştu içlerini).
Bir gün batımında bu ayetleri düşünüyorum.
Müslümanları bürüyen bu uykuya ilişkin rivayetleri inceliyordum. Olayı
meydana gelmiş ve Allah'dan başka kimsenin sırrını bilemediği ve yine O'nun
haber verdiği bir olay olarak algılıyordum. Sonra birdenbire bir sıkıntıya
girdim. Sebebini bilmediğim korkunç sıkıntılı anlar yaşadım. Derinden derine
ızdırap çekiyordum. Sonra birkaç dakikayı geçmeyecek hafif bir uyuklama aldı
beni. Daha öncekinden farklı bir insan olarak uyandım. Ruhum sakinleşmiş,
kalbim durulmuştu. Gönlüm derin bir güven ve huzur havası içinde yüzüyordu.
Bu nasıl olmuştu? Bu ani değişim nasıl gerçekleşmişti, bilmiyordum. Ancak
ben bundan sonra Bedir ve Uhud'da meydana gelen olayı kavramıştım. Bu sefer
tüm benliğimle kavramıştım, aklımla değil. Zihnimde canlı bir olgu olarak
algılıyordum. Salt düşünce olarak değil. Bu olayda gizliden ve dolaysız
olarak işlevini yerine getiren Allah'ın elini görüyordum. Artık içim huzur
dolmuştu. Hiç kuşku yok ki, o sırada uykuya dalmaları, bunun sonucunda
kalplerinin güven duygusuyla dolması, yüce Allah'ın Bedir gününde mü'min
kitleye yönelik yardımlarından biriydi.
"Yuğaşşikum", "en-Nuas ve "emeneten" kelimeleri
latif ve şeffaf bir ortam oluşturuyorlar. Sahnenin genel atmosferini ve
mü'minlerin o günkü durumunu tasvir ediyorlar. Müslümanların o gün
yaşadıkları iki durumu birbirinden ayıran bu psikolojik anın değeri
belirginleşmektedir.
Su olayına gelince:
"(...) Sizi temizlemek, şeytanın vesvesesinden
arındırmak, kalplerinizi pekiştirip kaynaştırmak ve ayaklarınızın yere
sağlam basmasını sağlamak için size gökten su indirdi."
Savaşın eşiğinde, yüce Allah'ın müslüman kitleye
yönelik yardımlarından biri de buydu.
Ali b. Talha, Abdullah İbn-i Abbas'dan şöyle rivayet
eder: `Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Bedir'e vardığında
karargâh kurdu. Müşriklerle su arasında ise bir kum tepesi vardı. Bu,
müslümanların moral açısından çökmelerine neden oldu. Şeytan da içlerine
öfke salıp şu vesveseyi telkin ediyordu: `Siz hem kendinizi Allah'ın
dostları sanıyorsunuz. Aranızda da Allah'ın peygamberi var. Oysa suyu ele
geçirmede müşrikler size üstünlük sağladılar. Siz cünüp mü namaz
kılacaksınız?' Bunun üzerine yüce Allah şiddetli bir yağmur yağdırdı.
Müslümanlar hem içtiler, hem de temizlendiler. Böylece yüce Allah şeytanın
vesvesesini geçersiz kıldı. Yağmurdan dolayı kum da sıkıştı. İnsanlar ve
hayvanlar rahatça yol alıyordu. Nihayet müşriklere yaklaştılar. Allah
peygamberine bin kişilik bir melek ordusunu yardıma gönderdi. Beşyüz kişilik
grubunda Cebrail, diğer beşyüz kişilik grubunda da Mikail yer alıyordu.
Bu olay, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine
olsun- Habbab b. Münzir'in görüşüne uyup Bedir kuyusunun başında
konaklamasından ve diğer kuyuları kapatmasından önce meydana gelmişti.
Bilindiği gibi Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- Bedir'e vardığında en yakın su kuyusunun -yani bulduğu ilk su
kuyusunun- başında konaklamıştı. Bunun üzerine Habbab b. Münzir yanına
varıp, "Ya Resulallah burada konaklamanı emreden yüce Allah mıdır? Yani bunu
değiştiremez miyiz?.. Yoksa bir savaş taktiği ve hilesi olarak mı burayı
seçtin?" dedi. Peygamberimiz, "Bir savaş taktiği ve hilesi olarak burayı
seçtim" dedi. Bunun üzerine Habbab, "Ya Resulallah, burası uygun bir yer
değildir. Gidip Kureyş'e en yakın kuyunun başına konaklayalım diğer kuyuları
da kapatalım. Bir havuz açıp su dolduralım. Böylece bizim suyumuz olurken,
onlarınki olmaz" dedi. Peygamberimiz harekete geçip dediklerini yaptı.
(İbn-i Kesir tefsirinden.)
Yüce Allah'ın Bedir savaşına katılan kitleye
hatırlattığı bu durum -Habbab b. Münzir'in tavsiyesine uyulmadan önce işte
bu gecede meydana gelmişti. Bu gecede gönderilen yardım ise, çift yönlü bir
yardımdır, hem maddi, hem psikolojik bir yardımdır. Su, çölde bir zafer
aracı olmasının yanında, hayat unsurudur da. Çölde suyu kaybeden ordu,
çarpışmadan önce moral kaybetmiş demektir. Sonra içinde bulunulan ortama
eşlik eden bu psikolojik durum ve şeytanın bunu istismar etmesi, suyun
yokluğundan dolayı gerekli temizliğin yapılamaması dolayısıyla namaz
kılmanın zorlaşması durumudur. (O sıralarda henüz teyemmüm izni
verilmemişti. Bu izin daha sonraları Hicri beşinci senede Beni Mustalik
savaşında verilmişti) Bu noktada telkinler ve vesveseler harekete geçiyor.
Böyle bir sıkıntı ve psikolojik çöküntü havası içinde savaşa giren gönüller,
içten içe sarsılmış ve ruhsal olarak bozguna uğramış bir şekilde savaşa
giriyorlar demektir. İşte bu noktada yetişiyor yardım, böyle bir ortamda
geliyor ilahi destek.
"(...) Sizi temizlemek, şeytanın vesvesesinden
arındırmak, kalplerinizi pekiştirip kaynaştırmak ve ayaklarınızın yere
sağlam basmasını sağlamak için. size gökten su indirdi."
Psikolojik yardım maddi yardımla tamamlanıyor. Suyun
bulunmasıyla kalpler duruluyor. Gerekli temizlik yapılarak ruhlar huzura
kavuşuyor. Yerin sertleşmesi ve kumların sıkışması sonucu ayakların yere
sağlam basması sağlanıyor.
İMAN ve SEBAT
Bütün bunlar, yüce Allah'ın mü'minleri
yüreklendirmelerine ilişkin olarak meleklere vahyettiklerinin, kâfirlerin
gönüllerine korku salacağına ilişkin va'dinin ve savaşa fiilen katılmalarına
ilişkin meleklere yönelik emrinin yanında yeralıyor:
"Hani Rabbin, meleklere `Ben sizinle beraberim,
mü'minleri yüreklendirin, ben kâfirlerin kalplerine korku salacağım, vurun
boyunlarını, indirin darbelerinizi parmaklarına' diye vahyetti."
Dehşet verici bir durum bu. Yüce Allah'ın savaşta
meleklerle beraber olması ve meleklerin savaşta müslüman kitlenin yanında
yeralması. Bu durumla, "Melekler ne şekilde savaşa katılmışlar? Kaç kişiyi
öldürmüşler? Nasıl öldürmüşler?" gibisinden araştırmalara girmekle uğraşmak
doğru olmaz. Bu ortama ilişkin en büyük gerçek işte bu gerçektir. Müslüman
kitlenin yeryüzünde bu din uyarınca harekete geçmesi olağanüstü bir olaydır.
Yüce Allah'ın savaşta meleklerle beraber olmasını, meleklerin de müslüman
kitleyle birlikte savaşa katılmalarını hakedecek dehşet verici bir durumdur
bu.
Biz yüce Allah'ın yarattıklarından melek adı verilen
yaratıkların varlığına inanıyoruz. Ancak onların yaratıcısının onlara
ilişkin olarak bildirdiklerinden başka onların mahiyetlerine ilişkin
herhangi bir şey bilmiyoruz. Aynı şekilde Kur'an ayetinin açıkladığının
dışında müslümanların Bedir savaşında zafer kazanmalarında katkılarının
mahiyetini de bilmiyoruz. Rabbleri onlara, "Ben sizinle beraberim" diye
vahyetmiş, müslümanları yüreklendirin diye emretmiş, onlar da yapmışlar.
-Çünkü onlar emredileni yaparlar- Ama nasıl yapmışlar, işte onu bilmiyoruz.
Yüce Allah onlara müşriklerin boyunlarını vurmalarını, parmaklarına darbeler
indirmelerini emretmiştir. Yine mahiyetini bilmediğimiz bir şekilde
söylenenleri yapmışlardır. Bu durum, meleklerin tabiatına ilişkin olarak
bizim kavrama yeteneğimizi aşan bir durumdur. Bu konuda yüce Allah'ın bize
öğrettiklerinden başka bir şey bilmiyoruz. Aynı şekilde yüce Allah
kâfirlerin kalplerine de korku salacağını va'detmişti. Nitekim olmuştu da.
Çünkü onun va'di gerçektir. Yine biz, bunun da nasıl gerçekleştiğini
bilemeyiz. Yaratan Allah'tır. Ve yarattıklarını en iyi O bilir. Çünkü O
kişiyle kalbi arasına girer. Ve O insana şah damarından daha yakındır.
Bu tür fiillerin mahiyetlerini ayrıntılı biçimde
kurcalamak, bu inancın ve bu inanç uyarınca girişilen pratik hareketin
tabiatından olan ciddilikle bağdaşmaz. Ne var ki, insanların bunu
kurcalamaları, bu dinde yeralan gerekli ideallerden uzaklaştıkları düşünsel
ölçüsüzlüktür. Bunlar akıllara ve ruhlara egemen olduğu sonraki çağlarda,
islâmi mezheplerin ve kelâm ilminin konuları arasına girmiştir. Oysa savaşta
yüce Allah'ın meleklerle birlikte olmasının, meleklerin de müslüman kitlenin
yanında savaşa katılmalarının dehşet verici işaretlerinin boyutları üzerinde
durmak çok daha yararlı ve yerinde olacaktır.
Bu gözden geçirmenin sonunda ve bu dehşet verici
gerçeği olanca açıklığıyla belirginleştiren bu olağanüstü sahnenin ardında,
bütün savaşların ve savaşlarda meydana gelen zafer ve yenilgilerin ötesinde
yeralan ve bu işlerin meydana gelişine yön veren kural ve kanuna ilişkin
aydınlatıcı bir açıklama yeralıyor:
"Şundan dolayı ki, onlar Allah'a ve Peygamber'e
karşı çıktılar. Kim Allah'a ve Peygamber'e karşı çıkarsa bilsin ki, Allah'ın
azabı ağırdır."
Kuşkusuz, yüce Allah'ın müslüman kitleye yardım
etmesi ve müslüman kitlenin düşmanlarına korkuyu musallat etmesi, aynı
şekilde meleklerin onlarla birlikte savaşta yeralması bir defalık bir olay,
ya da geçici bir rastlantı değildir. Bunun nedeni kâfirlerin Allah'a ve
Peygamber'e karşı bir çizgi benimsemeleri Allah ve Peygamber'in safından
başka bir saf edinmeleridir. Allah'ın yolundan insanları alıkoyan ve onları
Allah'ın hayat sisteminden başkasına uymaya yönelten bu zıt ve karşıt tutumu
sergilemeleridir.
"(...) Kim Allah'a ve Peygamber'e karşı çıkarsa
bilsin ki, Allah'ın azabı ağırdır."
Kendisine ve peygamberine karşı çıkanlara ağır
azabını gönderir. Kuşkusuz O, onları cezalandırmaya kadirdir. Onlarsa buna
karşı koyamayacak kadar zayıftırlar.
Bu bir kuraldır, değişmez bir yasadır, bir defalık
rastlantı değildir. Yeryüzünde tek başına Allah'ın ortaksız ilahlığını
duyurmak ve sadece O'nun hayat sistemini egemen kılmak için müslüman kitle
harekete geçtiği ve düşmanları Allah'a ve Peygamber'e karşı çıkış tavrını
sergiledikleri sırada yürürlüğe giren temel bir kural, değişmez bir yasadır
bu. Evet böyle bir durumda müslümanları yüce Allah yüreklendirir, onlara
zafer verir. Korku ve yenilgi ise, Allah'a ve Peygamber'e karşı çıkanlar
içindir. Ancak müslüman kitle yolunda dosdoğru hareket ettiği, Rabbine
güvendiği ve sadece ona dayanarak yolaldığı sürece...
Sahnenin sonunda, yüce Allah, Allah'a ve Peygamber'e
karşı çıkanlara hitab ediyor... Şu dünyada yaşadığınız korku ve ağır yenilgi
size verilecek cezanın tamamı değildir. Çünkü bu din, O'nun direktifleri
uyarınca hareket etmemek ve bu dinin yoluna dikilmek, sırf bu dünyayı
ilgilendiren bir durum değildir, yalnızca bu dünya hayatının işi değildir.
Şu yeryüzünün ötesine uzanan, şu hayatı aşan bir durumdur. Boyutları şu
yakın uzaklıkların ötesine varmaktadır.
"İşte size Allah'ın azabı, tadınız onu. Ayrıca
kâfirler için cehennem azabı da vardır."
Yolun sonu budur. Yaşadığınız korku, ağır yenilgi,
boyunlarınıza ve parmaklarınıza yediğiniz darbelerle mukayese kabul etmeyen
azap işte budur...
MADDİ TECHİZAT VE
TESLİMİYET
Şimdi... Kuşkusuz müslümanlar savaşın sahnelerini ve
savaşın meydana geldiği koşulları yeniden yaşamışlardı. Onlara savaş
meydanında işlevini yerine getiren Allah'ın eli, tedbiri, yardımı ve desteği
gösterilmişti. Dolayısıyla savaş meydanında Allah'ın takdirine ve gücüne
perde olmaktan başka bir işlevlerinin olmadığını öğrenmişlerdi. Peygamberi
hak üzere evinden çıkaran Allah'tı. Onu gösteri, haksızlık ve azgınlık için
çıkarmamıştı. Kâfirlerin kökünü kurutmak gibi dilediği bir iş için iki
gruptan biriyle karşılaşmalarını takdir eden yüce Allah'dı.
"Amaç mücrimlerin hoşuna gitmese de gerçeği
yüceltmek ve bâtılı ortadan kaldırmaktı."
Ardarda gelen bin kişilik bir melek ordusunu onlara
yardım için gönderen yine Allah'tı. Kendilerine güvenmelerini sağlayan,
uykuyu veren; temizlenmeleri, şeytanın vesvesesinden kurtulmaları,
gönüllerini kaynaştırmaları ve ayaklarını yere sağlam basmaları için gökten
su indiren Allah'tı. Mü'minleri yüreklendirmelerini meleklere vahyeden ve
kâfirlerin gönüllerine korku salan yine Allah'tı. Meleklerin savaşa
katılmalarını sağlayan, kâfirlerin boyunlarını vurmalarını ve müşriklerin
parmaklarına darbeler indirmelerini emreden Allah'tı. Malsız, desteksiz ve
hazırlıksız çıktıkları seferde bunca ganimeti almalarını sağlayan ve onları
lütfuyla rızıklandıran yine Allah'tı.
Şimdi... Kuşkusuz Kur'an'ın akışı tüm bunları
sunmuş, gönüllerinde yeniden yaşatmış, gözlerinin önünde canlandırmıştı. Bu
sunuş, insanın tedbirlerine, sayı ve hazırlık gücüne dayanmayan, tersine
Allah'ın tedbirine, takdirine, yardım ve desteğine, aynı şekilde sadece O'na
dayanmaya, sırf O'na sığınmaya, O'ndan yardım istemeye ve O'nun tedbir ve
takdirine göre hareket etmeye dayanan kesin zaferden bir tabloyu
içermektedir.
Bu sahnenin gönüllerde yerettiği, gözler önünde
canlandığı şu anda... Gönüllerin direktiflere karşılık vereceği en uygun
ortamın oluştuğu şu anda... Evet işte bu anda mü'minlere bu sıfatlarıyla
yönelik, kâfirlerle karşılaştıklarında direnmelerine, yenilgi ve kaçıştan
ötürü arkalarına dönmemelerine ilişkin bir emir yeralıyor. Nasıl olsa zafer
ve yenilgi, insanların iradesinden üstün bir iradeye, insanların gördükleri
sebeplerin dışındaki sebeplere bağlıdır. Nasıl olsa her işi olduğu gibi
savaşı da yönlendiren Allah'tır. Mü'minlerin eliyle kâfirleri öldüren O'dur.
O'dur atılan oku hedefine ulaştıran. Mü'minler Allah'ın gücüne perde
konumundadırlar. Yüce Allah cihad ve o esnada yaşadıkları sıkıntılardan
dolayı sevap diliyor onlar için. Kâfirlerin gönüllerine korku salan,
planlarını boşa çıkaran, Allah'a ve Peygamber'e karşı çıktıklarından dolayı
onlara dünya ve ahiret azabını tattıran Allah'dır.
15- "Ey mü'minler,
kâfirlerin üzerinize doğru ilerleyen ordusu ile karşılaştığınız zaman sakın
onlara arkanızı dönmeyeniz. "
16- Savaş taktiği
gereğince yer değiştirme ya da başka bir birliğe katılma amaçları dışında o
gün kim kâfirlere arka dönerse, Allah'ın gazabına uğramış olarak döner. Onun
varacağı yer cehennemdir. Orası ne fena bir dönüş yeridir.
17- Müşrikleri
öldüren siz değildiniz, fakat Allah öldürdü onları. Onlara doğru toprak
atarken, sen atmadın, fakat Allah attı. Allah kendi keremi ile mü'minleri
güzel bir sınavdan geçirmek için bunu böyle yaptı. Hiç kuşkusuz Allah
işitendir, bilendir.
18- Bunların
yanısıra Allah kâfirlerin tuzaklarını boşa çıkarandır.
Kur'an'ın ifadesinde sakındırmadaki kesinlik,
cezalandırmadaki korkunçluk ve Allah'ın öfkesi ile ateşe dönüşte tehdit
belirginleşmektedir.
"Ey mü'minler, kâfirlerin üzerinize doğru ilerleyen
ordusu ile karşılaştığınız zaman sakın onlara arkanızı dönmeyiniz."
"Savaş taktiği gereğince yer değiştirme ya da başka
bir birliğe katılma amaçları dışında o gün kim kâfirlere arka dönerse,
Allah'ın gazabına uğramış olarak döner. Onun varacağı yer cehennemdir. Orası
ne fena bir dönüş yeridir."
Bunun anlamı şudur: Ey mü'minler kâfirlere doğru
ilerlediğinizde, yani bir-. birïnize yaklaşıp karşı karşıya geldiğinizde,
onlardan kaçmayın, ancak bir savaş taktiği gereği, daha iyi bir mevzi
belirlediğinizde ya da daha sağlam bir plan düşündüğünüzde veya başka bir
birliğe katılmak istediğinizde yahut tekrar savaşa devam etmek için gerideki
müslümanlara katılmak istediğinizde geriye dönebilirsiniz. Yoksa geriye
dönen ve ileriye hareket edildiği bu günde, düşmana arkasını dönen şu azabı
haketmiştir: Allah'ın öfkesini çekmeyi ve cehenneme dönüşü...
Bu hükmün Bedir savaşına ya da Peygamberimizin
-salât ve selâm üzerine olsun- katıldığı savaşlara özgü olduğunu kabul eden
bazı görüşler vardır. Ancak çoğunluk bu hükmün genel olduğu ve düşman
saldırısı karşısında geri kaçmanın yedi büyük günahtan biri olduğu
görüşündedir. Nitekim Buhari ve Müslim Ebu Hureyre'den -Allah ondan razı
olsun- öyle rivayet ederler: "Peygamberimiz `Yedi büyük günahtan sakının"
buyurdu. `Hangileridir bunlar, ya Resulullah?' denildi. "Allah'a ortak
koşmak, sihir, haksız yere Allah'ın haram kıldığı cana kıymak, faiz yemek,
yetimin malını yemek, düşman karşısında geri kaçmak, bir şeyden habersiz
iffetli mü'min kadınlara zina iftirasını atmak" buyurdu.
Cessas `Ahkâm'ul Kur'an" adlı eserinde bu konuda
geniş bir açıklamaya yer verir. Buraya almakta bir sakınca görmüyoruz:
"Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Savaş taktiği
gereğince yer değiştirme ya da başka bir birliğe katılma amaçları dışında o
gün kim kâfirlere arka dönerse..." Ebu Nadra Ebu Said'den, `Bunun Bedir günü
için geçerli olduğunu" rivayet eder. Ebu Nadra diyor ki, "Çünkü onlar o gün
kaçmış olsalardı, müşriklere sığınmış olacaklardı. Onların dışında o gün
başka müslüman yoktu çünkü... "Ebu Nadra'nın bu sözleri doğru değildir.
Çünkü Ensar'dan birkaç kişi Medine'de kalmıştı. Peygamberimiz onların sefere
çıkmalarını emretmemişti. Onlar da savaşılacağını tahmin etmemişlerdi.
Sadece kervanın hedeflendiğini sanmışlardı. Peygamberimiz de kendisiyle
birlikte çabuk davrananlarla yola çıkmıştı. Dolayısıyla Ebu Nadra'nın,
`Onların dışında müslüman yoktu, bu yüzden düşmandan kaçsalardı müşriklere
sığınmış olacaklardı' sözleri belirttiğimiz gibi yanılgının ifadesidir.
Şöyle de denmiştir. Onların düşmandan kaçışları caiz olmazdı, çünkü
Peygamber'le birlikte bulunuyorlardı. Ondan uzaklaşmaları doğru olamazdı.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Medineliler'e ve çevrelerinde bulunan
bedevilere, savaşta Allah'ın peygamberinden geri kalmak, kendilerini ona
tercih etmek yaraşmaz.." (Tevbe Suresi, 120)
Peygamberlerini yardımsız bırakmak, ondan uzaklaşmak
ve onu düşmana teslim etmek doğru olmazdı. Gerçi yüce Allah ona yardım
etmeyi ve insanlara karşı onu korumayı üzerine almıştır. Nitekim yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Allah seni insanlardan korur." Ne var ki, düşmanın sayısı
az da olsa, çok da olsa, Peygamber'in yanında yeralmak, ondan uzaklaşamamak
müslümanların yerine getirmek zorunda oldukları bir farzdı. Ayrıca Peygamber
-salât ve selâm üzerine olsun- o gün müslümanların grubu, birliği
niteliğindeydi. Savaştan çekilmek zorunda kalanın, bu geri çekilmesi
herhangi bir birliğe, gruba katılma şartına bağlı olarak doğru olabilirdi.
Bu birlik ve bu grup da o gün için Peygamber'in şahsında somutlaşıyordu.
Onun dışında da bir birlik, bir grup sözkonusu değildi. Abdullah İbn-i Ömer
der ki: Bir askeri birlikte yeralıyordum. İnsanlar birer birer dağılınca,
biz de Medine'ye döndük ve `Biz firar ettik' dedik. Bunun üzerine
Peygamberimiz, `Ben sizin birliğinizim' dedi. Kim Peygamber'den uzak bir
,yerde kâfirlerden kaçmak zorunda kalırsa, Peygamber'in yanındaki birliğe
katılmak üzere geri çekilmesi doğrudur. Ancak Peygamber beraberlerinde
bulunuyorsa, bir de katılacakları diğer bir birlik sözkonusu değilse, kaçmak
ve Peygamber'i yalnız bırakmak caiz değildir.
Hasan Basri, yüce Allah'ın "O gün kim kâfirlere arka
dönerse..." sözü hakkında, "Bu, Bedir ehline yönelik bir hitaptır" der. Yüce
Allah şöyle buyuruyor: "İki topluluğun karşılaştığı gün savaştan geri
dönenlerinizi şeytan bazı günahkâr duyguları yüzünden ayartmaya girişmişti
Ama Allah onları yine de affetti. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve halimdir."
(Al-i İmran, 155) Çünkü onlar düşman karşısında Peygamber'i -salât ve selâm
üzerine olsun- yalnız bırakıp kaçmışlardı. O zaman yüce Allah onlar hakkında
şöyle demişti: "Hani, o gün sayıca çok oluşunuz hoşunuza gitmiş,
böbürlenmenize yolaçmıştı da bu kalabalık size hiçbir yarar sağlamamıştı;
yeryüzü onca genişliğine rağmen size dar gelmişti de sonra arkanızı dönüp
kaçmıştınız." (Tevbe, 25) Düşman sayı bakımından az da olsa, çok da olsa
Peygamber'le birlikte oldukları zaman onlara ilişkin hüküm budur. Ancak yüce
Allah bunda bir sakınca görmezse. Yüce Allah bir başka ayette şöyle der: "Ey
Peygamber, mü'minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden yirmi sabırlı kişi
olursa, bunlar iki yüz kâfiri yenerler. Eğer sizden yüz kişi olsa bunlar bin
kâfiri yenerler. (Enfal, 65) Bu durum -Allah daha iyisini bilir-
Peygamber'le birlikte olmadıkları anlar için geçerlidir. Dolayısıyla yirmi
kişi ikiyüz kâfirle kaçmaya yeltenmeden savaşmak zorundadır. Şayet düşmanın
sayısı bundan fazla ise, tekrar savaşmak üzere yardım alabilecekleri
müslümanlardan bir birliğe katılmak amacıyla geri çekilmelerinin bir
sakıncası yoktur. Sonra yüce Allah aşağıdaki ayeti indirerek bu hükmü
neshetti (değiştirdi).
"Allah bundan böyle, bu konudaki yükünüzü hafifletti
ve bünyenizde bir zaaf belirdiğini bildi. Buna göre eğer sizden yüz sabırlı
kişi olursa bunlar iki yüz kâfiri yenerler. Eğer sizden bin sabırlı kişi
olursa bunlar Allah'ın izniyle iki bin kâfiri yenerler. Allah sabırlılarla
beraberdir. (Enfal, 66)
İbn-i Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: Sizden
bir kişinin on kişiden kaçmaması farz kılındı. Sonra bu sayı azaltıldı.
Böylece yüz kişinin ikiyüz kişiden kaçmaması farz kılındı. İbn-i Abbas diyor
ki, "Adam iki kişiden kaçarsa firar etmiştir. Üç kişiden kaçarsa firar
etmemiştir." Hasan Basri, İbn-i Abbas'ın "firar etmiştir" sözünü kastederek,
"O ayette kastedilen, düşmanın saldırısından kaçmaktı." Ayetin ifade ettiği
bir kişinin iki kâfirle savaşmasının zorunluluğudur. Kâfirlerin sayısı iki
kişiden fazla ise, o zaman o bir kişinin yardım almak amacıyla
müslümanlardan bir birliğe doğru geri çekilmesi caiz olur. Ancak yanlarında
yardım bulamayacağı müslüman bir topluluğa katılmak üzere kaçarsa, bu
durumda şu ayette tehdit edilenlerin kapsamına girer: "O gün kim kâfirlere
arka dönerse Allah'ın gazabına uğramış olarak döner." Bu yüzden
Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Ben bütün müslümanların birliği, grubu
konumundayım." Ebu Ubeyde b. Mes'ud'un öldürülene kadar savaştığı ve
yenilmediği haberi kendisine ulaşınca Ömer b. Hattab -Allah ondan razı
olsun- : "Allah Ebu Ubeyde'ye rahmet etsin. Şayet bana sığınsaydı, ben onun
için yardım mahiyetinde bir birlik olurdum" demiştir. Ebu Ubeyde'nin
arkadaşları yanına geldiğinde de, "Ben sizin birliğiniz konumundayım" demiş
ve kaçtıklarından dolayı onları azarlamamıştır. Bu hüküm, bize yani
Hanefiler'e) göre kesindir. Müslüman askerlerin sayısı oniki bine ulaşmadığı
sürece, kendilerinin iki katı olan düşmandan kaçmaları caiz değildir. Ancak
savaşta yer değiştirmek ve düşmanlarını tuzağa düşürmek için bulundukları
yerden başka bir yere geçmek gibi savaştan kaçma kastı taşımayan davranışlar
bu hükmün dışındadır. Ya da birarada savaşmak üzere müslüman bir birliğe
katılmak üzere geri çekilebilirler. Sayıları onikibine ulaşması durumunda
ise, Muhammed b. Hasan, "Böyle bir durumda sayıları çok fazla da olsa
düşmanlarından kaçmaları caiz değildir' demektedir. Bu konuda arkadaşlarımız
(yani Hanefiler) arasında herhangi bir ihtilaftan söz etmemektedir.
Zehri'nin Ubeydullah b. Abdullah'dan rivayet ettiği hadisi de kanıt olarak
zikretmektedir: İbn-i Abbas diyor ki, "Peygamberimiz, `Arkadaşların en iyisi
dört kişi olanıdır. Müfrezelerin (küçük askeri birlik) en iyisi dörtyüz
kişiden oluşanıdır. Orduların en iyisi dörtbin kişiden oluşanıdır. Onikibin
kişilik ordu ise, az olmadığı gibi, yenilmez de' buyurmuştur." Bazı
rivayetlerde son ibare "onikibin kişilik bir topluluk aralarında söz birliği
olduğu sürece yenilmezler" şeklindedir. Tahavi İmam Malik'e şöyle
sorulduğunu anlatır: "Acaba Allah'ın hükmünden çıkıp başkasıyla hükmeden
birine karşı savaşmayabilirmiyiz? İmam Malik, bu soruya şu karşılığı verir:
Senin gibi düşünen onikibin kişi varsa savaşmak zorundasın, yok eğer sayınız
bu kadar değilse, savaşmayabilirsiniz." İmam Malik'e bu soruyu soran
Abdullah b. Ömer b. Abdülaziz b. Abdullah b. Ömer'di. Bu görüş Muhammed b.
Hasan'ın anlattıklarına uygun düşmektedir. Peygamberimizden rivayet edilen
"onikibin kişilik" sayıya ilişkin hadis bu konunun esasını oluşturmaktadır.
Bu durumdaki müslümanların düşmanlarının sayısı çok da olsa kaçmaları caiz
değildir. Peygamberimizin buyurduğu gibi, `aralarında söz birliği' olduğu
sürece, düşmanın sayısı kat kat fazla da olsa kaçamazlar. Buna göre
`aralarında söz birliği' oluşturmaları da bir zorunluluktur. Cessas'tan
yaptığımız alıntılar sona erdi.
Aynı şekilde "İbn-i Arabi" de "Ahkâm'ul Kur'an" adlı
eserinde bu hükmün kapsamına ilişkin ihtilaflar üzerine şu değerlendirmeyi
yapmaktadır: "Bilginler arasında görüş ayrılığı vardır, sözkonusu savaştan
kaçma olayı sadece Bedir savaşına mı özgüdür, yoksa kıyamet gününe kadar
meydana gelecek tüm savaşları mı kapsar, diye..." İbn-i Said el-Hudri, bunun
Bedir gününe özgü olduğunu rivayet eder. "Çünkü o gün Peygamberimizden başka
sığınacakları bir birlikleri, bir cemaatleri yoktu, der." Nafï, Hasan,
Katade, Yezid b. Habib ve Dahhak bu görüşü benimsemişler.
İbn-i Abbas'dan ve diğer birçok alimden bu ayetin
kıyamet gününe kadar geçerli olduğu rivayet edilir. "Bu gün kim onlara arka
dönerse" sözüne dayanılarak bu hükmün Bedir savaşına özgü olduğu sonucuna
varmışlar. Bu yüzden birçokları bunun Bedir gününe işaret olduğunu
sanmışlar. Oysa ayet bütün savaşlara işaret etmektedir."
"Bunun delili de ayetïn savaştan sonra, çarpışmanın
bitiminde, o günün sonunda inmesidir. Nitekim, Peygamberimizden aktardığımız
sahih bir hadiste büyük günahların şunlar, şunlar olduğu sıralanmış,
savaştan kaçma da bunlar arasında yeralmıştı. Bu hadis, meseledeki
ihtilafları kaldıran ve bu konudaki kesin hükmü açıklayan bir nass
niteliğindedir. Bu hükmün Bedir gününe özgü olduğunu düşünenlerin düştükleri
yanılgıya da dikkat çekmiştir."
Biz, İbn-i Arabi'nin `İbn-i Abbas ve diğer birçok
alimden' aktardığı görüşü benimsiyoruz. Çünkü sadece herhangi bir güne özgü
kılmaksızın genel anlamda savaştan kaçma olayı üzerinde bu kadar sıkı sıkıya
durmayı gerektirebilir. Bu açıdan pratik etkilerinin büyüklüğü, diğer açıdan
inanç sistemiyle ilişkili oluşa bu uyarıyı gerektirmiştir.
Kuşkusuz mü'min gönül, yer·yüzündeki hiçbir gücün
yenemeyeceği denli derin ve sağlam olmalıdır. Çünkü bu gönül işinde etkin,
kullarının üzerinde karşı konulmaz otoriteye sahip Allah'ın gücüne bağlıdır.
Bu gönülün -tehlike karşısında sarsıntı geçirmesi normal kabul edilmiş olsa
bile, bu sarsıntının yenilgi ve kaçışa dönüşmesi normal kabul edilmemiştir.
Eceller Allah'ın elindedir. Bu yüzden bir mü'minin yaşam korkusuyla savaştan
kaçması caiz değildir. Bu konuda kişiye gücünü aşan bir sorumluluk yüklenmiş
de değildir. Mü'min bir insandır ve kendisi gibi bir insan olan düşmanıyla
karşı karşıya gelir. Onlar bu açıdan yeryüzünde eşit bir konumda
görünmektedirler. Sonra mü'min karşı konulmaz büyük güce olan bağlılığıyla
ayrıcalık kazanıyor. Hem mü'minin yaşaması Allah'a yöneliktir. Şehit düşse
yine Allah'a gidecektir. Dolayısıyla mü'min her halûkarda, Allah'a ve
Peygamber'e karşı çıkarak yoluna dikilen rakibinden üstündür. Bu kesin
hükmün nedeni budur:
"Savaş taktiği gereğince yer değiştirme ya da başka
bir birliğe katılma amaçları dışında o gün kim kâfirlere arka dönerse
Allah'ın gazabına uğramış olarak döner. Onun varacağı yer cehennemdir. Orası
ne fena bir dönüş yeridir."
İfadenin kendisi ve içerdiği hayret verici imalar
üzerinde biraz durmamız gerekmektedir. "Onlara arkanızı dönmeyiniz", "Kim
kâfirlere arka dönerse..." Bu ifadeler yenilgiyi somut bir şekilde dile
getirmektedirler. Bunun yanında bu davranışın çirkinliği, iğrençliği,
düşmana arka dönmenin kötülüğü de vurgulanmaktadır. Sonra... "Allah'ın
gazabına uğramış olarak döner." Yenilgiye uğrayıp dönen, Allah'ın öfkesiyle
birlikte döner ve barınağına gider. "Onun varacağı yer cehennemdir. Orası ne
fena bir dönüş yeridir."
Böylece genel atmosferi canlandırmak için ifadenin
gölgesi anlamla bir uyum oluşturmaktadır. Savaş günü geriye dönüp kaçmanın
çirkinliği ve kötülüğü duygusunu canlandırmaktadır vicdanlarda.
Savaş günü geriye dönmekten sakındırdıktan sonra
surenin akışı, onların gerisinde savaşı yönlendiren, onlar için düşmanlarını
öldüren, onlar adına atıp hedefi tutturan Allah'ın elini göstermek için
devam etmektedir. Bununla beràber onlar sınanmanın sevabını alıyorlar. Çünkü
yüce Allah güzel bir sınamayla onlara lütfetmeyi ve bu lütfundan dolayı
onlara sevap vermeyi dilemiştir:
"Müşrikleri öldüren siz değilsiniz, fakat Allah
öldürdü onları. Onlara doğru toprak atarken sen atmadın, fakat Allah attı.
Allah kendi keremi ile mü'minleri güzel bir sınavdan geçirmek için bunu
böyle yaptı. Hiç kuşkusuz Allah işitendir, bilendir."
Buradaki "atma"nın yorumuna ilişkin olarak çok
sayıda rivayet mevcuttur. Bununla Peygamberimizin, "yüzleri kararsın,
yüzleri kararsın" diyerek kâfirlerin yüzüne doğru fırlattığı bir avuç kumun
kastedildiği ve bunların Allah katında o gün öldürülmeleri takdir edilenlere
isabet ettiği anlatılır.
Ne var ki ayetin anlamı geneldir. Ve bu ayet,
Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- ve müslüman kitlenin görülen
davranışlarının ötesinde tüm işleri yönlendiren Allah'ın tedbirini ifade
etmektedir. Ondan sonra yüce Allah'ın şu sözünün de yeralması bu yüzdendir:
"Allah kendi keremi ile mü'minleri güzel bir
sınavdan geçirmek için bunu böyle yaptı."
Yani onları güzel bir sınavdan geçirmek suretiyle,
bundan dolayı onlara zafer vermeden önce kendi katından vereceği sevapla
onları rızıklandırmak için böyle yaptı. Bu ise başıyla sonuyla kat kat
lütuftur:
"Hiç kuşkusuz Allah işitendir, bilendir."
Yardım isteğinizi işitir, durumunuzu bilir. Sizin,
kulluğu sırf O'na özgü kıldığınızı bildiği zaman sizi kendi gücüne perde
yapar. Size zafer ve sevap verir. Nitekim Bedir'de size hem zàfer, hem de
sevap verdi...
"Bunların yanısıra Allah kâfirlerin tuzaklarını boşa
çıkarandır."
Bu sonuncusu, öncekilerden sonra gelir. O'nun savaşı
yönlendirmesi, sizin elinizle düşmanlarınızı öldürmesi, peygamberinizin
attığını hedefe yöneltmesi ve size sevap vermek için güzel bir sınavdan
geçirmesiyle bitmiyor. Bütün bunlara ek olarak, kâfirlerin tuzaklarını boşa
çıkarıyor, onların planlarını ve taktiklerini etkisiz hale getiriyor. O
halde korkmaya gerek yoktur. Bozguna uğrayıp dağılmanın anlamı yoktur.
Mü'minlerin kâfirlerle karşılaşırken arkalarını dönüp kaçmalarını normal
kılacak bir mazeret göstermeleri sözkonusu olamaz.
Bu aşamada ayetlerin akışı savaştaki tüm durumları
bir nokta etrafında birleştiriyor. Müşrikleri öldüren Allah olduğuna göre,
onlara atan ve bununla mü'minleri güzel bir sınavdan geçiren ve kâfirlerin
tuzaklarını etkisiz hale getiren O olduğuna göre, ganimetler için koparılan
bu yaygaralar, bu çekişmeler de neyin nesi? Çünkü bütün savaş Allah'ın
tedbiri ve takdiri doğrultusunda gelişmiştir. Onlar sadece bu tedbir ve
takdire perde olmuşlardır.
KİM ÖLDÜRÜYOR
Ayetlerin akısı yüce Allah'ın kâfirlerin tuzaklarını
boşa çıkardığını açıklarken, kâfirlere, savaş öncesinde Allah'tan zafer
isteyip iki gruptan en sapık olanın, bilinmeyen bir şeyi getirenin ve
akrabalık bağlarını gözetmeyenin mahvolması için dua edenlere yöneliyor.
(Nitekim Ebu Cehil bu şekilde dua etmiş ve Allah'tan zafer ve hükmünü
belirtmesini istemişti) Ne var ki, müşrikler mahvolmuşlardı. Hitap onlara
yöneliyor ve bu zafer isteyişlerini alaya alıyor. Bedir'de meydana gelenin
her zaman yürürlükte olan yasadan bir örnek olduğunu, gelip geçici bir
defalık bir durum olmadığını, çokluklarının ve dayanışmalarının bu işi
değiştiremeyeceğini, çünkü Allah'ın mü'minlerle birlikte oluşunun değişmez
bir yasa olduğunu vurguluyor:
19- Ey müşrikler
eğer zafer istiyorsanız, size zafer geldi (fakat aleyhinize çıktı). Eğer
Peygamber'e karşı çıkmaktan vazgeçerseniz iyiliğinize olur. Yok eğer bir
daha aynı şeyi yaparsanız biz de size yine aynı akibeti tattırırız.
Topluluğunuz ne kadar kalabalık olursa olsun size hiçbir yarar
sağlamayacaktır. Allah kesinlikle mü'minler ile beraberdir.
Eğer zafer istiyorsanız, Allah'ın sizinle
müslümanların arasındaki tartışmayı çözüme bağlamasını istiyorsanız, iki
gruptan en sapık olanını, akrabalık haklarını gözetmeyenini yok etmesini
istiyorsanız, işte Allah size cevap verdi. Zafer isteğinize karşılık olarak
sonucun aleyhinize olmasını istedi. Sonuç, iki gruptan en sapık olanın,
akrabalık haklarını gözetmeyenin aleyhine gerçekleşmiştir. Şayet gerçekten
öğrenmek istiyorduysanız, şimdi öğrenmiş oldunuz; iki gruptan kimin sapık
olduğunu, hangisinin akrabalık haklarını gözetmediğini.
Bu gerçeğin ışığında ve işaretin doğrultusunda
onlar, içinde bulundukları şirk, küfür, müslümanlarla savaş halinde olmak ve
Allah'a ve peygamberine karşı çıkma durumuna son vermeye teşvik
edilmektedirler:
"Eğer Peygamber'e karşı çıkmaktan vazgeçerseniz
iyiliğinize olur." Teşvikten sonra da bir korkutma yeralıyor:
"Yok eğer bir daha aynı şeyi yaparsanız biz de size
yine aynı akibeti tattırırız."
Akıbet bellidir, topluluk bunu değiştiremez, çokluk
başkalaştıramaz:
"Topluluğunuz ne kadar kalabalık olursa olsun, size
hiçbir yarar sağlamayacaktır."
Allah mü'minlerle beraber olduktan sonra çokluk ne
yapabilir ki?
"Allah kesinlikle mü'minler ile beraberdir."
Bu şekliyle savaş hiçbir zaman denk güçler arasında
meydana gelen bir olay değildir. Çünkü bir safta -yanlarında Allah da olmak
üzere- mü'minler yer alırken, öbür safta kendileri gibi insanlardan, başka
hiçbir yardımcıları bulunmayan kâfirler yeralmaktadır. Böyle bir savaşın
sonu da bellidir.
Arap müşrikleri bu gerçeği biliyorlardı. Bazı
tarihsel genellemelerin etkisinde kalan kimi insanların günümüzde iddia
ettikleri gibi onların yüce Allah'a ilişkin bilgileri yetersiz, yüzeysel ve
karmaşık bir bilgi değildi. Araplar'ın şirki Allah'ı inkâr etmek ya da O'nun
hakkında gerçek ve yeterli bilgiye sahip olmamak şeklinde belirmiyordu.
Onların şirki en çok, kulluğu O'na özgü kılmamakta somutlaşıyordu. Bu da
hayat sistemlerini ve toplumsal yasalarını O'ndan başkasına edinmelerinde
belirginleşiyordu. Bu durum ise, Allah'ın ilahlığını kabul etmeleri ve O'nun
zatına ilişkin gerçek bilgileriyle çelişiyordu.
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun-
hayatın ı anlatan kitaplardan Bedir savaşında meydana gelen olayları
aktarırken, Haffaf b. Eyma b. Ruhsa el Gifari'nin -ya da Ebu Eyma b. Ruhsa
el-Gifari'nin- bölgesinden geçerlerken oğluyla birlikte Kureyşliler'e
kesimlik develer gönderdiğini ve; "şayet isterseniz size silah ve adam
yardımında bulunabilirim" mesajını ilettiğini, Kureyşliler'in ise ona oğlu
aracılığıyla, "Sen akrabalık görevini yerine getirdin, üzerine düşeni
yaptın. Andolsun ki, eğer biz insanlarla savaşacaksak, onlardan geri kalır
bir tarafımız yoktur. "Yok eğer Muhammed'in ileri sürdüğü gibi, Allah'a
karşı savaşacaksak, hiç kimsenin gücü Allah'a yetmez" mesajını
gönderdiklerini görmüştük.
Aynı şekilde bir müşrik olan Ahnes b. Şureyk'in
kendisi gibi müşrik olan Zühreoğulları'na, "Ey Zühreoğulları, Allah
mallarınızı korudu ve arkadaşınız Muhrika b. Nevfeli kurtardı..." dediğini
görmüştük.
Ebu Cehil'in -Peygamberimizin dediği gibi bu ümmetin
Firavununun- Allah'tan zafer isteyişi de buna örnektir. Ebu Cehil şöyle
diyordu: "Allah'ım akrabalık bağlarımızı kopardı, bilinmeyen bir şey getirdi
bize. Yarın onu mahvet."
Savaştan vazgeçirmek için Utbe b. Rebia'nın
gönderdiği Hakim b. Hazzam'a şöyle demişti Ebu Cehil:
"Asla! .. Allah'a andolsun ki, Allah bizimle
Muhammed arasında hükmünü belirtene kadar geri dönmeyiz."
İlahlık gerçeğine ilişkin düşünceleri ve her
münasebette bu gerçeği ifade etmeleri böyleydi işte... Onlar Allah'ı
bilmeyen kimseler değillerdi. Hiç bir gücün Allah'a yetmeyeceğinden de
habersiz değillerdi. İki taraf arasında hükmedip onları birbirinden ayıranın
ve bu hükmünün geçersiz sayılmasının mümkün olmadığını bilmeyen kimseler de
değillerdi. Onların gerçek şirkleri öncelikle, hayat sistemlerini ve
toplumsal yasalarını, yukarıda belirttiğimiz tarzda bildikleri ve
tanıdıkları yüce Allah'dan başkasından edinmekle somutlaşıyordu. Bugün
müslüman olduklarını sanan -yani Muhammed'in dinine mensup olduklarını ileri
süren- uluslar da bu noktada onlarla birleşmektedirler. Nitekim müşrikler de
ataları İbrahim'in dinine mensup doğru yolda kimseler olduklarını ileri
sürüyorlardı. Hatta -cahiliyenin babası- Ebu Cehil Allah'dan zafer isteyip
şöyle diyordu: "Allah'ın akrabalık bağlarımızı kopardı, bilinmeyen bir şey
getirdi bize -Bir diğer rivayette; iki gruptan en sapık olanını, akrabalık
bağlarını gözetmeyenini- yarın onu mahvet."
İbadet ettikleri bilinen putlara gelince, onlara
kesinlikle yüce Allah'ın ilahlığına benzer bir ilahlık isnad etmiyorlardı.
Kur'an-ı Kerim bu konudaki itikadi düşüncelerinin gerçek mahiyetini ve
putlara yönelik kulluk gösterisinde bulunmalarının sebebini şu şekilde
açıklamaktadır: "Allah'ın dışında dostlar edinenler, bunlara bizi Allah'a
yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz derler." (Zümer, 3) Putlara ilişkin
düşüncelerinin düzeyi buydu. Onlara sadece Allah katında birtakım aracılar
gözüyle bakıyorlardı... Onların gerçek şirkleri buradan kaynaklanmıyordu.
Onlardan müslüman olanların müslümanlığı da sadece putları aracı kabul
etmemekte somutlaşmıyordu. Çünkü bu şekilde putlara ibadet etmeyen ve kulluk
davranışlarını sadece Allah'a takdim eden Hanifler müslüman kabul
edilmemişlerdir. İslâma göre inançta, ibadette ve yüce Allah'ı hakimiyet
noktasında bilmeyenler -hangi yerde ve zamanda olurlarsa olsunlar-
müşriktirler. Allah'dan başka ilah bulunmadığına inanmaları sadece
inanmaları- ve bireysel kulluk kasti taşıyan davranışları sadece Allah'a
takdim etmeleri onları bu şirkten kurtarmaz. Bu halleriyle onlar, hiç
kimsenin müslüman kabul etmediği Haniflere benzerler. İnsanlar bu zincirin
halkalarını tamamladıkları zaman müslüman sayılırlar. Yani inanç ve bireysel
ibadetlere yüce Allah'ın hakimiyet noktasında birlenmesini ekledikleri ve
tek başına Allah'tan kaynaklanmayan herhangi bir hüküm ya da konunun veya
rejimin yahut değer yargısı ve geleneğin yasallığını kabullenmekten
vazgeçtikleri zaman müslüman sayılırlar. İşte sadece budur İslâm. Çünkü
"Allah'tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi
olduğuna" şahitlik etmenin anlamı budur. Bu anlam hem islâmi düşüncede, hem
de bu düşüncenin yansıması olan islâmi pratikte açıkça görülmelidir. Ayrıca
bu tarzda ve bu anlamda, "Allah'tan başka ilah bulunmadığına" şahitlik
edenler müslüman bir önderliğin yönetiminde, cahiliye toplumundan ve onun
cahili önderliğinden soyutlanarak hareket halindeki bir toplum oluşturmaları
da bir zorunluluktur.
"Müslüman" olmak isteyenlerin bu gerçeği olanca
gerçekliğiyle kavramaları gerekir. İnanç ve ibadet açısından müslüman
olduklarını sanarak bu gerçeği gözardı etmemelidirler. Çünkü yüce Allah'ı
hakimiyette birlemedikleri, kulların hakimiyetini reddetmedikleri cahiliye
toplumu ve onun cahili önderliğine yönelik dostluklarını kesmedikleri sürece
sadece inanç ve ibadet insanı müslüman etmeye yetmez.
Samimi ve iyi niyetli birçok kimse bu aldatmaya
kanmaktadır. Müslüman olmak istiyorlar ama, onda yanılıyorlar. Onların
öncelikle islâmın tek ve gerçek şeklini kavramaları gerekir. "Müşrik" ismini
taşıyan Arap müşriklerinin hiçbir açıdan kendilerinden farklı olmadıklarını
bilmelidirler. Daha önce de belirtildiği gibi Arap müşrikleri gerçek anlamda
Allah'ı biliyorlardı. Ve putlarını onun yanında aracı kabul ediyorlardı.
