35-Fatir
1- Gökleri ve
yeryüzünü yoktan var eden; iki, üç ve dört kanatlı melekleri elçi olarak
görevlendiren Allah'a ham dolsun. O yaratma işleminde dilediği eklemeleri
yapar. Hiç kuşkusuz O'nun gücü her şeye yeter.
Görüldüğü gibi sure, yüce Allah'a "hamd" sunarak
söze başlıyor. Bu surenin ana amacı insan kalbini yüce Allah'a yöneltmek,
onu Allah'ın nimetlerini görmeye, Allah'ın rahmetini ve lütfunu fark etmeye
özendirmek, yaratıklarına yansıyan çarpıcı sanatının örneklerini irdelemek,
duyu organlarını bu çarpıcı örneklerin algıları ile doyurmak, O'nun lütfunu
hamd ile, tesbih ile ve saygı sunarak karşılamaktır. Evet:
"Allah'a hamd olsun."
Yüce Allah'a hamd etmeyi O'nun yaratmaya ve yoktan
var etmeye ilişkin sıfatlarını dile getirmek izliyor:
"Gökler ve yeryüzünü yoktan var eden..."
Evet, yüce Allah evreni oluşturan şu müthiş
yaratıkların, uzayda yüzen şu görkemli gezegenlerin yoktan var edicisidir.
Biz bulunduğumuz yere göre bu gezegenlerin bir kısmını üstümüzde ve bir
kısmını da altımızda görüyoruz. Onların bize en yakını ve en küçüğü olan ve
bizi bağrında barındıran yer yuvarlağının bile çok az bir bölümünü
tanıyabiliyoruz. Bu gezegenler arasındaki duyarlı koordinasyonu ve uyumu
aynı yasal sistemin kanunları sağlıyor. Oysa aralarında öyle büyük
uzaklıklar var ki, bu mesafeleri insan hayali ancak büyük bir güçlükle
tasavvur edebilir. Kendileri ve yörüngeleri arasındaki müthiş uzaklığa ve
hayalı zorlayan iriliklerine rağmen aralarında öylesine esrarlı bir uyum ve
"görelik" ilişkisi vardır ki, eğer küçük oranda bile zedelenme bütün bu
gezegenler çarpışarak parçalanır ve parçaları uzayın boşluğuna dağılırdı.
Kur'àn-ı Kerim'in göklere ve yer yuvarlağına ilişkin
bu tür işaretleri umursamazlıkla geçiştiririz. Onların önünde durup çarpıcı
anlamlarını uzun uzun düşünmeyiz. Tıpkı bakışlarımızın önünden geçen göklere
ve yer yuvarlağına ilişkin görüntüleri umursamadığımız, uzun boylu bir
gözlem süzgecinden geçirdiğimiz gibi. Çünkü algılarımız körelmiş,
duyarsızlaşmıştır. Bu yüzden bu çarpıcı görüntüler duyu organlarımızın bam
tellerini titreştiremiyor, onlarda uyarıcı ve depreştirici dalgalanmalar
meydana getiremiyor. Oysa sürekli olarak Allah'ı anan; O'nun evrene yansıyan
yaratıcı elinin izlerini fark eden duyarlı kalpler bu görüntülerin görkemi
karşısında hiçbir zaman ilgisiz kalmazlar. Bizdeki bu umursamazlığın sebebi
şudur: Algı alışkanlığı organlarımızın duyarlığını, keskinliğini
törpülemiştir. Bu tür sanat eserlerini ilk kez gören kalplerin heyecanı ve
coşkusu yüreklerimizde ve algı organlarımızda kalmamıştır.
Gökteki yıldızların yerleri, hacimleri, birbirlerine
oranları, çevrelerindeki uzay boşluklarının oranları, yörüngelerinin
biçimleri; hacimleri, konumları ve hareketleri arasındaki ilişki son derece
duyarlı, ince hesaplıdır. Fakat açık, bilinçli ve Allah'a bağlı bir kalbin,
bu muhteşem varlıklar karşısında coşku ve heyecan duyması için bütün bu
saydığımız özelliklerin inceliklerini bilmeye ihtiyacı yoktur. Karanlık bir
gecede görülen dağınık yıldızların manzarası, bu manzaranın bam tellerini
titreştiren mesajları, ay'1ı bir gecenin uzayı saran aydınlığı, tanyerinin
karanlıkları yaran ışıkları, batan güneşin karanlıklar tarafından yutuluşu
onun için yeterlidir. Hatta böyle bir kalp için yer yuvarlağının şu çeşitli
ve çarpıcı görüntüleri bile yeterlidir. Bu görüntüler görmekle bitmez. İnsan
bütün ömrünü bu görüntüleri yakalama ve gözleme amacı uğrunda hep gezilerde
harcasa bu manzaraların çok azına yetişebilir. Hatta duyarlı bir kalp için
bir tek çiçek bile yeterlidir. Onun renklerini, boyalarının ton farklarını
ve yapısının çeşitli öğeleri arasında bulunan uyumu insan inceleye inceleye
bitiremez.
Kur'an-ı Kerim, bu irili-ufaklı sonsuz varlıkları
inceleme konusunda uyancı bir işaret vermekle yetiniyor. İnsan kalbi için bu
varlıkların bir teki bile yeterlidir. Eğer o tek varlığı gereğince algılasa,
evrenin yaratıcısının ululuğunu kavrayabilir ve bu kavrama sonucunda O'na
tesbihle, hamdle ve saygı dolu bağlılıkla yönelir. Evet, ayeti bir kez daha
okuyoruz:
"Gökleri ve yeryüzünü yoktan var eden; iki, üç ve
dört kanatlı melekleri elçi olarak görevlendiren Allah'a hamd olsun."
Bu surede peygamberlerden, vahiy olayından ve yüce
Allah'ın peygamberlere ilettiği "gerçek" içerikli mesajdan sık sık söz
edilir. Melekler, yüce Allah'ın yeryüzünde seçtiği kullarına vahiy mesajını
getiren elçilerdir. Bu "elçilik" en önemli ve en yüce görevdir. İşte
melekler, yüce Allah'ın bu elçilikle görevlendirilen yaratıklar oldukları
için göklerin ve yeryüzünün yaratılışının anlatılmasından hemen sonra
gündeme getirilmişlerdir. Çünkü onlar gökler ile yeryüzü arasında iletişim
sağlıyorlar. Çünkü onlar göklerin ve yeryüzünün yaratıcısı ile yüce Allah'ın
peygamberleri, insanlara gönderilmiş elçileri arasında en önemli görevi
yerine getirmektedirler.,
Kur'an'da ilk defa meleklerin biçimlerine, nasıl
varlıklar olduklarına ilişkin bir bilgi ile karşılaşıyoruz. Başka ayetlerde
bize onların karakteristik özelliklerine ve görevlerinin niteliğine ilişkin
bilgiler verilmişti. Mesela şu ayetlerde olduğu gibi:
"O'nun katındakiler hiçbir büyüklük kompleksine
kapılmaksızın ve hiç bıkmaksızın O'na ibadet ederler.
Hiç ara vermeksizin, gece-gündüz, O'nu
noksanlıklardan tenzih ederler."(Enbiya Suresi, 19-20) "Rabb'inin
yanındakiler burun kıvırıp O'na kulluk etmekten geri durmazlar. O'nu
noksanlıklardan tenzih ederler ve O'na secde ederler." (A'raf Suresi, 206)
Şimdi burada "iki, üç ve dört kanatlı" ifadesi ile
bize meleklerin yaratılış biçimlerine ilişkin bir bilgi veriliyor. Bu
tanımlama melekleri kafamızda canlandırmamızı sağlamaz. Çünkü biz bu
açıklamaya rağmen, meleklerin nasıl varlıklar olduklarını, ne biçim kanatlar
taşıdıklarını bilmiyoruz. Bu tanımlamanın sınırlarında durmak zorundayız,
zihnimizde belirli bir tasarı canlandırmaktan kaçınmalıyız. Çünkü
canlandıracağımız her tasarı, yanlış ve yanıltıcı olabilir. Çünkü elimizde
meleklerin biçimlerine ilişkin, güvenilir hiçbir bilgi yoktur. Kur'an'da
cehennemin tanıtımı sırasında meleklere ilişkin şu açıklama ile
karşılaşıyoruz;
"Cehennemin görevlileri, Allah'ın kendilerine
verdiği emirlere karşı gelmeyen, kendilerine verilen buyrukları uysalca
yerine getiren pek haşin meleklerdir." (Fatır Suresi, 6)
Görüldüğü gibi bu ayette de meleklerin biçimleri
belirlenmiyor. Bu konuda bir de Peygamberimize dayandırılan bazı açıklamalar
'var. Bu açıklamalardan birinde Peygamberimiz, "Cebrail'i iki kez kendi öz
kılığında gördüğünü" öbüründe "Cebrail'in altı yüz kanadı olduğunu"
belirtiyor. (Ravisi ibn-i Mesud, Muttefekunaleyh) Fakat görülüyor ki,
Peygamberimizin bu açıklamaları da meleklerin biçimleri hakkında belirleyici
bir tanımlama yapmıyor. Demek ki, bu konuda elimizde ayrıntılı bilgi yok. Bu
tür "gayb" konularının tümünde olduğu gibi bu konunun bilgisi de yüce
Allah'ın tekelindedir.
Bu ayette "iki, üç, dört kanatlılık"tan söz
ediliyor. Oysa insanlar sadece "iki kanatlılığı" görmeye alışıktırlar. İşte
bu münasebetle "O yaratma işleminde dilediği eklemeleri yapar" denilerek
yüce Allah'ın iradesinin özgürlüğü, hiç-bir yaratma biçimi ile kayıtlı
olmadığı gerçeği vurgulanıyor. Gördüğümüz ve bildiğimiz varlıklar arasında
sayısız yaratma biçimleri vardır. Bildiklerimizin dışında bu örnekler çok
daha fazladır. Çünkü "Hiç kuşkusuz O'nun gücü her şeye yeter."
Bu yorum cümlesinin kapsamı, bir önceki cümleciğin
kapsamından daha geniş ve daha yaygındır. Anlamının sınırları içine girmeyen
hiçbir yaratma, yoktan var etme, değişikliğe uğratma ve başkalaştırma
biçimini dışarda bırakmamaktadır.
ALLAH'IN DEĞİŞMEZ
RAHMETİ
2- Allah'ın
insanlara açtığı bir rahmeti hiç kimse alıkoyamaz. O'nun alıkoyduğunu da
O'nun dışında hiç kimse salamaz. O üstün iradelidir ve her işi yerinde
yapar.
Bu ayet, ilk ayetin sonunda vurgulanan anlamı somut
bir örnek halinde önümüze koyuyor. Bu örneği içine sindiren bir insan kalbi
düşünce, duygu, yöneliş ve hayata ilişkin tüm değer yargıları bakımından
köklü bir değişime uğrar.
İnsan kalbi, bu köklü değişimin sonunda, göklerde ve
yerdeki tüm güçlerden umudunu keserek yüce Allah'a bağlanır. Göklerdeki ve
yerdeki her türlü rahmet beklentisini içinden atarak umudunu yüce Allah'ın
rahmeti üzerine yoğunlaştırır. Bütün gök ve yer kapıları önünde kapanır,
sadece Allah'a açılan kapıdan medet bekler. Karşısındaki bütün gök ve yer
yolları tıkanarak sadece yüce Allah'a erdiren yolun doğrultusu ile başbaşa
kalır.
Yüce Allah'ın rahmetinin örnekleri çoktur. Bunlar
sayılara sığmaz. İnsanoğlu bu örneklerin sadece kendine yönelik olanlarını
bile izleyip belirlemekten acizdir. Bir düşünelim ki, yüce Allah, insanı
yoktan var etmiş, çeşitli ayrıcalıklarla onurlandırmış, "üstünde ve altında"
birçok olanağı buyruğuna sunmuş, bildiği ve çoğunu bilmediği birçok nimeti
eline vermiştir.
Yüce Allah'ın insanlara yönelik rahmeti birçok
örnekte somutlaşır. Bu örneklerin bir kısmı bağışlanan iyilikler, bir bölümü
de engellenen belâlar biçimindedir. Allah'ın rahmet kapılarını yüzlerine
açtığı kimseler bu rahmetin örneklerini her şeyde, her konumda, her durumda
ve her yerde bulurlar. Onlar bu örnekleri kendi üzerlerinde bulurlar, duygu
dünyalarında bulurlar, çevrelerinde bulurlar, oldukları yerde bulurlar,
yaşama tarzlarında bulurlar. İnsanların kaybını "mahrumiyet" saydıkları her
şeylerini yitirseler de bu böyledir. Buna karşılık yüce Allah'ın rahmetinden
uzak tuttuğu kimseler bu rahmetin her şeydeki, her konumdaki, her durumdaki
ve her yerdeki tezahüründen yoksun kalırlar. İnsanların varlığını "kısmet"
ve "hoşnutluk sebebi" saydıkları şeylerin tümünü yanı başlarında bulsalar da
bu böyledir.
Yüce Allah'ın rahmetinin eşliğinde olmayan her
nimetin kendisi bahtsızlığa dönüşür. Buna karşılık yüce Allah'ın rahmeti ile
kuşattığı her sıkıntının kendisi nimet haline gelir. İnsan yüce Allah'ın
nimetinin eşliğinde dikenler üzerinde uyusa, üzerinde uyuduğu dikenler rahat
bir döşeğe dönüşür. Buna karşılık Allah'ın rahmetinden yoksun kalan
kimselerin üzerinde yattıkları ipekli döşekler sipsivri dikenlere
dönüşürler. Allah'ın rahmeti ile en zor durumlar kolay ve rahat olur. Buna
karşılık Allah'ın rahmeti elini çekince en kolay durumlar, sıkıntıya ve
zorluğa dönüşür. Allah'ın rahmetinin eşliğinde içine düşülen tehlike-ler ve
korkunçluklar, güvene ve esenliğe dönüşürken O'nun rahmetinden yoksun olarak
girilen caddeler ve asfaltlar kaza ve ölüm kapanı olur.
Yüce Allah'ın rahmetinin eşliğinde "darlık" olmaz.
Darlık sadece O'nun rahmetinin kesintiye uğradığı durumlar için söz
konusudur. İnsan Allah'ın rahmetinin eşliğinde olunca, zindan hücrelerinin
kuytu köşelerinde, işkence hücrelerinde ve ölümün kapanında bile olsa
"dar"da olmaz. Buna karşılık Allah'ın rahmetinden yoksun kalan kimse nimet
ve refah denizlerinde yüzse bile `'rahat"lık ve "genişlik" bulamaz. Allah'ın
rahmeti ile bütünleşen kalplerden mutluluk, hoşnutluk ve güven pınarları
fışkırır. Buna karşılık Allah'ın rahmetinin uğramadığı kalplerde endişe,
keder, bezginlik, ızdırap ve sıkıntı akrepleri cirit atar. Diyelim ki, bu
tek kapı açılmış da diğer bütün kapılar, pencereler ve yollar yüzüne
kapanmış. Hiç aldırış etme; önün ferahlık, rahatlık, kolaylık ve bolluk-tur.
Buna karşılık diyelim ki, bu tek kapı yüzüne kapanmış da diğer bütün
kapılar, pencereler ve yollar önünde açılmış. Hiçbir işe yaramaz. Önün
darlık, ızdırap, dert, endişe ve sıkıntıdır.
Diyelim ki, bu "feyiz" kanalı üzerine doğru açılmış
da rızkın, evin, geçimin dar olmuş; hayatın sıkıntılı ve yatağın dikenli
olmuş. Üzülme, hiç önemi yok. Çünkü bolluk, rahat, güven ve mutluluk seni
beklemektedir. Buna karşılık bu "feyiz" kanalının sana gelen vanası kapanmış
ise yandın! Ne kadar rızkın bo1 olsa da, ne kadar her işin tıkırında gitse
de yararı yok. Önün darlık, sıkıntı, mutsuzluk ve belâdır.
Yüce Allah'ın rahmet musluğu kuruyunca mal, evlât
vücud sağlığı, maddi güç, rütbe, mevki, bütün bunlar endişe, sıkıntı ve
mutsuzluk kaynağı olurlar. Fakat ilâhi rahmetin muslukları açılınca bütün
varlık türleri birer huzur, rahat, mutluluk ve güven kaynağı olurlar.
Yüce Allah rızık musluklarını açınca eğer rahmeti de
birlikte gelirse rahat geçime ve refaha kavuşurlar. Bu durum dünyada bolluk
ve ahirette azık sağlar. Ama eğer rızık bolluğuna Allah'ın rahmeti eşlik
etmez ise bu zenginlik endişe, korku, kıskançlık ve kin sebebi olur. Bazen
cimrilik veya hastalık sebebi ile "mahrumiyet"e götürür; kimi zaman da
savurganlık ve değer bilmezlik yüzünden varlık tümü ile elden çıkar.
Çoluk-çocuk eğer yüce Allah'ın rahmetinin eşliğinde
gelirse, hayatın süsü, sevinç ve mutluluk kaynağı olurlar. Allah'a bağlı
birer mirasçı olarak ana-babanın sevap defterlerine yeni sevaplar
yazdırırlar. Buna karşılık yüce Allah'ın rahmeti eşliğinde kazanılmayan
çoluk-çocuk, ana-babanın başına belâ uğursuzluk, dert, mutsuzluk, gece
uykusuzluğu ve gündüz sıkıntısı olur.
Allah insana vücud sağlığı ve maddi güç verdiğinde
eğer bunlara O'nun rahmeti eşlik ederse, sahipleri için nimet, onurlu hayat
ve yaşama zevki kaynağı olurlar. Eğer bu nimetler yüce Allah'ın rahmetinden
ayrı düşerlerse sahiplerinin başına belâ kesilirler. Bu durumda sağlık ve
maddi güç vücudu yıpratan, ruhu yozlaştıran ve hesaplaşma gününün günah
birikimini kabartan birer iç düşman olurlar.
Yüce Allah'ın rahmeti eşliğinde verdiği rütbe ve
mevki, sahipleri için birer toplumu düzeltme aracı, birer güven kaynağı,
birer ahirete yönelik iyi birikim vesilesi olurlar. Eğer Allah'ın rahmet
muslukları kurursa, o zaman mevki ve rütbe sahipleri için birer endişe
kaynağı olurlar. Adam, onları her an kaybedeceği kuşkusu içinde yaşar. Bunun
yanı sıra saldırganlık ve azgınlık aracı olarak kullanılırlar. Ayrıca
sahiplerini kıskançlıklara ve düşmanlıklara hedef yaparlar. Adam bir türlü
huzur bulamaz, rütbesinin ve mevkiinin zevkini tadamaz olur. Bütün bunlara
ek olarak ahirete cehennemi boylamasına yol açarak bir sürü günah
biriktirir.
Geniş bilgi, uzun ömür, iyi mevki de öyle. Bunların
hepsi yüce Allah'ın rahmetinin eşliğinde başka, yüce Allah'ın rahmetinden
yoksun kaldıklarında başka olurlar. Az bilgi meyve verebilir, yararlı
olabilir. Kısa ömür bereketli ve verimli olabilir. Az gelir, Allah'ın
rahmeti sayesinde, insana mutluluk sağlayabilir.
Bütün bu konularda, durumlarda, olanlarda toplumlar,
tek tek kişiler gibi, milletler de fertler gibidirler. Açıkladığımız
örneklere göre bu iki kesimi biribiri ile karşılaştırabiliriz.
Allah'ın bir rahmeti de insanın Allah'ın rahmetini
algılayabilmesidir. Yüce Allah'ın rahmeti insanı sarabilir, kuşatabilir,
üzerine oluk oluk akabilir. Fakat insanın onun bilincine varması, onu
umması, onun geleceğine güvenmesi, şartlar ne olursa olsun onu beklemesi
başlı başına bir rahmettir. Buna karşılık insanın Allah'ın rahmetini
kafasından silmesi, ondan umut kesmesi, onun geleceğinden kuşku duyması,
başlı başına bir azaptır. Yüce Allah, hiçbir zaman mü'minleri bu azaba
çarptırmaz. Okuyalım:
"Allah'ın lütfundan sadece kâfirler ümitsiz olur"
(Yusuf Suresi 87)
Yüce Allah'ın rahmetini isteyen herkes her yerde ve
her durumda onu yanı başında bulur. Hz. İbrahim bu rahmeti ateşin içinde
buldu. Hz. Yusuf onu kuyunun dibinde ve zindanda buldu. Hz. Yunus onu üç
katlı karanlığın altında, balığın karnında buldu. Hz. Musa onu her türlü
güçten ve korumadan yoksun olduğu bebeklik döneminde nehrin dalgaları
arasında ve pusuda bekleyen, her yerde kendisini arayan azılı düşmanı
Firavun'un sarayında buldu. Mağaraya sığınan genç mü'minler onu bir
mağaranın kuytu köşesinde buldular. Oysa onlar onu önce köşklerde ve
evlerinde aramışlardı da sonra birbirlerine şöyle demişlerdi:
"Öyleyse mağaraya sığınınız, Rabb'iniz engin
rahmetinden size bir pay göndersin ve şu işinizde size kurtuluş yolu
göstersin (Kehf Suresi, 16)
Peygamberimiz ile yakın dostu Ebu Bekir bu rahmeti
Kureyşlilerin iz süren yoğun kovalamaları altında bir mağarada buldu. O'nu
O'na sığınan herkes bulur. Yalnız bunun için diğer insanın her şeyden
ümidini kesmiş olması, başka hiçbir yerde güç vehmetmemesi, başka hiçbir
yerden rahmet beklememesi, bütün kapılardan yüz çevirerek tek Allah'ın
kapısına yönelmiş olması gerekir.
