88-Gasiye
1- Ey insanoğlu! Herşeyi
kaplayacak kıyametin haberi sana gelmedi mi?
Gönülleri yüce Allah'a yöneltmeyi hedefleyen,
varlık aleminde O'nun varlığını gösteren delilleri hatırlatmayı ve Allah'ın
ahirette herkesi hesaba çekeceğini; yapılanlara kesin karşılık vereceğini
belirtmeyi amaç edinen bu sure yukardaki ayetle, ve ayetin başındaki
"Kıyametin büyük bir olay olduğu"nu ilham eden dinleyeni bunu itiraf etmeye
zorlama amaçlı şu soru ile başlıyor. Bu soru Aynı zamanda, ahiret olgusunun
daha önce açıklanan ve hatırlatılan olgulardan birisi olduğunu da
göstermektedir. Burada kıyamete "Ğaşiye" diye yeni bir isim verilmektedir.
Gaşiye, insanları çepeçevre kuşatan, felaketleri tüm yaratıkları kaplayan
bela musibet demektir. Bu isim Kur'an-ı Kerim'in bu son cüzünde yeralan, "Tamme",
"saahha", "ğaşiye", "karia" gibi bu cüzün havasına uygun düşen insana ilham
veren yeni isimlerden birisidir.
Şu "Sana gelmedi mi?" seslenişi üzerinde bir
nebze duralım. Resulallah Efendimiz bu sureyi her duyduğunda yüce Allah'ın
bu soruyu kendine yöneltmesinden etkisini benliğinde hissederdi. Ve kalbinin
yüce Allah'ın seslenişine aşırı duyarlı olmasından, bunun özünü benliğinde
canlandırmış olmasından, kulağına her geldiğinde bu ifadenin aracısız olarak
kendisine yöneldiğini hissettiğinde, sanki doğrudan doğruya Rabbinden ilk
kez Alıyormuş gibi olurdu. İbn Ebi Hatim anlatır: Meymun oğlu Ömer, bize
kadar ulaşan Tanafesli Muhammed oğlu Ali, Abbas oğlu Ebu Bekir, Ebu İshak
rivayet zinciri ile şöyle der: Rasulullah herşeyi kapsayacak (Kıyàmetin
haberi sana gelmedi mi?) ayetini okuyan bir kadına rastlar ve bu ayeti
duyunca ayağa kalkar ve: "Evet bana geldi" der...
Ancak yukardaki hadise rağmen bu ayetteki
sesleniş şu Kur'an'ı dinleyen herkese yöneltilmiş genel anlamlı bir
ifadedir. Kıyamet haberi, bu Kur'an'da tekrar tekrar sözü edilen bir
olgudur. Kur'an-ı Kerim kıyameti hatırlatır, insanları uyarır, müjdeler
verir, kıyamet öğesi ile gönüllerde duyarlılığı, korkuyu, takvayı, ürpermeyi
harekete geçirir, öte yandan yine bununla gönüllere ümit ışığı, bekleme ve
arzu etme duygusu verir. Bundan dolayı bu gönüller canlanır da artık ölmez
ve dikkatsizliğe düşmez.
KIYAMETTE ZİLLET HAYATI
"Herşeyi kaplayacak olan kıyametin haberi
sana gelmedi mi?" ayetinden sonra yüce Allah, kıyametin haberlerinden
birtakım manzaralar sergilemektedir:
2- O gün birtakım yüzler
zillete bürünmüştür.
3- Zor işler altında bitkin
düşmüştür.
4- Yakıcı ateşe yaslanırlar.
5- Kızgın bir kaynaktan
içirirler.
6- Onlar için kuru dikenden
başka yiyecek de yoktur.
7- Ne semirtir, ne de açlığı
giderir.
Nimete erenlerin sahnesinden önce, hemen
azaba uğrayanların sahneleri sunulmuştur. Çünkü bu "Gaşiye: Kıyamet"in
atmosferine ve çağrışımlarına daha yakındır ve daha uygundur. O gün ortada
korkan, küçümsenen, yorgun ve bitkin yüzler (kimseler) vardır. Çalışıp
yorulan ancak yaptığına sevinemeyen sonuçtan hoşnut olmayan, yaptığına
karşılık olarak bula bula ancak sorumluluğu, zararı, bulan ve bunun sonucu
hoşnutsuzluğu, bitkinliği ve sorumluluğu kat kat artan kimseler vardır. Bu
kimseler "zor işler altında bitkin düşmüşlerdir." Bunlar Allah için
çalışmamışlardır, (amel etmemişlerdir) Allah'ın yolundan başka yol, uğruna
yorulmuşlardır. Bu kimseler kendileri ve çocukları için çalışmışlardır.
