1-Fatiha
1- Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla
Besmelenin, her surenin bağımsız bir ayeti
mi, yoksa bütün surelere başlarken okunan tek bir Kur'an ayeti mi olduğu
konusu tartışmalı bir mesele olmakla birlikte, geçerli görüşe göre o,
"Fatiha suresinin ayetlerinden biridir ve bu surenin sayısı besmeleyle
yediye tamamlanmaktadır." Nitekim bir yoruma göre yüce Allah: "Andolsun, biz
sana ikişer ikişer tekrarlanan yediyi ve bu büyük Kur'an'ı verdik."·(Hicr
Suresi, 87) buyruğu ile Fatiha suresini kasdetmiştir. Çünkü bu yedi ayetlik
sure yüce Allah'a övgü ifade etmekte ve namazların her rekâtında
tekrarlanmaktadır.
Okumaya ve herhangi bir işe yüce Allah'ın
adıyla başlamak ise, Allah tarafından Hz. Peygamber'e vahyedilmiş bir edep
ve saygı kuralıdır. Bu kural ilk inen ayet olduğu ittifakla kabul edilen
"Rabbinin adıyla oku" (Alâk Suresi, 1) ayetinde ifade edilmektedir. Yine bu,
Allah'ın "Her şeyin başı, sonu, zahiri ve batını" olduğunu vurgulayan İslâmî
düşüncenin temel ilkesiyle uyum içindedir. Buna göre O, her varlığın
varoluşunu kendisine borçlu olduğu, her başlananın başlangıcının kendisinden
kaynaklandığı tek gerçek varlıktır. O halde her başlangıç, her hareket ve
her yöneliş O'nun adı ile olur.
Yüce Allah'ın, başlangıçta "Rahman" ve
"Rahim" sıfatları ile nitelenmesi, rahmetin bütün anlamlarını ve tüm değişik
hallerini kapsar. Bu iki sıfatı aynı anda kendisinde bulundurmak sadece
Allah'a özgüdür; tıpkı "Rahman" sıfatı ile nitelenmenin sadece O'na özgü
olması gibi.
Buna göre herhangi bir kulun "Rahim" sıfatı
ile nitelenmesi caizdir. Fakat "Rahman" sıfatını herhangi bir kula
yakıştırmak iman ilkeleriyle bağdaşmaz. Yüce Allah'ın bu iki sıfatın her
ikisi ile birlikte nitelenmesi ise gayet normaldir.
Bu iki sıfattan hangisinin, taşıdığı
merhamet bakımından diğerinden daha geniş kapsamlı olduğu tartışmalı bir
konudur. Fakat biz burada bu tartışmanın ayrıntılarına girmeyecek, yalnızca,
bu iki sıfatın bir arada merhametin bütün anlamlarını, bütün hallerini ve
bütün alanlarını kapsadığını belirtmekle yetineceğiz.
Her işe Allah'ın adı ile başlamak ve bu
başlamanın yansıttığı Tevhid (Allah'ın birliği inancı) ile edep kuralı nasıl
İslâm düşünce sisteminin ilk temel ilkesini oluşturuyorsa, "Rahman" ve
"Rahim" sıfatlarının da merhametin bütün anlamlarını, bütün hallerini ve
bütün alanlarını kapsaması, bu düşünce sisteminin ikinci temel ilkesini
oluşturur ve Allah ile kulları arasındaki ilişkinin gerçek mahiyetini
belirler.
Besmelenin ardından, hamd ederek, tüm
alemlerin Rabbi olduğuna inandığımız Allah'a yönelmeye sıra geliyor:
2- Hamd, tüm alemlerin
Rabbi olan Allah `a mahsustur.
