48-Fetih
1- Biz sana apaçık
fetih verdik.
2- Allah böylece,
senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, sana olan nimetini tamamlar,
seni doğru yola iletir.
3- Ve sana şanlı bir
zaferle yardım eder.
Bu sure, yüce Allah'ın Resulüne, apaçık fethi,
kapsamlı bağışlaması, tam bir nimeti, sarsılmaz bir hidayeti eşsiz bir zafer
"feyz"i ile bahşediyor. Bunlar Allah'ın ilhamı ve yönlendirmesine tam
güvenmenin, ilham ve işaretlerine hoşnud olarak teslimiyetin, her türlü
kişisel iradeden kayıtsız şartsız soyutlanmanın şefkatli himayeye derin
güvenin mükafatıdır. Resulullah bir rüya görür ve o rüyanın ilhamı ile
harekete geçer... Devesi çöker artık gitmez. Ve insanlar haykırır: "Kusva
çöktü, kusva çöktü " Resulullah onlara cevap verir: "Hayır Kusva çökmedi. Bu
onun huyu da değildir. Fakat fili Mekke'ye bırakmayan onu da alıkoydu.
Kureyş bugün benden içinde sıla-i rahim isteyerek, ne kadar zor şey
isterlerse veririm kendilerine" Hz. Ömer heyecanlı bir tutku ile sorar ona:
"Dinimizden bu tavizi vermek neden?" Resulullah cevap verir: "Ben Allah'ın
kulu ve elçisiyim. Onun emrine asla karşı gelmem ve O, asla benden yardımını
esirgemeyecektir". Buna ek olarak, Hz. Osman'ın öldürüldüğü söylentisi
yayılınca, "Onların işini çabucak bitirmedikçe buradan ayrılmayız" der. Ve
halkı biata çağırır. Orada bulunan ve olanlara içinden hayırlar fışkıran
Rıdvan biatı işte o zaman gerçekleşir.
İşte bu, Hudeybiye barış ve onu izleyen çeşitli
şekillerdeki birçok fetihlerde somutlaşan diğer fetihlerin yanında gerçek
bir fetih (zafer) idi.
Bu fetih davette bir zaferdi. Zühri derki: İslamda.
bundan önce bundan daha büyük bir fetih yoktur. İnsanlar karşı karşıya
gelince savaşmaktan başka bir yol yoktu. Sonra ateş kes sağlanıp da savaş
bırakılınca ve insanlar birbirlerinden emin olunca birbirlerine karışmışlar,
birbirleriyle konuşup tartışmışlardı. Aklı eren her kime İslam anlatılmışsa
islama girmişti. bu iki yılda (Hudeybiye barışı ve Mekke'nin fethi) daha
önce islama girenler kadar veya onlardan daha çok kişi islama girmiştir.
İbn-i Hişam der ki: Zühri'nin görüşünün doğruluğuna
delil olarak; Resulullah Hudeybiye'ye Abdullah oğlu Cabir'in sözüne göre
bindörtyüz kişi ile gelmişti. Sonra Mekke'nin fethi senesi yani iki yıl
sonra onbin kişi ile gelmiştir, diyebiliriz.
Müslüman olanların arasında Halid bin Velid ve As
oğlu Amr gibi kişiler bulunuyordu. Bu fetih aynı zamanda toprak ve coğrafya
bakımından da bir fetih demekti. Müslümanlar Kureyşin şerrinden emin
olmuşlardı. Bunun üzerine Resulullah Kaynuka oğulları, Nadir oğulları ve
Kureyza oğullarından kurtulduktan sonra, yanındaki yahudi tehlikesinin
kalıntılarından kurtarmaya yönelmişti. Bu yahudi tehlikesi Şam yolunu tehdid
eden çok güçlü Hayber kalesinde somutlaşıyordu. Yüce Allah orayı
müslümanlara almayı nasib etmişti. Oradan çok büyük ganimetler elde etmişler
ve Resulullah o ganimetleri sadece Hayber seferine katılanlara dağıtmıştı.
Bu fetih öte yandan, Medine'deki müslümanlarla,
Mekke'deki Kureyş ile ve Mekke'nin civarında diğer müşriklere karşı
müslümanların tutumunda bir fetih idi. Üstad Muhammed Derveze "Kur'an'dan
Seçmeler Işığında Resulullah'ın Hayatı" isimli kitabında bu konu ile ilgili
olarak gerçekten çok doğru söylüyor:
"Hiç kuşkusuz Kur'an'ın "büyük fetih" diye
isimlendirdiği bu barış bu nitelemeye tamamen layıktır. Hatta bu barış,
Resulullah'ın hayatında ve İslam tarihinde islamın güçlenmesi ve
kökleşmesinde ayırıcı en büyük olaylardan sayılsa yeridir veya daha doğru
bir ifade ile olayların en büyüklerinden biridir. Kureyşliler bu olayla
Resulullah'ı ve islamı tanımışlar, Resulullah ve islamın gücünü, varlığını
itiraf etmişler ve Peygamber ve müslümanları kendilerine denk olarak kabul
etmişlerdi. Hatta bu anlaşma müşrikleri müslümanlardan en güzel bir biçimde
savmış oluyordu. Hem de bu Kureyşlilerin son iki yılda Medine'ye iki kez
saldırdıkları bir sıraya rastlıyordu. Son savaş bu ziyaretten sadece bir yıl
önce olmuş, müslümanların kökünü kazımak amacıyla müşrikler kendilerinden ve
yandaşlarından oluşan büyük bir yığınak yapmışlardı. Bu savaş müslümanların
düşmanlarının karşısında azlık ve güçsüzlüklerinden dolayı iç dünyalarında
şiddetli korku ve sarsıntıya yol açmıştı. Bu da, Kureyşi kendilerine örnek
alan ve önder gören, onların inkarcı tutumlarından son derece etkilenen
civardaki Arapların benliğine büyük bir etki yapmıştı. Bedevilerin Peygamber
ve müslümanların bu yolculuktan sağ-salim dönemeyecekleri yolundaki
kanaatleri ve münafıkların müslümanlar için en kötü tahmini yaptıkları göz
önüne alınınca, bu fethin önemi ve ne büyük bir boyuta sahip olduğu ortaya
çıkar.
"Bu olaylar, Resulullah'ın yaptıklarına dair
ilhamının doğru olduğunu ispat etmiş ve Kur'an da onu bu konuda
desteklemiştir. Öte yandan bu olaylar, müslümanların elde ettikleri maddi
manevi, siyasal, askeri ve dini yararların ne kadar büyük olduğunu ortaya
çıkarmıştır. Çünkü, müslümanlar Arap kabilelerinin gözünde güçlenmişler,
Resulullah ile birlikte yolculuğa katılmayan bedeviler özür dilemeye
girişmişler, Medine'deki münafıkların sesleri daha da kısılmış, ağırlıkları
kalmamıştır. Çünkü Araplar uzak yerlerden bölük bölük Resulullah'a gelmeye
başlamışlardır. Çünkü müslümanlar Hayberde ve Şam yolu boyunca serpilmiş,
Hayberin köylerindeki yahudilerin kolunu kanadını kırabilmişlerdir. Çünkü,
askeri birliklerini, Necd gibi, Yemen gibi, Belkâ gibi uzak yörelere
gönderebilmişlerdir. Ve çünkü iki yıl sonra Resulullah Mekke'ye yönelebilmiş
ve orayı fethedebilmiştir. İşte bu, kesin bir sonuçtu. Çünkü Allah'ın
yardımı ve fethi gelmiş ve insanlar akın akın Allah'ın dinine girmişlerdi.")
Biz dönüyor ve yeniden vurguluyoruz ki; bütün
bunların yanında ortada başka bir fetih daha vardır. Rıdvan biatının
canlandırdığı, gönül ve kalplerde olmuştur bu fetih... Yüce Allah "Rıdvan
biatından" ve ona katılanlardan Kur'an'da nitelemiş olduğu şekilde hoşnud
olmuş ve bu hoşnudluğun ışığı altında onlar için surenin sonunda "Muhammed
Allah'ın Resulüdür. Beraberinde bulunanlar kendi aralarında merhametli..."
(Fetih Suresi, 29) şeklindeki parlak ve kerim şekli çizmiştir. İşte bu davet
tarihinde bir fetihdir. Kendine göre bir değeri ifadesi ve daha sonra
tarihte etkileri olmuştur.
Resulullah bu sure ile çok sevinmiştir. Büyük kalbi,
yüce Allah'ın kendine ve beraberinde bulunan mü'minlere inen bu feyzi ile
ferahlık duymuştur. Apaçık fetih yüzünden ferahlık duymuştur. Kapsamlı bağış
ile ferahlık duymuştur. Tam nimetle ferahlık duymuştur. Doğru yola
ulaştıkları için ferahlık duymuştur. Allah'ın mü'minlerden, hoşnud olması ve
onları bu güzel niteliklerle nitelemesi yüzünden ferahlık duymuştur.
Resulullah -bir rivayete göre-: "Dün gece bana bir sure inmiştir ki, o sure
bana dünya ve içinde olan herşeyden daha sevimlidir" demiştir. Bir başka
rivayete göre: "Bu gece bana bir sure inmiştir ki, o sure bana güneşin
üzerine doğduğu herşeyden daha sevimlidir" demiştir... Ve, Rabbinin
kendisine vermiş olduğu nimete karşı gönlü şükürlerle dolup taşmış. Ve yine
uzun uzun namaz kılarak Rabbine şükretmiştir. Hz. Ayşe bu namazdan söz
ederken, "Resulullah namaza durduğu zaman ayakları şişinceye dek namaz
kılardı. Ona: "Ya Resulallah! Yüce Allah senin geçmiş ve gelecek tüm
günahlarını bağışladığı halde neden böyle davranıyorsunuz" dediğimde,
Resulullah: "Ya Ayşe, ben yüce Allah'ın çok şükreden kulu olmayayım mı?"
demiştir. (Hadisi, Müslim, Abdullah b. Vehb'den sahihinde nakleder)
MÜ'MİN ERKEK VE
KADINLAR
4- İnananların,
imanlarının kat kat artırmaları için, kalblerine güven indiren O'dur.
Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah'ındır. Allah bilendir, Hakim olandır.
5- İnanan erkek ve
kadınları, içinde temelli kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetlere
koyar, onların kötülüklerini örter. Allah katında büyük kurtuluş budur.
"Sekinet" sözcüğü, ifade gücü olan, çeşitli sahneler
canlandırabilen zengin çağrışımlar içerebilen bir sözcüktür. Sekineti yüce
Allah bir kalbe indirdi mi, bu,iç huzuru, rahat, kesin inanç, güven,
ağırbaşlılık, sebat, teslimiyet ve hoşnutluk olarak karşımıza çıkar.
Bu olayda mü'minlerin kalpleri çeşit çeşit
duygularla coşmakta, tepkilerle kaynamaktaydı. Müslümanlar beklemekte ve
Resulullah'ın Ka'be'ye gireceklerine dair görmüş olduğu rüya doğru çıkacak
mı diye merak etmekteydiler. Sonra Kureyşlilerin tutumları ile yüzyüze geliş
ve Resulullah'ın, ihrama girdikten sonra ve kurbanlık develeri işaretleyip,
boyunlarına kurbanlık nişanı taktıktan sonra o yıl Kabe'yi ziyaret etmeyerek
geri dönüşü kabul etmesi... Doğal olarak hiç kuşkusuz bu müslümanların çok
zoruna gitmişti. Nakledildiğine göre, Hz. Ömer hiddet içinde Hz. Ebu Bekir'e
gelir ve -Olayı rivayeti içinde tesbit ettiklerimizden ayrı olarak- "O bizim
Ka'be'ye geleceğimizden ve onu tavaf edeceğimizden söz etmedi mi?" der.
Kalbi Resulullah'ın kalbi ile bütünleşmiş, kalbinin atışları Resulullah'ın
nabzına tıpa tıp uyan Hz. Ebu Bekir; "Evet, söyledi. Fakat sana bu yıl
Ka'be'ye gideceksin diye mi haber verdi?" diye sorar. Hz. Ömer: "Hayır" diye
cevap verir. Hz. Ebu Bekir: "Sen oraya gidecek ve orayı tavaf edeceksin"
der. Bunun üzerine Hz. Ömer onun yanından ayrılır ve Resulullah'a gelir.
Resulullah'a söyledikleri arasında şu cümle de yer alır: "Sen bize Ka'be'ye
geleceğimizi ve onu tavaf edeceğimizi söylemedin mi?" Resulullah: "Evet
söyledim. Sana bu yıl gideceğimizi haber verdim mi?" buyurur. Ömer: "Hayır"
deyince, Resulullah; "Sen oraya gideceksin ve tavaf edeceksin" der. İşte bu
kesit, mü'minlerin kalbinden geçenlerden bir örnektir.
Mü'minler, Kureyşin ileri sürdüğü şartlardan bayağı
can sıkıntısı içinde idiler. İslama girip de, velisinin izni olmadan Hz.