Onların esas şirkleri hakimiyet noktasında ortaya çıkıyordu, inançta değil.
"Müslüman" olmak isteyen samimi ve saf kimselerin bu
gerçeği iyice kavramaları gerektiği gibi, yeryüzünde ve pratik hayatta bu
dinin yeniden dirilişini gerçekleştirmek için mücadele eden müslüman kitle
de bu gerçeği açık, seçik ve köklü bir şekilde kavramalı, bir kapalılığa
meydan vermemeli ve bunu iyice sindirmeli, kesin ve net bir şekilde
anlatmalıdır. Başlangıç ve hareket noktası burasıdır. Hareket bu noktadan
-daha başlangıçta- en ufak bir sapma gösterdi mi, yolunun tümünü şaşırır.
Bundan sonra ne kadar içten davranırsa ve yolu takip etme konusunda ne kadar
ısrarlı ve kararlı olursa da artık islâmi bir temeli bulunmayan bir harekete
dönüşür.
ALLAH VE RESULÜNE
İTAAT
Uyarıcı çağrılardan oluşan ardışık bir silsilenin
ardından ayetlerin akışı kendilerinden ve yüce Allah'ın onlarla beraber
olduğundan söz ettikten sonra çağrıyı mü'minlere yöneltmektedir. Allah'a ve
Peygamber'e itaat etmeleri, bu itaatten kaçınmaktan sàkınmaları ve Allah'ın
ayetlerinin kendilerine okunduğunu işittikleri halde duymayan kimselere
benzememeleri çağrısında bulunmak için mü'minlere yönelmektedir. Evet,
işiten kulakları ve konuşan dilleri bulunan şu sağır ve dilsizlere,
yeryüzünde dolaşan canlıların en kötülerine benzememeleri uyarısında
bulunmaktadır. Çünkü onlar duydukları ayetlerle doğru yolu bulmaya
çalışmıyorlar:
20- "Ey mü'minler
Allah'a ve Peygamber'e itaat ediniz: sözlerini işittiğiniz halde O'na sırt
dönmeyiniz. "
21- "Onun
söylediklerini işitmedikleri halde "işittik " diyenler gibi olmayınız. "
22- "Allah katında
canlıların en kötüsü, düşünmeyen, gerçeği kavramayan sağır ve dilsizlerdir.
"
23- "Eğer Allah
onlarda hayır olduğunu bilseydi, kendilerine gerçeği işittirirdi. Oysa eğer
gerçeği işittirse bile yine burun kıvırarak yüz çevirirlerdi. "
Buradaki mü'minlere yönelik Allah'a ve peygamberine
itaat etmeye ve Allah'ın ayetlerini ve sözlerini işittikleri halde sırt
çevirmeye ilişkin çağrı... Buradaki çağrı, bütün hazırlayıcı ön uyarılar
yapıldıktan sonra yeralmaktadır. Savaştaki olayların sunulmasından, savaşta
işlevini yerine getiren Allah'ın eli, yönlendirmesi, takdiri, yardım ve
desteği görüldükten sonra yeralmaktadır. Yüce Allah'ın kesinlikle
mü'minlerle beraber olduğu ve kâfirlerin tuzaklarını boşa çıkardığı
vurgulandıktan sonra yeralmaktadır bu çağrı. Bundan sonra Allah'ı ve
Peygamber'i dinleyip itaat etmekten başka seçenek kalmıyor. Bütün bunlardan
sonra Peygamber'e sırt çevirip emirlerine burun kıvırmak, değerlendirme
yeteneğini kaybetmemiş bir kalbi ve düşünen bir aklı bulunan herhangi bir
insanın yeltenemeyeceği çirkin bir davranış olarak belirmektedir. Bu noktada
"canlılar" deyimi de tam da yerine oturmaktadır. Ayette geçen `ed-devvab'
-canlılar- deyimi insanları da kapsamaktadır. Çünkü insanlar da yeryüzünde
kımıldarlar, yer değiştirirler. Ancak bu deyim genellikle hayvanlar için
kullanılır. Bu deyimin bu şekilde belirsiz bırakılması daha bir genellik
kazanıyor ve "düşünmeyen, gerçeği kavramayan sağır ve dilsizler" grubuna
hayvanlık kisvesini giydiriyor. Bu anlam duygu ve düşüncede bu şekilde
canlanıyor. Hiç kuşku yok, onlar böyledirler de. Bu anlamda onlar
hayvandırlar. Hatta hayvanların en kötüsüdürler. Çünkü hayvanların kulakları
var, ancak sadece birtakım anlaşılmaz sesler işitirler. Dilleri var, ama
anlaşılır sesler çıkaramazlar. Ne var ki, hayvanlar, zorunlu yaşayışlarına
ilişkin durumlarda fıtratları yardımıyla kendileri için doğru olan yolu
takip ederler. Ama şu `hayvanlar', hiçbir yararını görmedikleri kavrama
yeteneklerine dayanmaktadırlar. Evet onlar kesinlikle canlıların en
kötüleridirler:
"Allah katında canlıların en kötüsü düşünmeyen,
gerçeği kavramayan sağır ve dilsizlerdir."
"Eğer Allah onlarda hayır olduğunu bilseydi,
kendilerine gerçeği işittirirdi."
Yani kalplerini, işitecek ve kulakların duyduğunu
algılayacak duruma getirirdi. Ancak yüce Allah onlarda bir hayır ve doğru
yolu bulmaya ilişkin bir çaba görmedi. Alıcı ve verici fıtrî yeteneklerini
iş görmez hale getirdiler. Yüce Allah da onların kapattıkları kalplerini ve
bozdukları fıtratlarını gerçeği kavrayacak duruma getirmedi. Yüce Allah
onları, duydukları gerçeği akıllarıyla kavrayacak duruma getirmiş olsa bile,
onlar kalplerini bu gerçeğe açmayacak ve anladıkları bu gerçeğe olumlu
karşılık vermeyeceklerdir.
"Eğer onlara gerçeği işittirse bile, yine burun
kıvırarak yüz çevirirlerdi."
Çünkü akıl kavrayabilir ama, bozulmuş kalp olumlu
bir tepki göstermez. Hatta, yüce Allah onlara anlayacakları şekilde
işittirse bile, onlar olumlu bir karşılık vermekten kaçınacaklar, olumlu
tepki göstermek, gerçek dinlemedir çünkü. Akılları kavradığı halde bozulmuş
kalpleri olumlu tepki göstermeyen nice insan vardır.
HAYAT VEREN ÇAĞRI
Bir kez daha çağrı mü'minlere yönelmektedir.
Allah'ın ve Peygamber'in çağrısına olumlu karşılık vermelerine ilişkin bir
çağrıdır bu. Bu arada olumlu karşılık vermeye teşvik, burun kıvırmaktan da
sakındırma yeralıyor. Allah'a ve Peygamber'e olumlu karşılık verdikleri
zaman, Allah'ın kendilerine verdiği nimetler hatırlatılıyor:
24- Ey mü'minler,
Allah ve Peygamberi sizi hayat bağışlayacak ilkelere çağırdıkları zaman bu
çağrıya olumlu karşılık veriniz. Biliniz ki, Allah kişi ile kalbi arasına
girer ve siz O'nun huzurunda biraraya geleceksiniz.
25- Sadece
aranızdaki zalimlerin başlarına gelmekle yetinmeyecek olan belâdan
sakınınız. Biliniz ki, Allah'ın' azabı ağırdır.
26- Hatırlayınız ki,
bir zamanlar siz yeryüzünde ezilen, sayıca az bir gruptunuz, insanlar sizi
kapıp götürecekler diye korkuyordunuz. Fakat şükredesiniz diye Allah size
sığınak sağladı, helâl besinler sundu, sizi yardımı ile destekledi.
Kuşkusuz Peygamber onları ancak hayat bahşedecek
şeye çağırmaktadır. Her şekliyle ve tüm anlamlarıyla bir hayat çağrısıdır
bu.
Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- onları
kalplere ve akıllara can veren, onları cehalet ve hurafenin kementinden,
asılsız kuruntu ve efsanelerin baskısından, görünen sebeplere ve karşı
konulmaz dogmalara boyun eğmenin aşağılayıcılığından, Allah'tan başkasına
kul olmaktan, kulların ya da ihtirasların esiri olmaktan kurtaran bir inanç
sistemine çağırmaktadır.
Onları Allah tarafından gönderilmiş şeriata
çağırmaktadır. Bu şeriat sadece Allah tarafından konulmuş olmasından ötürü
"insanın" özgürlüğünü ve saygınlığını ilan etmektedir Şeriat karşısında tüm
insanlık eşit bir şekilde tek bir saf oluşturmaktadır. Bu şeriatın egemen
olduğu yerde bir fert halka hükmedemez, ümmet içinde bir sınıfın egemenliği
sözkonusu değildir. Bir ırkın başka bir ırka, bir ulusun başka bir ulusa
hükmetmesi mümkün değildir. Bütün insanlar, kulların Rabbi olan yüce Allah
tarafından belirlenmiş şeriatın gölgesinde özgür ve eşit bir şekilde
hayatlarını sürdürürler.
Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- onları bir
hayat sistemine, düşünce ve fikir metoduna çağırmaktadır. Bu sistem,
insanların yaratıcısı, yarattıklarını en ince ayrıntısına kadar bilen yüce
Allah'ın koyduğu bağlarda somutlaşan fıtri bağların dışında, her türlü
kayıttan kurtarır insanları. Bu bağlar, bünyesel enerjiyi dağılıp gitmekten
korur. Bu enerjiyi baskı altına almazlar, işlevsiz hale getirmezler,' yok
etmezler, yapıcı ve aktif gelişmesine engel olmazlar.
Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- onları
inançları ve hayat sistemleri sayesinde güç kazanmaya, onurlu ve üstün bir
hayat sürdürmeye çağırmaktadır. Dinlerine ve Rabblerine güvenmeye, tüm
`yeryüzünde' bütün `insanları' kurtarmaya, insanlığı kullara kul olmaktan
kurtarıp, tek başına Allah'a kul yapmaya ve Allah'ın bahşettiği ancak,
tağutların ayaklar altına aldığı üstün insanlığı yaşatmaya çağırmaktadır.
Yeryüzüne ve insanlığın hayatına yüce Allah'ın
ilahlığını egemen kılmak, kulların sahte ilahlığını yerle bir etmek,
Allah'ın ilahlığını, hakimiyetini ve otoritesini gaspeden bu sahte tanrıları
Allah'ın egemenliğini tanıyana kadar kovalamak için Allah yolunda cihad
etmeye çağırmaktadır. Çünkü ancak bu durumda din bütünüyle Allah'a özgü
kılınmış olur. Öyle ki, bu cihad esnasında ölecek olurlarsa, bu şehitlikte
de onlar için hayat vardır.
İşte Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun-
onları çağırdığı inanç sistemi ve hayat biçimi özet olarak bundan ibarettir
Bu ise, her anlamda hayat çağrısıdır.
Bu din, eksiksiz bir hayat sistemidir, sırf
vicdanlarda tutulan bir inanç sistemi değildir. Pratik bir hayat sistemidir.
Onun gölgesinde hayat gelişir ve ilerler. Bu yüzden her şekliyle ve her
çeşidiyle bir hayat çağrısıdır bu: Tüm kapsamları ve anlamlarıyla hayata
çağrıdır. Kur'an-ı Kerim olağanüstü ifadesi ile bunları az fakat son derece
etkin kelimelerle dile getirmektedir.
"Ey mü'minler, Allah ve Peygamber, sizi hayat
bağışlayacak ilkelere çağırdıkları zaman bu çağrıya olumlu karşılık
veriniz."
İsteyerek ve başkalarına tercih ederek olumlu
karşılık verin. Gerçi yüce Allah istese, sizi zorla doğru yola iletebilir:
"Biliniz ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer."
Allah'ın karşı konulmaz, latif gücünü gözler önüne
seren ne müthiş, ne korkunç bir tablo... "Kişi ile kalbi arasına girer." Onu
ve kalbini birbirinden ayırır. Kalbi kontrolü altına alıp, sıkıca kavrar ve
onu dilediği gibi yönlendirir, istediği yöne çevirir. Sahibi ise,
bedenindeki kalbine hiçbir şekilde sahip olamaz.
Kuşkusuz bu, Kur'an ayetlerinde kalbi gösteren
gerçekten de korkunç bir tablodur. Ancak insanın sahip olduğu ifade yeteneği
bu tablonun kalp üzerindeki etkisini tasvir etme, sinir ve duygular
üzerindeki bu etkiyi niteleme gücünden yoksundur.
Sürekli uyanık bulunmayı, daima sakınmayı, her zaman
tetikte olmayı zorunluluk haline getiren bir tablodur bu. Kalbin
heyecanlarına, korkularına ve paniğe kapılmasına karşı uyanık bulunma...
Kalbi etkileyen vesveselerden ve parçalanmaya neden olabileceğinden korkulan
eğilimlerden sakınmak... Kalbi saptıran, kötülüğü telkin eden, duygu ve
vesveselere karşı hazırlıklı olma... Bunun yanında, herhangi bir yanılgı ya
da gaflet veya dehşet anında bu kalbin başka taraflara yönelmemesi için
Allah'la sürekli bir ilişki gerekmektedir.
Allah'ın peygamberi, masum olduğu halde sık sık yüce
Allah'a şöyle dua ederdi: "Allah'ım, ey kalpleri yönlendiren, kalbimi dinin
üzerinde sabit kıl." Ya insanlar ne yapmalıdırlar? Üstelik onlar peygamber
ve de masum değiller.
Gerçekten bu, kalbi derinden sarsan bir tablodur.
Bir süre bu tabloyu seyreden, kendi içinde taşıdığı kalbe bakan, onun karşı
konulmaz güce sahip yüce Allah'ın kontrolünde olduğunu, içinde taşıdığı
halde bu kalp üzerinde hiçbir etkinliğinin olmadığını gören mü'min,
bedeninde derin bir ürperti hissedecektir.
Kur'an bu tabloyu mü'minlerin gözlerinin önünde
canlandırıyor ve onlara şöyle sesleniyor:
"Ey mü'minler, Allah ve Peygamber sizi hayat
bağışlayacak ilkelere çağırdıkları zaman bu çağrıya olumlu karşılık
veriniz."
Onlara şöyle demektedir: Şayet isterse yüce Allah
sizi doğru yolu bulmaya ve çağrıldığınız bu ilkelere olumlu karşılık vermeye
zorlayabilir. Ancak yüce Allah, size lütfediyor, karşılığında sevap almanız
için kendi isteğinizle olumlu karşılık vermeye çağırıyor. İnsanlığınızı
yüceltmeniz ve yüce Allah'ın insan denen yaratığa verdiği emanetin düzeyine
yükselmeniz için kendi arzunuzla çağrıya kulak vermenizi istiyor. Yüce
Allah'ın insanların sahip çıkmasını istediği emanet, isteğe bağlı olarak
doğru yolu bulma emanetidir, sağlam temellere dayalı halifelik emanetidir,
bir amaç doğrultusunda ve bilinçli bir tasarruf yetkisine sahip irade
emanetidir.
"Siz O'nun huzurunda biraraya geleceksiniz."
Kalpleriniz O'nun ellerindedir. Sonra siz, O'nun
huzurunda toplanacaksınız. Ne dünyada, ne de ahirette kaçacak yeriniz
yoktur. Bütün bunlara rağmen O, sizi özgür bir insanın, bir ücret karşılığı
olumlu tepki göstermesi gibi karşılık vermenizi istiyor, başka seçeneği
bulunmayan köleninki gibi değil.
Sonra yüce Allah onları cihad'dan geri kalmaktan,
hayat çağrısına olumlu karşılık vermemekten ve ne şekilde olursa olsun,
kötülüğü bertaraf etmek çabasında gevşeklik göstermekten sakındırıyor:
"Sadece aranızdaki zalimlerin başlarına gelmekle
yetinmeyecek olan belâdan sakınınız. Biliniz ki, Allah'ın azabı ağırdır."
Fitne; imtihan, ya da belâ... İçindeki bir grubun ne
şekilde olursa olsun, zulüm işlemesine -ki zulümlerin en büyüğü de Allah'ın
şeriatını ve hayat sistemini hayattan uzaklaştırmaktır- hoşgörüyle bakan,
zalimlerin karşısına dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan bir
toplum, zalimlerin ve bozguncuların cezasını hakeden bir toplumdur. İslâm,
birtakım yükümlülükler gerektiren pratik bir hayat sistemidir. Zulüm,
bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken, insanların hiçbir şey yapmadan
yerlerinde oturmalarına hoşgörülü davranmaz. Kaldı ki, Allah'ın dinine
uyulmadığını gördüklerinde, daha doğrusu Allah'ın ilahlığının reddedilip
yerine kulların ilahlığının yerleştirildiğini gördüklerinde sessiz
kalmalarını, bununla beraber yüce Allah'ın onları belâdan kurtarmasını
-kendileri kötülükten uzak (!) iyi yürekli (!) kimselerdir ya- istemelerini
kabul etmez.
Zulme başkaldırmak, mal ve can açısından insana bazı
sorumluluklar yüklediği için, Kur'an-ı Kerim, ilk defa bu Kur'an'la muhatap
olan müslüman kitleye daha önce içinde bulundukları zayıflıklarını, sayısal
bakımdan az oluşlarını, çektikleri işkenceleri ve yaşadıkları korkulu anları
hatırlatıyor. Yüce Allah'ın bu din sayesinde onları nasıl koruduğunu,
zayıflıktan kurtarıp üstün bir konuma getirdiğini ve onlara temiz bir rızık
verdiğini hatırlatıyor. O halde Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun-
kendilerini çağırdığı hayattan ve yüce Allah'ın kendilerine üstünlük aracı
kıldığı, onlara bahşedip koruduğu bu hayatın gerektirdiği fedakarlıklardan
kaçmamalıdırlar.
"Hatırlayınız ki, bir zamanlar siz yeryüzünde
ezilen, sayıca az bir gruptunuz, insanlar sizi kapıp götürecekler diye
korkuyordunuz. Fakat şükredesiniz diye Allah size sığınak sağladı, helâl
besinler sundu, sizi yardımı ile destekledi." di."
Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- sizi
hayat bahşedecek ilkelere çağırdığından emin olmanız için bunları
hatırlayınız. Zulmün her çeşidine ve her şekline karşı koymaktan geri
kalmamanız için bunları hatırlayın. Allah sizi müşriklerle savaşmak
durumunda bırakmadan ve Peygamber'i sizi istemediğiniz halde silahlı grupla
karşılaşmaya çağırmadan önce yaşadığınız ezilmişlik ve korku günlerini
hatırlayın. Sonra da hayat bahşeden bu çağrı sayesinde nasıl değiştiğinizi,
zafer ve üstünlük elde etmiş kişiler olduğunuzu, Allah tarafından sevap ve
rızıkla mükafatlandırıldığınızı görün. Yüce Allah şükrüne lâyık olasınız
diye sizi güzel şeylerle rızıklandırıyor. Size yönelik lütfundan dolayı O'na
şükretmenize karşılık olarak da sizi mükafatlandırıyor.
"İnsanlar sizi kapıp götürecekler diye
korkuyordunuz."
Bu, bir tehlikenin beklentisi içinde olmanın,
korkunun, etrafı gözetip durmanın, kısacası panik halinde olmanın
sahnesidir. Bu sahneyi seyreden göz korkunun çizgilerini, endişeden
kaynaklanan davranışları, korkudan yuvalarından fırlamış gözleri görür gibi
oluyor. Öte yandan kapıp götürmek üzere uzanan eller ve korku ve endişe
içinde bekleyen müslüman azınlık...
Bu dehşet sahnesinden kendilerini koruyup himayesine
alan yüce Allah'ın kontrolünde elde ettikleri güven, güç, zafer, temiz rızık
ve bol nimetin oluşturduğu sahneye geçiliyor:
"Size sığınak sağladı, helâl besinler sundu, sizi
yardımı ile destekledi."
Allah'ın direktiflerinin gölgesinde şükretmeleri
dolayısıyla mükafat kazanmaları için:
"Şükredesiniz diye..."
Bu büyük mesafeyi ve köklü değişimi düşünüp de
güvenli, güçlü ve zengin hayatın sesine olumlu karşılık vermeyecek biri var
mı?.. Güvenilir ve kerim peygamberin sesine duyarsız kalacak biri
düşünülebilir mi? Her iki sahne de, gözünün önünde canlandırıldığı, her
ikisinin de mesaj ve işaretlerini algıladığı halde korumasına, yardımına ve
nimetlerine karşılık olarak yüce Allah'a şükretmeyecek biri var mı?
Bununla beraber, bu ayetlerle muhatap olan o
topluluk her iki sahneyi de yaşamıştı. Geçmişteki ve şimdiki durumlarıyla
ilgili olarak bildiklerini hatırlıyorlardı. Bu Kur'an'ın duygularında böyle
bir tad bırakması da bu yüzdendi.
Yeryüzünün pratiğinde ve insanların hayatında bu
dini yeniden egemen kılmak için günümüzde cihad eden müslüman kitle, her iki
aşamadan geçmemiş ve her iki durumun tadına varmamış olabilir. Ancak bu
Kur'an ona da aynı gerçeği söylemektedir. Gerçi bu kitle günümüzde yüce
Allah'ın şu sözünde ifade ettiği ortamı fiilen yaşamaktadır:
"Siz yeryüzünde ezilen, sayıca az bir gruptunuz,
insanlar sizi kapıp götürecekler diye korkuyordunuz."
O halde günümüz müslüman cemaatin de Allah'ın
Peygamberinin -salât ve selâm üzerine olsun- kendisini çağırdığı hayat
bahşedecek ilkelere olumlu karşılık vermesi, yüce Allah'ın müslüman kitleye
va'dettiği ve ilk müslüman kitlenin hayatında gerçekleştirdiği sonucu
pürüzsüz bir inanç ve bağlılıkla gözetmesi gerekmektedir. Yüce Allah, kendi
yolunu takib eden ve bunun gerektirdiği yükümlülüklere sabreden her müslüman
kitlenin hayatında bu sonucu gerçekleştireceğini va'detmiştir. O halde
günümüzün müslüman kitlesi şu ilahi sözün gerçekleşmesini beklemelidir:
"Fakat şükredesiniz diye Allah size sığınak sağladı,
helâl besinler sudu, sizi yardımı ile destekledi."
Müslüman kitle ancak Allah'ın gerçek va'di
doğrultusunda hareket eder, realitenin yanıltıcı dış görünüşüne değil. Zaten
müslüman kitlenin her realiteden üstün gördüğü tek ve gerçek realite
Allah'ın va'didir.
ALLAH VE RESULÜNE
HIYANET
Çağrı bir kez daha mü'minlere yöneltiliyor. Kuşkusuz
mal ve çocuklar, korku ve cimrilik yüzünden insanı çağrıya olumlu karşılık
vermekten alıkoyarlar. Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- çağırdığı
hayat hiç kuşku yok ki, üstün bir hayattır. Böyle bir hayat insana birtakım
yükümlülükler getirir, bazı fedakârlıkları kaçınılmaz kılar. Bu yüzden
Kur'an bu ihtirası, mal ve çocuk fitnesine dikkat çekmekle dindirmek
istiyor. Bu noktanın, belâ, deneme ve imtihan alanı olduğunu bildiriyor. Bu
imtihanı vermede zayıflık göstermekten, cihad çağrısından, emanet, sözleşme
ve alışverişin yükümlülüklerinden kaçınmaktan sakındırıyor. Bu
yükümlülükleri yerine getirmemeyi Allah'a ve Peygamber'e ve müslüman
kitlenin yeryüzünde yüklendiği emanetlere; Allah'ın sözünü yüceltme, kullar
üzerinde O'nun tek ve ortaksız ilahlığını ilan etme, insanlığı hak ve adalet
ilkelerine göre yönetme emanetlerine ihanet olarak değerlendiriyor. Bu
sakındırmanın yanında, insanları fedakârlık ve cihaddan alıkoyan mal ve
çocuklardan daha üstün olan Allah katındaki büyük sevabı hatırlatıyor:
27- Ey mü'minler
Allah'a, Peygamber'e hıyanet etmeyiniz. Yoksa üstlendiğiniz emanetlere bile
bile hıyanet etmiş olursunuz.
28- Biliniz ki,
mallarınız ve evlatlarınız sizin için aslında birer sınav konusudur ve büyük
ödül Allah katındadır.
Müslüman kitlenin yükümlülüklerini üstlenmekten
kaçınmak Allah'a ve Peygamber'e ihanettir. Bu dinin ele aldığı ilk problem
de "Lailâhe illallah Muhammedun resulullah = Allah'tan başka ilah yoktur,
Muhammed Allah'ın Peygamberidir" problemidir. İlah olarak Allah'ı birleme ve
bu konuda sadece Peygamberimiz Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
bildirdiklerine uyma sorunudur. Bütün tarih boyunca insanlık, Allah'ı hiçbir
zaman kesin olarak inkâra yeltenmemiştir. Sadece sahte tanrıları O'na ortak
koşma yönüne gitmişlerdir. Bu şirk kimi zaman daha az olmak üzere, inanç ve
ibadet noktasında, kimi zaman da ve çoğunlukla, hakimiyet ve otorite
noktasında belirmiştir. İnsanlık hayatında çoğunlukla işlenen en büyük şirk,
ikincisi olmuştur. Bu yüzden bu dinin ele aldığı ilk problem, insanları
Allah'ın ilahlığına inandırmadan çok, ilahlık noktasında O'nu birlemeyi
kabul etmeye çağırmak olmuştur. Allah'dan başka ilah olmadığına şahitlik
etmeye, yani evrenin düzeni üzerindeki hakimiyetini kabul ettikleri gibi,
yeryüzündeki hayatlarının üzerindeki hakimiyet açısından da O'nun tek ve
ortaksız olduğunu ilan etmeye çağrı olmuştur. Bu dinin ele aldığı ilk sorun:
"O gökte de ilah olandır, yerde de ilah olandır." (Zuhruf, 84)
Bu dinin ele aldığı problem aynı zamanda, Allah'ın
direktiflerini duyuranın sadece Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun-
olduğunu bu yüzden onun duyurduğu her şeye uymayı kabul etmek olmuştur.
Bu dinin vicdanda inanç, hayatta hareket olarak yer
etmesi için ele aldığı başlıca sorun budur. Bu yüzden bu problemi gözardı
etmek Allah'a ve peygamber'e ihanet etmektir. Yüce Allah, kendisine inanan
ve bu inancını ilan eden müslüman kitleyi böylece bir ihanetten
sakındırıyor. Bunun sonucu olarak müslüman kitlenin inancının pratik
anlamını gerçekleştirmesi bu cihadın can, mal ve evlât konusundaki
yükümlülüklerini yerine getirmesi gerektiği anlaşılmış oluyor.
Aynı şekilde yüce Allah, müslüman kitleyi islâm
üzerine Peygamber'e (S.A.V.) biat ettiği -bağlılığını ifade ettiği- günden
itibaren yüklendiği emanete ihanet etmekten de sakındırıyor. Çünkü islâm
dille söylenen bir söz değildir. Sadece birtakım lâflar ve iddialardan
ibaret değildir. İslâm, çeşitli zorluklar ve engellerle karşılaşan eksiksiz
ve kapsamlı bir hayat sistemidir. Hayatın pratiğini "Lailâhe illallah =
Allah'tan başka ilah yoktur" temelinin üzerinde kurma metodudur. Bu da,
insanları gerçek Rabblerine kulluk yapmaya, toplumları O'nun hakimiyetine ve
şeriatına boyun eğmeye yöneltmek, Allah'ın ilahlığını ve iktidarını gaspeden
tağutları azgınlık ve haksızlıktan alıkoymak, tüm insanlık düzeyinde hak ve
adaleti gerçekleştirmek, değişmez bir ölçü uyarınca insanlar arasında denge
sağlamak, Allah'ın sistemi uyarınca da yeryüzünü kalkındırma görevini ve
Allah'ın halifesi olma sorumluluğunu yerine getirmektir.
Tüm bu görev ve sorumluluklar birer emanettirler, bu
emanetleri yerine getirmemiş olanlar emanete ihanet etmiş, Allah'a
verdikleri sözü tutmamış O'nun peygamberine gösterdikleri bağlılığı -biatı-
ihlâl etmiş olurlar.
Kuşkusuz bunlar fedakârlığı, sabır ve dayanıklılığı,
mal ve evlât imtihanını aşmayı ve yüce Allah'ın emaneti yerine getiren
sabırlı, neyi seçeceklerini iyi bilen ve fedakâr kullarına ayırdığı mükâfatı
tercih etmeyi gerektiren sorumluluklardır.
"Biliniz ki, mallarınız ve evlâtlarınız sizin için
aslında birer sınav konusudur ve büyük ödül Allah katındadır."
Bu Kur'an, insanın özüne hitap eder. Çünkü insanın
yaratıcısı onun gizli bileşimini bilir. Onun gizlisini, açığını, iç
dünyasının dönemeçlerini, gediklerini, eğilimlerini bilir.
Yüce Allah, insanın yapısındaki zaaf noktalarını
bilir. Mal ve evlât tutkusunun insanın en derin zaafı olduğunu da bilir. Bu
yüzden insanın dikkatini, mal ve evlât bağışının altında yatan gerçeğe
yöneltiyor. Yüce Allah insanları denemek ve imtihana tabi tutmak için onlara
mal ve evlât vermiştir. Çünkü bunlar, imtihan ve sınanma aracı olan dünya
hayatının süsleridirler. Yüce Allah kulun yaptıklarını ve tasarrufunu görmek
için bunları imtihana tabi tutar: Bunlara karşılık olarak şükrediyorlar mı,
nimetin hakkını veriyorlar mı? Yoksa onlarla oyalanıp Allah'ın hakkını mı
unutuyorlar? "Biz sizi iyilik ve kötülükle imtihana tabi tutarız. (Enbiya,
35) İmtihan sadece zorluk ve yoklukla olmaz. Rahatlık ve bollukla da olur.
Mal ve evlât da rahatlık ve bolluğun kapsamına girer.
İlk uyarı budur:
"Biliniz ki mallarınız ve evlatlarınız aslında birer
sınav konusudur."
Kalbin imtihan ve denemeye tabi tutulacağı konudan
haberdar edilmesi, kendinden geçmemesi, unutmaması, imtihan ve sınav
esnasında başarısız olmaması için sakındırma, uyarma ve hazırlıklı olmasını
sağlama amaçlı bir yardımdır bu.
Sonra yüce Allah insanı yardımsız ve karşılıksız
olarak bırakmıyor. Çünkü fedakârlığın ağırlığı ve sorumluluğun büyüklüğü
nedeniyle -uyarılmış olmasına rağmen- görevini yerine getirirken insan, yine
de zaaf gösterebilir. Özellikle imtihan konusu, mal ve evlât ise. Bu yüzden
yüce Allah insana hangisinin daha iyi ve daha kalıcı olduğunu gösteriyor.
Amaç imtihanda zaaf gösterebilen insana yardım etmek onu korumaktır
kuşkusuz.
"Büyük ödül Allah katındadır."
Mal ve evlâdı bağışlayan yüce Allah'dır. Mal ve
evlâd imtihanını aşanlar için O'nun katında büyük mükâfat vardır. O halde
kimse emanetin sorumluluğundan ve cihadın gerektirdiği fedakârlıklardan
kaçınmamalıdır. İşte bu, içindeki zaaf noktalarını bilen yüce yaratıcıdan
zayıf insana bir yardım ve destektir.
"İnsan zayıf olarak yaratıldı." (Nisa, 28)
Bu inanç, düşünce, eğitim ve yönlendirmeye ilişkin
eksiksiz bir hayat sistemidir. Her şeyi bilen Allah'ın sistemidir bu. Çünkü
yaratan O'dur.
"Yaratan bilmez mi? O latiftir, her şeyden
haberdardır." (Mülk, 14)
ALLAH KORKUSU
Surenin bu bölümünde mü'minlere yönelik son çağrı,
Allah'dan korkmaya ilişkin bir çağrıdır. Kendi inancına ilişkin olarak kesin
bir kanıta dayanmadıkları, kuşkuları ortaya çıkaran, vesveseleri gideren,
uzun ve dikenli yolda ayakları dirençli kılan bir nur olmadığı sürece
kalpler, bu ağır yükün altından kalkamazlardı. Takva duyarlılığı ve Allah'ın
nuru olmasaydı, hakkı batıldan ayıran nosyona, bu kritere sahip
olmayacaklardı.
29- "Ey mü'minler,
eğer Allah'dan korkarsanız, O size iyiyi kötüden ayırd edebilecek bir
nosyon, bir kriter bağışlar, kötülüklerinizi örter ve sizi affeder. Allah
büyük lütuf sahibidir."
İşte azık budur. Budur yol hazırlığı. Kalpleri
dirilten, onları uyaran, içlerindeki uyarı, sakınma ve korunma cihazlarını
harekete geçiren takva azığı... Yolun dönemeçlerini ve kavşaklarını göz
alabildiğince ortaya çıkaran yol gösterici nur hazırlığı... Tam ve sağlıklı
görüşü engelleyen kuşkular ortadan kalkmıştır artık. Sonra bu, hataların
bağışlanması azığıdır. Huzur ve istikrarı sağlayan güven azığı... Azıkların
tükendiği, çalışmaların yetersiz kaldığı bir günde yüce Allah'ın engin
lütfunu düşünme azığı...
Allah korkusunun kalpte yolun kıvrımlarını ortaya
çıkaran bir kriter işlevi gördüğü bir gerçektir. Ancak bu gerçek de -tıpkı
inanca ilişkin diğer gerçekler gibi- pratik olarak yaşayandan başkası
tarafından algılanmaz. Sadece anlatmak bu gerçeğin tadını, fiilen yaşamamış
olanlara ulaştırmaz.
Allah korkusu olmadığı zaman, işler duygu ve akıl
planında karmaşıklığını, yollar görüş ve fikir planında griftliğini
sürdürür. Yolların ayrılış noktasında batıl hak kisvesinde görünür. Kanıt
son derece kesin olmasına rağmen, ikna edici olamaz. Susturucu olur, ancak
akıl ve kalbi harekete geçirmeye yetmez. Tartışma gereksiz olmaya başlar,
münakaşa boşa gitmiş bir emeğe dönüşür. Evet Allah korkusu olmadığı zaman
durum böyledir. Ama Allah korkusu olduğu zaman akıl aydınlanır, gerçek açığa
kavuşur, yol belirginleşir, kalbe güven duygusu yer eder, vicdan huzura
kavuşur, ayaklar doğrulur ve doğru yolda kalıcı olur.
Gerçek, özü itibariyle fıtrata gizli değildir.
Fıtratta gerçeğe yönelik bir uyum sözkonusudur. Nitekim fıtrat, bu gerçekten
almıştır varlığını. Göklerle yer, gerçeğe dayalı olarak yaratılmıştır. Ancak
fıtratla gerçek arasına giren ihtirastır, insanın arzusudur. Karmaşıklığa
neden olan bu ihtirastır işte. Görüşü engelleyen, yolları kördüğüme
dönüştüren, dönemeçleri görünmez hale getiren insanın ihtirasıdır. Kanıt ne
kadar kesin olursa olsun, ihtirasa gëm vuramaz. Onu durduran ve bertaraf
eden Allah korkusudur. İhtirası engelleyen takva ve gizli açık denetimdir.
Bunun için yüce Allah'ın kalbe kazandırdığı bu nosyon, bu kriter gözleri
aydınlatır, örtüyü kaldırır,' yolu iyice belirginleştirir.
Kuşkusuz bu, paha biçilmez bir durumdur. Öte yandan
Allah'ın lütfu bu göz kamaştırıcı duruma bir de hataların giderilmesini,
günahların bağışlanmasını ekliyor. Bunlara da "büyük lütfu" ilave ediyor.
Bu öylesine geniş ve kapsamlı bir bağıştır ki, büyük
lütuf sahibi "kerim" olan Rabbden başkası onu bağışlayamaz.
HİLE VE TUZAKLAR
Surenin akışı içinde bulunulan anın problemlerine
çözüm getirmek amacıyla, geçmişi canlandırmak suretiyle sürüyor. Sonuçta
böylesine parlak bir zafer kazandığı savaşa girişen müslüman kitleye geçmiş
ile içinde yaşanılan an arasındaki değişimin göz alıcı boyutlarını tasvir
ediyor. Yüce Allah'ın savaşı yönlendirmesi ve takdiriyle onlara ne kadar
büyük bir lütufta bulunduğunu gösteriyor. Bu öyle bir durumdur ki,
ganimetler bunun yanında hiç kalır. Bu uğurda yapılan fedakârlıkların,
çekilen sıkıntıların lafı bile edilmez.
Geçen derste, müslümanların Mekke'deki durumlarına
ve bu savaştan önceki durumlarına ilişkin bir tasvir yer almıştı. Sayısal
azlıkları, güçsüz oluşları, insanların kendilerini kapıp götüreceklerinden
korkacak kadar korumasız oluşları anlatılmıştı. Ardından yüce Allah'ın
yönlendirmesi, gözetimi ve lütfu sayesinde sığınak buldukları, üstünlük
sağladıkları, bol nimete kavuştukları anlatılmıştı.
Burada ise ayetlerin akışı, hicretin eşiğinde
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- karşı komplo düzenlemek üzere
aralarında anlaşan müşriklerin durumlarını tasvir etmektedir. Onlar
Peygamberimizin getirdiği ayetlere karşı çıkarak isteseler kendilerinin de
benzeri sözler söyleyebileceklerini iddia etmektedirler. Yine onlar kabul
etmemekte diretmektedirler. İnatta o kadar ileri gidiyorlar .ki, dönüp doğru
yolu bulacaklarına -şayet bu ayetler Allah katından gelmişlerse- üzerlerine
azabın çabucak indirilmesini istemektedirler.
Sonra ayetlerin akışı, müşriklerin insanları Allah
yolundan alıkoymak için nasıl mallarını harcadıklarını Allah'ın peygamberine
karşı savaşmak üzëre ne şekilde toplandıklarını anlatmaktadır. Ardından
onları dünya hayatında hüsrana uğramak ve yürek acısı çekmekle, ahirette
ise, cehenneme sevkedilmekle tehdit etmektedir. Kurdukları tuzakların,
toplanmaların ve planların ardından hem burada, hem de orada zarar
edeceklerini vurgulamaktadır.
Sonunda yüce Allah, peygamberine müşriklere yönelip
onları şu iki şıktan birini tercih etme durumunda bırakmasını emretmektedir:
a) Şayet kâfirlikten, inatçılıktan, Allah ve peygamberine karşı savaşmaktan
vazgeçecek olurlarsa, cahiliyede işledikleri bütün bu kötülükler
bağışlanacaktır. b) Yok eğer durumlarını sürdürüp, tavırlarını
değiştirmeyeceklerse, bu durumda daha önce kendilerine benzeyenlerin başına
gelenler onların da başına gelecektir. Yüce Allah'ın azaba ilişkin yasası,
işlevini yerine getirecektir. Kuşkusuz bu azabı dileyen ve dilediği gibi
takdir eden yüce Allah'tır.
Sonra yüce Allah müslümanlara, işkence edecek
güçleri kalmayıncaya, yeryüzündeki ilahlık sadece Allah'a ait oluncaya
-böylece din bütünüyle Allah'a özgü oluncaya- kadar kâfirlerle savaşmalarını
emretmektedir. Teslim olduklarını duyururlarsa, Peygamber -salât ve selâm
üzerine olsun- kabul edecektir; niyetlerine göre yüce Allah onları hesaba
çekecektir. Çünkü yüce Allah yapa geldiklerini bilir. Bundan yüz çevirip
savaşa devam ederlerse, inatlarını sürdürürlerse, Allah'ın tek ve ortaksız
ilahlığını kabul etmezlerse, yüce Allah'ın yeryüzündeki otoritesine boyun
eğmezlerse, müslümanlar onlara karşı cihadı sürdürecek ve yüce Allah'ın
kendilerine dost olduğundan kesinlikle emin olacaklardır. O, ne güzel dost
ve ne güzel yardımcıdır.
30- Hani kâfirler
seni tutuklamak, öldürmek ya da Mekke'den sürmek amacı ile aleyhinde tuzak
kurmuşlardı. Onlar tuzak kurarken Allah da tuzak kuruyordu. Hiç kuşkusuz
Allah en etkili tuzak kurucudur."
Durumun değişmesinden, konumun farklılaşmasından
önce Mekke'de yaşanılan durumun hatırlatılmasıdır bu. Bu aynı zamanda
gelecek için güven ve bağlılık anlamına gelmektedir. Ayrıca bu ayet,
Allah'ın kaderinin yönlendirmesine, hükmettiği ve emrettiği şeylerdeki
hikmetine dikkat çekmektedir. İlk defa bu Kur'an'la muhatap olan müslümànlar
her iki durumu da biliyorlardı. Bu, bizzat yaşayan; gören ve tadan birinin
bilmesiydi. İçinde yaşadıkları an ve fiilen tattıkları huzur ve güven
karşısında bu yakın geçmişi hatırlamak, o sıralarda yaşadıkları korku ve
sıkıntıyı hatırlamak onlara yetiyordu. Müşriklerin Peygamber'e -salât ve
selâm üzerine olsun- ilişkin tasarı ve komplolarına rağmen Peygamber'in
onlardan kurtulmakla kalmayıp, büyük bir zafer kazanmasını gözönünde
canlandırmaları yetiyordu. Müşrikler Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine
olsun- bağlamayı, ömür boyu hapsetmeyi ya da öldürüp ondan kurtulmayı, yahut
sürüp Mekke,'den sınırdışı etmeyi planlamışlardı. Bütün bu alternatifleri
görüşmüş, sonunda onu öldürmeyi kararlaştırmışlardı. Bu suçu da bütün
kabilelerden birer gencin oluşturduğu ortak bir infaz grubunun işlemesini
tasarlamışlardı. Böylece Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kanı
bütün kabilelere dağılmış olacaktı. Haşimoğulları da tüm Araplar'la
savaşmayı göze alamayacaklardı. Dolayısıyla diyete razı olacaklardı ve bu
işte böylece kapanacaktı.
İmam Ahmed diyor ki; "Bize Abdurrezzak anlattı, bize
Ma'mer haber verdi, bana Osman el-Cerirî, İbn-i Abbas'ın kölesi Muksim'den
aktardı, ona da İbn-i Abbas, "Hani kâfirler seni tutuklamak, öldürmek ya da
Mekke'den sürmek amacı ile aleyhinde tuzak kurmuşlardı" ayetine ilişkin
olarak şunları anlatmış: Bir gece Kureyş Mekke'de toplanarak istişarede
bulundu. Bazısı, "Sabah olunca onu -Peygamberimizi kastediyorlar- yakalayıp
bağlayın" dedi. Kimisi, "Onu öldürün", kimisi de "Sınır dışı edin" dedi.
Yüce Allah, peygamberine bunları haber verdi. Bunun üzerine Ali -Allah ondan
razı olsun- Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- yatağında
geceledi. Peygamberimiz de çıkıp mağaraya sığındı. Müşrikler de
Peygamberimiz sanarak Ali'yi gözetlemekle geçirdiler geceyi. Sabah olunca
üzerine çullandılar. Peygamberimizin yatağında yatanın Ali olduğunu
gördüler. Böylece yüce Allah tuzaklarını başlarına geçirmişti. "Nerde bu
arkadaşın?" diye sordular. Ali, "Bilmiyorum" dedi. Bu sefer Peygamberimizin
izini takip etmeye başladılar. Dağa ulaştıklarında izi kaybettiler. Dağa
tırmanıp Peygamberimizin içinde bulunduğu mağaraya kadar yaklaştılar.
Gördüler ki, mağaranın kapısında örümcek ağı var. "Buraya girmiş olsaydı
kapısında örümcek ağı bulunmazdı" dediler. Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- üç gece mağarada bekledi."
"Onlar tuzak kurarken, Allah da tuzak kuruyordu. Hiç
kuşkusuz Allah en etkili tuzak kurucudur."
"Onlar tuzak kurarken, Allah da tuzak kuruyordu"
ayetinin çizdiği tablo, son derece derin etkisi bulunan bir tablodur.
Kureyş'in toplantısını hayalde canlandırıyor. Bu tabloda müşrikler biraraya
gelmiş, görüş alışverişinde bulunuyorlar. Bir şeyler tasarlıyor, tuzaklar
kuruyorlar. Allah da onların ötesinde, her şeyi kuşatmış, onların aleyhinde
tuzak kuruyor. Onların tuzaklarını başlarına geçiriyor, ama bunun farkında
değiller.
Bu komik bir tablodur. Aynı zamanda ürkütücü bir
tablodur.. Şu zayıf, basit insanlar nerde, her şeyi çepeçevre kontrolünde
tutan güç, her şeyden üstün olan, kullarının üzerinde karşı konulmaz
otoriteye sahip olan, işinin üzerinde etkin bulunan ve her şeyi kuşatan
Allah'ın gücü nerede?
Kur'an'ın ifade tarzı, tabloyu, Kur'an'ın eşsiz
tasvir yöntemi ile çiziyor. Bununla kalpleri titretiyor, bilincin
derinliklerini harekete geçiriyor.
ESKİLERİN MASALLARI
Surenin akışı kâfirlerin durumlarını,
davranışlarını, iddialarını ve iftiraların anlatmakla sürüyor. "İsteseler bu
Kur'an'ın benzeri sözler söyleyebileceklerini" iddia edecek kadar ileri
gittiler. Aynı zamanda bu kâfirler, Kur'an'ı eskilerin masalları şeklinde
nitelendirmekten de geri kalmıyorlardı:
31- Onlara
ayetlerimiz okununca "işittik, istesek biz de bunlar gibisini
söyleyebiliriz, bunlar eskilerin masallarından başka bir şey değildirler"
dediler.
İbn-i Kesir tefsirinde, Said b. Cübeyr, Südey, İbn-i
Cürey'e ve başkalarına dayanarak, bunu söyleyenin Nadr b. Haris olduğunu
belirtir. Bu adam -Allah'ın laneti üzerine olsun- Fars ülkesine gitmiş,
orada kralları Rüstem ve İsfendiyar'ın hikâyelerini öğrenmişti. Döndüğünde
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- Allah tarafından
gönderildiğini ve insanlara Kur'an okuduğunu görmüştü. Peygamberimizin bir
toplantıdan ayrıldığında onun yerine oturur ve öğrendiği bu hikâyeleri
insanlara anlatırdı. Sonra da "Allah için söyleyin hangimiz daha güzel
hikâye anlatıyoruz, ben mi Muhammed mi?" derdi. Bu yüzden yüce Allah fırsat
verip de Nadr, Bedir günü esirler arasında yeralınca, Peygamberimiz -salât
ve selâm üzerine olsun- boynunu vurmak üzere yanında alıkonmasını emretti.
Nitekim bunu yaptı da. (Allah'a hamdolsun) Nadr'ı esir alan Mikdad b.
Esved'di. -Allah ondan razı olsun- Nitekim İbn-i Cerir şöyle der: "Bize
Muhammed b. Beşşar anlattı, bize Muhammed b. Ca'fer, bize Şu'be Ebu
Buşr'den, o da Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini anlattı: Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- Bedir günü Ukbe b. Ebu Muit, Tuayma b. Adiy
ve Nadr b. Haris'i yanında alıkoyarak öldürdü. Mikdad -Allah ondan razı
olsun- Nadr'ı esir almıştı. Peygamberimiz Nadr'ın öldürülmesini emredince
Mikdat, "Ya Resulallah, o benim esirimdir" dedi. Peygamberimiz, "O Allah'ın
kitabı hakkında ileri geri konuşuyordu" dedi ve öldürülmesini emretti.
Mikdat tekrar, "Ya Resulallah, o benim esirimdir" dedi. O zaman
Peygamberimiz, "Allah'ım Mikdat'ı lütfunla zengin kıl" diye dua etti.
Miktad, "İstediğim buydu" dedi. İşte bu ayet Nadr hakkında nazil olmuştur:
Onlara ayetlerimiz okununca "İşittik, istesek biz de bunlar gibisini
söyleyebiliriz, bunlar eskilerin masallarından başka bir şey değildirler"
dediler."
Müşriklerin Kur'an'ı "eskilerin masalları" şeklinde
nitelendirmeleri Kur'an-ı Kerim'de birkaç kez tekrarlanmıştır. Örneğin;
"Kur'an eskilerin masallarıdır, başkalarına yazdırmış sabah akşam kendisine
okunmaktadır. (Furkan, 5)
Bu söz Kur'an'a karşı koymak için giriştikleri
manevraların bir halkasından başka bir şey değildir. Kur'an insan fıtratına
gerçeğe dayanarak hitab eder. Fıtrat bu gerçeği kendi derinliklerinde tanır,
buna karşı ürperir ve olumlu tepki gösterir. Kur'an karşı konulmaz gücüyle
yönelir gönüllere. Gönüller de Kur'an'ın mesajını duyunca, derinden
sarsılırlar ve ona olumlu karşılık vermekten kaçınmazlar. Burada Kureyş'in
kimi büyükleri böyle bir manevraya sığınıyorlar. Üstelik onlar, bunun
manevra olduğunu da bilmiyorlar. Ne var ki onlar Kur'an'da, çevrelerindeki
milletlerin mitolojilerine benzer şeyleri araştırmak, böylece Arap
halklarının kafalarını karıştırmak istiyorlardı. Nitekim bu halkların fiilen
yaşadıkları kula kulluk durumunu sürdürmek için bu manevralara
başvurmuşlardı.