Allah'a hamd etmek, mü'min bir kulun
Allah'ı anar-anmaz kalbinden taşan duygularının ifadesidir. Çünkü en başta
bu kulun varoluşu bile yaratıcısına karşı hamd ve övgüyü gerektiren ilâhi
bir lütuftur. Her an, her saniye ve her adım başında yüce Allah'ın sayısız
nimeti ardarda sıralanmakta, birbirini izlemekte ve başta insan olmak üzere
bütün yaratıkları kapsamına almaktadır. Bundan dolayı her işin başında ve
sonunda Allah'a hamd etmek İslâm düşüncesinin temel kurallarından biridir;
"O, kendisinden başka ilah olmayan Allah'tır. En başta da en sonda da hamd
O'na mahsustur." (Kasas Suresi, 70)
Allah'ın mümin kuluna karşı olan bağış ve
fazileti o derece yüksektir ki, bu kul "Elhamdülillah (Hamd Allah'a
mahsustur)" dediğinde, ona bütün ölçülere baskın gelen ağırlıkta sevap
yazar. Nitekim Sünen-i ibn-i Mace'de, Abdullah bin Ömer'e dayanarak
kaydedildiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: "Allah'ın
kullarından biri "Ya Rabbi, sana zatının ululuğuna, saltanatının yüceliğine
yaraşır biçimde hamd ederim" dedi. Bu sözün değerini ölçemeyen kulun
amellerini yazmakla görevli melekler ne yazacaklarını bilemediler. Bunun
üzerine Allah'ın huzuruna çıkarak: "Ya Rabbi! Senin kullarından biri öyle
bir söz söyledi ki, onu nasıl değerlendirip yazacağımızı bilemiyoruz"
dediler. Yüce Allah, -kulunun ne dediğini daha iyi bildiği halde- meleklere:
"Kulum ne dedi?" diye sordu. Melekler: "Ya Rabbi! O, `Ey Rabbim! Sana
zatının ululuğuna ve saltanatının yüceliğine yaraşır biçimde hamd ederim'
dedi" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Allah o meleklere: "Kulumun o
sözünü ağzından çıktığı gibi yazın. O sözün karşılığını, kulum kıyamet günü
huzuruma geldiğinde bizzat ben kararlaştırıp veririm.." buyurdu...
İSLAM'IN RABB ANLAYIŞI
Ayetin öbür yarısını oluşturan "Rabbil
alemin (tüm alemlerin Rabbi)" tamlamasına gelince, bu ifade İslâm düşünce
sisteminin temel dayanağını temsil eder.
Gerçekten, "mutlak ve sınırsız Rabb"lık
kavramı İslâm inancının temel ilkelerinden biridir. Rabb, malik ve tasarruf
sahibi demektir. Sözlük anlamı ile "efendi", "eğitmeye ve geliştirmeye
yetkili kimse" demektir. Eğitme ve geliştirme ile ilgili bu tasarruf bütün
alemleri, yani bütün varlık(arı içerir. Çünkü yüce Allah evreni yarattıktan
sonra onu kendi haline bırakmıyor, aksine onu geliştirme, gözetme ve eğitme
yoluyla tasarrufu altında tutuyor. Bu açıdan bakıldığında tüm alemler, tüm
varlıklar alemlerin Rabbi olan Allah'ın koruması ve gözetimi altındadır.
"Mutlak Rabb"lık kavramı, eksiksiz ve
yaygın Tevhid anlayışının açıklığa kavuşmuş, netleşmiş halı ile, bu
realitenin (gerçeğin) netleşmemiş halinin bulanıklığı arasında bocalayan
insan için, yol ayrımındaki işaret levhası konumundadır. İnsanlar çoğu kere
hem evreni tek başına yaratan Allah'ın varlığına ve hem de sosyal hayata
egemen olan birden çok ilahın varlığına inanır. Bu inanış biçiminin
saçmalığı ve gülünçlüğü son derece açıktır ama ne yazık ki bu; dün de vardı,
bugün de var. Müşriklerden bir grubun, taptıkları değişik ilahlarla ilgili
olarak: "Biz onlara sırf bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet
ediyoruz" (Zümer Suresi, 3) dediklerini bize haber veren Kur'an-ı Kerim,
Ehli Kitap'tan bir grup hakkında da: "Hahamlarını ve Rahiplerini Allah'tan
ayrı rehber edindiler" (Tevbe Suresi, 31) şeklinde bahsetmektedir. Bilindiği
gibi İslâm'ın geldiği dönemde yeryüzünde egemen olan cahiliye inanışlarının
büyük kabul ettiği "ilah"lar yanında çok sayıda "ilahcık"lar her yanda cirit
atıyordu.