Şunu da unutmamak gerekir ki, yüce Allah rahmetinin
kapılarını açınca bu rahmetin akışını hiç kimse durduramaz. Buna karşılık
yüce Allah rahmetinin akışını durdurunca onu kimse salamaz. Öyleyse hiç
kimseden ve hiçbir şeyden korkamaya gerek yok; hiç kimseye ve hiçbir şeye
umut bağlamaya da ihtiyaç yok. Ne fırsat kaçtı diye korkuya kapılmalı ve ne
de fırsat çıktı diye ümide kapılmalı. Bu konudaki tek yönlendirici faktör,
yüce Allah'ın dileğidir. Onun açtığını kimse kesemez ve O'nun kestiğini de
kimse salamaz. İş doğrudan doğruya Allah'ın elindedir. Çünkü:
"O üstün iradelidir ve her işi yerinde yapar."
Hiç kimseye danışmaksızın açar, ya da kapatır. Bu
açmasının ve kapatmasının arkasında her zaman bir hikmet hakli bir gerekçe
bulunur. Evet, ayeti tekrar okuyoruz:
"Allah'ın insanlara açtığı rahmeti hiç kimse
alıkoyamaz."
İnsanların, Allah'ın rahmetine erebilmek için
yapacakları tek iş, onu doğrudan doğruya O'ndan istemektir. Hiçbir aracıya,
hiçbir vesileye başvurmamaktır. Tam bir güven ve teslimiyetle, tam bir
umutla ibadete koyularak O'na yönelmektir. Devam adıyoruz:
"O'nun alıkoyduğunu da O'nun dışında hiç kimse
salamaz."
Öyleyse ne bir Allah kuluna umut bağlamalı ve ne de
bir Allah kulundan korkmalıdır. Çünkü yüce Allah'ın alıkoyduğu bir rahmeti
hiç kimse salamaz. Bu ayet insan vicdanına ne güçlü bir huzur ve güven
aşılıyor; duyguları, düşünceleri ve değer yargılarını ne kadar berrak hale
getiriyor değil mi? Bir tek ayet, yeni bir yaşama tarzının ana hatlarını
belirliyor, insan kafasına bu yeni hayatın değişmez değer yargılarını
yerleştiriyor. Bu değer yargılarının ölçüleri, kriterleri sarsılmaz, zigzag
çizmez ve dış etkenlerin baskısına kapılarak değişmez. Bu etkenler ister
gitsin, ister gelsin; ister büyük, ister küçük olsun; ister önemli, ister
önemsiz olsunlar; kaynakları ister insanlar, ister olaylar, isterse nesneler
olsun, fark etmez.
Eğer bu tek ve net kavram bir insanın kalbine
yerleşse, o kimse bütün olaylara, bütün dış nesnelere, bütün kişilere, bütün
güçlere, bütün değer yargılarına, bütün bakış açılarına karşı yalçın dağlar
gibi direnir. İsterse bütün insanlar ve cinler başına yüklensinler. Ne önemi
var. Çünkü onlar yüce Allah'ın kıstığı bir rahmetin musluğunu açamazlar ve
Allah'ın açtığı bir rahmetin musluğunu da kesemezler. Çünkü "O üstün
iradelidir ve her işi yerinde yapar."
Kur'an-ı Kerim, İslâmın ilk günlerinde o şaşırtıcı
insan grubunu işte bu ve benzeri ayetler ile, bu tür belirli kalıplara
dökerek meydana çıkarmıştı. O örnek insan grubu yüce Allah'ın gözü önünde
O'nun Kur'an'ı aracılığı ile yetiştirilmişti. Sonradan bu bir avuç insan,
yüce Allah'ın gücünün somut bir aracı olmuştu. Yüce Allah, bu bir avuç insan
aracılığı ile istediği inanç sistemini, istediği düşünceyi, istediği değer
yargılarını, istediği sosyal kurumları ve rejimi kurmuştu. Onlar aracılığı
ile istediği ve bugün bize hayal gibi, rüya gibi görünen yaşama örneklerini
pratiğe yansıtmıştı.
Bu örnek toplum yüce Allah'ın bir gücü idi. Onu
dünyada dilediği kimselerin üzerine salıyor, ona yaptırım gücü sayesinde
pratik hayatta ve insanlar üzerinde dilediği reformları yapıyor, silmek
istediği değerleri ve uygulamaları siliyor, ortaya koymak istediği değerleri
ve kurumları ortaya koyuyordu.
Çünkü o seçkin toplum, Kur'an'ın sadece sözleri ile
ve sadece güzel anlamları ile ilgilenmiyordu. O toplum bunlardan çok
Kur'an'ın somutlaştırdığı gerçekler ile ilgileniyor, gündelik hayatın ı bu
gerçeklere göre düzenliyordu.
Kur'an bugün de insanların ellerindedir. O ayetleri
ile ilk müslüman fertleri gibi fertler ve ilk İslâm toplumu gibi toplumlar
oluşturabilir. Bu fertler ve toplumlar yüce Allah'ın izni ile O'nun silmek
istediğini silebilir ve O'nun ortaya koymak istediğini ortaya koyarlar.
Bunun için bu davranış kalıpların kalplere yerleşmesi gerekir. İnsanlar bu
davranış kalıplarını ciddiye almalı, onları elle tutar ve gözle görürcesine
algılayarak gerçek anlamda pratiğe yansıtmalıdırlar.
Şimdi bir işim daha var. Bu ayeti okurken tanıdığım
bana yönelik özel bir rahmetine karşılık yüce Allah'a hamd etmek istiyorum.
Anlatayım:
Şu anda bu ayeti okurken sıkıntı, bunalım, ruh
darlığı ve ızdırap içinde idim. Ruhum kurumuş, içim kararmış, sıkıntıdan
bunalmış bir durumdayken bu ayet karşıma çıktı. Böyle zor bir anımda bu
ayetle yüzyüze geldim. Bu hava içinde bu ayetin özünü kavramaya, gerçek
mahiyetini içimde özümlemeye beni muvaffak etti. Ayetin özü sanki burnuma
çektiğim kokusunun, içime dalda dalga yayılışını hissettiğim bir misk idi. O
kavradığım soyut bir anlam değil, attığım somut bir gerçekti. Bu bana
yönelik başlı başına bir rahmet idi. Bu rahmet, ayetin pratik açıklaması
halinde ruhuma doluyordu. Allah'ın açtığı bir musluktan içime gürül gürül
akıyordu.
Ben bu ayeti daha önce birçok kez okumuştum;
sözcükleri birçok kez gözlerimin önünden geçmişti. Fakat şu anda duru bir su
gibi içime akıyor, ruhumda anlamı somutlaşıyor, soyut gerçeği varlığımla
bütünleşiyor ve bana şöyle fısıldıyor: İşte o benim, yüce Allah'ın kanalını
açtığı rahmetin bir örneğiyim. Gör bakalım, nasıl olduğunu.
Çevremde değişen hiçbir şey yok. Fakat her şeyin
duygu dünyamdaki algısı değişiverdi. İnsan kalbinin, bu ayetin içerdiği gibi
bir evrensel gerçeğe açılması son derece büyük bir nimettir. İnsanın tattığı
ve yaşadığı bir nimet. Fakat insan çoğunlukla böyle bir nimeti tanımlayamaz;
yazıya, kelimelere dökerek başkalarına aktaramaz. Ben bu nimeti yaşadım,
tattım ve tanıdım. Bütün bunlar hayatımın en sıkıntılı ve içimin en kararmış
bulunduğu, en bunalımlı anlarımda oldu.
Bir anda rahatlık, genişlik, huzur, doygunluk
buluyorum. Kendimi bütün bağlardan kurtulmuş, bütün sıkıntıların baskısından
sıyrılmış hissediyorum, tüy gibi hafifim. Oysa deminki yerimdeyim! Bu
Allah'ın rahmetidir, O'nu musluğunu istediği kimse açarak bir ayeti
aracılığı ile kalbine gürül gürül akmasını sağlar. Yüce Allah'ın bir tek
ayeti insanın kalbine bir ışık penceresi açar, bir pınar olup duru su
fışkırtır; hoşnutluğa, güvene, huzura ve esenliğe erdiren bir yol olur.
Bütün bunlar göz açıp kapayıncaya, bir nefes alıp verinceye, bir kez kalp
atıncaya kadar kısa bir süre içinde gerçekleşir. Allah'ım, sana hamd olsun.
Ey şu Kur'an'ı mü'minler için rahmet ve hidayet kaynağı olarak indiren
Allah'ım.
NİMETLERİ HATIRLAMA
Hayatımın bu unutulmaz anını yazıya geçirdikten
sonra surenin kaldığımız yerine dönüyoruz. Önümüzde duran üçüncü ayetin,
birinci ve ikinci ayetin mesajını vurgulayarak tekrarladığını görüyoruz. Bu
ayette insanlara, yüce Allah'ın kendilerine yönelik nimetleri
hatırlatılıyor. O ortaksız yaratıcı, ortaksız rızık vericidir. O kendisinden
başkası olmayan tek ilâhtır. İnsanlar bu açık ve net gerçeği nasıl göz ardı
ediyorlar, hayret- doğrusu! Okuyoruz:
3- Ey insanlar,
Allah'ın size yönelik nimetlerini hatırlayınız. Size gökten ve yeryüzünden
rızık sağlayan Allah'tan başka bir yaratıcı var mı? O'ndan başka ilâh
yoktur. Nasıl oluyor da bu gerçeği göz ardı ediyorsunuz?
Yüce Allah'ın nimetleri karşısında insanların
yapmaları gereken tek şey onları hatırlamaktır. O zaman bu nimetlerin belli
ve açık oldukları fark edilir. İnsanlar onları görebilirler,
algılayabilirler, onlara elleri ile dokunabilirler. Fakat bu nimetler
unutulursa belleklerinden uzak kalır.
Çevrelerini kuşatan gök ve yer insanlara oluk oluk
nimet akıtmakta, gürül gürül rızık yağdırmaktadır. Her adımda, her an yüce
Allah'ın gökten yağan ve yerden biten yeni bir nimeti, yeni bir bağışı ile
karşılaşıyoruz. Yüce Allah, kullarına böylesine nimet yağdırıyor. İnsanlara
bu yaygın nïmetleri bağışlayan, bu ardı arkası gelmez rızıkları sunan
Allah'dan başka bir yaratıcı mı var? Asla, insanlar böyle bir iddia ileri
süremezler. En koyu ve en sapık müşriklik dönemlerinde bile böyle bir iddia
ileri sürmeye dilleri varmamıştır. Kullara rızık sunan, Allah'dan başka bir
yaratıcı olmadığına göre ir`sanlar O'nu niye hatırlamıyor, O'na niye
şükretmiyorlar? Niye Allah'a hamd etmekten, övgüyü ve sığınmayı sırf O'nun
dergâhına yöneltmekten kaçınıyorlar? O "kendisinden başkası olmayan tek
ilâhtır" insanlar bu tartışma götürmez gerçeğe inanmaktan nasıl sapıyorlar.
Ayetin deyimi ile;
"Nasıl oluyorda hu gerçeği göz ardı ediyorsunuz?"
İnsanın böyle bir gerçeği görmezlikten gelmesi
gerçekten şaşırtıcı bir şeydir. Oysa elindeki rızık hep onu bu gerçek ile
yüzyüze getiriyor. Bu açık gerçeği itiraf etmekten kaçınması mümkün olmayan
kimsenin Allah'a hamd etme, O'na şükretme görevini göz ardı etmesi de
şaşılacak bir iştir.
Bu üç güçlü ve köklü mesaj bu surenin ilk kesitini
oluşturur. Bu üç mesajın her biri, içerdiği köklü gerçeğin vicdanlara
yerleşmesi halinde, insanı yeniden yaratılmış gibi bir yapı değişikliğine
uğratır. Bu mesajların her üçü farklı yönlere yönelmekle birlikte aslında
uyumlu bir bütün oluştururlar.
Surenin ilk "kesit"i bu üç köklü mesajla noktalandı.
Bu köklü mesajlar şu üç temel gerçeği vurguluyordu: Her şeyi yoktan var eden
yaratıcının birliği gerçeği "Rahmet"in O'nun tekelinde olduğu gerçeği
"Rızık" verenin tek başına O olduğu gerçeği.
Surenin ikinci "kesit"inde önce Peygamberimize
sesleniyor. Kendisi teselli ediliyor; gönlünü hoş tutması, müşriklerin
yalanlamalarını dert edinmemesi isteniyor. Çünkü bu yüce Allah'ın elinde
olan bir iştir. Bu "kesit"in ikinci seslenişi tüm insanlara yöneltiliyor.
Onlara şu gerçekler hatırlatılıyor: Yüce Allah'ın verdiği söz gerçektir.
Şeytanın oyunları karşısında dikkatli olmalı, yukarda sayılan temel
gerçekleri göz ardı etmeleri yolundaki kışkırtmalarına kapılmamalıdırlar.
Eğer kışkırtmalarına kapılırlarsa şeytan onları cehenneme sürükler. Çünkü o
insanoğlunun eski ve amansız düşmanıdır. Bu arada ahiret hesaplaşması
konusunda açıklama yapılıyor. Mü'minlerin alacakları ödül ile sözü geçen
"amansız düşman"ın tuzağına düşen kâfirlerin çarpılacakları cezanın ne
olduğu anlatılıyor. Son olarak yine Peygamberimize dönülüyor, müşrikler iman
etmiyorlar diye üzülmemesi, hayıflanmaması telkin ediliyor. Çünkü hidayet ve
sapıklık yüce Allah'ın elindedir ve Allah "Onların neler yaptıklarını
herkesten iyi bilir.
ŞEYTANIN HİLESİ
4- Ey Muhammed, eğer
onlar seni yalanlıyorlarsa bil ki, senden önceki nice peygamberler de
yalanlanmıştır. Her işin çözümü Allah'a götürülecektir.
Senin o müşriklere duyurduğun gerçekler açık, belli
gerçeklerdir. Eğer anlattıklarını yalanlıyorlarsa bunun sana zararı yok. Sen
diğer peygamberlerden farklı bir örnek değilsin:
"Senden önceki nice peygamberler de
yalanlanmışlardır."
Mesele tümü ile yüce Allah'ın elindedir:
"Her işin çözümü Allah'a götürülecektir."
"Duyurma" ve "yalanlama" sadece birer sebep, birer
araçtır. İşlerin sonuçları yüce Allah'ın tekelindedir. O bu sonuçları
istediği gibi tasarlayıp yürürlüğe koyar. Bunun arkasından insanlara
sesleniyor:
5- Ey insanlar,
Allah'ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın, sakın
şeytan, sizi Allah'ın affına güvendirerek ayartmasın.
6- Şeytan kesinlikle
size düşmandır. Onu siz de düşman tutunuz. O taraftarlarını
cehennemliklerden olmaya sürükler.
Yüce Allah'ın sözü gerçektir. Kesinlikle günü
gelecek, bunda şüphe yok. Bir gün kesinlikle gerçekleşecek, boşa çıkması söz
konusu değil. O'nun sözü gerçektir ve gerçek kesinlikle ortaya çıkar. O ne
kaybolur, ne geçersizliğe uğrar, ne havaya gider, ne hedefinden sapar. Fakat
dünya hayatı aldatıcı ve ayartıcıdır:
"Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın."
Ayrıca şeytanın işi-gücü de sizi kışkırtıp baştan
çıkarmaktır. Onun size zarar vermesine fırsat vermeyiniz;
"Sakın şeytan sizi Allah'ın affına güvendirerek
ayartmasın."
Şeytan sizin düşmanınız olduğunu ve bu düşmanlığında
ısrarlı olduğunu açıkça ilân etmiştir. O halde;
"Onu siz de düşman tutunuz."
Ona yanaşmayız, onun telkinlerini iyiliğinize
sanmayınız, onun izinden gitmeyiniz. Çünkü aklı başında insan düşmanın
peşinden gitmez. O sizi iyiliğe çağırmaz, sizi kurtuluşa erdirmez:
"O taraftarlarını cehennemliklerden olmaya
sürükler."
Hiç bir aklı başında insan, kendisini cehenneme
sürüklemek isteyen çağrıya olumlu karşılık verir mi?
Bu gerçekçi bir psikolojik dokunuştur. Çünkü insan
ezeli düşmanı şeytan ile arasındaki bitimsiz savaşı göz önüne getirince tüm
gücü ile ve tüm uyanıklığı ile dikkat kesilir; kendini savunma, özünü koruma
içgüdüsü harekete geçer. Tüm dikkati ile şeytanın ayartma ve baştan çıkarma
girişimlerine karşı koyar. Şeytanın kalbine girerken kullanabileceği
kanalları yoklar. Her türlü iç fısıltıya karşı kulak kesilir. Bütün bunları
hemen yüce Allah'ın şeytan tuzaklarını tanımaya ilişkin ölçülerine vurmaya
koşar. İçinde beliren dürtüler belki de düşmanının gizli manevralarıdır diye
düşünür.
Kur'an insanın vicdanında böylesine tedbirli bir
savunma bilinci oluşturmayı amaçlar. İnsandan her an şeytanın
kışkırtmalarına, şeytanın ayartma girişimlerini savmaya hazır olmasını
ister. Herhangi bir dış düşman karşısında, herhangi bir gizli komplo
karşısında nasıl uyanık olmak gereğini duyuyorsa şeytanın saptırma
girişimleri karşısında da her an eli tetikte olsun ister. Kötülüğe ve
kötülüğün ön sebeplerine karşı, şeytanın içine fısıldadığı sürekli iğvalara
karşı bu iğvaların dışa yansıyan dâvetiyelerine karşı insanın bilinçli
olmasını bekler. Hiçbir an durmayan, dünya durdukça hızından hiçbir şey
kaybetmeksizin devam edecek olan bu amansız savaşta gözünü dört açmanın
gerekliliğini telkin eder.
Bu hazırlıklı olma, uyanıklık ve dikkatli olma
telkinin, şeytanın çağrısına uyan kâfirlerin akıbeti ile bu çağrıya karşı
koyan mü'minlerin sonuna ilişkin bir açıklama izliyor. Okuyalım:
7- Kâfirler ağır bir
azaba çarptırılacaktır. İman edip iyi ameller işleyenler ise bağışlanma ve
büyük ödül beklemektedir.
Bu açıklamanın arkasından şeytanın ayartmasının
niteliği hakkında bilgi veriliyor. Şeytanın davranış tarzı tanıtılıyor. Bu
kapı açılınca arkasından bütün kötülükler geliverir. Bu kapının önünde bir
sapık yolu açılır. Bu yola girip bir kaç adım atan kimse bir daha geri
dönemez. Okuyoruz:
8- Kötü işi
allandırılıp pullandırılarak gözüne güzel gösterilen kimse davranışlarını
süzgeçten geçiren, gerçekçi biri gibi olur mu? Allah dilediğini saptırır,
dilediğini de doğru yola iletir. Sakın onlar için hayıflanma. Hiç kuşkusuz
onların neler yaptıklarını Allah iyi bilir.
Evet, şimdi ayetin cümlelerini irdeleyelim:
"Kötü işi allandırılıp pullandırılarak gözüne güzel
gösterilen kimse."
Bu durum, tüm kötülüklerin anahtarıdır. Düşünelim
ki, şeytan insanın kötü davranışını süsleyip püsleyerek onu kendisine güzel
bir iş gibi gösteriyor. Adam kendini ve yaptığı her işi beğeniyor. Hiçbir
işinin arkasından acaba neresinde hata yaptım, neresinde kusur işledim diye
bir kuşkuya kapılmıyor. Çünkü hata yapmayacağından emindir, yaptığı her işin
doğru olduğuna kesinlikle inanmaktadır. Elinden çıkan her işi övmektedir.
Kendinden kaynaklanan her davranışa hayrandır. Yaptığı bir işi gözden
geçirmeyi, herhangi bir işin, ileri sürdüğü herhangi bir görüşün başkası
tarafından süzgeçten geçirilmesine katlanamaz çünkü yaptıkları vé
düşündükleri kendi gözünde güzeldir. Onları renkli gözlüklerin arkasından
görmekte, hepsine bayılmaktadır. O halde eleştirilecek yanları eksik
bulunacak yerleri yoktur.
Bu zihniyet, şeytanın insan başına sardığı bir
belâdır. Onun insanın boynuna taktığı bir yulardır. O yularla adamı
sapıklığa, mahvolmaya sürükler. Buna karşılık yüce Allah'ın alınlarına
"hidayet" ve "hayır" yazdığı kimseler de vardır. Yüce Allah bunların
kalplerine duyarlık, çekingenlik, kendini denetleme ve özünü hesaba çekme
duygusu aşılar. Bunlar yüce Allah'ın "tuzağından" kalplerinin değişmesi
ihtimalinden, hatadan, ayaklarının kaymasından, kusur işlemekten, yetersiz
kalmaktan hiçbir zaman emin olmazlar. Davranışlarını sürekli biçimde
süzgeçten geçirirler, kendilerini her an hesaba çekerler, her an şaytanın
tuzağından çekinirler sürekli Allah'ın yardımını beklerler.
