25-Furkan
1- Eğri ile doğruyu
birbirinden ayıran Kur'anı, tüm insanları ve cinnleri uyarsın diye kulu
Muhammed'e indiren Allah'ın şanı yücedir.
2- O ki, göklerin ve
yerin egemenliği O'nun tekelindedir hiç evlat edinmemiştir; egemenlikte
ortağı yoktur; O her şevi yaratmış ve bir ön-tasarıya göre düzenlenmiştir.
3- Müşrikler Allah'ı
bir yana bırakarak hiç bir şey yaratamayan kendileri birer yaratık olan,
kendilerine ne zarar ve ne de fayda dokunduramayan; öldürmeye, yaşatmaya ve
yeniden diriltmeye güçleri yetmeyen ilahlar edindiler.
Surenin temel konusunu sezdiren bir başlangıçla
karşı karşıyayız. Bu ana konu şu ilkeleri içeriyor: Kur'an, yüce Allah
tarafından indirilmiştir. Peygamberimiz bütün insanlığa gönderilmiştir. Yüce
Allah tektir, oğul ve ortak edinmiş olması sözkonusu bile edilemeze. Bütün
evren O'nun mülkiyeti ve O'nun hikmete dayalı, ön tasarılı yönetimi
altındadır. Bütün bunlara rağmen müşrikler O'na ortaklar koşuyorlar,
iftiracılar O'na asılsız sıfatlar yakıştırıyorlar, keçi inatlılar O'nun
hakkında tartışmalara giriyor ve haddini bilmezler O'na dil uzatıyorlar.
Şimdi okuduğumuz ayetleri teker teker irdeleyelim:
"Eğri ile doğruyu biribirinden ayıran Kur'anı, tüm
insanları ve cinnleri uyarsın diye kulu Muhammed'e indiren Allah'ın şanı
yücedir."
Ayetin orijinalinde geçen "Tebareke" kelimesi
`Tefaale" kalıbında, "bereket" kökünden türemiş bir kelimedir. Fazlalık,
sürekli çoğalma, tükenmezlik ve yücelik anlamlarını birarada ifade eder.
Ayette yüce Allah'ın adı doğrudan doğruya geçmiyor, onun yerine "Kur'an'ı
indiren" sıfatı kullanılıyor. Böylece Kur'an ile yüce Allah arasında sıkı
bir bağ olduğu vurgulanıyor, okuyucunun dikkati bu sıkı ilişki üzerinde
yoğunlaştırılıyor. Çünkü bu surenin tartışma konusu, Peygamberimizin
peygamberliğinin doğruluğu ile Kur'anın Allah tarafından indirildiği
gerçeğidir.
Burada Kur'an, "ayırıcı", "ayıraç" (furkan) adı ile
anılıyor. Çünkü bu kitap doğru ile eğriyi (Hak ile batıl'ı) ve doğru yol ile
sapık yolu biribirinden ayırır. Hatta o, yaşama tarzları ile insanlık
tarihinin dönemlerini de biribirlerinden ayırd eden bir kriter işlevi görür.
Çünkü Kur'an, gerek vicdanlara egemen olan değerler sistemi anlamında ve
gerekse pratik hayata yansıyan somut uygulamalar anlamında belirgin ve
kendine özgü bir hayat tarzının ana hatlarını çizer. Öyle ki, bu hayat
tarzı, insanlığın daha önce tanıdığı diğer hayat tarzları ile
karıştırılamaz. Yine bu kitap, insanlık tarihinin daha önceki hiç bir dönemi
ile karıştırılamayacak olan, hem duygu ve hem de pratik uygulamalar
düzeyinde kendine özgü olan ayrı bir tarih dönemini temsil eder. İşte Kur'an
bu geniş ve yaygın anlamda bir "ayırd edici", bir "ayıraç"tır. O insanlık
tarihinin çocukluk dönemini noktalayıp olgunluk çağını başlatan, somut
olağanüstü mucizeler dönemini kapatarak akla dayalı mucizeler çağını açan,
yerel ve süreli peygamberlikler dönemini sona erdirip evrensel, sürekli
peygamberlik misyonunu başlatan, "tüm insanlar ve cinnler için uyarıcı" olan
bir ayıraç, bir kriter, bir tarih çizgisidir.
Burada Peygamberimiz, onurlandırma ve yüceltilme
amacı taşıyan bir yer= de "Allah'ın kulu" sıfatı ile nitelendiriliyor.
Nitekim Mirac'a çıkarılması amacı ile gece yolculuğuna çıkarıldığını anlatàn
ayette de ayni sıfatla nitelendirilmişti. "İsra" suresinde geçen o ayeti
birlikte okuyoruz:
"Kulu Muhammed'i, bir gece, Mescid'i Haram'dan
(Kabe'den) yola çıkararak, kendisine bazı mucizelerimizi,
olağanüstülüklerimizi gösterelim diye çevresini kutsal kıldığımız Mescid-i
aksaya (Kudüs'e) ulaştıran Allah her türlü noksanlıktan uzaktır. (İsra
Suresi, 1)
Aynı yaklaşımla yüce Allah'a dua edişi, ona yakarışı
anlatılırken de bu sıfatlà anılmıştı. Cinn suresindeki o ayeti de birlikte
okuyoruz:
"Allah'ın kulu Muhammed, O'na dua etmeye durduğunda
müşrikler sanki bir keçenin tüyleri gibi kenetlenerek çevresini sararlardı."
(Cinn Suresi, 19)
İşte Peygamberimiz Kur'anın kendisine indirildiğinin
belirtildiği burada, "Kehf" suresinin benzer bir yerinde olduğu gibi "Allah
kulu" sıfatı ile nitelendirilerek anılıyor. Kehf suresinin o ayeti de şöyle
idi:
"Hiç bir çarpık yeri olmayan bu tutarlı Kitab'ı
(Kur'anı) kulu Muhammed'e indiren Allah'a hamdolsun." (Kehf Suresi, 1)
Okuduğumuz ayetlerde Peygamberimizin kulluk
niteliğinin vurgulanması, bu "makam"ın yüce bir makam olduğunu ve bir
insanın tırmanabileceği en yüksek doruk oldùğunu kanıtlar. Bu nitelendirmede
şu gizli mesaj da vardır: İnsan ne kadar yükselirse yükselsin, Allah'ın kulu
olma niteliğini aşamaz, bu makama bir başka rütbe ekleyemez. Bu durumda
ilahlık makamı, her türlü kuşkudan, her türlü ortaklık ve benzerlik
yakıştırmasından arınmış bir yalınlıkla yüce Allah'a "özgü" olarak kalır.
Çünkü Miraca çıkmak üzere girişilen gece yolculuğu gibi, yüce Allah'a dua
etmek ve O'nunla "söyleşmek" gibi ve yüce Allah'tan vahiy yolu ile mesaj
almak gibi ayrıcalıklı "makam"lar ve durumlar, öteden beri kimi peygamber
bağlılarının ayaklarını kaydırmıştır. Yüce Allah'a oğul yakıştırma masalları
ya da ilahlık-kulluk ilişkisi temeline dayanmayan başka ilişkilerin bazı
peygamberlere yakıştırılması, hep bu ayrıcalıklı "makam" dan
kaynaklanmıştır. İşte Kur'an-ı Kerim, bundan dolayı burada Peygamberimizin
"kul olma" vasfını vurgulamakta, kulluğu insànların en seçkin simalarının en
son yükselebilecékleri doruk olarak tanıtmaktadır.
Okuduğumuz ayetlerde Kur'anın Peygamberimize
indirilişinin amacı, "tüm insanları ve cinnleri uyarmak" olarak
gösteriliyor. Bu ayetin Mekke'de indiğini bildiğimize göre bu ifade,
Peygamberimizin misyonunun daha ilk günlerinden itibaren evrensel nitelikli
olarak ortaya çıktığını kanıtlar. Buna göre bazı müslüman olmayan sözde
"tarihçiler"in bu konuya ilişkin iddiaları asılsızdır. Onların ileri
sürdüklerine göre İslam, önce "yöresel" bir din olarak doğmuş, geniş
alanlara yayıldıktan sonra milletlerarası, ya da "evrensel" olma amacına
yönelmiştir. Oysa bu ayetten anlaşılıyor ki, İslamiyet daha doğarken
"evrensel" bir misyon olarak doğmuştur. Sistemin karakteristik yapısı
evrenseldir, kullandığı yöntemler tam anlamı ile "tüm insanlığa" yönelik
yöntemlerdir, amacı da tüm insanlığı bir çağdan başka bir çàğa, bir hayat
tarzından başka bir hayat tarzına geçirmektir. Bu çağ atlatma hamlesi, yüce
Allah'ın, tüm insanları ve cinnleri uyarsın diye sevgili kulu, Hz.
Muhammed'e indirdiği Kur'an aracılığı ile gerçekleşecektir. Görülüyor ki,
Peygamberimizin Mekke'de müşriklerin sert direnişi, yalanlamaları ve
inkarcılıkları ile boğuştuğu zor günlerde bu dinin "evrenselliği" kesin bir
dille açıklanmaktadır.
Doğru ile eğriyi biribirinden ayıran Kur'anı,
sevgili kulu Muhammed'e indiren Âllah'ın şanı yücedir.
"O ki, göklerin ve yerin egemenliği O'nun
tekelindedir; hiç evlat edinmemiştir; egemenlikte ortağı yoktur; O her şeyi
yaratmış ve bir ön-tasarıya göre düzenlemiştir."
İlk ayette olduğu gibi buràda da yüce Allah'ın adı
açık açık anılmıyor, bunun yerine bir sıfat kullanılıyor. Böylece burada
dikkatlerimiz, burada vurgulanmak istenen sıfat üzerinde yoğunlaştırılıyor.
Tekrar okuyalım:
"O ki, göklerin ve yerin egemenliği O'nun
tekelindedir."
Yani göklerin ve yerin her anlamdaki egemenliği,
gerek mülkiyet ve üstünlük anlamındaki egemenliği, gerek önceden tasarlama
ve yönetme anlamındaki egemenliği, gerekse değiştirme ve yenileştirme
anlamındaki egemenliği,O'nun tekelindedir. Devam ediyoruz:
"O hiç evlat edinmemiştir."
Üreme, yüce Allah'ın hayatın devamı için yarattığı
doğal kanunlardan biridir. Oysa yüce Allah'ın varlığı geçici değil, kalıcı
ve süreklidir. O'nun gücü her şeye yeter, hiç bir şeye muhtaç değildir.
Devam edelim:
"Egemenlikte ortağı yoktur."
Göklerde ve yerdeki bütün varlıklar ve gelişmeler
ortada bir karar birliğinin, bir yasal birliğinin, bir yönetim birliğinin
olduğunu kanıtlar. Devam ediyoruz:
"O her şeyi yaratmış ve bir ön tasarıya göre
düzenlemiştir."
Yüce Allah, bu koca evrendeki her varlık biriminin
hacmini, biçimini, fonksiyonunu, işini, zamanını, yerini, diğer varlıklarla
uyumlu ilişkisini düzenlemiştir.
Gerek evrenin kendisinin ve gerekse evrende yeralan
tüm varlıkların bileşimleri; insanı gerçekten hayrete düşürür, "rastlantı"
düşüncesini kökünden çürütür. İnsanoğlunun bilgisi geliştikçe, evrenin
yasalarına, işleyişine ve varlık birimlerine egemen olan uyumun yeni
örneklerini keşfettikçe bu çarpıcı ayetin anlamını daha iyi anlıyor, onun
kapsamını kavramaya çalışanın ufku biraz daha genişliyor. Tekrarlayalım:
"O her şeyi yaratmış ve bir ön tasarıya göre
düzenlemiştir."
Bakın Newyork bilimler akademisinin eski
başkanlarından O'Crasy Morisson "İnsan Yalnız Değildir" adlı eserinde ne
diyor?
"İnsanı dehşete düşüren bir başka nokta, tabiatın bu
günkü biçimde düzenlenmiş olması, bu düzenin bu kadar üstün bir inceliğe
ermiş olmasıdır. Mesela yer kabuğu şimdikinden bir kaç metre daha kalın
olsaydı, karbondioksid'in oksijen atomlarından birini emecek, bunun
sonucunda bitkilerin yaşaması mümkün olmayacaktı.
Eğer atmosfer, şimdikinden daha kalın olsaydı,
atmosfer dışında yanan milyonlarca meteor, yerkürenin değişik yerlerine
çarpacaktı. Bu meteorlar altı mil ile kırk mil arasında değişen bir hızla
düşerler. Bu durumda yanabilen her şeyi tutuşturabilirlerdi. Eğer bu
meteorlar kurşun hızı ile düşseler yere çakılırlar ve bundan korkunç
sonuçlar doğardı. Eğer kurşun hızından doksan kat daha hızla düşen bir
meteor parçası insana çarparak geçse sadece ısı etkisi ile onu paramparça
ederdi.
Atmosfer, gerektiği kadar kalındır. Bu ölçülü
kalınlık, bitkilerin muhtaç oldukları kimyasal etkili ışınları sızdırmaya
elverişlidir. Ayrıca mikropları öldürür ve besinlerin gelişmesine imkan
verir. Üstelik eğer insan gereğinden daha uzun bir süre güneşte kalmazsa bu
ışınlardan zarar görmez. Uzun yüzyıllardan beri yeryüzü, çoğu zehirli olan
gazlar yaydığı halde hava kirlenmiyor, temiz kalabiliyor, insanın yaşaması
için gerekli olan dengeli oranını koruyabiliyor. Bu büyük dengeyi
yerkabuğunu saran su kütleleri, okyanuslar sağlıyor. Hayat, besin maddeleri,
yağmurlar, yaşamaya uygun iklim, bitkiler ve son olarak insanın kendisi
varlıklarını bu su kitlesine borçludurlar."
Yazar, kitabının bir başka bölümünde şöyle diyar:
"Eğer havadaki oksijenin oranı şimdiki gibi yüzde
yirmibir değil de yüzde elli, ya da daha yüksek olsaydı, dünyadaki bütün
yanabilen maddeler her an tutuşabilirlerdi. O zaman çakan şimşekten çıkan
ilk kıvılcım bir ağaca çarpsa bütün bir ormanı patlamaları küle çevirirdi.
Buna karşılık eğer havadaki oksijenin oranı yüzde on'a, ya da daha aşağıya
düşse belki hayat, uzun yüzyıllar içinde kendini bu şartlara adapte ederdi,
ama bu durumda şimdi insanın varlığına alıştığı uygarlık imkanlarının bir
çoğundan mesela ateşten-yoksun olurduk."
Yazar, adı geçen eserinin üçüncü bölümünde ise şöyle
diyor:
"Tabiatta ne hayret verici bir denge,bir denetim
mekanizması vardır. Bu denge sert kabuklu hayvanların döneminden beri her
hangi bir hayvan türünün dünyaya egemen olmasına meydan vermemiştir. Hiç bir
hayvan türü ne kadar yırtıcı, ne kadar iri gövdeli ve ne kadar kurnaz olursa
olsun dünyayı ele geçirememiştir. Yalnız insan bitkilerin ve hayvanların
yaşama alanlarını değiştirerek bu doğal dengeyi bozmuştur. Fakat çok
geçmeden hayvan, böcek ve bitki kaynaklı çeşitli afetlere uğrayarak bu
yanlış uygulamanın ağır cezasını çekmiştir.
Şimdi anlatacağımız olay, bu kuralların insan
varlığı açısından ne kadar önemli olduklarının canlı örneğidir.
Birkaç yıl önce Avustralya'da erozyonu önleme amacı
ile başka yerden,getirtilen kaktüs türünde bir bitki geliştirildi. Fakat bu
bitki türü o kadar hızlı bir şekilde yayıldı ki çok geçmeden tüm
İngiltere'nin yüzölçümüne eş bir alan kapladı. Şehirlilerin de, köylülerin
de hayatlarını zorlaştırmaya başladı, ékinleri yoketti, tarıma darbe
indirdi. Ama Avusturyalılar yine de bu bitkinin hızlı yayılışını önleyecek
bir çare bulamadılar. Tüm Avusturya hiç bir engel tanımadan yayılışını
sürdüren, bu yabancı kaynaklı başıboş bitki ordusunun istilasına uğrama
tehlikesi ile karşı karşıya kaldı.
Bunun üzerine böcek uzmanları dünyanın çeşitli
yerlerinde yaptıkları araştırmalar sonunda sadece bu kaktüs bitkisi üzerinde
yaşayan, sırf onun yapraklarını yiyerek beslenen bir böcek buldular. Bu
böcek hızlı ürüyordu. Ayni zamanda Avustralya'da, düşmanı olan bir başka
böcek türü yoktu. Bu yüzden çok geçmeden sözkonusu kaktüs türü bitkinin
yayılmasını durdurdu. Arkasından kendi üremesi de yavaşladı. Günün birinde
sözkonusu kaktüs türü bitkinin, sürekli yayılışını önlemeye yetecek kadar az
bir nesli kaldı.
Görüldüğü gibi tabiatta her zaman kurallar ve
dengeler egemendir ve dengeler her zaman faydalıdır.
Sıtma hastalığının taşıyıcısı olan sivrisinek neden
bütün dünyaya yayılmayı başaramadı? Oysa atalarımız ya onun aşıladığı
hastalıktan ölüyor, ya da aşıladığı mikroba karşı bağışıklık kazanıyorlardı.
Ayni soruyu sarı hummayı yayan sinek için sorabiliriz. Oysa bu sinek bir
zamanlar o kadar kuzeye doğru ilerledi ki, bir mevsimde Newyork şehrine
kadar sokulabilmişti. Soğuk bölgelerde sık rastlanan sinek türleri için ayni
sözü söyleyebiliriz. Niçin gece sineği asıl yurdu olan sıcak bölgeler
dışında yaşayacak biçimde gelişerek insan türünü kökünden yok edebilecek bir
etkinlik düzeyine erememiştir? Düne kadar insan koleranın, vebanın ve daha
bir çok öldürücü mikrobun karşısında herhangi bir koruyucu önlemden
yoksundu. Koruyucu aşılardan tamamen habersiz bir cahillik dönemi yaşıyordu.
Bütün bunları hatırladığı takdirde bu aleyhte faktörlere rağmen insan
soyunun varlığının devam etmesinin gerçekten hayret verici bir olgu olduğunu
anlamakta gecikmez.
Böceklerin, insanlar gibi akciğerleri yoktur.
Solunumlarını borucuklar aracılığı ile gerçekleştirirler. Fakat böcekler
gelişip vucudları irileşince söz konusu borucuklar irileşen vucudları
oranındaki oksijen akışını sağlayamazlar. Bu yüzden tabiatta bir kaç
santimden uzun böcek türüne rastlanmaz. Böceklerin kanatları da fazla
uzamaz. İşte böceklerin organik yapılarının bu özellikleri ve solunum
yollarının sınırlı fonksiyonu yüzünden iri gövdeli bir böcek türünün varlığı
mümkün değildir. Bu sınırlı gelişmişlik düzeyi tüm böcek türlerini
frenlemiş; onlara dünyaya egemen olma imkanı vermemiştir. Eğer bu doğal
engel olmasaydı, yeryüzünde insan soyu varolamazdı. Arslan kadar iri bir
eşek arısı ile ya da o kadar kocaman bir örümcek ile normal bir insanın
karşılaştığını düşününüz. Acaba o insanın hali nice olur?
Bunlar dışında hayvan fizyolojisinde öyle müthiş,
öyle şaşırtıcı düzenlemeler var ki, pek az insan bunların farkındadır. Ama
eğer bu düzenlemeler olmasaydı, hiç bir hayvan, hatta hiç bir bitki
varlığını sürdüremezdi.
Görülüyor ki, insan bilgisi gün geçtikçe yüce
Allah'ın yaratıklarına ilişkin tasarlayıcılığının hayret verici yeni bir
belirtisini, evrene ilişkin ince bir düzenlemesini keşfediyor; böylece O'nun
sevgili "kul"una indirdiği Kur'anda yeralan "O her şeyi yaratmış ve bir
ön-tasarıya göre düzenlemiştir." şeklindeki buyruğunun her gün yeni bir
anlamını kavramaktadır.
Gerçek böyle olmakla birlikte şu müşrikler bütün
bunlardan hiç bir şey anlamıyorlar. Okuyalım:
"Müşrikler Allah'ı bir yana bırakarak hiç bir şey
yaratamayan, kendileri birer yaratık olan, kendilerine ne fayda ve ne de
zarar dokunduramayan; öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltmeye güçleri
yetmeyen ilahlar edindiler."
Görüldüğü gibi, müşriklerin sözde ilahları, bütün
ilahlık vasıflarından soyutlanıyorlar. Çünkü "Onlar hiç bir şey
yaratamıyorlar." Oysa Allah her şeyi yaratmıştır. Üstelik onların "kendileri
birer yaratıktır." Eğer put ve heykel türü şeyler ise onları kendilerine
tapanlar "yaratıyor" yani yapıyor. Eğer bu düzmece ilahlar melek, cinn,
insan, taş ve ağaç ise o zaman onları yüce Allah "yaratıyor" yani yoktan
varediyor. Yine bu düzmece ilahlar, değil bağlılarına "bizzat kendilerine ne
fayda ve ne de zarar dokunduramazlar." Kendisine faydası olmayanın, zararlı
olması kolay olabilir. Fakat bu düzmece ilahların buna bile güçleri yetmez.
"Zarar vermek" bir insanın kendine kolaylıkla yapabileceği bir şey olduğu
için ayette "fayda"nın önüne geçirilmiştir. Arkasında sadece yüce Allah'ın
tekelinde olan vasıflara tırmanılıyor. Okuyoruz:
"Öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltmeye güçleri
yetmeyen ilahlar edindiler."
Bu düzmece ilahla ne diriyi öldürebilirler, ne yeni
bir canlı meydana getirebilirler ve ne de ölüyü diriltebilirler. Peki geride
ne kaldı? Hangi ilahlık sıfatına sahiptirler? Şu müşrikler hangi kuşkuya
kapılarak bu putları ilah ediniyorlar?
Sözkonusu olan açık ve koyu bir sapıklıktır. İnsan
bu kadar sapıtınca Peygamberimiz hakkında o adamların ileri sürdükleri saçma
iddiaları ağzına alabilir. Bu sözler onlara çok görülmez. Çünkü
Peygamberimize yönelik bu iddiaların daha çirkinlerini, daha ağza
alınmazlarını yüce Allah hakkında ileri sürmüşlerdir. Bir insanın yüce
Allah'a ortak yakıştırmasından daha çirkin bir iddia olabilir mi? Nitekim
Peygamberimiz "En büyük günah nedir?" sorusuna "seni yaratan Allah'a eş
koşmaktır." diye cevap vermiştir. (Buhari, Müslim)
MÜŞRİKLERİN KÜSTAHÇA
TAVIRLARI
Yüce Allah'a yönelik bu edep dışı iddiaların
sunulmasından sonra Peygamberimize yöneltilen küstahça iddialar gündeme
getiriliyor, hemen arkasından bunların ne kadar saçma ve ne kadar yalan
sözler olduğu vurgulanıyor. Okuyoruz:
4- Kafirler "Şu
Kur'an, Muhammed'in uydurduğu bir yalandır. Bu uydurma işinde kendisine
yardım eden başkaları da vardır" dediler. Onlar gerçekten zulüm işlemişler
ve yalan söylemişlerdir.
5- Yine onlar "Bu
Kur'an, eski milletlerin masallarıdır. Muhammed onu adamlarına kopya
ettirmiştir ve bu kopyalar sabahları ve akşamları kendisine okunmaktadır"
dediler.
6- Onlara de ki; "Bu
Kur'anı, göklerin ve yerin sırlarını bilen Allah indirdi. Hiç kuşkusuz O,
affedicidir ve merhametlidir. "
Kureyşli kafirlerin bu sözleri söylemelerinden daha
koyu bir yalan düşünülemez. Çünkü onlar bu sözlerin bir takım asılsız
yakıştırmalar olduklarını herkesten iyi bilirler. Bu asılsız yakıştırmaları
halk arasında yayan kabile şefleri, Peygamberimiz tarafından okunan şu
Kur'anın "İnsan sözü" olmadığını bilmiyor olamazlar. Onların dil ve ifade
zevkleri bu gerçeği görmelerini sağlayacak düzeyde yüksektir. Böyle olduğu
içindir ki, Kur'anın etkisine kapılmaktan kendilerini kurtaramamışlardır.
Üstelik onlar Peygamberimizi, Peygamber olmadan önce yalan söylemez, hiç
kimseyi aldatmaya kalkışmaz, özü-sözü doğru, "güvenilir" bir kişi olarak
tanıyorlardı. Böyle bir adam Allah hakkında nasıl yalan söyleyebilir, nasıl
O'na söylemediği bir sözü yakıştırabilirdi?
Fakat onlar kör inatları ve din önderi sayılmalarına
dayanan sosyal mevkilerini yitirme korkuları yüzünden bu düzenbazlıklara
başvuruyorlar ve halk arasında böyle ulu-orta iddialar yayıyorlardı. Çünkü
cahil halk, edebi değeri olan sözle böyle olmayan sözü biribirinden
ayıramaz, edebi sözün de edebilik derecesini belirleyemezdi. İşte halkın bu
bilgisizliğinden güç alan mevki düşkünü kabile şefleri şöyle diyorlardı:
"Şu Kur'an, Muhammed'in uydurduğu bir yalandır. Bu
uydurma işinde kendisine yardım eden başkaları da vardır."