Kureyş'in önderleri, bozulmamış dillerinde yeralan
kelimelerin ne anlama geldiğini bildiklerinden dolayı, bu çağrının altında
yatan gerçeği de çok iyi biliyorlardı. Onlar "Allah'dan başka ilah
bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik etmenin
insanın egemenliğine topyekün başkaldırmak, Allah'ın tek ve ortaksız
ilahlığının ve hakimiyetinin altına girmek, sonra Allah'a yönelik bu kulluğa
ilişkin konularda tanrılar ya da Allah adına konuşan herhangi bir insandan
değil de, sadece Muhamed'den -salât ve selâm üzerine olsun- direktif almak
anlamına geldiğini biliyorlardı. Ayrıca onlar, bu şekilde şahitlikte bulunan
insanların Kureyş'in otoritesinden, önderlik ve hakimiyetinden çıkıp,
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- öncülük yaptığı organik bir
topluma katıldıklarını, sadece onun önderliğine ve otoritesine boyun
eğdiklerini, ailelerinden, kabilelerinden, aşiretlerinden, kavmin
bilginlerinden ve cahiliyenin önderliğinden bağlarını ve dostluklarını
koparıp, bütün bağlılıkları ve dostluklarıyla yeni önderliğe ve bu yeni
önderliğin yönettiği müslüman kitleye yöneldiklerini görüyorlardı.
İşte "Allah'dan başka ilah bulunmadığına ve
Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik etmek, bütün bunları
ifade etmektedir. Bu, Kureyş'in ileri gelenlerince görülen bir realiteydi.
Bunun rejimlerine, toplumsal, siyasal ve ekonomik düzenlerine, ayrıca
siyasal rejimlerinin dayandığı inanç sistemlerine yönelik bir tehdit, bir
tehlike olduğunu kavramakta gecikmemişlerdi.
"Allah'dan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed'in
Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik etmek, hiçbir zaman günümüzde
kendilerini müslüman sanan toplumların anladığı gibi asılsız, boş ve basit
bir anlama gelmemektedir. Bu toplumlar yeryüzünde ve insanların hayatında
Allah'ın ilahlığının varlığı ve etkinliği bulunmazken, toplumlara hakim olan
ve onları yönlendiren cahiliye önderliği ve yasalarıyken sadece dilleriyle
şehadet getirmek ve bazı ibadetleri yerine getirmekle kendilerinin müslüman
olduklarını sanmaktadırlar.
Mekke'de islâmın bir toplumsal yasası ve devleti
olmadığı bir gerçektir. Ancak, "Allah'dan başka ilah bulunmadığına ve
Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik edenler derhal
Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- önderliğine teslim oluyorlardı,
hemen müslüman kitleye bağlılıklarını ve dostluklarını ifade ediyorlardı.
Aynı zamanda cahiliyenin önderliğinden uzaklaşıyor ve ona karşı
koyuyorlardı. Dilleriyle şehadet getirir getirmez, aileleri, aşiretleri,
kabileleri ve cahiliye toplumunun önderliğiyle olan bağlarını ve
dostluklarını kesiyorlardı. Günümüzde olduğu gibi boş, anlamsız ve basit bir
söyleyiş sözkonusu değildi. Tersine, bu şahitliğin pratik ve fiili anlamı
islâmın dayandığı temel gerçeğin tercümanı niteliğindeydi.
Kureyş'in ileri gelenlerinin islâmın yayılmasından
ve Kur'an'dan rahatsız oluşlarının nedeni buydu. Nitekim daha önce
"Haniflerin" müşriklerin inançlarından ve ibadetlerinden uzaklaşmaları,
sadece Allah'ın ilalılığına inanmaları, kulluk kastı taşıyan davranışları
Allah'a sunmaları ve putlara ibadet etmeyi temelden reddetmeleri Kureyş'in
ileri gelenlerini rahatsız etmemişti. Buraya kadar cahiliye tağutunu
ilgilendiren bir şey sözkonusu değildir. Çünkü hareket halinde belirmeyen,
eyleme dönüşmeyen soyut bir inanç sistemi ve birtakım bireysel ibadetler,
tağut için bir tehlike oluşturamamaktadır. Günümüzde müslüman olmak isteyen,
ancak islâmın ne olduğunu iyice bilmeyen bazı iyi niyetli kimselerin sandığı
gibi islâm bu değildir. İslâm, şehadetin ilanıyla birlikte başlayan bir
harekettir. Cahiliye toplumundan, düşüncelerinden, değer yargılarından, onun
önderliğinden, otoritesinden ve toplumsal yasasından bütünüyle
soyutlanmaktadır. Aynı zamanda islâm çağrısının önderliğine ve realite
dünyasında gerçekleştirmek isteyen müslüman kitleye bağlanmaktır. İşte bu
Kureyş'in ileri gelenlerinin mahvolması, yokedilmesi anlamına geliyordu. Bu
yüzden çeşitli yöntemlere başvurarak islâma karşı koyuyorlardı.
Başvurdukları yöntemlerden biri de Kur'an'ın "eskilerin masalı olduğunu,
isteseler kendilerinin de bunun gibisini söyleyebileceklerini" iddia
etmeleriydi. Bu iddiayı sık sık tekrarlıyor ve her defasında çaresiz kalıp
hezimete uğruyorlardı.
Ayette geçen "Esatir" kelimesinin tekili
"Ustûreb"dir. Çoğunlukla Tanrılara ilişkin hurafeden ibaret düşüncelerden,
geçmişlerin olaylarından ve olağanüstü kahramanlıklarından, hayal ve
hurafenin büyük rol oynadığı asılsız olaylardan oluşan karmaşık hikâye
anlamına gelmektedir.
Kureyş'in ileri gelenleri, Kur'an'da yer alan geçmiş
milletlere ilişkin hikâyeler, olağanüstü olayları ve mucizeleri dile getiren
bölümler, yüce Allah'ın yalanlayanlara yaptıklarını ve mü'minleri
kurtarmasını anlatan ayetler gibi bu konuyu içeren Kur'an'ın anlatımına
(hikâye ediş tarzına) dayanarak her şeyden habersiz yığınlara, "Bu Kur'an
eskilerin masallarıdır. Muhammed bunları, bu hikâyeleri derleyenlerden
yazmış, gelip size okuyor. Ve bunların Allah tarafından kendisine
vahyedildiğini iddia ediyor" diyorlardı. Nadr b. Haris de Peygamberimizden
sonra gelip onun bulunduğu mecliste ya da ona yakın bir mecliste oturur,
İran'a yaptığı seyahatlerde öğrendiği İran efsanelerini anlatırdı. Sonra da
dinleyicilerine, "Bunlar da Muhammed'in söylediği türden şeylerdir. Üstelik
ben onun gibi peygamberlik iddiasında bulunup, Allah'dan vahiy aldığımı da
ileri sürmüyorum. Kur'an, bunlar gibi eskilerin masallarından başka bir şey
değildir" diyordu.
Cahiliye ortamında bu tür zihin bulandırıcı
propagandaların kamuoyunda, özellikle bu tür masal ve hikâyelerle Kur'an
arasındaki farkın iyice belirginleşmediği dönemlerde, büyük etki bıraktığını
takdir etmemiz gerekmektedir.
Böylece Peygamberimizin Bedir savaşı öncesinde Nadr
b. Haris'in öldürülmesi için özel duyuru yapmasının, sonra onu esirler
arasında bulunca onunla birlikte birkaç kişinin daha öldürülmesini
emretmesinin ve diğerlerinde olduğu gibi onlardan fidye kabul etmemesinin
sebebini kavramış oluruz.
Bununla birlikte, Mekke'de başvurulan bu yöntemler
uzun süre yaşamadı. Çok geçmeden bu manevraların gerçek mahiyeti ortaya
çıktı. Kur'an, yüce Allah'dan kaynaklanan karşı konulmaz güç ve en kısa
zamanda insan fıtratıyla uyum sağlayan köklü gerçek sayesinde, bu yöntemleri
ve manevraları etkisiz hale getirdi, geride hiçbir şey bırakmamak üzere
silip süpürdü. Bu sefer Kureyş'in ileri gelenleri paniğe kapılıp, "Bu
Kur'an'ı dinlemeyin, okunurken gürültü çıkarın, belki bu şekilde onu
bastırırsınız" (Fussilet, 26) demeye başladılar. Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve
Ahnes b. Şureyk gibi Kureyş'in önde gelen simaları, birbirlerini kollayarak
geceleri gizliden gizliye Kur'an dinlemekten kendilerini alamıyorlardı.
Diğerlerinden gizli olarak ayakları onları geceleri Peygamber'i dinlemeye
sürüklüyordu. Öyle ki, gençler onları görüp bu Kur'an'ı dinlemekle kafaları
karışmasın diye bir daha gelmemek üzere birbirlerine söz verip
anlaşmışlardı.
Ne var ki, Nadr b. Haris'in insanları Kur'an'dan
soğutmak için başka bir şey ortaya atmak suretiyle onları kandırmaya
çalışması bu konudaki girişimlerin sonuncusu olmamıştır, olmayacaktır da. Bu
girişim değişik görünümler altında tekrarlanmış, bundan sonra da
tekrarlanacaktır. Bu dinin düşmanları insanları kesin bir şekilde Kur'an'dan
uzaklaştırmak için kesintisiz bir çaba içinde olmuşlardır. Bunda başarısız
olunca, bu sefer Kur'an'ı; hafızların güzel sesleriyle okuduğu,
dinleyenlerin kendilerinden geçtiği nağmelere, insanların ceplerinde,
göğüslerinin üzerinde taşıdıkları ve yastıklarının altına koydukları
muskalara, nazar dualarına dönüştürdüler. Sonra da bu insanlara böyle
yapmakla müslüman olduklarını telkin edip, bu Kur'an'ın ve bu dinin
gereklerini yerine getirdiklerini zannettirdiler.
Böylece insanların hayatına yön veren prensiplerin
kaynağı Kur'an değildir artık. Bu dinin düşmanları, onlar için hayatlarına
ilişkin tüm direktifleri edindikleri bir alternatif getirmişlerdir. İnsanlar
toplumsal yasalarını, kanunların, değer yargılarını ve ölçülerini aldıkları
gibi düşünce ve anlayışlarını da bu alternatif kaynaktan edinmeye
başladılar. Sonra bu düşmanlar insanlara şöyle demeye başladılar: Kuşkusuz
bu din saygındır, Kur'an da dokunulmazdır. Üstelik bu Kur'an her zaman,
sabah, akşam size okunmaktadır. Güzel sesli hafızlar okumakta, nağmelerle
terennüm etmektedirler. Bu okuyuşun ve bu terennümün dışında bu Kur'an'dan
daha ne bekliyorsunuz? Düşünce ve anlayışlarınıza, düzen ve rejimlerinize,
şeriat ve kanunlarınıza, değer ve ölçülerinize gelince, bütün bunların
kaynağı niteliğinde bir başka Kur'an vardır. Ona müracaat ediniz...
Kuşkusuz bu, Nadir b. Haris'in başvurduğu manevranın
aynısıdır. Fakat bu sefer zamanın gelişmesine ve hayatın oturmuşluğuna
paralel olarak daha bir gelişmiş ve daha ustaca hazırlanmış bir görünüm
arzetmektedir. Bu, birçok görünümüyle aynı manevradır. Asırlar boyu bu dine
karşı girişilen komploların tarihinden bu manevrayı tanımak her zaman
mümkündür.
Ancak -ona yönelik komploların sürekliliğine,
kurnazca hazırlanmış olmasına, daha gelişmiş ve ilerlemiş olmasına rağmen-
bu Kur'an'ın her zaman üstün gelmesi hayret verici bir olaydır. Bu kitabın
olağanüstü özellikleri vardır. Fıtratın üzerinde karşı konulmaz bir
etkinliğe sahiptir. Tüm yeryüzünü kaplayan cahiliyenin komploları, Yahudi ve
Haçlı şeytanların tuzakları, her yerde ve her çağda Yahudi ve Haçlıların
güdümündeki evrensel iletişim araçlarının komploları hiçbir zaman Kur'an'ın
bu karşı konulmaz gücüne üstünlük sağlayamayacaktır.
Kuşkusuz bu kitap, yeryüzündeki bütün düşmanlarının
boyunlarını bükmekte, onları çaresiz hale getirmektedir. Öyle ki bu
düşmanlar, Kur'an'ı uluslararası yayın kurumlarında propaganda aracı olarak
kullanmaktadırlar. Yahudiler, Haçlılar ve onların müslüman ismi altındaki
işbirlikçileri de aynı şekilde Kur'an yayı yapmaktadırlar.
Gerçekte onlar, Kur'an'ı "müslümanların" (!)
nezdinde sırf nağmelerden, tecvide uygun okuyuşlardan, muska ve nazar
dualarından ibaret bir kitaba dönüştürüp müslüman (!) insanların bile
düşüncelerinden uzaklaştırmada başarıya ulaştıktan sonra, yayın
kurumlarında, radyo istasyonlarında Kur'an yayını yapmaktadırlar. Evet
onlar; Kur'an'ı hayata yön veren prensiplerin kaynağı olmaktan
çıkarmışlardır. Bütün konularda yönlendirici rol oynayacak prensipler için
alternatif kaynaklar ortaya atmışlardır. Ne var ki, bu kitap, bütün bu
komploların ötesinde, her zaman işlevini yerine getirmiştir, getirecektir
de. Yeryüzünün herhangi bir köşesinde bu Kur'an'ın kararlılığı etrafında
birleşen, hayatına yön veren direktifleri sadece ondan edinen, kurulan
komploların, uygulanan baskı, katliam ve sürgünlerin ötesinde yüce Allah'ın
va'dettiği yardım ve zaferi gözeten müslüman bir kitle oluştuğu zaman, bu
Kur'an bir kez daha işlevini eksiksiz bir şekilde yerine getirecektir.
AZGIN İNAT
Sonra surenin akışı devam ederken ayetler,
müşriklerin yenmeye çalıştıkları ve her defasında yenildikleri hak
karşısındaki hayret verici inatlarını tasvir ediyor. Meğer büyüklenme onları
bu dine teslim olmaktan, otoritesine boyun eğmekten alıkoyuyormuş. İşte
onlar -şayet bu Kur'an Allah katından gelmiş hak içerikli bir kitap ise-
üzerlerine gökten taş yağdırmasını ya da can yakıcı bir azap indirmesini
istiyorlar. Oysa yüce Allah'dan bu gerçeğe tabi olmayı ve gerçek
taraftarlarının safında yeralmayı nasip etmesini istemeleri gerekirdi:
32- Hani onlar
"Allah'ımız, eğer bu Kur'an senin tarafından gönderilmiş gerçek bir kitap
ise, başımıza gökten taş yağdır ya da bizi acıklı bir azaba çarptır"
dediler.
Bu son derece garip bir duadır: Yok olmayı, gerçeğe
boyun eğmeye -onlara göre de gerçek olsa bile- tercih edecek kadar
azgınlaşan bir inatçılığı tasvir etmektedir. Bozulmamış fıtrat herhangi bir
konuda kuşkuya düştüğü zaman, bu konuda herhangi bir küçüklük kompleksine
kapılmadan gerçeği ortaya çıkarması ve kendisini gerçeğe yöneltmesi için
Allah'a dua eder. Ancak fıtrat azgınlaştığında, büyüklük kompleksine kapılıp
bozulduğunda günahla övünmeye başlar. Öyle ki, gerçek hiçbir kuşkuyà yer
bırakmayacak şekilde gözlerinin önünde belirdiği halde, gerçeğe boyun
eğmektense yokolmayı ve acıklı bir azaba çarpılmayı tercih eder. Mekke'deki
müşrikler Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- çağrısını işte
böyle bir inatçılıkla karşılıyorlardı. Ne var ki, bu çağrı en sonunda bu
azgın ve şımarık inatçılığa karşı üstünlük sağlamıştır.
Surenin akışı bu inat ve iddialar üzerine şu
değerlendirmeyi yapıyor: Onlar, gökten üzerlerine taş yağdırılmayı ve -şayet
bu Kur'an Allah katından gelmiş hak bir kitapsa, ki haktır- acıklı bir azaba
çarptırılmayı istemelerine rağmen, evet buna rağmen, yüce Allah onları daha
önce ayetlerini yalanlayan toplumların başına gelen kökten yoketme azabından
muaf tutmuştur. Çünkü Allah'ın peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun-
aralarındadır ve onları doğru yola çağırmaktadır. Peygamber aralarında
bulunduğu halde yüce Allah onları kökten yoketmek suretiyle cezalandıracak
değildir. Aynı şekilde Allah'dan bağışlanma diledikleri sürece, birtakım
günahlarından dolayı yüce Allah onları böyle bir azaba çarptırmayacaktır.
Yoksa azabın onlardan alıkonması sırf onların Kâbe'nin çevresinde oturuyor
olmalarından kaynaklanmamaktadır. Çünkü onlar bu evin Kâbe'nin- koruyucu
dostları değildirler. Bu evin koruyucu dostları Allah'dan korkanlardır.
33- Oysa sen
aralarında bulundukça, Allah onları azaba çarptırmaz. Ayrıca bağışlanma
dilerlerken de Allah onları azaba çarptırmaz.
34- Yoksa onlar
insanların Mescid-ı Haram'a girmelerine engel oldukları halde, Allah onları
niye azaba çarptırmasın ki? Onlar oranın korucuları değildiler. Oranın
korucuları ancak Allah'ın yasaklarından sakınanlardır. Fakat çokları bunu
bilmezler.
35- Onların Kâbe
karşısında tapınmaları naradan ve alkıştan ibaretti. Süregelen
inkârcılığınızın karşılığı olarak şimdi azabı tadın bakalım.
Onlara süre tanıyan Allah'ın rahmetidir. Yüce Allah
rahmetinden dolayı inat etmelerine karşılık hemen onları cezalandırmıyor,
insanları Mescid-i Haram'ı ziyaret etmekten alıkoymalarına karşılık olarak,
onları hemen azaba çarptırmıyor. Müşrikler müslümanların Kâbe'yi ziyaret
etmelerine engel oluyorlardı. Oysa müslümanlar, kimseyi Kâbe'yi ziyaret
etmekten alıkoymamışlardı, kimseyi incitmemişlerdi.
Allah'ın rahmeti daha sonraları da olsa, imanın
aydınlığı gönlüne yansımış herhangi biri hidayet çağrısına olumlu karşılık
verebilir diye, onlara süre tanımaktadır. Peygamber aralarındadır ve onları
davet etmektedir. Onlardan bazılarının olumlu karşılık verme ihtimali
belirmiştir. Peygamberin aralarında yaşıyor olması sayesinde kendilerine
süre tanımaktadır. İman çağrısına olumlu karşılık verdikleri, yaptıkları
kötülüklerden dolayı bağışlanma dileyip tevbe ettikleri sürece, kökten
yokolma azabından korunmanın yolu daima açıktır.
"Oysa sen aralarında bulundukça Allah onları azaba
çarptırmaz. Ayrıca bağışlanma dilerlerken de, Allah onları azaba
çarptırmaz."
Yoksa eğer yüce Allah, içinde bulundukları
durumlarına göre onlara muamele edecek olursa, onlar bu azabı çoktan
haketmişlerdir: "Yoksa onlar insanların Mescid-i Haram'a girmelerine engel
oldukları halde, Allah onları niye azaba çarptırmasın ki? Onlar oranın
korucuları değildirler. Oranın korucuları, ancak
Allah'ın yasaklarından sakınanlardır. Fakat çokları
bunu bilmezler."
Onların azaba çarptırılmasına engel olan şey, iddia
ettikleri gibi İbrahim Peygamberin -selam üzerine olsun- soyundan gelmiş
olmaları veya Allah'ın evinin bekçileri, korucuları olmaları değildir. Bu,
pratik bir temeli bulunmayan bir iddiadan başka bir şey değildir. Onlar bu
evin (Kâbe'nin) dostları ve sahipleri değildirler. Onun düşmanıdırlar, onu
gaspetmişlerdir. Çünkü Allah'ın evi öncekilerin sonrakilere bıraktığı bir
miras değildir. Ona Allah'dan korkan dostları varis olur. Kendilerinin
İbrahim'in -selâm üzerine olsun- varisi olduklarınà ilişkin iddiaları da
böyledir. İbrahim Peygambere varis olmak kan ve soy bağıyla gerçekleşen bir
şey değildir. Bu veraset ancak din ve inanç bağıyla gerçekleşir. İbrahim'in
ve onun Allah için inşa ettiği bu evin varisleri Allah'dan korkanlardır.
Onlar, bu evin gerçek korucularını, İbrahim'in dinine inananları Kâbe'den
alıkoymaktadırlar.
Onlar Kâbe'nin yanında namaz kılıyor olsalar bile,
onun dostları korucuları değildirler. Üstelik yaptıkları tapınma namaz da
değildir. Yaptıkları ıslık çalmak ve el çırpmaktı. Vakardan uzak,
karmakarışık birtakım davranışlardı. Ne Kâbe'nin saygınlığının
bilincindeydiler, ne de Allah'ın heybetinden ürperiyorlardı.
İbn-i Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle der:
"Müşrikler yanaklarını yere değdirerek ıslık çalıyor, alkış tutuyorlardı."
Bu olay günümüzde "İslâm ülkeleri" (!) adı verilen
birçok ülkede, yanaklarını kapı eşiklerine, mevki ve makam sahiplerinin
ayaklarına sürten çalgıcıları, dalkavuk alkışçıları ve şamatacıları
hatırlatmaktadır insana. İşte bu, değişik şekillerde ortaya çıkan aynı
cahiliyedir. Ve bu cahiliye bir kez daha en büyük ve en açık şekliyle ortaya
çıkmıştır. Yeryüzünde kulların ilahlık sürmesi, insanların hayatına
hükmetmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu olay gerçekleşti mi,diğer cahiliye
şekilleri bunu izler ve bunlar sadece bu büyük cahiliyenin bir ayrıntısı
niteliğindedirler.
"Süregelen inkârcılığınızın karşılığı olarak şimdi
tadın azabı bakalım."
Burada işaret edilen Bedir günü müslüman kitlenin
elinden çektikleri azaptır. İstedikleri azaba (kökten yoketme azabına)
gelince, bu azap Allah'ın onlara yönelik rahmeti ve aralarında yaşayan
peygamberine ikramı sayesinde ertelenmiştir. Belki tevbe edip yaptıklarından
pişman olur, Allah'dan bağışlanma dilerler, diye.
ALLAH YOLUNDAN
ALIKOYANLAR
Kâfirler insanları Allah'ın yolundan alıkoymak için,
mal varlıklarını ortaya koyarak yardımlaşırlar. Peygamberimizin -salât ve
selâm üzerine olsun- hayatını anlatan kitaplardan yaptığımız alıntılarda
değinildiği gibi Bedir günü de yardımlaşmışlardı. Aynı şekilde Bedir'den
sonra ikinci bir çarpışma için hazırlık yapmışlardı. Yüce Allah arzularının
boşa çıkacağı, harcadıkları malların içlerinde yürek acısına dönüşeceği
uyansında bulunuyor. Onlara dünyada bozgun, ahirette de cehennem azabı
va'dediyor:
36- Kâfirler
insanları Allah yolundan alıkoymak için mallarını harcarlar. Onlar mallarını
bu uğurda harcayacaklar, sonra da bu harcama onlar için yürek acısı olacak,
arkasından da yenilgiye uğrayacaklardır. Kâfirler cehennemde biraraya
getirileceklerdir.
37-Ta ki, Allah
murdarı temizde ayırdetsin ve murdarları üstüste koyup hep biraraya yığarak
cehenneme atsın. İşte bunlar hüsrana uğrayanlardır.
Muhammed b. İshak, Zehri ve başkalarından şöyle
rivayet eder: Kureyş Bedir günü ağır bir bozguna uğrayıp, yenik orduları
Mekke'ye dönmüştü. O sırada Ebu Süfyan da kervanıyla birlikte Mekke'ye
gelmişti. Abdullah b. Rebia, İkrime b. Ebü Cehil, Safvan b. Ümeyye, Bedir'de
babalarını, oğullarını ve kardeşlerini kaybeden Kureyş'ten bazı kimselerle
birlikte Ébu Süfyan b. Harb'in yanına gidip ona ve Kureyş'e ait bu ticaret
kervanında malları bulunan kimselere şöyle dediler: "Ey Kureyşliler,
Muhammed sizi korkutmuş ve sizin en seçkinlerinizi öldürmüştür. Ona karşı
savaşmamız için bu malları bize verin. Böylece bizden öldürülmüş olanların
intikamını âlmış oluruz." Onlar da bunu yaptılar. İbn-i İshak diyor ki,
-İbn-i Abbas'ın da dediği gibi- yüce Allah onlar hakkında bu ayeti indirdi:
"Kâfirler insanları Allah yolundan alıkoymak için
mallarını harcarlar. Onlar mallarını bu uğurda harcayacaklar, sonra da bu
harcama onlar için yürek acısı olacak, arkasından da yenilgiye
uğrayacaklardır. Kâfirler cehennemde biraraya getirileceklerdir."
Bedir savaşından önce ve sonra gerçekleşen bu olay,
bu dinin düşmanlarının başvurdukları geleneksel yöntemlerden sadece bir
örnektir. Onlar insanları Allah'ın yolundan alıkoymak, bu dinin yoluna
engeller koymak, her zaman ve her yerde bir müslüman kitleye karşı savaşmak
için mallarını harcarlar, ellerinden gelen tüm çabayı sarfederler ve çeşitli
komplolar kurarlar.
Kuşkusuz bu savaş kesintiye uğramadan devam
edecektir. Bu dinin düşmanları onu rahat bırakmayacaklardır. Bu dinin
taraftarlarının kendilerini güvencede hissetmelerine müsaade
etmeyeceklerdir. Ayrıca bu dinin metodu, cahiliyeye saldırmak üzere harekete
geçmektir. Bu dinin taraftarlarının yolu, haksızlığa ve düşmanlığa dayalı
cahiliyenin gücünü kırmak, yerle bir etmek ve bir daha tağutların saldırmaya
cesaret edemeyecekleri şekilde Allah'ın sancağını yükseltmek için harekete
geçmektir.
Yüce Allah, insanları Allah'ın yoluna girmekten
alıkoymak için mal varlıklarını ortaya koyanlara, bu mallarının yürek
acısına dönüşeceği 'uyarısında bulunuyor. Onlar sonunda bu mallarını
büsbütün kaybetmek için harcıyorlar. Ahirette ise cehennemde biraraya
geleceklerdir. Böylece büyük yürek acısı gerçekleşmiş olacaktır. Şu ayette
ifade edildiği gibi...
"Ta ki, Allah murdarı temizden ayırdetsin ve
murdarları üstüste koyup hep biraraya yığarak cehenneme atsın. İşte bunlar
hüsrana uğrayanlardır."
Ama nasıl?
Kâfirler tarafından harcanan bu mallar batılı
güçlendirip, düşmanlığa yöneltir. Hak da cihad ederek, savaşarak ona karşı
koyar. Batılın hareket gücü ortadan kaldırmak için harekete geçer. Bu acı
sürtünmenin sonucu karakterler ortaya çıkar, hak ve batıl birbirinden iyice
ayrılır. Aynı şekilde hak ve batıl taraftarları da birbirlerinden
ayrılırlar. Başlangıçta deneyim ve imtihandan önce hàk sancağı altında
toplanan saflarda bile bu ayrılık kendini gösterir. Böylece Allah'ın
yardımını hakeden sabırlı, dirençli ve fedakâr kimseler ortaya çıkar. Artık
bunlar emaneti yüklenmeye, onu korumaya ehil kimselerdir. İmtihan ve
sıkıntının dayanılmaz baskısıyla emanetten sapmayacaklardır. Bu noktada yüce
Allah murdarları üstüste koyup cehenneme atar. Bu da hüsrana uğramanın doruk
noktasıdır.
Kur'an'ın ifade tarzı murdarı öylesine
somutlaştırıyor ki, insan hacimli bir cisim sanıyor. Bir pislik yığını gibi
beliriyor ve ateşe atılıveriyor, değer verilmeden, önemsenmeden...
"Murdarları üstüste koyup hep biraraya yığarak
cehenneme atsın."
Bu somutlaştırma ayetin anlamına, insan hissinde
derin bir gerçeklik kazandırıyor. İfade etme ve etkilemede Kur'an'ın
başvurduğu bir yöntemdir bu.
ALLAH'IN DİNİ HAKİM
OLANA KADAR SAVAŞIN
Surenin akışı, dayanışma içindeki kâfirlerin
akıbetine ve üstüste yığılan murdarların sonucuna ilişkin bu kesin
açıklamayı yaptıktan sonra, kâfirlere en son uyarıda bulunması için
Peygamberimize yöneliyor. Aynı şekilde müslüman cepheye de hitap ediliyor ve
`yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah'a özgü oluncaya kadar
savaşmak' emri veriliyor. Bu arada cihad eden müslüman kitleye yüce Allah'ın
kendilerine dost ve destekçi olduğu güvencesi veriliyor. Allah dostları,
yardımcıları ve destekçileri olduğu sürece insanların savaşla, hileyle
onlara galip gelmeleri mümkün olmayacaktır.
38- Kâfirlere dedi
ki; "Eğer saldırganlıklarından vazgeçerlerse geçmişteki suçları bağışlanır.
Yok eğer eski tutumlarına dönerlerse, daha öncekiler için geçerli olan
kurallar onlar için de işler. "
39- Fitnenin kökü
kazınıp Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar onlarla savaşınız.
Eğer yaptıklarından vazgeçerlerse, hiç şüphesiz Allah onların ne
yaptıklarını görür.
40- Eğer yüz
çevirirlerse biliniz ki, Allah sizin dostunuz ve dayanağınızdır. O ne güzel
bir dost ve dayanak, ne güzel bir yardım edicidir.
Yaratıcı ve dilediğini zorla yaptıran ezici güce
sahip olan yüce Allah'ın onların topluluklarının mahvına, harcadıkları
malların yürek acısına dönüşmesine, dünyada rezil olup yürek acısı çektikten
sonra murdarların üstüste konulup cehenneme atılmasına ilişkin açıklamasının
ışığında kâfirlere söyle:
"Kâfirlere de ki; eğer saldırganlıklarından
vazgeçerlerse, geçmişteki suçları bağışlanır. Yok eğer eski tutumlarına
dönerlerse daha öncekiler için geçerli olan kurallar onlar için de işler."
İçinde yaşadıkları küfre, islâm ve müslümanlara
karşı savaşmak üzere biraraya gelmeye, insanları Allah yolundan alıkoymak
için malı harcamada bulunmaya son vermeleri için karşılarına önemli bir
fırsat çıkmıştır. Bütün bunlardan tevbe etmeleri ve Allah'a dönmeleri için
önlerindeki yol açıktır. Bu durumda önceki günahları bağışlanır. Çünkü
islâm, daha önce işlenenleri siler, götürür. İnsan anasından doğmuş gibi
daha önce işlemiş kötülüklerden arınmış olarak islâma girer. Ancak onlar -bu
açıklamadan sonra- tekrar içinde bulundukları küfre ve düşmanlığa dönecek
olurlarsa, onlardan önce gelip geçmiş milletlere ilişkin Allah'ın yasası
işlevini yerine getirecektir. Allah'ın yasası, tebliğ ve açıklamadan sonra
yalanlayanları azaba çarptırmak, dostlarına da zafer, üstünlük ve galibiyet
sağlamak şeklinde işlevini görmüştür. Bu değişmez ve her zaman için geçerli
olan bir yasadır. Buna göre kâfirler, yolların ayrılış noktasında
tercihlerini yapmalıdırlar.
Bu noktada kâfirlerle yapılan konuşma son buluyor ve
surenin akışı mü'minlere yöneliyor:
"Fitnenin kökü kazınıp Allah'ın dini kesinlikle
egemen oluncaya kadar onlarla savaşınız. Eğer yaptıklarından vazgeçerlerse
hiç şüphesiz Allah onların ne yaptıklarını görür."
"Eğer yüz çevirirlerse biliniz ki, Allah sizin
dostunuz ve dayanağınızdır. O ne güzel bir dost ve dayanak, ne güzel bir
yardım edicidir."
İşte Allah yolunda cihadın her çağda ve her yerde
geçerli olan sınırları. Bununla beraber, islâmda cihada ve islâm savaş
kurallarına ilişkin olarak bu surede yeralan hükümler nihaî hükümler
değildirler. Bu konudaki son hükümler, hicri dokuzuncu senede indirilen
Tevbe suresinde yeralmaktadır. Bununla beraber surenin giriş kısmında da
söylediğimiz gibi -İslâm aksiyoner bir harekettir, insanlığın pratik
hayatını uygun yöntemlerle karşılar. Aynı zamanda islâm aşamalı bir
harekettir. Her aşama için pratik ihtiyaç ve gereklerine cevap verecek uygun
yöntemleri vardır.
Bununla beraber, "Fitnenin kökü kazınıp, Allah'ın
dini kesinlikle egemen oluncaya kadar onlarla savaşınız." ayeti süregelen
cahiliyenin pratiğine karşı islâmi hareketin her zaman için geçerli olan bir
hükmünü belirlemektedir.
Surenin tanıtım kısmında da değinildiği gibi islâm,
bütün "yeryüzünde" tüm `insanlığın' kula kulluktan -aynı şekilde kendi
arzusuna kul olmaktan, çünkü bu da kula kulluğun bir türüdür- kurtuluşunun
evrensel bildirisi olmak için gelmiştir. Bunu da yüce Allah'ın tek ve
ortaksız ilalılığını, alemler üzerindeki Rabblığını ilan etmekle
gerçekleştirmiştir. Bu ilan, her çeşidiyle ve tüm şekilleriyle insanın
hakimiyetine dayalı düzenlere ve rejimlere karşı kapsamlı bir devrim
anlamına gelmektedir. Yeryüzünün her köşesinde, her ne şekilde olursa olsun
hakimiyetin insanlara ait olduğu rejimlere karşı tam bir başkaldırı anlamına
gelmektedir. ( Enfal suresinin giriş kısmına bkz.)
Bu önemli hedefin gerçekleşmesi için de iki temel
faktör gereklidir.
Birincisi: Bu dini benimseyen, insanın
egemenliğinden kurtulduklarını ilan eden, sadece Allah'a kul olmakla her
çeşit ve her şekliyle kula kulluktan kurtulanlara yönelik baskı ve
işkenceleri bertaraf etmektir. Bu da şu evrensel bildiriye inanan, onu
realiteler dünyasında uygulayan, bu dine inananlara işkence ve zulüm
uygulamakla ya da bu dini benimsemek isteyenlere çeşitli baskı, zorlama ve
propaganda yöntemleriyle engel olmaya çalışmakla azgınlaşan tağutlarla cihad
eden mü'min bir önderliğin yönetiminde hareket eden organik bir yapıya sahip
mü'min bir kitlenin varlığıyla mümkün olur.
İkincisi: Her ne şekilde olursa olsun, insanın
insana kulluğu esasına dayanan tüm güçleri yeryüzünden silmektir. Bu da
birinci hedefin yani bütün yeryüzünde yüce Allah'ın tek ve ortaksız
ilahlığını ilan etmenin garantisidir. Böylece bütün insanlar sadece Allah'a
boyun eğmiş, onun dinini din edinmiş olurlar. Din kelimesi burada Allah'ın
otoritesine boyun eğmek anlamındadır, soyut bir inanç değil.
Yüce Allah'ın "Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile
sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmıştır. (Bakara, 256) sözünden dolayı
kimi gönüllerde beliren bir şüpheyi açığa kavuşturmamız gerekmektedir.
Gerçi cihadın mahiyetine değinirken, özellikle üstad
Ebul A'la el Mevdudi'nin "Allah Yolunda Cihad" adlı eserinden yaptığımız
alıntılarla yeterli açıklamalarda bulunmuştuk. Ancak biz konuyu biraz daha
açmak istiyoruz. Çünkü bu dinin düşmanları, bu konuda büyük bir kavram
kargaşası meydana getirmiş, çeşitli hilelerle zihinleri bulandırmışlardır.
"Allah'ın dini bütünüyle egemen oluncaya kadar"
ayetinde kastedilen "din", tağutların egemenliğinde ve fertleri baskı
altında tutan rejimlerin varlığında somutlaşan maddi engelleri ortadan
kaldırmak anlamında kullanılmıştır. Bu durumda yeryüzünde Allah'ın
otoritesinden başka otorite kalmayacaktır. O gün Allah'ın otoritesinden
başka kullar baskıcı hiçbir otoriteye boyun eğmeyecek, O'nun dinini din
edinmeyecektir. Bu maddi engeller ortadan kaldırıldıktan sonra, insanlar
diledikleri inancı her türlü baskıdan uzak bir şekilde seçmek üzere serbest
bırakılırlar. Ne var ki, islâma karşıt olan bu inanç, başkasına baskı
aracına dönüşebilecek, doğru yolu bulmak isteyenleri bundan alıkoyacak,
Allah'ın otoritesinden başka her türlü otoriteden pratik olarak kurtulan
kişilere işkence edecek bir güce sahip organik bir topluluk tarafından
temsil edilemez. İnsanlar diledikleri inancı seçme bakımından özgürdürler.
Ancak bu inanca bireysel olarak bağlanmalıdırlar. Bu inanç, kulların
kendisine boyun eğdiği, yani dinini din edindiği zorlayıcı bir otoriteye
dönüşemez. Çünkü kullar, Allah'dan başkasının otoritesine boyun eğemezler.
İnsanlar, yüce Allah'ın kendilerine bahşettiği
üstünlüğü, onuru elde edemezlerse, "yeryüzünde' : hiçbir şekilde özgür
olamazlar. Ancak "din" bütünüyle Allah'a ait olmadığı, O'nun otoritesinden
başka bir otoriteye boyun eğme olayı sözkonusu olduğu sürece...
İşte bu büyük hedef için savaşır, mü'min kitle...
"Fitnenin kökü kazınıp Allah'ın dini kesinlikle
egemen oluncaya kadar."
Kim bu ilkeyi benimser ve teslim olduğunu duyurursa,
müslümanlar bu duyurusunu ve teslim oluşunu kabul ederler, artık onun
niyetini ve içinde sakladığını araştırmazlar. Bunları Allah'a bırakırlar:
"Eğer yaptıklarından vazgeçerlerse, hiç şüphesiz
Allah onların ne yaptıklarını görür."
Kim de bu ilkeden yüz çevirir ve Allah'ın
otoritesine karşı koymada ısrar ederse, müslümanlar Allah'ın yardımına
güvenerek onunla savaşırlar.
"Eğer yüz çevirirlerse biliniz ki, Allah sizin
dostunuz ve dayanağınızdır. O ne güzel bir dost ve dayanak, ne güzel . bir
yardım edicidir."
İşte bu dinin getirdiği yükümlülükler ve işte onun
ciddiyeti, realistliği ve pratikliği... Bu din, realiteler dünyasında
uygulanmak, Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığını insanların dünyasına egemen
kılmak için hareket eder.
Kuşkusuz bu din, zihni rahatlatmak, bilgi ve kültürü
arttırmak amacıyla herhangi bir kitaptan öğrenilecek bir teori değildir.
Aynı şekilde, insanların kendi kendilerine ve Rabbleriyle ilişkilerinde
yaşamakla yetindikleri vicdanları ilgilendiren edilgen bir inanç da
değildir. Nitekim bu din, insanlarla Rabbleri arasındaki bireysel ilişkiyle
sınırlı birtakım kulluk davranışlarından da ibaret değildir.
Bu din insanlığın evrensel kurtuluş bildirisidir.
Pratiğe dönük ve realist bir sistemdir. İnsanların pratik hayatlarını uygun
yöntemlerle karşılar. Düşünsel engelleri tebliğ ve açıklamayla giderir.
Tağutların egemenliğini yerle bir edip, yerine Allah'ın egemenliğini
yerleştirmek için rejim ve otoritelerin varlığında somutlaşan engelleri de
cihad etmekle bertaraf eder.
Bu dinin direktifleri doğrultusunda hareket etmek,
insanların pratik hayatlarıyla içiçe hareket etmek demektir. Bu dinle
cahiliye arasındaki çekişme, bir teoriye başka bir teoriyle karşılık vermek
şeklinde gelişen bir çekişme değildir. Cahiliye bir toplumun, rejimin ve
otoritenin varlığında somutlaşmaktadır. Bu dinin de ona denk yöntemlerle
karşı koyması için bir toplum, siyasi rejim ve otorite tarafından temsil
edilmesi bir zorunluluktur. Bunun ötesinde dinin bütünüyle Allah için olması
ve ondan başkasına boyun eğilmemesi için cihad etmesi de kaçınılmazdır.
İşte bu dinin realist, pratik ve aksiyoner hareket
metodu budur, aldatılmış ve ruhsal bozguna uğramış olanların söyledikleri
değil... Bu adamlar "müslüman" olmak isteyen iyi niyetli ve samimi kimseler
olabilirler. Ne var ki, bu dinin görünümü onların kafalarında ve akıllarında
netleşmemiştir. Bu dinin onların kafalarında yereden tablosu oldukça
bulanıktır.
Bize bu gerçekleri gösteren Allah'a hamdolsun. Allah
bize bu gerçekleri göstermemiş olsaydı biz bunları göremeyecektik kuşkusuz.
10. CÜZ BAŞLANGICI
Bu cüz baş tarafı dokuzuncu cüzde geçen Enfal
suresinin kalan kısmı ile Tevbe suresinin büyük bir kısmını içermektedir...
Önce Enfal suresinin kalan kısmını ele alacağız. Tevbe suresine gelince;
inşallah bu cüzde sırası gelince sunacağız.
Dokuzuncu cüzün sonunda surenin belli başlı
karakteristik çizgilerini ortaya koymuştuk. Surenin bu kalan kısmı da aynı
karakteristik çizgileri izlemektedir. Ancak surenin akışında ilk anda göze
çarpan gerçek, bu surenin bu son bölümünün ayetlerin akışı, düzenlenişi ve
konuları bakımından nerdeyse birinci bölümündeki benzeri olduğudur.
Konuların yenilenmesi nedeniyle tekrardan kaçınılmış olmasına rağmen, akış
içinde bu konuların düzenleniş biçimi, aralarında bu denli olağanüstü bir
ahenk bulunan her iki bölümü neredeyse birbirinden apayrı özelliklere sahip
iki ayrı devreler haline getirmiştir.
Birinci bölüm, ganimetlerden ve onlar hakkında
müslümanların aralarında baş gösteren çekişmelerden başlamış ve ganimetlerin
bölüştürülmesini tamamen Allah ve Peygamberine -salât ve selâm üzerine
olsun- bırakmıştı. Sonra onları Allah'dan korkmaya çağırmış ve o düzeye
çıkmaları için imanın gerçek mahiyetini açıklamıştı. Sonra ganimetler
hakkında çekiştikleri savaş esnasında işlevini yerine getiren Allah'ın
planlama ve takdirini gözler önüne sermişti. Bunu yaparken de savaşta
meydana gelen kimi olayları ve sahneleri yeniden canlandırmıştı. Bir de ne
görsünler, planlama tamamen Allah'a ait, destek ondan gelmiştir, savaş
bütünüyle O'nun iradesini gerçekleştirmek için gelişmiştir. Onlar bu savaşta
sadece perde ve aracı işlevini görmüşlerdir. Daha sonra savaşın gerçek
mahiyetine ilişkin olarak ortaya konulan bu gerçeklerin ötesinde onları
düşman saldırısı karşısında direnmeye, Allah'ın yardımına ve kendileriyle
beraber oluşuna, düşmanlarını yardımsız bırakıp cezalandıracağına güvenmeye
çağırmıştı. Daha sonra onları Allah ve peygamberine ihanet etmekten, mal ve
evlât sınavını kaybetmekten sakındırmıştı. Bu arada Peygamberimize -salât ve
selâm üzerine olsun- kâfirleri yaptıklarının sonucundan sakındırması, olumlu
karşılık verdiklerinde bunu kabul etmesi, gizledikleri duygu ve niyetlerini
ise Allah'a bırakması emredilmişti. Şayet bu uyarıyı dinlemeyip tutumlarını
sürdürecek olurlarsa, fitnenin kökü kazınıp, din bütünüyle Allah'a özgü
olana kadar müslümanlara kâfirlerle savaşmaları emredilmişti.
Şu ikinci bölüm de aynı şekilde gelişiyor...
Ganimetlerin mülkiyetini tamamen Allah ve peygamberine özgü kıldıktan sonra,
onlara ilişkin Allah'ın hükmünü açıklamakla başlıyor. Sonra onlara Allah'a
ve O'nun hakla batılın ayrıldığı iki topluluğun karşılaştığı günde kuluna
indirdiği ayetlere inanmaya çağırıyor. Sonra onlara bu ganimetleri sağlayan
savaşta işlevini yerine getiren yüce Allah'ın planlama ve takdirini
gösteriyor. Bunun için de, bu planlama ve takdiri belirginleştiren savaşta
meydana gelen başka olayları ve sahneleri yeniden canlandırıyor. Sunulan bu
sahnelerde kendilerinin Allah'ın kaderine aracı ve perde olmaktan başka bir
şey yapmadıkları da belirginleşiyor. Savaşın gerçek mahiyetine ilişkin
olarak gözler önüne serilen bu olguların ötesinde onlara düşmanla
karşılaşılırken direnme, Allah'ı çokca anma, O'na ve peygamberine itaat etme
çağrısı yapılıyor. Dağılıp güçlerinin kırılmasından sakındırmak için
çekişmemeleri uyarısında bulunuluyor. Sabretmeye, cihada çıkarken
kibirlenmemeye, gösteriş yapmamaya çağırılıyorlar. Yurtlarından çıkarken
büyüklenen, insanlara gösteriş yapan ve şeytanın aldatması sonucu insanları
Allah'ın yoluna girmekten alıkoyan kâfirlerin akıbetinden sakındırılıyorlar.
Ayetlerin akışı, onları sadece yardım etmeye gücü yeten, takdir ve planında
hikmet bulunan yüce Allah'a dayanıp güvenmeye çağırıyor. Sonra onlara,
Allah'ın ayetlerini yalanlayan kâfirlerin günahlarından dolayı azaba
çarptırılmasına ilişkin Allah'ın değişmez kanunu gösteriliyor. Birinci
bölümde mü'minlere güven aşılayan, savaşta dirençli olmalarını telkin eden
ve kâfirlerin boyunlarına ve ellerine darbeler indiren meleklerden söz
edildiği gibi bu bölümde de yüzlerine ve sırtlarına vurarak kâfirlerin
canlarını alan meleklerden söz ediliyor. Birinci bölümde kâfirler için,
"canlıların en kötüsü" ifadesi kullanılmıştı. Burada da her söz verişlerinde
bunun tersine davrandıklarından söz edilmesi nedeniyle aynı ifade tekrar
kullanılıyor. Bu hatırlatma bir bakıma, savaşta ve barışta onlarla kurulacak
ilişkilere ilişkin olarak emredilen hükümlere bir hazırlık niteliğindedir.
Bu hükümler islâm kampı ile kendisiyle savaş halinde olan ve barış yapan
diğer kamplarla girilecek ilişkilere ilişkin ayrıntılı hükümlerdir. Bu
hükümlerin bir kısmı kesin, nihaî hükümlerdir. Bir kısmı ise, daha sonra
Tevbe suresinde kesinleşecek olan hükümlerdir.
Buraya kadar, surenin bu ikinci devresi -konuların
mahiyeti ve surenin akışı içindeki düzenlenişleri bakımından- nerdeyse
surenin birinci devresiyle aynı özellikleri paylaşmaktadır. Sadece islâm
kampı ile diğer kamplar arasındaki ilişkilere ilişkin hükümlerin bazı
ayrıntılarında farklılık göze çarpmaktadır.
Daha sonra, surenin bitimine doğru bu hükümlere ve
konulara bağlı, onları bütünleyen diğer konu ve hükümler yeralmaktadır:
Yüce Allah, peygamberine -salât ve selâm üzerine
olsun- ve onunla birlikte mü'minlere kalplerini kaynaştırmak suretiyle
onlara yaptığı iyiliği hatırlatıyor. Allah'ın iradesi, rahmeti ve lütfu
olmasaydı bu kalpler kaynaşmaya yanaşmayacaklardı.
Aynı şekilde yüce Allah, kendisinin onlara yeterli
olduğunu ve onları koruyacağını belirterek güvence veriyor. Bu yüzden
Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- onları savaşa teşvik etmesini
emrediyor. Onlara, iman etmiş olmaları nedeniyle -sabrettikleri sürece-
olayları derinlemesine kavramaya çalışmayan kâfirlerden oluşan kendilerinin
on katı bir kuvvetle başedebileceklerini gösteriyor. Kâfirler iman
etmedikleri için durum böyledir. Yine onlar en zayıf durumlarında bile
sabrederlerse, kendilerinden kat kat fazlası kâfirle başedebileceklerdir.
Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.
Sonra yüce Allah, esirlerden fidye kabul ettikleri
için onları azarlıyor. Çünkü henüz yeryüzünde kalıcı ve caydırıcı bir
üstünlük sağlamamışlar, henüz düşmanlarının gücünü kırmamışlar, daha
otoriteleri perçinlenmemiş, henüz devletleri sağlam temellere oturmamıştır.
Bununla da değişik aşamalarda ve farklı durumlarda islâmın başvurduğu
hareket metodu açığa kavuşmaktadır. Bu durum aynı zamanda, realite
karşısında ve farklı aşamalarda islâmi hareket metodunun realistliğine ve
esnekliğine işaret etmektedir. Ayrıca yüce Allah, ellerindeki esirlere karşı
nasıl davranacaklarını, onlara nasıl imanı sevdireceklerini, kalplerinde
imana karşı nasıl sempati uyandıracaklarını gösteriyor. Bu arada esirleri de
bir daha ihanet etmeye çalışmaktan sakındırıyor. Bir sonuca
ulaşamayacaklarını belirterek ümitlerini kırıyor. Çünkü kâfir olmak
suretiyle ihanet ettiklerinde ilk defa onları bu şekilde alçaltan yüce
Allah, şayet peygamberine ihanet edecek olurlarsa, ikinci bir defa da onları
alçaltıp rezil edecektir.
