15-Hicr
1- Elif, Lâm, Ra; bunlar kitabın,
Kur'an'ın ayetleridir. "
Bu ve benzeri harfler kitabın özünü oluşturmaktadır.
Kur'an bunlardan meydana gelmektedir. Herkesin günlük konuşmalarında
kullandığı bu harfler, yüce ufuklara, erişilmez boyutlara, olağanüstü ahenge
sahip ayetlerdir. Kendi başlarına hiçbir anlam ifade etmeyen harflerdir,
açık, net ve anlaşılır Kur'an'ı meydana getiren...
Şu halde toplum bu olağanüstü kitabın ayetlerini
inkâr ediyorsa, bu açık ve anlaşılır Kur'an'ı yalan sayıyorsa, gün gelecek,
vaktiyle sergilediği tutumdan farklı bir tutum sergilemiş olmayı
arzulayacak, daha önce inanmış olmayı, doğru yola girmiş olmayı temenni
edecektir.
2- Gün gelecek, kâfirler "keşke
vaktiyle müslüman olsaydık" diyeceklerdir.
Gün gelecek... Ne var ki, temenni ve arzu fayda
vermeyecek... Gün gelecek... Bu deyimde gizli bir tehdit, üstü kapalı bir
alay vardır. Müslüman olmak ve kurtulmak için ellerine geçen fırsatı
kaçmadan, bu fırsatı değerlendirmeye teşvik edilmektedirler. Çünkü gün
gelecek, "keşke vaktiyle müslüman olsaydık" diyecekler, fakat o günkü bu
arzuları hiçbir yarar sağlamayacaktır!
Üstü kapalı bir tehdit daha...
3- Bırak onları yesinler, dünya
nimetlerinden yararlansınlar ve ihtirasları ile oyalansınlar, ilerde gerçeği
öğreneceklerdir. "
Onları yemekten, eğlenmekten ibaret hayvanlara özgü
hayatları ile başbaşa bırak. Düşünmeden, akıllarını kullanmadan, insanlık
düzeyine çıkmadan oyalanıp dursunlar. Bırak onları bu girdapta, fırıldak
gibi dönsünler. ihtiraslar oyalasın. Arzular gururlandırsın, ömür geçsin,
fırsat kaybolup gitsin. Bırak onları, bu helâk olmuş kimselerle uğraşma.
Onlar ihtiras ve gururun bataklığına dalmışlar. Bu durum hoşlarına gitmekte,
onları zevk ve eğlenceye daldırmaktadır. Böylece onları oyalayıp,
ecellerinin dolmasına daha çok zaman olduğunu sanmalarına neden olmaktadır.
Onlar dilediklerini yapabileceklerini sanıyorlar, kimsenin kendilerini bu
zevk ve eğlenceden alıkoyamayacağını, engel olamayacağını düşünüyorlar.
Bundan sonra kendilerini hesaba çekecek birinin olmadığına én sonunda
diledikleri şeye sahip olmaları sayesinde kurtulacaklarına inanıyorlar.
Oyalayıcı duygu ve isteklerin tablosu insanların
hayatında gözlemlenebilir canlı bir tablodur. Sürekli parlayan emel, insanın
tatlı hayallere dalmasına neden olur. Ve insan bu hayallerin peşine takılır,
onlarla oyalanır, hayaller alemine dalar, gün gelir insanlık sınırını aşar;
Allah'ı, kaderi ve insan ömrünün sınırlı olduğu gerçeğini unutur. Giderek
birtakım sorumlulukların, sakınılması gereken şeylerin; hatta bir ilahın,
ölümün ve yeniden dirilişin varlığını akıllarına bile getirmez.
İşte Hz. Peygamberin onları başbaşa bırakmakla
emrolunduğu öldürücü emel budur:
"İlerde gerçeği öğreneceklerdir."
Zamanın geçmesinden sonra bilmenin yarar
sağlayamadığı bir sırada, gerçeği öğreneceklerdir. Bu ifadede onlara yönelik
bir tehdit vardır. Ayrıca kendilerini kaçınılmaz akıbeti düşünmekten
alıkoyan yanıltıcı emelden kurtulurlar diye son derece etkili bir uyarı
gizlidir bu ifadede.
Hiç kuşkusuz Allah'ın yasası, her zaman için
yürürlüktedir ve bu yasa değişmez. Milletlerin helâk olması ise, yüce
Allah'ın onlara ilişkin olarak belirlediği süreye bağlıdır. Yüce Allah'ın
yasasının ve iradesinin yürürlüğe girmesine aracı olan bu milletlerin kendi
davranışları helâk süresi ile yakından ilgilidir.
4- Yok ettiğimiz her beldenin
mutlaka uğradığı akıbete ilişkin belirli bir yazısı vardır.
5- Hiçbir millet ne yokoluş gününü
öne alabilir ve ne de yaşama süresini aşabilir.
O halde bir süre için azaba uğratılmaları
ertelenmişse, bu onların gurura kapılmalarına neden olmamalıdır. Çünkü
Allah'ın yasası belirlenen şekliyle yürürlüktedir. İlerde öğreneceklerdir.
Amel etmeleri ve bu amele göre işin sonunda karşılık
görmeleri için yüce Allah, milletlere ve beldelere uğrayacakları akıbetler
için belirlenmiş bir yazı, kesin bir süre tayin etmiştir. Bunlar inandıkları
iyi işler yaptıkları, yeryüzünü ıslah ettikleri ve ölçülü davrandıkları
sürece yüce Allah, yaşama surelerini uzatır. Ama bütün bu esaslardan
saptıkları zaman, içlerinde en ufak bir iyilik kırıntısı bulunmadığı zaman
sürelerini tamamlar. Ya yok etmek, köklerini kurutmak suretiyle ya da zayıf
bırakmak, düşkün hale getirmek suretiyle varlıklarına son verir.
Kimi milletler vardır ki, ne inanıyorlar, ne de iyi
işler yapıyorlar, ne yeryüzünü ıslah ediyorlar, ne de ölçülü davranıyorlar,
buna rağmen, bu milletler oldukça güçlüdürler, zengindirler, yok olacak gibi
de değildirler... Evet böyle denebilir... Ama bu bir kuruntudur. Çünkü bu
milletlerde az da olsa bazı iyi niteliklerin olması kaçınılmazdır. Bu
nitelikler, yeryüzünü iyi bir şekilde imar etmek, kendi bağlılarına özgü dar
bir çerçevede adalet ilkesini ayakta tutmak, kendi sınırları içinde maddi
ıslahatlarda bulunmak ve iyilik yapmak şeklinde de olsa mutlaka vardır. İşte
bu iyilik kırıntıları ile yaşamını sürdürmektedir bu milletler. Bunlar
yokolduğu zaman, içlerinde bir iyilik kırıntısı kalmadığı zaman, kesinlikle
bilinen akıbete uğrayacaklardır.
Çünkü Allah'ın yasası değişmez ve her milletin
belirlenmiş bir yaşama süresi vardır.
"Hiçbir millet ne yokoluş gününü öne alabilir ve ne
de yaşama süresini aşabilir."
Şimdi de surenin akışı müşriklerin Hz. Peygambere
-salât ve selâm üzerine olsun- karşı takındığı edepsiz tavrı anlatmaktadır.
Kendilerine bir kitap, anlaşılır Kur'an getiren, kendilerini oyalayıcı
isteklerden sakındıran ve kendilerine Allah'ın yasasını hatırlatan
peygamberi alaya aldıklarım, onunla dalga geçtiklerini dile getirmektedir.
6- Müşrikler dediler ki; "Ey
kendisine Kur'an inen adam, sen kesinlikle delinin birisin. "
7- "Eğer söylediklerin doğru ise
bize melekler ile birlikte gelseydin ya.
Peygambere sesleniş biçimlerinde onu alaya aldıkları
açıkça görülmektedir.
"Ey kendisine Kur'an inen adam."
Aslında onlar vahyi ve peygamberliği inkâr
ediyorlar, fakat bu sözler ile peygamberi aşağılamak istiyorlar. Güvenilir
peygambere yakıştırdıkları sıfatta da edepsizlikleri açıkça görülmektedir.
"Sen kesinlikle delinin birisin."
Onları açık ve anlaşılır Kur'an aracılığı ile
inanmaya yaptığı çağrıya verdikleri karşılık budur.
Onlar gittikçe küstahlaşıyor ve kendisini
doğrulayacak melekler getirmesini istiyorlar:
"Eğer söylediklerin doğru ise, bize melekler ile
birlikte gelseydin ya."
Gerek Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun-
gerekse ondan önce gelmiş, geçmiş peygamberlerle birlikte meleklerin de
gönderilmiş olmasına ilişkin müşriklerin istekleri hem bu surede, hem de
başka surelerde sık sık tekrarlanmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi
bu istek, yüce Allah'ın onurlandırdığı, peygamberliği türüne özgü kıldığı,
kendi içinden seçkin bireylerin peygamber olmasını istediği insan denen
varlığın değerini bilmemenin göstergesidir.
Bu küçümsemeye, bu alaya almaya ve bu bilgisizliğe
verilen cevap ise, geçmiş milletlerin yok oluşlarının şahitlik ettikleri
genel kuralı hatırlatmaktan ibarettir. Buna göre melekler, herhangi bir
_peygambere sadece belirlenen süre dolduğu zaman kavminden yalanlayanları
yoketmek üzere inerler. Bu durumda süre tanıma, azabı geciktirme, sözkonusu
olmaz artık:
8- Oysa biz melekleri ancak
gerektiğinde indiririz, o zaman da onlara artık mühlet tanınmaz. "
Acaba bunu mu istiyorlar? Bu mudur arzuladıkları?
DÜŞÜNEMEYİP DOĞRU YOLU BULAMAYANLAR
Sonra ayetlerin akışı onları doğru yolu bulmaya,
düşünmeye yöneltiyor. Allah melekleri ancak hak için ve gerektiğinde
gönderir. Hakkı yerleştirsinler, yürürlüğe koysunlar diye. Allah'ın
peygamberini yalanlamanın hakkı ise kökten yok edilmedir. Onlar bu cezayı
hakediyorlar, o da gerçekleşiyor. İşte bu meleklerin, geciktirmeden azabı
uygulamak üzere indikleri haktır. Onların kendileri için istediklerinden
çok, yüce Allah onlar için iyilik dilemiş, iyice düşünürler, onun yol
göstericiliği ile doğru yolu bulurlar diye kendilerine Kur'an'ı indirmiştir.
Bu ise, eğer gereği gibi düşünecek olurlarsa, sonunda meleklerin hakka y
çekleştirmek üzere inmelerinden daha hayırlıdır kendileri için...
9- Bu Kur'an'ı gerçekten biz
indirdik ve onu koruyacak olan da biziz.
Şu halde onlar için hayırlı olan Kur'an'a
yönelmeleridir. Kalıcı olan, korunan, dağılmayan ve değişmeyen O'dur çünkü.
Kur'an'a batılın bulaşmış olması, tahrif edilmesi mümkün değildir. Kur'an
onları Allah'ın gözetimi ve koruması altında gerçeğe yöneltecektir, eğer
gerçeği istiyorlarsa:.. Fakat peygamberin getirdiği mesajın doğruluğuna
kanıt olsun diye meleklerin gelmesini istiyorlarsa, yüce Allah onlara melek
göndermek istemiyor. Çünkü O, onlara iyilik dilemiş ve kendilerine korunmuş
kitabı indirmiştir, beraberlerinde helâk ve yoketme azabını da getiren
melekleri değil.
Biz asırlar sonra, yüce Allah'ın Kur'an'ın
korunacağına ilişkin gerçek vaadine baktığımızda, birçok şahidin yanısıra,
bu kitabın Allah katından geldiğine şahitlik eden bir mucize ile karşı
karşıya kalırız. Yüzyıllardır bu kitabın karşı karşıya kaldığı değişik
durumların, koşulların, ortam ve etkenlerin bir kelimesini değiştirmeden,
bir cümlesini tahrif etmeden bu kitabı korunmuş ve orijinal olarak bırakmış
olmasının olanaksız olduğunu görürüz, eğer insanın iradesini aşan, tüm
durumlardan; koşul ve ortamlardan daha büyük bir güç bu kitabı
değişiklikten, bozulmuşluktan, gereksizlikten ve tahrif olmaktan korumuş
olmasaydı.
Hiç kuşkusuz bu kitap önceleri, çeşitli çekişmelerin
ortaya çıktığı, fitnenin yaygınlaştığı, olayların peşpeşe geliştiği dönemler
yaşadı. O dönemlerde her grup, Kur'an'dan ve Hz. Peygamberin -salât ve selâm
üzerine olsun- sözlerinden kendisi için dayanaklar aramaya koyulmuştu. Bu
fitnelere özellikle dinin değişmez düşmanları olan yahudiler ve bir de
Şuubiler diye adlandırılan ve halkı milliyetçiliğe çağıran ırkçılar katılıp
gelişmeleri yönlendirmişlerdir.
Bu gruplar, Hz. Peygamberin sözleri arasına çeşitli
uydurma hadisler katmışlardır. Allah'dan korkan ve gerçekleri kavrama
yeteneğine sahip, onlarca alim peygamberin sünnetini kurtarmak, onun
sözlerini ayıklamak, bu dinin aleyhinde komplolar kuran düzenbazların
uydurmalarından arındırmak için onlarca sene uğraşmak zorunda kalmışlardır.
Ayrıca fitnenin yaygınlaştığı böyle bir ortamda bu
gruplar, Kur'an ayetlerinin anlamlarını yorumlayarak, onları istedikleri
hüküm ve direktifleri çıkarmak için sağa sola bükme imkânını da bol bol
bulmuşlardır.
Buna rağmen -fitnenin yoğunluğunun ve baskısının
şiddetli olduğu bu dönemlerde- bütün bu gruplar Allah tarafından korunan bu
kitabın ayetlerine yeni bir şey ekleme imkânını bulamamışlardır. Onun
ayetleri, değiştirilemeyeceğinin, her türlü yanlış yorumdan
korunacaklarının, aynı şekilde bu korunmuş kitabın Allah katından gelişinin
kanıtı olarak indikleri gibi kalmışlardır.
Sonra bir zaman geldi -ki biz halâ bu dönemi
yaşamaktayız- müslümanlar inanç sistemlerini, sosyal düzenlerini,
yurtlarını, ırzlarını, mallarım ve ahlâklarını hatta akıl ve düşüncelerini
bile koruyamaz oldular! Onlara üstünlük sağlayan düşmanları, inananlarca iyi
olan her şeyi değiştirip, yer_ine yine onlarca iğrenç kabul edilen
kavramları yerleştirdiler. İnanç, düşünce ve değer yargısı; ölçü, ahlâk ve
gelenek; düzen ve kanun olarak karşı çıktıkları, benimsemedikleri her şeyi
onlara kabul ettirdiler. Toplumsal çözülmeyi, ahlâki çöküntüyü, dejenereyi
ve insana özgü tüm niteliklerden soyutlanmayı kendilerine çekici gösterip;
onları hayvanlarınkine benzer bir hayatın içine yuvarladıkları, zaman zaman
hayvanları bile tiksindirecek bir hayat biçimini yaşattılar. Bütün bu
kötülükleri "İlericilik", "Gelişmişlik", "Lâiklik", "Bilimsellik",
"Serbestlik", "Özgürlük", Zincirleri kırmak", "Devrimcilik" ve "Yenilik"
gibi parlak sloganlar ve isimler altında kabul ettirdiler. Böylece
müslümanların kala kala sadece "müslüman" isimleri kaldı. Bu dinle uzaktan,
yakından hiçbir ilgileri kalmadı. Sel sularının sürüklediği çerçöpe
döndüler. Ateşe yakıt olmaktan başka da hiçbir işe yaramaz oldular. Hem de
son derece adi bir yakıt...
