57-Hadid
1- Göklerdeki ve
yerdeki tüm varlıklar Allah'ı noksanlıklardan tenzih ederler. O üstün
iradelidir ve her işi yerinde yapar.
2- Göklerin ve yerin
egemenliği O'nun tekelindedir. Can verir ve öldürür. O'nun herşeye gücü
yeter.
3- O hem ilktir hem
sondur; hem açıktır hem gizlidir. O herşeyi bilir.
4- O gökleri ve yeri
altı günde yarattı, sonra Arş'a kuruldu. O yeraltına giren ve oradan çıkan,
gökten inen ve oraya yükselen herşeyi bilir. Nerede olsanız sizinle
beraberdir. O Allah yaptığınız her işi görür.
5- Göklerin ve yerin
egemenliği O'nun tekelindedir. Her işin sonu Allah'a varır.
6- O geceyi gündüze,
gündüzü de geceye dönüştürür. O kalplerin özünü bilir.
Bu giriş, yüce Allah'ın aktif, etkileyici ve seçme
nitelikleri ile yüklü, duygulandırıcı bir tanımlamadır. Bu tanımlamaya göre
yüce Allah, evrendeki canlı cansız tüm varlıkları yoktan varetmiştir, bu
varlıkları bilgisi ile kuşatmıştır, bu varlıkların hepsi O'nun sınırsız
egemenliği altındadır, O'nun güçlü eli gökler ile yeryüzünde gezinerek
yaratma eylemini sürdürmektedir, gönüllerin kuytu köşelerini ve kalplerin
girintili-çıkıntılı labirentlerini taramaktadır, canlı-cansız bütün
varlıkları tepeden süzmekte ve yönetmektedir.
Yüce Allah'ın seçkin sıfatlarını sıralayan bu
duygulandırıcı giriş kalpleri kavrayarak sarsmakta, onları yakalayarak
evrendeki canlı-cansız tüm varlıklar arasında gezdirmektedir. Kalpler bu
gezi sırasında yüce Allah'tan başka hiçbir şey bulamıyorlar, O'ndan
başkasını göremiyorlar, O'nun dışında bir güç algılayamıyorlar, O'nun
gücünden ve bilgisinden kaçıp da sığınabilecekleri başka bir dergâha
rastlayamıyorlar, O'na dönmekten başka çare bulamıyorlar, O'nun yüce
kapısına yönelmenin zorunlu bir istikamet olduğunun bilincine varıyorlar.
Okuyoruz:
"Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklar Allah'ı
noksanlıklardan tenzih ederler. O üstün iradelidir ve her işi yerinde
yapar."
Sureye başlarken Kur'an'ın gür sesi işte böyle
yükseliyor ve evrenin her köşesi bu sese, yüce Allah'ı noksanlıklardan
tenzih ederek cevap veriyor, göklerde ve yerdeki tüm varlıklar bu muhteşem
koroya katılıyor. Her açık kalp, faniliğin perdeleri ile örtülü olmayan her
kalp bu gür sesi işitiyor.
Bu ayetin sözlerini yorumlamaya, açık anlamlarının
gerisindeki esprileri irdelemeye gerek yok. Çünkü bu sözleri söyleyen yüce
Allah'tır. Biz şu evrenin yapısını ve niteliklerini yüce Allah'ın bize
anlattığından daha iyi bilecek değiliz. Kısacası "Göklerdeki ve yerdeki tüm
varlıklar Allah'ı noksanlıklardan tenzih eder" o kadar. Bu ifadeye ne bir
sözcük ekleyebiliriz ve ne de sözcüklerinden birini çıkarabiliriz. Bu
cümleleri ne yorumlayabiliriz ve ne de başka başka anlamlara çekebiliriz.
Yapacağımız tek şey şu ana fikri kafamıza işlemektir: Göklerdeki ve yerdeki
tüm varlıkların birer "ruh"u vardır. Her varlık bu ruhla yüce yaratıcısına
yönelmekte ve O'nu noksan niteliklerden tenzih etmektedir. Elimizdeki doğru
bilgilere en yakın düşünce tarzı budur. Ayrıca bu düşünce tarzı bazı seçkin
kalplerin deneyimleri tarafından da onaylanmıştır. Bu kalpler saf ve
pırıltılı anlarında, nesnelerin biçimlerinin ve görüntülerinin gerisindeki
saklı gerçekle ilişki kurabildikleri saniyelerde bu düşünce tarzını, bu
bakış açısını paylaşmışlardır.
Bilindiği gibi Kur'an'ın bir ayetinde "Ey dağlar o
(Hz. Davud) tesbih ettikçe siz de söylediklerini tekrarlayın:' buyuruluyor.
(Sebe suresi, 10) Yani dağların, Hz. Davud'un tesbihine koro halinde
katıldıkları belirtiliyor. Elimizde bu gerçeği vurgulayan hadisler de
vardır. Birkaç tanesini birlikte gözden geçirelim:
Sahabilerden Cabir'in bildirdiğine göre
Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Mekke'de bir kaya var. Bu kaya peygamberliğimin ilk
gecelerinde bana selâm verirdi. O kayayı şimdi de biliyorum." (Müslim)
Öte yandan Hz. Ali şöyle diyor: .
"Bir keresinde Peygamberimiz ile birlikte Mekke'nin
kenar semtlerinden birinde geziye çıkmıştık. Yolda rastladığımız her ağaç,
her tepe `Esselâmu aleyke ya Resulellah' diyerek O'nu selâmlıyordu."
(Tirmizi)
Bu arada sahabilerden Hz. Enes de şöyle bir olay
anlatıyor: "Peygamberimiz mescidindeki konuşmalarını bir hurma kütüğü
üzerinden yapardı. Bir süre sonra mescide minber yapıldı. Peygamberimiz bu
minbere çıkıp ilk konuşmasını yaparken o hurma kütüğü deve sesini andıran
bir sesle inlemeye başladı. Bunun üzerine Peygamberimiz minberden inip onu
eli ile okşadı, bu okşama üzerine kütüğün iniltisi kesiliverdi." (Buhari)
Bu evrensel gerçeği dile getiren açık anlamlı
ayetler çoktur. Başlıcalarını birlikte okuyalım:
"Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların ve havada
süzülen kuşların Allah'ı noksanlıklardan tenzih ettiklerini görmüyor
musunuz? Bu varlıkların tümü, Allah'a nasıl dua edeceklerini, O'nu nasıl
noksanlıklardan tenzih edeceklerini bilir." (Nur suresi, 41)
"Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların, güneşin,
ayın, yıldızların, dağların, ağaçların, hayvanların ve çok sayıda insanın
Allah'a secde ettiklerini, O'nun buyruğuna boyun eğdiklerini görmüyor
musun?" (Hac suresi, 182)
"Evrendeki her varlık, O'nu överek tesbih eder,
fakat siz bu varlıkların tesbihlerini anlayamazsınız." (İsra suresi, 44)
Kur'an kaynaklı olmayan nesnelerin yapısal
özelliklerine ilişkin eski bilgilerimizle uyuşsunlar diye bu açık anlamlı
ayetleri yorumlamaya kalkışmamalıyız. Çünkü ilke olarak evrene, varlık
alemine ilişkin tüm bilgilerimiz bu evrenin, bu varlık aleminin yüce
yaratıcının verdiği bilgilere dayanmalıdır.
Ayetin sonunu tekrar okuyalım:
"O üstün iradelidir ve her işi yerinde yapar."
Öyleyse göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların O'nu
noksanlıklardan tenzih etmesi, bu üstün iradesinin ve çarpıcı hikmetinin
doğal bir sonucudur. Çünkü O üstün gücü ile herşeye egemendir ve yaptığı her
iş görkemli hikmetine uygundur.
Yukardaki ayet insan kalbini coşturarak kendinden
geçirmiş, göklerde ve yerde yüce yaratıcıyı noksanlıklardan tenzih eden
varlıkların şenliğine götürmüştü. O sarhoşluktan ayılmaya çalışan kalpler
şimdi göklerin ve yerin görkemli enginliklerinde yeni bir geziye
çıkarılıyorlar.
"Göklerin ve yerin enginliği O'nun tekelindedir. Can
verir ve öldürür. O'nun gücü herşeye yeter."
Göklerdeki ve yerdeki herşey göklerin ve yerin
egemeni olan, egemenliğini hiç kimse ile paylaşmayan yüce Allah'ı
noksanlıklardan tenzih eder. Bu tenzih eylemi egemenlik altında olandan
ortaksız egemene yöneltilmiş bir eylemdir. Can veren de, can alan da o
ortaksız egemendir. Yani hayatı da ölümü de O yaratıyor. Her canlı varlığın
hem hayat sahnesine çıkışını ve hem de ölmesini O planlamıştır. Sadece O'nun
plânladıkları oluyor.
"Hayat" olgusu gerek mahiyeti gerek kaynağı
açısından halâ bir sırdır. Hiç kimse onun ne nereden geldiğini ve ne de
nasıl geldiğini açıklıyor. Dahası hiç kimse onun özü itibarı ile ne olduğunu
da anlayamıyor. Okuduğumuz ayet "dirilik" olgusunu yaratanın yüce Allah
olduğunu, yani canlılara hayatı O'nun verdiğini belirtiyor. Kimse bunu inkar
ederek başka türlüsünü kanıtlayamaz. Ölüm de öyle. O da hayat gibi,
bilgimize kapalı bir sırdır. Hiç kimse onun ne olduğunu bilmediği gibi hiç
kimse onu meydana getiremez. Çünkü hayatı vermeyen bir kimse onu nasıl geri
alabilsin ki? Bu iki olgu gökler ile yer üzerindeki sınırsız egemenliğin iki
göstergesidir, yani göklerin ve yerin sınırsız egemeni can veriyor ve can
alıyor. Ayetin sonunu okuyoruz:
"O'nun gücü herşeye yeter."
Cümlenin anlamı geneldir, hiçbir kayda, hiçbir
sınırlamaya bağlı değildir. Çünkü yüce Allah'ın özgür dileği, hiçbir kayda
ve hiçbir sınıra dayanmaksızın sürekli yürürlükte kalır ve dileği uyarınca
dilediğine bağlanır. İnsan aklının kendi mantığı uyarınca bu özgür dilek
için düşündüğü her kayıt, hangi renkten ve hangi türden olursa olsun,
asılsızdır, sınırlı insan aklının yapısal özelliğinden kaynaklanan bir
yanılgıdır. Bu "dileğin" evren için yasalar ve prensipler seçmesi onun
kayıtsız ve sınırsız özgürlüğünün çerçevesini aşmayan bir olgudur. Çünkü bu
özgür dilek, bu yasaları ve gelenekleri özgür biçimde seçiyor; onları
evrende yürürlüğe koyuyor, ama kendisi bu "yürütme"ye bu "işleyiş"e bağımlı
değildir,bu yasaların tutsağı değildir. Bu yasaların ve geleneklerin
ötesinde O'nun özgür seçimi sürekli ve kesintisizdir.
Kur'an bu gerçeğe son derece büyük önem verir; her
fırsattan yararlanarak onu vurgular; her söz sırası geldikçe yüce Allah'ın
dileğinin özgür olduğunu, kendi işleyişi de dahil olmak üzere hiçbir kaydın
onu sınırlayamayacağını açıklar. Bu gerçeğin apaçık kalmasına, hiçbir kuşku
bulutunun gölgesi altına girmemesine özen gösterir.
Mesela yüce Allah cennetliklere orada sürekli
kalacaklarını vadettiği gibi cehennemliklere de cehennemde sürekli
kalacaklarını bildirmiştir. Bu söz yüce Allah'ın özgür dileğinin ürünüdür.
Bununla birlikte O, özgür dileğinin bir uygulaması, bir tercihi olan bu
sözünü bu özgür dileğinin çerçevesi dışında tutarak cennetlikler ve
cehennemlikler için şöyle buyuruyor:
"Gökler ile yer durdukça, Rabb'inin dileği uyarınca
cehennemlikler (ve cennetlikler) orada sürekli kalacaklardır." (Hud suresi,
107-108)
Kur'an'ın neresinde söz sırası gelmiş ise bu
vurgulama titizlikle yapılmıştır. Bu alan ne insan mantığının ve ne de insan
ürünü bilgilerin alanıdır. İnsan aklı bu gerçeğe ilişkin bütün bilgilerini
Kur'an'ın açıklamalarından almalıdır, bu konuda Kur'an dışında bir kaynağa
başvurmamalıdır.
Bundan dolayı insan bu ayeti okurken yüce Allah'ın
evren üzerindeki sınırsız ve ortaksız egemenliğini kalbine sindiriyor. Bütün
evrenin yüce Allah'a yönelmesini ve O'nu noksanlıklardan tenzih etmesini son
derece doğal ve normal bir olay olarak algılıyor.
GÖRÜNTÜYÜ AŞABİLMEK
İnsan varlığını dolup taşıran bu büyük gerçeğin
coşkusundan ayılıp kendine gelir-gelmez bir sonraki ayetin dile getirdiği
başka bir gerçekle yüzyüze geliyor. Belki de bir öncekinden daha önemli olan
bu gerçek şu evrendeki hiçbir nesnenin gerçek anlamda varolmadığını, gerçek
anlamda sadece yüce Allah'ın varolduğunu, bu yüzden O'nun evrendeki her şeyi
egemenliği ve bilgisi ile kuşattığını açıklıyor. Okuyoruz:
"O hem ilktir hem sondur; hem açıktır hem de
gizlidir. O herşeyi bilir."
O "ilk"tir, yani O'ndan önce olan hiçbir şey yoktur.
O "son"dur, yani O'ndan sonra kalacak olan hiçbir şey yoktur. O "açık"tır;
yani O'nun üstünde ötesinde olan hiçbir şey yoktur. O "gizli"dir; yani O'nun
gerisinde olan başka hiçbir şey yoktur. "İlk" ve "son" zamana ilişkin
gerçeği, "açık" ve "gizli"de mekana ilişkin gerçeği bütünü ile kapsar. Bu
gerçekler sınırsızdırlar. Böyle olunca insan kalbi öteye beriye bakıp bütün
yer ve zaman boyutlarını tarayınca yüce Allah'tan başka hiçbir varlık
bulamıyor. Varoluşun tüm dayanakları sadece O'nun varlığında biraraya
gelmiştir, böyle olan başka hiçbir "varlık" yoktur. Şu insan kalbi bile
varoluşunu yüce Allah'ın varlığından alıyor. Kısacası yüce Allah'ın varlığı,
diğer tüm varlıkların varoluşlarını kendisine borçlu oldukları "gerçek
varlık"tır. Bu gerçek, diğer herşeye gerçeklik kazandıran "ilk gerçek"tir.
Ne bu gerçeğin ötesinde başka bir "dolaysız gerçek" vardır ve ne de şu
evrende "varoluşu bağımsız ve dolaysız" bir başka varlık vardır. Ayetin
sonunu okuyalım:
"O herşeyi bilir."