İşte bu nokta hidayet ile sapıklık arasındaki,
başarı ile mahvolmaya sürüklenmek arasındaki yol ayırımıdır.
Bu son derece derin ve duyarlı bir psikolojik
gerçektir. Kur'an bu gerçeği, sayılı birkaç sözcükle dile getirir.
Tekrarlıyoruz:
"Kötü işi allandırılıp pullandırılarak gözünü güzel
gösterilen kişi." Böyle bir adam bir sapıtmışlık, mahvolmuşluk, kötülüğe
balıklama dalmışlık örneğidir. Bütün bu kötülüklerin anahtarı o allandırıp
pullandırma işlemi, o aldanma, kalbi ve gözü kör eden perdedir. Böyle bir
insanın hiçbir işi iyi olmaz. Çünkü yaptığı iş kötü olduğu halde iyi iş
yaptığına inanır. Hiçbir hatasını düzeltemez. Çünkü hata etmeyeceğinden
emindir. Hiçbir bozuk yanını onarmaz. Çünkü bozuk bir yanın olmadığına
güvenmektedir. Kötülüğün herhangi bir sınırında duracağını da
bekleyemezsiniz. Çünkü attığı her adımın yapıcı ve yerinde olduğunu sanır.
Bu zihniyet bir kötülük kapısı, bir belâ penceresi
ve frensiz bir sapıtmanın anahtarıdır.
Ayetin cümle yapısı aslında soru biçimindedir: "Kötü
işi allandırılıp pullandırılarak gözüne güzel gösterilen kişi için ne
dersiniz?" Bu soruya cevap da verilmiyor. Amaç her cevaba açık olmasıdır. Bu
cümle şu örneklerde görüldüğü gibi çeşitli şekillerde tamamlanabilir: Böyle
bir kimsenin islâh olması, tevbe etmesi umulabilir mi? Böyle bir kimse
kendini hesaba çeken, yüce Allah'ın denetimini üzerinde hisseden kimse gibi
olabilir mi? ßöyle bir kimse, hiç alçak gönüllü ve kötülükten sakınan kimse
gibi olabilir mi? Bu soru cümlesi daha başka türlü de tamamlanabilir. Bu
üslubun örneklerinde Kur'an'da sık sık rastlanır.
Ayetin devamında bu soruya, dolaylı biçimde sözünü
ettiğimiz cevaplardan biri verilmektedir. Okuyalım:
"Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola
iletir. Sakın onlar için hayıflanma."
Sanki yüce Allah şöyle demek istiyor: Allah böyle
bir kişinin alnına sapıklığı yazmıştır, o böyle bir damga ile damgalanmayı
haketmiştir. Çünkü şeytan ona kötü işlerini güzel göstermiştir; böylece
önüne öyle bir kötülük kapısı açmıştır ki, bu kapıdan içeri giren hiçbir
sapık bir daha geri çıkamaz.
Evet, Allah dilediğini saptırır, dilediğini de
hidayete erdirir. Fakat bu durum, sapıklığın ve hidâyetin adamlara yansıyan
özelliğine bağlı olarak meydana gelir. Sapıklık karakteri insanın aslında
kötü olan davranışını iyi görmesinde kendini gösterir. Hidayet karakteri de
kendini denetleme, hesaba çekme, çekinme ve sakınma titizliğinde ortaya
çıkar. Bu nokta hidayet ile sapıklık arasındaki yol ayırımı ve ara kesittir.
Durum böyle olduğuna göre, ey peygamber; "Sakın
onlar için hayıflanma."
Bu mesele, yani hidayet ve sapıklık meselesi,
insanoğlunun yetki alanına giren işlerden değildir. Bu insan isterse
peygamber olsun. Mesele bütünü ile yüce Allah'ın tekelindedir. Kalpler yüce
Allah'ın iki parmağı arasındadır. Bakışları ve kalpleri istediği tarafa
döndüren O'dur. Yüce Allah bu gerçeği vurgulamakla Peygamberimizi teselli
ediyor, yüreğine su serpiyor. Hemşehrilerinin sapıklığı ve bu sapıklığın
sonucunda karşılaşacakları acı akıbet karşısında merhamet ve şefkat dolu
kalbinin acılarının dinmesini istiyor. "Ama bu adamlar doğru yola gelsinler
getirip öğrettiğim gerçeği tanısınlar diye" kendisini harap etmemesini
telkin ediyor. Bu normal, insanca bir arzudur. Yüce Allah, kalbinde beliren
bu arzu yüzünden onu okşuyor ve kendisine açıklıyor ki, bu iş onun elinde
değildir, bütünü ile Allah'ın yetki tekelindedir.
Temsil ettiği dâvanın değerini, üstünlüğünü,
yararlılığını kavrayan her samimi dâva adamı, insanların çağrısını
umursamadıklarını, sözlerine sırt çevirdiklerini, çağrının içerdiği iyiliği
ve üstünlüğü fark edemediklerini, tanıttığı gerçekten ve olgunluktan
yararlanamadıklarını görünce bu hayıflanma duygusuna kapılabilir. En iyisi
dâva adamları, Peygamberimize yüce Allah'ın iltifatını kazandıran bu ince
gerçeği bilmeli ve olanca güçleri ile dâvalarını tanıtmaya gayret etmeli,
sonra da yüce Allah'ın kurtuluş ve düzelme nasip etmediği kimseler için
üzülmemeli, yürekleri yanmamalıdır. Ayetin son cümlesini okuyalım:
"Hiç kuşkusuz onların neler yaptıklarını Allah
bilir."
Yüce Allah insanların neler yapacaklarını ilişkin
bilgisine göre hidayet ile sapıklığı aralarında paylaştırır. Yüce Allah bu
gerçeği meydana gelmeden önce bildiği gibi gerçekleştikten sonra da bilir ve
ezeli bilgisi uyarınca hidayet ile sapıklık şıklarından birini paylarına
ayırır. Fakat onları bu ön bilgisine göre değil, ön bilgisi uyarınca
gerçekleşecek davranışlarına göre hesaba çeker.
Böylece surenin ikinci "kesit"i burada noktalanıyor.
Bu kesit ilk kesit ile bütünleşmiş olduğu gibi, bir sonraki kesitle uyum
içindedir.
EVRENDEN KESİTLER
Surenin bu üçüncü "kesit"i evrenin çeşitli alanında
gerçekleşen ardışık gezilerden oluşur. Kur'an bu gezilerde iman kanıtlarını
sunar, gözler ve basiretler önüne serilen sahnelerden deliller ve dayanaklar
devşirir.
Bu ardışık geziler, hidayet ile sapıklığın söz
konusu edilmesinden, çağrısına yüz çevirenlerin olumsuz tutumu karşısında
yüreği yanan Peygamberimizin teselli edilmesinden, bu işin yetkilisine, yani
insanların neler yaptıklarını iyi bilen yüce Allah'a gerektiğinin
belirtilmesinden sonra gündeme geliyor. Buna göre kim iman etmek istiyorsa,
evren kitabının sayfalarına yansıyan iman delillerini önünde bulur. Bu
delillerin gizli-kapaklı bir yanı ve ne de karmaşık bir tarafı vardır. Buna
karşılık sapıtmak isteyen de bile bile, yol gösterici bütün kanıtlar
ortasında inadına sapıtır.
Meselâ ölümden sonraki hayat sahnesi bir delildir.
Yeniden dirilip biraraya gelmenin delilidir. İnsanın topraktan yaratılması,
arkasından şu gördüğümüz gelişmiş varlığa dönüşmesi delildir. İnsanın bütün
yaratılış ve hayat evreleri açık bir kitapta yazılı olan belirli bir tasarı
uyarınca gerçekleşmektedir.
Farklı sulardan oluşmuş denizlerin sahnesi ve bu
suların değişik tadlarda yaratılmaları bir delildir. Bu iki su türünde de
yüce Allah'ın insanlara sunulmuş çeşitli nimetleri vardır. Bu nimetler
şükretmeyi ve kadirşinaslığı gerektirir. Biribirleri ile bütünleşen, uzayan
ve kısalan gece ve gündüz sahnesinde delil vardır. Bu iki ardışık doğal
olguda yüce Allah'ın tasarlayıcılığına ve planlı yöneticiliğine ilişkin
delil vardır. Şu duyarlı ve şaşırtıcı evrensel düzenin yasalarına boyun eğen
güneş ve ay sahneleri de birer delildir.
Bunların hepsi engin evren alanında gözler önüne
serilmiş deliller, göstergelerdir. Bunların kanıtladıkları gerçek şudur:
Bütün bunların yaratıcısı ve sahibi yüce Allah'dır. Allah bir yana
bırakılarak tapılan putlar ne ses işitirler ne karşılık verirler ve ne de
evrende tek bir çekirdek kabuğunun sahibidirler. Onlar kıyamet günü
kendilerine tapan sapıkları tanımazlıktan gelirler, sorumluluklarına
katılmaya yanaşmazlar. Öyleyse haktan sonra sapıklıktan başka ne var ki?
Şimdi bu kesiti oluşturan ayetleri incelemeye
geçelim:
9- Bulutları
sürükleyen rüzgârların estiricisi Allah'dır. Biz bulutları ölü bir yöreye
göndererek onlar aracılığı ile ölü toprağı diriltiriz. İşte yeniden diriliş
olayı da böyledir.
Kur'an'da imanın evrensel delilleri sunulurken bu
sahne sık sık karşımıza çıkar. Denizlerden kaldırdığı buharlarla bulutları
oluşturup önlerinde sürükleyen rüzgârların sahnesi yani. Gerçekten sıcak
rüzgârlar buharlaşmaya yol açarlar. Soğuk rüzgârlarda da bu buharları
yoğunlaştırıp bulut haline getirirler. Sonra yüce Allah, bu bulutları, hava
akımları aracılığı ile değişik hava katmanlarına gönderir. Bu bulutlar sağa
sola dağılarak yüce Allah'ın istediği, sürükleyicileri olan rüzgârların ve
hava akımlarını O'nun izni uyarınca götürdükleri yerlere giderler. Sonunda
dilediği bir yere, "ölü bir yöreye" varırlar. Burası yüce Allah'ın
bilgisinde o bulut aracılığı ile hayata kavuşacağı belirlenmiş bir yöredir.
Şu yeryüzündeki tek hayat kaynağı şudur:
"Bu bulutlar aracılığı ile ölü toprağı diriltiriz."
Böylece insanların umursamazlıkları ve
ilgisizlikleri ortasında her an olan olağanüstü olay bir daha gerçekleşir.
Her an bu olağanüstü olay olduğu halde, insanlar ahiretteki yeniden
dirilmeyi akıllarına sığdıramıyorlar, oysa bu olay dünyada her gün gözleri
önünde yineleniyor:
"İşte yeniden diriliş olayı da böyledir."
Yalın, sade, hemen anlaşılabilir bir ifade
karşısındayız. Hiçbir karmaşık yanı, tartışmaya yol açacak hiçbir
belirsizliği yoktur.
Kur'an'da evrensel iman delilleri sunulurken, bu
sahne sık sık karşımıza çıkarılıyor . Çünkü her şeyden önce bu olay somut,
elle tutulur bir kanıttır. Göz göre göre inkâr edilemez. Ayrıca bu sahne
uyanık bir kalp tarafından algılandığında onu şiddetle sarsar, kendine
yönelen duygulardan duyarlığı keskinleştirici titreşimler meydana getirir.
Bunların yanı sıra güzel, göz alıcı, gönül açıcı bir sahnedir. Özellikle bir
çölde olduğunuzu düşünün. Bugün çevreyi geziyorsunuz. Her taraf kupkuru bir
kum denizi. Ertesi gün aynı çevreyi geziyorsunuz. Bu defa yağan yağmurların
etkisi ile ortalık yeşermeye, canlanmaya başlamış. Kur'an insanların
gündelik hayatlarında tanıdıkları ve umursamaz duygularla geçiştirdikleri
olayları ve sahneleri "uyarıcı" olarak kullanır. Çünkü bu olaylar ve
sahneler dikkatle izlendiklerinde olağanüstü ve şaşırtıcı oldukları görülür.
Ölülerde nabzı atan hayat sahnesinden sonra
enteresan bir noktaya, psikolojik bir espriye dayalı bir bilinç konusuna
geçiliyor. Üstünlük, şeref, itibar ve prestij konusuna geçiliyor. Bu
ayrıcalık ile Allah'a yükselen güzel söz ve Allah'ın kendi katına
yükselttiği iyi amel arasında bağ kuruluyor. Sonra bunun karşı sayfası
sunuluyor. Kötü komploların ve pis tuzakların sayfası ki, bunlar boşa çıkar,
etkisiz kalır. Okuyoruz:
10- Kim itibar ve
üstünlük isterse bilsin ki, itibar ve üstünlük tümü ile Allah'ın
tekelindedir. Güzel söz O'na yükselir, iyi ameli de O yükseltir. Kötü amaçlı
komplolar düzenleyenler ağır bir azaba çarpılacaklardır. Ayrıca onların
komplosu da boşa çıkar, verimsiz olur.
Bir yanda ölü vücutlarda nabzı atan hayat, öbür
yanda güzel söz ile iyi amel. Bunların arasındaki ilişki nedir? Herhalde her
ikisinde de nefes alıp veren "temiz hayat" ile bir de evrenin ve hayatın
özünde bu ikisi arasında bulunan ortak bağ. Bu ortak bağa daha önce İbrahim
suresinde değinilmişti:
"Allah'ın güzel sözü neye benzettiğini görmüyor
musun? O, onu yerin derinliklerine kök salmış ve dalları göğe tırmanan
yararlı bir ağaca benzetiyor." "O ağaç sürekli olarak meyve verir. İnsanlar
öğüt alsınlar diye Allah onlara çeşitli örnekler verir."
"İğrenç söz de kökü yerden kesilmiş, dik duramayan,
acı meyvalı bir ağaca benzer." (İbrahim Suresi, 24-26)
Bu, sözün özü ile ağacın arasındaki gerçek bir
benzerliktir. Ayrıca her ikisinde de hayat ve gelişme yeteneği vardır. Ağaç
nasıl büyüyor, uzuyor ve meyve veriyorsa, söz de öyle. O gelişiyor, boy
atıyor ve meyvesini veriyor.
Mekkeli müşrikler, dini otoritelerini devam
ettirebilmek için bu sapık inançlarına sarılıyorlardı. İnanç sömürüsü yolu
ile Kureyş kabilesi, diğer Arap kabilelerini egemenliği altında tutuyordu.
Bu egemenlik, Kureyş kabilesine çeşitli avantajlar, çıkarlar sağlıyordu. Bu
avantajların başında doğallıkla prestij, üstünlük ve itibar geliyordu. Bu
yüzden peygamberimize şöyle demişlerdi:
"Eğer seninle birlikte doğru yola girersek,
yurdumuzdan atdırız." (Kasas Suresi, 57)
Oysa yüce Allah onlara şöyle diyor:
"Kim itibar ve üstünlük isterse bilsin ki, itibar ve
üstünlük bütünü ile Allah'ın tekelindedir."
Bu gerçek kalplere iyice yerleştiği takdirde bütün
ölçüleri, bunun yanı sıra bütün yöntemleri ve planları kesinlikle
değiştirir.
Evet, itibar ve üstünlük bütünü ile Allah'ın
tekelindedir. O'nun en küçük bir zerresi bile Allah'dan başkalarının elinde
değildir. Öyleyse kim prestij ve üstünlük elde etmek istiyorsa, onu
alternatifi olan kaynağında, yani yüce Allah'ın katında arasın. Onu ancak
orada bulabilir. Başka hiç kimsenin yanında, hiç kimsenin koltuğu altında,
hiçbir sebebin aracılığında onu bulamaz. Çünkü "itibar ve üstünlük bütünü
ile Allah'ın tekelindedir."
Kureyşli kodomanlar itibarı ve üstünlüğü putperest
Arap kabileleri arasında arıyorlardı. Bu yüzden bu kabilelerin sapık
putperestliklerine sahip çıkıyorlar, onun koruyucusu kesiliyorlardı. Bunun
sonucu olarak kendi ağızları ile "doğru"luğunu itiraf ettikleri hak yola
girmeye cesaret edemiyorlardı. Bu yola girseler prestijlerinin, kabileler
arasındaki itibarlarının sarsılacağından korkuyorlardı. İşte bu Arap
kabileleri vardı ya, onlar prestijin ve itibarın kaynağı değillerdi. Ne bir
kimseye itibar bağışlayabilir ve ne de bir kimsenin itibarını geri
alabilirlerdi. Çünkü "itibar ve üstünlük bütünü ile Allah'ın tekelindedir."
Eğer bu beylerin bir gücü varsa, bunun ilk kaynağı yüce Allah'dır. Eğer bu
beylerin bir itibarı varsa onu kendilerine Allah bağışlamıştır. Öyleyse kim
güç ve itibar arıyorsa, bunun ilk kaynağına başvursun. Sermayesini bu
kaynağa borçlu olan aracıların, simsarların peşinden koşmasın. O zaman gücü
ve itibarı bütünü ile tekelinde bulunduran ana kaynaktan pay alabilir.
İnsanların ellerindeki kırıntılara ve döküntülere el açmasınlar. Çünkü bu
insanlar kendisi gibi muhtaç, eli boş, zavallılardır.
Bu ilke, İslâm inancının temel gerçeklerinden
biridir. Bu gerçek değerleri ve ölçüleri, yargıları ve bakış açılarını,
yöntemleri ve davranışları, araçları ve sebepleri değiştirmek için tek
başına yeterli bir faktördür. Eğer sadece bu gerçek bir kalbe iyi
yerleşirse, o kalbin sahibi tek başına bütün dünyanın karşısında durur;
herkese karşı onurla, şerefle, hiç sarsılmadan, sendelemeden, hangi yoldan
şerefe ereceğini, alternatifi olmayan bu itibar yolunu bilerek direnir.
Böyle bir kimse hiçbir zorbanın, hiçbir azgın
kasırganın, hiçbir çarpıcı olayın, hiçbir rejimin, hiçbir baskı kurumunun,
hiçbir çıkarın, hiçbir yeryüzü kaynaklı kaba gücün önünde boyun eğmez. Niye
eğsin ki? İtibar ve üstünlük bütünü ile Allah'ın tekelindedir. O'nun rızası
olmaksızın hiç kimsenin bu tarakta bezi olamaz.
İşte bu gerekçe ile iyi söz ve iyi amel gündeme
geliyor. Okuyalım:
"Güzel söz O'na yükselir, iyi ameli de O yükseltir."
Söz konusu büyük ve önemli gerçeği anlattıktan sonra
hemen böyle bir değerlendirme yapmak, son derece anlamlı ve mesaj vericidir.
Çünkü bu değerlendirme ile itibarı ve üstünlüğü Allah katında arayanların
yararlanacakları sebeplere ve başvuracakları yöntemlere işaret ediliyor. Bu
sebepler ve yöntemler güzel söz ile iyi ameldir. Güzel söz, yüceliği ile
Allah'a yükselir. İyi amele gelince, onu Allah kendi katına yükselterek
onurlandırır. Buna bağlı olarak bu amelin sahibini de onurlandırarak ona
itibar ve üstünlük bağışlar.
Gerçek üstünlük, insanların dünyasına yansımadan
önce kalpte kökleşir. Bu duygu sayesinde insan bütün onursuzluk ve
başkalarına boyun eğme sebeplerinin üzerine yükselir. Bu duygu sayesinde her
şeyden önce kendi nefsini alt eder. Küçük düşürücü ihtiraslarını, karşı
durulmaz arzularını, korkularını, insanlara ve insan dışı varlıklara
bağlanmış ümitlerini yener. İnsan bu alanlarda üstünlüğünü kabul ettirince
hiç kimse onu alçaltmaya, ona boyun eğdirmeye sebep bulamaz. İnsanları
arzuları, ihtirasları, korkuları ve umutları küçük düşürür. Bunları denetim
altına alabilen kimse her duruma, her şeye ve herkese karşı üstün gelir.
İşte güç, üstünlük ve otorite ile bütünleşen gerçek itibar budur.
Üstünlük ve itibar gerçek karşısında inatla direnmek
ve batıl ile pohpohlanmak değildir. Önüne çıkan herkesi ve her şeyi kırıp
döken şımarık bir zorbalık da değildir. İçgüdülere boyun eğen, ihtiraslara
yenik düşen taşkın bir reaksiyon da değildir. Hak, adalet ve yarar
düşünmeden pençe atan, yakalara yapışan kör bir kaba güç de değildir. Asla.
Üstünlük ve itibar nefsin ihtiraslarına egemen
olmaktır, bağımlılığı ve aşağılanmayı alt etmektir; Allah'dan başkası önünde
boyun eğmemektir. Bunların yanı sıra Allah'a boyun eğmek, saygı beslemektir;
Allah'dan korkmak, çekinmektir; sevinçte de kederde de yüce Allah'ın
gözetimini üzerinde hissetmektir. İnsan Allah'a boyun eğerse başı dik olur.
İnsan Allah'dan korkarsa O'nun hoşuna gitmeyen her şeye karşı çıkar. İnsan
kendini Allah'ın sürekli gözetimi altında hissederse O'nun izni olmadıkça
başını eğmez.