Ne var ki, -bütün bunlàra rağmen- bu dinin
düşmanları bu kitabın ayetlerini değiştiremediler, tahrif edemediler. Bu
konuda başarıya ulaşamadılar. Hiç kuşkusuz bu hedefe varmak için insanlar
arasında en hırslıları onlardı, bu ideali gerçekleştirmek en büyük
arzularıydı.
Bu dinin düşmanları -en başta da yahudiler- Allah'ın
dinine karşı tuzaklar kurmak için dörtbin yıllık -ya da daha fazla- deneyim
birikimlerini seferber ettiler. Birçok şey de başardılar. Örneğin Hz.
Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- ümmetini ve müslüman ümmetin
tarihini örtbas etmeyi başardılar. Açıktan açığa yapamadıkları şeyleri
yapmak, rollerini gereği gibi oynamak için, olayları çarptırmakta, müslüman
toplumun bünyesine yerleştirdikleri adamlarının gerçek kimliklerini
gözlemekte de büyük başarılar elde ettiler. Devletleri, toplumları,
düzenleri ve kanunları yoketmeyi başardılâr. Yüzyıllardan beri, özellikle
çağımızda müslüman toplumların bünyesinde kendi hesaplarına uygun, çeşitli
yıkım ve çökertme faaliyetlerinde bulunmaları için işbirlikçi hainleri,
kahraman ve kurtarıcı olarak sunup, kabul ettirebildiler.
Ama tüm koşullar kendi lehlerine olmasına rağmen,
bir şeyi yapàmadılar. Bu korunmuş kitaba bir şey yapamadılar... Üstelik bu
kitaba bağlı olduklarını söyleyenler, kitabı korumak bir yana, onu kulak
ardı edip, sele kapılan çerçöp yığını gibi hiçbir tepki gösteremeden
akıntıya kapılmış gidiyorlar... Bu da bir kez daha bu kitabın ilahi olduğunu
göstermiştir. Bu akıllara durgunluk veren mucize, onun üstün iradeli ve her
yaptığı bir hikmete dayanan yüce Allah tarafından indirildiğini
kanıtlamıştır.
Bu vaad, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine
olsun- döneminde sadece bir sözdü: Ama bugün -yaşanan bunca büyük olaydan ve
uzun asırdan sonra bu vaadin bir mucize olduğunu, bu kitabın yüce Allah
katından geldiğini kanıtladığı ortaya çıkmıştır. İnatçı kara cahillerden
başkası bu gerçeği tartışma konusu yapmaz.
"Bu Kur'an'ı gerçekten biz indirdik ve onu koruyacak
olan da biziz."
Hiç kuşkusuz doğru söylüyor yüce Allah...
Yüce Allah peygamberini yüreklendiriyor ve böyle bir
şeyle ilk defa kendisinin karşı karşıya kalmadığını, bütün peygamberlerin
alaya alındıklarını, yalanlandıklarını, bu çirkin inadın yalanlayanların
değişmez özelliği olduğunu haber veriyor.
10. "Ey Muhammed, biz senden önce de
eskiden yaşamış çeşitli milletlere peygamberler göndermiştik. "
11- Bu milletler, kendilerine gelen
her peygamberi mutlaka alaya almışlardır. "
Önceki milletlerden peygamberlerini yalanlayanlar,
peygamberlerinin kendilerine sunduğu mesajı nasıl karşılamışlarsa, senin
milletinden yalanlayıcı günahkârlar da senin onlara sunduğun mesajı, o
şekilde karşılayacaklardır. Böylece biz bu yalanlama huyunu, düşünemeyen ve
gelen mesajları güzelce algılayamayan kalplerine aşılarız. Bu, onların
seçkin peygamberlere yaptıkları karşı çıkışların, işledikleri suçun
karşılığıdır.
12- Biz böylece peygamberleri alaya
alma huyunu günahkârların kalplerine aşılarız.
13- Onlar Kur'an'a inanmazlar. Oysa
daha önceki yoldaşları hakkında ilahi kanun işlemişti.
Bu kitabın içeriğini yalanlamaları ve onu alaya
almaları duygusunu salarız kalplerine. Çünkü bu kalpler, bu kitabı başka
türlü algılayamaz. İster şimdiki nesil arasında olsun, ister geçmiş
nesillerde olsun, ister gelecek nesillerde olsun yalanlayanlar aynı
karaktere sahip bir ümmettirler:
"Oysa daha önceki yoldaşları hakkında ilahi kanun
işlemişti."
Kur'an'ın eksikliği imana ilişkin kanıtların
yetersizliğinden kaynaklanmamaktadır. Onlar inatçı ve kibirli kimselerdir.
Kendilerine son derece açık ve anlaşılır kanıtlar gelmiş olsa bile, onlar
inatçılıkları ve kibirleri ile bu kanıtı görmezlikten geleceklerdir.
Burada surenin akışı, aşağılık kibirliliğin, iğrenç
inatçılığın olağanüstü bir tablosunu çiziyor:
14- "Eğer onlara bir kapı açsak da
göğe çıkmaya koyulsalar. "
15- "Gözlerimiz hayal görüyor,
herhalde birileri bize büyü yaptı"derler.
Kendileri için açılan bir kapıdan göğe doğru
tırmandıklarını düşünmeleri yeterlidir. Bedenleri ile tırmanıyorlar,
karşılarında açık bir kapı görüyorlar. Tırmanma hareketini algılıyorlar,
kanıtlarını açıkça görüyorlar... Buna rağmen, onlar; "Hayır, hayır, bu
gerçek olamaz. Herhalde biri gözlerimizi boyadı, onları uyuşturdu.
Gözlerimiz görmüyor sadece hayal görüyoruz" derler.
"Gözlerimiz hayal görüyor, herhalde birileri bize
büyü yaptı."
Uyuşturucunun biri bizi uyuşturdu, biri bize büyü
yaptı. Bütün gördüklerimiz, algıladıklarımız, bir nazarcının bir büyücünün
oyunundan başka bir şey değildir.
Çirkin kibirlenmenin, aşağılık inadın olanca
çıplaklığı ile ortaya çıkması için onların bu şekilde tasavvur edilmesi
yeterlidir. Bu da gösteriyor ki böyleleriyle tartışmanın hiçbir yararı
yoktur. Bu tutumlarının iman etmek için yeterince delil bulamamaktan
kaynaklanmadığı ortadadır. Onların inanmalarını, engelleyen kendilerine
meleklerin inmemiş olması değildir. Çünkü onların göğe doğru tırmanmaları,
meleklerin inmiş olmasından daha etkili bir kanıttır, kendileri ile daha
yakından ilgilidir. Fakat onlar kibirli bir toplumdurlar. Utanmadan,
sıkılmadan, apaçık ve gözler önündeki gerçeğe, aldırmadan kibirleniyorlar!
İfadenin canlandırdığı bu tablo kibirli, gerçeklere
kapalı, onları göremeyen insanın örneğidir. Bu örnek insanda tiksinti ve
küçümseme duygularını uyandıran bir örnektir.
Bu örnek, belli bir bölgeye ve belli bir zaman
dilimine özgü değildir. Belli bir dönemde yaşamış, belli bir toplumda da
ortaya çıkmış değildir. Fıtratı bozulan, basirete kapanan içindeki algılama
cihazları devre dışı kalan, çevresindeki canlı evrenle, onun mesajları ve
etkenleri ile ilgisini koparmış her insanın örneğidir bu.
Bu örnek günümüzde dinsizlere ve "bilimsel (!)
ideolojiler" diye adlandırılan materyalist ideolojilere inanan kimselere
uymaktadır. Tüm bilimsel iddialarına rağmen, bu ideolojiler bilimden hatta
sezgi ve basiretten çok uzaktırlar.
Materyalist ideolojilere mensup kişiler Allah'a
inanmıyorlar. O'nun varlığını tartışma konusu yapıp bu varlığı inkâr
ediyorlar. Sonra da Allah'ı inkâr etme ve evrenin bu haliyle yaratıcısız,
planlayıcısız ve yönlendiricisiz, kendi kendine meydana geldiğini iddia etme
temeline dayanarak... Evet bu inkâra ve bu iddiaya dayanarak toplumsal,
siyasal ekonomik, ayrıca`ahlâki (!)" ideolojiler geliştiriyorlar. Ve bu
temellere dayanan, hiçbir şekilde onlardan sapmayan bu ideolojilerin
"bilimsel" olduklarını, hem de sadece "bilimsel (!) olduklarını iddia
ediyorlar.
Evrende yeralan bunca kanıta, bunca tanığa rağmen
yüce Allah'ın varlığına inanmamaları, bu bedbaht nesillerin içlerindeki
algılama ve özümseme cihazlarının işlevsiz hale geldiğinin inkâr edilemez
kanıtıdır. Ayrıca bu inkârda diretmeleri de önceki Kur'an ayetinin çizdiği
bu örneğin bıraktığı övünme havasından herhangi bir şey azaltmamaktadır.
"Eğer onlara bir kapı açsak da göğe çıkmaya
koyulsalar." "Gözlerimiz hayal görüyor, herhalde birileri bize büyü yaptı
derler."
Evrende yeralan ve Allah'ın varlığına şahitlik eden
kanıtlar, onların göğe çıkmalarından daha belirgin, daha açıktırlar. Bu
kanıtlar devre dışı kalmamış insan fıtratına gizli-açık, sesli-sessiz hitap
etmektedirler. Artık fıtrat Allah'ın varlığını kabul etmekten, onu
tanımaktan başka bir şey yapamaz.
Evreni ayakta tutan, hareket etmesini ve düzenini
sağlayan ayrıca birbirleri ile uyum oluşturan yasalar sistemine, bunun
yanında evrenin bazı bölümlerinde hayatın meydana gelmesi için biraraya
gelen ve birbirleri ile uyum oluşturan sayısız bileşimlere rağmen evrenin
kendi kendine varolduğunu söylemek... Evet böyle bir sözü insan fıtratı
temelden reddettiği gibi, insan aklı da kabul etmez. Bilim, bu evrenin
özelliklerini, sırlarını, yapısında yeralan ve birbirleriyle uyum oluşturan
bileşimlerini araştırmak amacı ile derinlere daldıkça; evrenin oluşumu ve
varoluşundan sonraki gelişimi hakkında ileri sürülen tesadüf teorilerini
reddetmekte ve evrenin ötesinde onu yönlendiren yaratıcı eli görme
ihtiyacını duymaktadır. Bu görüş, evrenden gelen mesajların ve işaretlerin
algılanması ile birlikte insan fıtratına bir düzey kazandırır. Ve bu durum,
ancak son dönemlerde gelişme gösteren tüm bilimsel araştırmalardan önce
meydana gelmiştir.
Evren kendi kendini yaratamadığı gibi, aynı anda da
kendisini yönlendirecek kanunları yaratamaz. Aynı şekilde hayattan yoksun
evrenin varlığı, hayatın ortaya çıkışı için bir açıklama sayılmaz. Evrenin
ve hayatın ortaya çıkışını bir yaratıcının, bir yönlendiricinin varlığını
gözönünde bulundurmadan açıklamak, zorlama bir girişimdir. İnsan fıtratı bu
açıklamayı kabul etmediği gibi, insan aklı da kabul etmez. Nitekim son
dönemlerde pozitif bilimler de böyle bir açıklamayı reddetmeye başladılar.
Almanya Frankfurt Üniversitesi hocalarından canlılar
ve bitkiler uzmanı "Russel Charles Ernest' şunları söylemektedir:
"Cansızlar dünyasından hayatın ortaya çıkışını
açıklamak için çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Bazı araştırmacılar
hayatın protejenden ya da virüsten yahut bazı büyük protein parçalarının
biraraya gelmesinden doğduğu sonucuna varmışlardır. Bazı insanlar bu
teorilerin canlılar alemi ile cansızlar alemi arasındaki boşluğu kapattığını
sanmaktadırlar. Ama kabul etmemiz gereken bir gerçek var ki, cansız bir
maddeden canlı bir madde meydana getirmek için ortaya konan tüm emeklerin
başarısızlıkla, hayal kırıklığıyla sonuçlandığıdır. Bununla beraber Allah'ın
varlığını inkâr eden biri, sadece atomların ve elementlerin tesadüfen
biraraya gelmeleri ile bu hayatı meydana getirdikleri, onu korudukları,
canlı hücrelerde gözlemlediğimiz gibi yönlendirdikleri, teorisini evrenin
varoluşunun dayanağı yapamaz. Herhangi bir insan, hayatın ortaya çıkışına
ilişkin olarak yapılan bu açıklamayı kabul etmede özgürdür. Bu, onun
bileceği bir şeydir. Ama bunu yaptığı zaman her şeyi yaratan ve onları
yönlendiren Allah'ın varlığına inanmaktan daha ağır, daha zor yükümlülükleri
aklına yükleyecektir.
"İnanıyorum ki, canlı hücrelerin herbiri, anlaması
zor, son derece karmaşık birer yapıya sahiptirler. Yeryüzünde varolan
milyarlarca canlı hücre, düşünce ve mantığa dayalı olarak onun gücüne
şahitlik etmektedir. Bu yüzden ben tüm içtenliğimle Allah'ın varlığına
inanıyorum.
Bu makaleyi yazan kişi, araştırmasına hayatın ortaya
çıkışına ilişkin dini açıklamaları gözönünde bulundurarak başlamıyor.
Araştırmasına hayatın ortaya çıkışını şekillendiren yasalar sistemine
ilişkin doğruluğu kanıtlanmamış bir bakış açısı ile başlıyor. Araştırmasına
egemen olan mantık, tüm özellikleri ile "çağdaş bilim" mantığıdır. Buna
rağmen, hem fıtri ilhamın, hem de dini duyarlılığın onayladığı bir sonuca
ulaşıyor. Çünkü bir gerçek varolduğu zaman, hangi yolu izlerse izlesin,
doğru yol arayanlara kendisini gösterecektir. Ama bu gerçeği bulamayanlar,
içlerindeki tüm algılama cihazlarının işlevsiz hale geldiği kimselerdir.
Fıtratın, aklın ve evrenin mantığına ters düşerek
Allah'ın varlığını tartışma konusu yapanlar, içlerindeki alıcı ve verici
cihazlar devre dışı kalmış varlıklardır. Onlar kördürler. Nitekim yüce Allah
onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Rabbin tarafından sana indirilen kitabın hak
içerikli olduğunu bilen kimse kör birisi gibi midir?" (Ra'd Suresi 19)
Gerçek durumları bu olduğuna göre, bir müslüman
bunların toplum, siyaset ve ekonomik alanlarında ortaya koydukları sözde
"bilimsel" ideolojilere, ayrıca evren, hayat, insan, insan hayatı ve
insanlık tarihi hakkında geliştirdikleri teorilere, en azından insan
hayatını açıklanmasını ve düzenlenmesini ilgilendiren konularda onların
ortaya koyduğu düşüncelere; duyu organları işlevini yitirmiş, görmekten,
duyumsamaktan ve kavramaktan tamamen yoksun bir körden kaynaklanan sapmalar
olarak bakmalıdır. Bir müslüman hiçbir konuda böylesinin görüşüne
başvuramaz. Bakış açısını onların düşüncelerine göre biçimlendirmesi, hayat
sistemlerini bu körlerden alınmış bir teoriye dayandırması ile olacak iş
değildir.