Muhammed'e gelenlerin geri verileceği maddesinden, "Rahman ve Rahim" isminin
anlaşmada yer almasının kabul edilmeyişinden ve Resulullah ın Allah`ın
elçisi niteliğini anlaşmada reddedilişinden cahili taassupları yüzünden çok
sıkılmışlardı... Rivayet olunduğuna güre, Amr oğlu Süheyl bu sıfatı
silmesini isteyince, Hz. Ali, silmemiş bu kez Resulullah silmiş ve şöyle
demişti: "Ya Rab! Sen biliyorsun ki ben senin elçinim: '
Müslümanlar dinlerine son derece düşkün ve
müşriklerle savaşmaya son derece istekli idiler. Bunu, topluca biat etmeleri
göstermektedir. Sonra durum, barıştan ateşkese ve bunun arkasından da
Hudeybiye'den geri dönüş şeklinde bir gelişme göstermişti. İşin bu şekilde
gelişme göstermesi, onlar için pek yenilir yutulur bir şey değildi. Bunu da,
kurbanlarını kesmekte, tıraş olmakta işi ağırdan almalarında görmekteyiz.
Hatta sonunda Resulullah onlara bu isteğini üç kez tekrarlamak zorunda
kalmıştı. Oysa onlar Sakif kabilesinden Mes'ud oğlu Urve'nin de Kureyş'e
anlattığı gibi, Resulullah'ın emrine sarılma ve itaatta son derece gayretli
iken, kurbanlarını kesmemişler, başlarını tıraş etmemişler veya saçlarını
kısaltmamışlardı. Bunu ancak, Resulullah'ı bizzat yaparken görünce yapmaya
başlamışlar ve Resulullah'ın sözünün göstermediği etkiyi, bu aksiyonu
göstermiş ve onları taa yüreklerinden sarsmıştı. Bunun sonucu olarak da
kendilerinden geçmenin dehşeti içinde Resulullah'ın emrine itaata
koyulmuşlardı.
Aslında onlar Medine'den Umre niyeti ile
çıkmışlardı. Gayeleri savaş değildi. Ne ruhen ne de aksiyon olarak savaşa
hazırlamamışlardı kendilerini... Sonra sürprizler birbirini izlemişti.
Kureyşlilerin müfreze gönderip müslümanların karargahına ok ve taşlarla
saldırmaları... Evet Resulullah, müşriklerle savaşa karar verip de, biat
isteyince ona topluca biat etmişlerdi. Fakat bu biat olayı, ruhen
hazırlandıkları durumun aksi ile karşılaşma sürprizini ortadan
kaldırmıyordu. Ki bu sürpriz içlerinde kaynayan reaksiyon ve etkilenmelerin
bir bölümünü oluşturuyordu. Bir kere onlar topu topu bindörtyüz kişi idiler.
Oysa Kureyş, kendi yurdunda civardaki bedeviler ve müşriklerin desteği
yanlarında idi.
İnsan bu manzaraları dönüp de zihninde şöyle bir
yeniden canlandırınca ancak anlayabilir. Yüce Allah'ın "Kalblerine güven
indiren O'dur" sözünün anlamını... Bu sözlerin tadını, ifadenin lezzetini...
Ve insan o günkü atmosferi ancak canlandırabiliyor. Ve bu ayetlerle o günkü
ortamı yaşıyor ve Allah'ın o kalplere lütfettiği iç huzurunun serinliğini ve
esenliğini hissediyor...
Yüce Allah o gün müminlerin kalplerinde coşup
kabaran duyguların imandan dolayı olduğunu ve imini düşkünlüklerinin ne
kendileri bir pay çıkarmak ve ne de cahiliyet alışkanlıkları uğruna
olmadığını bilmiş ve kendilerine "İnananların imanlarını kat kat artırmaları
için..." bu iç huzurunu lütfetmiştir. İç huzuru, dine bağlılık ve cesaret
eden, derece olarak daha üstün bir mertebedir. İç huzurunda endişesiz bir
güven vardır. İç huzurunda hoşnudluk ve kesin bir inancın sağladığı güven
vardır.
Buradan hareketle, yüce Allah zafer ve galibiyetin
zor ve uzak olmadığını tam tersi sonucun müminlerin arzuladıkları gibi
gelişmesi hikmetine uygun olduğu zaman yüce Allah için kolay ve basit
olduğunu beyan ediyor. Çünkü yüce Allah'ın dilediği zaman, galibiyeti
sağlayacak zaferi elde edecek yenilmez ve sayısız askerleri vardır.
"Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah'ındır. Allah bilendir, Hakim olandır."
Herşey O'nun hikmeti ve hükmüne göredir, O nasıl dilerse öyle gelişir. Zaten
yüce Allah ilmi ve hikmeti gereği, müslümanlara takdir buyurmuş olduğu zafer
ve nimeti gerçekleştirmek için "İnananların imanlarını kat kat artırmaları
için kalplerine güven indiren O'dur." "İman eden erkekler ve kadınları
içinde temelli kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetlere koyar ve
onların kötülüklerini örter. Allah katında büyük kurtuluş budur." Eğer bu
gelişmeler yüce Allah'ın ölçüsüne göre, büyük bir kurtuluş ise, evet o zaman
büyük bir kurtuluş demektir. Kendi özünde büyük bir kurtuluştur. Yüce
Allah'ın takdirine uygun, ölçüsüne göre ölçülmüş olan ve O'nun katından bunu
elde edenlerin gönüllerinde büyük bir kurtuluştur bu...
Gerçekten o gün mü'minler yüce Allah'ın kendileri
için takdir ettiği şeylere çok sevinmişlerdi. Ve surenin açılış ayetlerini
dinledikten ve Resulüne ihsan etmiş olduğu feyizleri öğrendikten sonra,
acaba kendi paylarına ne çıkacak diye merak etmeye başlamışlar ve
Resulullah'a kendi nasiplerini sormuşlardı. Müslümanlar kendi nasiplerini
öğrenince, gönülleri hoşnutluk, ferah ve kesin iman ile dolup taşmıştır.
MÜNAFIK ERKEK VE
KADINLAR
6- İnananlara yardım
etmez diye Allah hakkında kötü zanda bulunan iki yüzlü erkek ve kadınlar,
puta tapan erkek ve kadınlara Allah azab etsin, kötü zanları kendi başlarına
gelsin! Allah onlara gazab etmiş onları lanetlemiş ve cehennemi kendilerine
hazırlamıştır. Ne kötü dönüş yeridir.
Burada bu ilahi ifadede, münafıklarla müşriklerin
kadın ve erkeklerinin Allah'a kötü zan besleme ve Allah'ın mü'minlere yardım
edeceğine güvensizlikte birbirinin aynısı olduklarını görmekteyiz. Onlar,
topyekün "Kötü zanları başlarına gelsin" hükmünde aynı akıbete mahkum, ve
tümü o belanın içinde mahsur olup bela başlarına gelmiş ve üzerlerine
inmiştir. Allah'ın gazabı ve lanetini kendilerine hazırlamış olduğu o kötü
yerde beraberce kucaklamışlardır.
Çünkü münafıklık aşağılık bir niteliktir ve
kötülükte şirkten hiç de geri kalır yanı yoktur. Hatta şirkten daha beterdir
münafıklık... Çünkü kadın ve erkek münafıkların İslam toplumuna verdiği
zarar -görüntü ve çeşidi farklı olsa da kadın ve erkek müşriklerin
zararından hiç de geri kalmaz.
Yüce Allah gerek kadın ve gerek erkek münafıklarla
müşriklerin ortak niteliklerinin "Allah'a kötü zan beslemek" olduğunu
bildirmektedir. Mü'min kalb Rabbine iyi zan besler, O'ndan sürekli olarak
hep hayır umar. Gerek ferahlıkta gerek darlıkta hep hayır umar Rabbinden.
Her iki durumda da Rabbinin kendisi hakkında hayırlı olan ne ise onu
istediğine inanır. Bu konunun püf noktası mü'minin kalbinin yüce Allah'a
bağlı olmasında ve yüce Allah'ın hayır pınarının çağlayıp durmasının asla
kesilmemesindedir. Kalb yüce yaratanına bağlandı mı, bu köklü gerçekle
yüzyüze gelir, onu doğrudan doğruya hisseder ve tadına varır. Oysa
münafıklar ve müşrikler ise yüce Allah'a bağları kopuk kimselerdir. Dolayısı
ile bu gerçeği hissedemezler ve tadamazlar. Buna bağlı olarak da yüce
Allah'a kötü zan beslerler, kalpleri olayların dış görünüşüne takılır ve
olaylar hakkında dış görünüşüne göre yargıya varırlar. Ve sonuç olarak yüce
Allah'ın kendilerine ve çok hassas ve sezilmez idaresine güvenmek dururken,
olayların dış görünüşünün verdiği kanaate aldanarak, hem kendileri hem de
mü'minlerin başlarına kötü şeyler gelecek diye tahminde bulunurlar.
Yüce Allah bu ayette islamın ve müslümanların
çeşitli türlerden düşmanlarını sıralamış ve onların kendi katında
durumlarını sonuçta kendilerine hazırlamış olduğu şeyleri açıklamıştır.
Bunun arkasından da kudret ve hikmetini ifade etmiştir:
7- Göklerdeki ve
yerdeki ordular Allah'ındır. Allah güçlü olandır, Hakim olandır.
Dolayısı ile onların durumlarından hiçbir şey yüce
Allah'ı yoramaz ve ona hiçbir davranışları gizli kalamaz. Ve O'nundur
göklerin ve yerin orduları ve O aziz ve hakim olandır.
ŞAHİD, MÜJDECİ VE
UYARICI PEYGAMBER
Sonra yüce Allah hitabını Resulullah'a çevirmekte ve
onu görevine çağırmakta ve bu görevin hedefini açıklamaktadır. Sonra
mü'minleri Rabblerinin mesajı kendilerine bildirildikten sonra görevlerine
yönelmekte ve Resulullah ile sözleşirlerken yaptıkları biatlarını doğrudan
doğruya yüce Allah'a çevirmekte, kararlaştırdıkları sözleşmeyi yüce Allah
ile yaptıklarını belirtmektedir.
Böylece yüce Allah Resulullah ile yaptıkları biatı
şereflendirmiş ve sözleşmeyi yüceltmiş olmaktadır.
8- Biz seni şahid,
müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
9- Ki Allah'a ve
Resulüne inanasınız O'nun dinini destekleyesiniz. O'na saygı gösteresiniz ve
sabah akşam O'nu tesbih edip şanını yüceltesiniz.
10- Sana biat
edenler, Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli, onların ellerinin
üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur. Ve kim Allah'a
verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükafat verecektir.
Resulullah gönderilmiş olduğu şu insanlığa şahittir.
Kendisine emredileni onlara bildirdiğine, kendisini nasıl karşıladıklarına,
içlerinden mü'minler, kafirler ve münafıklar olduğuna, iyiler ve bozguncular
olduğuna şahitlik edecektir. Peygamberliğini yerine getirdiği gibi şahitlik
de edecektir. Resulullah, mü'minler için hayır, bağışlanma, hoşnutluk ve iyi
mükafat müjdecisi kafirler, münafıklar, isyankarlar ve bozguncular için de
kötü akıbet, gazap, lanet ve ceza ile korkutucu ve uyarıcıdır.
Resulullah'ın görevi bunlar... Sonra yüce Allah
kitabını mü'minlere çevirmekte, bu peygamberlikten güdülen hedefi onlara
açıklamaktadır. Bu hedef; Allah'a ve Resulüne iman etmek, sonra imanın
gereklerini yerine getirmektir. Buna göre mü'minler, yüce Allah'ın şeriatını
ve sistemini destekleyerek yüce Allah'a yardım edecekler, O'nun yüceliğini
gönüllerinde duyarak O'na tanzim edecekler, sabah-akşam tesbih ederek
hamdederek, O'nu noksan niteliklerden tenzih edeceklerdir. Sabah-akşam
deyimi bütün günü üstü kapalı olarak anlatan bir terimdir. Çünkü bir günün
iki ucu olan sabah ve akşam o günün bütün zamanlarını içermektedir. Bundan
gaye, kalbin her an yüce Allah a bağlı olmasıdır. İşte bunlar; Resulullah'ı
müjdeci, şahit ve korkutucu olarak gönderilirken mü'minlerin imanından
umulan semerelerdir.
Resulullah onları yüce Allah'a bağlamak ve
kendisinin aralarından ayrılması ile kopmayacak sürekli bir biatı yüce Allah
ile onların aralarında oluşturmak için gelmiştir. Dolayısı ile Resulullah
biat için elini onların elleri üstüne koyunca, bunu ancak ve ancak Allah
adına yapmaktadır. Sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler.
Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir." Bu anlatım Resulullah ile
aralarındaki biatı canlandıran çok ürpertici ve yüceltici bir anlatımdır.
Biata katılan her kişi, elini Resulullah'ın eline koyarken, Allah'ın elinin
kendi elinin üstünde olduğunu ve yüce Allah'ın bu biatta hazır olduğunu,
biatın asıl sahibinin O olduğunu ve onu yüce Allah'ın aldığını ve O'nun
elinin mü'minlerin elleri üstünde olduğunu hissedecektir. Kimin? Yüce
Allah'ın. Aman Allah'ım. Ne müthiş, ne hoş ve ne yüce bir olay bu.
İşte bu manzara, insanın aklından, biatı bozma
düşüncesini kökünden söküp atmaktadır. Çünkü Resulullah kişi olarak ortadan
kalksa bile yüce Allah mevcuttur ve diridir. Allah almakta bu biatı ve O
vermektedir. Biatı gözetleyen de kendisidir.
