59-Hasr
1- Göklerde ve yerde
olanların hepsi Allah'ı tesbih etmektedir. O üstündür, hikmet sahibidir.
İşte sure evrende sürekli olarak meydana gelen bu
gerçekle başlıyor. Göklerde ve yerde olan herşeyin Allah'ı kutsaması bütün
bir evrenin O'na yönelerek O'nu yüceltip noksan sıfatlardan tenzih etmesi
ile başlıyor. Sure ehl-i kitaptan olan kafirlerin Allah tarafından
yurtlarından çıkarılmalarını ve bu yurtlarının Allah'ı övgülerle takdis
eden, güzel isimleri ile yücelten müminlere bağışlandığını anlatıyor. "O'nun
her şeye gücü yeter ve işleri eşsizdir." Yani Allah güçlüdür. Dostlarına
yardım edebildiği gibi düşmanlarını da ezip geçebilecek kudrettedir.
Takdirinde ve planlamasında mahirdir.
Ardından bu surenin iniş sebebini oluşturan olayın
anlatılmasına geçiliyor:
2- Kitap ehlinden
inkar edenleri, ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O`dur. Siz onların
çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlarda kalelerinin, kendilerini Allah'tan
koruyacağını sanmışlardı. Allah onlara ummadıkları yerden geldi, yüreklerine
korku saldı; öyle ki evlerini kendi elleriyle ve müminlerin elleriyle
,yıkıyorlardı. Ey akıl sahipleri ibret alın.
3- Eğer Allah onlara
sürgün yazmamış olsaydı, mutlaka onlara dünyada azap ederdi. Ahirette de
onlar için ateş azabı vardır.
4- Bunun sebebi
şudur Onlar Allah'a ve Peygamberine karşı geldiler; kim Allah'a karşı
gelirse bilsin ki Allah'ın azabı çetindir.
Bu ayetlerden anlıyoruz ki ehl-i kitabın kafir
olanlarını ahiretteki mahşerin örneği olan ilk toplanmada yurtlarından
çıkaran Allah'tır. Aslında herşeyi yapan Allah'tır. Yalnız ayetlerin ifade
biçimi, bu gerçeği gayet somut bir biçimde ve doğrudan ortaya koyuyor. İnsan
bu yurtlarından çıkarma eylemini bizzat yüce Allah'ın kudretini insan eylemi
ile perdelemeden gerçekleştirdiğini hissediyor! Toparlanarak yurtlarından
çıkarılanları süren O'dur. Artık onlar bir daha çıkarıldıkları yurda
dönemeyeceklerdir.
Ayetin sonraki bölümünde yüce Allah'ın onları
çıkarmadaki ve sürmedeki doğrudan müdahalesi vurgulanıyor:
"Siz onların çıkacaklarını sanmıyordunuz. Onlar da
kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı: '
Siz de onların çıkışlarını beklemiyordunuz. Onlar da
teslim olmayı hiç düşünmüyorlardı. Yani onlar kaleleriyle örülmüş güçlü ve
sağlam bir sığınak içinde bulunuyorlardı. Öyle ki siz, onların bu şekilde
dışarı çıkacaklarını hiç beklemiyordunuz. Onlar da bu sığınaklarına o kadar
güvenmişlerdi ki, kalelerin engel olamayacağı Allah'ın gücünü unutmuşlardı:
"Allah, onları beklemedikleri bir şekilde kıskıvrak
yakalayıverdi. Yüreklerine de korku saldı: '
Onları kendi içlerinden yakaladı! Kalelerinin
içinden değil, onların kalplerini yakalâdı. Oraya korku düşürdü. Onlar da
bundan sonra kendi elleri ile kalelerini açtılar. Onlara, kendilerine dahi
sahip olmadıklarını, kalplerini dahi yönlendiremediklerini kendi
iradeleriyle ve çabalarıyla, Allah'ın iradesine karşı gelemeyeceklerini
gösterdi. Bu durumda evlerini ve kalelerini korumaları da beklenemezdi.
Onlar daha önce herşeyi hesaplayıp planlamışlardı. Tek hesapta olmayan,
saldırının bizzat kendi içlerinden gelmesi idi. Onlar, Allah'ın kendilerini
kıskıvrak yakaladığı bu yönü hiç hesaba katmamışlardı. İşte bu şekilde Allah
bir şeyi dilediğinde ona bildiği ve dilediği biçimde müdahale eder, onu
istediği biçimde yakalar. Herşeyi bilen ve herşeye gücü yeten O'dur çünkü.
Öyle ise artık herhangi bir sebebe ve herhangi bir
aracıya gerek yoktur. O'nun için işlerin ille de insanların bildiği veya
anladığı şekilde meydana gelmesi zorunlu değildir. O'nun için sebep sürekli
hazır, araç her zaman ortadadır. Sebebi de, sonucu da yaratan O'dur. Aracı
da, amacı da O yaratmaktadır. Hiçbir sebep ve hiçbir sonuç O'na kayıt
oluşturamaz. Hiçbir amaç ve hiçbir araç O'na zorluk çıkaramaz. Çünkü O üstün
güç sahibi, üstün maharet sahibidir.
Kitap ehlinin kâfir olanları kalelerine
sığınmışlardı ama yüce Allah onlara hiç beklemedikleri bir yönden ulaşmış ve
kalplerine korku salmıştı. Evlerine ve barınaklarına sığınmışlardı. Fakat
Allah onları kendi evlerine ve kalelerine musallat etmiş, onlar bu evleri ve
kaleleri kendi elleri ile tahrib etmiş ve müminlerin onları sürgün etmesine
zemin hazırlamışlardı:
"Evlerini kendi elleriyle ve müminlerin elleriyle
yıkıyorlardı: '
İşte bununla kafir olân ehl-i kitabın başına
gelenlerin hikayesi tamamlanmış oluyor, hem de böyle etkili bir tablo
içinde, canlı bir anlatım içinde. Yüce Allah onlara kalelerinin ötesinden
gelip kendi eylemleri ile onları düşürüyor, sonra biraz daha ileri giderek
bu kalelerini kendi elleriyle ve müminlerin elleri ile tahrib ettiriyor.
Tam bu sırada bu tablonun etkisi ve bu hareketin
tesiri üzerine ilk yorum cümlesi geliyor:
"Ey akıl sahipleri ibret alın: '
Bu tam yerinde ve zamanında gelen bir sesleniştir.
Burada kalpler öğüt almaya hazır, ders almak için açık bulunmaktadır.
Bunu takip eden ayet Allah'ın iradesinin onları
cezalandırma noktasında herhangi bir şekilde açık bırakmadığını, ahirette
onları bekleyen cezaya ek olarak onları dünyada da cezalandıracağını
anlatıyor:
"Eğer Allah onlara sürgün yazmamış olsaydı, mutlaka
onlara dünyada azap ederdi, ahirette de onlar için ateş azabı vardır."
Öyle ise onların Allah'ın cezasına uğramaları
kaçınılmaz bir durumdur. Bu ceza ya bu şekilde veya başka bir şekilde
mutlaka gerçekleşecekti. Eğer yüce Allah onların yurtlarından sürülmelerini
tercih etmeseydi, onları başka bir şekilde cezalandırırdı. Tabi bu ceza
kıyamette kendilerini bekleyen cehennem azabından ayrı bir cezaydı. Yani
onlar Allah'ın bir tür azabına çarpılmayı hak etmiş kimselerdi!
"Çünkü onlar Allah'a ve peygamberine karşı geldiler.
Kim Allah'a karşı gelirse bilsin ki Allah'ın azabı çetindir."
Bu ayet-i kerimede geçen "meşakka" kavramı onların
Allah'ın tarafı dışında başka bir tarafı tutmaları, O'nun dışında başka
birilerine dayanmaları demektir. Yüce Allah ayetin baş tarafında onların
azaba layık oluşlarının sebebini açıklarken kendisinden yana olmayı,
Peygamberinden yana olmakla aynı tutmuştur. Ayetin sonunda ise sadece
Allah'tan yana olmamayı belirtmekle yetinmiştir. Zira Allah'tan yana
olmamak, O'nun elçisinden yana olmamayı da içine alır. Şimdi karşı çıkanlar.
yüce Allah'ın huzurunda karşı tarafta dikilsinler! Bu gerçekten çok çirkin,
çok hayasızca bir tutumdur. Yaratılmışların kendi yaratıcılarına karşı
diklenmeleri, O'na kafa tutmalarıdır. Bu aynı zamanda korkunç bir tutumdur.
Bu güçsüz zayıf yaratıkların kendilerini Allah'ın öfkesi ve cezası ile karşı
karşıya getirmeleri anlamına gelir. Allah'ın cezası ise çok çetindir.
İşte bu şekilde Allah'a karşı gelenlerin akibetleri
somut bir şekilde kalplere yerleşmektedir. Nerede ve ne zaman olursa olsun
durum değişmez. Ehl-i kitaptan olan bu kafirlerin akibetleri ve onların hak
ettikleri bu azap ile herkese bir mesaj gönderilmektedir.
Kur'an-ı Kerim'in, Beni Nadir yahudilerini "Ehl-i
kitabın kafirleri" diye tanıtması ve bunu surenin değişik yerlerinde tekrar
etmesi dikkat çeken bir noktadır. Çünkü onlar Hz. Muhammed'in -salât ve
selâm üzerine olsun- en güzel biçimde ortaya koyduğu Allah'ın dinini inkar
ettiler. Halbuki yahudiler bu gerçeği daha önce bekliyor ve ona umut
bağlıyorlardı. Ayrıca bu dönemde onlara kafir denilmesi, kimliklerinin
ortaya konması ve toplumsal açıdan cezalandırılmaları anlamına da geliyordu.