Herşeyi gerçek anlamda ve eksiksiz olarak bilir. Her
varlık, gerçekliğini yüce Allah'ın gerçekliğinden alır, O'nun gerçekliğinin
ürünü ve yansımasıdır. Öyleyse doğal olarak herşey yüce Allah'ın dolaysız
bilgisinin kapsamı içindedir. İnsanlar ve diğer yaratıklar nesnelerin dış
yüzlerine ilişkin neler bilirlerse bilsinler yüce Allah, bilgisinin türünde,
niteliğinde ve yönteminde ortaksızdır.
Eğer bir kalp bu gerçeği iyice özümlerse yüce Allah
dışında bu evrendeki nesneleri niye umursasın ki? Hiçbir şeyin varlığı ve
gerçekliği olmadığına göre onlara niye önem versin ki? Hatta kalbin kendisi
de bu "gölge" varlıklardan biri değil mi? O da varlığını o "büyük gerçek"ten
almıyor mu? O halde evrendeki herşey gelip geçici birer kuruntu(vehim)dur.
Varolan ve kalıcı olan sadece yüce Allah'tır. Varoluşun ve kalıcılığın tüm
dayanakları sadece O'nun varlığında biraraya gelmiştir.
Kalp bu gerçeği iyice özümleyince bu gerçeğin bir
parçasına dönüşür. Peki henüz bu gerçeği içine sindirme aşamasına erememiş
kalpler ne olacak? Onlara okumuş olduğumuz bu ayet yeter. Hayatlarını onu
irdelemeye, anlamını kavramaya adasınlar. Sürekli çabaları ile bu tek anlamı
yakalamaya çalışsınlar. Yapacakları tek iş budur.
Tasavvufçular bu büyük ve temel gerçeğe sarılmışlar,
onun derinliklerine dalıp çıkmışlar, onun enginliklerinde çeşitli yollara
koyulmuşlardır. Kimi evrendeki herşeyde yüce Allah'ı gördüğünü, kimi
evrendeki herşeyin arkasında Allah'ı gördüğünü, kimisi de evrende yüce
Allah'tan başka hiçbir şey göremediğini söylemiştir. Bu alanda yetersiz
kalan sözcüklerin dış anlamlarını aşarak bu sözleri değerlendirirsek
hepsinin az önce açıklamaya çalıştığımız gerçeğe işaret ettiklerini görürüz.
Yalnız tasavvufçulara yöneltilebilecek tek eleştiri şudur: Onlar bu kavramla
bütünleşerek yaşamayı ihmal etmişlerdir. İslam mutlak dengeyi gözeten ilkesi
uyarınca insan kalbinden şunu ister: Bu gerçeği kavrasın ve onunla
bütünleşerek yaşasın. Bunu yaparken yeryüzündeki halifelik görevini bütün
gerekleri ile yerine getirsin. Dünyaya ilgi duysun, çevresine önem versin,
yüce Allah'ın sistemini yeryüzünde gerçekleştirmek için cihad etsin, bu
yolda olanca emeğini ve çabasını ortaya koysun. Bütün bu saydıklarımız bu
büyük gerçeği denge ilkesi uyarınca kavramanın ürünleridir. Gerek insan
fıtratı ile gerekse evrenin özü ile uyumlu biçimde yaşamanın doğal
sonuçlarıdır.
EVRENSEL GERÇEKLER
Bu büyük gerçek böylece dile getirildikten sonra bu
gerçekten türeyen diğer evrensel gerçeklerin anlatılmasına geçiliyor.
Okuyalım:
"O gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş'a
kuruldu. O yeraltına giren ve oradan çıkan, gökten inen ve oraya yükselen
herşeyi bilir. Nerede olursanız sizinle beraberdir O. Allah yaptığınız her
işi görür."
" Göklerin ve yerin egemenliği O'nun tekelindedir.
Her işin sonu Allah'a varır."
"O geceyi gündüze, gündüzü de geceye dönüştürür. O
kalplerin özünü bilir."
Bu ayetlerde şu gerçekler sıralanıyor: Yüce Allah
gökleri ve yeri yarattı. Arş a kuruldu ve tüm yaratıklara egemen oldu.
Yaratmış olduğu nesneleri ayrıntılı ve somut biçimde bilir. Herkes nerede
olursa olsun, O onunla beraberdir. Herşeyin tek dönüş mercii O'dur.
Varlıkların özü O'nun her yere sızan tasarrufu altındadır. Gizli bilgisi
kalplerin en saklı duygularından haberdardır.
Bütün bu gerçekler o ilk gerçekten türemiştir, O'nun
doğal uzantılarıdır. Fakat bu gerçeklerin sözkonusu evrensel sahnede
sunulması, insan kalbine yönelik etkilerine ve mesajlarına güç kazandırır.
Gökler ile yeryüzü iri hacimleri ile, görkemleri ile, uyumlulukları ile,
güzellikleri ile, ince düzenleri ile, hareketlerinin disiplini ile,
görüntülerinin sürekliliği ile kendilerini izleyen insan kalbine hayranlık
duygusu aşılarlar. Bunların yanısıra bu uzay cisimleri tıpkı insan kalbi
gibi yüce Allah'ın yaratıklarının bir bölümüdürler. O halde insan kalbi ile
bu yaratıklar arasında aile bağı ve akrabalık tanışıklığı vardır. Bu
yaratıklar kendilerini izleyen, seslerini işiten ve sempati ile kavrayan
insan kalbinin tellerini dolaysız namelerinin melodileri ile titretirler. Bu
yaratıklar, insan kalbine şöyle derler: "Bizi yaratan Allah, senin de
yaratıcındır. Biz yaratıcımızı noksanlıklardan tenzih ediyoruz, sen de O'nu
noksanlıklardan tenzih et. Biz varlığımızın gerçekliğini yaratıcımızın
varlığından alıyoruz, sen de öylesin. O halde ortada önem verilmeye değer
tek gerçek yüce Allah gerçeğidir."
Ayette geçen "altı gün"ün ne olduğunu yüce Allah'tan
başka hiç kimse bilemez. Bizim bildiğimiz "gün"ler yerkürenin kendi ekseni
çevresinde ve güneş etrafında dönmesinden meydana gelen izdüşümleridir. Bu
günler güneşin ve yerkürenin yaratılışından sonra ortaya çıkmışlardır. O
halde yüce Allah'ın gökleri ve yerküreyi yaratırken hesap birimi olarak
kullandığı günlerin aynileri değildirler. Biz bu günlerin ne olduğunu yüce
Allah'ın bilgisine bırakıyoruz. O eğer isteseydi, onlar hakkında bize bilgi
verirdi.
"Arş" da öyle. Biz buna yüce Allah'ın tanıttığı
biçimi ile inanıyoruz, fakat ne olduğunu bilemeyiz. "Arş'a kurulmak
(istiva)" meselesine gelince bu deyimin varlıklar bütüne egemen olmanın
dolaylı (kinayeli) bir anlatımı olduğunu söyleyebiliriz. Böyle derken
Kur'an'ın bize öğrettiği şu kesin ilkeye dayanıyoruz: Yüce Allah durum
değişikliğine uğramaz. Buna göre bir zamanlar Arş'a kurulmamış durumdayken
daha sonra Arş'a kurulmuş olması düşünülemez. Bizim "Arş'a kurulma (istiva)"
olgusuna inandığımızı, fakat bunun nasıl olduğunu bilmediğimizi söylememiz
ayette "Arş'a kuruldu (istiva etti)" sözünün ne anlama geldiğini açıklamaz.
En doğrusu az önce dediğimiz gibi bu sözün mutlak egemenliğin dolaylı bir
anlatımı olduğunu söylememizdir. Bu yorum bizi az önce işaret ettiğimiz
yöntemin dışına çıkarmaz. Çünkü dile getirdiğimiz bu yorum kendi kafamızın
ürünü olan bilgilerden ve düşüncelerden kaynaklanmıyor; tersine Kur'an'ın
kendisinin açıklamalarına ve yüce Allah'ın zatı ile sıfatlarına ilişkin
doğru düşüncelerin sonuçlarına dayanıyor.
Yüce Allah'ın yaratıcılığını, mutlak egemenliğini ve
geniş kapsamlı bilgisini vurgulayan bu tanınmanın arkasından insan kalbini
etkilemeyi amaçlayan son derece çarpıcı bir tasvirle yüzyüze geliyoruz. Bu
somut tabloda şu uçsuz-bucaksız evrende araştırma amaçlı bir geziye
çıkılıyor. Evrenin kesintisiz, sürekli hareketliliği gözler önüne seriliyor.
Burada bize sadece soyut bilgi verilmiyor, sadece gerçekleri kavramsal
düzeyde öğrenmemizle yetiniliyor. Tersine bakışlarımız önünde son derece
duygulandırıcı ve etkileyici bir tablo canlandırılıyor. Bu tablonun etkileri
vicdanımızı dolduruyor, kalplerimizin çarpıntılarına ivme kazandırıyor,
düşüncemizin çırpınışları ve hayalimizin akrobasileri ile iletişim kuruyor.
Okuyoruz:
"O yeraltına giren ve oradan çıkan, gökten inen ve
oradan yükselen herşeyi bilir."
Her an yeraltına sayısını ve türlerini yalnız yüce
Allah'ın bildiği nice canlı ve cansız varlıklar giriyor ve her an yine
sadece yüce Allah'ın türünü ve sayısını bildiği nice canlı ve cansız
varlıklar yeryüzüne çıkıyor. Her an gökten nice yağmurlar, ışınlar,
meteorlar, gök taşları, melekler, kaderler ve sırlar gökten yere inerken
yerden göğe sayılarını sadece yüce Allah'ın bildiği nice görünür-görünmez
varlıklar yükseliyor. Okuduğumuz ayet işte bu sürekli ve kesintisiz
harekete, her hesaba sığmaz önemli olaylara işaret ediyor. İnsan kalbi, bu
ayetin etkisi ile yeraltına giren ve oradan çıkan, gökten inen ve oraya
yükselen varlıklar konusunda sürekli dikkat kesiliyor, bu hareketleri ve
olayları gerek inişleri ve gerekse çıkışları sırasında izleyen yüce Allah'ın
kapsamlı bilgisi konusunda uyanıklık kazanıyor.
İnsan kalbi gerek o dikkati ve gerekse bu uyanıklığı
sırasında yüce Allah ile birlikte yaşıyor, yerinde dururken yüce Allah'ın
egemenlik alanında geziye çıkıyor, evrenin engebelerini ve varlık aleminin
köşelerini-bucaklarını bir yandan duyarlılık ve şeffaflıkla, öbür yandan
ürperti, dehşet ve hayranlıkla dolaşıyor.
İnsan kalbi dikkat kesilmiş yeri ve gökleri izlerken
bir sonraki ayet onu ansızın kendine döndürüyor, özünden tutuyor. Bir de
bakıyor ki, yüce Allah yanı başındadır, ona bakıyor, onu süzüyor,
davranışlarını son derece yakından izliyor.
"Nerede olursanız O sizinle beraberdir."
Bu söz gerçek anlamında söyleniyor. Yani "kinaye" ya
da "mecaz" anlamı değildir kastedilen. Gerçek yüce Allah her yerde, her
zaman her şeyin ve herkesin yanındadır. Yapılan her hareketten haberdardır,
kullarını gözler. Eğer insan kalbi bu gerçeği somut biçimde kavrarsa son
derece müthiş bir gerçek olduğunu derhal anlar. Bu gerçek bir yandan
ürpertici, bir yandan da ürkekliği gidericidir. Yüce Allah'tan duyulan
korkuyu somutlaştırdığı için ürpertici, buna karşılık yüce Allah'a
yakınlığın okşayıcılığını hissettirdiği için ürkekliği giderici,
ferahlatıcıdır. Bu gerçek tam anlamı ile kavranırsa insan kalbini tek başına
arındırıp yüceltebilir, ondaki bütün yeryüzü kaynaklı endişeleri dışarı
atarak tek başına onların yerini alabilir. Onu sürekli biçimde çekingenlik
ve korku halinde tutarak hayatın her türlü kirinden ve lekesinden uzakta
kalmasını sağlayabilir.
Bir sonraki ayette yüce Allah'ın göklere ve yer
yüzüne egemen olduğu gerçeği ile bir kere daha yüzyüze geliyoruz. Yalnız bu
gerçek daha önceki hatırlatılışından farklı bir alanla ilişkili olarak şimdi
gündeme geliyor.
"Göklerin ve yerin egemenliği O'nun tekelindedir.
Her işin sonu Allah'a varır."
Yukardaki ayette bu gerçek, yüce Allah'ın can
vericiliği, öldürücülüğü ve sınırsız gücü ile bağlantılı olarak gündeme
gelmişti. Şimdi burada ise her işin sonunun Allah'a döneceği gerçeği ile
bağlantılı olarak karşımıza çıkıyor. Gerçekten her işin sonunun sonunda
Allah'a varacağı gerçeği, yüce Allah'ın göklere ve yeryüzüne egemen olduğu
gerçeğine sıkı sıkıya bağlıdır ve bu gerçeğin özünün tamamlayıcısıdır.
Bu gerçeğin bilincine varmak, insan kalbini herhangi
bir işin başında da sonunda da yüce Allah'tan başkasına yönelmekten korur,
onu yüce Allah'tan başkasından birşey beklememeye sevkeder, bir iş yaparken
sadece yüce Allah'ın denetimini hissetmesini sağlar, onu gizli-açık her
davranışında yüce Allah'a erdirecek yolda tutar; hareketleri, duruşları,
çarpıntıları ve fısıltıları bu amaca yönelik olur. Yüce Allah'tan kaçıp
başka yere sığınılamayacağını, O'nun dergâhından başka güvenli bir korunak
bulamayacağını hiç aklından çıkarmaz.
Surenin bu giriş bölümü, yüce Allah'ın sınırsız
gücünü kanıtlayan zarif, esprili bir hareketle noktalanıyor. Bu hareketin
bir alanı evren, öbür alanı ise insan kalbinin kıvrımlı lâbirentleridir.
"O geceyi gündüze, gündüzü de geceye dönüştürür. O
kalplerin özünü bilir."
Gecenin gündüze geçmesi ve gündüzün geceye geçmesi
sürekli bir oluşum olduğu gibi aynı zamanda zarif, incelikli bir harekettir.
Bu ifadenin anlamı ister günün bir bölümünü kırpan gecenin uzaması ve
gecenin bir bölümünü kırpan günün uzaması olsun, isterse güneşin batışı
sırasında gecenin güne karışması olsun, anlatılan hareket incelikli ve zarif
bir harekettir. Yüce Allah'ın bilgisinin kalplerin özüne yönelik hareketi de
işte böylesine gizli ve fark edilmezdir. "Kalplerin özü" demek, kalpte
bulunan, oradan ayrılmayan, oranın dışına çıkmayan sırlar demektir.
