41-Fussilet
1- Ha, Mim.
2- Bu Kitab, Rahman
ve Rahim olan Allah katından indirilmiştir. 3- Bilen bir toplum için
ayetleri açıklanmış; arapça okunan bir Kitab'dır. 4- Müjdeleyici ve uyarıcı
olarak gönderilmiştir. Fakat insanların çoğu onu düşünüp kabul etmekten yüz
çevirmiştir. Onlar işitmezler.
5- Dediler ki: "Ey
Muhammed! Bizi çağırdığın şeye karşı kalbimiz kapalıdır, kulaklarımızda bir
ağırlık ve seninle bizim aramızda bir perde vardır. Sen istediğini yap,
bizde istediğimizi yapıyoruz."
6- De ki: "Ben de
ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın tek bir ilah olduğu
vahyediliyor. O'na yönelerek işlerinizi düzeltin, O'ndan mağfiret dileyin.
O'na ortak koşanların vay haline!"
7- Onlar zekat
vermezler ve ahireti de inkar ederler.
8- İnanıp iyi işler
yapanlara gelince; onlar için kesintisiz mükafat vardır.
Bazı surelerin birbirinden kopuk harflerle
başlamasının nedenini e itli surelerde açıkladık. "Ha, Mim" harfleri ile
yapılan açılışın ise sık sık tekrarlanması, insan kalbini uyaran gerekleri
tekrar tekrar işaret etmeye ilişkin Kur'an yöntemine uymaktadır. Çünkü insan
kalbi tekrar tekrar uyarılmayı gerektirecek bir yaratılışa sahiptir. Aradan
uzun süre geçince unutur. Herhangi bir manevi gerçeğin içinde kalıcılık
kazanabilmesi için değişik yollara başvurularak yeni baştan tekrar yönüne
gidilmesi gerekir. İşte Kur'an-ı Kerim insan kalbini, onu yaratıp dilediği
gibi yönlendiren yüce Allah'ın bilgisi doğrultusunda onun öz yaratılışına
yerleştiren özellik ve yetenekleri gözönünde bulundurarak ele alır.
"Rahman ve Rahim olan Allah katından indirilmiştir."
Sanki surenin başında yeralan "Ha, Mim" harfleri surenin veya Kur'an'ın ismi
gibi sunulmaktadır. Çünkü bu harfler, Kur'an ayetlerini oluşturan diğer
harflerin aynısıdırlar. Bu durumda "Ha, Mim" isim cümlesinin öznesi "Rahman
ve Rahim olan Allah katından indirilmiştir" de cümlesinin yüklemi
olmaktadır.
Kitabın indirilişinden söz edilirken Rahman ve Rahim
sıfatlarından sözedilmesi, kitabın indirilişinde en büyük etkinliğe sahip
bulunan niteliğe, Rahmet niteliğine işaret etme amacına yöneliktir. Bu
kitabın indirilişinin alemlere Rahmet kaynağı olduğunda kuşku yoktur. Bu
kitap hem kendisine inanıp uyanlar için hem de başkaları için bir rahmet
kaynağıdır. Sadece insanlar için değil elbette, bütün canlılar için bir
rahmettir bu kitabın indirilişi. Çünkü bu kitap herkes için iyilik kaynağı
olan bir sistem koymuştur, bir hareket metodu belirlemiştir. İnsanlığın
hayatını, düşüncesini, kavrayışını, hareket tarzını etkilemiştir. Bu
etkinliği sadece kendisine inananlarla sınırlı kalmamıştır. Tam tersine bu
etkinliği indiği günden itibaren evrensel ve sürekli olmuştur. İnsaf ve
dikkatle insanlık tarihini inceleyenler, insanı tüm yönleriyle kapsayan
genel insanlık anlamında inceleyenler bu gerçeği kavrar ve kesinlikle kabul
ederler. Nitekim birçokları bu gerçeği görüp açıkça itiraf etmişlerdir.
"Bilen bir toplum için ayetleri açıklanmış Arapça
okunan bir Kitab'dır."
Amaç ve hedeflere, çeşitli hareketler ve akıllara,
çevre ve çağlara, psikolojik durumlara ve ruhların değişik ihtiyaçlarına
uygun olarak ama tutarlı ve yerinde bir tarzda ayetleri ayrıntılı biçimde
açıklanmıştır. Bu kitabın en belirgin karakteristik özelliği olan yukarıda
işaret ettiğimiz hususlara uygun olarak ayetler uzun uzun açıklanmıştır.
Arapça bir Kur'an olarak "bilen bir toplum için" bilme, öğrenme ve ayırdetme
yeteneğine sahip bir toplum için ayrıntılı biçimde açıklanmıştır.
Ve bu Kur'an görevini yerine getiriyor: "Müjdeci ve
uyarıcı olarak."
İnançları doğrultusunda hareket eden mü'minleri
müjdeliyor, Allah'ın ayetlerini yalanlayan, bunun sonucu olarak da kötü
işler yapanları da uyarıyor. Müjde ve uyarının sebeplerini, apaçık Arapça
üslubuyla, Arapça konuşan bir topluma yönelik olarak açıklıyor. Ne var ki bu
toplum tüm bunlara rağmen bu Kur'an'ı kabul etmiyor, ona olumlu karşılık
vermiyor:
"Fakat insanların çoğu onu düşünüp kabul etmekten
yüz çevirmiştir. Onlar işitmezler de."
Gerçekten de bu Kur'an'a sırt çevirip fiilen onu
dinlemiyorlardı. Kalplerini bu Kur'an'ın karşı konulmaz etkisinden
uzaklaştırmak için çabalıyorlardı. Biraz sonraki sözlerinde de görüleceği
gibi kitleleri Kur'an'ı dinlememeye teşvik ediyorlardı: "Bu Kur'an'ı
dinlemeyin, okunurken gürültü yapın belki ona galip gelirsiniz." Bazan bu
Kur'an'ı dinliyorlardı, ama hiç dinlememiş gibiydiler. Çünkü bu Kur'an'ın
ruhlarının üzerindeki etkinliğine karşı direniyorlardı. Tıpkı duymayan
sağırlar gibiydiler!
"Ve dediler ki: Ey Muhammed! Bizi çağırdığın şeye
karşı kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda ağırlık vardır. Seninle bizim
aramızda bir perde vardır. Sen istediğini yap, biz de istediğimizi
yapıyoruz."
Bunu inatlarını göstermek, Hz. Peygamberden dolayı
canlarının sıkıldığını vurgulamak için söylüyorlardı. Böylece onu
kendilerini islama davet etmekten vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Çünkü onun
sözlerinin kalplerinin üzerinde etkili olduğunu görüyorlardı. Ama kasten
mü'min olmamak istiyorlardı! "Kalplerimiz örtü içindedir, senin sözlerin
onlara ulaşamaz. Kulaklarımızda sağırlık var, davetini işitemezler. Bizi
birbirimizden ayıran bir örtü vardır Seninle aramızda hiçbir bağlantı
yoktur. Bizi bırak, kendin için çalış biz de kendimiz için çalışacağız"
diyorlardı. Veya fazla önemsemediklerini vurgulamak amacı ile şöyle
diyorlardı: Senin sözlerine, yaptıklarına, uyarılarına ve tehditlerine
aldırmıyoruz. İstiyorsan kendi yolunda git, biz de kendi yolumuzda gideriz.
Seni dinlemiyoruz. Ne yapacaksan yap! Bizi tehdit edip durduğun azabına
aldırış etmiyoruz...
İşte bu davanın ilk omuzlayıcısı, Hz. Peygamberin
-salât ve selâm üzerine olsun- karşı karşıya kaldığı itirazlara bir örnek.
Ama o, durmadan insanları islama davet etmek üzere yoluna devam ediyor,
davet hareketinden vazgeçmiyor. Karşısına dikilenlerin karamsarlığa itici
sözlerinin etkisiyle karamsarlığa kapılınıyor. Yüce Allah'ın kendisine
yönelik yardım ve başarı sözünün, Allah'ın peygamberini yalanlayanlara
yönelik azap tehdidinin geciktiğini düşünmüyor. Allah'ın azap etmeye ilişkin
tehdidini gerçekleştirmenin kendisinin elinde olmadığını duyurup görevini
sürdürmekle yükümlüydü. Çünkü o, sadece kendisine vahiy gelen; bunu açıkça
duyuran ve insanları e i ve ortağı bulunmayan tek Allah`a inanmaya; onun
öngördüğü yolda dosdoğru yürümeye davet eden ve emredildiği gibi müşrikleri
kendilerini bekleyen azaptan dolayı uyaran bir insandı. İşin bundan sonrası
yüce Allah'a aittir. O'nun elinden bir şey gelmez. Çünkü o, sadece Allah'ın
mesajını insanlara duyurmakla görevli bir insandır:
"De ki: `Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana
sizin ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor. O'na yönelerek işlerinizi
düzeltin. O'ndan mağfiret dileyin. O'na ortak koşanların vay haline!"
Şu sabrın, katlanmanın, iman ve teslimiyetin
yüceliğine bakın! Hiç kuşkusuz böyle bir durumda sabretmenin. Her türlü güç
ve kuvvetten uzak böylesine güç bir ortamda direnmenin. şımarıkların ve
büyüklük taslayanların karşı çıkışlarına, yalanlamalarına katlanmanın... Hem
de karşı çıkanları, yalanlayanları ve şımarıkları susturan, onları çaresiz
bırakan mucizenin biran önce gösterilmesini istemeden sabretmenin... Evet,
pratik hayatında bu tür olumsuzlukların bir kısmını dahi olsa yaşayıp
sonrada yoluna devam edenlerden başkası böyle bir ortamdaki meşakkate karşı
sabretmenin yüceliğini, zorluklara katlanmanın ne denli övgüye değer bir
davranış olduğunu kavrayamaz, anlayamaz.
Bu ve benzeri ortamlar için Peygamberlere, Resullere
sabretmeleri yönünde çokca direktif verilir. Çünkü davet yolu, sabır
yoludur; hem de uzun bir sabır. Sabrı gerektiren ilk şey de davanın biran
önce başarıya ulaşmasını beklemek, buna rağmen zaferin, hatta zafer
belirtilerinin gecikmesidir. En başta buna karşı sabretmek, bu durumu
teslimiyetle, hoşnutlukla kabullenmek gerekir.
Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun-
büyüklük taslayanlara, şımarıklara karşı en fazla şöyle demesi emrolunuyor:
"Onlar zekat vermezler. Ahireti de inkar ederler."
Bu meselede özellikle zekattan sözedilmesinin o gün
için geçerli bir nedeni olmalıdır. Fakat biz bunu şu anda kavrayacak durumda
değiliz. Çünkü bu ayet Mekke'de inmiştir. Zekat ise, Peygamberimizin -salât
ve selâm üzerine olsun- Medine'ye hicret etmesinin ikinci yılında farz
kılınmıştır. Gerçi zekatın özü Mekke'de biliniyordu. Medine'de yapılan,
maldaki zekat oranının belirtilmesi ve belli bir farz olarak devlet
tarafından toplanmasıydı. Fakat Mekke'de zekat verme işlemi gönüllü olarak
yerine getirilen genel bir olguydu. Herhangi bir sınırlandırma sözkonusu
değildi. Mesele insanların vicdanlarına bırakılmıştı. Burada işaret edilen
ahireti inkar ise, ağır bir kınamayı, yergiyi ve yokoluş tehdidini
gerektiren küfrün kendisidir.
Bazıları "Bu ayette geçen `zekat'tan maksat, iman ve
şirkten arınmadır" demişler. O günkü şartlar da bu anlamda muhtemeldir.
KAİNATIN YARATILIŞI
Sonra davetçi, onların Allah'a ortak koşmakla, kafir
olmakla ne ağır, ne iğrenç bir suç işlediklerini gözler önüne sermeye
başlıyor. Bu amaçla onları uçsuz bucaksız evren sahasında; göklerde ve
yeryüzünde; ona oranla küçük ve önemsiz bir şey oldukları varlık aleminde
gezdiriyor. İnkar ettikleri yüce Allah'ın egemenliğini, gücünün bir parçası
oldukları evrenin öz yaratılışında kendilerine göstermek için bu alanlarda
dolaştırıyor onları. Bununla güdülen bir diğer amaç da, bu davaya
baktıkları, bu yüzden kendilerini ve kişiliklerini oldukça büyük ve önemli
gördükleri dar ve küçük bakış açısından kurtarmaktır. Onları bu dar
çerçeveden kurtarıp dikkatlerini islam davasına ve neden kendilerinin değil
de Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- bu davayı omuzlamak üzere
seçildiğine dikkatlerini çekmektir. Kendi toplumsal statülerine ve
çıkarlarına ne kadar düşkün olduklarını ortaya koymaktır. Daha bunlar gibi
birçok önemsiz ve küçük değerlendirmelerin etkisinden onları kurtarmaktır.
Çünkü bu basit değerlendirmeler onları Hz. Muhammed'in -salât ve selâm
üzerine olsun- kendilerine sunduğu, bu Kur'an'ında ayrıntılı biçimde
açıkladığı büyük gerçeğe dikkat etmekten alıkoyuyordu. Yeri göğü birbirine
bağlayan, her çağda yaşayan tüm insanları bütünleştiren ve onları
zamanlarını, yerlerini ve şahıslarını aşan ve tüm evrenin planı ile
bütünleştiren büyük gerçeğe bakmaktan, onu algılamaktan alıkoyuyordu:
9- De ki: "Siz mi
yeryüzünü iki günde yaratana nankörlük ediyor ve O'na ortaklar koşuyorsunuz?
O alemlerin Rabb'idir."
10- Yeryüzüne sabit
dağlar yerleştirdi. Onda bereketler yarattı ve orada rızıklarını arayanlar
için dört günde düzene koydu.
11- Sonra duman
halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: "İsteyerek veya istemeyerek
buyruğuma gelin" dedi. "İsteyerek geldik" dediler.
12- Böylece onları,
iki gün içinde yedi gök var etti ve her göğün görevini vahyetti. Yakın göğü
ışıklarla donattık ve bozulmaktan koruduk. İşte bu bilen, güçlü olan Allah
kanunudur.
Onlara deki: Siz Allah'ın ayetlerini yalanlayıp, onu
inkar ettiğiniz zaman, büyük bir küstahlıkla böylesine büyük laflar
ettiğiniz zaman, çirkin ve iğrenç olduğu kadar dehşet verici bir suç işlemiş
oluyorsunuz; siz yeryüzünü yaratan ve üzerinde denge unsuru olarak dağları
vareden, orayı verimli kılan, orada gerekli olan rızık kaynaklarını bir plan
çerçevesinde vareden Allah'ı inkar ediyorsunuz...
Gökleri yaratan, düzenini sağlayan, ayrıca gökleri
ışık saçan yıldızlarla ve koruyucu tabakalarla, atmosferle donatan Allah'ı
inkar ediyorsunuz. Göklerin ve yerin isteyerek boyun eğerek buyruğuna
girdikleri, teslim oldukları Allah'ı inkar ediyorsunuz... Siz... Fakat şu
yeryüzünde yaşayan canlıların bir kısmı olan siz. onun buyruğuna girmekten
kaçınıyor, büyüklük taslıyorsunuz.
Ne var ki Kur'an-ı Kerim'in olağanüstü ahenge sahip
ifade biçimi bu gerçekleri, yine Kur'an'ın kalplerin derinliklerine nüfuz
eden onları şiddetle sarsan yöntemiyle sunuyor. Şu halde biz de sıralama ve
açıklama ahengini izleyerek açıklamaya devam edelim:
"De ki: `Siz mi arzı iki günde yaratana nankörlük
ediyor ve O'na ortaklar koşuyorsunuz? O alemlerin Rabb'idir."
"Yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Ve onda
bereketler yarattı ve orada rızıklarını arayanlar için dört günde düzene
koydu."