Son olarak, müslüman kitlenin kendi içinde, islâmı
kabul etmekle beraber islâm ülkesine katılmayan toplumlarla ve belli
durumlarda kâfirlerle kuracağı ilişkilerde uygulayacağı insanlar arası
ilişkilere ilişkin düzenli hükümler yeralıyor. Bu arada kâfirlerle kurulacak
ilişkilerde uygulanacak genel prensip de belirleniyor. Bu hükümlerde islâm
toplumunun tabiatı ve islâm hareket metodunun mahiyeti bütünüyle
belirginleşiyor. Bu arada "hareket halindeki bir toplumun" varlığının
islâmın varlığı için vazgeçilmez bir temel olduğu net bir şekilde ortaya
çıkıyor. Çünkü islâmın iç ve dış münasebetlere ilişkin hükümleri bu
hareketlilikten kaynaklanır. Aynı şekilde bu dinde inanç ve toplumsal
yasaların müslüman kitlenin fiili varlığından ve hareketinden ayrı
düşünülemeyeceği gerçeği de olanca netliğiyle ortaya çıkıyor.
Surenin geride kalan ayetlerini ayrıntılı biçimde
ele almamız için bu kısa giriş yeterlidir.
Ele alacağımız dersin başlangıcı ile dokuzuncu
cüz'ün sonunda yeralan geçen dersin sonları birbirine bağlı olarak sürüyor.
Daha önce aşağıdaki ayette ilk defa ele alınan savaş hükümleri burada da ele
alınıyor:
"Kâfirlere de ki; eğer saldırganlıklarından
vazgeçerlerse geçmişteki suçları bağışlanır. Yok eğer eski tutumlarına
dönerlerse, daha öncekiler için geçerli olan kurallar onlar için de işler."
"Fitnenin kökü kazınıp Allah'ın dini kesinlikle
egemen oluncaya kadar onlarla savayız. Eğer yaptıklarından vazgeçerlerse,
hiç şüphesiz Allah onların ne yaptıklarını görür."
"Eğer yüz çevirirlerse biliniz ki, Allah sizin
dostunuz ve dayanağınızdır. O ne güzel bir dost ve dayanak, ne güzel bir
yardım edicidir."
Daha sonra bu derste, savaşta müslümanların
kazandıkları zafer sonucu elde ettikleri ganimetlere ilişkin hükümlerden söz
ediliyor. Nitekim bu savaşın gayesi ve hedefi şu şekilde belirlenmişti:
"Fitnenin kökü kazınıp Allah'ın dini kesinlikle
egemen oluncaya kadar."
Cihadın amacı bu açık ayette belirlenmiş, bunun
Allah için, O'nun mesajına, dinine ve hayat sistemine özgü hedeflerin
gerçekleşmesi uğruna yapıldığı böylece açığa kavuşmuş... Bu cihaddan
elegeçen ganimetlerin mülkiyetine ilişkin olarak daha kesin söz söylenmiş,
bunlar Allah ve peygamberine bırakılmış ve mü'minler niyetleri ve
davranışlarıyla tamamen Allah adına hareket etmeleri için bunlardan
soyutlanmış olmakla beraber... Evet bunlarla beraber Kur'an'ın ilahi hareket
metodu, yaşanan realiteyi ona göre düzenlenmiş hükümlerle karşılıyordu.
Ortada ganimetler vardı. Öte yandan bu ganimetleri elde eden savaşçılar...
Bu savaşçılar Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad ediyorlar. Onlar
cihad çağrısına koşup özel bir harcamayla savaş gereçlerini tedarik
ediyorlar. Aynı şekilde, harcayacak herhangi bir şey bulamayan mücahidlerin
savaş gereçlerini de onlar temin ediyorlar. Bunları, cihadda gösterdikleri
sabır, direnç ve verdikleri güzel sınavla elde ediyorlar. Aslında yüce Allah
ganimetlerin mülkiyetini daha baştan kendisine ve peygamberine özgü
kılmakla, onların gönüllerini ve ruhlarını bu ganimetlere ilişkin olarak
herhangi bir şekilde üzülmekten kurtarmıştı. Böylece bu ganimetlerden
paylarına düşen miktarı aldıklarında artık üzülmüyorlar. Çünkü onlar bunları
kendilerine bahşedenin Allah ve peygamberi olduğunun bilincindedirler. Aynı
zamanda ganimetlerden bahşedilen bu miktar, pratik ihtiyaçlarına ve insani
duygularına cevap veriyordu. Surenin başında yeralan bu kesin açıklamadan
sonra, artık ganimetlere üşüşmez, bunlar hakkında birbirleriyle
çekişmezlerdi
Kuşkusuz bu, insanın tabiatını bilen yüce Allah'ın
belirlediği metoddur. Yüce Allah onlara bu dengeli ve eksiksiz metodla
muamele ediyordu. Bu metod, pratik ihtiyaçlara cevap verdiği gibi, insanın
duygularına da cevap veriyor, bu ganimetler için vicdan ve toplumun
bozulmasına da engel oluyordu.
GANİMETLER
41- Eğer Allah'a ve
doğru ile eğrinin birbirinden ayrıldığı gün, yani iki ordunun Bedir'de
karşılaştığı gün kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz mesaja inanıyorsanız
biliniz ki, ele geçirdiğiniz ganimet mallarının beşte biri Allah'a,
Peygamber'e, Peygamber'in yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yarı yolda
kalanlara aittir. Allah her şeye kadirdir.
Bu konuda tercih edilen rivayetler ve fıkhi görüşler
arasında birçok ihtilaflar belirmiştir.
1- Ayette geçen "Ganaim" ve "Enfal" kelimelerinin
anlamları etrafında birtakım görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. İkisi aynı
şey midir, yoksa birbirlerinden farklı şeyler midir?
2- Yüce Allah'ın savaşçılara bahşettiği beşte
dörtlük paydan sonra geride kalan beşte birlik pay nasıl bölüştürülecek?
3- Allah'a ait olduğu bildirilen beşte birlik pay
aynı zamanda peygambere ait olduğu bildirilen beşte birlik pay mıdır, yoksa
ondan ayrı bir pay mıdır?
4- Peygambere ait olan beşte birlik pay, sadece ona
mı özgüdür, yoksa ondan sonra iş başına gelen devlet başkalarına da mı
verilir?
5- Akrabalara ait olduğu bildirilen beşte birlik
pay, Peygamberimiz döneminde olduğu gibi Haşimoğulları'ndan ve
Abdulmuttalipoğulları'ndan olan Peygamberimizin akrabaları için mi
geçerlidir, yoksa bu konuda devlet başkanı yetkisini mi kullanır?
6- Beşte birlik paylar sadece bu beş grup arasında
mı bölüştürülecek, yoksa tasarruf yetkisi Peygamber'e, ondan sonra da
halifelere mi bırakılmıştır? Diğer görüş ayrılıkları daha çok ayrıntı
sayılacak konularda belirmiştir.
Biz bu tefsirde takip ettiğimiz yöntem uyarınca,
yerinde incelenmesi daha iyi olan fıkhî ayrıntılara girmiyoruz. Bu genel
yöntemimiz. Özelde ise ganimetler konusu bütünüyle, bugün karşı karşıya
kaldığımız islâmî bir realite değildir. Biz bugün bir olgu olarak böyle bir
sorunla karşı karşıya değiliz. Bir müslüman devlet, bir müslüman imam, Allah
yolunda cihad eden bir müslüman ümmet sözkonusu değildir ki, bu ümmet
ganimetler elde etmiş olsun, sonra da bunlara ilişkin islâmî uygulamaya
ihtiyaç duyulsun. Zaman döndü dolaştı. Tekrar bu dinin ilk defa insanlığa
geldiği günkü şeklini aldı. İnsanlar tekrar eski cahiliye hayatına döndüler.
Kendi kafalarından uydurdukları beşerî yasalarıyla hayatlarına yön veren
başka ilahları Allah'a ortak koştular. Bu din yeniden insanları kendisine
girmeye, "Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi
olduğuna" şahitlik etmeye, yüce Allah'ı ilahlıkta, hakimiyette ve otoritede
birlemeye, bu konularda sadece O'nun peygamberi Muhammed'den -salât ve selâm
üzerine olsun- direktif almaya, insanlığı hayatında bu dini yeniden inşa
etmek için çalışan müslüman bir önderliğin yönetimi altında toplanmaya,
bütün dostluk ve bağlılığı; bu toplum ve müslüman önderliği yöneltmeye, bu
dostluk ve bağlılığı; bütün cahiliye toplum önderliklerinden kesmeye
çağırmak için tekrar başa dönmüştür.
Günümüzde bu dinin karşı karşıya kaldığı gerçek
sorun budur. Ortada daha baştan itibaren- bunun dışında bir sorun sözkonusu
değildir. Bugün bir ganimetler sorunu yoktur, çünkü cihad sorunu yoktur.
Hatta bugün gerek iç ilişkilerde, gerekse dış ilişkilerde karşı karşıya
kalınan tek bir yasal düzenleme sorunu bile yoktur. Bunun sebebi gayet
basittir: Çünkü ortada, kendi iç ilişkilerini ve kendisiyle diğer toplumlar
arasındaki ilişkileri düzenleyecek hükümlere ihtiyaç duyan bağımsız bir
yapıya sahip müslüman bir toplum yoktur.
İslâm hareket metodu realist bir hareket metodudur,
fiilen varolmayan sorunlarla uğraşmaz. Bu yüzden realite açısından varlığı
sözkonusu olmayan bu tür sorunlara ilişkin hükümlerle ilgilenmez. İslâm
pratik bir değeri bulunmayan sorunlara ilişkin hükümlerle uğraşmayacak kadar
ciddi bir hayat sistemidir. Böyle şeylerle uğraşmak islâmın başvurduğu bir
metod değildir. Boş vakitlerini, teoriler ve realiteler dünyasında gerçek
bir karşılığı bulunmayan fıkhî hükümleri araştırmakla geçiren boş adamların
işidir bu. Oysa bu kimseler çabalarını, bu dinin pratik ve realist hareket
metodu doğrultusunda müslüman bir toplumun yeniden inşası için harcasalardı
çok daha iyi olacaktı. İnsanları yeniden, "Allah'dan başka ilah yoktur ve
Muhammed Allah'ın peygamberidir" ilkesine çağırmak gerekir. İlk defa olduğu
gibi şimdi de böyle girebilir toplumlar bu dine. Bu şekilde dine yeniden
girmekle müslüman bir önderliğe, özel bir yönetime, cahiliye toplumlarından
bağımsız bir yapıya sahip bu dini yaşayan pratik bir toplum oluşur. Sonra
yüce Allah bu toplumla kavminin arasını hak doğrultusunda açar, onları
birbirinden ayırır. İşte o zaman -ama sadece o zaman- kendi iç ili$kilerini
olduğu kadar, başka toplumlarla olan ilişkilerini de düzenleyen hükümlere
ihtiyaç duyar. İşte o zaman -ama sadece o zaman- müctehidler, içerde ve
dışarda karşı karşıya kalınan pratik sorunları karşılayacak hükümleri
çıkarmaya çalışırlar. İşte o zaman -ama sadece o zaman- bu içtihadların
ciddiliği ve realistliği sözkonusu olur.
Bu dinin canlı, pratik ve realist hareket metodunun
ciddiliğinin bilincinde olduğumuzdan dolayı, ganimetlere ve savaşta elde
edilen başka kazançlara özgü fıkhî ayrıntılara girmiyoruz. Allah'ın izniyle
vakti geldiğinde, müslüman bir toplum varolup, fiilen cihad durumuyla karşı
karşıya kaldığında ve birtakım ganimetler elde ettiğinde, bu hükümlere
ihtiyaç duyulur... Biz bu tefsirde, yaşanan tarihin akışında ve Kur'an'ın
eğitim metodunun doğrultusunda iman çizgisini takip etmeliyiz. Zamanın
geçmesiyle gözardı edilemeyecek Allah'ın Kitabı'ndaki değişmez temel unsur
budur. Bunun dışındaki tüm kurallar ondan sonra gelir ve ona dayanırlar.
Kur'an ayetinin içerdiği genel hüküm şudur:
"Biliniz ki, ele geçirdiğiniz ganimet mallarının
beşte biri Allah'a, Peygamber'e, Peygamber'in yakınlarına, yetimlere,
yoksullara ve yarı yolda kalanlara aittir."
Ganimetlerin beşte dörtlük kısmı bütünüyle
savaşçılara bırakılıyor. Geri kalan beşte birlik kısım ise Peygamber'in
-salât ve selâm üzerine olsun- ve ondan sonra islâm şeriatına göre hareket
eden ve Allah yolunda cihad eden müslüman devlet başkanlarının yetkisine
terkediliyor; şu alanlarda da harcanmak üzere: Allah'a, Peygamber'e,
Peygamber'in yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yarı yolda kalanlara
aittir." Tabi ganimet var olduğu zaman karşılaşılan pratik ihtiyaçları
gidermek için... Bu kadar açıklama yeterlidir...
Ama bundan sonra da sürekli geçerli olan direktif
ise, ayetin son kısmında yeralmaktadır: "Eğer Allah'a ve doğru ile eğrinin
birbirinden ayrıldığı gün, yani iki ordunun Bedir'de karşılaştığı gün
kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz mesaja inanıyorsanız... Allah her şeye
kadirdir."
Hiç kuşkusuz imanın varlığına kanıt oluşturan
birtakım belirtiler vardır. Yüce Allah Bedir savaşına katılanların -Bedir
ehli oldukları halde- Allah'a ve O'nun hakla batılın birbirinden ayrıldığı
günde, iki ordunun karşı karşıya geldiği günde kulu Muhammed'e indirdiği
ayetlere inanmış olmalarını... Evet yüce Allah, şu Bedir ehlinin mü'min
olduklarını kendi katında onaylamayı onların, yüce Allah'ın ayetin başında
ganimetlerle ilgili olarak indirdiği hükümleri kabul etmelerine bağlıyor. Bu
kabulü, kendi katında onların kendisine ve hakla batılın birbirinden
ayrıldığı furkan gününde indirdiği Kur'an ayetlerine inanmış olduklarının
şartı olarak vurguluyor. Aynı şekilde bu kabulü, mü'min olduklarını duyurmuş
olmalarının gereği sayıyor. Çünkü bu duyurunun realiteler dünyasında bir
anlam ifade etmesi için bu kabulleniş zorunluydu.
Böylece Kur'an'da imanın ne anlama geldiğini gayet
açık ve kesin bir şekilde görmüş oluyoruz. Birtakım grupların, mezheplerin
ve değişik yorumların ortaya çıktığı, insanların tartışmalara ve zihinsel
mantık hipotezlerine daldıkları dönemlerde başgösteren uzun fıkhî
araştırmalarda görülen ciddiyetsizlik, belirsizlik ve anlaşılmaz yorumlara
yer yoktur Kur'an'da. Nitekim bu dönemlerde insanlar -siyasi grup ve
mezheplerin etkisiyle- saldırı ve karşı saldırılarla uğraşır olmuşlardır.
Kâfir olmakla suçlamalar ve bu suçlamaları çürütmeler... Bu dinin anlaşılır
ve açık temelleri yerine kin, kişisel arzu, rakiplerin ve karşıt
görüşlülerin entrikalarına dayanmıştır. Bu dönemlerde karşıt görüşlü birini
ayrıntı sayılan bir mevzudan dolayı tekfir edenlerin kendileri böyle bir
itham ile karşı karşıya kaldıklarında, büyük bir öfkeye kapılıp, çok sert
tepki gösterdiklerine de rastlanmıştır: Hiç kuşku yok ki, bunlar ve onlar,
tarihsel koşulların neden olduğu aşırılıklardır. Allah'ın dini ise, son
derece açık ve kesindir. Orada ciddiyetsizliğe, belirsizliğe ve aşırılığa
yer yoktur... "iman temenni değildir, o kalpte yer eden ve davranışlarca
doğrulanan bir olgudur." İmanın, Allah'ın şeriatını kabul etmek ve pratik
hayatta, büyük olsun, küçük olsun, her konuda bu şeriatı uygulamak şeklinde
gerçekleşmesi kaçınılmazdır... İşte son derece açık, kesin; anlaşılır ve net
hükümler... Bunun ötesinde ihtilaflardan ve yorumlardan başka hiçbir şey
yoktur.
Şu ayet yüce Allah'ın son derece açık, net ve kesin
direktiflerinden bir örnektir:
. "Eğer Allah'a ve doğru ile eğrinin birbirinden
ayrıldığı gün, yani iki ordunun Bedir'de karşılaştığı gün kulumuz Muhammed'e
indirdiğimiz mesaja inanıyorsanız biliniz ki, ele geçirdiğiniz ganimet
mallarının beşte biri Allah'a Peygamber'e, Peygamber'in yakınlarına,
yetimlere, yoksullara ve yarı yolda kalanlara aittir."
Bunun gibi, imanın gerçek mahiyetini ve sınırlarını
çizen, açık; kesin ve anlaşılır daha birçok direktif yeralmaktadır Allah'ın
Kitabı'nda.
Yüce Allah, ganimetlerin mülkiyetini onları elde
edenlerden almış, -surenin başında- bu mülkiyeti Allah'a ve peygamberine
vermişti. İşi bütünüyle Allah ve peygamberinin kontrolünde tutmak,
mücahitleri her türlü yeryüzü menşeli. değerin üstüne çıkarmak, -baştan sona
kadar- tüm işlerini Rabbleri olan Allah'a ve önderleri olan Peygamber'e
havale etmek için... Böylece mücahitler savaşa Allah için, Allah yolunda,
Allah'ın bayrağı altında ve Allah'a itaat ederek girişeceklerdi. Hiçbir
zorluk çıkarmadan, itirazsız bir şekilde canlarının, mallarının. ve her
durumun üzerindeki hakimiyeti Allah'a özgü kılacaklardı. İşte iman budur.
Nitekim surenin başında yüce Allah, ganimetlerin mülkiyetini ellerinden
alıp, Allah'a ve Peygamber'e verdiğinde onlara şöyle demişti:
"Sana savaş ganimetlerinin bölüşümü hakkında
soruyorlar. De ki; `Ganimetler hakkında hüküm verme yetkisi Allah'a ve
Peygamber'e aittir. Buna göre eğer mü'min iseniz Allah'dan korkunuz,
ilişkilerinizi düzeltiniz, Allah'a ve Peygamber'e itaat ediniz." (Enfal
Suresi, 1)
Ne zaman ki, Allah'ın emrine teslim oldular ve bu
hükmünden hoşnut oldular, o zaman imanın anlamı somut olarak onlarda
yeretmiş oldu. Böylece yüce Allah, ganimetlerin beşte dördünü onlara geri
verdi. Beşte biri ise, Allah'a ve Peygamber'e kaldı. Bu beşte birlik pay
üzerindeki tasarruf yetkisi de müslüman cemaat içindeki peygamberin muhtaç
akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yarı yolda kalmışlara vermek üzere
Peygamber'e bırakıldı. Onlara ganimetin beşte dördü geri verildi. Çünkü
onlar bu ganimetlere savaş ve zaferin karşılığı olarak sahip olmadıklarını
anlamışlardı. Onlar Allah için savaşmış, O'nun dini uğrunda zafer
kazanmışlardı. Dolayısıyla onlar, bu ganimetleri Allah'ın bağışı sonucu elde
etmişlerdi. Nitekim onlara katından zafer bahşeden, onları ve savaşı
yönlendiren de yüce Allah'tı. Aynı şekilde onlara bu yeni emre teslim
olmanın imanın kendisi olduğu, iman etmiş olmanın şartı ve gereği olduğu
yeniden hatırlatılmış oluyordu.
"Eğer Allah'a ve doğru ile eğrinin birbirinden
ayrıldığı gün, yani iki ordunun Bedir'de karşılaştığı gün, kulumuz
Muhammed'e indirdiğimiz mesaja inanıyorsanız, biliniz ki, ele geçirdiğiniz
ganimet mallarının beşte biri Allah'a, Peygamber'e, Peygamber'in
yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yarı yolda kalanlara aittir."
İmanın anlamı, gerçek mahiyeti, şartı ve gereği
bakımından bu dinin dayandığı temel unsurlardan birini son derece açık ve
kesin bir şekilde belirginleştirmek için ayetler bu şekilde ardarda
sıralanmaktadır.
Sonra, yine Allah'ın başlangıçta tüm ganimetlerin
kontrolünü kendisine verdiği, son olarak da geride kalan beşte birlik pay
üzerinde tasarruf yetkisi tanıdığı bu konu işlenirken Peygamberini -salât ve
selâm üzerine olsun- "kulumuz" şeklinde nitelendirmesi üzerinde duralım.
"Eğer Allah'a ve doğru ile eğrinin birbirinden
ayrıldığı gün, yani iki ordunun Bedir'de karşılaştığı gün kulumuz Muhammed'e
indirdiğimiz mesaja inanıyorsanız..."
Hiç kuşku yok ki bu, son derece anlamlı bir
nitelendirmedir... Çünkü imanın gerçek mahiyeti Allah'a kulluktur. Bu aynı
zamanda yüce Allah'ın lütfu sayesinde insanın ulaşabileceği en yüksek
makamdır. İşte bu sıfatın, Allah'dan gelen mesajın insanlara duyurulma
işinin, aynı şekilde yüce Allah'ın kendisine havale ettiği şeyler üzerindeki
tasarruf yetkisinin peygamber'e verildiği bir konumda belirginleşmesi,
hatırlatılması son derece anlamlıdır.
Bu pratik hayatta da böyledir. Kuşkusuz bu, ulu bir
makamdır. İnsanın ulaşabileceği en ulu makam Allah'a kulluk makamıdır.
Tek başına Allah'a kul olmak insanı, ihtiraslara,
arzulara kul olmaktan korur. Kula kulluktan koruyucu bir kalkandır Allah'a
kulluk... Arzularına, ihtiraslarına, aynı şekilde kendisi gibi insanlara kul
olmaktan kurtulmadığı sürece insan, kendisi için takdir edilen en yüksek
makama hiçbir zaman ulaşamaz.
Tek başına Allah'a kul olmaktan kaçınanlar, derhal
en aşağılık kullukların kurbanı durumuna düşerler. Zaman kaybetmeden
arzularının, ihtiraslarının, şehvetlerinin, tepkilerinin kulu olurlar.
Anında yüce Allah'ın insan türüne diğer türlere karşı bir ayrıcalık olarak
bahşettiği kendilerini frenleme iradelerini kaybedip, hayvanların düzeyine
yuvarlanırlar, canlıların en kötüsü konumuna düşerler. Ancak hayvanlaşmış
olurlar, hatta daha da sapıklaşırlar. Yüce Allah'ın kendilerini yarattığı
şekliyle, en güzel bir yaradılışa sahipken, aşağıların en aşağısına
alçalırlar.
Aynı şekilde Allah'a kul olmaktan kaçınanlar, başka
kullukların, en aşağılık kullukların çirkefine batarlar. Hayatlarını kısa
görüşle, yükselme arzusuyla, aynı şekilde bilgisizlik, yetersizlik ve
ihtirasla bulaşmış teori ve eğilimlerle düzenleyen kendileri gibi kulların
kulu olurlar.
Bunun yanısıra tartışılmaz "zorunlulukların" kulları
durumuna düşerler. Onlara şöyle denir: "Bundan başka seçeneğiniz yoktur.
İtirazsız, tartışmasız boyun eğmeniz gerekir... Bunlar "tarihsel
zorunluluklardır, ekonomik zorunluluklardır, gelişmenin doğurduğu doğal
zorunluluklardır. Bu yüzden kabul etmelisiniz." Onlar da alınlarını yere
yapıştıran bu maddi zorunluluklara başkaldırmadan, kendilerini bu aşağılık,
iğrenç kulluğa mahkûm eden zorba, aldatıcı ve korkunç zorunlulukları
tartışmadan benimser, boyun eğerler.
Sonra yüce Allah'ın Bedir gününü, furkan günü, yani
hakla batılın birbirinden ayrıldığı gün olarak nitelendirmesinin üzerinde
duralım:
"Eğer Allah'a ve doğru ile eğrinin birbirinden
ayrıldığı gün, yani iki ordunun Bedir'de karşılaştığı gün kulumuz Muhammed'e
indirdiğimiz mesaja inanıyorsanız."
Kuşkusuz yüce Allah'ın direktifleri, yönetimi ve
desteği ile başlayıp biten Bedir savaşı, ayrılık savaşıdır. Kur'an'ı tefsir
edenlerin görüş birliği içinde söyledikleri gibi hak ile batılın birbirinden
ayrıldığı ayrılık savaşıdır. En kapsamlı, en geniş, en ince ve en derin
anlamda ayrılık...
Hak ile batıl arasında fiili bir ayrılıktı Bedir...
Ancak, göklerle yerin dayandığı, eşya ve canlıların yaradılışının temeli
olan ve Allah'ın ilahlıkta, otoritede, planlama ve takdir etmede birlenmesi,
göğüyle, yeriyle, eşyasıyla, canlısıyla tüm evrenin bu biricik ilahlığa, bu
tek otoriteye, bu ortaksız ve hiç kimse tarafından sorgulanmayan planlama ve
takdire kulluk etmesi şeklinde somutlaşan hak ile, o gün için yeryüzünü
kaplayan, bu temel ve değişmez hakkın üzerine çıkan, sonradan ortaya çıkmış,
yeryüzünde diledikleri gibi Allah'ın kullarının hayatına yön veren
tağutların ve hayatı ve canlıları yönlendiren arzuların ayakta tuttuğu
temelsiz batılın ayrılığıydı bu. İşte Bedir'de böylesine geniş boyutlu ve
büyük bir ayrılık gerçekleşmişti. Bundan böyle hiçbir zaman birbirlerine
karışmayacak şekilde bu büyük hakla, azgın batıl birbirlerinden ayrılmış,
tama men kopmuşlardı.
Bedir, boyutları ve mesafeleri aşan bu kapsamlı,
geniş, ince ve derin anlamıyla hakla batıl arasında bir ayrılıktı. Şu hak
ile şu batıl arasında vicdanın derinliklerinde gerçekleşen bir ayrılıktı.
Vicdanda, duyguda, ahlâk ve davranışta, kulluk ve ibadette bütün
ayrıntılarıyla her türlü batıl düşünceden soyutlanmış Allah'ın birliği
inancı ile vicdanın Allah'ın dışında birtakım kişilere, mesnetsiz
kuruntulara, değer yargılarına, rejimlere, gelenek ve göreneklere kul
olmasını kapsayan tüm şekilleriyle şirk arasında gerçekleşen bir ayrılıktı.
Bedir, aynı zamanda gözle görülen realiteler
dünyasında da şu hak ile şu batıl arasında gerçekleşen bir ayrılıktı.
Şahıslara, asılsız kuruntulara, değer yargılarına, rejimlere, şeriat ve
kanunlara, gelenek ve göreneklere yönelik fiilen yaşanan kulluk ile bütün bu
konularda kendisinden başka herhangi bir ilah, bir otorite, bir hükmedici,
bir kanun koyucu bulunmayan tek ve ortaksız Allah'a dönüş arasında
gerçekleşen bir ayrılıktı. Böylece başlar Allah'dan başkasının önünde
eğilmemecesine yükselmiş oldular. Boyunlar sadece O'nun hakimiyetine ve
şeriatına uymak suretiyle eşit düzeye gelmiş oldular. Tağutlara kulluk yapan
halk yığınları özgürlüklerini elde etmiş oldular.
Bedir, islâmi hareket tarihinde yaşanan iki dönem
arasında gerçekleşen bir ayrılığın ifadesiydi. Sabretme, sabrı tavsiye etme,
örgütlenme ve bekleme dönemi ile güç, hareket, saldırı ve girişim dönemini
birbirinden ayırıyordu. Yeni bir hayat düşüncesi olarak insan varlığına
yönelik yeni bir hareket metodu olarak, yeni bir toplum düzeni olarak, yeni
bir devlet biçimi olarak islâm... Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığını egemen
kılmak ve O'nun ilahlığını ve hakimiyetini gaspeden tağutları kovmak
suretiyle tüm "yeryüzünde" "insan" türünün evrensel özgürlük bildirisi
olarak islâm... Evet bu sekliyle islâm, güç kazanmak, harekete geçmek,
saldırmak ve girişimde bulunmak zorundaydı. Çünkü o, uzun süre bekleyemezdi.
Allah'a yönelik bireysel kulluk davranışlarında, ahlâk ve müslümanlar arası
iyi ilişkilerde somutlaşan, fertlerin vicdanlarında yer eden soyut bir inanç
olarak varlığını sürdüremezdi. Pratik hayatta bu yeni düşünceyi, yeni
hareket metodunu, yeni devlet biçimini ve yeni toplum düzenini
gerçekleştirmek üzere harekete geçmesi kaçınılmazdı. Hareketine köstek olan,
öncelikle müslümanların hayatında, daha sonra ise tüm insanların hayatında
pratik olarak uygulanmasını zorlaştıran maddi engelleri yolundan
temizlemeliydi. Zaten islâm, bu şekilde pratik olarak uygulanmak üzere Allah
katından gelmişti.
Bedir, insanlık tarihinin iki dönemi arasında
gerçekleşen bir ayrılıktı. İslâm düzeninin kurulmasından önceki insanlık, bu
düzenin kurulmasından sonraki insanlıktan tamamen farklıydı. Bu düzenden
kaynaklanan bu yeni düşünce, aynı şekilde bu düşünceden kaynaklanan bu yeni
düzen, insanlık için bir yeniden doğuş olan bu taze toplum, bütün hayatın,
toplumsal düzenin ve yasama sisteminin dayanağı olan bu değer yargıları...
Evet bütün bunlar, Bedir savaşından sonra artık sadece müslümanların
tekelinde, sırf bu yeni toplumun dayanakları değildi. Artık tüm insanların
malı olacak şekilde yaygınlık kazanmışlardı. İster islâm ülkesinin sınırları
içinde olsun, ister bu sınırların dışında olsun, gerek islâmı tasdik etsin,
gerek ona düşman olsun, herkes bunlardan etkilenmişti. İslâma karşı savaşmak
ve daha yeni yeni gelişmeye başlamış bu dini ortadan kaldırmak için batıdan
saldırıya geçen Haçlılar, yok etmek için geldikleri islâm toplumunun
geleneklerinden etkilenmişlerdi. İslâm toplum düzeninin izlerini gördükten
sonra kendi toplumlarında yaygın olan derebeylik sistemini yıkmak üzere
ülkelerine dönmüşlerdi. İslâm ülkesinin vatandaşı olan Yahudi ve Haçlılar'ın
teşvikleri sonucu islâmla savaşmak ve onu ortadan kaldırmak için doğrudan
saldırıya geçen Tatarlar, sonunda islâm inancından etkilenmiş, onu yeni bir
bölgede yaymak ve Avrupa'nın göbeğinde 15. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar
sürecek bir hilafeti kurmak üzere yüklenmişlerdi... Hangi yönden bakılırsa
bakılsın, insanlık tarihi -Bedir savaşından beri- gerek islam topraklarında,
gerekse islâma düşman bölgelerde bu ayrılıktan etkilenmiştir.
Zafer ve yenilgi etkenlerine ilişkin iki düşünce
arasında beliren bir ayrılıktı Bedir savaşı. Görünürde tüm zafer etkenleri
müşriklerden yana ve bütün yenilgi etkenleri de mü'min kitlenin safında
görülüyorken meydana gelmişti bu savaş. Öyle ki, münafıklar ve kalplerinde
hastalık bulunanlar, "Bu müslümanları dinleri şımartıp yanılgıya düşürdü."
(Enfal Suresi, 49) demişlerdi. Kuşkusuz yüce Allah, müşrik çoğunlukla mü'min
azınlık arasında başgösteren bu ilk savaşın, bu şekilde meydana gelmesini
dilemişti. Böylece, zafer ve yenilginin sebeplerine ilişkin iki düşüncenin,
iki değerlendirmenin arasında bir ayırıcı rol oynamasını istemişti. Güçlü
inancın sayı, donanım ve hazırlık bakımından çoğunluğu oluşturan tarafa
üstün gelmesini, böylece insanların zaferin sağlıklı ve güçlü bir inançla
kazanıldığını, sırf silah ve hazırlıkla kazanılmadığını açıkça görmelerini
dilemişti. Dolayısıyla gerçek inancın taraftarları, zahiri maddi güçlerin
dengelenmesini beklemeden batılla savaşmaya girişmelidirler. Çünkü onlar,
terazide ağır basan başka bir güce sahiptirler. Üstelik bu güç, dille
söylenen bir laf da değildir, gözler önünde gerçekleşmiş bir realitedir.
Son olarak Bedir, bir diğer açıdan da hak ile batıl
arasında gerçekleşen ayrılığın somut ifadesiydi. Bu anlama, surenin baş
taraflarında yeralan şu ayetler işaret etmektedir: "Allah, iki gruptan
birinin hakkından geleceğinizi va'dettiği zaman siz güçsüz olan grubun size
düşmesini istediniz. Oysa Allah sözleri aracılığı ile gerçeği yüceltmeyi ve
kâfirlerin kökünü kazımayı, soylarını kurutmayı istiyordu."
"Amaç, mücrimlerin hoşuna gitmese de gerçeği
yüceltmek ve batılı ortadan kaldırmaktı." (Enfal Suresi, 7-8)
Savaşa katılan müslümanlar aslında Ebu Süfyan'ın
kervanını ve kervanda bulunan malları ganimet almayı hedefleyerek
çıkmışlardı. Yüce Allah da onların istediklerinin dışında bir şey diliyordu.
Allah, Ebu Süfyan'ın güçsüz kervanının ellerinden kurtulmasını ve Ebu
Cehil'in güçlü ordusuyla karşılaşmalarını diliyordu. Çarpışma, savaş,
öldürme ve esir alma olayının yaşanmasını diliyordu, kervana saldırmalarını,
ganimet almalarını ve rahat bir yolculuk geçirmelerini değil. Yüce Allah
bunu neden yaptığını şöyle açıklıyordu onlara:
"Amaç... gerçeği yüceltmek ve batılı ortadan
kaldırmaktı...
Kuşkusuz bu, büyük bir gerçeğin açığa kavuşmasına
yönelik aydınlatıcı bir işaretti. Kuşkusuz bir toplumda, sırf gerçek ve
batıla ilişkin teorik açıklamalarla hak gerçekleşmez, batıl da ortadan
kalkmaz. Teorik olarak bu haktır, bu da batıldır diye inanmak da realiteyi
değiştirmez. Batılın egemenliği yıkılıp hakkın egemenliği ilan edilmeden
hak, insanların pratik hayatında gerçekleşmiş, var olmuş sayılmaz. Batıl da
yok olamaz, insanların dünyasından sökülüp atılmaz. Bu da ancak, hak
ordusunun galip gelip üstünlük sağlaması, batıl olduğunun da yenilip
dağılmasıyla mümkün olur. Bu din pratik ve realist bir hayat sistemidir.
Sadece bir bilgi ve tartışma teorisi değildir. Ya da sırf edilgen bir inanç
sistemi de değildir.
Kuşkusuz bu savaşla hak gerçekleşti, yüceldi. Batıl
da ortadan kalktı. Pratik olarak yaşanan bu zafer, bu bakımdan hakla batıl
arasında gerçekleşen fiili bir ayrılıktı. Nitekim yüce Allah savaşın,
Peygamber'in hak uğruna evinden çıkarmasının, güçsüz kervanın elden
kaçmasının ve güçlü orduyla karşılaşmalarım sağlamasının ötesindeki
iradesini açıklarken, buna işaret etmişti.
Hiç kuşku yok ki, bütün bunlar, bizzat bu dinin
hareket metodunda da bir ayrılığın ifadesiydi. Bununla, bu metodun tabiatı
ve müslümanların bilinçlerinde yer eden gerçek mahiyeti açığa kavuşmaktadır.
Biz bugün bu ayrılığın ne denli zorunlu olduğunu daha bir kavrıyoruz.
Özellikle bu dinin kavramlarının kendilerini müslüman (!) diye
adlandıranların ve hatta dine davet etmeye (!) kalkanların yanında ne kadar
ciddiyetsizleştirildiğini gördüğümüzde, bu ayrılık daha da zorunlu hale
gelmektedir. ( Bu açıklamanın yeri aslında bu ayetin açıklandığı 9. cüzdür.
O zaman bu şekilde kavrayamamıştım. Simdi daha güzel anlıyorum. Her. şeyin
başında da sonunda da Allah'a hamdolsun.)
İşte bu değişik, kapsamlı ve derin anlamlarıyla
Bedir günü, "ayrılık" günü, iki ordunun karşılaştığı gün olmuştur.
"Allah her şeye kadirdir."
Böyle bir günde, her şeye gücünün yettiğinin bir
örneği görülmüştür. Bu gücü hiç kimse tartışma konusu yapamaz. Kimse onunla
başedemez. Bu gözle görülen realiteden bir örnektir. Bu örneği, ancak
Allah'ın sonsuz gücüyle izah edebiliriz. Çünkü Allah'ın gücü her şeye yeter.
BEDİR SAVAŞI
Bu noktada ayetlerin akışı ayrılık gününe, yani iki
ordunun karşılaştığı güne dönüyor. Yeniden savaşı ele alıyor. Savaşı,
sahneleri ve olaylarıyla öylesine olağanüstü bir yöntemle sunuyor ki, insan
bizzat savaşın fiilen tekrarlandığını sanıyor: Bu sunuşta yüce Allah'ın
savaşı yönlendirirken önceden tasarladığı plan ortaya çıkıyor. İnsan,
olayların ve hareketlerin ötesinde yüce Allah'ın elini görür gibi oluyor.
Aynı şekilde yüce Allah'ın dilediği şekilde gerçekleşen planın hedefi de
ortaya çıkıyor:
42- Hani Bedir
savaşında siz vadinin Medine'ye yakın yakasında, onlar Medine`ye uzak
yakasında ve ticaret kervanı da vadi tabanına sizden daha yakın idi. Eğer bu
şekilde buluşmak üzere sözleşseydiniz bile bu şekilde buluşamazdınız. Fakat
Allah ortaya çıkması gereken bir sonucun gerçekleşmesi için bu buluşmayı
böyle düzenledi. Böylece can veren bile bile can verecek, Hayatta kalan da
bile bile hayatta kalacaktı. Hiç kuşkusuz Allah Her şeyi işitir ve her şeyi
bilir.
43- Hani Allah
onları sana rüyanda az gösteriyordu. Eğer onları kalabalık gösterseydi
moraliniz bozulur, bu konuda aranızda tartışmaya düşerdiniz. Fakat Allah,
sizi bu tehlikeden korudu. Hiç şüphesiz O, kalplerin özünü bilir.
44- Allah, ortaya
çıkması gereken sonucun gerçekleşmesi için savaş alanında karşılaştığınızda
onları sizin gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde
azaltıyordu. Her işin sonu Allah'a varır."
Savaş, iki grubun konumlarıyla birlikte
canlanmaktadır. Bunların da ötesinde yeralan gizli planla birlikte gözler
önündedir. Şunları şuraya, şunları da oraya, kervanı ise biraz daha uzağa
yerleştirirken Allah'ın eli az kalsın görülecektir. Kelimeler,
Peygamberimizin rüyasına, her grubun diğerine az görülmesine, her iki grubun
birbirlerini tahrik etmesine ilişkin Allah'ın planından dolayı adeta
şeffaflaşmaktadır.
Bu sahneleri ve bu sahnelerin ötesini bu canlılık ve
gözle görülen bu hareketlilikle, üstelik böylesine az ifadelerle sunmak
ancak Kur'an'ın eşsiz ifade tarzıyla mümkündür. '
Bu ayetlerin canlandırdığı sahneleri,
Peygamberimizin hayatını anlatan kitaplardan yaptığımız alıntılarla
sunduğumuzda işaret etmiştik. Müslümanlar Medine'den çıktıkları zaman
vadinin Medine'ye yakın yakasına konaklamışlardı. Ebu Cehil'in komutasındaki
müşrik ordusu da Medine'nin uzak yakasında konaklamıştı. İki grubu
birbirinden bir tepe ayırıyordu. Kervanı ise, Ebu Süfyan deniz sahiline
doğru, iki ordunun aşağısına yöneltmişti.
Her iki ordu da birbirlerinin yerinden habersizdi.
Yüce Allah dilediği bir işin gerçekleşmesi için onları bu şekilde bir
tepenin iki yamacında biraraya getirmişti. Öyle ki, buluşmak üzere
aralarında sözleşmiş olsalar bile, zamanlama ve yer bakımından böylesine
dikkatli ve özenli bir şekilde buluşamazlardı. Bu, yüce Allah'ın planlama ve
takdirini hatırlamaları için müslüman kitleye sözünü ettiği bir olgudur:
"Hani Bedir savaşında siz vadinin Medine'ye yakın
yakasında, onlar Medine'ye uzak yakasında ve ticaret kervanı da vadi
tabanına sizden daha yakın idi. Eğer bu şekilde buluşmak üzere
sözleşseydiniz bile, bu şekilde buluşamazdınız. Fakat Allah ortaya çıkması
gereken bir sonucun gerçekleşmesi için bu buluşmayı böyle düzenledi."
Bu şekilde dikkatli ve özenli bir tarzda gerçekleşen
bu sürpriz buluşmanın ötesinde hiç kuşku yok ki, yüce Allah'ın realiteler
dünyasında gerçekleşmesini dilediği ve onun için bu gizli ve latif planı
tasarladığı bir olay sözkonusudur. Sizi bu olayın gerçekleşmesine aracı
kılmıştır. Bunu rahatlıkla gerçekleştirebilmeniz için bütün koşulları
hazırlamıştır.
Yüce Allah'ın gerçekleşmesi için bütün koşulları
düzenlediği takdir edilmiş bu olay ise, yüce Allah'ın şurada sözünü ettiği
olaydır:
"Böylece can veren bile bile can verecek, hayatta
kalan da bile bile hayatta kalacaktı."
Ayette geçen "Helak" kelimesi doğrudan doğruya kendi
anlamında kullanıldığı gibi, küfür anlamına da gelebilir. "Hayat" kelimesi
de öyle; kendi anlamında kullanıldığı gibi iman için de kullanılmıştır.
Kelimelerin ikinci anlamları burada daha bir belirgindir. Yüce Allah'ın şu
sözü de bu anlama bir örnek oluşturmaktadır:
"Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar
arasında yürürken yararlandığı bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde
bocalayıp oradan bir türlü dışarı çıkamayan kimse gibi midir? (En'am, 122)
Burada küfür, ölüm kelimesiyle ifade edilmiş, iman
da hayat kelimesiyle... Bununla da islâmın, küfür ve imanın özüne bakışı da
ortaya çıkmaktadır. Dördüncü ciltte yeralan En'am suresinin bu ayetini
tefsir ederken, bu bakışı ayrıntılı biçimde açıklamıştık.
Bu anlamın tercih edilmesinin nedeni, yüce Allah'ın
belirttiği gibi Bedir gününün "ayrılık günü" olmasıdır. Bu günde yüce Allah
hak ile batılı birbirinden ayırmıştı. -Nitekim buna az önce değinmiştik- Bu
yüzden, bundan sonra kâfir olan bir şüpheden dolayı değil, bile bile kâfir
olmaktadır, dolayısıyla bile bile can vermektedir. Aynı şekilde bundan sonra
mü'min olan da savaşın belirginleştirdiği açık bir kanıta dayanarak mü'min
olmaktadır.
Bedir savaşı beraberinde getirdiği koşullarıyla,
insanın planından öte bir plana, insanın gücünden başka geri planda yeralan
bir gücün varlığına karşı konulmaz bir kanıt, çürütülmez bir belge
niteliğindedir. Bu savaş kesinlikle kanıtlamaktadır ki, bu dinin
taraftarları tamamen onu hoşnut etmek için, onun yolunda cihad ettikleri,
sabredip direndikleri sürece onlara yardım eden, onları destekleyen, onları
koruyan bir Rabbleri vardır. Yoksa eğer iş, gözle görülen maddi güçlere
kalsaydı müşrikler yenilmez, müslüman kitle de böylesine büyük bir zafer
elde edemezdi.
Bizzat müşrikler, savaşa giderken kendilerine yardım
amacıyla asker göndermek isteyen müttefiklerine şöyle demişlerdi: "Andolsun
ki, şayet biz insanlarla savaşacaksak, onlardan geri kalır bir yanımız
yoktur. Yok eğer biz Muhammed'in iddia ettiği gibi Allah'la savaşacaksak,
hiç kimsenin gücü Allah'a yetmez! Şayet bilmek fayda verseydi onlar, her
zaman doğru söyleyen, güvenilir Muhammed'in dediği gibi, Allah'la
savaştıklarını ve hiç kimsenin Allah'a güç yetiremeyeceğini gayet iyi
biliyorlardı. Bundan sonra kâfir olmakla helâk oluyorlarsa, can verip
gidiyorlarsa, bile bile can veriyorlardır.
Bunlar şu değerlendirmenin zihnimde ilk planda
uyardığı düşüncelerdir:
"Böylece can veren bile bile can verecek, hayatta
kalan da bile bile hayatta kalacaktır."
Ne var ki, bunun ötesinde bir diğer işaret de
yeralmaktadır.
Hak ordusuyla batıl ordusu arasında savaş çıkması,
vicdanlarda üstünlük sağladıktan sonra, realiteler dünyasında da hakkın
egemenliğinin pekişmesi... evet bütün bunlar gerçeğin, gözlerin ve kalplerin
görebileceği şekilde belirginleşmesine, akıllarda ve vicdanlarda
karışıklığın giderilmesine yardımcı olmaktadırlar. Bu zafer sayesinde durum
o kadar kesinleşmiş ve belirginleşmiş ki, artık yokolmayı, yani küfrü tercih
eden birinin açıkça ilan edilen ve realiteler dünyasında üstünlük sağlayan
hakka ilişkin olarak herhangi bir kuşkusu kalmamıştır. Aynı şekilde hayatta
kalmak isteyen yani mü'min olmak isteyen- biri yüce Allah'ın bu zaferi
bahşettiği ve tağutları yüzüstü bıraktığı bu dinin hak olduğundan kuşku
duymamaktadır.
Bu açıklamalar bizi tekrar, dokuzuncu cüzde Enfal
suresini tanıtırken, kötülüğün gücünü ve tağutun egemenliğini yerle bir
etmek, hak sancağını ve Allah'ın egemenliğini yüceltmek için cihad etmenin
zorunluluğuna ilişkin olarak söylediklerimize götürüyor. Kuşkusuz bu, hakkın
belirginleşmesine yardım etmektedir: "Böylece can veren bile bile can
verecek, hayatta kalan da bile bile hayatta kalacaktı." Bu yaklaşım aynı
zamanda bu surede yeralan yüce Allah'ın şu sözünün verdiği işaretlerin
boyutlarını kavramamıza da yardımcı olmaktadır.
"Onlara karşı elinizden geldiği kadar gerek Allah'ın
gerekse özünüzün düşmanlarını ve bunlar dışında Allah'ın bildiği, fakat
sizin bilmediğiniz gizli düşmanlarınızı yıldırıp caydıracak savunma gücü ve
atlı savaş birlikleri hazırlayınız."
Güç hazırlamak ve yıldırmak bazı gönüllerin hakkı
daha iyi görmelerine yardımcı olur. Bu gönüller, daha önce de söylediğimiz
gibi "yeryüzünde" bütün "insanlığın" evrensel özgürlüğünü ilan etmek üzere
harekete geçen hakkın sahip olduğu gücün etkinliği olmadığı sürece uyanmaz,
gerçeği kavrayamaz. (Enfal suresinin giriş kısmına bkz.)
Savaşta rol oynayan ilahi planın bu yönü ve pratik
olarak gerçekleşen bu planın amacı üzerine yapılan değerlendirme de şudur:
"Hiç kuşkusuz Allah her şeyi işitir ve her şeyi
bilir."
Hak taraftarlarının ve batıl taraftarlarının
söyledikleri, sözlerinin ve davranışlarının ardında göğüslerinde
gizledikleri hiçbir şey yüce Allah'a saklı değildir. Açıkta olanlardan
haberdar olması, gizli olanları da bilmesiyle O, her şeyi planlar ve takdir
eder. O, her şeyi işitir ve her şeyi bilir.
Savaş, savaşta meydana gelen kimi olaylar ve savaş
koşulları sunulurken, arada yeralan bu değerlendirmeden sonra ayetlerin
akışı normal seyrini sürdürüp yüce Allah'ın gizli ve latif planını gözler
önüne seriyor.
"Hani Allah onları sana rüyanda az gösteriyordu.
Eğer onları kalabalık gösterseydi, moraliniz bozulur, bu konuda aranızda
tartışmaya düşerdiniz. Fakat Allah sizi bu tehlikeden korudu. Hiç şüphesiz
O, kalplerin özünü bilir."
Yüce Allah'ın savaş planlarından biri,
Peygamberimize rüyasında kâfirlerin güç ve ağırlık bakımından az olduklarını
göstermekti. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- rüyasını
arkadaşlarına anlatıyor, onlar da buna seviniyor ve savaşmaya istekli
oluyorlar. Daha sonra yüce Allah burada onları niçin peygamberine az
gösterdiğini haber veriyor. Kuşkusuz yüce Allah, onları çok gösterse,
Peygamberimizle birlikte bulunan azınlığın moralinin bozulacağını biliyordu.
Çünkü herhangi bir hazırlık yapmadan ve savaşacaklarını tahmin etmeden
Medine'den çıkmışlardı. Nitekim düşmanla karşılaşmaktan çekinmiş, bu konuda
aralarında tartışma baş göstermişti. Bir grup onlarla savaşmayı, diğer bir
grup da onlardan uzak durmayı uygun görüyordu. Bu şartlarda böyle bir
tartışmaya girmek ise, düşmanla karşılaşan bir ordunun başına gelebilecek en
kötü durumdur.
"Fakat Allah sizi bu tehlikeden korudu. Hiç şüphesiz
O kalplerin özünü bilir."