"Kim ahdını bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur."
Her yönden zarar görecek olan odur. Kendisi ile yüce
Allah arasındaki kârlı alış-verişten dönmekle zararlı çıkacak olan da odur.
Yüce Allah ile kulu arasındaki her biatta ve her sözleşmede sürekli Allah ın
fazlından yararlanıp kârlı çıkacak olan kuldur. Çünkü yüce Allah alemlere
hiç muhtaç değildir. Allah'a vermiş olduğu ahdı bozup cayınca zararlı
çıkacak olan kulun kendisidir. Bunun sonucu olarak yüce Allah'ın gazab
ettiği ve çirkin gördüğü caymaya karşılık O'nun gazabına ve cezasına
uğrayacak olan da kuldur. Çünkü Allah vefayı ve sözünde sadık olanları
sever. "Ve kim Allah'a. verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükafat
verecektir."
Evet ifadede yer aldığı gibi, niceliği belirtilip
açıklanmayan "Büyük bir mükafat..:' Bu karşılık yüce Allah'ın "büyük" diye
nitelediği bir karşılıktır. Yeryüzünün insanlarının az olanı kavrayabilen,
sınırlamaya mahkum ve fani akıllarının onu kavrayacak seviyeye asla
çıkamayacağı yüce Allah'ın ölçüsü, tartısı ve nitelemesine göre "Büyük bir
mükafat"tır .
Söz "biatın içyüzü"ne, biattan dönekliğin
tehlikesine ve ahde vefanın önemine gelmişken, ifadenin akışı Allah'a kötü
zan beslemeleri ve kendi anavatanında olan ve daha önce iki yıl arka arkaya
Medine ye saldıran Kureyş üzerine itmekten, Resulullah ile çıkacak olanların
başlarına zarar gelecek diye tahmin yürütüp de geri kalan bedevilere
yönelmektedir. Evet ifadenin akışı Resulullah'a,kendisi ve beraberinde
bulunanlar sağ-salim geri dönünce onların özür dileyeceklerini haber vermek
için onlara yönelmektedir. Kureyşliler Resulullah ile kavgadan vazgeçmiş,
onunla savaşmamıştı. Kendisi ile bir anlaşma imzalamıştı. Şartları ne olursa
olsun bu anlaşmadan açıkça görülen Kureyşliler geri adım atmışlar,
Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- kendileri ile savaşı bırakma
anlaşması yapılacak ve düşmanlığından çekinilen kendilerine denk bir güç
kabul etmişlerdir. Sonra ifadenin akışı, onların asıl, neden kendisi ile
gelmediklerini Resulullah'a ifşa etmekte ve onları rezil etmekte, Resulullah
ve mü'minlerin önünde kirli çamaşırlarını ortaya dökmektedir. Öte yandan
ifadenin akışı, Resulullah ve kendisi ile sefere çıkanlara müjdeli haberler
vermektedir. Buna göre onlar yakında kolay ganimetler elde edecekler, onlara
katılmayıp geri duran bedeviler bu kolay ganimetlerden elde etmek için
kendisi ile gelmeyi isteyeceklerdir. İşte burada ilahi ifadeler,
Resulullah'a onlara ne şekilde davranacağını ve nasıl cevap vereceğini
göstermektedir. Bu ilahi telkine göre Resulullah onların kendisi ile
birlikte yakında ve kolay elde edilecek ganimet için gelmelerini kabul
etmeyecektir. Çünkü bu sadece daha önce kendisi ile yola çıkan ve
Hudeybiye'de bulunanlara özeldir. Buna karşın yüce Allah onlara başka bir
hedef göstermektedir. Bu hedefte güçlük vardır. Ve,güçlü kuvvetli bir
toplulukla savaş vardır. Eğer itaat ederlerse büyük mükafat elde edecekler,
yoksa daha önce karşı geldikleri gibi yine karşı gelirlerse kendilerine
şiddetli bir azap verilecektir.
8- Biz seni şahid,
müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
9- Ki Allah'a ve
Resulüne inanasınız O'nun dinini destekleyesiniz. O'na saygı gösteresiniz ve
sabah akşam O'nu tesbih edip şanını yüceltesiniz.
10- Sana biat
edenler, Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli, onların ellerinin
üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur. Ve kim Allah'a
verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükafat verecektir.
Resulullah gönderilmiş olduğu şu insanlığa şahittir.
Kendisine emredileni onlara bildirdiğine, kendisini nasıl karşıladıklarına,
içlerinden mü'minler, kafirler ve münafıklar olduğuna, iyiler ve bozguncular
olduğuna şahitlik edecektir. Peygamberliğini yerine getirdiği gibi şahitlik
de edecektir. Resulullah, mü'minler için hayır, bağışlanma, hoşnutluk ve iyi
mükafat müjdecisi kafirler, münafıklar, isyankarlar ve bozguncular için de
kötü akıbet, gazap, lanet ve ceza ile korkutucu ve uyarıcıdır.
Resulullah'ın görevi bunlar... Sonra yüce Allah
kitabını mü'minlere çevirmekte, bu peygamberlikten güdülen hedefi onlara
açıklamaktadır. Bu hedef; Allah'a ve Resulüne iman etmek, sonra imanın
gereklerini yerine getirmektir. Buna göre mü'minler, yüce Allah'ın şeriatını
ve sistemini destekleyerek yüce Allah'a yardım edecekler, O'nun yüceliğini
gönüllerinde duyarak O'na tanzim edecekler, sabah-akşam tesbih ederek
hamdederek, O'nu noksan niteliklerden tenzih edeceklerdir. Sabah-akşam
deyimi bütün günü üstü kapalı olarak anlatan bir terimdir. Çünkü bir günün
iki ucu olan sabah ve akşam o günün bütün zamanlarını içermektedir. Bundan
gaye, kalbin her an yüce Allah a bağlı olmasıdır. İşte bunlar; Resulullah'ı
müjdeci, şahit ve korkutucu olarak gönderilirken mü'minlerin imanından
umulan semerelerdir.
Resulullah onları yüce Allah'a bağlamak ve
kendisinin aralarından ayrılması ile kopmayacak sürekli bir biatı yüce Allah
ile onların aralarında oluşturmak için gelmiştir. Dolayısı ile Resulullah
biat için elini onların elleri üstüne koyunca, bunu ancak ve ancak Allah
adına yapmaktadır. Sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler.
Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir." Bu anlatım Resulullah ile
aralarındaki biatı canlandıran çok ürpertici ve yüceltici bir anlatımdır.
Biata katılan her kişi, elini Resulullah'ın eline koyarken, Allah'ın elinin
kendi elinin üstünde olduğunu ve yüce Allah'ın bu biatta hazır olduğunu,
biatın asıl sahibinin O olduğunu ve onu yüce Allah'ın aldığını ve O'nun
elinin mü'minlerin elleri üstünde olduğunu hissedecektir. Kimin? Yüce
Allah'ın. Aman Allah'ım. Ne müthiş, ne hoş ve ne yüce bir olay bu.
İşte bu manzara, insanın aklından, biatı bozma
düşüncesini kökünden söküp atmaktadır. Çünkü Resulullah kişi olarak ortadan
kalksa bile yüce Allah mevcuttur ve diridir. Allah almakta bu biatı ve O
vermektedir. Biatı gözetleyen de kendisidir.
"Kim ahdını bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur."
Her yönden zarar görecek olan odur. Kendisi ile yüce
Allah arasındaki kârlı alış-verişten dönmekle zararlı çıkacak olan da odur.
Yüce Allah ile kulu arasındaki her biatta ve her sözleşmede sürekli Allah ın
fazlından yararlanıp kârlı çıkacak olan kuldur. Çünkü yüce Allah alemlere
hiç muhtaç değildir. Allah'a vermiş olduğu ahdı bozup cayınca zararlı
çıkacak olan kulun kendisidir. Bunun sonucu olarak yüce Allah'ın gazab
ettiği ve çirkin gördüğü caymaya karşılık O'nun gazabına ve cezasına
uğrayacak olan da kuldur. Çünkü Allah vefayı ve sözünde sadık olanları
sever. "Ve kim Allah'a. verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükafat
verecektir."
Evet ifadede yer aldığı gibi, niceliği belirtilip
açıklanmayan "Büyük bir mükafat..:' Bu karşılık yüce Allah'ın "büyük" diye
nitelediği bir karşılıktır. Yeryüzünün insanlarının az olanı kavrayabilen,
sınırlamaya mahkum ve fani akıllarının onu kavrayacak seviyeye asla
çıkamayacağı yüce Allah'ın ölçüsü, tartısı ve nitelemesine göre "Büyük bir
mükafat"tır .
Söz "biatın içyüzü"ne, biattan dönekliğin
tehlikesine ve ahde vefanın önemine gelmişken, ifadenin akışı Allah'a kötü
zan beslemeleri ve kendi anavatanında olan ve daha önce iki yıl arka arkaya
Medine ye saldıran Kureyş üzerine itmekten, Resulullah ile çıkacak olanların
başlarına zarar gelecek diye tahmin yürütüp de geri kalan bedevilere
yönelmektedir. Evet ifadenin akışı Resulullah'a,kendisi ve beraberinde
bulunanlar sağ-salim geri dönünce onların özür dileyeceklerini haber vermek
için onlara yönelmektedir. Kureyşliler Resulullah ile kavgadan vazgeçmiş,
onunla savaşmamıştı. Kendisi ile bir anlaşma imzalamıştı. Şartları ne olursa
olsun bu anlaşmadan açıkça görülen Kureyşliler geri adım atmışlar,
Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- kendileri ile savaşı bırakma
anlaşması yapılacak ve düşmanlığından çekinilen kendilerine denk bir güç
kabul etmişlerdir. Sonra ifadenin akışı, onların asıl, neden kendisi ile
gelmediklerini Resulullah'a ifşa etmekte ve onları rezil etmekte, Resulullah
ve mü'minlerin önünde kirli çamaşırlarını ortaya dökmektedir. Öte yandan
ifadenin akışı, Resulullah ve kendisi ile sefere çıkanlara müjdeli haberler
vermektedir. Buna göre onlar yakında kolay ganimetler elde edecekler, onlara
katılmayıp geri duran bedeviler bu kolay ganimetlerden elde etmek için
kendisi ile gelmeyi isteyeceklerdir. İşte burada ilahi ifadeler,
Resulullah'a onlara ne şekilde davranacağını ve nasıl cevap vereceğini
göstermektedir. Bu ilahi telkine göre Resulullah onların kendisi ile
birlikte yakında ve kolay elde edilecek ganimet için gelmelerini kabul
etmeyecektir. Çünkü bu sadece daha önce kendisi ile yola çıkan ve
Hudeybiye'de bulunanlara özeldir. Buna karşın yüce Allah onlara başka bir
hedef göstermektedir. Bu hedefte güçlük vardır. Ve,güçlü kuvvetli bir
toplulukla savaş vardır. Eğer itaat ederlerse büyük mükafat elde edecekler,
yoksa daha önce karşı geldikleri gibi yine karşı gelirlerse kendilerine
şiddetli bir azap verilecektir.
SAVAŞA GİTMEYENLER
11- Bedevilerden
geri kalmış olanlar, sana diyecekler ki `Mallarımız ve ailelerimiz bizi
alıkoydu. Allah'tan bizim bağışlanmamızı dile . Onlar kalbîlerinde olmayanı
dilleriyle söylerler. De ki: `Allah size bir zarar vermek dilemiş, yahut
size bir fayda vermek istemiş olsa Allah'ın, sizin için dilediğine kim engel
olabilir? Hayır hiç kimse engel olamaz, Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
12- Aslında siz
Peygamberin ve mü'minlerin ailelerine bir daha dönmeyeceklerini sanmıştınız.
Bu sizin gönlünüze güzel göründü de kötü zanda bulundunuz ve helakı hak
etmiş bir topluluk oldunuz.
13- Kim Allah'a ve
Resulüne inanmazsa bilsin ki biz, kafirler için alevli bir ateş
hazırlamışızdır.
14- Göklerin ve
yerin mülkü Allah'ındır. O dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Allah
bağışlayandır, esirgeyendir."
15- Savaştan geri
kalmış olanlar, siz ganimetleri almaya giderken. Bırakın bizde sizinle
gelelim" diyeceklerdir. Onlar Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. De ki:
"Bize uymayacaksınız; Allah sizin için önceden böyle buyurdu': Onlar size:
"Hayır bizi kıskanıyorsunuz" diyecekler. Hayır aksine, kendileri ancak pekaz
söz anlayan kimsedirler.
16- Bedevilerden
geri kalmış olanlara de ki: "Siz yakında çok kuvvetli olan bir kavme karşı
savaşmaya çağrılacaksınız. Onlarla savaşırsınız ya da müslüman olurlar. Eğer
itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükafat verir. Fakat önceden
döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız sizi acıklı bir azaba uğratır."