Kendi dünyaları ve dünya arzusu uğruna yorulmuşlar sonra da bu çalışma ve
yorulmanın sonucunu bulmuşlardır. Dünyada ahiret sermayesi olan yorgunluk ve
sıkıntı olarak, ahirette de azaba götüren bir karaltı şeklinde... Bu
kimseler, artık önemsenmezler, sorumludurlar, yüzükoyun düşmüşlerdir,
arzularına ulaşamamışlar, korku içinde kendi sonları ile yüz yüzedirler.
Bu önemsizlik ve sorumluluk ile birlikte bir
de azap ve elem vardır. "Yakıcı ateşe yaslanırlar." Bunlar o kızgın ateşi
tadacaklar ve o ateşten azap göreceklerdir. "Kızgın bir kaynaktan
içirilirler". Yani bu kaynak son derece sıcak olacaktır. "Onlar için kuru
dikenden başka bir yiyecek yoktur. Ki o ne semirtir ne de açlığı giderir."
Kafirlerin yiyecek olduğu "Dari", cehennemin ortasında biten Zakkum ağacı
ile ilgili haberlere dayanılarak, cehennemde ateşten bir ağaçtır diye
açıklanmıştır. Bazıları ise, develerin yeşil iken yediği ve adına "Şibrık"
denilen yere yapışık bir çeşit dikendir demişlerdir. Bu diken kökünden
koparılıp kuruduğunda adına "Dari" denilir ki develer onun acılığına
dayanamazlar çünkü artık zehirlidir. İster "Dari" olsun ister ikinci olsun,
o gün "Gıslin": Cehennemliklerin vücutlarından akan cerahat, "Gassak":
cehennemliklerin vücutlarından akan kan ve irin ve semirtmeyip açlığı
gidermeyen öteki yiyecek çeşitleri ile birlikte cehennemliklerin yiyecekleri
gıdalardan bir çeşittir.
Bizlerin ahirette yapılacak bu azabın
içyüzünü bu dünyada kavrayamayacağımız açıktır. Azabın bu niteliklerle
sunulması bu manzaranın bizim insani duyularımıza dokunup da önemsiz hale
gelmekten, zayıflıktan, arzusuna ulaşamayıp mahrum kalmaktan, kızgın ateşin
yakıp kavurmasından ve kızgın su ile serinlemekten ve susuzluğunu
gidermekten oluşan, develerin bile acılığına dayanamadığı hiçbir yararı ve
faydası olmayan diken ile gıdalaşmanın da eklendiği "elem olgusu"nu
kafamızda canlandırabildiğimiz kadar canlandırabilmemiz içindir. İşte bu
algıların toplamından, duyularımızda elemin en son derecesi hakkında bir
fikir ve kavram oluşur. Ahiret azabı ise bundan da öte daha da şiddetlidir.
Nasıl olduğunu da -Allah korusun- ancak onu tadanlar anlarlar.
KIYAMETTE KURTULUŞA ERENLER
8- İnanmış olanların yüzleri,
o gün, pırıl pırıldır.
9- Yaptıklarından
hoşnutturlar.
10- Yüksek bir bahçededirler.
11- Orada boş söz işitmezler.
12- Orada akan bir kaynak
vardır.
13- Orada yükseltilmiş
tahtlar vardır.
14- Konulmuş kadehler.
15- Dizilmiş yastıklar.
16- Serilmiş halılar vardır.
Diğer yanda, rahatlığın üzerinde belli
olduğu, hoşnutluk fışkıran yüzler vardır. Bu yakada buldukları ile rahatlık
içinde yüzen, yaptıklarından sevinen ve karşılığını hayır olarak bulan, bu
yüce ve manevi haz ve duygu ile, yaptıklarından Allah'ın hoşnut olduğunu
görünce bunlardan hoşnut olma duygusu ile tatmin olan yüzler vardır. Bir
kalp için hayırdan huzur bulmak ve onun sonuçlarından hoşnut olmak,
arkasından da bu sonucu yüce Allah'ı şerefli hoşnutluğunda ve nimetinde
simgelenmiş olarak görmekten daha doyurucu ve daha sevinç veren birşey
yoktur. Kur'an-ı Kerim buradan hareketle, bu çeşit mutluluğu, cennetteki
bolluktan ve yararlanmaktan elde edilen mutluluktan daha üstün tutmaktadır.