Ayet-i kerime yeryüzünün iki günde yaratılması
gerçeğini hatırlatıyor. Sonra yeryüzünün yaratılışı hikayesinin devamını
sunmadan önce bir değerlendirme yapıyor. Yeryüzünün ilk yaratılışı
kıssasının ardından şu yorumu yapıyor: "O alemlerin Rabb'idir." Ama siz
O'nun Rab'lığını inkar ediyor, O'na eşler koşuyorsunuz. Üstelik içinde
yaşadığınız yeryüzünü de O yaratmıştır. Şu halde bundan daha çirkin bir
büyüklenme, daha aşağılık bir küstahlık, daha iğrenç bir davranış olur mu?
Yeryüzünün yaratıldığı iki gün ile, denge unsuru
dağların yaratıldığı, rızık kaynaklarının bir plan içinde yerleştirildiği,
toprağa verimlilik kazandırıldığı diğer iki günle dörde tamamlanan şu günler
neyi ifade eder?
Hiç kuşku yok ki, bunlar süresini ancak yüce
Allah'ın bildiği O'nun günleridir, şu yeryüzündeki günler değil.
Yeryüzündeki günler dünyanın yaratılışın-dan sonra ortaya çıkmış zaman ölçüm
birimleridir. Dünyanın güneşin karşısında kendi ekseni etrafında dönüşü ile
oluşan günleri olduğu gibi diğer gezegenlerin ve yıldızların da günleri
vardır. Ve bunlar dünyadaki günlerden farklıdırlar. Bazısı daha kısa, bazısı
ise daha uzundur.
İlk defa dünyanın yaratıldığı, sonra dağların
oluştuğu, ardından zenginlik kaynaklarının varedildiği günler başka
ölçülerle ölçülen başka günlerdir. Bu günleri bilmiyoruz, ancak
alışageldiğimiz dünya günlerinden çok daha uzun olduklarını biliyoruz.
Şu anda insan aklının ürünü bilimlerin son
verilerine dayanarak en fazla şunu düşüne biliyoruz. Burada sözü edilen
günler, yeryüzünün ardarda geçtiği, sonunda yerkabuğunun bugünkü şeklini
alıp katılaştığı ve şu anda bildiğimiz ha-yata elverişli hale geldiği
evrelerdir. Bu evreler -şu anda elimizde bulunan bilim-sel teorilerin
dediğine göre- dünya ölçüleri ile yaklaşık olarak iki milyon yıl sürmüştür.
Bunlar sadece kayaların incelenmesine ve bunlar
aracılığı ile dünyanın ömrünün belirlenmesine ilişkin varsayımlara dayalı
bilimsel değerlendirmelerdir. Biz, Kur'an-ı Kerim'i incelerken bu
değerlendirmeleri nihai gerçeklermiş gibi ele alamayız. Çünkü bunlar özleri
itibariyle böyle değildirler. Her zaman değiştirilebilen teorilerdir. Şu
halde Kur'an'ı bu değişken teorilere göre yorumlayamayız. Sadece, bunlarla
Kur'an ayeti arasında bir yakınlık gördüğümüzde, zorlama yapmaksızın Kur'an
ayetinin bu şekilde yorumlanmasının uygun olacağını düşündüğümüzde bunların
doğru olabileceklerini söyleyebiliriz. Buradan hareketle bu veya şu teorinin
Kur'an ayetinin anlamına yakınlığından dolayı doğruya yakın olabileceğini
söyleyebiliriz.
Bugün bilim çevrelerinde ağır basan görüş,
yeryüzünün daha önce şimdiki güneş gibi gaz halinde yanan bir küre
olduğudur. Yine kesin olarak belirlenemeyen bir sebepten dolayı dünyanın
güneşten koptuğu düşüncesi de genel kabul görmüştür- Bu haldeki dünyanın
uzun bir zaman içinde soğuduğu, kabuğunun sertleştiği, bugünkü şeklini
aldığı söylenmektedir. Yer kabuğunun iç kısımlarının şu anda bile en sert
kayaları eritecek kadar sıcak olduğu vurgulanmaktadır.
Yer kabuğu soğuyunca, donup sertleşince, başlangıçta
her taraf sert bir kayalıktan ibaretti. Üst üste kayalık katmanlar
oluşmuştu.
Çok erken bir dönemde iki hidrojenle bir oksijenin
birleşmesi sonucu denizler oluştu, bu iki elementin birleşmelerinden sular
(H2O) meydana geldi. "Şu dünyamızdaki hava ve su birlikte kayaların
parçalanıp dağılmalarını aşınmalarını sağladılar. Parçalanıp dağılan bu kaya
parçalarını bir yerden diğerine taşıdılar, ufalttılar. Nihayet tarıma
elverişli toprak oluştu. Dağların ve tepelerin yarılmalarını, çukurların
dolmalarını sağladılar. Neredeyse yeryüzünde olan her şey bir yıkılma ve
tekrar yapılma sürecini yaşadı."
"Yerkabuğu sürekli hareket ve değişim halindedir.
Deniz dalgalanır, köpürür, yerkabuğu ondan etkilenir. Güneşin etkisiyle
deniz suları buharlaşır. Göğe yükselir. Tatlı su yağdıran buluta dönüşür.
Yeryüzüne sağanak halinde yağar, bunun sonucu seller ve nehirler meydana
gelir. Bunlarda yerkabuğu içinde akarlar ve onu etkilerler. Bu akarsular
yerkabuğundaki kayaları etkilerler, onları aşındırıp değiştirirler. Bir
kayadan bir başka kaya meydana getirirler. Bu sular daha sonra da kayaları
aşındırmaya, bir yerden diğerine götürmeye devam ederler. Yüzyıllar içinde;
yüzlerce, binlerce asır içinde yeryüzünün şekli değişir. Donmuş buzlar da
akarsular gibi etkiler yerkabuğunu. Rüzgârlar da su gibi etkiler. Su ve
rüzgârın yaptığını güneş de yapar. Yeryüzüne yakıcı ve aydınlatıcı
ışınlarını gönderir. Aynı şekilde yeryüzünde yaşayan canlılar da sürekli
yerkabuğunun şeklini değiştirip dururlar. Toprağın içinden fışkıran
volkanlar da yerkabuğunun şeklini büyük ölçüde değiştirirler.
"Bir jeologa yeryüzündeki kaya çeşitlerini sorduğun
zaman, sana bir çok kaya çeşidini sayar. Öncelikle kayaların üç büyük
türünden sözeder.
"Sana "ateş ve kayalar"dan sözedecek. Bunlar
toprağın altından üstüne kızgın kayalar halinde çıkan sonra da soğuyan
parçalardır. Bunlara örnek olarak da Granit ve Bazalt'ı gösterecektir.
Bunlardan bir parça getirerek içerdiği beyaz, kırmızı veya siyah billurları
işaret ederek "Bu billurların herbiri kimyasal bir birleşimi göstermektedir
ve bunların her birinin kendine özgü yapısı vardır. Dolayısıyla bu kayalar
bir karışımdırlar" diyecektir. Bu sefer senin aklında yerkabuğunun çok eski
zamanlarda dünyanın oluşumunun tamamlanmasından sonra bu sıcak kayalardan
veya benzeri parçalardan oluştuğu fikri uyanır. "Sonra sular gökten yağarak,
yerkabuğunda akarak veya kar halinde düşüp donarak bunları etkilemiştir.
Hava ve rüzgâr etkili olmuştur. Güneş etkilemiştir. Bunların herbiri bu
kayaların öz yapılarını ve kimyasal birleşimlerini değiştirmişlerdir.
Böylece bunlardan farklı yeni kayalar oluşmuşlar" diyecek ve nerdeyse
bunları bir laboratuvarda biraraya getirip gösterecektir.
"Jeolog, bu sefer de sana ikinci büyük kaya çeşidini
gösterecektir. Bunları tortul ve tortulaşmış kayalar olarak isimlendirirler.
Bunlar, su, rüzgâr, güneş veya canlıların etkisiyle yeryüzünde bulunan en
sağlam ve en kötü kayalardan türemişler. Bunlara tortul yani çökelmiş adının
verilmesi baştan beri bulunduğu yerde olmamasından dolayıdır. İlk kayalardan
kopan, aşınan parçaların birleşimi ile oluştuktan sonra veya oluşmak
üzereyken buraya taşınmıştır. Kuşkusuz bu taşıma işlemini su veya rüzgâr
gerçekleştirmiştir. Dolayısıyle oluştuktan sonra bu kaya yuvarlanmış,
çökelmiş ve şimdiki yerine yerleşmiştir.
"Jeolog tortul kayalara örnek olarak kireç taşını
gösterecektir. Bu taşlardan dağlar oluşmuştur. Örneğin Mukattam dağı
(Kahirenin doğusunda bir dağ) bunlardan birisidir. Kahireliler evlerini bu
dağdan getirdikleri taşlarla bina ederler. Sonra şöyle diyecektir: Bu taş
kalsiyum karbonat olarak bilinen kimyasal birleşiktir. Bu birleşim
yeryüzünde canlıların etkisiyle veya kimyasal bir reaksiyon sonucu
gerçekleşmiştir. Sonra kumu örnek gösterecek ve şöyle diyecektir: Bunun öz
maddesinin büyük kısmı silisyum oksittir. Bu da sonradan meydana gelmiştir.
Sonra örnek olarak kil ve balçığı gösterecek ve bunların başka maddelerin
birleşmesinden meydana geldiklerini söyleyecektir.
"Birbirlerinden farklı tortul kayaların oluşmasına
kaynaklık eden asıl kayaların ne olduğunu soracaksın. Bunların sıcak ateş
kayalar olduğunu söyleyecektir. Çok eski zamanlarda yerkabuğu eriyip donunca
bu donmuş yüzey üzerinde ateş kayalarından başka birşey yoktu. Sonra su
geldi, denizler geldi. Su ve kayalar birbirlerini etkilediler. Bunlara daha
sonra hava katıldı. Reaksiyon halindeki gazlar, kasırgalar, yakıcılığı ve
aydınlatıcılığı ile güneş katıldı. Bütün bu etkenler, öz yapılarındaki
yeteneklere uygun olarak reaksiyona girdiler. Bunun sonucu ateş kayalarının
oluşturduğu yararsız ve katı düzeyden, ev yapımında kullanılan, madenlerin
çıkarılmasında yararlanılan yararlı kayalar oluştu. Bundan daha önemli ve
daha etkili bir şey var ki, o da hayat için elverişli olmayan katı ateş
kayalarından toprağın meydana gelmesi, bu toprağın yeryüzüne serpişmesi,
böylece canlılar ve yaratıklar için uygun ortamın oluşmasıdır.
"Granitler ekime, tarıma ve sulamaya elverişli
değildirler. Fakat onlardan ve benzeri kayalardan elde edilen yumuşak toprak
yararlıdır. Bu toprağın meydana gelmesi ile bitkiler meydana geldi.
Bitkilerin meydana gelmesi hayvanların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Böylece
yeryüzü yaratıkların en üstünü, yani insanın gelişine hazır hale gelmiştir."
Modern bilimin kendi vesilesi ile ölçüp ortaya
koyduğu bu uzun yolculuk, yeryüzünün yaratıldığı, üzerinde denge unsuru
olarak dağların varedildiği, toprağın verimli, bereketli kılındığı,
zenginlik kaynaklarının belli bir plan içinde yerleştirildiği dört günü
anlamada bize yardımcı olmaktadır. Bunlar Allah'ın günleridir. Bunların
mahiyetlerini ve sürelerini bilmiyoruz. Ama dünyada bilinen günlerden farklı
olduklarını kesin olarak biliyoruz.
Yeryüzünden gökyüzüne geçmeden önce bu ayetin her
cümlesinin üzerinde ayrı ayrı durmak istiyoruz.
"Yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi.." Kur'an-ı
Kerim'in çok yerinde dağlar "Revasiye" yani "Köklü" diye isimlendirilir.
Bazı yerlerde de bu köklü dağların varlık nedeni "sarsılmayasınız" diye
belirtilir. Yani bu dağlar köklüdürler, yeri sağlam tutmaktadırlar, dünyayı
dengede tutup sarsılmasına engel olmaktadırlar... Uzun zaman geçti insanlar
üzerinde yaşadıkları dünyanın sağlam temeller üzerinde sabit olduğunu
sanıyorlardı. Sonra bir zaman geldi onlara şöyle dendi: Üzerinde yaşadığınız
şu dünya sonsuz uzay boşluğunda hiç bir şeye dayanmadan yüzen küçücük bir
yuvarlaktır... Kim bilir, belki ilk defa bu sözleri duyduklarında
korkmuşlardır. Belki de dünya beni sarsacak ya da uzay boşluğunun
derinliklerine fırlatacak diye korkudan sağına soluna bakanlar olmuştur.
Fakat insanlar rahat olsunlar, korkmasınlar. Çünkü Allah'ın eli, onu ve göğü
tutuyor, yok olmaktan koruyor. Eğer Allah onları tutmasa, onun dışında kim
bu dengeyi sağlayabilir ki! Rahat olsunlar. Çünkü şu evrene egemen olan
yasalar, her şeye gücü yeten ve her şeyden üstün olan yüce Allah'ın koyduğu
sağlam yasalardır.
Tekrar dağlar konusuna dönüyoruz ve Kur'an'ın onları
"köklü" olarak nitelendirmesine, dünyayı dengede tutup sarsılmasına engel
olduklarına dikkat çektiğini görüyoruz. Bu tefsirin bir başka yerinde de
değindiğimiz gibi belki de dağlar okyanuslardaki derinlikler ile havalardaki
yükseklikler arasındaki ahengi koruyor. Böylece dünyanın dengesini sağlayıp
sarsılmasına engel oluyorlar. Şimdi şu bilgini dinleyelim:
"Yeryüzünde, gerek yüzeyde gerekse derinliklerde
meydana gelen her olayın bir maddenin bir yerden diğer bir yere taşınmasına
etkisi olur. Bu da dünyanın dönüş hızını etkiler. Çünkü bu konuda (yani
yazarın bir önceki paragrafta söylediği gibi dünyanın hızının
yavaşlamasında) tek etken med-cezir (gel-git) olayı değildir. Hatta
nehirlerin yeryüzünün bir yerinden diğer bir yerine taşıdıkları sular da
dünyanın dönüş hızını etkilerler. Rüzgarların esintisi de öyle. Denizlerin
diplerine düşen herhangi bir şey, yeryüzünün şurasında, burasında beliren
birşey dünyanın dönüş hızı üzerinde etkili olur. Dünyanın dönüş hızını
etkileyen unsurlardan biri de herhangi bir nedenden dolayı toprağın kayması
ya da yığılmasıdır. Bu yığılma veya kayma dünyanın alanında sadece bir kaç
adımlık bir eksilme veya daralmaya neden olacak kadar önemsiz bile olsa yine
de dünyanın dönüş hızı üzerinde etkisini gösterir."
Bu kadar hassas bir yapıya sahip olan yeryüzünde
köklü dağların dengeyi koruyan ve Kur'an-ı Kerim'de ondört asır önce ifade
edildiği gibi dünyanın sarsılmasını önleyen etkenler olmasının şaşılacak bir
yanı yoktur.
"Onda bereketler yarattı ve orada rızıklarını
arayanlar için dört günde düzene koydu."
Ayetin bu bölümü bizden önceki kuşakların
zihinlerinde yeryüzünde yeşeren ekinleri ve yüce Allah'ın yeraltında
gizlediği altın, gümüş ve demir gibi bazı madenleri çağrıştırıyordu. Fakat
bugün yüce Allah yeryüzünün birçok bereketini ve geçen uzun zaman içinde
yerin altına yerleştirdiği zenginlik kaynaklarını insana gösterince ayetin
bu bölümünün anlamı zihnimizde daha geniş bir boyut kazanmış oldu.