İşte güzel söz ve iyi amel ile üstünlüğün ve
itibarın söz düzeyindeki konumu budur. İşte ayetlerin akışı içinde bu ikisi
arasındaki ilişki budur. Bunun arkasından önümüze bu sayfanın karşısı
açılıyor. Okuyalım:
"Kötü amaçlı komplo düzenleyenler ağır bir azaba
çarpılacaklardır. Ayrıca onların komplosu da boşa çıkar, verimsiz olur."
Buradaki "komplo düzenlemek" "plan kurmak" anlamında
kullanılmıştır. "Komplo düzenleme" deyimi, genellikle ifade ettiği kötü
amaçlılığı, vurgulamak için tercih edilmiştir. Bu komplo düzenleyicileri
ağır bir azap bekliyor. Üstelik kurdukları tuzaklar da kısa ömürlüdür, boşa
çıkmaya mahkûmdur, bekledikleri sonucu veremezler. Buradaki "kısa
ömürlü"lük, hatta "ölü doğma" imajı bir önceki ayetteki "canlanan ve ürün
veren toprak" imajı ile ters yönlü çağrışım yapmaktadır.
"Kötü amaçlı komplo düzenleyenler" bu komploları
sahte şöhret kazanmak, asılsız üstünlük sağlamak için kurarlar. Fakat yüce
Allah'a yükselen diğer güzel söz olduğu gibi, O'nun kendi katına çıkardığı
birikim de iyi ameldir. Geniş ve kapsamlı anlamı ile itibar ve üstünlük
bunlar sayesinde kazanılabilir. Gerek söz ve gerekse davranış biçiminde kötü
amaçlı komplo ise itibara ve üstünlüğe ulaştırıcı bir yol değildir. Gerçi bu
yöntemle kimi zaman azgın ve zorba bir güç kazanılabilir. Fakat bu kaba güç
kısa ömürlüdür, kısa sürede yok olmaya mahkûmdur. Ayrıca sahibinin ağır bir
azaba çarptırılmasının da gerekçesi olur. Allah'ın vaadi böyledir ve
Allah'ın vaadinden cayacağı da düşünülemez. Fakat O kötü komplo
düzenleyicilerine biraz mühlet verebilir, ön tasarısında belirlediği süreye
kadar onların at oynatmalarına fırsat tanıyabilir.
İNSANIN YARATILIŞI
Su aracılığı ile oluşan genel "canlılık" olgusuna
değinildikten sonra insanın ilk yaratılış sahnesi gözler önüne getiriliyor;
yanı sıra bu olayın çağrıştırdığı "hamilelik", "uzun ömür", "kısa ömür" gibi
olgulara değinilerek bunların tümü ile yüce Allah'ın gizli bilgisinin bir
parçasını oluşturdukları vurgulanıyor. Okuyoruz:
11- Allah siz önce
topraktan, sonra spermadan yarattı. Sonra erkekli-dişili çiftlere
dönüştürdü. O'nun bilgisi dışında hiçbir dişi ne hâmile kalabilir ve ne de
doğurabilir. Ömrü uzun olanın çok yaşaması ve kısa ömürlülerin az yaşamaları
kesinlikle bir kitapta kayıtlıdır. Hiç kuşkusuz bu .Allah için kolay bir
iştir.
İnsanın topraktan meydana gelişinde somutlaşan "ilk
yaratılış" olgusuna Kur'an'da sık sık işaret edilir. Hamileliğin ilk
aşamalarından biri olan "sperma" dönemine de sık sık değinildiğini
görüyoruz. Toprak cansız bir madde iken "sperma (nutfel" canlı bir
çekirdektir. İlk ve en büyük mucize işte bu "hayat" mucizesidir. Hiç kimse
bu mucizenin nasıl ortaya çıktığını, ya da insanın hammaddesi olan toprakla
nasıl kaynaştığını bilmiyor. Bu olgu, geçmişte olduğu gibi günümüzde de
insan bilgisine kapalı bir sırdır. Aynı zamanda gözle görülen, aktüel bir
gerçektir. Kendisi ile yüzyüze gelmekten, varlığını itiraf etmekten kaçınmak
mümkün değildir. Ayrıca can verici ve gücü her şeyi yapmaya yeten bir
Allah'ın varlığının da göstergesidir; bu da savsaklanmaz ve tartışılmaz bir
gerçektir.
Bu cansızdan canlıya geçiş olayı, son derece uzun
mesafeli bir geçiştir. Öyle ki, bunun yanında bütün zaman ve yer boyutları
küçük kalır. Şu şaşırtıcı varlık aleminin sırlarını irdeleyen bir kalp, bu
geçiş olayının büyüklüğünü düşünmekle bitiremez. Aslında bu alemin her sırrı
diğerinden daha büyük ve daha şaşırtıcı bir sanat örneğidir.
Canlılarda tek hücre aşamasını temsil eden "sperma"
aşamasından tam teşekküllü bir canlı aşaması olan "cenin" evresine
geçiliyor. Bu evrede erkek ve dişi biribirinden ayrılıyor, böylece Kur'an'ın
işaret ettiği şu tablo gerçekleşmiş oluyor: "Sonra erkekli-dişili çiftlere
dönüştürdü."
Bu cümlenin anlamı "Allah sizi daha cenin evresinde
erkekli-dişili çiftlere dönüştürdü" şeklinde olabileceği gibi, "O sizi
doğumunuzdan sonraki aşamada birbiri ile evlenen erkek ve dişi çiftler
haline getirdi" biçiminde de olabilir. Bu geçiş olayı, yani spermadan erkek
ve dişi organizmalar evresine geçiş olayı da, tıpkı cansızlık aşamasından
canlılık evresine geçiş gibi, son derece uzak mesafeli bir geçiştir. Neden
derseniz, "sperma"nın temsil ettiği tek hücre nerede; son derece karmaşık
yapılı, çeşitli fonksiyonlu ve çok sistemli bir canlı organizma olan "cenin"
nerede? O belirsizlikler yuvası olan tek hücre nerede; çok sayıda
farklılaşmış nitelikleri olan minik organizma, yani "cenin" nerede?
Eğer bu yalın hücre incelenecek olursa, şu gerçekler
öğrenilir. Söz konusu hücre bölünerek çoğalır. Çoğalan hücrelerin eş
fonksiyonları dokuları oluşturur. Dokulardan da fonksiyonu ve niteliği
belirli organlar meydana gelir. Sonra bu organların ahenkli ve uyumlu
işbirliği sayesinde "insan" denen şaşırtıcı canlı varlık ortaya çıkar. Bu
canlı varlıkların her biri, diğer türdeşlerinden, hatta en yakın
akrabalarından farklı organizmalar olurlar. Öyle ki, iki insan, kesinlikle
birbirinin aynısı olmaz. Oysa hepsi algılanabilir hiçbir farklı yanı olmayan
aynı spermadan meydana gelmişlerdir. Sonra yukarda değindiğimiz gibi dokular
oluşmuş ve bu dokulardan da erkekli-dişili çiftler türemiştir. Bu çiftler
yeni bir sperma hücresi aracılığı ile hiçbir sapma göstermeksizin aynı
aşamaları izleyecek yeni bir insan yavrusu üretebiliyorlar. Bütün bunlar son
derece şaşırtıcı-dır ve bu "şaşırtıcılık" nitelikleri hiçbir zaman sona
ermeyecektir. İşte Kur an, bu esrar dolu olağanüstü olaya, daha doğrusu
esrarlarla dolu, olağanüstü olaylar zincirine bu yüzden sık sık değiniyor.
Amaç, insanları bu olayları düşünmeye, irdelemeye yöneltmek, bu sürekli
mesaj bombardımanı sayesinde ruhları uykudan uyandırmaktır.
Burada bu "işaret"in yanı sıra yüce Allah'ın
bilgisinin evrenselliğini canlandıran bir tablo sunuluyor. (Bu tablonun
benzerleri daha önce Sebe suresinde gözlerimizin önüne serilmişti.) Bu
tabloda yüce Allah'ın bilgisinin, yeryüzündeki tüm canlı dişilerin
karınlarında taşıdıkları yavruları kapsadığı vurgulanıyor. Okuyoruz:
"O'nun bilgisi dışında hiçbir dişi ne hamile
kalabilir ve ne de doğurabilir."
Ayetteki "dişi" kavramı sadece insan dişilerini
değil, bütün hayvan, kuş, balık, sürüngen ve böcek türlerinin dişilerini de
içeriyor. Hatta bunlar dışında kalan bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün canlı
türlerinin dişileri de bu kavramın şemsiyesi altındadır. Yeter ki, gebe
kalan ve doğuran bir canlı türü olsun. Yumurtlayan canlılar da bu hesaba
girer. Çünkü yumurta da bir tür "doğurulmuş" yavrudur, yalnız gelişmesini
anasının vücudunda tamamlamadan yumurta ha1inde dışarıya çıkıyor ve
gelişmesinin geri kalan bölümünü anasının vücudu dışında sürdürüyor. Bu
sırada yumurta ya anası üzerinde kuluçkaya yatıyor ya da kuluçka şartlarını
sağlayan makinelerde barınıyor. Sonunda eksiksiz bir cenin evresine varınca
kabuğunu kırıp çıkıyor ve normal gelişmesini dışarda devam ettiriyor.
İşte şu uçsuz bucaksız evrenin bütün gebelik ve
doğum olayları yüce Allah'ın engin bilgisinin kapsamı içindedir.
Sebe suresinde dediğimiz gibi yüce Allah'ın sınırsız
bilgisini böylesine şaşırtıcı biçimde tanıtmak, ne düşünce ve ne de ifade
olarak insan zihninin girişeceği bir iş değildir. Bu durum, başlı başına
Kur'an'ın yüce Allah tarafından indirildiğini gösteren bir kanıt olduğu
gibi, bu benzersiz Kitab'ın ilahi kaynaklı olduğunu belgeleyen bir
özelliktir.
Aynı ayette geçen insan ömrüne ilişkin açıklama da
bu özelliği taşır. Okuyoruz:
"Ömrü uzun olanın çok yaşaması ve kısa ömürlülerin
az yaşamaları kesinlikle bir kitapta kayıtlıdır. Hiç kuşkusuz bu Allah için
kolay bir iştir."
Şöyle bir düşünelim. Daha doğrusu şu evrendeki tüm
canlıları hayalimizden geçirmeye çalışalım. Yani bütün ağaçları, kuşları,
diğer hayvanları, insanları, öbür tüm canlıları zihnimizde canlandırmaya
gayret edelim. İrilikleri, vücut biçimleri, türleri, cinsleri, yaşadıkları
yer ve zamanlar, hepsini birbirinden farklı bir canlılar okyanusu farz
etmeliyiz. Sonra bu kümelerin bir de tek tek bireylerini düşünmek gerekir.
Saymakla bitmezler ve sayılarını da ancak yaratıcıları bilir. Bu bireylerin
kimi uzun ömürlü, kimi de kısa ömürlü olur. Bu süreler daha önce belirlenmiş
bir plana, yüce Allah'ın bu canlı bireylerine ilişkin bilgisine göre uzun ya
da kısa olur.
Yüce Allah'ın bilgisi sade canlı bireylerin
kendileri ile değil, bu canlı bireylerin organları ile de ilgilenir. Bu
organların uzun mu, yoksa kısa mı yaşayacaklarını bilen O'dur. Meselâ
şuradaki ağacın şu yaprağı uzun süre yeşil kalacak mı, yoksa yakında sararıp
dalından kopacak mı? Şu kuşun tüyü kuşun üzerinde daha çok kalacak mı, yoksa
rüzgâra kapılıp gidecek mi? Falanca hayvanın şu boynuzu uzun zaman yerinde
kalacak mı, yoksa bir çatışmada kırılacak mı? Şu insanın şu gözü ya da
saçının şu teli yüce Allah'ın belirli planına göre ya yerinde kalır ya da
çıkar, dökülür.
Bunların hepsi yüce Allah'ın ayrıntılı ve geniş
kapsamlı bilgisini simgeleyen bir "kitap"da kayıtlıdır. Bu işlem herhangi
bir emeği, herhangi bir sıkıntıya katlanmayı gerektirmez. Çünkü; "Hiç
kuşkusuz bu Allah için kolay bir iştir."
İnsan bütün bunları düşündüğü ya da hayal ettiği
zaman, sonra da ötelerine akıl erdirmeye çalıştığı zaman anlar ki, bu iş son
derece şaşırtıcı, hayret uyandırıcıdır. Ayrıca burada insan düşüncesinin bu
biçimde işleyemeyeceği bir gerçek ile karşı karşıyayız. Bu gerçek insan
aklına yabancı bir yaklaşımla tasarlanıp tasvir edilmiştir. Burada yüce
Allah'ın bu şaşırtıcı konuya ilişkin kendine özgü bir yaklaşımı ile yüz
yüzeyiz.
Uzun ömürlülük, yaşama süresinin uzunluğu, yaşanan
yılların çokluğu yolu ile olacağı gibi, yaşanan zamanın bereketli olması, bu
zamanın verimli bir biçimde kullanılması; duygu, hareket, davranış ve eser
zenginliği içinde geçmesi yolu ile de olur. Buna karşılık kısa ömürlülük de
yaşanan yılların az sayıda oluşu biçiminde olabileceği gibi, yaşama
süresinin bereketini yitirmek; bu süreyi eğlence, oyun, aylaklık ve
tembellik içinde geçirmek şeklinde de olabilir.
Öyle saatler var ki, bir ömre bedeldirler. Düşünce
ve duygu açısından o kadar zengin, iş ve eser bakımından öylesine
verimlidirler. Buna karşılık nice yıllar var ki, bomboş gelip geçerler, ne
hayatın terazisinde bir ağırlıkları ne de yüce Allah katında bir önemleri
vardır.
Bunların hepsi bir kitapta kayıtlıdır. Yüce
Allah'dan başka hiç kimsenin sınırlarını bilmediği şu uçsuz bucaksız
evrendeki her canlı bireye ilişkin bütün bu ayrıntılar bir kitapta
kayıtlıdır. .
Toplumlar ve milletler de bu açıdan bireyler
gibidirler. Onlar da hem uzun hem de kısa ömürlü olabilirler. Onlar da
fertler gibi bu ayetin kapsamına girerler.
Hatta bu konuda cansız varlıklar da canlı varlıklar
gibidirler. Meselâ kimi kayalar, kimi mağaralar, kimi nehirler uzun
ömürlüdürler. Kimi kayalar dayanıksız olur, kısa sürede parçalanır gider.
Kimi mağaralar da kısa ömürlü olur. Bir bakarsınız ki ya çökmüşler ya da
ağızları kapanmıştır. Kimi nehirler de kısa ömürlüdürler. Bir bakarsınız ki,
kurumuşlar ya da küçük kollara ayrılarak sularını yitirmişlerdir.
İnsan elinden çıkan cansız eşyalar da öyledirler.
Kimi yapı uzun, kimi yapı ise kısa ömürlü olur. Kimi teknik aygıt uzun
ömürlü olur, çok dayanır; kimisi de kısa ömürlü olur, dayanıksız çıkar. Kimi
elbise uzun ömürlü olduğu gibi, kimi elbise de kısa ömürlü olur. Bütün bu
varlıklara ait ömürler ve dayanma süreleri, tıpkı insan ömürleri gibi bir
kitapta kayıtlıdır. Bütün bunlar yüce Allah'ın engin bilgi ve haber alanı
içinde yer alırlar.
Mesele bu şekilde düşünülünce, kalpler uyanarak şu
evreni yeni bir yaklaşımla, yeni bir duyarlılıkla düşünmeye, irdelemeye
koyulurlar. Böylesine büyük bir duyarlılıkla her şeyde yüce Allah'ın elini
ve gözünü fark eden bir kalp O'nu zor unutur, zor göz ardı eder, zor
yolundan sapar. Çünkü ne tarafa dönerse yüce Allah'ın elini, gözünü,
ilgisini ve gücünü görür. Şu evrendeki her nesnenin O'nun varlığının ve
ortaksız yöneticiliğinin somut kanıtı olduğunu fark eder.
İşte Kur'an kalpleri böyle eğitir.
SU VE HAYAT
Daha sonraki ayetlerde de devam ettirilen bu değişik
görüntülü evrensel gezide dikkatlerimiz başka bir olguya çekiliyor. Bu
sahnede şu yeryüzündeki su olgusuna belirli bir açıdan, farklı özellikteki
su türleri açısından bakılıyor. Bir yanda içmeye elverişli sular şırıl şırıl
akarken, öbür yanda tuz oranı yüksek acı suların engin birikimleri ile
karşılaşıyoruz. Yüce Allah'ın boyun eğdirici yasaları uyarınca bu su türleri
kimi zaman birbirine karışarak, kimi zaman da birbirinden ayrılarak
insanlara çeşitli yararlar sağlıyorlar. Okuyoruz:
12- İki deniz aynı
değildir. Birinin suyu tatlı kolay içimli, öbürününki tuzlu ve acıdır. Her
ikisinden de taze balık eti yer ve takı olarak kullandığınız süs eşyaları
çıkarırsınız. Allah'ın size yönelik bağışını aramanız ve O'na şükretmeniz
için geminin suları yararak yol aldığını görürsünüz.
Su türleri arasındaki farklılaşma olayının iradeye
bağlı olarak meydana geldiği açıktır. Bildiğimiz kadarı ile bu olayın
arkasında bir hikmet vardır. Önce içmeye elverişli olan su türüne bakalım.
Bu tür suyun neden böyle yaratıldığını onu kullanarak ve yararını somut
olarak görerek biliyoruz. Tatlı su bütün canlılar için hayat kaynağıdır.
Şimdi de öbür su türü olan ve acı tuzlu suya bakalım. Bu tür su daha çok
denizler ve okyanuslar biçiminde karşımıza çıkar. Aşağıda bu konuda bir
bilginin sözlerini okuyacağız. Adam bu açıklamayı şu koca evreni düzenleyen
duyarlı planı değerlendirirken yapıyor. Okuyoruz:
"Yüzyıllardır yerden fışkıran gazlar havaya
yükselir. Bunların çoğu zehirlidir. Buna rağmen hava (atmosfer) yine de
kirlenmemiş kalır. İnsanın yaşaması için elverişli olan gaz oranlarının
dengesi değişmez. Bu büyük dengeyi sağlayan mekanizma denizleri ve
okyanusları kaplayan engin sulardır. Hayat, besin maddeleri, yağmurlar,
ılımlı iklim ve son olarak insan, varlıklarını bu uçsuz bucak-sız su
kütlesine borçludurlar."
Bu açıklama niçin farklı türde yaratıldıklarına
kısmen ışık tutuyor. Bu sözler kanıtlıyor ki; suların farklı türlerde
yaratılmış olması belirli bir amacın ve planın sonucudur. Bu yolla şu
evrenin varlığında ve düzeninde gerekli olan, birbirine bağlı birtakım
dengeler ve uyumlar gözetilmiştir. Bunu ancak şu evrenin ve şu evrendeki
canlı-cansız tüm varlıkların yaratıcısı olan yüce Allah düzenler. Çünkü bu
hassas uyum, asla rast gele meydana gelmez. Ayette "iki denizin"
farklılığının vurgulanmış olması, gerek bu alandaki farklılaştırmanın,
gerekse diğer bütün farklı yaratmaların mutlaka bir amaca dayandığını
düşündürür. Surenin ilerdeki ayetlerinde duygular, yönelmeler, değerler ve
ölçüler alanında varolan başka "farklılık" örnekleri ile karşılaşacağız.
Sonra bu farklı sulardan oluşmuş iki denizin
birleştiğini görüyoruz. Maksat insana çeşitli yararlar sağlamaktır.
Okuyalım:
"Her ikisinden de taze balık eti yer ve takı olarak
kullandığınız süs eşyaları çıkarırsınız. Allah'ın size yönelik bağışını
aramanız ve O'na şükretmeniz için geminin suları yararak yol aldığını
görürsünüz."
Ayetin orijinalindeki "taze et" deyiminden maksat,
balıklar ile öbür deniz hayvanlarıdır. "Takı" sözcüğünden maksat da inci ve
mercandır.
İnci, kabuklu yumuşakçalar sınıfındaki hayvanların
vücutlarından elde edilir. Olay şöyle olur: Rastlantı sonucu bu hayvanların
vücutlarına kum tanesi ya da su damlası gibi yabancı bir madde girer. Bunun
üzerine hayvanın vücudu özel bir sedefli sıvı salgılayarak yabancı maddeyi
kuşatır. Amaç bu maddenin, vücudun iç organlarını tırmalamasını önlemektir.
Belirli bir süre sonra işte bu sıvı katılaşarak inciye dönüşür.
Mercan, bitkisel özellikler de taşıyan bir deniz
hayvanıdır. Bazan birkaç mil uzunluğu olabilen koloniler halinde yaşar. Bu
kolonilerin büyükleri hem deniz yolcuları için ve bu hayvanların kollarına
yakalanan bütün canlılar için tehlike oluştururlar. Mercanlar, özel
yöntemler ile biçilerek süs eşyası haline getirilirler.
Yüce Allah'ın şu evrendeki nesnelere sunduğu çeşitli
niteliklerin sonucu olarak gemiler, nehir ve deniz sularını yararak yol
alırlar. Gemilerin yapımında kullanılan maddelerin yoğunluk ortalamasının
suyun yoğunluğundan fazla olması, gemilere su yüzeyinde kalarak sular içinde
yol alma imkânı sağlar. Bu olayda rüzgârın gücünden yararlanıldığı gibi,
yüce Allah'ın insanın faydalanmasına yol açtığı ve nasıl kullanılacağını
öğrettiği buhar, elektrik ve diğer enerji türlerinden de yararlanılır. Bu
enerji türlerinin hepsi insanın kullanımına sunulmuştur. Sebep;
"Allah'ın size yönelik bağışını arayasınız."