Bundan sonra yüce Allah, cenneti anlatmakta ve bu bahtiyar insanlara
verilecek olan nimetleri belirtmektedir.
"Yüksek bir bahçededir". Cennet olarak
yüksek, yüce ve şerefli cennettedirler onlar. Sonra bu cennetin dereceleri
ve makamları da yüksektir. "Yükseklik" sözcüğü insanın duyusuna özel bir
etki bırakmaktadır. "Orada boş bir söz işitmezler." Bu ifade, sükunet,
sessizlik, esenlik, gönül huzuru, sevgi, hoşnutluk,
sevenler ve sevgililer arası fısıldaşma ve
sohbet havası, içinde hiçbir hayır ve yarar olmayan boş ve yararsız sözden
uzaklık ve kaçınma olan bir atmosfer canlandırmaktadır. Sadece bu bile bir
başına nimettir. Yalnız bu bile tek başına bir mutluluktur. İnsan şu dünya
hayatını ve bu hayatta rastlanan boş ve yararsız sözleri, münakaşaları,
çekişmeleri, itişip kakışmaları, gürültüleri, düşmanlıkları, anlamsız
karmakarışık sesleri, gürültüleri, bağırıp çağırmaları, gevezelikleri ve
terbiyesizce konuşulan sözleri hatırladıkça kafasında canlandırdıkça ortaya
çıkan ve değeri anlaşılan bir mutluluktur. Bunun arkasından insan, "Orada
boş bir söz işitmezler" ifadesinin ilham ettiği, güvenli sükunete, sakin
olan esenliğe, hoşnutluk veren sevgiye ve ılık bir çağrışım düşüncesinin
kucağına kendisini teslim eder. "Orada boş bir söz işitmezler." ifadesinin
sözcükleri bile, ılık bir sevinç havası estirir, sözcükler yumuşakça ve
kolayca, gür ve ılık müzikal bir etki bırakarak kayar gibi dökülür. Bu
dokunuş, mü'minlerin münakaşadan ve boş sözlerden uzak olarak yeryüzünde
sürdükleri hayatlarının cennet hayatından bir parça olduğunu ve onların bu
hayatları ile Şerefli nimete hazırlandıkları havasını ve ilhamını verir.
Yüce Allah İşte böylece, cennetin
niteliklerinden olan şu yüce, şerefli ve parlak anlamı bizlere sunmaktadır.
Arkasından duyuları ve hisleri doyuran nimetler gelmektedir. Hem de
insanoğlunun kafasında canlandırabileceği biçimi ile yer almaktadır. Ancak
bu nimetler cennete, -tadına varanlardan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceği
biçimde- ve cennetliklerin ruhlarının eriştikleri dereceye göre ayarlanmış
olarak sunulacaktır.
"Orada akan bir kaynak vardır." Bu ifadede
yer alan "aynun cariye" deyimi, fışkırıp duran su kaynağı demektir. Bu ifade
cennetlikleri suya kandırmanın yanına güzellik öğesini de hareket
güzelliğini de, fışkırıp kaynama ve akma güzelliğini de katıyor. Akan su,
insanın hissine canlılık, titreyen ve çağlayıp akan bir rahatlık verir ve
İşte insanın duygularının derinliklerine işleyen bu gizli açıdan ruhlara ve
gözlere tatmin sağlayan bir olgudur. "Orada yükseltilmiş tahtlar vardır."
"Yükseklik" sözcüğü, temizlik çağrışımı vermesinin yanında pis şeylerden
arınmış olma havası da vermektedir.
"Önlerine konulmuş kadehler". Önlerine
dizilmiş içilmeye hazır kadehler vardır. Ne istemeye gerek vardır ne de
hazırlamaya:.. (Nemarık): Rahatça yaslanmak için yastıklar ve koltuk
minderleri vardır orada. "Serilmiş halılar vardır" (Zerabiy) saçaklı...