Nitekim havadaki bazı elementlerin (Hidrojen,
Oksijen) suyu meydana getirmek için nasıl yardımlaştıklarını görmüştük. Yine
su, hava, güneş ve rüzgarın tarıma elverişli toprak meydana getirmek için
birbirleri ile yardımlaştıklarını da görmüştük. Akarsuların, kaynak, çeşme
ve kuyu şeklinde ortaya çıkan yeraltı ve yerüstü sularının; bütün tatlı
suların özü yağmurların su, güneş ve rüzgarlarca oluşturulduklarını
görmüştük. İşte bütün bunlar yeryüzündeki bereketin, rızık kaynaklarının
esaslarıdır. Bir de hava var. Nefes alış verişimiz, bedenlerimizin ayakta
kalması ona bağlıdır.
"Yeryüzü bir yuvarlaktır. Üzerini bir kaya örtüsü
kaplamıştır. Bu kayaların büyük kısmını bir su tabakası kaplamıştır. Kaya ve
su tabakalarını birlikte bir hava tabakası sarmıştır. Bu tabaka yoğunlaşmış
gazdan oluşur. Bunun da tıpkı denizler gibi derinlikleri vardır. Biz;
insanlar, hayvanlar ve bitkiler işte bu tabakanın derinliklerinde yaşarız,
ondan yararlanır, bu sayede hayatımızı sürdürürüz."
"Örneğin biz hava tabakası ile soluk alırız, onun
oksijenini içimize çekeriz. Bitkiler organik yapılarını ona borçludurlar.
Hava tabakasında bulunan karbon, daha doğrusu karbon oksit bitkilerin
organik yapılarını oluşturur. Buna kimyagerler karbondioksit derler. Biz de
bitkileri ve bitkileri yiyen hayvanları yiyoruz. Biz bu ikisinden kendi
organik yapımızı oluştururuz. Havadaki gazlardan geride Nitrojen yani Azot
kaldı. Bu da soluklarımızla yanmamamız için oksijeni hafifletici rol oynayan
bir elementtir. Havada bir de su buharı var ki, bu da havayı nemlendirir.
Havada başka gazlar da vardır. Bunlar değişik oranlarda ve düzensiz
bulunurlar. Argon, Helyum ve Neon gibi. Sonra Hidrojen. Bu ise, genellikle
yeryüzünün ilk yaratılışından geride kalmıştır."
Yediğimiz, hayatımızda yararlandığımız maddeler, -ki
rızık kaymakları yemek suretiyle tüketilen maddelerden daha geniş bir anlam
ifade eder- bütünüyle yeryüzünün gerek içinde gerekse atmosferinde içerdiği
temel elementlerin meydana getirdiği birleşiklerdir. Örneğin şu şeker nedir,
neden meydana gelir? Aslı karbon, hidrojen ve oksijendir. Suyun oksijen ve
hidrojenden oluşan birleşimini öğrenmiştik. Aynı şekilde tükettiğimiz bütün
yiyecekler, içecekler, kullandığımız giysiler ve aletler... Şu yeryüzüne
yerleştirilmiş elementlerin birleşimlerinden başka birşey değildirler.
Bütün bunlar yeryüzüne bahşedilen berekete,
verimliliğe, oraya bir plana göre, dört günde yerleştirilen rızık
kaynaklarına işaret etmektedir. Hiç kuşkusuz bunlar uzun zaman süren
aşamalarda gerçekleşmişlerdir. İşte bunlar, Allah'ın günleridir ve bunların
süresini Allah'tan başkası bilemez.
"Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve
yeryüzüne: "isteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin" dedi. İkisi de
"isteyerek geldik" dediler.
"Böylece onları, iki gün içinde yedi gök varetti. Ve
her göğün görevini bildirdi. Yakın göğün semasını ışıklarla donattık. Ve
bozulmaktan koruduk. İşte bu, bilen, güçlü olan Allah'ın kanunudur."
"İstiva" kelimesi burada yönelmek anlamında
kullanılmıştır. Yüce Allah açısından yönelmek ise iradesinin istenen yönde
belirmesidir. "Sonra" edatı ise, kesinlikle zaman açısından bir sıralamayı
ifade etmiyor. Sadece manevi bir üstünlüğü, yüksekliği ifade etmek için
kullanılmıştır. Çünkü insan duygusunda gökyüzü yeryüzünden en yüksek ve en
üstündür.
"Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi..."
Yıldızların yaratılışından önce göğün bulut halinde
olduğuna ilişkin bir görüş vardır. İşte bu bulut gazdır. Yani dumandır.
"Bir kısmı yanmakta olan ve bir kısmı da sönmüş
bulunan bu kütleler (Nebula), yıldızların yaratılışından sonra arta kalan
gaz ve toz kümelerinden başka birşey değildirler. Yaratılış teorisi şöyle
der: Samanyolu gaz ve tozdan meydana gelmiştir. Bu ikisinin yoğunlaşması
sonucu yıldızlar oluşmuş, ancak geride bazı kalıntılar da kalmıştır. İşte bu
gaz ve toz bulutları bu kalıntılardan ibarettir. Bu uçsuz bucaksız samanyolu
Galaksisi içinde bu kalıntılardan yıldızları oluşturan miktar kadar gaz ve
toz yayılmaktadır. Kuşkusuz yıldızlar bu toz ve gaz yığınlarını çekim
güçleri ile bir noktaya doğru yoğunlaştırmaktadırlar. Bir anlamda gökyüzünü
süpürmektedirler. Ne var ki süpürücüler, dehşet verici bir sayı çokluğuna
sahip olmalarına rağmen, süpürülmesi gereken çok büyük ve akla durgunluk
verecek kadar geniş olan sahalara oranla yetersiz kalmaktadırlar."
Bu sözler doğru olabilir. Çünkü bu sözler Kur'an-ı
Kerim'in ifade ettiği; "Sonra, duman halinde olan göğe yöneldi." gerçeğinin
işaret ettiği anlama, göklerin uzun zaman alan bir süreç içinde, yani
Allah'ın günlerinden iki gün içinde yaratılması gerçeğine yakındırlar.
Sonra şu dehşet verici gerçek karşısında duruyoruz:
"Ona ve yeryüzüne: isteyerek veya istemeyerek
buyruğuma gelin" dedi. İkisi de "isteyerek geldik" dediler."
Bu ayet, evrenin Allah'ın koyduğu yasalara boyun
eğişini çok çarpıcı bir ifade ile ima etmektedir. Bu evren gerçeğinin
yaratıcısına bağlılığını vurgulamaktadır. Bu bağlılık onun sözlerine ve
iradesine uymak ve teslim olmak şeklinde kendini göstermektedir. Şu halde
sadece insanoğlu istemeyerek Allah'ın evrensel yasalarına boyun eğer.
İnsanoğlunun bu yasalara boyun eğmekten başka seçeneği yoktur ve bu
yasaların etkinlik alanının dışına çıkma gücüne sahip değildir. Çünkü insan
akıllara durgunluk veren dehşet verici evren çarkında küçücük bir dişli
konumundadır. Bu yüzden ister istemez bütün evrensel yasalara uyar, onlardan
etkilenir. Fakat, bütün varlıklar arasında sadece insanoğlu isteyerek boyun
eğmez, yer ve göğün teslim oluşu gibi bu yasalara uymaz. Tam tersine bu
yasalardan kurtulmaya çalışır. Kolay, rahat ve normal çizginin dışına çıkar.
Kendisine üstünlük sağlaması -hatta ezip parçalaması- kaçınılmaz olan
evrensel yasalara ters düşer. Ama en sonunda istemese de bu yasalara boyun
eğer. Fakat yüce Allah'ın iyi kulları hariç. Onların kalpleri, organik
yapıları, hareketleri, düşünceleri, iradeleri, arzu ve gayesi evrene egemen
olan ilahi yasalarla uyum içindedir. Onlar isteyerek gelirler, şu dehşet
verici evren çarkı ile birlikte rahat ve kolay hareket ederler. Varlıklar
kervanı ile birlikte Rabb'lerine doğru yol alırlar. Evrendeki tüm güç ve
enerji kaynakları ile iletişim halinde olurlar. İşte o zaman olağanüstü
işler başarırlar, harikalar yaratırlar. Çünkü evrene egemen olan yasalarla
uyum içindedirler. Evrenin akıllara durgunluk veren gücünden destek alırlar.
Çünkü onlar evrenin bir parçasıdırlar ve evrende onları kapsamıştır. Hep
birlikte "isteyerek" Allah'a doğru yol alırlar.
Biz istemeyerek de olsa boyun eğeriz. Fakat keşke
isteyerek boyun eğseydik. Keşke yer ve gök gibi yüce Allah'ın buyruğuna
koşsaydık; isteyerek ve alemlerin Rabbi olan Allah'a boyun eğen, itaat eden,
onun buyruğuna koşan, ona teslim olan varlık aleminin ruhu ile buluşmanın
coşkunluğu içinde olumlu cevap verseydik.
Biz insanlar zaman zaman gülünç davranışlar
sergileriz... Kader çarkı, kendisi için belirlenen hedefe doğru normal hızı
ile yoluna devam ediyor. Onunla birlikte tüm evrende değişmez ilahi yasalar
doğrultusunda dönüyor. Biz ise, gelir bu çarkın dönüşünü hızlandırmak veya
yavaşlatmak isteriz. Bu akıllara durgunluk veren büyüklükteki koca kafile
içinde sadece biz -çarkın dışına çıkıp, hareket çizgisinden saptığımız
zaman- ruhlarımızı saran bunalım, acelecilik, benlik, ihtiras, arzu ve korku
gibi duygulardan dolayı sadece biz bu normal gidişi değiştirmek isteriz. Ama
biz şurada, burada başıboş dolaşırken kervan yoluna devam eder. O dişliden
bu dişliye yuvarlanır gideriz, sonsuz acılar çekeriz. Oraya buraya çarpar
paramparça oluruz. Ama kader çarkı normal hızı ile, kendisi için belirlenen
hedefe doğru yoluna devam eder. Bizim çabamız, gücümüz ise boşa gider. Ancak
kalplerimiz gerçekten inanırsa, Allah'a gerçekten teslim olursa, varlıkların
ruhu ile gerçekten bağlantı kurarsa, o zaman biz evren içinde üstlendiğimiz
rolü gerçekten kavrarız, adımlarımızla kaderin adımları arasında ahenk
oluştururuz. O zaman, uygun bir anda, uygun bir hızla ve uygun bir süre
içinde hareket ederiz. Varlıklar aleminin yaratıcısından kaynaklanan
varlıklar aleminin gücü ile hareket ederiz. O zaman gerçekten, büyüklük
kompleksine kapılmadan, gururlanmadan büyük işler başarırız. Çünkü o zaman
kendisi ile bunca büyük başarıyı kazandığımız gücün kaynağını biliriz.
Bunların bizim kişisel gücümüzden kaynaklanmadığını, sadece sonsuz
büyüklükteki ilahi güçle bağlantılı olduğu için bu şekilde meydana geldiğini
kesinlikle biliriz.
Ne güzel hoşnutluk! Ne büyük mutluluk, en sonunda
Rabbine varmak üzere bizimle birlikte isteyerek, koşarak büyük yolculuğa
çıkan şu gezegen üzerindeki kısacık yolculuğumuzda -o gün için- kalplerimizi
saran ne büyük bir güven duygusu!
Dost bir evren içinde yaşarken ruhlarımızı ne güzel
bir barış havası sarar. Rabbine isteyerek teslim olmuş şu evrenle birlikte
teslim olmak ne güzel bir duygudur. O zaman adımlarımız evrenin adımlarından
ayrılmaz. O bize düşmanlık etmez, biz de ona düşman gözü ile bakmayız. Çünkü
biz onun bir parçasıyız. Çünkü onunla birlikte aynı amaca doğru yol
alıyoruz.
"İkisi de "isteyerek geldik" dediler.." "Böylece iki
gün içinde yedi gök varettik." "Ve her göğün görevini vahyetti."
Burada sözü edilen iki gün, yıldızların gaz ve toz
bulutlarından yaratıldıkları süre olabilir. Veya yüce Allah'ın bildiği
şekliyle göklerin oluştuğu süre de olabilir. Her göğe işinin bildirilmesi
ise, Allah'ın yol göstericiliği ve direktifi ile oralarda işlevini yerine
getirecek evrensel yasaların yürürlüğe konmasına işarettir. Ne var ki burada
sözkonusu edilen göğü belirlemek mümkün değildir. Çok uzak bir nokta, bir
derece gök olarak nitelendirilmiş olabilir. Veya bir tek galaksi kastedilmiş
olabilir. Birbirlerinden farklı boyutlara sahip galaksiler gök kelimesi ile
nitelendirilmiş olabilirler. Veya gök kelimesinin ifade ettiği bir çok şey
arasında herhangi bir cisim de kastedilmiş olabilir.
"Yakın göğü ışıklarla donattık ve bozulmaktan
koruduk."
Aynı şekilde dünya semasının da belli bir anlamı
yoktur. Bununla bize en yakın olan ve samanyolu olarak bilinen, boyutları
yüz milyar ışık yılını bulan galaksi kastedilmiş olabilir. Belki de onun
dışında gök kelimesinin kapsamına giren; içinde aydınlatıcı yıldızlar ve
gezegenler bulunan ve bizim için lamba işlevini gören başka birşey
kastedilmiştir.
"Ve onu koruduk."
Yani şeytanlardan koruduk. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in
başka yerlerinde bu anlamı destekleyen ifadeler vardır. Ne var ki biz,
şeytanlara ilişkin ayrıntılı bilgi verme imkanına sahip değiliz. Ancak
Kur'an-ı Kerim'de yeralan bazı kısa ifadeler vardır. Bunlar da bizim için
yeterlidir.
"İşte bu bilen, güçlü olan Allah'ın kanunudur."
Her şeye gücü yeten, her şeyden güçlü olan, her şeyi
bilen, gelir ve zenginlik kaynaklarından haberdar olan yüce Allah'tan
başkası bütün bunları planlayabilir mi? Varlıklar aleminin düzenini O'ndan
başkası sağlayabilir mi? O'ndan başkası bütün varlıkları yönetebilir mi?
AD VE SEMUD KAVMİNİN
BAŞINA GELENLER
Bu dehşet verici evren içinde çıkılan bu gezintiden
sonra Allah'ın Rabblığını inkar eden, O'na birtakım eşler koşan kafirlerin
tutumu ne olacak? Nasıl bir tavır takınacaklar? Gökyüzü ve yeryüzü
Rabb'lerine "isteyerek geldik" dedikleri halde yeryüzünde dolaşan şu zayıf,
şu küçücük yaratık olan insan büyük bir küstahlıkla, inatla Allah'ı inkar
ediyor.
Bu küstahlığın, bu inadın cezası ne olacaktır?
13- Eğer yüz
çevirirlerse deki: "Ben sizi Ad ve Semud kavimlerinin başlarına gelen
yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım."
14- Onlara
"Allah'tan başkasına kulluk etmeyin" diyerek önlerinden ve arkalarından
peygamberler geldiği vakit, "Rabb'imiz dileseydi melekler indirirdi. Onun
için biz sizinle gönderilen şeyleri inkar ediyoruz " demişlerdi.
15- Ad kavmi,
yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladı ve: "Bizden daha kuvvetli kim
var?" dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ın kendilerinden daha
kuvvetli olduğunu görmediler mi? Onlar bizim ayetlerimizi kasten inkar
ediyorlardır.
16- Biz de onlara
dünya hayatında rezillik azabını taddırmak için o uğursuz günlerde,
üzerlerine dondurucu bir rüzgar gönderdik. Ahiret azabı ise dahada
kepazeliktir. ve onlara hiç yardım edilmez.
17- Semud kavmine
gelince onlara doğru yolu gösterdik; fakat onlar, körlüğü doğru yola tercih
ettiler. Böylece yaptıkları yüzünden alçaltıcı azab yıldırımı onları
yakaladı.
18- İnananları ve
Allah'a karşı gelmekten sakınmış olanları kurtardık.
"Deki: `Ben sizi Ad ve Semud kavminin başlarına
gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım." ifadesinin içerdiği bu
korkunç, bu dehşet verici uyarı, işlenen suçun iğrençliğine, günahın
çirkinliğine; surenin giriş kısmında sözkonusu edilen müşriklerin keçi
inatlarına ve yine bu uyarıdan önce sunulan büyük varlık kervanından ayrılan
kafir insanların bu olumsuz tutumlarına uygun düşmektedir.