Bu mesele iman ve inanç meselesidir. Görüş ve
düşünce meselesi değildir. Düşüncelerini, hayat felsefesini, aynı şekilde
hayat sistemini ve maddi evrenin hem kendisini, hem de insanı varettiği
temeline dayandıran biri, düşünce, hayat felsefesi ve hayat sistemini
temellendirmede büyük bir yanılgıya düşmektedir. Bu yüzden bu temele dayanan
organların düzenlemelerin ve uygulamaların iyi sonuçlar vermesi iyilik
getirmesi mümkün değildir. Bu düşüncenin ufak bir parçasının müslümanın
hayatına monte olması, onun inancına ve düşüncesine dayanak oluşturması
imkânsızdır. Çünkü bir müslüman düzenini ve hayatını yüce Allah'ın evren
üzerindeki ilahlığı yaratıcılığı ve yönlendiriciliği ilkesine dayandırmak
zorundadır.
Böylece sözde "bilimsel sosyalizm" diye adlandırılan
ideolojinin materyalizmden ayrı bir düşünce olduğuna ilişkin görüşün
bilgisizlikten ya da hezeyandan başka bir şey olmadığı ortaya çıkıyor.
Temeli, kaynağı, düşünce metodu ve sisteminin yapısı belli olan "bilimsel
sosyalizmi" benimsemek, inanç, düşünce, sonra sistem ve düzen noktasından ve
temelden İslâmdan çıkmaktır. Çünkü bilimsel sosyalizmi benimsemekle,
Allah'ın varlığına inanmaya saygı göstermek, kesinlikle birarada olmaz.
İkisini birarada sürdürme girişimleri İslâm ile küfrü birleştirmektir. Ve bu
kaçınılması mümkün olmayan bir gerçektir.
Hangi bölgede ve çağda olurlarsa olsunlar, insanlar
ya din olarak İslâmı benimseyecekler ya da materyalizmi. İslâmı seçtikleri
zaman "materyalizm felsefesinden" kaynaklanan "bilimsel sosyalizmi" kabul
etmeleri artık kesinlikle yasaktır. Çünkü bilimsel sosyalizmi, bir sosyal
düzen olarak kaynaklandığı temelinden ayırmak mümkün değildir.
İnsanlar baştan itibaren ya İslâmı ya da
materyalizmi seçmelidirler.
Hiç kuşkusuz İslâm, sırf vicdanlarda yereden
fonksiyonsuz bir inanç biçimi değildir. İslâm inanca dayalı bir toplumsal
düzendir. Aynı şekilde -bu anlamda"bilimsel sosyalizm" de boşluğa dayanmaz.
Doğal olarak materyalizmden kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi materyalizm,
evrenin özünün madde olduğunu ileri sürerek, evreni yaratıp yönlendiren bir
tanrının varlığını temelden inkâr etmektedir. Materyalizmle bilimsel
sosyalizm arasındaki bu organik birleşimi bozmak imkânsızdır. İşte İslâm ile
tüm uygulamalarıyla bilimsel sosyalizm arasındaki köklü çelişki bundan
kaynaklanmaktadır.
İkisinden birini seçmek kaçınılmazdır. İsteyen
dilediğini seçebilir, ama Allah katında seçtiğinin sorumluluğunu da
yüklenmelidir!
EVRENİN ÖZELLİKLERİ
Gökler alanından sunulan kibirlenme sahnesinden,
gökler sahnesiyle başlayan evrensel olağanüstülüklerin sunulduğu sergiye
geçiliyor. Çünkü yer sahnesi... Çünkü yağmur yüklü bulutları biraraya
getiren rüzgârların yeraldığı sahne... Çünkü hayat ve ölüm sahnesi... Çünkü
diriliş ve toplanma sahnesi... Evet bütün bu sahneler üzerlerine bir kapı
açılsa oradan göğe doğru tırmanacak olsalar, "Gözlerimiz hayal görüyor,
birileri bize büyü yaptı herhalde" diyecek olan kimselerin kibirlendiği
sahnelerdir. O halde biz de ayetlerin akışı içinde olduğu gibi teker teker
sunalım bu sahneleri.
16- Gökte takım yıldızlar (ya da
yörüngeler) yarattık ve onları gözetleyenler için çeşitli güzellikler ile
donattık. "
17- Göğü bütün kovulmuş şeytanlardan
koruduk. "
18- Ancak kulak hırsızlığına
yeltenen bir şeytan olursa onu parlak ışıklı bir kayan yıldız kovalar. "
Bu oldukça geniş olan tablonun ilk çizgisidir.
Harikalar yaratan ilahi gücün ayetlerini dile getiren olağanüstü evrenin
oluşturduğu tablodur. Meleklerin inmesinden daha etkili bir mucize daha
büyük bir tanıktır. Bu aynı zamanda düzenleme ve planlamada gösterilen özeni
de ortaya koymakta, bu büyük yaratmayı gerçekleştiren gücün yüceliğini
gözler önüne sermektedir.
Ayette geçen "buruc = (burçlar) olanca görkemïyle
yıldızlar ve gezegenler olabileceği gibi, yıldız ve gezegenlerin içinde
döndükleri yörünge de olabilir. Her iki durumda da ilahi güce, yaratma ve
düzenlemedeki ve sanattaki güzelliğe tanıklık etmektedir.
"Onları gözetleyenler için çeşitli güzellikler ile
donattık."
Bu ifade ile evrenin -özellikle şu göklerin-
güzelliğine dikkat çekilmektedir. Bu da gösteriyor ki, evrenin
yaratılmasında gözetilen hedef güzelliktir. Evrende dikkati çeken sadece
büyüklük değildir. Gösterilen özen de değildir. Bütün manzaraları
düzenleyen, onların oluşturduğu ahenkten kaynaklanan güzellik de önemli bir
unsurdur.
Her tarafa serpilmiş yıldızların, gezegenlerin kendi
aydınlıkları ile yol aldıkları, arada sırada söner gibi oldukları ve gözden
uzak, bir yıldızın çağrısına koşmak için oradan oraya baktığı kapkaranlık
bir gecede göğe dikkatlice bakmak... Yine buna benzer bir bakışla dolunay
olduğu bir sırada, evren derin bir uykuya daldığı ve adeta evreni tatlı
rüyasından uyandırmamak istercesine nefesimizi tutarak mehtaplı bir gecede
göğe bakmak...
Evet böylesine bilinçli bir bakış, evrendeki
güzellik gerçeğini evrenin oluşumunda bu güzelliğin ne denli köklü olduğunu,
ayrıca şu olağanüstü yaklaşımın anlamını kavramak için yeterlidir.
"Onları gözetleyenler için çeşitli güzellikler ile
donattık."
Donatmanın yanında, koruma ve arındırma da var:
"Göğü bütün kovulmuş şeytanlardan koruduk."
Oraya yaklaşamaz, kirletemez. Kötülüğünü, pisliğini
ve sapıklığını bulaştıramaz. Şeytanın faaliyet alanı sadece yeryüzüdür.
orada yaşayan Ademoğulları'nı saptırmadır görevi. Üstünlüğün ve yüksekliğin
sembolü olan göğe gelince, şeytan oradan kovalanmıştır, oraya yaklaşması,
orayı kirletmesi imkânsızdır. Ama oraya yükselmek için girişimlerde bulunur.
Ve her girişiminde geri çevrilir.
"Ancak kulak hırsızlığına yeltenen bir şeytan olursa
onu parlak ışıklı bir kayan yıldız kovalar."
Ama nedir şeytan? Kulak hırsızlığına ne şekilde
yeltenir? Ve ne çalar?.. Bütün bunlar, Allah'a özgü olan gaybın
kapsamındadırlar. Bu ayetlerin bildirdiklerinden başkasını öğrenme imkânına
sahip değiliz. Buna kalkışmanın da yararı yoktur. Çünkü bu tür şeylerle
uğraşmak, imanı arttırmadığı gibi, güçlendirmez de. Sadece insan aklını
kendisini ilgilendirmeyen ve kendisini bu hayattaki gerçek görevinden
alıkoyan şeylerle uğraştırır. Üstelik bu girişim yeni bir gerçek için yeni
bir kavrama biçimi de kazandırmaz.
Bununla beraber şeytanın göğe yol bulamayacağını,
gökteki bu gözalıcı güzelliğin korunmuş olduğunu, üstünlük ve yücelik
sembolü olarak kalıcılığını sürdürdüğünü, hiçbir pisliğin, hiçbir kötülüğün
bulaşmayacağını, şeytanın herhangi bir girişimde bulunması ile birlikte
derhal kovulacağını, bu kovulmanın onun işlediğine ulaşmasına engel
olacağını bilmemiz gerekir.
Bu arada sahnede çizilen sağlam burçların, göğe
doğru tırmanan şeytanın, onun planını altüst eden kayan yıldızın
hareketlerinin güzelliğini de unutmamak gerekir. Hiç kuşkusuz bu da şu
olağanüstü güzelliğe sahip kitabın tasvir güzelliklerinden biridir.
YERYÜZÜ
Göz alabildiğine geniş ve dehşet verici olan tabloda
çizilen ikinci çizgi gözler önüne serilmiş, yürümek ve geçmek için
caydırılmış yer çizgisidir. Orada yeralan dağlar, insanlar ve diğer canlılar
için rızık olarak var edilen bitkilerdir:
19- Yerin alanını geniş yaptık,
oraya sabit dağlar serpiştirdik ve orada belirli bir ölçü uyarınca her
bitkiyi bitirdik.
20- Orada gerek sizin için ve
gerekse rızıkları tarafınızdan sağlanması sözkonusu olmayan diğer canlılar
için besin kaynakları yarattık.
Ayetlerin akışında büyüklüğün etkisi açıkça
görülmektedir. Çünkü göklerde büyük ve heybetli burçlara işaret
edilmektedir. Bu büyüklük ve heybetlilik, "burûc" kelimesinin vurgusunda,
hattâ daha önce "ışık saçan" olarak nitelendirilen kayan yıldızlarda bile
göze çarpmaktadır. Yeryüzünde de sabit dağlara işaret edilmektedir. Bunun da
"Oraya sabit dağlar serpiştirdik" şeklinde ifade edilmesi ile dağların
ağırlığı somutlaştırmaktadır. Bir de yeryüzünde "bir ölçü" uyarınca biten
her bitkinin yaratılışında bir özen, bir hikmet ve ölçü gözetildiği anlamına
gelmekle beraber, bu kelimenin de kendine özgü bir ağırlığı_vardır. "Besin
kaynakları"nın çoğul ve belirsiz olarak kullanılması da ifadeye bir ağırlık
.ve heybetlilik katmaktadır. Genel ve kapalı bir ifade ile yeryüzündeki tüm
canlılardan "Rızıkları tarafınızdan sağlanması sözkonusu olmayan diğer
canlılar" şeklinde söz edilmesi de öyle... Canlandırılan sahnede oldukça
belirgin olan büyüklük ve heybetliliği yansıtan unsurlardır bunlar.
Evrensel mucize bu noktada dış alemi aşıp iç alemden
sunuluyor. Görmek ve yürümek için alanı geniş kılınmış yeryüzü. Yeryüzüne
serpiştirilmiş sabit dağlar. Beraberinde bir ölçü uyarınca biten bitkilere
işaret edilmesi... Bunların geçim ve hayat için hazırlandığının ve bunların
çeşit çeşit olduğunun vurgulanması... Ayetlerin akışı tüm bu unsurları genel
ve kapalı bir ifadeyle sunuyor. Amaç, daha önce de belirttiğimiz gibi bir
büyüklük ve heybetlilik havası yaymaktır... Orada sizin için besin
kaynakları yarattık. Rızıkları sizin tarafınızdan sağlanması sözkonusu
olmayan canlıları da sizin için yarattık. Çünkü onlar yüce Allah'ın
yeryüzünde kendileri için yarattığı rızıklarla beslenmektedirler. Siz de
sayısız ümmetlerden birisiniz. Başkalarını rızıklandıramayan, hem kendisi,
hem de başkası Allah tarafından rızıklandırılan bir ümmet. Allah tarafından
üstün kılınmış, kendisine yük olmayan ve Allah'ın verdiği rızıkla beslenen
diğer canlılar kendisinin yararına hizmetine ve rahatına sunulmuştur bu
ümmetin.
Her şey gibi bu rızıklar da Allah'ın bilgisi içinde
belirlenmişlerdir. Onun emrine ve dilemesine bağlıdırlar. Bu rızıklar
üzerinde dilediği gibi ve dilediği zaman, insanlar ve rızıklara ilişkin
olarak yürürlüğe koyduğu yasası uyarınca dilediği uygulamada bulunur.
21- Evrende varolan her şeyin
hazinesi, ana kaynağı bizim yanımızdadır. Ve biz her şeyi size belirli bir
ölçüye göre indiririz.
Hiçbir yaratığın, hiçbir şeye gücü yetmez, hiç kimse
hiçbir şeyin sahibi değildir. Her şeyin hazinesi -ana kaynağı, deposu- Allah
katındadır. Onları yarattıklarının dünyalarına "belirli bir ölçüye" göre
indirir. Hiçbir şey ölçüsüz inmez. Hiçbir şey gereksiz değildir.
"Evrende varolan her şeyin hazinesi ana kaynağı
bizim yanımızdadır. Ve biz her şeyi belirli bir ölçüye göre indiririz."
Bu açık ve anlaşılır ayetin anlamı insanoğlu bilgi
alanında ilerledikçe, bu evrenin bileşim ve oluşumundaki sırları çözdükçe
daha bir belirginleşmektedir. İnsanlar maddi varlıkları meydana getiren
elementlerin özelliklerini, yapabildikleri kadar- bileşim ve analizlerinin
özelliklerini ortaya çıkardıkları zaman "ana kaynağı" kelimesinin anlamı
iyice belirginleşmişti. Örneğin, suyun esas kaynağının hidrojen ve oksijen
olduğu bilinmektedir. Aynı şekilde yeşil bitkilerin varlığında somutlaşan
rızıkların ana kaynağının havadaki azot, karbondioksit olarak birleşen
oksijen ve karbon bir de güneşin gönderdiği ışınlar olduğu ortaya çıkmıştır.
Allah'ın katındaki rızıkların ana kaynağını açıklayan benzeri örnekler
çoktur. İnsanoğlu bunların bir kısmını öğrenme imkânını bulmuştur. Ama bütün
bildikleri bunların çokluğunun yanında çok az bir şeydir.
Yüce Allah'ın belirli bir ölçüye göre gönderdiği
şeylerden biri de rüzgâr ve sudur!
22- Gönderdiğimiz yağmur yükleyici
rüzgârlar aracılığı ile size gökten su indirerek su ihtiyacınızı karşıladık.
Yoksa su kaynağını oluşturan siz değilsiniz.
Rüzgârları yağmur yükleyici olarak gönderdik.
(Bazıları "Yükleyici" kelimesini bilimsel anlamda rüzgârların ağaçtan ağaca
döllenmeyi sağladıklarından yola çıkarak açıklamak istiyorlar. Oysa
ayetlerin akışı burada rüzgârların yağmur yükleyiciliğine işaret etmektedir,
başka değil.
"Gönderdiğimiz yağmur yükleyici rüzgârlar aracılığı
ile size gökten su indirerek su ihtiyacınızı karşıladık. Yoksa su kaynağını
oluşturan siz değilsiniz."
Üstelik burada uzaktan da olsa bitkilere işaret
edilmiyor. Hatta sahnede bitkilerin gölgesine de yer yoktur. Kur'an'ın ifade
tarzı, sahnede yeralan uzak yakın tüm gölgeleri çizmeye büyük özen gösterir.
Yabancı duyguların, telkinlerin etkisinden uzak Kur'an'ın gölgesinde
yaşayanlar bunu kavrayabilirler. Yabancı duygu ve telkinlerden arınmış
Kur'ani bir algılama yeteneğine sahiptirler, duyguları her türlü yabancı ve
zorlama yorumu reddeder.) Tıpkı devenin gebe kalması gibi. Rüzgârların
yüklediği bu suyu sizin için gökten indirdik. Onunla su ihtiyacınızı
karşıladık, böylece onun aracılığı ile hayatınızı sürdürürsünüz.
