69-Hakka
1- Elbette
gerçekleşecek olan
2- Nedir o muhakkak
gerçekleşecek olan
3- O gerçekleşecek
olanı sana bildiren nedir?
Surenin çoğunluğunu, kıyamet sahneleri ve olayları
oluşturuyor. Diğer yandan sure kıyametin adıyla başlamakta ve onunla
adlandırılmaktadır. Önceden değindiğimiz gibi, o hem anlamı ve hem de ses
tonu gözetilerek seçilen bir addır. El Hakka: "Bir şey oluşur oluşmaz, ona
bağlı olarak gerçeğin açığa çıkması yahut, oluşur oluşmaz hükmü gereği
insanlar üzerinde işleve geçmesi veya oluşur oluşmaz onda hakkın varlık
kazanması" anlamlarınadır. Hepsi de surenin yönelimi ve konusuna uyum
gösteren ve meseleye kesin biçimde açıklık getirici anlamlardır. Diğer
yandan o; ses tonuyla onda saklı olan bu anlama paralel belirli bir vurgu
ortaya koyarak onunla hedeflenen havanın oluşmasına katkı sağlamakta ve
yalanlayıcıların dünyada ve ahirette başlarına geleceklere açıklık
getirmektedir.
Surenin havası; ürkünçlük ve korku havası olduğunun
yanında, tümüyle ciddiyet ve katı tutum havası olup hisse ilahi güce ilişkin
bilinç veriyor. Diğer yönden de bu güç karşısında insan varlığının
güçsüzlüğü ve o gücün insanı; peygamberlerin hak, akide ve şeriata ilişkin
getirdikleri ile gerçeklik kazanan, Allah'ın insanlık için seçtiği hayat
sisteminden sapması veya ona karşı lakayt davranması durumunda dünya ve
ahirette yakaladığını ifade ediyor. Çünkü o hayat sistemi, savsaklanmak,
değiştirilmek için değil; uyulmak, saygı gösterilmek, çekingenlik ve önemle
karşılanmak için inmiştir. Aksi takdirde ezici bir yakalayış ve
korkunçluklar tepede beklemektedir.
Suredeki sözler, ses tonları, anlamları, cümlede bir
araya gelişleri ve cümlenin delaleti hepsi bu havanın oluşturulması ve
tasvir edilmesine iştirak etmekteler. Sure görünürde yüklemi olmayan
"Gerçekleşen" sözü ile başlıyor. Onu, bu büyük olayın mahiyetini büyük ve
korkunç görme imajı ile yüklü bir soru izliyor: "Nedir o gerçekleşen?"
Ardından bu büyük ve korkunç imajını karşıdakini bilgisizlikle ayıplama ve
meseleyi bilgi ve kavrama sınırlarının dışına çıkararak daha da artıyor:
"Gerçekleşenin ne olduğunu nereden bileceksin?"
Sonra bu soruya cevap vermeden susuyor. Muhatabı,
bilmediği ve bilmesine elverişli olmayan bu ulu ve korkunç görülen meselenin
önünde öylece bırakıyor. Çünkü o bilgi ve kavrayışın üzerindedir.
Sonra o meseleyi yalanlayan ve yalanlayanların karşı
karşıya kaldıkları helak edici yakalanışları; bu meselenin yalan götürmez
ciddiyeti ve onu yalanlamada ısrar edenlere kurtuluş olmadığına ilişkin söz
başlıyor: '
4- Semûd ve Âd,
mutlaka patlak verecek olan kıyameti yalan saydılar.
5- Böylece Semûd
korkunç bir sesle yıkıma uğratıldı.
6- Âd'a gelince
onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile yıkıma uğratıldı.
7- Onu, yedi gece ve
sekiz gün, aralık vermeksizin onların üzerine musallat etti. Öyle ki, o
kavmi, orada içi kof hurma kütükleriymiş gibi onların çarpılıp yere
yıkıldığını görürsün.
8- Şimdi onlardan
hiç arta kalan görüyor musun?
Bu "el-Kâri'a" kıyamet için yeni bir isim. Bu kelime
gerçekleşme yanında çarpma anlamı da taşır. O ok ucundan türetilmiştir. O
delicidir. "El-Karğ", sert cisme benzeri ile vurup oymak, delmek
anlamınadır. Kıyamet (Kâri'a) de kalpleri korku, evreni ise yıkımla delecek
oyacaktır. Kelime ses tonu ile de sallayıp sarsmakta, delmekte,
korkutmaktadır. Semud ve Ad kavimleri onu yalanlamışlardı. Şimdi
yalanlamanın nasıl olduğuna bakalım:
"Semud'a gelince, azgın bir vak'a ile helak edildi:
'
Başka ziyaretlerde de anlatıldığı gibi, Semud kavmi,
hicazın kuzeyinde Şam'la Hicaz arasındaki örelerde yaşarlardı. Kur'an'ın
başka yerde belirttiği üzere yakalanışları sesle oldu. Kur'an burda sesin
adını bırakıp niteliğini veriyor: "el Tâgiye" (azgın). Nedeni, bu niteliğin
surenin havasına uygun düşen ürkünçlüğü artırması ve söylenişinin bu
kesimdeki durakların vurgusuna uyum göstermesi. Semud kavmi konusunda onları
üst üste yığıp bürüyen, yok eden yalnız bu mucizeyi hatırlatmakla yetiniyor.
Ad kavmi konusunda ise; onun uğradığı felaketin
ayrıntısına inerek sözü uzatıyor. Felâketin darbesi etkinliğini koruyarak
yedi gece, sekiz gün devam ediyor. Oysa Semud'un uğradığı felaket çok çabuk
olmuş bitmişti. Normal ölçüleri aşan bir ses duyulmuş olay tamamlanmıştı:
"Ad kavmi ise uğultulu, azgın bir kasırga ile helâk edildi." Metinde geçen
"el-rîh el-sarsar" çok soğuk rüzgar anlamınadır. Sözlerin söylenişi ile
rüzgarın eserken çıkardığı sesi veriyor. Kur'an azgınlık niteliğini de
vererek, rüzgarın etkinlik havasını artırıyor ki; Ad kavminin Kur'an'da
başka yerlerde dile getirilen zorbalığı ile uyumlu olsun. Onlar arap
yarımadasının güneyinde Yemen'le Hadramevt arasında kum tepeleri üzerinde
otururlardı. Çok zorba ve saldırgandılar. İşte tutumlarına uygun düşen sert,
soğuk rüzgar onlara; "Allah onu, yedi gece sekiz gün ardı ardına onların
üzerine musallat etti." "El-Husum", keskin ve özelliği sürekli anlamınadır.
ifadede `yedi gece sekiz gün' olarak belirlenen bu uzun zaman sürecinde
devam eden yıkıcı uğultulu kasırganın görünümünü çizdikten sonra; göz önünde
duran görünüme dikkat çekiyor: "O kavmi orada, içi boş hurma kütükleri gibi
yere serilmiş görürsün." İşte görüyorsun .. İşte görüyorsun manzara ortada
duruyor... Anlatım, kalıcılık sağlaması için onu ısrarla hisse sunuyor;
"yere serilmiş".... Kavim tümüyle etrafa serpilmiş olarak yere dağılmış
durumda. Sanki, içleri yenilip boşalarak kökleri ve gövdeleriyle yere
serilmiş hurma kütükleri. Kuşkusuz bu apaçık gözönüne dikilen bir sahne.
Yıkıcı, uğultulu kasırganın ardında kalan hazin hareketsiz bir sahne.
"Onlardan hiç geri kalan görüyor musun? Hayır!.." Onlardan hiç geri kalan
yok!.
Ad ve Semud kavimlerinin durumu bu. Bu, aynı zamanda
onların dışındaki yalanlayanların da durumudur. Gelen iki ayette konuyla
ilgili çeşitli olaylar özetleniyor:
9- Firavun, ondan
öncekiler ve yerle bir olan şehirler o hata ile geldiler.
10- Böylece
Rablerinin elçisine isyan ettiler. Bu yüzden onları, şiddeti gittikçe artan
bir yakalayışla yakaladı.
Firavun Mısır'da yaşardı -sözü edilen Musa'nın
çağdaşı olan Firavun- O'ndan öncekilerin ayrıntısına girilmiyor.