Tarihçi İbn-i İshak bu ayetteki uyarıya ilişkin
olarak şöyle bir kıssa anlatır: Bana Yezid b. Ziyad, Muhammed b. Kâb
el-Kurezi'ye dayanarak şöyle anlattı: Anlatıldığına göre Kureyş kabilesinin
ileri gelenlerinden biri olan Utbe b. Rebia birgün Kureyş'in kabile
meclisinde otururken, Peygamberimiz de -salât ve selâm üzerine olsun- yalnız
başına mescitte (Ka'be'de) oturuyordu. Utbe kalktı ve şöyle dedi: Ey
Kureyşliler, gidip Muhammed'le konuşayım mı? Ona bazı şeyler önereyim,
"bunlardan dilediğini seç sana verelim, ama sen de bizden vazgeç" diyeyim
mi? Ne dersiniz? Bu olay Hz. Hamza'nın -Allah ondan razı olsun- müslüman
olduğu günlere denk geliyordu. Müşriklerin, Peygamber efendimizin
arkadaşlarının günden güne artıp çoğalmasından endişelendikleri sıralardı.
Kureyşliler: İyi olur, ey Ebu Velid, git ve konuş onunla, dediler. Utbe
gidip Peygamber efendimizin yanına oturdu ve ona şöyle dedi: "Yeğenim sen
bizdensin ve aşiret içinde geniş bir çevren, saygın bir yerin ve soyun var.
Fakat sen soydaşlarının başına büyük bir iş açtın. Onların topluluklarını
dağıttın, akıllarını ahmaklık olarak nitelendirdin, bütün tanrılarını ve
dinlerini ayıpladın, onların geçmiş atalarını tekfir ettin (onların kafir
olduklarını söyledin). Bak, beni dinle sana bazı önerilerde bulunacağım,
iyice düşün, belki bir kısmını kabul edebilirsin. Bunun üzerine Peygamber
efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun-: "Söyle, seni dinliyorum, ey Ebu
Velid" dedi. Utbe: "Yeğenim, eğer bu getirdiğin inançla mal elde etmek
istiyorsan, aramızda mal toplar ve seni en zenginimiz yaparız. Eğer bununla
şeref kazanmak istiyorsan, seni başımıza geçiririz ve hiçbir dediğini
yapmamazlık etmeyiz. Eğer bununla hükümranlık elde etmek istiyorsan, seni
başımıza hükümdar tayin ederiz. Yok eğer bunlar karşı koyamadığın bir
hastalıktan kaynaklanıyorlarsa, seni tedavi etmek için doktorlar getiririz,
seni bu dertten kurtarmak için mallarımızı feda ederiz. Çünkü bir insana cin
musallat olabilir ve bundan ancak tedavi ile kurtulabilir.." dedi. Peygamber
efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- sonuna kadar Utbe'nin sözlerini
dinledi. Utbe sözlerini bitirince ona şöyle dedi: "Bitti mi ey Ebu Velid?"
"Evet" dedi, Utbe. Peygamber efendimiz "O zaman beni dinle" dedi. Utbe
"'Tamam" dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- şunları söyledi:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla." "Ha, Mim."
"Bu kitap, Rahman ve Rahim olan Allah katından
indirilmiştir. Öyle bir kitaptır ki bilen bir toplum için ayetleri
açıklanmış Arapça okunan Kur'an'dır."
"Müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Fakat
insanların çoğu düşünüp kabul etmekte yüz çevirmiştir, onlar işitmezler de."
Sonra Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
okumaya devam etti. Utbe bu ayetleri işitince sessizce bekledi ve ellerini
arkasına koydu, onlara dayanarak dinlemeye koyuldu. Peygamberimiz secde
ayetini okuyana kadar sesini çıkarmadı. Peygamberimiz secde yaptıktan sonra
şöyle dedi: "İşte benim sözlerimi dinledin. Bundan sonra karar senin." Utbe
kalkıp arkadaşlarının yanına git-ti. Birbirlerine "Allah'a yemin ediyoruz
ki, Utbe gittiğinden farklı bir çehre ile dönüyor" dediler. Utbe yanlarına
oturunca "Ne oldu ey Ebu Velid?" dediler. Utbe "Orada öyle bir söz dinledim
ki, vallahi bundan önce kesinlikle böyle birşey dinlememiştim, Allah'a
andolsun ki, bu ne sihirdir, ne şiirdir ne de kehanettir. Ey Kureyşliler
beni dinleyin ve dediklerimi yapın. Adamı kendi haline bırakın ve işine
karışmayın. Çünkü Allah'a andolsun ki, ondan duyduğum sözlerde kesinlikle
bazı haberler olmalı. Eğer Araplar onun hakkından gelirlerse, sizin eliniz
bulaşmadan ondan kurtulmuş olursunuz. Eğer Araplara üstünlük sağlarsa, onun
egemenliği sizin egemenliğiniz, onun üstünlüğü sizin üstünlüğünüz demektir.
Onun sayesinde insanların en mutlusu siz olursunuz" dedi. Bunun üzerine "Ey
Ebu Velid, vallahi o, diliyle seni büyülemiş" dediler. Utbe: "Bu benim
düşüncem, siz istediğinizi yapın" dedi.
Bağavi Tefsirinde, Muhammed b. Fudayl'dan, o da
Aclah'dan (Bu adam Abdullah el-Kindi el Kufî'nin oğludur. İbn-i Kesir, onun
bazı konularda zayıf olduğunu söylemiştir.) O da Zeyyal b. Harmele'den, o da
Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet eder: Peygamber efendimiz -salât ve
selâm üzerine olsun- "Eğer yüz çevireceklerse deki: Ben sizi Ad ve Semud
kavimlerinin başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırımla uyardım." ayetini
okuyunca Utbe eliyle Peygamber efendimizin ağzını kapattı ve akrabalık adına
susmasını istedi. Sonra evine döndü ve Kureyşlilerin yanına gitmedi, onlara
görünmemeye çalıştı..."
Daha sonra bu konuda kendisine sorulunca "Ağzını
kapattım ve akrabalık adına susmasını istedim. Çünkü bildiğiniz gibi
Muhammed birşey söyleyince yalan söylemez. Bunun için üzerinize korkunç bir
azap inmesinden korktum" dedi.
Bu, Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine
olsun- ağzından çıkan bir uyarının inanmayan bir adamın kalbi üzerindeki
etkisinin somut ifadesidir. Peygamber efendimizin portresi, büyük ruhunun
edepli tavrı, inanan kalbinin güvenli halı karşısında kısa bir değerlendirme
yapmadan geçemeyeceğiz: Burada Peygamber efendimiz, Utbe b. Rebia'nın küçük
düşüncelerini, basit önerilerini dinlerken kalbi daha büyük değerlerle
meşguldür. Bu düşünceler, bu öneriler insanı tiksindirecek kadar çirkin bile
olsalar Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- çok yumuşak bir tavırla
karşılıyor, olgun ve onurlu bir kişinin ağırbaşlılığı içinde dinliyor,
sakin, sevecen ve kendinden emin bir tavırla sözlerinin bitmesini bekliyor.
Utbe'nin bu basit düşünceleri bir an önce bitirmesi için acele etmesini
istemiyor. Utbe sözlerini bitirince, öfkelenmeden, hoşgörüyle, derin bir iç
huzuru ile "Bitti mi ey Ebu Velid?" diyor. O da "Evet" diye cevap veriyor.
Bunun üzerine "Beni dinle" diyor ve sözleriyle onu ürkütmemeye çalışıyor ve
adam "Tamam" demedikçe konuşmuyor. Adam dinleyeceğini belirtince bu sefer
Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- derin bir içtenlikle,
inanç dolu bir ruhla, kendinden emin bir tavırla Rabb'inin sözlerini okumaya
başlıyor:
"Bismillahirrahmanirrahim, Ha, Mim..."
Hiç kuşkusuz bu, insan kalbinde ürperti ile karışık
bir saygı uyandıran, insanın içine güven, sevgi ve huzur aşılayan görkemli
bir tablodur. Bu yüzden hemen kendisini dinleyenlerin kalplerini etkisi
altına alıyordu. Başlangıçta alaya almak veya öfkelerini açığa vurmak için
kendisine yönelenleri büyülüyordu.
Allah'ın salat ve selamı onun üzerine olsun. Hiç
kuşkusuz Allah en doğrusunu söylüyor: "Allah peygamberlik görevini kime
vereceğini herkesten iyi bilir."(En'am Suresi. 124)
Bu kısa değerlendirmenin ardından tekrar Kur'an
ayetine dönüyoruz: "Eğer yüz çevireceklerse de ki: `Ben sizi Ad ve Semud
kavimlerinin başlarına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım."
Biraz önce göklerle yeryüzü boyunca çıkılan
gezintinin ardından, geçmiş milletlerin işledikleri suçlardan dolayı
başlarına yıkılan yurtlarında çıkılan bir başka gezinti başlıyor. Geçmişte
büyüklük taslayanların ibret verici akıbetlerini somutlaştıran harap olmuş
yurtlarını gözler önünde canlandırarak büyüklük taslayanların yüreklerini
ağızlarına getiren dehşet verici bir gezintidir bu.
"Onlara `Allah'tan başkasına kulluk etmeyin' diyerek
önlerinden ve arkalarından peygamberler geldiği vakit..."
Bütün peygamberlerin getirdikleri mesajın özünü ve
bütün dinlerin temelini oluşturan aynı sözü söylemişlerdi.
"Rabbimiz dileseydi melekler indirirdi. Onun için
biz sizinle gönderilen şeyleri inkar ediyoruz" demişlerdi."
Bu da her peygamberin karşı karşıya kaldığı, sürekli
yinelenen bir kuşkudur. Oysa insanlara hitap edecek bir peygamberin yine
insanlar arasından seçilmesi gerekir. Bu peygamber insanları bilen ve
insanlar tarafından bilinen biri olmalıdır. İnsanlar kendilerine hitap eden
peygamberin şahsında pratik bir önderlik bulmalılar, kendilerinin yüzyüze
kaldıkları zorlukları o da yaşamalıdır. Ne var ki Ad ve Semudoğulları,
önerdikleri gibi melek olmadığı için kendilerine gönderilen peygamberi inkar
ettiklerini duyurmuşlardı.
Buraya kadar Ad ve Semudoğullarının akıbetleri
kısaca anlatılmış oluyor. Her iki toplum da aynı akıbetle karşılaşmıştı.
Onlar da bunlar da korkunç bir yıldırıma tutulmuşlardı. Ardından bu
toplumlardan her birinin başına gelenler bir ölçüde ayrıntılı olarak
anlatılıyor:
"Ad kavmi, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladı
ve "bizden daha kuvvetli kim var?" dediler."
Doğru olanı kulların Allah'a boyun eğmeleri ve
yeryüzünde büyüklük taslamamalarıdır. Yüce Allah'ın yarattığı uçsuz bucaksız
varlık alemi karşısında çok küçük kalırlar onlar. Şu halde yeryüzündeki her
büyüklük taslama girişimi haksızca bir tutumdur. Ad kavmi de büyüklük
taslamış ve gurura kapılarak "Bizden daha kuvvetli kim var?" demişlerdi.
Bu bütün zorba tağutların kapıldığı yalancı bir
duygudur. Kendi güçlerine karşı çıkacak bir gücün bulunmadığını sanmalarına
neden olan büyüklük kompleksidir. Ama unutuyorlar:
"Onlar kendilerini yaratan Allah'ın kendilerinden
daha kuvvetli olduğunu görmediler mi?"
Bu, inkarı mümkün olmayan apaçık bir gerçektir.
Onları yaratan, temelden onlardan daha güçlüdür. Çünkü onlara bu sınırlı
gücü bahşeden O'dur. Ne var ki zorbalar, despotlar, tağutlar bu gerçeği
hatırlamak istemezler: "Onlar bizim ayetlerimizi kasden inkâr ediyorlardı."
Azgın tağutlar bu sahnede pazularını gösterirlerken,
sahip oldukları güçleri ile etrafa dehşet saçma çabası içindelerken, birden
bunu izleyen ayette aşağıdaki sahne gösterime giriyor. Ve bu sahnede bu
aşağılık, bu rezil kibirlerine uygun akıbetleri, yerle bir edişleri bir
ibret tablosu olarak gözler önüne seriliyor:
"Biz de onlara dünya hayatında rezillik azabını
taddırmak için o uğursuz günlerde, üzerlerine dondurucu bir rüzgar
gönderdik. "
Bu azap, uğursuz olarak nitelendirilen günlerde
üzerlerine salınan; ortalığı yıkıp döken, kasıp kavuran dondurucu
kasırgadır. Bu azap dünya hayatında horlanma, aşağılanmadır. Etrafa güç
gösterisinde bulunan, kullar üzerinde despotça bir düzen kuran ve haksız
yere büyüklük taslayan tağutlara, azgınlara yaraşan bir aşağılamadır bu.
Bu, onların dünya hayatında tadacakları azap...
Ahirette yakayı kurtaracak değillerdir:
"Ahiret azabı ise daha kepazeliktir. Ve onlara hiç
yardım da edilmez." "Semud kavmine gelince, onlara doğru yolu göstermiştik;
fakat onlar, körlüğü doğru yola tercih ettiler."
Bu ifadenin, Semudoğullarının Salih Peygamberin
gösterdiği dişi deve mucizesinden sonra doğru yolu bulduklarına, ardından
tekrar eski küfürlerine döndüklerine, körlüğü hidayete tercih ettiklerine
yönelik bir işaret olduğu açıktır. Doğru yolu bulduktan sonra tekrar
sapıklığa dönmek körlüğün en ağırı, en şiddetlisidir.
"Böylece yaptıkları yüzünden alçaltıcı azabın
yıldırımı onları yakaladı" Horlanma, aşağılanma onların yaptıklarına en
uygun cezadır. Bu sırf bir azap değildir, sırf bir yokoluş değildir. Bu,
imandan sonra körlüğe dönmenin cezası olan aşağılanmadır, horlanmadır.
"İnananları ve Allah'a karşı gelmekten sakınmış
olanları kurtardık... Ad ve Semudoğullarının ibret verici akıbetlerinin
canlı tanığı olan harap olmuş yurtlarında çıkılan bu gezinti ve bu
korkutucu, dehşet verici akıbet aracılığı ile iletilmek istenen uyarı
maksatlı mesaj sona erdi. Böylece onlara yüce Allah'ın hiçbir gücün karşı
koyamadığı, hiçbir kalenin, hisarın ona karşı koruyuculuk yapamadığı ve
hiçbir zorbanın karşı direnemediği caydırıcı gücü gösterilmiş oldu.
KULAKLARIN, GÖZLERİN
VE DERİLERİN ŞAHİDLİĞİ
İmdi... Buraya kadar yüce Allah'ın evrene ve
insanlık tarihine egemen olan gücü gözlerinin önüne serilmişken, şimdi de
surenin akışı onların kendi iç alemlerinde tamamen egemen olan yüce Allah'ın
gücünü anlatıyor. Öyle ki kendi iç alemlerinde egemenlik sürdüren Allah'ın
gücüne karşı ellerinden hiçbir şey gelmez, hiçbir şeyi Allah'ın gücüne karşı
koruyamazlar. Hatta kulakları, gözleri ve derileri hesaplaşma gününde
Allah'a itaat edip kendilerine isyan edecekler ve aleyhlerinde şahitlikte
bulunacaklardır:
19- Allah'ın
düşmanları ateşe sürüldükleri gün toplanıp bir araya getirilirler.
20- Nihayet oraya
vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında onların
aleyhine şahitlik ettiler.
21- Derilerine:
`Aleyhimize niçin şahidlik ettiniz?" derler. Derileri: "Her şeyi konuşturan
Allah bizi konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştı, işte O'na
döndürülüyorsunuz " cevabını verirler.
22- Siz
kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinize şahidlik
etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan çoğunu Allah'ın bilemeyeceğini
sanıyordunuz.