"Yoksa su kaynağını oluşturan siz değilsiniz."
Su, sizin oluşturduğunuz kaynaklardan değil, yüce
Allah'ın katındaki kaynaklardan ve belirli bir ölçüye göre gelmektedir.
Rüzgârlar evreni idare eden yasalar sistemine göre
hareket etmektedirler. Yine bu yasalar sistemi uyarınca yağmur yükleyicilik
görevini yerine getirip bu yasaların öngördüğü şekilde yağmurun yağmasını
sağlamaktadırlar. Ama bütün bunları temelden düzenleyen, planlayan kimdir?
Hiç kuşkusuz bunları takdir eden ve mucizelere kaynaklık eden evrensel
yasayı koyan yüce yaratıcıdır.
"Evrende varolan her şeyin hazinesi, ana kaynağı
bizim katımızdadır. Ve biz her şeyi size belirli bir ölçüye göre indiririz."
Bu ifade de her hareketin hatta su içme olayının
bile yüce Allah'a bağlandığını görüyoruz... "Su ihtiyacınızı karşıladık"dan
amaç şudur: Yani sizi suya ihtiyaç duyacak bir yapıya sahip olarak yarattık.
Suyu da bu ihtiyacınıza cevap verecek nitelikte yarattık. Her ikisini de biz
planladık. Bunu Allah'ın takdirine göre yürürlüğe koyduk, gerçekleştirdik.
Bu ifade, havanın tümü ile uyum oluşturması için bu tarzda yeralmaktadır.
Her şey, hatta su içme amacı ile yapılan hareket bile Allah'a
döndürülmektedir. Çünkü sureye egemen olan hava, evrende olan her şeyi
doğrudan doğruya Allah'ın iradesi ile, her hareket ve her olayla ilgili olan
Allah'ın kaderi ile izah etme havasıdır. Yüce Allah'ın dış alemdeki olaylar
hakkında geçerli olan yasası ile iç alemdeki olaylar hakkında geçerli olan
yasası birbirlerinin aynısıdır. Ayetlerin birinci bölümü yüce Allah'ın
ayetlerini yalanlayanlar aleyhinde yürürlüğe koyduğu yasasını içermektedir.
İkinci bölüm de gökler ve içindekilerle beraber yeryüzü, rüzgârlar, su ve su
ihtiyacını gidermeye ilişkin yasasını içermektedir. Hepsi de Allah'ın kaderi
doğrultusunda yürürlükte olan onun yasalarıdır. Her ikisi de yüce Allah'ın
göklerin, yerin, insanlar ve eşyanın yaratılışının gerekçesi kıldığı büyük
gerçeğe bağlıdırlar.
Ardından her şeyin Allah'a döndürülmesi konusu
tamamlanıyor. Hayat ve ölüm, canlılar ve ölüler, diriliş ve kabirlerden
kalkış, O'na döndürülüyor:
23- Dirilten de öldüren de yalnız
biziz ve her şey sonunda bize kalır.
24- Biz sizin eskiden gelip
geçenlerini de geride kalanlarını da biliriz.
25- Hiç kuşkusuz Rabbin tüm
insanları biraraya toplayacaktır. O her işi yerinde yapar ve her şeyi bilir.
Burada ikinci bölüm birinci bölümle birleşmektedir.
Birinci bölümde Allah şöyle buyurmuştu.
"Yok ettiğimiz her beldenin mutlaka uğradığı akıbete
ilişkin belirli bir yazısı vardır."
"Hiçbir millet ne yokoluş gününü öne alabilir ve ne
de yaşama süresini aşabilir." (Hicr Suresi 4-5)
Burada ise, hayat ve ölümün Allah'ın elinde olduğu,
hayattan sonra her şeyin O'na kalacağı vurgulanmaktadır. Kimlerin önceden
canlarının alınacağını, kimlerin bir süre ertelenip canlarının alınacağını
bildiği, en sonunda herkesi biraraya toplayacağı, dönüşün O'na olduğu
bildirilmektedir.
"O her şeyi yerinde yapar ve her şeyi bilir."
Her milletin yaşama süresini bir hikmete dayalı
olarak belirler. Ne zaman öleceklerini, ne zaman biraraya toplanacaklarını,
bu arada olacak olayları bilir.
Sahnenin hareketliliği açısından bu bölümle önceki
bölüm arasında bir ahenk görüyoruz. Bu ahenk kitabın indirilişi, meleklerin
indirilişi, şeytanları kovalayan kayan yıldızların indirilişi, gökten su
indirilişi, olaylarında da göze çarpmaktadır. Sonra olayları ve anlamları
kuşatan alanda da bu ahenk görülmektedir. Bu alan, olanca büyüklüğüyle
evrendir. Gökler, takım yıldızlar ve kayan yıldızlardır. Yeryüzü, köklü
dağlar ve bitkilerdir. Rüzgârlar ve yağmurlardır. Büyüklenmeye bir örnek
verildiğinde konu olarak gözler önüne serilen bu alanda gökte açılan bir
kapı aracılığı ile yerden göğe doğru tırmanma seçilmektedir. Bu da şu
olağanüstü kitabın tasvir güzelliklerinden biridir kuşkusuz.
İNSANIN YARATILIŞI
Burada insanlığın büyük hikâyesine geçiyoruz. İlk
yaratılış hikâyesine. Hidayet, sapıklık ve bunların temel sebepleri
hikâyesine... Adem peygamberin (a.s) hikâyesidir bu. Neden yaratıldı?
Yaratılışı esnasında ve bundan sonra neler olup bitti?
Tefsirimizin geçen bölümlerinde Bakara ve A'raf
surelerinde (Bu sıralanış surelerin mushaftaki yerlerine göredir. İniş
sırasına göre değildir. A'raf suresi de Hicr suresi gibi Mekke'de inmiştir.
Ve her ikisi de Bakara suresinden önce inmiştir.) iki defa bu hikâye ile
karşılaştık. Ama bu hikâye her defasında özel bir amacı yerine getirmek için
özel bir ortamda ve özel bir atmosferde sunulmaktadır. Bu yüzden hikâyenin
sunulan bölümleri ifade tarzı, gölgeleri ve müzikal ahengi yerine göre
değişiklik arzetmektedir. Yalnız bu bölümlerin varmak istedikleri hedefin
ortaklığı oranında başlangıç veya sonuçla ortak noktalar göze çarpmaktadır.
Üç surede de hikâyenin giriş kısmı aynıdır!
İnsanların yeryüzüne yerleştirilmesi ve oraya halife kılınması sözkonusu
edilmektedir.
Bakara suresinde hikâyeye şu şekilde giriş
yapılmıştı:
"O ki yeryüzünde bulunan tüm varlıkları sizini için
yarattı. Sonra da göklere yönelerek onları yedi gök olarak düzenledi. O her
şeyi bilir." ( Bakara Suresi 29)
Hikâyenin A'raf suresindeki girişi ise şu
şekildedir:
"Size yeryüzünde yurt sağladık, orada size çeşitli
geçim kaynakları bağışladık. Ne kadar az şükrediyorsunuz." (A'raf suresi 30)
Bu surede ise, hikâyeye şu şekilde giriş
yapılmaktadır:
"Yerin alanını geniş yaptık, oraya sabit dağlar
serpiştirdik ve orada belirli bir ölçü uyarınca her bitkiyi bitirdik."
"Orada gerek sizin için ve gerekse rızıkları
tarafından sağlanması sözkonusu olmayan diğer canlılar için besin kaynakları
yarattık."
Ne var ki, bu hikâyenin yeraldığı her surenin
gerçekleştirmek istediği amaç, varmak istediği hedef farklıdır.
Bakara suresinde ağırlık noktası Hz. Adem'in
içindeki her şeyle birlikte yüce Allah tarafından insanlar için yaratılan
yeryüzüne halife tayin edilmesidir:
"Hani Rabbin meleklere "Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım" demişti." (Bakara Suresi 30)
Bu yüzden hikâyede Adem'in halife kılınmasının
sırları ve meleklerin bilmedikleri bu sırlar karşısında şaşırıp kalmaları
sunulmuştu.
"Allah Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra bütün
nesneleri meleklere göndererek "Haydi eğer davamızda haklı iseniz, bunların
isimlerini bana söyleyin" dedi."
"Melekler "Ya Rabbi, sen yücesin, bizim senin bize
öğrettiklerin dışında hiçbir bilgimiz yoktur, hiç şüphesiz sen her şeyi
bilirsin ve her yaptığın yerindedir" dediler."
Allah Adem'e, "Ey Adem, bunlara o nesnelerin
adlarını bildir" dedi. Adem, meleklere bütün nesnelerin isimlerini
bildirince Allah onlara "Ben size göklerin ve yerin bütün gizliliklerini,
ayrıca sizin bütün açığa vurduklarınız ve içinizde sakladıklarınızı bilirim"
dememiş miydim?" dedi." (Bakara Suresi 31-33)
Sonra meleklerin secdeye kapanmaları, şeytanın
büyüklük taslayıp secdeye kapanmaktan kaçınması anlatılmıştı. Ayrıca Adem ve
eşinin cennete yerleştirilmeleri, şeytanın ikisini ayartıp oradan
çıkarılmalarına neden olması, sonra bu acı tecrübeden geçirilmelerinin,
bundan dolayı bağışlanma dileyip, yüce Allah'ın da onları bağışlamasının
ardından yeryüzünde halifelik görevini yerine getirmek üzere oraya
indirilmeleri anlatılmıştı. Hikâyenin sonunda, İsrailoğulları'na yönelik
olarak Allah'ın kendilerine verdiği nimeti anmalarına ve onunla yaptıkları
antlaşmaya bağlı kalmalarına ilişkin bir çağrıyla değerlendirme yapılmıştı.
Çünkü bu antlaşma atalarının yeryüzüne halife tayin edilmesi, Allah'la
antlaşma yapması ve insanların atalarının başından geçen bu acı tecrübeyle
ilişkilidir.
A'raf suresinde ise, ağırlık noktası, cennetten
başlayıp yine cennette biten uzun yolculuk ile, yolculuğun başından sonuna
kadar şeytanın insanlara yönelik düşmanlıklarının ortaya konmasıdır. Böylece
insanlar bir kez daha ilk ortaya çıktıkları alana dönüyorlar. Bir grup
şeytana düşman oldukları, ona muhalefet ettikleri için şeytanın
anne-babalarını çıkarttığı cennete dönüyor. Bir diğer grup ise, ateşe
yuvarlanıyorlar. Çünkü onlar bu azgın düşmanın adımlarını izliyorlar. Bu
yüzden A'raf suresinde, meleklerin secdeye kapanmaları, şeytanın büyüklük
taslayıp secde etmekten kaçınması, kendisinin kovulmasına sebep olan
insanoğlunu saptırmak için yüce Allah'dan yeniden diriliş gününe kadar süre
tanımasını istemesi, sonra Adem ve eşinin cennete yerleştirilmeleri, insanın
irade gücünü ve itaatını sınamaya yarayan yasağın sembolü bir tek ağacın
dışında cennet meyvelerinden yemeleri, sonra şeytanın onlara vesvese vermesi
etraflıca anlatılmıştı. Adem ve eşinin yasak meyveyi yemeleri, bunun üzerine
ayıp yerlerinin ortaya çıkması, yüce Allah'ın adem ve eşini azarlaması ve
büyük savaş meydanında amel etmeleri için topluca yeryüzüne indirmesi
anlatılmıştı:
"Allah dedi ki; "Oradan aşağıya ininiz, şeytan ile
siz birbirinizin düşmanısınız, sizler belirli bir süre yeryüzünde barınarak
geçineceksiniz."
"Orada yaşayacak, orada ölecek ve tekrar
diriltilerek oradan çıkarılacaksınız." (A'raf Suresi 24-25)
Sonra surenin akışı herkesin bir kez daha toplandığı
ana kadar hikâyeyi sürdürmüştü. Hikâyede herkesin büyük bir meydanda
toplandığı ayrıntılı olarak ve karşılıklı konuşmalar şeklinde sunulmuştu.
Sonra bir grup cennete, diğer grup da cehenneme gitmişti:
"Cehennemlikler cennettekilere, "Bize biraz su ya da
Allah'ın size sunduğu yiyeceklerden biraz bir şeyler ikram ediniz" diye
seslenirler. Cennettekiler ise, "Allah her ikisini de kâfirlere haram kıldı"
derler. (A'raf Suresi 50)
Ve perde inmişti...
Burada bu surede ise, ağırlık noktası Hz. Adem'in
varoluşundaki sırdır. Hidayet ve sapıklığın sırrıdır. İnsanın oluşumundaki
hidayet ve sapıklığın temel etkenlerinin sırrıdır. Bu yüzden ilk ayet, Hz.
Adem'in kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan yaratılmasına, sonra bu balçığa
yüce Allah'ın aydınlık ve yüce ruhundan üflenmesine, ayrıca şeytanın daha
önce dumansız alevden yaratılmasına ilişkindir. Sonra meleklerin secdeye
kapanmaları, şeytanın insana secde etmekten kaçınması, tenezzül etmemesi, bu
yüzden lânetlenip kovulması, onun da yeniden diriliş gününe kadar mühlet
istemesi ve bu isteğinin kabul edilmesi anlatılıyor. Buna ek olarak şeytanın
Allah'ın seçkin kullarının üzerinde hiçbir etkinliğinin olmadığım, sadece
Allah'a boyun eğmeyip kendisine boyun eğenler üzerinde etkinliğinin olduğunu
belirtmesi de anlatılıyor. Hikâye surenin ağırlık noktasına uyarak her iki
grubun uğradığı akıbeti karşılıklı konuşmalara yer vermeden, uzun boylu
anlatmadan ve ayrıntıya dalmadan belirtmekle son buluyor. Böylece hikâye,
insanın varoluşundaki iki unsur ile şeytanın etkinlik alamı açıklamış
oluyor.
O halde hikâyenin bu alanda geçen sahnelerine göz
atalım:
26- Gerçekten biz insanı kara
çamurdan oluşmuş kuru balçıktan yarattık.
27- Cinni de daha önce dumansız
alevden yarattık. "
Bu açılışla birlikte -bozulmuş ve kokmuş çamurdan
elde edilerek kurutulan balçık ile -parlayan ve yükselen- dumansız alevin
tabiatları arasındaki farklılık vurgulanmış oluyor. Ama az ilerde, insanın
tabiatına yeni bir unsurun katıldığını göreceğiz. Allah'ın ruhundan bir
soluktur bu unsur. Şeytanın tabiatı ise dumansız alev olarak kalıyor.
MELEKLER VE ŞEYTAN
28- Hani Rabbin, meleklere dedi ki;
"Ben kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan bir insan yaratacağım. "
29- "Ona biçim verip içine kendi
ruhumdan bir soluk üflediğimde önünde secdeye kapanınız. "
30- Bunun üzerine bütün melekler hep
birlikte secdeye kapandılar. "
31- Yalnız İblis, secdeye kapananlar
arasında olmayı reddetti.
32- Allah "Ey İblis, seni secde
edenler ile birlikte olmaktan alıkoyan nedir?" dedi.
33- İblis "Kara çamurdan oluşmuş
kuru balçıktan yarattığın insana secde etmek bana yakışmaz" dedi.
34- Allah "Öyleyse defol oradan,
artık sen rahmetimden kovulmuşsun" dedi.