"El-Mu'tefikât" ile Lût kavminin yıkılmış kentleri kastediliyor. Kelime,
yalana uyanlar veya alt üst olanlar anlamınadır. ifade bunların hepsinin
yaptıklarını "Hepsi günahkardı" sözüyle özetliyor. "Rabblerinin elçisine
karşı geldiler." Onlar çok sayıda peygambere karşı geldiler. Fakat, o
peygamberlerin gerçeklikleri ve mesajlarının özü bir olduğundan; Kur'an
onları bir tek gerçeği temsil eden bir peygamber olarak dile getiriyor. Bu,
Kur'an'ın ilham veren eşsiz değinilerinden birini oluşturuyor. Surenin
havası ile uyumlu bir korkunçluk ve keskinlik hissettiren söylem içinde özet
olarak onların sonlarım da dile getiriyor: "O da onları şiddeti gittikçe
artan bir yakalayışla yakaladı."
Gittikçe şiddetlenen, her şeyi örtüp saran... Kelime
"gittikçe şiddetlenen" anlamı ile ayrıntıya girmeyen anlatımın korku salan
havasıyla uyum gösterdiği gibi; "râbiye" olan söylenişiyle de "tagiye" olan
Semud kavmi ve "âtiye" olan Ad kavminin yakalanışlarının isimlerine uyum
göstermektedir.
Sonra tufan ve akıp giden gemi tablosunu çizerek,
Nuh kavminin yakalanıp yokedilişlerine dikkat çekiyor. Aynı zamanda,
türedikleri atalarının kurtarılışlarına değinerek onlara sunduğu nimeti
hatırlatıyor. Fakat onlar bu nimete karşılık şükretmemişler ve bu büyük
mucizelerden ibret almamışlar.
11- Sular kabarınca
biz sizi akıp giden (gemide) taşıdık ki;
12- Onu size bir
ibret yapalım ve belleyen kulaklar onu bellesin.
Taşan su ve azgın su üzerinde akıp giden gemi
sahneleri surenin verdiği diğer sahneler ve çağrışımlarla uyum halindedir.
Yine bunun gibi, "câriye" ve "vâiye"nin ses tonu da, bu bölümdeki kafiyenin
vurgusu ile uyum içinde. Şu değinideki etkinlik ne eşsizdir: "Ki onu size
bir ibret yapalım, belleyen kulaklar onu bellesin:' Bu; tüm geçen uyarılar,
günahta ısrar edenlerin karşı karşıya kaldıkları sonlar, tüm geçen
mucizeler, öğütler ve bu gafillerin atalarına lutfedilen Allah'ın bu
nimetlerine rağmen; dini yalanlayan donuk kalblere ve işitme yoksunu
kulaklara etki edebilecek nitelikte bir ifade.
Bu insanı ürperten helak edici keskin sahnelerin
korkunçluklarının tümü; yalanlayanların cezalandırılışı görmelerine rağmen,
yalanlayıcıların yalanladığı en büyük korkunçluğun, kıyametin korkunçluğunun
yanında küçük önemsiz kalır.
insanı ürperten boyutlarına rağmen, günahkar
kavimlerin cezalandırılışlarındaki korkunçluklar; o önemli toplama gününün
sınırsız vurgusu ile kıyaslandığında sınırlı önemsiz kalacaklardır kuşkusuz.
Bu girişin ardından burda, o günün korkunçluklarını açarak konunun sunuşunu
tamamlıyor. O günün korkunçlukları sanki önceki sahneleri küçük bırakan
tamamlayıcılardırlar:
13- Sura birinci
üfleme üflendiği,
14- Yer ve dağlar
yerlerinden kaldırılıp bir çarpışla birbirlerine çarpıldığı zaman,
15- İşte o vak'a
olmuştur.
16- Gök yarılmış, o
gün o; zayıflamış sarkmıştır.
17- Melekler de onun
kenarlarındadır. O gün Rabblerinin tahtını, bunların da üstünde sekiz
(melek) taşır.
Biz, kıyamet günü sur'a üfleneceği, onun ardından bu
olayların oluşacağına inanır, bunun dışında bu konuda ayrıntıya girmeyiz.
Çünkü bunun ötesindekiler duyularla erişilemeyecek şeylerdir. Biz onlara
ilişkin bu özet nasların benzerlerinin dışında bir kanıta sahip değiliz. Bu
özetin ayrıntısına inmeyi sağlıyacak başka bir kaynağımız da yoktur. Zaten
ayrıntı nassın hikmetine bir katkı sağlamaz. Bunun ötesine uzanmaya
çalışmak, esasen yasaklanmış olan "zan"nın peşine takılmaktan başka bir şey
olmayan boş bir iştir.
Sur'a ilk üfürme, üfürülür üfürülmez bu korkunç
olaylar o üfürülmeyi izleyecekler: "Yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir
çarpışla birbirine çarpıldığı zaman". Yerin ve dağların yerlerinden
kaldırılmaları, sarsılmaları ve Ortalığın altını üstüne getiren bir çarpışla
birbirine çarpılmaları sahnesi insanı ürperten bir sahnedir. İşte insanın,
ayaklarının altında dengeli iken üzerinde güven içinde gezdiği yer; İşte
insanı heybetleri ile, kararlılıkları ile ürperten yerlerine sağlam tutunmuş
dağlar, bu durumlarına rağmen yerlerinden kaldırılıp çocuğun elindeki top
gibi birbirlerine çarpılmaktalar. Kuşkusuz, bu, insana o benzersiz günde
görülecek bu kadir güç yanında, kendi dünyasının küçüklüğünü hissettirecek
bir sahnedir.
Surenin "İşte o gün o vak'a olmuştur" sözleriyle
değindiği meselenin zamanı; Sur'a bir üfürülüşle üfürülüp yer ve dağlar
kaldırılıp bir çarpışla birbirine çarpıldıkları zamandır. Ayette geçen;
"vâkı'a": "hâkka" ve "kâri'a" gibi kıyametin isimlerinden bir isimdir. O
kıyamet oluşacaktır. Çünkü oluşması gereklidir. Yapısı ve gerçekliği gereği
oluşacak olmasıdır. O, kıyametin gerçekliği konusunda kuşkulanma ve onu
yalanlama durumlarına karşı seçilmiş belirli bir etkileme gücü içeren bir
isimdir.
Korkunçluk, yer ve dağların kaldırılıp bir çarpışla
birbirine çarpılmalarının oluşturduğu korkunçlukla sınırlı kalmıyor. O
korkunç günde gök de kurtulacak değil:
"Gök yarılmıştır, o gün o, zayıflamış sarkmıştır."
Biz Kur'an'daki `sema' (gök) kelimesi ile neyin
kastedildiğini, kanıtlanır olarak bilmiyoruz. Fakat, bu eşsiz günde oluşacak
evrensel olaylara değinen bu ve diğer nasların tümü, o gün bu görünen
evrenin düğümünün çözüleceği; bu, duyarlı, göz kamaştıran sistem içinde
tutulmasını sağlayan koruyucu unsurlar ve bağlantıların bozulacağı, düzen
içinde yaşamını sağlayan yasaların bağlayıcılığından kurtulmasının ardından
parçalarının dağılacağına işaret etmekteler.
Günümüz astronomi bilginlerinin; salt bilimsel
mülahazaları ve bu evrenin yapısına ilişkin çok az olan bilgilerine
dayanarak; evrenin sonu olacağını söyledikleri ortamın biraz Kur'an'ın
söylediğine benzemesi, kıyametin gerçeğine ilişkin garip bir rastlantıdır
belki de...
Bize gelince, kesin Kur'anî naslar aracılığı ile
diğer her şeyden ilgiyi kesen bu sahneleri neredeyse adeta seyrediyoruz. O
naslar özet olup genel birşeye işaret ediyorlar. Biz bu nasların işaret
ettiği yerde duruyoruz. Çünkü onlar bize göre durumun mahiyetine ilişkin
yegane güvenilir haberlerdir. Çünkü onlar, durumu oluşturan, yaratan,
yarattığını eksiksiz bilenden gelmedirler. Neredeyse biz evrene oranla toz
parçacığı gibi küçük olan yerin dağları bu kütleleri ile kaldırılıp
birbirine çarpılırken seyrediyoruz. Yine neredeyse, göğü parçalanmış,
sarkmış, yıldızları dağılmış sönmüş olarak seyrediyoruz. Bunların hepsine,
göz önündelermişcesine, tam bir etkinlikle sahnelenen canlı Kur'anî naslar
aracılığı ile ulaşıyoruz.
Sonra sahneyi Allah'ın celali kaplıyor; üfürüş,
çarpma, yarılma ve dağılmanın hisse yönelttiği gürültü ve kargaşa diniyor;
sahnede tek ve kâhir olanın tahtı beliriyor:
"Melekler de onun kenarlarındadır. O gün Rabbinin
tahtını, bunların da üstünde sekiz (melek) taşır."