Söylendiğine göre Kureyşli şefler "başkaları"
derlerken arap asıllı olmayan üç kadar köleyi kasdediyorlardı. Onlara göre
Peygamberimiz bu yabancı kölelerin yardımı ile Kur'anı uyduruyordu. Bu
tartışma konusu edilmeye değmez, tutarsız ve boş bir sözdür. Çünkü bir
insan, başkalarının yardımı ile bu Kur'anın benzerini düzebiliyordu. O halde
onun bir benzerini ortaya koymalarına ne engel vardı? Niçin kendilerine bu
yolda yardım edecek kimselerin yardımı ile bu Kitabın bir başka benzerini
düzerek Peygamberimizin bu en büyük kozunu elinden almıyorlardı. Oysa
Peygamberimiz bu konuda onlara meydan okuyor, onlar ise bu meydan okumaya
karşılık veremiyorlardı.
Böyle olduğu içindir ki, bu tutarsız sözlerine
karşılık verilmiyor, kendileri ile bu konuda tartışmaya girilmiyor. Bunun
yerine açık ve değişmez sıfatları yüzlerine çarpılıyor:
"Onlar zulüm işlemişler, yalan söylemişlerdir."
Yaptıkları iş hem gerçeğe karşı, hem Peygamberimize
karşı ve hem de kendilerine karşı zalimliktir. Sözleri, yalan olduğu,
asli-astarı bulunmadığı besbelli olan bir uydurmadır.
Daha sonra yine Peygamberimize ve Kur'ana ilişkin
saçma iddialarının aktarılmasına devam ediliyor. Okuyalım:
"Yine onlar `Bu Kur'an, eski milletlerin
masallarıdır. Muhammed onu adamlarına kopya ettirmiştir ve bu kopyalar
sabahları ve akşamları kendisine okunmaktadır.' dediler."
Bu sözleri söylerken Kur'an'da rastladıkları eski
milletlerle ilgili hikayelere dayanıyorlardı. Kur'an, bu eskilerle ilgili
hikayeleri, okuyanların ders almalarını, geçmişten ibret almalarını sağlamak
için, insanları eğitmek ve yönlendirmek amacı ile anlatıyordu. İşte onlar bu
doğru hikayelere "Eski milletlerin masalları" diyorlardı. İddialarına göre
Peygamberimiz bu hikayelerin derlenip yazıya geçirilmesini sağlamış,
arkasından da sabahları ve akşamları onların kendisine okunmasını istemişti.
Hani okuması, yazması olmayan bir "ümmi" idi ya. Sonra da kendisine
anlatılan bu hikayeleri anlatıyor ve onları tutup Allah'a yakıştırıyordu!
Bu sözler, onların hiç bir temele dayanmayan ve
dolayısıyle tartışma konusu edilmeye değmez tutarsız iddiaların bir
uzantısıdır. Çünkü Kur'an'da anlatılan hikayeler çarpıcı bir ahenk
gösterirler. Bu hikayeler ile asıl sözün konusu arasında sıkı bir uyum
vardır. Hikayeler o konunun doğruluğunu gösteren somut kanıtlar olarak
sunulurlar. Hikayelerin amaçları ile içinde anlatıldıkları surenin ilgili
bölümünün amaçları arasında da denge ve örtüşme görülür. Bütün bu özellikler
bu hikayelerde bir amacın derin bir tasarlayıcılığın ve ince bir esprinin
varlığını kanıtlar. Oysa bu niteliklere, bir ana fikir etrafında örülmemiş
olan, belirli bir amaç taşımayan, sadece insanları oyalamak ve boş
zamanlarını doldurmak için anlatılan eski masallarda rastlayamayız.
Bu adamlar "Kur'an eski milletlerin masallarıdır"
derken sözünü ettikleri masalların çok eski yıllara ait olduğunu vurgulamak
istemiş olmalıdırlar. Buna göre Peygamberimiz onları kendiliğinden bilemez.
Bunun için masal hafızlarının, yani bu masalları kuşaktan kuşağa aktaran
kimselerin onları, ona anlatıp belletmeleri gerekir. İşte su saçma
iddiaların sahiplerine verilen cevap, bu espriye dayanıyor. Onlara şöyle
deniyor: Muhammed'e bu masalları belleten zat,bütün bilginlerden daha
bilgindir. Çünkü o sırların tümünü bilir. Ne eskilere ne yenilere ilişkin
bir olayı, ne de bir bilgi O'ndan gizli kalamaz. Okuyalım:
"Onlara de ki; `Bu Kur'anı, göklerin ve yerin
sırlarını bilen Allah indirdi. Hiç kuşkusuz O, affedicidir ve
merhametlidir."
Masal hafızlarının, masal aktarıcılarının bilgisi
nerede, bu geniş kapsamlı bilgi nerede? Göklerin ve yerin esrarı yanında
eskilerin masallarının lafı mı olur? Uçsuz-bucaksız okyanusun içinde küçücük
bir noktanın ne yeri olabilir?
Ama o adamlar, Peygamberimiz hakkında bu tutarsız
iddiaları ileri sürmekle büyük bir suç işliyorlar. Bundan da önemlisi yüce
Allah'ın yaratıkları olduklarını unutarak O'na ortak koşmakta ısrar
ediyorlar. Fakat bütün bunlara rağmen tevbe kapısı açıktır, günahtan dönmek
mümkündür. Çünkü göklerin ve yerin sırlarını bildiği gibi, o edepsizlerin
iftiralarını ve dalaverelerini de iyi bilen yüce Allah, bağışlayıcı ve
merhametlidir. Okuyoruz:
"Hiç kuşkusuz O, affedicidir ve merhametlidir."
YİNE ESKİLERİN
SÖZLERİ
Daha sonraki ayetlerde müşriklerin Peygamberimize
ilişkin ileri-geri sözlerinin, O'nun bir insan olmasına yönelik cahilce
itirazlarının ve Peygamberlik görevi konusundaki katı önerilerinin
sunulmasına devam ediliyor. Okuyoruz:
7- Yine onlar
dediler ki; "Bu ne biçim Peygamberdir ki, bizim gibi yemek yiyor ve
çarşıda-pazarda geziyor? Ona, kendisi ile birlikte uyarma görevi yürüten bir
melek indirilseydi ya. "
8- "Ya da kendisine
bir hazine verilseydi veya ürünleri ile beslenebileceği bir bahçesi olsaydı.
" Bu zalimler, müminlere "Sizler, büyülenmiş, aklı dengesi bozuk bir adamın
peşinden gidiyorsunuz" dediler.
9- Senin hakkında ne
yakışıksız benzetmeler düzdüklerini görüyor musun? Onlar sapmışlardır ve
doğru yolu bir türlü bulamıyorlar.
10- Eğer dilerse
satın onların sözünü ettiklerinden daha iyisini, yani altlarından çeşitli
nehirler akan cennetleri verebilen ve senin için köşkler hazırlayabilen
Allah'ın şanı yücedir.
Bu nasıl bir Peygamberdir ki, herkes gibi yemek
yiyor ve çarşıda-pazarda dolaşıyor? Nasıl bir peygamberdir ki, tıpkı öbür
normal insanların yaptıklarını yapıyor? Bu itiraz, insanların tüm
peygamberler hakkında öne sürdükleri ortak bir itirazdır. Evet filanca oğlu
falanca, çevresindekilerin yakından tanıdıkları, nasıl yaşadığını iyi
bildikleri, herkes gibi yiyip içen ve sıradan insanlarınkine benzer bir
hayat yaşayan bir adam, nasıl olur da yüce Allah'tan vahiy alan bir
peygamber olabilir? Nasıl. olurda yeryüzü dışında başka bir alemle ilişki
kurup o alemden mesaj alabilir? Oysa o adam, "onlardan biri"dir, onlar gibi
etten ve kemikten yapılmış, onlar gibi damarlarında kan dolaşan bir
insandır. Oysa o alemden, onlara vahiy gelmiyor; kendilerinden hiç bir
üstünlüğü olmayan bu adamın vahiy yolu ile ilişki kurduğu o alem hakkında
onların hiç bir bilgileri yoktur!
Meseleye bu açıdan bakınca tuhaf ve garip
görülebilir. Fakat başka bir açıdan bakınca normal ve anlaşılabilir olduğu
görülür. Şöyle ki: Yüce Allah, şu insana öz ruhundan bir soluk üflemiş ve bu
ilahi soluk sayesinde diğer canlılara göre ayrıcalıklı bir konum kazanarak
"insan" olmuş ve arkasından yeryüzü halifeliğine atanmıştır. Ama bu insan,
bilgisi sınırlı, tecrübesi kısıtlı, başarma araçları yetersiz bir canlıdır.
Yüce Allah'ın onu bu ağır halifelik görevinde desteksiz, yolunu aydınlatacak
bir kılavuzdan yoksun bırakması sözkonusu değildir. Zaten diğer canlılar
karşısında ayrıcalığını oluşturan o yüce "soluk" sayesinde ona kendisi ile
ilişki kurma yeteneğini bağışlamıştır. Buna göre yüce Allah'ın, bu canlı
türü arasında ilahi mesaj almaya yetenekli olan, ruhi yapısı bu özellikle
donanmış olan bir "ferd"i seçmesi tuhaf değildir. Bu seçkin ferde,
hemcinslerinin yollarını şaşırdıkları her dönemde doğru yolu gösterecek
ilkeleri vahyetmesi, yardıma muhtaç oldukları her çıkmazda onlara kılavuzluk
elini uzatması son derece normaldir.
Bazı yönleri ile tuhaf görülmekle birlikte başka
açıdan bakınca son derece normal olduğu farkedilecek olan bu destek, aslında
yüce Allah'ın insan soyuna yönelik bir onurlandırmasıdır. Fakat bazıları ne
bu "insan" denen varlığın değerini kavrayabiliyorlar ve ne de yüce Allah'ın
onun hesabına dilediği onurluluğun özünün farkındadırlar. Onlar bu
bilinçsizlikleri yüzünden bir "insan"ın yüce Allah ile ilişki kurmasını,
O'ndan vahiy yolu ile mesaj almasını, Allah'ın insanlara seslenen elçisi
olmasını inkar ediyorlar, "Ona kendisi ile birlikte uyarma görevi yürüten
bir melek indirilseydi ya" gibi sözlerle meleklerin, peygamberlik görevine
daha öncelikle layık adaylar olduklarını düşünüyorlar. Oysa yüce Allah,
insanoğlu önünde meleklere secde ettirdi. Çünkü insanoğluna, meleklere
üstünlük sağlayan nitelikler armağan etmiştir. Bu nitelikler; o yüce ve
onurlandırıcı "soluk"tan kaynaklanan yeteneklerdir.
Öteyandan insanlara kendi aralarından bir elçi
gönderilmesinin kolayca kavranabilecek gerekçeleri, ilahi hikmetleri vardır.
Çünkü o "insan" hemcinslerinin duygularını paylaşır, onların algılarını
tadar, onların psikolojik deneyimlerini yaşar, acılarını ve umutlarını
kavrar, içgüdülerini ve özlemlerini tanır, ihtiyaçlarını ve bağımlılıklarını
yakından bilir. Bu yüzden yetersizliklerini ve kusurlarını hoş görür,
güçlenmelerini ve yükselmelerini gönülden diler; onları adım adım ileriye
götürürken psikolojik faktörlerini, nelerden etkilendiklerini ve nelere
nasıl tepki gösterdiklerini başka bir canlı türüne göre çok daha iyi
değerlendirir. Sebebine gelince eninde-sonunda o da onlardan biridir, yüce
Allah'tan gelen mesajın kılavuzluğu ve desteği ile hemcinslerini Allah'a
ulaştıran yolda iletmeye çalışmakta, bu yolda belirecek engelleri bertaraf
etmeye çalışmaktadır.
Ayrıca hemcinslerinden olan bir peygamber, insanlar
için özendirici ve cesaretlendirici bir örnek oluşturur. Çünkü bu seçkin
insan onlàrdan biridir. Onları yavaş yavaş, adım adım ileriye götürmesi
mümkündür. Yüce Allah'ın insanlara farz kıldığı davranışları ve
yükümlülükleri, uygulamalarını istediği ahlak modelini, gözleri önünde
hayata yansıtır. Kendi kişiliği ile tanımını üstlendiği inanç sisteminin
canlı tercümanı odur. Onun hayatı, hareketleri, tutum ve davranışları diğer
insanların önlerine açılmış bir kitap sayfası oluşturur. İnsanlar bu sayfayı
satır satır okurlar, cümlelerinin anlamlarını aşama aşama özümlerler. Onu
yanı başlarında gördükleri için vicdanlarında onu taklit etmeye, ona özenip
onun gibi olmaya ilişkin güçlü bir heves uyanır. Kendileri gibi bir insanda
somutlaşan sözkonusu hayat biçimini, hiç bir zaman yapamayacakları, özü
itibari ile düzeylerini aşan bir yaşama tarzı olarak algılamazlar. Ama eğer
başlarındaki Peygamber bir melek olsaydı onun davranışlarını düşünce
süzgecinden geçirmeye kalkışmazlar, onu taklit etmeye, ona özenmeye
girişmezlerdi. O zaman şöyle düşünürlerdi: Her şeyden önce onun yapısı
bizimkinden farklıdır. Buna göre davranışlarının da bizimkilerden farklı
olması normal ve kaçınılmazdır. Bizim ona benzemeyi ummamız, onun örneğini
kendi pratik hayatımıza yansıtmaya özenmemiz yersizdir, yaratılışımızın
çapını aşan bir hayaldir.
Bu durum, her şeyi yaratan ve yarattığı her şeyi bir
ön-tasarıya göre düzenlemiş olan yüce Allah'ın bir hikmetidir. İnsanlığa
önderlik etmek üzere, bu görevi başarı ile yerine getirmek üzere "insan"dan
peygamber seçmiş olması, yüce Allah'ın üstün hikmetlerinden biridir. Buna
karşılık Peygamberin "insan" kökenli olmasına itiraz etmek, bu yolla yüce
Allah'ın insanı onurlandırdığını anlamamak demek olduğu gibi, ayni zamanda
bu ilahi hikmetten de habersiz olmak demektir.
Müşriklerin Peygamberimize yönelik bir başka aptalca
itirazları da şu idi: Şu Peygamberin çarşıda-pazarda dolaşıp geçimini
sağlamaya çalışması olacak şey midir? Allah onun geçimini karşılasa ya!
Çalışmadan, alın teri dökmeden ona bol mal bağışlasa ya! "Ya da ona bir
hazine verilse, o da olmazsa kendisine ürünleri ile rahat rahat
beslenebileceği bir bahçe bağışlansa ya!"
Oysa yüce Allah, Peygamberinin bir hazineye
konmasını, ya da ürünleri ile rahatça beslenebileceği bir bahçesi olmasını
uygun görmemiştir. Çünkü yüce Allah, Peygamberin, ümmeti için tam anlamı ile
canlı bir örnek olmasını istemiştir. Buna göre Peygamber, bir yandan o kadar
olağanüstü derecede önemli olan peygamberlik görevinin gereklerini yerine
getirirken, öteyandan tıpkı ümmetinin her ferdi gibi geçimini sağlamak için
çalışacak, ter dökecektir. Yüce Allah böyle olmasını istemiştir. Böyle
istemiştir, çünkü o peygamberin ümmetinin geçimini emeli ve alın teri ile
kazanan her hangi bir ferdi, şöyle konuşmaya kalkışmasın: Efendim,
Peygamber'in geçimi sağlanmıştı, hayat kavgasının sıkıntısını çekmemişti. Bu
yüzden kendini inancına, peygamberlik görevine ve bu görevini
yükümlülüklerine adayabildi. Benim katlandığım sıkıntıların hiç birine
katlanmadı, benim önüme dikilen engellerin hiç biri onun önünde yoktu.
Yüce Allah, Peygamberimizin çevresindeki hiç
kimsenin bu tür bahaneler ileri sürmekte haklı olmasını istememişti. İşte
herkes görsün ki, Peygamber bir yandan geçimini sağlamak için çalışırken,
ter dökerken, öbür yandan Peygamberlik görevini yerine getirmek için
çalışıyor. Buna göre ümmetinin hiç bir ferdi bu yüce görevin omuzlarına
yükleyeceği zorluklardan kaçınamazdı, Peygamberin kendisine önereceği
görevleri yapmamak için ileri süreceği hiçbir haklı mazereti olamazdı. Çünkü
önderinin oluşturduğu somut örnek önünde duruyordu!
Daha sonraki dönemlerde Peygamberimizin bol malı da
oldu. Bunun hikmeti de, denenmenin öbür boyutunda başarısını kanıtlaması,
örnek olma fonksiyonunu tamama erdirmesidir. Çünkü, bu mal, Peygamberimizi
ana görevinden alıkoyamamış, O'nu peygamberliğini ihmale sürükleyememişti. O
mala kavuştuğu günlerde yağmur yüklü bir bulut gibi cömertti. Böylece servet
sınavını başarı ile- aşarak dünya malının insanların gözündeki değerini
düşürdü. Ayni zamanda artık hiç kimse şöyle diyemezdi: Evet, Muhammed,
kendini Peygamberlik görevine adadı. Çünkü yoksuldu, kendisini meşgul
edecek; vaktini alacak malı yoktu. Öyle değil. İşte eline bol mal geçtiği
günler oldu. Fakat eskisi gibi çağrı görevini yürütmeye devam etti. Tıpkı
yoksulluk günlerindeki gibi insanları gerçeğe çağırmayı sürdürdü.
Ayrıca ölümlü ve güçsüz insan, kalıcı ve güçlü yüce
Allah ile ilişki kurunca malların, hazinelerin, bahçelerin ne anlamı olur?
İnsan her şeyin yoktan varedicisi azın ve çoğun bağışlayıcısı olan yüce
Allah ile bağlantı kurduktan sonra şu yeryüzü ile bütün üzerindekiler, hatta
tümü ile yaratıklardan oluşan şu koca evrenin ne değeri olabilir ki? Fakat
Peygamberimizin soydaşları o günlerde henüz bu gerçeği kavrayamamışlardı.
Ayeti okuyoruz:
"Bu zalimler `sizler büyülenmiş akli dengesi bozuk
bir adamın peşinden gidiyorsunuz' dediler."
Bu son derece çirkin ve zalimce bir sözdür. Kur'an,
müşriklerin bu iğrenç sözünü burada olduğu gibi İsra suresinde de ayni
ifadeler ile aktarmış; arkasından burada da orada da ona ayni cevabı
vermiştir. Bu cevabı okuyoruz:
"Senin hakkında ne yakışıksız benzetmeler
düzdüklerini görüyor musun? Onlar sapmışlardır ve bir türlü doğru yolu
bulamıyorlar." (İsra Suresi, 47-48)
Bu surenin ikisi de biribirine yakın konuları,
işliyorlar genel havaları da biribirine yakındır. Müşriklerin bu çirkin sözü
söylemekteki amaçları Peygamberimize hakaret etmek, O'nu küçük düşürmekti.
Çünkü O'nu normal insanların söylemedikleri tuhaf sözler söyleyen, büyü
yüzünden akli dengesi bozulmuş bir adama benzetiyorlardı. Fakat ayni zamanda
O'nun söylediklerinin normal, alışılagelmiş, sıradan insan konuşması
düzeyinde sözler olmadığının farkına vardıklarını da çıtlatmış oluyorlardı.
Onlara verilen cevap, bu tutumlarının şaşırtıcı olduğu mesajını
duyurmaktadır. Okuyalım:
"Senin hakkında ne yakışıksız benzetmeler
düzdüklerini görüyor musun?" Onlar seni kimi zaman büyü yolu ile çarpılmış
bir hastaya benzetiyorlar, kimi zaman seni uydurmacılıkla suçluyorlar, kimi
zaman da bir masal rivayetçisi olduğunu ileri sürüyorlar. Bunların hepsi
sapıklıktır, gerçeği kavramaktan uzaklaşmaktır; "Onlar sapmışlardır" doğruya
ulaştıran, hedefe vardıran bütün doğru yolları yitirmişlerdir; "Doğru yolu
bir türlü bulamıyorlar."
Bu tartışma, müşriklerin dünya nimetlerine ilişkin
düşüncelerinin ve önerilerinin gülünçlüğünü, anlamsızlığını açıklayarak
noktalanıyor. Hani onlar Peygamberimize bir hazine verilmesine, yada
ürünleri ile rahatça beslenebileceği bir bahçe armağan edilmesini
öneriyorlardı ya. Hani bu dünya mallarını değerli sayarak eğer gerçekten
peygamber ise bunların Allah tarafından Peygamberimize sunulması gerektiğini
düşünüyorlardı ya. Oysa yüce Allah eğer dilerse müşriklerin önerdikleri bu
dünya nimetlerinden daha üstününü Peygamberimize bağışlayabilir. Okuyoruz:
"Eğer dilerse sana onların sözünü ettiklerinden daha
iyisini, yani altlarından çeşitli nehirler akan cennetleri verebilen ve
senin için köşkler hazırlayabilen Allah'ın şanı yücedir."
Fakat yüce Allah, Peygamberimize bu cennetlerden ve
bu köşklerden daha üstün bir ödül vermeyi dilemiştir. Bu ödül cennetlerin ve
köşklerin bağışlayıcısı ile ilişki halinde olmaktır; O'nun koruyuculuğunun,
gözetiminin, yönlendiriciliğinin ve başarıya erdiriciliğinin bilincinde
olmaktır; bu kutsal ilişkinin hazzını tadmaktır. Hiç bir nimetin,
küçük-büyük hiçbir somut ödülün vereceği bu iliş-. kinin hazzına yaklaşamaz.
Fakat şu müşrikler bu hazzı kavramaktan yada onun tadını yaşamaktan ne kadar
da uzaktırlar!
Müşriklerin gerek yüce Allah'a ve gerekse
Peygamberimize yönelik küstahça sözlerinin her türlü ölçüyü aştığının
vurgulandığı bu noktada onların kafirliklerinin ve sapıklıklarının başka
boyutuna parmak basılıyor. Bu adamlar Kıyamet gününü yalan sayıyorlar. Bu
yüzden hiçbir zalimlikten, hiç bir iftiradan çekinmiyorlar. Çünkü yüce
Allah'ın karşısına çıkacakları ve bütün bu zalimliklerinin, bütün bu
iftiralarının hesabını verecekleri bir günün geleceğine ihtimal vermiyorlar.
Aşağıdaki ayetlerde bu inkarcılar bir Kıyamet sahnesinde canlandırılıyorlar.
Bu Kıyamet sahnesi en katı kalpleri ürpertecek, en donuk duyguları sarsacak
derecede korkunçtur. Adamlar kendilerini bekleyen bu tüyler ürpertici
akıbetin yanısıra müminleri bekleyen mutlu son hakkında da karşılaştırmalı
bilgi veriliyor. Okuyalım:
11- Aslında onlar
Kıyamet gününü yalanlamışlardır. Biz de Kıyamet gününü yalanlayanlara çılgın
alevli bir ateş hazırladık.
12- Bu ateş onları
uzaktan görünce onun uğultusu ve öfkeli solumaları kulaklarına gelir.
13- Zincirlerle
elleri, ayaklarına bağlanmış olarak bu ateşin dar yerine atıldıklarında ise
orada "yokolma "y imdada çağırırlar.
14- "Kendilerine "Bu
gün bir kere yokolmayı değil, bir çok kez yokolmayı imdada çağırınız" diye
seslenilir. "
15- De ki; "Bu mu
iyidir, yoksa Allah'tan korkanlara vaadedilen, onlar için ödül ve barınak
olarak hazırlanan ebedi .cennet mi?"
16- Onlar orada
diledikleri her şeyi bulurlar. Orada sürekli kalacaklardır: Bu Rabb'inin
gerçekleştirilmesi istenmiş vaadidir.
Evet bu adamlar aslında Kıyamet gününü yalan
saydıkları için kafirlikte ve sapıklıkta bu kadar ileri gitmişlerdir. Burada
kafirlikte ve sapıklıkta vardıkları noktanın uzaklığı ve aşırılığı
vurgulanmakta, belirginliği ve somutluğu dikkatlerimizi çeksin diye daha
önceki kafirlik ve sapıklık derecelerinden ayrılmaktadır: Okuyoruz:
"Aslında onlar Kıyamet gününü yalanlamışlardır."
Arkasından bu aşırı iğrençliği işleyenleri bekleyen
korkunç akıbet açıklanıyor. Bu tüyler ürpertici akıbet önceden hazırlanmış,
yakacağı mücrimleri dört gözle bekleyen bir alev çukurudur. Okuyoruz:
"Biz de Kıyamet gününü yalanlayanlara çılgın alevli
bir ateş hazırladık." Bilindiği gibi aslında canlı ve somut olmayan
nesneleri, kavramları ve psikolojik durumları sanki canlı şeylermiş gibi
tanımlayıp somutlaştırma anlamına gelen "teşhis" sanatı, edebi sanatlardan
biridir. Kur'an'da sık sık rastlanan bu sanat, gözler önüne serilen somut
tabloları ve sahneleri "veciz"liğin doruk noktasına yüceltirken ayni zamanda
bu tablolara ve sahnelere "hayat" unsurunu katar.
İşte burada bu sanatın çarpıcı bir örneği ile karşı
karşıyayız. Gözlerimizin önüne çılgın alevli bir ateş sahnesi dikiliyor. Bu
ateşin çıtırdayan alevlerine can yürümüştür! Bu yüzden bu ateş çevresine
bakıyor ve sözkonusu Kıyamet günü yalanlayıcılarını görüveriyor! Onları
uzaktan farkediyor. Onları farkeder-etmez uğuldanmaya ve homurdanmaya
başlıyor. Onlarda bu uğultuları ve homurtuları, işitiyorlar. Alevleri
yüzlerine doğru dalgalanıyor. Öfkesi kabardıkça homurtularının tonu da
yükseliyor. Artık somut bir felaketten başka bir şey değildir. Onlar ise ona
doğru yürüyorlar. Ayakları ve kalpleri titreten ne korkunç bir sahne!