Kuşkusuz yüce Allah kalplerin özünü biliyordu. Bu
noktada müslüman kitlenin içinde bulundukları zaaf halini bildiğinden onlara
lütfetti ve müşrikleri rüyada peygamberine az gösterdi, oldukları gibi çok
göstermedi.
Bu rüya, gerçekte doğru bir rüyadır. Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- onları az görmüştür. Onlar sayı bakımından
çokturlar ama, birçok şeyden yoksundurlar ve savaşta bir ağırlıkları
sözkonusu değildir. Kalpleri, geniş bir kavrama yeteneğinden, ortak bir
imandan, böyle durumlarda büyük yararı olan ruh gıdasından yoksundur. Yüce
Allah bu yanıltıcı dış görünüşün ötesindeki gerçek olguyu Peygamberine
-salât ve selâm üzerine olsun- gösteriyor. Böylece mü'min kitlenin
gönüllerine güven bahşediyor. Çünkü yüce Allah mü'minlerin gizli hallerini
biliyor. Sayılarının az, hazırlıklarının yetersiz olduğunu, şayet
düşmanlarının kalabalık olduğunu öğrenecek olurlarsa karşılaşmaktan çekinmek
ve savaşmak ya da savaşmamak konusunda çekişmek gibi olayların
başgöstereceğini biliyordu. İşte bu rüya, kalplerin özünü bilen yüce
Allah'ın savaşa ilişkin planlarından biriydi.
İki ordu karşı karşıya geldiğinde Peygamberimizin
rüyası, iki taraf üzerinde fiilen gerçekleşti. İşte bu da, savaşı ve
savaştaki olayları ve ötesini sunarken, yüce Allah'ın onlara sözünü ettiği
planın bir parçasıydı.
"Allah, ortaya çıkması gereken sonucun gerçekleşmesi
için savaş alanında karşılaştığınızda onları sizin gözlerinizde az
gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Her işin sonu Allah'a
varır."
Her iki grubu savaşa teşvik etmek için birbirleri
hakkında yanıltmak bu ilahi planın bir parçasıydı. Evet, mü'minler
düşmanlarının sayı bakımından az olduklarını görüyorlardı. Çünkü onlar
hakikat gözüyle bakıyorlardı. Müşrikler de zahiri gözlerle baktıklarından
dolayı, mü'minleri az görüyorlardı. İki gruptan her birinin rakibini gördüğü
bu iki gerçeğin ötesinde ilahi plan amacına ulaşıyor, yüce Allah'ın takdir
ettiği sonuç gerçekleşiyordu.
"Her işin sonu Allah'a varır."
Bu, planın amacına ulaşmasına, takdir edilen sonucun
gerçekleşmesine uygun bir değerlendirmedir. Ve bu, sonunda tek başına
Allah'a varan bir iştir. Kendi otoritesiyle yönlendirir, iradesiyle
gerçekleştirir O. Gücünün ve egemenliğinin etki alanının dışında bir şey
değildir bu. Varlık bütününde O'nun öngördüğünün ve takdir ettiğinin dışında
hiçbir şey meydana gelemez.
Durum böyle olduğuna göre... Plan Allah'ın planı ve
zafer O'nun katından geldiğine göre... Zaferi garantileyen sayısal çoğunluk
olmadığına göre.. Savaşın sonucunu belirleyen, maddi hazırlık olmadığına
göre, o halde mü'minler kâfirlerle karşılaştıklarında direnmelidirler. Savaş
için gerekli olan gerçek hazırlıkları yapmalıdırlar. Olayları planlayan,
takdir eden, yardım ve destek gönderen güç ve egemenlik sahibi olan yüce
Allah'ın yarattığı sebeplere sarılmalıdırlar. Sayı ve maddi hazırlık
bakımından oldukça kalabalık olmalarına rağmen kâfirlerin yenilmesinde etkin
rol oynayan yenilgi sebeplerinden uzak durmalıdırlar. Şımarmaktan, büyüklük
taslamaktan ve batıl düşüncelerden soyutlanmalıdırlar. Şu kâfirleri mahveden
şeytanın aldatmasına karşı sürekli uyanık olmalıdırlar. Sadece Allah'a
dayanmalıdırlar. Çünkü her şeyden üstün, güçlü ve olayları hikmetle
yönlendiren, onlara hükmeden O'dur.
45- Ey mü'minler,
bir savaş birliği ile karşılaştığınızda direniniz, Allah'ı çok anınız ki,
başarıya eresiniz.
46- Allah'a ve
Peygamberi'ne itaat ediniz. Aranızda tartışmaya, çekişmeye düşmeyiniz. Yoksa
moraliniz bozulur, hızınız kaybolur. Sabrediniz. Çünkü Allah sabırlılar ile
beraberdir.
47- Yurtlarından
çalım satarak, halka gösteriş yaparak sefere çıkan ve insanları Allah
yolundan alıkoyanlar gibi olmayınız. Şüphe yok ki, Allah onların bütün
yaptıklarını bilgisi ile kuşatmıştır.
48- Hani şeytan
onlara yaptıkları işleri güzel göstererek kendilerine "Bugün sizi hiçbir
insan grubu yenemez, ben sizin arkanızdayım " dedi. Fakat iki ordu birbirini
görünce, birdenbire geri dönerek, "Benim sizinle hiçbir ilgim yok, ben sizin
görmediğinizi görüyorum, ben Allah'tan korkarım, çünkü Allah'ın azabı
ağırdır" dedi.
49- Hani münafıklar
ile kalplerinde hastalık bulunanlar "Bu müslümanları dinleri şımartıp
yanılgıya düşürdü"dediler. Oysa kim Allah'a dayanırsa bilsin ki Allah, üstün
iradeli ve hikmet sahibidir.
Şu kısa cümlelerde, birçok anlam ve işaret, kural ve
direktif, çok sayıda tablo ve sahne yoğunlaşmaktadır. Savaştan kimi
bölümler, şu anda yaşanıyormuş gibi canlı bir şekilde gözler önüne
getirilmektedir. Çeşitli düşünceler, duygular, vicdanlar ve sırlar teker
teker ortaya çıkmaktadır. Şu kısacık cümlelerin içerdiği tüm bu konuları
gereği gibi ifade etmek bundan kat kat fazlası imkânlara ihtiyaç
duymaktadır.. Buna rağmen şu dehşet verici, şu eşsiz tasviri ifade etmek,
yine de mümkün olmayacaktır.
EY MÜ'MİNLER DİRENİN
ALLAH'A İTAAT EDİN,
BÜYÜKLENMEYİN
Surede sık sık tekrarlanan mü'min kitleye yönelik
çağrılar zincirinin bir halkasıyla başlıyor ayetler. Onlara düşman
.karşısında direnmeleri, zafer için gerekli psikolojik ve maddi hazırlığı
yapmaları direktifi veriliyor:
"Ey mü'minler, bir savaş birliği ile
karşılaştığınızda direniniz, Allah'ı çok anınız ki, başarıya eresiniz."
"Allah'a ve peygamberine itaat ediniz. Aranızda
tartışmaya, çekişmeye düşmeyiniz. Yoksa moraliniz bozulur, hızınız kaybolur.
Sabrediniz, çünkü Allah sabırlılar ile beraberdir."
"Yurtlarından çalım satarak, halka gösteriş yaparak
sefere çıkan ve insanları Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayınız. Şüphe
yok ki, Allah onların bütün yaptıklarını bilgisi ile kuşatmıştır."
İşte zaferin gerçek etkenleri; düşmanla
karşılaşılırken direnmek, Allah'ı sürekli anarak O'na bağlanmak, Allah'a ve
peygamberine itaat etmek, çekişme ve tartışmadan uzak durmak, savaşın
doğurduğu ağır zorluklara sabretmek, çalım satmaktan, gösterişten ve
aşırılıktan kaçınmak...
Hiç kuşkusuz direnmek zaferin başlangıcıdır. İki
taraftan kim daha fazla direnirse o kazanır. Mü'minler, düşmanlarının
kendilerinden daha fazla zorluk içinde olduklarını, onların da kendileri
gibi acı çektiklerini biliyorlar. Ne var ki, düşmanları mü'minlerin
Allah'dan ümit ettikleri şeyi ummuyorlar. Ayaklarını ve gönüllerini dirençli
kılacak bir destek beklentileri yok Allah'dan. Mü'minler biraz daha
direnecek olurlarsa düşmanları az sonra bozguna uğrayıp dağılacaklardır. İki
güzelliğe, yani şehitlik ve zafere sıkı sıkıya bağlı, bunlardan emin olan
mü'minlerin ayakları sarsılır mı hiç? Herhangi bir şey dirençlerini
kırabilir mi? Üstelik düşmanları sadece dünya hayatını istiyor, bu hayatın
üzerine titriyor. Bu hayatın ötesinde bir arzuları ve bundan başka bir
hayatları sözkonusu değildir.
Düşmanla karşılaşılırken Allah'ı çokca anmaya
gelince; bu mü'minlere yönelik sürekli direktif ve mü'min kitlenin gönlünde
yereden sistematik eğitimin gereğidir. Kur'an-ı Kerim tarih boyunca
süregelen iman kervanında yeralan müslüman ümmetin tarihinden örnekler
aktararak bu hususu anlatır.
Bu konuda Kur'an-ı Kerim'in anlattığı örneklerden
biri, gönülleri aniden imana teslim olan, bu yüzden Firavun tarafından
azgınca, korkutucu ve iğrenç bir şekilde tehdit edilen Firavun'un
sihirbazlarının sözleridir:
"Sen ancak Rabbimizin ayetleri bize gelince inandık
diye bizden öç alıyorsun. Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve müslüman
olarak al canımızı." (A'raf, 126)
Calut'un ordusuyla karşılaşan İsrailoğulları'ndan
sayıları az mü'min bir grubun söyledikleri de bu konuda örnek olarak yeralır
Kur'an-ı Kerim'de: "Talut ve askerleri Calut ve ordusu ile
karşılaştıklarında, "Ey Rabbimiz üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sabit
kıl, ve kâfirlere karşı bize zafer nasip eyle" dediler. (Bakara, 250)
Tarih boyunca gelmiş geçmiş bütün mü'min
toplulukların savaş esnasında söyledikleri de Kur'an'da örnek olarak
yeralır:
"Nice peygamber var ki, çok sayıda taraftarı kendisi
ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı
gevşemediler, yılmadılar ve boyun eğmediler. Allah sabırlıları sever." (Al-i
İmran, 146)
Allah'ı anma bir ilke olarak yeretmiştir müslüman
kitlenin gönlünde. Düşman karşısında Allah'ı çokca anmak müslüman kitlenin
belirgin özelliğidir, yüce Allah daha sonraları "Uhut"da yenilmiş kitleden
söz etmiştir. İkinci gün düşmanı takip etmeleri istenirse, bu prensip
içlerinde hazır bulunuyordu.
"O kimseler ki, insanlar kendilerine "düşmanlarınız
size saldırmak için yığınak yaptılar, onlardan korkmalısınız" dediklerinde,
bu sözden imanlârı daha güçlenerek "Allah bize yeter, O ne güzel bir
vekildir" dediler. (AI-i İmran, 173)
Düşmanla karşılaşılırken yüce Allah'ı anmak, birçok
işlevi görür. Bir kere asla yenilmeyen bir güçle bağlantı kurmaktır Allah'ı
anmak. Dostlarına her zaman yardım eden Allah'a güvenmektir. Bu aynı zamanda
savaşı, nedenlerini ve sonuçlarını gerçek mahiyetiyle zihinde canlandırmayı
sağlar. Çünkü savaş Allah içindir. O'nun ilahlığını yeryüzünde hakim kılmak
ve bu ilahlığı gaspeden tağutları hayat sahnesinden kovmak içindir savaş. O
halde bu, Allah'ın sözünün yücelmesi için yapılan bir savaştır, kişisel ya
da ulusal egemenlik kurmak, ganimetler elde etmek, kişisel ya da ulusal
üstünlük sağlamak için değil. Ayrıca bu, Allah'ı anma görevinin zor anlarda,
en sıkıntılı durumlarda bile ne kadar önemsendiğini vurgulamaktadır. Bu
ilahi direktifin içerdiği bu işaretler savaş alanında çok değerli işlevler
görürler.
Allah ve Peygamber'e itaat etmelerine ilişkin buyruk
ise, mü'minlerin daha baştan tüm varlıklarıyla Allah'a teslim olarak savaşa
girişmeleri amacına yöneliktir. Böylece "Allah'a ve Peygamber'e itaat
ediniz" buyruğundan sonra işaret edilen çekişmenin nedenleri ortadan kalkmış
olur.
"Çekişmeye düşmeyiniz. Yoksa moraliniz bozulur,
hızınız kaybolur."
İnsanlar ancak birden fazla komuta ve direktif
merkezine uymak durumuyla karşı karşıya kaldıklarında, görüş ve düşünceleri
yönlendirici olarak insan arzusuna itaat ettiklerinde, çekişmeye düşerler.
İnsanlar Allah'a ve Peygamberine teslim oldukları zaman -karşılaşılan soruna
ilişkin olarak birbirinden farklı bakış açılarına sahip olsalar bile-
aralarındaki çekişmenin en başta gelen sebebi ortadan kalkmış olur. Çünkü
çekişmeye neden olan insanların farklı görüşlere sahip olmaları değildir.
Gerçek ortaya çıktığı halde insanı, görüşünde ısrara sürükleyen ihtirastır,
arzudur. Bu da, insanın kendi "şahsını" terazinin bir kefesine, "gerçeği" de
bir kefesine koyması ve daha baştan "şahsını" tercih etmesidir. Savaşla
karşı karşıyayken Allah'a ve Peygamber'e itaat etmeye ilişkin bu direktifin
yeralması bu yüzdendir. Hiç kuşku yok ki, bu direktif, savaş esnasında son
derece gerekli olan "kontrol" işlemlerinden biridir. Burada en yüce yol
göstericilik, en üstün komuta merciine itaat sözkonusudur. Kitleye
komutanlık eden kişiye itaat de bundan kaynaklanır. Bu, gönülden gelen derin
bir itaattir. Allah için cihad etmeyen ve komutana olan bağlılığı Allah'a
bağlılıktan kaynaklanmayan ordularda görülen askeri itaat gibi göstermelik
bir disiplin değildir. Bu ikisinin arasındaki mesafe korkunçtur.
Sabır ise savaşa girişmek için gerekli olan bir
sıfattır. Hangi savaş olursa olsun, ister insanın kendi içinde giriştiği
savaş olsun, isterse muharebe meydanında düşmanla giriştiği savaş olsun,
mutlaka sabretmek gerekmektedir: "Sabrediniz, çünkü Allah sabırlılar ile
beraberdir."
Allah'ın beraberliği, sabırlılar için başarının,
düşmana üstünlük sağlamanın ve kurtuluşun garantisidir.
Son direktif de şudur:
"Yurtlarından çalım satarak, halka gösteriş yaparak
sefere çıkan ve insanları Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayınız. Şüphe
yok ki, Allah onların bütün yaptıklarını bilgisi ile kuşatmıştır."
Bu direktif mü'min kitleyi sahip olduğu maddi güçle
büyüklenerek, çalım satarak, azgınlaşarak savaşa çıkmaktan ve Allah'ın
bahşettiği gücü onun istemediği biçimde kullanmaktan koruyor. Mü'min kitle
ancak Allah yolunda savaşa çıkar. İnsanların hayatına Allah'ın ilahlığını
egemen kılmak ve kulların sadece O'na kulluk yapmalarını sağlamak için
çıkar. Mü'min kitle, yüce Allah'ın kulların sadece kendisine ibadet etmeleri
hakkını gaspeden, Allah'ın izni ve hükmü dışında yeryüzünde hakimiyet kurmak
suretiyle yeryüzünün ilahlığını elinde bulunduran tağutların gücünü kırmak,
saltanatlarını başlarına yıkmak, egemenliklerini yerle bir etmek için savaşa
çıkar. Tüm yeryüzü boyutunda insanın -insanlığını hiçe sayan, onurunu kıran,
onu alçaltan- Allah'dan başkasına kulluk zilletinden kurtuluşunu ilan etmek
için savaşa koşar. Mü'min, insanlığın saygınlığını, üstünlüğünü ve
özgürlüğünü korumak için savaşa çıkar, insanlar üzerinde üstünlük sağlamak,
onları kendine kul-köle yapmak, Allah'ın bahşettiği kuvvet nimetini
böylesine iğrenç bir şekilde kullanarak azgınlaşmak ve şımarmak için değil.
Savaşa ilişkin tüm kişisel çıkarlarından soyutlanarak koşar savaş meydanına.
Allah'a itaat görevini yerine getirmenin O'nun cihad emrine olumlu karşılık
vermenin, O'nun hayat sistemini uygulamanın, yeryüzü boyutunda O'nun sözünü
yüceltmenin, bundan sonra da O'nun lütfunu ve hoşnutluğunu beklemenin
dışında zafer ve galibiyet O'nu ilgilendirmez... Hatta savaştan sonra elde
ettikleri ganimetler bile yüce Allah'ın onlara yönelik lütfunun eseridir.
Çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak savaşa
çıkma tablosu mü'min kitlenin gözlerinin önündeydi. Bu tabloyu, Kureyş'in
savaşa çıkış tarzında görüyorlardı. Nitekim bu şekilde çıkmanın sonucu da
Kureyş'in şahsında somutlaşmıştı. O gün büyük bir kibir, üstünlük
duygusuyla, Allah'a ve peygamber'e başkaldırarak ve büyüklük taslayarak
çıkmış ama günün sonunda alçalmış, hüsrana uğramış, dağılmış ve büyük bir
bozgun yaşamış olarak dönmüştü. Yüce Allah, fiilen yaşanmış belirtileri,
henüz gözlerinin önünde duran bir olayı hatırlatıyordu mü'min kitleye:
"Yurtlarından çalım satarak, halka gösteriş yaparak
sefere çıkan ve insanları Allah yolunda alıkoyanlar gibi olmayınız. Şüphe
yok ki, Allah onların bütün yaptıklarını bilgisi ile kuşatmıştır."
Çalım satmak, gösteriş yapmak ve insanları Allah'ın
yolundan alıkoymak Ebu Cehil'in sözlerinde son derece belirgindir. Kervanı
deniz sahiline yöneltip müslümanların tuzağından kurtulduktan sonra Ebu
Süfyan Ebu Cehil'e bir elçi göndermiş, geri dönmelerini istemiş, çünkü
Muhammed ve arkadaşlarıyla savaşmaları için bir gerekçelerinin kalmadığını
bildirmişti. Kureyş ordusu her konaklamada şarkılar söyleyen cariyelerle ve
çalgıcılarla sefere çıkmış, hayvanlar kesip eğleniyorlardı. O sırada Ebu
Cehil elçiye şöyle demişti: "Allah'a andolsun ki, Bedir kuyularının başına
varıp üç gün üç gece kalmadıkça, hayvanlar kesmedikçe, yemek yiyip, şarap
içip, cariyeler bizim için şarkı söylemedikçe geri dönmeyiz. Böylece Araplar
sonsuza kadar bizden korkar." Elçi Ebu Cehil'in cevabını Ebu Süfyan'a
ulaştırınca, Ebu Süfyan, "Vay kavmimin başına gelenler! Bu, Amr b. Hişam'ın
(yani Ebu Cehil'in) işidir. Geri dönmek istemedi, çünkü halkın başına
geçtikten beri azgınlaştı. Azgınlık ise eksikliktir, uğursuzluktur. Şayet
Muhammed savaşçılarımızı yenerse, rezil oluruz" dedi. Ebu Süfyan'ın önsezisi
doğru çıktı. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- savaşçılarını yendi.
İnsanlara çalım satan, azgınlaşan, gösteriş yapan, insanları Allah'ın yoluna
girmekten alıkoyan müşrikler rezil oldular. Hiç kuşku yok ki, Bedir onların
belini kırmıştı.
"Allah onların bütün yaptıklarını bilgisi ile
kuşatmıştır."
Hiçbir durumlarını gözden kaçırmaz. Ne kadar güçlü
olurlarsa olsunlar, O'nu etkisiz hale getiremezler. Allah onları ve
yaptıklarını kuşatmış durumdadır.
ŞEYTAN VE MÜŞRİKLER
Ayetlerin akışı sürerken şeytanın müşrikleri
aldatmasını ve rezil olmalarını, hüsrana uğramalarını, yenilip
dağılmalarıyla sonuçlanan savaşa çıkmaları için onları kışkırtmasını tasvir
ediyor:
"Hani şeytan onlara yaptıkları işleri güzel
göstererek kendilerine `Bugün sizi hiçbir insan grubu yenemez, ben sizin
yanınızdayım" dedi. Fakat iki ordu birbirini görünce, birdenbire geri
dönerek, "Benim sizinle hiçbir ilgim yok, ben sizin görmediğinizi görüyorum,
ben Allah'dan korkarım, çünkü Allah'ın azabı ağırdır; dedi."
Bu ayet ve ayetin işaret ettiği olaya ilişkin olarak
birçok rivayet vardır. Ne var ki, Malik'in "Muvatta" adlı eserinde rivayet
ettiği hadisin dışında bunlar arasında Peygamberimizin bir sözüne
rastlanmamaktadır. Malik diyor ki: Bize Ahmed b. Ferec anlattı; bize
Abdulmelik b. Abdulaziz b. Macişûn anlattı, bize Malik, İbrahim b. Ebu
Uble'den, o da Talha b. Ubeydullah b. Kureyz'den aktardı: Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurdu: Bedir gününün dışında,
şeytanın, Arefe gününden daha küçük, daha hakir, daha perişan ve daha öfkeli
olduğu hiçbir gün görülmemiştir. O gün, inen rahmeti ve günahların
affolunduğuna ilişkin mesajı gördüğündendir bu. "Ya Resulallah, peki Bedir
gününde ne gördü?" diye sordular. Peygamberimiz:
"Cebrail'in melekleri savaşa sevkettiğini gördü"
buyurdular...
Bu hadisi rivayet edenler arasında yeralan
Abdulmelik b. Abdulaziz b. Macişûn hadis rivayeti açısından zayıf birisidir.
Dolayısıyla hadis mürseldir. (Yani Peygamberimizden sadece işitildiği
bildirilmiştir.)
Diğer rivayetler ise; Ali b. Ebu Talha ve İbn-i
Cüreyc yoluyla İbn-i Abbas'a -Allah ondan razı olsun- İbn-i İshak yoluyla
Urve b. Zübeyr'e, Sa'd b. Cübeyr kanalıyla Katade'ye, Hasan'a ve Muhammed b.
Ka'ba dayanır.
İbn-i Cerir et-Taberi'nin kaydettiği bu rivayetler
bunlara örnektir: "Bana Müsenna anlattı. Ona Abdullah b. Salih, ona muaviye
Ali b. Ebu Talha'dan İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini anlattı: İblis, Bedir
günü şeytanlardan oluşan bir ordunun başında sancağı ile birlikte
Müdlecoğulları'ndan birinin varlığında geldi. Şeytan, Süraka b. Malik b.
Cu'şam'in kılığındâydı. Şeytan müşriklere şöyle dedi: "Bugün sizi hiçbir
insan grubu yenemez. Ben sizin yanınızdayım." İnsanlar savaş düzeni
aldıklarında Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- yerden bir avuç
toprak aldı müşriklerin yüzüne serpti. Bunun üzerine müşrikler bozguna
uğrayıp geri döndüler. Cübeyr İblis'e doğru saldırıya geçti.' O sırada İblis
bir müşrikin elini tutuyordu. Cübeyr'i görünce adamın elini bıraktı ve
adamlarıylâ birlikte geri dönüp kaçtı. Adam arkasından "Ya Süraka, hani
bizimle beraber olduğunu iddia ediyordun?" diye bağırınca İblis "Ben sizin
görmediğiniz şeyleri görüyorum. Ben Allah'dan korkarım, çünkü Allah'ın azabı
ağırdır" dedi. O sırada şeytan melekleri görmüştü.
Bize İbn-i Humeyd, Seleme, İbn-i İshak'ın şöyle
dediğini anlattı. Ona da Yezid b. Ruman, Urve b. Zubeyr'in şöyle dediğini
anlattı: "Kureyş kabilesi durum değerlendirmesi yapmak üzere topladığı zaman
Bekiroğulları ile aralarında geçeni -yani savaş halini- hatırladılar.
Neredeyse geri döneceklerdi. Fakât o sırada Kenane kabilesinin ileri
gelenlerinden olan Süraka b. Malik b. Cu'şam el-Müdleci'nin kılığında İblis
çıkâ geldi ve şöyle dedi: "Kenaneoğulları'nın arkanızdan hoşlanmayacağınız
bir .şey yapmayacaklarının garantisini veriyorum size, bunun üzerine 'büyük
bir hızla savaşmak üzere ileri atıldılar."
Bize Bişr b. Muaz: Yezid'den, o da Said'e dayanarak
"Hani şeytan onlara yaptıkları işleri güzel göstererek..."le başlayan
"Allah'ın azabı ağırdır" cümle-siyle biten ayete ilişkin olarak Katade'nin
şöyle dediğini anlattı: Bize İblis'in Cebrail'in meleklerle birlikte
indiğini gördüğü ve Allah'ın düşmanı meleklere bir şey yapamayacağını
anladığı ve bu yüzden "Ben sizin görmediğinizi görüyorum. Ben Allah'dan
korkarım" dediği anlatıldı. Allah'a andolsun ki, Allah'ın düşmanı yalan
söylemiştir. Çünkü o, Allàh'dan korkmaz. Fakat O, hiçbir gücü-nün, hiçbir
etkinliğinin olmadığını gördü. Bu Allah'ın düşmanı, kendisine itaat
edenlere, buyruklarını dinleyenlere her zaman böyle yapar.
Hakla batıl karşı karşıya geldiğinde, onları
kaçınılmaz bir kötülüğün girdabına sokar, o zaman da onlardan uzaklaşıp
gider.
Bu tefsirde takip ettiğimiz yöntem uyarınca,
hakkında bir Kur'an ayeti ya da sahih olduğu tartışmasız, mütevatir bir
hadis olmadığı sürece gaybın kapsamına giren bu tür konuları ayrıntılı
biçimde açıklamaya kalkışmıyoruz. Çünkü gaybın kapsamına giren bu tür
konular, böyle bir ayet ya da mütevatir bir hadis olmadığı sürece kabul
edilmesi zorunlu olmayan itikadi konulardır. Fakat biz, -inkârcı ve itirazcı
bir tavır da takınmıyoruz.
Bu olayda da Kur'an ayeti şeytanın müşriklerin
yaptıklarını güzel gösterdiğini, onlarla beraber olduğunu, onlara yardımcı
olduğunu ilan etmekle, onları savaşa teşvik ettiğini, iki grup karşı karşıya
geldiklerinde, "Birden bire geri dönerek, `Benim sizinle hiçbir ilgim yok,
ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah'dan korkarım, çünkü Allah'ın
azabı ağırdır" diyerek onları yüzüstü koyup akıbetleriyle başbaşa
bıraktığını, onlara verdiği sözü tutmadığını kesin bir şekilde ifade
etmektedir.
Fakat biz şeytanın onların yaptıklarını güzel
göstermesinin mahiyetini bilmiyoruz. Onlara nasıl "bugün sizi hiçbir insan
grubu yenemez, ben sizin yanınızdayım" dediğini, bundan sonra ne şekilde
geri döndüğünü, dönerken o sözleri nasıl söylediğini bilmiyoruz.
Kesin olarak bildiğimiz tek şey, şeytanla ilgili her
şeyin gaybın kapsamına girdiğidir. Bu konuda açık bir ayet veya mütevatir
bir hadis olmadığı sürece herhangi bir şey söyleme imkânına sahip değiliz.
Buradaki ayet ise, olayı anlatmaktadır, ne şekilde meydana geldiğini değil.
Bundan başka bizim söyleyebileceğimiz bir şey yok,
bizim ictihad yapma alanımız bu kadarla sınırlıdır. Bu yüzden biz Kur'an'ı
tefsir ederken, buna benzer gayba ilişkin tüm olayları belirgin bir şekilde
yorumlamak ve bu gayb alemlerinden maddi hareketi inkâr etmek yöntemine
başvuran Şeyh Muhammed Abduh ekolünün bu yaklaşımını uygun görmüyoruz.
Nitekim bu ekolden olan Reşit Rıza da bu yönteme başvurmaktadır.
"Hani şeytan onlara yaptıkları işleri güzel
göstererek; "Bugün sizi hiçbir insan grubu yenemez, ben sizin yanınızdayım"
dedi." Yani ey peygamber, mü'minlere şeytanın vesvese vermek suretiyle
müşriklerin yaptıklarını güzel gösterdiğini anlat. İçlerine düşürdüğü
vesveseyle onlara şunu telkin etmişti: "Bugün sizi hiçbir insan grubu
yenemez. Ne Muhammed'in güçsüz taraftarları, ne de herhangi bir Arap
kabilesi. En güçlü savaşçılar sizdedir. En kalabalık ordu sizindir. Siz
herkesten daha cesursunuz. Bununla beraber ben -üstelik ben- sizin
yanınızdayım. Beydavi tefsirinde şöyle der: Allah'a yakınlaşmak için bir
aracı olarak algıladıkları için, şeytana uymaları onlara bir koruyucu unsur
olarak vehmettirdi. Nitekim: `Allah'ım iki gruptan hangisi doğru yolda ise,
hangisinin dini daha üstünse onlara yardım et" demişlerdi.
"Fakat iki ordu birbirini görünce birden bire geri
döndü." Yani savaşan taraflar birbirlerine yaklaşınca, herbiri diğerini
görüp durumunu anlayınca, onları savaşa teşvik edip, savaş ateşini
kızıştırdıktan sonra geri döndü, yani arkasına dönüp kaçtı. Bu da ökçelerin
gösterdiği yöndür. (Ayakların arka kısmı) Şeytan o tarafa doğru kaçmıştır.
"İki ordunun birbirini görmesinden" maksat, karşı karşıya gelmeleridir diyen
tefsirciler, yanılmışlardır. Maksat şudur: Şeytan onlara yaptıklarını güzel
göstermekten ve onları savaşa teşvik etmekten vazgeçti. Bu söz, şeytanın
vesvesesini benzetmek suretiyle somutlaştırmak için söylenmiştir. Bir şeyle
karşılaşan ve onu olduğu gibi bırakıp geriye dönenin davranışına
benzetilmiştir. Nitekim onlardan uzak olduğunu belirterek, onları kendi
hallerine bırakması dà bunu kanıtlamaktadır: "Benim sizinle hiçbir ilgim
yok, ben sizin göremediğinizi görüyorum, ben Allah'dan korkarım" dedi. Yani
onlardan uzaklaştı ve onların başına geleceklerden korktu. Yüce Allah'ın
müslümanlara melekleri yardımcı olarak gönderdiğini görünce müşriklerin
durumuna üzüldü. "Allah'ın azabı ağırdır." Bu, şeytanın sözü de olabilir,
ayrı bir cümle de olabilir... "Ben diyorum ki, bunun anlamı şudur: Şeytanın
pis askerleri müşriklerin arasına girmiş, pis ruhlarına karışıp vesvese
veriyorlardı. Onları kandırıyor, üstünlük kompleksine sokuyorlardı. Nitekim
melekler de mü'minler arasına dağılmış, tertemiz ruhlarına karışıp
kalplerini sağlamlaştırarak, Allah'ın va'dine ve yardımına güvenmelerini
sağlayacak şeyler ilham ediyorlardı."
Meleklerin yaptıklarını sadece mü'minlerin ruhlarına
karışmak şeklinde tefsir etmeye olan bu. açık eğilim, bir diğer yerde de
aynı yazarı meleklerin Bedir gününde hiçbir şekilde savaşmadıkları sonucuna
götürmüştür. Oysa yüce Allah Bedir savaşına katılan meleklere hitaben şöyle
buyurmaktadır: "Vurun boyunlarını, indirin darbelerinizi parmaklarına...."
Aynı şekilde şeytanın yaptığını sırf müşriklerin ruhlarına karışmak şeklinde
tefsir etmek de bu ekolün başvurduğu bir yöntemdir. Şeyh Muhammed Abduh'un
Amme cüz'ü tefsirinde "Ebabil kuşlarını" çiçek mikrobu olarak tefsir etmesi
de buna örnektir. Bütün bu çabalar, gayba ilişkin nassları yorumlamada
aşırıya kaçmanın belirtisidir. Oysa bu tür- bir yoruma gerek de yoktur.
Çünkü sözlerin açık anlamını engelleyen herhangi bir şey sözkonusu değildir.
Yapılacak tek şey açık bir işaret olmadığı sürece ayrıntıya girmeden
nassların ifade ettikleriyle yetinmektir... İşte bizim bu tür konularda
başvurduğumuz yöntem budur.
Şeytan, yurtlarından çalım satarak, insanlara
gösteriş yaparak ve insanları Allah yolundan alıkoyarak çıkan müşrikleri
kandırırken, onları savaşa çıkmaya teşvik ederken, sonra da onları
akıbetleriyle başbaşa bırakırken, münafıklar ve kalplerinde hastalık
bulunanlar da mü'min kitle hakkında çeşitli söylentiler çıkarıyorlardı.
Müslümanların kalabalık müşrik ordusu ile karşılaşmaya çıktıklarını
görüyorlardı. Sayılarının az, hazırlıklarının da yetersiz olduğunu
görüyorlardı. Bu yüzden onlara göre (kalpleri sarsıldığı ve yanıltıcı dış
görünüşe baktıkları için) mü'minler, dinlerinin kendilerine yardımcı
olacağına ve kendilerine güç vereceğine kanarak kendilerini büyük bir
tehlikeye atıyorlardı:
"Hani münafıklar ile kalplerinde hastalık bulunanlar
"Bu müslümanları dinleri şımartıp yanılgıya düşürdü" dediler."
Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanların
Mekke'deyken islâma eğilim gösterdikleri; buna rağmen inançları düzelmemiş,
kalpleri mutmain olmamış kimseler oldukları söylenmiştir. Müşrik
savaşçılarla birlikte çekimser bir tutumla savaşa çıkmışlardı. İşte bunlar,
müşrik çoğunluk karşısında müslüman azınlığı görünce bu sözleri
söylemişlerdi.
Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar zafer
ve yenilginin gerçek sebeplerini kavrayâmıyorlar. Bakışları onları olayların
derinliklerine yöneltmeksizin sadece dış görünüşü görebiliyorlar. İnancın,
Allah'a güvenmenin ve O'na dayanmanın derinliklerinde gizli bulunan gücün
farkında değildirler. Mü'minlerin, Allah'a inanmayan tüm güçleri, tüm
toplulukları küçümsemeleri kendilerine büyük bir güç bahşediyor. İşte
münafıklar bunu anlamıyorlar. Bu yüzden o gün müslümanların kendi
konumlarına kandıklarını, dinlerinin onları şımarttığını, bu yüzden
kalabalık müşrik ordusuna karşı çıkmakla kendilerini büyük bir tehlikeye
sürüklediklerini sanıyorlardı.
Maddi olgunun görünüşü, mü'min gönüller ve imandan
yoksun gönüller açısından bir farklılık göstermez. Farklılık, gözle görülen
maddi olguyu algılama ve değerlendirmede ortaya çıkar. İmandan yoksun
gönüller, bu olguyu görür, ama bunun ötesinde herhangi bir şey görmez.
Mü'min gönüller ise, gözle görülen olayın arkasındaki gerçek "olgu"yu da
görürler. İşte bu realite tüm güçleri kapsamaktadır. Mü'min, bu bakışı
sayesinde güçleri gerçek anlamda değerlendirebilmektedir.
"Kim Allah'a dayanırsa bilsin ki, Allah üstün
iradeli ve hikmet sahibidir."
Mü'min gönüllerin kavradığı ve bu sayede huzura
kavuştukları, kendilerine güven duydukları, boş gönüllerin ise farkında
olmadıkları ve hesaba katmadıkları gerçek budur işte. Terazinin kefesinde
ağır basan, sonucu belirleyen, her zaman ve her yerde son aşamada sorunu
çözümleyen bu gerçektir.
Bedir günü müslüman kitle için münafıkların ve
kalplerinde hastalık bulunanların, "Bu müslümanları dinleri şımartıp
yanılgıya düşürdü" şeklinde dile getirdikleri bu söz, tağutun azgın
ordularına karşı koyarken, belli başlı hazırlığı bu dinden ibaret olan
müslüman kitleyi gördüklerinde her zaman ve her yerdeki münafıkların
kullandığı bir sözdür. Evet müslümanların sahip oldukları en büyük güç, bu
aksiyoner ve itici inançtır. Allah'ın ilahlığına ve O'nun yasaklarına
gösterdikleri büyük özendir. Allah'a güvenmeleri ve O'nun dostlarına yardım
edeceğinden emin olmalarıdır.
Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar
canlarını kurtarmak için kenara çekilirken, müslüman kitle tağutun azgın
ordusuna saldırıyor. Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar, göz göre
göre gelen tehlikeye karşı koyan ve tehlikeyi küçümseyen müslüman kitleye
içten içe alay ediyorlar. Sonra müslüman kitlenin görülen tehlikeyi bertaraf
edişini, göz göre göre gelen tehlikeyi savuşturmasını görünce de dehşete
kapılıyorlar. Onlar -kendi deyimleriyle- göz göre göre ölüme gidişin,
kendini bilerek tehlikeye atışın gerekçesini bilmiyorlar. Onlar -aralarında
din ve inanç da olmak üzere- hayatın tümünü alışveriş pazarındaki bir meta
olarak biliyorlar. Kârlı görünüyorsa hemen koşarlar buna. İşin ucunda
tehlike varsa, o zaman kenara çekilmek, kendini garantiye almak,daha iyidir.
Onlar bir mü'minin önsezisiyle bakmıyor olaylara. Sonuçları da iman
terazisiyle tartmıyorlar. Kuşkusuz bu atılganlık, bu fedakârlık mü'mine göre
her zaman kârlı bir alışveriştir. Çünkü sonuçta bu iki güzellikten birini
elde edecektir; ya zafer ve üstünlük ya da şehitlik ve cennet... Sonra
mü'mine göre güçlerin gerçek mahiyeti farklıdır. Onun yanında Allah
vardır... İşte münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar bunu hesaba
katmıyorlar.
Her zaman ve her yerdeki müslüman kitle, olayları
iman ve inanç terazisiyle tartmaya, mü'min önsezisi ve kalbiyle algılamaya,
Allah'ın nuru ve yol göstericiliğiyle bakmaya, tağutun maddi gücünü
büyütmemeye, yüce Allah kendisiyle beraber olduğuna göre kendi gücünü
küçümsememeye ve yüce Allah'ın mü'minlere yönelik şu direktifini her zaman
aklında bulundurmaya çağrılmaktadır:
"Kim Allah'a dayanırsa bilsin ki, Allah üstün
iradeli ve hikmet sahibidir."
Hiç kuşku yok ki, ulu Allah doğru söylüyor.
MELEKLERİN KATILDIĞI
SAVAŞ
Son olarak ayetlerin akışı, savaşta gerçekleşen
ilahi müdahalenin sahnelerinden birini canlandırıyor. Bu sahnede yüceler
aleminde yeralan melekler Allah'ın emri ve izni uyarınca- müşriklerin
yakalanıp cezalandırılması, azaba uğratılması operasyonuna katılıyorlar.
Melekler onların canlarını azap ederek alıyorlar. Çalım satmanın ve büyüklük
taslamanın karşılığı olarak onur kırıcı bir eziyete uğratıyorlar. Büyük
sıkıntı ve zorluk yaşadıkları bu anda, onlara kötü davranışlarını ve iğrenç
hedeflerini hatırlatıyorlar. Bu, yaptıklarına uygun bir cezadır ve yüce
Allah onlara haksızlık yapmamaktadır. Bu arada ayetlerin akışı sahnenin
sunulmasının ardından, yalanlamalarından dolayı onların cezalandırılmasının
her zaman için yürürlükte olan bir yasa olduğunu belirtiyor:
"Firavunoğulları ile daha önceki kâfirlerin durumu gibi..." ... "Bu
böyledir, çünkü bir toplum sahip olduğu iyi bir niteliği değiştirmedikçe,
Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti değiştirmez." Firavun ve ileri
gelenler bunun için cezalandırılmışlardır. Böyle yapan ve Allah'a ortak
koşan herkes de bunun için cezalandırılacaktır:
50- Melekler,
kâfirlerin canlarını alırken keşki görseydiniz; onların yüzlerine ve
sırtlarına vurarak şöyle derler: "Yakıcı azabı tadınız bakalım. "
51- "İşte bu
vaktiyle kendi ellerinizle hazırladığınız bir sonuçtur. Yoksa Allah
kesinlikle kullarına haksızlık etmez. "
52- Bu kâfirlerin
durumu tıpkı Fïravunoğulları ile daha önceki kâfirlerin durumu gibidir.
Onlar Allah'ın ayetlerini inkâr ettiler, Allah da günahları yüzünden
yakalarına yapıştı. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür ve azabı ağırdır.
53- Bu böyledir.
Çünkü bir toplum, sahip olduğu ïyi bir niteliği değiştirmedikçe, Allah da o
topluma vermiş olduğu nimeti değiştirmez. Hiç şüphesiz Allah her şeyi
işitir, her şeyi bilir.
54- Bu kâfirlerin
durumu tıpkı Firavunoğulları ile daha önceki kâfirlerin durumu gibidir.
Onlar Rabblerinin ayetlerini yalanladılar, biz de onları günahları yüzünden
yokettik, Firavunoğulları'nı denizde boğduk. Bunların hepsi zalimdi.
"Melekler, kâfirlerin canlarını alırken keşke
görseydin; onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak şöyle derler: Yakıcı
azabı tadınız bakalım."
"İşte bu vaktiyle kendi ellerinizle hazırladığınız
bir sonuçtur. Yoksa Allah kesinlikle kullarına haksızlık etmez."
Ayetler grubunun başında yeralan bu iki ayet;
müşriklerle savaşa katılan meleklerin durumlarını dile getirmektedirler.
Nitekim yüce Allah meleklere; "Vurun boyunlarını, indirin darbelerinizi
parmaklarına..." demişti. "Şundan dolayı ki, onlar Allah'a ve Peygamber'e
karşı çıktılar. Kim Allah'a ve Peygamber'e karşı çıkarsa bilsin ki, Allah'ın
azabı ağırdır."
Dokuzuncu cüzde bu ayeti tefsir ederken de
söylediğimiz gibi, her ne kadar biz, meleklerin onların boyunlarını nasıl
vurduğunu, parmaklarına ne şekilde darbeler indirdiğini bilmiyorsak da bu
bilmeyişimiz, ayetin açık anlamını te'vil etmemiz için bir gerekçe sayılmaz.
Ayette açıkça yüce Allah'ın meleklere, müşriklerin boyunlarını vurmalarını,
parmaklarına darbeler indirmelerini emrettiği belirtilmektedir. Bunun
yanında meleklerin, "Allah'ın emrine karşı çıkmadıklarını, emredileni derhal
yerine getirdiklerini" biliyoruz. (Durum, "Meleklerin Bedir savaşma
katılmadıkları, sadece mü'minlerin ruhlarına karışıp onları moral açısından
güçlendirdikleri kesinleşmiştir" iddiasında bulunan merhum Reşid Rıza'nın
sandığı gibi değildir. Bu görüş ayetin açık anlamıyla çelişmektedir. Bu
durumda ayete uymak daha doğrudur.) Ayetler grubunun başında yeralan bu iki
ayet, Bedir gününde meydana gelen bir olayı, aynı zamanda meleklerin bu
savaşta kâfirlere neler yaptıklarını dile getiren hikâyenin devamını
anlatmaktadır.
Ayrıca bu iki ayet, ister Bedir'de, ister başka bir
yerde olsun, meleklerin kâfirlerin canlarını aldıkları her zaman için
geçerli olan sürekli bir durumu dile getirmektedirler. Yüce Allah'ın, "Keşke
görseydin" sözü de bir direktif olarak gören herkese yöneliktir. Nitekim,
gören herkesin dikkat etmesi gereken açık sahnelere dikkat çekmek için böyle
bir hitap tarzına çokça rastlanır.
Şu veya bu farketmez. Kur'an ayeti kâfirlerin hiç de
hoş olmayan manzaralarını çiziyor. Onur kırıcı bir sahnede melekler onların
ruhlarını çekip çıkarıyorlar. Sahnede yeralan acıklı azap ve ölüm olgularına
bir de onur kırılması ve kâfirlerin rezil olmaları ekleniyor:
"Melekler, kâfirlerin canlarını alırken keşki
görseydiniz, onların yüzlerine ve sırtlàrına vururlar."
Ardından ayetin akışı, üçüncü şahıslara ilişkin bir
olayı anlatım tarzından doğrudan doğruya muhataba ilişkin hitap tarzına
dönüşüyor:
"Yakıcı azabı tadın bakalım."
Akıştaki sunuş tarzının aniden değişmesinin nedeni,
sahneyi şu anda yaşanıyormuş gibi canlandırmak içindir. Sanki cehennem,
ateşiyle, yakıcılığıyla şu anda sahnede yeralıyor da, onlar itilip
kakılarak, azarlanarak, tehdit edilerek oraya atılıyorlar:
"İşte bu vaktiyle kendi ellerinizle hazırladığınız
bir sonuçtur."
Siz gayet adil bir cezaya çarptırılıyorsunuz. Daha
önce kendi ellerinizle işlediğiniz suçlardan dolayı bu cezayı hakettiniz:
"Yoksa Allah kesinlikle kullarına haksızlık etmez."
"Yakıcı azap" sahnesini canlandırmakla bu ayet,
insanın aklına şöyle bir sorunun gelmesine neden oluyor: Acaba bu ayette
dile getirilen, kâfirlerin kıyamette, diriliş ve hesaplaşmadan sonra
görecekleri azabı -şu anda çekiyorlarmış gibi- meleklerden kâfirlere yönelik
bir tehdit midir? Yoksa onlar ölür ölmez bu azapla mı karşılıyorlar?
Her ikisi de mümkündür. Kur'an ayetinden bu
anlamları çıkarmaya engel oluşturacak bir şey yoktur. Bu açıklamanın dışında
fazladan bir şey söylemek istemiyoruz... Bu da yüce Allah'ın bilgisinin
kapsamına giren gayba ilişkin bir konudur. Kesinlikle meydana geleceğine
inanmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok. Bunun meydana gelmesini
engelleyecek hiçbir güç yoktur. Ne zaman meydana geleceğini ise, ancak
bilinmezlikleri bilen yüce Allah bilir.
Bu kısa değerlendirmenin ardından ayetlerin akısıyla
birlikte, bu sahnenin ardındaki büyük ve değişmez gerçeği vurgulamaya
geçiyoruz. Kuşkusuz kafirlerin aşağılanmaları ve azaba çarptırılmaları, her
zaman için geçerli olan değişmez ve şaşmaz bir yasadır. Bu azap, öteden beri
yürürlükte olan bu yasanın kaçınılmaz bir sonucudur:
"Bu kâfirlerin durumu tıpkı Firavunoğulları ile daha
önceki kâfirlerin durumu gibidir. Onlar Allah'ın ayetlerini inkâr ettiler,
Allah da günahları yüzünden yakalarına yapıştı. Hiç şüphesiz, Allah güçlüdür
ve azabı ağırdır."
Yüce Allah, insanı gelip geçici tesadüflere,
kontrolsüz maceraya bırakmamıştır. Onun belirlediği kader doğrultusunda
hareket eden yasası egemendir insana ve olaylara. Bedir günü müşriklerin
başına gelen her zaman için müşriklerin başına gelen bir olaydır. Nitekim
Firavunoğulları ve onlardan önceki kâfirler de aynı akıbete uğramışlardı:
"Onlar Allah'ın ayetlerini inkâr ettiler. Allah da
günahları yüzünden yakalarına yapıştı."
Onu etkisiz hale getiremediler. Onun cezasından
yakalarını kurtaramadılar.
"Hiç şüphesiz Allah güçlüdür ve azabı ağırdır."
Allah onlara nimetinden vermişti, lütfundan onları
rızıklandırmıştı, onları yeryüzüne yerleştirmiş, onları kendisine halife
kılmıştı. Bütün bunları yüce Allah, şükür mü edecekler, yoksa nankörlük mü
edecekler diye denemek ve sınamak için bahşeder insanlara. Ne var ki, onlar
nankörlük ediyorlar şükredeceklerine' Allah'ın kendilerine bahşettiği
nimetlerden dolayı azgınlaşıyor, Allah'ın belirlediği kuralları çiğniyorlar.
Kendilerine bahşedilen nimetler ve güç onları değiştiriyor, birer zorbaya,
birer tağuta, birer kâfire ve birer günahkâra dönüştürüyor. Allah'ın
ayetleri gelince de inkâr ediyorlar. Bu durumda ayetler duyurulup, onlar da
inkâr ettikten sonra kâfirlerin cezalandırılmasına ilişkin Allah'ın kanunu
devreye giriyor. Böyle bir durumda yüce Allah onlara verdiği nimeti geri
alıyor, şiddetli azabıyla onları cezalandırıyor. Köklerini kurutuyor:
"Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu iyi bir
niteliği değiştirmedikçe Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti
değiştirmez. Hiç şüphesiz Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir."
"Bu kâfirlerin durumu tıpkı Firavunoğulları ile daha
önceki kâfirlerin durumu gibidir. Onlar Rabblerinin ayetlerini yalanladılar,
biz de onları günahları yüzünden yokettik. Firavunoğulları'nı denizde
boğduk. Bunların hepsi zalimdi."