23- İşte Rabb'inize
karşı beslediğiniz bu zannınız, sizi helak etti, ziyana uğrayanlardan olup
çıktınız.
24- İster
sabretsinler ister etmesinler, onların durağı ateştir. Hoş tutulmalarını
isteseler de artık hoş tutulmazlar.
Zor bir durumda ve beklenmedik bir sırada ortaya
çıkan insanın yüreğini ağzına getiren bir sürpriz. Bütün organlarının itaat
edip buyruğuna boyun eğdiği Allah'ın gücü... Ve Allah'ın düşmanı olarak
damgalanan kendileri... Peki Allah'ın düşmanlarının akıbeti ne olacak? Bir
sürü gibi başları sonlarına, sonları başlarına karıştırılarak biraraya
getiriliyorlar, toplanıyorlar, sürükleniyorlar. Ama nereye? Ateşe! Tam
ateşin kenarına getirilip bekletildikleri sırada hesaplaşma başlıyor. O da
ne! Hesapta olmayan şahitler aleyhlerinde şahitlikte bulunuyorlar: Dilleri
düğümlenmiş konuşmuyor. Oysa bundan önce yalan söylüyor, iftira atıyor,
başkalarını alaya alıyorlardı. Kulakları, gözleri ve derileri isteyerek ve
teslim olarak Rabb'lerinin emrini yerine getirmek amacı ile aleyhlerinde
şahitlikte bulunuyorlar. Onların sır sandıkları şeyleri anlatmaya
başlıyorlar. Bunları Allah'tan gizliyorlardı. Allah'ın kendilerini
görmediğini, niyetlerini ve cürümlerini O'ndan saklayabileceklerini
sanıyorlardı. Fakat bunları gözlerinden, kulaklarından ve derilerinden
gizleyecek değillerdi. Hem nasıl gizleyeceklerdi ki? Çünkü bu organlar
onlarla beraberdiler. Daha doğrusu onların bir parçasıydılar. İşte bütün
yaratıklardan ve alemlerin Rabbi olan Allah'tan gizli olduğunu sandıkları
bütün sırları ortaya dökülüyor.
Allah'ın gizli gücü ile bu şekilde, yürekleri
korkudan titreten bir ortamda karşılaşmaları ne müthiş bir sürpriz. Bu güç
onların bazı organlarını etkisine alıyor, onlar da buyruğuna koşup,
dediklerini yapıyorlar:
"Derilerine: `Niçin aleyhimize şahidlik ettiniz?'
derler."
Bunun üzerine derileri lafı evirip çevirmeden,
onların göremedikleri gerçeği dile getirerek cevap veriyorlar:
"Derileri: `Herşeyi konuşturan Allah bizi
konuşturdu' derler."
Dile konuşma yeteneğini veren Allah değil midir? O
halde başka organlara da bu yeteneği verebilir. Onun dışındaki herşey de
konuşabilir. İşte bugün konuşuyor, anlatıyor, açıklamada bulunuyor.
"İlk defa sizi O yaratmıştı, işte O'na
döndürülüyorsunuz."
Herşey O'ndan gelmiş, O'na dönecektir. Başta da,
sonda da onun kontrolünden çıkmak mümkün değildir.
Onlar bu gerçeği akıllarına rağmen inkar
ediyorlardı, ama derileri bugün onu dile getiriyor.
Hikayenin sonundaki bu yorum cümlesi bazı
organlarının onlara yönelik sözleri olabilir. Bu ilginç pozisyon üzerine
yapılan bir değerlendirme de olabilir: Siz gözleriniz, kulaklarınız ve
derilerinizin, aleyhlerinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz."
Bu organlarınızın birgün sizin aleyhinize
dönecekleri aklınıza gelmezdi. İsteseydiniz bile yaptıklarınızı onlardan
gizleyemezdiniz.
"Yaptıklarınızın çoğunu Allah'ın bilmeyeceğini
sanıyordunuz."
İşte bu kötü, bu cahilce zannınız sizi aldattı ve
sizi cehenneme sürükledi. "İşte Rabb'inize karşı beslediğiniz bu zannınız,
sizi helak etti, ziyana uğrayanlardan olup çıktınız!"
Ardından bu sahne üzerine yapılan son değerlendirme
yeralıyor:
"İster sabretsinler ister etmesinler, onların durağı
ateştir."
Ne dokunaklı bir olay!.. Burada sözkonusu olan
sabır, ateşe karşı sabırdır: Peşinden kurtuluş ve güzel bir ödül gelen
olumlu sabır değildir. Bu karşılığı ateş olan bir sabırdır. Ateş gibi kötü
bir barınağa katlanmaktır.
"Hoş tutulmasını isteseler de artık hoş
tutulmazlar."
Burada kınanma istekleri kabul edilmez, tevbe
etmelerine de imkan tanınmaz. Çünkü normal olarak kendisinin kınanmasını
isteyen biri, bunun sonucu olarak barışmayı, sıkıntı veren unsurların
ortadan kalkması ile karşılıklı hoşnutluğu istiyor demektir. Ama bugün bu
kapı kapalıdır. Bu isteğin ardındaki barış ve hoş geçinmeye imkanı tanınmaz.
Sonra surenin akışı onlara yüce Allah'ın kalplerini
kontrolünde tutan gücünü gösteriyor; onlar henüz yeryüzündeler ve Allah'a
inanmaya tenezzül etmemektedirler. Yüce Allah kalplerinin bozuk olduğunu
bildiğinden onlara cinlerden ve insanlardan kötü arkadaşlar musallat
etmiştir. Bu kötü arkadaşlar kötülükleri onlara süslü gösteriyorlar, böylece
onları hüsrana uğramaları ve Allah'ın azabına çarptırılmaları kaçınılmaz
olan kafileye katarlar:
25- Biz onlara
birtakım kötü arkadaşlar musallat ettik. Onların önlerinde ve arkalarında ne
varsa hepsini onlara gösterdiler. Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cin
ve insan topluluklar için uygulanan söz (azap) kendilerine de geçerli
olmuştur. Çünkü onlar hüsrana düşenlerdir.
Şu halde nasıl, kendisine kulluk etmeye tenezzül
etmedikleri Allah'ın kontrolünde olduklarına baksınlar. Göğüs
boşluklarındaki kalplerinin kendilerini nasıl azaba ve hüsrana
sürüklediklerini görsünler. Yüce Allah onlara birtakım arkadaşlar musallat
etmiştir. Onlar da birtakım vesveseler veriyor, çevrelerindeki bütün
kötülükleri süslü gösteriyorlar. Yaptıklarını güzel göstererek yaptıklarının
pis taraflarının farkına varmalarına engel oluyorlar. Bir insanın başına
gelebilecek en büyük felaket, yaptıklarının çirkin, sapık taraflarını
farketmesini sağlayacak duyarlığını yitirmesidir. Şahsına ait herşeyi ve her
eylemi güzel görmesidir. İşte felaket budur, insanı daima yokluğa sürükleyen
uçurum budur. Ve işte onlar kötüler güruhu içinde yer almışlar,
kendilerinden önce yüce Allah'ın aleyhlerindeki tehditlerinin gerçekleştiği
insan ve cinn toplulukları arasındaki yerlerini almışlar. Bunlar hüsrana
uğrayanlar sürüsüdür.
"Çünkü onlar hüsrana düşenlerdir."
Bu Kur'an'da etkileyici bir güç bulunduğunu fark
ettiklerinde ona karşı savaşa girişmeleri bu kötü arkadaşların yaptıklarını
güzel göstermelerinin bir sonucudur
26- İnkar edenler:
"Bu Kur'an'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki ona galip
gelirsiniz" dediler.
Kureyş kabilesi ileri gelenlerinin kitleleri
kandırmak için kendilerine söyledikleri bir sözdür bu. Çünkü bu Kur'an'ın
hem kendi ruhları hem de kitlelerin ruhları üzerindeki etkinliğine karşı
koyamıyorlardı.
"Bu Kur'an'ı dinlemeyin."
Çünkü ileri sürdükleri gibi bu Kur'an onları
büyülüyor, akıllarını çeliyor, hayatlarını altüst ediyordu. Baba ile oğulu,
karı ile kocayı birbirinden ayırıyordu. Evet, Kur'an ayırıyordu, ama iman
ile küfrü, sapıklıkla hidayeti birbirinden ayıran Allah'ın öngördüğü kriter
ile, Furkan ile ayırıyordu. Kalpleri bütünüyle Allah'a özgü kılıyordu.
Allah'ın bağından başka bir bağa önem vermiyordu. İşte insanları birbirinden
ayırmada esas alınan kriter, gözönünde bulundurulan Furkan buydu.
"Okunurken gürültü yapın, belki ona galip
gelirsiniz."
"Bu yakışık almayan, seviyesiz bir tutumdu. Ne var
ki iman etmeye tenezzül etmeyen küstahlar kanıt ile, delil ile, belge ile
karşı koyamadıkları zaman yüzsüzlüğe, şamataya başlarlar.
Nitekim insanları Kur'an'ı dinlemekten alıkoymak
için Malik b. Nadr'ın yaptığı gibi İsfendiyar ve Rüstem masallarını
anlatarak, şamata çıkarıyorlardı. Bazan kargaşa çıkararak, bağırarak
Kur'an'ın okunmasına engel olmaya çalışıyorlardı. Kimi zaman Kur'an
okunurken şiirle, kafiyeli sözlerle halkın dikkatini dağıtmaya, Kur'an'ı
dinlemelerine engel olmaya çalışıyorlardı. Ama bütün çabaları boşa
gidiyordu. Kur'an hepsine üstün geliyordu. Çünkü Kur'an'da üstün gelme sırrı
gizlidir. Çünkü Kur'an hak içeriklidir. Ve batıl ne kadar çırpınırsa
çırpınsın her zaman hak üstün gelir.
Bu çirkin sözlerine karşılık olarak çok uygun bir
tehdit yeralıyor:
27- İnkar edenlere
şiddetli bir azab taddıracağız ve onları, yaptıklarının en kötüsüyle
cezalandıracağız.
28- İşte böyle;
Allah'ın düşmanlarının cezası ateştir. Ayetlerimizi bile bile inkar etmeleri
karşılığı orası onların temelli kalacakları yerdir.
Ve çok geçmeden onları ateşte görüyoruz.
Arkadaşlarını n geçmişte yaptıkları ve şu anda yapmakta oldukları
kötülükleri kendilerine süslü göstererek en sonunda böylesine korkunç bir
tehlike ile yüzyüze getirdikleri aldanmışların büyük bir öfke içinde
hayıflanarak dizlerini dövdüklerini görüyoruz.
29- Ateşe giren
kafirler derler ki: "Rabb'imiz cinlerden ve insanlardan bizi saptıranları
göster, onları ayaklarımızın altına alalım. Ki altta kalanlar olsunlar."
Müthiş bir öfke. İntikam duygusu ile yanıp
tutuşuyorlar: "Onları ayaklarımızın altına alalım." ... "Ki altta kalanlar
olsunlar." Karşılıklı sevgiden, dostluktan, vesvese ve kötülükleri süslü
gösterme girişimlerinden sonra durumları bundan ibaret olacaktır.
RABB'İMİZ ALLAH'TIR
Bu bir ilişki türüdür. Bu ilişki vesvese ve
aldatmaya dayanır. Ama bir diğer ilişki türü de var. Bu ilişki öğüt vermeye,
karşılıklı dostluğa dayanır. Bunlar mü'minlerdir. Rabb'imiz Allah'tır diyen,
sonra da iman ile, salih amel ile Allah'ın belirlediği yolda ona doğru yol
alan kimselerdir. Yüce Allah bunlara insanlardan ve cinnlerden kötü
arkadaşlar musallat etmiyor. Kalplerine güven ve huzur aşılayan, onları
cennetle müjdeleyen, dünya ve ahirette onlara arkadaşlık eden melekler
görevlendiriyor:
30- "Şüphesiz
Rabb'imiz Allah'tır"deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine
melekler iner. Onlara "Korkmayın üzülmeyin, size söz verilen cennetle
sevinin!" derler.
31- Biz dünya
hayatında da ahiret hayatında da sizin dostlarınızız. Orada canlarınızın
çektiği ve istediğiniz her şey sizindir.
32- Bütün bunlar, O
bağışlayan ve esirgeyen Allah'tan bir ağırlama olarak size lûtfedilmiştir.
"Rabb'imiz Allah'tır" ilkesi doğrultusunda hareket
etmek, bu ilkeyi gereği gibi hayata yansıtmaktır, gerçek anlamda ona
uymaktır. Bu ilkeyi vicdanda bilinç olarak, hayatta da davranış biçimi
olarak özümsemektir. Onun öngördüğü şekilde hareket etmek ve
yükümlülüklerine karşı sabretmektir. Kuşkusuz bu, büyük ve o kadar da zor
bir iştir. Yüce Allah katında böylesine büyük bir lütfu, meleklerin
arkadaşlığını, onların dostluk ve sevgilerini hakketmesi de bu yüzdendir. Bu
durum, yüce Allah'ın onların tutumlarını anlatması ile kendisini gösteriyor.
Yüce Allah'ın anlatımı ile melekler mü'min dostlarına şöyle sesleniyorlar:
Korkmayın, üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin. Biz dünya ve
ahirette sizin dostlarınızız... Sonra başlıyorlar onlara söz verilen cenneti
tasvir etmeye... Bir dostun dostuna ilerde karşılaşacağını gördüğü ve
bildiği bir nimeti onu sevindireceğini bilerek tasvir etmesidir bu: Orada
canınızın istediği ve size söz verilen her nimet vardır. Oranın güzelliğini
ve saygınlığını daha çok anlatıyorlar: Kullarını bağışlayan, onlara merhamet
eden Allah'ın bir lütfudur, bir bağışıdır bu. Bu cennete ve içindeki
nimetlere yüce Allah'ın bağışlaması ve merhameti sayesinde kondunuz. Bundan
daha üstün bir nimet var mıdır?
Bu bölüm Allah'ın dinine davet eden davetçinin
portresini çizmekle; onun ruhsal yapısını, konuşma tarzını, söz ve
davranışlarını gözler önünde canlandırmakla; hem Peygamber efendimizin
-salât ve selâm üzerine olsun- hem de onun ümmetindeki bütün davetçilerin
dikkatini bu örnek tabloya çekmekle son buluyor. Bilindiği gibi bu sure
Allah'ın dinine davet edilenlerden bazılarının kabalıklarını,
edepsizliklerini, iğrenç kibirlerini sergilemekle başlamıştı. Burada güdülen
maksat islam davetçisine: "Şartlar ne olursa olsun, izleyeceğin davet metodu
budur" direktifini vermektir:
33- İnsanları
Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben müslümanlardanım " diyenden daha güzel
sözlü kim olabilir?
34- İyilikle kötülük
bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir tavırla sav O zaman bakarsın ki seninle
arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.
35- Bu haslete ancak
sabredenler kavuşturulur. Buna ancak hayırda büyük pay sahibi olan kimse
kavuşturulur.
36- Eğer şeytandan
gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O,
işiten ve bilendir.
İnsan ruhunun yamukluğuna, kaypaklığına,
cahilliğine, alışkanlıklarını herşeyin üstünde tutma eğilimine, sapıklıkta
olduğunu kendisine yediremeyecek kadar burnu havada olmasına, ihtiraslarına
ve çıkarlarına düşkün oluşuna, bütün insanların huzurunda eşit olduğu tek
ilaha davet hareketinin tehdit ettiği toplumsal statüsüne, kişisel
ayrıcalığına büyük önem vermesine karşı Allah'a davet hareketini yürütmek...
Evet bu olumsuz şartlarda davet görevini yerine
getirmek çok zor bir iştir. Ama aynı zamanda büyük ve saygın bir görevdir:
"İnsanları Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve `Ben
müslümanlardanım' diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?"