Hani Rabbin meleklere demişti... Nerede demişti? Ve
nasıl demişti? Bütün bu sorulara Fı Zilâl-il'in Bakara suresinin tefsirinde
buna değinmiştik. O zaman bunlara cevap vermenin mümkün olmadığını, çünkü
bunlara cevap oluşturacak bir nassın elimizde olmadığını, gaybın kapsamına
giren böylesi bir meseleye ilişkin olarak bir nass olmadığı sürece doyurucu
bir açıklama getirilemeyeceğini, bunun dışındaki tüm çabaların ıssız
çöllerde kılavuzsuz yol almak olduğunu söylemiştik.
Peki insanın kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan
yaratılması, sonra Allah'ın ruhundan bir soluk üflenmesi nasıl
gerçekleşmiştir? Bunun da nasıl gerçekleştiğini bilmiyoruz. Hiçbir durumda
bu olayın meydana geliş şeklini tamamı ile kavramak mümkün değildir.
Bu mesele hakkında Kur'an'da yeralan diğer
ayetlerden, özellikle
"Andolsun ki, insanı süzme çamurdan yarattık."
(Mü'minun Suresi 12)
"Andolsun ki, insanı bayağı bir suyun özünden
yarattık."
ayetlerinden hareketle, "insanın ve hayatın aslının
şu dünyanın toprağı ve insanın biyolojik yapısı ile canlıların yapısında
yeralan belli başlı birtakım evreler olduğu ayetlerde geçen (süzme-öz)
kelimesinin buna işaret ettiği söylenmektedir. Bu ayetlerin ifade ettikleri
anlam bu noktada bitiyor. Buna ek olarak yapılan tüm yorumlar Kur'an'ın
ihtiyaç duymadığı uzak şeylerdir. Bilimsel araştırmaya uygun yöntemlerle
kendine özgü yolda yapılmalıydı. Sonuçta bazı varsayımlar, bazı teoriler
ortaya atar böylece. Bunların bazısı garantili bir yöntem bulununca
gerçekleşir. Bazısı da araştırmalar ve deneyimler sonucu ispatlanmadığından,
değiştirilir. Ama elde edilen hiçbir sonuç, Kur'an'ın içerdiği temel
gerçekle çelişemez. Kur'an-ı Kerim insanın özünün en başta topraktaki
elementlerden yaratıldığını, yapısına suyun da katıldığını kesin şekilde
ifade etmektedir.
Peki bu balçık, bilinen elementsel özelliklerden
önce organik hayatın ufuklarına, sonra da insani hayatın ufuklarına nasıl
yükselebilmiştir? İşte burada bütün insanların çözümlemekte aciz kaldığı bir
sır yatmaktadır. İlk defa oluşan canlı hücredeki hayat sırrı, hep gizli
kalacaktır ve hiçbir insan bu sırrı çözümlediğini iddia edemez. Kendisini
tüm canlılardan ayrıcalıklı kılan duyu organları, aydınlıkları ve enerjileri
birlikte insanın ortaya çıkışından beri kendisine kesin bir üstünlük
sağlayan bu nitelikleriyle yüce insanlık hayatının sırrına gelince... Evet
halâ bu sır etrafında çeşitli teoriler geliştirilip durmaktadır. Ama hiçbiri
ortaya çıkışından beri insanın tüm canlılar içindeki eşsizliğini inkâr
edemiyor. Aynı şekilde hiçbiri insan ile ondan önce varolup da insanın
onlardan evrimleştiğini söyledikleri hiçbir canlı arasında doğrudan bir
bağın varlığını kanıtlayamıyorlar. Nitekim bu teoriler başka ihtimalleri de
çürütemiyorlar: Örneğin tüm canlı türlerinin daha baştan ayrı ayrı ortaya
çıktığını - bu arada bazısının bazısından daha gelişmiş olduğunu- sonra
insan türünün de daha baştan eşsiz bir varlık olarak ortaya çıktığını ileri
süren görüşleri çürütemiyorlar. Ama Kur'anı Kerim insanın eşsizliğini bize
şu şekilde yorumlamaktadır. Kısa, net ve öz olarak...
"O'na biçim verip içine kendi ruhumdan bir soluk
üflediğimde..."
Şu halde, o basit organik varlığı oluşur oluşmaz
yüce insanlık ufuklarına yükselten, onu niteliklerinin eşsizliğinden dolayı
oluşur oluşmaz yeryüzünün halifeliğini hakeden bir yaratık konumuna getiren
Allah'ın ruhudur...
Nasıl?.. İnsan denen şu yaratık yüce yaratıcının
neyi nasıl yaptığını ne zaman kavrayabilir ki?
İşte burada sert bir yere varıyoruz. Ne var ki,
güvenle basıyoruz bu yere. Şeytanın yaratılışı daha önce dumansız ateşten
gerçekleştirilmişti. Bu yüzden şeytan yaratılış bakımından insandan
önceliklidir. Bu, bildiğimiz bir şeydir. Ama şeytan nasıl bir varlıktır,
yaratılışı nasıl gerçekleşmiştir? Bu da başka bir konudur. Bu konuya
dalmamız gereksizdir. Fakat biz şeytanın bazı niteliklerinde dumansız ateşin
niteliklerini algılıyoruz. Ateş olması hasebiyle bazı niteliklerinin
balçıktaki elementlere etki yaptığını görüyoruz. Dumansız bir ateşten
yaratılmış olduğundan eziyet edici, yakıcı bir niteliğe sahip olduğunu
algılıyoruz. Sonra hikâyenin akışı içinde gurur ve büyüklenme niteliklerinin
ön plana çıktığını görüyoruz. İyice düşünüldüğünde, bunun ateşin tabiatından
uzak bir şey olmadığı açıkça görülür.
Kuşkusuz insanın yaratılışı balçığa dönüşmüş
yapışkan çamurun yapısındaki elementlerden, sonra onu diğer canlılardan
ayıran yüce soluktan gerçekleşmiştir. Bu soluk, ona insani özellikler
kazandırmıştır. Bu durum daha baştan itibaren, onu diğer tüm canlı
varlıklardan ayrıcalıklı kılmıştır. Baştan itibaren tüm canlılardan farklı
bir yola iletilmiştir insan. Bunun yanısıra hayvansal düzeyini de aşmadan
kalabilmiştir.
İnsanı yüceler alemine bağlayan, onun Allah'la
ilişki kurmaya, onun mesajını almaya, kaslar ve duyu organlarının iş gördüğü
maddi çevreden kalp ve aklın iş gördüğü manevi çevreye ulaşmaya lâyık
olmasını sağlayan bu ilahi soluk, ona bu gizli sırrı bahşetmiştir. İnsan bu
sır sayesinde zaman ve mekânın, kaslar ve duyu organlarının algılama gücü
dışında, türlü sezgilerin, sınırsız düşüncelerin ufuklarına ulaşır.
Bütün bunların yanında insanın tabiatında balçığın
ağırlığı da vardır. Balçığın neden olduğu zorunluklar ve yemek, içmek,
giyinmek, şehvet ve ihtiraslar gibi ihtiyaçlara boyun eğer. Balçığın
tabiatından kaynaklanan zaaf ve eksikliğe, bu zaaf ve eksikliğin doğurduğu
düşünce, hareket ve çekişmelere yenik düşer. Buna rağmen insan, "birleşik"
bir varlıktır. İlk günden bu yana birbirinden ayrılmayan bu iki ufuktan
meydana gelmiştir. Onun tabiatı "birleşik" bir tabiattır. Karışık ya da
"karmaşık" bir tabiat değildir. İnsanı yaratılışı itibariyle eşsiz kılan
balçık ve yüce soluktan meydana gelen insanın birleşimini araştırdığımızda,
bu gerçeği gözönünde bulundurmamız zorunludur. Çünkü insanın oluşumundaki bu
iki boyutu birbirinden ayırmak imkânsız bir şeydir. Biri olmadan öbürü
hiçbir durumda herhangi bir faaliyet gerçekleştiremez. Çünkü insanın tabiatı
çok kısa bir süre için de olsa tamamen balçıktan ibaret olamaz. Aynı şekilde
sadece ruhtan da ibaret olamaz. Her ne yaparsa yapsın, mutlaka bu bölünmez
yapısına uygun yapacaktır.
Balçıktan kaynaklanan unsurlar ile yüce ruhun
unsurlarının özellikleri arasında denge sağlamak, insanın ulaşması istenen
en yüce ufuktur. Bu ufuk, insan için belirlenen takdir edilen kemal
noktasıdır. Bir melek ya da hayvan olması için bileşiminde yeralan
unsurlardan birinin tabiatından ve bu tabiatın isteklerinden soyutlanması
istenen bir şey değildir. Bu unsurlardan hiçbiri tek başına insan için
arzulanan mükemmelliği temsil edemez. İnsanın iki tabiatı arasındaki kesin
dengeyi bozan her yükselme insan denen bu yaratığa, onun temel özelliklerine
bu şekilde yaratılmasını gerektiren hikmete göre eksikliktir.
İnsanın organik ve hayvansal enerjilerini,
yeteneklerini devre dışı bırakmak için çabalayanlar, onun özgür ruhsal
enerjilerini, yeteneklerini devre dışı bırakmak isteyen kimseler gibidirler.
Her iki girişim de insanı fıtratının düzeyinin dışına çıkarma amacına
yöneliktir. Yüce yaratıcısının istemediğini istemektir. Her iki girişim de
insanın bileşimini yok ettiği için, aslında onun kendisini yok etmektedir.
Ve insan Allah'ın huzurunda bu yok etmenin hesabını verecektir.
Bu yüzden Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- kadınlara yaklaşmayıp, ruhbanlaşmak isteyeni, iftar etmeden sürekli
oruç tutmak isteyeni, hiç uyumadan gece boyunca namaz kılmak isteyeni hoş
karşılamamıştır. Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- rivayet ettiğine
göre, şöyle buyurarak bu davranışları reddetmiştir: "Benim yolumdan ayrılan
benden değildir."
İslâm, insanın bu iki boyutlu oluşumunu gözönünde
bulundurarak, onun için bir şeriat belirlemiştir. Bu şeriata dayalı olarak
insanın hiçbir enerjisini zayi etmeyen, hiçbir yeteneğini öldürmeyen, insana
yaraşır bir hayat düzeni koymuştur. Bu düzende insanın tüm yeteneklerinin,
tüm enerjilerinin arasında denge sağlanması için büyük özen gösterilmiştir.
Bütün bu yeteneklerin ve enerjilerin azgınlaşmadan ya da güçsüzleşmeden,
yekdiğerine haksızlık etmeden iş görmeleri için bu özen kaçınılmazdır. Çünkü
haksızlığın karşılığı birinin fonksiyonunu yitirmesidir. Her azgınlığın
sonunda birtakım yetenekler yok olur.
İnsan fıtratının özelliklerini korumakla yükümlüdür.
Allah'a karşı bunlardan sorumludur. İslâmın insanlar için belirlediği hayat
düzeni de bu özellikleri korumakla yükümlüdür. Çünkü yüce Allah, bu
özellikleri boşuna bahşetmemiştir insana.
İnsanın tabiatında varolan hayvansal iç güdüleri
yoketmek isteyenler, onun eşsiz yapısını yok etmektedirler. Sırf insanda
bulunan ve hayvanlarda bulunmayan Allah'a inanma, gayba iman etmek gibi
insana özgü eğilimleri yoketmek isteyenler de öyle. İnsanın inancını elinden
alan, onun insani yapısını yok etmektedir. Tıpkı insanın yemeğini, içeceğini
ve diğer bedensel ihtiyaçlarını elinden alan gibi. Her ikisi de insanın
düşmanıdır. Şeytan gibi onları da kovmak gerekir.
Üstelik insan bir yönüyle hayvandır. Hayvanınkine
benzer istekleri vardır. Bu yönünü tatmin edecek şeylere ihtiyaç duyar. Ama
bu sıradan istekler, insanlık düşmanı materyalistlerin ileri sürdükleri gibi
"temel istekler" değildir.
Bunlar, Kur'an'ın vurguladığı şekliyle, insanın
oluşumu gerçeği karşısında hatıra gelen bazı gerçeklerdir. İnsanlığın büyük
hikâyesinin sahneleri canlandırılırken, Kur'an'ın akıcılığını kesintiye
uğratmamak için bu gerçekleri çabucak geçiyoruz. Hikâyenin sonunda bazı
değerlendirmelerde bulunurken, tekrar bu gerçeklere değinmeyi umuyoruz.
Yüce Allah meleklere şöyle demişti:
"Ben, kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan bir insan
yaratacağım. Ona biçim verip, kendi ruhumdan bir soluk üflediğimde önünde
secdeye kapanınız."
Yüce Allah'ın dediği olmuştu. Çünkü O'nun sözü
iradedir. İradenin gerçekleşmesi istenen yaratığın meydana gelmesine
nedendir. Yüce Allah'ın öncesiz ve sonrasız soluğunun yaratılmış ve fani
balçığı nasıl bürüdüğünü sorma yetkisine sahip değiliz. Bu tür tartışmalara
girmek aklı boş yere uğraştırmaktır. Hatta akılla alay etmektir. Onu
yetkisinde olan düşünce, kavrama ve hikmetin nedenlerinin çerçevesinin
dışına çıkarmaktır. Bu konu etrafında daha önce yapılmış ve yapılmakta olan
tüm tartışmalar, insan aklının tabiatını, özelliklerini ve etkinlik alanının
tanımamaktan kaynaklanmaktadır. insan aklını yabancısı olduğu alanlara
sürüklemektir. Yüce yaratıcının yaptığı insanın duyularına göre
değerlendirme girişimidir. İnsan aklının enerjisinin boş yere harcanmasına
neden olmaktadır. Sonra bu girişimin yöntemi temelden yanlıştır. Bir kere
insan aklı şunu söylüyor: Sonsuz olan fani olana nasıl bürünür? Öncesiz
olan, sonradan var edilene nasıl giriyor? Ardından bu olayı ya inkâr ediyor
ya da ispat edip nedenlerini araştırıyor. Oysa insan aklından bu konuyu bir
çözüme bağlaması kesinlikle istenmemektedir. Çünkü yüce Allah, "Bu olay
olmuştur" diyor. "Nasıl olduğunu anlatmıyor." O halde mesele ispat
edilmiştir, insan aklı ise bunu çürütemez. Aynı şekilde insan aklı ayetlerin
belirttiklerine teslim olmaktan başka kendi yorumu ile bu olayı ispat edemez
de. Çünkü insan aklı hükmetme yöntemlerine sahip değildir. Kendisi sonradan
yaratılmıştır. Sonradan yaratılan bir varlık ise, zati itibariyle öncesiz
bir varlık hakkında hüküm verme yetkisine sahip değildir. Bu durum
yaratılışı itibariyle de öncesiz olan varlık hakkında da geçerlidir. Aklın
daha baştan bu zorunluluğu ya da "Sonradan meydana gelen bir varlık ne
şekilde olursa olsun, öncesiz bir varlık hakkında hüküm verme yetkisine
sahip değildir"önermesini kabul etmesi, kendisi için güvenilir olmayan
alanlarda enerjisini boşu boşuna tüketmekten vazgeçmesi için yeterlidir.
Bundan sonra neler olup bittiğine bakalım:
"Bunun üzerine bütün melekler hep birlikte secdeye
kapandılar."
Nitekim bu yaratıkların -meleklerin- tabiatı
tartışmaksızın ağırdan almak
sızın mutlak şekilde emredileni yerine getirmeyi
gerektirmektedir.
İBLİS'İN KARAKTERİ
"Yalnız İblis, secdeye kapananlar arasında olmayı
reddetti."