Öte yandan müslümanların onlara karşı bilinçlenmelerini, ruhi yönden bir
aydınlığa kavuşmalarını, onlara karşı uygulanan ceza konusunda içlerinin
rahatlamaları, onların elleriyle yahudilerin uğradıkları ceza ve azap
konularında rahatsız olmamaları için gerekli bir açıklamaydı. Demek ki
onların kafir olduğu gerçeğinin burada sözkonusu edilmesi bilinçli ve amaçlı
bir açıklamadır!
Ardından kâfirlere, Allah'a ve Resulüne karşı
gelenlere karşı uyguladıkları cezalar, hurmalıklarının kesilmesi ve
yakılması veya kendi hallerine bırakılması ve Allah'ın bu konudaki hükmünün
açıklanması için müminlerin yaptıklarının doğru olduğuna onları inandırıyor.
Nitekim bu konuda bazı müslümanların şüpheleri bulunuyordu:
5- Hurma
ağaçlarından herhangi bir şeyi kesmeniz veya kökleri üzerinde bırakmanız hep
Allah'ın izniyledir. Bu izin yoldan çıkan fasıkları rezil etmek içindir.
Ayet-i kerimede geçen "liyne" kavramı hurma ağacının
iyisi veya o zaman Araplarca bilinen iyi bir cins hurma ağacı idi.
Müslümanlar bu sırada yahudilerin bazı hurma ağaçlarını kesmiş, bazılarını
ise kendi haline bırakmışlardı. Yahudiler hem kesilen ağaçlar, hem de
bırakılan ağaçlar için paniğe kapılmışlardı. Halbuki müslümanlar bu olaydan
önce de sonra da bu tür yakıp yıkmalardan men edilmiş bulunuyorlardı.
Dolayısıyla bu yeni hüküm özel bir açıklama gerektiriyordu ki müminlerin
kalbi rahat olsun. işte bu nedenle onların hem kestiklerinin hem de
kesmediklerinin Allah'ın iznine bağlı olduğu bu şekilde açıklanmıştı. Demek
ki bu durumda olayı yönlendiren O'ydu. Kendi eliyle olaya müdahale ediyor,
dilediğini yapıyor, planladığını uyguluyordu. Bu konuda meydana gelen herşey
O'nun izniyle oluyordu. Bu hareketle O, dininden sapmış olanları aşağılamayı
amaçlamıştı. Hurma ağaçlarının kesilmesi onları bu olay karşısında
hayıflanmaları biçiminde aşağılıyordu. Kesilmeyenlerin ise ateşe verilmesine
üzülmeleri onları başka bir şekilde aşağılıyordu. Her iki eylemin arkasında
ve ötesinde Allah'ın iradesi vardı şüphesiz.
İşte bu şekilde müminlerin birtakım endişeler
taşıyan kalpleri huzura kavuşuyor. Bu konuda içlerinde taşıdıkları şüpheler
gideriliyor dileyenin ve yapanın Allah olduğu konusunda kalpleri tatmin
oluyordu. Çünkü Allah dilediğini yapandı. Onlar ise yönlendirdiği olaylarda
elde edilen malların nasıl dağıtılacağı ortaya konuyor:
6- Allah'ın onların
mallarında Peygamberine verdiği ganimetler için siz at ve deveye binip
onları sürmüş değilsiniz Fakat Allah, Peygamberlerini dilediği kimselere
karşı üstün kılar. Allah herşeye kadirdir.
7- Allah'ın
fethedilen ülkeler halkının mallarından Peygamberine verdiği ganimetler,
Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir.
Böylece o mallar, yalnızca zenginler arasında dolaşan bir ayrıcalık olmaz.
Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi ya-sakladıysa ondan sakının
ve Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir.
Bu şekilde savaşılmadan elde edilen malların hükmünü
açıklayan bu ayetler aynı zamanda o zamanki müslüman topluluğun durumunu da
ortaya koymaktadır. Ayrıca asırlar boyunca müslüman ümmetin karakteri haline
gelen yapıyı birbirine bağlayan, birbiriyle kenetlenmiş hale getiren başlıca
özellikleri de ortaya koyuyor. Öyle ki bu ümmette bir nesil diğerinden, bir
kavim diğerinden ve bir fert diğerinden asla ayrı değildir. Yeryüzünün dört
bir bucağına dağılmış olan ve ardarda gelen tüm nesiller aralarındaki bu
uzun mesafeye rağmen temel özellikleriyle bir bütünlük arz ederler. Bu
gerçekten çok büyük ve çok geniş çaplı bir gerçektir. Bu konu üzerinde uzun
uzadıya durulmalı ve derin biçimde düşünülmelidir.
"Allah'ın onların mallarında Peygamberine verdiği
ganimetler için siz at ve deveye binip sürmüş değilsiniz. Fakat Allah
Peygamberini dilediği kimselere karşı üstün kılar. Allah herşeye kadirdir."
Ayet-i kerimede geçen "iycaf" kavramı koşmak,
koşturmak, "rikap" ise develer demektir.
Ayet-i kerime Nadiroğullarının arkalarında bırakıp
gittikleri bu ganimetler için müslümanların at koşturmadıklarını ve oraya
develer sürmediklerini hatırlatmaktadır. Dolayısıyla bu malların hükmü yüce
Allah'ın beşte dördünü Allah yolunda savaşanlara, beşte birini ise Allah'a,
Resulüne, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara bıraktığı
ganimetlerin hükmü gibi değildir. Bedir savaşında elde edilen ganimetler
konusunda yüce Allah böyle hükmetmişti. Ama burada savaşılmadan elde edilen
ganimetlerin hükmü başka idi. Bunların tümü, Allah, Peygamber, yakınlar,
yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindi. Fakat Hz. Peygamber bütün
bunların hakkını yerlerine ulaştırma konusunda yetki sahibi idi. Bu her iki
ayette sözü edilen yakınlar Hz. Peygamberin sadaka almaları helal olmayan ve
dolayısıyla zekatta payları bulunmayan yakınları idi. Peygamber miras
bırakamayacağı için yakınlarının O'nun malından bir payı da yoktu. Bunların
arasında hiçbir geliri olmayan fakirler de bulunuyordu. (Bu konuda fıkhi bir
ihtilaf vardır. Bu ganimetten pay sahibi olan fakirler sadece Peygamberin
akrabaları mıdır yoksa tüm fakirler midir? Tercih edilen görüşe göre tüm
fakirlerdir)
Bu ve benzeri savaşılmadan elde edilen ganimetlerden
de onlara bir pay ayırmıştır. Geri kalan gruplar da, dağıtılacak yerlerde
zaten bellidir. Hz. Peygamber bu konularda yetki sahibidir.
İşte savaşılmadan elde edilen malların hükmü budur.
Ayetler bunu açıklamaktadır. Fakat sadece bu hükmü ve en yakın sebebini
belirtmekle yetinilmemektedir. Önemli bir gerçeğe daha kalpler açılmaktadır:
"Fakat Allah, Peygamberlerini dilediği kimselere karşı üstün kılar." Bu
Allah'ın belirlediği kaderdir. Onlar da bu kaderin bir cilvesidir. Onları
dilediği kimselere musallat eder: "Allah herşeye kadirdir." Böylece
Peygamberlerin işi Allah'ın doğrudan gerçekleşen kaderi ile bütünleşiyor.
Dönmekte olan kader çarkında onların yerleri belirleniyor. Bu peygamberlerin
insan olmakla beraber özel bir şekilde Allah'ın iradesine ve dilemesine
bağlı oldukları ortaya çıkıyor. Allah'ın izni ve dilemesi ile yeryüzünde
Allah'ın belirlediği kaderin gerçekleşmesinde onların önemli bir rolü
olduğunu ortaya koyuyor. Yani peygamberler kendi canlarının istediği şekilde
hareket etmez, kendi çıkarlarına göre alacaklarını veya bırakacaklarını
ayarlamazlar. Savaşlarını veya barışlarını, dostluklarını veya
düşmanlıklarını kendi çıkarlarına göre düzenlemezler. Tüm yaptıklarında
Allah'ın yeryüzünde belirlediği kaderin bir yönünü gerçekleştirmek için
ayarlarlar. Kendileri, uygulamaları ve hareketleri ile ilgili ne varsa hep
O'nun çizgisine uyarlar. Bütün bunların ötesinde iş yapan ve yönlendiren
Allah'tır. O'nun herşeye gücü yeter.
"Allah'ın feth edilen ülkeler halkının mallarından
Peygamberine verdiği ganimetler Allah, Peygamber, yakınlar, yetimler,
yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar yalnızca zenginler
arasında dolaşan bir ayrıcalık olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın.
Size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın
azabı şiddetlidir."
Bu ayet az önce açıkladığımız hükmü ortaya koyuyor.
Ardından bu şekildeki paylaşımın nedenini açıklıyor. Bu arada islam
toplumunun sosyal ve ekonomik düzeninin ilkelerinden temel bir ilkeyi dile
getiriyor: "Böylece o mallar, yalnızca zenginler arasında dolaşan bir
ayrıcalık olmaz." Bunun yanında yine islam toplumunun anayasasında yer alan
köklü bir ilkeyi şöyle dile getiriyor: "Peygamber size ne verdiyse onu alın,
size neyi yasakladıysa ondan sakının." Bu iki ilke her ne kadar savaşılmadan
elde edilen ganimetler ve onların dağıtılmasıyla ilgili olarak belirlenmiş
olsalar da bunların hükmü sözkonusu olayı çok aşmakta, islamın sosyal
düzeninin temel ilkelerinde yönlendirici etkiye sahip olmaktadır.