Melekler yarılan göğün çevresinde, taht da onların
üstünde ve tahtı sekiz yaratık taşıyor... Sekiz melek veya onlardan sekiz
saf ya da tabakalarından sekiz tabaka veyahut ne olduklarını şu an için
sadece Allah'ın bildiği sekiz yaratık... Biz onların, kimler olduklarını
bilmiyoruz. Tahtın ne olduğu, nasıl taşındığı konusunda da bilgimiz yok.
Haklarında bilgimiz olmayan ve Allah'ın bize ulaşan bilgileri konusunda,
bizi sorumlu tutmadığı bu gaybleri oldukları gibi bırakıyor yorum
yapmıyoruz. Gayblerin, mahiyeti üzerinde durmadan onların ön plana
çıkmalarına neden olan eşsiz özelliklerine geçiyoruz ki; bizden istenen de o
özelliklerini iç dünyamızda özümlememizdir. Bu olayların dile getirilmesinde
gözetilen de; o benzersiz gün ve ortamda ortaya çıkacak olan sınırsız
güçlülük, varlıkların o güce baş eğmiş durumları ve kapıldıkları korkuyu
insan kalbine hissettirmektir.
18- O gün hesap için
huzura alınırsınız. Hiç bir sırrınız gizli kalmaz.
O gün her şey açığa çıkmıştır; cesed, nefis (ruh),
insanın iç dünyası, çalışması, akıbeti her şeyi. Sırları örten örtülerin
tümü düşmüş, nefis kabuğundan sıyrılmış, cesedler soyunmuş, gaybler dünyası
seyre açılmıştır. İnsan; biçimi, hile kurma, önlem alma yetenekleri ve
bilincinden soyutlanır, kendisinden bile gizlemeğe özen gösterdiği ayıpları
ortaya dökülür. Bu açıkta kalış; özellikle ileri gelenler için en acımasız,
mahşer kalabalığı karşısında en feci biçimde rusvay eden bir skandal durumu
olacaktır. Konuya Allah'ın nazarı açısından bakılacak olursa; O'nun için tüm
gizliler sürekli açık durumdadır. Fakat insan belki de bunun gerçek
bilincine varamamakta, toprağın örtülerine aldanmaktadır. İşte o insan
kıyamet gününde; her şeyinden soyutlanmış durumda Allah'ın bakışına herşeyin
açık olduğunu tam olarak kavrayacaktır. O gün evrende herşey görünür
durumdadır. Yer birbirine çarpılarak düzlenmiş, herhangi bir engebe
arkasında hiçbir şey gizlememektedir. Gök de yarılmış, sarkmış arkasında
hiçbir şey gizlememektedir. Cesedler soyulmuş olup hiç bir şey onları
örtmemektedir. Onlar gibi nefisler de açığa çıkmış olup kendilerinin dışında
ne örtü vardır ne de onlarda gizlenen bir sır kalmıştır.
Gaflet edilmemelidir ki, bu zor bir durumdur. Yerle
dağların birbirlerine çarpılmaları ve göğün yarılmasından daha zor bir
durumla karşı karşıya bırakacaktır insanı. İnsan orda; ceset, nefis,
duygular, tarih, yaptıklarının gizli kalan açığa çıkan hepsinden soyutlanmış
olarak, Allah'ın ve insan, cin ve melek yaratıkları topluluğunun önünde ve
Allah'ın celali tüm diğer yaratıkların üzerine kaldırılmış olan tahtının
altında kalakalacaktır...
Doğrusu insanın yapısı son derece karmaşıktır.
Psikolojik yapısı çeşitli kıvrımlar ve dehlizler içerir. Nefis, onlar
arasına gizlenerek; duyguları, arzuları, sürçmeleri, hatıraları, sırları ve
özellikleri ile örtünür. İnsan sümüklü böceğin, bir dürtü ile
karşılaştığında yaptığının daha mükemmelini yapar. Bilindiği gibi sümüklü
böcek bir dış etkiyle karşılaşır karşılaşmaz hızla kıvrılır, kıvrımları
arasına büzülür ve tamamen kendisine tutunur. Evet insan, bir gözün gizlice
kendine ait gizlediği bir şeyi keşfettiği ve bir bakışın kendisine ait gizli
bir dehlize ve gizli bir kıvrıma isabet ettiğini hissettiğinde sümüklü
böceğin yaptığının daha mükemmelini yapar. Herhangi bir kimsenin psikolojik
özgünlüklerinden birine vakıf olduğunu anladığında derinlerine batan
şiddetli acılar duyar...
O aynı yaratık; ceset, kalb, bilinç, niyet, iç
dünyasının her türlü örtüden soyutlandığı gerçek çıplaklık içine düştüğünde
durumu nasıl olur... O bu durumda Cebbar'ın tahtının altında, taşkın
kalabalığın önünde kalakaldığında hali nice olur?..
Dikkat edilmelidir ki bu, bunun dışında kalan her
durumdan daha acı bir durumdur!..
Sonra kurtulan ve azaba uğrayanların sahneleri
sunuluyor. Sahneler sanki ortada olup seyredilebilir biçimde veriliyor...
19- Kitabı sağından
verilen: "Alın kitabımı okuyun,
20- Ben hesabımın
inceleneceğini sezmiştim" der.
21- Artık o memnun
edici bir hayat içindedir.
22- Meyvelerin
devşirilmesi kolaydır.
23- Yüksek bir
bahçede ki,
24- Geçmiş günlerde
yaptığınız işlerden ötürü afiyetle yiyin için.
Kitabın sağdan, soldan arkadan alınması, maddi
gerçeklik de olabilir; arapların sağın hayırlı, solla arkanın şerli yanlar
saymalarına bağlı olarak arap dili ıstılahları çerçevesinde oluşan
klişeleşme de olabilir... Hangisi olursa olsun işaret edilen birdir.
Verilen görünüm bu zor günde kurtulanın görünümü. O
topluluk içinde taşkın bir sevinç içinde konuşuyor; sevinç psikolojisini
kaplayarak dilini etkisi altına alıyor ve bağırıyor: "alın kitabımı okuyun"
Sonra kolay kurtulacağını sanmadığını; hesabının inceleneceği beklentisinde
olduğunu sevinç içinde hatırlıyor... Hz. Aişe'den -Allah ondan razı olsun-
nakledilen hadiste de geldiği üzere Hz. Aişe: "Resulallah `Hesabı incelenen
azaba çarpılır' dedi. Allah; "O zaman kimin kitabı sağından verilirse o,
kolay bir hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecektir" demiyor
mu? Dediğimde; `Burada sözü edilen hesabın açıklanmasıdır, yoksa kıyamet
günü hesabı incelenip de, helak olmayacak kimse yoktur' dedi."(Buhari,
Tirmizi, Müslim, Ebu Davud)
İbn Ebî Hâtem, Ebî Osman'dan gelen şu hadisi
vermiştir: "Resulallah şunları söyledi: `Mü'mine kitabı Allah katından bir
örtü içinde sağından verilir. Hemen günahlarını okur; her bir günahını
okuyuşunda rengi değişir. Sonra iyiliklerine geçer onları okur, rengi geri
gelir. Ardından bakar ki, günahları iyiliğe dönüşmüş. İşte bu duruma
ulaştığında: "Alin kitabımı okuyun der".
Abdullah b. Hanzala'dan -cenazesi melekler
tarafından yıkanmış olan şehid nakledilmiştir: "Resulallah: `Allah kıyamet
günü kulunu durdurup kötülüklerini sahifesinin arkasından göstererek:
`Bunları sen mi yaptın?' der. O: `Evet ey Rabb' der. Allah ona: `Ben seni
onlarla rusvay etmeyeceğim, onları affettim' der. İşte bunun üzerine kul:
`Alin kitabımı okuyun, ben hesabımın inceleneceğini sezmiştim zaten der'
dedi."
El-Sahîli'de fısıldaşma konusu sorulduğunda; ibn.
Ömer'in şunları anlattığı yer alıyor: "Rasulullah'ın: `Kıyamet günü Allah,
kulu kendisine yaklaştırarak, tüm günahlarını itiraf ettirir. Kul helak
olduğu kanısına vardığında, ulu Allah: `Dünyada onları örtmüştüm, bugün de
bağışlıyorum' der. Ardından kulun iyiliklerini içeren kitabı sağından
verilir. Kafirler münafıklara gelince şahitler: Rabblerine karşı yalan
söyleyenler İşte bunlardır biline ki; Allah'ın lâneti zalimleredir' derler,
dediğini duydum."