İblis meleklerden ayrı bir yaratık. İblis ateşten,
melekler de nur'dan yaratılmışlardır. Ve melekler Allah'ın emrine karşı
gelmezler, emredileni yaparlar. Ama İblis emredileni yapmaktan kaçınıp,
karşı geldi. O halde kesinlikle meleklerden değildir. Buradaki istisna ise,
aynı türden birinin istisna edilmesi değildir. Bu, "Falanca oğulları
geldiler, ama Ahmet gelmedi" cümlesinde yapılan istisna gibidir. Çünkü Ahmet
falanca oğullarından biri değildir. Ama her yerde ve her koşulda onlarla
beraberdir. O halde meleklere yönelik olarak yeralan:
"Hani Rabbin meleklere dedi ki."
emri İblis'i nasıl kapsamaktadır? Bu emrin İblis'i
de kapsadığı sonraki ayetten anlaşılmaktadır. Bu nokta A'raf suresinde açık
bir şekilde vurgulanmaktadır.
"Allah İblis'e: Secde etmeni emrettiğimde seni secde
etmekten alıkoyan ne oldu?" dedi. (A'raf Suresi 1)
Kur'an'ın ifade yönteminde çoğu zaman ve çoğu konuda
biraz sonra yer alacak kanıtla yetinilmektedir. O halde yüce Allah'ın
İblis'e yönelik olarak "Emrettiğim halde secdeye kapanmaktan seni ne
alıkoydu? sözü, secde emrinin onu da kapsadığını kesin bir şekilde
kanıtlamaktadır. Yüce Allah'ın şeytana yönelik emrinin meleklere yönelik
emir olması bir zorunluluk değildir. Herhangi bir nedenden dolayı meleklerle
beraberken bu emir verilmiş olabilir. Yine ayrıca ona böyle bir emir
verilmiş de onun önemsizliğini vurgulamak ve bu noktada melekleri ön plana
çıkarmak için bu konu açıklanmamış olabilir. Fakat ayetlerin kesinlikle
vurguladığı ve davranışlarının ortaya koyduğu, onun bir melek olmadığıdır.
Bizim tercih ettiğimiz görüş budur.
Her ne olursa olsun, şu anda biz gaybın kapsamına
giren ve kesinlikle kabul etmekten başka seçeneği bulunmayan bir olayla
karşılaşıyoruz. Ayetlerin açıkladığının dışında olayın mahiyetini,
niteliğini düşünme imkânına sahip değiliz. Çünkü akıl, az önce söylediğimiz
gibi, hiçbir durumda bu alanda bir etkinliğe sahip değildir.
"Allah, "Ey İblis, seni secde edenler ile birlikte
olmaktan alıkoyan nedir?" dedi."
"İblis, "Kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan
yarattığın insana secde etmek bana yakışmaz" dedi."
Dumansız alevden yaratılmış bu varlığın yapısındaki
gurur, büyüklenme ve isyan tabiatı burada kendini gösteriyor. İblis burada
kara çamurdan ve balçıktan söz ediyor, ama bu çamura üflenmiş yüce soluğu
sözkonusu etmiyor. Gururla bayı kaldırıyor ve "Allah'ın kara çamurdan
oluşmuş kuru balçıktan yarattığı insana secde etmenin kendisinin üstünlüğüne
yakışmadığını söylüyor. Ardından olması gereken oluyor:
Allah "Öyleyse defol oradan, artık sen rahmetimden
kovulmuşsun.'
35- "Hesaplaşma gününe kadar sürekli
olarak lânetim üzerinedir. "
36- İblis, "Ey Rabbim, o halde
insanların tekrar dirilecekleri güne kadar bana yaşama süresi tanı" dedi.
37- Allah, "Sen kendilerine yaşama
süresi tanınanlardansın" dedi.
38- O belirli vaktin gününe kadar.
Bu baş kaldırmanın ve yoldan sapmanın cezasıdır.
İşte bu noktada kin ve kötülük karakteri kendini
gösteriyor.
İblis diriliş gününe kadar yaşama süresi tanımasını
istemişti. Yüce yaratıcının huzurunda işlediği hatadan pişmanlık duymak,
Allah'a tevbe etmek, bu büyük suçunu bağışlaması için O'na dönmek için değil
elbette. Allah'ın kendisine lânet etmesinin, huzurundan kovmasının cezası
olarak Adem ile soyundan öc almak için. Allah'ın kendisine lânet etmesini
Adem'e bağlıyor, iğrenç bir büyüklenme ile, Allah'a baş kaldırmasına değil.
39- İblis dedi ki; "Ey Rabbim, beni
kışkırtıp sapıklığa düşürdüğün için dünyada kötülüğü onlara cazip göstererek
hepsini yoldan çıkaracağım.
40- Sadece onların arasındaki seçkin
kulların hariç.
Bununla İblis savaş alanını belirlemiş oluyor. Bu
alan yeryüzüdür. "Dünyada kötülüğü onlara cazip göstereceğim."
Elindeki kozun da cazip gösterme olduğunu
belirtiyor. Kötülüğü cazip gösterip güzelleştirmektir onun kozu. Kötülüğün
bu yapay cazibesine kapılıp onu işlemelerini sağlamaktır silahı. Bu yüzden
insanın işlediği hiçbir kötülük yoktur ki, üzerinde şeytandan kaynaklanan
bir yaldız, bir cazibe, yalancı bir güzellik olmasın. Gerçek mahiyetinden ve
çirkinliğinden farklı görünmesin... O halde insanlar şeytanın elindeki kozu
iyi tanımalıdırlar. Bir şeyde cazibe olduğunu fark ettiklerinde, içlerinde
bu cazibeye karşı bir arzu uyandığını gördüklerindé o şeyden
sakınmalıdırlar. Sakınmalıdırlar, çünkü o şeyde şeytanın parmağı olabilir.
Ama Allah'a bağlanmış, O'na gereği gibi kulluk yaptıklarında -bu şartla
şeytanın Allah'ın seçkin kullarının üzerinde hiçbir etkinliği yoktur.
"Hepsini yoldan çıkaracağım."
"Sadece onların arasındaki seçkin kulların hariç.
Yüce Allah, kendisini Allah'a adayanları seçkin
kullarına katar. Kendilerini sırf Allah için arındıran ve Allah'ı
görüyormuşcasına ibadet eden kullarının arasına alır. Şeytanın bu kullar
üzerinde hiçbir etkinliği yoktur.
Mel'un şeytan başka türlüsünün imkânsız olduğunu,
çünkü bunun Allah tarafından konulmuş bir kural olduğunu bildiği için bu
şartı ifade ediyor. Buna göre, yüce Allah kendisini arındırıp, Allah'a
teslim olanı seçkin kullarına katar. Onu korur ve gözetir. Aşağıdaki cevabın
verilmesi bu yüzdendir.
41- Allah dedi ki; "İşte bana ileten
doğru ,yolum budur. "
42- "Sana uyan sapıklar dışındaki
kullarım üzerinde senin hiçbir nüfuzun, hiçbir etkileme gücün yoktur. "
Budur yol... Budur yasa... Kanun budur... Allah'ın
iradesi, hidayet ve sapıklık noktasında bu yolun kanun ve hüküm olmasını
öngörmüştür. Benim seçkin "kullarım" üzerine hiçbir yaptırım gücün yoktur,
onlara etki edemezsin, onlara herhangi bir kötülüğü cazip gösteremezsin ve
sen onlara ulaşamazsın. Bu nedenle onlar sana karşı koruma altındadırlar.
Çünkü senin onları etkileyebileceğin tüm yollar kapalıdır. Onlar
dikkatlerini Allah'a yöneltmişler, Allah'la bağlantı içinde, olan sağlıklı
fıtratları aracılığı ile onun yürürlükte olan yasalar sistemini kavramış
bulunmaktadırlar. Sen sadece sana uyan yoldan çıkmış sapıklar üzerinde bir
etkinliğe sahipsin. Bu ise, genel kuralın dışında bir istisnadır. Çünkü
yoldan çıkmış sapıklar, Allah'ın seçkin kullarından sayılmazlar. Nasıl ki,
kurt sürüden ayrılanı kapıyorsa, şeytan da sadece Allah'ın yolundan ayrılanı
kapabilir. Kendilerini Allah'a adayanlara gelince, yüce Allah onların
kaybolup gitmelerine izin vermez. Allah'ın rahmeti geniştir. Onlar biraz
geride kalsalar bile, çok geçmeden dönerler.
Yoldan çıkmışların akıbeti, daha savaş meydanının
başından beri ilan edilmiştir.
43- Onların hepsinin buluşma yerleri
cehennemdir.
44- Oranın yedi kapısı vardır. Her
kapıdan hangi cehennemlik grupların içeriye girecekleri belirlenmiştir.
Bu yoldan çıkmış sapıkların sınıfları ve dereceleri
vardır. Sapıklığın çeşitli şekilleri, değişik renkleri vardır. Onlardan her
grubun cehenneme girecekleri kapı belirlenmiştir. Bu belirleme, onların
niteliklerine ve davranışlarına göre yapılmıştır.
Ayetlerin akışı hikâyenin odak noktasına ve ders
alınacak yerine gelmişken, sahne son buluyor. Bu noktada şeytanın, insanın
içine nasıl nüfuz ettiğini, insanın tabiatında yeralan balçığa özgü
özelliklerin ilahi soluğa özgü niteliklere ne şekilde üstünlük sağladığını
açıklıyor. Allah'la sürekli bağlantı içinde olan ve O'nun ilahi soluğunu
koruyana gelince, şeytanın onun üzerinde hiçbir etkileme gücü yoktur.
45- Kötülükten sàkınanlar ise,
cennetteler ve pınar başlarındadırlar.
46- Onlara "Esenlikle ve güven
içinde oraya giriniz" denir.
47- Biz cennetliklerin kalplerindeki
tüm kin tortularını çekip çıkardık, onlar orada karşılıklı koltuklarda
oturan kardeşlerdir.
48- Onlar orada bıkkınlık
hissetmezler, oradan çıkarılmaları da sözkonusu değildir.
Kötülüklerden sakınan muttakiler, sürekli Allah'ı
gözeten, kendilerini onun azabından ve onun azabını gerektirecek nedenlerden
koruyan kimselerdir. Belki de cennetteki pınarlar, cehennemin kapılarına
karşılık olmaları için sahnede yeralmaktadır. Cehennemdeki korku ve endişeye
karşılık, onlar esenlik ve güven içindedirler. Geçen ayetlerde vurgulandığı
gibi, şeytanın içini kemiren kine karşılık, onların içindeki tüm kin
tortularını çekip çıkardık. Orada bıkkınlık hissetmezler, oradan çıkarılma
korkusunu yaşamazlar. Dünyadayken Allah'ın azabından korkmalarının ve
kötülüklerden sakınmalarının karşılığı olarak Allah'ın katındaki bu güvenli
ve huzurlu, yeri haketmişlerdir.
İNSANLIĞIN HİKÂYESİ ÜZERİNE
TESBİTLER
Şimdi hiç kuşkusuz -Kur'an'ın akışı içinde sunulduğu
şekliyle- insanlığın büyük hikâyesi geniş değerlendirmeleri gerektirecek
derecede önemlidir. Bu yüzden Fı Zilâl-il Kur'an'da- buna değinmeden bir
başka konuya geçmiyoruz. Şu halde, bu hikâyeyi uygun olduğu ölçüde ana
hatları ile irdelemeye çalışalım:
1- Bu hikâye, insan denen yaratığın oluşumunun
tabiatını gayet açık bir şekilde göstermektedir. Bu, özel ve eşsiz bir
oluşumdur. İnsanın diğer canlılarla ortak olduğu canlı organik bileşiminin
yanında ek bir özelliği de vardır. Bu içine üflenmiş ilahi ruhun
ayrıcalığıdır. İşte insanı insan eden bu ayrıcalığıdır. Bu özellikleriyle
insanı diğer tüm canlılardan farklı kılmaktadır. İnsanın sahip olduğu bu
ayrıcalık kesinlikle "hayat" değildir. Çünkü diğer canlılarla insan `hayat'
noktasında ortaktır. İnsanı ayrıcalıklı kılan, soyut hayata ek olarak içine
üflenen ilahi ruhun meziyetidir.
Kur'an ayetinin vurguladığı bu ayrıcalık,
Darwinistler'in sandığı gibi, insanın ortaya çıkışından sonra geçtiği
çeşitli aşamaların ya da geçirdiği evrimlerin sonucu kazandığı bir özellik
değildir. İnsan yaratılışından, ortaya çıkışından ïtibaren bu ayrıcalığa
sahiptir. İnsan denen bu varlık, herhangi bir dönemde kendine özgü insani
ruha sahip olmaksızın, sıradan bir canlı türü olmamıştır ve bu ruh sonradan
içine girip onu bildiğimiz insan haline getirmemiştir.
Julian Hauxley öncülüğündeki çağdaş Darwinizm bu
büyük gerçeğin bir kısmını kabul etmek zorunda kalmıştır. Fizyolojik
canlılık açısından, dolayısıyla akıl bakımından "insanın eşsizliği"ni,
ayrıca bu eşsizliğin doğurduğu uygar olma noktasındaki benzersizliğini kabul
etmiştir.
Buna rağmen çağdaş Darwincilik, halâ bu eşsiz
insanın hayvandan evrimleştiğini iddia etmektedir.
Çağdaş Darwinciler'in "insanın eşsizliğini" kabul
etmeleri ile Darwin kuramının dayandığı tüm canlıların evrimleşmesi
iddiasını uyuşturmak oldukça zordur. Ne var ki Darwinciler ve onları
destekleyenler, kilisenin kabul ettiği her şeye karşı çıkma ilkesinden
hareketle bu hiç de bilimsel olmayan akımı bilim boyası ile boyayarak
savunmaya devam ediyorlar. Yahudiler de bu kuramın yayılmasını, yerleşip
güçlenmesini var güçleriyle destekliyorlar. İçlerindeki bir amacı,
planladıkları bir hedefi gerçekleştirmek için bu kurama bilimsellik
kisvesini giydiriyorlar.
Bu tefsirde A'raf suresindeki benzeri ayetleri ele
alırken, bu meseleye açıklık getirmiştik. Orada yaptığımız bazı açıklamaları
buraya almakta yarar görüyoruz...
Hangi açıdan bakarsak bakalım, Hz. Adem'in -selâm
üzerine olsun- yaratılışına, insanlığın meydana gelişine ilişkin Kur'an
ayetlerinin bütünü, bu varlığı, insani özelliklerinin ve kendisine özgü
fonksiyonunu yaratılışı ile birlikte verildiği düşüncesi Kur'an'da ağırlık
kazanmaktadır. İnsanlık tarihinde görülen ilerlemenin, yükselişin bu
özelliklerinin daha açık bir şekilde ortaya çıkmaları gelişmeleri, terbiye
edilmeleri ve insanın bunlar sayesinde üstün bir deneyime sahip olmasında
görülen ilerleme olduğunu ortaya koymaktadır. Yoksa Darwinizm'in ileri
sürdüğü gibi, başka türlerin gelişerek sonuçta insan olduğu şeklinde insanın
"öz varlığında" herhangi bir başkalaşım olmadığını ortaya koymaktadır.
Arkeolojik kazılara dayanan yaratılış ve evrim
teorisine bağlı olarak zaman süreci içinde hayvanlarda değişik ilerleme
aşamalarının varlığını ve bunların birbirini izleyen gelişmeler olduğunu
ileri sürmek "sağlıklı" verilere dayanmayan bir teoriden ibarettir.
"Kesinlik" ifade etmez. Çünkü yerin katmanlarından bulunan kayaların
ömürlerini belirleme çalışmalarında kendileri bile tahminden öteye
geçemezler. Bu çalışmalar, yıldızların ömürlerini radyasyon yoluyla
kestirmek gibidir. Bunları düzeltecek, hatta kökünden değiştirecek daha
başka tahminlerin ortaya çıkmasını engelleyebilecek hiçbir şey yoktur! Böyle
bir varsayım bu canlıların birbirlerinden daha gelişmiş olduğunu söylememiz
için yeterli değildir.