Birinci ilke ekonomik düzenin ilkesidir. İslam
ekonomik düzeninin önemli ve kapsamlı ilkelerinden birini belirlemektedir.
İslam düzeninde bireysel mülkiyet, kabul edilen bir olgudur. Yalnız, bu olgu
burada sözkonusu edilen ilkeyle sınırlıdır. Yani malların zenginler arasında
dolaşan, fakirler arasında hiçbir yararı olmayan bir ayrıcalığa dönüşmemesi
ilkesiyle malın sadece zenginler arasında dolaşmasına yolaçacak her
düzenleme islamın ekonomik doktrinine aykırıdır. Ayrıca sosyal yapının temel
hedefleriyle de çelişir. İslam toplumunda bütün ilişkilerin ve uygulamaların
böyle bir konuma meydan vermeyecek veya böyle bir seçkinliğin sürüp
gitmesine göz yummayacak bir biçimde düzenlenmesi zorunludur.
İslam bizzat pratik uygulamasında düzenini bu temel
ilkenin esası üzerine kurmuştur. Buna bağlı olarak zekatı farz kılmıştır.
Para türü malların sermayesinde senede yüzde iki buçuk, diğer ürünlerde ise
yüzde on veya yüzde beş oranında bir zekat miktarı belirlemiştir.
Hayvanlarda da buna denk bir oranda zekat miktarını tesbit etmiştir. Yeraltı
zenginlik kaynaklarında ise paraya uygulanan oranı tesbit etmiştir. Zekat
için belirlenen bu oranlar önemli bir yekün tutmaktadır. Ganimetin beşte
dördünü zengin olsun fakir olsun savaşanlara ayırırken savaşılmadan elde
edilen ganimetlerin tümünü fakirlere ayırmıştır. Toprağın işletilmesinde ise
tercih ettiği düzenleme muzaraadır. (Bu konuda fıkhi açıdan görüş
ayrılıkları bulunmakla birlikte tercih edilebilecek görüş, bizim
belirttiğimiz görüştü) Yani tarla sahibi ile onu ekip biçenin elde edilen
üründe ortak olmasıdır. Ayrıca islam, zenginlerin fazla olan mallarını alıp
fakirlere verme yetkisini devlet başkanına vermiştir. Devletin hazinesi açık
verdiğinde bu açığı zenginlerin mallarıyla kapatma hakkını da ona vermiştir.
İslam stokçuluğu yasaklamış, faizi kaldırmıştır. Zaten bu ikisi malın sadece
zenginler arasında dolaşıp durmasına yol açan başlıca faktörlerdir.
Özetle islam, ekonomik sisteminin tümünü bu kapsamlı
ilkeyi gerçekleştirecek bir biçimde belirlemiştir. Bu ilke diğer
sınırlamaların yanında bireysel mülkiyet hakkının üzerine konan köklü bir
sınırlama sayılmaktadır.
Buradan anlaşılıyor ki İslam düzeni ferdi mülkiyeti
onaylayan bir düzendir. Fakat islamın bu yapısı kapitalist düzenle
bağdaştırılamaz ve kapitalist düzen islam ekonomik düzeninden kaynaklanmış
değildir. Faiz olmadan, stokçuluk olmadan kapitalist bir düzen kurulamaz.
İslam düzeni ise herşeyden haberi olan ve herşeyi en güzel şekilde
düzenleyen, Allah tarafından belirlenen kendine has bir düzendir. Kendi
başına ortaya çıkmış kendi başına gelişmiştir ve bugüne kadar kendi başına
ayakta kalmıştır. İslam nizamı her yönüyle dengeli orjinal bir nizamdır. Bu
düzende haklar ve görevler dengelidir. Bütün evrenin uyumu gibi bir ahenge
sahiptir. Bu yapısı evrenin yaratıcısından geldiği günden beri böyledir.
Evren ise bütünüyle ölçülü ve dengelidir.
İkinci ilke yasayı ve hukuku bir tek kaynaktan alma
ilkesidir. "Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa
ondan sakının." Bu ilke aynı zamanda islam anayasa düzenini de ortaya
koymaktadır. İslamda hukukun egemenliği bu yasanın Kur'an veya sünnet olarak
Hz. Peygamber'den gelmesinden kaynaklanır. Bütün bir ümmet ve onunla
birlikte ümmetin önderi Hz. Peygamber'in getirdiği hiçbir şeye aykırı
düşemez. Peygamberin getirdiğine aykırı bir şeyi kanunlaştırdığında bu
yasamanın hiçbir gücü olmaz. Çünkü bu yasa, gücünü kendisinden aldığı temel
dayanağını yitirmiş olur. Bu görüş insanlar tarafından ortaya konan bütün
görüşlere aykırı düşmektedir. Ümmeti her tür otoritenin kaynağı kabul eden
düşünceye de karşı çıkmaktadır. Çünkü bu düşünce ümmetin kendisi için
dilediği yasayı çıkarabileceğini ve onun çıkardığı her yasanın gücün kaynağı
olduğunu iddia etmektedir. Halbuki islamda her tür otoritenin kaynağı Hz.
Peygamberin insanlığa getirdiği Allah'ın yasasıdır. Ümmet bu yasaya dayanır.
Onu korur ve uygulamaya koyar. İmam ise bu konuda ümmetin temsilcisidir.
İşte ümmetin gücü ve hakları bununla sınırlıdır. Ümmet herhangi bir yasamada
Hz. Peygamberin getirdiği bir hükme aykırı düşemez.
Ümmetin karşılaştığı bir konuda Hz. Peygamberin
kesin belirlediği bir hüküm yoksa bu durumda ümmet Hz. Peygamberin getirdiği
ilkelerle çelişmeyecek hükümler belirler. Böyle bir uygulama islamın temel
düşüncesiyle çelişmez. Onun bir parçası kabul edilir. Buna göre herhangi bir
yasamada temel dayanak Hz. Peygamberin getirdiği ilkelerdir. Eğer o konuda
kesin bir hüküm varsa mesele çözülmüştür. Eğer o konuda kesin bir hüküm
varsa mesele çözülmüştür. Eğer açık bir hüküm yoksa o zamanda bu sistemin
herhangi bir ilkesiyle çelişmeyen hükümler belirlenecektir. İşte ümmetin
gücü ve onun temsilcisi olan devlet başkanının gücü bu sınırlar
çerçevesindedir. Bu özellikleri ile islam orjinal bir düzendir. İnsanlar
tarafından ortaya konan beşeri düzenlerin hiçbiri bu konuda islamla
bütünleşmemekte ve ona benzememektedir. İslam nizamında insanlar için
belirlenecek yasa ve yasama bütün evrene hükmeden temel yasayla ilişki
içindedir. Allah'ın belirlemiş olduğu evren yasasıyla insanlara hükmeden
kanun arasında bir ahenk, bir uyum vardır. Çünkü her iki yasanın kaynağı da
Allah'tır. Bu düzende insanlara ilişkin yasalar evrenin yasasıyla çelişmez.
Bu düzende insan mutsuz olmaz, ezilmez. Bütün çabaları bir çırpıda boşa
gitmez.
Ayet-i kerime bu iki ilkeyi müminlerin kalbinde
temel kaynağına bağlamaktadır. Bu kaynak hiç şüphesiz Allah'tır. Bu nedenle
onları takvaya çağırmakta ve Allah'ın azabından onları sakındırmaktadır.
"Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir." İşte hiçbir şekilde
etkisiz hale getirilemeyecek, kaçamak ve kurtuluş yolu bulunmayacak en büyük
teminat budur. Müminler yüce Allah'ın her tür sır ve gizlilikten, her çeşit
eylemden haberi olduğunu kesin bilmektedirler. Dönüşün ve nihai kaynağın o
olduğunu kavramaktadırlar. Ayrıca O'nun çetin cezası olduğunu da öğrenmiş
bulunmaktadırlar. Malın kendi aralarında dolaşıp duran bir ayrıcalık haline
dönüşmemesi ile yükümlü olduklarını Hz. Peygamberin kendilerine getirdiği,
herşeye gönül rahatlığıyla ve kesin itaatla yükümlü olduklarını O'nun
yasakladığı her şeyden gevşeklik ve tembelliğe fırsat vermeden sakınmaları
gerektiğini bilmektedirler. Çünkü onların önünde çetin bir gün
bulunmaktadır.
Savaşılmadan elde edilen bu ganimet
-Nadiroğullarından elde edilen ganimet Ensardan iki kişi hariç tutulduğunda
sadece Muhacirler arasında dağıtılmıştı. Bu hüküm sadece bu ganimet türüne
has bir hükümdü. "Mallar yalnızca zenginler arasında dolaşan bir ayrıcalık
olmasın." ilkesinin gerçekleştirilmesi için. Genel hüküm ise bu ganimet
türünün Muhacir, Ensar ve bu nesillerden sonra gelen tüm fakir insanlara
dağıtılmasıdır. Surenin akışı içinde sonra gelen ayetlerin içeriği de bunu
göstermektedir.
Hüküm böyle olmakla beraber Kur'an-ı Kerim
hükümleri, kuru ve soyut bir şekilde ortaya koymaz. Bu hükümlerini canlı
varlıkların karşılıklı iletişimini sağlayabilecek hareketli bir ortamda
ortaya koyar. Bu nedenle sözkonusu her üç kesimi gerçekçi ve canlı
sıfatlarıyla ortaya koymakta, onların karakterlerini ve gerçek durumlarını
tasvir etmekte, sonra hükmünü aktif bir biçimde bu canlılarla sağlıklı bir
iletişim kurarak belirlemektedir:
8- Allah'ın verdiği
bu ganimet malları, yurtlarından ve mallarından çıkmış olan, Allah'tan bir
lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve Peygamberine yardım eden fakir
muhacirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır.