Yüce Allah, ayetlerini yalanladıktan sonra onları
yoketmişti. Kâfir oldukları halde yüce Allah ayetlerini göndermeden onları
yok etmemişti. Çünkü O'nun belirlediği kural ve O'nun kullarına yönelik
rahmeti bunu gerektirmektedir. "Biz bir peygamber göndermedikçe, kimseye
azap etmeyiz. (İsra, 15) Burada, Firavunoğulları ve onlardan önce Allah'ın
ayetlerini yalanlayıp bu yüzden yokedilen kâfirleri hatırlatmakta, çünkü
onlar "zalimdi" denmektedir. Burada "zulüm" kelimesi, "küfür" ya da "şirk"
anlamında kullanılmıştır. Bu kelime Kur'an'da genellikle bu anlamlarda
kullanılır...
Şu ayetin anlamı üzerinde biraz düşünmek
gerekmektedir kuşkusuz.
"Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu iyi bir
niteliği değiştirmedikçe Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti
değiştirmez."
Bu ayet, bir açıdan yüce Allah'ın kullarla
ilişkilerinde her zaman adil davrandığını vurgulamaktadır. İnsanlar
niyetlerini bozmadıkları, davranışlarını değiştirmedikleri, konumlarını terk
etmedikleri sürece yüce Allah onlara bahşettiği nimetini geri almaz. Böyle
bir durumda, imtihan ve deneme için kendilerine bahşedilen nimetin değerini
bilmedikleri, bu nimete karşılık şükretmedikleri için kendilerinden nimetin
geri alınmasını hakediyorlar... Bir açıdan da bu ayet, insan denen yaratığa
verilen en büyük onura işaret etmektedir. Yüce Allah, kaderinin uygulanışını
insanın hareketlerine ve davranışlarına göre ayarlamakla bu lütfu
bahş,etmiştir insana. Yüce Allah, insan hayatındaki takdiri değişikliği,
onların gönüllerinde, niyetlerinde, davranışlarında, hareketlerinde ve
kendileri için seçtikleri hayat tarzlarında meydana gelen pratik değişikliğe
dayandırmıştır. Bir diğer açıdan da insan denen varlığa -kendisine verilen
bu büyük onura denk düşecek- büyük bir sorumluluk yüklemektedir. İnsan,
nimetin değerini bilip, şükrettiği sürece, Allah'ın kendisine verdiği bir
nimeti kalıcı kılabilir, arttırabilir de. Aynı zamanda nimete karşılık
nankörlük yaptığı zaman, şımardığı zaman, niyeti ve hayat tarzı bozulduğu
zaman bu nimeti kendi eliyle giderebilir, yokedebilir.
İşte bu önemli gerçek, "insan gerçeğine ilişkin
islâmi düşüncenin" şu varlık bütününde Allah'ın kaderiyle insan ilişkisinin,
insanın şu evren ve evrenin içindekilerle ilişkisinin bir yönünü temsil
etmektedir. Bu yönden, insanın Allah'ın terazisindeki değeri ve bu değerle
kazandığı onur ortaya çıkmaktadır. Aynı zamanda insanın gerek kendi akibeti,
gerekse çevresindeki olayların akibeti üzerindeki etkinliği ortaya
çıkmaktadır. Allah'ın izni ve kendi hareketleri, davranışları, niyet ve
hayat tarzı ile birlikte hareket eden Allah'ın takdiri uyarınca sonucu
üzerinde etkin rol oynayan bir varlık kimliğine bürünür insan. Bu düşünce
sayesinde materyalist düşünce ekollerinin kendilerine yüklediği, aşağılayıcı
ve fonksiyonsuz kimliği atar. Bu düşünceler insanı, zorlayıcı determinizm
karşısında fonksiyonsuz bir varlık olarak görürler. Ekonomik determinizm
tarihi determinizm, evrim determinizmi gibi, insanın karşılarında güçsüz ve
etkisiz bir varlık olarak belirlediği daha nice kaçınılmazlıklar,
gerekircilikler... İnsan bu zorunlulukların kendisine yüklediği görevi
yerine getirmekten başka bir şey yapamaz. Bunlar karşısında insan silik,
zavallı ve aşağılanmış bir yaratıktır.
İşte bu önemli gerçek, insanın hayatında ve
çalışmasında, iş ve karşılığı arasındaki bu gerekliliği bu şekilde tasvir
etmektedir. Aynı zamanda bu gerekliliği kaderi doğrultusunda yürürlüğe giren
evrensel yasalarından biri haline getiren yüce Allah'ın mutlak adaletini de
dile getirmektedir. Bu yasanın uygulanışında Allah'ın kullarından herhangi
birine haksızlık yapılmaz.
"Yoksa Allah kesinlikle kullarına haksızlık yapmaz."
"Biz de onları günahları yüzünden yokettik,
Firavunoğulları'nı da denizde boğduk. Onların hepsi zalimdi."
"Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu iyi bir
niteliği değiştirmedikçe, Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti
değiştirmez."
... Ve Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun...
İSLÂM TOPLUMU VE
ULUSLARARASI İLİŞKİLER
Enfal suresinin ele alacağımız bu son dersi, savaşta
ve barışta çeşitli kamplarla girilecek ilişkilere, islâm toplumunün kendi iç
düzenine ve kendi sınırlarının dışındaki kuruluşlarla kuracağı bağlara,
değişik şartlarda ve durumlarda islâmın sözleşme ve antlaşmalara bakış
tarzına, aynı şekilde islâmın kan, soy, toprak ve inanç bağlarıyla ilgili
görüşüne ilişkin birçok kuralı kapsamaktadır.
Bu derste bazı kurallar ve hükümler açıklanmaktadır
ki, bunların bazısı kendi alanlarında nihai hükümler niteliğindedirler.
Bazısı da meydana gelen bazı olayları karşılama amacına yönelik aşamalı
hüküm ve kurallardır. Bu hüküm ve kurallar üzerinde de Medine döneminin
sonlarına doğru, Tevbe suresinde son değişiklikler yapılarak bunlara
değişmezlik ve nihailik özelliği kazandırılmıştır. Bu kural ve hükümlerin
bazısını Kur'an'ın akışında yer aldıkları sıralamaya göre sunalım:
a) İslâm kampı ile anlaşıp sonra da bu anlaşmayı
bozanlar, canlıların en kötüleridir... Bu yüzden islâm kampı hem onların,
hem de onlardan sonra anlaşmayı bozmak ya da islâm kampına saldırmak
niyetinde olan başkalarının ayaklarını denk attıracak ve onları korkutacak
şekilde derslerini vermeli, cezalandırmalıdır.
b) İslâm önderliğinden korktukları için anlaşma
yapanlardan herhangi biri anlaşmayı bozup ihanet edecek olursa, islâm
yöneticileri de anlaşmayı bozmalı ve anlaşmayı feshettiklerini
duyurmalıdırlar. Dolayısıyla onlara savaş açmak, onları cezalandırmak, bunun
da ötesinde benzeri düşünceye sahip olanları korkutmak imkânı doğmuş olur.
c) İslâm kampı sürekli hazarlık yapmalı ve gücünün
son noktasına kadar kuvvet ikmali yapmalıdır. Kitlelere yol gösterici
konumunda olan bu gücün, yeryüzünün en büyük gücü olması için bu hazırlık
gereklidir. Tüm batıl güçler ondan korkarlar böylece. Yeryüzünün her
köşesindeki bu batıl güçler onun sözünü dinlerler. En başta islâm yurduna
saldırmaktan çekinirler. Aynı şekilde Allah'ın otoritesine teslim olmuş,
yeryüzünde Allah'ın dinine davet eden davetçiler`in yoluna engel olmamış ve
bu davete olumlu karşılık veren insanları Allah'ın yoluna girmekten
alıkoymamış olurlar. Hakimiyet hakkını iddia etmekten ve insanların
kendilerine kulluk yapmalarını istemekten vazgeçmiş olurlar. Böylece "din"
bütünüyle Allah'a özgü kılınmış olur.
d) Müslüman olmayanlardan bir grup islâm kampı ile
barış yapmak, anlaşmak ve karşılarına çıkmamak isterse, islâm kampının
yöneticileri onların barış tekliflerini kabul eder ve onlarla anlaşır.
Onlar, bir hile yapmayı düşünür, ancak bunu kanıtlayacak bir davranışları
yoksa, durumlarını Allah'a havale ederler. Hiç kuşkusuz O, müslümanları
hilecilerin kötülüğünden korumaya yeterlidir.
e) Düşmanları sayı bakımından onlardan kat kat fazla
da olsa, cihad etmek müslümanlar üzerinde bir farzdır. Ve onlar Allah'ın
yardımıyla düşmanlarına üstünlük sağlarlar. Onlardan bir kişi düşmandan on
kişiyle başeder. En zayıf durumlarda bile bir müslüman, onlardan iki kişiyle
başeder. O halde müslümanlarla düşmanları arasında maddi güçler dengesi
sağlansın diye cihad görevi ertelenemez. Müslümanların güçleri oranında
maddi hazırlık yapmaları, Allah'a güvenmeleri, savaş alanında kararlı ve
dirençli olmaları, savaşın zorluklarına katlanıp sabretmeleri yeterlidir.
Gerisi Allah'a kalmıştır, Çünkü müslümanlar gözle görülen maddi gücün
dışında bir güce sahiptirler.
f) İslâm kampının en başta gelen görevi, tüm güç
kaynaklarını ve dayanaklarını yerle bir etmek suretiyle tağutun gücünü
ortadan kaldırmaktır. Fakat tağutun savaşçılarını esir alıp, fidye almak
suretiyle onları serbest bırakırlarsa bu hedef gerçekleşmemiş, bu görev
yerine getirilmemiş olur. O zaman bu uygulama yersiz görülüyor. Çünkü bir
peygamber ve onun takipçileri, yeryüzünde etkinliklerini pekiştirmedikleri,
düşmanlarının gücünü ortadan kaldırmadıkları, yeryüzünde üstünlüğü ellerine
geçirip yeryüzündeki olayları kendi lehlerine çevirecek düzeyde etkin bir
güce ulaşamadıkça, düşmanı esir almamalıdırlar. Ama böyle bir düzeye
geldikleri zaman esir almalarında, bu esirlerden özgürlüklerine karşılık
fidye almalarında bir sakınca yoktur. Ne var ki, bundan önce onları savaşta
öldürmek daha yararlı ve daha gereklidir.
g) Savaşta müşriklerin mallarını ganimet olarak
almak müslümanlara helâldir. Nitekim yeryüzündeki üstünlükleri pekiştiği,
orada her yönüyle etkin bir güç oldukları, düşmanlarının gücünü kırıp
tamamen ortadan kaldırdıkları zaman esirlerden serbestlik karşılığı fidye
almaları da helâldir.
h) Kendilerinden alınmış olan ganimet ve fidyeye
karşılık yüce Allah'ın bundan daha iyisini bahşedeceğini vurgulayarak islâm
kampındaki esirleri islâma girmeye teşvik etmek de uygundur. Bu arada, ilk
defa olduğu gibi. Allah'ın şiddetli azabını hatırlatmak suretiyle ihanet
etmekten sakındırmak da gerekmektedir.
i) İslâm toplumunda bir arada bulunmanın temelinde
inanç vardır. Ancak toplumda dostluk, inanç ve bununla birlikte pratik
uygulama esasına dayanır. Dolayısıyla inananlar, inançları gereği hicret
edenler, hicret edenlere sığınak sağlayıp yardım edenler birbirlerinin
dostlarıdırlar. İnandıkları halde islâm yurduna hicret etmeyenlerle, islâm
yurdundaki islâm kampı arasında dostluk, yani yardımlaşma ve dayanışma
sözkonusu değildir. İnançları noktasında bir haksızlığa uğramadıkları sürece
müslümanlar onlara yardım etmezler. Üstelik bu haksızlık, müslümanlarla
aralarında anlaşma bulunmayan bir kavim tarafından yapılıyorsa yardım
etmeleri sözkonusu olabilir.
j) İslâm toplumunda birarada bulunma ve dostluğun
temelinde inanç ve pratik uygulamanın yeralması, akrabaların birbirlerine
dost olmalarına engel oluşturmaz. İnanç ve pratik uygulama şartı yerine
geldiği sürece bunlar dostlukta birbirlerine daha yakındırlar çünkü. Ancak
inanç ve pratik uygulama bağı koptuğu zaman akrabalık bağı öncelikli oluşunu
yitirir ve dostluk için yeterli olmaz.
İşte bunlar, toplu olarak bu dersin içerdiği ilkeler
ve kurallardır. Bunlar, aynı zamanda islâmın iç ve dış düzeninin sahip
olduğu kuralların kısa bir özetini temsil etmektedir. Surenin ayetlerini
birer birer ele alırken bunları da ayrıntılı biçimde açıklayacağız.
55- Allah katında
canlıların en kötüleri kâfirlerdir. Onlar artık inanmazlar.
56- Onlar kendileri
ile antlaşma yaptığın her defasında hiç çekinmeden antlaşmalarını bozan
kimselerdir.
57- Eğer savaşta,
onları ele geçirirsen, onları geride kalanlara bir ibret olacak biçimde
cezalandır.
58- Eğer antlaşmalı
bir toplumun anlaşmasını bozacağından endişeli isen, aranızdaki antlaşmayı,
karşılıklılık ilkesi uyarınca açıkça yüzlerine fırlat. Çünkü' Allah ihanet
edenleri sevmez.
59- Kâfirler sakın
yakayı kurtardıklarını sanmasınlar. Çünkü onlar bizi kesinlikle aciz
bırakamazlar.
60- Onlara karşı
elinizden geldiği kadar gerek Allah'ın gerekse özünüzün düşmanlarını ve
bunlar dışında Allah'ın bildiği, fakat sizin bilmediğiniz gizli
düşmanlarınızı yıldırıp caydıracak savaş gücü ve atlı savaş birlikleri
hazırlayınız.
Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı tam olarak
size ödenir, kesinlikle haksızlığa uğratılmazsınız.
61- Eğer onlar
barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan. Çünkü O her şeyi
işiten ve bilendir.
62- Eğer onlar seni
aldatmak isterlerse kuşku yok ki, Allah sana yeter. O seni yardımı ile ve
mü'minler aracılığı ile desteklemiştir.
63- Allah,
mü'minlerin kalplerini uzlaştırdı. Eğer sen dünyadaki her şeyi harcasan yine
onların kalplerini uzlaştıramazdın. Fakat Allah onları uzlaştırdı. Hiç
kuşkusuz O, üstün iradeli ve hikmet sahibidir.
Bu ayetler, Medine'de bir islâm devleti oluştuğu
sıralarda müslüman kitlenin hayatında pratik olarak var olan durumları
karşılıyor ve müslüman önderliğe bu durumların tabiatına uygun hükümler
gösteriyordu.
Bu ayetler, daha sonraları bazı eklemeler ve kimi
ayrıntılı değişiklikler yapılmış olmakla beraber, müslüman kamp ile
çevresindeki diğer düşman kamplar arasındaki dış ilişkilere ilişkin bir
kuralı temsil etmektedir. Bu kural, devletleràrası ilişkilerde islâmın temel
bir kuralı olarak kalmıştır.
Bu kural, ihanete uğramaktan korundukları oranda
değişik kampların barış içinde yaşamak üzere anlaşmalarının mümkün olduğunu
vurgulamakta ve bu anlaşmalara eksiksiz bir saygı duyulmasını, gereken
ciddiyetin gösterilmesini öngörmektedir. Ancak diğer taraf bu anlaşmaları
ihanet ve kalleşliğine perde yapmaya kalkışırsa, bu perdenin gerisinde
saldırı ve baskın planları hazırlarsa, müslüman önderlik bu anlaşmaları
bozmalı ve anlaşmaları bozduğunu da diğer tarafa duyurmalıdır. Fakat
müslüman önderlik hainlere ve kalleşlere indirilecek darbenin zamanını
belirlemede tam bir özgürlüğe sahiptir. Ayrıca bu darbe, gizli veya açık
müslüman kitleye, saldırmayı gönlünde geçiren tüm tarafları caydıracak denli
sert ve şiddetli olmalıdır. İslâm kampı ile barış yapanlara, islâm çağrısına
karşı çıkmamayı ya da insanların bu çağrıyı dinlemelerine engel olmamayı
isteyenlere gelince davranışları, onların barışa taraftar olduklarına ve
barışı istediklerine kanıt oluşturduğu sürece müslüman önderlik onlara
saldırmamalıdır. (Bu hükümler daha sonra Tevbe suresinde son olarak
düzenlenmiştir)
Görüldüğü gibi bu hükümlerin burada yeralması, komşu
kamplar arasında başgösteren pratik ve realist durumların, pratik ve realist
bir şekilde karşılanması amacına yöneliktir. İslâm çağrısı gerçek bir
güvencenin gölgesinde yürütüldüğü, yoluna dikilen tüm maddi engeller ortadan
kalktığı, kulaklara ve gönüllere rahatlıkla ulaştığı sürece müslüman
yönetimi diğer taraflarla saldırmazlık anlaşması imzalamaktan kaçınmaz. Aynı
zamanda saldırmazlık anlaşmalarını düşmanlıklarına bir perde ile kin ve
nefret ile müslüman topluma darbe indirmek için bir kalkan olarak
kullanmalarına da hoşgörülü davranmaz.
Bu ayetlerin o günkü Medine toplumunda
karşıladıkları bu pratik durum ise, müslüman yönetimin Medine döneminin
başlarında karşı karşıya kaldığı şartlardan kaynaklanıyordu. Nitekim imam
İbn-i Kayyim `Zad-ul Mead' adlı eserinde bu şartları şu şekilde
özetlemektedir:
"Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
Medine'ye geldiği zaman ona karşı kâfirler üç,gruba bölündüler.
a) Onunla savaşmamak, ona saldırmamak ve
düşmanlarına yardım etmemek üzere kendisiyle barış ve saldırmazlık
antlaşması imzalayanlar. Bunlar inançlarını terketmeden mal ve can
bakımından islâm devletinin güvencesi altında kaldılar.
b) Onunla savaşanlar, ona düşman kesilenler.
c) Kendisiyle barış antlaşması imzalamayanlar
bununla beraber savaş da açmayanlar. Ona karışmayanlar. Daha doğrusu onunla
düşmanları arasındaki mücadelenin akıbetini bekleyenler. Daha sonra
bunlardan bazısı, içten içe onun galibiyetini ve zafer kazanmasını, bir
kısmı da düşmanlarının galibiyetini ve zafer kazanmasını ister oldu.
Bunlardan bir kısmı görünüşte ondan taraf görünüyordu. Gizlice de
düşmanlarıyla birlik oluyordu. Böylece her iki gruptan da emin olmayı
düşünüyorlardı. Bunlar münafıklardı. Bütün bu grupların herbiriyle
Peygamberimiz, yüce Rabbinin direktifleri doğrultusunda ilişkilerde
bulundu."
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- barış
yaptığı, saldırmazlık anlaşması imzaladığı taraflar arasında Medine
çevresinde yaşayan üç yahudi kabilesi de yer alıyordu. Bunlar Beni Kaynuka,
Beni Nadr ve Beni Kurayza kabileleriydi. Nitekim böyle bir anlaşma Medine'ye
komşu olan müşrik kabilelerle de yapılmıştı.
Bunların pratik durumları karşılayan geçici bazı
kurallar oldukları, islâmın uluslararası ilişkilerini düzenleyen kesin
hükümler olmadıkları, daha sonraları peşpeşe değişikliğe uğradıkları, Tevbe
suresindeki hükümler inince de son şekillerini aldıkları açıktır.
Bu ilişkilerin yaşandığı islâmi hareketin
aşamalarının güzel bir özetini dokuzuncu cüzde İmam İbn-i Kayyim'in
`Zad-ul-Mead" adlı eserinden aktarmıştık. Gerekliliğine inandığımızdan
dolayı bu özeti buraya almakta bir sakınca görmüyoruz: .
"Gönderilişinden ulu Rabbine kavuştuğu zamana kadar
Peygamberimizin kâfir ve münafıklarla olan ilişkileri, islâmda cihadın
aşamaları olarak şu şekilde özetlenmektedir: "İlk defa yüce Rabbi ona,
"Yaratan Rabbinin adıyla oku" ayetini vahyetti. Bu, peygamberliğin
başlangıcıydı. O zaman sadece kendisinin okumasını emretmişti. İnsanlara
duyurmasını henüz emretmemişti. Sonra, "Ey örtüsüne bürünen, kalk ve korkut"
ayetini indirdi. Yüce Allah "oku" sözüyle onu peygamber tayin etmiş, "Ey
örtüsüne bürünen..." sözüyle de Resul yapmıştı. Sonra yakın akrabalarını,
ardından kavmini, daha sonra çevresindeki Araplar ı, peşinden tüm Araplar'ı,
en sonunda bütün insanları korkutmasını emretti. Peygamber olarak
görevlendirilmesinden sonra on sene gibi bir süre savaşsız ve cizyesiz
(İslâmın egemenliğine boyun eğmeyi kabul eden kâfirlerden alınan vergi) bir
şekilde yalnızca sözlü davetle yerine getirdi uyarı görevini. Savaştan
kaçınması, zorluklara katlanması ve iyilikle muamele etmesi emrediliyordu.
Sonra hicret izni verildi, ardından savaş izni verildi, önce kendisiyle
savaşa tutuşanla savaşması, kendisiyle savaşmaktan kaçınıp bir kenara
çekilenle savaşması emredildi. Peşinden egemenlik bütünüyle Allah'ın,olana
kadar müşriklerle savaşması emredildi. Cihad emrinden sonra ona göre
kâfirlerin durumu üç kısımda beliriyordu: a) Barış ve anlaşma ehli b) Savaş
ehli c) Zimmet ehli... Barış ve anlaşma yapılanlarla belirlenen süreyi
doldurması, sözlerine bağlı kaldıkları sürece O'nun da bağlı kalması
emredildi.`Şayet ihanet edeceklerinden korkacak olursa anlaşmayı bozması,
ancak anlaşmayı bozduğunu onlara bildirmeden savaşmaması emredildi. Aynı
şekilde verdikleri sözde durmayanlarla da savaşması emredildi. Tevbe suresi
indiği zaman bu kısımlara ilişkin hükümlerin açıklamasını da içeriyordu.
Peygamber'den -salât ve selâm üzerine olsun- kitap ehlinden olan düşmanları
ile cizye verene, ya da islâma girene kadar savaşması emredildi. Yine Tevbe
suresinde kâfir ve münafıklarla cihad etmesi, onlara karşı sert davranması
emredildi. Kâfirlerle cihad, kılıç ve ok ile, münafıklarla da kanıt ve söz
şeklinde olacaktı. Tevbe suresinde kâfirlerle yapılan anlaşmalardan uzak
olduğunu, anlaşmaları bozduğunu bildirmesi emredildi. Böylece barış ve
anlaşma ehli üç kısıma ayrılmış oluyordu: a) Yüce Allah peygamberine bir
kısmıyla savaşmasını emretti. Bunlar anlaşmayı bozan, sözlerinde durmayan
kimselerdi. Hz. Peygamber onlara savaş açtı ve onları yendi. b) Bir kısmıyla
belli bir süre için anlaşma yapılmıştı. Bunlar anlaşmalarını bozmadıkları
gibi ona karşı bir saldırıda da bulunmamışlardı. Yüce Allah peygamberine
süresi dolana kadar onlarla vardığı anlaşmaya bağlı kalmasını emretti. c)
Bir diğer kısım da Hz. Peygamber'le anlaşma yapmamış bunun yanında onunla
savaşmamış kimselerdi. Ya da süresiz bir anlaşmaları vardı. Yüce Allah
peygamberine, onlara dört aylık bir süre tanımasını, süre dolunca da onlarla
savaşmasını emretti. Peygamberimiz onlardan anlaşmayı bozanı öldürdü.
Kendisiyle anlaşma yapılmamış, ya da süresiz anlaşma yapılmış kimselere dört
ay süre tanındı. Yüce Allah peygamberine anlaşmalarına bağlı kalanlara
karşı, anlaşmanın sonuna kadar kendisinin de bağlı kalmasını emretti.
Bunların hepsi de müslüman oldular, anlaşma süresinin bitimine kadar hiç
kimse küfürde kalmadı. Zimmet ehli olanlara Cizye vergisini verme
zorunluluğu getirildi. Tevbe suresinin inişinden sonra kâfirler konumları
itibariyle üç kısma ayrılmış oluyorlardı. a) Peygamberimize karşı
savaşanlar. b) Barış yapanlar. c) Zimmet ehli... Barış ve anlaşma yapılanlar
müslüman olduktan sonra ise kâfirler iki kısma ayrılmış oldular: Kendisiyle
savaşanlar ve zimmet ehli... Kendisiyle savaş halinde olanlar O'ndan korkan
kimselerdi. Bundan sonra tüm yeryüzündeki insanlar üç gruba ayrılmış
oluyordu: a) Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun- inanan müslümanlar
b) Kendilerine sığınma hakkı tanınarak barış yapılmış kimseler. c)
Korktuklarından dolayı Peygamberimizle savaşmayı sürdüren kimseler.
Münafıklara karşı tutumuna gelince; dış görünüşlerine itibar edip gizli
yönlerini Allah'a bırakmakla emrolundu. Bilgiyle, delille mücadele etmesi,
aldırış etmemesi, tavizsiz davranması, ruhlarını harekete geçirecek etkin
sözler söylemesi emredildi. Cenaze namazlarını kılması, kabirlerine gitmesi
yasaklandı. Son olarak, onlar için bağışlanma dileğinde bulunsa da, yüce
Allah, onları bağışlamayacağını kendi,sine bildirdi. Kâfir ve münafık
düşmanlarına karşı takip ettiği hareket tarzı bundan ibaretti."
Bu güzel özete, o gün meydana gelen olaylara ve bu
hükümleri içeren ayetlerin iniş tarihine baktığımızda az sonra ele aldığımız
Enfal suresinde yer alan bu ayetlerin Medine döneminin başları ile Tevbe
suresinin inişine kadarki dönemi kapsayan bir ara aşamayı temsil ettiklerini
anlarız. İşte bu ayetler, işaret ettiğimiz değerlendirmelerin ışığında ele
alınmalıdırlar. Bu ayetler bazı temel kuralları dile getirmekle beraber, bu
kuralları nihai şekilleriyle temsil etmemektedirler. Bu kuralların nihai
şekli Tevbe suresinde ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- son
dönemlerindeki pratik uygulamalarında somutlaşmaktadır. Yeri geldikçe
bunlara değineceğiz...
Bu açıklamanın ışığında bu Kur'an ayetlerini ele
alabiliriz artık.
CANLILARIN EN KÖTÜSÜ
"Allah katında canlıların en kötüleri kâfirlerdir.
Onlar artık inanmazlar." "Onlar kendileri ile antlaşma yaptığın her
defasında hiç çekinmeden antlaşmalarını bozan kimselerdir."
Ayette geçen "ed-devvab = canlılar" kelimesi
yeryüzünde yürüyen her canlıyı kapsamaktadır. Elbette insanları da
kapsamaktadır. Ne var ki bu kelime -daha önce de söylediğimiz gibi- insanlar
için kullanıldığı zaman özel bir anlam çağrıştırıyor; hayvanlığı... Öyle ki
bu insanlar, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüleri oluveriyorlar. Bunlar
kâfir kimselerdir, kâfirlikleri öyle bir düzeye ulaşmıştır ki, imana
gelmeleri sözkonusu değildir bunların. Bunlar her defasında anlaşmalarını
ihlâl eden kimselerdir. Bir kez bile Allah'dan korkmazlar.
Bu ayette kastedilenlerin kimler olduğuna ilişkin
değişik rivayetler gelmiştir. Bunların Beni Kureyze kabilesi olduğu
söylenmiştir. Aynı şekilde Beni Nadr ve Beni Kaynuka kabileleri de oldukları
söylenmiştir. Ayrıca bunların Medine çevresindeki müşrik bedeviler oldukları
da ileri sürülmüştür. Hem ayet, hem de tarihsel realite tümünün birden
kastedilmiş olacağı ihtimalini güçlendiriyor. Çünkü yahudiler grup grup
Peygamberimizle yaptıkları anlaşmaları bozdular. Aynı ;şekilde müşrikler de
birkaç kez anlaşmalarını bozdular. Önemli olan, ayetlerin Bedir savaşı
öncesinde ve sonrasında ayetlerin inişine kadar yaşanan bir realiteden söz
ettiklerini bilmemizdir. Ancak bu realiteye ilişkin olarak anlaşmalarını
bozanların karakterlerini tasvir eden hüküm sürekli bir durumu tasvir
etmekte ve değişmez bir sıfatı dile getirmektedir.
Dolayısıyla kâfirlikte direnen bu kâfirler, "artık
inanmazlar." Bu inatları yüzünden fıtratları bozulmuş, Allah katında
yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü durumuna düşmüşlerdir. Bunlar
imzaladıkları tüm anlaşmaları ihlal eden kimselerdir. Bu yüzden diğer
insanlık özelliğinden, örneğin anlaşmaya bağlılık özelliğinden
soyutlanmışlardır. Hayvanlar gibi iplerini koparmışlardır bunlar. Gerçi
hayvanların hareketleri fıtri bağlarla kontrol altına alınmıştır. Ama
bunların hareketlerini sınırlandıracak bir kontrol mekanizmaları yoktur.
İşte bu yüzden Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü
konumundadırlar.
Hiç kimsenin anlaşmalarına bağlı kalmaları konusunda
ikna edemediği bu adamların cezası, karşı tarafı güvenlikten yoksun
bıraktıkları, huzursuz ettikleri gibi, kendilerinin de güvenlikten yoksun
bırakılmaları, huzursuz edilmeleridir. Korkutmak ve caydırmaktır cezaları.
Sadece kendilerini değil, onların dışında ve onları dinleyen benzerlerini de
korkutmak için ellerine darbeler indirmektir, kollarını kırmaktır cezaları.
Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ve ondan sonraki müslümanlar -savaş
esnasında böyleleriyle karşılaştıklarında- onlara bu cezayı vermekle
görevlidirler:
Eğer savaşta onları ele geçirirsen onları geride
kalanlara ibret olacak biçimde cezalandır.
Bu korkunç bir yakalayışım, dehşet verici bir
korkutmanın tablosunu çizen ilginç bir ifadedir. Köşe bucak kaçıp, ortadan
kaybolmak için bunu duymak yeterlidir. Bizzat bu müthiş cezayı hakedenlerin
durumu nasıldır acaba? Bu, yüce Allah'ın peygamberine anlaşmayı bozmakta
direnen ve insanlık bağlarını hiçe sayanlara vurmasını emrettiği dehşet
verici bir darbedir. Öncelikle islâm kampının güvenliğini sağlamak, bundan
böyle anlaşmaların dışına çıkmak isteyenlerin cesaretini kırmak, şimdi olsun
ilerde olsun islâm yayılmasının önüne dikilmeyi tasarlayanları bu
düşüncelerinden caydırmak amacına yöneliktir bu ceza.
İşte müslüman kitlenin gönlünde yer etmesi gereken
bu metodun tabiatı budur. Bu dinin bir heybeti olmalıdır. Güçlü olması,
caydırıcı olması kaçınılmazdır bu dinin. Bu din, tağutları islâm
yayılmasının önüne dikilmekten alıkoymak, onları titretmek için etrafına
korku salmalıdır. Zaten bu din bütün "yeryüzünde" "insan" türünü bütün
tağutların baskısından kurtarmak için hareket eder. Bu dinin tağuti
güçlerden oluşan maddi engellere karşı sadece davet ve açıklama yöntemine
başvurduğu düşüncesinde olanlar, bu dinin tabiatından hiçbir şey anlamamış
kimselerdir.
İslâm kampı ile varılan anlaşmayı fiilen bozma
durumuna ilişkin, hem anlaşmayı bozanları, hem de onların dışındakileri
korkutmak için indirilecek sert ve caydırıcı darbeye ilişkin ilk hüküm
budur.
İkinci hüküm ise, anlaşmanın bozulmasından ve ihanet
planlarından korkulduğu duruma ilişkindir. Bu da karşı tarafın fiilen
anlaşmayı bozmayı tasarladığını gösteren davranışların ve belirtilerin
ortaya çıkmasıyla anlaşılır:
KUVVET VE SAVAŞ
ATLARI
"Eğer anlaşmalı bir toplumun anlaşmasını
bozacağından endişeli isen aranızdaki antlaşmayı; karşılıklılık ilkesi
uyarınca açıkça yüzlerine fırlat. Çünkü Allah ihanet edenleri sevmez."
İslâm antlaşmasını korumak için biriyle anlaşır. Bu
yüzden karşı tarafın ihanet edeceğinden endişelenirse anlaşmayı açıkça
bozduğunu ilan eder. Ne ihanet eder, ne kalleşlik eder, ne başkasını
aldatır, ne de hile yapar. Karşı tarafa açıkça anlaşmalarını bozduğunu,
anlaşmaya bağlı kalmayacağını, artık aralarında karşılıklı güvenin sözkonusu
olmayacağını bildirir. Bununla islâm, insanlığı onurluluk ve doğruluk
ufuklarına, karşılıklı güven ve dürüstlük ufuklarına yükseltiyor. İslâm,
karşı taraf ihlal edilmemiş, bozulmamış antlaşma ve sözleşmelere dayanarak
kendini güvenlikte hissederken kalleşçe ve adice saldırılar planlamaz.
İhanet edeceğinden endişelendiği kimseleri bile uyarmadan korkutmaz. Ancak
antlaşma gereksiz sayıldıktan sonra savaş hiledir. Çünkü bütün taraflar
tedbirlerini alırlar. Şayet böyle bir durumda bir tarafa hile yapılmışsa bu
ona kalleşlik yapılmıştır anlamına gelmez. Onun gafil oluşunun, gerekli
tedbirleri almayışının sonucudur bu hile. Bu durumda bütün hile yöntemleri
mübahtır ve karşı tarafa kalleşlik etmek anlamına gelmez.
İslâm insanlığı yüceltmek ister. İnsanları iğrenç
şeylerden, adilikten korumaktır islâmın amacı. Galip gelmek uğruna
kalleşliği mübah kabul etmez. İslâm gayelerin en üstünü, hedeflerin en
onurlusu için savaşır. Onurlu bir gaye için adi yöntemlere başvurulmasını
hoş karşılamaz.
İslâm ihanetten hoşlanmaz ve antlaşmalarını bozan
hainleri küçümser. Bu yüzden ne kadar onurlu olursa olsun bir gaye uğruna
müslümanların antlaşma emanetine ihanet etmelerini istemez. İnsanın kişiliği
bölünmez bir bütündür. Adi bir yönteme başvurmayı uygun gördüğü zaman, artık
onurlu bir gayenin koruyucusu olma niteliğini sürdüremez. Bu yüzden hedefe
ulaşmak için her türlü yolu denemeyi mübah gören birisi müslüman değildir Bu
ilke islâm bilincine ve islâmi duyarlılığa yabancıdır. Çünkü insan ruhunun
yapısı ile bu ruhun hedefler ve yöntemler arasındaki dünyası arasında
kopukluk sözkonusu değildir. Bir müslüman cıvık bir çamur deryasından
geçerek berrak bir nehire girmez. Çünkü sonunda bu kirli ayaklar o berrak
nehri de bulandıracaktır. Bütün bunlardan dolayı yüce Allah hainleri ve
ihaneti sever:
"Allah ihanet edenleri sevmez."
Bu hükümler inerken bütünüyle insanlığın böylesine
parlak bir ufuktan habersiz olduğunu unutmamamız gerekir. O güne kadar
savaşan taraflar arasında geçerli olan kanun orman kanunuydu. Gücü yettiği
oranda hiçbir kayıt tanımayan kuvvet kanunu yürürlükteydi. Aynı şekilde bu
orman kanununun miladi 18. yüzyıla kadar bütün cahiliye toplumlarında
yürürlükte olduğunu da hatırlamamız gerekir. O zamanlar Avrupa islâm alemi
ile girdiği ilişkiler sonucu aldığı uluslararası ilişkilere ilişkin
kurallardan tamamen habersizdi. Üstelik Avrupa şu ana kadar bile realite
dünyasında bu parlak ufka yükselememiştir. Sadece teorik olarak uluslararası
hukuk adında bazı şeyler öğrenmiştir o kadar. Avrupa'da "kanun yapmadaki
teknik gelişmelere" hayran olanlar, islâm ile bütün çağdaş düzenler arasında
"realite" gerçeğini iyice kavramalıdırlar.
Bu kesinlik ve bu temizliğe karşılık, yüce Allah
müslümanlara zafer va'dediyor, kâfirleri ve küfrü önemsememelerini
vurguluyor:
"Kâfirler sakın yakayı. kurtardıklarını sanmasınlar.
Çünkü onlar bizi kesinlikle aciz bırakamazlar."
Kalleşlik ve ihanet planlarını uygulamalarına fırsat
verilmeyecektir. Çünkü yüce Allah müslümanları yalnız bırakmaz ve hainler
ihanet etmeleriyle yakayı kurtaramazlar. Allah hainleri cezalandırmak
istediği zaman, onlar buna engel olamazlar, güçleri yetmez buna. Allah
müslümanların yardımcısı iken, onları da etkisiz hale getiremezler.
O halde niyetleri tamamen Allah için olduktan sonra,
tertemiz yöntemlere başvuranlar, adi yöntemlere başvuranların kendilerini
geride bırakamayacaklarından emin olmalıdırlar. Onlar yeryüzünde kanununu
gerçekleştirdikleri, insanlar arasında sözünü yücelttikleri ve adına hareket
ettikleri yüce Allah'dan yardım görüyorlar. Onlar insanları kulların
kulluğundan kurtarıp tek ve ortaksız Allah'a kul yapmak için cihad ederler.
Fakat islâm zafer için gerekli olan pratik
hazırlığını yapmak zorundadır. Bu hazırlık, müslüman kitlenin gücü
dahilindedir çünkü. İslâm, bastıkları yeri müslümanlar için güvenli hale
getirmeden fıtratının tanıdığı ve deneyimlerin ortaya çıkardığı pratik
sebepleri uygun hale getirmeden müslümanların bakışlarını bu yüce ufuklara
yöneltmez. Onları bu yüce hedefleri gerçekleştirecek pratik harekete
hazırladıktan sonra yönelir bu ufuklara:
"Onlara karşı elinizden geldiği kadar gerek Allah'ın
gerekse özünüzün düşmanlarını ve bunlar dışında Allah'ın bildiği, fakat
sizin bilmediğiniz gizli düşmanlarınızı yıldırıp caydıracak savaş gücü ve
atlı savaş birlikleri hazırlayınız."
Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı tam olarak
size ödenir, kesinlikle haksızlığa uğratılmazsınız."
Bir müslümanın gücü oranında maddi hazırlık yapması
cihad görevinin gerektirdiği bir görevdir. Ayet yapılacak hazırlığı,
araçlarının, sınıflarının, renklerinin ve sebeplerinin farklılığına göre
emrediyor. Özellikle "atlı savaş birlikleri" ifadesini kullanıyor. Çünkü
bunlar ilk defa bu Kur'an'ın hitap ettiği insanlar tarafından savaştaki
etkinlikleri bilinen araçlardı. Şayet onlara o zaman için bilmedikleri, bir
zaman sonra bulunacak araçları hazırlamalarını emretseydi, insanı şaşırtan
bilinmez şeyleri emretmiş olacaktı. -Kuşkusuz yüce Allah böyle bir şeyden
uzaktır, O, uludur, büyüktür- Burada önemli olan direktifin genellik ifade
etmesidir:
"Onlara karşı elinizden geldiği kadar savaş gücü
hazırlayın."
Yeryüzünde "insan" türünün özgürlüğünü
gerçekleştirmek için islâmın kuvvet bulundurması kaçınılmazdır. Bu kuvvetin
davet açısından yerine getirdiği ilk görev, islâm inancını benimsemek
isteyenlerin hiçbir engelle karşılaşmadan, bu inancı seçmelerini, aynı
şekilde bu inancı benimsedikten sonra dinlerinden döndürme girişimlerine
uğratılmamalarıdır. İkinci görev, bu dinin düşmanlarını bu kuvvet tarafından
korunan islâm yurduna saldırmayı düşünmekten caydırmaktır. Üçüncü görev, bu
düşmanların bütün `yeryüzünde' tüm `insanları' özgürlüklerine kavuşturmak
için hareket eden islâm yayılmasının karşısına dikilmekten korkmalarını
sağlamaktır. Dördüncü görev, bu kuvvetin yeryüzünde kendisine ilahlık
sıfatını yakıştıran, insanları kendi yasaları ve otoriteleriyle yöneten,
ilahlığın tek başına Allah'a ait olması gerektiğini, dolayısıyla hakimiyetin
sadece O'na ait olması gerektiğini kabul etmeyen tüm maddi güçleri yerle bir
etmesidir.
İslâm sadece gönüllerde yer etmekle gerçekleşen
teolojik bir düzen değildir. Bazı bireysel kulluk davranışlarını
düzenlemekle bitmez onun görevi. İslâm pratik ve realist bir hayat
sistemidir. Otoritelerin dayanağı ve onun ötesinde maddi güçlerle
desteklenen diğer hayat sisteminin yeryüzüne egemen olmaması için islâmın,
bu maddi güçleri ortadan kaldırmaktan, bu sistemleri uygulayan ve ilahi
sisteme karşı koyan yönetimleri yerle bir etmekten başka çaresi yoktur.
Müslüman, bu büyük gerçeği duyururken, kem küm
etmemeli, taviz vermemelidir. İlahi hayat sisteminin tabiatından dolayı
sıkıntı duymamalı, komplekse düşmemelidir. Müslüman bilmelidir ki, islâm
yeryüzünde harekete geçtiği zaman sadece Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığını
egemen kılmak ve kulların ilahlığını yerle bir etmek suretiyle insanın
özgürlüğünü ilan etmek için harekete geçer. İslâm, insan yapısı bir metodla
hareket etmez. Aynı şekilde islâm herhangi bir liderin ya da devletin veya
sınıfın yahut ırkın egemenliğini kurmak için harekete geçmez. İslâm, ne
Romalılar gibi eşraf takımının tarlalarında çalıştırmak üzere köleler bulmak
için hareket eder, ne de Batı kapitalizmi gibi yeni pazarlar ve hammaddeler
elde etmek için harekete geçer. Aynı şekilde islâm, komünizm gibi cahil ve
kısa görüşlü insanın ürünü herhangi bir ideolojiyi kabul ettirmek için
harekete geçmez. İslâm her şeyi bilen, hikmet sahibi, her şeyden haberdar
olan ve her şeyi gören Allah'ın belirlediği sistemle hareket eder. İnsanın
tüm yeryüzünde kula kulluktan kurtulması için yüce Allah'ın tek ve ortaksız
ilahlığını egemen kılmak üzere harekete geçer.
İşte dini savunma pozisyonuna indirgeyen ruhsal
bozguna uğramış kimselerin kavramak zorunda oldukları büyük gerçek budur.
Onlar islâmın yayılmasına ve islâmda cihad gerçeğine mazeretler bulmak için
kem küm eden, geveleyip duran kimselerdir.
Kuvvet hazırlama yükümlülüğünün sınırını bilmemiz
gerekir. Ayet diyor ki:
"Onlara karşı elinizden geldiği kadar savaş gücü
hazırlayın."
Kuvvet hazırlamanın sınırı insanın gücünün en son
noktasıdır. Böylece müslüman kitle gücü dahilinde olan kuvvet sebeplerini
devreye sokmaktan geri kalmayacaktır.
Aynı şekilde ayet kuvvet hazırlamanın ilk hedefine
de şu şekilde işaret etmektedir:
"Gerek Allah'ın, gerekse özünüzün düşmanlarını ve
bunlar dışında Allah'ın bildiği, fakat sizin bilmediğiniz gizli
düşmanlarınızı yıldırıp caydırmanız için."
Buna göre kuvvet bulundurmanın ilk hedefi, hem
Allah'ın düşmanı hemde müslüman kitlenin yeryüzündeki düşmanı olanların
gönüllerine korku ve dehşet salmaktır. Bu düşmanlardan bazısı açıktan açığa
düşmanlık yapar, müslümanlar da onları tanır. Bunların da ötesinde
tanımadıkları bazı düşmanlar da vardır. Bir kısmı da düşmanlıklarını açığa
vurmamışlardır, ancak yüce Allah onların gizledikleri duyguları ve gerçek
niyetlerini bilir. İşte böyleleri fiilen kendilerine ulaşmamış dahi olsa,
islâmın gücünden korkarlar. Müslümanlar güçlü olmak zorundadırlar. Yeryüzüne
korku salmaları için ellerinden geldiği kadar savaş gücü bulundurmak, kuvvet
kaynaklarını hazırlamak onların görevidir. Bu hazırlık Allah'ın sözünün
yücelmesi, yeryüzünde egemenliğin tamamen Allah'ın dinine özgü olması için
kaçınılmazdır.
Savaş araç ve gereçlerini bulundurmak mal
gerektirdiğinden ve islâm düzeni de tamamen dayanışma esasına dayandığından,
Allah yolunda cihad çağrısı ile Allah yolunda malî yardımda bulunma çağrısı
birlikte ve yanyana yapılmıştır:
"Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı tam olarak
size ödenir, kesinlikle haksızlığa uğratılmazsınız."
Böylece islâm sadece Allah için, sırf Allah yolunda,
O'nun sözünün gerçekleşmesi uğruna ve O'nun hoşnutluğunun elde edilmesi
amacına yönelik olması için cihad ve cihad uğruna mali harcama
yükümlülüğünü, yeryüzü kaynaklı tüm hedeflerden, her türlü kişisel sebepten,
bütün ulusal ya da sınıfsal düşüncelerden arındırıyor.
Bu yüzden islâm -ilk günden itibaren- kendi
hesabına, kişilerin ya da devletlerin üstünlüğüne dayanan tüm savaşları,
pazar elde etmek ve ülke fethetmek için başlatılan savaşları, baskı kurmak,
insanları alçaltmak için girişilen savaşları, bir ülkenin diğer bir ülkeye,
bir ulusun diğer bir ulusa, bir ırkın, diğer bir ırka ya da bir sınıfın
diğer bir sınıfa egemenliği için başlatılan savaşları reddetmiştir. İslâm
için tek bir hareket tarzı vardır; Allah yolunda cihad hareketi... Yüce
Allah bu ırkın, bir ülkenin, bir ulusun, bir sınıfın, bir ferdin veya bir
halkın egemenliğini istemiyor. Sadece kendi ilahlığının, otoritesinin ve
hakimiyetinin yeryüzünde yürürlükte olmasını istiyor. Yüce Allah'ın
insanlara ihtiyacı yoktur. Ancak insanlık için iyiliği, bereketi, özgürlüğü
ve saygınlığı garantileyen O'nun tek ve ortaksız ilahlığının yeryüzüne
egemen olmasıdır.
BARIŞ YAP
Bu ayetlerde yeralan üçüncü hüküm, islâm kampı ile
savaşmamayı, yani saldırmazlık anlaşmasını imzalamayı isteyen, barış ve
güvenliğe yatkın olan, görünüşleri ve davranışlarıyla da gerçekten barış
istediklerini kanıtlayan kimselere ilişkin hükümdür:
"Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve
Allah'a dayan. Çünkü O her şeyi işiten ve bilendir."
Barışa yatkınlık eylemini anlatan "cenahe =
yanaşmak" ifadesi son derece esprili bir ifadedir. Anlama ince bir
isteklilik havası katıyor. Barış tarafına yönelen kanadın hareketidir bu.
Huzur içinde bir tarafa doğru süzülen bir kanat. Bu arada barışa yanaşma
emri her şeyi işiten ve her şeyi bilen Allah'a dayanma direktifi ile
birlikte veriliyor. Yüce Allah söylenenleri işitir, bunların ötesinde gizli
sırları da bilir. Ona dayanmak yeterlidir ve güven verir insana.
Medine döneminin başlarından Bedir gününe ve bu
hüküm indirilişine kadar, kâfir grupların Peygamberimize -salât ve selâm
üzerine olsun- karşı tutumlarını, aynı şekilde Peygamberimizin onlara karşı
tutumunu dile getiren İmam İbn-i Kayyım'ın özetine baktığımızda bu ayetin,
peygambere ilişmeyen, onunla savaşmayan, barış yapmaya istekli görünen,
islâm çağrısına ve müslüman devlete düşmanlık beslemeyen, karşı çıkmayı
düşünmeyen gruba ilişkin olduğunu görürüz. Yüce Allah peygamberine -salât ve
selâm üzerine olsun- bu grubu kendi haline bırakmasını, onlardan gelen
saldırmazlık ve barışma teklifini kabul etmesini emretmişti. (Bu durum Tevbe
suresinin indirilişine kadar sürdü. Tèvbe suresinde kendileriyle antlaşma
yapılmamış olanlara ya da kendileriyle süresiz bir antlaşma yapılmış
olanlara dört aylık bir mühlet tanınması öngörülmüştü. Bundan sonra
tavırlarına göre diğer bir hüküm devreye girecekti.) Bu yüzden indiği
koşullardan, zaman itibariyle kendisinden sonra inen ayetlerden ve bundan
sonra Peygamberimizin pratik uygulamasından ayrı olarak düşünüldüğünde
ayetin metni kesinlik ifade etse de, içerdiği hüküm nihai bir hüküm
değildir.
Ne var ki ayet, hüküm açısından o dönemde bir tür
genellik ifade ediyordu. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- Tevbe suresi inene kadar bu hükmü uygulamıştı. Hicri altıncı senede
imzaladığı Hudeybiye barış antlaşması da bu hükme dayalı bir uygulamadır.