Sonra, şahitlerin gözü önünde kurtulanlar için
hazırlanan nimetler açıklamıyor. Nimetlerin; o dönemde ayetlerin muhatabı
olanların durumuna uygun düşen somut nimetler oldukları görülüyor. Onlar
cahiliye ile yapılanmışlardı. içlerinden iman edenlerin üzerinden uzun bir
zaman geçmemişti ki, kavrayışları ona göre yapılansın ve nimetlerin her
türlü yararlanılacak şeyden daha üstün ve ince olanım ayırd edebilsinler.
"Artık o, memnun edici bir hayat içindedir. Yüksek
bir bahçede ki, meyvelerinin devşirilmesi kolaydır. Geçmiş günlerde
yaptığınız iyi işlerden ötürü âfiyetle yiyin için:'
"Sahiplerine "geçmiş günlerde yaptığınız iyi
işlerden ötürü âfiyetle yiyin için" hitabıyla onurlandırıcı iltifatla
sunulan nimetin bu türü. Ayrıca o, henüz duygular yücelip her türlü
yararlanılacak şeyden, Allah'a yaklaşmanın daha çekici olduğunu görecek
düzeye gelmelerinden önce; Allah'la bağlantı kurma dönemlerinin
başlangıcında bulunan Kur'an muhatablarının kavrayışlarının ulaşabileceği
türdür de... Bundan öte nimetin bu türü; insanlık tarihi boyunca birçok
nefsin ihtiyaçlarını karşılamıştır. Nimetin bu türünün dışında da birçok
türü olduğu açıktır.
25- Kitabı sol
tarafından verilen ise der ki: "Keşke bana kitabım verilmeseydi,
26- Şu hesabımı hiç
görmemiş olsaydım!
27- Keşke (ölüm
işimi) bitirmiş olsaydı!
28- Malım bana
hiçbir fayda vermedi,
29- Gücüm benden yok
olup gitti."
"Kitabı sol tarafından verilene gelince";
kötülükleri ile yakalanacağı ve azablandırılmaya gitmekte olduğunu anlamış;
bu taşkın kalabalık arasında üzüntü ve manevi çöküntü içerisinde: "Keşke
bana kitabım verilmeseydi! Şu hesabımı hiç görmemiş olsaydım! Keşke (ölüm
işimi) bitirmiş olsaydı! Malım bana hiçbir fayda vermedi! Gücüm benden yok
olup gitti" der.
Artık onunkisi; uzun bir bekleyiş, uzayıp giden
pişmanlık, ümitsizlik yansıtan terennümler ve can sıkıcı yorumlardır. ifade
bu bekleyişin sunuşunu; dinleyenin bu bekleyişin bir sona ulaşmayacağı, bu
sızlanma ve kederlenmenin sonsuzca uzayıp gideceği sanısına kapılacağı
ölçüde uzatmaktadır. Kişilerde bırakılmak istenen psikolojik etki
gözetilerek; anlatımın kimi durumlarda uzatılıp, kimi durumlarda kısa
tutulması sunuşun beğenilen türlerindendir. Burda, bu üzüntülü konumun
kavranması ve bu perişan durumun çağrışımı ile büyük belanın algıla olması
gözetildiğinden; söz, vurgu ve ayrıntılarla uzatıldıkça uzatılıyor. İşte o
bela ile karşı karşıya kalan bu zavallı; bu konuma gelmemiş, kitabı
kendisine verilmemiş, hesabını öğrenmemiş ve kıyametin geriye birşey
kalmamak üzere varlığını tümüyle yok etmiş olmasını temenni etmekte;
kendileri veya biriktirimi ile güç kazandıklarından hiçbir yarar görmediğine
vahlanmaktadır: "Malım bana hiçbir fayda vermedi. Gücüm benden yok olup
gitti." Artık, ne yarar sağlayacak mal var, ne de kalıcı veya koruyucu güç.
Durak sonundaki hareketsiz harfle onun önündeki elifle uzatmanın ardından
gelen illetli `y' üzerinde tınlayan uzayıp giden hazin ses de; üzüntü ve
ümitsizliği etkin biçimde ilham eden konumun yan öğelerinden biridir.
Bu uzayıp giden hazin ses; celâl, korku ve heybet
dolu yüce emir gelinceye kadar kesilmiyor:
30- Tutun onu,
bağlayın onu,
31- Sonra cehenneme
sallayın onu.
32- Sonra uzunluğu
yetmiş arşın olan zincire vurun onu!
Ne ürperti salan ürkünçlük! Ne öldürücü korku! Ne
bâriz güçlülük! "Tutun onu".
Bir emir ki, yüceler yücesinden geliyor. Dolayısıyla
tüm varlık hemen; bu zayıf, küçük, zavallıya karşı harekete geçiyor. Emir
karşısında yükümlü olanlar her yönden emri yerine getirmenin yarışına
giriyorlar. ibn. Ebi Hâtem'in el-Munhâl b. Amr'dan taşıma zinciri ile
naklettiği hadis, konuya ayrıntı getiriyor: "Ulu Allah: `Tutun onu'
dediğinde yetmiş bin melek konuşur. Onlardan bir melek: `Ateşe İşte böyle
yetmiş bin kez atılacak' der" Hepsi; kendinden geçmiş üzüntülü küçük
haşereye koşuşacaklar.
"Bağlayın onu: '
Hemen yetmiş bin melek ona yaklaşmış boynuna zinciri
vurmuştur. "Sonra cehenneme sallayın onu: '
Neredeyse ateşin onu nasıl kızarttığını, yaktığını
duymaktayız... "Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu: '
Bir arşın ateş zinciri onun için yeter de artar
bile! Fakat uzatma ve korkutmanın vurgusu `yetmiş'in söylenişi ve
görünümünden etkinlik kazanmaktadır. Gözetilen bu olsa gerektir...
33- Çünkü o Büyük
Allah â inanmıyordu.
34- Yoksulu
doyurmaya önayak olmazdı."
Onun kalbi Allah'a iman ve kullara acıma duygusundan
yoksundur. Dolayısıyla o kalb, bu ateş ve bu azabtan başkasına uygun
düşmez...
Kalbi Allah'a imandan boşalmış olan ölüdür,
haraptır, işlevsizdir, ışıktan yoksundur. O varlıkların en değersizidir.
Çünkü her şey inanmakta, Rabbini övmekte, varlığının kaynağı ile bağlantılı
yaşamaktadır. O ise; Allah'tan kopuktur. Buna bağlı olarak, Allah'a inanan
varlıktan da kopuktur.
Onun kalbi kullara acıma duygusundan boşalmıştır.
`Miskin' merhamete en çok gereksinimi olan kişidir; fakat onun kalbi,
miskinin problemlerinin çözümüne ilişkin doğal çağrıyı duymamaktadır. Onun
doyurulmasını izleyen bir adım olup, mü'minlerin birbirini özendirmeleri
biçiminde varlık bulacak toplumsal bir görevin varlığına işaret etmektedir.
Bu görev imanla güçlü bağlantılılık içinde olup nas ve hesap vermede onun
hemen arkasında yer almaktadır.
35- Bugün onun için
candan bir dost yoktur.
36- İrinden başka
yiyecek yoktur.
37- Onu (bile bile)
hata işleyenlerden başkası yemez.
Bunlar, bu bedbahtın sonuna ilişkin yüce duyurunun
tamamlayıcısı âyetler. O büyük Allah'a inanmaz, yoksulu doyurmaya önayak
olmazdı. Yaptıklarının yani başkaları ile ilgilenmemesinin sonucu olarak
şimdi yapayalnızdır: "Bugün onun candan bir dostu yoktur." Ona birçok şey de
yasaklanmıştır: "İrinden başka yiyecek yoktur." `Gislîn' cehennemdekilerin
irin ve cerahat sızıntılarıdır. O kalbi kullara merhametten boşalmış olan
cimrilere uygun "(Bile bile) hata işleyenlerden başkasının yemeyeceği" bir
yiyecektir. Yani günahkarlıkla nitelenenlerden başkası, o ise kuşkusuz
onlardandır.
Allah'ın bu şiddetle yakalanma, bağlanma, yakılma ve
cehennemde yetmiş arşınlık zincire vurulmaya müstahak kıldıkları; yukarıda
geçen günahları işleyenlerdir. Ve onların uğradığı azap türleri cehennemin
en etkin azap türlerindendirler. Bu takdirde; miskini doyurmayı yasaklayan,
çocukları kadınları ve ihtiyarları aç bırakan, kış soğuğunda bir lokma, bir
örtü için el açanları zorbalar gibi hırpalayanların durumu nasıl olacaktır?
Bunlar nereye gidiyorlar? Onlar yeryüzünde zaman zaman var olmaktadırlar.