Kayaların ömürlerine ilişkin bilgimizin kesin
olduğunu varsaysak bile, belirli çevre şartlarının etkisiyle ve bu şartlarla
uyum sağlayabildikleri oranda, bazı canlı türleri varolmuş olabilir ve çevre
şartları değişip, yaşamalarına elverişsiz hale geldiği için bu canlıların
soyu kurumuş olabilir. Bu varsayımı ileri sürmemiz için, engelleyici hiçbir
veri yoktur.
Darwin'in ve ondan sonrakilerin arkeolojik kazıları
bundan öte bir şeyi ispatlayamaz. Zaman süreci içinde herhangi bir hayvan
türünün kendisinden önceki bir hayvan türünden organik olarak
evrimleştiğini, o zaman süreci içindekï kayaların katmanlarının tanıklığına
bakarak, kesin biçimde ispatlayamaz. Sadece şu kadarını ispatlayabilir:
Zaman süreci içinde birtakım hayvan türleri kendisinden önceki bir hayvan
türünden daha gelişmiştir... Böyle bir gelişmeyi bizim anladığımız biçimde
yorumlamak da mümkündür. Yani bu zaman diliminde yeryüzünde egemen olan
şartlar bu hayvan türünün varlığına müsade ediyorlardı. Şartlar
değiştiğinde, yeryüzü başka bir hayvan türünün meydana gelmesine elverişli
oluyordu. Bu hayvan türü de meydana geliyordu. Değişen şartlar daha önceki
şartlarda yaşayan hayvan türünün neslinin tükenmesine yolaçıyordu. Buna
bağlı olarak bu hayvan türleri de yok oluyorlardı:
Buna bağlı olarak insan türünün yaradılışı bağımsız
bir yaratılıştır. İnsan yüce Allah'ın yeryüzündeki şartların insânın hayatı,
gelişmesi ve ilerlemesi için elverişli hale geldiğini bildiği bir zaman
süreci içinde yaratılmıştır. İnsanın yaratılışı konusunda Kur'an ayetlerinin
bir bütün olarak ortaya koyduğu yaklaşım budur.
"İnsan" hem biyolojik ve fizyolojik yönden, hem de
akli ve ruhi yönden diğer canlılardan apayrı bir özelliğe sahiptir. Bu öyle
apayrı bir özelliktir ki, içlerinden bazıları ateist olmalarına rağmen, yeni
Darwinistler insanın bu özelliğini kabul etmek zorunda kalmışlardır. İnsanın
bu özelliği de, insanın yaratılışının başlıbaşına bir yaratılış olduğunu ve
başka hayvan türleriyle hiçbir organik bağ bulunmadığını belgeleyen önemli
bir delildir.
2- İnsanın bu eşsiz yaratılışı, onun bağımsız
varlığından istenen bu ayrıcalığa, Allah'ın ruhundan üflenen soluktan
kaynaklanan bu ayrıcalığa sahip olması... İnsana ve onun "temel isteklerine"
bakışı ile, tüm ekonomik, toplumsal ve siyasal salgıları ile, insan hayatına
egemen olması beklenen düşünce ve değer yargılarına ilişkin salgıları ile
materyalist ideolojilerin insana ve temel isteklerine bakışını temelden
birbirinden farklı kılmaktadır.
İnsanın evrim geçiren bir hayvandan başka bir şey
olmadığı iddiası marksizmi insanın temel isteklerinin yeme, içme, barınma ve
cinsel ihtiyaçlarını giderme olduğunu ileri sürmeye itmiştir. Bunlar
tamamıyle hayvanların temel istekleridir. İnsan bu bakış açısının kendisine
uygun gördüğü konumdan daha aşağılık bir duruma hiçbir zaman düşmemiştir. Bu
düşünce biçimi, insanın kendine özgü nitelikleri ile hayvandan üstün
oluşundan kaynaklanan tüm haklarını hiçe saymaktadır. Dini inanç hakkını,
düşünce ve görüş belirtme özgürlüğüne ilişkin haklarını, dilediği işi seçme
ve dilediği yerde oturmaya ilişkin haklarını, egemen düzeni ve onun düşünsel
ve ideolojik temellerini eleştirmeyle ilgili haklarım, hatta "parti"nin veya
partiden daha aşağı düzeyde olan bu iğrenç düzenin görevlerinin
uygulamalarını eleştirme haklarını yok etmektedir. Dolayısıyla insanlar, bu
düzenin egemenliği altında sürüler gibi biraraya getirilip güdülmektedirler.
Çünkü bu "yığınlar" materyalist felsefeye göre, evrim geçirmiş bir tür
hayvandan başka bir şey değildirler... Sonra da kalkıp bu uğursuzluğa
"bilimsel sosyalizm" demektedirler!
İslâmın "insan" görüşüne gelince, organik yapısı
itibariyle hayvanlarla ortak niteliklere sahip olmakla beraber, onun insana
özgü nitelikleri ile eşsizliği temeline dayanmaktadır. İslâm baştan itibaren
insanın temel isteklerinin hayvanların temel isteklerinden farklı ve fazla
olduğunu dile getirmektedir. Buna göre insanın tüm temel istekleri; yeme,
içme, barınma ve cinsel ihtiyaçları gidermeden ibaret değildir. Bunların
dışında kalan akıl ve ruhun istekleri de ikinci derecede istekler değildir.
İnanç, düşünce özgürlüğü, özgür irade ve seçme hakkı tıpkı yeme, içme,
barınma ve cinsel tatmin gibi insanın temel istekleridir. Hatta öncekiler,
bunlardan daha öncelikli sayılırlar. Çünkü bunlar insanın hayvandan farklı
olarak sahip olduğu özelliklerdir. Yani bunlar, onun insanlığını belirleyen
niteliklere ilgili isteklerdir. Bunların yokedilmesi, insanlığın yokedilmesi
demektir.
Bu yüzden İslâm düzeninde daha fazla "üretim" için,
insanlara yeme, içme, barınma ve cinsel tatmin alanında geniş imkânlar
sağlama uğruna inanç ve düşünce özgürlüğünün ve seçme hakkının ayaklar
altına alınması doğru değildir. Aynı şekilde, bu tür hayvansal isteklerin
rahatlıkla yerine getirilmesi için; gelenekleri, çevrenin ya da ekonomik
altyapının belirlediği şekliyle değil, Allah'ın belirlediği şekliyle ahlâki
değerlerin yokedilmesi de İslâma göre yerinde ve doğru bir uygulama
değildir.
Bunlar, "insanın" ve onun "temel isteklerinin"
değerlendirilmesinde, birbirlerinde temelden farklı olan iki bakış açısıdır.
Bu yüzden aynı düzenin çatısı altında bu iki bakışı biraraya getirmek
kesinlikle mümkün değildir. Ya İslâm, ya da tüm uğursuz salgılarıyla
materyalist ideolojiler! Bu saçmalıklar arasında "bilimsel sosyalizm"
dedikleri ideoloji de yeralmaktadır. Hepsi de yüce Allah'ın onurlandırdığı
insanı küçük düşüren aşağılık materyalizmin pis salgılarıdır.
3- Yeryüzünde şeytan ile insan arasında kesintisiz
olarak süren savaş, en başta şeytanın insanı aşamalı olarak Allah'ın
sisteminden uzaklaştırması ve onun dışındaki hayat sistemlerini, ona cazip
göstermesi noktasında odaklaşmaktadır. Şeytanın insanları yavaş yavaş
Allah'a kulluğun, yani inanç, düşünce, kulluk kastı taşıyan sembol ve
davranışlar kanun ve nizam noktasında Allah'a boyun eğmenin sınırlarının
dışına çıkarmasıdır savaşın ağırlık noktası. Sadece Allah'ın hükmü ile
hükmedenlere, yani sadece ona kulluk edenlere gelince, şeytanın onlar
üzerinde hiçbir etkileme gücü yoktur.
"Seçkin kullarım üzerinde senin hiçbir nüfuzun,
hiçbir etkileme gücün yoktur."(Hicr Suresi 42)
Muttakilere bildirilen cennete yöneliş ile yoldan
çıkmış sapıklara söz verilen cehenneme yöneliş arasındaki yol ayrımı
Kur'an'da sürekli -ibadet olarak ifade edilen- Allah'ın hükmü ile hükmetmek
ile şeytanın cazip gösterdiği sistemlere uyarak O'nun hükmü ile
hükmetmemektir.
Şeytanın kendisi de Allah'ın varlığını ve
sıfatlarını inkâr etmiyor. Yani inanç açısından ateist değildir. onun
yaptığı sadece, Allah'ın hükmü ile hükmetmemektir, işte onun ve ona uyan
sapıkların cehenneme yuvarlanmalarına neden olan budur.
İslâmın varlık nedeni sadece Allah'ın hükmü ile
hükmetmektir, sadece O'na itaat etmektir. Mensupları herhangi bir konuda
Allah'dan başkasının hükmü ile hükmettikleri, O'ndan başkasına boyun
eğdikleri zaman, İslâmın hiçbir değeri kalmaz. Bu hükmün inanç ve düşünceye
veya bireysel ibadetler ve törenlere ya da şeriat ve kanunlara, değer
yargılarına ve ölçülere özgü olması, durumu değiştirmez. Hepsi de birdir.
İslâm Allah'ın hükmü ile hükmetmektir, cahiliye de Allah'dan başkasının
hükmü ile hükmetmektir, şeytanın yanında yer almaktır.
Allah'ın hükmü ile hükmetme ilkesini bölmek, düzen
ve kanunları bïr yana bırakıp bunu inanç ve bireysel ibadetlere özgü kılmak
mümkün değildir. Çünkü Allah'ın hükmü ile hükmetmek, bölünmez bir bütündür.
Ve bu, hem sözlük, hem de terimsel anlamı ile Allah'a ibadet etmek demektir.
İnsan ile şeytan arasında kesintisiz olarak süren savaş işte bu nokta
etrafında cereyan etmektedir.
4- Son olarak yüce Allah'ın muttakilere ilişkin
olarak söylediği sözde yeralan gerçek ve derin yaklaşım üzerinde durmak
istiyoruz.
"Kötülüklerden sakınanlar ise, cennetlerde ve pınar
başlarındadırlar." "Onlara "esenlik ve güven içinde oraya giriniz denir."
"Biz cennetliklerin kalplerindeki tüm kin
tortularını çekip çıkardık, onlar orada karşılıklı koltuklarda oturan
kardeşlerdir."
"Onlar orada bıkkınlık hissetmezler, oradan
çıkarılmaları sözkonusu değildir." (Hicr Suresi 45-48)
Bu din yeryüzünde insanın tabiatını değiştirmeye ya
da onu değişik bir varlığa dönüştürmeye çalışmaz. Bu yüzden dünyadayken
içlerinde kin tortularının olabileceğini kabul ediyor. Ve bu duygunun
insanın tabiatında yeraldığını, iman ve İslâmın bu duyguyu kökünden
sökemeyeceğini onaylıyor. Bunun yanında İslâm bu duygunun şiddetini azaltmak
için tedavi yönüne gidiyor. Bu duyguyu Allah için sevme ve Allah için nefret
etme duygusuna dönüştürmeyi hedefliyor. -Zaten iman da sevgi ve nefret değil
midir?- Ama onlar şu anda cennettedirler. Artık insanlıkları doruk noktasına
ulaşmış ve dünyadaki rolünü tamamlamıştır. Bu yüzden kin ve nefret duyguları
içlerinden sökülüp çıkarılıyor. Artık saf ve sevgi dolu kardeşlik
duygusundan başka bir şey yer almaz içlerinde...
İşte bu, cennet ehlinin derecesidir. Kim daha
dünyadayken bu duygunun ağırlıklı olarak içinde yer ettiğini görüyorsa
cennet ehli olduğuna sevinebilir. Mü'min kaldığı sürece bu durum geçerlidir.
Çünkü iman, onsuz hiçbir amelin işe yaramadığı temel şarttır.
Şu anda okumakta olduğumuz bu ders, Allah'ın
rahmetinden ve azabından örnekler içermektedir. Bu örnekler, Hz. İbrahim ve
O'nun bilgili bir evlât bağışı ile müjdelenmesi, Hz. Lût ve O'nun karısı
hariç, tüm ailesinin zalim milletten kurtuluşu, Eykeliler'in ve Hicr ehlinin
ve bunların acıklı azaba uğramaları hikâyelerinde somutlaşmaktadır.
Bu hikâyeler şu girişten sonra peşpeşe
sıralanıyorlar:
"Ey Muhammed, kullarıma haber ver ki, ben gerçekten
affediciyim, merhametliyim."
"Fakat azabım da son derece acıklı bir azaptır."
(Hicr Suresi 49-50)
Arkasından hem rahmet olayının gerçekliğini
kanıtlayan bir haber, hem de azap olayının gerçekliğini kanıtlayan bir haber
yeralıyor. Bu husus ayrıca surenin başlarında yeralan ifadelere de dönüktür
ve orada yeralan uyarıları da kanıtlamaktadır:
"Bırak onları yesinler, dünya nimetlerinden
yararlansınlar, ihtirasları ile oyalansınlar, ilerde gerçeği
öğreneceklerdir."
"Yok ettiğimiz her beldenin mutlaka uğradığı akıbete
ilişkin, belirli bir yazısı vardır."
"Hiçbir millet ne yokoluş gününü öne alabilir ve ne
de yaşama süresini aşabilir." (Hicr Suresi 3-5)
Dolayısıyla hikâyelerde anlatılanlar uyarıldıktan
sonra, yokedilen beldelerden örneklerdir. Bunlar yaşama süreleri dolduktan
sonra cezalarını çeken milletlerdir. Ayrıca bu hikâyeler, surenin başlarında
belirtildiği üzere meleklerin gönderilmeleri durumunda neler yaptıklarını da
örneklemektedir:
"Müşrikler dediler ki; "Ey kendisine Kur'an inen
adam, sen kesinlikle delinin birisin."
"Eğer söylediklerin doğru ise bize melekler ile
birlikte gelseydin ya."
"Oysa biz melekleri ancak gerektiğinde indiririz, o
zaman da onlara mühlet tanınmaz." (Hicr Suresi 6-8)
Böylece sure, bölümleri birbirini destekleyen uyumlu
bir bütün olarak belirmektedir. Bununla beraber çok azı hariç, surelerin bir
defada indirilmedikleri, surelerdeki ayetlerin mushafta olduğu şekliyle
peşpeşe inmedikleri, ayetlerin bu tarz dizilişleri Peygamberimizin uygun
görmesi ile gerçekleştiği bilinmektedir. Hiç kuşkusuz ayetlerin bu tarz
dizilişinde bir hikmet vardır. Şimdiye kadar sunduğumuz surelerde, bu
surelerin yapısının sağlamlığı, surelerdeki atmosfer ve gölgelerin birliği,
bu hikmetin bazı yönlerini bize göstermiş bulunmaktadır. Bu konuda kesin
bilgi Allah'a özgüdür. Geçici birtakım içtihatlardır. Elbette doğruyu
gösteren yüce Allah'dır.
49- Ey Muhammed,
kullarıma haber ver ki, ben gerçekten affediciyim, merhametliyim.
50- Fakat azabım da
son derece acıklı bir azaptır.
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun-
yönelik bu emir, surenin akışı içinde yoldan çıkmışların ve kötülükten
sakınanların uğrayacakları akıbet vurgulandıktan sonra yeralmaktadır.