Bazı fıkıhçılar ayetin hükmünün nihai ve sürekli
olduğu sonucuna varmışlardır. Bu yüzden ayette geçen "Barışa yanaşma"
eylemini cizye ödemeyi kabul etme olarak yorumlamışlardır. Ancak bu yorum
tarihsel realiteyle uyuşmuyor. Çünkü cizyeye ilişkin hükümler Tevbe
suresinde Hicri sekizinci senede inmiştir. Bu ayetse, Bedir Savaşı'ndan
sonra Hicri ikinci senede inmiştir. Ve o zaman henüz cizye ödemeye ilişkin
hükümler mevcut değildi. Meydana gelen olaylara, ayetlerin indiriliş
tarihlerine ve islâmın hareket yöntemine dayanarak en doğrusunu şu şekilde
ifade etmek mümkündür; bu hüküm nihai değildir. Tevbe suresinde yeralan
nihai hükümlerin indirilmesiyle değişmiştir. Nitekim Tevbe suresinin
inmesiyle birlikte islâma karşı insanlar; ya islâmla savaş halinde olanlar
ya da Allah'ın şeriatıyla yönetilen müslümanlar veya antlaşmalarına bağlı
kalarak cizye ödeyen zimmiler şeklinde belirmişlerdi. İslâmda cihad
hareketinin son aşamasına ilişkin hükümler bunlardır. Bunun dışındakiler,
nihai ilişkileri temsil eden yukardaki üç durum gerçekleşene kadar islâmın
değiştirmeye çalıştığı pratik durumlardır. Nihai ilişkiler Müslim'in
kaydettiği, İmam Ahmed'in rivayet ettiği hadiste şu şekilde dile
getirilmektedir:
Ahmed diyor ki, "Bize Veki Süfyan'ın Allame b.
Mirsad'dan, o da Süleyman b. Yezid'den, o da babasından, o da Yezid b.
el-Hatib el-Eslemi'den -Allah ondan razı olsun- şöyle rivayet etti:
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun bir müfreze veya ordu çıkarınca,
komutana gerek kendi şahsi, gerekse beraberindeki müslümanlar konusunda
Allah'dan korkmayı tavsiye ederdi. Şöyle derdi: Allah'ın adıyla, O'nun
yolunda savaşın. Öldürün Allah'ın dinini kabul etmeyen kâfirleri. Müşrik
olan düşmanlarınla karşılaştığın zaman onları üç hususu ya da üç şıkkı kabul
etmeye çağır. Üçünden hangisini kabul ederlerse sen de kabul et ve onlardan
vazgeç. Önce onları islâma çağır. Kabul ederlerse, sen de kabul et ve
onlardan vazgeç. İslâmı kabul ettikleri zaman onları yurtlarını boşaltıp
muhacirlerin yurduna taşınmaya çağır. Bunu yapacak olurlarsa muhacirlere
tanınan hakların onlara da tanınacağını ve muhacirlerin sorumlu oldukları
şeylerden onların da sorumlu olacağını bildir. Bunu kabul etmez ve kendi
yurtlarında kalmayı tercih ederlerse, müslüman Araplar gibi olacaklarını ve
mü'minlere ilişkin Allah'ın hükmünün onlara da uygulanacağını, müslümanlarla
birlikte cihada katılmadıkları sürece ganimetten pay alamayacaklarını
bildir. İslâmı kabul etmekten kaçınırlarsa, onları cizye vermeye çağır.
Kabul ederlerse sen de kabul et ve onlardan vazgeç. Bunu da kabul
etmezlerse, Allah'dan yardım iste ve onlarla savaş..."
Bu hadiste, cizyeden söz edilirken, hicretten ve
muhacirlerin yurdundan söz edilmesi sorun oluşturuyor. Oysa cizye Mekke
fethinden sonra farz kılınmıştı. İslâm yurdunu oluşturan, Mekke'yi fetheden
ve oraya yerleşen ilk müslüman kitlenin durumunu gözönünde bulundurduğumuzda
Mekke'nin fethinden sonra-Hicret olayı da sözkonusu olmamıştır. Cizyenin
Hicri sekizinci seneden sonra farz kılındığı kesindir. Bu yüzden müşrik
Araplar'dan cizye alınmamıştı. Çünkü onlar cizye hükmünün indirilmesinden
önce müslümanlığı kabul etmişlerdi. Daha sonra benzerlerinden, müşrik
mecusilerden cizye kabul edilmiştir. Elbette ki, bunlar da müşrik olmak
açısından onlara benzerler. Nitekim İmam İbn-i Kayyim'in da açıkladığı gibi
cizye almaya ilişkin hükümler indiği sıralarda Arap Yarımadası'nda müşrikler
mevcut olsaydı onlardan da cizye alınacaktı. İbn-i Kayyim bu konuda Ebu
Hanife'nin bir sözünü ve İmam Ahmed'in de iki sözünü nakleder (Kurtubi ise
bunu Evzai ve Malik'den rivayet etmiştir. Başkaları da Ebu Hanife'den
rivayet etmişlerdir.) Şu anda vardığımız sonuç: "Eğer onlar barışâ
yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'â dayan. Çünkü O her şeyi işiten ve
bilendir." ayetinin bu konuda kesin ve nihai bir hüküm içermediği, bu
konudaki nihai hükümlerin daha sonra inen Tevbe suresinde yeraldığıdır. Yüce
Allah'ın peygamberine barış ve saldırmazlık antlaşmasını imzalama
tekliflerini kabul etmesini emrettiği grup, peygambere ilişmeyen, ister
barış antlaşması imzalamış, isterse o güne kadar imzalamamış olsun onunla
savaşmayan gruptur. Nitekim Tevbe suresi inene kadar Peygamberimiz,
kâfirlerden ve kitap ehlinden gelen barış tekliflerini kabul etmiştir. Tevbe
suresi indikten sonra müslüman olmaları veya cizye ödemeleri dışında onların
hiçbir barış teklifleri kabul edilmemiştir. (Bu durum karşı taraf
antlaşmasına bağlı kaldığı sürece barış halı için geçerlidir.) Yoksa din
bütünüyle Allah'a özgü olana kadar, yapabildikleri kadar müslümanlar onlarla
savaşacaklardır.
Bu konuda bazı açıklamalarda bulunmuştum. Amacım,
"İslâmda cihad" konusunda kitap yazan birçok kişinin düştüğü ruhsal ve akli
bozgundan kaynaklanan şüpheleri gidermekti. Yaşanan realitenin baskısı bu
adamların ruhlarına ve akıllarına ağırlık yapmaktadır. Bu yüzden hiçbir
zaman gerçek mahiyetini kavrayamadıkları dinlerinin (!) değişmez hareket
metodunun bütün insanlığı, müslüman olmak ya da cizye vermek veya savaşmak
durumlarıyla karşı karşıya bırâkmak olmasını hazmedemiyorlar. Bunlar islâmla
savaşan ve ona saldıran bütün cahiliye güçlerine karşı islâmın ehlini -yani
islâmın gerçek mahiyetini kavramadıklarını ve onu gereği gibi anlamadıkları
halde kendilerini islâma dayandıranların- diğer dinlere ve ideolojilere
mensup olanların oluşturdukları ordular karşısında son derece zayıf
görüyorlar. Öte yandan gerçek müslüman kitlenin öncü gücünün azınlık, hatta
nadir olduğunu görüyorlar. Bu durumda adı geçen yazarlar yaşanan realitenin
baskısına ve ağırlığına uygun düşecek bir yorum yapmak için ayetlerin
boyunlarını büküp sağa sola çekiştiriyorlar. Dinlerinin başvurduğu hareket
metodunun ve uyguladığı stratejinin bu olması onların hazmedemediği bir
şeydir çünkü.
Bunlar islâmi hareketin yolunda yer alan herhangi
bir aşamaya ilişkin ayetlere dayanarak nihai hükümler çıkarmaya
çalışıyorlar. Özel durumlarla sınırlı ayetlerden her zaman için geçerli
anlamlar çıkarıyorlar. O zaman da değişmez ve nihai hükümler içeren
ayetlerle karşılaştıklarında, bu ayetleri, islâmi hareketin bir aşamasına
ilişkin, özel durumlarla sınırlı ayetlere uygun düşecek tarzda
yorumluyorlar. Bütün bu çabalar, islâmda cihadın sırf müslüman kişilerin ve
islam yurdunun saldırıya uğraması durumunda başvurulan bir savunma savaşı
olduğu sonucunu elde etme amacına yöneliktir. Onlara göre islâm her türlü
barış teklifine can atar. Barışın anlamı da sadece islâm yurduna
saldırmaktan vazgeçmektir. Onların düşüncesinde islâm kabuğuna çekilmiştir.
Ya da her zaman için kendi sınırları içinde kabuğuna çekilmelidir.
Başkalarını kendi inanç sistemine bağlama ve Allah'ın sistemine boyun
eğdirme hakkına sahip değildir. Sadece sözlü olarak ya da basın-yayın
yoluyla yahud konferanslarla yayılabilir. Cahiliyenin insanlar üzerindeki
egemenliğinde somutlaşan maddi güçlere sadece kendisine saldırıda
bulundukları zaman karşı koyabilir. Böyle bir durumda kendini savunmak
amacıyla harekete geçebilir.
Şayet yaşanan realitenin baskısı karşısında
psikolojik ve akli bozguna uğramış bu adamlar, ayetlerin boyunlarını sağa
sola çekiştirmeden dinlerinin realiteyi karşılayan hükümlerini elde etmek
istiyorlarsa, bu dinin hükümlerinde ve islami hareketin herhangi bir
aşamasında görülen uygulamalarında, şu anda karşı karşıya bulunduğumuz
realitenin benzeri pratik olguları karşılayacak düzeyde realistlik ve
pratiklik bulacaklardır. O zaman şöyle diyebilirler: "Şu anda yaşadığımız
durumlara benzer durumlarda islâm şöyle bir uygulamada bulunmuş= tur. Ancak
bunlar her zaman için geçerli kurallar değildir. Bunlar zorunlu durumları
karşılamak üzere uygulanan hükümler ve uygulamalardır."
İşte zorunlu durumlarda islâmi hareketin aşamalılık
karakterine uygun düşecek kimi aşamalı hüküm ve uygulamalardan birkaç örnek:
l- Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
Medine'ye gelişinin başlarında Medine çevresinde yaşayan yahudiler ve
müşriklerle barış, saldırmazlık ve Medine'yi ortak savunmaya ilişkin bir
antlaşma imzaladı. Bu antlaşmada, Medine'deki üstün otoritenin
Peygamberimizin otoritesi olduğu kabul ediliyordu. Yahudi ve müşrikler
Kureyş'e karşı Medine'yi savunma, Medine'ye yönelik herhangi bir saldırıyı
desteklememe, peygamberin izni olmadığı sürece Müslümanlarla savaş halinde
bulunan müşriklerle bir antlaşma, yani ittifak imzalamama sözünü
veriyorlardı. Bu arada yüce Allah, kendisiyle herhangi bir antlaşma
imzalamamış olsalar bile barışa yanaşanların teklifini kabul etmesini ve
kendisine saldırmadıkları sürece kendisinin de saldırıda bulunmamasını
emrediyordu peygamberine. Daha önce de değindiğimiz gibi bu hükümlerin tümü
daha sonra değiştirilmiştir.
2- Hendek savaşı sırasında, müşrikler Medine'yi
ablukaya aldıklarında ve Beni Kureyze kabilesi Peygamberimizle yaptığı
antlaşmayı bozduğunda, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
müslümanların durumundan endişelenmeye başladı. Bu yüzden Uyeyne b. Hısn
el-Fezarı ve Gatafan kabilesinin başkanı Haris b. Avf el-Meri'ye, Medine
çevresindeki ablukadan kabilesini çekmek ve Kureyş'le müslümanları başbaşa
bırakmak karşılığında Medine'nin ürünlerinin üçte birini vermek üzere
antlaşma teklifinde bulundu. Peygamberimizin bu sözü pazarlıktı. Yoksa
Peygamberimiz bu şekilde onlarla antlaşma yapmamıştı. Peygamberimiz, yaptığı
tekliften onların hoşnut olduğunu görünce, bu konuda Sa'd b. Muaz ve Sa'd b.
Ubade ile istişarede bulundu. "Ya Resulallah, böyle yapmak hoşuna gidiyor da
mı bunu onaylamamızı istiyorsun? Yoksa Allah mı sana böyle yapmanı emretti
de duyup itaat edelim? Ya da bizim için mi böyle yapıyorsun?" dediler.
Peygamberimiz, "Bunu sizin için yapıyorum. Çünkü Araplar bir ok gibi tek
yaydan üzerinize atılıyorlar" buyurdu. Bunun üzerine Sa'd b. Muaz, "Ya
Resulallah, Allah'a andolsun ki, bizle şu kavim şirk üzere yaşıyor, putlara
kulluk ediyorduk. Allah'a ibadet etmiyor, O'nu hakkıyla tanımıyorduk. O
zamanlar bile satın almanın ya da misafirliğin dışında ürünümüzden bir şey
tadamazlardı. Şimdi Allah bizi islâmla onurlandırmışken, bizi kendi yoluna
iletmişken, seni göndermekle bizi güçlendirmişken onlara mallarımızı
verirmiyiz hiç. Allah'a andolsun ki, yüce Allah bizimle onlar arasında
hükmünü verinceye kadar kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yoktur." Bu
sözlerden dolayı Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- sevindi ve
onlara şöyle dedi: "Dilediğinizi yapın."Uyeyne ve Hariseye de, "Gidin size
kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yok" dedi. Peygamberimizin bu düşüncesi
bir zorunluluğu karşılama amacına yönelik bir uygulamaydı. Nihai bir hüküm
değildi.
3- Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
müşrik oldukları halde Kureyş müşrikleriyle, hem de müslümanları huzursuz
eden şartlarla Hudeybiye barış antlaşmasını imzalamıştı. Bu antlaşma iki
taraf arasında on sene boyunca savaş durumunun sona ermesini, insanların
birbirlerinden emin olmasını öngörüyordu. Peygamber o sene geri dönecekti.
Bir dahaki seneye gelecek ve müşrikler Peygamberimizin Mekke'ye girmesine
engel olmayacak, Peygamber orada üç gün kalacaktı. Müslümanlar Mekke'ye
sadece süvari silahları ile ve kılıçları da kınlarında olmak üzere
gireceklerdi. Peygamberin arkadaşlarından biri müşriklere dönecek olursa
geri verilmeyecek, buna karşılık müşriklerden biri peygamberin yanına
gelecek olursa geri verilecekti. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- görünüşte felaket gibi görülen bu şartları yüce Allah'ın ilhamı ile
kabul etmişti. Yüce Allah dilediği bir şeyin gerçekleşmesi için bunu kabul
etmeyi peygamberine ilham etmişti kuşkusuz. Her halukârda, benzer koşulları
karşılamak için müslüman yöneticilerin uygulayabileceği imkânlar vardır bu
örnekte.
Bu dinin pratik hayat sistemi realiteyi sürekli,
gerçekçi ve denk yöntemlerle karşılar. Sürekli hareket halinde, esnek bir
sistemdir bu. Aynı zamanda sağlam ve nettir de. Herhangi bir durumda
realiteyi karşılayacak çözümler arayanlar, ayetlerin boyunlarını sağa sola
çekiştirmek, onları zorlamalı bir şekilde yorumlamak zorunda değildirler.
İstenen tek şey Allah'dan korkmak, O'nun dinini cahiliye kötülüğünün
realitesi karşısında eğip bükmekten sakınmak, ondan dolayı komplekse
kapılmamak ve cahiliyenin saldırıları karşısında dini, savunma pozisyonuna
sokmamaktır. Bu din egemen ve otoriter bir dindir. Bu din hep üstünlük ve
etkinlik doruklarında bulunmakla beraber realitenin tüm ihtiyaçlarına ve
zorunluluklarına cevap verir... Ve hamd olsun ulu Allah'a...
Yüce Allah Peygamberine -salât ve selâm üzerine
olsun- kendisine saldırmazlık teklifinde bulunanların teklifini kabul
etmesini, barışa yanaşanlarla beraber onun da yanaşmasını emrederken,
Allah'a güvenip dayanmasını da emrediyor. Yüce Allah kendisiyle barış
yapmaya yanaşan milletin gizli duygularını tamamıyla bildiğini bildirmekle,
peygamberine güven veriyor:
"Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve
Allah'a dayan. Çünkü O her şeyi işiten ve bilendir."
Sonra yüce Allah, karşı taraf ihanet etmek ve barışa
yatkınlık gösterisi altında kalleşlik yapmayı tasarlamak isterse,
peygamberini onların hilesinden koruyacağı güvencesini veriyor. Ona şöyle
diyor yüce Allah: Allah sana yeter, kâfidir O sana. Seni korur. Bedir'de
seni yardımıyla destekleyen, mü'minleri güçlendiren, kalplerini islâm
çerçevesinde sevgi ve kardeşlik etrafında birleştiren O'dur. Nitekim
kalpleri birleşmeyi kabul etmeyecek kadar katiydi! Her şeye gücü yeten ve
her şeyi hikmetle yönlendiren yüce Allah'dan başkası kaynaştıramazdı bu
gönülleri:
"Eğer onlar seni aldatmak isterlerse kuşku yok ki,
Allah sana yeter. O seni yardımı ile ve mü'minler aracılığı ile
'desteklemiştir."
"Allah, mü'minlerin kalplerini uzlaştırdı. Eğer sen
dünyadaki her şeyi harcasan yine onların kalplerini uzlaştıramazdın. Fakat
Allah onları uzlaştırdı. Hiç kuşkusuz O üstün iradeli ve hikmet sahibidir."
Allah sana yeter. Başkasına ihtiyacın yok senin. İlk
defa seni gönderdiği yardımla ve Allah'ın kendilerine va'dettiklerini
doğrulayan mü'minlerle destekleyen O'dur. Kalpleri parça parça iken,
aralarındaki düşmanlık dillere destanken ve birbirlerine karşı şiddetli bir
kin beslerken Allah onları birlik ve beraberlik içinde tek bir güç haline
getirdi. Burada Ensarı oluşturan, Evs ve Hazreç kabileleri kastedilmiş
olabilir. Çünkü cahiliye döneminde şu anda yeryüzünde eşi ve benzeri
bulunmayan bu kardeşlik ortamına karşılık aralarında onarımı imkânsız
intikamlar, kan davaları ve çekişmeler vardı. Aynı şekilde muhacirler de
kastedilmiş olabilir. Cahiliye döneminde onlar da Ensardan farksızdılar.
Hepsi de kastedilmiş olabilir. Çünkü Yarımada'daki Araplar'ın durumu
bütünüyle bundan ibaretti.
Ama Allah'dan başka kimsenin yapamayacağı, bu inanç
sisteminden başka hiçbir gücün gerçekleştiremeyeceği mucize gerçekleşti.
Birbirinden nefret eden bu gönüllerden, şu inatçı karakterlerden,
birbïrlerine karşı alçak gönüllü, birbirlerini seven, birbirleriyle
kaynaşan, hem de tarihin eşine rastlamadığı bir düzeyde birbirlerine kardeş
olmuş, birbirleriyle kenetlenmiş bir kitle meydana geldi. Aralarında cennet
hayatı somutlaşıyordu, cennet hayatının çizgileri belirginleşiyordu
yaşayışlarında. Ya da cennet hayatına ve onun belirgin çizgilerine
hazırlanıyorlardı.
"Onların gönüllerinden kini çıkardık, karşılıklı
sedirler üzerinde kardeşçe otururlar. (Hicr Suresi, 47)
Bu inanç sistemi gerçekten ilginçtir. Gönüllere
karıştığı zaman sertliklerini yumuşatan, kabalıklarını incelten,
katılıklarını sevecenleştiren, sağlam, derin ve dostça bağlarla onları
birbirine bağlayan bir sevgi, cana yakınlık ve şefkat karakteri kazandırır
onlara. Birden bire gözün bakışı, elin dokunuşu, dilin konuşması, kalbin
çırpınışı, tanışma, karşılıklı şefkat, dostluk, yardımlaşma, hoşgörü ve
barış terennümlerine dönüşür. Bu gönülleri birbirlerine kaynaştırandan
başkası, bunun sırrını bilmez. Ve bu gönüllerden başkası bunun tadını
bilmez.
Bu inanç sistemi, Allah için sevme melodisiyle
seslenir insanlığa. Onun gönül tellerine içtenlik ve buluşma notalarıyla
dokunur. Gönüller olumlu tepki gösterdiklerinde Allah'dan başka hiç kimsenin
sırrını bilmediği, yine O'ndan başka hiç kimsenin gücünün yetmediği o mucize
gerçekleşir.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle
buyuruyor. "Allah'ın kulları arasında öyle insanlar var ki, peygamber ve
şehit olmadıkları halde peygamberler ye şehidler Kıyamet günü onların Allah
katındaki konumlarına gıbta ederler." "Kimdir bunlar, ya Resulallah bize
haber ver?" dediler. "Bunlar aralarında akrabalık bağı bulunmadığı ve
birbirlerine mal vermedikleri halde, Allah'ın ruhuyla birbirlerini seven
kimselerdir. Allah'a andolsun ki, onların yüzü nurdandır ve onlar nur
üzerindedirler, insanlar korktukları zaman onlar korkmazlar, insanlar
üzüldükleri zaman üzülmezler." (Ebu Davud)
Yine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
şöyle buyuruyor: "Bir müslüman, diğer bir müslüman kardeşiyle karşılaşıp
elinden tuttuğu zaman, şiddetli bir rüzgârın estiği bir günde kuru bir
ağaçtan yaprakların dökülmesi gibi dökülür günahları. Denizlerin köpükleri
kadar günahları olsa yine de affolunur. (Tabesani)
Bu konudaki Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine
olsun- birçok sözleri rivayet edilmiştir. Onun davranışları bu unsurun
getirdiği mesajdaki önemine tanıklık etmektedir. Nitekim onun sevgi temeli
üzerine bina ettiği ümmet, bunların sadece ağızda gevelenen sözler
olmadığını, sırf bireysel planda kalan ideal davranışlar olmadığını
göstermektedir. Bunlar, bu değişmez temele dayalı olarak gerçekleşen üstün
bir realiteydi. Kuşkusuz Allah'ın izniyle gerçekleşmişti bu realite. Onun
dışında bu gönülleri bu şekilde hiç kimse kaynaştıramazdı çünkü.
Bundan sonra ayetlerin akışı, Peygambere -salât ve
selâm üzerine olsun onun ötesinde de müslüman kitleye, Allah'ın hem
kendisine, hem de müslümanlara yönelik dostluğunu gündeme getirerek güvence
veriyor, onları rahatlatıyor. Sonra Peygambere -salât ve selâm üzerine
olsun- mü'minleri Allah yolunda savaşmaya teşvik etmeyi emrediyor. Çünkü
mü'minler, kendileri gibi olayları gereğince kavrayamayan, sorunları
derinlemesine düşünemeyen kendilerinin on kati olan düşmanla başedebilirler.
Onlar, son derece kötü şartlarda, en azından kendilerinin iki katı olan bir
düşman gücüyle başederler:
64- Ey peygamber,
sana ve sana uyan mü'minlere Allah yeter.
65- Ey peygamber,
mü'minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden yirmi sabırlı kişi olursa bunlar
iki yüz kâfiri yenerler. Eğer sizden yüz kişi olsa, bunlar bin kâfiri
yenerler. Çünkü onlar anlayışsız, bilinçsiz bir güruhtur.
66- Allah, bundan
böyle, bu konudaki yükünüzü hafifletti ve bünyenizde bir zaaf belirdiğini
bildi. Buna göre eğer sizden yüz sabırlı kişi olursa, bunlar iki yüz kâfiri
yenerler. Eğer sizden bin sabırlı kişi olursa, bunlar Allah'ın izni ile iki
bin kâfiri yenerler. Allah sabırlılarla beraberdir. '
İnsan düşüncesi döndürülmesi imkânsız,
sorgulanamayan her şeyden güçlü ve üstün olan Allah'ın gücünü kavramak üzere
duraklayıveriyor. Öte yandan Allah'ın ordularına engel olmaya çalışan şu
güçsüz ve gülünç kuvvetlere bakıyor. Birdenbire aradaki farkın korkunç
olduğu, mesafenin çok uzak olduğu ortaya çıkıyor. İki güç arasındaki bu
savaşın sonucunun garantili olduğu, neticenin açık olduğu, varacağı noktanın
belli olduğu kendiliğinden beliriyor. Bütün bunları yüce Allah'ın şu sözü
içeriyor:
"Ey peygamber sana ve sana uyan mü'minlere Allah
yeter."
Bu yüzden Allah yolunda savaşmak için mü'minlerin
teşvik edilmesi emri yeralıyor. Çünkü psikolojik motivasyon sağlanmış, bütün
gönüller hazırlanmış, sinirler gerilmiş, damarlar coşturulmuş, gönüllere
güven, bağlılık ve huzur akıtılmıştır:
"Ey peygamber, mü'minleri savaşa teşvik et."
Onları teşvik et, yüreklendir. Çünkü sayıları az da
olsa, çevrelerinde yer alan hem onların, hem de Allah'ın düşmanlarının
sayıları fazla da olsa onlara yeterlidirler:
"Eğer sizden yirmi sabırlı kişi olursa, bunlar iki
yüz kâfiri yenerler. Eğer sizden yüz kişi olsa, bunlar bin kâfiri yenerler."
Bu farklılığın altında yatan neden ise, beklenmeyen
ve oldukça ilginç bir nedendir. Ama gerçek ve köklü bir dayanağı vardır:
Peki dış görünüşe göre; bilinç, derin anlayış ve
galibiyet arasında ne tür bir ilişki vardır?.. Gerçek, hem de güçlü bir
ilişki vardır... Çünkü mü'min grup yolunu tanımakla, hayat sisteminin
bilincinde olmakla, varlığının ve amacının mahiyetini kavramakla
belirginleşiyor. Mü'min grup ilahlık ve kulluk gerçeklerinin bilincindedir.
İlahlığın birlenmesinin ve her şeyin üstünde tutulması gerektiğinin ve
kulluğun tek ve ortaksız Allah'a yönelik olmasının kaçınılmazlığının
farkındadır. Mü'minler, kendilerinin, Allah'ın yol göstericiliğiyle doğru
yolu bulmuş, insanların tüm yeryüzünde kula kulluktan çıkarıp, tek ve
ortaksız Allah'a kul yapmak için harekete geçmiş müslüman ümmet olduklarının
bilincindedirler. Onlar yeryüzünde Allah'ın halifesidirler. Allah'ın sözünü
üstün tutmak ve O'nun yolunda cihad etmek, hakka dayalı olarak yeryüzünü
kalkındırmak, insanlar arasında adaletle hükmetmek, yeryüzünde, insanlar
arasında adaleti sağlama esasına dayanan Allah'ın egemenliğini kurmak üzere,
yeryüzüne yüceltmek ve yararlanmak için yerleştirilmişler. İşte bütün
bunlar, müslüman kitlenin gönlüne aydınlık, güven, güç ve kararlılık
duygularını akıtan bilinçtir, anlayıştır. Mü'minler bu bilinçle Allah
yolunda cihada atılıyorlar; güçlü olarak ve gücü kat kat arttıran sonuçtan
emin olarak... Nasıl olsa düşmanları "Anlayışsız bilinçsiz bir gruptur."
Kalpleri kilitlidir, gözleri perdelenmiştir. Görünüşte üstün görünse de,
güçleri yetersizdir, etkisizdir onların. Çünkü onların gücü büyük kaynaktan
kopuk, köksüz bir güçtür.
Şu oran... On kişiye karşı bir kişi oranı...
Bilinçli mü'minlerle, bilinçsiz kâfirler arasındaki güçler dengesinin özünü
oluşturmaktadır. Öyle ki, sabırlı müslümanların en zorlu durumlarında bile,
kâfirlerle aralarındaki oran, ikiye karşı bir kişidir.
"Allah bundan böyle, bu konudaki yükünüzü hafifletti
ve bünyenizde bir zaaf belirdiğini bildi. Buna göre eğer sizden yüz sabırlı
kişi olursa, bunlar iki yüz kâfiri yenerler. Eğer sizden bin sabırlı kişi
olursa, bunlar Allah'ın izni ile iki bin kâfiri yenerler. Allah sabırlılarla
beraberdir."
Bazı Tefsirciler ve Fıkıhçılar bu ayetlerin, güçlü
oldukları durumlarda mü'minlerden bir kişinin on kâfirden kaçmamasına, zayıf
oldukları durumlarda da bir kişinin iki kişiden kaçmamasına ilişkin bir emri
içerdiği anlamını çıkarmışlar. Ayrıca bu konuda şu anda girmek istemediğimiz
ayrıntılara ilişkin birtakım görüş ayrılıkları da belirmiştir. Ne var ki
bizim tercihimize göre ayetler, düşmanları karşısında mü'minlerin gücünün
Allah ve hak terazisindeki değerine ilişkin bir gerçeği içermektedirler.
Ayetler, gönülleri güven duygusuyla dolsun, ayakları yere sağlam bassın diye
mü'minlere bu gerçeği tanıtıyor. Yoksa -bizim tercihimize göre- burada
yaşamaya ilişkin bir hüküm sözkonusu değildir. Bununla neyi dilediğini en
iyi yüce Allah bilir kuşkusuz...
SAVAŞ ESİRLERİ
Savaşa teşvik konusundan esirlere ilişkin hükümlerin
açıklanmasına geçiyor ayetlerin akışı... Bu konu, Peygamberimizin ve
müslümanların Bedir esirlerine ilişkin uygulamaları münasebetiyle sözkonusu
ediliyor. Sonra bu esirlerden söz açılıyor. Onların imana teşvik edilmesi,
bunun ötesinde, kaybettikleri mallara ve savaşta uğradıkları zarara karşılık
elde edecekleri karşılık sözkonusu ediliyor:
67- Yeryüzünde
üstünlüğünü perçinlemedikçe hiçbir peygamberin esir alması yerinde değildir.
Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah sizin hesabınıza ahireti
istiyor. Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir.
68- Eğer Allah'ın
daha önce kesinleşmiş (ve bu konuda lehinize işleyen) bir hükmü olmasaydı,
esirlerin karşılığında aldığınız fidyeler yüzünden başınıza büyük bir azap
gelirdi.
69- Artık elinize
geçen ganimet mallarını helal olarak afiyetle yiyiniz, Allah'dan korkunuz.
Hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir.
70- Ey peygamber
elinizdeki esirlere de ki; "Eğer Allah kalplerinizde hayırlı bir yaklaşım
olduğunu görürse size elinizden alınandan daha iyisini verir ve sizi
affeder. Hiç şüphesiz, Allah affedicidir ve merhametlidir.
71- Eğer bu esirler
sana ihanet etmeyi düşünüyorlarsa bilsinler ki, daha önce Allah'a ihanet
ettiler de bu yüzden O, seni onlara karşı üstün getirdi. Hiç kuşkusuz Allah
her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.
İbn-i İshak Bedir savaşında meydana gelen olayları
anlatırken şöyle der: "Müslümanlar düşmanı esir almaya başlayınca
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- çadırında bulunuyordu. Sa'd b.
Muaz da Ensari'den bir grup ile birlikte Peygamber'i gelebilecek bir düşman
saldırısından korumak amacıyla kılıç kuşanmış bir vaziyette çadırın
kapısında nöbet tutuyordu. Bana ulaşan haberlere göre Peygamberimiz -salât
ve selâm üzerine olsun- Sa'd'ın yüzünde halkın yaptıklarından dolayı
memnuniyetsizlik belirtisi gördü. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- `Allah'a andolsun ki, ya Sa'd, bana öyle geliyor ki, sen
arkadaşlarının yaptığından memnun değilsin' dedi. Bunun üzerine Sa'd, `Evet
yâ Resulullah, bu yüce Allah'ın müşriklerin başına getirdiği ilk musibetti.
Onları savaşta öldürmek bana göre esir olarak elde etmekten daha iyiydi'
dedi."
İmam Ahmed, İbn-i Abbas'dan Hz. Ömer'in -Allah ondan
razı olsun- şöyle dediğini rivayet eder: "Bedir gününde iki taraf karşı
karşıya geldiğinde yüce Allah müşrikleri ağır bir yenilgiye uğrattı.
Onlardan yetmiş kişi öldürüldü. Yetmiş kişi de esir alındı. Peygamberimiz
-salât ve selâm üzerine olsun- Ebubekir, Ömer ve Ali'nin fikirlerini sordu.
Ebubekir şöyle dedi, `Bu adamlar amca çocukları, akraba çocukları ve
kardeştirler. Ben onlardan fidye almanı öneririm. Onlardan aldıklarımız
küfre karşı bize güç kazandırır. Belki de Allah onları doğru yola iletir de
bize yardımcı olurlar'. Sonra Peygamberimiz, `Sen ne düşünüyorsun ey Ömer?'
dedi. Ben de, Allah'a andolsun ki, ben Ebubekir'in fikrine katılmıyorum. Ben
diyorum ki, müsaade etsen falan akrabamın boynunu vursam, Ali'nin de Ukeyli
-Ebu Talib'in oğlu- öldürmesine izin versen, Hamza'ya da falan kardeşini
öldürmesine izin versen, daha doğru olur.' "Böylece yüce Allah katında
gönlümüzde müşriklere karşı bir sempatinin olmadığı belli olur" dedim. Şu
adamlar müşriklerin yiğitleri, önderleri ve komutanlarıdır dedim.
Ebubekir'in görüşü, Peygamberimizin hoşuna gitti, ama benim görüşümü hoş
karşılamadı. Ve onlardan fidye aldı. Ertesi gün -Ömer diyor ki- sabahleyin
Peygamberimiz ve Ebubekir'in yanına varınca ikisinin ağladığını gördüm.
`Seni ve arkâdaşını ağlatan nedir? Ağlanacak bir şey varsa ben de ağlayayım.
Yoksa siz 'ağladığınız için ağlarım' dedim. Peygamberimiz -salât ve selâm
üzerine olsun- fidye aldıkları için arkadaşlarına sunulan azabdan dolayı
ağlıyoruz. Size gelecek azabın -yanındaki bir ağacı işaret ederek- şu
ağaçtan daha yakın olduğu bana sunuldu. Bunun üzerine yüce Allah:
"Yeryüzünde üstünlüğünü perçinlemedikçe hiçbir
peygamberin esir alması yerinde değildir" ayetinden "Artık elinize geçen
ganimet mallarını helal olarak, afiyetle yiyiniz." ayetine kadar indirdi.
Böylece onlara ganimetleri helal kıldı. (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi,
Tirmizi, İbn-i Cerir, İbn-i Mürdeveyh değişik yollardan İkrimi b. Amman
el-Yemani'den rivayet ettiler.)
İmam Ahmed şöyle der: "Bize Ali b. Haşim Hamid'den,
o da Enes'den -Allah ondan razı olsun- şöyle rivayet etti: Bedir günü
Peygamberimiz esirler konusunda müslümanların görüşlerini sordu. Şöyle dedi
Peygamberimiz: "Kuşkusuz yüce Allah, onlara karşı size bir fırsat
vermiştir." Ömer b. Hattab kalktı ve şöyle dedi: "Ya Resulullah, boyunlarını
vur onların" Peygamberimiz ondan yüz çevirdi ve tekrar, "Ey insanlar,
kuşkusuz yüce Allah, onlara karşı size bir fırsat vermiştir. Fakat
unutmayınız ki, bunlar daha düne kadar sizin kardeşlerinizdi" dedi. Ömer
yine kalktı ve "Ya Resulullah, boyunlarını vur" dedi. Peygamberimiz ondan
yüz çevirdi ve tekrar halka aynı şekilde söyledi. Hz. Ebubekir kalktı ve "Ya
Resulullah onları bağışlamak ve fidye almak düşüncesinde olduğunu görüyoruz"
dedi. Enes diyor ki, Ebubekir'in bu sözleri üzerine, Peygamberimizin
yüzündeki hüznün belirtileri gitti. Esirleri bağışladı ve onlardan fidye
kabul etti. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
"Eğer Allah'ın daha önce kesinleşmiş (ve bu konuda
lehinize işleyen) bir hükmü olmasaydı, esirlerin karşılığında aldığınız
fidyeler yüzünden başınıza büyük bir azap gelirdi."
A'meş, Ömer b. Mürre'den, o da Ebu Ubeyde'den, o da
Abdullah'dan rivayet ederek şöyle der: "Bedir gününde, Peygamberimiz -salât
ve selâm üzerine olsun- arkadaşlarına, "Esirler hakkında ne düşünüyorsunuz?"
diye sordu. Ebubekir kalktı ve "Yà Resulallah, bunlar soydaşların ve
akrabalarındır. Onları serbest bırak ve onları tevbe etmeye çağır, belki de
Allah tevbelerini kabul eder" dedi. Ömer kalktı ve "Ya Resulallah, seni
yalanladılar ve yurdundan çıkardılar, onların boyunlarını vur" dedi.
Abdullah b. Revaha da, "Ya Resulallah, odunları çok olan bir vadidesin.
Ateşe ver vadiyi, onları da içine at" dedi. Peygamberimiz sustu ve hiçbirine
herhangi bir şey söylemedi. Sonra kalktı ve çadırına girdi. Sonra bazıları
Peygamberimiz için; Ebubekir'in görüşünü benimsedi, bazıları da Ömer'in
görüşünü benimsedi bazıları da "Abdullah b. Revaha'nın görüşünü benimsedi,
dediler. Sonra Peygamberimiz yanlarına geldi ve şöyle dedi, "Kuşkusuz yüce
Allah bazı adamların kalbini o kadar yumuşatır ki, sütten daha yumuşak
olurlar. Bazılarının kinini de taştan daha katı yapar. Sana gelince ey
Ebubekir, sen İbrahim peygamber gibisin. İbrahim şöyle diyordu:
"Bana uyan kuşkusuz bendendir. Bana isyan edene
gelince, sen bağışlayansın merhametlisin." (İbrahim Suresi, 36)
Sen şöyle diyen İsa peygamber gibisin ya Ebubekir:
"Eğer onlara azab edersen, kuşkusuz senin
kullarındır onlar. Eğer bağışlarsan onları, sen güçlüsün, hikmet sahibisin."
(Maide Suresi, 121)
Sana gelince ya Ömer, sen şöyle diyen Musa peygamber
gibisin:
"Rabbimiz mallarını mahvet, sık onların kalplerini.
Çünkü onlar acıklı azabı görmedikçe iman etmezler." (Yunus Suresi, 88) , .
Ve ey Ömer sen şöyle diyen Nuh peygamber gibisin: .
"Rabbim yeryüzünde dolaşan tek bir kâfir bırakma."
(Nuh Suresi, 26)
Sizin buna ihtiyacınız var. Ya fidye verecekler ya
da boyunları vurulacak. Başka türlü kurtulamazlar. "ibn-i Mes'ud diyor ki:
"Ya Resulallah, Süheyl b. Beyda hariç. Çünkü o, islâmı kabul ediyor" dedim.
Bunun üzerine Peygamberimiz sustu. O gün gökten başına taş düşeceğinden
korktuğum kadar başka hiçbir gün korkmamıştım. Ta ki, Peygamberimiz, "Süheyl
b. Beyda hariç" diyene kadar. Daha sonra yüce Allah şu ayeti indirdi:
"Yeryüzünde üstünlüğünü perçinlemedikçe hiçbir
peygamberin esir alması yerinde değildir." (Bu hadisi, İmamı Ahmed; Tirmizi
Ebu Muaviye'den o da Ameş'den rivayet ederler. Hakim "Müstedrek"inde rivayet
eder ve ravi zinciri doğrudur der.)
Ayette geçen -Ishan- yani `üstünlüğü perçinlemekten
maksat, müşriklerin gücünü kırıp müslümanların gücünü perçinleyene kadar
öldürmektir. Peygamber ve müslümanlar, düşmanlarını esir alıp sağ
bırakmadan, fidye karşılığı onları serbest bırakmadan önce yapmaları gereken
budur. Nitekim Bedir'de böyle yapmadıkları için yüce Allah tarafından
azarlanmışlardı.
Bedir savaşı müslümanlar ve müşrikler arasında
meydana gelen ilk savaştı. O zaman müslümanlar halâ azınlık ve müşrikler
halâ çoğunluk durumundaydılar. Müşriklerin savaşçılarının azalması, onların
gücünü kırıp onları aşağılayacaktı. Bu onları bir daha müslümanlara
saldırmaktan caydıracaktı. Kuşkusuz bu, son derece fakir de olsalar elde
edecekleri malların gerçekleştiremeyeceği büyük bir hedeftir.
Burada ruhlarda açığa kavuşması, gönüllerde yer
etmesi gereken diğer bir anlam da sözkonusuydu. Bu anlam, Hz. Ömer'in -Allah
ondan razı olsun- gayet açık ve net bir şekilde ifade ettiği anlamdı. Şöyle
demişti Ömer, "Böylece yüce Allah katında gönlümüzde müşriklere karşı bir
sempatinin olmadığı belli olur."
İşte bu iki açık nedenden dolayı yüce Allah'ın
müslümanların Bedir günü düşmanı esir almalarını, sonra da onları mal
karşılığı serbest bırakmalarını hoş karşılamadığını sanıyoruz. Hiç kuşkusuz,
en iyisini Allah bilir. İşte şu ayetlerin karşıladığı realist koşullardan
dolayı -ki bu ayetler her zaman için aynı koşulları karşılarlar- yüce Allah
şöyle buyuruyor:
"Yeryüzünde üstünlüğünü perçinlemedikçe, hiçbir
peygamberin esir alması yerinde değildir."
Bunun için Kur'an-ı Kerim, daha ilk savaşta
ellerindeki esirlerden serbestlik karşılığı fidye almayı kabul eden
müslümanların bu davranışını hoş karşılamıyor:
"Siz geçici dünya malını istiyorsunuz."
Yani, onları öldüreceğinize esir aldınız, sonra da
onlardan fidye alıp serbest bıraktınız.
"Oysa Allah sizin hesabınıza ahireti istiyor."
Müslümanlar Allah'ın istediğini istemelidirler.
Çünkü bu daha iyi ve daha kalıcıdır. Ahiret ise, geçici dünya nimetlerini
istemekten arınmayı gerektirmektedir:
"Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir."
Sizin için zafer takdir etti. Size de zaferi elde
edecek güç verdi. Kâfirlerin kökünü kurutmak suretiyle gerçekleşmesini
dilediği bir hikmetten dolayı:
"Suçluların hoşuna gitmese de hakkı üstün ve egemen
kılmak, bâtılı da yerle bir etmek." (Yunus Suresi, 82)
"Eğer Allah'ın daha önce kesinleşmiş (ve bu konuda
lehinize işleyen) bir hükmü olmasaydı, esirlerin karşılığında aldığınız
fidyeler yüzünden başınıza büyük bir azap gelirdi."
Yüce Allah Bedir ehlinin yaptıklarını
bağışlayacağına daha önce hükmetmişti. Dolayısıyla onlara ilişkin olarak
daha önce verilmiş olan bu hüküm, onları fidye kabul etmekten dolayı
hakettikleri büyük azaptan korumuştur.
Sonra yüce Allah, onlara yönelik lütfunu ve nimetini
artırıyor. Aralarında aldıklarından dolayı azarlandıkları fidyeler de olmak
üzere savaşta elde ettikleri ganimetleri onlara helal kılıyor. Nitekim
islâmdan önceki dinlerde peygamberlere tabi olanlara savaşta ganimet almak
haramdı. Bu arada yüce Allah onlardan, kendisinden sakınmalarını
hatırlatıyor. Rabblerine karşı düşüncelerini dengelemek için onlara yönelik
rahmetini ve bağışlamasını da hatırlatıyor. Böylece Allah'ın rahmeti ve
bağışlaması onları şaşırtmaz. Takva, sakınma ve Allah korkusunu da unutmamış
olurlar:
"Artık elinize geçen ganimet mallarını helal olarak,
afiyetle yiyiniz; Allah'dan korkunuz. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve
merhametlidir."
Sonra, içinde umut duygusunu canlandıracak, arzuyu
kamçılayacak, içine bir nur salacak, onu geçmişten daha hayırlı bir
geleceğe, şu anda yaşadıkları hayattan daha onurlu bir hayata, kaybettikleri
mal ve mülkten daha üstün bir kazanca bağlayacak şekilde esirlerin gönül
tellerine dokunuluyor. Bütün bunlardan sonra Allah tarafından
bağışlanacakları O'nun rahmetini elde edecekleri hatırlatılıyor:
"Ey peygamber, elinizdeki esirlere de ki; "Eğer
Allah, kalplerinizde hayırlı bir yaklaşım olduğunu görürse, size elinizden
alınandan daha iyisini verir ve sizi affeder. Hiç şüphesiz Allah her şeyi
bilir ve her yaptığı yerindedir."
Bütün bu iyilikler, kalplerinin düzelmesine, iman
aydınlığına açık olmasına ve yüce Allah'ın içlerinde hayırlı bir yaklaşım
olduğunu bilmesine bağlıdır. Hayrın, sözle belirtmeye ve belgelemeye gerek
kalmayacak kadar, iman olduğu açıktır. Evet iman, hayrın, iyiliğin
kendisidir. Öyle ki, imana dayanmadığı, ondan kaynaklanmadığı ve iman
üzerine yükselmediği sürece hiçbir şey hayır, iyilik diye adlandırılamaz.
İslâm esirleri sadece gönüllerindeki iyilik, umut ve
düzelme duygularını harekete geçirmek için elinde tutar. İslâm,
fıtratlarındaki alıcı ve verici cihazlarını uyarmak, hidayetten etkilenen ve
olumlu tepki gösteren duyguları harekete geçirmek için elinde tutar
esirleri. Öç almak için onları aşağılamak, onları sömürmek suretiyle
hizmetine sokmak amacında değildir. Nitekim Romalılar'ın, çeşitli ırkların
ve ulusların fetihleri bu amaca yönelikti.
Zehri'den, o da isimlerini verdiği bir gruptan şöyle
rivayet edilir: "Kureyş kabilesi esirlerini fidye vererek kurtardı. Abbas
şöyle dedi, `Ya Resulallah ben müslüman olmuştum.' Bunun üzerine
Peygamberimiz, `Senin müslüman olup olmadığını en iyi Allah bilir. Eğer
dediğin gibiyse, kuşkusuz Allah seni mükâfatlandıracaktır. Ama senin dış
görünüşün bize karşıydı. Dolayısıyla, kendini kardeşin oğlu Mevfel b. Haris
b. Abdulmuttalib'i, Ukeyl b. Ebu Talip b. Abdulmuttalib'i, müttefikin Beni
Haris b. Fihr'in kardeşi Utbe b. Amr'ı kurtarmak içi,n fidye vermek
zorundasın' dedi. Abbas, `Bu kadar malım yok, ya Resulallah' dedi.
Peygamberimiz şöyle dedi, `Peki, seninle Ummul Fadl'ın birlikte gömdüğümüz
ve eğer bu savaşta başıma bir şey gelirse gömdüğüm bu mal, Fadl, Abdullah ve
Kasem'in çocuklarınındır dediğin mal ne oldu?' Abbas dedi ki, `Ya
Resulallah, şimdi anlıyorum ki, sen gerçekten Allah'ın peygamberisin. Bu
söylediklerini, benden ve Ümmü Fadl'dan başka hiç kimse bilmiyordu. Yanımda
yirmi ukiyye değerinde para var. Benden ne kadar alacaksanız hesab et, ya
Resulallah' dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, `Hayır, bu yüce Allah'ın
senden alıp bize bahşettiği bir şeydir' dedi. Daha sonra Abbas, kendisini,
iki yeğenini ve müttefikini fidye ödeyerek serbest bıraktırdı. Sonra şu
ayeti kerime indi:
"Ey peygamber, elinizdeki esirlere de ki; "Eğer
Allah kalplerinizde hayırlı bir yaklaşım olduğunu görürse, size elinizden
alınandan daha iyisini verir ve sizi affeder. Hiç şüphesiz Allah her şeyi
bilir ve her yaptığı yerindedir."
Abbas diyor ki, "İslâma girince yüce Allah, verdiğim
yirmi ukiyye karşılık yirmi köle verdi. Üstelik ellerinde ticaret yaptıkları
malları da vardı. Bununla beraber her şeyden üstün ve ulu olan Allah'dan
bağışlanma umuyorum."
Yüce Allah, esirlere aydınlık ve şefkatli ümit
penceresini açarken, onları daha önce Allah'a ihanet edip de bu sonucu
hakettikleri gibi peygambere ihanet etmeye yeltenmekten de sakındırıyor:
"Eğer bu esirler sana ihanet etmeyi düşünüyorlarsa,
bilsinler ki, daha önce Allah'a ihanet ettiler de bu yüzden O, seni onlara
karşı üstün getirdi. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir ve her yaptığı
yerindedir."
Kuşkusuz Allah'a ihanet ettiler. O'na başkalarını
ortak koştular. O'nu Rabb olarak kabul etmediler. Oysa Allah, fıtratları
üzerinde onlardan Söz almıştı. Ama sözlerini tutmadılar, ihanet ettiler. Şu
anda elinde esir bulundukları peygambere karşı ihanet etmeyi düşünüyorlarsa,
kendilerini esir konumuna düşüren ilk ihanetlerinin akıbetini hatırlasınlar.
Nitekim bu ihanet sonucu Allah'ın peygamberi ve dostları onlara üstünlük
sağlamıştı. Allah onların yaptıklarını "bilir." Onları cezalandırması da
"yerindedir" O'nun.
"Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir. "
Kurtubi tefsirinde İbn-i Arabi'nin şu sözlerini
aktarır: "Müşrikler esir düştüklerinde kimisi müslümanlıktan söz etmeye
başlamıştı. Fakat kararlı davranmıyorlardı ve kesin bir şekilde kabul
etmiyorlardı. Sanki onlar, müslümanlarâ yaklaşmak, bu arada müşriklerden de
uzaklaşmamak istiyorlardı. Alimlerimiz şöyle dediler: Bir kâfir kalbiyle ve
diliyle iman ettiğini söylese, buna karşılık davranışlarıyla kararlı
olduğunu göstermese mü'min değildir. Böyle bir şey mü'min birinde görülse
kâfir olur. Fakat insanın uzaklaştıramadığı kuşkular hariç. Çünkü yüce Allah
bunu bağışlamış ve günahını silmiştir. Kuşkusuz yüce Allah peygamberine
gerçeği açıklamıştır: .