Yüce Allah'ın elinin sessiz bir hareketle geceyi
gündüze, gündüzü de geceye dönüştürdüğüne ilişkin bilinç, insan kalbinde
ince bir düşünce coşkusu ve uçarı bir duyarlılık uyandırır. Yüce Allah'ın
kalbin özünden kalbin kuytu köşelerinde saklı duran duygulardan haberdar
olduğu, bilgisinin fark edilmez kımıldamaları ile bu gizlilikleri kuşattığı
yolundaki bilinç de kalpte aynı etkiyi meydana getirir.
Surenin giriş bölümü, anlattığımız çarpıcı mesajları
aracılığı ile insan kalbine direktif almaya hazırlıklı, ince bir duyarlılık
kazandırıyor. Bu yüzden hemen kendisine sesleniliyor, iman etmeye, gerekli
anlarda Allah yolunda mal harcamaya çağrılıyor. Çünkü kalbin giriş yolları
açılmış, duyguları bilenmiş ve dinleme yeteneği geliştirilmiştir. Bu yüzden
hemen surenin ikinci kesitini oluşturan sesleniş devreye giriyor. Fakat bu
sesleniş sadece kuru bir çağrı değildir. Tersine etkileyici mesajları,
çarpıcı titreşimleri ve müzikal dokunuşları ile birlikte gündeme geliyor.
7- Allah'a ve
peygambere inanınız. Allah'ın kullanma yetkisini elinize verdiği malların
bir bölümünü O'nun için harcayınız. İçinizdeki iman edenleri ve hayır
yolunda mal harcayanları büyük bir ödül bekliyor.
8- Peygamber sizi
Allah'a inanmaya çağırdığı halde niçin O'na inanmıyorsunuz? Oysa o bu konuda
sizden söz almıştı. Eğer inanacaksanız ne duruyorsunuz?
9- O sizi
karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kulu Muhammed'e apaçık ayetler
indiriyor. Hiç kuşkusuz Allah size karşı son derece şefkatli ve
merhametlidir.
10- Niçin malınızı
Allah yolunda harcamıyorsunuz? Oysa gökler ve yer Allah'a miras kalacaktır.
İçinizden Mekke fethinden önce mal harcayanlar ve savaşanlar, daha sonra mal
harcayanlar ve savaşanlarla bir değildirler. Onların derecesi daha sonra mal
harcayıp savaşanların derecesinden daha üstündür. Bununla birlikte Allah her
iki gruba da en güzel ödülü vadetmiştir. Allah sizin neler yaptığınızı
bilir.
Okuduğumuz ayetlerde yüce Allah, kendi yaratıkları
olan kalplere sesleniyor. O onların durumlarını, giriş yollarını ve gizli
duygularını bilir. Aynı zamanda şu gerçeği de herkesten iyi bilir: İnanç
saflığı, kalp temizliği ve köklü iman gibi yüce duygular, pratik hayatta
fedakârlık, eli açıklık ve Allah için öne atılma gibi erdemlere kaynaklık
ederler. Fakat bu yüce duygular ve seçkin erdemlikler, insandan yoğun
emekler ve uzun vadeli büyük çabalar ister.
İşte bundan dolayı yüce Allah, kalplere bu yolda
yoğun mesajlar ve etkileyici uyarılar sunar. Onlara görünce etkilenecekleri
birçok evrensel gerçekler açıklar. Herşeyi kendi duyarlı terazisinde tartar.
Kalpleri arka arkaya tedavi eder. Onları adım adım yüce duygulara ve seçkin
erdemlere doğru ilerletir. Onlara bir sesleniş yönetmekle, bir açıklama
yapmakla yetinmez. Tellerine bir defa dokunup da sonra etkisi kaybolan bir
uyarıcıyı yeterli görmez. Günümüzde insanları Allah'a çağıran dava adamları
Kur'an'ın kalpleri tedavi etmek için kullandığı bu yöntemi iyi incelemeli ve
onu örnek edinmeye çalışmalıdırlar.
Surenin giriş bölümündeki güçlü, ardışık, köklü ve
etkileyici mesajlar ölü kalpleri titretecek, taş gönülleri yumuşatarak pamuk
gibi duyarlı hale getirecek nitelikte idi. Fakat şu ayette okuyucularını
iman etmeye ve Allah yolunda malı fedakârlık yapmaya çağırırken surenin
girişindeki ilk dokunuşlarla yetinmiyor.
"Allah'a ve Peygamber'e inanınız. Allah'ın kullanma
yetkisini ellerinize verdiği malların bir bölümünü O'nun için harcayınız."
Burada müslümanlara sesleniliyor. Fakat onların
Allah'a ve Peygamber'e inanmaya çağrıldıklarını görüyoruz. O halde sözkonusu
olan "gerçek" imandır. Müslümanlar bu tür bir imanı kalplerinde
gerçekleştirmeye çağrılıyorlar. Bu dikkatlerimizden kaçmaması gereken ince
bir noktadır. Bunun yanısıra müslümanlar Allah yolunda malı fedakârlık
yapmaya çağrılıyor. Fakat çağrı ile birlikte duygulandırıcı bir hatırlatma
yapılıyor. Müminler Allah yolunda mal harcarken aslında kendilerinin olan
bir şeyi vermiyorlar. Sadece yüce Allah'ın kullanma yetkisini ellerine
verdiği kendi mallarının bir bölümünü veriyorlar. Bilindiği gibi "göklerin
ve yerin egemenliği Allah'ın tekelindedir." Bir bütün olarak insanları
egemenlik alanının, mülkünün bir bölümü üzerine halife olarak atayan O'dur.
Ayrıca "can veren ve öldüren de O'dur." O bu yolla insan kuşaklarının birini
bir öncekinin yerine geçirir.
Böylece bu espri yüklü işaretle surenin girişinde
yeralan evrensel gerçekler arasında bağ kuruluyor. Sonra da bu espri yüklü
işaret, müminlerin utanma duygusunu harekete geçirmek amacı ile
kullanılıyor. Evet, müminler yüce Allah'tan utanmalıdırlar. Çünkü onları
mülkünün bir bölümü üzerinde vekil olarak atayan, ellerindeki malları onlara
veren asıl mülk sahibi O'dur. Öyleyse yüce Allah, onları kendi bağışı olan
ve birer vekil sıfatıyla yönetimini üstlendikleri mallarının bir bölümünü
harcamaya çağırdığında, kendilerini cimriliğin pençesinden kurtulmaya
çağırdığında ne diyebileceklerdir? Veren Allah'tır ve O'nun mülkünün bitmesi
sözkonusu değildir. O halde onları vermeden, hayır yolunda harcama yapmaktan
alıkoyan nedir? Ellerindeki mal yüce Allah'ın bağışı değil mi?
Fakat Kur'an, bu hatırlatma ile, bu utanç duygusunu
harekete geçirici uyarı ile, bu lütuf ve umut çağrışımı ile yetinmiyor.
Müminlere yeni bir uyarı yöneltiyor. Bu uyarı onları yüce Allah'ın keremi
karşısında utanmaya ve O'nun lütfunu ummaya sevk ediyor.
"İçinizdeki iman edenleri ve hayır yolunda mal
harcayanları büyük bir ödül bekliyor."
O halde bu cömert lütuf ve bağış karşısında kim iman
etmekten ve malını harcamaktan geri durabilir?
Fakat bu ilk dokunuşlarla yetinmiyor. Tersine
müslümanların pratik hayatların alınmış imana özendirici faktörler ile,
inanmaya götürecek gerek: :...ile onların kalplerine coşku aşılıyor.
"Peygamber sizi Allah'a inanmaya çağırdığı halde
niçin O'na inanmıyorsunuz? Oysa O bu konuda sizden söz almıştı. Eğer
inanacaksanız ne duruyorsunuz."
"O sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kulu
Muhammed'e apaçık ayetler indiriyor. Hiç kuşkusuz Allah size karşı son
derece şefkatli ve merhametlidir."
Peygamberimiz aralarında olduğu halde onları gerçek
anlamı ile iman etmekten alıkoyan nedir? Oysa onlar bu konuda Peygamberimize
söz vermişler, O'na bağlı kalacaklarına dair yemin etmişlerdi. Yüce Allah,
kulu Muhammed'e müminleri sapıklığın karanlıklarından çıkararak hidayetin
aydınlığına erdirerek, onları kuşkudan ve şaşkınlıktan kurtararak kesin
bilgiye ve güvene kavuşturacak apaçık ayetler indirdiği halde onları iman
etmekten alıkoyacak ne olabilir ki? Gerek Peygamberin aralarında oluşu ve
gerekse yüce Allah'ın Peygamber'e açık ayetler indirmesi, yüce Allah'ın
müminlere dönük merhametinin ve şefkatinin delilleridir.
Müminler arasında bulunan Peygamberimiz onlara yüce
Allah'ın sözü ile sesleniyor, göğün çağrısını yöneltiyor, özel işleri ve
kişisel problemleri konusunda yüce Allah ile aralarında bağ kuruyor. Bu
ayrıcalık o günün müminleri için düşünülemeyecek derecede büyük bir
nimettir. Biz bu nimeti şimdi uzun yılların arkasından değerlendirirken ne
kadar büyük olduğunu anlayabiliyoruz. Bu dönem-yani Peygamberimizin hayatta
olduğu ve vahyin geldiği dönem- gerçekten enteresan bir dönemdir. Düşünelim
ki, yüce Allah kendi sözleri ile ve okşayıcı, yüce merhameti ile,
Peygamberinin dilinden o günün insanlarına seslenerek şöyle diyor: "Şunu
yapın, şunu yapmayın, benim yolum budur, bu yola koyulun, şu anda
tökezlediniz, işte benim ipim, hemen ona sarılarak doğrulun; yanılgıya
düştünüz, günaha girdiniz; hemen tevbe ediniz, işte benim kapım, önünüzde
açık bekliyor. Hemen bu kapıya koşunuz, uzaklara düşmeyiniz. Benim herşeyi
kuşatacak kadar engin olan rahmetimden ümidinizi kesmeyiniz. Sen ey falanca,
şöyle bir söz söyledin, o söz yanlıştır; şu işi yapmaya niyetlendin, o iş
günahtır; şöyle bir hareket yaptın, o hareket hatalıdır. Hemen koş, önüme
gel, tevbe ederek arın, tekrar himayeme sığın. Sen ey filanca, şöyle şöyle
bir problemin var, o problemin çözümü şudur; kafana takılan şu soru var ya,
onun cevabı şudur; yaptığın şu iş var ya, onun benim terazimdeki ağırlığı şu
kadardır."
Bunları doğrudan doğruya yüce Allah söylüyor. Kime
söylüyor? O günün insanlarına. Yani kendi yaratıklarına. Onlar O'nunla
beraber yaşıyorlar. Somut bir gerçek olarak O'nu yanlarında hissediyorlar. O
gecenin koyu karanlığında onların şikayetlerini dinliyor ve istedikleri
cevapları veriyor. O her adımlarında onları gözetiyor, ilgisi altında
tutuyor.
Evet, bu ayrıcalık gerçekten o dönemi yaşamayanların
kavrayamayacakları derecede büyük bir ayrıcalıktır. Fakat okuduğumuz
ayetlerin muhatapları bu dönemi somut olarak yaşamışlardır. Ayrıca onlar
böyle bir eğitime, böylesine dokunuşlara, bu tür hatırlatmalara muhtaç
olduklarının bilincinde olmuşlardır. Bu bilinçde o ayrıcalıktan aşağı
kalmayan büyük bir ilahi lütuf ve merhamettir.
Bu mutlu çağda yaşama imkanını elde edememiş olanlar
her iki ayrıcalığın da ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlayabilirler.
Nitekim Buharî'nin verdiği bilgiye göre birgün
Peygamberimiz, sahabelere "Sizce hangi müminlerin imanı hayrete şayandır, en
çok takdire değerdir?" diye sorar. Sahabeler "Meleklerin imanı" derler.
Peygamberimiz onlara "Onlar Allah'ın yakınında olduklarına göre niye iman
etmesinler ki?" diye karşılık verir. Bunun üzerine sahabeler "O halde
peygamberlerin imanı" derler. Peygamberimiz kendilerine "Onlara Allah'ın
vahyi inip dururken nasıl iman etmesinler ki?" karşılığını verir. Bu defa
sahabeler "O halde bizim imanımız" derler. Peygamberimiz onlara şu karşılığı
verir: "Ben aranızdayken sizler nasıl olur da iman etmezsiniz? En hayrete
şayan, en takdire değer iman sizden sonra gelecek olan öyle kimselerin
imanıdır ki, onlar önlerinde sadece Kur'an'ın sayfalarını bulacaklar ve bu
sayfaların içeriğine inanacaklardır."
Peygamberimiz ne kadar doğru söylüyor. Gerçekten
sahabelerin durumu farklı ve ayrıcalıklı bir durumdur. Gerçekten imanın
kamçılayıcı faktörlerinin ve gerektirici sebeplerinin ellerinin altında
oluşu müthiş ve şaşırtıcı bir olaydır. İşte bu yüzden Kur'an şaşkınlık
belirtici bir ifade ile onlar hakkında "Niye iman etmesinler ki?"
demektedir. Arkasından eğer bu yolda niyetleri varsa imanın gerçek anlamını
vicdanlarında somutlaştırmalarını istiyor.
Sonra da imanın kamçılayıcı faktörlerinden,
gerektirici sebeplerinden mal harcama konusuna geçiliyor, bu defa mal
harcamanın gerekçeleri ve kamçılayıcı faktörleri tekrar vurgulanıyor.
Okuyoruz:
"Niçin malınızı Allah yolunda harcamıyorsunuz? Oysa
gökler ile yer Allah'a miras kalacaktır."
Bu ayet "Göklerin ve yerin egemenliğinin Allah'ın
tekelinde olduğu ve her işin sonunda O'na döneceği" gerçeğini çağrıştıran
bir işaret niteliğindedir. Çünkü göklerin ve yerin mirası O'nun mülküdür,
ilerde O'na kalacaktır. Yani kullanma yetkisini insanların eline verdiği
mallar gün gelecek. tamamen O'nun eline geçecektir. Öyleyse insanlar niçin
O'nun çağrısına uyarak mallarının bir bölümünü O'nun yolunda harcamazlar?
Yukardaki ayette buyurduğu gibi bu malları kullanma yetkisini onlara geçici
olarak veren O değil mi? Ve bu ayette açıkladığı gibi bu mallar ilerde tümü
ile O'na kalacak değil mi? Okuduğumuz ayetlerde dile getirilen bu gerçekler
karşısında cimri olmanın, eli sıkılık yapmanın ne gibi bir mantıklı
gerekçesi kalmıştır?