Kur'an-ı Kerim geri kalıp katılmayanların sözlerini
ve onlara verilecek cevabı yansıtmakla yetinmiyor. Aksine bu münasebetle
ruhların hastalıklarını ve kalplerde olan duyguları tedavi etmek zaaf ve
kayma noktalarına nüfuz edip, onları gerekli tedaviye hazırlık olmak üzere
muayene etmek sonra da kalıcı gerçekler ve değişmez değerler, şuur, düşünce
ve davranış kuralları yerleştirmek için bu münasebeti bir fırsat olarak
değerlendirmektedir. Gıfar, Müzeyne, Eşca, Eslem ve Medine civarında bulunan
öteki bedevi kabilelerden geri kalıp katılmayanlar, geri kalmalarına özür
göstermek için "Mallarımız ve ailelerimiz bizi alıkoydu" diyecekler. Tabi bu
bir özür değildir. Herkesin her zaman ailesi ve malı vardır. Bu gibi şeyler
inancın yükümlülüklerini ve gereğini yerine getirmek için geçerli bir
mazeret olsaydı hiç kimse görevini yapmazdı.
Ve yine "Allah'tan bizim bağışlanmamızı dile"
diyeceklerdir. Oysa onlar, yüce Allah'ın Resulüne bildirdiği gibi,
bağışlanma isteklerinde içten ve samimi değillerdir. "Onlar kalplerinde
olmayan şeyi dilleri ile söylerler." Burada yüce Allah geri kalmanın
savamıyacağı, ileri atılmanın değiştiremiyeceği "kader gerçeği" ve insanları
çepeçevre kuşatan ve kaderlerine dilediği gibi yön veren ilahi kudret
gerçeğini ve yüce Allah'ın kendisine uygun olarak takdirini yönlendirdiği
kapsamlı ilim gerçeği ile onlara cevap vermektedir. "De ki: Allah size bir
zarar vermek dilemiş veyahut size bir fayda vermek istemiş olsa Allah'ın
sizin için dilediğine kim engel olabilir? Hayır hiç kimse engel olamaz,
Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
Ayette bir soru cümlesi ile karşılaşıyoruz: Bu,
Allah'ın kaderine teslim olmayı O'nun emrine geri durmaksızın ve ağırdan
almaksızın itaatı ilham eden bir sorudur. Savaşa, sefere katılmamak veya
ağırdan almak ne bir zararı savar ne de bir yararı geciktirir. Özür uydurmak
Allah'ın ilminden asla gizli kalmaz. Herşeyi kuşatan ilmi uyarınca verecek
olduğu cezaya da etki etmez. Pedegojik bir direktiftir.
"Aslında siz Peygamberin ve mü'minlerin ailelerine
bir daha dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu sizin gönlünüze güzel göründü de
kötü zanda bulundunuz ve helakı hak etmiş bir topluluk oldunuz: '
İşte böyle, yüce Allah onları, içlerinde
sakladıkları niyetleri, gizlice yürüttükleri tahminleri ile ve Allah'a
besledikleri kötü zanları ile çırılçıplak ve apaçık olarak yüzyüze
getirmektedir. Onlar Resulullah ve onunla birlikte olan mü'minler ölüme
gidiyorlar, Medine'ye ailelerinin yanına asla dönemeyecekler sanıyorlardı.
Ve "Muhammed Medine'de kendi evinin önünde kendisi ile savaşabilen,
arkadaşlarını öldürebilen bir topluluk üzerine gidip onunla savaşacak ha!"
diyorlardı. Bu sözleri ile Uhud ve Hendek savaşlarını ima ediyorlardı. Oysa
yüce Allah'ın sadıkları ve kendisi için herşeyden soyutlanmış kullarını
himaye edip koruyacağını hiç hesaba katmamışlardı. Öte yandan onlar
-olayları kendilerine göre değerlendirmeleri ve kalpleri inancın
sıcaklığından yoksun olması nedeni ile- neye mal olacağını gözardı ederek
görevin görev olduğunu takdir etmemişlerdi. Ve yine Resulullah'a itaatın
zahiri kazanca ve şekli kayba bakmaksızın yerine getirilmesi gerekli bir
görev ve ona itaat ötesinde başka bir netice gözetmeksizin yerine
getirilmesi gerekli bir ödev olduğunu da takdir etmemişlerdi.
Onlar böyle zannetmişler ve bu zan kalplerine hoş
gelmiş, artık başkasını görmez ve düşünmez olmuşlardır. İşte kalplerinin
verimsiz olmasından kaynaklanan Allah'a kötü zan budur işte. Ayette geçen
(bûr) "verimsiz" kelimesi anlam dolu enteresan bir kelimedir. Çünkü verimsiz
toprak, ölü ve çorak toprak demektir. İşte onların kalpleri de böyle, bütün
benlikleri de aynı böyledir. Verimsiz, ölü, bereketsiz ve meyvesiz... Yüce
Allah'a karşı iyi zan beslemeyen bir kalpten ne beklenebilir ki? Çünkü böyle
bir kalp yüce Allah'ın ruhuna bağlanmaktan kopuktur. Böyle bir kalp
verimsiz, ölü, meyvesiz bir kalptir. Ve sonu helak ve mahvolmaktır.
Onlar aynen bunun gibi mü'minler topluluğu hakkında
da karamsardılar.
Böyle insanlar yüce Allah ile bağları kopuk,
kalpleri ruh ve canlılıktan yoksun bedeviler gibidirler. Zaten hep böyle
olur. Batılın kefesi ağır basıyor görününce, yeryüzündeki zahiri güçler
şerli ve sapık kimselerin yanında yer alınca, mü'minler sayıca, malzeme ve
hazırlıkça geri veya yer mertebe ve malca yetersiz olduklarında mü'minler
topluluğuna hep kötü zan beslerler. Bedeviler ve benzerleri, mü'minler,
zahiri gücü ile azim ve güçlü olan batılın karşısına dikilirlerse onların
ailelerine asla geri dönemeyeceklerini her zaman sanırlar. Onlar her an
köklerinin kazınacağı ve davalarının sona ereceği beklentisi içindedirler.
Dolayısı ile akılları sıra en sağlam yolu izlerler ve yine akılları sıra
onların tehlikelerle dopdolu oluşundan uzaklaşırlar. Fakat yüce Allah bu
kötü zannı boşa çıkarır ve durumları ve halleri kendi ilmine göre, idaresi
ve gerçek güçlerin tuttuğu teraziye göre değiştirir. Yüce Allah kendi güçlü
kudret eliyle tuttuğu teraziye göre değiştirir de kendisine heryerde ve her
zaman kötü zan besleyen münafıkların bilmeyeceğï şekilde terazinin kefesini
bir topluluk için alçaltırken bir diğeri için yükseltir.
Buradaki gerçek terazi iman terazisidir. Dolayısı
ile yüce Allah bedevileri o teraziye havale etmekte ve bu terazi uyarınca
ceza için genel bir kural belirlemektedir. Bununla birlikte, yüce Allah'ın
yakın rahmetini ima etmekte ve fırsatı ganimet bilmeye ve Allah'ın rahmet ve
bağışlamasından yararlanmaya koşmalarını ilham etmektedir.
"Kim Allah'a ve Resulüne inanmazsa bilsin ki biz,
kafirler için alevli bir ateş hazırlamışızdır."
"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O dilediğini
bağışlar, dilediğine azab eder. Allah bağışlayandır, esirgeyendir: '
Onlar mallarını ve ailelerini mazeret olarak ileri
sürmüşlerdir. Allah'a ve Resulüne inanmadıkları kendileri için hazırlanmış
olan şu çılgın ateşe karşı malları ve aileleri kendilerine ne yarar
sağlayacaktır? Terazinin iki kefesi vardır. O halde ya şu kefeyi veya bu
kefeyi kesin bir şekilde seçsinler. Çünkü kendilerini bu şekilde tehdit eden
yüce Allah tek başına yer ve göklerin sahibidir. Dilediği kimse için
bağışlama ve dilediği için azab verebilme gücüne sahip tek O'dur.
Yüce Allah insanlara yaptıkları amellere göre
karşılık verir. Ancak dilemesi herhangi bir şeyle kayıtlı değildir. İşte
yüce Allah burada bu gerçeği kalplere yerleşsin diye belirlemektedir. Bu
gerçek amele göre karşılık verilmesi prensibi ile de çelişmez. Çünkü
amellere göre karşılık verilmesi yüce Allah'ın bu dilemesine ait, mutlak bir
tercihidir.
Allah'ın bağışlaması ve rahmeti çok yakındır. Yüce
Allah'ın kafirler için hazırlayıp koymuş olduğu çılgın ateşle kendisine ve
elçisine inanmayanlara azab edeceği yolundaki hükmü gerçekleşmeden önce
dileyen bunu fırsat olarak değerlendirsin.
Sonra ifadenin akışı, Resulullah ile sefere
katılmayıp geri kalanların zanlarının aksine, yüce Allah'ın mü'minler için
takdir etmiş olduğu bazı şeyleri bunların yakın olduklarını ima eden bir
üslup içinde ortaya koymaktadır:
"Savaştan geri kalmış olanlar, siz ganimetleri
almaya giderken: "Bırakın bizde sizinle gelelim" diyeceklerdir. Onlar
Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: "Bize uymayacaksınız; Allah
sizin için önceden böyle buyurdu". Onlar ise: "Hayır bizi kıskanıyorsunuz"
diyecekler. hayır aksine, kendileri ancak en az söz anlayan kimsedirler."
Tefsircilerin çoğunluğu bu ifadenin Hayberin fethine
işaret olduğu düşüncesindedirler. Bu mümkündür. Fakat ayeti Hayberin fethi
için bir işaret olarak almasa da verdiği ilham sürekli geçerlidir. Çünkü
ayet müslümanlara yakın ve kolay fetihler ihsan edileceğini ve sefere
katılmayanların bunu anlayacakları ve "Bırakınız bizde sizinle gelelim"
diyeceklerini ima etmektedir.
Belki de tefsircileri bu ayetin Hayberin fethine
işaret ettiği kanaatine iten Hayberin Hudeybiye barış anlaşmasından biraz
sonra fethedilmesidir. Çünkü Hayber, Hudeybiye barış anlaşmasından iki aydan
daha az bir müddet sonra hicretin yedinci yılı Muharrem ayında
fethedilmişti. Ve Hayberin fethi bol ganimet elde edilen savaş olmuştur. Ve
Hayber surları Arabistan yarımadasında yahudilerin zengin güçlü
merkezlerinden geri kalan en sonuncusunu oluşturuyordu. Ve o surlara, daha
önce yarımadadan sürülen Nadir oğulları ve Kureyza oğullarının bir kısmı
sığınmışlardı.
Tefsircilerin birbirini izleyen görüşlerine göre,
yüce Allah Hudeybiyede biata katılanlara Hayberin ganimetlerini va'detmiş,
bu ganimetlere onlarla birlikte kimseyi ortak etmemiştir. Ben bu konuda
hiçbir açık ifadeye rastlayamadım. Her-halde tefsirciler bu yargıya yapılan
uygulamadan varıyor olsalar gerek. Çünkü Resulullah Hayber ganimetlerini
Hudeybiye anlaşmasında bulunanlara hazır vermiş ve onların yanında başka
hiçbir kimseye pay ayırmamıştır. Kısacası, yüce Allah, sefere katılmaktan
geri duran bedeviler yakın ve kolay ganimetleri elde etmek için sefere biz
de katılalım diye teklif ettiklerinde, peygamberine onları geri çevirmesini
emretmekte ve onların şimdi savaşa çıkmalarının Allah'ın emrine aykırı
olduğunu bildirmesini beyan etmektedir. Ve yüce Allah Peygamberine, savaşa
katılmaları engellenince "Hayır siz bizi kıskanıyorsunuz" bunun için savaşa
çıkmamıza ganimetlerden mahrum kalalım diye engel oluyorsunuz diyeceklerini
haber veriyor. Sonra yüce Allah, onların bu sözlerinin yüce Allah'ın
hikmetini ve takdirini anlama noksanlıklarından ileri geldiğini belirtiyor.
O halde, Hudeybiye seferine katılmayan açgözlülerin mükafatları, ganimetten
alıkonmaktır. Herşeyi terkedip Allah'a itaat edenlerinki ise Allah'ın
ihsanından yararlandırılmaktır. Ve Bedeviler savaştan sadece meşakkat
çıkacak diye tahmin yürüttükleri bir sırada müslümanların itaat ve ileri
atılmayı yalnız başlarına yapmalarının bir mükafatı olarak -yüce Allah
takdir edince- ganimetlere de yalnız başlarına konmaktır.
Sonra Yüce Allah Peygamberine, onlara ileride güçlü
bir düşmanla İslam uğruna çarpışmak üzere cihada çağrılarak imtihan
edileceklerini, eğer bu imtihanda başarılı olurlarsa kendilerine mükafat
olacağını, şayet günahlarına ve geri kalmalarına devam ederlerse işte bunun
son imtihan olacağını haber vermesini emrediyor:
"Bedevilerden geri kalmış olanlara de ki: `Siz
yakında çok kuvvetli olan bir kavme karşı savaşmaya çağrılacaksınız. Onlarla
savaşırsınız ya da müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel
bir mükafat verir. Fakat önceden döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız sizi
acıklı bir azaba uğratır."
Yine, bu güçlü kuvvetli toplumun kim oldukları
üzerinde ve Resulullah'ın sağlığında mevcut mu idiler yoksa halifeleri
zamanında mı yaşadılar konusunda görüşler çeşit çeşittir. En yakın ihtimal
bu güçlü kuvvetli toplumun yüce Allah Medine çevresindeki bu bedevilerin
imanını denemesi için, Resulullah ın sağlığında mevcut olduklarıdır.