Deniz yolculuğu ve ticaret yapasınız diye. Deniz
hayvanlarının taze etlerinden ve takı maddelerinden yararlanasınız diye.
Nehirlerin ve denizlerin suları ile gemilerden yararlanasınız diye. Bir de;
"O'na şükredesiniz diye."
Zaten yüce Allah şükür sebeplerini hazırlayıp
önünüze getirdi. Böylece şükür görevinizi yerine getirmenize yardımcı oldu.
KÂİNATIN TEMEL
YASASI
Surenin bu kesiti bir evrensel gezi ile
noktalanıyor. Bu gezide önce gece gündüz sahnesi karşımıza çıkıyor. Sonra da
belirli bir surenin sonuna kadar ki hareketlerini düzenleyen yasa uyarınca
güneşe ve aya boyun eğdirildiğini öğreniyoruz. Okuyalım:
13- O geceyi gündüze
ve gündüzü geceye dönüştürür. Güneşi ve ayı buyruğu altına almıştır. Her
biri belirli bir sürenin sonuna kadar hareket eder. İşte Rabb'iniz bu
Allah'dır. Egemenlik O'nun tekelindedir. O'nu bir yana bırakarak taptığınız
düzmece ilahlar bir çekirdek kabuğunun bile sahibi değildirler.
Ayetin orjinalinde kullanılan "gecenin gündüze ve
gündüzün geceye girdirilmesi" deyimi iki türlü yorumlanabilir. Birinci
yorum, şu iki çarpıcı doğal sahneyi gözümüzün önüne getirir. Sahnelerin ilki
şöyle: Gece, gündüze giriyor. Aydınlık azar azar kayboluyor ve yerine ağır
ağır karanlık çöküyor. Böylece güneş batıyor, arkasından da karanlık gitgide
koyulaşıyor. İkinci sahne de şöyle: Gündüz, geceye giriyor. Tanyeri
ağarıyor. Aydınlık yavaş yavaş ortalığa yayılıyor ve karanlık yavaş yavaş
dağılıyor. Sonunda güneş doğuyor ve aydınlık her yanı sarıyor.
Ayetteki deyim şöyle de yapılabilir. Uzun bir gece
düşünelim. Bu gece, gündüzün uçlarını yiyerek sanki onun içine giriyor. Bir
de uzun bir gündüzü düşünelim. Bu gündüz de sanki gecenin uçlarını yiyerek
içine giriyor.
Ayetteki deyim ile her iki anlam birden kastedilmiş
de olabilir. Bütün bu sahneler insan kalbini, sakin sakin gezdirerek ona
ürperti ve korku bilinci aşılıyor. Bu gezi sırasında insan kalbi, yüce
Allah'ın elinin şu çizgiyi uzatıp şu çizgiyi dürdüğünü, şu ipi gererek şu
ipi saldığını görüyor. Bütün bunlar duyarlı ve sürekli bir düzen içinde
gerçekleşiyor. Bu düzenin bir kere bile, şunca yüzyıllık ömrü içinde bir gün
ya da bir yıl için ne bozulduğu, ne sarsıldığı ve ne de değiştiği
görülmemiştir.
Güneşe ve aya boyun eğdirildiği ve ne kadar olduğunu
yalnız Allah'ın bildiği belirlenmiş bir sürenin sonuna kadar hareket
ettikleri, sonuç olarak herkesin gördüğü bir doğal olaydır. İster bu gök
cisimlerinin hacimlerini; yıldız mı, yoksa gezegen mi olduklarını,
yörüngelerini, dönüşlerini ne kadar zamanda tamamladıklarını bilsin, isterse
bu konulara ilişkin hiçbir bilgisi olmasın. Güneş ile ayın kendileri,
herkesin karşısında görünüp kayboluyor, her gözün önünde inip çıkıyorlar.
Hiç şaşmayan ve ayarını bozmayan bu sürekli hareket görünen bir olgudur;
izlenmesi bilgi ve hesap istemez.
Bu nitelikleri ile bu olgular evren kitabının
sayfasında her aklı başında insanın ve bütün kuşakların bakışlarına sunulmuş
mucizelerdir. Biz bu konuda bugün, Kur'an'ı ilk okuyanlardan daha çok şeyler
bilebiliriz. Fakat önemli olan bu değildir. Önemli olan bu doğal mucizenin
onlarda meydana getirdiği etkiyi bizde de meydana getirmesi, onların
kalplerini titrettiği gibi, bizim kalplerimizi de titretmesi, bizi de onlar
gibi yüce Allah'ın evrende sürekli işleyen yaratıcı elini görüp düşünmeye
özendirmesidir. Çünkü hayat demek, kalbin yaşaması demektir.
Bu değişik, derin anlamlı ve sarsıcı sahnelerin
ardından "Rabb'lık gerçeği açıklanıyor. Bunun yanı sıra Allah'a ortak
koşmaya yeltenen iddiaların asılsızlığı ve bu iddiaları ileri sürenlerin
kıyamet günü karşılaşacakları acı son vurgulanıyor
İşte Rabb'iniz bu Allah'dır. Egemenlik O'nun
tekelindedir. O'nu bir yana bırakarak taptığınız düzmece ilahlar bir
çekirdek kabuğunun bile sahibi değildirler.
14- Eğer onları
imdadınıza çağırırsanız, çağrınızı işitmezler. Sesinizi işitseler bile size
karşılık veremezler. Üstelik kıyamet günü, sizin kendilerini Allah'a ortak
koşmuş olmanızı reddederler. Hiç kimse, her şeyin içyüzünü bilen Allah gibi
sana haber vermez.
Yani bulutların önünde rüzgârları estiren, ölmüş
toprağı dirilten, sizleri topraktan yaratan, sizleri erkekli-dişili çiftlere
ayıran, dişilerin taşıdıkları ceninleri ve doğurdukları yavruları bilen,
uzayan ve kısalan ömürleri bilen, iki tür deniz yaratan, geceyi gündüze ve
gündüzü geceye dönüştüren, güneşi ve ayı buyruğu altına alıp belli sürenin
sonuna kadar hareket ettiren yüce güç var ya; işte "Rabb'iniz bu Allah'dır."
"Egemenlik O'nun tekelindedir. O'nu bir yana
bırakarak taptığınız düzmece ilahlar bir tek çekirdek kabuğunun bile sahibi
değildirler."
Ayetin orjinalinde geçen "Kıtmir" sözcüğü "çekirdek
kabuğu" anlamına gelir. Müşriklerin, Allah dışında taptıkları sözde ilahlar
basit bir çekirdek kabuğunun bile sahibi değildirler. Arkasından bu sözde
ilahların mahiyetleri biraz daha deşiliyor. Okuyoruz: "Eğer onları imdada
çağırırsanız çağrınızı işitmezler."
Çünkü onlar ya çamurdan yoğrulmuş bir heykel, ya
taştan, ağaçtan yontulmuş bir put, ya bir yıldız ya da gezegen, ya bir melek
veya cindirler. Bunların hiçbiri bir çekirdek kabuğunun bile sahibi
değildirler. Yine bunların tümü sapık tapıcılarının çağrılarını işitemezler.
Ya aslında ses algılama yetenekleri yoktur, ya da insan sözünü anlamazlar.
Devam edelim: "Sesinizi işitseler bile size karşılık veremezler."
Cinler ve melekler gibi. Çünkü cinler karşılık verme
yeteneğinden yoksundurlar. Melekler ise sapıklara karşılık vermezler. Bu
dünyada böyledir. Kıyamet günü ise, o sözde ilahlar sapıklığa ve sapıklara
karşı çıkarlar, onlarla ilişkili görünmekten şiddetle kaçınırlar.
"Üstelik kıyamet günü sizin kendilerini Allah'a
ortak koşmuş olmanızı reddederler."
Bunu her şeyin içyüzünü, her meseleyi, dünyayı ve
ahireti bilen yüce Allah açıklıyor. Okuyoruz:
"Hiç kimse, her şeyin içyüzünü bilen Allah gibi sana
haber vermez."
Surenin bu "kesit"i burada sona eriyor. O değişik
alemlerde gerçekleştirilen geziler ve görülen o enteresan sahneler burada
noktalanıyor. İnsan kalbi bu gezilerden öylesine yüklü bir azıkla dönüyor
ki, eğer iyi kullanılsa, kendisine ömrü boyunca yeter. Zaten insan kalbi
için tek surenin tek "kesit"i yeterlidir. Yeter ki, istediği hidayet ve
aradığı açık delil olsun.
Surenin bu noktasında bir kere daha tüm insanlara
sesleniliyor; onlara yüce Allah ile aralarındaki ilişkileri ve kendi
mahiyetlerini süzgeçten geçirmeleri telkin ediliyor. Arkasından
Peygamberimize dönülerek teselli ediliyor, gördüğü yüz çevirmelerden ve
sapık reaksiyonlardan ötürü canını sıkmaması isteniyor. Tıpkı surenin ikinci
kesitinde olduğu gibi. Yalnız şu farkla; burada hidayetin sapıklıktan farklı
bir özellik taşıdığı vurgulanıyor. Bu iki zıt tutum arasında köklü ve derin
bir bağdaşmazlığın varolduğu belirtiliyor. Bu bağdaşmazlık tıpkı körlük ve
görebilmek, karanlıklar ile aydınlık, gölge ile kavurucu sıcaklık, ölüm ile
hayat arasındaki gibi taban tabana zıtlık ifade eder. Başka bir deyim ile
hidayet, görebilme yeteneği, gölge ve hayat arasında nasıl sıkı bir
benzerlik ilişkisi varsa körlük, karanlık, kavurucu sıcaklık ve ölüm
arasında öylesine sıkı bir benzerlik vardır. Bu açıklamanın arkasından eski
dönemlerde peygamberleri yalanlayanların yok edilme örneklerine değiniliyor.
Amaç uyarmak, sakındırmaktır.
15- Ey insanlar, siz
Allah'a muhtaçsınız; oysa Allah hiç kimseye muhtaç değildir ve övgüye
lâyıktır.
16- Eğer dilerse
sizi yok eder ve yerinize başka bir canlı türü getirir.
17- Bunu yapmak,
Allah için zor değildir.
İnsanları hidayete çağırırken, onları içinde
yüzdükleri karanlıklardan Allah'ın aydınlığına ve doğru yoluna çıkarmaya
çalışırken, onlara bu gerçeği hatırlatmaya ihtiyaç vardır. Başka bir
deyimle, insanlar kendilerinin fakir ve Allah'a muhtaç zavallılar
olduklarını, buna karşılık Allah'ın kelimenin her anlamı ile "zengin" ve
ihtiyaçsız olduğunu hatırlamaya ihtiyaçları vardır. İnsanlar iyice
bilmelidirler ki, gerçi onlar Allah'a inanmaya, O'na kulluk etmeye, O'nun
verdiği nimetlere hamd etmeye çağırılıyorlar, ama bu çağrı Allah'ın onların
ilgilerine muhtaç olduğu anlamına gelmez; yüce Allah'ın onların ibadetlerine
ve övgülerine ihtiyacı yoktur, O özü itibarı ile övgüye lâyıktır. Bunun yanı
sıra onlar Allah ile başa çıkamazlar, O'nu zor duruma düşüremezler. Çünkü
eğer O, eğer onların kökünü kurutup yerlerine kendileri gibi ya da
kendilerine hiç benzemeyen başka bir canlı türü geçirmek isterse bunu yapmak
O'nun için son derece kolaydır.
İnsanların bu gerçeği hatırlamaya ihtiyaçları
vardır. Yoksa yüce Allah'ın kendileri ile ilgilendiğini, onlara peygamberler
gönderdiğini, bu peygamberlerin onları sapıklıktan döndürüp doğru yola
iletmeye, karanlıklardan aydınlığa çıkarmaya çalıştıklarını görünce Allah
için çok önemli varlıklar olduklarını, doğru yolda olmalarının, ibadet
etmelerinin Allah'ın rakipsiz egemenliğine bir şey kattığını sanarak gurura
kapılabilirler.
Yüce Allah, insanlara peygamberler gönderiyor. Bu
peygamberler insanların sırt dönmelerine ve eziyetlerine göğüs geriyorlar.
Bu sırt çevirmelere ve eziyetlere rağmen Allah'a çağırma görevini ısrarla
sürdürüyorlar. Bu yolla yüce Allah insanlara ilgi gösteriyor, onlara
rahmetini oluk oluk akıtıyor, onları lütfu ile kuşatıyor. Yüce Allah'ın
insanlara yönelik bu tutumu O'nun tek yanlı rahmetinden, lütfundan,
kereminden ve bağışlayıcılığından kaynaklanıyor. Çünkü tek yanlı
bağışlayıcılık, O'nun özü ile bütünleşmiş bir niteliğidir. Yoksa şu kulların
doğru yola girmeleri O'nun ortaksız egemenliğine bir şey katacak, ibadet
etmeleri O'nun egemenliğinden bir şey eksiltecek değildir. Ayrıca şu kullar,
eşleri bulunmaz varlıklardır da, yerlerine başkalarını koymak zor olduğu
için bütün küstahlıklarına göz yumuyor, yerleri doldurulamayacağı için
şımarıklıklarına katlanıyor değildir.
Gerçekten şu zavallı, küçük, önemsiz, yetersiz,
güçsüz ve bilgisiz insan, yüce Allah'ın bunca yoğun ilgisine ve gözetimine
mazhar olunca yüce Allah'ın bu bağışı, bu lütfu ve bu karşılıksız keremi
karşısında başı dönüyor, hayrete kapılıyor.
Oysa insan şu yer yuvarlağının küçük, önemsiz bir
konuğudur. Yeryuvarlağı da güneşin küçük bir uydusudur. Güneş ise, uzayda
ışık saçan sayısız yıldızlardan biridir. Yıldızlara gelince; onlar da bütün
görkemli iriliklerine rağmen sınırlarını yüce Allah'dan başka hiç kimsenin
bilmediği engin uzay boşluğuna serpiştirilmiş birer küçük noktadırlar. Engin
boşluğuna serpiştirilmiş yıldızları birer kaybolmuş nokta gibi gördüğümüz
uzay ise, yüce Allah'ın yaratıklarının sadece bir bölümünden ibarettir.
Bununla birlikte insan yüce Allah'ın ilgisine mazhar
oluyor. Bu yoğun ilginin başlıca göstergelerini şöyle sıralayabiliriz: Yüce
Allah, insanı yaratıyor. Onu halifesi, sözcüsü, sıfatı ile yeryüzüne
yerleştiriyor. Onu bu halifeliğin gerektirdiği bütün araçlarla donatıyor.
Yapısını ve bileşimini bu göreve göre düzenliyor. Gerekli bütün evrensel
güçleri ve enerji kaynaklarını yararına sunuyor. Sonra bu varlık sapıtıyor,
şımarıklığa kapılıyor. Öyle ki, Rabb'ine ya ortaklar koşuyor ya da büsbütün
inkâr ediyor. Bunun üzerine Allah ona ardarda peygamberler gönderiyor. Bu
peygamberlere kitaplar indiriyor, onları olağanüstü mucizeler ile
destekliyor.
Yüce Allah'ın insana yönelik bağışı zaman içinde
artarak devam ediyor. Öyle ki, indirdiği son kutsal kitabında insanlara
tarihe ışık tutan hikâyeler sunuyor. Bu hikâyelerde onlara atalarının
başlarından neler geçtiğini anlatıyor. Yine bu kitapta onlara kendi özlerini
anlatıyor. Benliklerinin güçleri ile enerjileri yanında zayıf ve güçsüz
yanlarını tanıtıyor. Kimi zaman bu kitapta falan oğlu filancadan söz ediyor
ve belirli bir kişiye "şunu yaptın, şunu yapmadın" derken, bir başka belirli
kişiye "senin probleminin çözümü şöyledir, sen içinde bulunduğun sıkıntıdan
şöyle kurtulursun" diyerek somut direktif veriyor.
Oysa ki, yüce Allah'ın bunca yoğun ilgisine mazhar
olan bu yeryuvarlağının küçük bir konuğudur. Yeryuvarlağı da güneşin bir
uydusudur. Güneş ise, şu evrenin uçsuz-bucaksız enginliğinde varlığı
belirsiz bir yıldızdır. Buna karşılık Allah, göklerin ve yeryuvarlağının
yoktan var edicisi; üzerindeki tüm canlı cansız varlıklar ile şu evrenin
yaratıcısıdır. Bu yaratmanın, bu yoktan var etmenin tek itici faktörü kendi
iradesidir. İşte bu engin evrenin bir başka türlüsünü de yaratabilir. Bunun
için bir tek sözü ve o amaca yönelmiş dileği yeterlidir.
İnsanlar bu gerçeği kavramalıdırlar. Ancak o zaman
yüce Allah'ın kendilerine yönelik lütfunun, gözetiminin ve merhametinin
çapını kavrayabilirler. Ancak o zaman bu katıksız lütufkârlığa, bu tek yanlı
ilgiye, bu taşkın merhamete yüz çevirme ile, inkârcılıkla ve nankörlükle
karşılık vermenin utancını içlerinde hissedebilirler.
Ayetteki bu açıklama yalın ve somut bir gerçek
olması yanında, bu yönü ile vicdanın ham telini titreten uyarıcı bir
darbedir. Zaten Kur'an, insanların kalplerini gerçeklerin elleri ile okşar.
Çünkü belirgin hale gelen gerçek, vicdanı daha derinden etkiler. Çünkü
Kur'an gerçektir ve gerçeği içererek inmiştir. Bu yüzden O gerçekten başka
bir şeyden söz etmez, gerçekten başka hiçbir inandırma yöntemine başvurmaz,
gerçekten başka bir şey sunmaz, gerçekten başkasını göstermez.
BİREYSEL SORUMLULUK
Şimdi de başka bir gerçeğin vicdanları okşayan
yumuşak dokunuşu ile karşı karşıyayız. Bu gerçek sorumluluğun ve cezanın
bireyselliği ilkesidir. Hiç kimse bu konuda başkasının yerine geçemez,
kendini başkasının yerine koyamaz. Öyleyse Mekkeli müşrikleri doğru yola
iletmeye çalışan Peygamberimizin onların doğru yola girmelerinde doğrudan
kendisi hesabına bir kazancı yoktur. Nasıl onlar kendi davranışlarından
dolayı hesaba çekilecekler ise, Peygamberimiz de sadece kendi
davranışlarının hesabını verecektir. Herkes sorumluluk yükünü kendi sırtında
taşır. Hiç kimse bu konuda ona yardımcı olamaz. Kim kötülüklerden arınırsa,
bu arınmayı kendi hesabına gerçekleştirmiştir. Kazançlı çıkan kendisidir,
başkası değildir. Her iş sonunda Allah'ın huzuruna varacaktır.
18- Hiç kimse
başkasının günahını yüklenmez. Eğer günah yükü ağır bir kimse, yükünün
sırtından alınmasını istese, en yakını bile yükünün en küçük bölümünü kendi
sırtına almaz. Sen sadece görmeden Rabb'lerinden korkanları ve namaz
kılanları uyarabilirsin. Kim kötülüklerden arınırsa kendi yararına arınmış
olur. Sonunda Allah'a dönülecektir.
Sorumluluğun ve cezanın bireyselliği ilkesi hem
ahlâk bilincini, hem de davranış tarzını kesin biçimde etkiler. Her insanın
davranışlarının cezasını göreceği, başkasının davranışlarından sorumlu
tutulmayacağı, fakat kendi davranışların5n sorumluluğundan da yakayı
kurtaramayacağı bilincine vardığını düşünelim. Bu bilinç, o kişiyi uyanık
tutan güçlü bir etken olur. Adam hesaba çekilmeden önce kendini hesaba
çeker. Üstelik başka birisinin kendisine faydalı olacağı ya da sorumluluk
yükünü paylaşacağı yolundaki bütün yanıltıcı amellerden sıyrılır. Bu ilke
aynı zamanda insana güven aşılayan bir etkendir. Bireyler toplumların
suçlarından sorumlu tutulacakları endişesinden kurtulurlar. Fertler topluma
öğüt verdikten, ellerindeki bütün imkânları kullanarak onu sapıklıktan
alıkoymaya çalıştıktan sonra görevlerini yapmış olacaklarının ve kendi
kişisel iyi davranışlarının yararı ile başbaşa kalacaklarının vicdan
huzurunu hissederler.
Yüce Allah insanları listeleri tutulmuş gruplar
halinde huzuruna çağırıp hesaba çekmez. O herkesi tek tek hesaptan geçirir.
Herkesi kendi davranışlarından dolayı ve sorumluluğunun sınırları içinde
hesaba çeker. İnsanın dilinin döndüğü kadar başkalarına öğüt vermesi,
elinden geldiği oranda bozuklukları düzeltmeye çalışması gerekir. Bu
herkesin görevidir. Eğer birey bu görevi yerine getirirse, artık toplumun
içinde yüzdüğü kötülüklerden sorumlu değildir. Tersine o yaptığı iyiliklerin
ödülleri ile başbaşa kalır. Buna karşılık toplumun iyi olması da kötü bir
kimseye fayda sağlamaz. Çünkü dediğimiz gibi yüce Allah insanları listeleri
tutulmuş gruplar halinde karşısına alıp hesaba çekmez.