İşte şimdi yanına varıyorlar. Fakat bu canavarın
ağzına düşerken serbest değiller ki! Onunla boğuşup pençesine düşmüyorlar
ki, onun tarafından kovalanıp sonunda pes etmiyorlar ki! Tersine onun ağzına
tutulup atılıyorlar. zincirlenmiş olarak, zincirlerle elleri ayaklarına
bağlanmış olarak ağzına bırakılıyorlar. Ayrıca daracık bir deliğinden içine
bırakılıyorlar. Böylece acıları ve sıkıntıları arttığı gibi oradan kaçma
imkanları da ortadan kalkıyor. Aha işte onlar kurtulma umudunu yitirmişler
ve acılar içinde kavruluyorlar. Başka çareleri kalmadığı için yokolmayı
diliyorlar. Okuyalım:
"Zincirler ile elleri ayaklarına bağlanmış olarak bu
ateşin dar yerine atıldıklarında ise orada yokolmayı imdada çağırırlar."
Bu gün bu korkunç acıdan kurtulabilmek için
"yokoluş" tek özlem, tek kaçacak deliktir. Ama o ne! Bu dualarının karşılığı
geliyor kulaklarına. Kendilerini maskaraya alan, duaları ile alay eden acı
bir cevaptır bu. Okuyoruz:
"Bu gün bir kere yokolmayı değil, bir çok kez
yokolmayı imdada çağırınız."
Bir kere yok olmak yaramaz işinize, yetmez size.
Bu acıklı ve korkunç durumda kötülüklerden
sakınanlar için, Rabb'lerinden korkanlar ve O'nun karşısına çıkacaklarını
hatırdan çıkarmayanlar için, Kıyamet gününe inananlar için hazırlanan akıbet
sunuluyor. Yalnız bu sunuşun dili de alaycı ve iğneleyicidir. Okuyoruz:
"De ki; `Bu mu iyidir, yoksa Allah'tan korkanlara
vadedilen, onlar için ödül ve barınak olarak hazırlanan ebedi cennet mi?"
Onlar orada diledikleri her şeyi bulurlar. Orada
sürekli kalacaklardır. Bu
Rabb'inin gerçekleştirilmesi istenmiş vaadidir."
Acaba o dayanılmaz acı mı iyidir, yoksa ebedi cennet
mi? Yüce Allah orayı kötülükten sakınanlara vadetmiş, kendilerine burayı
isteme hakkını, bu cayılmaz vaadin gerçekleşmesini isteme yetkisini
bağışlamış ve orada canlarının çektiği her şeyi isteme ayrılığı ile
donatmıştır. Bu iki tablonun bu iki durumun karşılaştırılacak yanı yoktur;
ama burada vaktiyle Peygamberimizle küstahça alay eden o şaşkınlara yönelik
acı bir alay ile karşı karşıyayız.
Ayetlerin devamında, inkarcıların yalanladıkları bir
başka Kıyamet sahnesi sunuluyor. Hani şu sözkonusu müşriklerin sahnesi. Bu
şaşkınlar, düzmece ilahları ile biraraya getirilmişler. Tapanları ile
tapılanları ile hepsi yüce hakimin huzuruna dikilmişler. Kendilerine
soruluyor, onlar da cevap veriyorlar. Okuyoruz:
17- Rabb'in,
müşrikler ile onların Allah'ı bir yana bırakarak taptıkları düzmece
ilahlarını biraraya topladığı gün, düzmece ilahlara "Şu kullarımı siz mi
saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar?" der.
18- Düzmece ilahlar
derler ki; "Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin! Senin dışında başka
korucular ve dayanaklar edinmek bize yakışacak bir tutum değildir. Fakat sen
onlara ve atalarına o kadar bol nimetler verdin ki;-sonunda seni,anmayı
unutarak yokedilmeyi hakkeden bir topluluk oldular. "
19- Bunun üzerine
Allah, müşriklere der ki; "İşte düzmece ilahlarınız, sizin sözlerinizi
yalanladılar. Artık ne azabımı başınızdan savabilirsiniz ve ne size yardım
edecek birini bulabilirsiniz. Aranızdaki zalimlere büyük bir azap
taddıracağız."
Müşriklerin yüce Allah'ı bir yana bırakarak
taptıkları bu düzmece ilahlar putlar olabilir, melekler ya da cinnler
olabilir, Allah dışındaki başka ilahlar olabilirler. Hiç kuşkusuz yüce Allah
herşeyi biliyor. Fakat yine hepsi biraraya getirildikleri bu büyük alanda
sorguya çekiliyorlar. Bu soruşturmada teşhir etme, rezil etme ve azarlama
amacı vardır ki, bu bile başlıbaşına korkunç bir azaptır. Düzmece ilahların
cevapları yüce Allah'a sığınmak, yapılan iftiranın yakışıksızlığını
açıklamak ve "ilahlık" iddiası karşısında ilgisizlik belirtmek olur. Onlar
yüce Allah dışında dost ve yandaş olarak sayılmış olmayı bile içlerine
sindiremediklerini söyleyecekler ve bütün suçu kendilerini putlaştıran
inkarcı cahillerin üzerine yıkacaklardır. Okuyalım:
"Düzmece ilahlar derler ki, `Sen her türlü
noksanlıktan münezzehsin! Senin dışında başka korucular ve dayanaklar
edinmek bize yakışacak bir tutum değildir. Fakat sen onlara ve atalarına o
kadar bol nimetler verdin ki, sonunda seni anmayı unutarak yokedilmeyi
hakeden bir topluluk oldular."
Bu uzun süreli ve miras yolu ile gelen nimetler,
nimetlerin bağışlayıcısını tanımayan, O'na yönelmeyen ve şükretmeyen bu
nankörleri azdırmış, nimetlerin sahibini hatırlamaktan alıkoymuştur. Böylece
kalpleri çoraklaşmış, kurumuştur. Tıpkı ne bir hayat, ne bir bitki ve ne de
meyva içermeyen çorak bir toprak gibi. Aslında bu kimseleri tanımlayan
kavram "yok olmak" anlamındadır, fakat bu kavramı ifade etsin diye
kullanılan sözcük "çoraklık" ve "boşluk" anlamlarını da çağrıştırıyor.
Kalplerin çoraklığı ile hayatın boşluğu, hiçliği yani.
Bu noktada yüce Allah sözü edilen q`cahil tapanlar"a
sesleniyor, onları ağır ve aşağılayıcı bir dille azarlıyor.
"Bunun üzerine Allah, müşriklere der ki; `İşte
düzmece ilahlarınız, sizin sözlerinizi yalanladılar. Artık ne azabını
başınızdan savabilirsiniz ve ne de size yardım edecek birini
bulabilirsiniz."
Yani ne azabı baştan savabilmek var, ne yardım
görmek.
Tam da Ahiretteki toplantı sahnesindeyken ayetin son
cümleciklerinde ansızın dünyaya dönülüyor ve gerçekleri yalanlayanlara
indirilen sürpriz bir şamar gibi şu sert uyarı yöneltiliyor. Okuyoruz:
"Aranızdaki zalimlere büyük bir azap tattıracağız."
Kur'anın üslubu böyledir. Mesaj almaya elverişli
hale gelen kalpleri, hemen o anda yakalayıverir. Burada kalpler az önceki
korkunç Kıyamet sahnesinin henüz etkisi altındalarken sıcağı sıcağına sert
bir uyarıya muhatap ediliyorlar.
Artık müşrikler iftiraların, yalanlamaların,
alayların, Peygamberimizin insan kökenli oluşuna, herkes gibi yiyip içip,
çarşıda pazarda dolaşmasına yönelik itirazların sonunu görmüşler. Bu "son"un
ne olduğunu Peygamberimiz de görmüş. İşte sözün bu noktasında yüce Allah;
Peygamberimize dönerek O'nu teselli ediyor, okşuyor. O'na diğer
peygamberlerden farklı olmadığını, hepsinin ayni yollardan geçtiklerini
hatırlatıyor. Okuyalım:
20- Senden önceki
gönderdiğim bütün peygamberler de herkes gibi yemek yerler ve
çarşıda-pazarda gezerlerdi. Sizleri biribirleriniz aracılığı ile sınavdan
geçiriyoruz. Acaba karşılaştığınız sıkıntılara katlanabilecek misiniz diye.
Hiç şüphesiz Rabb'in her şeyi görür.
Eğer bir itiraz varsa bu, Peygamberimizin kişiliğine
yönelik bir itiraz değildir, yüce Allah'ın yasasına yönelik bir itirazdır.
Bu yasa tasarlanarak ve bilerek yürürlüğe konmuştur, belirli bir amacı
vardır. Okuyalım:
"Sizleri biribirleriniz aracılığı ile sınavdan
geçiriyoruz."
Yüce Allah'ın hikmetini, tasarısını, planını
kavrayamayanlar bu yasaya itiraz edecekler; yüce Allah'a, O'nun hikmetine ve
desteğine güvenenler bu itirazlara karşı sabredecekler; ilahi çağrı yoluna
devam edecek; insanlar aracılığı ile ve insan -işi yöntemlerle kavga
verecek, yenecek ve kararlı direnişçiler bu sınavdan alınlarının akı ile
çıkacaklardır. Okuyoruz:
"Acaba kârşılaştığınız sıkıntılara katlanabilecek
misiniz diye. Hiç şüphesiz senin Rabbin her şeyi görür.
Yüce Allah karakterleri, kalpleri, varılacak
"son"ları, amaçları görür. Ayetin son cümleciğinde yeralan "senin Rabbin"
biçimindeki tamlama ılık meltemler yayan bir sıcaklık taşır. Peygamberimizin
teselli edildiği, gönlünün alındığı, okşandığı, kucaklandığı ve yakına
alındığı bu noktada, çağrışımı ve gölgesi ile kendisine moral ve cesaret
aşılamaktadır. Hiç şüphesiz yüce Allah, kalplerin giriş kanallarını
herkesten iyi görür.
Surenin bu "aşama"sının başlangıcı ilk "aşama"nın
başlangıcına benziyor. İlk aşamanın girişinde olduğu gibi müşriklerin yüce
Allah'a yönelik küstahça iddiaları ile Peygamberimize ilişkin basmakalıp
itirazları ve sözde önerileri aktarılıyor. Yalnız önce Peygamberimize
yönelik iddiaları gündeme getïrilerek kendisi teselli ediliyor, gönlü
alınıyor. Ayrıca müşriklere bu ileri-geri sözleri yüzünden uğrayacakları
ceza hemen açıklanıyor. Aşağıdaki sözlerine karşılık olarak yapılan bu ceza
açıklaması biribirine bağlı bir dizi Kıyamet sahnesinde somutlaştırılarak
yapılıyor:
"Bize melekler gönderilmeli değil miydi, ya da
doğrudan doğruya Rabbimizi görmeli değil miydik."
Sonra onların Kur'anın indirilişine ilişkin
basmakalıp itirazları sunuluyor, hemen arkasından Kur'anın niçin peyderpey
indirildiği anlatılıyor daha sonra Peygamberimize müşriklerin kendisi ile
girişeceği her tartışmada yardım edebileceğine ilişkin güvence veriliyor.
Okuyalım:
"Müşrikler ne zaman karşına saçma bir itirazla
çıkarlarsa,biz sana gerçeği ve susturucu açıklamayı sunarız."
Arkasından Peygamberimize ve müşriklerin
kendilerine, daha önce Peygamberlerini yalanlayan toplumların yokediliş
sahneleri sunuluyor, bu arada Hz. Lut'un soydaşlarının yokedilişlerine
dikkatler özellikle çekiliyor. Yolları bu yıkık kentin yakınından geçtiği
halde bu kalıntılardan ders çıkarmamaları, bu enkazın acı anlamının
kalplerini etkilememesi yadırganıyor. Bütün bunların arkasından
Peygamberimizin şahsına yönelik alayları ve görevine ilişkin küstahça dil
uzatmaları sergileniyor. Bu sergilemeyi sert bir değerlendirme, bu arsız
sözlerin sahiplerini aşağılayan, yerin dibine batıran bir yorum izliyor.
Okuyoruz:
"Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan bile
daha sapık yoldadırlar.
21- Bizimle
karşılaşacaklarını beklemeyenler "bize melekler gönderilmeli değil miydi, ya
da doğrudan doğruya Rabb'imizi görmeli değil miydik " dediler. Onlar
büyüklük kompleksine kapılarak azgınlıkta son derece ileri gitmişlerdir.
22- Melekleri
görecekleri gün var ya, o gün o günahkarlara müjdeli bir haber verilecek
değildir. Melekler onlara "Sizler aftan ve cennetten mahrumsunuz" derler.
23- Onların yapmış
olduklarını ele alarak onları havada uçuşan toza dönüştürürüz.
24- O gün
cennetlikler en iyi yerlerde oturacaklar, en güzel şekilde dinleneceklerdir.
25- O gün gök
parçalanarak beyaz bulut kümelerine dönüşür ve melekler bölük bölük inerler.
26- Gerçek
egemenliğin, Rahman olan Allah'ın tekelinde olacağı o gün kafirler için
çetin bir gün olacaktır.
27- O gün her zalim
öfkesinden parmaklarını ısırarak şöyle der; "Keşki Peygamber'in yoldaşı
olsaydım. "
28- "Eyvah, keşki
falancayı dost edinmeseydim!"
29- "Bana Kur'anın
mesajı geldikten sonra o beni Allah'ı anmaktan alıkoydu. Zaten şeytan,
insanı ayarttıktan sonra yüzüstü bırakır. "
Müşrikler Yüce Allah ile karşılaşacaklarını
"beklemezler." Yani bu karşılaşmaya hazırlıklı değildirler, onu hesaba
katmazlar, hayatlarını ve davranışlarını bu olguya göre düzenlemezler. Bu
yüzden yüce Allah'tan çekinmezler, ürkmezler, kalplerinde O'nu yücelten bir
bilincin izine rastlanmaz. Bu umursamazlığın sonucu olarak her türlü
ileri-geri sözü rahatlıkla söylerler, yüce Allah ile karşılaşacağının
bilincinde olanların akıllarının ucundan geçmeyecek saygısız düşünceleri hiç
çekinmeden dile getirirler. Okuyoruz:
"Bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenler `Bize
melekler gönderilmeli değil miydi, ya da Rabbimizi doğrudan doğruya görmeli
değil miydik' derler."
Bu adamlar Peygamberin "insan" kökenli oluşunu
yadırgıyorlardı. Benimsemeye çağırdıkları ilkelere inanabilmeleri için
kendilerine ya Peygamberin peygamberliğini onaylayacak meleklerin inmesini
ya da doğrudan doğruya yüce Allah'ı görebilmeyi istiyorlardı. Bu istek yüce
Allah'a yöneltilmiş bir küstahlıktı. Ancak yüce Allah'ın yüceliğini
kalplerinde hissetmeyen, O'nun ululuğunu gerektiği gibi değerlendiremeyen,
saygısız cahiller bu tür saçmalıklar geveleyebilir, böylesine ileri-geri
sözler söyleyebilirlerdi. Yoksa yüce Allah'ın ululuğu, ezici idaresi ve
ölçüler-üstü büyüklüğü yanında onlar kim oluyorlardı? Onlar yüce Allah'ın
engin mülkü ve sayıya gelmez yaratıkları içinde küçücük bir toz parçasından
başka ne idiler ki? Onlara düşen tek şey yüce Allah'a bağlanmak, bu "iman"
aracılığı ile O'nun katında değer aramaktı. Bu yüzden bu ayet noktalanmadan
kendilerine hakkettikleri cevap yetiştiriliyor. Bu cevapta takındıkları
küstahça tavrın nereden kaynaklandığı açığa vuruluyor. Okuyoruz:
"Onlar büyüklük kompleksine kapılarak azgınlıkta son
derece ileri gitmişlerdir."
Bu şaşkınlar kendilerini dev aynasında görmüşler. Bu
yüzden büyüklük taslayarak azgınlığın doruğuna çıkmışlardır. Kendilerine
yönelik aşırı "bencil" değerlendirme yanılgısından ötürü gerçek değerleri
bilememişler, onlara layık oldukları önemi verememişlerdir. Sırf kendilerini
görmüşler, bu yanıltıcı egoizm kompleksi gözlerinde büyümüş, şişmiş,
bakışlarını kör etmiştir. Bu yüzden şu koca evrende o kadar önemli bir
varlık olduklarını sanmışlar ki, iman etmeleri ve gerçekleri onaylamaları
için yüce Allah'ın kendilerine doğrudan doğruya görünmesini istemeye hakları
olduğu sanısına kapılmışlardır!
Arkasından bu şaşkınlarla gerçekten ve ciddi biçimde
alay ediliyor. Çünkü melekleri görecekleri günün dehşeti kendilerine haber
veriliyor. Bilindiği gibi melekleri görmek, iki küstahça isteklerinin
göreceli olarak daha az küstahça olanı idi. Onlara verilen bilgiye göre
melekleri, ancak korkunç ve dehşet dolu bir günde görebileceklerdi. O gün
kendilerini katlanamayacakları ve kurtulamayacakları bir azap bekleyecekti.
O gün, hesaplaşma ve ceza biçme günü olacaktı. Okuyalım:
"Melekleri görecekleri gün var ya, o gün
günahkarlara müjdeli bir haber verilecek değildir. Melekler onlara `sizler
aftan ve cennetten mahrumsunuz' derler. Onların yapmış olduklarını ele
alarak onları havada uçuşan toza dönüştürürüz."
Şimdi yaptıkları önerinin gerçekleşeceği gün, yani
"melekleri görecekleri gün", o gün günahkarlara herhangi bir sevindirici
haber değil, azap haberi verilecektir. Aman Allah'ım, onların dünyadaki
basmakalıp deyimlerine ne acı bir cevap verilecektir. Onlara "sizler aftan
ve cennetten mahrumsunuz" denecektir. Bu sözün bir benzeri, onların'
dünyadayken kullandıkları basmakalıp bir deyimdi. Bu deyim kötülükten ve
düşmanlardan kaçınma dileğini açığa vururdu, onlar düşmanlarından uzak
kalmayı, onların zararlarından sakınmayı istedikleri zaman bu sözü
söylerlerdi. Fakat bu sözü söyledikleri günler nerede, şimdi yüzyüze
geldikleri dehşet nerede! Ayrıca yapacakları dua da onları kurtaramaz,
çarpılacakları azabı başlarından savamaz. Okuyoruz:
"Onların yapmış olduklarını ele alarak onları havada
uçuşan toza dönüştürürüz."
İşte böylece, her şey bir anda olup bitiyor. Kuranın
hayalde canlandırma ve somutlaştırma uslubu uyarınca insan hayalı "amalleri
ele alma" ve "ufalayıp havaya saçma" eylemlerini ardarda izliyor. Bir de
bakıyorsunuz ki, bu müşriklerin dünya hayatları sırasında işledikleri
iyilikler havada uçuşan birer toz kırıntısıdır. Çünkü bu iyiliklerin temeli
iman değildi. İman olacak ki, kalp yüce Allah'a bağlanacak. İman olacak ki,
"iyi işler" belirlenmiş bir program ve amaçlanan bir yaşama biçimi olacak.
Yoksa bu iyi işler, amaçsız rastlantılar, geçici iç eğilimler, saman alevi
gibi çabucak parlayıp sönen amaçsız ve kısa ömürlü hevesler olurlar. Bir
programla bütünleşmemiş tek bir davranışın, belli amaçlı bir zincirin
halkası olmayan kopuk bir hareketin hiç bir değeri yoktur.
İslama göre insanın varlığı, hayatı ve davranışları
tümü ile şu evrenin özü ile, bu evrende egemen olan yasalar bütünü ile
ilişkilidir. İnsanın kendisi ve davranışları da dahil olmak üzere bunların
hepsi de yüce Allah'a bağlıdır. Buna göre hayatı ile kendisini evrenle
bütünleştiren bu ana eksenden kopunca kaybolmuşluğun hiçliğin boşluğuna
yuvarlanır. Artık ne önemi kalır ne de değeri. İşlediği amellerinin de
değeri ve karşılığı olmaz. Hatta bu amellerin varlığı ve kalıcılığı da
bulunmaz.
İman, insanı Rabbine bağlayan biricik bağdır.
İnsanın davranışlarına değer ve önem kazandıran, insanın kendisine şu evren
bütünü içinde yer sağlayan bu bağdır.
İşte bu yüzden sözkonusu müşriklerin amelleri
anlatıldığı biçimde yok olur. Kur'an-ı Kerim, bu kesin yokoluşu hayalimizde
canlanan, son derece somut bir şekilde tasvir ediyor. Tekrarlıyoruz:
"Onların yapmış olduklarını ele alarak onları havada
uçuşan toza dönüştürürüz."
Bu noktada dikkatlerimiz öbür tarafa çevriliyor.
Orada cennetin yerlileri olan müminler ile göz göze geliyoruz. Böylece
sahneler arasındaki paralellik, simetri gerçekleşmiş oluyor. Okuyalım:
"O gün cennetlikler en iyi yerlerde oturacaklar, en
güzel şekilde dinleneceklerdir."
Burada cennetlikler yerleşmiş olarak, huzur içinde
ve serin gölgelikler altında dinlenirken tasvir ediliyorlar.
Cennetliklerdeki bu "istikrar" cehennemliklerdeki havada dağılan tozların
"uçarı"lığının ve "huzur" da insana küçük dilini yutturan sürekli
"endişe"nin karşıtıdır.
Kafirler, yüce Allah'ın ve meleklerin bulut
katmanları arasından süzülerek yanlarına gelmelerini öneriyorlardı. Bu
önerilerde yahudi masallarının izlerini bulmak mümkündür. Bu masalların
tasvirlerine göre yahudilerin "ilah"ı kendilerine bulutlar arasında yada bir
ateş sütunu içinde görülüyordu!
Bu noktada dikkatlerimiz başka bir sahneye
çevriliyor. Bu sahne, müşriklerin meleklerin yanlarına inmelerine ilişkin
önerilerinin gerçekleşeceği gün somutluk kazanacak olan bir sahnedir.
Okuyoruz:
"O gün gök parçalanarak beyaz bulut kümelerine
dönüşür ve melekler bölük bölük inerler.
Gerçek egemenliğin, Rahman olan Allah'ın tekelinde
olacağı o gün kafirler için çetin bir gün olacaktır."
Bu ayette, Kur'andâ yeralan çok sayıdaki
benzerlerinde olduğu gibi "o gün" meydana gelecekleri belirtilen büyük
kozmik olaylar anlatılıyor. Bu olaylar görünür evrenin parçalarını,
burçlarını, galaksilerini, gezegenlerini ve yıldızlarını birarada tutan
düzenin bozulacağını; bu kozmik varlıkların yapılarının, biçimlerinin ve
bağlantılarının alt-üst olacağını haber verirler. Bu çarpıcı gelişmeler, şu
"alem"in sonu olacaktır. Bu başdöndürücü değişmeler sadece yeryüzünde
görülmeyecek, yıldızları, gezegenleri ve galaksileri de etki alanları içine
alacaklardır. Çeşitli surelerde yeralan ilgili ayetleri okuyarak bu
başdöndürücü "değişim"in görüntülerini gözlerimizin önüne getirmemiz yerinde
olur. Şimdi bu seçme ayetleri birlikte okuyoruz:
"Güneş, sönüp büzüldüğü zaman"
"Yıldızlar kararıp parçalandığı zaman"
"Dağlar yürütüldüğü zaman"
"Doğurmak üzere olan gebe develer başıboş
bırakıldığı zaman"
"Vahşi hayvanlar biraraya getirildiği zaman"
"Denizler kabardığı zaman" (Tekvir Suresi, 1-6)
"Gök yarıldığı zaman."
"Yıldızlar parçalanıp dağıldığı zaman"
"Denizler kabarıp taştığı zaman"
"Mezarlar deşildiği zaman." (İnfitar Suresi, 1-4)
"Gök yarıldığı ve yaratılışı uyarınca Rabbine boyun
eğdiği zaman."
"Yeryüzü genleştiği, içindeki her şeyi dışarıya atıp
boşaldığı ve yaratılışı uyarınca Rabbine boyun eğdiği zaman." (İnşikak
Suresi, 1-5)
"Gök yarılıp da erimiş yağ gibi sıvılaştığı zaman. "
(Rahman Suresi, 37)
"Yeryüzü şiddetli bir sarsıntıya tutulduğu, dağlar,
parçalanıp havada uçuşan toz bulutlarına dönüştüğü zaman" (Vakıa Suresi,
4-6)
"Sura ilk kez üflenince, dünya ve dağlar yerlerinden
oynatılarak biribirine çarpılınca. İşte o zaman beklenen olay olmuştur. Gök
yarılmıştır, o gün O dengesini yitirmiştir. " (Hakka Suresi, 13-164)
"O gün gök erimiş madene dönüşür. Dağlarda atılmış
pamuk gibi olur. " (Mearic Suresi, 8-9) "Yer, o müthiş sarsıntı ile
sarsıldığı ve bağrında taşıdığı yükleri dışarıya attığı zaman." (Zilzal
Suresi, 1-2)
"O gün insanlar ateş çevresinde çırpınıp öbek öbek
dökülen pervane kümeleri gibi olurlar. Dağlar da atılmış renkli yün gibi
olurlar." (Karia Suresi 4-5)
"Ey Muhammed, göğün koyu bir duman salarak insanları
kuşattığı günü bekle. Bu acı bir azaptır. " (Duhan Suresi 10-11)
"O gün yer ve dağlar sarsılır; dağlar gevşek kum
tepelerine dönüşürler." (Müzemmil Suresi, 14)
"Gök, o günün dehşeti ile parçalanır." (Müzemmil
Suresi, 18)
"Yer parçalanıp parçaları biribirine çarptığı
zaman." (Fecr Suresi, 7-9)
"Göz kamaştığı, ay karardığı ve güneş ile ay
birleştiği zaman." (Kıyamet Suresi, 7-9) "Yıldızların ışığı söndüğü, gök
yarıldığı ve dağlar pamuk gibi atıldığı zaman." (Murselât Suresi, 8-10)
"Ey Muhammed, sana dağlara ilişkin soru sorarlar. De
ki; `Rabb'in onları ufalayıp havada savurur. Yerlerini dümdüz ve çırılçıplak
bir alana dönüştürür. O alanda hiç bir engebe, hiç bir tümsek göremezsin."