Burada önemli olan; Kur'an'ın terbiye metodunu ve
kalpleri, gönülleri Kur'an'ın kendine özgü yönlendirme ve gerçekçi
imtihanlar aracılığı ile tedavi metodunu yakalayabilmemizdir. Bu
söylediklerimizin tümü, Kur'an'ın onların içlerinden geçen düşünceleri
kendilerine ve mü'minlere açıklamasında, imini ve mutedil olan ahlak
kurallarına yönlendirmesinde apaçık görülebilir.
Bu imtihandan, cihada katılmanın herkese farz olduğu
anlaşıldığına göre, yüce Allah herhangi bir günah ve ceza sözkonusu
olmaksızın, cihada katılmakla yükümlü olmayan gerçek özürlüleri
açıklamaktadır:
17- Gözleri
görmeyen, topal ya da hasta olanların savaşa gitmemelerinde bir sorumluluk
yoktur. Kim Allah`a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içlerinden
ırmaklar akan cennetlere koyar. Kim yüz çevirirse onu can yakıcı azaba
uğratır."
Gözü kör ve topal olanların sürekli bir özürleri
vardır. bu özür, onların cihada katılmanın ve cihad etmenin meşakkatine
sürekli bir güçsüzlük içinde olmalarıdır, hastanın ise özürü hastalığı
iyileşene dek, hastalık süresi ile sınırlıdır.
İşin aslı itaat ve karşı gelmektir. Bu da, ruhsal
bir durumdur yoksa şekli bir durum değildir. Her kim yüce Allah'a ve
Resulüne itaat ederse, mükafatı cennettir. Kim yüz çevirir itaat etmezse,
acıklı bir azaptır onu bekleyen. Dileyen, cihadın meşakkatleri ve mükafatı
ile evinde oturma ve onun arkasından gelecek azabı mukayese edebilir. Sonra
da istediği şekli tercih eder.
18-Andolsun ki,o
ağacın altında sana biat ederken, ,Allah, mü'minlerden razı olmuştur. Allah
onların gönüllerinden geçeni bildiği için onların üzerine huzur ve güven
indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi.
19- Yine onlara
alacakları birçok ganimetler bahşeyledi. Allah üstündür, hüküm ve hikmet
sahibidir.
20- ,Allah size elde
edeceğiniz birçok ganimetler va'detti. Bunu size hemen vermiş ve insanların
ellerini sizden çekmiştir ki bu mü'minlere bir işaret olsun ve Allah sizi
dosdoğru yola iletsin.
21- Bundan başka
sizin güç yetiremediğiniz, ancak Allah'ın sizin için kuşattığı ganimetler de
vardır. Allah her şeye kadirdir.
Bu dersin tamamı, mü'minlerden söz etmekte,
müzminlerle konuşmaktadır. O ağacın altında Resulullah'a biat eden şu eşsiz,
mutlu insan kitlesi ile konuşmaktadır. Yüce Allah o biatta bulunmuş,
tanıklık etmiş ve kudret eli onların elleri üstünde kendisi almıştır biatı.
Bu ders, yüce Allah'ın elçisine kendilerinden "Andolsun ki o ağacın altında
sana biat ederken, Allah, mü'minlerden razı olmuştur. Allah onların
gönüllerinden geçeni bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve
onlara yakın bir fetih verdi" diye söz ettiğini işitme bahtiyarlığına eren
kitle ile konuşmaktadır. Yine bunlar, Resulullah'ın kendileri hakkında
"Sizler bugün yeryüzünün en hayırlı insanlarısınız." (Buhari Mağazi, 64,
hadis no: 1685) övgüsünü işiten bahtiyar kitledir.
Bu derste yüce Allah bu kitle hakkında hem Resulü
ile ve hem de kendileri ile konuşmaktadır. Yüce Allah bu sözlerde
kendilerine birçok fetihler ve ganimetler müjdelemekte ve yine bu seferde ve
daha sonra çıkacakları diğerlerinde asla değişmez ilahi adaletine bağlı
olarak takdir etmiş olduğu zaferlerdeki himayesi ile onları kuşatma müjdesi
vermektedir. Ve bu insanların küfre sapan düşmanlarını da şiddetle
kınamaktadır. Ve o yıl savaşı bırakıp barışı tercihteki hikmetini onlara
beyan etmektedir. Yine bu bahtiyar insanlara, Resulullah'ın Mescid-i Haram'a
gireceklerine dair görmüş olduğu rüyanın doğruluğunu ve müslümanların oraya
korkusuzca güven içinde gireceklerini, yüce Allah'ın dininin yeryüzünde tüm
dinlere üstün geleceğini vurgulamaktadır. ^
Hem ders ve hem de sure, Resulullah'ın ashabından şu
mutlu ve eşsiz insan topluluğunun parlak ve değerli manzaraları ve Tevrat ve
İncil'deki nitelikleri ile yüce Allah'ın kendilerine bağış ve büyük mükafat
va'di ile son bulmaktadır.
O AĞACIN ALTINDA
BİAT EDENLER
"Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederken,
Allah, mü'minlerden razı olmuştur. Allah onların gönüllerinden geçeni
bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir
fetih verdi."
"Yine onlara alacakları birçok ganimetler
bahşeyledi. Allah üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir."
Bugün ben, geçen bindörtyüz küsur senenin ardından o
kutsal anı, bütün varlık aleminin yüce Allah'tan emin Peygamberine bu
topluluk hakkında gelen bu ulvî bildirisine tanık olduğu anı kavramaya
çalışıyorum. Varlık aleminin o andaki sayfasına ve gizli dünyasına bakmaya
çalışıyorum. Varlık alemi tüm benliği ile o anda bu alemin belirli bir
köşesinde bulunan o insanlar hakkındaki, şerefli ve kutsal ilahi sözü nasıl
karşıladılar izlemeye çalışıyorum. Ve yine ben, ayette sözü edilen o
insanlar kendileri olduklarını kulakları ile işiten bizzat, kendileri
işiten, o mutlu insanların ruhsal duygularını bir parça hissetmeye
çalışıyorum. Yüce Allah onlardan söz ederken, kendilerinden hoşnut olduğunu
söylemekte, bulundukları yeri ve bu hoşnutluğu elde ederken bulundukları
durumu "Onlar o ağacın altında biat ederken" diye belirtmektedir. Onlar bu
sözleri doğru ve doğrulanmış Peygamberlerinin ağzından azametli ve yüce
Rabblerinin sözcükleri ile işitmektedirler. Aman Allah'ım! Acaba bu bahtiyar
insanlar o kutsal anı ve bu ilahi bildiriyi nasıl karşıladılar. Herkese
teker teker bizzat işaret eden ve "Sen bizzat sen... Allah sana
bildiriyor... Senden hoşnut olmuştur O. Sen biat ederken... O ağacın
altında... Senin içinde geçen duyguları bildi O. Bildi de senin üzerine
gönül huzuru indirdi" diyen, bildiriyi nasıl karşıladılar acaba. İçimizden
herhangi biri "Yüce Allah inananların yardımcısıdır." (Bakara Suresi, 257)
ayetini okur veya dua bilir. Sonra da mutlu olur. Ve kendi kendine "Ayette
yer alan o insanların arasına ben de dahil olmayı neden ummayayım?" der. Ve
yine, "Yüce Allah sabredenlerle birliktedir. "(Bakara Suresi, 153) ayetini
okur veya duyar da içine güven gelir. Ve kendi kendine "Bu sabredenlerden
birinin de ben olduğunu neden ummayayım der. Oysa bu biata katılanlar, öyle
midirler? Evet tek tek kendilerine yüce Allah'ın bizzat kendilerini
kastettiği ve kendilerinden hoşnut olduğu, içlerindeki duyguyu bildiği ve
içlerinden geçen şeylerden hoşnut olduğunu bildirdiği söylenmekte ve
belirtilmektedir. Aman Allah'ım! Bu ne müthiş bir hal?
"Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederken,
Allah, mü'minlerden razı olmuştur. Allah onların gönüllerinden geçeni
bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir
fetih verdi.
Yüce Allah onların kalplerinde kabaran izzet-i
nefsin kendi benlikleri için değil, dinleri uğruna olduğunu bilmiştir. Biat
ederlerken, niyetlerinin içten ve samimi olduğunu ve Resulullah'ın çağrısı
karşısında birer müslüman, sabırlı ve itaatkar kimseler olmak amacı ile
duygularını frenlediklerini kışkırtmaya karşı oluşan reaksiyonlarını
yendiklerini görmüştür."Onların üzerine huzur ve güven indirdi:'
Güvenin indirilişi öyle bir ifade ile anlatılıyor
ki, sanki yukardan kolayca, sakin ve ağır başlılıkla bir güven iniyor ve o
tutuşmuş heyecanlı, kavgaya hazır coşkun kalplere dolarak huzur getiriyor,
güven getiriyor, rahat ve sevinç getiriyor."Ve onları pek yakın bir fetihle
mükafatlandırmıştır:'
Bu sağladığı şartlar itibarı ile Hudeybiye ile barış
anlaşmasını "Feth"e çeviren ve onu birçok fetihlere başlangıç yapan
Hudeybiye barış anlaşmasıdır. Hayberin fethi de bu fetihlerden biri
olabilir. Ki tefsircilerin çoğunluğu, yüce Allah'ın müslümanlara bahşettiği
yakın fethin bu fetih olduğunu söylerler.
"Alacakları birçok ganimetlerle" "Yakın Fetih"ten
maksat, Hayberin fethi ise, bu fetih ile birlikte alacakları bol
ganimetlerle birlikte demektir. Eğer "Yakın fetih" müslümanlara birçok
fetihlerin kapısını aralayan şu Hudeybiye barış anlaşması ise bu anlaşmayı
izleyen fetihlerle elde edecekleri bol ganimetler demektir.".Allah üstündür,
hüküm ve hikmet sahihidir." Bu ifade daha önce geçen ayetlerin sonuna çok
uygun düşen bir ifadedir. Çünkü, hoşnutluk, fetih ve ganimet va'dinde yüce
Allah'ın hikmeti, idaresi yanında kuvvet ve kudreti de ortaya çıkmaktadır.
Zaten kutsal ve şerefli va'd hikmet ve izzet ile gerçekleşir.
Biata katılan mü'minler hakkında, emin olan Resulüne
bu şerefli ve yüce bildiriden sonra, yüce Allah sözünü bizzat mü'minlerin
kendilerine yöneltiyor. Bu barış anlaşmasından ya da bir başka deyimle,
teslimiyet içinde sabırla karşıladıkları şu "Fetih"ten sözediyor, onlara:
"Allah size elde edeceğiniz birçok ganimetler va'detti. Bunu size hemen
vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiştir ki bu mü'minlere bir işaret
olsun ve Allah sizi dosdoğru yola iletsin: "Bundan başka sizin güç
yetiremediğiniz, ancak Allah'ın sizin için kuşattığı ganimetler de vardır.
Allah her şeye kadirdir."
Mü'minlerin yüce Allah'tan duydukları ve açıkça
gördükleri bir müjdedir bu... Ve mü'minler yüce Allah'ın kendilerine birçok
ganimetler hazırlamış olduğunu öğrenmişler ve bundan sonra bu değişmez
va'din doğru olduğuna dair birçok delilleri göre göre diledikleri gibi
yaşamışlardı. Burada yüce Allah onlara şu ganimetleri ivedi ve peşin olarak
verdiğini belirtiyor. Burda yüce Allah İbn-i Abbas'ın da söylediği gibi,
Hudeybiye barış anlaşmasının başlıbaşına bir fetih ve bir ganimet olduğunu
vurgulamak için, Hudeybiye barış anlaşmasını "hemen verilmiş ganimet" olarak
değerlendirmiş olabilir. Daha önce belirttiğimiz gibi Resulullah'ın sözünden
ve bu anlayışımızın doğruluğunu kendilerine özgü dilleri ile ifade eden
olaylardan anlaşılacağı üzere, gerçekten de Hudeybiye barışı böyle bir fetih
ve ganimettir.
Öte yandan Mücahit'ten rivayet edildiğine göre,
Hudeybiye barışından sonra en yakın ganimet olması bakımından bu "hemen
verilmiş ganimet" ler Hayberin fethi de olabilir. Fakat birinci ihtimal
gerçeğe daha yakın olup ve daha ağır basmaktadır.
Yüce Allah onlara insanların ellerini kendilerinden
çektiğini, yüce katından bir ihsan ve iyilik olarak hatırlatıyor. Gerçekten
yüce Allah kureyş müşriklerinin ellerini onlardan çektiği gibi, onlardan
başka kendileri için üzerlerine belalar gelmesini bekleyen düşmanlarının da
elini çekmiştir... Sözün kısası, onlar azınlıkta, düşmanlar
çoğunluktaydılar. Fakat müslümanlar biatlarını tutarak görevlerini
yapmışlardır. Ve Allah da insanların ellerini (düşmanların ellerini)
onlardan çekmiş ve kendilerini emniyete kavuşturmuştur.