Bu gerçekçi bir tablodur. Muhacirlerin en önemli
özelliklerini ve niteliklerini ortaya koymaktadır. Bunlar yurtlarından ve
her türlü olanaklardan mahrum edilen insanlardır. Mekke'de uğradıkları
eziyetler, işkenceler, yakınları ve çevreleri tarafından dışlanmalar,
onların yurtlarını ve mallarını terk etmelerine yol açmıştır. Tek günahları
ise "Rabbimiz Allah'tır." demeleridir. Bunlar yurtlarını ve mallarını terk
edip çıkarken "Allah'ın lütfunu, ihsanını ve rızasını" amaçlamışlardır.
Allah'ın lütfuna ve rızasına güvenip dayanmışlardır. O'ndan başka
sığınakları yoktur onların. O'nun koruması dışında başka sığınakları da
yoktur. Toplum içinde itilmiş, dışlanmış bir avuç azınlık olmalarına rağmen
"Allah'a ve Peygamberine yardıma koşuyorlar." En dar günde ve en sıkıntılı
anlarda kalpleri ve kılıçları ile islamın imdadına koşuyorlar. "İşte gerçek
inanmışlar onlardır." İman sözünü dilleriyle söyleyip, eylemleriyle bunu
doğrulayanlar Allah'a karşı samimiyetlerini ortaya koyarak O'nu seçenler
Peygambere yönelik samimiyetlerini ispat ederek O'na uyanlar da onlardır.
Hakka karşı da samimi olanlar yine onlardır. Yeryüzünde dolaşıp insanların
gözleriyle görebileceği hakkın en göz alıcı temsilcileri işte onlar!
9- Daha önce
Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler,
kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenler karşısında
içlerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, göç eden
yoksul kardeşlerini öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden
korunursa, işte onlar başarıya erenlerdir.
İşte bu da Ensarı temel karekteri ve özellikleriyle
ortaya koyan gerçekçi ve apaydınlık bir tablodur. Bu nitelikleriyle
eşsizleşen ve göklere yükselen bu topluluk eğer bizzat yaşamamış olsaydı,
insanlar O'nu derin hayal gücünün ürettiği uçup giden hayaller, kanatlanmış
ütopyalar ve idealler dünyasındaki güzel örnekler sanırlardı.
"Daha önce Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine
imanı yerleştirmiş olan kimseler."
Yani hicret yurdunu Peygamber şehrini. Bu şehre
Muhacirlerden önce Ensar yerleşmiş bulunuyordu. Aynı zamanda orada imanı da
yerleştirmişlerdi. Sanki iman onların evi ve yurdu olmuştu. Bu gerçekten
derin anlamları taşıyan bir ifadedir ve Ensarın iman konumunu tasvir
edebilecek en güzel ifadedir. Çünkü iman onların yurdu, onların konuğu ve
kalplerinin içinde yaşadığı vatan haline gelmişti. Ruhları orada rahata
kavuşuyordu. Hep onun üzerine atılıyorlar ve onunla huzura kavuşuyorlardı.
Tıpkı bir insanın kendisini güven içinde evine atıp orada rahat ve huzura
kavuşması gibi.
"Kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara
verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar: '
İnsanlık tarihi bugüne kadar Ensarın Muhacirleri
karşıladığı gibi sosyal bir olaya şahit olmamıştır. Bu kadar zengin bir
gönülle, bu kadar bol ve cömertçe yardımlarla ve bu kadar gönülden
paylaşmalarla hiçbir topluluk bir topluluğu karşılamamıştır. Hiçbir topluluk
bir başka topluluğu bu kadar bağrına basmamış ve onun tüm yükünü
üstlenmemiştir. Tarihin kayıtlarında görüyoruz ki; her hicret eden adam
mutlaka kura ile bir Ensarın evine yerleşmiştir. Zira bir göçmeni
barındırmak isteyenlerin sayısı göç edenlerin sayısından her zaman fazla
olmuştur!
"Onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı
duymazlar."
Yani Muhacirlerin kavuştukları makamlar, bazı
durumlarda elde ettikleri imkanlar burada sözü edilen ganimet gibi sırf
onlara ayrılan mallar konusunda içlerinde hiçbir kaygı ve endişe taşımazlar.
Onlara ilişkin hiçbir endişeleri yoktur. Ayet-i kerime "onlara karşı hiçbir
kıskançlık ve dargınlık hissetmezler" demiyor. "Hiçbir şey hissetmezler."
diyor. Bu da onların gönüllerinin tertemiz olduğunu kalplerinin arı duru
olduğunu ifade ediyor. Yani onların içlerinde kötülük namına hiçbir ize
rastlayamazsınız demek istiyor.
"Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi göç eden yoksul
kardeşlerini kendilerine tercih ederler."
Kişinin ihtiyacına rağmen başkasını kendisine tercih
etmesi üstün bir erdemliliktir. Ensar bu konuda insanlığın eşine
rastlamadığı bir dereceye ulaşmıştır. Onlar her defasında ve her durumda
insanların geçmişte ve günümüzde alışageldikleri sınırları harika bir
şekilde aşmışlardır.
"Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar
kurtuluşa erenlerdir." İşte insanı bütün iyiliklerden alıkoyan bu
cimriliktir. İnsanın içindeki bu bencilliktir. Zira iyilik herhangi bir
şekilde fedakarlıktır, cömertliktir. Malda özveri duygularda ve heyecanlarda
özveri, çabada özveri ve gerektiğinde hayatını ortaya koymakla gerçekleşecek
özveridir. Sürekli almayı düşünen, hiçbir zaman vermeyi düşünmeyen cimri bir
insanın iyilik yapması mümkün değildir. İşte içindeki bencilliğini yenen bir
insan, kendisini iyilikten alıkoyan her engeli aşmış demektir. Artık o
cömertçe, bol bol vererek iyiliğe özgürce ulaşabilir. İşte gerçek anlamı ile
kurtuluş da budur.
10- Onlardan sonra
gelenler derler ki: "Rabbimiz, bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi
bağışla, kalplerimizde inananlara karşı bir kin bırakma! Rabbimiz sen çok
şefkatli, çok merhametlisin!"
Bu tertemiz, bilinçli ve huzurlu topluluğun üçüncü
tablosudur. Bu sıfatlar tabilerin en önemli ve en belirgin özellikleridir.
Aynı zamanda her yerde ve her zamanda yaşayan müslüman ümmetin en temel
özelliklerini ön plana çıkarmaktadır.
Muhacirlerden ve Ensardan sonra gelen bu neslin en
belirgin özelliği Rabbine yönelip günahlarının bağışlanmasını dilemesidir.
Sadece kendisi için değil, kendisinden önce iman etmiş bulunan öncüler için
de bağışlanmayı talep etmektir. İman eden herkese karşı kalbinde hiçbir kin
kalmayacak kadar tertemiz bir kalp istemektir. Zira iman bağı onları inanmış
herkese bağlamaktadır. Bu nesil Allah'ın merhametinin ve rahmetinin de
bilincindedir. Allah'ın rahmetini ve şefkatini duasına bir dayanak
yapmaktadır: "Rabbimiz sen çok şefkatli, çok merhametlisin."
Bu özellikleri taşıyan sözkonusu nesil, bu ayetin
Medine'de indiği sırada henüz ortalıkta yoktu. Sadece onlar Allah'ın
sınırsız ilminde yer ve zaman sınırlarının ötesine uzanan kuşatıcı ilimde
var olan gerçek aleminde mevcut bulunuyorlardı.
Bu ayetlerin ışığında müslüman ümmetin yapısı ve bu
varlık alemindeki aydınlık tablosu da ortaya çıkmaktadır. Bu ümmetin başını
sonuna sonunu başına bağlayan sağlam, güçlü ve kopmaz bağlar ortaya
çıkmaktadır. Onların ne türden karşılıklı bir sevgi, gönül beraberliği,
yardımlaşma ve dayanışma içinde oldukları gün yüzüne çıkmaktadır. Yer,
zaman, ülke ve ırk engellerini aşarak, aralarındaki köklü yakınlık bağının
oluşturduğu bilinç somutlaşmaktadır. İşte bu bilinç kalplerde eşsiz bir
dinamizm oluşturmakta, uzun asırlar boyunca duyguları harekete
geçirmektedir. Bu nedenle mümin insan uzun asırlardan sonra tıpkı sağ olan
kardeşini aradığı gibi veya daha da fazla bir duyarlılıkla inanmış kardeşini
anıyor. Onunla övünüyor, sevgi ve saygıyla onu yad ediyor. Öncekiler,
sonrakileri hesaba katıyor. Sonrakiler de öncekilerin izlerinde gidiyor.
Aralarındaki onca uzun zamana ve ülkelerinin farklılığına rağmen tek bir saf
halinde tek bir ordu olarak, Allah'ın sancağı altında yürüyorlar. Yüce
ufuklara doğru ilerliyorlar. Tek olan, şefkat ve merhamet sahibi olan
Rabblerine yönelmiş gidiyorlar.
Bu hayranlık uyandırdığı gibi görünen bir gerçeği
ortaya koyan bir tablodur. Temiz bir kalbin, iyi bir yüreğin düşünebileceği
en üstün, en değerli insanlık örneğidir. Marksizmin kaynak kitabı olan
"Kapital" de Komünizmin insanlara müjdelemeye çalıştığı nefret uyandıran kin
ve tiksindiren yıkım tablosu ile karşılaştırıldığında güzelliği, üstünlüğü
ve aydınlığı daha net biçimde ortaya çıkabilecek bir tablodur. Komünizm
insanların gönüllerini tahrib eden vicdanlarını kemiren bir anlayışa
sahiptir. Bütün sınıflara, insanlığın tüm geçmiş nesillerine, çirkin
sınıfsal kin ve düşmanlık anlayışına boyun eğmeyen bugünkü tüm uluslara,
hangi milletten ve hangi dinden olursa olsun imana ve müminlere karşı derin
bir kin beslemektedir.