"Eğer bu,esirler sana ihanet etmeyi düşünüyorlarsa"
yani onların müslüman olmaktan söz etmeleri, ihanet ve hile ise, "Daha önce
Allah'a da ihanet etmişlerdi." Kâfir olmak, sana komplo düzenlemek ve
seninle savaşmak gibi... Yok eğer bu sözleri iyi niyetle söylüyorlarsa,
kuşkusuz Allah bilir ve bu niyetlerini kabul eder. Ellerinden alınana
karşılık daha iyisini verir onlara! Geçmişteki, kâfirliklerini, ihanetlerini
ve komplolarını bağışlar.
İNANANLAR VE
İNANMAYANLAR
Son olarak bu dersle birlikte Enfal suresi de
müslüman toplum içindeki ilişkilerin, müslüman toplumla başka toplumlar
arasındaki ilişkilerin, niyetlerin ve bu ilişkileri düzenleyen hükümlerin
açıklanmasıyla noktalanıyor. Bununla müslüman toplumun tabiatının özü,
hareketinin ve varlığının kaynağı olan temel kuralın tabiatı ortaya
çıkıyor... Bu temel kan bağı değildir. Toprak bağı da değildir. Irk, tarih,
dil ve ekonomi bağı da değildir. Akrabalık duygusu, yurtseverlik,
milliyetçilik veya ekonomik çıkar değildir bu temel kural. Bu, inanç
bağıdır. Önderlik ve pratik uygulama bağıdır bu. İman edip hicret yurduna,
islâm yurduna göçedenler, kendilerini topraklarına, yurtlarına, uluslarına
ve çıkarlarına bağlayan her şeyden soyutlanmış kimselerdir. Bunlar
mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad etmişlerdi. Onları barındıran,
yardımcı olan, onlarla birlikte, tek ve pratik bir toplum içinde inançlarına
ve önderlerine boyun eğenler... İşte bunlar birbirlerinin dostudurlar. İman
ettikleri halde hicret etmeyenlerle müslüman toplum arasında dostluk
sözkonusu değildir. Çünkü onlar henüz inanç için başka şeylerden
soyutlanmamışlar, henüz müslüman yönetimin emrine girmemişler, henüz
kendilerini tek ve pratik toplumun direktifleriyle yükümlü hale
getirmemişler. İşte bu biricik ve pratik toplum içinde kan bağı miras ve
benzeri konularda öncelikli kabul edilir. Kâfirler de birbirlerinin
dostudurlar. İşte bunlar, şu kesin ve açık ayetlerin tasvir ettiği gibi
insanlar arası ilişkilerin ve bağların belli-başlı çizgileridir:
72- İman edip
Medine'ye göçenler ve Allah yolunda canları ile malları ile cihad edenler
ile bu göçmenlere barınak sağlayanlar ve yardım edenler birbirlerinin
yandaşları, koruyucularıdırlar. İman edip Medine'ye göçetmeyenlere gelince,
bunlar göçetmedikçe kendilerine karşı hiçbir yandaşlık, koruyuculuk
yükümlülüğünüz yoktur. Eğer böyleleri sizden, aranızda saldırmazlık
antlaşması bulunmayan bir topluma karşı din konusunda yardım isterlerse
kendilerine yardım etmekte yükümlüsünüz. Allah yaptığınız her şeyi görür. "
73- Kâfirler
birbirlerinin yandaşları, koruyucularıdırlar. Eğer aranızda bu sıkı
dayanışmayı gerçekleştirmezseniz, yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşa
çıkar.
74- İman edip
Medine'ye göçenler ve Allah yolunda malları ile, canları ile cihad edenler
ile bu göçmenlere barınak sağlayanlar ve yardım edenler var ya, işte bunlar
gerçek mü'minlerdir, onları bağışlanma ve bol rızık beklemektedir.
75- Sonradan iman
edip Medine'ye göçenlere ve sizinle birlikte cihad edenlere gelince onlar
sizdendirler. Allah'ın Kitabı'na göre yakın akrabaların birbirlerine mirasçı
olma konusunda öncelik hakları vardır. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir.
Müslüman toplumun oluşmaya başlamasından Bedir
gününe kadar, müslümanlar arasındaki dostluk, birbirlerine varis olmayı ve
diyetlerde karşılıklı dayanışmayı öngören bir dostluktu. Yardım ve
kardeşliğe dayalı bir dostluktu bu. Ve kan, soy ve akrabalık ilişkilerinin
yerini almıştı bu dostluk... Ne zaman ki, bir islâm devleti kuruldu ve yüce
Allah hakla batılın ayrıldığı Bedir gününde bu devlete kesin bir üstünlük
bahşetti. O zaman dostluk ve yardım bağı kalıcı oldu, ama yüce Allah,
müslüman toplum içinde miras ve diyetlerde dayanışmayı kan bağıyla
birbirlerine yakın olan akrabalara devretti. Ayetin işaret ettiği ve genelde
ve özelde bu dostluğun bir şartı olarak ortaya koyduğu hicrete gelince bu,
gücü yetenin şirk yurdundan islâm yurduna hicret etmesidir. Fakat,
çıkarlarını ya da müşriklerle olan akrabalık bağlarını kaybetmemek için
güçleri yettiği halde, hicret etmeyenlerle müslüman toplum arasında dostluk
sözkonusu değildir. Nitekim taşralı Araplar'dan bazı gruplar islâmı kabul
etmiş, ancak işaret ettiğimiz nedenlerden dolayı hicret etmemişlerdi.
Mekke'deki bazı kişiler de güçleri yettiği halde bu yüzden hicret
etmemişlerdi. Hem bunlara, hem de onlara yardım etmeyi yüce Allah bir görev
olarak yüklüyor müslümanlara. Özellikle din konusunda yardım istediklerinde.
Fakat bu yardım, onlara gelen haksızlığın müslüman toplumla aralarında
antlaşma bulunan bir toplum tarafından olmaması şartına bağlıdır. Çünkü
müslüman toplumun imzaladığı antlaşmaları ve onun hareket çizgisini korumak.
daha önceliklidir.
Bu ayet ve hükümlerin, müslüman toplumun tabiatını,
organik yapısındaki temel değerleri ve ölçüleri yeterince yansıttığını
sanıyoruz. Ancak bu tarihsel toplumun ortaya çıkış sürecini, kendisine
kaynaklık eden ve aynı zamanda dayanağını oluşturan temel kuralları, hareket
metodunu ve yükümlülüklerini açıklamadıkça bu anlam yeterli düzeyde
netleşmeyecektir!
İSLÂM ÇAĞRISININ
TABİATI
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in -salât ve selâm
üzerine olsun- eliyle gerçekleşen islâm çağrısı, sadece seçkin peygamberler
kafilesinin önderliğinde süregelen uzun davet zincirinin son halkasıdır.
İnsanlık tarihi boyunca süren bu davetin bir tek hedefi vardı: İnsanlara
biricik ilahlarını, gerçek Rabblerini tanıtmak, onları tek ve ortaksız
Rabblerine kul yapmak, yaratıkların ilahlığını geçersiz kılmak... Bazı kısa
dönemlerde ortaya çıkan sayılı kişiler dışında insanlar ilahlık gerçeğini
inkâr etmiyorlardı. Allah'ın varlığını temelde tartışma konusu
yapmıyorlardı. Bunun yerine inanç ve ibadette ya da hakimiyet ve itaatte
O'na başka tanrıları ortak koşuyorlardı. Bunların ikisi de şirktir ve
insanları Allah'ın dininden çıkarır. İnsanlar bu dini, gelen her peygamber
aracılığıyla öğrenmişler. Sonra zaman geçtikçe inkâr etmişler, bu din
sayesinde içinden çıktıkları cahiliyeye geri dönmüşler. Tekrar Allah'a ortak
koşmaya koyulmuşlar... İnanç ve ibadet noktasında itaat ve hakimiyet
noktasında, ya da her ikisinde...
İnsanlık tarihi boyunca süregelen Allah'a davet
olgusunun özelliği budur. Bu davet, "İslâmı" hedeflemiştir. Kulları kulların
Rabbine teslim etmeyi, onları kulların otoritesinden, egemenliğinden,
yasalarından, değerlerinden ve geleneklerinden kurtarıp Allah'ın
otoritesine, O'nun egemenliğine, bütün hayat meselesinde sadece O'nun
şeriatinin hükümranlığına teslim etmek suretiyle kula kulluktan çıkarıp, tek
ve ortaksız Allah'ın kulluğuna yükseltmeyi hedeflemiştir. İşte islâm, Hz.
Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- eliyle bunun için gelmiştir.
Nitekim ondan önceki seçkin peygamberler aracılığı ile de bu hedefi
gerçekleştirmek için gelmişti. İnsanları da içine alan bütün evrenin boyun
eğdiği gibi, insanları da Allah'ın hakimiyetine boyun eğdirmek için
gelmiştir islâm. İnsanların hayatını yönlendiren otorite, evrenin varlığını
yönlendiren otoritenin kendisi olmalıdır. İnsanlar tüm evreni yöneten
sistemin, otoritenin ve idarenin dışına çıkıp değişik bir s,istemle, otorite
ve idareyle bütünden ayrılamazlar. Aslında evreni yöneten otorite, onların
hayatının isteğe bağlı olmayan kısmını da yönetmektedir. İnsanlar,
doğuşları, gelişmeleri, sağlıkları, hastalıkları, hayatları ve ölümleri
açısından Allah yapısı fıtri kanunlara uymaktadırlar. Aynı şekilde onlar
toplumsal yaşayışlarında ve isteğe bağlı davranışlarının sonucu olarak
başlarına gelen durumlarda bu kanunlara uymaktadırlar. Onlar bu konularda
Allah'ın yasasını değiştirme gücüne sahip değildirler. Nitekim onlar şu
evrene hükmeden, onu yönlendiren evrensel yasalara ilişkin Allah'ın hükmünü
de değiştiremezler. Bu yüzden onlar, hayatlarının isteğe bağlı kısmında
islâma yönelmelidirler. Bu hayatın her alanına Allah'ın şeriatını egemen
kılmalıdırlar. Böylece hayatlarının isteğe bağlı olan yönü ile fıtri yönü
arasında, varoluşlarının bu iki yönü ile evrenin yapısı arasında ahenk
sağlanmış olur.
Ne var ki, insanın insana egemenliği esasına
dayanan, böylece varlık bütününden kopan, insan hayatının isteğe bağlı
yönüne hükmeden sistemi ile fıtri yönüne hükmeden sistemi arasında çatışma
meydana getiren cahiliye... Bütün peygamberlerin tek ve ortaksız Allah'a
teslim olma davasıyla karşıladıkları, yine Peygamberimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- Allah'dan getirdiği mesajla karşı koyduğu cahiliye... Evet,
bu cahiliye hiçbir zaman, sadece bir "teori" olarak belirmez. Hatta çoğu
zaman cahiliyenin kesin anlamda bir "teorisi" de olmaz. O her zaman organik
bir yapıda somutlaşır. Bir toplumun varlığında somutlaşır cahiliye, o
toplumun rejimine, düşüncelerine; değer yargılarına, kavramlarına,
duygulàrına, gelenek ve göreneklerine uyma şeklinde belirir. Cahiliye,
bireyleri arasında bu denli bir ilişki, bir dayanışma, uyum, dostluk ve
organik yardımlaşma bulunan örgütlü bir toplumdur. Bu özellikler o toplumu
bilinçli ya da bilinçsiz olarak varlığını korumaya, rejimini savunmaya,
herhangi bir şekilde bir varlığı ve rejimi tehdit eden tehlikeli unsurları
ortadan kaldırmaya yöneltir.
Cahiliye, sadece bir "teori" olarak belirmediğinden,
daha çok, işaret ettiğimiz şekilde hareketli ve örgütlü bir toplumun
varlığında somûtlaştığından, bu cahiliyeyi ortadan kaldırma ve insanları bir
daha Allah'a döndürme eyleminin sırf bir "teori" olarak belirmesi normal
değildir ve hiçbir yarar sağlamayacaktır. Böyle bir durumda, ondan üstün
olması bir yana, fiilen varolan, organik ve hareketli bir kitle tarafından
uygulanan cahiliyeye denk olması da mümkün olmayacaktır. Nitekim, fiilen
varolan bir varlığı ortadan kaldırıp, yerine, mahiyeti, metodu, bütünü ve
parçasıyla temelden farklı bir varlık yerleştirme eylemi böyle bir üstünlüğü
zorunlu kılmaktadır. Daha doğrusu bu yeni değiştirme eyleminin, teorik ve
pratik kuralları, ilgileri, bağları ve ilişkileri bakımından fiilen varolan
cahiliye toplumundan daha güçlü, örgütlü ve pratik bir kitlenin varlığında
somutlaşması kaçınılmazdır.
İslâmın tarih boyunca dayandığı teorik temel;
"Allah'dan başka ilah olmadığına" şahitliktir. Yani yüce Allah'ı ilahlıkta,
rabblıkta, yönetimde, otoritede ve egemenlikte bir kabul etmektir... Bu
konularda O'nu, vicdanda, inanç ve davranışlarda, ibadet ve hayatın
realitesinde şeriat açısından bir kabul etmektir. `Allah'dan başka ilah
olmadığına şahitlik' etmek, ona ciddi ve gerçek bir varlık kazandıran bu
eksiksiz şekilde gerçekleşmediği sürece, fiilen varolmadığı gibi, Allah'ın
şeriatına göre de bir değer ifade etmez. Bu sözü söyleyenin müslüman oluşu
ve müslüman olmayışı bu gerçeğe göre değerlendirilir.
Bu temel gerçeğin teorik açıdan belirginleşmesinin
anlamı şudur: İnsanlık hayatı toptan Allah'a dönmelidir. Onlar hayata
ilişkin herhangi bir konuda, hayatın herhangi bir yönünde, kendi kendilerine
bir karar veremezler. Daha doğrusu hayatta uymaları için Allah'ın hükmüne
dönmeleri kaçınılmazdır. Allah'ın bu hükmünü de, kendilerine bu hükmü
açıklayacak bir tek kaynaktan öğrenmelidirler. O da Allah'ın peygamberidir.
Bu kaynak, islâmın ilk şartı olan şehadetin ikinci cümleciğinde, yani
"şahitlik ederim ki, Muhammed Allah'ın peygamberidir" cümlesinde
somutlaşmaktadır.
İşte islâmın somutlaştığı teorik temel budur. Bu
temele dayanır islâm. Bu temel, hayatın tüm sorunlarına uygulandığında
eksiksiz bir hayat sistemine kaynaklık eder. Bu sistemle müslüman, gerek
islâm yurdunun sınırları içinde, gerekse dışında, hem müslüman toplumla
ilişkilerinde, hem müslüman toplumun diğer toplumlarla olan ilişkilerinde
bireysel ve toplumsal hayatın tüm ayrıntılarını karşılar.
Fakat islâm -dediğimiz gibi- sadece kendisini kabul
edenlerin inanç olarak kabul etmesini ve ibadetleri yerine getirmesini,
bundan sonra da fiilen varolan pratik cahiliye toplumunun organik rejiminin
bünyesinde birer ferd olarak kalmasını öngören bir `teoride' somutlaşamaz.
Sayıları ne kadar çok olursa olsun, böyle fertlerin varolması, islâmın
"fiilen var" olduğu anlamına gelmez. Çünkü cahiliye toplumunun organik
yapısına giren `teoride müslüman fertler' kesinlikle bu organik toplumun
isteklerine olumlu karşılık vermek zorunda kalacaklardır. İsteyerek veya
istemeyerek, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, bu toplumun hayatı ve varlığı
için kaçınılmaz olan temel ihtiyaçları temin etmek için harekete
geçeceklerdir. Bu toplumun rejimini savunacaklardır. Varlığını ve rejimini
tehdit eden etkenleri bertaraf edeceklerdir. Çünkü organik bir yapı ister
istemez bu görevleri bütün üyelerine yükleyecektir. Yani, `teoride müslüman'
fertler, `teoride' yıkmaya çalıştıkları cahiliye toplumunu `pratikte'
güçlendirmeye çalışacaklardır. Onun bünyesinde, ona kalıcılık ve süreklilik
kazandıran canlı birer hücre işlevini göreceklerdir. Hareketleri; şu
cahiliye toplumunu yıkıp yerine islâmi bir toplum kurmak hedefine yönelik
olacağına, yeteneklerini, deneyimlerini ve emeklerini cahiliye toplumunun
yaşaması ve güçlenmesi için harcayacaklardır.
Bu yüzden daha ilk andan itibaren, islâmın teorik
temeli, yani inanç sistemi (akide) hareketli ve organik bir kitlenin
varlığında somutlaşmalıdır. Cahiliye toplumunun dışında hareketli ve organik
diğer bir toplumun oluşması kaçınılmazdır. Bu yeni toplum, islâmın ortadan
kaldırmayı hedeflediği hareketli ve organik cahiliye toplumundan ayrı ve
bağımsız olmalıdır. Ve bu yeni toplumun ekseni, peygamberimizin, ondan sonra
da insanları Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığına, Rabblığına, otoritesine,
hakimiyetine, sultasına ve şeriatına döndürmeyi hedefleyen islâm
önderlerinin şahsında somutlaşan yeni yönetim olmalıdır. Dolayısıyla,
"Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna
şahitlik edenler" hareketli ve organik cahiliye toplumu ile -yani içinden
kopup geldikleri toplum ile- ve bu toplumun önderliği ile olan tüm dostluk
bağlarını koparmalıdırlar. Bu dostluk ne şekilde olursa olsun; ister
kâhinler, tapınak bekçileri, sihirbazlar ve falcılar gibi dini önderlere
yönelik olsun, ister Kureyş'te olduğu gibi siyasi, toplumsal ve ekonomik
önderlere yönelik olsun kesilecektir. Bu insanlar tüm dostluk bağlarını
yeni, hareketli ve organik islâm toplumuna ve onun müslüman yöneticilerine
özgü kılmalıdırlar.
Bu durum daha müslüman islâma girer girmez,
"Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi
olduğuna" şahitlik eder etmez gerçekleşmelidir. Çünkü müslüman bir toplumun
varlığı bunun dışında başka türlü gerçekleşmez. Sayıları çok da olsa,
organik, bireyleri birbiriyle uyuşan ve yardımlaşan bir toplumun şahsında
somutlaşmadığı sürece islâmın teorik temelini ferdlerin gönüllerine
yerleştirmekle islâm toplumu gerçekleşmez. Bu toplumun başlı başına ve
bağımsız bir varlığı olmalıdır. Üyeleri tıpkı canlı bir organizma gibi
varlığını kökleştirmek, derinleştirmek, yaygınlaştırmak için organik olarak
hareket etmelidirler. Varlığına ve bünyesine yönelik olarak saldırıya geçen
etkenleri bertaraf etmek suretiyle varlığını savunmalıdırlar... Bunun için
de, hareketlerini düzenleyen ve uyumlu hale getiren, cahiliyenin
yönetiminden bağımsız bir önderin yönetiminde hareket etmelidirler. Bu
yönetim onlara, islâmi varlıklarını kökleştirecek, derinleştirecek ve
yaygınlaştıracak direktifler verir. Diğer cahili varlıkla mücadele etmek,
başkaldırmak ve ortadan kaldırmak için hareketlerini yönlendirir.
İşte islâm bu şekilde ortaya çıktı. Özlü ve fakat
kapsamlı teorik temeline dayanarak, aynı anda cahiliye toplumundan bağımsız,
ondan ayrı ve ona karşı koyan hareketli ve organik bir toplumun varlığında
somutlaşarak ortaya çıktı. Hiçbir zaman islâm bu pratik varlığından uzak
olarak sadece bir "teori" olarak gerçekleşmemiştir. Yeniden islâmın bu
şekilde ortaya çıkması mümkündür. İslâmın hareketli ve örgütlü oluşumunun
tabiatı gereği gibi kavranmadığı sürece, hiçbir zaman ve hiçbir yerde
cahiliye toplumunun gölgesinde islâmı yeniden oluşturmak mümkün değildir.
Biz bu oluşumun tabiatını ve fıtri sırlarını
kavradığımız zaman, onunla birlikte bu dinin tabiatını -dokuzuncu cüzde
Enfal suresinin giriş kısmında açıkladığımız şekliyle- (Enfal suresi giriş
kısmına bkz.) bu dinin hareket metodunu kavrarız. Bunun yanında şu surenin
sonunda, müslüman toplumun iç düzenine -sınıflarına göre- muhacir ve mücahid
mü'minlerle, ayrıca onları barındırıp yardımcı olanlarla olan ilişkilere
iman ettikleri halde hicret etmeyenlerle gireceği ilişkilere, kâfirlerle
ilişkilerine dair ele aldığımız ayetlerin ve hükümlerin anlamlarını da
kavrarız... Bütün bunları kavramak hiç kuşku yok ki, islâm toplumunun
hareketli ve organik bir şekilde ortaya çıkışının tabiatını iyice kavramaya
bağlıdır.
Şimdi bu konulara ilişkin olarak yer alan ayetleri
ve hükümleri ele alabiliriz:
"İman edip Medine'ye göçenler ve Allah yolunda
canları ile malları ile cihad edenler ile bu göçmenlere barınak sağlayanlar
ve yardım edenler birbirlerinin yandaşları, koruyucularıdırlar. İman edip
Medine'ye göçetmeyenlere gelince, bunlar göçetmedikçe kendilerine karşı
hiçbir yandaşlık, koruyuculuk yükümlülüğünüz yoktur. Eğer böyleleri sizden,
aranızda saldırmazlık antlaşması bulunmayan bir topluma karşı din konusunda
yardım isterlerse, kendileri"e yardım etmekle yükümlüsünüz. Allah yaptığınız
her şeyi görür."
"Kâfirler, birbirlerinin yandaşları,
koruyucularıdırlar. Eğer aranızda bu sıkı dayanışmayı gerçekleştirmezseniz
yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşa çıkar."
Mekke'de, Allah'dan başka ilah olmadığına ve
Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna şahitlik ettiğini söyleyen herkes,
ailesinin, akrabalarının, kabilesinin ve Kureyş kabilesinin şahsında
somutlaşan cahiliye toplumu yönetiminin dostluğundan soyutlanıp, dostluğunu
ve bağlılığını Allah'ın peygamberi Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun-
ve onun önderliğinde oluşmakta olan küçücük topluluğa yöneltirdi. Hem de bu
cahiliye toplumunun varlığını korumak için savaş meydanından önce kendisine
karşı çıkan bu yeni topluluğun oluşturduğu tehlikeye karşı koyduğu ve henüz
oluşmakta olan bu yeni toplumu yoketmeye çalıştığı bir sırada...
O zaman Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
bu yeni toplumun üyeleri arasında bir kardeşlik ortamı oluşturdu. Yani birer
birer cahiliye toplumundan kopup gelen bu "fertleri" birbiriyle dayanışına
halinde olan bir "topluma" dönüştürdü. Bu toplumda kan ve soy bağı yerine
inanç bağı geçerliydi. Cahiliye yönetiminin yerine yeni önderliğe
bağlanıyordu. Geçmişteki tüm dostluk bağları koparılıp yeni topluma dost
olunurdu.
Mutlak bir dostluk, kesin bir bağlılık, tasada ve
kıvançta dinleyip itaat etmek, mallarını çocuklarını ve kadınlarını
korudukları şeylerden peygamberi de korumak üzere islâm yönetimine
bağlılıklarını bildiren bazı kimselerin müslüman olmasından sonra yüce Allah
Medine'yi müslümanlar için bir hicret yurdu haline getirdiğinde ve Medine'de
Peygamberimizin önderliğinde bir müslüman devlet kurulduğunda, Peygamberimiz
bütün gerekleriyle birlikte kan ve soy bağı yerine geçen aynı kardeşliği
Muhacirlerle Ensar arasında da gerçekleştirdi. Aile ve kabile ortamında kan
bağına dayalı, miras, diyetler ve tazminatlar bu kardeşlik için de
geçerliydi. Bu konudaki Allah'ın hükmü şuydu:
"İman edip Medine'ye göçenler ve Allah yolunda
canları ile malları ile cihad edenler ile bu göçmenlere barınak sağlayanlar
ve yardım edenler birbirlerinin yandaşları, koruyucularıdırlar."
Yardım etme konusunda, varis olmada, diyet ve
tazminatlar gibi kan ve soy bağının tüm gereklerinde ve ilişkilerinde bunlar
birbirlerine daha yakındırlar ve birbirlerinin dostudurlar.
Daha sonra inanç sistemini benimsemek suretiyle bu
dine giren ancak, fiilen müslüman topluma katılmayan bazı kişiler ortaya
çıktı. Bunlar Allah'ın şeriatının egemen olduğu ve müslüman önderlik
tarafından yöneltilen islâm yurduna hicret etmiyorlardı. Artık Allah'ın
şeriatının geçerli olduğu ve eksiksiz varlığının gerçekleştiği bir yurda
sahip olan müslüman topluma katılmıyorlardı. Bu toplum, daha önce Mekke'de
hareketli ve organik bir yapı içinde yeni yönetime ve kitleye bağlılığını
göstererek nisbi bir varlık gerçekleştirmişti. Bu toplum, bağımsız ve
belirgin varlığıyla cahiliye toplumuna karşı koymuş, ondan ayrılmış ve
bağımsız hale gelmiştir.
Gerek Mekke'de, gerek Medine'nin çevresindeki
Bedeviler arasında, islâm inancını kabul ettikleri halde, bu inanca dayanan
topluma katılmayan ve bu toplumun yöneticilerine eksiksiz bir şekilde ve
fiilen boyun eğmeyen kimselere rastlanıyordu.
Bu kimseler müslüman toplumun üyeleri kabul
edilmemişlerdir. Yüce Allah onlarla müslüman toplum arasında -tüm
çeşitleriyle- herhangi bir dostluk bağının oluşmasına müsaade etmemiştir.
Çünkü onlar, fiilen islâm toplumuna mensup değildirler. İşte bu hüküm onlar
hakkında inmiştir:
"İman edip Medine'ye göçetmeyenlere gelince, bunlar
göçetmedikçe kendilerine karşı hiçbir ya aşlık, koruyuculuk yükümlülüğünüz
yoktur. Eğer böyleleri sizden, aranızda saldırmazlık antlaşması bulunmayan
bir topluma karşı din konusunda yardım isterlerse kendilerine yardım etmekle
yükümlüsünüz."
Bu hüküm -daha önce işaret ettiğimiz gibi- bu dinin
tabiatına ve realist hareket metoduna göre son derece mantıklı ve anlaşılır
bir hükümdür. Çünkü bu fertler müslüman toplumun üyeleri değildirler. Bu
yüzden onlarla müslüman toplum arasında dostluk ve yardımlaşma olamaz. Ancak
ortada bir inanç bağı vardır. Fakat bu bağ, tek başına, müslüman toplumu bu
fertlere karşı sorumlu kılmaz. Ancak dinlerinden dolayı bir haksızlığa
uğramaları, örneğin inançlarından dönmeye zorlanmaları durumu hariç. Böyle
bir durumda islâm yurdundaki müslümanlardan yardım isterlerse, müslümanların
sadece bu konuda onlara yardım etmeleri gerekmektedir. Fakat bu yardım,
müslümanların karşı taraflarla imzaladıkları antlaşmaları ihlal etmeme
şartına bağlı olarak gerçekleşmelidir. Bu fertlere, dinleri ve inançları
açısından haksızlık eden taraf, bu antlaşmalı taraf dahi olsa, durum
değişmeyecektir. Çünkü asıl korunması gereken müslüman toplumun çıkarıdır,
hareket stratejisidir ve bunların gerektirdiği ilişkiler ve antlaşmalardır.
Öncelikle korunup gözetilmesi gereken bunlardır işte. İman ettikleri halde,
islâmı toplumun şahsında somutlaşan bu dinin fiili varlığına katılmayan bu
fertlerin uğradığı haksızlıktan önemlidir bunlar.
Bu da bize bu dinin, gerçek varlığını somutlaştıran
hareketli ve organik bir yapıya verdiği .önemin boyutlarını göstermektedir.
Bu hüküm değerlendirilirken şöyle denmektedir:
"Allah yaptığınız her şeyi görür."
Bütün yaptıklarınız O'nun gözetimi altındadır.
İçini-dışını, bayı-sonunu, sebebini-sonucunu görür.
Nasıl ki, müslüman toplum hareketli, uyumlu,
dayanışma halinde, yardımlaşan, bir tek dostluk etrafında kümeleşen organik
bir toplum ise, cahiliye toplumu da öyledir:
"Kâfirler birbirlerinin yandaşları,
koruyucularıdırlar."
Daha önce de değindiğimiz gibi, işin tabiatı bunu
gerektirir. Cahiliye toplumunun üyeleri bireysel davranmazlar. Aksine
organik bir yapı gibi hareket ederler. Varlığının ve oluşumunun tabiatı
gereği cahiliye toplumunun üyeleri onun varlığını ve rejimini korumak için
harekete geçerler. Çünkü onlar, doğal olarak ve hükmen birbirlerinin
koruyucuları, dostlarıdırlar. Bu yüzden islâm, kendine özgü özelliklere
sahip başka bir toplum olarak belirmenin dışında cahiliye toplumuna karşı
koyamaz. Ancak bu yeni toplum daha köklü, daha sağlam ve daha güçlü
olmalıdır. İslâm, birbirlerine dost olan fertlerden oluşan bir toplumla
cahiliyeye karşı koymadığı zaman, cahiliye toplumu müslüman fertlere baskı
yapmaya, onları dinlerinden döndürmeye çalışacaktır. Çünkü müslüman fertler
dayanışmalı cahiliye toplumuna karşı koyamayacaklardır. İslâm var olduktan
sonra cahiliyenin ona üstünlük sağlaması sonucu tüm yeryüzünü fitne ve
kargaşa kaplayacaktır: Cahiliyenin islâma üstünlük sağlaması, kulların
ilahlığının Allah'ın ilahlığını ortadan kaldırması ve insanların tekrar
kulların kulu olmasıyla yeryüzünde bozgunculuk meydana getirecektir.
Kuşkusuz bu, en büyük bozgunculuktur.
"Eğer aranızda bu sıkı dayanışmayı
gerçekleştirmezseniz, yeryüzünde fitne ve büyük kargaşa çıkar."
Bundan büyük korkutma ve bundan etkin sakındırma
olmaz. Varlıklarını tek bir dostluğa, biricik bir önderliğe sahip hareketli
ve organik bir toplum esasına dayandırmayan müslümanlar, kişisel
hayatlarında sorumlu olduklarının dışında, Allah'ın katında, yeryüzünde
çıkan fitneden ve kopan büyük bozgunculuktan da sorumludurlar.
Sonra surenin ayetlerinin akışı gerçek imanın ancak
bu şekilde sözkonusu olabileceğini vurguluyor:
"İman edip Medine'ye göçenler ve Allah yolunda
malları ile canları ile cihad edenler ile, bu göçmenlere barınak sağlayanlar
ve yardım edenler var ya, işte bunlar gerçek mü'minlerdir, onları bağışlanma
ve bol rızık beklemektedir.
Gerçek mü'minler bunlardır işte... İmanın
somutlaştığı gerçek tablo budur. Bu dinin ortaya çıkışının ve varoluşunun
gerçek tablosudur bu. Çünkü bu din, sadece teorik temelini duyurmakla, sırf
inanmakla, hatta sırf ibadet adı taşıyan davranışları yerinè getirmekle
gerçek anlamda varolmaz. Bu din hareketli bir toplumun şahsında
somutlaşmadığı sürece fiilen varolmuş sayılmayan bir hayat sistemidir. Bu
dinin inanç düzeyindeki varlığına gelince, bu teorik bir varlıktı. İşaret
ettiğimiz gibi, hareketli ve realist bir şekilde temsil edilmediği sürèce
gerçekleşmiş olamaz.
İşte bu gerçek mü'minler için bağışlanma ve bol
rızık vardır. Burada rızık cihad, Allah yolunda malı hârcama, barınak
sağlama, yardım ve bütün dayanışmalar münasebetiyle yeralmaktadır. Bunun da
ötesinde, bağışlanma vardır.. İşte bol rızık budur. Daha doğrusu bol
rızıktan daha üstündür bu bağışlanma...
Sonra Allah yolunda cihad eden muhacirlerden oluşan
ilk sınıfa, bundan sonra hicret eden ve cihad eden herkes dahil ediliyor.
Ancak, Kur'an-ı Kerim'de başka ayetlerin de vurguladığı gîbi bu konuda önce
davranan ilkler, her zaman üstündür. Bu katılma, islâm toplumundaki dostluk
ve organik yapılanmaya katılma anlamındadır:
"Sonradan iman edip Medine'ye göçenler ve sizinle
birlikte cihad edenlere gelince, onlar sizdendirler." '
Hicret şartı, Mekke'nin fethi ile birlikte Arap
toprakları, islâm yönetimine boyun eğme ve insanlar islâm toplumunda
hayatlarına yön verene kadar sürdü. Peygamberimizin de buyurduğu gibi,
fetihten sonra hicret yoktur, cihad ve çalışma vardır. Ancak bu durum,
yaklaşık olarak binikiyüz sene yeryüzüne hükmettiği, kesintisiz olarak islâm
şeriatının uygulandığı, Allah'ın şeriatına ve O'nun otoritesine dayanan
müslüman önderliğin yönettiği ilk islâmi dönem için geçerlidir. Ne var ki,
günümüzde yeryüzü yeniden cahiliyeye dönmüştür. İnsanların yeryüzündeki
hayatlarından Allah'ın hükmü kaldırılmıştır. Bütün yeryüzünde hakimiyet
tekrar tağutun eline geçmiştir. İslâm kendilerini çekip kurtardıktan sonra,
insanlar yeniden kullara kul olmuşlardır. Şu anda islâm için -tıpkı ilk
dönem gibi- yeni bir dönem başlıyor. İslâm, bir islâm yurdu, bir hicret
yurdu oluşturana kadar bütün hükümlerini aşamalı olarak uygulayacaktır.
Sonra -Allah'ın izniyle- yeniden islâmın gölgesi yayılacaktır. O zaman artık
hicret etmeye gerek kalmayacak, ilk dönemde olduğu gibi sadece cihad ve
çalışma sözkonusu olacaktır.
İslâmi varlığın ilk defa oluştuğu dönemler için özel
hükümler ve özel yükümlülükler vardır. Bu dönemde, inanç bağı, tüm görünüm
ve şekilleriyle, tüm sonuç ve gerekleriyle kan bağının yerine geçer. Miras,
diyetler ve borçlarda dayanışma da bunlar arasındadır. Bedir'de, Furkan
gününde, yani hakla batılın kesin bir şekilde ayrıldığı günde islâmın
varlığı iyice sağlamlaştıktan sonra, yeni baştan yapılanca operasyonu için
gerekli olan ve istisnai dönemde istisnai yükümlülükleri karşılamak için
konulan bu hükümler değiştirildi. Miras, diyet ve benzeri konulardaki
dayanışmayı akrabalara devretmek de bu değişiklikler arasındaydı. Ancak bu
hükümler de islâm yurdundaki müslüman toplum çerçevesinde geçerlidir:
"Allah'ın kitabına göre yakın akrabaların
birbirlerine mirasçı olma konusunda öncelik hakları vardır."
İslâmın fiili varlığı iyice yerleştikten sonra genel
çerçeve içerisinde yakın akrabaların öncelikli olmasında bir sakınca yoktur.
Kuşkusuz bu durum, insanın kişiliğindeki fıtri bir yöne cevap vermektedir.
İslâmın fiili varlığının insana yüklediği yükümlülüklerle çelişmediği
sürece, insanın kişiliğinde yeralan fıtri duygulara cevap vermekten bir
zarar gelmez. İslâm fıtri istekleri ve duyguları yok etmez, sadece kontrol
altına alır. İslâmın fiili varlığının yüksek ihtiyaçları ile paralellik
oluşturması amacı ile kontrol eder bu istekleri. Ne zaman bu ihtiyaçlar
gerektirirse yeniden bu isteklere cevap verir, ama genel çerçeve içerisinde.
Bu yüzden islâmi hareketin kimi istisnai dönemlerinde özel yükümlülükleri
ile genel anlamda islâmın ve onun diğer hükümlerinin tabiatını
kavramalıyız...
"Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir."
Bu, yukarıda değindiğimiz hükümlere, düzenlemelere
ve fıtri isteklere uygun bir değerlendirmedir. Bu hükümlere müdahale eder,
düzenler ve uyumlu hale getirir. Her şeyi kuşatan Allah'ın ilmindedir bu.
Bunları en iyi yüce Allah bilir çünkü.
Bu temel üzerine ve bu metod uyarınca müslüman
ümmeti inşa eden, varlığını organik ve hareketli toplum temeline dayandıran
ve bu toplumun temelini inanç olarak belirleyen islâm, sadece insanın
insanlığını ön plana çıkarmayı, onu güçlendirmeyi, sağlamlaştırmayı ve onu
insanın oluşumundaki diğer tüm özelliklerin üzerine çıkarmayı
hedeflemektedir. Bu hedefi gerçekleştirmek için de, bütün kurallarında,
öğretilerinde, yasalarında ve hükümlerinde başvurduğu metoda göre hareket
eder.
Bazı noktalarda insanın biyolojik yapısı hayvanların
yapısına, hatta cansız maddelerin yapısına benzemektedir. Bu yüzden
"bilimsel cehaletin" taraftarları bazen insanı diğer hayvanlar gibi bir
hayvan sanırlar. Bazen de onu her madde gibi bir madde olarak kabul ederler.
Ne var ki, insan kimi noktalarda, hayvanlarla ve cansız maddelerle aynı
özellikleri paylaşmakla beraber, bazı noktalarda onlardan ayrılır. Bu
özellikler onu farklı kılar. Son zamanlarda "bilimsel cehaletin"
taraftarlarını zor durumda bırakan da budur. Bunlar, boyunlarını büken
pratik gerçekleri kabul etmek zorunda kalmışlardır. Samimi ve açık olmamakla
beraber bu gerçekleri itiraf etmişlerdir. (Bunların başında da "Modern
Darwinciliğin" taraftarlarından olan Julian Huxely gelmektedir)
Bu ilahi sistemiyle islâm, insanı farklı kılan ona,
diğer yaratıklar arasında bir ayrıcalık kazandıran bu özelliklere dayanır,
onları ön plana çıkarır, onları geliştirir ve yüceltir. İşte islâm, inanç
sistemini, müslüman ümmetin varlığının dayanağı olan hareketli ve organik
toplumun temeli haline getirirken, sadece bu stratejisine göre hareket
ediyordu. Çünkü inanç, insanın sahip olduğu en yüce özelliklerden biriyle
ilişkilidir.
İslâm, soy bağını, dil birliğini, ülke birliğini,
ırk birliğini, renk birliğini, ortak çıkarları, ortak coğrafi sorunları esas
olarak kabul etmez. Bütün bunlar, hayvanlarla insanların ortak oldukları
bağlardır. Hatta bunlar daha çok hayvan sürülerinin bağlarına, ilgilerine
benzemektedirler. Söylenir söylenmez sürüleri çağrıştıran ağıl, otlak ve
ahırlara benzemektedirler. Ancak, insanın varlığını ve çevresindeki evrenin
varlığının kaynağını, insanın akıbetini ve çevresindeki evrenin akıbetini
eksiksiz bir şekilde yorumlayan, onu bu maddeden daha üstün, daha büyük,
daha öncelikli ve daha kalıcı kılan inanca gelince, bu, insanı diğer
yaratıklardan ayrı kılan insan ruhu ve kavrama yeteneği ile ilgili bir
durumdur. İnsanı diğer yaratıkları geride bıraktıracak şekilde en üstün
dereceye çıkaran inançtır.
Ayrıca bu bağ -inanç, düşünce, fikir ve metod bağı-
özgürlük bağıdır da. İnsan, iradesi ve bilinciyle seçme hakkına sahiptir.
Oysa hayvanlarla ortak olduğu ve sürülere yakışan bu bağlar, doğuştan ona
yüklenmiş bağlardır. Bunları kendi isteğiyle seçmediği gibi, bu konuda bir
etkinliği de sözkonusu değildir. İnsan, bir dalı konumunda olduğu soyunu,
bir halkası olduğu ırkını ve doğuştan sahip olduğu rengini değiştiremez.
Bütün bunlar daha o doğmadan hayatı için belirlenen durumlardır. Bu konuda
onun seçme hakkı yoktur, etkinliği de mümkün değildir. Aynı şekilde insanın
belli bir bölgede doğması, doğduğu bölge itibarıyla belli bir dili
konuşması, belli maddi çıkarlara ve belli coğrafi sonuçlara olan ilgisi, -ki
bunlar diğer insanlarla birarada olmasını sağlayan bağlardır- evet bütün
bunlar değiştirilmesi son derece zor olan meselelerdir. Bu alanda "özgür
irade"nin etkinlik alanı son derece sınırlıdır. Bütün bunlardan dolayı islâm
bunları insanlık toplumunu kaynaştıran bağlar olarak öngörmemiştir. İnanç,
düşünce, fikir ve hayat sistemi ise, her zaman insanın seçme özgürlüğüne
açık. şeylerdir. Her an için insan seçtiğini duyurabilir. Tamamen şahsi
özgürlüğüne bağlı olarak bağlanmayı istediği toplumu belirleyebilir: Bu
durumda, renginden, dilinden, ırkından, soyundan, doğduğu bölgeden ya da
istediği ve seçtiği toplumun değişmesiyle değişen maddi çıkarlardan oluşan
herhangi bir bağ onu engelleyemez.
İslâm düşüncesine göre insanın üstünlüğü buradadır.
Bu soruna ilişkin olarak islâm sisteminin realist
bir göz kamaştırıcı sonuçlarından biri... Irk, toprak, renk, dil, yakın
bölgesel çıkarlar ve anlamsız coğrafi sınırların ötesinde islâm toplumunu
sadece inanç bağını esas alarak kurmasının sonuçlarından biri... İnsanlarla
hayvanlar arasında ortak olan özellikleri bir yana bırakarak "insani
özellikleri" bu toplumda ön plana çıkarmasının sonuçlarından biri... Evet
bu, sistemin realist ve göz kamaştırıcı sonuçlarından biri, müslüman
toplumun tüm ırklara, uluslara, renklere ve dillere açık olmasıdır. Bu
konuda anlamsız hayvani engellerden hiçbiriyle karşılaşılmamıştır. Tüm
ırkların özellikleri ve yetenekleri islâm toplumunun potasına akmış, burada
eriyip birbirine karışmıştır. Çok kısa bir zamanda organik ve üstün bir
bileşim meydana gelmiştir. İşte birbiriyle kenetlenmiş, bir ahenk oluşturmuş
bu olağanüstü kitle, zamanındaki bütün insanların emeklerinin ürünü büyük ve
parlak bir uygarlık meydana getirmiştir. Hem de mesafelerin çok uzak,
ulaşımın son derece zor şartlar altında yapılabildiği bir dönemde...
İleri islâm toplumunda, Araplar, Farslar,
Suriyeliler, Mısırlılar, Mağripliler, Türkler, Çinliler, Hitliler,
Bizanslılar, Yunanlılar, Endonezyalılar ve Afrikalılar gibi uluslar ve
ırklar biraraya gelmişlerdi. Bunlar islâm toplumunun inşası ve islâm
uygarlığının kurulması uğruna kenetlenmiş, dayanışmalı ve uyum içinde
çalışmak üzere bütün özelliklerini birleştirmişlerdi. Hiçbir zaman bu büyük
uygarlık, bir "Arap uygarlığı" olmamıştı, her zaman "islâm uygarlığı" olarak
kalmıştı. Hiçbir zaman "milliyetçi" bir uygarlık olarak belirmemişti her
zaman "inanç" uygarlığı olarak belirmişti.
Hepsi de eşit düzeyde, sevgi bağıyla ve tek bir yöne
yöneldiklerinin bilinciyle biraraya gelmişlerdi. En üstün yeteneklerini
harcamış, ırklarının en köklü özelliklerini ön plana çıkarmışlardı.
Herbirinin eşit düzeyde bağlandıkları bu biricik toplumun inşası için
kişisel, ulusal ve tarihsel deneyimlerinin kazandırdığı yetenekleri biraraya
getirmişlerdi. Bu toplumda onları, tek ve ortaksız Rabblerine bağlayan ve
hiçbir engelle karşılaşmaksızın "insanlıklarını" ön plana çıkaran inanç bağı
birarada tutuyordu. Tarih boyunca gelmiş geçmiş hiçbir toplum bu şekilde tüm
bu özellikleri bünyesinde barındırmamıştır kuşkusuz. Örneğin değişik ırktan
birçok insanı barındıran insan topluluklarının en eskisi Roma
İmparatorluğu'dur. Bu imparatorluk gerçekten de değişik ırkları, farklı
dilleri ve birçok. ülkeyi kapsamıştı. Ancak bu beraberlik hiçbir zaman
insanlık bağlarına dayanmamıştı. İnanç gibi yüksek bir değerde
somutlaşmamıştı. Bu imparatorluk bir yönden sınıf esasına dayanan bir
toplumdu. Seçkinler ve köleler sınıfı vardı. Bir yönden de ırkçı bir
toplumdu. Genelde Romalılar'ın egemenliği, diğer ırkların da köleliği
esasına dayanıyordu. Bu yüzden hiçbir zaman islâm toplumunun eriştiği
ufuklara ulaşamamıştır. İslâm toplumunun devşirdiği meyveleri
devşirememiştir.
Aynı şekilde yakın çağda da değişik ulusları
biraraya getiren milletler toplulukları kurulmuştur. Örneğin Britanya
İmparatorluğu... Ne var ki, o da mirasçısı olduğu Roma toplumu gibi ırkçı ve
sömürgeci bir imparatorluktu. İngiliz ulusunun üstünlüğüne ve imparatorluğun
sınırları içindeki sömürgelerin sömürülmesine dayanıyordu. Avrupa'da kurulan
tüm imparatorluklar aynı özellikleri taşıyordu. Bir zamanlar kurulan
İspanyol İmparatorluğu, Portekiz İmparatorluğu, Fransız İmparatorluğu gibi.
Hiçbiri o aşağılık, iğrenç ve çirkef dolu düzeyden kurtulamamıştı.
Komünizm de ırk, ulus, ülke, dil ve renk engellerini
aşıp yeni bir toplum tipi meydana getirmek istedi. Ne var ki, bu toplumu
evrensel "insani" temellere dayandırmadı. Bu toplumu "sınıf" temeline
dayanarak kurdu. Bu toplum da eski Roma toplumunun değişik bir görünümüydü.
O toplum "seçkinler" sınıfının egemenliğine dayanıyordu. Bu toplum da
ezilenlerin (proleteryanın) egemenliğine dayanıyordu. Bu toplumu birbirine
bağlayan unsur, diğer sınıflara yönelik korkunç kindir.
Böylesine bayağı bir toplum yapısının insanın
oluşumundaki en değersiz unsuru istismar etmesinden başkası beklenemezdi. Bu
toplum en başta sadece hayvansal özellikleri ön plana çıkarma ve onları
geliştirip sağlamlaştırma esasına dayanmaktadır. Buna göre insanın temel
istekleri yeme, barınma ve cinsel güdüleri tatmin etmektir. Oysa bunlar
başta gelen hayvani isteklerdir. Yine komünizme göre, insanlık tarihi karın
doyurma peşinde koşma tarihidir!..
Kuşkusuz islâm, insanın en temel özelliklerini ön
plana çıkaran ve insan toplumunun yapısında bu özellikleri geliştiren ve
yücelten ilahi sistemiyle eşsizdir ve hep eşsiz kalacaktır. Dolayısıyla
islâmdan sapıp, ırk, toprak ve sınıf gibi pis ve adi temellere dayanan diğer
sistemlere yönelenler, insanın gerçek düşmanıdırlar. Bunlar "insanın" şu
evrende yüce Allah'ın yarattığı gibi insanî özellikleriyle ön plana
çıkmasını istemiyorlar. İnsanlık aleminin, bünyesindeki ırkların, en son
noktasına kadar kaynaşmış ve uyum içindeki yeteneklerinden, özelliklerinden
ve deneyimlerinden yararlanmasını istemiyorlar. Bunlar aynı zamanda akıntıya
karşı yüzüyorlar: İnsanın yükseliş çizgisine karşı hareket ediyorlar.
Amaçları, ağıl ve otlak gibi "hayvanların" etrafında birleştikleri duruma
benzer temeller etrafında, insanları da birleştirmektir. Yüce Allah'ın
insanı yükselttiği ve gerçekten "insanların" etrafında birleşmelerine
yakışan bu ulu makamdan sonra onların insana uygun gördükleri bu iğrenç
düzeydir.
Garip olanı da, üstün insanı özellikler etrafında
birleşme hareketinin tutuculuk, taassup ve gericilik olarak adlandırılması,
bunun yanında hayvanlarınkine benzer özellikler etrafında birleşme eyleminin
de ilericilik, yükselme ve devrim olarak adlandırılmasıdır. Değerlerin ve
ölçülerin böylesine tersyüz edilmesidir şaşılacak olan. Bütün bunlar,
insanın en yüce özelliği olan inanç temeline dayalı bir toplum kurmaktan
kaçmak içindir elbette.
Fakat Allah, iradesini gerçekleştirmede etkin
olandır. İnsanlık hayatındaki cahili ve hayvanî alçalış için süreklilik
sözkonusu değildir. Mutlaka Allah'ın dilediği olacaktır. Bir gün gelecek
insanlık, toplumsal yapısını yüce Allah'ın insanı onurlandırdığı ve ilk
müslüman toplumun etrafında birleştiği, böylece tarihteki eşsizliğini ve
üstünlüğünü elde ettiği temele dayandırmaya çalışacaktır. Kuşkusuz ilk
müslüman toplumun tablosu hep ufuklarda parlayacaktır. İnsanlık bir zamanlar
eriştiği bu yüce doruklara doğru bir kez daha yol alırken, hep bu toplumu
gözönünde bulunduracaktır.
ENFAL SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.
|