Şu halde yeryüzünde söylenen en güzel söz Allah'ın
dinine davet amacı ile sarfedilen sözlerdir. Bunlar güzel sözlerin başında
gökyüzüne yükselirler. Ancak sözleri doğrulayan salih amelle birlikte;
insanın kendi kişiliğine yer vermediği Allah'a bütünüyle teslim olma durumu
ile birlikte... Bu durumda davet tamamen Allah'a özgü kılınmış olur ve
davetçinin açıkça anlatıp duyurmaktan başka bir etkinliği olamaz.
Bundan sonra davetçinin sözleri itirazla,
terbiyesizlikle ve inkarda inatlaşma ile karşılanırsa bunda onun için bir
sorumluluk yoktur. Çünkü o, insanlara iyilik sunmaktadır, çünkü o yüce bir
makamdadır. Ondan başkası elbette kötülük ileri sürecektir. Çünkü aşağılık
bir konumdadır.
"İyilikle kötülük bir olmaz"
Davetçi kötülüğe kötülükle karşılık vermez. Çünkü
iyiliğin etkisi ile kötülüğün etkisi bir olmaz. -Nitekim değerleri de bir
değildir- İnsanların kötülüklerine karşı sabır göstermek, hoşgörülü
davranmak, nefsin isteklerinin üstüne çıkmak serkeş ruhları uysallaştırır,
yatıştırır, onlara güven duygusunu verir. Düşmanlığı dostluğa, serkeşliği
uysallığa dönüştürür.
"Sen kötülüğü en güzel bir tavırla sav. O zaman
bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost
oluvermiştir."
Birçok durumlarda bu kuralın doğruluğu ortaya
çıkmıştır. Güzel bir söz, yumuşak bir konuşma, kontrolünü kaybetmiş, kızgın,
öfkeli ve gururlu kişinin yüzünde beliren tatlı bir tebessüm, heyecanı
yumuşaklığa, kızgınlığı sakinliğe dönüştürür.
Oysa karşıdakinin davranışının aynısı ile karşılık
verecek olursa heyecan, öfke, kibir ve azgınlık gittikçe artar. En sonunda
utanma diye birşey kalmaz. Kontrolünü kaybeder ve günahları ile övünmeye
başlar.
Şu da var ki, böyle bir hoşgörü, kötülükle karşılık
vermeye gücü yettiği halde hoşgörülü davranmayı, şefkat göstermeyi tercih
eden büyük bir kalp sahibi olmayı gerektirir. Hoşgörünün gereken etkiyi
gösterebilmesi için böyle bir güce sahip bulunmak zorundadır. Ta ki kötülük
yapan kişi bu iyiliğin zayıflıktan kaynaklandığını sanmasın. Eğer karşıdaki
kişinin zayıf olduğu için böyle davrandığını farkederse ona saygı göstermez.
Ve iyiliğin hiçbir yararı olmaz.
Ayrıca bu hoşgörü insanın şahsına yönelik
kötülüklerle sınırlıdır. İnanç sistemine yönelik saldırılara ve mü'minleri
bu inanç sisteminden döndürme amaçlı baskılara karşı hoşgörülü davranılamaz.
Böyle bir durumda her türlü savunma önlemi alınmalı ve sonuna kadar
direnilmelidir. Ya da yüce Allah sorunu çözümleyene kadar inanca bağlılıkta
sabredilmelidir.
Bir insanın ulaştığı bir derece; kötülüğü iyilikle
savma, kin ve öfke gibi dürtüleri yenip hoşgörülü davranma, nereye kadar
hoşgörülü davranılacağını, nereye kadar kötülüğe iyilikle karşılık
verileceğini dengeleyebilme derecesi... Her insanın ulaşamadığı bir
derecedir. Çünkü böyle bir düzeye erişmek sabır gerektirmektedir. Bu, aynı
zamanda yüce Allah'ın çalışıp ta onu hakkeden kullarına bahşettiği bir
lütuftur.
"Bu haslet ancak sabredenlere kavuşturulur. Buna
ancak hayırda büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur."
Bu o kadar yüce bir derecedir ki kendisi için hiç
kimseye kızmamış olan, Allah için kızdığı zaman da kimseyi dinlemeyen
Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- onun şahsında da bütün
islam davetçilerine bu konuda şöyle seslenilmektedir:
"Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek
olursa hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir."
Öfke insana vesvese verir. Kötülüklere karşı fazla
sabretmeme veya hoşgörülü davranmama isteğini uyandırır. Dolayısıyle böyle
bir durumda şeytandan Allah'a sığınmak koruyuculuk işlevini görür. Onun
öfkeyi istismar etme, bu deliği kullanıp insanın duygularına etki etme
amaçlı girişimlerini boşa çıkarır.
Şu insan kalbini yaratan, onun giriş ve çıkış
noktalarını, gücünü ve yeteneklerini, şeytanın hangi delikten girip onu
kontrol altına alacağını bilen yüce Allah davetçinin kalbini kızgınlığın
tahrik edici etkisine, dolayısıyle şeytanın vesvesesine karşı koruyor. Davet
yolunda karşısına çıkan ve öfkesinden yararlanmak isteyen şeytana karşı
koruyor.
Kuşkusuz davetçinin uyarabileceği noktayı,
dizginleri ele geçirmesini sağlayacak fırsatı bulana kadar insan ruhuna
giden dikenli, dolambaçlı, girintili, çıkıntılı ve son derece meşakkatli bir
yol izlemesi gerekir.
İnsan kalbi ile birlikte davetin geniş alanı içinde
yeni bir bölüm başlıyor. Bölüm yüce Allah'ın evrensel ayetlerini; gece,
gündüz, güneş ve ayı kapsayan bir gezinti ile başlıyor. Bu arada, müşrikler
arasında Allah'la birlikte güneşe ve aya secde edenlerin bulunduğu, oysa her
ikisini de yüce Allah'ın yarattığı belirtiliyor. Bu ayetler sunulduktan
sonra değerlendirme amacı ile, şayet kendileri büyüklük taslayıp Allah'a
kulluk yapmaya tenezzül etmezlerse, Allah'a onlardan daha çok yakından ve
ona kulluk yapan varlıklar olduğu hatırlatılıyor. Sonra şu yeryüzü Rabb'ine
karşı bir tür kulluk pozisyonu içindedir. Yeryüzü de tıpkı onlar gibi
canlılığını Rabb'inden alıyor. Ama onlar bununla Rabb'lerine doğru yol
almıyorlar. Tam tersine Allah'ın evrensel ayetlerini inkar ediyor,
Kur'an'daki ayetlerini de tartışma konusu yapıyorlar. Oysa bu Kur'an
Arapçadır ve ona onların anlamadığı yabancı dilden kelimeler karışmamıştır.
Ardından ayetlerin akışı onları bir kıyamet sahnesi ile yüzyüze getiriyor.
Sonra onların ruhlarını bütün zaafları ile, değişkenlik ve unutkanlığı ile,
iyiliğe düşkünlüğü, buna karşın zarardan kaçışı ile, sahip olduğu tüm
özellikleri ile çırılçıplak gözler önüne seriyor. Buna rağmen onlar Allah
katında kendilerine ilişecek zarardan korunmuyorlar. Sure yüce Allah'ın
insanlara verdiği bir sözle son buluyor: Burada yüce Allah, gerçeği bütün
çıplaklığı ile görünceye, içlerinde hiçbir şüpheye, hiçbir kuşkuya yer
kalmayıncaya kadar insanlara hem iç alemlerindeki hem de dış alemdeki
ayetlerini göstereceğini vaadediyor.
37- Gece, gündüz,
güneş ve ay onun ayetlerindendir. Eğer Allah â kulluk ediyorsanız, güneşe ve
aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah â secde edin.
Bu ayetler gözler önüne serilmiştir. Bilen, bilmeyen
herkes görür bunları. İnsan kalbi üzerinde dolaysız bir etki bırakır. İnsan
bu evrensel ayetlerin mahiyetleri ile ilgili bilimsel açıdan bir şey bilmese
bile onların görkemine hayran kalır. Çünkü onlarla insanın organik yapısı
arasında bilimsel tanımadan çok daha köklü bir bağ vardır. Onlarla şu insan
arasında yaratılış, fıtrat ve organik açıdan bir bağ vardır. Dolayısıyle
insan ve onlar birbirlerinin ayrılmaz parçasıdırlar. Organik yapıları bir,
öz maddeleri bir, fıtratları bir, bağlı bulundukları yasaları bir, ilahları
bir. Bu yüzden insan bu ayetleri derin duygusu ile, yalın mantığı ile
heyecanla algılar.
Bù yüzden Kur'an-ı Kerim çoğu zaman insan kalbinin
dikkatini bu ayetlere çekmekle, içinde bulunduğu gafletten uyarmakla
yetinir. Bu gaflet bazan uzun süreli alışkanlıktan, bazan da çeşitli
engellerden, birikimlerden, müdahalelerden kaynaklanır. İşte Kur'an-ı Kerim
insan kalbini bunlardan arındırır. Böylece yeniden canlanmasın, hareket
etmesini, uyanmasını, bu dost evrene sempatiyle bakmasını, kökü derinlere
varan eski tanışıklıkla iletişim kurmasını sağlar.
Burada ayet-i kerimenin işaret ettiği sapma
şekillerinden biri şudur: Bazıları güneş ve aya yönelik duygularında aşırıya
kaçıyorlardı, onlara sapıkça bir yaklaşım içindeydiler. Allah'ın yarattığı
varlıklar arasında en parlak, en göz alıcı olanlarına Allah'a daha çok
yaklaşmak gerekçesi ile ibadet ediyorlardı. İşte Kur'anı Kerim onları bu
sapıkça yaklaşımdan vazgeçirmek, onların karmaşık ve bulanık inançlarını
düzeltmek için inmiştir. Kur'an-ı Kerim onlara şöyle sesleniyordu: Eğer siz
gerçekten Allah'a ibadet ediyorsanız, güneşe ve aya secde etmeyin. "Onları
yaratan Allah'a secde edin." Çünkü bütün yaratıklar hep birlikte sadece
yaratıcıya kulluk kastı ile yönelebilirler. Güneş ve ay da sizin gibi
yaratıcılarına kulluk kastı ile yöneliyorlar. Şu halde siz de onlarla
birlikte tek ve ortaksız yaratıcıya kulluk kastı ile yönelin. Çünkü ibadet
sunmaya sadece O layıktır. İfade içinde güneş ve aya dönük olarak
"Halakahunne" şeklinde dişiler için geçerli olan çoğul zamir kullanılıyor.
Bununla güneşin, ayın ve onlara benzeyen diğer yıldızların ve gezegenlerin
cinsleri gözönünde bulundurulmuştur. Ayrıca onlardan söz edilirken akıllı
varlıklar için geçerli olan zamir kullanılıyor ki, bununla onlara hayat ve
akıl nitelikleri yakıştırılmak, gören canlı varlıklar gibi tasvir edilmek
isteniyor.
Eğer bu evrensel ayetlerin sunulmasından ve bu
aydınlatıcı açıklamadan sonra yine de büyüklük taslayacak olurlarsa, bu
hiçbir şeyi ileri veya geri götürmez, hiçbir şeyi arttırıp eksiltmez. Çünkü
onların dışındaki varlıklar büyüklük taslamadan yüce Allah'a kulluk
sunuyorlar:
38- Eğer büyüklük
taslarlarsa bilsinler ki, Rabb'inin yanında bulunanlar (melekler), gece
gündüz O'nu tesbih ederler ve onlar hiç usanmazlar."
"Rabb'inin yanında bulunanlar" dendiği zaman ilk
önce akla gelen meleklerdir. Ne var ki burada meleklerden başka Allah'ın
yakın kulları kastedilmiş olabilir. Hem biz, basit ve önemsiz birkaç bilgi
kırıntısından başka birşey biliyor muyuz ki?
Şunlar Rabb'inin yanında bulunanlar. Daha üstün ve
daha yücedirler. Daha onurlu ve daha ideal kullardırlar. Yeryüzünde doğru
yoldan çıkıp sapanlar gibi büyüklük taslamazlar. Allah'a yakın oluşlarından
dolayı gururlanmazlar. Gece-gündüz onu tesbih etmekten bıkmazlar,
"Usanmazlar". . Şu halde yeryüzünde bazı kimselerin varlık bütününden kopup
Allah'a yönelik kulluk gerçeğinden uzaklaşması, bu görevden geri kalması ne
anlam ifade eder?
ALLAH'IN AYETİ
YERYÜZÜ
İşte şu yeryüzü -onların anaları, besin kaynakları-
bağrından çıktıkları ve en sonunda bağrına dönecekleri yeryüzü... Onun
kendilerine bahşettiği azıklardan başka yiyecekleri, içecekleri olmaksızın
üzerinde karınca gibi dolaştıkları şu yeryüzü... Şu yeryüzü Allah'ın
huzurunda boynu bükük durur. Onun elinden hayat alır:
39- Onun
ayetlerinden biri de şudur: Sen toprağı boynu bükük kupkuru görürsün. Onun
üzerine suyu döktüğümüz zaman titreşir ve kabarır. Onu dirilten Allah
elbette ölüleri de diriltir. O'nun herşeye gücü yeter.
Burada Kur'an-ı Kerim'in yerine göre uygun ifadeler
seçmeye ne kadar özen gösterdiğinin üzerinde durmak istiyoruz. Ayette boynu
büküklük olarak ifade edilen yerin durumu, üzerine suyun inmesinden önceki
hareketsizliğidir. Üzerine su döküldüğü zaman titreşiyor, kabarıyor. Sanki
yerin bu hareketi, hayat bahşeden sebeplere karşı yüce Allah'a yönelik bir
şükür, bir ibadet ifadesidir. Çünkü bu ayetin içinde yeraldığı atmosfer,
ibadet, tesbih ve boyun bükmeyi anlatan ayetlerin oluşturduğu atmosferdir.
Bu yüzden yeryüzü sahnede yeralan uygun bir duygu ile, uygun bir hareket ile
sahnenin vermek istediği mesafe katkıda bulunan bir şahısmış gibi
sunuluyor...
Buna benzer ifadelerdeki sanatsal ahengi vurgulamak
için "Kur'an'da Edebi Tasvir" kitabından bir sayfa iktibas etmek istiyoruz.
"Kur'an-ı Kerim yeryüzünün yağmur yağmazdan, bitki
yeşermezden önceki durumunu bir keresinde "kuru", bir keresinde de "boynu
bükük" şeklinde ifade etmiştir. Bazıları bunun sadece bir ifade çeşitliği
olduğunu sanmaktadırlar. Şu halde bu iki nitelendirmenin sözkonusu edildiği
yerlere bakalım. Bu nitelendirmeler iki farklı yerde geçmektedir:
Yeryüzünün "kuru" olarak nitelendirilmesi şu ayette
geçiyor:
"Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirileceğinizden
kuşkunuz varsa, biliniz ki, gücümüzü kanıtlamak için sizi önce topraktan,
sonra spermadan, sonra embriyodan, sonra yapısı belli belirsiz bir çiğnemlik
et parçasından yarattık. Size belirtmek için dilediğimizi belli bir sürenin
sonuna kadar rahimlerde tutarız. Sonra da sizleri çocuk olarak meydana
çıkarırız. Böylece yetişip ergenlik çağma gelirsiniz. Kiminizin erken yaşta
canı alının ve kiminiz de ömrünün en kötü dönemine kadar yaşatılır ki,
bilirken birşey bilmez olur. Yeryüzünü de kupkuru görürsün. Fakat biz oraya
su gönderdiğimizde titreşir, kabarır ve her gözalıcı bitkinin çiftini
yetiştirir."(Hac Suresi, 5)
"Boynu bükük" olarak nitelendirilmesi de ayette
oluyor:
"Onun ayetlerinden biri de şudur: sen toprağı boynu
bükük kupkuru görürsün. Onun üzerine suyu döktüğümüz zaman titreşir ve
kabarır."