Ayette bu gerçek, Kur'an üslubuna uygun bir
somutlaştırma yöntemi ile dile getiriliyor. Bu yüzden de daha etkili, daha
içe işleyici oluyor. Ayet bu ilkeyi şöyle somutlaştırıyor. Herkes kendi
yükünü sırtında taşır. Hiç kimse başkasının yükünü taşımaz. Eğer birinin
yükü kendine ağır gelir de en yakın akrabasını bu yükün bir kısmını kendi
sırtına almaya çağırırsa, ricasını kabul ederek yükünü hafifletecek bir
yakın bulamaz.
Burada bir kafile sahnesi karşısındayız. Kafilede
bulunan herkes yükünü sırtında taşıyarak yürür. Yolunun sonunda terazinin ve
tartma işlemini yapacak olan yüce Allah'ın önünde durur. Bu durma ve bekleme
sırasında son derece yorgun ve bitkin görünür, yükünün ağırlığından başka
hiçbir şey düşünmez, uzak-yakın hiçbir Allah kulunu gözü görmez.
Bu ağır yüklü yorgun kafile sahnesinin arkasından,
Peygamberimize dönülüyor. Okuyalım:
"Sen sadece görmeden Rabb'lerinden korkanları ve
namaz kılanları uyarabilirsin."
Ancak bunlara yönelik uyarı girişimleri başarılı
sonuçlar verebilir. Bunlar Rabb'lerini görmeden O'ndan korkarlar. Rabb'leri
ile ilişki halinde olmak ve O'na kulluk etmek için namaz kılarlar. İşte
senin uyarı girişimlerinden yararlanacak olanlar ve senin çağrılarına olumlu
karşılık verecek olanlar bunlardır. Allah'dan korkmayanlar ve namaz
kılmayanlar ile senin işin yok. Devam ediyoruz:
"Kim kötülüklerden arınırsa, kendi yararına arınmış
olur."
O bu arınmayı ne senin için ve ne de bir başkası
için yapıyor. O arınmışlığın yararını görmek için kötülüklerden arınıyor.
"Arınma" ince ve esnek bir kavramdır. Bir yandan kalbi, kalbin
çarpıntılarım, duygularını içerdiği gibi, öbür yandan davranışı, yönelmeyi
ve sonucunu da ifade eder. Görüldüğü gibi bu kavram son derece duygu yüklü
ve kıvrak bir kavramdır. Son cümleyi okuyoruz:
"Sonunda Allah'a dönülecektir."
Hesaba çekme, ödül ve ceza biçme yetkisi O'nun
tekelindedir. Ne iyi bir işi hesaptan siler ne de kötü bir davranışı göz
ardı eder. Ödüle ve cezaya ilişkin kararını başkasına, yani yapıları itibarı
ile kayırmacı, unutkan ve ihmalkâr olan insanlardan birine havale etmez.
Nasıl körlük ile görebilirlik, karanlık ile
aydınlık, gölge ile kavurucu sıcak, hayat ile ötüm bir değil ise, bunlar
yapısal olarak birbirine taban tabana zıt şeyler ise, aynı bunun gibi Allah
katında müminlik ile kâfirlik, iyilik ve kötülük
hidayet ile sapıklık da bir değildir. Okuyoruz:
19- Kör ile
görebilen bir olmaz. ·
20- Karanlıklar ile
ışık da bir olmaz. ·
21- Gölge ile aşırı
sıcaklık da bir olmaz. ·
22- Diriler ile
ölüler de bir değildir. Allah dilediğine ses işittirir. Fakat sen
mezarlıktakilere sesini işittiremezsin.
Kâfirlik ile körlük, karanlık, kavurucu sıcaklık ve
ölüm arasında sıkı ilişki vardır. Aynı şekilde müminlik ile aydınlık,
görebilirlik, gölge ve hayat arasında da sıkı ilişki vardır.
İman kalbe, organlara, duyu organlarına yansıyan bir
aydınlıktır. Nesnelerin, değer yargılarının, olayların içyüzlerini ortaya
koyan, bunlar arasındaki ilişkileri, bağları, görecelikleri ve boyutları
açığa çıkaran bir aydınlıktır. Mü'min bu aydınlıkla, bu yüce Allah'ın ışığı
ile bakar da o saydığımız gerçekleri görür, onlarla ilgi kurar. Bu ışık
sayesinde ne yolunu şaşırır ne de adımlarında tökezler.
İman, gören bir gözdür. O doğru ve isabetli olarak
görür; ne yanılır ve ne de gördüklerini birbirine karıştırır. Sahibinin
aydınlık, güven ve endişesizlik içinde yol almasını sağlar.
İman, serin bir gölgedir. İnsanın içini serinletir,
kalbini meltem gibi okşar. Kuşkunun, endişenin, şaşkınlığın, karanlık,
kılavuzsuz çöl sıcağına karşı bir gölgedir.
İman hayattır. Kalpleri ve duyguları canlandırır.
Niyetlere ve yönelişlere dinamizm kazandırır. Bunun yanı sıra o yapıcı,
verimli ve amacı belirli bir hare-kettir. Sönüklüğe, pörsümüşlüğe,
pısırıklığa düşmez. Boşuna emek ve zaman kaybetmez.
Kâfirlik ise körlüktür. Kalp körlüğüdür, gerçeğin
kanıtlarını görememe körlüğüdür. Evrenin içyüzünü, evrenin çeşitli kesimleri
arasındaki ilişkilerin mahiyetini; değer yargılarının, kişilerin, olayların
ve nesnelerin özünü görememe körlüğüdür.
Kâfirlik karanlık, hatta üst üste binmiş
katmanlardan oluşmuş karanlıklar-dır. İnsanlar iman ışığından uzaklaşınca
çeşitli karanlıkların içine düşerler. Bu karanlıklar içinde herhangi bir
objeyi seçmek son derece zor olur.
Kâfirlik kavurucu bir sıcaklıktır. Şaşkınlık,
endişe, amaçsızlık, geçmişe ve geleceğe ilişkin güvensizlik korları ile
kalbi dağlar. Son durağı ise cehennem ateşidir, orada çekilecek olan
kavurucu azaptır.
Kafirlik ölümdür, vicdanın ölümüdür. Asıl hayatın
kaynağından kopmaktır. Amaca ulaştıran yoldan ayrı düşmektir. Hayatın
akışını etkileyen, enerjilerini gerçek kaynaklarından alan tepkilere,
reaksiyonlara güç yetirememektir.
Müminlik ile kâfirliğin özellikleri ayrı,
görecekleri karşılıklar ayrıdır. Yüce Allah katında asla bir olmazlar.
ÇARESİZ KALINCA
Bir sonraki ayette yine Peygamberimize dönülerek
teselli ediliyor, yüreğine su serpiliyor. Allah'a çağırmaya ilişkin
görevinin ve çabasının sınırları çiziliyor ve bundan sonrasını meselenin
asıl sahibine havale etmesi; O'nun dilediğini yapmasını beklemesi telkin
ediliyor. Okuyalım
23- Sen sadece bir
uyarıcısın.
24- Biz seni
gerçeğin müjdecisi ve uyarıcısı (korkutucusu) olarak gönderdik. Her millete
mutlaka 6ir uyarıcı gönderilmiştir.
25- Eğer onlar seni
yalanlıyorlarsa bil ki, daha önceki milletler de peygamberlerini
yalanlamışlardı. Oysa peygamberleri onlara açık kanıtlar, kutsal sayfalar ve
yık saçan kitap getirmişlerdi.
26- Sonra ben
kâfirlerin yakalarına yapıştım. Benim karşı darbem nasıl oldu?
Hem evrenin doğasındaki hem de insan psikolojisinin
doğasındaki farklılıklar köklüdür. İnsanlar arasındaki yapısal ve Allah'a
yönelik çağrıya verecekleri karşılıkların arasındaki nitelik farklılıkları,
tıpkı evrenin yapısında görülen farklılıklar gibi köklüdürler. Görebilirlik
ile körlük, gölge ile kavurucu sıcaklık, karanlıklar ile aydınlık, hayat ile
ölüm, söz konusu evrense1 farklılıklara örnektirler. Bütün bunların
gerisinde yüce Allah'ın planı, hikmeti ve dilediğini yapan sınırsız gücü
vardır.
Buna göre peygamber sadece bir uyarıcıdır. Onun
insan olarak gücü bu sınırda biter. O ne mezarlıktaki ölülere ve ne de ölü
kalpler ile yaşadıkları için mezardakilerden farksız olanlara sesini
işittiremez. Sadece yüce Allah, dilediklerine, dileği uyarınca, dilediği
gibi ses işittirebilir, buna sadece O'nun gücü yeter. Peygamber görevini
yerine getirdikten, taşıdığı mesajı duyurduktan ve bunun sonucunda Allah'ın
dilediği kimseler sözlerini dinledikten ve dilediği kimseler de çağrısına
sırt döndükten sonra, sapıtanlar ve yüz çevirenler için ne yapabilir ki?
Bu surenin önceki bir ayetinde yüce Allah,
Peygamberimize şöyle buyurmuştu:
"Sakın onlar için hayıflanma."
Yüce Allah, Peygamberi hak mesaj eşliğinde
müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdi. O'nun bu açıdan durumu, çok sayıdaki
diğer peygamberlerin durumu gibidir. Çünkü her millete mutlaka bir peygamber
gönderilmiştir. Okuyalım:
"Her ümmete mutlaka bir uyarıcı gönderilmiştir."
Eğer Peygamber, hemşehrilerinin yalanlayıcı
reaksiyonu ile karşılaştı ise, bu tepki toplumların peygamberlerin
çağrılarını karşılama biçimlerinin değişmez özelliğini yansıtır. Yoksa
peygamberlerin yetersizliğinden ya da delil eksikliğinden kaynaklanmaz.
Okuyoruz:
"Eğer onlar seni yalanlıyorlarsa bi1 ki, daha önceki
milletler de peygamberlerini yalanlamışlardı. Oysa peygamberleri onlara açık
kanıtlar, kutsal sayfalar ve ışık saçan kitap getirmişlerdi."
Ayetin orjinalindeki "Beyyinat" sözcüğü sayıca çok
olan değişik türden deliller demektir. Müşriklerin istedikleri ya da
peygamberlerin meydan okuma amacı ile ortaya koydukları olağanüstü olaylar,
gösterdikleri mucizeler de bu kavramın kapsamına girer. Yine ayette geçen
"Zubur" sözcüğü çeşitli öğütler, yönlendirmeler, yükümlülükler ve
direktifler içeren kitaplaşmamış kutsal sayfalar anlamına gelir. "Kitab-ı
Munir" deyimi ile en yaygın yoruma göre, Hz. Musa'ya indirilen Tevrat
kastedilmiştir. Eski milletler bütün bu açık kanıtları, kutsal sayfaları ve
ışık saçan Kitab'ı yalanlamışlardı.
İşte eski milletlerin birçoğu peygamberlerini ve
peygamberlerin sundukları doğru yola iletici delilleri böyle
karşılamışlardı. Buna göre Peygamberimize karşı gösterilen reaksiyon yeni
bir şey, benzeri görülmemiş bir tutum değildi. Tersine yüce Allah'ın insan
doğasına ilişkin yasalarına uygun bir gelişmeyi yansıtıyordu.
Ayetin bu noktasında müşriklere eski
yalanlayıcıların acı sonları sunuluyor. Belki çekinirler diye. Okuyoruz:
"Sonra ben kâfirlerin yakalarına yapıştım."
Ayetin sonunda şaşkınlık uyandırma amacına yönelik
dehşet dolu bir soru ile karşılaşıyoruz. Okuyalım:
"Benim karşı darbem nasıl oldu?"
Bu karşı darbe şiddetli oldu. Yakalarına
yapışılanlar toptan yok edildi. Buna göre eskilerin yolundan gidenler, aynı
acı sonla karşılaşmaktan korkmalıdırlar!
Kur'an'a özgü bu dokunaklı uyarı ile surenin bu
kesiti, aynı zamanda bu kesitte çıkılan gezi noktalanıyor. Sonraki ayetlerde
yeni bir vadide yeni bir geziye çıkılıyor.
Surenin bu kesitinde gerek evren kitabının ve
gerekse insanlara indirilen Kutsal Kitab'ın bazı sayfalarını okumak için
geziye çıkılıyor. Önce evren kitabının sayfaları okunuyor. Bu sayfalar
şaşırtıcı, hatta çarpıcıdır. Okuyucuya açılan görüntülerin renkleri,
türleri, cinsleri değişiktir. Meyveler değişik renktedirler, dağ yolları
rengârenktir; insanlar, diğer canlılar, hayvanlar çok sayıda ve farklı
renktedirler. Evrenin açık Kitab'ının çarpıcı sayfalarına yönelik şaşırtıcı
bakış böyle gerçekleşiyor.
Sonra insanlara indirilen Kutsal Kitab'ın okuma
parçalarına geçiliyor. Bu Kitap gerçeği içeriyor ve daha önce inmiş kutsal
kitapları onaylıyor. Bu Kitap müslüman ümmete miras olarak geçmiştir. Bu
varislerin dereceleri farklıdır. Fakat yüce Allah'ın günahkârların
günahlarını bağışlamasından sonra hepsini mutlu bir son bekliyor. Nitekim
"nimet yurdu" olan cennetteki sahneleri gözlerimizin önündedir. Bu sahnenin
karşısında kâfirlerin acıklı sahnesi ile yüzyüze geliyoruz. Bu uzun ve
rengârenk gezi, bütün bunların yüce Allah'ın kalplerin özündeki gizli
sırları aydınlatan bilgisine göre gerçekleştiklerini belirtir.
27- Allah'ın gökten
su indirdiğini görmüyor musun? O su aracılığı ile türlü türlü renkte
meyvalar yetiştirdik. Dağlarda beyaz, kırmızı, koyu siyah değişik renklerde
yollar, patikalar açtık.
28- Yine böyle
değişik renkte insanlar, hayvanlar ve davarlar yarattık. Allah'dan asıl
korkanlar, O'nun bilgin kullarıdır. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve
bağışlayıcıdır.
Burada Kur'an'ın kaynağının Allah olduğunu
kanıtlayan acayip bir evrensel görüntü karşısındayız. Bu görüntüde insan
yeryüzünün her tarafım dolaşıyor. Karşısına çıkan bütün varlıkların
renklerini gözlüyor. Meyvaların, dağların, insanların, öbür canlıların ve
hayvanların renklerini izliyor. Görüntü az sayıdaki cümleye yeryüzünün tüm
canlıları ile cansızlarını sıkıştırıyor ve arkasından insan kalbini bu
ilahi, bu parlak, bu çarpıcı ve bu tüm yeryüzünü kapsayacak kadar engin
görüntüyü seyretmekle başbaşa bırakıyor.
Evrensel gösteri, gökten yere su indirilmesi olgusu
ile başlıyor. Sonra rengârenk meyvaların yetiştirilmesine dikkatler
çevriliyor. Gösteri renk ağırlıklı olduğu için meyvaların sadece
renklerinden söz ediliyor. Okuyoruz.
O su aracılığı ile türlü türlü renkte meyvalar
yetiştirdik."
Meyva renkleri, orjinal bir renk görüntüsü sunar. Bu
renklerin sadece bir bölümünü gelmiş-geçmiş bütün ressamlar biraraya
gelseler meydana getiremezler. Hiçbir meyva türünün rengi başka bir meyva
türünün rengi ile aynı değildir. Hatta aynı türden iki meyva tekinin
renkleri bile aynı değildir. Aynı türden iki meyva tekini önümüze koyup
yakından incelediğimizde mutlaka renkleri arasında fark buluruz.
Meyvaların renklerinden dağlara geçiliyor. Bu geçiş
ilk bakışta tuhaf görünebilir. Fakat temel ilginin renk araştırması olduğu
hatırlanınca doğal ve anlamlı olduğu anlaşılır. Çünkü taşların, kayaların
renkleri ile meyvaların renkleri arasında ilginç bir benzerlik vardır. Hatta
bu benzerlik onların türleri, çeşitleri arasında bile görülür. Öyle ki, kimi
zaman taşlar bazı meyvaların biçiminde ve büyüklüğünde olurlar ve bu yüzden
onları irili-ufaklı kimi meyva türlerinden ayırd etmek zor olur. Okuyoruz:
"Dağlarda beyaz, kırmızı, koyu siyah değişik
renklerde yollar, patikalar açtık."
Ayetin orijinalindeki "Cüded" sözcüğü dağ yolları,
patikalar demektir. Buradaki açıklama doğadaki aslına uygundur. Çünkü beyaz
dağ yollarının aralarında renk farkları olur. Kırmızı dağ yollarının
aralarında da renk farkları olur. Bu renklerin koyuluk dereceleri,
gölgeleri, öbür renklerle karışmışlık dereceleri birbirine benzemez. Bir de
koyu siyalı, simsiyah dağ yolları ve patikalar vardır.
Meyvaların renklerine göz gezdirildikten sonra
bakışların taşların renklerine ve ton farklarına yöneltilmesi insan kalbini
titreten, ondaki yüce güzellik zevkini uyandıran bir olaydır. Bu yüce
güzellik zevki, güzelliğe soyut olarak baktığı için, onu meyvada gördüğü
gibi taşta da görür. Bu bakış için taşın yapısı ile meyvanın yapısı
arasındaki uzaklık önemli olmadığı gibi, insan gözü ile bu ikisi arasında
varolan fonksiyon farkı da önemli değildir. Çünkü sadece güzeli gören
soyutlayıcı bakış bu iki farklı nesne arasındaki ortak unsur olan, görülmeye
ve göz dikilmeye değer bir ortak nitelik olan güzelliği görür, bu nesnelerin
diğer niteliklerini algılamaz.
Sonra sıra insanların renklerine geliyor. Bu gözlem
sadece ırkları birbirin-den ayıran ana renk farklarını vurgulamakla bitmez.
Bu temel renk ayırımının ötesinde her fert, kendi renkdaşlarından şu ya da
bu oranda farklıdır. Hatta bu renk farklılığı aynı gebelik dönemini ve aynı
ana karnını paylaşmış olan ikiz kardeş arasında bile görülür.
Son olarak sıradan hayvanların ve çiftlik
hayvanlarının renklerinden söz ediliyor. Ayetin orijinalinde geçen "devab"
sözcüğü, yine ayette yer alan ve "enam" sözcüğünden daha geniş kapsamlıdır.
Başka bir deyimle "dabbe" her tür hayvan, buna karşılık "enam" deve, sığır,
koyun, keçi gibi çiftlik hayvanları demektir. Çiftlik hayvanlarının ayrıca
anılmalarının sebebi, bunların insanlar,n yakınında yaşamaları, evcil
olmalarıdır. Hayvan renkleri de tıpkı meyva ve taş renkleri gibi son derece
güzeldir.
Şu orijinal sayfalı, acayip yaratılışlı, rengârenk
evrenin kitabı var ya; Kur'an bu kitabı açıyor, yapraklarını bir bir
çeviriyor, sonra da diyor ki; "Bu Kitab'ı okuyan, kavrayan ve inceliklerini
irdeleyen bilgiler var ya; asıl Allah'dan korkanlar onlardır. Okuyalım:
"Allah'dan asıl korkanlar O'nun bilgin kullarıdır."
Kur'an'da okuduğumuz evren kitabının sayfaları, o
kitabın tüm sayfalarının sadece bir bölümüdür. Bilginler bu şaşırtıcı
kitabın sırlarını araştıran kimselerdir. O yüzden onlar yüce Allah'ı hakkı
ile bilirler. O'nu sanatının eserleri ile bilirler, gücünün eserleri ile
kavrarlar, yaratıcılığının mahiyetini gördükleri için, O'nun ululuğunun
gerçek anlamda bilincine varırlar. Bundan dolayı O'ndan gerçekten korkarlar,
gerçekten sakınırlar ve O'na gerçekten kulluk ederler. Onların kulluğu
evrenin görkemi karşısında belirsiz bir heyecana kapılan kalbin geçici
duygusallığına dayanmaz; ayrıntılı bilgiye ve dolaysız tanımaya dayanır.
Bu sayfalar evren kitabından derlenmiş seçme
sayfalardır. Gördüğümüz çarpıcı renkler de yaratılış sanatının sadece birkaç
örneğidir. Geride kalan sayfaları ve öbür örnekleri ancak bu kitabı sürekli
araştırma alanı olarak seçen bilginler kavrayabilirler. Fakat bu bilgi
gerçeğe erdirici olmalıdır; kalbi uyarmalı ve harekete geçirmelidir. Kalp,
bu bilgi sayesinde yüce Allah'ın şu çarpıcı evrende işleyen yaratıcı, yoktan
var edici koordine edici ve renk verici elini görmelidir. Anlaşılan
güzellik, şu evrenin yapısına işleyişine özellikle yerleştirilmiş, bilerek
konmuş bir unsurdur. Varlıkların güzellikleri yolu ile fonksiyonlarını
yerine getirmeleri bu güzellik unsurunun vazgeçilmezliğini, varlığının
gerekliliğini kanıtlar. Meselâ çiçeklerin çarpıcı renkleri, saldıkları özel
kokunun etkisi ile birlikte arıları ve kelebekleri kendine çeker. Arıların
ve kelebeklerin çiçeklere yönelik görevleri döllenmiş tozları taşıyıp
çiçeklenme olayını sağlamaktır. Böylece çiçekler güzellikleri yolu ile
görevlerini yapmış olurlar. Erkekte ve dişideki güzellik karşı cinsi kendine
çeker. Bu da karşıt cinslerin fonksiyonlarını yerine getirmelerini sağlar.