"Ki bu mü'minlere bir işaret olsun: Yüce Allah
başlangıçta hoş karşılamadıkları ve kendilerine çok ağır gelen bu olayın
onlara bir ibret olacağını, hem de içinde yüce Allah'ın kendileri hakkında
gerçekleştireceği şeyleri ve Resulullah'a itaat ve teslimiyetlerinin
mükafatını görecekleri bir ders olacağını ifade ediyor. Ki bütün bunlar yüce
Allah'ın bu olayı gönüllerine önemli bir gelişme, bol hayır olarak
yerleştirmesine ve kalplerine iç huzuru, mutluluk, hoşnutluk ve iman
vermesine yol açan unsurlar olmuştur.
"Allah sizi dosdoğru yola iletsin." İtaatınızın,
emre sarılmanızın ve içinizdeki samimiyetinizin karşılığı olarak sizi doğru
yola çıkarsın... Böylece yüce Allah onlara hem ganimet veriyor ve hem de
hidayet bahşediyor. Ve hoşlanmadıkları ve çok ağır kabul ettikleri bir
anlaşma onlara her yönden tam bir hayır olarak ortaya çıkıyor. Böylece yüce
Allah onlara bildiriyor ki; onlar için kendi tercihi tercih edilmesi gereken
yararlı bir şeydir. Ve kalplerini mutlak itaat ve emre sarılmaya hazırlayan
da kendisidir.
Yüce Allah ayrıca onlara yine ihsanda bulunmuş ve
bundan başka bir ganimetin daha müjdesini vermiştir. Fakat bu ganimeti
onların adına kudreti ve takdiri ile bizzat kendisi üstlenmektedir:
"Bundan başka sizin güç yetiremediğiniz ancak
Allah'ın sizin için kuşattığı ganimetler de vardır. Ve Allah her şeye
kadirdir."
Burada geçen "başka ganimetler" hakkında rivayetler
çeşit çeşittir. Acaba bu Mekke'nin fethi mi, yoksa Hayberin fethi mi, yahut
da Kisra ve Kayserlerin ülkelerinin fethi mi? Yoksa bu Hudeybiye barışının
ardından müslümanların elde ettikleri tüm fetihler mi diye rivayetler çeşit
çeşittir.
İlahi ifadenin akışına en uygun düşeni bu ganimetin
Hudeybiye barışını izleyen Mekke'nin fethi olayıdır. Yürürlükte ancak iki
yıl kalabilen ve sonra müşriklerin bozduğu bu anlaşma nedeni ile yüce Allah
Mekke'yi müslümanlara hemen hemen savaşsız açmış ve nasib etmiştir.
Bilindiği gibi, bu Mekke önceleri müslümanlara boyun eğmemiş, onlara
Medine'de kendi evlerinin önünde saldırmış ve Hudeybiye yılı kendilerini
Mekke'ye sokmadan geri çevirmişti. Sonra yüce Allah Mekke'yi çepeçevre
kuşatmış ve onlara savaşsız olarak orayı teslim etmiştir. "Allah herşeye
kadirdir." Burada bu müjde kapalı bir müjde idi, yüce Allah bunu açıkça
belirtmemiştir. Çünkü bu ayetin indiği sıralarda bu müjde yüce Allah'ın
bilgisini vermediği şeylerden biri idi. Yüce Allah onların kalbine iç
huzuru, hoşnutluk, ümit ve sevinç vermek için bu şekilde bir ifade ile îmada
bulunuyordu.
Bu peşin olan ganimete ve yüce Allah'ın kendisinin
bildiği ve müslümanların da beklemekte oldukları ganimete iman edilmesi
münasebeti ile, yüce Allah onlara üstün geleceklerini ifade etmekte ve o yıl
barış yapmaları onların güçsüzlüğü ya da müşriklerin üstünlüğü nedeni ile
değil, fakat kendisinin gözetmiş olduğu bir hikmet nedeni ile olduğunu ve
küfre sapanlar eğer kendileri ile savaşırlarsa onların yenileceklerini
açıklıyor. Mü'minlerle kafirler birbirleri ile ne zaman kesin amaçlı, ölüm
kalım savaşına tutuşurlarsa yüce Allah'ın yasası hep böyle olmuştur.
22- Eğer kafirler
sizinle savaşsalardı, arkalarına dönüp kaçarlardı, sonra ne bir koruyucu ne
de bir yardımcı bulamazlardı.
23- Allah'ın öteden
beri süregelen yasasıdır. Allah'ın yasasında bir değişme bulamazsın.
Yüce Allah işte böylece müslümanların galibiyetleri
ile kafirlerin yenilgilerini, sabit, değişmez ve evrende uygulamış olduğu
kendi yasasına bağlıyor. Bu mü'minler kendi zaferleri ile, düşmanlarının
yenilgilerinin yüce Allah'ın şu varlık aleminde uyguladığı yasalarından biri
olduğunu duyunca ne huzur, ne güven ve sebat duymamışlardır içlerinden
kimbilir?
Bu ilahi yasa değişmez bir kanundur, sürüp gider.
Fakat bazen belirli bir süreye kadar gecikebilir. Bu gecikmeye mü'minlerin
tuttukları yol ya da yüce Allah'ın bildiği davranış biçimleri neden
olabileceği gibi, bazen de sebeb, mü'minlere zaferin ve kafirlere yenilginin
doğacağı ortamı hazırlamak olabilir. ki bu ortamın bir değeri ve etkisi
olsun. Ya da bu gecikmenin nedeni ne birinci ihtimaldir ne de ikinci. Ancak
yüce Allah'ın bildiği başka bir şeydir. Fakat ne olursa olsun yüce Allah'ın
yasası asla değişmez. Ve söz söyleyenlerin en doğru sözlüsü yüce Allah'tır.
"Ve sen Allah'ın yasasında asla değişiklik bulamazsın."
Yüce Allah mü'minlere, müşriklerin ellerini kendi
üzerlerinden çekmek ve onları yendirdikten sonra kendilerinin ellerini de
müşriklerin üzerinden çekmek konusundaki iyiliğini hatırlatıyor. Bununla
müşriklerden kırk kadar veya daha çok ya da daha az bir grubun müslümanların
karargahına sızma girişimleri ve hemen yakalamaları ve Resulullah'ın
kendilerini bağışlaması olayına işaret ediyor.
24- Mekke'nin
ortasında, sizi onlara galip getirdikten sonra onların ellerini sizden,
sizin ellerinizi onlardan çeken O'dur. Allah, yaptıklarınızı görmektedir.
Bu olay gerçekten olmuş bir olaydır. Bu ayetleri
dinleyenler biliyorlardı onu. Yüce Allah'ın bu olayı müslümanlara bu üslup
içinde hatırlatmasının nedeni müslümanların meydana gelen her olay ve her
kıpırdamayı kendisinin vasıtasız yüce idaresine bağlamaları içindir. Ayrıca
yüce Allah'ın eli, kendileri için herşeyi ayarlayan, duygu ve düşüncelerini
yönlendirdiği gibi, attıkları her adıma da yön veren O'nun kudret elini bu
tür bir algılama ile kalplerine yerleştirmek içindir. Böylece yüce Allah,
hiçbir tereddüt göstermeden ve başka hiçbir şeye yönelmeden bütün
benliklerini kendisine teslim etmelerini ve bununla tümünün teslimiyete
girmelerini hedeflemiştir. Bu teslimiyetlerinin de tüm duygu ve düşünceleri
ile istek ve davranışları ile herşeyin yüce Allah'ın elinde olduğuna,
hayırlı olan şeyin onun tercih ettiği şıkta olduğuna, kendilerinin tercih
ettikleri ya da reddettikleri her konuda O'nun dilemesi ve kaderi uyarınca
yol aldıklarına ve O'nun kendilerine ancak hayır dilediği inancı içinde
yapmalarını hedeflemiştir. Eğer onlar Allah'a teslim olurlarsa her türlü
hayır kendilerine en kolay yolda gelir. Allah onların dışlarını ve içlerini
görmektedir. Yüce Allah onlar için yaptığı tercihi ilim ve basiretle yapar.
Onları katiyyen zarar ettirmeyecektir ve hak ettikleri hiçbir şeyi
kaybettirmeyecektir. "Allah yaptıklarınızı görendir." (Ahzab Suresi, 9)
Sonra yüce Allah müslümanlara düşmanlarından söz
etmekte ve kendi ölçüsüne göre onların kimler olduğunu belirterek onların
yaptıklarını ve müminleri Mescid-i Haram'ından alıkoymalarını nasıl
değerlendirdiğini ve müslümanların haddi aşan düşmanlarının aksine,
kendilerine nasıl baktığını belirtmektedir.
25- Onlar inkar eden
ve sizin Mescid-i Haram'ı ziyaretinizi ve bekletilen kurbanların yerine
ulaşmasını men edenlerdir. Eğer Mekke'de kendilerini henüz tanımadığınız
mü'min erkekler ve kadınları bilmeyerek eziyet etmenizi önlemek için, Allah
savaşı önledi. Dilediklerine rahmet etmek için Allah böyle yapmıştır. Eğer
onlar birbirinden ayrılsaydı elbette onlardan inkar edenleri, elemli bir
azaba çarptırırdık.
26- O zaman inkar
edenler, kalplerine öfke ve gayretin cahiliyye çağının öfke ve gayretini
koymuşlardı. Allah da elçisine ve mü'minlere huzur ve güveni indirdi; onları
takva sözüne tutunmalarını sağladı. Onlar, bu söze layık ve ehil kimselerdi.
Allah herşeyi bilmektedir.
Onlar yüce Allah'ın ölçü ve değerlendirmesine göre
şu iğrenç olan "Onlar inkar edenler" nitelemesini hak etmiş gerçekten kafir
kimselerdir. Yüce Allah bu küfür damgasını onlara öyle vuruyor ki sanki bu
nitelikte yalnız başlarınadırlar ve sanki küfürde köklü ve asildirler. Onlar
küfür ve kafirlerden tiksinen yüce Allah nezdinde en iğrenç yaratıklardır.
Öte yandan yüce Allah diğer kötü davranış ve tutumlarını da aleyhlerine
kaydetmektedir. Bu da mü'minleri Mescid-i Haram'dan alıkoymaları, kurbanlık
develeri de engelleyip dinen belirlenmiş kesim yerlerine ulaşmalarına engel
olmalarıdır.
"Sizin Mescid-i Haram'ı ziyaretinizi ve bekletilen
kurbanların yerine ulaşmasını men edenlerdir."
Onların bu yaptıkları cahiliyet açısından da İslam
açısından da çok çirkin bir harekettir. Dedeleri Hz. İbrahim'den beri Arap
yarımadasında tanıdıkları tüm dinlerde de çok günahtır. Kendi adaletleri ve
inançları açısından da mü'minlerin inançları açısından da çok günahtır. O
halde yüce Allah mü'minlerin ellerini onların üstlerinden, yaptıkları
hareketin kendi katında küçük bir günah olduğu için ve dolayısı ile onlara
şefkat ve merhametinden dolayı çekmiş değildir. Asla! Onların ellerini ancak
ve ancak başka bir hikmetten dolayı çekmiştir. Yüce Allah, mü'minlere ihsan
edip bu hikmeti, onlara açıklamaktadır: "Mekke'de kendilerini henüz
tanımadığınız mü'min erkeklerle mü'min kadınları bilmeyerek eziyet etmenizi
önlemek için Allah savaşı önledi."
Birkere, Mekke'de hicret edememiş, müşriklerin
arasında kendini gizleyip müslüman olduğunu açıklamamış bazı güçsüz
müslümanlar vardı. Şayet savaş çıkıp da müslümanlar Mekke'ye hücum etselerdi
o müslümanları tanımadıkları için belki de onları çiğneyecekler, ezecekler
ve öldüreceklerdi. O zaman da müslümanlar müslümanları öldürüyor
denilecekti. Müslüman oldukları ortaya çıkanların hata ile öldürüldükleri
açığa çıkınca da müslümanlar onların diyetlerini ödemek zorunda
kalacaklardı. Sonra bir başka hikmetten söz edebiliriz: Şöylesine, yüce
Allah bilmektedir ki, müslümanları Mescid-i Haram'dan alıkoyan o kafirlerin
arasında kendisine sonradan hidayet verilecek ve yüce Allah'ın rahmetine
girmeleri takdir edilmiş kimseler vardı. Yüce Allah bu kimselerin
mizaçlarını ve içyüzlerini biliyordu. İşte şayet bunlarla o kafirler
birbirinden ayırd edilmiş olsalardı yüce Allah müslümanlara savaş izni verir
ve kafirleri acıklı bir azaba çarptırırdı.
"Dilediklerine rahmet etmek için Allah böyle
yapmıştır. Eğer onlar birbirinden ayrılsaydı elbette onlardan inkar edenleri
elim bir azaba çarptırırdık." Böylece yüce Allah, o eşsiz, o bahtiyar, o
seçilmiş olan kitleye takdir ve idaresinin gerisinde gizli olan hikmetinin
bir kısmını açıklıyor. Ve kafirleri nitelemeye, onların niteliklerini ve
dışa vuran hareketlerini kaydettikten sonra, iç dünyalarını yansıtmaya devam
ediyor.
"O zaman inkar edenler, kalplerine öfke ve gayreti,
o cahiliyet çağının öfke ve gayretini koymuşlardı."