Bu surede mutlak Rabb'lık kavramının
vurgulanması ve bu Rabb'lık kavramının tüm varlıkları kapsamına alması,
düzenli inanç ile inanç anarşisi arasındaki yol ayrımını oluşturur. İslâm'ın
hedefi, çok ilahlılık yükünü insanların sırtından indirerek onları değişik
ilahlar arasında şaşkınlıktan kurtarmak, kendi dışındaki tüm varlıklarla
birlikte mutlak egemenliğini onayladıkları tek bir ilaha yöneltmektir.
Ardından da bu varlıkların vicdanlarını, yöneldikleri tek ilahın gözetimi ve
etkili Rabblığında, korumasının kesintisizliği, ebediliği ve yok olmazlığı
ve ihmal etmezliğinde güvene kavuşturmaktır. Yoksa bu meselenin çözümü,
meselâ İslâm öncesi dönemlerin en gelişmiş felsefi düşüncesi sayılan
Aristo'nun görüşlerini izlemekte değildi. Bu görüşe göre: "Allah, evreni bir
kez yarattıktan sonra artık onunla bir daha ilgilenmedi, onu kendi haline
bıraktı. Çünkü Allah kendinden daha aşağı düzeydeki varlıklarla
ilgilenmeyecek derecede yücedir. O sadece kendi zatı hakkında düşünür." Bu
görüşü savunan Aristo, en büyük felsefeci ve en akıllı insan sayılıyordu o
dönemde!..
İslâm'ın geldiği günlerde dünya, üstüste
yığılmış çeşitli inanç, düşünce, masal, felsefe, kuruntu ve görüş
bulutlarının egemenliği altında idi. Bu bulut katmanlarında hakk ile batıl,
gerçek ile düzmece, din ile hurafe, felsefe ile masal biribirine karışmıştı.
İnsan vicdanı bu koyu bulut katmanları altında, karanlıklar ve
belirsizlikler içinde bocalıyor, bir türlü kesin gerçeği bulamıyordu. Sözünü
ettiğimiz belirsiz, kesin bilgiden ve aydınlıktan yoksun çöl, insanın kendi
ilâhı, bu ilâhın sıfatları ve başta insan olmak üzere O'nunla yaratıkları
arasındaki ilişkiler ile ilgili düşüncesini de çepeçevre kuşatmıştı. Oysa
insan vicdanı, ilâhı ve bu ilâhın sıfatları hakkında belirgin bir inanca ve
düşünceye varmadıkça ve sözünü ettiğimiz bu körlüğü, uçsuz-bucaksız düşünce
çölünü ve koyu bulut katmanlarını aşarak kesin bir bilgiye ulaşmadıkça ne
evren, ne kendi öz varlığı ve ne de yaşayacağı hayat tarzı konusunda
istikrara kavuşabilirdi. Ancak insan, bu istikrarın ne kadar gerekli
olduğunu anlayabilmek için öncelikle kendisi ile ışık arasını kapatan
bulutların koyuluğunu görmesi ve İslâm geldiğinde kendisini kuşatan çeşitli
inanç düşünce, felsefe-masal ve kuruntular çölünün uçsuzluğunu fark etmesi
gerekiyordu. Biz burada bu sapıklıkların çok az bir kısmına değindik; ilerde
diğer sureleri incelerken bunları daha ayrıntılı biçimde ele alarak, Kur'anı
Kerim'in bunlara karşı önerdiği yeterli, geniş kapsamlı ve eksiksiz
tedavileri anlatacağız.
İşte bundan dolayı İslâm, ilgisini en başta
inancı özgürleştirme konusu üzerine yoğunlaştırmış, başka bir deyimle Allah,
Allah'ın sıfatları ve Allah ile varlıklar arasındaki ilişkilerin niteliği
konusunda insan vicdanına istikrar kazandıracak kesin ve berrak bir düşünce
tarzı belirlemeyi ön-plâna almıştır.