Yoksulu doyurmaya önayak olmayanlara cehennemde böyle bir azab hazırladığına
göre; Allah'ın bunlar için hazırladığı nedir acaba!..
Bu etkin tablo burada sona eriyor. Belki de;
tablonun böyle korkunç görünümle verilmesinin nedeni; toplumun, tablonun
onları etkileyip sarsması, canlandırması için bu sert sahnelerin sunulmasını
gerektiren zorba, acımasız, inat kar yapısıdır. insanlığın düştüğü
cahiliyetler içinde bu tür toplumlar yinelenip durur. Aynı çağlarda haktan
etkilenen ince duygulu toplumlar da bulunabilir. Çünkü yeryüzü geniştir.
Bilinç düzeyleri ve psikolojik yapıların yeryüzündeki dağılımı farklıdır.
Kur'an, her düzeydeki insana ve nefse; ona etki eden, çağırdığında icabet
ettiğiyle hitab eder. Günümüzde yeryüzünün kimi bölgeleri öyle acımasız
kalbler, duyarlılığını yitirmiş psikolojik yapılar barındırıyor ki, onlara,
bu kelimeler gibi ateşten ve kural dışı sözler, etkin tasvirler ve bu
sahnelerden başkası etki etmez.
Surenin başından beri, ardı ardına gelen bu etkin,
korkunç sahneler dünya ve ahirette yakalanış sahneleri, geniş boyutlu
evrensel yıkım sahneleri, nefislerin çırılçıplak açıkta kalış sahnesi,
taşkın sevinç ve harap durumda vahlanma sahneleri gölgesinde..
Duyguları derinden etkileyen bu sahnelerin
gölgesinde; saygın elçinin getirdiği bu sözün gerçeğine ilişkin, kesin
tesbit geliyor. Onların kuşku, alay ve yalanlamayla karşıladıkları sözün
gerçeğini:
38- Yoo yemin
ederim; gördüklerinize
39- Ve
görmediklerinize ki,
40- O (Kur'an),
elbette şerefli bir peygamberin sözüdür.
41- O, bir şairin
sözü değildir. Ne de inanıyorsunuz!
42- Bir kâhinin sözü
de değildir. Ne kadar da az düşünüyorsunuz!
43- Kur'an alemlerin
Rabbinden indirilmiştir.
Mesele bu ölçüde, açık, kanıtlanır ve ortadayken;
yemine gereksinimi yoktur. Çünkü o; ne bir şairin şiiri, ne bir kâhinin
kehâneti ne de bir iftiracının iftirası değil bir gerçektir, haktan
gelmiştir. Hayır, o bu durumu ile asla yeminle takviye gereksiniminde
değildir.
"Yoo, yemin ederim; bildiklerinize ve
bilmediklerinize".
Bu üstündük, bu çaplılık ve görünenin yanında, saklı
gayb la sağlanan bu korkutma... Varlık, insanın gördüğünden çok daha
büyüktür, hatta kavradığından. insanın evrenden gördüğü ve kavradığı,
sınırlı küçük uçlardır sadece. Yerin imarı ve Allah'ın insanlar için
dilediği biçimde, orada hilafet etme ihtiyaçlarına cevap verecek ölçüdedir.
Yer bu büyük evren içinde neredeyse görülmez veya hissedilmez bir toz
taneciğinden başka bir şey değildir. İnsan, bu geniş mülkün durumu, sırları
ve varlığın yaratıcısının koyduğu yasalarından; görmesi ve kavraması için
kendisine tanınan sınırı aşma gücüne sahip değildir...
"Yoo, yemin ederim; gördüklerinize ve
görmediklerinize."
Bu gibi göndermeler; gözlerimi ve kavrama
sınırlarının ötesindeki özellikler, âlemler, görünmez, kavranmaz başka
sırlar olduğu konusunda kalbi açmakta, bilinci uyarmakta, böylece evren ve
gerçeğine ilişkin insan tasavvurunun ufukları genişlemektedir. Bu da,
insanın gözlerinin gördüğünün hepsinde yaşamak, sınırlı bilincinin
kavradığının esiri olmaktan kurtarmaktadır. Evrendeki görevine göre sınırlı
enerji ile donatılmış bu insan aygıtından, evren daha geniş gerçek daha
büyüktür. Onun dünya hayatındaki görevi yeryüzünde halifeliktir. Donanımı da
ona göredir... Bunun yanında o, görme ve kavrama yeteneklerinin sınırlı,
görme ve bilincinin ulaştığının ötesinde ulaştığı ile kıyas kabul etmez
ölçüde büyük âlemler, gerçekler olduğunu bilirse daha büyük daha üstün
ufuklara yükselebilir. İşte bu yönelim sayesinde insan kendini aşar ve
kalbine dökülen bilgi, nur örtüler arkasından doğrudan ilişki aracılığı ile
küllî marifet kaynakları ile bağlantı kurar...
Kendilerini, gözün gördüğü ve kendisine verilen
yetenekler aracılığıyla bilincin kavradığı sınırlara hapsedenler zavallı
kimselerdir. Duyu ve sınırlı kavrayışlarının tutsaklarıdırlar Dar bir alemde
çaresizdirler. Yaşadıkları alemin genişliğine rağmen küçüklerdir.
İnsanlık tarihinin çeşitli dönemlerinde az olsunlar
çok olsunlar, bir kısım insanlar kendilerini kendi elleriyle sınırlı his
dünyalarının ve görülen alemlerin zindanına hapsediyor, bilgi ve aydınlık
pencerelerini kendi üzerlerine kapatıyor, iman ve şuur aracılığıyla
sağlanabilen en büyük gerçekle bağlantı kurma yollarını kapatıyor ve
ardından bu pencerelerin kanalları kendi üzerlerine kapattıktan sonra diğer
insanların üzerine de kapatmaya çalışıyorlar. Bunu kimi kez cahiliye kimi
kez lâiklik adına yapıyorlar. lâiklik de cahiliye gibi bir hapishanedir. Acı
ve işkencedir. Bilgi ve aydınlık kaynağından kopmak demektir.
Bilim son yüzyılda, iki yüzyıl önce ahmakca,
gururlanarak çevresine ördüğü demir kafesten kurtulmaktadır. İlim bu
kafesten kurtulmuş ve tamamen kendi deneyimleri sonucu gurur sarhoşluğundan
ayılarak, kilisenin Avrupa üzerindeki zorba esaret zincirini kırarak
aydınlık kaynağıyla bağlantı kurmaya başlamıştır. İlim artık haddini
bilmektedir. Bu evrende sınırsızlığa götüren ve gizemlilikleri bildiren
sınırlı araçları denedikten sonra imana yönelmeye başlamıştır. Bu başlangıç
ferahlık müjdesi veriyor. Evet ferahlık. Çünkü kendisini kuruntu ürünü madde
kafesi arkasına hapseden insan, kendisini ancak sıkıntı ve darlığa mahkum
etmiştir.
Hücre ve kan nakli araştırmalarında uzman, tıp
biliminde üstad olmuş, cerrahlık yapmış ve farmakoloji enstitülerinin
yöneticisi olarak çalışmış, 1912 nobel tıb ödülü sahibi ve ikinci dünya
savaşı sırasında Fransa'da insan etütleri enstitüsünde müdürlük yapmış Dr.
Aleksi Carrel'in görüşlerini dinleyiniz:
"Evren bütün genişliğince, bizim akıllarımızın
dışında etkin akıllarla doludur. insan aklı, eğer güvendiklerinin tümü doğru
yolu bulmasına yardımcı olursa, çevresindeki çölün geçitleri arasında
kolayca ilerler. Dua; çevremizdeki akıllar ve gördüğümüz göremediğimiz tüm
varlıkların kaderine egemen akılla bağlantılaşma vesilelerindendir."
Etkin ruhi güçlerden olan başkaları ile temizlenme
şuurunun hayatta özel bir konumu vardır. Çünkü o bizi ruhlar aleminden
görkemli gizli ufuklarla bağlantıya götürecektir.
Bir başka tıp otoritesi Leomte De Nouy anatomi ve
doğa bilimi araştırmaları ile uğraşan Curie, eşiyle birlikte çalışmış ve
"Rockfeller Enstitüsü"nce, enstitü üyeleri ile birlikte cerrahi tedavi ve
özelliklerinin araştırılması konusunda Amerika'ya çağrılmış bu ünlü bilgin
şunları söylüyor.