Bunlar hiçbir özelliği ve hiçbir yönü birbirini
tutmayan, hiçbir dokunuşu ve hiçbir teması birbirine paralel düşmeyen apayrı
iki tablodur. Bu tabloların biri insanlığın en yüce mertebesine çıkarıyor.
Diğeri en aşağı derecesine indiriyor. Bir tablo nesilleri yer, zaman, ülke,
vatan, ırk ve soy bağlarının farklılığına rağmen tanışmaya, sevişmeye,
birbirine bağlanmaya, yardımlaşmaya ve dayanışmaya, Allah'a giden yolda
buluşmaya çağırıyor.
Gönülleri pislikten arındırıyor. Kalpleri kinden
temizliyor. Diğer tablo insanları birbirini boğazlayan düşmanlar haline
getiriyor. Kin, kıskançlık, düşmanlık, aldatma, hile ve kaypaklık gibi
ilişkilerle onları birbirine düşürüyor. İsterse onlar aynı yerde namaza
durmuş olsunlar. Namaz bir tuzaktan öte bir şey değildir. Dinin tamamı
kapitalistin emekçilere karşı kurduğu bir tuzaktan başka bir şey değildir!
"Onlardan sonra gelenler derler ki: `Rabbimiz, bizi
ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde inananlara karşı
bir kin bırakma! Rabbimiz, sen çok şefkatli ve çok merhametlisin: '
İşte iman kavramı budur. İnanmış insanın duası da
budur. Bu gerçekten onurlu, şerefli bir kervandır. Ve bu dua da gerçekten
onurlu bir duadır.
Surenin akışı içinde. bu apaydınlık tablo ortaya
konduktan, nurdan çerçevesi içinde ufuklara kaldırıldıktan sonra tekrar
surenin hakkında indiği olaya dönüyor. Bu olayla ilgisi olan ve bu meseleye
karışmış bulunan başka bir kesimin, münafık güruhunun tablosunu çizmeye
geçiyor:
11- Münafıkların,
kitap ehlinden inkar eden dostlarına "Eğer siz yurdunuzdan çıkartılırsanız,
mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız; sizin aleyhinizde kimseye asla
uymayız. Şayet sizinle savaşırlarsa mutlaka size yardım ederiz " derler.
Allah, onların yalancı olduklarına şahidlik eder.
12- Andolsun eğer
onlar, çıkarılsalar, onlarla beraber çıkmazlar; eğer onlarla savaşılsa
onlara yardım etmezler, yardım etseler bile arkalarına dönüp kaçarlar, sonra
kendilerine de yardım edilmez.
13- Ey inananlar!
Onların yüreklerine korku salan, Allah'tan çok sizlersiniz; çünkü onlar
anlamayan bir topluluktur.
14- Onlar sizinle
toplu olarak savaşamazlar, ancak müstahkem şehirlerde yahut duvarların
ardından sizinle savaşmak isterler. Kendi aralarındaki çekişmeleri
şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın, ancak onların kalpleri dağınıktır.
Böyledir, çünkü onlar düşünmez bir topluluktur.
15- Onların durumu,
kendilerinden az önce, yaptıklarının vebalini tatmış olan, ahirette de
kendileri için acı bir azap bulunan kimselerin durumu gibidir.
16-
İkiyüzlülüklerinin durumu insana: "inkar et" deyip insan da inkar edince:
"Doğrusu ben senden uzağım; alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım" diyen
şeytanın durumu gibidir.
17- Nihayet ikisinin
de sonu, içinde ebedi kalacakları ateş olacaktır. İşte bu zalimlerin
cezasıdır.
Burada, münafıkların Beni Nadir yahudilerine önce
söz verip sonra bu sözlerini yerine getirmemeleri, onları yalnız
bırakmaları, Allah'ın beklemedikleri bir sahadan onları kıskıvrak yakalayıp
kalplerine korku salıncaya kadar kendi haline bırakmaları dile getiriliyor.
Fakat Kur'an'ın her cümlesinde bir gerçeği ortaya koyan, kalbin bir teline
dokunan, bir tepki uyandıran, eğitimin, irfanın ve derin imanın temel
ilkelerinden birini yerleştiren bir direktif yer alıyor.
Göze çarpan ilk direktif münafıklar ile ehl-i
kitabın kafirleri arasındaki yakınlığın ortaya konmasıdır. "Münafıkların
kitap ehlinden inkar eden dostlarına dediklerini görmedin mi?" Yani ehl-i
kitabın bu kesimi kafirdir. Münafıklar her ne kadar islam örtüsüne
bürünseler de onların kardeşleridir.
Sonra münafıkların kendi kardeşlerine kesin kes
verdikleri söze dikkat ediliyor: "Eğer siz yurdunuzdan çıkartılırsanız
mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız, sizin aleyhinizde kimseye asla
uymayız. Şayet sizinle savaşırlarsa mutlaka size yardım ederiz: '
Onların iç yüzlerini en iyi bilen Allah ise, onların
belirttiklerinden başka birşeyi, onların pekiştirdiklerinden farklı bir
olguyu ortaya koymakta ve pekiştirmektedir: "Allah onların yalancı
olduklarına şahitlik ediyor. Eğer onlar yurtlarından çıkarılsalar, onlarla
beraber çıkmazlar. Eğer onlarla savaşılsa onlara yardım etmezler. Yardım
etseler bile arkalarına dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine de yardım edilmez:
'
İşte Allah'ın hakkında tanıklık yaptığı gerçek
budur. Allah onların kardeşlerine yaptıkları açıklamayı ve vardıkları hükmü
yalanlıyor.
Ardından münafıkların ve onların kardeşleri olan
ehl-i kitabın kafirlerinin içlerinde bulunan temel bir gerçeğe parmak
basıyor:
"Ey inananlar! Onların yüreklerine korku salan
Allah'tan çok sizlersiniz. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur."
Onlar Allah'tan korktuklarından daha çok
inananlardan korkarlar. Halbuki onlar eğer Allah'tan korksalardı O'nun
hiçbir kulundan korkmazlardı. Tek bir korkuları, tek bir endişeleri olurdu.
Hiçbir kalpte hem Allah korkusu, hem de O'ndan başkasının korkusu bir arada
bulunmaz. Bütünüyle güç ve kudret Allah'ındır. Evrendeki her güç O'nun
emrine boyun eğmektedir. "Hiçbir canlı yoktur ki, perçemi O'nun avucunun
içinde olmasın." (Hud suresi, 56) Öyleyse Allah'tan korkan adam başka neden
korksun ki? Fakat bu gerçeği anlamayanlar Allah'tan korktuklarından daha çok
O'nun kullarından korkarlar.
"Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur."
İşte bu şekilde söz konusu topluluğun gerçek yüzleri
ortaya çıkıyor ve böylece sözkonusu yalın gerçekte ortaya konmuş oluyor.
Bundan sonra ayet-i kerime münafıkların ve ehl-i kitap kafirlerinin
psikolojik hallerini ortaya koymaya devam ediyor. Onların bu halleri de az
önceki gerçek konumlarından ve Allah'tan çok inananlardan korkmalarından
kaynaklanıyor.
"Onlar sizinle toplu olarak savaşmazlar. Ancak
kalelerle çevrilmiş şehirlerde yahut duvarların ardından sizinle savaşmak
isterler. Kendi aralarındaki düşmanlıkları şiddetlidir. Sen onları bir
topluluk sanırsın. Ancak onların kalpleri darmadağındır. Çünkü onlar
düşünmeyen bir topluluktur."
Nerede ve ne zaman müminlerle münafıklar ve ehl-i
kitap karşı karşıya gelmişse onların halleri daha net ve gözle görülür bir
şekilde ortaya çıkmıştır. Onların o halleri gün geçtikçe daha da netlik
kazanmakta, bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır. Ben kutsal topraklarda
inanmış fedailerle yahudiler arasında meydana gelen son çarpışmalarda bu
ilahi haberin gerçekliğini hayret verici tavırlarda seyrettim. Yahudiler
Filistin topraklarında onlara karşı ancak muhkem mevzilerde ve sığınaklarda
savaşabiliyorlardı. Bir anda yerleri tespit edildiğinde köstebekler gibi
kaçışmaya ve geri çekilmeye başlıyorlardı. Sanki bu ayet yeniden onlar
hakkında iniyordu. Herşeyi bilen ve herşeyden haberi olan Allah ne yücedir!
Onların bir başka psikolojik halleri ve özellikleri
daha var: "Kendi aralarındaki düşmanlıkları şiddetlidir. Sen onları birlikte
sanırsın fakat kalpleri paramparçadır." Nesiller boyunca dayanışma içinde
bulunan yer ve zaman vatan, ülke ve ırk farklılıklarına rağmen iman bağıyla
bir araya gelen, bütünleşen müminlerin tam tersine: "Çünkü onlar düşünmeyen
bir topluluktur."