Ve işte bu gerekçe iledir ki, uzak-yakın
hiçbir pürüzlü noktanın gölgesini taşımayan, eksiksiz, katıksız, yalın ve
yaygın bir Tevhid inancı, İslâm'ın getirdiği düşünce sisteminin temel
dayanağı olmuş, bu inancı vicdanlarda belirginleştirmiş, hakkında zihinlerde
belirebilecek her türlü pürüzü ve kuşkucu fısıltıyı araştırarak onu her
çeşit karanlıktan arındırmış hiç bir kuruntunun, yanına sokulamayacağı
derecede köklü ve sağlam olmasını sağlamıştır. İslâm tıpkı bu konuda
benimsediğine eş bir açıklıkla başta mutlak Rabb'lığı ilgilendirenler olmak
üzere Allah'ın sıfatları konusunda da kesin sözünü söylemiştir. Çünkü sözünü
ettiğimiz çeşitle felsefi akımların, inançların, kuruntuların ve masalların
egemen olduğu uçsuz-bucaksız çölü sarmış koyu bulutların çoğu, insanın hem
vicdanını ve hem de pratik davranışlarını aynı derecede etkileyen bu önemli
konu, yani Allah'ın sıfatları konusu üzerinde yoğunlaşmıştı. Allah'ın zatı,
sıfatları ve varlıklarla ilişkisi konusunda İslâm'ın, kesin sözünü
belirlemek için harcadığı ve bir çok Kur'an ayetinde dile gelen yoğun
çabasını araştıran bir kimse eğer insanlığın uzun dönemler boyunca içinde
bocaladığı bu uçsuz-bucaksız çölün koyu bulut katmanlarını yakından
incelemiş değilse, bütün bu ısrarlı ve vurgulamalı açıklamalara, insan
vicdanının tüm giriş yollarını araştıran bütün bu ayrıntılı irdelemelere
neden gerek duyulduğunu kavramakta güçlük çekebilir. Fakat sözünü ettiğimiz
koyu bulut katmanlarının incelenmesinden çıkacak sonuç, bu yoğun çabanın
gerekliliğini ortaya koyacağı gibi, bu inanç sisteminin insan vicdanını
özgürleştirme, tutsaklıktan kurtarma, onu değişik ilâhlar, kuruntular ve
masallar arasında bocalamaktan alıkoyma konusunda ne derece önemli olduğunu
da meydana çıkarır.
Bu inanç sisteminin çekiciliğinin,
eksiksizliğinin, tutarlılığının ve içerdiği gerçeğin yalınlığının, bütün bu
özelliklerin gerek kalb ve gerekse akıl tarafından açıkça kavranabilmeleri,
dolaysızca algılanabilmeleri için cahiliye döneminin çeşitli inançlardan,
düşünce akımlarından, masallardan, felsefî spekülasyonlardan oluşmuş koyu
bulut katmanlarının ve özèllikle gerçek Allah kavramı ile O'nunla yaratıklar
arasındaki ilişkinin iyi incelenmesi gerekir. O zaman İslâm inancının bir
rahmet olduğu meydana çıkar. Hem kalb ve hem de akıl hesabına bir rahmet...
Çekicilik, yalınlık, belirginlik, tutarlılık, akla yatkınlık, aşinalık,
fıtrî yapı ile dolaysız ve köklü bir uyum içeren bir rahmet.
3- Rahman ve Rahim
Rahmetin tüm anlamlarını, tüm hallerini ve
tüm alanlarını kapsamına alan bu sıfat, bu surenin içinde bağımsız bir ayet
halinde tekrarlanıyor. Bununla, sözünü ettiğimiz yaygın Rabb'lığın bariz bir
karakteristiği vurgulandığı gibi, Rabb ile kulları ve yaratıcı ile
yaratıkları arasındaki sürekli ilişkinin temel dayanakları belirleniyor. Bu
ilişki, hamd etmeyi ve övgüyü harekete geçiren bir rahmet ve gözetim
ilişkisidir. Yine bu ilişki, gönül huzuruna dayanan ve sevgi üreten bir
ilişkidir. Buna göre hamd, bu cömert rahmete sunulan fıtri bir karşılıktır.