"Birçok iyi niyetli zeki kişiler var ki,
kavrayamadıklarından ötürü Allah'a inanamayacaklarını sanıyorlar. Oysa
kendisini bilimin çekiciliğine kaptırmış insanın, Allah konusunu, bir fizik
bilgininin elektriği tasavvuru gibi tasavvur etmesi gerekir. Çünkü elektriği
maddi yapısıyla düşünebilmek mümkün değildir. Ama varlığı ve etkileri bir
ağaç parçası üzerine denenerek kanıtlanabilir:'
Ünlü iskoçya'lı yazar Sir Arthur Tomson da diyor ki:
Biz toprağın katılığının kalmadığı ve esirinin maddi yapısını yitirdiği bir
devirde yaşıyoruz. Bu devir maddi yorumlarda aşırılığa kaçmaya en az şans
tanıyan bir devirdir.
"Bilim ve Din" adlı dergide de şunları söylüyor:
Günümüzde akıllı dindar insanların; doğa bilginleri
doğadan kurtulup, doğanın Rabbine ulaşamıyorlar, zaten yönelimleri bu değil
diye üzülmeleri yersizdir. Bilginlerin, doğanın bilgisine dayanarak elde
ettikleri sonuçlarla doğa üstüne çıkmaları, baştan doğa ötesine
yönelmelerinden daha ciddi sonuçlar verecektir. Bunun yanında biz sevinmeğe
daha lâyığız; çünkü doğa bilginleri kimi kez dini eğilimin Bilim
atmosferinde teneffüs edilmesi için ısrar ediyorlar. Ki bu baba ve
dedelerimizin zamanında kolay değildi... Doğa bilginlerinin çalışmaları, Mr.
Loncdon Daws'in "insanın Dünyası ve Harikaları" adlı eserinde yanlış olarak
ileri sürdüğü gibi, Allah'ı araştırmaya yönelik değilse de, biz rahatlıkla
belirtiyoruz ki, bu konuda en büyük hizmeti doğa bilimi yapmıştır. Çünkü o
insanı Allah konusunda daha üstün düşüncelere götürmüştür. Bilim insana yeni
bir gökyüzü, yeni bir dünya yaratmıştır.
Ve onu, düşünsel çabasıyla, belirli bir hedefe
yöneltip çoğu kere anlayışının ulaşabildiği en yüksek noktalarda huzura
erdirdiği ve bunun sonucunda Allah'a imana yönelttiği gerçeğini söylersek
kesinlikle ilmin bir harf dışına çıkmış sayılmayız.
Newyork bilimler akademisi rektörü ve Amerika
Birleşik Devletleri bilimsel araştırmalar kurulu eski üyelerinden A.Cressy
Morrissonn "insan Yalnız Değildir:' adlı eserinde şunları söylüyor:
"Biz bilinmeyen engin aleme yavaş yavaş
yaklaşıyoruz. Çünkü anlıyoruz ki bilimsel açıdan madde, tümüyle özü elektrik
olan evrensel bir sistemin görünümlerinden başka bir şey değildir. Evrenin
oluşumunda rastlantının hiçbir rolü olmadığı konusunda kuşku kalmamıştır.
Çünkü bu engin evren yasaların egemenliğindedir:'
Şu basit bir canlı olan insanın, düşünen ve
benliğinin bilincinde olan bir varlık düzeyine yükselişi, yaratıcı bir el
olmaksızın, sadece maddenin evrimi yoluyla ulaşabilecek bir hadise olmaktan
çok çok uzaktır.
Doğada belirli bir hedefe yönelimin gerçekliği kabul
edildiği durumda, insan bu niteliği ile bir aygıt olmuş olur. Öyle ise bu
aygıtı yöneten kimdir? Çünkü yönetilmediği takdirde onun yararlı bir yönü
olmayacaktır. Bilim ne insanın kimin yönettiğine yorum getirmekte, ne de onu
yönetenin madde olduğunu ileri sürmektedir."
Biz Allah'ın insana, kendi nurundan bir kıvılcım
verdiğine emin olmamıza yetecek kadar ilerlemiş bulunuyoruz:'
İşte böylece bilim kendi yöntemleri ile materyalizm
zindan duvarı içinden çıkmağa başlamıştır. Artık Kur'an-ı Kerim'in şu ayet-i
kerimenin benzerleri ile değindiği özgür ortama açılıyor: "Yo, yemin ederim;
gördüklerinize ve görmediklerinize." Kur'an'da bunun gibi bir çok değiniler
vardır. Eğer aramızda; bilim konusunda salih akılcı, din konusunda ruhi,
özgürlük ve gerçek bilgi konusunda bilinçsel ve saygın insan yaratığına
uygunluk konusunda bir dengesizlik varsa halâ Bilim adına iki eli ile
aydınlık kapılarını kendisi ve çevresindekilerin üzerine kapatanlar
bulunuyorsa, bilinç ve düşünce konusunda düzeysiz olan biziz!..
"Yoo, yemin ederim; bildiklerinize ve
bilmediklerinize ki; o (Kur'an) elbette şerefli bir peygamberin sözüdür. O,
bir şairin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz? Bir kâhinin sözü de
değildir. Ne de az düşünüyorsunuz? Alemlerin Rabbinden indirilmiştir."
Müşriklerin Kur'an ve Peygamber'e karşı uydurdukları
sözler arasında "O şairdir", "O kahindir" ithamları da bulunuyordu. Bunları
yüzeysel bir şüphenin etkisi ile söylüyorlardı ki; dayanakları, bu sözün
yapısı açısından insan sözünden üstün olmasıydı. Sanılarına göre şairin
cinlerden bir yol göstericisi olur ona üstün sözü o getirirdi. Kahin de onun
gibi, cinlerle ilişki kuran kişiydi. Ki onlara gizli olan bilgiyi cinler
ulaştırıyorlardı. Bu, Kur'an ve peygamberliğin yapısı ile şairliğin ve
kâhinliğin yapısının çok az irdelenmesi ile ortadan kalkacak bir şüphedir...
Şiirde üstün akılcılığa dayanan, güzel tasvir ve
çağrışımlara yer veren melodik dokunuşlar elbette vardır. Fakat o, asla
Kur'an'a benzemez, uyumluluk göstermez. Zira aralarında köklü farklılıklar
vardır. Kur'an değişmez gerçeklere dayanan, bütünsel bir bakış açısı
getiren, Allah'ın Rabb lığı düşüncesinden doğan, evrene ve hayata hükmeden
olağanüstü bir sistem getirmiştir.
Şiir ise coşkun hislerden ve duygusal
varyasyonlardan ibarettir. Hayata hiçbir zaman belirli bakış açısı getirmiş
değildir. Şiir, kızgınlık, üzüntü, içe kapanıklık sevgi ve nefret gibi
psikolojik hallere göre etkilenir ve sonuçta da değişken bakış açılarını
dile getirir.
Bu noktadan hareketle Kur'an düşünce sistemini
ortaya koymuş, bütününü ve parçalarını yalnızca ilahi kaynaktan aldığını
belirtmişti. Bu düşünce sisteminin tüm parçaları onun insan ürünü olmadığını
ifade eder. insan yapısı, bunun gibi eksiksiz evrensel bir düşünce
kompleksini ortaya koymaya müsait değildir. Ondan önce de sonra da insanlar
onun benzeri bir sistem ortaya koymamışlardır. insanlığın, evrenin oluşumu
ve işleyişi konusunda ortaya attığı; bu konuda felsefe, şiir ve diğer
düşünce ekollerinde de yer alan düşüncelerin hepsi gözler önünde ve yazılı
olarak bulunmaktadır. Bunlar ile Kur'an'ın düşünce sistemi arasında bir
karşılaştırma yapıldığında, bu sistemin apayrı bir kaynaktan doğduğu ortaya
çıkar. Onun, tüm insani çıkarımlarının üstünde eşsiz bir yapıya sahip olduğu
farkedilir.
Kahinlik ve ona dayalı konularda da durum aynıdır.
Tarih Kur'an'dan ne önce ne de sonra da, herhangi bir kahinin Kur'an'ın
getirdiği gibi değişmez, eksiksiz bir hayat sistemi ortaya koyduğunu
kaydetmiştir. Kahinlerden aktarılanların tümü; kafiyeli sözler, bireysel
yetenekler ve süslü uydurmalardan ibarettir.