(Taha Suresi, 105-107)
"Sen dağları görünce onların yerlerinden hiç
kımıldamadıklarını sanırsın. Oysa onlar bulutlar gibi hareket ederler."
(Neml Suresi, 88)
"O gün dağları yerlerinden söküp yürütürüz de sen
yeryüzünü çıplak ve dümdüz görürsün. " (Kehf Suresi 47)
"O gün yer, başka bir yere ve gökler de başka
göklere dönüştürülürler." (İbrahim Suresi, 48) "O gün göğü yazılı sayfaların
dürüldüğü gibi düreriz." (Enbiya Suresi, 104)
Bütün bu ayetler bize evrenimizin sonunun "korkunç"
olacağını bildiriyor. Yer sarsıntıya tutulup parçalanacak ve parçaları içiçe
geçecek, dağlar param parça olacak. Denizler kabarıp taşacak. Bu "taşma" ya
sıkışma sonucunda suların çoğalması ile ya da suyun atomlara ayrılarak ateşe
dönüşmesi ile olacak.
Bu arada yıldızlar kararıp sönecek, gök yarılıp
parçalanacak, gezegenler parçalanıp boşluğa dağılacak. Gök cisimleri
arasındaki uzaklıkların dengesi bozularak, bunun sonucu olarak güneş ile ay
birleşecek; gök, bir keresinde "duman" gibi görünecek başka bir keresinde
ise kıpkızıl ateşe dönüşecektir. Daha bunlara benzer bir çok evrensel dehşet
sahnesi yaşanacaktır.
Bu surede ise yüce Allah, müşrikleri göğün
parçalanıp beyaz bulut kümelerine dönüşeceği olgusu ile korkutuyor. Bu
bulutlar, o günkü korkunç patlamaların buharlarından oluşmuş buğu katmanları
olabilirler. O gün melekler, kafirlerin yanına inerler, böylece bir bakıma
dünyadaki önerileri gerçekleştirilmiş olur. Ne var ki, bu iniş, Peygamber'in
söylediklerini onaylamak için değil, Rabb'lerinin bu kafirlere yönelik
azabını uygulamak içindir. Bu yüzden:
"O gün kafirler için çetin bir gün olacaktır."
Çünkü o günün onlar için bir çok korkunç sahneleri
ve türlü türlü azapları vardır. Peki, durum böyleyken bu şaşkınlar hangi
akla hizmet ederek yanlarına meleklerin inmesini öneriyorlar? Meleklerin
yanlarına ancak böylesine zor bir günde ineceklerini hiç düşünmüyorlar mı?
Arkasından o günün bir başka sahnesi sunuluyor. Bu
sahne sapık zalimlerin pişmanlıklarını canlandırıyor. Sahnenin sunuluşu uzun
sürüyor, filmin geçişi ağırlaştırılıyor. Öyle ki, okuyucu bu sahnenin hiç
bitmeyeceğini, sonunun gelmeyeceğini sanıyor. Seyrettiğimiz görüntü
pişmanlığın, hayıflanmanın, yazıklanmanın somut bir belirtisi olarâk
parmaklarını ısıran zalimin görüntüsüdür. Okuyalım:
"O gün her zalim, öfkesinden, parmaklarını ısırarak
şöyle der; `Keşki Peygamberin yoldaşı olsaydım.
Eyvah, keşki falancayı dost edinmeseydim.
Bana Kur'anın mesajı geldikten sonra o beni Allah'ı
anlamaktan alıkoydu. Zaten şeytan, insanı ayarttıktan sonra yüzüstü
bırakır."
Zavallının çevresindeki her şey susuyor. Duyulan tek
ses, onun yanık sesi, onun hayıflanan iniltileridir. Feryadının uzun havalı
melodisi, bu pişmanlık sahnesini uzatıyor ve etkisine derinlik kazandırıyor.
Öyle ki, bu ayetlerin okuyucusu da dinleyicisi de sanki bu pişmanlığa, bu
hayıflanmaya; bu yazıklanmaya katılır gibi olmaktadırlar.
Evet "O gün her zalim öfkesinden parmaklarını
ısırır."
Ona ısırmak için tek elin parmakları yetmiyor; bir o
elin parmaklarını bir bu elin parmaklarını ısırıyor, ya da her iki elinin
parmaklarını birlikte ısırıyor. Parmak ısırmakta somutlaşan pişmanlığının
ateşi o kadar yüksektir. "Öfkeden parmak ısırmak" bilinen bir harekettir.
Burada psikolojik bir durumu sembolize etmekte, onu somut bir ifadeye
kavuşturmaktadır. Devam ediyoruz:
"Keşki Peygamber'in yoldaşı olsaydım' der."
Keşki Peygamber'in yolunu izleseydim, O'ndan
ayrılmasaydım, O'nun peşini bırakmasaydım! Adam bu sözleri kim için
söylüyor? Kim için olacak. Peygamberliğini inkar ettiği, Allah tarafından
peygamber olarak gönderildiğini bir
türlü içine sindiremediği Peygamber'imiz için
söylüyor! Devam edelim:
"Eyvah, keşki falancayı dost edinmeseydim."
Adam "falancayı" diyor, belirsizlik yansıtan bir
ifade kullanıyor. Amaç, Peygamber'in yolundan alıkoyan, yüce Allah'ı
anmaktan uzaklaştıran bütün dostları ve arkadaşları akla getirmemizi
sağlamaktır. (Bize ulaşan bazı bilgilere göre bu ayetlerin iniş sebebi
şudur: Müşriklerin Ukbe b. Ebu Muıt, Peygamberimiz ile sık sık görüşür,
sohbet ederdi. Adam, bir gün Peygamberimizi evine çağırmıştı. Peygamberimiz,
ona Kelime-i şahadet getirmedikçe yemeğini yemeyeceğini söyledi. Bunun
üzerine adam Kelime-i Şahadet getirdi.
Adamın arkadaşı olan Ubeyy b. Halef onu paylayarak
"Sen dininden mi döndün?" dedi. Adam dedi ki; "Vallahi hayır, dinimden
dönmedim; Muhammed konuğumdu ve yemeğimi yemek istemiyordu, ondan utandığım
için isteği üzerine Kelime-i Şahadet getirdim." Bunun üzerine Ubeyy, adama
"Hayır, Muhammed'in yanına varıp başını çiğnemedikçe ve yüzüne tükürmedikçe
seninle aramız düzelmez" dedi. Adam da Darünnedve'ye vardı, orada
Peygamberimizi secdeye varmış durumda yakaladı ve Ubeyy'in kendisinden
istediklerini yaptı.
Bunun üzerine Peygamberimiz, adama "Eğer seninle
Mekke dışında karşılaşırsam kesinlikle kafanı kılıcımla uçuracağım" dedi.
Bir süre sonra Bedir Savaşı sırasında Peygamberimizin emri üzerine Hz. Ali,
adamı öldürdü.) Devam ediyoruz:
"Bana Kur'anın mesajı geldikten sonra O beni Allah'ı
anmaktan alıkoydu." Buna göre o insanı yoldan çıkaran şeytanın kendisi idi,
ya da şeytanın çömezi idi. Devam edelim:
"Zaten şeytan, insanı ayarttıktan sonra yüzüstü
bırakır."
Şeytan insanı perişanlıklara sürükler. Ciddi
dostluğun gerekli olduğu yerde, kara günde sıkıntı zamanında insanı yüzüstü
bırakır.
Kur'an-ı Kerim, bu tüyler ürpertici sahneler
aracılığı ile, böylece müşriklerin kalplerini sarmaya çalıyor. Aslında bu
sahneler, onlara korkunç geleceklerini somutlaştırıyor, bu geleceği
kendilerine görünür bir realite olarak sunuyordu. Oysa onlar henüz şu
dünyada yaşıyorlar, yüce Allah ile karşılaşacaklarını yalanlıyorlar, son
derece küstahça O'nun yüceliğine dil uzatıyorlar, O'na saygısız öneriler
sunuyorlardı. Onlar böyle yapadursunlar, orada kendilerini tüyler ürpertici
dehşet ile kaçan fırsatların arkasından duyulan; acı pişmanlık
beklemektedir.
Ayetler, müşriklere bu çetin günlerinde
yaptırdıkları gezintiden sonra onları tekrar dünyaya döndürüyor. Burada
Peygamberimize karşı takındıkları tutum ve Kur'anın indiriliş biçimine
yönelik itirazları gözden geçiriliyor. Bu gezinin sonunda yeniden diriliş ve
büyük toplantı gününe ilişkin bir sahnede canlandırılıyorlar. Okuyoruz:
30- Peygamber "Ya
Rabbi, soydaşlarım bu Kur'anı boykot ettiler. " dedi.
31- Ey Muhammed, biz
böylece her Peygamberin karşısına azılı günahkar bir düşman çıkardık.
Rabb'in senin için yeterli bir yol gösterici ve yardım edicidir.
32- Kafirler
"Kur'an, Muhammed'e bir defada topluca indirilseydi ya" dediler. Oysa biz
senin moralini güçlendirmek, azmini pekiştirmek için onu böylesine bölüm
bölüm indirdik ve ağır ağır okuduk.
33- Müşrikler, ne
zaman karşısına saçma bir itirazla çıkarlarsa biz sana gerçeği ve en
susturucu açıklamayı sunarız.
34- O yüzüstü
süründürülerek cehenneme atılacak olanlar var ya, en kötü yer onların yeri
ve en sapık yol onların yoludur.
Müşrikler yüce Allah'ın Peygamberimize kendilerini
uyarsın, gözlerini açsın diye gönderdiği bu Kur'anı boykot ettiler. Ona
kulaklarını tıkadılar. Çünkü bu kitabın onları kendine çekeceğinden,
kalplerinin onun etkisine karşı direnemeyeceğinden korktular. Onu boykot
ettiler. Şu anlamda ki, onu inceleyip içerdiği gerçeği kavramaktan, onun
ışığında doğru yolu bulmaktan kaçındılar. Onu boykot ettiler. Yani onu
hayatlarının anayasası yapmadılar. Oysa Kur'an, bir hayat sistemi olmak
üzére geldi, amacı hayatı en doğru yola iletmekti. Okuyoruz:
"Peygamber `Ya Rabbi, soydaşlarım bu Kur'anı boykot
ettiler' dedi."
Hiç kuşkusuz yüce Allah, müşriklerin Kur'an'a karşı
takındıkları katı tutumu biliyor. Fakat Peygamberimiz, bunu bile bile yüce
Allah'a dert yanıyor, sığınıyor. Elinden gelen her şeyi yaptığına Allah'ı
şahit tutuyor. O elinden geleni yaptı, ama soydaşları bu Kur'an'a ne kulak
astılar ve ne de onun anlamı üzerinde kafa yordular.
Bunun üzerine yüce Allah, Peygamberimizi teselli
ediyor, ona gönlünü rahatlatacak sözler söylüyor. Şöyle ki, bu durum
kendisinden önceki bütün peygamberlerin de başına gelmiştir, ortada değişmez
bir yasa vardır. Her Peygamberin, kendilerine gelen doğru yol kılavuzluğunu
reddeden ve insanları Allah yolundan alıkoyan azılı düşmanları olmuştur.
Fakat yüce Allah, her zaman peygamberlerini zafer yoluna iletmiş, aşırı
günahkar düşmanları karşısında galip getirmiştir. Okuyoruz:
"Ey Muhammed, biz böylece bir peygamberin karşısına
azılı günahkar bir düşman çıkardık. Rabb'in senin için yeterli bir yol
gösterici ve yardım edicidir."
Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın her işinde engin bir
hikmet vardır. Neden derseniz, Peygamberlerin ve hak davaların karşılarına
düşmanların dikilmesi ve bu düşmanların onlara savaş açmaları davayı
pekiştirir, onun özüne yaraşan bir ciddiyet damgası ile damgalar. Dava
adamlarının yollarını kesmeye yeltenen azılı günahkarlarla savaşmaları gerçi
kendilerine sıkıntılar yükler ve savundukları davaya da sekte vurur. Fakat
bu savaş, gerçek dava ile sahte davaları biribirinden ayırır. Bu savaş,
davanın gerçek taraftarlarını ayıklayarak sahtekarları uzaklaştırır. Savaş
kızışınca davanın yanında sadece sağlam ve samimi müminler kalır. Bunlar
kısa vadeli ganimet peşinde fırsatçılar değillerdir. Tek amaçları
davalarının zaferidir, ve bu zaferin ardındaki asıl bekledikleri de yüce
Allah'ın hoşnutluğudur.
Eğer davalar kolay ve sıkıntısız olsalardı, hep gül
döşeli düz yollar boyunca ilerleselerdi, karşılarına düşmanlar ve muhalifler
dikilmeseydi, önlerine yalanlayıcılar ve inatçı karşıtlar çıkmasaydı, o
zaman herkesin dava adamı olması kolay olurdu, o takdirde gerçek dava ile
batıl davalar biribirine karışır, bunun sonucunda belirsizlik ve kargaşa
meydana gelirdi.
Fakat davaların karşısına düşmanların dikilmesi, bu
davaların zaferi uğruna savaşmayı kaçınılmaz kılar. O zaman da acılar ve
fedakarlıklar davaların yol azığı olurlar. Gerçek ciddi ve inanmış dava
adamlarından başka hiç kimseler böylesine zor günlerde savaşmazlar, mücadele
etmezler, acılara ve fedakarlıklara katlanmazlar. Böyle zor günlerin
dostları davalarını rahata,. şahsi çıkarlara, dünya hayatına ilişkin
amaçlara, hatta hayatın , kendisine tercih eden kimselerdir. Bu yiğit
müminler davalarının gerektirdiği durumlarda davaları uğruna can vermekten
bile çekinmezler. Bu acı savaşın sıkıntılarına ancak hamuru en pişkin
olanlar, imanı en güçlü olanlar, yüce Allah'ın vereceği ödüle en fazla göz
dikenler ve insanlar eli ile gelecek çıkarları en çok küçümseyenler
katlanabilirler.
Bu savaş kızıştıkça hak dava ile batıl davalar
biribirinden ayrılır, saflar berraklaşır, kimlerin güçlü, kimlerin zayıf
oldukları açığa çıkar. İşte o zaman hak dava, girdiği sınavı başarı ile
geride bırakan, inancının faturasını gözünü kırpmadan ödeyen kararlı
taraftarlarının omuzlarında yoluna devam eder. Bu kimseler zaferin
getireceği yükümlülükleri ve sorumlulukları üstleneceklerine güvenilebilecek
kimselerdir. Onlar bu zaferin pahalı faturasını ödeyerek onu kazanmışlar,
sadık ve fedakar kişiler olarak, zafere giden yolun en ağır çilelerine göğüs
germişlerdir. Geçirdikleri deneyler ve katlandıkları çileler, davalarını
dikenler ve kayalıklar arasından nasıl ilerleteceklerini kendilerine
öğretmiştir. Baskılar ve .korkular, tüm enerjilerini ve güçlerini
bilemiştir. Güç stokları artmış, bilgi birikimleri gelişmiştir. Bütün bu
avantajlar kıvançta ve tasada, sancağını ellerinde taşıdıkları davaları
hesabına hazine değerinde birer birikimdir.
Genellikle halk çoğunlukları, azılı günahkarlar
ile;dava adamları arasındaki savaşta tarafsız ve ilgisiz kalırlar. Fakat
dava adamlarının safında acılar ve fedakarlıklar birikimi kabardıkça, buna
rağmen dava adamları inançlarına bağlılıklarından hiç bir şey kaybetmeksizin
yollarına devam ettikçe o zamana kadar bu kavgayı uzaktan seyreden halk
yığınları şöyle demeye başlarlar: "Çektikleri bunca acılara, katlandıkları
bunca fedakarlıklara rağmen bu adamları davalarına bağlı tutan güç nedir?
Her halde savundukları dava feda ettikleri değerlerden daha üstün, daha
pahalı bir değer taşımaktadır. Böyle demeseler bile kafalarında buna yakın
düşünceler doğar. İşte o zaman bu seyirci yığınlar, bu davaya yönelirler.
Bağlılarının gözünde hayatın bütün amaçlarına, hatta hayatın kendisine karşı
baskın çıkan bu üstün değeri tanımaya, ne olduğunu anlamaya çalışırlar. İşte
o zaman kalabalıklar uzun bir seyircilik döneminden sonra akın akın bu inanç
sisteminin saflarına katılmaya koşarlar.
Bütün bu gerekçelerledir ki, yüce Allah her
peygamberin karşısına azılı günahkar bir düşmanın dikilmesine meydan
vermiştir, günahkarların hak davanın karşısına çıkmalarına izin vermiştir.
Çünkü o zaman hak davanın savunucuları, günahkarlarla savaşa tutuşacaklar,
başlarına ne gelirse gelsin yollarına devam edeceklerdir. Bu kavganın sonucu
çok önceden, planlanmıştır, bellidir, yüce Allah'a güvenenler bu sonucun ne
olduğu konusunda hiç bir zaman kuşkuya düşmezler. Bu eğri-doğru kavgasının
sonucu hakkı bulmak ve hak uğruna zafere ermektir.
Okuyoruz:
"Rabb'in senin için yeterli bir yol gösterici ve
yardım edicidir."
Öteyandan azılı günahkarın, peygamberlerin yolu
üzerine dikilmeleri son derece doğaldır. Çünkü hakka ilişkin çağrının gelişi
rastgele değildir, o tam zamanında ortaya çıkar, her hangi bir toplumda ya
da tüm insanlığın yaşayışında beliren bunalımı, kargaşayı gidermek için
meydana çıkar. Kalplerde, rejimlerde ve kurumlarda başgösteren yozlaşmayı
tedavi etmeyi amaçlar. Bu kargaşanın, bu yozlaşmanın, bu bunalımın arkasında
işte o azılı günahkarlar vardır. Onlar bu sosyal ve ruhi hastalıkları bir
yandan geliştirirler, öte yandan da koz olarak kullanırlar. Karakterleri bu
bozuk düzenden hoşlanır, ihtirasları kirli hava soluyarak yaşamayı sürdürür,
varlıklarını borçlu oldukları sahte değer yargıları böylesine bunalımlı
ortamlarda ancak ayakta durabilir.
Bu yüzden bu azılı günahkarların, Peygamberlerin
karşılarına dikilerek varlıklarını ve nefes alıp verebilmeleri için gerekli
olan bu pis havanın sürekliliğini savunmaları son derece doğaldır. Bilindiği
gibi bazı böcekler iç acıcı gül kokularından boğulurlar, ancak pislikler
içinde yaşayabilirler. Bazı kurtçuklar temiz akarsulara düşünce ölürler,
ancak bataklıklardaki pis su birikintileri içinde yaşayabilirler. İşte
günahkarlar da tıpkı böyledirler. İşte bundan dolayı bu azılı günahkarların
hak çağrısına düşman olmaları, onunla ölüm-kalım savaşına girişmeleri son
derece doğaldır. En sonunda hak davanın zafere ulaşması da en az o kadar
doğaldır. Çünkü bu dava hayatın doğal çizgisine paralel bir yol izliyor; bu
dava, yüce Allah ile ilişki kurduğu yüce ve aydınlık ufka yöneliktir ve
ancak o ufkun dolaylarında yüce Allah'ın kendisi için`belirlediği olgunluğa,
yetkinliğe erebilir. Tekrarlıyoruz:
"Rabb'in senin için yeterli bir yol gösterici ve
yardım edicidir."
Daha sonra bu azılı günahkarların Kur'an'ın
çağrısına karşı dile getirdikleri saçma görüşmelere değiniliyor ve bu
görüşlere cevap veriliyor. Okuyalım:
"Kafirler `Kur'an, Muhammed'e bir defada topluca
indirilseydi ya' dediler. Oysa biz senin moralini güçlendirmek, azmini
pekiştirmek için onu böylesine bölüm bölüm indirdik ve ağır ağır okuduk."
Bu Kur'an, yeni bir ümmet yetiştirmek, yeni bir
toplum oluşturmak ve yeni bir düzen kurmak için geldi. Eğitim ise önce
zamanı, sonra söz yolu ile meydana getirilecek etki ve tepkiyi, son olarak
bu sözel etki ve tepkiyi pratik hayata yansıtacak somut hareketleri
gerektiren bir süreçtir. İnsan psikolojisi, bir kitabı okumakla akşamdan
sabaha şipşak değişmez. Bu kitap istediği kadar mükemmel, geniş kapsamlı ve
yeni bir sistem içermiş olsun. İnsandan beklenebilecek reaksiyon günden güne
bu yeni sistemin belli bir tarafının etkisi altına girmek, adım adım onun
merdiveninin basamaklarını çıkmak, önerdiği yükümlülükleri üstlenmeye aşama
aşama alışmaktadır. Bu takdirde insan yeni sistemden ürküp kaçmaz. Bu
sistemin bir porsiyonunu yiyip besinini aldığı her gün, ertesi gününün
porsiyonunu yiyip beslenmesini geliştirmeye daha hazırlıklı hale gelir,
böylece gün geçtikçe onu iştahı daha çok çeker, lezzetini damağında daha
kuvvetli olarak hisseder. Buna karşılık eğer yeni sistem, bir anda insanın
omuzlarına yüklenirse bu yük ona ağır, taşınmaz ve katlanılmaz gelir.
Kur'an-ı Kerim, hayatın her alamı kapsayan eksiksiz
yöntemleri ve uygulama programları getirdi. Bunun yanısıra insan fıtratı ile
uyumlu ve bu insanın yaratıcısının bilgisine dayanan eğitim programları,
uygulama yöntemleri de getirdi. Bu yüzden bu kitap müslüman toplumun somut
ve canlı ihtiyaçlarına cevap vermek üzere geldi, o toplumun doğuşuna ve
gelişmesine ayak uydurdu; bu ilahi eğitim sisteminin ışığı altında ilerleyen
bu toplumun günden güne gelişen yeteneklerine paralel bir iniş çizgisi
izledi.
Başka bir deyimle Kur'an bir eğitim programı, bir
pratik hayat sistemi olmak üzere geldi. Yoksa sırf entellektüel bir haz
duymak, sırf bilgi edinmek için okunan bir kültür eseri olmak için gelmedi.
O harfi harfine, kelimesi kelimesine, bütün hükümleri ile uygulanmak üzere
geldi. Ayetleri "gündelik emirler listesi" olmak üzere geldi. Müslümanlar bu
emirleri anında, sıcağı sıcağına alarak hemen gereklerini yerine
getireceklerdi. Tıpkı bir askerin karargahında, ya da savaş alanında aldığı
gündelik "savaş direktifleri" gibi. Üstelik müslüman bu emirleri içine
sindirecek, onları kavrayacak ve uygulamaya can atacak, onların içeriği
uyarınca yeniden yapılanacak kişiliğin de onların damgasını taşıyacaktır.
Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, her konuya ilişkin
ayrıntılı açıklamalarla inmiştir. Yöntemine ilişkin öncelikli, ilk
açıklaması Peygamberimizin kalbine yöneliktir, O'nu çetin yolculuğu boyunca
desteklemeyi, bu yolculuğun her aşamasını bölüm bölüm, hüküm hüküm onunla
birlikte aşmayı amaçlar. Okuyoruz:
"Oysa biz senin moralini güçlendirmek ve azmini
pekiştirmek için onu böylesine bölüm bölüm indirdik ve ağır ağır okuduk."
Buradaki "ağır ağır okuma"nın anlamı, yüce Allah'ın
hikmeti, insanların kalplerinin ihtiyaçlarına ve kabul etmeye dönük
yeteneklerine ilişkin bilgisi uyarınca izlenen sürekli ve aşamalı iniş
sürecidir.
Kur'an-ı Kerim, bu yöntemi sayesinde insan vicdanını
değiştirme alanında olağanüstü başarılar kazanmıştır. Kur'anın mesajını
parça parça, fakat sürekli akan bir suyu yudumlar gibi algılayan vicdanlar
günden güne artan bir ivme ile ondan etkilenmişler; aşama aşama onun
damgasını kişiliklerine basmışlardır.
Fakat zamanla müslümanlar Kur'anın bu pratiğe dönük,
aşamalı eğitim yöntemini gözardı etmişlerdir. Bu kutsal kitabı sırf bir
kültür geliştirme kaynağı, ya da yanık seslerle okunan bir "ibadet rehberi"
saymaya yönelmişlerdir. Onu bir eğitim programı, kişiliği değiştirip
biçimlendirme kılavuzu, eyleme ve uygulamaya yön verecek bir hayat sistemi
olarak kabul etme bilincinden uzaklaşmışlardır. Bu yanılgıya düşünce artık
Kur'an'dan yararlanamaz olmuşlardır. Çünkü bu kutsal kitabın her şeyi bilen
ve her şeyden Haberdar olan yüce Allah tarafından belirlenen yönteminden
sapmışlardır.
Okuduğumuz ayetlerin akışında Peygamberimize moral
verilmeye, gönlüne güven duygusu aşılanmaya devam ediliyor. Müşrikler önüne
ne zaman yeni bir tartışma kapısı açarlarsa, ne zaman karşısına yeni bir
itirazla dikilirlerse en susturucu delille destekleneceği, karşısındakilerin
sözde önerilerinin çürütüleceği belirtiliyor. Okuyalım:
"Müşrikler ne zaman karşısına saçma bir itirazla
çıkarlarsa biz sana gerçeği ve en susturucu açıklamayı sunarız."
Müşrikler, tartışmalarında batıl, çürük delillere
dayanırlar. Oysa yüce Allah, onların batıl, eğri delillerine gerçek deliller
ile karşılık verir ve onların saçma önerilerine öldürücü darbe indirir.