Muhacirlerden ve Medine yerlilerinden oluşmuş bir
avuçluk öncü müslüman gerek Mekke fethinden, gerekse Hudeybiye'de imzalanan
ateşkes antlaşmasından önceki zor ve sıkışık günlerde ellerinden gelen bütün
bedeni ve mali fedakârlıkları gözlerini kırpmadan yapmışlardı. Gerek Mekke
fethi, gerekse Hudeybiye ateşkes antlaşması islamı yüceltmiş; daha önceki
garip, her yönden kuşatılmış, bütün düşmanlarca abluka altına alınmış, az
taraftarlı ve zayıf destekli günlerin sıkışıklığına son vermişlerdi.
O zor günlerde yapılan bedeni ve malı fedakârlıklar
içtendi, hiçbir maddi çıkar beklentisi ile gölgelenmedikleri gibi çok
sayıdaki müslüman gözüne girmek gibi bir beklentiden de kaynaklanmıyorlardı.
Bu fedakârlıkları yapanlar sadece yüce Allah'ın vereceği ödülü elde
edebilmeyi ve canları ile malları da dahil olmak üzere dünyanın her şeyine
tercih ederek bağlandıkları inanç sistemlerini desteklemeyi amaçlamışlardı.
Fakat bu seçkin öncülerin yapabildikleri fedakârlıklar, nicelik bakımından,
Mekke döneminden sonraki imkanlı müslümanların yapabilecekleri
fedakârlıklardan daha azdı. Fakat Mekke fethi sonrasının bazı imkanlı
müslümanları fedakârlık yaparken nicelik bakımından onları örnek almaya
kalkışıyor, onların bilinen veya kulaktan dolma fedakârlık rakamlarına
erişince görevlerini yapmış sayılmayı bekliyorlardı. İşte bunun üzerine inen
bu ayet, bu iki grubun fedakârlıklarını hak terazisinde tartıyor, terazide
ağır basmayı sağlayacak olan faktörün nicelik unsuru olmadığını, asıl önemli
olanın fedakârlığın arkasındaki motif ile imanın gerçeklik derecesi olduğunu
açıklıyor. Okuyoruz:
"İçinizden Mekke fethinden önce mal harcayanlar ve
savaşanlar, daha sonra mal harcayanlar ve savaşanlarla bir değildirler.
Onların derecesi daha sonra mal harcayıp savaşanların derecesinden daha
üstündür."
İslam inancı ağır baskılar altındayken, taraftarları
az sayıdayken; ufukta çıkar, mevki ve servet belirtileri yokken mal
harcayanların ve savaşanların fedakârlıkları, güvenli günlere kavuşulduktan,
yeni dinin taraftarları çoğaldıktan; zafer, üstünlük ve başarı elle tutulur
yakınlığa geldikten sonra mal harcayanların ve savaşanların fedakârlıkları
ile aynı değerde değildir. Birinci grubu oluşturan öncülerin
fedakârlıklarında tek etken doğrudan doğruya yüce Allah'a bağlılıktır. Bu
fedakârlık her türlü kuşkudan yüzde yüz uzaktır. Sadece Allah'a duyulan
köklü güvenin ve bağlılığın eseridir. Her türlü dış beklentiden ve yakın
vadeli hesaptan tamamen uzaktır. İnanca bağlılıktan başka hiçbir dayanağı,
hiçbir özendirici unsuru yoktur. Oysa ikinci grubu oluşturan müslümanların
yaptıkları fedakârlıkların yardımcı ve özendirici faktörleri vardır. onlar
da ilk gruptakiler kadar temiz niyetli ve içtenlikli olsalar bile aralarında
bu açıdan büyük fark vardır.
Nitekim İmam-ı Ahmed'in Ahmed b. Abdülmelik, Zübeyr
ve Humeyd Tavil kanalı ile verdiği bilgiye göre sahabilerden Hz. Enes diyor
ki: "Birgün Halid b. Velid ile Abdurrahman b. Avf arasında tartışma çıktı.
Tartışma sırasında Halid, Abdurrahman'a `Eski günlerdeki hizmetlerinizi öne
sürerek bize karşı üstünlük taslıyorsunuz' dedi. Duyduğumuza göre bu söz
Peygamberimizin kulağına varınca şöyle buyurdu:
"Sahabilerimi bana bırakın, onlara ilişmeyin.
Nefsimi elinde tutan Allah adına yemin ederim ki, eğer siz Uhud dağı -ya da
dağlar- kadar altın harcasanız onların yaptıkları bağışların derecesine
eremezsiniz." ( Bu hadisten anlaşılıyor ki, Peygamberimizin kendilerine dil
uzatılmasını sık sık yasakladığı "sahabilerinin" özel bir anlamı vardır. Bu
sahabiler işte o ' `öncü" müslümanlardır. Çünkü Peygamberimiz
çevresindekilere, yakınında yer alanlara "benim sahabilerime ilişmeyin"
dediğine göre bu sözü ile özel bir sahabi kesimini kastettiği ortaya
çıkıyor. Nitekim bir defasında Hz. Ebu Bekir'i kastederek "Benim dostuma,
(sahabime) ilişmeyin" buyurmuştu.)
Öte yandan Buharî'nin verdiği bilgiye göre
Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Sahabilerime dil uzatmayın. Nefsimi elinde tutan
Allah'a yemin ederim ki, içinizden biri Uhud dağı kadar altını Allah yolunda
harcasa onlardan birinin bir dirhemlik bağışının, hatta onun yarısının
derecesine eremez."
Bu iki grup müslüman mücahidin yüce Allah'ın
terazisindeki değerleri belirlendikten sonra her iki gruba da ödüllerin en
güzelinin verileceği açıklanıyor. "Bununla birlikte Allah her iki gruba da
en güzel ödülü vadetmiştir." Çünkü aralarındaki derece farkına rağmen her
iki grup da iyi iş yapmıştır. Gerek bu iki grup arasındaki derece farklılığı
ve gerekse her iki gruba en güzel ödülün verilmesi, yüce Allah'ın onların
durumlarını değerlendiren bilgisine, davranışlarının arkasındaki niyetlerine
ve amaçlarına ilişkin gözlemine ve yaptıkları işin içyüzünden haberdar
oluşuna dayanır.
"Allah sizin neler yaptığınızı iyi bilir."
Bu açıklama, görünen davranışların ardındaki gizli
niyetler alemine dikkatleri çeken kalpleri uyarıcı bir dokunuştur. Çünkü
değerlerin dayanağı olan ve terazide ağırlık oluşturan temel faktör,
davranışların gerisindeki bu niyettir.
İMANA YÖNLENDİREN
TEŞVİKLER
Arkasından kalpleri iman etmeye ve Allah yolunda mal
harcamaya özendiren yeni bir kampanya ile, biraz önceki teşvik unsurlarına
eklenen yeni teşvik unsurları ile yüzyüze geliyoruz. Okuyalım:
11- Çıkar amacı
gütmeksizin gönüllü olarak Allah'a borç verecek olan var mı? Allah ona
verdiğini kat kat fazlası ile geri verir. Ayrıca ona onurlandırıcı bir ödül
vardır.
12- O gün
erkek-kadın bütün müminlerden çıkan nurun önleri ve sağ yanları yönünde
ilerlediğini görürsün. Onlara "Müjdeler olsun ki, altlarından ırmaklar akan
ve içlerinde sürekli kalacağınız cennetler sizi bekliyor. İşte büyük başarı
budur" denir.
13- O gün
erkek-kadın bütün münafıklar, müminlere "bize doğru bakın da yüzünüzün
nurundan ışık alalım"derler. Fakat onlara "geldiğiniz yere dönün de nuru
orada arayın " diye seslenilir. Bu sırada aralarına kapısı olan bir duvar
çekilir. Bu duvarın gerisinde rahmet ve dış tarafında azap vardır.
14- Münafıklar,
müminlere "Dünyada sizinle birlikte değil miydik?" diye seslenirler.
Müminler de onlara şöyle derler; "Evet, birlikteydik. Fakat siz kendiniz
eğri yola saptınız, hep komplo peşinde koştunuz, gerçeklerden kuşku
duydunuz, asılsız kuruntulara kapıldınız, sonunda Allah'ın emri gelince
öldünüz, o yaman ayartıcı (şeytan) sizi Allah'ın affediciliğine güvendirerek
baştan çıkardı.
15- bu gün ne sizden
ve ne de kâfirlerden fidye kabul edilmez. Varacağınız yer cehennem ateşidir.
Size orası yaraşır. Orası ne kötü bir yerdir!
İlk ayette etkileyici ve duygulandırıcı bir
seslenişle karşılaşıyoruz. Yüce Allah muhtaç ve yoksul kullarına şöyle
soruyor:
"Çıkar amacı gütmeksizin, gönüllü olarak Allah'a
borç verecek olan var mı?"
Bir müslümanın bütün fakirliğine ve zavallılığına
rağmen yüce Allah'a borç verdiğini düşünmesi onu yerinden hoplatmaya, O'nun
yolunda mal harcamaya atılmasını sağlamaya yeter. İnsanlar normal olarak
aralarındaki bir zengine, varlıklıya borç vermek için yarışa girerler. -Oysa
hepsi yüce Allah'a göre yoksuldur-çünkü verecekleri borcu geri alacakları
garantidir. Üstelik zengin, varlıklı bir adama borç verebilmenin gururunu
tadacaklar böylece. Peki bir de "hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ve doğal
olarak övülmüş olan" yüce Allah'a borç verince acaba duyacakları gururun
boyutu nice olur acaba?
Yüce Allah, müminlere bu duyguyu aşılamakla
yetinmiyor. Bunun yanısıra kendisine verilecek olan gönüllü, çıkar
beklentisinden uzak "güzel" borcu kat kat fazlası ile geri vereceğini ve
buna ek olarak bu borcu vereni cömertçe ödüllendireceğini vadediyor.
"Allah ona verdiğini kat kat fazlası ile geri verir.
Ayrıca ona onurlandırıcı bir ödül vardır."
Sonra bu onurlandırıcı ödüllerin sahiplerine
dağıtılacakları "gün"ün son derece görkemli bir sahnesinde müminlere bu
onurlandırıcı ödülün ışık saçan bir tablosu sunuluyor.
Bu sahne gerek ana çizgileri ile gerek ayrıntıları
ile kıyamet sahneleri arasında yeni ve orjinal bir sahnedir. Sahnenin önce
dekoru ve figürleri hareketli çizgilerle belirleniyor, arkasından
diyaloglarla bu dekorlara ve figürlere canlılık kazandırılıyor. Biz, şimdi
Kur'an'ın bu ayetini okuyarak o görkemli sahneyi izliyoruz. İşte şimdi mümin
erkek ve kadınlar gözlerimizin önünden geçiyorlar.
Fakat o ne? Onların önleri ve sağ yanları sıra
okşayışı ve herşeyi delip geçebilen bir ışığın yayıldığını görüyoruz. Bu
onlardan gelen ve önleri sıra yayılan kendi nurlarıdır. İşte şu insan
karaltıları parlıyorlar, ışıklanıyorlar ve nur saçıyorlar. Bu nur yayılıyor
ve onun sayesinde sahipleri önlerini ve sağ yanlarını net bir biçimde
görebiliyorlar. Bu nur, yüce Allah'ın kendilerini karanlıklardan çıkaran
nurudur. Bu nur onların ruhlarından kaynaklanan ve balçık kökenli
bedenlerinin karaltısını bastıran nurdur. Kim bilir, belki de bu nur yüce
Allah'ın evrenin ve evrendeki canlı-cansız tüm varlıkların yaratılış özünü
oluşturan ışıktır da kendisini öz varlıklarından gerçekleştirmiş olan şu
bahtiyarların vücudlarında öz niteliği ile ortaya çıkmıştır. (Günümüzde
bilim adamlarının söylediklerine göre evrenin özü ışıktır. Işık ta
atomlardan oluşmuştur. Atomda aslında radyasyondan, ışık zerreciklerinden
başka birşey değildir. Bu teori doğru olma ihtimali en güçlü teori olabilir.
Çünkü Kur'an'ın verdiği bilgiler ile aynı doğrultudadır.)
Sonra, işte, yüce Allah'ın bu bahtiyar müminlere
yönelik onurlandırıcı müjdesini kendi kulaklarımızla işitiyoruz:
"Müjdeler olsun ki, altlarından ırmaklar akan ve
içlerinde sürekli kalacağınız cennetler sizi bekliyor. İşte büyük başarı
budur."
Fakat sahne, bu orjinal ve gönül okşayıcı görüntüyü
sunmakla yetinmiyor. Bir köşede münafık erkek ve kadınların karaltıları
gözlerimize ilişiyor. Çaresiz ve şaşkın aynı zamanda aşağılanmış ve yüzüstü
bırakılmışlardır. Mümin erkek ve kadınların eteklerine yapışmış,
yalvarıyorlar.
"O gün erkek-kadın bütün münafıklar, müminlere `Bize
doğru bakın da yüzünüzün nurundan alalım' derler."
Çünkü mümin erkek ve kadınlar baktıkları tarafa o
gönül okşayıcı ve engel tanımaz nuru yayıyorlar. Fakat dünyadaki hayatlarını
tümü ile karanlıklar içinde geçirmiş olan münafıkların şimdi bu nurdan ışık
almaları olacak şey mi? Nitekim nereden geldiği belli olmayan bir ses onlara
şöyle haykırır:
"Fakat onlara `Geldiğiniz yere dönün de nuru orada
arayın' diye seslenilir." Açıkça belli ki, bu meçhul sesin amacı onları
alaya almaktır, kendilerine dünyadaki iki yüzlülüklerini, karanlıklarda
kotardıkları düzenbazlıkları hatırlatmaktadır. Geriye, dünyaya dönünüz,
çalışma yurduna geri gidiniz. Çünkü nurun, yoğun aranacağı, elde
edilebileceği yer orasıdır, orada yapılacak olan olumlu işlerdir. Oraya
dönünüz, bugün nur kazanma, ışık elde etme günü değildir.
Bu konuşmaların hemen arkasından müminler ile
münafıkların arasına perde geriliyor. Gerçi bu iki kesim dünyada karışık
yaşıyorlardı, aynı toplumda birarada barınıyorlardı, ama bugün öyle değil,
bugün safları ayırma, kampları belirleme günüdür.
"Bu sırada aralarına kapısı olan bir duvar çekilir.
Bu duvarın gerisinde rahmet ve dış tarafında azap vardır."
Anlaşılan bu duvar görmeyi engelliyor, ama sesin
geçişini önlemiyor. Çünkü, işte, şu anda münafıkların müminlere "Dünyada
sizinle birlikte değil miydik?" diye seslendiklerini işitiyoruz. Yani niye
birbirimizden ayrılıyoruz? Dünyada sizinle birarada, aynı toplumda yaşamıyor
muyduk? Üstelik burada yeniden dirildikten sonra da aynı meydanda
toplanmanmış mıydık? Müminler, münafıklara "Evet" derler, durum dediğiniz
gibi idi, "Fakat siz kendiniz eğri yola saptınız." Kendinizi doğru yoldan
çıkardınız, "hep komplo peşinde koştunuz." Katıksız "iyi"yi seçmeye
yanaşmadınız, "kuşku duydunuz" kararlı bir biçimde iyilik yoluna
koyulamadınız, "asılsız kuruntulara kapıldınız", zigzag çizerek, müminler
ile kafirler arasında mekik dokuyarak, değneğin her iki ucunu da
avuçlarınızın içine alarak kazanacağınızı, istediğinizi elde edeceğinizi
sandınız, "Sonunda Allah'ın emri gelince öldünüz", böylece herşey bitti, "O
yaman ayartıcı (şeytan) sizi Allah'ın affediciliğine güvendirerek baştan
çıkardı." Şeytan içinize çeşitli ihtiraslar ve olmayacak kuruntular aşıladı.