Bu iki ayete şöyle bir göz atıldığı zaman "kuru" ve
"boynu bükük" kelimelerinin kullanıldığı yerlerle oluşturdukları ahenk hemen
göze çarpar. Birinci ayetin konusu, diriliş, canlandırma ve gün yüzüne
çıkmadır. Yeryüzünün "kuru" olarak nitelendirilmesi, sonra titreşip
kabarması ve her güzel bitkiden çifter çifter yeşertmesi ayetin atmosferi
ile ahenk oluşturmaktadır. İkinci ayette ise, konu; ibadet, boyun bükmek ve
secde etmektir. Dolayısıyle yeryüzünün "boynu bükük" olarak tasvir edilmesi,
ardından üzerine su indirildikten sonra titreşip kabarması bu ayetin
atmosferine uygun düşmektedir.
"Öte yandan birinci ayette olduğu gibi burada
yeryüzünün suyun inmesinden sonra titreşip kabarmasına, bitki yeşertmesi,
gün yüzüne çıkartması, hususları eklenmiyor. Çünkü ibadet ve secde havasının
egemen olduğu bir atmosferde buna gerek yoktur. Burada yeralan "titreşip
kabardı" ifadesi, oradaki anlamı ve amacı ifade etmek için kullanılmıyor. Bu
ifade yeryüzünün boynu büküklükten sonraki durumunu anlatıyor. Burada
vurgulanması amaçlanan hareket budur. Çünkü sahnedeki herşey ibadet kastı
ile hareket ediyor. Yeryüzünün yalnız başına boynu bükük ve hareketsiz
kalması uygun düşmez. Sahne içinde kendilerine özgü hareketleri ile kulluk
sunanlara katılması ve sahnede yeralan herşey hareket halindeyken onun bir
köşede boynu bükük ve hareketsiz kalmaması gerekir. Bu ise, zihinlerde
canlandırılmak istenen harekette bir ahenk oluşturmak için, her türlü
değerlendirmenin üstünde çok büyük bir dikkatin, bir özenin
göstergesidir..."
Tekrar Kur'an ayetine döndüğümüzde ayetin sonundaki
yorum cümlesinin ölülerin diriltilmesi meselesine işaret ettiğini,
yeryüzünün canlanmasını buna bir kanıt, bir örnek olarak gösterdiğini
görüyoruz:
"Onu dirilten Allah elbette ölüleri de diriltir.
O'nun gücü herşeye yeter."
Buna benzer sahnelerin Kur'an-ı Kerim'de kıyamet
günü ölülerin diriltilmesine bir örnek, aynı şekilde yüce Allah'ın gücüne
bir kanıt olarak sunulmasına sıkça rastlanır. Yeryüzündeki hayat sahnesi
bütün kalplere yakın bir olgudur. Akıllardan önce kalplere dokunur, onları
uyandırır. Ölüler arasında hayat unsuru belirmeye başlayınca bu olay, hayatı
var eden yaratıcının ne kadar güçlü olduğunu, yavaş yavaş ve gizlice
bilincin derinliklerine bir mesaj olarak iletir. Kur'an insan fıtratına en
kısa yoldan ve anlayacağı dilden seslenir.
İnsan bilinci ve duyguları üzerinde çok derin
etkiler bırakan bu evrensel ayetlerin yeraldığı sahnenin ışığında, bu göz
kamaştırıcı ve apaçık ayetleri inkar edenlere, onları reddedenlere, demogoji
yapanlara yönelik çok sert bir azarlama ve korkutucu bir tehdit yeralıyor:
40- Ayetlerimiz
hakkında doğruluktan ayrılıp eğriliğe sapanlar bize gizli kalmazlar. O halde
ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi?
Dilediğinizi yapın, O, yaptıklarınızı görmektedir.
Tehdit üstü kapalı gibi görünüyor ama korkutucudur:
"Bize gizli kalmazlar." Çünkü onlar bütünüyle yüce Allah'ın bilgisinin
kapsamındadırlar. Onlar, istedikleri kadar demogoji yapsınlar, kıvırsınlar.
Bu şekilde demogoji yapmak suretiyle insanların sorgulamalarından yakayı
kurtardıkları gibi yüce Allah'ın elinden de kurtulacaklarını sansınlar,
kesinlikle Allah'ın ayetlerini inkar etmelerinden dolayı sorguya çekilip
cezalandırılacaklardır.
Sonra tehdit açık bir dille yöneltiliyor: "O halde
ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi?"
Mü'minlerin güven içinde getirilmelerine karşılık
kıyamet günü onların durumundan korku, dehşet ve ateşe atılma gibi onları
bekleyen akıbetten kinayedir bu ifade.
Ayet yine üstü kapalı bir tehditle son buluyor:
"Dilediğinizi yapın, O, yaptıklarınızı görmektedir."
İstediğinizi yapmaya, Allah'ın ayetlerini inkar
etmeye çağrılan ve her yaptığı Allah tarafından görülen adamın durumu ne
korkunçtur.
KUR'AN VE KAFİRLER
Şimdi de yüce Allah'ın Kur'an'daki ayetlerini inkar
eden kafirlere değiniliyor. Oysa Kur'an yüce bir kitaptır, güçlüdür, dış
müdahalelerden korunmuştur, ona ne uzaktan ne de yakından batıl bulaşamaz:
41- Kendilerine
gelen Kur'ân'ı inkar ettiler. Halbuki o yüce bir Kitab'dır.
42- Geçmişte ve
gelecekte ona batıl karışmaz. Her yaptığını bir hikmete göre yapan ve
övülmeye layık Allah katından indirilmiştir.
43- Ey Muhammed!
Sana söylenen, senden önceki elçilere söylenmiş olandan başka birşey
değildir. Senin Rabb'in hem bağışlama sahibi, hem de acı azap sahibidir.
44- Eğer biz bu
Kur'ân'ı yabancı bir dilde okunan bir kitap yapsaydık derlerdi ki: `Ayetleri
anlayacağımız bir şekilde açıklanmalı değil miydi? Muhatapları Arap olduğu
halde Arapça olmayan kitap mı geldi?" De ki: "O mü'minler için doğru yolu
gösteren bir kılavuz ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında
bir ağırlık vardır ve Kur'an, onlara bir körlüktür. Sanki onlar uzak bir
yerden çağrılıyorlar.
Ayet-i kerime kendilerine gelen kitabı inkar
edenlerden sözediyor ama, onların ne olduklarına, ileride ne olacağına
değinmiyor. Yani "Kendilerine gelen kitabı inkar edenler" isim cümlesinin
yüklemi belirtilmiyor. Sanki "onların bu davranışlarına uygun bir nitelik,
işledikleri cürmün iğrençliğini ifade edecek bir söz yoktur" denmek
isteniyor.
Bu yüzden "inne" edatı ile başlayan isim cümlesinin
yüklemi belirtilmeden onların inkar ettikleri kitabın nitelikleri sayılıyor.
Amaç işledikleri suçun iğrençliğini ön plana çıkarmak, korkunçluğunu
vurgulamaktır:
"Halbuki o yüce bir kitaptır. Geçmişte ve gelecekte
ona batıl karışmaz. Her yaptığını bir hikmete göre yapan ve övgüye layık
Allah katından indirilmiştir."
Batıl nasıl bulaşabilir ki, bu kitaba? O hak olan
Allah katından gelmiştir.
Hakkı haykırmaktadır. Göklerin ve yerin dayandığı
hak ile bağlantılıdır.
Bu kitaba batıl nasıl bulaşabilir ki? O yücedir.
Allah'ın emri ile korunmuştur. Yüce Allah onu korumayı garantilemiş ve şöyle
buyurmuştur: "Bu Kur'an'ı gerçekten biz indirdik ve onu koruyacak olan da
biziz."(Hicr Suresi, 9)
Bu Kur'an'ı gereği gibi inceleyenler, onun içerdiği
ve insanlık hayatına yerleştirmek üzere indiği gerçeği hemen fark ederler.
Ruhunda ve ayetlerinde bu gerçeği gözlemlerler. Hiç zorlanmadan, rahatça
bulmaları mümkündür. İnsana güven veren fıtri bir gerçektir bu. Bu yüzden
insanın öz yaratılışının derinliklerine hitap eder, onunla hemen iletişim
kurar ve onu akıllara durgunluk verecek şekilde etkiler.
"Her yaptığını bir hikmete göre yapan ve övülmeye
layık Allah katından indirilmiştir." Hikmet, bu kitabın sözlü yapısında,
direktiflerinde, indiriliş yönteminde ve en kestirme yoldan insan kalbini
tedavi edişinde, problemlerini çözüşünde göze çarpar. Ve bu kitabı indiren
Allah övgüye layıktır. Bu Kur'an'ın içerdiği bir çok gerçek insan kalbini
harekete geçirir, Allah'ı övmeye yöneltir.
Sonra ayetlerin akışı, Kur'an ile ondan önce
vahyedilen kitaplar, Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ile
ondan önce gönderilen peygamberler -selâm üzerlerine olsun- arasında
bağlantı kuruyor. Bütün peygamberlik ailesini tek bir mecliste Rabb'lerinden
aynı mesajı alacak şekilde bir araya getiriyor. Ruhlarını ve kalplerini
birbirine bağlıyor. Hareket metodları ile insanlara sundukları mesajın bir
olduğunu vurguluyor. Böylece en son gelen müslüman, kökü derinlere varan
büyük bir ağacın dalı olduğunu, tarihi eskilere dayanan köklü bir ailenin
üyesi olduğunu hisseder:
"Ey Muhammed! Sana söylenen, senden önceki elçilere
söylenmiş olandan başka birşey değildir. Senin Rabb'in hem bağışlama sahibi
hem de acı azap sahibidir."
Bütün peygamberler aynı vahyi almışlar, aynı mesajı
yüklenmişler, insanları aynı inanç sistemine inanıp uymaya çağırmışlardır.
Bu yüzden insanlardan aynı tepkiyi görmüşler, aynı yalanlama ve itirazlarla
karşılaşmışlardır. Bütün peygamberleri birbirine bağlayan aynı bağdır. Hepsi
aynı ağacın dallarıdırlar. Aynı aileye mensupturlar. Çektikleri acılar,
yaşadıkları deneyimler ve uzanıp giden yolda en sonunda varmak istedikleri
hedef aynıdır.
Yakınlık duygusunu aşılayan, insana güç ve sabır
veren insanı kararlı kılan ne güzel bir duygu! Daha önce Hz. Nuh, İbrahim,
Musa, İsa, Muhammed ve onların kardeşleri diğer bütün peygamberlerin -salât
ve selâm üzerlerine olsun- izlediği yolu izleyen dava adamlarına bu duyguyu
tattıran işte bu gerçektir.
Bu gerçeğin dava adamlarına kazandırdığı bu bilinç
onlara üstünlük duygusunu, onurluluğu, yolun zorluklarına, iniş-çıkışlarına,
dikenlerine ve engellerine aldırmamayı aşılıyor. Dava adamı yoluna devam
ederken, kendisinden önce bu yolu izleyenlerin bütün insanlar arasında en
seçkin topluluk olduklarını düşünür.
Şu bir gerçektir: "Ey Muhammed! Sana söylenen,
senden önceki elçilere söylenmiş olandan başka birşey değildir." Bu gerçeğin
mü'min ruhlara yerleşmesi ne derin ve ne dehşetli sonuçlar doğurur?
İşte Kur'an bunu gerçekleştiriyor. Bu gerçeği
kalplere yerleştiriyor, bir tohum gibi ekiyor.
Daha önceki peygamberlere söylenenler, son peygamber
Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- de söylenmiştir:
"Senin Rabb'in hem bağışlama sahibi, hem de acı azap
sahibidir." Amaç mü'minin ruhunun doğru ve dengeli oluşunu sağlamaktır.
Böylece mü'min Allah'ın rahmetini ve bağışlamasını ümid eder ve hiçbir zaman
ümitsizliğe düşmez. Allah'ın azabından sakınır, korkar ve asla unutmaz.
Zaten denge, islamın temel özelliğidir.
Sonra yüce Allah'ın bu Kur'an'ı kendi dilleri olan
Arapça bir kitap olarak indirmekle kendilerine büyük bir lütufta bulunduğu
belirtiliyor. Bunun yanısıra onların inatçılıklarına, inkarcı tutumlarına,
tartışma ve kitabı tahrif etme yöntemlerine işaret ediliyor:
"Eğer biz bu Kur'an'ı yabancı bir dilde okunan bir
kitap yapsaydık derlerdi ki: Ayetleri anlayacağımız bir şekilde açıklamalı
değilmiydi? Muhatapları Arap olduğu halde Arapça olmayan hitap mı geldi?"
Şu halde onlar bu Kur'an'ın arapça oluşundan memnun
değildirler. Onlar bu Kur'an'dan korkuyorlar. Çünkü bu Kur'an Arapçadır ve
Arapların fıtratına kendi dilleri ile hitap etmektedir. Bu yüzden "Bu
Kur'an'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın belki galip gelirsiniz"
diyorlardı. Eğer yüce Allah bu Kur'an'ı yabancı bir dilden indirseydi bu
seferde itiraz edecek ve şöyle diyeceklerdi: "Açık, ayrıntılı ve ince bir
Arapça kitap olarak inmesi gerekmez miydi?" Eğer Kur'an'ın bir kısmı Arapça
bir kısmı da yabanca bir dilden olsaydı, bu kez de itiraz edecek ve şöyle
diyeceklerdi: "Hem Arapça hem de yabancı bir dil mi?" şu halde onların
davranışlarının kökeninde kaypaklık, demogoji yapma ve inkar yatmaktadır.
Biçim etrafında çıkarılan bu tartışmaların ardındaki
gerçeğin özü şudur: Bu kitap mü'minler için yol kılavuzu ve şifa kaynağıdır.
Çünkü ancak mü'min kalpler bu kitabın özünü ve gerçeğini kavrayabilir, onun
yol göstericiliği ışığında yol alabilir, onun tedavi edici özelliği
sayesinde bireysel ve toplumsal hastalıklardan kurtulabilirler. Mü'min
olmayanlara gelince onların kalpleri duyarlılıklarını yitirmişlerdir, bu
kitabın tatlı, sevecen mesajını algılayamazlar. Bu kitap onların
kulaklarında bir ağırlık, kalplerinde ise bir körlüktür. Onlar hiçbir şeyi
açık seçik göremezler. Çünkü onlar gerçekten bu kitabın özünden ve insan
kalbine yönelik dolaysız mesajlarından uzaktırlar:
"De ki: O mü'minler için doğru yolu gösteren bir
kılavuz ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık
vardır ve Kur'an onlara bir körlüktür. Sanki onlar uzak bir yerden
çağırılıyorlar."
İnsan bu sözün doğruluğunu her zaman ve her toplumda
görebilir. Bu Kur'an bazı insanların ruhlarına büyük etki yapar, onları yeni
baştan biçimlendirir, canlandırır. Hem onda hemde çevresinde büyük işler
gerçekleştirir. Bazı insanların kulaklarında da ağırlıktır bu Kur'an. Onları
gittikçe sağırlaştırmaktan, körleştirmekten başka bir şey kazandırmaz.
Aslında Kur'an değişmiş değildir, ne var ki kalpler değişmiştir. Ve kuşkusuz
yüce Allah doğru söylemiştir.
Burada Hz. Musa'ya -selâm üzerine olsun- ona
indirilen kitaba ve soydaşlarının bu kitap hakkında görüş ayrılıklarına
düşmelerine işaret ediliyor. Az önce topluca anılan peygamberlere bir örnek
olarak ona işaret ediliyor. Yüce Allah Hz. Musa'nın soydaşlarının görüş
ayrılıklarına ilişkin hükmünü ertelemiştir. Daha önce, bütün bu meselelerle
ilgili çözümleyici kararın, herşeyin en ince detayına kadar çözümlendiği
kıyamet gününde gerçekleşmesini öngörmüştür:
45- Andolsun ki
Musa'ya kitap vermiştik de onda ayrılığa düşmüşlerdi. Rabb'inin verilmiş bir
sözü olmasaydı, aralarında hükmedilmiş olurdu. Doğrusu onlar, onun hakkında
şüphe içindedirler.