Kur'an-ı Kerim'in asıl amacı gerçeği açıklığa kavuşturmaktır, yoksa sırf
tartışmayı kazanmak, eğrilik yanlılarını yenilgiye uğratmak değildir. Çünkü
gerçek, özü itibarı ile güçlüdür, belirgindir, batıldan ayırd edilmesi 'zor
değildir.
Yüce Allah, Peygamberimize, soydaşları ile arasında
çıkacak her tartışmada yardım edeceğini vadediyor. Çünkü o hakkı savunuyor
ve yüce Allah, kendisini batılın tozunu dumana katan hakla destekliyor. Buna
göre müşriklerin tartışmalar, yüce Allah'ın yetkin delilleri karşısında hiç
ayakta durabilir mi? Onların batıl davaları, yüce Allah tarafından indirilen
hakkın ezici gücü önünde dayanabilir mi?
Bu gezinti müşriklere ilişkin başka bir Kıyamet
sahnesi ile noktalanıyor. Bu sahnede müşrikler yüzüstü süründürülerek
cehenneme sevkedilirler. Bu ceza, onların hakka karşı baş kaldırmalarına,
sonuçsuz tartışmalarında tersine çevrilmiş kriterler ve mantık önermeleri
kullanmalarına uygun düşen bir karşılıktır. Okuyoruz:
"O yüzüstü süründürülerek cehenneme atılacak olanlar
var ya, en kötü yer onların yeri ve en sapık yol onların yoludur."
"Yüzüstü süründürülme" eyleminde aşağılanmak,
horlanmak, hakarete uğratılmak ve tersine çevrilmek vardır. Bu uygulama,
müşriklerin böbürlenmelerinin, büyüklük taslamalarının ve gerçeğe sırt
çevirmelerinin karşılığıdır. Yüce Allah, bu sahneyi Peygamberimizin gözleri
önüne sermekle kendisini müşriklerden çektiği sıkıntılar karşısında teselli
ediyor. Ayni sahneyi müşriklerin gözleri önüne sermenin âmacı ise onları acı
gelecekleri konusunda uyarmaktır. Bu sahnenin sırf gözler önüne serilişi
bile onların kof gururunu sarsıcı, inatlarını kırıcı ve tüylerini ürpertici
bir niteliğe sahiptir. Gerçekten bu korkutucu uyarılar onları bir süre için
yıldırıyor. Fakat bir süre sonra bu sarsıntının etkisinden sıyrılarak
toparlanıyorlar ve eski inatçı tutumlarını devam ettiriyorlardı.
Sonra surenin akışı onları Allah'ın ayetlerini
yalanlayan geçmiş milletlerin harap olmuş yurtlarında bir gezintiye
çıkarıyor:
35- Andolsun ki, biz
Musa'ya Kitabı (Tevratı) gönderdik ve kardeşi Harun'u` dâ yanına yardımcı
olarak verdik.
36- Onlara
"Ayetlerimizi yalanlayan soydaşlarının uyarmaya gidin" dedik. Sonra o
toplumu kökten yokettik.
37- Nuh'un
soydaşlarını da yokettik. Onlar peygamberlerini yalanlayınca kendilerini
suda boğduk, böylece onları diğer insanların ibret alacakları acı bir örneğe
dönüştürdük ve zalimler için acıklı bir azap hazırladık.
38- Adoğullârını,
Semudoğullarını, kuyunun yuttuklarını ve bunlar arasındaki dönemlerde
yaşamış bir çok kuşakları da yokettik.
39- Hepsine bir çok
uyarıcı örnekler gösterdik. Sonra da hepsini kökten yokettik.
40- Ey Muhammed,
senin hemşehrilerin, bela yağmuruna tutulmuş olan o kente uğradılar. Acaba
orayı görmüyorlar mıydı? Hayır, aslında onlar yeniden dirileceklerini
beklemiyorlardı.
Bunlar, Allah'ın ayetlerini yalanlayanların
akıbetini bir film şeridi gibi kısa sürede gözler önüne seren örneklerdir.
Örneğin Hz. Musa, kendisine kitap veriliyor ve
onunla birlikte kardeşi Harun da bir vezir, bir yardımcı olarak
gönderiliyor. "Ayetlerimizi yalanlayan soydaşlarınıza" karşı çıkmakla
görevlendiriliyor. Öte yandan Firavun ve kurmayları, Allah'ın ayetlerini
yalanlıyorlardı. Musa ve Harun'un kendilerine peygamber olarak
gönderilmelerinden önce de tavırları buydu, çünkü Allah'ın ayetleri her
zaman ortadadır. Peygamberler bu ayetleri sadece gafillere hatırlatır.
Konunun akışı içinde ikinci ayet daha bitmeden onların akıbetleri kısaca
fakat sert bir ,ifadeyle canlandırılıyor: "Sonra o toplumu kökten yokettik."
Şunlar da Nuh peygamberin kavmi: "Peygamberleri
yalanlayınca kendilerini suda boğduk." Halbuki onlar sadece Nuh peygamberi
yalanlamışlardı. Ama Nuh peygamber -selam üzerine olsun- onlara hep
peygamberin kendi kavmine sunduğu değişmez ve tek inanç sistemini
getirmiştir. Bu yüzden Nuh peygamberi yalanladıkları zaman, bütün
peygamberleri yalanlamış oldular: "Böylece onları diğer insanların ibret
alacakları acı bir örneğe dönüştürdük." Örneğin; Nuh kavminin yaşadığı Tufan
olayı, üzerinden bunca zaman geçmiş olmasına rağmen unutulmamıştır. Düşünen,
düşündüğünden yararlı sonuç çıkaran bir kalbe sahip olan herkes, bu olaya
baktığında mutlaka ondan ibret alır. "Ve zalimler için acıklı bir azap
hazırladık." Bu azap hazırdır, bir daha yeniden hazırlama gereği duyulmaz.
Burada zalim yerine "zalimler" kelimesi ön plana çıkıyor. Amaç onların bu
niteliklerini vurgulamak; azaba çarptırılmalarının sebebini açıklamaktır.
Mesela Ad ile Semud kavimleri, Eshab-ı Ress (Kör kuyu, yani duvarları
örülmemiş kuyu. Burada sözü edilenlerin Yemame kasabasında yaşadıkları ve
kendilerine gönderilen peygamberi öldürdükleri söylenmiştir. İbni Cerir
bunların Buruc Suresinde sözü edilen ve aralarındaki mü'minleri ateşe atarak
yakan Ashab-ı Uhdud oldukları görüşünü benimsemiştir.) ve bir de bu arada
geçen yüzyıllar. Bütün bu toplumlar kendilerine birçok örnekler gösterilmiş
olmasına rağmen bu acıklı akıbeti hakketmişlerdi. Çünkü söylenenleri
düşünmemiş, yokolmaktan, yerle bir edilmekten korkmamışlardı.
Hz. Musa ve Nuh kavimlerinden, Ad, Semud ve Ashab-ı
Ress toplumlarından ve bunlar arasındaki dönemlerden, bir de bela yağmuruna
tutulan toplumdan -Lut kavmi- sunulan örneklerin hepsi aynı noktada
birleşmektedir. Bunların tümü aynı hayat tarzını sürdürüyor ve değişmeyen
aynı akıbete uğruyorlar. "Hepsine birçok uyarıcı örnekler gösterdik" öğüt
alsınlar, ibret dersi çıkarsınlar diye. "Sonra da hepsini kökten yokettïk."
Allah'ın peygamberlerini ve bu peygamberlerin sundukları ayetleri
yalanlamanın sonu, yerle bir edilmedir, un ufak olmadır, yok edilmedir.
Ayetlerin akışının bu örnekleri sunarken böylesine hızlı bir üslubu seçmesi,
o toplumların etkileyici akıbetlerini bir an önce gözler önünde canlandırma
amacına yöneliktir. Bu örneklerin sonunda ise, Lut kavminin azaba uğramış,
harap olmuş yurtlan örnek veriliyor. Kureyşliler yaz mevsiminde Şam'a
yaptıkları ticaret amaçlı yolculuklarında Sodom şehrinin kalıntıları
arasında, bu toplumun uğradığı akıbeti olanca dehşetiyle görüyorlardı. Yüce
Allah lavlardan ve taşlardan oluşan volkanik bir yağmurla onları yoketmiş,
yurtlarını yerle bir etmişti. Ardından ayet, Kureyşlilerin olaylardan ders
almadığını, olaylardan etkilenmediğini, çünkü onların ölümden sonra
dirilişin gerçekleşebileceğini beklemediklerini, Allah'ın huzuruna
çıkacaklarını ummadıklarını vurguluyor. Hiç şüphesiz bu, kalplerin
katılaşmasına, canlılığını yitirip normal işlevini yerine getiremez hale
gelmesine neden olmuştur. İşte, olumsuz davranışlarının, kendilerine sunulan
mesajdan yüz çevirmelerinin, Kur'an ve Hz. Peygamberi -salat ve selam
üzerine olsun- alaya almalarının asıl kaynağı budur.
Bu hızlı sunuştan sonra, müşriklesin peygamberimizi
-salat ve selam üzerine olsun- alaya almalarından söz ediliyor. Bundan önce
de Rablerine dil uzatmaları, Kur'anın indiriliş şekline karşı çıkışları
anlatılmıştı. Bir de kendilerinin kıyamet gününde toplanmaları esnasında
oluşturdukları dehşet verici sahneler ve kendileri gibi Allah'ın
peygamberlerini yalanlayan toplumların bu dünyada haràp olmuş, azaba uğramış
yurtları sunulmuştu. Bütün bunlar, müşriklerin peygamberimizi alaya
almaları, ona karşı küstahça bir tutum sergilemeleri anlatılmadan önce,
peygamberimizin -salat ve selam üzerine olsun- gönlünü hoş tutma amacı ile
yer alıyorlar. Bunun ardından müşriklere yönelik tehdit, horlama ve
hayvanlardan daha aşağı bir düzeye indirme anlamlarını içeren bir
değerlendirme yapılıyor.
41- Onlar seni her
gördüklerinde "Allah, bu adamı mı peygamber olarak göndérdi?" diye mutlaka
alaya alırlar.
42- "Eğer biz
ilahlarımıza ısrarla bağlılığımızı sürdürmeseydik, az kalsın bu adam bizi
onlardan vazgeçirecekti"derler. Yakında azabımızı gördüklerinde kimin
yolunun sapık olduğunu öğreneceklerdir.
43-İhtiraslarını
ilah edinen kimseyi görüyor musun? Onu doğru yola iletme sorumluluğunu sen
mi üstleneceksin?
44- Yoksa sen
onların çoğunun kulaklarının işittiğini ve düşünebildiklerini mi sanıyorsun?
Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan bile daha sapık yoldadırlar.
Hz. Muhammed -salat ve selam üzerine olsun-
peygamberlikte görevlendirilmeden önce toplum içinde bilinen ve tanınan bir
kişiydi. Mensup olduğu aileden dolayı toplum içinde saygın bir yere sahipti.
Haşimoğulları arasında saygınlığın zirvesindeydi. Bilindiği gibi
Haşimoğulları da Kureyş kabilesinin en saygın koluydu. Yine peygamberimiz,
-salat ve selam üzerine olsun- sahip olduğu ahlak açısından da toplumda
saygın bir yere sahipti. Aralàrında ona "güvenilir kişi" anlamında "el-Emin"
adını vermişlerdi. Peygamber olarak görevlendirilmeden çok önce Hacer'ul
Esved'in Ka'be'deki yerine yerleştirilmesi sorununda hakemlik görevini
yapmıştı. Aynı şekilde, birgün Safa tepesine çıkıp onları çağırdığında ve
"şu dağın arkasında harekete geçmek üzere bir süvari ordusunun beklediğini
haber versem inanır mısınız?" diye sorduğunda "Evet inanırız, çünkü sen
bizim aramızda hiçbir zaman yàlan söylemekle suçlanmış biri değilsin"
demişlerdi.
Ama ne zamanki peygamber olarak görevlendirildi,
onlara bu yüce Kur'anı getirdi, o zaman tavırlarını değiştirerek, onu alaya
almaya ve "Allah bu adamı mı peygamber olarak gönderdi?" demeye başladılar.
Küçük düşürücü, alaycı ve çirkin bir sözdür bu. Acaba bu tutumları, onun
saygın şahsının ve getirdiği kitabın küçümsemeyi hakettiğine inandıklarından
mı kaynaklanıyordu? Kesinlikle hayır. Bu tutumları, peygamberimizin etkili
kişiliğinin ve Kur'anın karşı konulmaz etkisini azaltmak amacı ile önde
gelen Kureyşlilerin hazırladığı iğrenç bir planın uzantısıydı. Sosyal
kurumlarını, ekonomik yapılanmalarını tehdit eden ve onları bu kurum ve
yapıların temeli olan inanç sistemlerindeki asılsız hurafe ve efsanelerden
uzaklaştırmaya çalışan bu yeni davet hareketine karşı, direnme amacı ile
başvurdukları yöntemlerden biriydi.
Bu yüzden kendilerini her yönüyle tehdit eden bu
yeni davete karşı, sağlam ve sonuç alıcı stratejiler belirlemek amacıyla
konferanslar, toplantılar düzenlerlerdi. İşte bu toplantılarda, kendilerinin
de yalan olduğundan kuşku duymadıkları, bu tür yöntemlere başvurmayı
kararlaştırırlardı.
İbn-i İshak diyor ki; En yaşlıları olan Velid b.
Mugir'e Kureyş kabilesinin önde gelenleri ile durum değerlendirmesi yapmak
üzere bir toplantı düzenlemişti. Hac mevsimi de yaklaşmıştı. Toplantıda
Velid b. Mugire böyle demişti: "Ey Kureyşliler! İşte hac mevsimi de
yaklaştı. Araplar akın akın gelecekler. Bu arada (peygamberimizi kastederek)
arkadaşınızın da durumdan haberdar olacaklar. Bu yüzden onun hakkında ortak
bir görüş benimseyin. Onun hakkında birbirinizi yalanlar türden birbirinizin
sözlerini çürütecek şekilde çelişik görüşler ileri sürmeyin." Şu halde ey
Ebu Abduşşems! Sen bir görüş belirle, onu söyleyelim" dediler. Velid "Hayır
siz söyleyin, ben dinleyeyim" dedi. "O bir kahindir diyelim" dediler. Velid
"Hayır vallahi o bir kahin değil. Biz kahinleri gördük. Onun söyledikleri
kahinlerin mırıldamalarına, oluşturdukları ses uyumlarına benzemiyor" dedi.
"Şu halde delidir diyelim" dediler. Velid "O. deli değildir. Delileri,
cinnler tarafından çarpılmış mecnunları gördük, onları tanıdık. Delilerin
boğulmalarına, çırpınmalarına, vesveselerine benzer bir davranışı yok" dedi.
Öyleyse "Şairdir diyelim" dediler. "Hayır o şair değildir. Çünkü biz şiiri
biliriz. Recezini, Hezecini, Karidini, Makbudunu, Mebsutunut (Şiirde Aruz
vezninin kalıpları.) kısacası şiirin her türünü tanırız. Onun söyledikleri,
şiirin hiçbir-çeşidine benzemiyor" dedi. "Şu halde sihirbazdır diyelim"
dediler. Velid "Hayır O sihirbaz değildir. Sihirbazları ve yaptıkları sihri
gördük. Onun sözleri sihirbazların üfürüklerine, düğümlerine benzemiyor"
dedi. Peki ne önerirsin, ya Ebu Abduşşems? dediler. "Allah'a andolsun ki,
onun sözlerinde bir parlaklık vardır. Gövdesi sağlamdır, dalları ise, olgun
meyveler taşıyor. Bu yüzden onun hakkında ne söylerseniz söyleyin, çok
geçmeden bu dediklerimizin doğru olmadığı ortaya çıkacaktır. Dolayisiyle
onun hakkında en uygunu sihirbazdır demektir. Büyüleyici sözler söylediğini,
bununla baba ile oğulu, kardeşle kardeşi, karı ile kocayı, kişiyle aşiretini
birbirinden ayırdığını söylemektir" dedi. Bu öneriyi kabul ederek
dağıldılar. Gidip hac için Mekke'ye gelenlerin yollarına oturdular. Teker
teker herkesi peygamberimize karşı uyardılar, O'nun durumunu anlattılar.
Peygamberimiz aleyhinde müşriklerin kurduğu bu
komplo, ona karşı giriştikleri mücadelede izlemek üzere benimsedikleri bu
strateji, Mekke toplumunun peygamber efendimiz karşısında çaresiz bir duruma
düştüklerini gözler önüne serdiği gibi, onların bu arada peygamberimizin
sunduğu mesajın gerçek olduğunu bildiklerini de ortaya koyuyor. Dolayisiyle
Hz. peygamberi alaya almaları, küçümseyen, çekemeyen, tuhaf bulan bir
tutumla "Allah bu adamımı peygamber olarak gönderdi?" demeleri, aralarında
uygulamak üzere kararlaştırdıkları stratejinin bir parçasıydı. Yoksa bu
tutumları, içlerinde yereden gerçek bir bilinçten kaynaklanmıyordu. Amaçları
bu yöntemle halk kitlelerinin gözünde peygamberimizin değerini düşürmekti.
Kureyş seçkinleri halk kitlelerinin inancının, kendi dini kontrolleri ve
tasarrufları altında kalmalarına özen gösteriyorlardı. Ancak bu tasarruf
yetkisinin gölgesinde sosyal kurumlarını, ekonomik sistemlerini
koruyabilirlerdi. Kureyş seçkinlerinin bu tutumu, her zaman ve her yerdeki
hak davalarına ve davetçilerine düşman olanların sergilediği tutumun
aynısıdır.
Görünürde onu alaya almalarına, küçümsemelerine
rağmen, sarfettikleri sözler onların peygamberimizin kişiliğinden, ortaya
koyduğu delilden ve kendilerine sunduğu Kur'andan etkilenmiş olduklarını
gösteriyor. Nitekim şöyle demişlerdi:
"Eğer biz ilahlarımıza ısrarla bağlılığımızı
sürdürmeseydik az kalsın bu adam bizi onlardan vazgeçirecekti!"
Kendi itirafları ile de anlaşılıyor ki,
peygamberimizin -salat ve selam üzerine olsun- daveti karşısında kalpleri
sarsılmıştı. Şayet onun sunduğu mesajın etkisine karşı direnmeyip,
ilahlarına bağlılıkta ısrar etmeselermiş, dinlerini korumaya, dolayısıyle
sosyal statülerini ve ekonomik ayrıcalıklarını korumaya yönelik aşırı
hırslarına rağmen neredeyse düzmece ilahlarını ve bu ilahlara sundukları
kulluk görevlerini bir yana bırakacaklarmış. Sabır, ancak güçlü bir cazibeye
karşı aynı çetin bir direnme durumunda söz konusu olur. Onlar doğru yolu
bulmayı, hidayete ermeyi gerçekleri yanlış değerlendirdikleri, değerleri
kötü belirledikleri için sapma şeklinde nitelendiriyorlar. Ne var ki, anlar,
düzmece ilahlarına körü körüne bağlanmakta ısrar ettikleri, gerçeklere karşı
inatçı bir tutum sergiledikleri için peygamber efendimizin kişiliğini ve
davasını küçümser görünüyorlar. Ancak buna rağmen, Hz. Peygamberin, -salat
ve selam üzerine olsun- davası, kişiliği ve sunduğu Kur'an karşısında
kalplerinin geçirdiği sarsıntıyı gizlemiyorlar. Bu yüzden bekletilmeden kısa
ve ürkütücü bir tehditle karşı karşıya bırakılıyorlar:
"Yakında azabımızı gördüklerinde kimin yolunun sapık
olduğunu öğreneceklerdir."
Kendilerine sunulan Kur'anın, doğru yolu mu yoksa
sapık yolu mu gösterdiğini öğrenirler. Ne yazık ki, bu gerçeği öğrenmenin
yarar sağlamadığı bir sırada, azapla yüz yüze geldikleri zam an, öğrenirler.
Bu azabı, Bedir savaşında olduğu gibi bu dünyada görmeleri veya hesaplaşma
gününde tadacakları gibi ahirette görmeleri arasında onlar 'açısından bir
fark yoktur.
Bu noktada hitâp peygamber efendimize -salat ve
selam üzerine olsun- yöneltiliyor. Müşriklerin inatçılıklarına,
serkeşliklerine ve kendisini alaya almalarına karşı O'na destek veriliyor,
moral empoze ediliyor. Çünkü O, davasını sunarken bir kusur işlememiştir.
Onları ikna etmek amacı ile bir takım deliller sunarken hata etmemiştir.
Onların kendisine dil uzatmalarını haklı kılacak, hiçbir kusuru olmamıştır.
Tam tersine sorun onlardan kaynaklanıyor. Çünkü onlar kişisel arzularını
ilah edinip ona ibadet ediyorlar. Herhangi bir belgeye, bir kanıta başvurma
gereğini bile duymuyorlar. Kişisel arzusunu putlaştırıp ona ibadet eden
birine, Hz. peygamber ne yapabilir ki?
"İhtiraslarını ilah edinen kimseyi görüyor musun?
Ona doğru yolâ iletme sorumluluğunu sen mi üstleneceksin?"
Bu son derece ilginç bir ifadedir. Bütün değişmez
ölçüleri, bilinen kriterleri, yerleşmiş ölçüleri çiğneyen, bir kimsenin dışa
vurmuş ruhsal durumunu çok derin bir örnekle gözler önüne seriyor. Bu adam
bütünüyle arzusuna boyun eğiyor, ihtirasların tutsağı oluyor, kendi şahsına
ibadet ediyor. Bir ilah haline getirip ibadet ettiği, boyun eğdiği azgın
ihtirası ile çatışıyorsa, hiçbir ölçüye uymuyor, hiçbir sınır tanımıyor,
hiçbir mantık kuralını dinlemiyordur.
Yüce Allah bu tip insanların durumu ile ilgili
olarak kuluna -peygamberimize son derece yumuşak bir uslupla sevgiyle ve
şefkatle hitap ediyor: "Görüyor musun?" Hiçbir mantığa uymayan, hiç bir
kanıta dayanmayan ve gerçeğe değer vermeyén bu prototipi, ibret verici ve
ifade etme bakımından çarpıcı bir tabloda canlandırılıyor. Amaç bu tip bir
insanın doğru yolu bulmamasından dolayı peygamberimizin duyduğu üzüntüyü
giderip gönlünü hoş tutmaktır. Çünkü böyle biri doğru yolu bulamaz, hidayete
eremez. Bu yüzden peygamberin onun durumu ile ilgilenmesi, onunla uğraşması
uygun değildir:
"Onu doğru yola iletme sorumluluğunu sen mi
üstleneceksin?"
Ardından ayetlerin akışı, arzularına kulluk eden,
şehvetlerinin buyruğuna giren, kişiliklerine, istek ve ihtiraslarına ibadet
ettikleri için delilleri ve gerçekleri reddeden, bu tipleri horlamak amacı
ile bir adım daha atıyor. Burada onları işitemeyen ve düşünemeyen
hayvanlarla aynı düzeyde değerlendiriyor. Ardından son adımı da atıyor ve
onları hayvanlık düzeyinden alıp daha alçak, daha aşağılık bir düzeye
yuvarlıyor:
"Yoksa sen onların kulaklarının işittiğini ve
düşünebildiklerini mi sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta
hayvanlardan bile daha sapık yoldadırlar."
İfadeye kesinlikten sakınan ve insaflı bir hava
egemendir: Çünkü "onların çoğu" deniyor ve suçlama hepsini kapsayacak
şekilde genelleştirilmiyor. Çünkü aralarında azınlık durumunda olan bir grup
doğru yola girmeye eğilim gösteriyor, gerçek karşısında durup düşünüyor.
Ancak, kişisel-arzusunu buyruğuna itaat edilen bir ilah haline getiren,
akılları hayrete düşüren kanıtlardan habersiz olan çoğunluk ise hayvanlar
gibidir. Çünkü, düşünme, kavrama ve bunun sonucunda bilinçli olarak tavır
takınma yeteneğine sahip olmaktan, ikna edici belge ve delil karşısında
durup kabul edebilmekten başka, insanı hayvandan ayıran hiçbir özellik
yoktur. Daha doğrusu insan, bu özelliklerinden yoksun olduğu zaman
kesinlikle hayvandan daha aşağı bir düzeye iner. Çünkü hayvan yüce Allah'ın
kendisine bahşettiği içgüdü yeteneği ile yolunu bulur ve görevini eksiksiz
olarak, doğru bir şekilde yerine getirir. Ama insan yüce Allah'ın kendisine
bahşettiği bu özellikleri bir kenara bırakıyor ve düşünme yetisini
kaybederek hayvandan bile daha aşağı bir düzeye düşüyor.
"Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan bile
daha sapık yoldadırlar."
Böylece müşriklerin peygamberimizi -salat ve selam
üzerine olsun- alaya almaları üzerine, alaycıları çok sert, küçümseyici ve
önemsemez bir uslupla insanlık sınırının dışına çıkaran, bu değerlendirme
yapılıyor.
Böylece surenin ikinci bölümü de sona eriyor.
Bu bölümde, evrensel sahnelerde ve evrenin uçsuz
bucaksız alanlarında bir gezinti başlatmak için müşriklerin sözleri ve
peygamber efendimizle -salat ve selam üzerine olsun- giriştikleri
tartışmalar bir kenara bırakılıyor; peygamber efendimizin kalbi bu
olağanüstü evrensel sahnelere yöneltiliyor, duyguları oraya bağlanıyor. Bu
bağlılık için, müşriklerin neden olduğu küçük sıkıntıları aklından çıkarması
ve kalbini bu uçsuz bucaksız, engin ufuklara açması yeterlidir. Bu ufukların
görkemi karşısında komplocuların tuzakları, mücrimlerin düşmanlıkları çok
küçük kalır, önemsizleşir.