Kafirlerin kalplerinde ateşledikleri izzet-i nefis,
inanç ve sistem uğruna değildi. Sadece ve sadece kibir, övünme, şımarıklık
ve eziyet verme taassubuydu bu. Resulullah'ı ve beraberinde bulunan
müslümanların karşısına dikilmelerine neden olan bir taassuptu. Bu taassup
nedeni ile müslümanları Mescid-i Haram'a bırakmıyorlar, yanlarında
getirdikleri develerin kesilecekleri yere kadar ulaşmalarına engel
oluyorlardı. Bu davranışları her türlü adet ve inanca aykırı idi. Bütün
gayeleri, Araplara "Müslümanlar Mekke'ye zorla girdiler" dedirtmemekti. İşte
bu cahili taassup uğruna her adet ve dinde büyük bir günah, iğrenç sayılan
bu hareketi yapıyorlardı. Ve kutsallığı uğruna yaşadıkları bu kutsal evin
saygınlığını çiğniyorlar, ne cahiliyet devrinde ve ne de islamda
saygınlığına asla dokunulmayan haram ayları çiğniyorlardı. Bu taassup
kendilerine -başlangıçta- barışçı bir plan tavsiye edip onları, Muhammed'i
-salât ve selâm üzerine olsun- ve beraberinde bulunanları Mescid-i Haram'dan
engelledikleri için ayıplayan herkese hakaretlerinde kendisini gösteren bir
taassuptu. Ve yine, bu taassup Amr oğlu Süheyl'in "Rahman ve Rahim"
isimlerini ve anlaşma metninde Resulullah'ın, "Muhammed Allah'ın elçisi"
sıfatını reddetmelerinde gösteriyordu kendini. İşte tüm bu, taassuplar, bu
böbürlenen haksız yere eziyet eden şu cahiliyetten kaynaklanıyordu. Yüce
Allah, onların ruhlarında var olan Hakka ve O'na boyun eğmeye karşı direnci
bildiği için, içlerine böyle cahiliyet taassubunu yerleştirmiştir. Oysa
mü'minleri bu tür bir taassuba düşmekten korumuş, bunun yerine ruhlarına iç
huzuru ve Allah korkusu yerleştirmiştir.
"Allah'da elçisine ve mü'minlere huzur ve güveni
indirdi; ve onları takva sözüne tutunmalarını sağladı. Onlar bu söze layık
ve ehil kimselerdi. Allah herşeyi bilendir."
Ağırbaşlılık ve sükunet veren iç huzuru, tıpkı alçak
gönüllülük ve kaçınmayı ilham eden takva (Allah korkusu) gibidir. Bunların
her ikisi de, Rabb'ine kavuşan ve bu kavuşmada sükunet bulan, içinde güven
olan şeyle huzur bulan ve her hareket ve düşüncesinde Rabb'inin hoşnudluğunu
gözeten mü minin kalbine layık niteliklerdir. Bir mü'min şımarıp azmaz.
Kendi gururu incindi diye kızmaz mü'min. Aksine, Rabbi ve dini uğruna kızar.
Kendisine sakin ve huzurlu olması emredildiğinde, kalbi titrer ve hoşnudluk
ve huzur içinde boyun eğer. Dolayısı ile mü'minler takva sözcüğüne daha
layık idiler ve buna tam ehildiler. Yüce Allah'ın onların kalbine iç huzuru
indirip takva yerleştirme ihsanı yanında bu takva ile nitelenmeleri de
Rabb'lerinden mü'minlere bir başka övgüdür. Gerçekten mü'minler bunu yüce
Allah'ın ölçüsü ile ve tanıklığı ile hak etmişlerdi. Yüce Allah'ın ilmi ve
takdirinden kaynaklanan önceki şereflendirmeye ek olarak bu da bir başka
şereflendirmedir. "Allah herşeyi bilendir:'
Daha önce Resulullah'ın gördüğü rüya ile, sevinip
birbirine müjdeler veren bazı mü'minleri, rüyanın o yıl gerçekleşmemesinin
ve Mescid-i Haram'a girmekten engellenmelerinin dehşete düşürdüğünü
görmüştük. Yüce Allah onlara bu rüyanın doğru bir rüya olduğunu, yeniden
vurgulamakta, o rüyanın kendi katından olduğunu ve onun mutlaka çıkacağını
ve bu rüyanın gerisinde Mescid-i Haram a girmekten daha büyük, daha önemli
gelişmeler olacağını onlara haber vermektedir.
27-.Andolsun ki
Allah, Peygamberinin rüyasının gerçek olduğunu tasdik eder. Ey inananlar!
Siz, Allah dilerse, güven içinde başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınız
kısaltılmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah sizin
bilmediğinizi bilir. Size bundan başka, yakın zamanda bir zafer verecektir.
28- Resulünü,
hidayet ve hak dinle gönderdi ki o hak dini, bütün dinlere üstün kılsın.
Şahid olarak Allah yeter.
Bu ayette yer alan birinci müjde, yani Resulullah'ın
gördüğü rüyanın doğrulanması ve müslümanların Mescid-i Haram'a güven içinde
girecekleri hiç korkmadan Hac veya Umre ibadetini yaptıktan sonra, saçlarını
kısaltıp başlarını tıraş edeceklerine dair bu ilk müjde... İşte bu müjde bir
yıl sonra gerçekleşmiştir. Sonra, Hudeybiye barışından iki yıl sonra da daha
büyük ve daha net olarak ortaya çıkmıştır bu müjde. Çünkü iki yıl sonra
müslümanlar Mekke'yi fethetmişler ve yüce Allah'ın dini Mekke'ye hakim
olmuştur.
Ne var ki yüce Allah mü'minleri iman terbiyesi ile
terbiye ederek buyuruyor ki: "Allah dilerse Mescid-i Haram'a gireceksiniz".
Şu halde Mescid-i Haram'a giriş kesinlikle olacaktır. Çünkü yüce Allah bunu
bildirmektedir. Fakat "dileme" öğesinin müslümanların ruhunda, serbest ve
hiçbir şeye kayıtlı olmayanı şekli ile yerleşmesi gerekir ki bu gerçek
kalplere kökleşsin ve "Allah'ın dilemesi" kavramı için temel oluştursun.
Kur'an-ı Kerim, bu kavrama dayanıyor, bu gerçeği
getiriyor ve bu "Allah dilerse" tarzındaki şartı her yerde, hatta yüce
Allah'ın va'dinin zikredildiği yerlerde bile getiriyor. Oysa yüce Allah'ın
va'di asla şaşmaz. Ancak ne varki O'nun `'dileme"sinin va'dine yönelmesi
asla bir kayda bağlı değildir, hep serbesttir. İşte yüce Allah, mü'minlerin
düşünce ve ruhlarının derinliklerinde yer etsin diye bu terbiyeyi onların
akıllarına yerleştiriyor.
Şimdi bu va'din nasıl gerçekleştiğinin hikayesine
dönüyoruz. Rivayetlerin nakline göre, yedinci hicret yılı -yani Hudeybiye
barışını izleyen yıl- Zilkade ayında Resulullah, Hudeybiye'ye katılanlarla
birlikte umre yapmak üzere Mekke'ye hareket etti. Zülhuleyfe'de ihrama
girdi. Bir yıl önce ihrama girip kurbanlıkları yanına aldığı gibi, yine
kurbanlık develeri yanına aldı. Ve sahabeleri de telbiye getirerek
yürüdüler. Resulullah Zahran geçidine yaklaşınca, Besleme oğlu Muhammed'i
atlı ve silahlı halde öncü olarak yolladı. Müşrikler Muhammed'i görünce çok
korktular ve Resulullah'ın kendilerine savaş açtığını ve aralarında
imzalanmış olan on yıl süre ile savaşmama anlaşmasını bozduğunu zannettiler.
Ve hemen varıp Mekke'lilere haber verdiler. Resulullah Haremdeki putları
gözetleyebildiği Zahran geçidine inip konaklayınca, okları, mızrakları ve
yayları Batn-ı Yacüc denilen vadiye gönderdi. Ve Mekke'ye müşriklerle
anlaştığı şekilde kılıçları kınında olarak girdi. Daha yolda iken,
Kureyşliler kendisine Hafs oğlu Mukriz'i gönderdiler. Mukriz: Ya Muhammed!
Seni sözünü bozan birisi olarak tanımamıştık, dedi. Resulullah: Ne demek bu,
diye sorunca, Mukriz: Üzerimize yaylar ve mızraklarla geldin dedi. Bunun
üzerine Resulullah: Böyle bir şey yoktur. Biz silahlarımızı Yacüc vadisine
yolladık deyince, bunu duyan Mukriz, zaten biz seni bu niteliklerle, iyilik
ve ahde vefa nitelikleri ile tanıdık dedi.
Mekke'li kafirlerin ileri gelenleri, Resulullah'ı ve
beraberindeki müslümanları görmemek için, kinlerinden ve nefretlerinden
Mekke'nin dışına çıkmışlardı. Geriye kalan Mekke'li erkekler, kadınlar ve
çocuklar yollara ve damların üzerine oturarak Resulullah ve beraberinde
bulunan müslümanları seyrediyorlardı. Resulullah sahabeler önünde telbiye
ederek Mekke'ye girdi. Kurbanlıkları daha önce, Zi Tuva denilen yere
göndermişti. Resulullah Hudeybiye anlaşmasının yapıldığı gün bindiği Kusva
adlı devesine binmişti. Ensardan Revaha oğlu Abdullah da Resulullah'ın
devesinin dizginini tutmuş onu sürüyordu.
Ve işte böylece Resulullah'ın gördüğü rüya doğru
çıkmış ve yüce Allah'ın va'di gerçekleşmişti. Sonra da ertesi yıl Mekke
fethedilmişti. Yüce Allah'ın dini önce Mekke'ye, sonra da yarımadanın tümüne
hakim olmuş ardından da yüce Allah'ın şu son va'di ve müjdesi
gerçekleşmişti. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Resulünü, hidayet ve
hak dinle gönderdi ki o hak dini, bütün dinlere üstün kılsın. Şahit olarak
Allah yeter: '
Gerçekten de Allah'ın dini, yalnız Arap
yarımadasında değil, daha yarım yüzyıl geçmeden, bütün yeryüzünün insanların
oturdukları tüm bölgelerine hakim olmuştu. Yüce Allah'ın dini, İran
imparatorluğunun tümüne, Bizans imparatorluğunun büyük bir kısmına,
Hindistan'a, Çin'e hakim olmuştu. Sonra güney Asyaya, Malezya ve diğer
yerlere ve Doğu Hint adalarına (Endonezya'ya) hakim olmuştu. Miladın altıncı
yüzyılın sonları ile, yedinci yüzyılın ortalarına doğru insanların
kümelendiği en büyük yerler buralardı.
Ve halen de Hakk'ın dini bütün dinlere üstündür.
Hatta fethettiği toprakların büyük bir bölümünde ve özellikle Avrupada ve
Akdeniz adalarında siyasal etkinliği yok olduktan sonra ve şu çağda doğuda
ve batıda ortaya çıkan düşman güçlere oranla müslümanların tüm yeryüzünde
güçlerinin yitirilmesine rağmen yine de Hak dini bütün dinlerden üstündür.
Evet bir din olarak Hak din bütün öteki dinlerden
üstündür. Hem bizzat güçlüdür, hem de özü itibarı ile kuvvetlidir.
Taraftarların kılıç ve top kullanmasına muhtaç olmadan, kendisi ilerler.
Çünkü bu dinin özü fıtratına ve evrenin köklü yasalarına paralel onların
doğrultusundadır. Ve çünkü bu dinin özünde aklın ve ruhun ihtiyaçlarına
yalın ve köklü olarak cevap verme yeteneği vardır. Yeryüzünü imar etme ve
ilerlemenin ihtiyaçlarına, kulübeden oturanlardan tutun da gökdelenlerde
oturanlara kadar her türlü insan çevresinin ihtiyaçlarına cevap verebilecek
bir yetenek vardır bu dinde...
İslam'dan başka bir dinde olan bir kişi, bu dine
taassup ve tarafgirlikten arınmış bir gözle bakarsa, bu dinin doğruluğunu ve
gizli gücünü insanlığı en iyi bir şekilde yönetebilme gücünü, insanlığın
doğup gelişen ihtiyaçlarına kolayca ve uygun biçimde cevap verebilme gücünü
itiraf eder. "Şahit olarak Allah yeter."
Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
Peygamber olarak gönderilmesinin üzerinden daha bir asır geçmeden, açık
siyasal şekli ile Allah'ın va'di gerçekleşmişti. Ve bugün de O'nun yüce
va'di, sabit prensipler şeklinde halâ gerçekleşip durmaktadır. Ve halâ bu
din özünde bütün dinlere üstün olmaya devam etmektedir. Ve hatta yeryüzünde
fonksiyonu, her durumda önderlik gücü olan yegane ve kalıcı din bu dindir.
Ve öyle sanıyorum ki, bugün bu gerçeği kavrayıp
idrak edemeyenler sadece ve sadece bu dine mensup olan müslümanlardır. Oysa
bu dinden olmayanlar bu gerçeği kavradığında, ondan korkmakta ve
politikalarında bu gerçeği gözönüne alarak her türlü hesaplarını ona göre
yapmaktadırlar.