Bununla beraber dış görünüş bazen aldatıcı
olabilmektedir. Mesela; ehl-i kitap kafirlerinin kendi aralarında dayanışma
içine girdikleri, birbirlerini tutarak bir güç oluşturduklarını görmek, aynı
şekilde münafıkların da bazen bir ordu halinde yerleştikleri
görülebilmektedir. Ne varki Rabbimizden gelen gerçek haber onların aslında
gerçekten böyle olmadıklarını bildirmektedir. Bu dış görünüşten ibaret
aldatıcı bir manzaradır. Zaman zaman bu aldatıcı perdenin aralandığı da
görülmektedir. O zaman ilahi kaynaklı haberin gözle görülen realite
dünyasında da doğru olduğu ortaya çıkmaktadır. Bir tek cephede aynı orduda
bulunmalarına rağmen, çıkar çatışması yüzünden arzu ve isteklerin
farklılığından ve yönelişlerinin çarpışmasından kaynaklanan iç
düşmanlıklarının onları ne hale getirdiği görülebilmektedir. Her ne zaman
müminler gerçek anlamda inanmış ve kalpleri gerçek anlamda Allah'ın dini
üzere bir araya gelmişse o zaman mutlaka onların karşısında yer alan kampın
ordusundaki bu ayrılıklar, bu çelişkiler ve gerçek durumu ortaya koymayan bu
gösteriş kendiliğinden su yüzüne çıkmıştır. Nerede müminler sabretmiş ve
direnmişlerse, karşılarında yer alan batıl ehlinin sahte dayanışmasının
çözüldüğünü, dağıldığını ve yıkıldığını görmüşlerdir. Birbirinden ayrı
darmadağın kalpler arasındaki kesin ayrılığın, bölünmenin hilenin ve tuzağın
ortaya çıkışını seyretmişlerdir!
Münafıklar ve ehl-i kitabın kafirleri, ancak
müslümanların kalpleri birbirinden ayrıldığı, bu surenin önceki bölümünde
yer alan ayetin ortaya koyduğu müminler gerçeğini temsil edemez hale
düştükleri zaman onlara zarar verebilirler. Bu durumun dışında münafıklar
onlardan daha zayıf ve daha acizdirler. Münafıklar ve ehl-i kitabın
kafirlerinin arzu ve istekleri, çıkarları ve kalpleri ayrı ayrı ve
darmadağındır:
"Onların aralarındaki düşmanlık şiddetlidir."
"Onları birlik sanırsın fakat kalpleri paramparçadır."
Kur'an-ı Kerim bu gerçeği müminlerin kalplerine
yerleştiriyor ki, düşmanlarının korkusu oraları tedirgin etmesin.
Düşmanlarının korkusu ve endişesi onların Kalplerinden sökülüp atılsın. Bu
gerçeğe dayalı bir direktiftir. Sağlam bir gerçeğe dayalı psikolojik bir
taktiktir. Ne zaman müslümanlar Kur'an'larına ciddiyetle sarılırlarsa, kendi
düşmanlarının ve Allah düşmanlarının tüm çabaları basite iner. Ne zaman
kalpleri tek bir safta biraraya gelse hayatta hiçbir kuvvet artık onları
durduramaz.
Allah'a inananların kendi durumlarını ve
düşmanlarının durumlarını çok iyi kavramaları gerekmektedir. Bu
değerlendirme ve kavrayış savaşı kazanmanın yarısıdır. Kur'an-ı Kerim saadet
döneminde meydana gelen bir olayı anlatırken, bu olayı yorumlarken ve onun
arka planındaki gerçekleri ve olguları izah ederken onlara bu gerçeği
gösterip kavratıyor. Olayı öyle mükemmel bir biçimde sergiliyor ki bizzat o
olayı yaşayan insanlar ondan en güzel şekilde yararlandıkları gibi bu
kuşaktan sonra gelecek herkes düşündüğünde gerçeği bilen yüce Allah'tan
gerçeği öğrenmek istediğinde rahat bir biçimde ondan istifade edebiliyor.
Beni Nadir olayı bu türden olayların ilki değildi.
Bundan önce Beni Kaynuka olayı da meydana gelmişti. Nitekim bundan sonraki
ayet bu olaya da parmak basmaktadır:
"Onların durumu kendilerinden az önce yaptıklarının
cezasını tatmış olan ahirette kendileri için acı bir azap bulunan kimselerin
durumu gibidir."
Beni Kaynuka olayı Bedir savaşından sonra Uhud
savaşından önce meydana gelmişti. Onlarla Hz. Peygamber arasında bir
antlaşma vardı. Müslümanlar Bedir savaşında müşriklere karşı zafer elde
edince yahudiler bunu çekemediler. Müslümanların böyle büyük bir zaferi elde
etmelerine öfkelendiler. Kin gütmeye başladılar Bu zaferin Medine'deki
konumlarına etki ederek müslümanların merkezi güçlerinin artması oranında
kendi merkezi güçlerinin zayıflayacağı endişesine kapıldılar. Hz. Peygamber
onların bu endişelerini, planlarını ve kurmak istedikleri komploları fark
edince aralarındaki sözleşmeyi hatırlattı. Bu yönelişlerin doğuracağı kötü
sonuçlardan onları sakındırdı. Onlar ise Hz. Peygambere kin ve öfke dolu
ayrıca tehdit kokan bir karşılık verdiler. "Ya Muhammed! Sen kendi
taraftarlarının ne tür adamlar olduğunu göreceksin! Savaş bilmeyen bir
topluluğu mağlup etmen ve onlara karşı bir zafer kazanmış olman seni
aldatmasın. Allah'a yemin ederiz ki eğer bizimle savaşacak olursan bizim ne
tür adamlar olduğumuzu o zaman öğrenirsin!" dediler.
Bundan sonra zaman zaman müslümanlara sataşmayı huy
haline getirdiler. Rivayetlerin belirttiğine göre Arap bir kadın yanına
satılık eşyasını alarak Beni Kaynuka pazarına gitmiş, orada bir boyacının
yanında oturmuştu. Yahudiler onun yüzünü açmasını istemelerine rağmen o bunu
reddetmişti. Bu sefer boyacı onun eteğinin ucunu sırtında bulunan,
elbisesine bağlamış. Kadın ayağa kalktığında avret yerleri açılmıştır.
Yahudiler de buna sevinerek gülüşmüşler. Kadın imdat çağrısı yapmış müslüman
bir adam atılmış ve boyacıyı öldürmüştür. Yahudiler hemen o müslümanın
üzerine saldırarak onu da oracıkta öldürmüşlerdir. Müslüman adamın ailesi,
müslümanlardan yardım dilemiş. İş büyümüş ve müslümanların öfkeleri
kabarmıştır. Ve Beni Kaynuka yahudileriyle aralarındaki savaş bu olayla
başlamıştır. Bunun üzerine Hz. Peygamber hemen onları kuşatır. Sonuçta O'nun
hükmüne teslim olurlar. Bu sırada münafıkların başı Abdullah bin Ubeyy bin
Selul Peygamberle onlar hakkında tartışmaya girişir. Onlarla Hazreç kabilesi
arasındaki eski bir antlaşmayı bu konuda dayanak olarak ileri sürer! Fakat
bu girişimin gerçek sebebi münafıklar ile kardeşleri olan ehl-i kitabın
kafirleri arasındaki yakın ilişkidir. Neticede Hz. Peygamber onların
Medine'den sürülmelerine silah dışındaki mallarını ve eşyalarını yanlarına
alıp Şam'a göç etmelerine razı olur.
İşte Kur'an-ı Kerim'in burada işaret ettiği ve
Nadiroğullarının halini ve gerçek tutumlarını onlarınki ile karşılaştırdığı
olay budur. Kur'an bu her iki kesimle münafıkların tutumlarını da
karşılaştırmaktadır.
Ehl-i kitabın kafirlerinden oluşan kardeşlerine
müslümanlara karşı direnmelerini ateşli ifadelerle dile getirerek onları bu
dramatik akibete sürükleyerek aldatan münafıkların sözkonusu tutumlarına bir
misal vermektedir. Sürekli olan bir durumu onlara örnek olarak sunmaktadır.
Bu şeytanın insana karşı tutumudur. Şeytan kendisinin çağrısına kulak
verenleri aldatır. Sonuçta kendisini ve onları acıklı bir akibete sürükler:
"İkiyüzlülerin durumu insana inkar et deyip; insan
inkar ettiğinde ise doğrusu ben senden uzağım. Ben alemlerin Rabbi olan
Allah'tan korkarım diyen şeytanın durumu gibidir. Nihayet ikisinin de sonu
içinde ebedi kalacakları ateş olacaktır. İşte zalimlerin cezası budur."
Şeytanın buradaki karekteri ve üstlendiği görev
insanoğullarından sözüne kulak verenlere karşı tutumu onun yapısına ve asıl
görevine tamamen uygun düşmektedir. Asıl akıl almayan ve izahı mümkün
olmayan şey durumu ve konumu böyle bir yaratığa, insanın kulak verip onu
dinlemesidir.
Bu sürekli geçerliliği olan bir vakıadır. Kur'an'ın
ifade üslubu bu geçici olay aracılığıyla ona değinmektedir. Böylece kendi
başına meydana gelmiş bir olayla kapsamlı gerçek arasında bir bağ kuruyor.
Hayatın içinden canlı bir mekanı, sözkonusu gerçeği ifade etmek için
kullanıyor. Zihindeki soyut yalın gerçekleri çıplak halde vermiyor. Zira
soğuk yalın gerçekler insanın duyguları üzerinde etkili olmaz. Onları alıp
kabul edecek kalpleri harekete geçirmez. İşte Kur'an'ın kalplere hitapta
kullandığı metod ile filozofların, ilim adamlarının ve araştırmacıların
metodu arasındaki fark ta budur!