Burada yer alan (zerabiy) saçaklı yaygılar demektir. Yaygılar oraya buraya
süs ve rahat sağlamak için dizilip serpiştirilmişlerdir. Bütün bunlar
insanların yeryüzünde benzerlerini gördükleri nimetlerdir. Cennet
nimetlerinin yeryüzündeki benzerleri gibi nitelenmesi insanların
kavrayabilmeleri içindir. Bu nimetlerin asıllarına ve onlardan yararlanmanın
şekli ise cennetteki tat alma duyusuna, yüce Allah'ın tat alma duyusunu
kendilerine bahşetmiş olduğu bahtiyar insanlara, bırakılmıştır.
Nimetin veya azabın şeklini araştırmaya
kalkışmak ve bu uğurda karşılaştırmalarda ve değerlendirmelerde bulunmak boş
sözlere dalmak demektir. Herhangi bir şeyin nasıl olduğunu kavramak kavrama
duygusunun çeşidine bağlıdır. Yeryüzündekiler bir şeyi yeryüzünün şartları,
ortamı ve orada sürdürülen hayatın şekline bağımlı olan bir his yapısı ile
kavrarlar. Oraya, ahirete geçtiklerin-de ise, perdeler kalkar, engeller
kaldırılır, ruhlar ve akıllar bağımsız hale gelir. Hatta sözlerin anlamları
bile, tatlarının değişmesinden dolayı değişmiş ve nasıl olacaksa o anlamı
taşır hale gelmiştir. Tabi bizler şu an, onların nasıl olacaklarını
kavramaktan aciziz.
Biz bu niteliklerden algılama yeteneğimiz
gücünün yettiği en son sınıra vararak lezzet duyma, tat alma ve nimetten
yararlanma biçimlerini canlandırsın diye söz ediyoruz. Çünkü bu dünyada
bulunduğumuz sürece tadına varabileceğimiz budur, gerçek yüzünü ise orada
ahirette yüce Allah bizlere ihsanı ve hoşnutluğu ile ikramda bulunduğu
zaman, bizleri ağırladığı zaman anlayabileceğiz.
EY İNSAN GÖRMÜYOR MUSUN?
Öbür dünyada yapılan bu gezinti sona
ermektedir. Arkasından yüce Allah, gözler önünde durmakta olan ve şu herşeye
gücü yeten yaratıcının idaresini, sanatının eşsizliğini, yaratıcı olarak
benzersizliğini ilham eden ve şu yönetimin ve planlamanın gerisinde, bu
dünya hayatından sonra, önemli başka şeylerin olacağını, yeryüzü
uğraşısından başka bir uğraşının bulunacağını, ölümün bir son olmayıp ondan
sonra başka şeylerin olacağını gösteren şu varlık alemine dönüyor.
17- Bu insanlar bakmıyorlar
mı, develerin nasıl yaratıldığına?
18- Göğün nasıl
yükseltildiğine?
19- Dağların nasıl
dikildiğine?
20- Yerin nasıl yayıldığına?
Şu dört kısacık ayet, bu Kur'an-ı Kerim ile
yüzyüze gelenlerin ilki olan arap toplumunun içinde yaşadığı çevreyi ortaya
koymaktadır. Nitekim bu ayetler gök-yüzünden, yeryüzünden, dağlardan ve
develerden söz ettiği için kainat çapında belli-başlı yaratıkları da ortaya
koymaktadır. Burada deve, hem genel olarak yaratılışından gelen üstünlükten
dolayı ve hem de özel olarak arap insanı için taşıdığı değer nedeni ile tüm
hayvanları temsilen gündeme getirilmiştir.
İnsan nerede olursa olsun bu tablolar gözünün
önünde sergilenmektedir. Gökyüzü, yeryüzü, dağlar ve hayvanlar... İnsan
hangi ilim ve medeniyet seviyesinde olursa olsun, bu tablolar onun dünyasına
ve bilincine girip yer eder. Bakışlarını ve kalbini bunların anlamlarına
fısıldadıkları gerçeğe verirse, bu tablolar arkalarında gizli olan
gerçekleri insana ilham ederler.
Bunların herbirinde bir mucize gizlidir.