ALLAH'IN RESULÜ VE
MÜ'MİNLER
Şimdi surenin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Kur'an'ın,
Resulullah'ın sahabelerinin durumlarını çizdiği bu parlak manzara ile
noktalanan sona gelmiş bulunuyoruz. Yüce Allah'ın kendilerinden hoşnud
olduğu bu mutlu, bu eşsiz insan topluluğunu şerefli övgüsü ile
ödüllendirdiği ve bu hoşnutluğunu onlara tek tek bildirdiği bu final ayetine
gelmiş bulunuyoruz.
29- Muhammed
Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kafirlere karşı şiddetli kendi
aralarında merhametlidirler. Onların, rüku ve secde ederek Allah'ın lütuf ve
rızasını aradıklarını görürsün. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları
vardır. Onların, Tevrat'taki vasıfları ve İncil'deki vasıfları da şöyledir:
Filizini çıkarmış onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine
dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah böylece bunları
çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkarcıları öfkelendirir. Allah, inanıp yararlı
işler yapanlara mağfiret ve büyük mükafat va'detmiştir.
Gerçekten bu Kur'an-ı Kerim'in parlak üslubu ile
çizdiği hayret verici bir filmdir. Bu seçilmiş insan topluluğunun en göze
batan iç ve dış dünyalarını yansıtan birçok karelerden oluşan bir filmdir
bu... Bu filmin bir karesi, onların kafirlere ve kendileri ile ilgili iç
dünyalarını yansıtmaktadır. "Kafirlere karşı çetin kendi aralarında
merhametlidirler". Bir başka kare, onların ibadetlerini canlandırmaktadır.
"Onları rükua varırken, secde ederken görürsün." Bir diğer kare, onların
kalplerini, kalplerinden geçen duyguları, içlerinde kaynayıp coşan hisleri
yansıtmaktadır. "Allah'tan lütuf ve rıza isterler." Bir başka kare, yüz
çizgilerinde, hallerinde ve simalarında ibadetin ve Allah'a yönelmenin
izlerini yansıtmaktadır. "Yüzlerinde secde izlerinden nişanları vardır."
"Onların Tevrat'taki vasıfları budur." Bu nitelikler Tevrat'taki
nitelikleriydi. Bundan sonra arka arkaya gelen kareler onları tıpkı
İncil'deki gibi çizgi çizgi gözlerimizin önüne sermektedir. "Filizini yarıp
çıkaran"... "Onu kuvvetlendiren"... "Ve kalınlaşan"... "Gövdesi üzerine
dikilen"... "Çiftçilerin hoşuna giden ekin gibi." Bu benzetme kafirleri
öfkelendirsin diyedir.
Bu son ayet, Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine
olsun- niteliği ile, Amr oğlu Süheyl ve onun ardındaki müşriklerin
Hudeybiye'deki anlaşma metni yazılırken inkar ettikleri niteliği ile
başlıyor. "Muhammed Allah'ın Resulüdür" Ve ardından bu parlak üslupla bu göz
alıcı manzara canlandırılıyor.
Mü'minlerin çeşit çeşit halleri vardır. Fakat bu
kareler, onların hayatlarındaki değişmeyen durumları ve bu hayatlarında
temel dayanak noktalarını ele alıyor ve onları ortaya çıkarıp, bunlardan göz
alıcı şekilde geniş çizgiler oluşturuyor. Bu karelerin seçiminde... Bu mutlu
insan topluluğu için kutsal şereflendirmenin canlandırdığı alamet ve
çizgilerin onlarda yerleştirilmesinde... Evet bütün bunlarda onlara şeref
verme apaçık ortadadır.
Evet onların şerefli kılındıkları apaçıktır. Çünkü
yüce Allah daha birinci karede onları "Kafirlere karşı çetin, kendi
aralarında merhametlidirler" şeklinde bir çizgi ile kaydetmektedir.
Aralarında babaları, kardeşleri, dostları ve yakınları olmasına rağmen onlar
kafirlere karşı çetindirler. Çünkü onlar bütün bu yakınlık bağlarını küfür
nedeni ile koparmışlardır. Kendi aralarında merhametlidirler. Çünkü sadece
din kardeşidirler. O halde çetinlik Allah içindir. Merhamet de Allah
içindir. Bağlılıklar inançları içindir. Hoşgörü inanç uğrunadır. Ruhlarında
kendileri için hiçbir şey ve kendilerinde de ruhları payına hiçbir şey
yoktur. Davranış ve ilişkilerinde olduğu gibi, duygu ve düşüncelerini de
yalnız ve yalnız inanç esası üzerine oturturlar. İnançlarına düşman olanlara
çetin davranırlarken, inanç kardeşlerine (din kardeşlerine) karşı yumuşak
hareket ederler. Onlar, bencillikten (egoizmden) heveslerine uymaktan,
Allah'tan ve kendilerini yüce Allah'a bağlayan bağdan başka şeyler için
tepki ve heyecan duymaktan tamamen arınmış sıyrılmışlardır.
Allah'ın kendilerini şereflendirişi, onların hal ve
durumları içinde rüku ve secde halı ile ibadet hallerini seçmesinden de
apaçık bellidir: "Onları rükua varırken, secde ederken görürsün"... Bu
ifade, biri onları ne zaman görürse görsün, sanki hep bu halde imişler gibi
bir imada bulunmaktadır. Çünkü rüku ve secde hali, ibadet halini
yansıtmaktadır. Onların ruhlarının özündeki durumları da budur zaten.
Dolayısı ile yüce Allah onların bu durumlarını -tıpkı ruhlarında olduğu
gibi- zamanları içinde de tesbit etmek için öyle bir ifade kullanıyor ki,
sanki onlar bütün zamanlarını rüku ve secde ile geçiriyormuş gibi...
Üçüncü kare de böyledir. Ancak ne varki, bu kare
onların ruhlarının derinliklerini iç dünyalarının enginliklerini
yansıtmaktadır. "Allah'tan lütuf ve rıza isterler..." İşte onların sürekli
ve değişmez duygularının şekli budur. Bütün zihinlerini meşgul eden, şevk ve
arzuları sadece yüce Allah'ın ihsanı ve hoşnutluğudur. Bu ihsan ve
hoşnudluğun ötesinde bekledikleri, (umdukları) ve meşgul oldukları daha
başka birşey yoktur.
Dördüncü kare, dışa vuran ibadetlerinin izlerini,
yüz hatlarındaki gizli umudu ve bu ibadetin simalarındaki yansımasını
sergilemektedir. "Onların yüzlerinde secdelerin izinden nişanlar vardır."
Onların yüzlerindeki hatlar, parlaklık, aydınlık, berraklık, incelik ve
canlı parlak ve latif olan ibadetin verdiği solukluktan oluşmuştur. Bu
hatlar yüce Allah'ın (secdelerin izinden) ifadesi duyulduğu zaman hemencecik
akla geliverdiği gibi, secdeden yüzde oluşan ve bilinen bir iz değildir.
Burada secde izleri deyiminden kastedilen ibadetin izleridir. Yüce Allah'ın
ibadeti ifade etmek için secde sözcüğünü tercih etmesinin nedeni, secdenin
korku, boyun eğme ve yüce Allah'a kulluğu en olgun şekli ile yansıtmasından
dolayıdır. İşte onların yüzlerinde görülen bu huşu (korku)nun izidir. Bu
huşunun (korkunun) yüz ifadelerindeki izidir. Şöylesine ki, artık kibir,
böbürlenme ve şımarıklık kaybolmuş, onların yerine şerefli alçak gönüllülük,
berrak bir incelik, sükunet içindeki parlaklık ve mü'minin yüzünde var olan
parlaklığı, aydınlığı ve güzelliği artıran hafif bir yüz solgunluğu
almıştır.
İşte bu filmin karelerinin yansıtmış olduğu bu
parlak manzara sonradan ortaya çıkmış bir şey değildir. Aksine bu manzara
müslümanlar için kader levhasında yer almış bir gerçektir. Dolayısı ile bu
manzaranın kökü çok eskilere dayanır, Tevrat'ta sözü edilir. "İşte onların
Tevrat'taki vasıfları budur"... Yüce Allah'ın Hz. Musa'nın kitabında
tanıttığı ve daha onlar yeryüzüne gelmezden önce. müjdelemiş olduğu
nitelikleri budur onların. "Onların İncil'deki sıfatları"... Ve yüce Allah
Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- ve beraberinde bulunanları
müjdelerken onlar hakkında kullandığı nitelikler; onların "filizi yarıp
çıkan ekin gibi" oldukları şeklindedir. Bu ekin gelişen güçlü, verimliliği
ve gücünden dolayı filizini yarıp çıkaran bir ekindir. Ancak ne varki bu
filiz gövdeyi zayıflatmaz aksine güçlendirir. "Ve o gövdeyi güçlendirir" ya
da asıl gövde, filizini güçlendirir, kuvvetli ve sağlam yapar. Ve'ekin
(kalınlaşır) gövdesi irileşir ve dolgunlaşır, da "Gövdesi üzerine dikilmiş".
Bu ekin, ne yana eğilmiştir ne de eğri büğrüdür aksine dosdoğru, kuvvet dolu
ve düzgündür.
Ekinin asıl şekli budur. Fakat çiftçilikte tecrübeli
olan, onun yetişeni ile solgun olanını, verimlisi ile verimsizini bilen
tecrübeli kişilerin ruhlarındaki etkisi ise hayret ve imrendirmedir. "Ki bu
çiftçilerin hoşuna da gider". Bir başka kıraatta ise bu ifade tekil olarak
"Çiftçinin hoşuna gider" şeklinde okunmuştur... Buradaki çiftçi bu yetişen
güçlü, verimli ve imrendirici ekinin sahibi olan Hz. Muhammed'dir -salât ve
selâm üzerine olsun-. Bu ifadenin kafirlerin ruhlarında bıraktığı etki ise
tam aksinedir. Onların ruhlarına etkisi, tam bir kin ve nefret etkisidir.
"İnkarcıları öfkelendirmek içindir" Kâfirlerin öfkelendirilmesine yönel
inmesi, bu ekinin yüce Allah'ın ekini ya da Peygamberinin ekini olduğunu ve
onların yüce Allah'ın kudretine bir perde ve Allah'ın düşmanlarını kızdırmak
için de vasıta olduklarını ima etmektedir.
Bu nitelik de bir önceki gibi sonradan uydurulmuş ve
ortaya çıkarılmış bir nitelik değildir. Kader sayfasında kayıtlıdır.
Dolayısı ile Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- ve onunla birlikte
olanlar şu yeryüzüne gelmezden önce sözedilmiş ve yüce Allah gelecekleri
zaman Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- ile beraberinde olanları
İncil'de müjdelerken yer almıştır, bu nitelikler.
Ve böylece yüce Allah, ebedi kitabında bu seçilmiş
kitlenin Resulullah'ın sahabelerin niteliğini tescil ediyor. Ve bu
nitelikler, bütün varlıkların özüne yerleşir ve varlık alemi kendisini
yaratandan bu sıfatları dinlerken her köşesinden o niteliklere karşılık
veriyor, tepki gösteriyor. Ve yine bu nitelikler, gelecek nesillere onları
gerçekleştirmek isteyen imanın anlamını en yüce derecesinde gerçekleştirmek
isteyen nesillere, örnek olmak üzere yerini alıyor.
Bütün bu şereflendirmenin üstünde de yüce Allah'ın
onları bağışlama ve büyük bir mükafat verme va'di vardır. "Allah iman edip
yararlı işler yapanlara mağfiret ve büyük bir mükafat vaad etmiştir."
Kendilerini bu genel kapsam içine dahil eden nitelikleri daha önce geçmiş
olduğu için bu vaad genel bir kalıp içerisinde geçen bir vaaddir.
Hem bağışlama ve hem de büyük bir mükafat... Sadece
bu şereflendirme yeter onlara. Bu hoşnutluk büyük bir mükafattır. Ama kutsal
feyiz hudutsuz ve sınırsızdır. İlahi lütfun tükenip kesilmesi yoktur.
Ondört yüzyılın gerisinden bir kez daha, şu bahtiyar
insanların yüzlerini ve kalplerini görmeye çalışıyorum. Hoşnutluk,
şereflendirme ve büyük vaadden oluşan bu kutsal feyzi alırlarken görmeye
çalışıyorum onları. Evet onlar kendilerini, yüce Allah'ın
değerlendirmesinde, ölçüsünde ve Kitabında işte böyle görüyorlar.
Hudeybiye'den dönerken bakıyorum onlara. Haklarında bu sure inmiş ve
kendilerine okunmuş olarak, dönerken bakıyorum onlara... Bu bahtiyar
insanlar, şu surede yaşıyorlar. Ruhları ile kalpleri ile, duygu ve
nitelikleri ile yaşıyorlar. Birbirlerinin çehresine bakıyorlar ve kendi
benliklerinde hissettikleri nimetin izlerini görüyorlar birbirlerinin
çehrelerinde...
Ve ben onların yaşadığı bu yüce şenlikte onlarla
mutlu anlar yaşamaya çalışıyorum. Fakat bu şenliğe katılamayan birisi onun
tadına nasıl varabilir? Uzaktan ancak çok uzaktan tadabilir onu.
Ancak yüce Allah'ın tıpkı onlar gibi kendine ikram
edipde uzağı yakın kıldığı kimseler tadabilir onu.
Ve ey Allah'ım! Sen biliyorsun ki ben işte bu eşsiz
azıktan bir kalıntı bekliyorum.
FETİH SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.
|