Kur'an'ın insan ürünü olması mümkün olmayan başka
özellikleri de var. Bu Kitap da zaman zaman onların bir kısmı üzerinde
durduk. insanlık O'ndan önce de sonra da onların benzerlerini ortaya
koyamadı. Kapsamlı, duyarlı, latif bilgiyi dile getirmede de aynı
başarısızlığa uğradı. Kur'an'ın sunduğu şu eşsiz anlatıma kulak veriniz:
"Gayb'ın anahtarları Allah'ın katındadır, onu yalnız
O bilir. Mutlaka O'nun bilgisi altında dalından düşen her yaprak, yerin
karanlık derinliklerindeki her tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir
kitaptadır." (En'am; 59) veya buna; "Allah yere gireni, ondan çıkanı, gökten
ineni, ona çıkanı bilir. Nerede olsanız olun O sizinle beraberdir. Allah
yaptıklarınızı görmektedir."(Hadid; 4), ya da şuna: "Onun bilgisi dışında
hiçbir dişi ve hamile kalabilir, ne de doğurabilir. Ömrü uzun olanın çok
yaşaması ve kısa ömürlülerin az yaşamaları kesinlikle bir kitapta
kayıtlıdır. Hiç kuşkusuz bu Allah için kolay bir iştir." (Fatır; 11)
Kur'an'dan önce de sonra da, bu evreni elinde tutan
güce bu ölçüde dikkat çeken başka bir eser görülmemiştir: "Gökleri ve
yeryuvarlağını dengede tutarak yörüngelerinden çıkmalarını önleyen sadece
Allah'tır. Eğer onlar yörüngelerinden çıkacak olsalar onları O'ndan başka
kimse dengeye getiremez:' (Fâtır; 41)
Kur'an'ın; hayatın evrende yaratıcı güç eliyle
oluşturulması ve hayatı kuşatan planlanmış, güdümlü evrensel uyumluluklara
ilişkin şu dikkat çekişi karşısında da insanlık aynı durumda kalmıştır:
"Tohumu ve çekirdeği çatlatan Allah'tır. O ölüden
diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur. Nasıl olur da bu gerçeği
görmezlikten geliyorsunuz?"
"Sabahı açtıran O'dur. O geceyi dinlenme zamanı,
güneş ile ayı zaman ölçme birimi yaptı. Bu, üstün iradeli ve her şeyi bilen
Allah'ın düzenlemesidir."
"O ki, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu
şaşırmayasınız diye size yıldızları kılavuz yaptı. Biz bilenler için
ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık: '
"O ki, sizi bir tek nefisten oluşturdu. Arkasından
sizin için bir barınma ve bir geçiş yeri belirledi. Biz anlayanlar için
ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık."
O ki, gökten suyu indirdi. Her çeşit bitkiyi bu su
aracılığı ile ortaya çıkardık, her bitkiden yeşil sürgün çıkardık, bu yeşil
sürgünden taneleri üstüste binmiş başaklar, hurma tomurcuğundan yere sarkan
salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkarırız. Bu meyvaların kimi
birbirine benzer, kimi de benzemez. Bunların meyvalarına bir hamken ve bir
de olgunlaşınca bakınız. Hiç kuşkusuz müminlerin bunlardan alacakları birçok
ibret dersi vardır: '
Kur'an'da evrenin yapısı ile ilgili bu tür
dokunuşlara canlı bir anlatımla yer verilmiştir. insanların Kur'anın
kaynağının anlaşılması için yeterlidir. Kitabın özüne ilişkin başka
belirtiler veya onlara eşlik eden değiniler bir kenara bırakılsa da...
Dolayısıyla O'nun haklılığına ilişkin kuşkular boş
ve yüzeyseldir. Kur'an tamamlanmamış, birkaç ayet veya birkaç sûreden başka
birşey inmemiş de olsa, üzerindeki bu özel ilahi damga ve yapısındaki eşsiz
kaynağın işareti görülecektir...
Kureyşin ileri gelenleri, zaman zaman konuyu
düşünüyor, şüpheye düşüyorlardı. Ama bu onların kör, sağır ve hain
olmalarındandır. O'nunla doğru yolu bulamadıklarında da eski bir uydurmadır
deyip geçiyorlardı.
Peygamberimizin hayatına ilişkin tarih kitapları,
Kureyş ileri gelenlerinin tutumlarının öyküsüne çokça yer veriyor. Onlar
kendi kendilerine bu kuşkuyu irdeliyor, sonrada aralarında onu
çürütüyorlardı.
Onların bu durumlarıyla ilgili tarihçi ibn ishak;
Velid b. Muğîre, Nadr b. Hâris ve Utbe b. Rebî'a'dan aktarmalar yapmıştır.
Velîd b. Muğîre'den naklettiği haber şöyledir:
"Bir grup Kureyşli Velid b. Muğîre'nin yanında
toplanmışlardı. O en yaşlıları idi. Zaman hac mevsimi idi. Velîd onlara: Ey
Kureyşliler, hac mevsimi geldi, bu mevsimde arap kabileleri size gelecek, bu
arkadaşınızın durumunu da işitmiş bulunuyorlar. O'na karşı bir tek görüşte
birleşin, ayrılık göstermeyin ki, kiminiz kiminizi yalanlar, kiminiz
kiminizin görüşünü reddeder duruma düşmiyesiniz dediğinde; Onlar: Ey Abd
Şems! Sen bize bir görüş belirle de onu söyliyeyim." karşılığını verdiler.
Velîd: "Hayır, siz söyleyin dinliyorum" dedi. Onlar: "Kâhindir" diyelim
dediler. Velid: Hayır, Allah'a yemin olsun O bir kâhin değil; kâhinleri
gördük, O'nun söyledikleri kâhinlerin çığlıkları ve kafiyeli sözlerinden
değil karşılığını verdiğinde onlar: Öyle ise delidir diyelim dediler. Velid:
Hayır, O'nda görülen delilik değil, deliliği gördük onu biliriz; O'nun
söyledikleri deliliğin sayıklamaları, saçmalamaları ve vesvesesi türünden
değil, karşılığını verdi. Onlar: Öyle ise, şairdir diyelim dediler. Velid: O
bir şair sözü değil; şiiri tüm türleri ile biliriz, o şair değil dedi.
Onlar: Öyle ise, sihirbazdır diyelim dediler. Velid: O bir sihirbaz değil;
sihirbazları ve sihirlerini gördük, Onunkisi, sihirbazların üfürme, düğüm
atmalarından değil dedi. Onlar: Öyle ise, ne diyelim? Ey Abd Şems dediler.
Velid: Allah'a yemin olsun sözünde bir tatlılık var, kökü çatallı, dalları
meyvelidir. Siz O'na ilişkin ne söyleseniz batıl olduğu mutlaka
anlaşılacaktır. O'nun durumuna ilişkin en uygunu: `O bir sihirbazdır; bir
söz getirdi, o büyü olup;kişiyi babası, kardéşi, karısı ve akrabalarından
ayırmaktadır" demenizdir dedi. Bunun üzerine dağıldılar. Ardından şehrin
giriş yollarını tutarak şehire giren herkesi uyarmaya ve Peygamberin
durumunu saptırmaya koyuldular."
Nadr b. Haris'ten nakledilenler ise şunlar:
"Ey Kureyşliler; Allah'a yemin olsun size öyle
birşey indir diki siz bir daha kesinlikle onu elde edemezsiniz. Muhammed
aranızda genç bir delikanlı idi, en çok O'ndan memnundunuz, aranızda en
güvenilir, en doğru sözlü kişiydi. Ama onun yanaklarında yaşlılık izini
gördüğünüzde ve yanındakilerle size geldiğinde ona "Sihirbazdır" dediniz.
Hayır, Allah'a yemin olsun O bir sihirbaz değil. Biz büyücüleri onların,
üfürmelerini ve düğüm atmalarını gördük. Kâhindir dediniz. Allah'a yemin
olsun O bir kahin değil; kâhinleri ve dengesizliklerini gördük, latifeli
sözlerini işittik. Şairdir dediniz. Allah'a yemin olsun O bir şair değil;
şiiri gördük ve tüm türlerini dinledik. Delidir dediniz. Deliliği de gördük.
O'nda deliliğin bağırıp çağırması, sağa sola saldırması ve anormal
hareketleri yok. Ey Kureyşliler, durumunuzu düşünün, Allah'a yemin olsun
size büyük bir şey inmiştir."
Nadr'la Utbe'den gelen rivayetler arasında hemen
hemen örtüşme var. Belki de aynı olay bir kere birine, bir kere de diğerine
nisbet edilmiştir. Fakat biz; Kureyş'in ileri gelenlerinden, iki kişinin
benzer bir ortamda, Kur'an karşısındaki hayranlıklarını dile getirişlerinde
sözlerinin benzerlik gösterebileceğini, uzak bir olasılık olarak görmüyoruz.
Utbe'nin hâlini bu cüzdeki Kale:n suresinin giriş
bölümünde anlattık. Muhammed ve getirdiği söz karşısında O'nun tutumu da
Velîd ve Nadr'ın tutumlarına yakındır.