Yaratıcının eşsiz benzersiz bir sanat harikası vardır bunlarda. Yalnızca bu
sanat bile inanç sisteminin ilk gerçeğini insana fısıldamaya ve ilham etmeye
yeterlidir. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim bütün insanların dikkatlerini bu
sanat harikaları üstüne çevirmektedir. "Bu insanlar bakmıyorlar mı develerin
nasıl yaratıldığına?" Deve arap insanının ilk başta gelen hayvanı idi. Onun
üzerinde yolculuğa çıkar, onun üzerinde yüklerini taşırlardı. Sütünü
içerler, etini yerlerdi. Yününü örüp, derisini yaygı olarak kullanırlardı.
Yani deve onların ilk hayat kaynağı idi. Sonra devenin öteki hayvanlardan
ayrı özellikleri de vardı. Bunca kuvvetine, cüssesine ve güçlü yapısına
rağmen deve boyun eğen bir hayvandır, bir küçücük çocuk çeker götürür onu, o
da boyun eğer. Çok büyük yarar sağlaması ve iş görmesine rağmen az masraflı
bir hayvandır. Beslenmesi kolaydır, yetiştirilmesi için harcanan emek yok
denecek kadar azdır. Evcil hayvanlar içerisinde açlığa, susuzluğa,
yorgunluğa ve kötü hayat şartlarına en çok dayanabilen hayvandır. Bir de az
ilerde belirtileceği gibi, devenin şeklinin gözler önündeki doğal tablo ile
uyum sağlaması bakımından da bir farklılığı vardır.
Bunun için Kur'an-ı Kerim, dinleyenlerin
dikkatini, önlerinde bulunan ve yeni bir bilgiyi ve haberi gerektirmeyen
devenin yaratılıyı düşünmeye çekiyor. "Bu insanlar bakmıyorlar mı develerin
nasıl yaratıldığına?" Devenin yaratılışına ve vücut yapısına bakmazlar mı
onlar? Sonra da üşenmezler mi? Deve görevini yerine getirmeye uygun olan şu
biçimi ile nasıl yaratılmıştır? Yaratılış gayesini yerine getiren, yaşadığı
çevre ile ve görevi ile uyumlu olarak bu biçimi ile nasıl
biçimlendirilmiştir. Onu yaratan kendileri değildir. Kendi kendini de
yaratmış olmayacağına göre, geriye kala kala eşsiz sanatı olan bir yoktan
var edicinin yaratması sonucu var olmaları kalıyor. Ki o yaratıcının sanatı
kendi varlığına delil olup varlığını kesin olarak göstermektedir ve O'nun
herşeyi yönettiğini ve planladığını göstermektedir.
"Göğün nasıl yükseltildiğine?"
Gönüllerin gökyüzüne çevrilmesi Kur'an-ı
Kerim'de sürekli tekrarlanır durur. Gözünü gökyüzüne çevirmeye en elverişli
insanlar ise çöl insanlarıdır. Çünkü çölde gökyüzünün ayrı bir tadı ve zevki
vardır. Sanki gökyüzü sadece orada çölde varmış gibi insana bambaşka
ilhamlar verir ve üzerinde bambaşka etkiler bırakır.
Apaçık göz alıcı ve kamaştırıcı bir gündeki
sema... İnsanı kendinden geçiren hoş ve büyüleyici bir akşam-üstü zamanı
gökyüzü... O eşi bulunmaz güzelliğe sahip olan ve insanı duygulandıran güneş
batımının göğü... Uçsuz bucaksız gecesi, parıl parıl parlayan yıldızı,
fısıldaşan gök cisimleri ile birlikte gök kubbe. Ve güzel, canlı, parlak
şafak vakti ile birlikte gökyüzü...
İşte çölün gökyüzü... Bakmazlar mı ona? Göz
atmazlar mı göğün nasıl yükseltildiğine? Onu direksiz olarak yükselten
kimdir? İçine sayısız yıldızları serpiştiren kimdir? Gökyüzüne bu güzelliği,
bu alımı ve bu duygu verme yeteneğini bahşeden kimdir? Göğü yükselten onlar
değildir. Kendiliğinden yükseltilmediğine göre, mutlaka onu bir yükselten,
bir yoktan var eden vardır. Bu konu bilgiye, kafa yormaya gerek kalmayacak
kadar açıktır. Bilinçli bir bakış bunun anlaşılması için yeterlidir.
"Dağların nasıl dikildiğine?"
Dağlar -özel olarak- arap insanı için
sığınak, barınaktır. Bir dost ve bir arkadaştır. Göstermiş olduğu manzara
-genel olarak- insan ruhuna ürperti ve heybet verir. Çünkü insan dağların
görkemi karşısında kendi küçüklüğünü ve cılızlığını görür, hiçliğini anlar.