Arkasından müminler, sanki yapılan duruşmanın
yetkili yargıçlarıymış gibi münafıklara gerçekleri hatırlatmayı ve
kararlarını tebliğ etmeyi sürdürüyorlar. Okuyalım:
"Bu gün ne sizden ve ne de kafirlerden fidye kabul
edilmez. Varacağınız yer, cehennem ateşidir. Size orası yaraşır. Orası ne
kötü bir yerdir."
Belki de bu ses yüceler aleminden geliyor, doğrudan
doğruya yüce Allah'tır münafıklara bu tebligatı yapan.
Eğer bu sahneyi sanatsal uyum açısından gözden
geçirirsek burada "nur" motifinin seçilişinin son derece anlamlı ve özel
amaçlı olduğunu görürüz. Çünkü sahnenin konusu münafık erkek ve kadınlardır.
Bunlar asıl niyetlerini saklarlar, dışa karşı aslında olduklarından başka
türlü görünürler, sürekli olarak iki yüzlülüğün, düzenbazlığın ve kirli
işlerin karanlık dehlizlerinde yaşarlar. "Nur" ışık ise gizliyi meydana
çıkarır, saklanan sırları açığa vurur. Üstelik "nur" görüntüsü, münafıkların
karanlık ve köreltici sayfalarının karşısındaki parlak sayfayı oluşturur,
yani sahneye "karşıtlık" motifi kazandırır. Buna göre "nur" görüntüsü, bu
büyük sahneyi ışıklandıracak en yerinde motiftir. Münafıklar, kara
vicdanlarına ve gizli-kapaklı komplolarına uygun düşen karanlıklar içinde
debelenip dururlarken müminlerin önleri ve sağ yanları sıra aydınlık saçacak
en uygun kaynak ancak bu kutsal "nur" olabilir.
İmdi, hangi kalp kıyamet günü ortaya çıkacak olan bu
nura sahip olmak için can atmaz? Hangi kalp bu duyguları alevlendirici ve
derin etkili mesajlar karşısında Allah yolunda mal harcama çağrısına kulak
asmaz?
İşte Kur'an kalpleri böylesine ısrarlı ve sürekli
vurgularla tedavi eder. Onların yapısal özelliklerini, giriş-çıkış
yollarını, nelerden etkilendiklerini, hangi uyarılara olumlu reaksiyon
gösterdiklerini iyi bilir ve onlara bu sağlamca bilginin beslediği uzmanca
çağrıları yöneltir.
Surenin bundan sonra işleyeceğimiz ikinci bölümünde
bu çağrılara devam edildiğini, aynı yöntemle ve aynı yolu izleyerek
seslendirilen gönül yumuşatıcı mesajlara yenilerinin eklendiğini görüyoruz.
Bu bölüm, surenin ana konusunun devamıdır. Bu konu
vicdanlarda gerçek imanı perçinleyerek Allah yolunda gönüllü fedakârlık
duygusunu harekete geçirmekten ibarettir. Bu bölümde imana özendirici
uyarılarla ve etkili mesajlarla karşılaşıyoruz. Bu uyarılar ve mesajlar o
derin etkili giriş bölümünü izleyen ilk bölümdeki benzerlerini andırırlar.
Bu bölüm yüce Allah'ın kendilerinin beklediği
fedakârlık düzeyine henüz yükselmemiş olan müminlere yönelik yüksek sesli
bir azarla başlıyor. Bu azarlamanın devamında müminlere, kendilerinden önce
yaşamış olan yahudiler ile hristiyanların uğradıkları kalp katılaşmaları ve
davranış bozulmaları hatırlatılıyor. Onlardan aynı duruma düşmemeleri
isteniyor. Yahudiler ile hristiyanların uzun zamana yayılmış bir
umursamazlık sonucunda bu yozlaşmaya uğradıkları hatırlatılıyor. Bu
uyarıların yanısıra müminlere umut da aşılanıyor. Yüce Allah'ın tıpkı ölmüş
toprağı dirilttiği gibi, uyuşmuş kalpleri de dirilttiği müjdesi veriliyor.
Bu vurguyu, dikkatleri ahiret alemi üzerinde
yoğunlaştırmayı amaçlayan ikinci bir vurgu izliyor. Bu vurgu sonrasında
müminler bir kere daha yüce Allah'a gönüllü olarak ve çıkar amacı
taşımaksızın "borç" vermeye çağrılıyorlar. Yüce Allah'ın, kendisine dünyada
borç verenleri ahirette nasıl kat kat fazlası ile ödüllendireceği
açıklanıyor. Tıpkı ilk bölümün aynı konuyu işleyen ayetinde olduğu gibi.
Üçüncü bir vurguda ise dünya değerleri tümü ile yüce
Allah'ın terazisinin bir kefesine konuyor, öbür kefeye de ahiret değerleri
yerleştiriliyor. Tartma işlemi sonunda görülüyor ki, dünya değerleri hafif
kalırken ahiret değerleri ağır basıyor; dünya değerleri oyuncak gibi önemsiz
kalırken ahiret değerlerinin önem verilmeye layık, ciddi değerler olduğu
ortaya çıkıyor.
Bu tartma işleminin sonucuna dayanarak yüce Allah
müminleri ahiret değerleri konusunda aralarında yarışmaya çağırıyor. Bu
ahiret değerleri gökleri ile yeryüzü arası kadar genişliği olan cennette
ortaya çıkacaktır ve bu cennet Allah'a ve Peygambere inananlar için
hazırlanmıştır.
Bunları izleyen bir dördüncü vurgu da müminler
ahiretten dünyaya, içinde yaşadıkları somut hayatın olaylarına
döndürülüyorlar. Burada kalpleri hem sevinçte hem tasada yüce Allah'ın
takdirine, plânına bağlanıyor. Böylece fedakârlıkta bulunmaları
kolaylaşıyor, dünya nimetleri kendilerini şımartmaz oluyor, tüm duyguları.
gökyüzüne bağlanıyor.
Bu vurguların arkasından, müminlere, insanları
Allah'a çağırma davasının tarihinden bazı seçme örnekler sunuluyor. Bu
örneklerde davaya çağırma yönteminin ve gidilen yolun doğrultusunun aynı
olduğu, her dönemde bu yoldan sapanların fasıklar (yolunu şaşırmışlar)
olduğu açıklanıyor. Bu arada ilk bölümde olduğu gibi yahudi ve
hristiyanların yoldan çıkmış bir bölümünün durumuna değiniliyor. Arkasından
müminleri Allah'tan korkmaya ve Peygambere inanmaya çağıran son bir
seslenişle yüzyüze geliyoruz. Bu şartları yerine getirdikleri takdirde yüce
Allah'ın katmerli merhametine erecekleri, yürürken önlerini aydınlatan bir
nur elde edecekleri ve Allah tarafından günahların bağışlanacağı
müjdeleniyor.
Bütün bunlardan sonra bir de şu gerçek vurgulanıyor:
Yüce Allah'ın bağışı ve lütfu yahudilerin ve hristiyanların tekelinde
değildir. Oysa onlar öyle olduğunu iddia ediyorlar. Tersine Allah'ın bağışı
ve lütfu O'nun elindedir. Onu dilediklerine verir, çünkü "Allah büyük lütuf
sahibidir."
Böylece görülüyor ki, bu sure başından sonuna kadar
birbirine geçmiş halkalardan oluşuyor. Halkaların oluşturduğu zincir, aynı
ve sapmasız bir doğrultu boyunca uzayıp gidiyor. Surenin akışı boyunca
kalplere kimi farklı, kimi benzer mesajlar ardarda sunuluyor. Bu mesajlar
kalpler üzerindeki etkilerini derinlere indirecek oranda ve gerekli olduğu
kadar tekrarlanıyor. Halkalardan oluşan zincirin çizdiği yol ardarda
sıralanan mesajların ısısı sayesinde sımsıcak bir hava yansıtır.
16- Allah'tan gelen
öğütlerin ve O'nun indirdiği gerçeğin etkisi ile müminlerin kalplerinin
yumuşayacağı, ürpereceği gün halâ gelmedi mi? Müminler daha önce kendilerine
kutsal kitap verilenler gibi olmasınlar. Uzun zaman geçince onların kalpleri
katılaştı ve çoğu yoldan çıkmış kimseler oldu.
17- Biliniz ki,
Allah, ölmüş toprağa hayat verir. Size ayetlerimizi açıkladık ki,
üzerlerinde düşünesiniz.
İlk ayette yüce Allah'ın müminlere yönelttiği bir
sitemle karşılaşıyoruz. Bu sitemin gerekçesi müminlerin, Allah'ın istediği
tam anlamlı arınmışlık düzeyine ulaşmada geç kalmaları, bu yoldaki
çabalarını ağırdan almalarıdır. Oysa Allah bu kalplere lütfunu gürül gürül
akıtmış, onlara kendilerini Rabb'lerine imana çağıran Peygamberini
göndermiş, bu Peygambere karanlıklardan aydınlığa çıkarmayı amaçlayan açık
ayetler indirmiş, bunların yanısıra onlara evrendeki ve yaratıklar
alemindeki göz açıcı ve uyarıcı bazı ayetlerini sunmuştur.
Fakat bu sitemde sevgi vardır, özendirme vardır,
yüce Allah'ın ululuğunun bilincine varmayı kamçılama vardır. Sitemin gölgesi
altında müminlerden Allah'ı saygı ile anmaları isteniyor; indirmiş olduğu
"hak" içerikli mesajı, bu niteliğe yaraşır bir saygı, bir ürperti, bir itaat
ve teslimiyet yaklaşımı ile algılamaları bekleniyor. Ama ayetin soru
üslubundan paylama ve geç kalınmış olmayı yadırgama kokusunu almamak mümkün
değildir. Şimdi ayeti okuyalım:
"Allah'tan gelen öğütlerin ve O'nun indirdiği
gerçeğin etkisi ile müminlerin kalplerinin yumuşayacağı, ürpereceği gün halâ
gelmedi mi?"
Görülüyor ki, bu ayette, müminlere bir yandan geç
kaldılar diye sitem edilerek tempolarını hızlandırmaları istenirken bir
yandan da geç kalmanın, görevi ağırdan almanın akibeti konusunda uyarı
yöneltiliyor. Orada anlatılmak isteniyor ki, eğer kalplerini uzun süre
silmez, parlatmaya çalışmazlarsa pas bağlarlar; eğer Allah'ı anma görevini
ihmal ederler, hakka saygı ile sarılma titizliklerini yitirirlerse vaktiyle
yumuşak olan kalpleri zamanla katılaşarak taş kesilir.
"Müminler, daha önce kendilerine kutsal kitap
verilenler gibi olmasınlar. Uzun zaman geçince onların kalpleri katılaştı ve
çoğu yoldan çıkmış kimseler oldu."
Kalp katılaşmasını, mutlaka davranış bozukluğunun ve
yoldan çıkmışlığın izleyeceğini iyi bilmek gerekir.
Gerçek şu ki, insan kalbi çok çabuk değişir, çabuk
unutur. Daha şimdi şeffaf, parlak ve ışıkla dolup taşarken, ışınlar gibi
havada süzülürken hatırlatmasız ve hatırlamasız geçen uzun bir zamanın
sonunda bir de bakarsınız ki, körelmiş, kaskatı kesilmiş, ışığı sönmüş,
kararmıştır. Bu kalbi mutlaka uyarmalı ki, hatırlasın ve ürpersin. Bir
yolunu bulup içine girmek gerekir ki, incelsin, şeffaflaşsın. Körelmemesi
için, katılaşmaması için sürekli biçimde uyanık tutulması gerekir.
Fakat kalbin ışığı söndü, dondu, karardı ve köreldi
diye umutsuzluğa kapılmak doğru değildir. Çünkü içine yeniden hayatı
kımıldatmak, ışığını yeniden yakmak yüce Allah'ı anarak onun ürperme
yeteneğini tazelemek mümkündür. Çünkü yüce Allah ölü toprağı diriltiyor,
bağrına can üflüyor da bitkiler ve çiçekler filizlendirmesini, ekinler ve
meyvalar yetiştirmesini sağlıyor. Eğer dilerse uyuşmuş kalbe de yeniden
hayat verir."Biliniz ki, Allah ölmüş toprağa hayat verir." Toprak nasıl
yeniden canlanıyorsa şu Kur'an da kalplere hayat verir; onlara besin, su ve
ısı sağlar. Devam ediyoruz:
"Size ayetlerimizi açıkladık ki, üzerlerinde
düşünesiniz."
Bu duygulandırıcı vurguyu, o utandırıcı sitemi, şu
hatırlatmayı ve uyarıcı Allah yolunda mal harcamaya ve fedakârlık yapmaya
yönelik yeni bir özendirme izliyor. Okuyalım:
18- Sadaka veren
erkekler ve kadınlar ile çıkar amacı gütmeksizin gönüllü olarak Allah'a borç
verenler var ya, onlar verdiklerini kat kat fazlası ile geri alırlar, ayrıca
kendilerine onurlandırıcı bir ödül verilir.
19- Allah'a ve
Peygambere inananlar var ya, onlar özü-sözü doğru olanlar ile şehitlerdir.
Allah katında onlara ödül ve nur verilir. ayetlerimizi yalanlayan kafirler
ise cehennemliktirler.
"Sadaka veren erkekler ve kadınlar" sadakalarını
alanlara üstünlük taslamazlar. Zaten onların insanlarla bir alış-verişleri
yoktur. Onlar yüce Allah'a borç veriyorlar, alış-verişleri doğrudan doğruya
O'nunladır. Sadaka verenin aslında zengin ve övülmüş yüce Allah'a borç
verdiği, evrenin sahibi ile alış-veriş ilişkisi kurduğu, verdiğini ilerde
kat kat fazlası ile geri alacağı, bunun yanısıra onurlandırıcı bir ödülle
ödüllendirileceği duygusu kadar sadaka vermeyi etkili ve derinlikli biçimde
özendirecek başka bir yaptırım düşünülebilir mi?
Özü-sözü doğruların (sıddıkların) derecesi,
Peygamberimizin hadislerinde açıklandığı gibi, yüksek bir derecedir. Fakat
bu dereceyi, göz kamaştırıcı yüksekliğine rağmen, yüce Allah'ın lütfu ile
kim isterse elde edebilir. Yani o bazı fertlerin ve grupların dokunulmaz
malı değildir. Kim yüce Allah'a ve Peygambere, gerçek anlamı ile, inanırsa
bu yüksek makama ermeyi umabilir. Kimse Allah'ın lütfunu ambargo altına
alamaz.