İslâm'da Allah ne eski yunan felsefesinde
tasvir edilen olemp tanrıları gibi arzu ve ihtiraslarının dürtüsü ile
kullarını kovalar ve ne de "Eski Ahid"in Tekvin babının onbirinci bölümünde
yer alan uydurma "Babil Burcu" masalında anlatıldığı gibi kullarına intikam
tuzakları kurar.( "Ve bütün dünyanın dili bir ve sözü birdi. Ve vaki oldu
ki, Şark'a göçtükleri zaman Şinar diyarında bir ova buldular ve orada
oturdular ve birbirlerine şöyle dediler: "Gelin kerpiç yapalım ve onları
pişirelim."
Ve onların taş yerine kerpiçleri ve harç
yerine ziftleri vardı. Ve dediler: "Bütün yeryüzü üzerine dağılmayalım diye
kendimize bir şehir ve başı göklere erişecek bir kule bina edelim ve
kendimize bir nam yapalım-" Ve Ademoğulları'nın yapmakta oldukları şehri ve
kuleyi görmek için RABB indi ve RABB dedi: "İşte (bunlar) bir kavimdirler ve
onların hepsinin bir dili var ve yapmaya başladıkları şey budur ve şimdi
yapmaya niyet ettiklerinden hiçbir şey onlara men edilmeyecektir. Gelin
inelim ve birbirlerinin dilini anlamasınlar diye onların dilini orada
karıştıralım.
Ve RABB onları bütün yeryüzü üzerine oradan
dağıttı; ve şehri bina etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı onun adına "Babil"
denildi. çünkü RABB bütün dünyanın dilini orada karıştırdı ve RABB onları
bütün dünya üzerine oradan dağıttı." (Kitab-ı Mukaddes. İstanbul, 1974 S.9))
4- Din gününün sahibi
(maliki)
Bu ayet, insan hayatı üzerinde derin etkisi
olan önemli bir ilkeyi ifade eder. "Malik (sahip) olmak" el altında tutmanın
ve egemenliğin en üst derecesidir. "Din Günü" de Ahiretteki ceza günü
demektir.
İnsanlar çoğu zaman, yüce Allah'ın
ilâhlığına ve evrenin yaratıcısı olduğuna inanmışlar, fakat bununla birlikte
ceza gününe inanmamışlardır. Kur'an-ı Kerim bu gibilerin bir kısmı hakkında
şöyle diyor:
"Eğer onlara "Gökleri ve yeryüzünü kim
yarattı?" diye soracak olursan kesinlikle "Allah" derler." (Zümer Suresi,
38)
Yine Kur'an-ı Kerim'in başka bir yerinde
onlar hakkında şöyle deniyor:
"Onlar kendilerinden olan bir uyarıcının
gelmesini şaşkınlıkla karşıladılar ve kâfirler; "Bu şaşılacak bir şeydir.
Bizler ölüp toprak olduktan sonra yeniden mi dirileceğiz? Bu uzak ihtimalli
bir dönüştür" dediler." (Kaf Suresi, 2-3)
"Din Günü"ne inanmak, İslâm'ın inanç
sisteminin önemli ilkelerinden biridir. Bu ilke, insanların bakışlarını
dünya hayatının ardından bir Ahiret aleminin varlığına çevirmesi dolayısıyla
büyük bir değere sahiptir. Bu inanç sayesinde insanlar dünya hayatının
zorlayıcı şartlarına bağımlı hale gelmekten kurtulurlar. Böyle olunca da, bu
zorlayıcı şartların üzerine çıkarak onlara egemen olurlar. Yine bu inanç
sayesinde emeklerinin ve çalışmalarının karşılığını sadece günleri sayılı
kısa ömürleri içinde ve sınırları belirli yeryüzü alanında görme endişesinin
tutsağı olmazlar. O zaman da Allah'a güven, iyiliğe inanç, hakka ısrarlı
bağlılık, gönül rahatlığı, hoşgörü ve kararlılık içinde Allah rızası için
çalışma; Allah'ın gerek dünyada ve gerekse Ahirette vermeyi takdir edeceği
karşılığı, bu ikisi arasında ayrım gözetmeyen bir hoşnutlukla karşılama
imkânına kavuşurlar.