Yüce ve vakur ululuk karşısında boyun eğer. Dağların kucağında insan ruhu
bütün benliği ile yüce Allah'a yönelir, orada kendisini Allah'a daha yakın
hisseder, yeryüzünün karmaşasından, gürültüsünden, küçüklüğünden ve
önemsizliğinden uzaklaşır. Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
Sevr dağındaki hira mağarasında ibadete çekilmesi ve uzun bir süre içinde
bulundukları toplumun kirlerinden ruhen uzaklaşmak isteyenlerin dağlara
çekilmesi bir tesadüf veya boşuna yapılmış bir hareket değildir.
Burada dağların en büyük özelliği "Nasıl
dikildiği"dir. Çünkü bu nokta canlandırma açısından -ilerde geleceği gibi-
sahnenin karakterine uyum göstermektedir.
"Yerin nasıl yayıldığına?"
Yeryüzü gözler önüne serilmiştir. Üzerinde
yaşamaya, gezip dolaşmaya ve çalışmaya elverişli şekilde hazırlanmıştır.
Yeryüzünü böyle yayıp seren insanlar değildir. Orası insanlar yaratılmadan
önce de yayılmış bir biçimde idi. O halde insanlar yeryüzüne neden
bakmazlar? Onun gerisindeki gizli gerçeği düşünüp de bunu kim yaydı ve
hayata elverişli hale kim getirdi? diye neden sormazlar?
Bu tablolar, sadece bilinçli bir bakışla ve
uyanık bir düşünce ile insan kalbine birçok şeyler anlatır. Bu kadarı
vicdanların harekete geçirilmesi, kalplerin diriltilmesi ve ruhun şu
yaratıkların eşsiz bir şekilde yoktan var edicisine doğru yönelmesi için
yeterlidir.
Biz burada, kainat tablolarının
canlandırılmasındaki ahenk üzerinde kısaca durmak ve Kur'an'ın dinî duyguya
sanatsal güzelliğin dili ile nasıl seslendiğini ve bu ikilemin varlığın
güzelliğini hisseden mü'minin duyusunda nasıl kucaklaştığını görmek
istiyoruz.
Toplu sahnede yükseltilen gökyüzü serilen
yeryüzü tablosu bulunmaktadır. Ve uzayıp giden bu boyutta dağlar atılmış ve
sabit olarak değil zirvelerinden aşağıya doğru dikilmiş olarak göze
batmaktadır. Develerin hörgücü de toplu dağlar gibi dikilmiş olarak
görülmektedir. Alabildiğine engin alanda baş döndürücü tabloda iki yatay iki
de düşey çizgi vardır. Fakat bu tablonun yönü ile boyutları, Kur'an'ın
sahneleri sunma metodu ile, kısaca canlandırarak ifade etme yöntemine uygun
olarak tam bir ahenk içindedir.
EY MUHAMMED! SEN ÖGÜT VER
Şimdi, ahiret alemindeki ilk gezintiden,
kainatın gözler önündeki sahnelerinde yapılan ikinci yolculuktan sonra, yüce
Allah Rasulullah Efendimize dönüyor ve O'na görevinin sınırlarını belirliyor
ve niteliğini açıklıyor. Sonra da son ve uyarıcı dokunuşla kafirlerin
kalplerine dokunuyor.
21- Ey Muhammed! Sen öğüt
ver. Çünkü sen ancak öğüt verensin.
22- Onların üzerinde
zorlayıcı değilsin.
23- Ancak kim yüz çevirir,
inkar ederse,
24- Allah onu en büyük azaba
uğratır.
25- Dönüşleri bizedir.
26- Sonra onların hesabını
görmek bize düşer.
Sen bununla ve onunla öğüt ver kendilerine.
Ahireti hatırlat, ahirette olacakları söyle. Onlara kainatı ve kainatta
olanları hatırlat. Sen ancak bir öğütçüsün. Tamı tamına senin görevin budur.
Bu çağrıda senin rolün budur. Bunun ötesinde senin lehinde ve aleyhinde
hiçbir şey yoktur. Senin görevin sadece öğüt vermektir. Sen bu görev için
hazırlanmış ve yükümlü kılınmışsın.