"Allah'a ve Peygambere inananlar var ya, onlar
özü-sözü doğru olanlar ile şehitlerdir."
Bu kural islam dininin bir özelliğidir, bir
ayrıcalığıdır. Bu din bütün insanlara açık bir yol, herkesin gözünü
dikebileceği bir ufuktur. Bu dinin makamları hiç kimsenin tekelinde
değildir. Bu dinde belirli kimselere tanınmış özel ayrıcalıklar yoktur. Kim
çalışırsa, başka hiçbir yan desteğe muhtaç olmaksızın, en yüksek derecelere
erebilir. Bu dinde dokunulmaz makamlı grupların ve sosyal sınıfların yeri
yoktur.
İmam-ı Malik'in Safvan b. Selim, Ata b. Yesar ve Ebu
Said el-Hudrî kanalı ile "Muvatta" adlı eserinde verdiği bilgiye göre
Peygamberimiz birgün "Normal cennetlikler üstlerindeki cennet köşklerinin
sakinlerine, tıpkı sizin doğu ya da batı ufkundan geçen bir yıldıza
baktığınız gibi bakarlar. Aralarında o kadar büyük bir derece farkı vardır"
buyurdu. Sahabiler "Ya Resulullah, herhalde o köşkler Peygamberlerin
konutlarıdır ve onlara hiç kimse eremez" deyince Peygamberimiz kendilerine
şu karşılığı verdi; "Hayır, varlığımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki,
Allah'a inanan ve Peygamberleri onaylayanlar o köşklere girebilirler. "
(Buhari, Müslim)
Bu iman etmeyi özendiren vurgudur. Bunu özveriyi
özendiren vurgu izliyor. Okuyalım:
"...Bir de şehitlerdir. Allah katında onlara ödül ve
nur verilir."
Kur'an'da şehitliğin üstün derecesi sık sık
vurgulanmıştır. Aynı konuyu işleyen hadislerin sayısı da çoktur. Çünkü bu
din korumasız ayakta duramaz, uğrunda cihad edilmeksizin yeryüzünde egemen
olamaz. İnanç güvenliğini, çağrı serbestliğini sağlayabilmek için,
müslümanları dinlerinden döndürmeyi amaçlayan baskıları önleyebilmek için,
islam şeriatının yozlaştırılmasına meydan vermemek için "cihad" kaçınılmaz
bir gerekliliktir. Bundan dolayı Allah yolunda şehid düşenlerin -ki sadece
bunlara "şehid" denebilir- derecesi yüksektir. Onların yüce Allah'ın
yakınında olacakları belirtilmiştir. Bu yakınlık "Allah'ın katında" ifadesi
ile dile getirilecek derecede sıkı bir yakınlıktır.
Buharî ile Müslim'in aktardıkları bir hadiste
Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Şehitlerin ruhları, cennetin içinde diledikleri
gibi. Oradan-oraya uçtuktan sonra o cennet kandillerine konan, yeşil renkli
kuşların kursaklarında barınacaklardır. Yüce Allah birara onlara görünerek
`Ne istiyorsunuz?' diye sorunca 'İstiyoruz ki bizi tekrar dünyaya gönder de
senin uğrunda savaşalım ve ilk seferinde olduğu gibi bir kez daha
öldürülelim' derler. Yüce Allah bu isteğe `Onların bir daha dünyaya
dönmeyecekleri yolunda kesin karar verdim' karşılığını verir."
Buhari ile Müslim'in ve başka bazı hadis
kaynaklarının sahabilerden Hz. Enes'e dayanarak verdikleri bilgiye göre
Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Cennete giren hiç kimse, dünyadaki bütün nimetlerin
kendisine verileceği vadedilse bile, dünyaya dönmek istemez. Yalnız şehit
hariç. O kadar onurlandırıcı bir konukseverlik görmüştür ki, on kere daha
dünyaya dönüp öldürülmek ister."
Nitekim bu özendirici müjdeleri işiterek şehit
olmanın Allah katındaki derecesinin ne kadar yüksek olduğunu öğrenen
kimsenin gözünde hayat, önemini yitiriyordu. İmam-ı Malik'in verdiği bilgiye
göre sahabilerden Yahya b. Said şöyle diyor: "Peygamberimiz cihada
özendirici bir konuşma yapmış, cennetten söz etmişti. O sırada Ensar'dan bir
arkadaşımız elindeki hurmaları yiyordu. Bunun üzerine `Eğer ben bu hurmaları
yiyip bitirene kadar yerimde oturacak olursam, dünya tutkunuyum demektir'
diyerek elindeki hurmaları yere attı kılıcını çekerek savaşa atıldı ve
öldürülünceye dek savaştı."
Elimizdeki bilgilere göre bu yiğit sahabinin adı
Abir b. Hammam'dı -Allah ondan razı olsun-.
Özü-sözü doğruların derecesinin öyle ve şehitlerin
derecesinin böyle olduğu açıklanırken inkarcı kafirlerin acı sonu hakkında
şu bilgi veriliyor.
"Ayetlerimizi yalanlayan kafirler ise
cehennemliktirler."
Onurlandırıcı biçimde ağırlanmayı ve bol nimetleri
bırakarak cehennemliklerden biri olmayı kim tercih eder?
DÜNYA OYUN VE
EĞLENCEDİR
Bu bölümün beşinci vurgusu iman etme ve Allah
yolunda malî ve bedenî fedakârlıkta bulunma çağrılarına ilişkin bir
değerlendirme niteliğindedir. Dünyayı basit ve önemsiz olarak tanımlayan bu
değerlendirme dünyayı aşağılıyor, insanları ondan soğutmaya çalışıyor,
ahirete ve oraya ilişkin değerlere bağlılığı özendiriyor.
20- Biliniz ki,
dünya hayatı oyundan, eğlenceden, süs ve gösterişten, birbirinize karşı
övünmeden, mal ve evladı çoğaltma yarışından ibarettir. Bu hayat, ekini ve
bitkisi çiftçisinin yüzünü güldüren bol yağmura benzer. Fakat bir süre sonra
kuruyan bu bitki örtüsünün sarardığını görürsün. Arkasından da ot
kırıntılarına dönüşür. ahirette ise bir yanda ağır bir azab, öbür yanda
Allah'ın bağışlaması ve hoşnutluğu vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir hazdan
başka bir şey değildir.
Dünya, kendi kriterlerine göre değerlendirildiğinde,
kendi ölçüleri ile tartıldığında önemli bir değermiş gibi görülür,
algılanır. Fakat evrenin kriterleri ile değerlendirildiğinde ve ahiret
ölçüleri ile tartıldığında önemsiz ve değersiz bir şey olduğu ortaya çıkar.
Dünya bu ayette ahiretin ciddiyeti yanında çocuk oyuncağına benzetiliyor.
İnsanlar dünyadaki çocuk oyununun arkasından ahirete varınca böylesine bir
akibetle yüzyüze gelirler.
Evet oyun, eğlence, süs ve gösteriş, övünme ve
sayıyı artırma yarışı. dünyada ciddi ve önemli görülen her olayın, her
gelişmenin arkasında bu gerçekler vardır. Arkasından Kur'an'ın orjinal
üslubuna uygun düşen somut bir örnekle yüzyüze geliyoruz.
"Bu hayat, ekini ve bitkisi çiftçisinin yüzünü
güldüren bol yağmura benzer."
Ayetin orjinalinde geçen ve "kafir" sözcüğünün
çoğulu olan "küffar" burada "çiftçiler" anlamında kullanılmıştır. Zaten
"kafir" kelimesi sözlük anlamı ile "tohumu gizleyen, toprakla örten kişi,
anlamına gelir. Fakat burada sözcüğün hem sözlük anlamında hem de tarihsel
anlamından birlikte yararlanılmış, bu yolla kâfirlerin dünya hayatına
yönelik tutkunluklarına dolaylı biçimde parmak basılmıştır. Devam ediyoruz:
"Fakat bir süre bu bitki örtüsünün sarardığını
görürsün."
Yani harman zamanının geldiğini görürsün. Bu olayın
süresi kısıtlıdır, çabuk dolar, zamanı hemen geçer. Peki, sonra?
"Arkasından da ot kırıntısına dönüşür."
olayı görüntüleyen filmin şeridi, gündelik hayatın
gözlemlerinden alınmış bir canlı tablo ile, "ot kırıntısı" tablosu ile
noktalanır.
Ahiretin niteliği ise bundan farklıdır. Oranın
hesaba katılması, dikkatten kaçırılmaması, hazırlıklı olunması gereken bir
özelliği vardır.
"Ahirette ise bir yandan ağır bir azap, öbür yanda
Allah'ın bağışlaması ve hoşnutluğu vardır."
Oradaki hayat, dünya hayatı gibi değildir, göz açıp
kapayana kadar sona ermez. Oranın hayatı, biçme mevsimi gelen sararmış ekin
gibi de ot kırıntısına dönüşerek noktalanmaz. Orada hesaplaşma vardır, ödül
vardır, ceza vardır, süreklilik vardır. Kısacası oradaki hayat önem
verilmeye değer bir hayattır, Ayetin sonunu okuyoruz:
"Dünya hayatı, aldatıcı bir hazdan başka bir şey
değildir."
Bu haz, özünde gerçeklik taşımaz. Onun temeli
yanıltıcı bir aldanmaya dayanır. Ayrıca tutkunlarını oyalar, unutkan yapar
ve yanıltıcı bir gururun bataklığına saplandırır.
Kendini gerçeği aramaya adayan insan kalbi, bu
değerlendirmenin gerçek olduğunu kavramakta gecikmez. Fakat Kur'an'ın
vurguladığı bu gerçeğin amacı insanı dünya hayatından koparmak, insanoğlunun
omuzlarına yüklenen halifelik görevinin gereği olan yeryüzü kalkınmasını
ihmal ettirmek, hafife aldırmak değildir.(Daha geniş bilgi için, "Zariyat"
suresindeki "Ben insanları ve cinleri sırf bana kulluk etsinler diye
yarattım" ayetinin açıklamasına başvurabilir) Bu gerçeğin amacı zihnin
ölçülerini ve psikolojik değerleri düzeltmek, dünya ile sınırlı geçici
hazzın çekiciliği üzerine yükselmeyi sağlamaktır. Bu yükseliş, bu surenin
ilk muhatapları için, onların imanlarını hayatlarında gerçekleştirebilmeleri
için gerekli olduğu gibi her inanç sahibi için de gereklidir. insan ancak bu
"yükselme"nin sonunda inancını hayata geçirebilir. Çünkü inancı hayata
geçirebilmek için kimi zaman hayatı tümü ile feda etmek, gözden çıkarmak
gerekir.
Bu gerekçe ile müminler gerçek yarış alanında,
yarışmaya değer bir amaç uğruna yarışmaya çağrılıyorlar. Uğrunda yarışmaya
çağrıldıkları amaç, dünya hayatlarının bitiş noktası ile çakışan ve
sonsuzluk aleminde de kendilerinden hiç ayrılmayacak olan amaçtır. Okuyalım:
21- O halde
Rabbinizin bağışlaması ve Allah ile Peygambere inananlar için hazırlanmış,
gökle yer arası kadar genişliği olan cennet uğruna yarışınız. Bu Allah'ın
dilediklerine verdiği bir lütfudur. Allah büyük lütuf sahibidir.
Boyunlarını tutsaklık halkasından kurtararak oyun ve
eğlence dünyasını çocuklara bırakan soylu kimselere yaraşan yarış oyun,
eğlence, övünme ve sayısal artışlar elde etme alanlarında girişilecek yarış
değildir. Onlara yaraşan yarış, şu ufuk uğruna, şu hedef uğruna, şu engin
"mülk" uğruna girişilecek olan yarıştır. "...Gökle yer arası kadar genişliği
olan cennet uğruna yarışınız."
Eski dönemlerde, yani evrenin ve uzayın
uçsuz-bucaksız enginliğine ilişkin gerçeklerin henüz bilinmediği dönemlerde
gerek bu ayeti gerekse buna yakın anlama gelen hadisleri mecaz anlamları ile
yorumlamayı düşünenler olabilirdi. Nitekim normal cennetliklerin
yükseklerdeki köşklerde oturanları bizim doğu ya da batı ufkundan geçen
yıldızlara baktığımız gibi bakacaklarını belirten, yukarda okuduğumuz hadis
de vaktiyle mecaz anlamında yorumlanmıştı.
Ama insanların ellerindeki küçük teleskopların
evrenin sınırsız ve müthiş enginliğini ortaya koydukları günümüzde cennetin
uçsuz-bucaksız genişliğine ve cennet köşklerine yıldızlara bakar gibi
bakılacağına ilişkin açıklamalar, kesin ve gözlenebilir gerçekler haline
gelmişlerdir. Artık bu açıklamaları mecaz anlamlarına yormanın hiçbir
mantıkî gereği kalmamıştır. Mesela yerküresi ile güneş arasındaki uzaklık,
evrenin enginliği yanında hiçbir şey değildir!.
Kim isterse cennetteki bu geniş "mülk"e erebilir.
Kim isterse bu uğurda yarışa girebilir. Bunun tek şartı Allah'a ve
Peygambere inanmaktır. Okuyalım:
"Bu Allah'ın dilediklerine verdiği bir lütfudur.
Allah büyük lütuf sahibidir."
Yüce Allah'ın lütfu hiç kimsenin tekelinde, hiç
kimsenin ambargosu altında değildir. O bütün isteklere, bütün yarışçılara
açıktır, serbesttir. O halde yarışmak isteyenler, boyutları ve süresi
sınırlı bir toprak parçası uğruna değil, bu uğurda yarışsınlar.
İnanan adam, mutlaka şu büyük evrenle ilişki halinde
olması gerekir; vicdanını, bakışlarını, düşüncesini, idealini ve duygularını
dünyanın dar ve küçük kalıpları içinde hapsetmemesi gerekir. Kendisinden
beklenen görevi yerine getirmesi için ufkunun böylesine geniş olması
şarttır. Bu zor görev insanların hakaretleri ve ihtirasları ile, aynı
zamanda kalplerin sapıklığı ve vicdanların dönekliği ile çatışır, eğri yolun
direnişi ve yere çakılıp kalan inadı ile boğuşmak zorunda kalır. Bu
sıkıntılara karşı koyabilmek için insanın bu hayattan daha büyük, bu
yeryüzünden daha engin, bu geçici alemden daha kalıcı bir alemle ilişki
içinde olması gerekir.