Bundan dolayı bu ilke, arzu ve ihtirasların
tutsağı olmakla, insanlığa yaraşır bir "insanca özgürlük" arasında tercih
noktasıdır. Diğer bir deyişle Ahirete iman, beşerî ideolojilerin, değer
yargılarının kölesi olmuş ve cahiliye sisteminin sapık ve çarpık insan
tabiatı ile Allah'ın, kulları için arzuladığı mükemmel insan tipi arasındaki
yol ayrımını oluşturur.
Bu ilke insanların düşüncesinde yer
etmedikçe, insanlar emek ve çalışmalarının karşılığını yalnızca dünyada
değil, Ahirette de göreceklerine kesin olarak inanmadıkça, ömrü sınırlı olan
fertler, uğrunda çalışılması, emek harcanması gereken başka bir hayatın
varlığından kesinlikle emin olmadıkça ve o hayatta karşılığını alacağına
güvenerek hakkın ve iyinin zaferi için fedakârlıkta bulunmadıkça, ideal
ilâhi nizama uygun bir insanlık hayatı gerçekleşemez.
Ahirete inananlar ile onu inkâr edenler ne
düşünce ne ahlâk ne davranış ve ne de pratik uygulamalar bakımından bir
olamazlar. Bu iki tür insan ne dünyadaki işleri ve ne de Ahirette
görecekleri karşılık bakımından ortak noktaları bulunmayan taban tabana zıt
iki ayrı sınıfı teşkil ederler. İşte yol ayrımı derken kasdettiğimiz budur.
5- (Allah'ım!) Yalnız sana
kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz.
İslâm inanç sisteminin bu temel ilkesi, bu
surede ifade edilen daha önceki ilkelerden kaynaklanır. Buna göre, kulluk
yalnız Allah'a yöneltilir ve yalnız O'ndan yardım dilenir.
Burada da bir yol ayrımı vardır. Her türlü
kölelikten mutlak anlamda kurtuluş ile, mutlak anlamda kullara kul olmak
arasındaki yol ayrımı!..
Bu ilke, insanlığın topyekün kurtuluşunun
ilanını müjdeler; kuruntulara, çeşitli sosyal sistemlere ve yeryüzü
gereklerinin zorlayıcı baskısına bağımlılıktan kurtuluşun ilanını...
Sebebine gelince, kulluk yalnız Allah'a yöneltileceğine ve yalnız O'ndan
yardım isteneceğine göre insan öncelikle yaşamın zorlayıcı ihtiyaç ve
baskılarından, çeşitli ideolojik sistem ve güçlerin boyunduruğundan, asılsız
kuruntu ve hurafelerden kendini kurtarmak zorundadır.
BEŞERİ GÜÇLERE KARŞI
MÜSLÜMANIN TUTUMU
Burada, müslümanın beşeri ve tabii güçler
karşısındaki tutumunun ne olacağına kısaca değinelim:
Beşeri güçler müslümana göre ikiye ayrılır:
Bunlardan biri Allah'a inanan , Allah'ın önerdiği hayat tarzı ile uyum
halinde olan hidayete erdirici güçlerdir. İyilik, hakk ve yapıcılık yolunda
bu tür güçlerle uyumlu olmak ve işbirliği etmek gerekir. Bu güçlerin diğeri
ise Allah'a bağlı olmayan, O'nun önerdiği hayat tarzına uymayan güçlerdir ve
bunlarla savaşmak, mücadele etmek ve kendilerine başkaldırmak gerekir.