Kur'an-ı Kerim kalpleri ve akılları sürekli bu
evrensel sahnelere yöneltir; bu göz kamaştırıcı manzaralar ile akıllar ve
kalpler arasında bir bağ kurar. Duygularını, taze ve açık bir bilinçle bu
olağanüstülükleri duyumsayabilmesi için onları sürekli uyanık tutar. Böylece
evrende yankılanan sesleri ve yansıyan ışınları algılar; onlardan etkilenir,
olumlu tepki gösterir. Her bir zerresine yerleştirilmiş her yönüne
serpiştirilmiş ve tüm ayrıntıları adeta bir sayfa gibi sergilenmiş
olağanüstü ayetleri, mucizeleri algılamak üzere, evren boyutunda yolculuğa
çıkar. Evrende, herşeyi planlayan yüce yaratıcının elini görür. Gözün
görebildiği, duyularının algıladığı ve kulağının duyduğu herşeyde bu elin
izlerini farkeder. Bütün bunları, düşünüp faydalı sonuçlar çıkarmak için bir
araç olarak kullanır. Yüce Allah'ın sanatı ile bağlantı kurarak yüce Allah'a
ulaşır.
İnsan, bu evrende gözü ve kalbi açık, duygu ve ruhu
uyanık, düşünce ve fikri Allah'a bağlı olarak yaşadığı zaman hayatı,
yeryüzünün değersiz ideallerinin üstüne çıkar. Böylece dünya görüşü daha bir
berraklaşır ve hayat düzeyide yükselir. Her saniye evrenin, ufukların
sınırladığı yerküreden çok daha engin olduğunu, gördüğü herşeyin değişmez
tek bir iradeden kaynàklandığını, tek bir yasaya bağlı olduğunu, tek bir
yaratıcıya yöneldiğini, kendisinin de yüce Allah'a bağlı birçok yaratıktan
biri olduğunu, elinin dokunduğu herşeyde Allah'ın yaratıcılığının olduğunu
hisseder.
Bir takva duygusu, bir yakınlık duygusu, bir güven
duygusu, onun duygu dünyasında birbirine karışır; ruhunu kuşatır; dünyasını
imar eder Allah'la buluşana kadar, bu gezegende çıktığı yolculuğunda
şeffaflıktan sevgi ve güvenden bir damga vurur dünyasına. Ve insan dünya
gezegeninde çıktığı bu yolculuğun yüce Allah'ın sanatının eseri bir şenlik
havası içinde, yüce yaratıcının güzel ve uyumlu bir tarzda hazırladığı
sofrada tamamlar.
Bu derste surenin akışı, Allah'ın elinin gayet kolay
ve planlı bir şekilde uzatıp kısalttığı latif gölge sahnesinden, gece
sahnesine; gecedeki uyku ve dinlenmeye, daha sonra gündüz sahnesine;
gündüzün yaşanan hareketlilik ve canlılığına geçiyor. Oradan rahmetin ve
ölülere hayat veren suyun müjdecisi olan rüzgarların sahnesine geçiyor.
Peşinden biri tatlı, diğeri acı iki denizin sahnesine geçiyor, denizlerin
arasında bir engel var ve fakat suları birbirïne karışmıyor. Daha sonra ise
gökten inen suyun sunulduğu sahneden, meni suyuna geçiyor. Bir de bakıyoruz
ki, bu meni hayat sürdüren bir insana dönüşüvermiş. Oradan göklerin ve yerin
altı gün içinde yaratıldığı sahneye geçiyor. Sonra da göklerdeki yıldız
kümelerinin; yörüngelerin, oradaki ışık saçan cisimlerin, aydınlatıcı ayın
gösterildiği sahneye geçiyor. Oradan ise ilk yaratılıştan bu yana hep
birbirlerini izleyen gece ve gündüz sahnesine geçiyor.
Çeşitli mesajlar içeren bu sahnelerin gösterimi
sırasında, kalp uyandırılıyor ve akla, yüce Allah'ın sanatını gereği gibi
düşünmesi uyarısında bulunuyor. Onun gücü ve planlayıcılığı hatırlatılıyor.
Bu arada müşriklerin Allah'a ortak koşmalarının kendilerine bir yarar veya
zarar dokunduramayan sahte ilahlara ibadet etmelerinin tuhaflığı gözler
önüne seriliyor. Onların gerçek Rablerini bilmeyişleri, ona dil uzatmaları,
kafirlik, inatçılık ve nankörlük gösterileri sergileniyor. Allah'ın
ayetlerinden ve Allah'ın yarattığı evrensel sahnelerden sunulan bu sergi
arasında müşriklerin bu davranışları çok tuhaf, çok anlamsız ve şaşılmaya
değer olarak beliriyor.
Şu halde yaratan, yoktan vareden ve şekil veren yüce
Allah'ın bizi davet ettiği hayat boyu süren şenlikten anlar yaşayalım.
45- Rabbinin gölgeyi
nasıl uzattığını görmüyor musun? Eğer dileseydi onu hareketsiz kılardı.
Sonra da güneşi onun belirleyici göstergesi yaptık.
46- Sonra onu yavaş
yavaş kısaltarak kendimize çektik.
Koyu ve latif bir gölgenin yeraldığı sahne, yorgun
ve bitkin kimseleri rahatlatır, dinlendirir; onlara güven verir. Sanki bu
gölge, yatıştıran, teselli eden bir rahmet eli gibi ruhlara ve bedenlere
rahmet estirir, acıları ve elemleri dindirir, yorgun ve bitkin kalbi
sakinleştirir, ona huzur verir. Acaba yüce Allah, karşılaştığı bunca alay ve
küçümsemeden sonra kulunu -peygamberimizi-gölge sahnesine yöneltirken, bunu
mu hedefliyordu? Henüz eziyetlere, saldırılara ve alaya almalara karşılık
vermeye izin verilmemişken, Mekke'de mü'min bir azınlığa karşılık kendisine
karşı direnen, aleyhinde komplolar kuran, büyüklük taslayan, kafirliğini
sürdüren müşrik bir çoğunluk içinde giriştiği bu zorlu savaşta yorgun
kalbini okşayıp dinlendirirken bunu mu kastediyordu? Şüphesiz peygamber
efendimize -salat ve selam üzerine olsun- inen bu Kur'an huzur veren bir
meltem idi. Böyle yalanlama, inkar ve isyan kokan bir ortamda, sunulan
dinlendirici bir gölge, hiç kuşkusuz hayat veren bir unsurdu. Böylece
-özellikle yakıcı çöl kuraklığına- gölge sahnesi bu surenin ruhuyla, sureden
yansıyan huzur verici gölgelerle, yumuşak esintilerle ahenk oluşturuyor.
İfade gölge sahnesini canlandırırken, arka planda
yüce Allah'ın planlayıcı elinin gölgeyi şefkatle uzattığını, merhametle
kısalttığını gösteriyor:
"Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmüyor musun?"
"Sonra onu yavaş yavaş kısaltarak kendimize çektik."
Gölge, gündüz güneş ışınlarına engel olan cisimlerin
yansıttıkları hafif karanlıktır. Gölge yerin hareketi ile birlikte güneşe
karşı, gün boyu hareket eder. Bunun sonucu yeri, uzunluğu ve şekli değişir
durur. Güneş aydınlığı ile, sıcaklığı ile ona yol gösterir, alanını,
uzunluğunu ve kısalığını belirler. Uzanırken, kısalırken gölgenin adımlarını
izlemek insanın içine bir ferahlık, bir huzur verir. Ayrıca latif ve hoş bir
uyarı da verir. Çünkü gölge, latif ve herşeye gücü yeten, yoktan vareden
yaratıcının, sanat izlerini taşır. Sonra gölge ve batmak üzere olan güneşin
yeraldığı sahne. Bu sırada gölge uzadıkça uzar, güneş kaybolmak üzereyken
gölgenin boyu gittikçe uzanır. Sonra bir anda. Evet bir anda, insan hiç
birini göremez olur. Güneş ufukta gizlendikten sonra gölge de kaybolmuştur.
Sence nereye kayboldu?. Daha önce onu uzatan gizli el, şimdi de onu alıp
götürmüştür. Her tarafı kaplayan koyu karanlık içinde kaybolup gitmiştir.
Gecenin gölgesi ve karanlığı içinde eriyip gitmiştir.
Hiç kuşkusuz bu, yüce Allah'ın güçlü ve latif
elidir. Ne var ki, insanlar çevrelerindeki evrende bu elin sanatını
izlemekten habersizdirler. Hiç yorulmadan herşeyi evirip çeviren bu elin
sanatını görmüyorlar.
"Eğer dileseydi onu hareketsiz kılardı." Gölgenin
böylesine latif bir şekilde hareket etmesini sağlayan, gözle görülen evrenin
bu uyumlu yapısıdır, güneş sisteminin bu ahenkli dolaşımıdır. Şayet bu
uyumlu sistemde en ufak bir değişiklik olsaydı, bu değişikliğin etkisi
mutlaka gördüğümüz gölgeye yansıyacaktı. Eğer dünya hareket etmeseydi, dünya
üzerindeki cisimlerin gölgeleri de uzanıp kısalmayacaktı. Eğer dünya
bugünkünden daha yavaş veya daha hızlı hareket etseydi, buna paralel olarak
gölge de daha yavaş veya daha hızlı uzanıp kısalacaktı. Kısacası gölgenin
oluşmasını ve gördüğümüz bu özelliklere sahip olmasını sağlayan, gözlemlenen
evrenin bu sistem içindeki uyumlu hareket tarzıdır.
Hergün gördüğümüz, ama farkında olmadan geçip
gittiğimiz bu tabiat olayına dikkat çekilmesi, vicdanlarımızda evrenin
sürekli canlı tutulmasına, çevremizdeki evren aracılığı ile bilincimizin
taze tutulmasına, aynı şekilde olağanüstü evrensel sahnelerin üzerimizde
bıraktığı etkilere uzun süre görmeden dolayı alışık olmanın kaybettirdiği
duyarlılığımızın uyarılmasına ilişkin, Kur'ana özgü sunuş yönteminin bir
yönüdür. Akılların ve kalplerin bu ilginç ve göz kamaştırıcı evrenle
bağlantı kurmalarına yönelik Kur'anın öngördüğü hedefin bir parçasıdır.
Gölge sahnesinden, herşeyi örten gecenin, sessiz,
sakin, uykunun; gündüz ve içindeki hareket ve canlılığın yer aldığı sahneye
geçiliyor:
47- O, sizin için
geceyi örtü, uykuyu dinlenme fırsatı ve gündüzü çevreye dağılıp çalışma
zamanı yaptı.
Gece eşyaları ve canlıları örter. Dünya, karanlığı
ile bir elbiseyi andıran geceye bürünür. Geceleyin hareket kesilir, canlılık
durur. İnsanlar ve tüm hayvan türleri uykuya çekilir. Uyku aynı zamanda
duygu, düşünce ve bilincin donuklaşmasıdır. Bu yüzden uyku bir dinlenme
fırsatıdır. Sonra sabah, yavaş yavaş soluklanır, ağarır ve sonunla birlikte
hareket başlar. Gün boyu hareket canlılığını sürdürür. Şu halde gündüz, bu
küçük ölümden bir çeşit diriliştir. Böylece yeryüzünün güneş sistemi
içindeki kesintisiz dolaşımı ile birlikte her defasında gerçekleşen bu
diriliş ve dağılıp çalışma ile dünya üzerindeki hayat sürüp gider. İnsanlar
hergün, bir an olsun şaşırmayan, uyuklamayan yüce Allah'ın olağanüstü
planlamasını kanıtlayan, bu mucizenin farkında olmadan geçip giderler.
BEDENLERİ DİRİLTEN
HAYAT
Sonra yağmurların ve onların etrafa saçtıkları
hayatın müjdecisi rüzgar olayı anlatılıyor:
48- O, rüzgarları
rahmetinin öncesinde müjde habercisi olarak gönderdi. Size gökten arı su
indirdik.
49- Amacımız bu su
sayesinde ölü bir yöreyi diriltmek, yarattığımız çok sayıda hayvanın ve
insanın su ihtiyacını karşılamaktır. Yeryüzündeki hayat, ya doğrudan doğruya
ya da çaylar ve nehirler gibi yeryüzü sularına ya da kaynaklar, çeşmeler,
kuyular gibi yerin katmanlarına sızan yeraltı sularına, dolaylı olarak
yağmur sularına dayanır. Ne var ki, hayatları doğrudan doğruya yağmur
sularına bağlı olanlar, yağmur sularında somutlaşan ilahi ràhmeti doğru ve
eksiksiz bir şekilde algılarlar. Yağmur yağarken onlar hayatlarının
bütünüyle ona bağlı olduğunu bilirler. Bu yüzden bulutları sürükleyen
rüzgarları beklerler. Onunla sevinirler. Şayet yüce Allah'ın kalplerini
imana açtığı kimseler olsalardı, rüzgarda somutlaşan Allah'ın rahmetini
hissederlerdi.
Ayet-i kerime "Amacımız, bu su sayesinde ölü bir
yöreyi diriltmek, yarattığımız çok sayıda hayvanın ve insanın su ihtiyacını
karşılamaktır." şeklinde suda ki hayat unsuruna işaret ederken "Size gökten
arı su indirdik." ifadesiyle de temizlik ve arınma anlamlarını ön plana
çıkarıyor. Böylece hayatın üzerine özel bir gölge, temizlik gölgesi
yansıtılıyor. Çünkü yüce Allah ölü yöreleri dirilten, çok sayıda insan ve
hayvanın su ihtiyacını karşılayan arı su ile yerin yüzeyini yıkarken temiz
ve kötülüklerden arınmış bir hayatı bahşediyor.
Ayetlerin akışı bu noktaya varınca, evrensel
sahnelerin sunuluşundan kalpleri ve ruhları arındırmak için gökten inen
Kur'ana dikkat çekiliyor. Bedenleri dirilten su'dan dolayı sevindikleri
halde ruhları dirilten Kur'andan dolayı sevinmeyişleri vurgulanıyor:
50- İnsanlar düşünüp
ders alsınlar diye biz bu gerçeği onlara çeşitli şekillerde anlattık. Fakat
onların çoğu ısrarla nankörlüklerini sürdürdüler.
51- Eğer dileseydik
her şehre ayrı bir uyarıcı gönderirdik.
52- O halde sakın
kafirlerin uzlaşma önerilerini kabul etme; Kur'an'a dayanarak olanca gücünle
onlarla mücadele et.
"İnsanlar düşünüp ders alsınlar diye biz bu gerçeği
onlara çeşitli şekillerde anlattık." (Bazı tefsirciler, ayetin orjinalinde
geçen "sarrafnahu" kelimesindeki zamirin ifadede yer alan en yakın isim
olması ve bu konuda Kur'andan da söz edilmemesi nedeniyle "su"ya dönük
olduğunu kabul etmişler. Ancak biz bu zamirin Kur'ana dönük olduğunu
düşünüyoruz. Çünkü "ve cahidhum bihi" cümlesinde Kur'an kastediliyor. Zaten
su ile de cihad edilmez. Dolayisiyle bu ikinci zamir Kur'ana dönük
olabildiğine göre birincisi de ona dönüktür. Bu gözönünde bulundurulan gizli
bir münasebetle Kur'anın birçok yerinde rastlanan dikkat çekme örneklerinden
biridir. Buradaki münasebet ise, temizleyici ve canlandırıcı suyun
indirilişidir. Bu da zihinleri arındırıcı ve diriltici Kur'anın indirilişine
çevirir. Nitekim bu sure de bütünüyle bu anlam etrafında yoğunlaşmaktadır.)
Bu gerçeği çeşitli şekillerde, değişik yöntemler kullanarak, çeşitli
alanlara dikkatleri çekerek sunduk. Onunla duygularına, kavrayışlarına,
ruhlarına, zihinlerine hitap ettik. Her kapıdan ruhlarına nüfuz ettik.
"Düşünüp ders alsınlar diye" vicdanlarını harekete geçirecek her yönteme
başvurduk. Şu halde mesele gereğinden fazla hatırlatmada bulunmayı
gerektirmiyor. Çünkü Kur'anın onları yöneltmeye çalıştığı gerçek
fıtratlarında, özlerinde saklıdır. Ama bir ilah haline getirdikleri kişisel
arzuları bu gerçeği unutturmuştur onlara "Fakat insanların çoğu ısrarla
nankörlüklerini sürdürürler."
Şu halde Hz. peygamberin -salat ve selam üzerine
olsun- görevi ağır ve meşakkatlidir. Çünkü O, çoğunluğu kişisel arzusuna,
ihtirasına uyup sapıtan, iman kanıtları gözlerinin önünde bulunduğu halde
yüz çevirip kafirliği tercih eden tüm insanlığı karşılamaktadır. "Eğer
dileseydik her şehre ayrı bir uyarıcı gönderirdik."
Dolayısiyle zorluklar bölünür, görev kolaylaşırdı.
Ama yüce Allah bu görev için yalnız bir kulunu seçti; onu peygamberlerin
sonuncusu olarak görevlendirdi. Bütün beldelerin uyarılmasını ona yükledi.
Amaç, son risaletin tek elde toplanması, değişik beldelerde ayrı ayrı
peygamberlerin aracılığı ile farklı dillerde anlatılmamasıdır. Bu amaçla
yüce Allah son peygambere, bu beldelerin halkları ile cihad ederken ona
dayanması için Kur'anı indirdi.
"O halde sakın kafirlerin uzlaşma önerilerini kabul
etme; Kur'an'a dayanarak olanca gücünle onlarla mücadele et."
Kuşkusuz bu Kur'anda bir güç ve insanların
duygularına egemen olma özelliği vardır. Kur'an insan üzerinde derin bir
etkiye sahiptir. Karşı konulmaz bir cazibesi vardır Kur'anın. O'nun bu
cazibesi insanların kalplerinde büyük bir sarsıntı méydana getirir. Onların
ruhlarını şiddetle sarsar. Bu yüzden uzun süre onun etkisinde kalırlar ve
kendilerini bundan alamazlar.
Kureyş kabilesinin önde gelenleri, kitlelere "Bu
Kur'anı dinlemeyin; gürültü yapın, belki böylece onu bastırırsınız"
(Fussilet Suresi, 26) derlerdi. Bu sözler, hem onların hem de onlara
uyanların bu Kur'anın etkisinden dolayı içlerinde oluşan derin endişenin
ifadesidir. Çünkü Kureyş'in seçkinleri halk kitlelerinin gece ile sabah
arasında Muhammed b. Abdullah'ın -salat ve selam üzerine olsun- okuduğu
bir-iki ayetin veya bir-iki surenin etkisinde kalarak adeta büyülendiklerini
görüyorlardı. Ruhların ona doğru aktığının, kalplerin ona eğilimli olduğunun
farkındaydılar.
Kureyş kabilesinin ileri gelenleri, bağlılarına,
taraftarlarına bunları söylerken, kendileri bu Kur'anın etkisinden
kurtulabilmiş değildiler. Eğer onlar ruhlarının derinliklerinde bu korkunun
neden olduğu sarsıntıyı hissetmiş olmasaydılar bu emri vermezlerdi, bu
uyarıyı toplum içinde bu kadar yaygınlaştırmazlardı. Hiç kuşkusuz onların bu
sözleri, Kur'anın üzerindeki derin etkisini en güzel şekilde ifade
etmektedir.
İbn-i İshak der ki; Bana Muhammed b. Müslim b. Şihab
ez-Zehri anlattı. Ona da şöyle anlatılmış: Ebu Süfyan b. Harb, Ebu Cehil b.
Hişam ve Zühreoğullarının müttefiki Ahnes b. Şüreyk b. Ömer b. Vehb
es-Sakafı bir gece evinde namaz kılan Resulullah'ı dinlemeye gittiler. Her
biri peygamberimizi dinleyebileceği bir yere oturdular. Birbirlerinin
oturduğundan habersizdiler. Sabah olup oradan ayrılana kadar onu dinlediler.
Yolda birbirleri ile karşılaştılar ve bu yaptıklarından dolayı birbirlerini
kınadılar ve birbirlerine bir daha böyle birşey yapmamaları "eğer
insanlardan biri, bizi görecek olursa içine kuşku düşer" uyarısında
bulundular. Sonra da dağıldılar. Ertesi gecesi herbiri tekrar eski yerine
gelip onu dinlemeye koyuldu. Sabah olunca da oradan ayrıldılar. Ertesi gece
herbiri tekrar eski yerine gelip onu dinlemeye koyuldu. Sabah olunca da
oradan ayrıldılar. Ama yine birbirleri ile karşılaştılar. Yine, birgün önce
birbirlerine söyledikleri sözleri tekrarladılar. Sonra da dağıldılar. Üçüncü
gece yine herbiri eski yerine gelip onu dinlemeye koyuldu. Gün ağarınca da
oradan ayrıldılar. Tekrar yolda birbirleriyle karşılaştılar. Birbirlerine
"Bir daha dönmemek üzere sözleşmeyinceye kadar ayrılmayalım" dediler. Bir
daha gelip onu dinlemek üzere birbirlerine söz vererek. dağıldılar.
Güneş doğduktan sonra Ahnes b. Şüreyk, bastonunu
alarak Ebu Süfyan'ın evine gitti. "Ya Ebu Hanzale, Muhammed'den
dinlediklerin hakkında ne düşünüyorsun?" dedi. Ebu Süfyan "Ya Ebu Sa'lebe,
Allah'a andolsun ki, ondan bildiğimiz bazı şeyler duydum; Bunun yanında ne
anlama geldiğini, ne kastedildiğini bilmediği bazı şeyler de duydum" dedi.
Ahnes "Andolsun ki, ben de öyle" dedi.
Sonra oradan ayrılıp Ebu Cehil'in yanına gitti.
Evine girerek "Ya Ebul hakem, Muhammed'den duydukların hakkında ne
düşünüyorsun?" dedi. Ebu Cehil "Ne duydum ki?" Biz ve Abdulmenafoğulları
şeref konusunda çekişiyorduk. Onlar yemek yedirdiler biz de yedirdik. Onlar
bir sorumluluk aldılar biz de aldık. Onlar yoksullara birşeyler verdiler,
biz de verdik. Bu durum diz dize oturup eşit düzeye gelene kadar sürdü.
Bizle onlar iki yarış atı gibi çekişiyorduk. Sonra kalkıp `Bizim bir
peygamberimiz var, ona gökten vahiy geliyor' dediler. Peki biz ne zaman
böyle bir imkan elde edeceğiz? Allah'a andolsun ki, hiçbir zaman ona
inanmayacağız, onu doğrulamayacağız" dedi.
`Bunun üzerine Ahnes yanından kalkıp gitti.'
İşte böyle, ruhları Kur'ana doğru kayıp ona yenik
düşmesin diye, içlerinden gelen derin isteği bastırmaya çalışıyorlardı.
İnsanlar onları büyülenmiş gibi görecek olurlarsa liderlik fonksiyonları
sarsılacaktı. Bu endişe sebebiyle bir daha Kur'anı dinlememek üzere
sözleşmemiş olsalardı, hergün gelip bu Kur'anı dinlemekten kendilerini
alamazlardı.
Hiç şüphesiz Kur'an-ı Kerim yalın ve fıtri gerçeği
içermektedir. Bu da insan kalbini doğrudan asıl kaynağa bağlar. Çünkü insan
kalbinin bu coşkun kaynağa karşı dùrması, tazyikli akıntısına engel olması
çok zordur. Öte yandan Kur'an-ı Kerim bazı kıyamet sahnelerini, geçmiş
milletlere ilişkin kimi hikayeleri, somut gerçekleri ifade eden evrensel
sahneleri, geçmiş milletlerin harap olmuş yurtlarında bazı manzaraları, son
derece güçlü ve etkili teşhis ve temsil örneklerini içermektedir. Bütün
bunlar kalpleri derinden sarsıyorlar. Bir kalbin bunlara karşı duyarsız
kalması imkansızdır. Bazan Kur'anın bir tek suresi bile insanın ruhsal ve
bedensel yapısını derinden sarsar. İnsan ruhunu tam teçhizatlı bir ordunun
bile başaramayacağı şekilde her yönüyle kontrolüne alır.
Şu halde yüce Allah'ın peygamberine -salat ve selam
üzerine olsun- kafirlerin isteklerine uymamasını, onların uzlaşma
önerilerini kabul etmemesini, davetini gevşetmemesini, bu Kur'ana dayanarak
mücadeleye girişmesini emretmesinde şaşılacak birşey yok. Çünkü Hz.
peygamber -salat ve selam üzerine olsun- kafirlerle mücadele ederken insan
bünyesinin karşı koyamadığı, karşısında hiçbir tartışma ve mantık
oyunlarının tutunamadığı bir güce dayanmaktadır.
AKILLARI DURDURAN
BİR OLAY
Bir gerçeğe dikkat çekme amaçlı bu kısa ayrılıktan
sonra ayetlerin akışı evrensel sahnelere dönüyor; rahmetin müjdecisi
rüzgarların ve arı suyun yer aldığı sahne ile suyu tatlı ve acı olan
denizlerin ve bunlar arasındaki aşılmaz engellerin yer aldığı sahne sonunda
değerlendirme yapılıyor:
53- O, birinin suyu
tatlı ve içmeye elverişli ve öbürününki acı ve tuzlu olan iki denizi
birbirine saldı, fakat bu iki tür suyun birbirine karışmasın önleyen bir
engel, aşılmaz bir set koydu.
Yüce Allah birinin suyu tatlı ve içmeye elverişli,
öbürünün suyu acı ve tuzlu iki denizi birbirine saldı. Bunlar akıyor ve
birbirleriyle karşılaşıyorlar. Ama birbirlerine karışıp yok olmuyorlar.