Aynı şekilde Rabb'in bu son peygamberlikle ilgili
sorunun çözümünü de va'dedilen kıyamet gününe bırakmayı, insanları
istedikleri gibi davranıp o günde yaptıklarına göre karşılık görmek üzere
serbest bırakmayı öngörmüştür:
46- Kim iyi bir iş
yaparsa faydası kendisinedir ve kim kötülük yaparsa zararı kendisinedir.
Rabb'in kullara zulmedici değildir.
Bu son risalet insanlığın artık olgunlaştığını
duyurmak, omuzlarına seçme yükümlülüğünü yüklemek, sorumluluğun bireysel
olduğunu herkese bildirmek için gelmiştir. Bundan sonra herkes dilediğini
seçebilir. "Rabb'in kullara zulmedici değildir."
Herşey için belirlenmiş bir süre olduğuna işaret
edilmesi ve yüce Allah'ın adil oluşuna değinilmesi münasebetiyle kıyamet
meselesinin ve ona ilişkin bilginin Allah'ın tekelinde olduğu vurgulanıyor.
Bu amaçla yüce Allah'ın bilgisi bazı olaylarda, kalplerin derinliklerine
dokunan mesajlar içeren tablolar halinde tasvir ediliyor. Bu ise, müşriklere
birtakım soruların sorulması, onların da cevap vermesini yansıtan bir
kıyamet sahnesinin sunuluşu esnasında gerçekleştiriliyor:
47- Kıyametin ne
zaman kopacağı bilgisi O'na aittir. Allah'ın bilgisi dışında hiçbir ürün
kabağından çıkmaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. Onlara: "Bana
koştuğunuz ortaklar nerede?" diye seslenildiği gün: "Sana arz ederiz ki
bizde hiçbir gören yok" derler.
48- Önceden yalvarıp
durdukları tanrıları onlardan uzaklaşmıştır. Kendilerinin kaçacak yerlerinin
olmadığını anlamışlardır.
Kıyamet, bilinmezliğin koyu karanlığına bürünmüş bir
gaybtır. Kabuklarının içindeki meyveler de gözle görülmez birer sırdırlar.
Rahimlerin içindekiler de aynı şekilde gaybın perdesine bürünmüşlerdir.
Bütün bunlar Allah'ın bilgisinin kapsamındadır. Allah'ın bilgisi onları
kuşatmıştır. İnsan kalbi kabuklarındaki meyveleri, ürünleri, rahimlerdeki
ceninleri düşünüyor; yeryüzünün her tarafını gözlerinin önüne getirip
sayısız kabukları algılamaya çalışıyor, akla hayale sığmayan rahimlerdeki
ceninleri tasavvur ediyor. O zaman insan aklının bu sınırsız gerçeği
tasavvur edebildiği kadariyle vicdanda Allah'ın bilgisinin bir tablosu
şekilleniyor.
Sonra insan, gizli ve örtülü hiçbir şeyin kapsamının
dışında kalmadığı bu sonsuz bilgi karşısında duran bir grup sapık insanın
durumunu düşünüyor: "O gün onlara `Bana koştuğunuz ortaklar nerede?' diye
seslenilir." Tartışmanın hiçbir yarar sağlamadığı, sözleri tahrif etmenin ve
değiştirmenin mümkün olmadığı bu günde ne derler onlar?
"Sana arzederiz ki bizden hiçbir gören yok."
Bugün bizden hiç kimsenin senin ortakların olduğuna
şahitlik etmediğini sana bildiririz.
"Önceden yalvarıp durdukları tanrıları onlardan
uzaklaşmıştır. Kendilerinin kaçacak yerlerinin olmadığını anlamışlardır."
Eski iddialarına ilişkin hiçbir şey bilmiyorlar.
Artık içinde bulundukları durumdan kurtulamayacaklarını iyice anlamışlardır.
İşte bu, insana tüm geçmişini unutturan, içinde bulunduğu durumdan başka
hiçbir şey hatırlamamasına neden olan, insanın zihnini allak-bullak eden bir
sıkıntıdır.
İNSAN FITRATI
İşte bu, insanın iyiliğe düşkün, zarardan kaçınan
bir karaktere sahip olmasına rağmen, azabından çekinme gereği duymadığı,
göreceği azap endişesiyle ayağını denk almadığı bir gündür... Burada kendi
ruhları her türlü örtüden soyutlanmış, bütün perdelerden sıyrılmış, eğri ile
doğruyu birbirine karıştıramayacak bir durumda tasvir ediliyor:
49- İnsan hayır
istemekten yorulmaz. Ancak kendisine bir şer dokundumu hemen üzgündür,
ümitsizdir.
50- Eğer kendisine
dokunan bir zarardan sonra biz ona bir rahmet taddırırsak: "Bu benim
hakkımdır; kıyametin kopacağını sanmıyorum. Rabb'ime götürülmüş olsam bile
muhakkak O'nun yanında benim için güzel şeyler vardır" der. Biz inkar
edenlere, yaptıklarını mutlaka haber vereceğiz ve mutlaka onlara acı azabdan
taddıracağız.
51- İnsana bir nimet
verdik mi yüz çevirir; yan çizer. Ona bir şer dokundu mu yalvarıp durur.
Bu, Allah'ın yol göstericiliği ile yolunu bulup
dosdoğru hareket etmeyen insan ruhunun gerçek ve ince bir tablosudur. Bu tip
insanların ruhlarının değişkenliğini, zayıflığını, ikiyüzlülüğünü, iyiliğe
düşkünlüğünü, nankörlüğünü, bollukla gururlanıp, dara düşünce feryadı
basmasını tasvir eden bir resim... Gerçekten ilginç ve incelikli bir tasvir.
Şu insan iyilik istemekten bıkmaz. Her yanı iyilik
ve nimetle dolsa yine de ister, tekrar tekrar ister. Hep kendisi için ister
ve istemekten usanmaz. Eğer kendisine zararın ucu dokunsa -ama sadece
dokunsa- tüm ümidini, bekleme direncini yitirir. Bu zarardan
kurtulamayacağını, bir çıkış noktasını bulamayacağını sanır. Sebeplerden
elini çeker, göğsü daralır, üzüntüsü, sıkıntısı büyüdükçe büyür. Allah'ın
rahmetinden ümidini keser, onun gözetimi hakkında karamsar olmaya başlar.
Çünkü Rabb'ine güveni azdır, bağları zayıftır.
Yine insana, eğer yüce Allah uğradığı bu zarardan
sonra ona merhamet edip katından bir iyilik tattırırsa nimeti küçümser ve
Allah'a şükretmeyi unutur. Rahatlıkla aklını başından alır ve nimetin
kaynağını unutur. "Bunlar benimdir, bunları hakkederek elde ettim ve hep bu
nimetler içinde yaşayacağım" der. Ahireti unutur ve kopmasını uzak bir
ihtimal olarak görür: "Kıyametin kopacağını sanmıyorum" der... Kendi kendine
dişinir, böbürlenir. Allah'a karşı büyüklenir. Kendisinin seçkin bir yerinin
olduğunu sanır. Kıyameti ve Allah'ı inkar eder. Buna rağmen Rabb'ine
döndürülecek olursa katında ayrıcalıklı bir yerinin olduğunu düşünür.
"Rabbime götürülmüş olsam bile muhakkak O'nun yanında benim için güzel
şeyler vardır." Hiç kuşkusuz bu, onun kapıldığı gururun ifadesidir... Tam bu
sırada, yerinde bir tehdit geliyor:
"Biz inkar edenlere, yaptıklarını mutlaka haber
vereceğiz ve mutlaka acı azaptan tattıracağız."
Şu insana yüce Allah nimet bahşettiği zaman,
büyüklenir, azgınlaşır. Uyarılara sırt çevirir ve kimseye aldırmadan bir
başına pervasızca çekip gider. Ancak kendisine zararın ucu dokunur dokunmaz,
alçalır, yıkılır, küçülür ve basitleşir. Durmadan yalvarır yakarır. Bu
durumdan kurtulmak için uzun uzun dua eder.
Ne büyük dikkat!.. İnsan ruhunun büyük-küçük her
özelliğini ortaya koyan ne incelikli bir gözlem! Çünkü onu anlatan, yüce
yarâtıcısıdır. İnsan ruhunun geçtiği yolları ve onun her zaman bu dolambaçlı
yollardan geçtiğini bilen yüce Allah'tır onu anlatan. İnsan doğru yolu bulup
dosdoğru hareket etmediği sürece bu dolambaçlı yollardan kurtulamaz.
Her türlü örtüden soyutlanmış, bütün perdelerden
sıyrılmış şekilde gözler önüne serilen bu insan ruhunun sergilendiği
sahnenin ışığında onlara soruluyor: Eğer bu yalanladığınız kitap Allah
katından gelmişse ve bu tehdit gerçekse o zaman ne yapacaksınız? Kendinizi,
Allah'ın kitabını yalanlamanın, ona karşı çıkmanın korkunç akıbetine doğru
sürüklediğinizin farkında mısınız?
52- De ki: "Kur ân
Allah katından gelmiş olup da sizde onu inkar etmişseniz, söyleyin bana
derin bir çıkmazda bulunan kimseden daha sapık kim vardır?"
Hiç kuşkusuz bu ayağını denk almayı gerektiren bir
ihtimaldir. Peki onlar bu konuda ne gibi yöntemler alıyorlar?
Bundan sonra surenin akışı, onları bu ihtimali
düşünmek, ölçüp biçmek üzere kendi hallerine bırakıyor ve uçsuz bucaksız
evrene yöneliyor; gerek evrende gerekse kendi iç alemlerinde gözönünde
bulundurulan bazı planları, takdirleri ortaya koyuyor:
53- Biz onlara iç ve
dış alemdeki ayetlerimizi göstereceğiz ki, o Kur'an'ın gerçek olduğu, onlara
iyice belli olsun. Rabb'inin her şeye şahit olması yetmez mi?
54- İyi bil ki
onlar, Rabb'ine kavuşmaktan kuşku içindedirler. İyi bil ki O, herşeyi
kuşatmıştır.
Bu, surenin içerdiği son mesajdır ve hiç kuşkusuz
büyük ve anlamlı bir mesajdır.
Yüce Allah'ın kullarına -insanoğluna- hem bu evrenin
hem de kendi ruhlarının gizli yönlerinden bazısını kendilerine göstereceğine
ilişkin va'didir. Yüce Allah, bu dinin, bu kitabın, bu sistemin ve bunu
ifade eden bu sözün gerçek olduğunu anlayana kadar insanlara iç ve dış
alemdeki ayetlerini göstereceğini va'dediyor. Allah'tan daha doğru söyleyen
biri var mı?
Yüce Allah bu sözünü doğrulamış ve bu sözün
verilişinden bu yana geçen ondört asırlık süre içinde dış alemdeki
ayetlerini, iç alemdeki ayetlerini onlara göstermiştir ve her gün yeniden
göstermektedir.
İnsan şöyle bir baktığında, insanlığın o günden bu
yana çok şey keşfettiğini görür. Evrenin ufukları yüce Allah'ın dilediği
oranda insan ruhunun kilitli, örtülü bölmeleri önlerinde açılmıştır.
İnsanlar çok şey öğrenmişlerdir. Eğer nasıl
öğrendiklerini kavrayıp şükrederlerse bunda kendileri için çok hayırlar
vardır.
O günden bu yana evrenin merkezi sandıkları
dünyalarının güneşin uydusu ufacık bir zerreden başka bir şey olmadığını,
yine güneşin milyonlarca benzeri bulunan küçücük bir yuvarlak olduğunu,
dünyalarının, güneşlerinin -ve eğer öğrendikleri doğruysa- evrenlerinin
tabiatını, özelliğini öğrendiler.
Şayet madde olarak tanımlanan şeyin varlığı doğruysa
içinde yaşadıkları şu evrenin öz maddesini öğrendiler. Bu evren binasının
temel taşının Atom olduğunu, Atomun da ışına dönüştüğünü, dolayısıyle bütün
evrenin ışından oluştuğunu, bütün cisim ve şekillerin çeşitli yollardan bu
ışınlardan meydana geldiğini öğrendiler.
Şu küçük gezegenleri hakkında da çok şey öğrendiler.
Onun küre biçiminde bir yuvarlak olduğunu, hem kendi ekseni etrafında hem de
güneşin etrafında döndüğünü, dünyanın karalarını, okyanuslarını ve
nehirlerini öğrendiler. Yerin altındaki birçok şeyi ortaya çıkardılar. Bu
gezegenin bağrına yerleştirilmiş, aynı şekilde atmosferine serpiştirilmiş
birçok rızık kaynaklarını keşfettiler.
Küçücük gezegenlerini büyük evrene bağlayan ve bütün
evreni yönlendiren yasalar sisteminin tek ve değişmezliğini öğrendiler.
Kimisi doğru yolu bularak yasalar sistemini bilmekten yola çıkarak yasaların
yaratıcısını bildi. Kimisi de saparak bilimin kabuğunda kalıp özüne inemedi,
ötesine geçemedi. Ne var ki insanlık bilimden dolayı sapıklığa ve serkeşliğe
daldıktan sonra, bilim yoluyla dönecek ve bu yolla bu kitabın gerçek
olduğunu öğrenecektir.
İnsan ruhunun derinliklerinde gerçekleştirilen ilmi
gelişmeler evren alanında yapılanlardan az değildir. İnsanın bedenine,
ruhsal ve bedensel yapısına, özelliklerine ve sırlarına ilişkin çok şey
öğrendiler. Oluşumunu, birleşimini, görevlerini, hastalıklarını, gıdasını ve
onun tepkilerini temsil etmeyi, davranış ve hareketlerinin sırlarını
öğrendiler. Bütün bunlarla ancak yüce Allah'ın yaratabileceği
olağanüstülükler ortaya çıkardı.
İnsanın ruhsal yapısı hakkında da birşeyler
öğrendiler. Ancak bu öğrendikleri insanın bedensel yapısına ilişkin
bilgilerinin düzeyine ulaşmamıştır. Çünkü ilgileri büyük bir ağırlıkla
insanın aklından ve ruhundan çok insanın maddi yönüne ve bedeninin organik
yapısının otomatik çalışma sistemine yönelik olmuştur. Ancak bazı belirtiler
ilerde büyük gelişmelerin olacağını göstermektedir. İnsanoğlu bu yolda
önemli buluşlar peşindedir.
Allah'ın bu va'di her zaman geçerlidir: "Biz onlara
iç ve dış alemdeki ayetlerimizi göstereceğiz ki, o Kur'an'ın gerçek olduğu
onlara iyice belli olsun." Bu va'din son bölümünün belirtileri bu asrın
başlarından itibaren dikkat çekici bir şekilde görünmeye başlamıştır. İman
kafilesi çeşitli vadilerden akarak toplanmaktadır. Sadece maddi ilim yoluyla
kafileye katılan birçok kişi vardır. Daha uzakta dalga dalga biriken gruplar
vardır. Geçmişte neredeyse bu gezegeni bütünüyle kaplayacak azgın inkar,
dinsizlik dalgasından sonra meydana gelmektedir bu gelişmeler. Ama bu inkar
ve dinsizlik dalgası şu anda kırılmaktadır. Tüm olumsuz belirtilere rağmen
kırılmaktadır. Şu içinde yaşadığımız yirminci yüzyıl bitmeden bu dalga
tamamen ortadan kalkacak veya etkisiz hale gelecektir, inşaallah. Ve
Allah'ın kesinlikle gerçekleşecek olan va'di yerine gelecektir.
"Rabb'inin herşeye şahit olması yetmez mi?"
Çünkü O, sonsuz bilgisine ve sınırsız görmesine
dayanarak söz verir.
"İyi bil ki onlar, Rabb'ine kavuşmaktan kuşku
içindedirler."
Onların bu şekilde davranmaları Allah'la buluşma
konusunda duydukları kuşkudan kaynaklanıyor. Oysa bu kesindir.
"İyi bil ki O herşeyi kuşatmıştır."
Onunla buluşmaktan nasıl kaçabilirler ki? Allah
herşeyi kuşatmıştır.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.