İşte bu etkili örnekle Beni Nadir hikayesi sona
eriyor. Olayın arasında ve olay üzerinde yapılan bu yorum ile bunca
tablolar, gerçekler ve yönlendirmeler bir arada verilmiştir. Kıssadan
meydana gelen bölgesel nitelikli gerçek olaylarla sürekli geçerli olan yalın
büyük gerçekler arasında bir bağ kuruluyor. Yani bu kıssa hem gerçek dünyaya
hem de vicdan dünyasına doğru açılan bir seyahattir, bir gezintidir. Olay
kendi sınırlarını aşarak daha geniş boyutlara ulaşmaktadır. Bu olayın
Allah'ın kitabında ortaya konuşu ile insanların kitaplarında ortaya konuşu
arasında büyük farklar bulunmaktadır. Tıpkı Allah yapısıyla kul yapısı
arasındaki farklar gibi! Bunlar birbirleriyle karşılaştırılamaz bile!
Olay bu şekilde ortaya konup yorumlandıktan ve derin
gerçeklerle olan bağı ortaya konduktan sonra surenin hitabı müminlere
yöneliyor. İman adı ile onlara sesleniyor. Kendilerini hitabın sahibine
bağlayan sıfatla onlara çağrı yapılıyor. O'nun direktiflerine ve
yükümlülüklerine olumlu cevap vermesi böylece kolaylaştırılmış oluyor.
Surenin seslenişi müminlere yöneliyor ki, onları takvaya çağırsın. Ahiret
için yaptıkları hazırlıklarını gözden geçirsinler. Sürekli uyanık olsunlar.
Daha önce Allah'ı unutanlar gibi Allah'ı unutmaktan sakınsınlar. Nitekim
bunlardan bir kesimin akibetlerini kendi gözleriyle görmüşlerdir.
Bazılarının ise cehennemlik oldukları kendilerine haber verilmiştir.
18- Ey iman edenler!
Allah'tan korkun ve herkes yanına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun.
Çünkü Allah yaptıklarınızı haber almaktadır.
19- Allah'ı unutup
da, Allah'ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Çünkü onlar
sapık kimselerdir.
20 Cehennemliklerle
cennetlikler bir olmaz. Kurtulanlar ancak cennetlik olanlardır.
Takva kalp ile yaşanan bir haldir. Sözler ona
gölgeleriyle işaret eder. Fakat O'nun gerçek yapısı sözlerle ifade edilemez.
İnsanın kalbini hassaslaştıran Allah'ı hissettiren bir uyanıklığa
kavuşturan, hoşlanmadığı bir halde Allah'ın kendisini görmesinden korkan,
sakınan ve utanan bir duyarlılığa kavuşturuyor. Allah'ın gözü her an her
kalbin üzerindedir. Bu halde insan O'nun görmemesinden nasıl emin olabilir?!
"Herkes yanına ne hazırladığına baksın."
Bu da sözlerinin ortaya konduğunda daha derin daha
geniş direktifleri ve mesajları taşıyan bir ifadedir. Bu gerçeğin sırf
kalpten geçmesi dahi onun önüne yaptıklarının sayfasının hatta hayatının
bütün sayfasını gözlerinin önüne serer. Tüm satırlarını gözlerinin önüne
getirir. Bütün yaptıklarını teker teker ve detaylı olarak gözden geçirir. Bu
sayfada yarına ne hazırladığını bir bir görmesi sağlanır. Bu düşünce insanın
zayıf durumlarını, yetersiz kaldığı yerleri ve hatalı hareketlerini görüp
itiraf etmesine yeterlidir. İstediği kadar daha önce iyilik yapmış ve çaba
sarfetmiş olsun. İyilik konusundaki hazırlığı ve iyilikten payı yetersiz
kaldığında ise bu durum daha net anlaşılmaz mı? Bu öyle bir dokunuştur ki,
bundan sonra kalp artık uyku yüzü görmez. Yaptıklarını gözden geçirmekten ve
iyiye doğru çevirmekten asla geri durmaz!
Bu duyguları harekete geçiren ayet-i kerime inanmış
kalpleri daha sarsıcı bir şekilde titretmeden sona ermez:
"Allah'tan korkun. Çünkü Allah yaptıklarınızı haber
almaktadır."
Bu ifade sözkonusu kalplerin duyarlılığını,
ürperişini ve hayasını daha da artırmaktadır. Allah yaptıklarınızı haber
almaktadır.
Bu ayette onların uyanıklığa ve gerçekleri
hatırlamaya çağrılmaları nedeniyle peşinden gelen ayette onlar şu şekilde
sakındırılıyor: "Allah'ı unutup da Allah'ın da kendilerini unutturduğu
kimseler gibi olmayın." Bu gerçekten hayret edilecek bir durumdur. Fakat
gerçektir. Allah'ı unutan adam bu dünya hayatında kendisini yüceler alemine
bağlayan bağdan kopuk halde yaşar. Bu hayatını merada otlanan
hayvanlarınkinden daha üstün kılacak hedeften yoksun hale gelir. Bu durumda
onun kendi insanlığını unutmasıdır. Bu gerçeğin yanında bir gerçek daha
ilave edilir veya ondan başka bir gerçek doğar. Bu da sözkonusu yaratığın
kendi kendisini unutması, sürekli olan ebedi hayatı için bir azık
hazırlamaması, yarını için hazırladığı azığa bakmamasıdır.
"İşte onlar sapık kimselerdir." Doğru yoldan
ayrılan, sapıp giden kimseler. Ardındaki ayette onların cehennemlikler
olduğu belirtiliyor. Cennetlik olan inanmışların bunların yolundan başka bir
yol izlemeleri gerektiğine dikkat çekiliyor. Cennetliklerin yolu doğal
olarak cehennemliklerin yolundan ayrı olmalıdır.
"Cehennemlikler ile cennetlikler bir olmaz.
Cennetlikler kurtulanların kendileridir."
Bunlar yapıları ve tutumlarıyla, yolları ve
yaşantılarıyla yönelişleri ve hassasiyetleriyle asla bir değildir. Onlar
birbirinden ayrı yollardadır. Bir yolda buluşmaları asla mümkün değildir.
Çehreleri de bir değil, planları da bir değil, siyasetleri de bir değildir.
Ne dünyada ne de ahirette onlar asla bir çizgide yer alamazlar.
"Cennetlikler kurtulanların kendileridir." Böylece
cennetliklerin akibetlerini kesin bir şekilde ortaya koyuyor.
Cehennemliklerin akibetini ise sözkonusu yapmıyor, sessiz geçiyor. Onların
akibetleri zaten bellidir. Sonra onlar hiç hükmündedirler. Artık onlardan
söz etmeğe değmez!
Ardından kalpleri etkisi altına alan ve onları
derinden sarsan bir direktif geliyor. Bu direktif Kur'an-ı Kerim'in cansız
kayalara inmesi halinde onların ne ölçüde Kur'an'dan etkileneceklerini
ortaya koyan bir örnekle dile getiriliyor:
21- Eğer biz bu
Kur'an'ı bir dağa indirseydik muhakkak ki onu Allah korkusundan baş eğerek
parça parça olmuş görürdün. Bu örnekleri düşünsünler diye insanlara
veriyoruz.
Bu gerçeği ortaya koyan bir tablodur. Gerçekten bu
Kur'an'ın öyle bir ağırlığı öyle bir gücü ve etkisi vardır ki onu gerçek
anlamıyla algılayan hiçbir varlık yerinde duramaz, ona dayanamaz. Hz. Ömer
"Andolsun Tur'a yayılmış derilere yazılmış kitaba, onarılan eve yükseltilen
tavana dalan denize andolsun ki, Rabbinin azabı kesin gelecektir. Onu
savacak kimse de yoktur" ayetlerini okuyan bir adamın sesini işittiğinde
öyle sarsılmış, öyle irkilmişti ki bir duvara dayanmış, sonrada zar zor
kendini evine atmıştı. Meydana çıkan rahatsızlığından dolayı bir ay boyunca
evine ziyaretçi gidip gelmiştir.
İnsanın vicdanı açık olduğu bir zaman diliminde
Kur'an gerçeğinden bir şeyle karşılaşması, onu ciddi biçimde sarsar ve içini
ürpertir. Orada değişimler ve dönüşümler meydana gelir. Tıpkı mıknatıs ve
elektriğin maddeler dünyasında cisimleri etkiledikleri gibi. Hatta daha da
fazla...
Dağları yaratan ve Kur'an'ı indiren Allah buyuruyor
ki: "Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik muhakkak ki onu Allah
korkusundan ürpermiş ve parça parça olmuş görürdün:' Kur'an'ın kendi
bünyeleri üzerindeki dokunuşunun etkisini hissedenler bu gerçeği Kur'an'ın
parlak ve büyüleyici üslubundan başka şekilde ifade edilemeyecek biçimde
ondan zevk alırlar.
"Bu örnekleri düşünsünler diye insanlara veriyoruz:
'
Gerçekten bu ifade, düşünüp değerlendirmeleri için
kalpleri uyarmaya en uygun ifadedir.
Son olarak yüce Allah'ın güzel isimlerinden oluşan
uzunca bir tesbih yer alıyor. Bu sanki Kur'an-ı Kerim'in bütün bir varlık
üzerindeki etkilerinden biridir. Varlığın tamamı onu dile getiriyor ve bütün
yönleriyle onunla temasa, onunla diyaloğa geçiyor. Bu isimler bu evrenin
özünde, hareketinde ve dıştaki manzaralarında apaçık etkiler
bırakmaktadırlar. Bütün bir varlık Allah'ı onunla takdis ediyor ve onun
kudretine, eserlerine şahitlik ediyor:
22- O görüleni de
görülmeyeni de bilen kendisinden başka ilah olmayan Allah'tır. Çok
esirgeyen, çok merhamet edendir.