Bu sapık güçlerin büyük ve saldırgan olması
müslümanı asla yıldırmamalıdır. Çünkü bunlar, ana kaynakları olan ilahi
güçten bağlarını koparmakla kendilerine gerçek gücü veren damarı kurutmuş
olurlar. Bu durum tıpkı ışık saçan bir yıldızdan kopan iri bir kütleye
benzer. Bu kütle ne kadar kocaman olursa olsun kısa bir süre sonra sönmeye,
soğumaya, yani ışığını ve ısısını kaybetmeye mahkûmdur. Oysa sözkonusu ana
yıldızdan kopmayan herhangi bir zerre, enerjisini, ısısını ve ışığını devam
ettirir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
Nice az sayıdaki topluluk, Allah'ın izni
ile (kendilerinden) kalabalık bir topluluğu yenmiştir."·(Bakara Suresi, 249)
Az sayıdaki topluluğun kalabalık bir
kitleyi yenebilmesi; sayıca zayıf olan grubun ana güç kaynağına bağlı
olması, gücünü ve üstünlüğünü aynı kaynaktan alması sayesindedir.
Tabiat güçlerine gelince, müslümanın bunlar
karşısındaki tutumu korkuya ve düşmanlığa değil, yakınlığa ve dostluğa
dayalı olmalıdır. Çünkü insanî güçler ile tabiî güçlerin her ikisi de yüce
Allah'ın dilemesi sonucu varoldukları gibi, bu gücü kullanırken de O'nun
iradesine bağlı kalmaları gerekir. Sonuç olarak insan, kendi yeteneklerini
tabiatın güçleriyle destekleyerek ve işbirliği yaparak iyi bir koordine
sağlamalıdır.
Müslümanın inancı bu konuda kendisine şu
görüşü telkin eder: Yüce Allah bu güçlerin tümünü kendisine dost, yardımcı
ve işbirlikçi olmak üzere yarattı. O, bu güçlerin dostluğunu kazanabilmek
için onları tanımalı, onlarla işbirliği yapmalı ve onlarla uyum içinde her
ikisinin de ortak Rabbi olan Allah'a yönelmelidir. Eğer bu güçler bazan
kendisine zarar ve rahatsızlık veriyorsa, bunun sebebi, onları incelememiş,
tanımamış olması, bağlı oldukları tabii kanunları kavramamış olmasıdır.
Cahiliye karakterli Roma uygarlığının
varisleri olan Batılılar, tabiî güçlerden yararlanmayı "tabiatı yenmek,
tabiatı dize getirmek" gibi küstah bir deyimle ifade ediyorlar. Bu deyim,
Allah ve Allah'ın iradesine boyun eğmiş evrenle arasındaki tüm müsbet
ilişkileri koparmış bir cahiliye mantığını açığa vuruyor.
Oysa müslümanın kalbi, Rahman ve Rahim olan
Allah'a bağlı olduğu gibi, ruhu da tüm alemlerin Rabbine boyun eğmiş şu
varlık bütünü ile sıkı bir ilişki içindedir. Bunun sonucu olarak bu güçlerle
kendisi arasında "yenmek, dize getirmek" gibi kırıcı olmayan bir ilişkinin
varlığına inanır. O, bu güçlerin tümünün yaratıcısının Allah olduğuna
inanır. Allah bütün bu güçleri bir tek temel ilke uyarınca yarattı ve bu
temel ilkeye göre kendileri için belirlenen hedeflere ulaşmak üzere
birbirleri ile işbirliği yapmalarını murad etti. Bununla O, bu güçleri daha
baştan insanın yararına sundu; insana bu güçlerin sırlarını keşfetme ve
kanunlarını öğrenme imkânını bağışladı. Buna göre insan, bu güçlerden yarar
sağlama başarısına erdirildiği her aşamada Allah'a şükretmelidir. Çünkü bu
tabii güçleri onun yararına sunan Allah'dır; yoksa o bu güçleri yenmiş; dize
getirmiş değildir. Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
"O yeryüzündeki varlıkların tümünü
yararınıza sundu." (Casiye Suresi, 8)
Buna göre, tabiî güçlere karşı müslümanın
duygu dünyasına kuruntuların egemen olması, onlarla kendi arasına düşmanlık
ve korkuların girmesi sözkonusu değildir. O sırf Allah'a inanır, sırf O'na
kulluk eder ve yalnız O'ndan yardım diler. Sözkonusu güçler ise Rabbinin
yaratıklarının bir bölümüdür. o bu güçler hakkında araştırma yapar, onlarla
yakınlık kurar, onların sırlarını öğrenmeye, açığa çıkarmaya çalışır. Bunun
karşılığında bu güçler de yardımlarını kendisine cömertçe sunarak sırlarını
ona açıklayıverirler. Peygamber efendimizin Uhud dağına bakarken söylediği
söz bu açıdan ne kadar çarpıcıdır!