"Sen onların üzerinde zorlayıcı değilsin: '
Sen onların kalplerini etkileyecek hiçbir
otoriteye sahip değilsin ki zorla ve baskı ile kalplerini imana yöneltesin.
Kalpler Rahman'ın parmakları arasındadır. Onlara hiçbir insanın sözü geçmez.
Bundan sonra farz kılınmış cihad ise,
insanları zorla imana sokmak için değil, islam davası insanlara ulaşsın
diye, davanın önünde dikilen engelleri kaldırmak içindir. İnsanlar davayı
duymaktan engellenmesinler, çağrıyı işittikleri ve kabul ettikleri zaman,
dinlerinden döndürülmesinler diyedir. Cihad, Rasulullah'ın yapabileceği
biricik rol olan öğüt verme yolunun önüne dikilen engelleri ortadan
kaldırmak içindir.
Peygamberin bu davada ancak bir öğütçü ve bir
açıklayıcı olduğunun belirtilmesi Kur'an-ı Kerim'de birçok nedenden dolayı
tekrarlanır. Bu nedenlerin başında, görevini yerine getirdikten sonra,
Rasulullah'ın sinirlerini davanın tasasından kurtarmak ve işi dilediğini
yapmak üzere Allah'ın kaderine bırakmaktır. İslam davasının başarıya
ulaşması ve insanların bunu kabullenmeleri için aşırı düşkünlük göstermek ve
bu duygunun insana yaptığı baskı (stres) son derece ağır, dayanılmaz bir
baskıdır. Dolayısı ile bu baskı dava adamının kendisini ve arzularını dava
alanının dışına çekip çıkarmak için böylesine ard arda telkinleri gerekli
kılmaktadır. Davaya katılım nasıl olursa olsun, sonuç ne olursa olsun dava
adamı ancak böylece görevine koşabilir. Ve kaç kişi iman etti, kaç kişi
kafir oldu diye endişe etmekten kendini yiyip bitirmez. İman ettiği davayı
çevreleyen şartlar (ortam) kötüleşince davaya katılma oranı azalıp, yüz
çevirenler ve düşmanlar çoğalınca kafasını bu ağır tasalarla meşgul etmez.
Peygamberin Allah davasının başarıya
ulaşmasını ve insanların bu davadaki Hayrı ve rahmeti tatmaları için, aşırı
düşkünlük gösterdiğini, insani arzularının ağır. bastığını gösteren
şeylerden birisi de kendisine ard arda yapılan şu yönlendirmelerdir. Halbuki
o Allah'ın hoşnut olduğu terbiye ile eğitilen, kendi kapasitesini ve
Allah'ın kaderini bilen birisi idi. Bundan dolayı, arzularının kendisini
baskısı altına alması çeşitli zamanlarda tekrar tekrar yapılan bu uzun
vadeli tedaviyi gerektirmiştir.
Fakat Peygamberin kapasitesinin sınırı bu
olduğuna göre, problem bu sınıra gelip dayanmakla iş bitmez. Yalancılar
kurtulup gidecek, sağ-salim geri dönecek değillerdir. İşin sonunda Allah
vardır. Bütün problemler en sonunda O'na döndürülür.
"Ancak kim yüz çevirir, inkar ederse, Allah
onu en büyük azaba uğratır."
Onlar kesinlikle bir olan Allah'a
döneceklerdir. Ve kuşkusuz yalnızca Allah onları cezalandıracaktır. İşte
surede kesinlik ve pekiştirme ifade eden üslup ile verilen en son vurgulama
budur.
"Dönüşleri bizedir. Sonra onların hesabını
görmek bize düşer."
Rasulullah'ın bu davadaki rolü ve kendisinden
sonra islam davetçilerinin yapacakları bu ifade ile belirleniyor. Sen ancak
bir öğütçüsün. Öğüdü verdikten sonra onların hesabını görmek Allah'a aittir.
Allah'a dönmekten kurtulacak, hesabından ve cezasından sıyrılacak durumları
yoktur. Ancak şurası iyice anlaşılmalıdır ki dava insanlara ulaşsın ve öğüt
bütünü ile gerçekleşsin diye onun önüne dikilen engelleri kaldırmak da öğüt
vermek sayılır. İşte gerek Kur'an'dan gerekse Peygamberin hayatından
çıkarılıp anlaşılan cihat görevi ne bir fazla ne bir eksik bundan ibarettir.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.