23- O kendisinden
başka ilah olmayan, hüküm sahibi mukaddes, esenlik veren, güven veren
gözetip koruyan üstün ve galip olan otorite sahibi, gerçekten ulu olan
Allah'tır. Yüce Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir.
24- O yaratan,
yoktan var eden, varlıklara şekil veren Allah'tır. İsimlerin en güzelleri
O'na aittir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nu takdis etmektedir. Üstün
güç sahibi ve herşeyi hikmeti uyarınca yapandır.
Bu, yüce sıfatlarla oluşturulmuş uzunca bir
takdistir. Üç bölümden oluşmaktadır. Her bölüm Allah'ı birleyen tevhid
sıfatıyla başlamaktadır: "O kendisinden başka ilah bulunmayan Allah'tır."
Veya "O yüce Allah'tır." cümleleriyle başlamaktadır.
Bu güzel isimlerin her birinin bu evrende rahat
görülebilen etkileri vardır. Somut halde yaşanan insanın hayatı üzerinde de
etkileri bulunmaktadır. Bu güzel isimler insanın kalbine sözkonusu isimlerin
ve sıfatların aktifliğini ve ataklığını aşılamaktadır. Bu, iz bırakan etki
eden bir ataklıktır. İnsanlarla ve canlılarla sağlam ilişkisi vardır. Bu
isimler ve sıfatlar bu evrenin yapısından, durumlarından varlığıyla beraber
olan olaylarından soyutlanmış sıfatlar değildir.
"O kendisinden başka ilah olmayan Allah'tır."
Böylece insanın vicdanına inanç birliği, ibadet birliği, yöneliş birliği ve
yaradılışın başından sonuna kadar ki eylemlerde faaliyet birliği
yerleştirilmektedir. Bu birlik üzerine de düşüncede, bilinçte ve yaşantıda
eksiksiz bir program, bir yol oturtulmaktadır.
İnsanların evrenle ve diğer canlılarla ilişkileri,
ayrıca bu insanların birbirleriyle ilişkileri, yine bu ilah birliği ilkesine
dayanmaktadır.
"O görüleni de görülmeyeni de bilendir." Böylece
insanın vicdanına Allah'ın gizli açık herşeyi bildiğine dair bir bilinç
yerleştirilmektedir. Bu nedenle sözkonusu vicdan gizli açık her işte
Allah'ın kendisini gözetlediğini hissetmektedir. İnsan artık her yaptığı
işte Allah'ın kendisini gözettiğini, Allah'ın huzurunda bulunduğunu tenhada
olsa, gizlice fısıldaşsa da yalnız başına olmadığının bilincinde olarak iş
yapar. Bundan sonra onun hayatını , düşünüşünü şekillendirmeye başlar. Zaten
bu bilince varan bir vicdan bundan böyle ne bilinçsiz hareket eder, ne de
başıboş bir hale düşer!
"O çok esirgeyen çok merhamet edendir."
Böylece insanın vicdanına Allah'ın merhametine
ilişkin bir huzur bilinci ve rahatlama yerleştiriyor. Korku ile ümit, güven
ile endişe dengeleniyor. Müminin düşüncesine göre Allah kullarını huzurundan
kovmaz, onları gözetir. Başıboş bırakmaz. Onlar için kötülük istemez.
Onların hidayete gelmelerini arzu eder. Onlar kötülüklerle ve aşkın arzu ve
ihtiraslarla boğuşurken onları yardımsız, desteksiz bırakmaz:
"O kendisinden başka ilah olmayan Allah'tır."
Duanın, takdisin ikinci bölümüne geçerken bu cümleyi
yeniden başta tekrar ediyor. Zira bu diğer tüm sıfatların kendisine
dayandığı temel yasadır. "Sahip olandır." Böylece vicdana kendisinden başka
ilah bulunmayan Allah'tan başka sahip bulunmadığı yerleştiriliyor. Bütün
sahiplik, maliklik tek elde toplanınca artık sahip olunanların birden başka
efendileri kalmaz. Herkes O'na yönelir. O'ndan başkasına hizmet etmezler.
Zaten insan, aynı anda iki efendiye hizmet edemez: "Allah hiçbir insanın
içinde iki kalp yaratmamıştır."
"Mukaddestir." Bu isim sınırsız kutsiyeti, sınırsız
temizliği ifade etmektedir. Müminin kalbine bu tertemiz ışınları,
aydınlanmayı aşılamaktadır. Onun kalbini temizlemekte ve arındırmaktadır ki
mukaddes yaratıcının feyzlerini alabilecek niteliğe kavuşsun. Onu tenzih
etmeğe, takdis etmeğe müsait olsun.
"Esenlik verendir." Bu isimde evrenin her yanına ve
müminin kalbine güven emniyet ve huzur doldurmaktadır. Herşey O'nun
himayesinde, güvencededir. O'nun koruması altında rahat içindedir. Bütün bir
evren canlı ve cansız herşeye karşı güven içindedir. Bu isimle insanın kalbi
huzura, rahata ve güvene kavuşmaktadır. Artık bu kalpte kötü hisler dinmiş,
tereddütleri sükunete kavuşmuş, olgunluğa ve selamete kavuşmuştur.
"Güven verendir." Hem güveni, hem imanı veren O'dur.
Bu ismin ifadesi insanın kalbine imanın değerini kavratmakta,
hissettirmektedir. Çünkü bu isimle insan Allah'la temasa geçiyor. O'nun
sıfatlarından biriyle nitelenmiş oluyor ve o zaman iman sıfatıyla yüceler
alemine yükseliyor.
"Gözetip koruyandır." Bu yüce Allah'ın sıfatları
üzerinde düşünürken başka bir aşamanın başlangıcıdır. Çünkü bundan önce sözü
edilen "Kuddüs, selam ve mümin" sıfatları sırf Allah'ın zatı, kendisiyle
ilgili sıfatlardır. Bu sıfat ise Allah'ın zatına evren ve insanla ilgili bir
faaliyeti izafe etmektedir. Otoriteyi ve gözetmeyi O'na vermektedir.
"Aziz, Cebbar ve Mütekebbir" isimleri de bunun
gibidir. Bunlar üstünlük, ululuk, hakimiyet ve galibiyet ifade eden
sıfatlardır. Ondan başka izzet sahibi yoktur. O'ndan başka hakimiyet sahibi
yoktur. O'ndan başka ululuk sahibi yoktur. Bu sıfatlarında hiç kimse O'na
ortak olamaz. O'ndan başkası bunlarla vasıflanamaz. Bu sıfatlar konusunda
Allah eşsizdir. Hiçbir ortağı yoktur.
Bu nedenle ayetin sonu şöyle geliyor: "Allah onların
ortak koştuklarından münezzehtir." Ardından uzunca takdisin son bölümü yer
alıyor:
"Allah'tır O". Bu bir olan ilahlıktır, O'ndan başka
ilah yoktur. "Yaratandır.".. "Var edendir." Öze ilişkin kararı ve takdiri
"Var etme" ise karar ve takdisi uygulama ve ortaya çıkarmaya yöneliktir.
Bunlar birbirine bağlı sıfatlardır. Aralarındaki fark ince ve dakiktir.
"Şekil verendir." Bu da önceki iki sıfatla ilgili
bir sıfattır. Her şeye özel kimliğini, kişiliğini kazandıran temel
özellikleri ve belirtileri veren demektir. Birbirine bağlı olan ve
aralarında ince farklar bulunan bu sıfatların ardarda sıralanışı insanın
kalbini harekete geçirip duyarlılık kazandırmak içindir. Böylece O'nun
yaratma, var etme, icad etme ve ortaya çıkarmayı insanın düşüncesine göre
aşama aşama izlemesi sağlanmak istenmiştir. Gerçek alemde ise, aşamalar ve
adımlar sözkonusu değildir. Bu sıfatların anlamlarına ilişkin bildiklerimiz
ise onların sınırsız gerçekleri değildir. Bunu Allah'tan başkası bilemez.
Biz sadece bunların etkilerinden bir kısmını öğrenebiliyoruz. İşte biz bu
bildiklerimizle küçücük gücümüz ve imkanlarımızla onları anlamaya
çalışıyoruz!
"Güzel isimler O'nundur." Güzellikleri
kendilerindendir. İnsanların onları güzel görmelerine ihtiyaçları yoktur.
Onların güzel görmelerine bağlı da değildir onların güzellikleri.
"Hüsna" kalplere güzellik mesajı veren ve üzerine
güzellik bahşeden demektir. Bunlar, müminlerin üzerinde düşünüp kendilerini
onların mesajlarına ve yönlendirmelerine göre şekillendirmeyi planladıkları
sıfatlardır. Çünkü mümin, kendisinin bu sıfatlarla donanmasının Allah'ın
hoşuna gideceğini bilmektedir. Bunların açtığı ufuklara doğru yükselmesinin
ve açılmasının da.
Bu güzel isimlerle oluşturulan bu uzunca takdisin,
mesaj dolu derin anlamları ve hayrete düşürücü feyizleri ile beraber bu
tenzihin sonu bütün bu evrenin dörtbir yanına yayılan ve her var olandan
coşup gelen evrenin takdis sahnesidir.
"Göklerde ve yerde olanlar O'nun şanını
yüceltmektedirler. İzzet sahibidir O. İşlerini hikmetle düzenleyendir."
Bu sahne, yukarıda geçen isimlerin sıralanmasından
sonra kalbin beklediği bir manzaradır. Kendisi bu manzaraya canlı ve cansız
varlıklarla birlikte katılır. Bu manzarada surenin girişi ile sonucu da tam
bir ahenk ve uyum içine girmektedir.
HAŞR SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.