Çünkü yüce Allah'ın yarattığı şekliyle herbirisinin özlerinden kaynaklanan
bir engel, aşılmaz bir duvar vardır aralarında. Bilindiği gibi nehir
yatakları genellikle deniz yüzeyinden yüksekte olur. Bu yüzden tatlı su
ırmakları suyu tuzlu olan denizlere dökülür. Bazı istisnalar dışında bunun
tersi görülmemiştir. Bu ince planlama sayesinde daha büyük ve daha geniş
olan denizler, insan, hayvan ve bitkilerin hayat kaynağı olan nehirlere
taşmazlar. Böylesine düzenli ve sürekli işleyen bu planlama kendiliğinden
ortaya çıkmış bir tesadüf olamaz. Bütün bunlar evreni bir amaç için yaratan
ve evrene hükmeden ince ve sağlam yasaları, bu amacı gerçekleştirecek
özelliklere sahip kılan yüce yaratıcının iradesi ile meydana gelmektedir.
Evrene hükmeden yasalarda okyanusların tuzlu
sularının nehirlere ve karaya taşmaması gözönünde bulundurulmuştur. Bu
husus, yeryüzündeki suları etkileyen ve büyük ölçüde kabarmalarını sağlayan
ayın çekim gücünün neden olduğu (med-cezir) gel git olayı için de
geçerlidir.
"İnsan yalnız değildir" (İlim iman etmeye çağırıyor)
kitabının yazarı şöyle der: "Ay bize 240.000 mil uzaklıktadır. Günde iki
kere gerçekleşen med olayı bize ayın varlığını gayet latif bir şekilde
hatırlatır. Ayın çekim gücü sonucu okyanuslarda meydana gelen kabarma bazı
yerlerde yaklaşık olarak 18 m'ye kadar çıkar. Hatta ay çekimi sonucu .yer
kabuğu bile günde iki kere dışa doğru birkaç santim kayar. Bütün bunlar bir
dereceye kadar bize düzenli görülür. Ve biz, bütün okyanusun düzeyini birkaç
metre kabartan ve son derece sert görünen yer kabuğunu birkaç santim dışa
doğru kaydıran korkunç gücü kavrayamayız.
"Merih gezegeninin de bir ayı vardır. Küçük bir ay.
Bu ay sadece gezegene 6000 mil uzaklıktadır. Bunun gibi dünyamızın uydusu
olan ay da şu andaki uzaklığı yerine söz gelimi 50.000 mil uzaklıkta
olsaydı, ay çekimi sonucu sularda meydana gelen kabarma o kadar güçlü olurdu
ki, deniz yüzeyinin altında bulunan bölgeler günde iki defa, dağları
aşındıracak güçte tazyikli bir suyun altında kalacaktı. Bu durumda belki de
gerekli çabuklukta derinliklerden yükselen dağlar olmayacaktı. Bu basınç
sonucu yer kabuğu çatlayacak, havadaki kabarma hergün kasırgaların kopmasına
neden olacaktı.
"Dağların tamamen silindiğini varsayarsak, o zaman
bütün yerküresinin üstündeki suyun derinliği bir buçuk mil dolaylarında
olacaktır. O zaman da hayat, muhtemelen uçsuz bucaksız bir okyanusun
derinliklerinde bulunacaktı.
Ne var ki, bu evreni yönlendiren el, iki denizi
salıvermiş, ama bu iki denizin arasına hem onların hem de evrenin yapısından
kaynaklanan aşılmaz bir engel koymuştur. Her yönüyle uyum içinde hareket
eden evrenin planları, her işini yerinde ve bir hikmete göre yapan, herşeyi
hikmetle yönlendiren yüce yaratıcının eliyle önceden belirlenmiş, özenle
düzenlenmiş olarak uygulanmaktadır.
Gökten yağan suyun, deniz ve nehir sularının yer
aldığı sahneden insan hayatının kaynağı olan meni (nufte) suyunun sunulduğu
sahneye geçiliyor.
54- O sudan insanı
yarattı ve bu insandan suyun taşıyıcısı erkek ile akrabalığın sürdürücüsü
olan dişiyi meydana çıkardı. Rabbinin gücü herşeye yeter.
İşte bu sudan yaratılır cenin. Erkeği soyun
taşıyıcısı, dişisi de akrabalığın sürdürücüsüdür. Çünkü dişilik insanlar
arasında akrabalığın kurulmasını sağlayan bir unsurdur.
Bu sudan meydana gelen insan hayatı, gökten inen
sudan meydana gelen hayattan daha büyük ve daha ilginçtir. Çünkü erkeğin
menisinin bir damlasında yeralan onbinlerce sperma hücresinden bir tanesinin
ana rahminde kadının yumurtacığı ile birleşmesi, bu komple ve birleşik bir
yapıya sahip yaratığın, yani insanı, yani tartışmasız tüm canlı varlıkların
en mükemmel olanını meydana getiriyor.
Birbirine benzeyen sperma hücrelerinden ve
yumurtacıklardan son derece şaşırtıcı bir yöntemle erkek ve dişiler meydana
gelir. İnsanoğlu bunun sırrını kavramış değildir. İnsanoğlunun sahip olduğu
bilgi bu olayı kontrol edebilme, nedenlerini bulup çıkarma gücünden
yoksundur. Binlerce sperma hücresi arasında herhangi bir hücrede erkek ve
dişi olmasını sağlayan belirgin özellikleri önceden belirlemek mümkün
değildir. Buna rağmen belirlenen sürecin sonunda şu erkek oluyor, şu da
kadın oluyor:
"Rabb'inin gücü herşeye yeter".
İşte onun sonsuz gücünün bir yönü bu olağanüstü, bu
hayret verici olayda kendini gösteriyor.
Şayet insanoğlu kendisinin yaratıldığı bu suyu
inceleyecek olursa şaşkınlıktan başı dönecektir. Bütün cinslerin kalıtımsal
özelliklerini, anne-babanın ve onların ailelerinin özelliklerini taşıyan son
derece ince, planlı ve ilginç bir damlacıkta olgun insanın tüm
özelliklerinin gizli olduğunu görünce dehşete kapılacaktır. Bu hücreler
taşıdıkları bu özellikleri erkek ve cenine taşırlar. Bunların herbiri de
kudret elinin kendisi için öngördüğü karakter ve hedef doğrultusunda hayat
yolculuğuna devam eder.
İşte bu küçük hücrelerde gizli bulunan kalıtımsal
özelliklere ilişkin olarak "İnsan Yalnız Değildir" kitabında yer alan bazı
açıklamalar:
"Erkek ya da dişi bütün hücreler kromozomlar ve
genler. (kalıtım taşıyıcıları) içerir. Koromozom geni içeren küçük ve sönük
bir çekirdektir. Genler kesin olarak herhangi bir canlının ya da insanın
temel özelliklerini belirleyen başlıca etkenlerdir. Stoplazma ise, kromozom
ve genleri kapsayan hayret verici kimyasal birleşimlerdir. Kahtım
taşıyıcıları olan genler, yeryüzünde yaşayan bütün insànların kişisel
özelliklerinden, ruhsal durumlarından, renklerinden ve cinslerinden sorumlu
olmalarına rağmen son derece ufaktırlar. Şayet hepsi bir araya getirilirse,
bir yere konulsa hacmi bir yüzük taşının hacminden daha az olur.
"Bu son derece küçük ve ancak mikroskopla
görülebilen genler, bütün insanların, hayvanların ve bitkilerin
karakterlerinin, özelliklerinin mutlak anahtarlarıdır. İki milyar insanın
kişisel özelliklerini kapsayan bir yüzük kaşı hiç kuşkusuz küçük hacimli bir
yerdir. Bununla beraber bu saydıklarımız tartışma götürmez gerçeklerdir.
"Cenin nütfeden (protoplazmadan) cinsiyetinin ortaya
çıkmasına doğru bir düzen içinde aşamalı olarak gelişimini tamamlarken
tescil edilmiş bir tarihi anlatır. Bu tarih genlerdeki ve stoplazmadaki
atomların diziliş şekli ile korunur ve dile getirilir.
"Genlerin bütün canlıların yapısında yeralan soya
çekim hücrelerindeki atomların en küçük mikroskobik dizilişinden ibaret
olduklarını görmüştük. Bu şekliyle genler, yaratılış projesinin, geride
kalanların ve bütün canlı varlıkların özelliklerinin korunduğu bir arşiv
niteliğindedir. Genler en ince ayrıntısına kadar bütün bitkilerin köklerine,
gövdelerine, yapraklarına, çiçeklerine ve meyvelerine egemendir. Başta insan
olmak üzere bütün hayvanların şeklini, kabuklarını kıllarını ve kanatlarını
belirler."
Yaratıcı ve planlayıcı ilahi gücün hayata bahşettiği
akıl almaz olağanüstülüklerden bu kadarını sunmakla yetiniyoruz. "Rabb'inin
gücü herşeye yeter."
KAFİRLERİN TUHAF
TUTUMLARI
Böyle bir ortamda. Yaratma ve en ince ayrıntısına
kadar planlamanın egemen olduğu böyle bir havada. Gökten inen sudan ve meni
suyundan meydana çıkarılan, bir hücreden bütün ayırıcı özellikleri ve soya
çekim unsurları ile bir erkek, bir diğer hücreden de ayırıcı özellikleri ve
soya çekim unsurları ile bir dişi meydana getirecek özelliklerle donatılan
böyle bir hayat karşısında. Evet böyle bir atmosferde Allah'tan başkasına
yönelik ibadet tuhaf, çirkin ve insan fıtratının tiksindiği bir davranış
olarak beliriyor. İşte bu yüzden burada müşriklerin Allah'tan başkasına
yönelik ibadetleri sunuluyor:
55- Onlar, Allah'ı
bir yana bırakarak kendilerine ne fayda ve ne de zarar vermeye güçleri
yetméyen sözde ilahlara taparlar. Her kafir Rabb'inin düşmanlarının
destekçisidir.
"Her kafir Rabb'inin düşmanlarının destekçisidir.
Mekke müşrikleri dahil her kafir, kendisini yaratan,
şekil veren. Rabbi'ne savaş açmaktadır. Allah'la savaşamayacak, ona karşı
duramayacak kadar küçük ve önemsiz olmasına rağmen bu nasıl olu`r? Allah'ın
dinine karşı bir sava tır bu. Allah'ın insan hayatı için belirlediği
sistemin aleyhine savaş açmaktır. Buradaki ayet, kafirin suçunun
iğrençliğini ve ürkütücülüğünü ön plana çıkarmak için onun davranışını,
Rabb'ine ve efendisine karşı bir savaş olarak tasvir ediyor.
Kafir, Allah'ın peygamberine -salat ve selam üzerine
olsun- ve onun risaletine karşı savaşırken aslında Rabb'ine karşı
savaşmaktadır. Şu halde peygamberin onunla bir alıp veremeyeceği yoktur.
Çünkü bu savaş Allah'a karşı başlatılan bir savaştır. Bu savaşta yüce Allah
peygamberini korumayı, onu zafere götürmeyi garantilemektedir. Ardından yüce
Allah kulunu rahatlatıyor, ona moral veriyor; omuzlarına binmiş yükü
hafifletiyor; mü'minleri müjdelemeye kafirleri uyarmaya ve kendisine verilen
Kur'ana dayanarak kafirlerle. mücadele etmeye ilişkin görevini yerine
getirdiği zaman mücrimlerin düşmanlığının, kafirlerin inatçılığının
kendisine bir zarar vermeyeceğini bildiriyor. Çünkü, aslında Allah a
düşmanlık yapan kendi karşıtlarıyla giriştiği savaşı, onun adına yüce Allah
yürütüyor. Şu halde Rabb'ine Hz. peygamber -salat ve selam üzerine olsun-
güvenip dayanmalıdır. Hiç şüphesiz kulların günahlarını en iyi yüce Allah
bilir!
56- Ey Muhammed, biz
seni sırf müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
57- Bu duyurma
görevim karşılığında sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Tek isteğim,
dileyenlerinizi Rabb'lerine götüren yola girmeleridir.
58- Sen ölümsüz,
diri olan Rabb'ine güven; onu överek her türlü noksanlıktan tenzih et.
Kullarının günahlarından O'nun haberdar olması yeterlidir.
Bununla peygamberimizin görevi, müjdeleme ve uyarma
olarak belirleniyor. Daha sonraları Medine'de olduğu gibi, Mekke'deyken
müjdeleme ve uyarmà özgürlüğünü garanti altına almak için müşriklere savaş
açmakla henüz emrolunmamıştı. Hiç kuşkusuz bu da, yüce Allah'ın bildiği bir
hikmete dayanıyordu. Ancak tahminimize göre; bu yeni inanç sisteminin hedef
aldığı, üzerinde yoğunlaştığı kişiler bu dönemde eğitiliyorlardı,
hazırlanıyorlardı. Bu inancın ruhlarında yaşaması, hayatları bu inancın
temsil etmeleri isteniyordu. Böylece islamın hükmettiği, yer yönüyle egemén
müslüman toplumun çekirdeği olmaları, Kureyş'in islama girmesini önleyecek,
kalplerini ona kilitli tutmalarına neden olacak şekilde aralarında
husumetlerin, kan davalarına girmemesi isteniyordu. Çünkü yüce Allah,
onların bir bölümünün hicretten önce, bir bölümünün de Mekke fethinden sonra
islama girmelerini takdir etmişti. Bunlar da Allah'ın izni ile bu kalıcı
inanç sisteminin güçlü çekirdek kadrosunu oluşturmuşlardı.
Bununla beraber, Mekke'de olduğu gibi peygamberliğin
özü; Medine'de de müjdeleme ve uyarı olarak kaldı. Savaş, davetin özgürce
yürütülmesini önleyen maddi engellerin kaldırılması, mü'minlerin
inançlarından dolayı baskı altında tutulmalarına engel olunması için bir
araç olarak öngörülüyordu. Dolayisiyle bu hüküm hem Mekke'de, hem de
Medine'de geçerliliğini korumuştur.
"Ey Muhammed, biz seni sırf müjdeleyici ve uyarıcı
olarak gönderdik."
"De ki; Bu duyurma görevim karşılığında sizden
herhangi bir ücret istemiyorum. Tek isteğim, dileyenlerinizin Rabb'lerine
götüren yola girmeleridir."
Hz. Peygamberin -salat ve selam üzerine olsun-
islama girenlerden almak istediği bir ücret, elde etmek istediği herhangi
bir çıkar söz konusu değildir. Müslümanların ona verdikleri bir haraç, ona
sundukları bir adak, ya da kurban yoktur. Bir insan diliyle söylediği,
kalbiyle inandığı birkaç kelimeyle müslüman topluma katılır. İşte islamın
ayırıcı özelliği, islamın yegane özelliği, kehanetinin ücretini alan bir
kahinin yaptığı aracılığın karşılığını alan bir aracının olmayışıdır.
İslamda "Giriş vergisi" yoktur. Dinin sınırlarını öğrenmek, kutsanmak ya da
dine kabul edilmek için bir bedel ödemek söz konusu değildir. İşte bu dinin
sadeliği ve iman ile kalbi birbirinden ayıran her türlü engelden, kul ile
Rabbi arasına giren aracılardan ve kahinlerden uzaklığı. Hz. peygamberin bu
müjdeleme ve uyarının karşılığında almak istediği tek ücret vardır. O da
doğru yola giren kişinin Allah'ı bulması ve gösterdiği gerçekler sayesinde
Rabb'ine yaklaşmasıdır. "Tek istediğim, dileyenlerinizin Rabb`lerine götüren
yola girmeleridir." Onun istediği tek ücret budur. Allah'ın kullarından
birinin Rabb'ine giden yolu bulması, O'nun hoşnutluğunu istemesi, O'nun
yolunu araştırması, gerçek efendisine, dostuna yönelmesi Hz. peygamberin
tertemiz kalbini memnun eder, onun seçkin vicdanını rahatlatır.
"Sen ölümsüz diri olan Rabb'ine güven, O'nu överek
her türlü noksanlıktan tenzih et."
Allah'ın dışındaki herşey ölüdür. Çünkü onun
dışındaki herşey günden güne ölüme yaklaşmaktadır. Sonunda ölümsüz olan
Allah'tan başka hiç birşey kalmaz. Eninde sonunda hayattan ayrılacak olan
bir ölümlüye dayanıp güvenmek, yıkılmaya yüz tutmuş bir duvara dayanmak, az
sonra kaybolacak bir gölgeye sığınmak gibidir. Bu yüzden sadece her zaman
diri olan ve kesinlikle yok olmayan Allah`a güvenilir O'na dayanılır: "O'nu
överek her türlü noksanlıktan tenzih et." Ancak kullarına sayısız nimetler'
veren, onlara bol bağışta bulunan yüce Allah'a hamdedilir. Şu halde ne
müjdelemenin ne de uyarmanın bir yarar sağlamadığı kafirlerin durumunu
ölümsüz, diri olan Allah'a bırak çünkü O, onların günahlarını bilir ve
hiçbir şey ona saklı kalamaz: "Kullarının günahlarından O'nun haberdar
olması yeterlidir."
Yüce Allah'ın herşeyden eksiksiz olarak haberdar
oluşu ve her şeye tam karşılığını verme gücüne sahip olduğu dikkatlere
sunulduğu sırada yüce Allah'ın gökleri ve yeri yaratmasından, arşa egemen
oluşundan söz ediliyor.
59- O gökleri,
yeryüzünü ve ikisi arasındaki tüm varlıkları altı günde yarattı, sonra Arşa
kuruldu. O'nun rahmeti boldur. Onu bir bilene sor.
Yüce Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günler
kesinlikle bizim dünyamızın günlerinden farklıdır. Çünkü bizim günlerimiz
güneş sisteminin bir yansımasıdır, göklerin ve yerin yaratılışından sonra
meydana gelmiş uzaydaki dolaşımın ölçüleridir. ölçüleridir. Bu günler,
dünyanın güneş karşısında kendi etrafında dönüşünün süresine ayarlıdırlar.
Yaratılış "ol" kelimesinde sembolleşen ilahi iradenin yönelişinden başka
birşey gerektirmez. Bu irade gerçekleşir gerçekleşmez, varoluş tamamlanır
"Hemen oluverir" Belki de, sözü edilen altı gün, süresini Allah'tan başka
kimsenin bilmediği onun günleridir. Bu sure içinde bugünkü şeklini alana
kadar göklerde ve yerde ardarda çeşitli evreler gerçekleşmiştir. Arşa
kurulma ise, üstünlük ve egemenlik anlamındadır. "Sonra" sözcüğü zamana
ilişkin bir sıralama ifade etmez. Bu sadece dereceye, üstünlük ve egemenlik
derecesine işaret etmektedir.
Üstünlük ve egemenlikle beraber büyük ve sonsuz bir
rahmet vardır: "O'nun rahmeti boldur" Rahmetin yanında da herşeyden haberdar
olma yeralır. "O'nù bir bilene sor" Bu, hiçbir şeyin saklı kalmadığı mutlak
haberdarlıktır. Allah'tan sorduğun zaman, bilen birine sormuş olursun. Çünkü
yerde ve gökte hiçbir şey O'ndan gizlenemez.
Buna rağmen şu küstahlar, peygambere dil uzatan şu
suçlular, Rahmana kul
60- Onlara "Rahman'a
secde edin" denildiğinde "Rahman da ne oluyor?" senin secde etmemizi'
emrettiğin ilah'a secde eder miyiz hiç? derler. Bu çağrın nefretlerini daha
da arttırır.
Bu ukalalığın, küstahlığın iğrenç bir tablosudur. Bu
tablo, burada peygamber efendimize -salat ve selam üzerine olsun- yönelik
küstahlıklarına, dil uzatmalarına bayalığını vurgulamak için gözler önüne
seriliyor. Bir kere onlar Rabb'lerine karşı gereken saygıyı göstermiyorlar,
O'nun yüce zatı hakkında böylesine yakışıksız sözler sarf edebiliyorlar. Şu
halde bu insanların peygamber hakkında yakışıksız sözler sarfetmeleri mi
tuhaftır? Onlar yüce Allah'ın adından nefret ediyorlar ve "Rahman" ismini
bilmediklerini iddia ediyorlar. Küstahlıkta, edepsizlikte bir adım daha
atarak "Rahman da ne oluyor?" diye soruyorlar. Allah'a dil uzatmayı, onun
adını küçümsemeyi, yalancı müseyleme'yi (müseylemetu'l kezzab'l) kastederek
Yemame'dekinden başka Rahman tanımıyoruz diyecek kadar ileri götürüyorlar.
Bu küstahlıklarına, ukalalıklarına yüce Allah'ın
ululuğunun, büyüklüğünün vurgulanması ile karşılık veriliyor. Bu iddiaları
ve edepsizlikleri Allah'ın noksan sıfatlardan uzak oluşundan, yüceliğinden,
yarattığı evrenin görkeminden ve bu görkemli evrende O'nu hatırlatan
olağanüstü ayetlerinden söz edilerek cevaplandırılıyor.
61- Gökteki
gezegenlere yörüngeler belirleyen, orada ışık kaynağı olan güneşi ve
aydınlık saçan ayı yaratan Allah'ın şanı yücedir.
62- O, düşünmek ya
da şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbirine ardışık yapmıştır.
Ayetin orjinalinde geçen "Burçlar" genel kanıya göre
yıldız ve gezegenlerin uğrak noktaları, onların ürperti veren
yörüngeleridir. Bu yörüngelerin görkemi düşünce planında müşriklerin "Rahman
da ne oluyor?" sözlerindeki küçümsemeye karşılık olarak yer alıyor. İşte bu
yörüngeler hem duygu açısından hem de realitede onun büyük, ürperti verici
ve görkemli yaratıklarının bir parçasıdır. Bu yörüngelerde dolaşan güneş,
ışık kaynağı olarak adlandırılmaktadır. Çünkü güneş, hem dünyamıza hem de
başka gezegenlere ışık saçar. Bu yörüngelerde bir de yol gösterici latif bir
aydınlık saçan Ay yeralmaktadır.
Bunun yanısıra gece, gündüz ve bunların birbirine
ardışık olmalarının sahnesi sunuluyor. Gece ve gündüz sürekli yenilenen, ama
insanların farkında olmadıkları, unuttukları olağanüstü mucizelerdir.
"Düşünmek ya da şükretmek isteyenler" için bu mucizeler de yeterlidirler.
Şayet insanlar gece ve gündüzü dönüşümlü olarak yaşamasalardı, gece ve
gündüz birbirine ardışık olarak gerçekleşmeselerdi, yeryüzünde hayat ne
insanlar, ne hayvanlar ne de bitkiler için mümkün olmazdı. Hatta gece ve
gündüzün süreleri bile değişik olsaydı yine de yaşamak zorlaşırdır.
"İnsan yalnız değildir" (İlim iman etmeye çağırıyor)
kitabında şu açıklamalar yer alıyor:
"Dünya, kendi ekseni etrafında yirmidört saatte bir
kere döner. Bu yaklaşık olarak saatte bin mil hıza eşittir. Şimdi dünyanın
saatte sadece yüz mil yaptığını varsayalım. Neden olmasın? Bu taktirde
gecemiz ve gündüzümüz ,şimdikinden on kat daha uzun sürecektir. Bu durumda
kızgın yaz güneşi hergün bitkilerimizi yakacaktır. Geceleri de yeryüzündeki
tüm bitkiler donacaktı."
Gökleri ve yeri yaratan, herşeyi yaratıp
hareketlerini bir ölçüye göre planlayan Allah herşeyden yücedir. Gökte
yörüngeler vareden, bu yörüngelere ışık kaynağı güneşi ve aydınlık saçan Ayı
yerleştiren Allah, onların yakıştırmalarından uzaktır, yücedir.
"O düşünmek ya da şükretmek isteyenler için gece ile
gündüzü birbirine ardışık yapmıştır."
Furkan Suresinin bu son bölümünde "Rahman'ın
Kulları" belirgin nitelikleriyle, kendilerine özgü tavırlar ile ön plana
çıkıyorlar. Hidayetle sapıklık, inatçı ve bedbaht insanlıkta bu insanlığa
hidayet mesajını taşıyan peygamberler arasındaki uzun savaşın sonunda
insanlığın özetiymiş, bu uzun ve yorucu cihadın taze meyvesiymiş, bunca
inkarcılıkla, bunca katılıkla ve yüz çevirmelerle karşılaşmalarına rağmen
hidayet mesajını taşıyan dava erlerine yönelik güven verici bir teselliymiş
gibi beliriyorlar.
Geçen derste müşriklerin "Rahman" ismini
bilmezlikten gelmelerine; onu inkar etmelerine değinilmişti. Buna karşılık
Rahman'ın has kulları onu biliyorlar, tanıyorlar. Ona bağlanmayı, O'na kul
olmayı hakkediyorlar. İşte onlar, ayırıcı nitelikleri ile, ruhları,
davranışları ve hayat biçimleri ile yüce Allah'ın yeryüzünde kendilerine
değer vermesini, kendilerini gözetip korumasını hakkediyorlar. Çünkü eğer
aralarında Rahman'ın bu has kulları olmasa ve eğer bu kullar yakararak, dua
ederek ona yönelmezlerse bütün insanlar, Allah katında bir değer ifade
etmeyecek kadar önemsizleşirler..
63- Rahman'ın hâs
kulları o kimselerdir ki, onlar yeryüzünde yumuşak adımlar atarak yürürler.
Kendini bilmezler onlara sataştıklarında yumuşak sözlerle karşılık verirler.
İşte Rahman'ın has kullarının başta gelen
özellikleri; onlar yeryüzünde rahat ve yumuşak adımlar atarak yürürler.
Yürürken kendilerini zorlamazlar, yapmacık hareketlerde bulunmazlar. Ne
kibirlenirler ne de böbürlenirler. Ne burunları havada yürürler ne de
kabararak veya şişerek yürürler. Çünkü insanın sergilediği tüm davranışları
gibi yürüyüşü de onun kişiliğinin ve içindeki duygularının göstergesidir.