"Şu dağ öyle bir dağdır ki, hem o bizi
sever ve hem de biz onu severiz."
Hz. Peygamber'in tabiata yönelik sevgisini,
yakınlığını ve uyumlu yaklaşımını bu sözünden net olarak anlayabiliriz.
İslâm düşünce sisteminin bu temel ilkeleri
belirlendikten, kulluğun ve yardım istemenin yalnızca Allah'a dönük olması
gerektiği vurgulandıktan sonra surenin özüne ve karakterine uygun geniş
kapsamlı dua cümleleri ve bu temel ilkelerin uygulamaya konmasına geliyor
sıra:
6- Bizleri doğru yola ilet,
7- Kendilerine nimet
verdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil.
"Bizleri doğru yola ilet." Yani "Bizleri,
hedefe ulaştırıcı doğru yolu tanımaya ve bu yolu tanıdıktan sonra onun
sebatlı izleyicisi olmaya, ondan hiç ayrılmamaya muvaffak eyle". Çünkü doğru
yolu tanımak ve bu yolun kararlı izleyicisi olmak, bunların her ikisi de
Allah'ın hidayetinin, gözetiminin ve rahmetinin ürünü olduğu gibi, bu konuda
Allah'a yönelmek de yardım kaynağının yalnız Allah olduğu inancının doğal
bir sonucudur. Mümin kulun, hakkında Allah'dan yardım dileyeceği ilk ve en
önemli şey budur. Sebebine gelince, doğru yola iletilmiş olmak, bu yolu
bulmak, kesinlikle hem dünya ve hem de Ahiret mutluluğunun garantisidir.
Aslında bu yaklaşım, insan ile varlık bütününün, alemlerin Rabbi olan
Allah'a yönelik hareketlerini koordine eden genel ilâhî kanuna insan
fıtratının uyum sağlaması, bu genel ilkeyi algılayıp benimsemesi olayıdır.
Bu sure, namazların her rekâtında okunmak
üzere belirlenen ve onsuz kılınacak namazın kabul olunmadığı bir suredir.
Kısa olmasına rağmen bu sure, İslâm düşünce sisteminin sözünü ettiğimiz
temel ilkelerini ve bu düşünce sisteminden kaynaklanan insan bilincine yön
verici ana prensipleri içerir.
Müslim'in, Alâ b. Abdurrahman yolu ile Hz.
Ebu Hureyre'ye dayandırarak bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle
buyuruyor:
"Yüce Allah şöyle buyurur: "Ben namazı
kendim ile kulum arasında ikiye böldüm. Yarısı bana ve öbür yarısı kuluma
aittir. Kulum istediğine kavuşacaktır."
Kul, "Elhamdü lillâhi rabbilalemin" dediği
zaman, Allah, "Kulum bana hamd etti" der. Kul, "Errahmanirrahim" dediği
zaman, Allah, "Kulum, bana övgü sundu" der. Namaz kılan kul, "Maliki
yevmiddin" dediği zaman, Allah "Kulum benim şanımın yüceliğini ifade etti"
der.
Namaz kılan kul, "İyyake na'budu veiyyake
nesteın" dediği zaman, Allah, "Bu söz hem bana ve hem de kuluma aittir.
Kuluma istediği verilecektir" der. Kul, "İhdinessıratal müstakim,
sıratallezine en'amte aleyhim, gayrilmağdubi aleyhim veleddallin" dediği
zaman, Allah, "Bu söz tamamen kulumla ilgilidir, ona istediği verilecektir"
der."
Umarım, bu sahih hadis, yaptığımız
açıklamalara ek olarak, Fatiha suresinin günde en az onyedi kez ya da
kıldığımız her rekâtta okunmasının zorunlu olmasında gizli olan sırların
anlaşılmasına yardım eder.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.