Sonuç olarak görülüyor ki; sihirbazdır veya kâhindir
sözleri; kimi zaman hileli bir kurnazlık, kimi zaman da dayanaksızlığı açık
bir şüpheden başka bir şey değildir. Durum; irdeleme ve düşünmenin daha
başlangıcında, karışıklığa meydan vermeyecek ölçüde açık olup; bildikleri ve
bilmediklerine yemini gerektirmemektedir. Çünkü o, saygın bir peygamberin
sözüdür. Ne bir şair ne de bir kâhin sözü olmayıp, âlemlerin Rabbi
tarafından indirilen bir sözdür.
"O saygın bir peygamberin sözüdür" tespiti, o
kendisinin anlamına değil; burda onunla kastedilen, şair kahinlerin
söylediği türden olmayıp, peygamberlerin söylediği türden olduğudur. Bu tür
sözü Allah kendi katından peygamberleri ile gönderir, peygamberler de
oradan, o yüce kaynaktan aktarırlar onu. Bu anlamı "Peygamber sözü" deyimi
de belirler. Yani Allah tarafından onunla gönderilen söz. O ne bir şair, ne
de bir kahindir. Bu cin veya şeytanın aracılığı ile söylüyor da değil... O
bir elçi olup, kendisine gönderileni söylemektedir. Durumu arkadan gelen
âyet kesin biçimde belirliyor: "Alemlerin Rabbinden indirilmiştir."
"Ne de az inanıyorsunuz? Ne de az düşünüyorsunuz?".
Alışılmış ifade biçimi içinde inançsızlık düşüncesizlik anlamınadır bunlar.
Allah'ın Rasûlü'nün -salât ve selâm üzerine olsun- niteliğine ilişkin hadis
de bizim söylediğimizi doğrulamaktadır: "O, manasız ve gereksiz söz
söylemezdi." yani hiç konuşmazdı anlamına. Sonuç olarak Kur'an onlardan
düşünce ve iman yoksunu olarak bahsetmektedir. Yoksa bir mümin, peygamberi
hakkında nasıl şair diyebilir? Düşünen biri nasıl onun kahin olduğunu öne
sürebilir? Bunu söylemek küfür ve gafletten başka bir şey ile tarif edilmez.
Nihayet, esneklik içermeyen salih ciddîlikten
oluşmuş olan akide konusunda Allah'a iftira edenlere yönelik o korkunç
tehdit geliyor. Elçinin onlara ulaştırdığı veya kendisine ulaşanla ilgili
durumu konusunda tek olasılığın, O'nun doğru ve güvenilir tutum içinde
olduğuna `şiddetle yakalanmış oluşunun' tanıklığı ile açıklık getirme amacı
ile yer alıyor bu tehdit burada. Zira tebliğin güvenliğine ilişkin en ufak
bir sapma durumunda şiddetle yakalanmadan kurtuluş yoktur:
44- Eğer Muhammed,
bize karşı ona bazı sözler katmış olsaydı.
45- Biz onu kuvvetle
yakalardık,
46- Sonra onun şah
damarını koparırdık.
47- Hiçbiriniz de
onu koruyamazdınız.
48- Doğrusu Kur'an
Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir öğüttür.
49- İçinizde
yalanlayanlar bulunduğunu şüphesiz bilmekteyiz.
50- Doğrusu Kur ân
inkarcılar için bir üzüntüdür.
51- O, şüphesiz
kesin gerçektir.
52- Öyleyse ey
insanlar! Çok büyük olan Rabbinin adını tesbih et.
"Eğer o, bazı laflar uydurup bize iftira etseydi,
elbette O'ndan sağ elini alırdık sonra O'nun can damarını keserdik. Sizden
hiç kimse buna engel olamazdı:'
Anlatım yönünden bu sözün anlamı; Muhammed'in -salât
ve selâm üzerine olsun- onlara ulaştırdığı konusunda doğru davrandığını
göstermesidir. O kendisine vahyedilmeyen bazı sözler uydurmuş olsa, Allah
O'nu geçen ayetlerin belirttiği biçimde yakalar ve belirtildiği şekilde
öldürürdü. Bu gerçekleşmediğine göre, O'nun tebliğ konusunda doğru
davrandığı kesindir.
Konunun açıklanması açısından mesele budur... Fakat
açıklık getirmede oluşan hareketli sahne başka bir şey olup, açıklık getirme
anlamının ötesinden geniş boyutlu bir çağrışım uyandırıyor. O çağrışımlar;
hayat hareket içerdiği gibi korku ve ürkünçlükler de içeriyor. Bunların
dışında doğrudan etkileme öğeleri, imalar ve vurgular da içeriyor...
Onda yer alan sağ elin alınması, can damarının
kesilmesi hareketi, insanı ürperten, içine korku salan canlı bir tasvir
olmasının yanında; kim olursa olsun hiç kimseye, isterse Allah katında
saygın, seçilmiş sevimle O Muhammed olsun, herhangi bir tolerans hakkı
tanımayan bu meselenin ciddiyetini içerdiği gibi, Allah'ı sonsuz gücü ve
O'nun karşısında insan yaratığının acz ve zayıflığını çağrıştıran bir anlamı
da içeriyor. Tüm bunların ötesinde, korku ve ürkünçlük vurgusu yer alıyor.
Son olarak, bu meselenin gerçeği ve güçlü yapısına
açıklık getiren son bölüm geliyor:
"O (Kur'an), korunanlar için bir öğüttür. Biz
içinizde yalanlayıcıların bulunduğunu elbette biliyoruz. Doğrusu o, kafirler
için hayıflanmadır. O kesin gerçektir."
Bu Kur'an muttaki kalblere öğüt verir ve bu öğüdü de
ancak onlar alır. Kur'an'ın getirdiği bu hakikat onlarda potansiyel olarak
önceden vardır. Kur'an o hakikati o kalblere hatırlatarak harekete geçirir,
onlar da öğüt alırlar. Kalplerinde korunma duygusu bulunmayan, kalpleri
körleşmiş kimseler gaflet içinde olup, ne öğüt alır ve ne de bu kitaptan bir
yarar elde edebilir. Muttakiler onda gafillerin bulmadığı; bilgi, aydınlık
hayat ve öğüt bulurlar.
"Biz içinizde yalanlayıcıların bulunduğunu elbette
biliyoruz." Fakat bu, ne bu meselenin gerçeğine etki eder, ne de bu gerçeği
değiştirir. Çünkü sizin tutumunuz meselenin gerçeklerini etkileme gücünden
yoksundur.
"Doğrusu o, kafirler için hayıflanmadır". Müminlerin
durumlarının yücelmesi, yalanlayanların haysiyetinin ayak altına alınması ve
hakkın güç kazanması; kafirlerin tutunduğu batılın silinmesine yol açması,
onları üzüntüye boğar. Diğer yandan o kıyamet günü Allah katında aleyhlerine
kanıt oluşturacak, O'nun tanıklığıyla azaba uğrayacaklar, O'nun sebebi ile
çarpıldıkları azaba üzülecekler. Dolayısıyla O kâfirler için hem dünya hem
de ahiret bir üzüntü kaynağıdır.
"O kesin gerçektir." Yalanlayıcıların yalanlamasına
rağmen... Kesin gerçek. Salt bir kesinlik değil, bu kesinlik gerçeği de
beraberinde içeriyor. Bu özel bir ifade tarzı olup, anlam ve vurguyu
güçlendirmektedir. Kuşku yoktur ki Kur'an hak olma ve kesinlik açısından çok
güçlüdür. O her ayetinde kaynağının ilk yüce gerçek olduğuna işaret eden
katıksız gerçeği ortaya koymaktadır.
İşte bu meselenin yapısı ve apaçık gerçeği budur. O
ne şair sözüdür, ne kâhin sözü, ne de Allah'a yakıştırılmış bir iftiradır. O
alemlerin Rabbi tarafından indirilmedir. O muttakiler için öğüttür. O kesin
gerçektir.
En uygun zaman ve durum olan burda saygın elçiye şu
gerçek telkin ediliyor:
"Öyle ise, sen büyük Rabbinin ismini tesbih et..."
Tesbih; Allah'ın eksikliklerden uzak olduğunu ve
yüceliğini dile getirme; sözlerinin gerçekliğini itiraf etme; onaylama
kulluk ve baş eğme anlamlarını içerir. Meseleye açıklık getirmenin son
bölümü ve ulu Allah'ın gücü, saygın Rabbin azametinin bu uzun sunuşunun
ardından kalbi harekete geçiren bir bilinçtir.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.