Böylece varlığın fonksiyonu, onun güzelliği sayesinde gerçekleşmiş olur.
Evet, şu evrenin yapısında ve işleyişinde amaca
dayalı olan bir unsurdur. Bundan dolayıdır ki, yüce Allah'ın insanlara
indirdiği Kitap, gözlemlere sunulan kitabın güzelliklerine dikkatlerimizi
çekiyor. Ayetin son cümlesini okuyalım:
"Allah üstün iradeli ve bağlayıcıdır."
Üstün iradelidir; hem yaratmaya, hem de ödül ve ceza
vermeye gücü yeter. Bağışlayıcıdır; sanatının çarpıcı örneklerini görüp
durdukları halde, O'nun korkusuna kalplerinde yeterince yer vermeyenlerin
günahlarını af silgisi ile siler.
KUR'AN-I KERİM'İ
OKUYANLAR
29- Allah'ın
Kitab'ım okuyanlar, namazı kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızıkların bir
bölümünü gizlice ve açıkça ihtiyacı olanlara verenler, hiçbir zaman zarar
etmeyecek bir ticaret yaptıklarını umabilirler.
30- Çünkü Allah
onların ücretlerini eksiksiz olarak öder ve kendi bağışı olarak fazlasını
verir. Hiç kuşkusuz O affedicidir, iyiliklerin karşılığını bol bol verir.
Yüce Allah'ın Kitab'ını okumanın, sesli ya da sessiz
olarak bu Kitab'ın cümlelerini gözden geçirmekten başka bir anlamı vardır.
Kur'an'ı okumak, onun anlamını düşünmek demektir. Bu düşünmeyi anlamak,
etkilenmek ve arkasından uygulamak ve davranışlara yansıtmak izlemelidir.
Bundan dolayı ayette Kur'an okumayı namaz kılmak ve Allah'ın bağışladığı
rızkın bir bölümünü gizli ya da açık bir şekilde dağıtmak görevleri
gelmektedir. Mü'minler bu adımları attıktan sonra "Hiçbir zaman zarar
etmeyecek bir ticaret" umabilirler. Çünkü onlar iyi biliyorlar ki, yüce
Allah'ın katındaki ödül, harcadıkları maldan daha değerlidir. Zarar etme
riski olmayan, kâr getireceği kesin olan bir ticaret yapmışlardır. Yüce
Allah ile alış-veriş yapıyorlar ki, bu en kârlı alış-veriş türüdür.
Verdiklerinin karşılığını ahirette alacaklardır ki, bu en kazançlı ticaret
işlemidir. Bu ticaretin sonunda ücretlerini eksiksiz olacakları gibi, bir de
yüce Allah'ın tek yanlı bağışı olan bir fazlalığa konacaklardır. Ayetin son
cümlesini okuyoruz:
"Hiç kuşkusuz O affedicidir ve iyiliklerin
karşılığını bol bol verir."
O kusurları bağışlar ve görevlerini yapanlara
"teşekkür" eder. Yüce Allah'ın "teşekkür" etmesi, normal olarak "teşekkür"e
eşlik eden hoşnutluğu ve ödülü dolaylı biçimde ifade eder. Fakat insan,
nimetlerin vericisine şükret etme görevini hatırlatır. Bu konuda Allah örnek
almayı ve nankörlükten utanç duymayı telkin eder. Öyle ya, madem ki, yüce
Allah görevlerini yapan kullarına teşekkür ediyor, onların da hiçbir nimeti
kendilerinden esirgemeyen cömert Rabb'lerine şükretmeleri gerekmez mi?
Bir sonraki ayette Kur'an'ın ve içerdiği gerçeğin
niteliğine işaret ediliyor. Böylece bu Kitab'ın mirasçılarından söz etmeye
uygun bir ortam hazırlanıyor.
31- Ey Muhammed,
sana vahiy yolu ile indirdiğimiz bu Kitap daha önceki kutsal kitapları
onaylayan gerçek kitaptır. Hiç şüphesiz Allah, kullarını iyi tanır ve her
şeyi görür.
Bu Kitap'ta gerçeğin kanıtları belirgin biçimde
görülür. Bu Kitap, şu evrenin aslına uygun bir tercümesidir. Başka türlü
söylersek okunan sayfalardan, evren ise suskun sayfalardan oluşmuştur.
Ayrıca bu Kitap, kendisinden önce aynı kaynaktan gelen bütün kutsal
kitapların onaylayıcısıdır. Onlardaki ve bundaki gerçek tektir, bir ikincisi
yoktur. Bu Kitab'ı insanlara indiren yüce Allah, onları iyi tanır, onlara
neyin yarayacağından ve aksaklıklarını neyin düzelteceğinden iyice
haberdardır. Çünkü; "Hiç şüphesiz Allah kullarını iyi tanır ve her şeyi
görür."
İşte bu Kitap özü itibarı ile böyle bir Kitap'tır.
Yüce Allah, müslüman milleti ona mirasçı yapmıştır. Bu ümmeti bu mirasçılık
için seçmiştir. Nitekim O,
bize şöyle buyuruyor.
32- Sonra bu Kitab'ı
seçtiğimiz kullarımıza miras bıraktık. Bunların kimi kendilerine yazık eder,
kiminin davranış notu ortadır, kimi de Allah'ın izni ile iyiliklerde
öncüdür. İşte büyük lütuf budur.
Evet; "Sonra bu Kitab'ı seçtiğimiz kullarımıza miras
bıraktık."
Bu sözler, bu ümmete yüce Allah katında taşıdığı
saygınlığı hissettirecek niteliktedir. Ayrıca onlara bu seçilmenin ve bu
mirasçılığın omuzlarına ne büyük bir sorumluluk yüklediğini de
hatırlatmaktadır. Bu sorumluluk beraberinde birtakım yükümlülükler getiren
büyük bir sorumluluktur. Acaba bu "seçilmiş" ümmet Peygamberin çağrısını
işitiyor ve bu çağrıya olumlu karşılık veriyor mu?
Yüce Allah bu ümmeti, hem onu bu şerefli mirasçılık
için seçerek ve hem de onun günahkârlarını bile ödüle lâyık görerek iki kere
onurlandırmıştır.
"Bunların kimi kendilerine yazık eder, kiminin
davranış notu ortadır, kimi de Allah'ın izni ile iyiliklerde öncüdür."
Herhalde ümmetin çoğunluğunu oluşturduğu için ilk
sırada anılan grup "kendilerine yazık edenler"den oluşur. Bunların
kötülükleri iyiliklerinden daha çoktur. İkinci grubu oluşturanların davranış
notu "orta"dır, yani iyilikleri ile kötülükleri birbirine denktir. Üçüncü
grubu oluşturanlar ise "Allah'ın izni ile iyiliklerde öncü"dürler, yani
iyilikleri kötülüklerinden daha fazladır. Fakat yüce Allah her üç grubu da
lütfunun şemsiyesi altına almıştır. Çünkü bir sonraki ayetten anlaşılacağı
üzere, bu üç grubun her üçü de sonunda cennete girecek ve sonsuz mutlulukla
kucaklaşacaktır. Ama cennetteki dereceleri farklı olduğu gibi, sonsuz
mutluluktaki payları da değişiktir.
Görülüyor ki, bu ümmetin mirasçı olarak seçilmek ve
ödüllendirilmek suretiyle onurlandırıldığı belirtiliyor. Metnin satır
aralarına düşürdüğü gölge budur. Bu ümmetin karşılaşacağı "son aşama" budur.
Biz bu "son aşama"nın berisini irdelemek, yani son aşama ile karşılaşmadan
önce çekilecek olan ve yüce Allah'ın bilgisinde belli olan ön cezaya ilişkin
ayrıntıya dalmak istemiyoruz. Bu ön ceza aşamasını atlayarak bu ümmetin her
üç grubu için belirlenmiş olan ödüle dikkatleri çekiyoruz. Okuyalım:
33- Bunlar Adn
cennetlerine girerler. Orada altın bilezikler takarlar. Oradaki elbiseleri
ipekten olur.
34- Onlar şöyle
derler; "Ïçimizdeki üzüntüyü gideren Allah'a hamd olsun. Hiç kuşkusuz
Rabb'imiz affedicidir ve iyiliklerin karşılığını bol bol verir. "
35- "O bizi lütfu
ile içinde sürekli oturacağımız bir yurda yerleştirdi. Burada bize ne
yorgunluk değecek ve ne de bıkkınlık ilişecektir. "
Burada bir yanı elle tutulur, maddi nimetlerden ve
öbür yanı ile duygulara hitap eden psikolojik nimetlerden oluşmuş iki
kesimli bir sahne ile karşı karşıyayız. Sebebine gelince; "Bunlar orada
altın bilezikler takarlar. Oradaki elbiseleri ipekten olur."
Bunlar insanların psikolojik arzularını tatmin eden
bazı maddi görünümlü nimetlerdir. Bunların yanı sıra Allah'ın hoşnutluğu,
huzur ve güven de vardır.
Okuyalım: "İçimizdeki üzüntüyü gideren Allah'a hamd
olsun."
Oysa dünya hayatı, bu sürekli nimetler ve bu kalıcı
mutluluk yanında bitimsiz bir üzüntü, tükenmez bir tasa kaynağıdır. Çünkü bu
hayatta insan her zaman gelecek kaygısı ile ve çözüm isteyen problemlerin
sıkıntıları ile yüzyüzedir. Ayrıca mahşer gününe ilişkin gelecek endişesi
başlı başına büyük bir endişe sebebidir. Devam ediyoruz: "Hiç kuşkusuz
Rabb'imiz affedicidir ve iyiliklerin karşılığını bol bol verir."
O bizi affetti ve iyiliklerimizi ödüllendirerek
bizlere teşekkür etti. Çünkü; "O bizi lütfu ile içinde sürekli oturacağımız
bir yurda yerleştirdi."
Bizleri huzur içinde kalacağımız ve bir daha hiç
çıkarılmayacağımız bir yurda yerleştirdi. Bu bizim hak ettiğimiz bir ödül
değil, O'nun tek yanlı lütfudur; onu dilediği kimselere karşılıksız olarak
sunar. Ayetlerinin son cümlesini okuyoruz:
"Burada bize ne yorgunluk değecek ne de bıkkınlık
ilişecektir."
Hep mutluluk, huzur ve güven içinde olacağız.
Bu ayetlerin yansıttıkları hava konfor, huzur ve
mutluluk havasıdır. Kullanılan seçme sözcüklerin melodileri ve mesajları bu
cana yakın, bu sıcak, bu rahmet saçıcı hava ile yüklüdürler ve metnin anlamı
ile ahenkli bir bütün oluşturmaktadırlar. Öyle ki, "üzüntü" anlamına gelen
"hazen" sözcüğünün bile yumuşak okunan kalıbı seçilmiş, "hüzn" biçimindeki
sert okunuşlu ve gırtlağı tırmalayıcı kalıbından kaçınılmıştır. Bu arada
cennet "istikrar yurdu"dur; "yorgunluk" ile "bıkkınlık" cennetliklere
ilişmemektedir bile . Kısacası ayette kullanılan tüm sözcüklerin melodisi
yumuşak, tatlı ve sessiz akışlıdır.
Sonra sahnenin öbür bölümüne dönüyoruz. Bu tabloda
endişe, sarsıntı ve istikrarsızlık motifleri ile yüzyüze geliyoruz.
Okuyalım:
36- Kâfiri ise
cehennem ateşi beklemektedir. Ne ölümlerine karar verilir de ölürler ve ne
de azapları hafifletilir. İşte biz azılı kâfirleri böyle cezalandırırız.
Ne o taraftan ve ne de bu taraftan bir kapı açılır
önlerine. Ölümü rahmet sayarlar, ama ona bile eremezler. Devam edelim:
"İşte biz azılı, koyu kâfirleri böyle
cezalandırırız."
Arkasından kulak zarlarımız, yüksek frekanslı bir
uğultu ile titreşiyor. Acı bir çığlığın dağınık korusu çevremizde
yankılanıyor. Cehenneme atılmışların yürek paralayıcı feryadıdır bu.
Kullanılan kelimeler de cümlenin anlamı gibi tırmalayıcı ve acıtıcıdır.
Şimdi iyice kulak kesilelim de ne dediklerini seçelim:
37- Onlar orada "Ey Rabbimiz, bizi buradan çıkar da
daha önce yaptıklarımızdan farklı, iyi işler yapalım " diye feryad ederler.
Düşünmek isteyenlerin düşünmelerine yetecek kadar uzun bir süre sizi
yaşatmadık mı? Ayrıca size uyarıcı da gelmişti, Şimdi azabı tadınız bakalım.
Zalimlere yardım eden bulunmaz.
Belli ki, pişmanlıklarını, yanlış yolda olduklarını
ve tutumlarını değiştirmeye kararlı olduklarını dile getiriyorlar. Ama iş
işten geçtikten sonra. Nitekim kendilerine verilen kesin cevap hemen
kulaklarımızda yankılanıyor. Bu cevap sert bir azar içeriyor.
Ömrünüzün size sağladığı geniş fırsattan
yararlanamadınız. Oysa bu fırsat, düşünmek isteyenlerin düşünmeleri için
yeterli idi. Üstelik; "Ayrıca size uyarıcı da gelmişti."
Bu uyarmayı ve sakındırmayı pekiştiren bir etkendi.
Fakat aklınızı başınıza toplamadınız, çekinmeden sapıklığınızı sürdürdünüz.
Öyleyse; "Şimdi azabı tadınız bakalım."
Burada iki karşıt tablo ile yüz yüzeyiz. Bir yanda
huzur ve güven tablosu, öbür yanda endişe ve ızdırap tablosu. Bir yanda
şükür ve dua namesi, karşı tarafta feryad ve çığlık narası. Bir yanda ilgi
ve onurlandırma görüntüsü, öbür yanda ihmal ve azarlama görüntüsü. Bir yanda
ruhları okşayan, yumuşak bir melodi; öbür yanda kaba ve kulak tırmalayıcı
bir uğultu. Böylece tabloların hem ana hatlarında hem de ayrıntılarında tam
bir simetri, eksiksiz bir uyum sağlanıyor. " "
Son olarak hem bu sahnelerin tümüne, hem daha önce
açıklanan seçme ve "mirasçı kılma" olgularına ilişkin bir değerlendirme
ayeti ile karşılaşıyoruz.
38- Hiç kuşkusuz
Allah, göklerin ve yeryüzünün "gayb "ını bilir. O kalplerin özünü bilir.
Yukarda yüce Allah'ın Kutsal Kitab'ı indirdiği, bu
Kitab'a kimlerin mirasçı olacağını, onu kimlerin taşıyacağını seçtiği, bu
mirasçı ümmetin birbirlerine yönelik zalimliklerini bağışladığı, hepsini
cömertçe ödüllendirdiği ve kâfirler için kötü bir gelecek hazırladığı
açıklanmıştı. Yüce Allah'ın bilgisinin geniş kapsamlılığı, kıvraklığı ve
bütün ayrıntıları kucaklayan duyarlılığı bu açıklamalara son derece uygun
düşen bir değerlendirmedir. Sebebine gelince yüce Allah göklerin ve
yeryüzünün sırlarını olduğu gibi insan kalplerinin gizliliklerini de bilir
ve bu yaygın, kıvrak, ayrıntıları kucaklayıcı bilgisine dayanarak açıklanan
konulara ilişkin hükmünü verir.
Surenin bu kesiti de geniş ufuklu, kalplerin bam
tellerini titreten ve çeşitli mesajlar içeren gezilerden oluşuyor. Bu
gezilerden birinde ardarda gelen bütün insanlık kuşakları ile birlikte
oluyor ve bu kuşakların birbirinin yerine geçişlerini izliyoruz. Bir
başkasında gökleri ve yeryüzünü dolaşarak müşriklerin yüce Allah'a ortak
koştukları düzmece ilahların izlerini boşuna araştırıyoruz. Bir başka gezide
yine göklerde ve yeryüzünde yüce Allah'ın evrensel dengeyi sağlayan güçlü
elini görmeye çalışıyoruz. Bir diğer gezide bütün bu delilleri yalanlayan
kâfirlerle birlikte oluyoruz. Oysa bu adamlar kendilerine bir uyarıcı
geldiği taktirde doğru yola en bağlı toplumlardan biri olacaklarına dair
vaktiyle söz vermişler, fakat kendilerine bekledikleri uyarıcı gelince
verdikleri sözü unutarak peygamberlerine ve hakka dönük çağrıya karşı
amansızca düşman kesilmişlerdi.
Bu gezilerin bir başka aşamasında eski kâfir
kuşakların tıpkı kırım sahneleri ile yüzyüze geliyoruz. Yani inkârcılar eski
yoldaşlarının başlarına gelen felâketlerin somut izlerini gözleri önünde
gördükleri halde, aynı felâketlerin kendi başlarına da gelmesinden, yüce
Allah'ın yasasının kendileri hakkında da işlemesinden korkmuyorlar. Bu
gezilerin sonunda surenin son ayetinde uyarıcı ve tüyler ürpertici bir
mesajla yüzyüze geliyoruz. Okuyalım:
"Eğer Allah insanların davranışlarının cezasını
hemen verseydi, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı."
Demek ki, yüce Allah'ın insanlara mühlet vermesi,
onların yakalarına hemen yapışarak kendilerini yok etmemesi, O'nun büyük
lütuflarından biridir.
39- Yeryüzünde
sizleri daha önceki kuşakların yerine geçirip egemen kılan O'dur. Kâfirlerin
inkârcılıkları kendi zararlarınadır. Kâfirlik, kâfirlere Rabb'leri katında
sadece daha çok nefret kazandırır. Kâfirlik, kâfirlerin sadece zararlarını
arttırır.
Yeryüzünde insan kuşakları birbirini izliyor; bir
kuşak gidiyor, yerine yenisi geliyor; gelen, gidenin mirasçısı oluyor. Bir
devlet yıkılıyor, yerine başka bir devlet kuruluyor. Bir ocak sönüyor,
yerinde başka bir ocak tütmeye başlıyor. Yüzyılların akışı boyunca
uygarlıkların biri batıyor, öbürü doğuyor. Bu sürekli değişimi izleyip
düşünce süzgecinden geçiren insan bu kesintisiz süreçten şu dersi çıkarmalı,
şu bilince varmalıdır:
Herhangi bir dönemin "yaşayanlar"ı bir süre sonra
"tarih" olacaklardır. Şimdi onlar nasıl kendilerinden önce gelip geçenlerin
izlerini gözlüyor, tarih olmuş maceralarını konuşuyorlarsa, ilerdeki
kuşaklar da onların kalıntılarını seyredecek, hayat serüvenlerini
tartışacaklardır. O halde gaflet uykusundan uyanarak çağları değiştiren,
insan ömürlerinin çarkını döndüren, hayvan döllerini birbirinin yerine
geçiren, devletleri yıkıp kuran, egemenliklere el değiştirten, insan
kuşaklarını birbirine mirasçı kılan yüce Allah'ın güçlü elini görmek
gerekir. Her şey geçip gidiyor, son buluyor, yok oluyor. Sürekli kalan,
sadece yüce Allah'dır. Hiçbir kesintiye, hiçbir değişime uğramadan varlığını
sürdüren tek güç O'dur.
Düşünmek gerekir ki, insan gelip geçici bir
canlıdır. Dünyada kalıcı bir "ölümsüz" değildir. Belli bir süre sonra
noktalanacak bir yolculuğun akıntısına kapılmış gitmektedir. Buna göre şu
dünyadaki kısa "oturum"unu güzelliklerle donatmalı, arkasında iyi anılar
bırakmalı, ilerdeki sürekli hayatında işine yarayacak kalıcı birikimler
sağlamalıdır.
Sürekli batıp çıkma, doğup batma olguları ile
yüzyüze gelen; yıkılan egemenliklerin, sönen hayatların ve birbirine mirasçı
olan ardışık kuşakların sahneleri ile karşı karşıya kalan insanın bilincine
varacağı gerçeklerin, alacağı derslerin bazıları işte bunlardır. Evet, şimdi
yukardaki ayetlerin ilk cümlesini okuyalım:
"Yeryüzünde sizleri daha önceki kuşakların yerine
geçirip egemen kılan O'dur."
Yüce Allah, bu ardışık tablolu ve etkili sahnenin
ışığında insanlara sorumluluğun bireysellik ilkesini hatırlatıyor. Hiç kimse
başkasının yükünü taşımaz, hiç kimse başkasının sırtındaki yükü paylaşmaz.
Bunun yanı sıra insanların gerçeğe yüz çevirmeleri, kâfirlikleri,
sapıklıkları ve en sonunda yüzyüze gelecekleri hüsranlı akıbet gözler önüne
seriliyor. Okuyoruz:
"Kâfirlerin inkârcılıkları kendi zararınadır.
Kâfirlik kâfirlere Rabb'leri katında sadece daha çok nefret kazandırır."
"Nefret" sevmezliğin en koyu derecelisidir.