Şu yeryüzünün ölçüleri ve tartıları, inançlı adamın
vicdanında yer etmeye layık bir gerçeği temsil etmezler. Bu ölçüler ile bu
tartıların sözkonusu gerçeği temsil etme oranları yerkürenin hacminin, evren
hacmi karşısındaki oranı kadardır, yerkürenin ömrünün, artı ve eksi sonsuza
göre oranı ne ise dünya kriterlerinin bu gerçek karşısındaki değeri de o
kadardır. Bilindiği gibi bu iki kategori arasındaki fark ve uzaklık
korkunçtur. Tüm yeryüzü ölçüleri birbirine eklense, üstüste konsa, bu
farklılığı belirlemek şöyle dursun, ona yaklaşık olarak işaret bile
edemezler.
Bundan dolayı büyük gerçeğin ufkunda, yeryüzünün
basit realitesinin üstünde kalır. Bu pratik ne kadar kabarsa, ne kadar uzasa
ve ne kadar salkım saçak salsa bile ona metelik vermez. İnançlı adam şu
basit pratiğin kösteklerinden sıyrılan özgür ve büyük gerçekle ilişki
halinde olur. O aynı zamanda artı ve eksi sonsuzda, ahiret aleminin engin
"mülk"ünde ve değişmez iman değerlerinde temsil edilen uçsuz-bucaksız alemle
sıkı ilişki içinde olur. Aldatıcı dünya hayatının oynak kriterlerinde
meydana gelen değişiklikler, bu inancın değerlerinde sarsıntı meydana
getirmez. Hayatın değerlerini ve ölçülerini değiştirmek isteyen, onlarla
uzlaşmaya ve gereklerine boyun eğmeye yanaşmayan özgür iradeli inançlı
adamın hayatında inancın fonksiyonu işte budur.
VARLIK ALEMİNİ
AŞABİLENLER
Arkasından bu bölümün dördüncü vurgusu devreye
giriyor. Mesajı kalbin derinliklerine işleyen bu vurgunun konusu hiçbir
varlığı ve oluşumu dışarda bırakmayan ilahi plandır. Okuyoruz:
22- Gerek yeryüzünde
görülen, gerekse başınıza gelen her musibet tarafımızdan yaratılmadan önce
kesinlikle bir kitapta belirlenmiştir. Bu ayrıntılı planlama Allah için
kolay bir iştir.
23- Amaç,
kaybettiklerinize üzülmemeniz ve O'nun size verdikleri yüzünden
şımarmamanızdır. Allah kendini beğenmiş şımarıkları sevmez.
24- Bunlar hem
kendileri cimrice davranırlar hem de başkalarına cimri olmayı önerirler. Kim
hayr yapmaktan kaçınırsa bilsin ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir ve özü
itibarı ile övgüye layıktır.
Şu varlık alemi son derece ince bir plâna bağlıdır.
Bu alemde meydana gelen her olay mutlaka çok önceden özünde planlanmış,
yapısında hesaplanmıştır. Bu alemde rastlantıya yer yoktur. Bu alemdeki
hiçbir şey anlamsız ve fonksiyonsuz değildir. Varlıkların başlarına gelecek
bütün olaylar, ne zaman olacakları ile birlikte daha yeryüzü yaratılmadan
önce, daha şu varlıklar varlık sahnesine çıkmadan önce yüce Allah'ın
eksiksiz, kapsamlı ve ayrıntılı bilgisinde belirlenmişti. Yüce Allah'ın
bilgisinde geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zaman yoktur. Bu zaman
dilimleri biz ölümlülerin dünyalarında geçerlidir. Biz nesneleri ve olayları
bu zaman dilimleri ile sınırlayarak algılayabiliriz. Biz zaman ve yer
sınırlamaları ile belirlenmemiş olayları ve nesneleri algılayamayız. Biz de
"mutlak kavrama" yeteneği anormal olarak yoktur. Ancak ruhlarımızın "mutlak'
a ilişki kurduğu anlarda mutlak olanı, kayıtsız ve sınırsız olanı
kavrayabiliriz. Bu kavramayı ancak nesneleri ve olayları normal olarak
kavrarken kullana geldiğimiz yöntemden farklı bir yöntemle algılayabiliriz.
Fakat yüce Allah, şu varlık alemini bir bütün olarak gözeten mutlak
gerçektir. O'na göre hiçbir kayıt, hiçbir sınır yoktur. Bu varlık aleminin
ilk anından son anına kadar meydana gelen bütün olaylar ve dönemler bir
bütün olarak yüce Allah'ın bilgisinin kapsamındadır. Bu bilgi hiçbir zaman
dilimine, hiçbir yer sınırlamasına bağımlı olmaz. Yüce Allah'ın bilgisine
açık olan genel planda her olayın yeri vardır. Buna göre gerek yeryüzünde
gerek insanın kendisinde, hatta bu ayetin indiği günkü ilk muhataplarının
kişiliklerinde meydana gelen her iyi ve kötü olay yeryüzünde ve insanlarda
henüz meydana gelmeden önce, henüz somut biçimi ile ortaya çıkmadan önce
yüce Allah'ın katında bulunan "ezeli" bir kitapta kayıtlıdır. "İyi ve kötü
olay" dedik. Çünkü ayetin orijinalindeki musibet sözcüğü, sözcük anlamı ile
geneldir, hem iyi olaylar için, hem de kötü olaylar için kullanılabilir.
Ayetin sonuna dikkat edelim:
"Bu ayrıntılı planlama, Allah için kolay bir iştir."
İnsan büyük evren gerçeğini düşününce anlattığımız
gerçeğin başka türlü olamayacağını kolayca anlar. Bu gerçeğin insan
vicdanına, insan duygularına yönelik değeri, iyisi ile kötüsü ile, başa
gelen bütün olayları güvenle ve soğukkanlılıkla karşılamaktır. Yani kötü
olay karşısında ateş püskürmek, feryadı basmak ve ne de sevindirici olay
karşısında dengeyi kaybederek havalara uçmaktır. Okuyalım:
"Amaç kaybettiklerinize üzülmemeniz ve O'nun size
verdikleri yüzünden şımarmamanızdır."
Ufuk genişliği, büyük varlık alemi ile ilişki içinde
olmak, zaman boyutunun artı-eksi kutuplarını (ezel'i ve ebed'i)
düşünebilmek, yüce Allah'ın bilgisinde planlanmış ve evrenin tasarısında
değişmez bir yere konmuş olan olayları yerlerinde görmek; bütün bunlar gelip
geçen olaylar karşısında insan vicdanına genişlik, yücelik, dayanıklılık ve
direnç kazandırır; evrenin sürekli hareketine paralel biçimde hareket eden
insan varlığı, bu süreç boyunca önüne çıkan olayları rahatlıkla
değerlendirir.
Eğer insan kendini varlık aleminden ayrı düşünürse,
olayları küçük varlığına yönelmiş, süpriz darbeler olarak algılarsa üzüntüye
kapılır, kabına sığmaz olur ve o olayların oyuncağı olur. Ama eğer
kendisinin ve başkalarının karşılaştığı olayları, hatta tüm yeryüzünü tüm
evren organizmasının atomları olarak düşünürse, bu atomların eksiksiz ve
ayrıntılı bir plandaki yerlerinde olduklarını, birbirlerine bağlı bir bütün
oluşturduklarını kabul ederse, bütün bu varlıkların yüce Allah'ın bilgisinde
belirlenmiş, plana bağlanmış olduğunu idrak ederse, eğer insanın kafasına bu
düşünce ve bu bilinç yerleşirse bu plânın bütün gelişmelerini güvenle ve
olgunlukla karşılar. Hiçbir kayıp karşısında sendelemez, sarsılmaz; hiçbir
kazancın coşkusuna kapılıp kendini kaybetmez. Tersine olayların iç yüzünü
bilmiş, kavramış bir insanın hoşnutluğu ve gönüllülüğü içinde yüce Allah'ın
plânına ayak uydurur; onunla at başı giderken olup biten şeylerin, aslında
olması gereken şeyler olduğunun bilincinde olur.
Bu belki de çok az kimsenin tutturabileceği yüksek
bir derecedir. Fakat bu konuda sıradan müminlerden de şu kadarı isteniyor:
Sıkıntıların verdiği acılar ile sevinçlerin yol açtıkları mutluluklar onları
yüce Allah'a yönelme, iyi ve kötü günde O'nu hatırdan çıkarmama, hem
üzüntüde hem de sevinçte ölçüyü kaçırmama çerçevesinin dışına
çıkarmamalıdır. Nitekim sahabilerden İkrime şöyle diyor: "Herkes sevinir de,
üzülür de. Bu normal bir tepkidir. Fakat sevinci şükretmeye ve üzüntüyü
sabretmeye dönüştürün." Bu tutum, sıradan her müslümanın takınabileceği
islama özgü bir orta yoldur. Devam ediyoruz:
"Allah kendini beğenmiş, şımarıkları sevmez. Bunlar
hem kendileri cimrice davranırlar hem de başkalarına cimri olmayı
önerirler."
Acaba herşeyin plana bağlı olduğu gerçeği ile
şımarıklık ve kendini beğenmişlik arasında, sonra da şımarıklık ve kendini
beğenmişlikle cimrilik ve cimriliği önerme arasında ne gibi bir bağ, ne gibi
bir ilişki vardır? Bu bağ, bu ilişki şudur: Başına gelen herşeyin Allah'ın
işi olduğunun bilincinde olan kimse üstünlük taslamaz, kazancı yüzünden
şımarmaz, bunun yanısıra ne cimri olur ve ne de başkalarına eli sıkı olmayı
önerir. Fakat sözkonusu gerçeği kavrayış ve anlayış bozukluğu yüzünden sahip
olduğu malı, gücü, mevkii kendi öz kazancı sanan kimse üstünlük duygusuna
kapılır, varlığı yüzünden şımarır. Arkasından verirken eli titrer, cimrice
davranır ve tutumuna normallik kılıfı giydirebilmek için başkalarına da
cimri olmayı önerir. Devam ediyoruz:
"Kim hayr yapmaktan kaçınırsa bilsin ki, Allah
hiçbir şeye muhtaç değildir ve özü itibarı ile övgüye lâyıktır."
Kim hayır yolunda mal harcarsa kendisi için harcama
yapmış olur. Kim maddi fedakârlık yapma çağrısına uyarsa bu çağrıya kendi
yararı için uymuş olur. Yoksa yüce Allah zengindir, yoksul kulların hiçbir
şeylerine ihtiyacı yoktur. Bunun yanısıra O, özü itibarı ile "övülmüş"tür,
insanların övgüsünün O'na hiçbir katkısı olmaz.
TARİH SERAMONİSİ
Şimdi de surenin son bölümü karşısındayız. Bu
bölümde Hz. Nuh ve Hz. İbrahim'den başlayarak peygamberlik misyonunun
çizgisi ve bu inanç sisteminin tarihi kısaca sunuluyor. Bu özetlemede
peygamberlik misyonunun mahiyeti ve insanların dünyasına yönelik amacı
vurgulanıyor. Bu arada kendilerine daha önce kutsal kitap gönderilmiş olan
ümmetlerin, özellikle Hz. İsa'nın bağlılarının durumuna değiniliyor.
Okuyoruz:
25- Biz
Peygamberlerimizi kesin kanıtlarla gönderdik, insanlar arasında adil bir
düzen kurulsun diye onlarla birlikte kitabı ve ölçüyü indirdik. Ayrıca büyük
caydırıcılığı ve sertliği yanında insanlara yönelik birçok faydaları olan
demiri indirdik. Böylece kimlerin görmedikleri halde Allah'ı ve Peygamberi
destekleyeceklerini ortaya çıkarmak istedik. Hiç kuşkusuz Allah güçlü ve
üstün iradelidir.
26- Biz Nuh'u ve
İbrahim'i peygamber olarak gönderdik. İkisinin soyuna da peygamberlik ve
kitap verdik. Onların soylarından türeyenlerin bir bölümü doğru yola bağlı
kaldı, fakat çoğu yoldan çıktı.
27- Onların
arkasından ardarda diğer peygamberlerimizi gönderdik, bu arada Meryemoğlu
İsa'yı da gönderdik. O'na İncil'i verdik, bağlılarının kalplerine şefkat ve
merhamet duygusu aşıladık. Biz onlara aşırı sofuluğu farz kılmış değildik.
Bunu (akılları sıra Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için kendileri
uydurdular. Buna rağmen onun gereklerini yerine getirmediler. Biz onların
inananlarına ödüllerini verdik, Fakat çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.
Peygamberlik misyonu özünde aynıdır. Bu misyonun
taşıyıcıları olan peygamberler insanların karşısına açık delillerle
çıkmışlardır. Çoğu olağanüstü nitelikte mucizeler göstermiş, bazılarına
kutsal kitap indirilmiştir. Okuduğumuz ayetlerin ilkinde "onlarla birlikte
kitap indirdik" buyurulduğuna dikkat edelim. Görülüyor ki, bu ifade
peygamberlerin kendileri de, onlara indirilen kitap da bir sayılıyor. Bu,
peygamberlik misyonunun özü itibarı ile aynı olduğunu vurgulayan bir
ifadedir.
Yine aynı ayette peygamberlere kutsal kitabın
yanısıra "ölçü"nün de indirildiği belirtiliyor. Evet, bütün peygamberler
gerek yeryüzüne gerekse insanların hayatlarına değişmez ölçüler yerleştirmek
için gelmişlerdir. Bunun amacı şudur: İnsanlar davranışları, olayları,
nesneleri ve kişileri değerlendirirken bu değişmez ölçülere başvursunlar;
hayatlarını kişisel arzuların değişkenliğinden, mizaçların çatışmasından,
çıkarların çelişmesinden kurtulmuş, sağlam bir temel üzerine oturtsunlar.
Peygamberlerin getirdikleri değişmez ölçüler hiç kimseye ayrıcalık tanımaz.
Çünkü onlar herkes için aynı ilahi kaynaklı "hak" terazisini kullanırlar.
Hiç kimsenin hakkını yemeye de kalkışmazlar. Çünkü yüce Allah herkesin
Rabb'idir.
Kişisel arzuların savaşında, ihtirasların
kasırgaları ortasında, kıskançlıkların ve bencilliklerin arenasında
insanları sosyal kasırgalardan, zelzelelerden, bunalımlardan ve
çalkantılardan koruyabilecek olan tek güvence, yüce Allah'ın peygamberlere
indirdiği değişmez ölçülerdir.
Ortada mutlaka insanların her konuda başvuracakları
değişmez bir ölçü sistemi olmalı ve insanlar bu ölçülerin terazisinde hakkı,
adaleti ve kayırmacasız insafı bulabilmelidirler. Okuduğumuz ayette bu amaç
"insanlar arasında adil bir düzen kurulsun diye" cümleciğinde ifade
ediliyor. Yüce Allah'ın sisteminde ve şeriatında köklü bir yeri olan bu
değişmez ölçüler olmadan insanlar adaleti bulamazlar. Bulsalar da onun
terazisinin denkliğini koruyamazlar. Çünkü o terazi cahilliklerin, şahsi
arzuların rüzgarları önünde her an için sarsılma tehlikesi ile karşı
karşıyadır. Devam ediyoruz:
"Ayrıca büyük caydırıcılığı ve sertliği yanında
insanlara yönelik birçok faydaları olan demiri indirdik. Böylece kimlerin
görmedikleri halde Allah'ı ve Peygamberi destekleyeceklerini ortaya çıkarmak
istedik."