Normal, kendine güvenen, kararlı ve ciddi bir ruh, bu özelliklerini
sahibinin yürüyüşüne de yansıtır. Böylece normal, kendinden emin, ciddi ve
kararlı yürür. Bu yürüyüşte saygınlık, rahatlık, ciddiyet ve güçlülük göze
çarpar. Yoksa "yeryüzünde yumuşak adımlar atarak yürürler" Onların ölü gibi,
boynu bükük, omuzları sarkık, sallanarak yürüdükleri anlamına gelmez.
Nitekim takva sahibi ve salih bir kişi olduğunu göstermek isteyen bazı
insanlar bu tarz bir yürüyüşü seçerler. Oysa peygamber efendimiz -salat ve
selam üzerine olsun- yürüdüğü zaman canlı ve dik yürürdü. İnsanlar içinde en
hızlı yürüyeni, en güzel ve en rahat yürüyeniydi. Ebu Hureyre şöyle der:
Peygamber efendimizden -salat ve selam üzerine olsun- daha güzel birini
görmedim. Sanki yüzünde güneş parlıyordu. Ondan daha hızlı yürüyeni de
görmedim. Yürürken önünde yer bükülür gibiydi. Biz onunla yürürken çok
zorlanırdık ama o, hiç aldırmazdı." Ali b. Ebu Talip -Allah ondan razı
olsun- şöyle der: Resulullah yürürken yukarıdan iniyormuş gibi yürürdü. Bir
keresinde de şöyle demişti: Yokuş yukarı çıkarken bile başaşağı iniyormuş
gibi yürürdü. Bu ise, kararlı, gayretli ve cesur insanların yürüyüşüdür.
Rahman'ın bu has kulları ciddilikleri, vakurlukları,
kararlılıkları ve içlerindeki büyük ideallerle uğraşıyor olmaları nedeniyle
ahmakların ahmaklıkları ile, kendini bilmezlerin beyinsizlikleri ile
ilgilenmezler. Akıllarım, vakitlerini ve emeklerini beyinsizlerle,
ahmaklarla tartışmakla, onlarla kavga etmekle, dolaşmakla uğraştırmazlar,
boşuna harcamazlar. Aptallarla beraber olmaktan, gereksiz davranışlarda
bulunmaktan uzak dururlar: "Kendini bilmezler onlara sataştıklarında yumuşak
sözlerle karşılık verirler",Güçsüz olduklarından değil elbette, tenezzül
etmemekten, çaresizlikten değil üstünlük duygusundan dolayı yumuşak
davranırlar. Boş şeylerden, aptalca işlerden daha önemli, daha onurlu ve
daha üstün değerlerle ilgilenen:onurlu bir insanın vaktini ve emeğini uygun
olmayan bir işte harcamasını istemedikleri için yumuşak sözlerle karşılık
verirler.
Bu Rahman'ın has kullarının gündüz insanlarla
beraber oldukları zamanki durumları geceleri ise, takva, Allah'ın gözetimini
ve ululuğunu düşünme, onun azabından korkma duyguları ile geçirirler:
64- Onlar geceleri
Rabblerine secde ederler ve onun huzurunda ayakta dikilirler.
65- Onlar derler ki;
Ey Rabbimiz, cehennem azabını bizden uzak tut, çünkü cehennemin azabı
sürekli bir afettir.
66- Orası ne fena
bir konut ve ne fena bir barınaktır.
Buradaki ifade tarzı, gecenin bir bölümünde insanlar
uykudayken Rahman'ın kullarının hareketlerini tasvir amacı ile namazdan
secde ve kıyam (ayakta dikilme) hareketlerini ön plana çıkârıyor. Bu
insanlar Rabblerine secde ederek, O'nun huzurunda ayakta dikilerek
geceliyorlar. Sadece Rabblerine yöneliyor, yalnız O'nun için kıyamda
duruyorlar. Sırf O'na secde ediyorlar. Bu insanlar, tatlı ve rahat uykudan
daha yararlı, daha dinlendirici bir şeyle uğraşıyorlar, Rabb'lerine
yönelmekle, ruhlarını ve organlarını O'na bağlamakla uğraşıyorlar. İnsanlar
uykudayken onlar rabblerinin huzurunda ayakta dikiliyorlar, secde ediyorlar.
İnsanlar yere çakılıp kalırken onlar ulu ve kerem sahibi Rahman'ın arşını
görüyorlar.
Onlar Rabb'lerinin huzurunda ayakta dikilirken,
secdeye varırken, Rahman'ın arşını görürken kalpleri takva ile, cehennem
azabı korkusu ile dolar ve şöyle derler: "Ey Rabbimiz, cehennem azabını
bizden uzak tut, çünkü cehennemin azabı sürekli bir afettir. Orası ne fena
bir konut ve ne fena bir barınaktır." Onlar cehennemi görmemişler ama
cehennemin varlığına inanırlar. Kur'an-ı Kerimde anlatıldığı ve Hz.
peygamberin tasvir ettiği şekliyle cehennemi kafalarında canlandırırlar.
İşte bu samimi korku köklü imanın ve içten gelen doğrulamanın meyvesidir.
Onlar cehennem azabını kendilerinden uzak tutsun
diye ürpererek yakararak Rabb'lerine yönelirler. Geceler boyunca Rabb'lerine
secde etmelerine, onun huzurunda dikilmelerine güvenmezler. Kalpleri Allah
korkusu ile dolduğu için amellerini ve ibadetlerini az görürler. Bunları
ateşten kurtulmanın garantisi, güvencesi olarak görmezler. Yüce Allah'ın
lütfu, hoşgörüsü, bağışlaması ve merhameti yetişip cehennem azabını
uzaklaştırmasa hiçbir şekilde kurtulamayacaklarını bilirler.
Ayetin ifade biçimi öyle bir hava estiriyor ki,
sanki cehennem herkesin önüne serilmiş, tüm insanlığın yolunu kesmiş, ağzını
açmış, herkesi yutacak gibi. Kollarını uzatmış; uzak-yakın herkesi
yakalayacak gibi geceleri Rabb'lerine secde eden, O'nun huzurunda ayakta
dikilen Rahman'ın has kulları da korkuyorlar, ürperiyorlar, bu azabı
kendilerinden uzak tutması bu azapla karşılaşmaktan, bu azaba uğramaktan
kurtarması için Rabb'lerine yalvarıyorlar.
Onlar korkudan ve dehşetten Rabb'lerine
yalvarırlarken ağızlarından dökülen kelimeler de titriyor: "Çünkü cehennemin
azabı sürekli bir felakettir." Yani kalıcı bir azaptır, değişmez sahibinden
ayrılmaz ve azalmaz. İşte bu azabı korkunç kılan, dehşet verici ve iğrenç
kılan da bu özelliğidir: "Orası ne fena bir konut ve ne fena bir
barınaktır:" İnsanın mesken edinip oturduğu cehennemden bir yer var mıdır?
Ve acaba ateşte durulur mu? Gece-gündüz ateş içinde kıvranırken barınmak
mümkün mü?
MÜ'MİNLERİN YAŞAM
KURALLARI
Rahman'ın bu kulları, günlük hayatlarında kararlı,
dengeli ve ölçülü davranışa örnek oluştururlar:
67- Onlar
harcamalarında ne savurganca ve ne de eli-sıkıca davranmayarak bu iki karşıt
kutup arasında ölçülü bir tutum benimserler.
Bu, islamın fert ve toplumların hayatında
gerçekleştirmek istediği eğitim ve yaşamada gözönünde bulundurduğu
özelliğidir. İslam bütün binasını denge ve ölçü esaslarına dayandırır.
Müslüman -İslamın sınırlı ferdi mülkiyeti tanımış
olmasına rağmen- kapitalist toplumda .ve her' alanda ilahi şeriatı hayatına
egemen kılmayan diğer toplumlarda olduğu gibi kendi malını dilediği gibi
harcama özgürlüğüne sahip değildir. Müslüman savurganlıkla eli sıkılık
arasında bir orta yol benimsemekle yükümlüdür. Savurganlık kişiyi, toplumu
ve malı bozar. Eli sıkılık ise hem sahibinin hem de çevresindeki toplumun bu
maldan yararlanmasına engel olur, malı hapseder. Çünkü mal toplumsal
hizmetler için kullanılması géreken toplumsal bir araçtır. Gerek savurganlık
gerekse eli sıkılık hem toplumsal ortamda hem de ekonomik alanda büyük
sarsıntılara, karışıklıklara neden olurlar. Malı hapsetmek krizlere yol
açar, sınırsız ve hesapsız şekilde serbest bırakmak da öyle. Bunun yanında
kalpler ve ahlak da bozulur.
İslam hayatın bu yönünü düzenlerken önce ferdin
ruhsal durumundan işe başlıyor. Bu yüzden dengeli ve ölçülü davranmayı
imanın bir özelliği olarak vurguluyor:
"Bu iki karşıt kutup arasında ölçülü bir tutum
benimserler."
Rahman'ın has kullarının bundan sonraki özellikleri,
Allah'a ortak koşmamaları, adam öldürmekten ve zina etmekten kaçınmalarıdır.
Acıklı azabı gerektiren bu tür kötülüklerden, büyük günahlardan uzak
durmalarıdır:
68- Onlar Allah'ın
yanısıra başka bir ilaha yalvarmazlar. Allah'ın yasakladığı cana, sebepsiz
yere kıymazlar ve zina etmezler. Bu suçları işleyenler cezalarını görürler.
69- Kıyamet günü
azapları kat kat olur ve horlanmış olarak ebediyyen bu azabın pençesinde
kalırlar.
70- Yalnız tevbe
edip iyi ameller işleyenler hariç. Allah, böylelerinin kötülüklerini
iyiliklere çevirir. Allah affedicidir ve merhametlidir.
71- Kim tevbe eder
de arkasından iyi amel işlerse o kimse kararlı bir pişmanlıkla Allah'a
yönelmiş olur.
Allah'ın bir ve ortaksız olduğunu kabul etmek islam
inanç sisteminin temelini oluşturur; bu ilke açık, doğru ve sade bir inanç
ile hayat için uygun olan bir düzene dayanaklık oluşturması mümkün olmayan
kapalı, karışık ve girift bir inanç arasındaki yolların ayrılış noktasıdır.
Haksız yere cana kıymaktan sakınmak, insan hayatının
dokunulmaz kabul edildiği bir değer ifade ettiği güvenli ve huzurlu bir
toplumsal hayat ile kimsenin can güvenliğinin bulunmadığı, hiçbir amelin ve
yapıcılığın huzur vermediği, ormanlara ve mağaralara özgü hayat arasındaki
yol ayırımını belirleyen bir özelliktir.
Aynı şekilde zina yapmaktan kaçınmak da, insanın
çirkin hayvansal duyguların üstüne çıktığının bilincinde olduğu, karşı
cinsle birleşmesinin kan ve etin açlığını gidermekten daha üstün bir
hedefinin olduğunu düşündürdüğü temiz bir hayat ile erkek ve dişilerin sözü
edilen açlığı tatmin etmekten başka birşey düşünmediği aşağılık ve çirkin
bir hayat arasındaki yolların ayrılış noktasıdır.
Bu üç nitelik Allah'ın onurlandırdığı insana yakışır
bir hayat ile, ucuz, çirkin ve hayvanlık düzeyindeki aşağılık bir hayat
arasındaki yolların ayrılış noktasını belirledikleri için, yüce Allah
bunları Allah katında yaratıkların en üstünü ve en onurluları olan Rahmanın
has kullarının özellikleri arasında sayıyor ve bunların üzerine son derece
sert bir tehdit içeren bir değerlendirme yapıyor: "Bu suçları işleyenler
cezalarını görürler." Yani azaba çarptırırlar. Bu azap da arkasından gelen
şu ifadeyle açıklığa kavuşturuluyor: "Kıyamet günü azapları kat kat olur ve
horlanmış olarak ebediyyen bu azabın pençesinde kalırlar." Onlar sadece kat
kat arttırılmış bir azaba çarptırılmazlar. Bunun yanında horlanırlar da. Bu
ise daha şiddetli ve daha öldürücü bir azaptır.
Arkasından, tevbe, gerçek iman ve salih bir amelle
bu kötü akıbetten kurtulmak isteyenler için tevbe kapısı açık bulunduruluyor
"Yalnız kurtulmak isteyenler için tevbe edip iyi ameller işleyenler hariç."
Tevbe edip salip ameller işleyen mü'minlere tevbe etmeden işledikleri
kötülüklerin iyiliklere çevrileceği ve bunlara yeni iyiliklerin ekleneceği
va'dediliyor: "Allah böylelerinin kötülüklerini iyiliklere çevirir." Bu yüce
Allah'ın bir lutfu ve bağışıdır. Doğru yolu bulup sapıklıktan dönmekten,
Allah'ın koruduğuna girmekten, çöllerden başıboş gezindikten sonra onar
sığınmaktan başka kulun amelleri içinde bunu karşılayacak bir iyiliği
yoktur: "Allah affedicidir ve merhametlidir."
Tevbe kapısı her zaman açıktır. Vicdanını uyandıran,
geri dönüp sığınmak isteyen herkes bu kapıdan girebilir. Kim olursa olsun ve
ne kadar günah işlemişse işlesin oraya yönelen hiç kimse engellenmez, hiçbir
sığınmacının yüzüne kapatılmaz.
Taberani Ebu'l Mugiyre'den, o da Safvan b. Ömer'den,
o da Abdurrahman b. Cübeyr'den, o da Ebu Ferva'dan şöyle rivayet eder: Ebu
Ferve peygamber efendimize -salat ve selam üzerine olsun- gelerek "Büyük,
küçük bütün günahları işleyen, yapmadığını bırakmayan birini gördün mü?
Böyle birinin tevbesi kabul olur mu?" dedi. Peygamber efendimiz -salat ve
selam üzerine olsun. "Bundan sonra iyi ameller işle, kötülükleri de terk et.
Yüce Allah bütün kötülüklerini iyiye çevirir" dedi. Ebu Ferve "Peki yaptığım
haksızlıklar, işlediğim günahlar da mı?" dedi; Peygamberimiz "Evet" dedi.
Bunun üzerine Ebu Ferve gözden kaybolana kadar tekbir getirerek yürüdü.
Tevbe etmenin kuralı ve şartı da şu şekilde
belirleniyor. "Kim tevbe eder de arkasından iyi amel işlerse o kimse kararlı
bir pişmanlıkla Allah'a yönelmiş olur" Tevbe etmek; pişman olmakla, günahtan
vazgeçmekle başlar; tevbenin gerçek olduğunu, içten olduğunu kanıtlayan
salih amelle sonuçlanır. Salih amel, aynı zamanda günahtan vazgeçmekle ruhta
meydana gelen boşluğu dolduran pozitif bir karşılıktır. Çünkü günah bir
ameldir, bir harekettir. Bu yüzden yerini karşıt bir hareketle doldurmak
gerekir. Aksi taktirde günahtan vazgeçtikten sonra meydana gelen boşluğu
hisseden ruh, bu etkiyle hatalara sürüklenir. Bu da Kur'anın olağanüstü
eğitim sisteminin gözalıcı belirtisidir. Hiç kuşkusuz bu sistem insan
psikolojisine ilişkin derin bilgiye dayanmaktadır. Yaratıcıdan daha iyi kim
bilebilir yarattıklarını? O yücedir, eksikliklerden münezzehtir.
Bu ara açıklamadan sonra ayetlerin akışı yeniden
"Rahman'ın has kullarının" özelliklerini sunmaya başlıyor.
72- Yine onlar
yalanın semtine yanaşmazlar. Kötülükler ile karşılaştıklarında yanlarından
onurlarına toz kondurmadan geçip giderler.
Yalanın semtine yanaşmamaları, ifadesinden ilk
etaptâ akla gelen yakın anlam yalan şahitlikte bulunmamaları olabilir. Çünkü
bu tür bir davranış, hakların kaybolması, zulmün desteklenmesi anlamına
gelir. Bunun anlamı, her türlü ve her çeşit yalanın sözkonusu olduğu bir
mecliste, bir ortamda bulunmaktan kaçınma, bu tür meclisleri ve ortamları
görmeye yanaşmama da olabilir. Bu ikincisi daha etkin ve daha realistçedir.
Aynı şekilde onlar ruhlarını ve ideallerini boş ve anlamsız uğraşılardan da
korurlar: "Kötülükler ile karşılaştıklarında yanlarından onurlarına toz
kondurmadan geçip giderler." Böyle şeylerle ilgilenmezler, bu tür şeylere
kulak vererek ruhlarını kirletmezler. Böyle şeylere katılmak bir yana,
görmekten, yakınından geçmekten bile kaçınırlar, onurlarını korurlar. Çünkü
mü'minin boş ve gereksiz şeylerden çok daha önemli isleri vardır. Onun
kendini eğlenceye, oyuna vermesini gerektirecek kadar boş vakti yoktur. Onun
inancı, davası, kişisel yükümlülükleri ve hayattaki sorumlulukları yeterince
kendisini uğraştırmaktadır.
Onların özelliklerinden biri de uyandıkları zaman
hemen kendilerine gelmeleridir, nasihat edildikleri zaman ders almaya yatkın
olmalarıdır; kalplerinin Allah'ın ayetlerine karşı açık olmasıdır, o
ayetleri anlayarak, ibret alarak ağılamalârıdır.
73- Onlara Allah'ın
ayetleri hatırlatıldığında bu ayetler karşısında kör ve sağır kesilmezler.
Bu ifadeden, duymayan, görmeyen, bir hidayete ya da
nura uymayan kör ve sağırlar gibi düzmece ilahlarına, sapık inançlarına,
batıl düşüncelerine körü körüne sarılan müşriklere yönelik bir kınama
anlaşılmaktadır. Duymadan, görmeden, düşünmeden yüzüstü birşeye kapanma
hareketi, körlerin gafletliğini, körlüğünü ve dar düşünceliğini tasvir
etmektedir. Rahman'ın kulları ise, inanç sistemlerinin dayandığı gerçeği ve
Allah'ın ayetlerinin içerdikleri doğru mesajı bilinçli olarak, görerek
kavrıyorlar. Dolayısiyle anlayarak, yüzüstü kapanarak bağlanmazlar. Eğer
inançlarına sarılıp O'nun tarafını tutuyorlarsa bu, bağlandığı inancı bilen,
kavrayan ve gözleriyle gören birinin taraftarlığıdır.
NESİL GÜVENLİĞİ
Son olarak Rahman'ın bu kulları, geceler boyunca
Rabb'lerine secde etmekle onun huzurunda ayakta dikilmekle, ayrıca bütün bu
niteliklere sahip olmakla yetinmezler. Bunun yanısıra kendilerinden sonra,
bağlı bulundukları hayat sistemine uyan bir neslin gelmesini, kendileri gibi
inanan göz aydınlığı olacak eşlerinin olmasını kalplerinin onlarla huzura
kavuşmasını, bu sayede "Rahman'ın kullarının" sayılarının artmasını
isterler. Ve yine yüce Allah'ın kendilerini Allah'tan korkanlara O'ndan
sakınanlara iyi birer öncü kılmasını umarlar.
74- Onlar "Ey
Rabbimiz, bize gözümüzün aydınlığı olacak eşler ve çocuklar bağışla; bizi
kötülüklerden sâkınanların öncüleri yap " derler.
İşte bu, imandan kaynaklanan derin fıtri bilinçtir.
Allah'a giden yolun yolcularının çoğalmasına ilişkin istektir. En başta da
evlat ve eşlerin bu yolda olmasına ilişkin köklü duygudur bu. Çünkü
insanların birinci derecede sorumlu oldukları bunlardır. İnsan ilkin bu
emanetten sorguya çekilecektir. Ayrıca bu, bir mü minin iyiliğe öncülük
ettiğini, Allah'ın yolunu izlemek isteyenlerin kendisinin etrafında
toplandıklarını görmek istemesidir. Yoksa burada bir üstünlük duygusu, bir
büyüklük kompleksi söz konusu değildir. Çünkü kervan hep birlikte Allah a
doğru yol almaktadır.
Rahman'ın kullarının alacağı ödüle gelince, bu
açıklamanın sonunda ödül şu şekilde belirtiliyor.
75- İşte onlar
sabretmiş olmalarının karşılığı olarak özel cennet odaları ile
ödüllendirilirler: Bu odalarda esenlik dilekleri ve selamla karşılanırlar.
76- Orada sürekli
kalacaklardır. Orası ne güzel bir konut ve ne güzel bir barınaktır.
Ayetin orjinalinde geçen "el-Gurfeh" kelimesinden
maksat cennetin kendisi olabileceği gibi cennette özel bir yerde olabilir.
Nitekim yeryüzünde insanlar da misafir ağırlamak istediklerinde gelenekler
icabı evlerinin en güzel ve en uygun odasını seçerler. İşte nitelikleri ve
özellikleri biraz önce anlatılan bu saygın konuklar özel cennet odalarında
esenlik dilekleri ve selamla ağırlanırlar. Bu, onların işaret edilen
niteliklerini ve özelliklerini ısrarla korumalarının, sabretmelerinin
ödülüdür. Bu ifadenin kullanılmasının özel bir anlamı vardır. Çünkü
nitelikleri ve özellikleri tavizsiz sürdürme kararı nefsin istek ve
arzularına, dünya hayatının aldatmacalarına ve düşük içgüdülerine karşı
sabretmeyi gerektirir. Mücadeleyi, çabayı doğru yolda sürdürmek ancak
sabırla mümkündür. Bu durumda gösterilen sabır, yüce Allah'ın bu Furkanda
(eğri ile doğruyu birbirinden ayıran bu Kur'anda) vurgulamasını hakkedecek
kadar önemlidir.
Rahman'ın has kullarının, çok fena bir konut, çok
kötü bir barınak olduğu için yüce Allah'a yalvararak kendilerinden uzak
tutmasını istedikleri cehenneme karşılık yüce Allah onları cennetle
ödüllendiriyor. "Orada sürekli kalacaklardır. Orası ne güzel bir konut ve ne
güzel bir barınaktır." Allah dilemedikçe kimse onları oradan çıkarmaz. Onlar
orada konaklamanın, barınmanın en iyisini yaşarlar.
YALANLAYICILARIN
SONU
Buraya kadar, insanlığın süzülmüş bir özeti
niteliğinde olan, Rahman'ın kullarının özellikleri tasvir edildi. Furkan
Suresi, göğe yönelen bu seçkin insanlar olmasa geriye kalan insanların yüce
Allah katında hiçbir değer ifade etmediklerini vurgulayarak sona eriyor.
Allah'ın ayetlerini yalanlayanlara gelince azaba çarptırılmaları kaçınılmaz
olmuştur.
77- De ki; "Eğer
yalvarmanız, kulluğunuz olmasa Rabbim size ne değer versin? Sizler Allah'ın
ayetlerini yalanladığınız için azap hiç yakanızı bırakmayacaktır. "
Bu, surenin konusuna ve genel akışına uygun bir
sonuç, kavminden gördüğü inatçılık, inkarcılık ve dil uzatmalar karşısında
peygamberimizi -salat ve selam üzerine olsun- teselli etmeyi, onu
güçlendirmeyi hedefleyen surenin atmosferine uygun bu ifadedir. Aslında
kavmi peygamberimizin -salat ve selam üzerine olsun- konumunu- çok iyi
biliyorlardı. Ama onlar ısrarla ve inatla batıl ve saçma inançlarına bağlı
kalmayı sürdürdüler. Hem Hz. Peygamberin kavmi ne değer ifade eder ki? Şayet
Allah'a yalvaran, Rahmanın kullarının O'na yalvarıp yakardığı gibi O'na
yakaran mü'min azınlık olmasa şu bütün insanlığın ne önemi var ki?
Onlar ve tüm insanlığı kapsayan şu yeryüzü, dehşet
verici evren boşluğunda yüzen bir zerreden başka nedirler ki? Bütün insanlık
şu yeryüzündeki birçok canlı türünden sadece bir türdür. Yeryüzünde yaşayan
milletlerden bir millet, bir milletin içindeki herhangi bir kuşak,
sayfalarının sayısını ancak yüce Allah'ın bildiği koca evren kitabının
içinde yer alan bir tek sayfa değil midir?
Buna rağmen insan kibirlenir, böbürlenir, kendini
birşey sanır. Yüce yaratıcısına dil uzatacak kadar küstahlaşır, büyüklük
kompleksine kapılır. Oysa insan basit ve önemsiz bir varlıktır. Zayıf ve
güçsüzdür. Her yönüyle yetersiz ve noksandır. Ancak yüce Allah'a bağlanır,
O'ndan güç alıp, doğru yolu izlerse, o zaman yüce Allah'ın terazisinde bir
ağırlık olur. Terazide Rahman'ın meleklerinden daha büyük değer ifade eder.
Hiç kuşkusuz bu, insanı onurlandıran, meleklerin O'na secde etmesini emreden
yüce Allah'ın O'na yönelik bir lütfudur. Rabbini tanısın, O'na bağlansın,
O'na kulluk etsin, meleklerin kendisine secde etmesini hakkeden bu
özelliklerini korusun diye. Aksi taktirde insan bir atık, bir kayıptan başka
bir anlam ifade etmez. Bu durumda tüm insan türü teraziye konulacak olsa
terazinin kafesinde değer ifade edecek bir ağırlık oluşturmaz.
"De ki; Eğer yalvarmanız, kulluğunuz olmasa Rabbim
size ne diye değer versin?" Bu ifadede peygamber efendimize -salat ve selam
üzerine olsun- yönelik bir dayanak, bir destek anlamı var "De ki; Rabbim
size ne diye değer versin?" Ama ben O'nun yanında ve O'nun himayesindeyim.
O, benim Rabb'imdir, ben O'nun kuluyum. O'na inanmadan, O'nun has kullarına
katılmadan, ne değeriniz olabilir ki? Siz cehennem yakıtısınız?
"Sizler Allah'ın ayetlerini yalanladığınız için
azap, hiç yakanızı bırakmayacaktır.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.