Rabb'inin nefretine uğrayan kimseyi ne ağır bir hüsranın, ne onarılmaz bir
yıkımın beklediğini düşünebiliyor musunuz? Aslında bu nefretin kendisi,
bütün hüsran ve yıkım türlerinden daha büyük bir hüsran daha onarılmaz bir
yıkım değil midir?
İkinci gezide gökler ile yeryüzü dolaşılıyor. Amaç,
müşriklerin yüce Allah'a ortak koştukları düzmece ilahların izlerini
araştırmaktır. Fakat gezinin sonunda bu düzmece ilahlara ilişkin hiçbir
belirtiye, hiçbir kanıtlayıcı belgeye rastlanmayacaktır.
40- Ey Muhammed,
müşriklere de ki; "Baksanıza, Allah'a ortak koşarak imdada çağırdığınız,
O'nun dışındaki düzmece ilahlarınız var ya. Onların yeryüzünde neyin
yaratıcıları olduklarını bana göstersenize. Yoksa onların göklerin
yaratılmasında payları, katkıları mı var? Yoksa onlara bir kitap indirdik de
ondaki kanıtlara mı dayanıyorlar?" Hayır, o putperest zalimler birbirlerini
sadece asılsız vaadlerle aldatıyorlar.
Deliller açık, kanıtlar ortada. Meselâ şu yeryüzü
canlı-cansız bütün varlıkları ile gözlerimizin önünde duruyor. Bu gezegenin
hangi bölümünün, hangi varlığının, yüce Allah'dan başkası tarafından
yaratıldığı iddia edilebilir. Kim ortaya çıkıp böyle asılsız bir iddiayı
ileri sürebilir? Eğer böyle bir iddiayı ileri sürmeye yeltenen çıkarsa,
yeryüzünün tüm varlıkları karşısına dikilir, davasının asılsız olduğunu
yüzüne vururlar. Yeryüzünün bütün varlıkları yaratıcılarının, yoktan var
edicilerinin yüce Allah olduğunu haykırıyorlar. Her şey bu "yaratma
sanatı"nın göz kamaştırıcı izlerini üzerinde taşıyor. Hiç kimse bu sanatın
izlerini sahiplenemez. Çünkü bu izler, hiçbir zavallı ve ölümcül sanatkârın
sanat eserlerine benzemez. Evet; "Yoksa onların, göklerin yaratılmasında
payları, katkıları mı var?"
Böyle bir şey de kesinlikle söz konusu değil. Çünkü
bu müşriklerin hiçbiri gökler ile yerin yaratılışında ya da sahipliğinde
düzmece ilahlarının ortak olduklarını ileri sürmeye cüret edememişlerdir.
Cinleri ve melekleri Allah'a ortak koşanlar da dahil olmak üzere hiçbir
müşrik, hiçbir düzmece ilah hesabına böyle bir iddia seslendirmemiştir. Bu
konuda en ileri gidenler, şeytanların kendilerine gökten mesaj
getirdiklerini ya da meleklerin yüce Allah ile aralarında aracılık
ettiklerini söylemişlerdir. Yoksa ne şeytanların ve ne de cinlerin göklerin
egemenliğine ortak olduklarını iddia etmemişlerdir. Devam ediyoruz "Yoksa
onlara bir kitap indirdik de ondaki kanıtlara mı dayanıyorlar?"
Bu düzmece ilahlara yüce Allah'ın bir kitap, bir
belge verdiği ve o yazının kanıtlarından güç aldıkları biçiminde bir iddia
da yok ortada. Bu olumsuz sorunun müşriklerin 1. udilerine yönelik olması da
muhtemeldir. Bu yoruma göre onların ısrarlı müşrikleri şu ihtimali akla
getirebilir: Onlar bu sapık inançlarını yüce Allah tarafından kendilerine
iletilen bir yazınım kesin kanıtlarına dayandırıyorlar. Böyle bir şey ne
doğrudur ve ne de onlar tarafından ileri sürebilir.
Fakat böyle bir yorum bize şöyle bir mesaj verir.
İnanç konusunda mutlaka yüce Allah'ın Kitab'ına, O'nun ilettiği açık bir
belgeye dayanmalıdır. Bu alanda güvenilecek tek kaynak budur.
Fakat dediğimiz gibi, müşriklerin elinde iddialarına
dayanak yapacakları böyle bir belge yoktur. Oysa Peygamberimiz onların
karşısına yüce Allah'dan gelen bir Kitap'la, kesin bir belge ile çıkıyor.
İnanç ilkelerini elde etmenin tek yolu bu iken, müşrikler Peygamberimizin
sunduğu Kitab'a ne gerekçe ile yüz çeviriyorlar? Ayetin son cümlesini
okuyoruz:
"Hayır, o putperest zalimler birbirlerini asılsız
vaadler ile sadece aldatıyorlar."
Bu zalimler, yoldaşlarına kendi yollarının en doğru
yol olduğunu ve sonunda zafere ulaşanların kendileri olacağı propagandasını
yapıyorlar. Onlar, elebaşları ile, yandaşları ile bir bütün olarak
aldanmışlar, yanılgı tuzağına düşmüşlerdir. Birbirlerini yanıltıyor,
aldatıyorlar. Kendilerine hiçbir yarar sağlamayan bir aldatmaca ortamında
yaşıyorlar.
Düzmece ilahların göklerde ve yeryüzünde hiçbir
izleri, hiçbir belirtileri olmadığı vurgulandıktan sonra, üçüncü bir geziye
çıkılıyor. Bu gezide yüce Allah'ın güçlü ve kahredici eline dikkat
çekiliyor. Gökleri ve yeri dengede tutan, yok olmaktan koruyan ve yöneten
gücün bu "el" olduğu vurgulanıyor.
41- Gökleri ve yer
yuvarlağını dengede tutarak yörüngelerinden çıkmalarını önleyen sadece
Allah'dır. Eğer onlar yörüngelerinden çıkacak olsalar onları O'ndan başka
hiç kimse dengeye getiremez. Hiç kuşkusuz O, hoşgörülü ve bağışlayıcıdır.
Şu göklere, yeryuvarlağına ve "uzay" denen
uçsuz-bucaksız boşluğa serpiştirilmiş sayısız gök cismine gezegene bir
bakalım. Hepsinin belli bir yeri var. Hepsi bağlı olduğu sistem içinde bir
yörüngeye bağlı olarak sürekli dönüyor. Aksamıyor, yörüngesinden çıkmıyor,
dönüş temposunu değiştirmiyor; yani ne hızlanıyor ne de yavaşlıyor. Hiçbiri
ne bir direğe, bir sütuna dayanıyor ne bir sıra dağın tepesine oturuyor ve
ne de şu ya da bu yanından bir şeye bağlıdır. Bu şaşırtıcı ve müthiş gök
cisimlerini görmek insanın "basiret"ini açmalı, bu cisimleri dengede tutan,
kaymaktan alıkoyan güçlü ve üstün iradeli, gizli "el"i görmesini
sağlamalıdır.
Eğer bu gök cisimleri yörüngelerinden kaysalar,
sistemlerinden çıkarak boşlukta başıboş kalsalar, artık onları hiç kimse
tekrar dengeye getirip sistemlerine bağlayamaz. Bu da Kur'an'ın bu alemin
sonu olarak adlandırdığı anın gelmiş olması anlamına gelir. O an gelince gök
cisimlerinin düzeni bozulur, gezegenler sistemlerinden koparak boşluğa
dağılır, bütün uzay cisimleri öteye beriye saçılır, hiç kimse artık onları
denetim altına alamaz.
Bu "kaos" anı dünyada olup biten her şeyin hesap
mayasına döküleceği, ödüllerin ve cezaların belirleneceği andır, başka bir
"alem"e geçiş anıdır. Bu "başka alem" özü bakımından dünyadan tamamen farklı
bir alemdir.
İşte bundan dolayı, göklerin ve yeryuvarlağının
dengede tutuluşuna ilişkin açıklamayı şu değerlendirme cümlecikleri izliyor:
"Hiç kuşkusuz O hoşgörülü ve bağışlayıcıdır."
"Hoşgörülü ve yumuşak tutumludur", yani insanlara
fırsat verir, dünyalarını hemen yıkmaz; belli zamanı gelmeden onları
kollarından tutup hesaba çekmez ödüllerini ve cezalarını hemen vermez.
Tersine tövbe etmeleri, iyi ameller
" işlemesi, hazırlık yapmaları için onlara mühlet
tanır. Bağışlayıcıdır ; yani insanları her kötülüklerinden dolayı
cezalandırmaz. Tersine çoğu kötülüklerine göz yumar, onları affeder; yeter
ki, bu kötülükleri işleyenlerde iyiye yöneliş belirtisi görsün.
Bu değerlendirme gafilleri, daldıkları uykudan
uyandırıcı, onları bir daha ellerine geçmeyecek olan fırsatı değerlendirmeye
özendirici niteliktedir. Surenin bu bölümünü oluşturan "gezi"lerin
dördüncüsünde Mekkeli müşriklerin yüce Allah'a verdikleri söz, sonradan bu
sözden cayarak giriştikleri bozguncu eylemler gündeme getiriliyor.
Arkasından adamlar yüce Allah'ın değişmez, sapmaz ve farklılaşmaz ilahi
yasalarla tehdit ediliyorlar. Okuyalım:
42- Onlar, Allah
kendilerine uyarıcı gönderdiği taktirde herhangi bir milletten daha sıkı
biçimde doğru yola bağlanacaklarına dair kesin bir dille Allah adına yemin
etm1şlerdi. Fakat kendilerine uyarıcı gelince bu olay nefretlerini
arttırmaktan başka bir işe yaramadı.
43- Bu nefretlerinin
sebebi yeryüzünde büyüklük taslamaları ve kötü niyetli komplolar
kurmalarıdır. Oysa kötü niyetli komplolar, sadece düzenleyicilerini tuzağa
düşürür. Onlar daha önceki yoldaşları hakkında işleyen yasalardan başka bir
akıbet mi bekliyorlar? Allah'ın yasasının değiştiğini göremezsin. Allah'ın
yasasında herhangi bir sapma göremezsin.
Araplar, İslâmın gelişinden önce, Yarımada'daki
komşuları olan yahudileri Kitap Ehli olarak görüyorlardı.
'Bu arada onların sapıklıklarını ve kötü
davranışlarını da yakından gözlüyorlardı. Ayrıca peygamberlerini
öldürdüklerini ve bu peygamberlerin getirdikleri gerçeklere sırt
döndüklerini tarihten okumuşlar, anlatılan hikâyelerden öğrenmişlerdi. Bu
yüzden yahudileri kınıyorlar ve son derece kesin bir dille "kendilerine bir
uyarıcı gönderildiği taktirde herhangi bir milletten daha sıkı biçim-de
doğru yola bağlanacaklarına dair" Allah adına yemin ediyorlardı. "Herhangi
bir millet" derken kastettikleri yahudilerdi. Gerçi bunu açıkça
söylemiyorlardı ama, demek istediklerinin bu olduğu dolaylı olarak
anlaşılıyordu.
İslâm öncesi Araplarının tanırları buydu, ettikleri
yemin böyle idi. Kur'an bize Araplar'ın bu geçmişini anlâtırken sanki o
günlerin tanığı olmamızı ister gibi bir ifade kullanıyor. Arkasından
arzuları yüce Allah tarafından gerçekleştirilerek kendilerine "uyarıcı" yani
Peygamberimiz gönderilince nasıl bir tutum takındıklarını gözlerimizin önüne
seriyor. Okuyoruz:
"Fakat kendilerine uyarıcı gelince bu olay,
nefretlerini arttırmaktan başka bir işe yaramadı. Bu nefretlerinin sebebi
yeryüzünde büyüklük taslamaları ve kötü niyetli komplolarıdır."
Sözü geçen ağır yeminleri yapanların sonraki
tutumlarının böyle olması ve bu "verilmiş söz"den cayma anlamına gelen
inkârcı tutumun yeryüzünde büyüklük taslama ve kötü amaçlı komplolar düzme
arzusundan kaynaklanması son derece çirkin bir şeydir. Kur'an onların bu
çirkin tutumlarını teşhir ediyor, bu tutarsız davranışlarını tescil ediyor.
Arkasından onlara yönelttiği bu nazik aşağılamayâ bu aşağılık tutumu
benimseyen herkese yönelik bir tehdit ekliyor. Okuyoruz:
"Oysa kötü niyetli komplolar sadece
düzenleyicilerini tuzağa düşürür."
Onların kötü niyetli komploları kendilerinden başka
hiç kimsenin başına çorap örmez. Bu komplolar onları kuşatır, kıskıvrak
bağlar; iyi amellerini boşa çıkarır.
Durum böyle olunca, onlar neyi bekleyebilirler? Neyi
bekleyecekler? Doğallıkla kendilerinden önceki peygamber yalanlayıcılarının
başlarına çöken kötü akıbeti. Bu akıbetin ne olduğunu kendileri de
biliyorlar. Yüce Allah'ın değişmez ve yolundan sapmaz kanunu onlar hakkında
da işleyecektir. Okuyoruz:
"Allah'ın yasasının değiştiğini göremezsin. Allah'ın
yasasında herhangi bir sapma göremezsin."
Toplumsal olayların akışı gelişi güzel ve
rastlantısal değildir. Dünyadaki hayat bir oyun, bir eğlence değildir.
Ortada değişmez, sapmaz, bozulmaz ve işlerliğini yitirmez kesin kanunlar
vardır. Kur'an bu gerçeği sık sık vurgular, onu insanlara belletmek ister.
Amaç şudur: İnsanlar olayları tek tek ve birbirlerinden kopuk görmesinler,
hayatın köklü kanunlarından habersiz yaşamasınlar, kısa bir zamanın ve dar
bir yörenin sınırları içinde mahpus kalarak kendilerini kısa görüşlülüğe
mahkum etmesinler. Ufuklarını genişleterek hayatın çok yönlü ilişkilerini,
varlığın çok sayıdaki yasasını kavramaya çalışsınlar. Varlık bütününe egemen
olan kanunların değişmezliğini, doğal yasaların sürekliliğini hiç
akıllarından çıkarmasınlar. Eski kuşakların karşılaştıkları akıbetlerin bu
gerçeğin pratiğe yansımış bir doğrulaması olduğunu unutmasınlar. Geçmişte
yaşanan olayların, ilahi kanun1ann değişmezliğinin ve doğal yasaların
sürekliliğini kanıtladığının bilincinde olsunlar.
Surenin sonunda çıkılan bu beşinci gezi, yüce
Allah'ın yasasının değişmezliğini, sapmazlığını dile getiren genel gerçeği
vurguladıktan sonra bu yönlendirici ilkenin bazı somut örneklerini
gözlerimizin önüne seriyor. Okuyalım:
44- Onlar yeryüzünü
gezip daha önceki yoldaşlarının karşılaştıkları acı sonu görmezler mi? Oysa
onlar kendilerinden daha güçlü idiler. Göklerde ve yeryüzünde Allah ile başa
çıkabilecek hiçbir güç yoktur. Hiç kuşkusuz O her şeyi bilir ve gücü her
şeye yeter.
Açık gözler ile ve uyanık kalp ile yeryüzünü gezmek,
eski kuşakların acı sonlarının izlerini görmek, onların ne olduklarını ve
neye uğradıklarını düşünmek, bütün bunlar insan kalbini etkileyici,
duygulandırıcı ve Allah'dan korkmaya özendirici mesajlar verir.
İşte bundan dolayı yeryüzünü gezmeye, eski
kuşakların başına neler geldiğini izlemeye, bizden önceki milletlerden kalan
izleri görmeye ve bu sayede kalbi gaflet uykusundan uyandırmaya yönelik
direktiflere sık sık rastlarız. Çünkü gaflet, kalpte çöreklenince gerçekleri
görmez; görse bile hissetmez; hissetme bile onlardan ders almaz. Bu gaflet
de yüce Allah'ın değişmez yasalarının farkında olmamaya, olayları algılayıp
genel kanunlarına bağlamak konusunda yetersiz kalmaya sevk eder. Oysa bu
kavrayış çabası insanı hayvandan ayıran kriterdir. Hayvan birbirinden kopuk
"an"larda yaşar. Bu "an"lar arasında hiçbir bağ kuramaz, bu zaman
dilimlerine yön veren kuralların farkında olmaz. Oysa insan, ilahi
yasaların, doğal kanunların sürekliliği önünde bir bütündür.
Okuduğumuz ayette yüce Allah, müşrikleri eski
milletlerin yıkıntıları karşısına dikiyor. O eskiler kendilerinden daha
güçlü idiler. Fakat bu güçleri onları kaçınılmaz akıbetlerinden
kurtaramamıştı. Bu "durup düşünme" müşriklerin duygularını yüce Allah'ın
üstün gücüne yöneltir. Bu gücü hiçbir şey yenemez, hiçbir şey alı edemez.
Eski sapıkların yakalarına yapışabilen bu güç, onların da yakalarına
yapışabilir. Çünkü: "Göklerde ve yeryüzünde Allah ile başa çıkabilecek
hiçbir güç yoktur."
O'nun bilgisi göklerdeki ve yerdeki her şeyi
kuşatır. O'nun gücü de bilgisi ile atbaşı gider. Buna göre nasıl hiçbir şey
O'nun bilgisi dışında kalmaz ise gücünün önünde de hiçbir şey duramaz.
Bundan dolayı göklerde ve yerde hiçbir şey O'nunla başa çıkamaz, ne gücünden
kaçılabilir ve ne de bilgisinden saklanılabilir. Çünkü "O her şeyi bilir ve
gücü her şeye yeter."
Artık surenin son ayetindeyiz. Bu ayette yüce
Allah'ın üstün gücü yanında, O'nun hoşgörüsü, yumuşaklığı ve merhameti açığa
vurulur. Bu hoşgörüsünün ve merhametinin sonucu olarak insanlara mühlet
verdiği vurgulanır. Fakat bu hoşgörü ve bu merhamet ahiret hesaplaşmanın
titizliğini ve amellere adil karşılıklar biçme hassasiyetini etkilemez.
Okuyoruz:
45- Eğer Allah,
insanların davranışlarının cezasını hemen verseydi yeryüzünde hiçbir canlı
yaratık bırakmazdı. Fakat O, onları belirli bir sürenin sonuna kadar
erteliyor. Söz konusu süreleri dolunca, kuşku yok ki, Allah kullarının
durumunu görmektedir.
İnsanlar, yüce Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük
ediyorlar. Yeryüzünü kötülüklere ve kargaşaya boğuyorlar. Zalimlikleri ve
azgınlıkları ayyuka çıkıyor. Bu kötülüklerin hepsi o kadar iğrenç ve o kadar
yıkıcıdır ki, eğer yüce Allah cezalarını hemen verse, bu cezaların boyutları
insanları aşarak yeryüzünün tüm canlılarını etkisi altına alırdı. Bunun
sonucunda yeryüzünü tümü ile yaşamaya elverişli olma niteliğini yitirirdi.
Üzerinde ne canlı bir tek insan ve ne de canlı bir tek hayvan kalırdı.
Bu çarpıcı ifade insanların işledikleri kötülüklerin
iğrençliğini ve hayatın özüne yönelik yıkıcı etkisini vurguluyor; yüce
Allah'ın bu kötülüklerin cezalarını derhal verdiği varsayılsa, ne kadar feci
bir durum doğacağına dikkatleri çekmektedir.
Ne var ki, yüce Allah hoşgörülüdür, yumuşak
tutumludur, insanların hak ettikleri cezaları anında vermiyor; "Fakat O,
onları belirli bir sürenin sonuna kadar erteliyor."
Fertleri, bireysel ömürlerinin sonuna kadar
erteliyor. Toplumları, önceden belirlenmiş halifelik, egemenlik dönemlerinin
sonuna kadar erteleyerek, çağı geçmiş kuşağın yerini yeni ve dinamik bir
kuşağa devretmesini sağlıyor. Bir bütün olarak insan soyunu da bu alemin
ömrünün bitimine ve kıyametin kopacağı ana kadar erteliyor. Böylece gerek
fertlere, gerek toplumlara ve gerekse bütün insan soyuna davranışlarını
düzeltme, kötülüklerini iyiliklere dönüştürme fırsatı veriyor. Fakat; "Söz
konusu süreleri dolunca."
Çalışma ve kazanma süresi sona ererek hesaplaşma ve
çalışmaların karşılıklarını belirleme anı gelip çatınca, yüce Allah
kullarına kesinlikle haksızlık yapmaz. Çünkü; "Kuşku yok ki, Allah
kullarının durumlarını görmektedir."
Yüce Allah'ın kullarının durumlarını görmesi,
hesaplarının amellerine ve kazançlarına göre titizlikle yapılacağının
garantisidir. Küçük-büyük hiçbir şey ne lehlerine ve ne de aleyhlerine
olarak gözden kaçırılmaz.
Gökleri ve yeri yoktan var eden, "çok-kanatlı"
melekleri gökten yere mesaj iletmek üzere görevlendiren Allah'a hamd ederek
söze başlayan surenin son mesajı işte budur. Bu mesaj müjde ile korkutmayı,
cennet ile cehennemi birlikte içermektedir.
O başlangıç ile bu son arasında çeşitli geziler yer
aldı, bu geziler sırasında çeşitli alemleri dolaşma fırsatını bulduk. İşte
gerek o gezilerin, gerek hayatın ve gerekse insanın "son"u bu noktadır.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.