Bu ayette "demiri indirdik" deyiminin bir başka
benzeri "size sekiz hayvan çifti indirdik" ayetinde görülüyor. (Zümer
suresi, 6) Her iki ifade de yüce Allah'ın nesneleri ve olayları yaratmaya
yönelik iradesine ve planına işaret eder. Gerçekten demir, yüce Allah'ın
planı ve tasarısı uyarınca yeryüzüne inmiştir. Ayrıca bu deyim, ayetin
havasına da uyuyor. Çünkü ayetin genel havası "kitap" ve "ölçü" indirmeyi
yansıtır. Başka bir deyimle yüce Allah'ın yarattığı herşey "kitap" gibi,
"ölçü" gibi plâna bağlı olarak yaratılmıştır.
Yüce Allah'ın indirdiği bu demir madeninde "büyük
bir caydırıcılık ve sertlik vardır". Bu maden sadece savaşlarda değil, barış
zamanında da bir güç kaynağıdır. Çünkü "onda insanlara yönelik birçok
faydalar vardır." Günümüzde uygarlık neredeyse tümü ile demir-çeliğe
dayanır. Acaba demiri insanlığın yararına sunmanın amacı nedir?
"Böylece kimlerin görmedikleri halde Allah'ı ve
Peygamberi destekleyeceklerini ortaya çıkarmak istedik."
Bu ifadede silahlı cihada işaret ediliyor. Bu
işaret, bedeni ve malı fedakârlık konusunu işleyen bu surenin son derece
uygun bir yerinde karşımıza çıkıyor. Yüce Allah'ı görmeksizin desteklerken
ve O'nun Peygamberine arka çıkanlardan sözeden bu ifadeyi, Allah'ı ve
Peygamberi desteklemenin ne anlama geldiğini açıklayan bir değerlendirme
cümlesi izliyor. Kolayca anlaşılabileceği gibi bu destek, yüce Allah'ın
sisteminin ve çağrısının safında yeralmak anlamını taşır. Yoksa yüce Allah
insanların hiçbir desteğine, hiçbir yardımına muhtaç değildir. Sözünü
ettiğimiz değerlendirme cümlesi şudur:
"Hiç kuşkusuz Allah, güçlü ve üstün iradelidir."
Peygamberlik misyonunun özü, kitabı ve değişmez
ölçüleri bakımından bir olduğu açıklandıktan sonra şimdi de bu misyonun
taşıyıcıları açısından da bir olduğu belirtiliyor. Çünkü bu misyonun
taşıyıcıları olan peygamberler Hz. İbrahim ile Hz. Nuh'un soyundan
geliyorlar.
"Biz Nuh'u ve İbrahim'i peygamber olarak gönderdik.
İkisinin soyuna da peygamberlik ve kitap verdik."
Bu soy ağacı iri-uzun gövdeli ve sık dallı tek bir
ağaçtır. Peygamberlik görevini ve kutsal kitabı bu soy elden ele iletmiştir.
Bu soy ağacı, insanlık tarihinin şafağını simgeleyen Hz. Nuh ile başlayarak
Hz. İbrahim'e kadar uzar. Sonra bu ağaç dal vererek uzamasını sürdürmüş ve
zamanla irileşerek peygamberlerin sonuna kadar uzayan bu daldan çok sayıda
peygamberler gelmiştir.
Fakat bu peygamberliklere ve bu kutsal kitaplara
muhatap olan insanlık kuşakları aynı şekilde özdeş ve homojen
olamamışlardır.
"Onların soylarından türeyenlerin bir bölümü doğru
yola bağlı kaldı, fakat çoğu yoldan çıktı."
Bu ifade peygamber tarihinin, bu ilahi çağrı
akımının kısa bir özetidir.
Bu zincirin sonlarına doğru Hz. İsa ortaya çıkıyor:
"Onların arkasından ardarda diğer peygamberlerimizi
gönderdik. Bu arada Meryemoğlu İsa'yı da gönderdik."
Yani Hz. Nuh ile Hz. İbrahim'in ardından öbür
peygamberleri gönderdik. Demek ki, peygamberlik süreci ardışık halkalardan
oluşmuş uzun bir zincirdir. Meryemoğlu Hz. İsa bu zincirin sona yakın bir
halkasıdır.
Şimdi de Hz. İsa'nın bağlılarının belirgin bir
özelliğine parmak basılıyor. "O'nun bağlılarının kalplerine şefkat ve
merhamet duygusu aşıladık." Bu şefkatli ve merhametli insanlar Hz. İsa'nın
çağrı kampanyasının, hoşgörülü kişiliğinin, tutkulardan arınmış ruhunun ve
aydın gönlünün doğal ürünü olarak ortaya çıkmışlardı. Şefkatlilik ve
merhametlilik, Hz. İsa'nın mesajını onaylayan, O'na gerektiği gibi bağlanan
"müminler"in son derece bariz bir özelliği olmuştu: Bu özelliğe Kur'an'ın
başka ayetlerinde değinildiği gibi tarihte de canlı örneklerine
rastlanmıştır. Mesela Habeşistan İmparatoru Necaşi, Necra heyeti ve islamın
ortaya çıktığı günlerde bu dine girmek arzusu ile Peygamberimiz ile
görüşmeye gelen diğer hristiyan heyetler, bu örneklerin başlıcalarıdır.
Onların bu tutumları Hz. İsa'ya gerçekten bağlandıkları günlerin birikimi
olarak kalplerine yerleşen "hak" sermayesinden kaynaklanıyordu.
Şimdi de Hz. İsa'nın bağlılarının bir başka tarihi
özelliklerine dikkat çekiliyor.
"Biz onlara aşırı sofuluğu farz kılmış-değildik.
Bunu (akılları sıra) Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için kendileri
uydurdular."
Bu ayetin en çok benimsenen açıklaması şöyledir:
Hristiyanlık tarihi boyunca görülen aşırı sofuluk geleneği, orjinal terimi
ile "ruhbanlık" kurumu ,
Hz. İsa'nın bazı bağlılarının tercihi olarak ortaya
çıkmıştır. Onlar akılları sıra yüce Allah'ın hoşnutluğunu elde etmek ve
hayatın yozlaştırıcı unsurlarından uzakta kalabilmek için bu geleneği
benimsemişlerdi. Yüce Allah onlara işin başında böyle bir zorunluluk
yüklememişti. Fakat onlar bu yaşama biçimini kendi tercihleri ile seçip
kendilerine empoze ettikten sonra yüce Allah karşısında bir taahhüt altına
girmiş oldular. Bu taahhüdün gereği olarak seçtikleri yaşama biçiminin
ilkelerine uymaları, gereklerini yerine getirmeliydiler. Bu gereklerin
başlıcaları ruhsal arınma, dünyaya önem vermeme, kanaatkârlık, eletek
temizliği, Allah'ı sürekli anmak ve ibadet etmekti. Böylece ruhlarını her
türlü ihtirastan arındırıp varlıklarını tümü ile Allah'a adayacaklardı,
kendi tercihleri ile seçtikleri bu aşırı sofuluğun onların kafasındaki amacı
buydu.
Fakat bu gelenek uygulamada amacından uzaklaştı,
çoğunlukla birtakım ruhsuz törenlere ve biçimsel şenliklere dönüştü. Çoğunda
içerikten yoksun resmi kılıklar ve içtenlikten uzak görüntülere büründü.
Amaç edindiği yükümlülüklere bağlı kalanlar parmakla sayılacak kadar az
oldu. Devam edelim:
"Buna rağmen onun gereklerini yerine getirmediler.
Biz onların inananlarına ödüllerini verdik, fakat çoğu yoldan çıkmış
kimselerdir."
Yüce Allah'ın insanların ne dış görünüşlerine ve
biçimlerine ne de cafcaflı törenlerine ve yaldızlı üniformalarına bakar.
Allah insanların ancak davranışlarına ve niyetlerine bakar. Onları
duygularının ve davranışlarının özü üzerinden hesaba çeker. Çünkü O
kalplerin en saklı duygularını ve gönüllerin özünü bilir.
Bu hızlı çekimli tarihi gösteriyi müminlere yönelik
son sesleniş izliyor. Onlar Allah'a çağrı kampanyasının uzun tarihi boyunca
peygamberlere inananlarca oluşturulan zincirin son halkası ve mirasçısı
oldukları ilâhi mesajını kıyamet gününe kadar ayakta tutacak olan müminler
topluluğudurlar.
28- Ey müminler,
Allah'tan korkunuz ve Peygambere inanınız ki, O size vereceği rahmeti ikiye
katlasın, size yolunuzu aydınlatacak bir nur bağışlasın, günahlarınızı
affetsin. Çünkü Allah affedici ve merhametlidir.
29- Böylece
yahudiler ile hristiyanlar bilsinler ki, Allah'ın lütfu kendi tekellerinde
değildir. Lütuf O'nun elindedir, dilediğine verir onu. Allah büyük lütuf
sahibidir.
Onlara yönelik seslenişin "Ey müminler" diye
başlaması dikkat çekicidir. Bu sesleniş, onların kalplerine yönelik bir
okşama, imanlarını bilemeyi amaçlayan bir vurgu, imanı gerektiği gibi
korumaya çağıran bir hatırlatma, Rabb'leri ile aralarındaki ilişkiyi
geliştirmeye teşvik eden bir uyarıdır. O Rabb'leri ki, kendilerine böylesine
nazik ve cana yakın bir dille sesleniyor. O'nunla aralarındaki bağ olan
"iman" adına kendilerini yüce zatından çekinmeye ve Peygamberini onaylamaya
çağırıyor. Böylece onlardan istenen imanın özel anlamlı bir iman olduğu
anlaşılıyor. Bu "iman" terimi ile imanın gerçek anlamı ve ondan doğacak olan
sonuçlar kastediliyor. Evet, Allah'tan korkunuz ve Peygambere inanınız ki;
"O size vereceği rahmeti ikiye katlasın."
Yani size vereceği rahmet payını iki katına çıkarır.
Bu son derece düşündürücü ve duygulandırıcı bir ifadedir. Çünkü yüce
Allah'ın rahmeti parçalanmaz bir bütündür ve insana dokunur dokunmaz hemen
etkisini gösterir. Fakat bu ifade, yüce Allah'ın bağışlayacağı rahmete
süreklilik ve akış coşkunluğu anlamı katmaktadır. Devam ediyoruz:
"Size yolunuzu aydınlatacak bir nur bağışlasın."
Bu nur, yüce Allah'ın korkusunun bilincinde olan ve
Peygamberine gerçek anlamda inananların kalplerine doğrudan sunacağı bir
bağıştır. Bu bağışın ışığı sayesinde sözkonusu kalpler aydınlanırlar;
perdelerin ve engellerin gerisindeki biçimlerin ve görüntülerin ötesindeki
gerçeği görebilir. O zaman yürürken tökezlemezler, yan yollara sapma
tehlikesinden kurtulurlar. Evet "yolunuzu aydınlatacak bir nur". Devam
ediyoruz:
"Günahlarınızı affetsin. Çünkü Allah affedici ve
merhametlidir."
Çünkü insan ne olursa olsun, kendisine ne kadar nur
bağışlanmış olursa olsun, insandır. Ne kadar gideceği yolu bilirse bilsin
yine de yanılabilir, yanlış adım atabilir. Bu yüzden bağışlanmaya muhtaç
duruma düşebilir. İşte o zaman Allah'ın rahmeti imdadına yetişiverir. "Çünkü
Allah affedici ve merhametlidir."
Evet "Ey müminler, Allah'tan korkunuz ve Peygambere
inanınız ki", Allah'ın size vereceği rahmetin iki katını elde edesiniz,
yolda yürürken önünüzü aydınlatacak bir nura kavuşasınız ve eğer bir günah,
bir hata işlerseniz, O rahmeti ile imdadınıza koşsun. Bir de şu var:
"Böylece yahudiler ile hristiyanlar bilsinler ki,
Allah'ın lütfu kendi tekellerinde değildir. Lütuf O'nun elindedir,
dilediğine verir onu."
Bilindiği gibi yahudiler ile hristiyanlar
kendilerinin "Allah'ın seçilmiş halkı", "Allah'ın çocukları ve sevdikleri"
olduklarını ileri sürüyorlar ve akılları sıra bu iddialarını perçinlemek
için şöyle diyorlar:
"Yahudi ya da hristiyan olunuz ki, doğru yolu
bulasınız." (Bakara suresi, 135')
"Yahudilerden ve hristiyanlardan başka hiç kimse
cennete giremeyecek. " ( Bakara suresi, 111)
İşte yüce Allah, yahudilerin bu asılsız
kuruntularına karşılık müminleri rahmetini, cennetini, lütfunu ve
bağışlamasını hakketmeye çağırıyor. Böylece yahudiler ile hristiyanlara
anlatmak istiyor ki; Allah'ın lütfuna el koyamazlar, lütuf O'nun elindedir,
dilediklerine verir onu; O'nun lütfu ve herhangi bir millete özgüdür, ne
herhangi bir grubun tekelindedir ve ne de az ve sınırlıdır; çünkü "Allah
büyük lütuf sahibidir."
Müminleri Allah'ın rahmeti ve cenneti uğrunda
yarışmaya çağıran, yüreklendirici bir teşviktir bu. Sure bu çağrı ile
noktalanıyor. Bu bitiş surenin tüm içeriği ile ve akışı boyunca tekrarlanan
kalplere yönelik seslenişlerle uyumlu bir sondur. Bilindiği gibi bu
seslenişlerde kalplerden imanlarına gerçeklik kazandırmaları, Rab'lerinden
korkmaları, imanlarının bedeni ve mali yükümlülüklerini içtenlikle yerine
getirmeleri istenmişti.
İmdi, bu sure insanların kalplerine nasıl
seslenileceğini, onların etkileyici bir üslupla nasıl coşturulacaklarını
gösteren bir Kur'an örneğidir. Başlangıcı ile, akışı ile, bitişi ile,
müzikal vurguları ile, tabloları ile, çağrışımları ile, konusunu işleme
yöntemi ile, bütün bu yönleri ile, bu dinin mesajını insanlara duyurmayı
üstlenen dava adamları için orjinal bir derstir. Dava adamlarına insanlara
nasıl sesleneceklerini, uyuşuk insan fıtratını nasıl uyandıracaklarını ve
kalpleri nasıl harekete geçireceklerini öğretiyor.
Bu sure kalplerin yaratıcısının, Kur'an'ın
indiricisinin ve bütün evreni bir plân uyarınca yaratanın verdiği kutsal bir
derstir. İyi yetişmiş, başarılı dava adamları bu ilahi medreseden diploma
almalıdırlar.
HADİD SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.