Surenin akışı içinde değerlendirildiğinde, aralarındaki ilgi son derece
açıktır. Yüce Allah, bağışlama ve rahmete ilişkin haberi, azaba ilişkin
haberden önce dile getiriyor. Burada yüce Allah, iradesinin temel aldığı
noktayı vurguluyor. Çünkü yüce Allah kullarına merhamet etmeyi üzerine
almıştır. Hiç kuşkusuz zaman zaman azap haberinin bir ayet içinde öne
alındığı ya da tek başına dile getirildiği de oluyor. Bu da ayetin akışı
içinde azabın tek başına dile getirilmesini ya da öne alınmasını gerektiren
bir hikmetten kaynaklanmaktadır.
Ardından İbrahim peygamberle -selâm üzerine olsun-
Lût kavmine azap indirmek üzere gönderilen melekler arasında geçen hikâye
yeralmaktadır. İbrahim ve Lût peygamberlerin hikâyelerinin bu bölümü değişik
şekillerde konunun havasına uygun olarak yeralmaktadır. Bunun yanısıra Lût
peygamberin hikâyesinin bazı yerlerde tek başına yeraldığı da oluyor.
A'raf suresinde Lût peygamberin hikâyesinden bir
bölüm okumuştuk. Hud suresinde de İbrahim ve Lût hikâyesinin bir bölümünü
görmüştük. A'raf suresinde yeralan bölüm Lût peygamberin -selâm üzerine
olsun- kavminin işlediği iğrençliği kınamasını, buna karşılık kavminin,
soydaşlarının verdikleri tek cevap şu oldu; "Lût'u ve arkadaşlarını
kentinizden sürünüz, çünkü onlar temizliğe pek meraklı kimselermiş"
dediler." (A'raf Suresi 82) şeklinde verdiği cevabı, yerin dibine
geçirilenler arasında yeralan karısı hariç, Lût'un tüm ailesinin kurtuluşunu
içermektedir. Ancak burada meleklerin gelişi ve Lût kavminin meleklere
sataşması sözkonusu edilmiyor. Hud suresinde ise, meleklerle İbrahim ve Lût
peygamberin hikâyesi yeralıyor. Ancak burada hikâyenin sunuş tarzı biraz
daha farklıdır. Hikâyenin Hz. İbrahim'le ilgili bölümünde karısı ayakta
dikilirken, İbrahim'in bir evlâtla müjdelenmesine, sonra İbrahim'in Lût ve
kavmi konusunda meleklerle tartışmasına ilişkin bir ayrıntı yeralmaktadır.
Ama burada bu ayrıntıya değinilmiyor. Ayrıca her iki surede de hikâyenin Lût
peygamberle ilgili bölümünde olayların sıralanışı farklıdır. Çünkü Hud
suresinde başta meleklerin kimlikleri açıklanmıyor. Bu nokta kavminin gelip
evini kuşatmalarına, O'nun da misafirlerine sataşmamaları için kavmine
yalvarmasına, onlarınsa Lût'un yalvarmalarına aldırış etmemelerine ve Hz.
Lût'un kendi kavmi ile baş edemediğinden, şu hüzünlü sözleri söylemesine
kadar gizli tutuluyor:
"Keşke siz bana dayanak olacak güçte olsaydınız, ya
da himayelerine sığınabileceğim gözü pek adamlarım olsaydı." (Hud Suresi 80)
Burada ise, baştan itibaren meleklerin kimlikleri
açıklanıyor. Kavminin Lût'un evini kuşatması, misafirlerine sataşması ise
bundan sonra yeralıyor. Çünkü burada amaç, hikâyeyi meydana geldiği gibi
sunmak değildir. Yapılan uyarıyı doğrulamaktır amaç. Melekler indiklerinde,
azap için indiklerini bundan sonra kavmin cezasının ertelenmesinin ya da
süre tanınmasının sözkonusu olmayacağını vurgulamaktadır.
HZ. İBRAHİM'İN
MİSAFİRLERİ
51- Onlara
İbrahim'in konukları hakkında da bilgi ver.
52- Hani İbrahim'in
yanına girip selâm verdiklerinde O "Biz sizden korkuyoruz" dedi.
53- Onlar "Korkma,
biz sana bilgin bir oğlun olacağını müjdeliyoruz
54- İbrahim "Hayli
ilerlemiş yaşıma rağmen mi bana bu müjdeyi veriyorsunuz? O halde neye
dayanarak müjde veriyorsunuz?" dedi.
55- Onlar dediler ki
"Sana bu müjdeyi gerçeğe dayanarak veriyoruz, sakın umutsuzlardan olma.
56- İbrahim,
sapıklardan başka kim Allah'ın rahmetinden ümit keser" dedi.
Melekler "Selâm..." demişlerdi. İbrahim ise, "Biz
sizden korkuyoruz" demişti. İbrahim'in neden böyle söylediği burada
açıklanmıyor. Hud suresinde olduğu gibi, misafirlerine kızartılmış buzağı
ikram ettiğinde "ellerini yiyeceğe uzatmadıklarını görünce durumlarını
beğenmeyip, içine korku düştüğüne" değinilmiyor. Çünkü burada yüce Allah'ın
peygamberinin dili ile kullarına duyurduğu rahmeti ele alınıyor. Amaç
İbrahim'in hikâyesini ayrıntıları ile anlatmak değildir.
"Onlar "Korkma, biz sana bilgin bir oğlun olacağını
müjdeliyoruz" dediler."
Bu şekilde müjde vermekte acele etmişlerdi. Surenin
akışı da ayrıntıya girmeden çabucak geçiyor.
Yine burada sadece İbrahim peygamberin cevabı
yeralıyor. Karısına ve bu esnada söylediği sözlere değinilmiyor:
"İbrahim, "Hayli ilerlemiş yaşıma rağmen mi bana bu
müjdeyi veriyorsunuz? O halde neye dayanarak müjde veriyorsunuz" dedi."
İşin başında Hz. İbrahim, hayli ilerlemiş yaşına
rağmen bir evlâdının olacağına ihtimal vermiyor. (Başka bir yerde de
değinildiği gibi, karısı da kocamış ve kısırdır.) Melekler hemen O'nu
kuşkulardan uzaklaşıp kesin inanca çağırıyorlar:
"Onlar dediler ki; "Sana bu müjdeyi gerçeğe
dayanarak veriyoruz, sakın umutsuzlardan olma."
Yani karamsarlardan olma. Hz. İbrahim derhal kendine
geliyor ve Allah'ın rahmetinden ümit kesme kuşkusunu içinden söküp atıyor.
"İbrahim, "Sapıklardan başka kim Allah'ın
rahmetinden ümit keser?" dedi."
İbrahim peygamberin -selâm üzerine olsun- sözü
aktarılırken "rahmet" kelimesi özellikle vurgulanıyor. Bu ise, bölümün giriş
kısmı ile bir ahenk oluşturuyor. Bununla birlikte şu temel gerçek de ön
plana çıkıyor: Sapıklardan başkası Rabbinin rahmetinden ümit kesmez.
Allah'ın yolundan sapmış, O'nun ruhundan teneffüs etmeyen, O'nun rahmetini
hissetmeyen, O'nun şefkatini, iyiliğini ve koruyuculuğunu algılamayan
kimseler ümit keser Allah'ın rahmetinden. Ama imanın tazeliğine ulaşmış,
rahmana bağlanmış bir kalp, zorluklar kendisini çepeçevre kuşatsa da,
şartların ağır baskısı altında kalsa da hava kapkaranlık ve bulutlu olsa da,
göz gözü görmez bir karanlıkta realitenin yoğun baskısı içinde hedefini
yitirecek gibi olsa da karamsarlığa düşmez. Allah'ın rahmetinden ümit
kesmez. Çünkü Allah'ın rahmeti de doğru yolu bulmuş mü'min gönüllere
yakındır. Allah'ın gücü sonuçları ortaya çıkardığı gibi sebepleri de ortaya
çıkarır. Realiteyi değiştirdiği gibi, vaadedilen süreyi de değiştirir.
Burada İbrahim artık meleklerden korkmuyor.
Sakinleşmiş ve müjdeden dolayı güven içindedir meleklerin geliş sebebini,
amaçlarını öğrenmeye çalışıyoruz.
57- İbrahim; "Ey
elçiler göreviniz nedir?" dedi.
58- Onlar dediler
ki, "Biz günahkâr bir topluma gönderildik.
59- Yalnız Lût'un
bağlıları ile ailesi hariç; onların tümünü kurtaracağız.
60- Yalnız Lût'un
eşi hariç, onun geride kalanlar arasında olmasını uygun gördük.
(Yani o da Lût kavminin akıbetine uğraması için
geride kalacaktır. "Gabir'in" kelimesinin aslı "Abarah"dır. Ve sağıldıktan
sonra memede kalan süt anlamına gelmektedir.)
Hud suresinde anlatıldığı gibi, ayetlerin akışı
içinde Hz. İbrahim'in Lût ve kavmi hakkında meleklerle giriştiği tartışmaya
yer verilmiyor. Meleklerin açıklaması haberin tümü verilene kadar sürüyor.
Çünkü bu konuşma Lût ve ailesine yönelik Allah'ın rahmeti ile karısı dahil
kavmine yönelik azabını doğrulamak için yeralmaktadır. Bununla meleklerin
İbrahim'le olan işleri bitiyor, Lût kavmi ile olan işlerini görmek için
yollarına devam ediyorlar.
LUT'UN SOYDAŞLARI
61- Bu elçiler
Lût'un evine geldiklerinde.
62. Lût; "Siz benim
tanımadığım kimselersiniz" dedi.
63- Onlar dediler
ki; "Biz sana soydaşlarının kuşku ile karşıladıkları ilahi azabı haber
vermeye geldik. "
64- Sana gerçeği
getirdik, kesinlikle doğru söylüyoruz.
65- Gecenin bir
saatinde aileni ve bağlılarını yola çıkar, sen de peşlerinden git,
hiçbiriniz arkasına bakmasın, emredildiğiniz yere doğru yol alın.
66- Böylece Lût'a bu
önemli olayı, yani sabah olunca şu adamların soylarının kurumuş olacağı
yolundaki hükmümüzü bildirdik.
Görüldüğü gibi ayetlerin akışı, Hz. Lût'a bu
gelenlerin kendilerinin melekler olduğunu, Allah'ın vaadini doğrulamak ve
melekler indiklerinde azabın gecikmeden meydana geleceği gerçeğini
vurgulamak için kavminin kuşkuyla baktığı azabı, yani günahlarından dolayı
yakalanıp yok edilmeleri azabını gerçekleştirmek üzere geldiklerini
beklemeden haber verdiklerini dile getiriyor.
Lût "Siz benim tanımadığım kimselersiniz" dedi."
Gelişlerinden sıkıldığının ifadesi olarak söylüyor
bunu. Çünkü o kavmini biliyor. Bu misafirlere neler yapmaya yelteneceklerini
çok iyi biliyor. Üstelik kendisi kavminin arasında yalnız biridir. Çünkü
onlar sapık ve iğrenç kimselerdir... Siz yabancı kimselersiniz. Sizin
gibilere neler yaptıkları dillere destan olan kimselerin yaşadığı bu beldeye
gelişiniz doğru bir şey değildir.
"Onlar dediler ki; "Biz sana soydaşlarının kuşku ile
karşıladıkları ilahi azabı haber vermeye geldik."
"Sana gerçeği getirdik, kesinlikle doğru
söylüyoruz."
Bu vurgular Lût peygamberin endişesini içinde
bulunduğu sıkıntıyı gayet açık bir şekilde tasvir etmektedir. Misafirlerine
karşı olan sorumluluğu ile, kavminin sataşmalarından kendilerini korumaktan
aciz oluşu gerçeği arasında bocalayıp duruyor. Bu yüzden, kendisine birtakım
direktifler verilmeden önce, ona güven vermek amacı ile ifadede vurgu üstüne
vurgu yeralıyor.
"Gecenin bir saatinde aileni ve bağlılarını yola
çıkar, sen de peşlerinden git, hiçbiriniz arkasına bakmasın, emredildiğiniz
yere doğru yol alın."
Ayette geçen es-seryu- gece yolculuğu demektir.
Gecenin bir bölümü demektir. Hz. Lût'a kendisine inanan kimseleri sabah
olmadan önce gecenin bir bölümünde yola çıkarması emredilyor. Kendisinin de
peşlerinden gitmesi, onları kontrol etmesi, geride kalmalarına,
kaybolmalarına ve her göç edenin yaptığı gibi arkalarına bakmalarına engel
olması isteniyor. Göç edenler her zaman geride bıraktıklarına, yurtlarına
özlem duyarlar. Bu yüzden dönüp dönüp bakarlar. Ayrılmak istemezler.
Belirlenen zaman sabahtı. Sabah ise yakındı.
"Böylece Lût'a bu önemli olayı, yani sabah olunca şu
adamların soylarının kurumuş olacağı yolundaki hükmümüzü bildirdik."
"Böylece Lût'a bu önemli olayı, yani kavminin
kökünün sabahleyin kuruyacağı olayını haber verdik. Kökleri kuruyacağına
göre, başları da kuruyacak demektir. Bu tür bir ifade tarzı bir tek kişi
geride kalmaksızın herkesin başına gelen akıbeti tasvir etmede kullanılır. O
halde birinin geride kalmaması, o tarafa yönelmemesi için dikkatli olmak,
uyanık olmak gerekir. Yoksa beldede kalanların başına gelenler onların da
başına gelecektir.
Ayetlerin akışı Hz. Lût'un hikâyesinin bu bölümünü
öncelikle ele alıyor, çünkü hikâyenin surenin genel konusu ile en uyumlu
olan bu bölümü burasıdır. Bundan sonra Lût kavminin yaptıkları anlatılıyor:
67- Şehir halkı
sevinç içinde Lût'un evine geldi.
Bu ifade tarzı Lût kavminin pislikte, fuhuşta
anormal sapık cinsel ilişkide ulaştığı iğrençliğin, alçaklığın boyutlarını
ortaya koymaktadır. Bu iğrençliği şehir halkının topluca gelişlerini, bu
gençlerin geldiklerini haber almaktan dolayı duydukları sevinci ve onlarla
açıktan açığa sataşmaya kalkışmalarını canlandıran bir sahne de ortaya
koymaktadır. Bu kötülüğü işlemek istediklerini yüz kızartıcı bir şekilde
açıkça dile getirmeleri -kötülüğün kendisinden öte- iğrenç bir davranıştır.
Meydana gelmiş olsa bile, insan hayatı böyle bir şeyi düşünmek bile istemez.
Hiç kuşkusuz zaman zaman hasta ve sapık ilişkilere eğilimli insanlar
çıkarlar. Ama bunlar hastalıklarını, sapıklıklarını gizlerler. Bu iğrenç
duygularını gizlice tatmin etmeye çalışırlar. İnsanların kendilerinin bu
durumlarından haberdar olmasından utanç duyarlar. Bozulmamış bir fıtrat bu
duyguyu tabii ve hatta meşru yollardan tatmin ederken bile, gizlenme gereği
duyar. Bazı hayvan türleri de cinsel ilişkilerini gizlerler. Ama bu uğursuz
kavim, sapıklıklarını açıkça duyuruyorlar, topluca böyle bir ilişkiye
girebiliyorlar. Gruplar halinde sevinç içinde böyle bir iğrençlik işlemeye
koşabiliyorlar. Hiç kuşkusuz bu aşağılık durumun eşi görülmüş değildir.
Lût peygambere gelince; oldukça sıkıntılıdır.
Misafirlerini ve onurunu koruma çabası içindedir. İçlerindeki insanlık
onurunu ve Allah korkusu duygusunu harekete geçirmeye çalışıyor. Gerçekte
Hz. Lût onların Allah'dan korkmadıklarını biliyor. Yine o, bu iğrenç ve
aşağılık ruhlara sahip kişilerde harekete geçirilecek onur ve insanlık
duygusu namına birşeyin de olmadığını biliyor. Ama bu zor ve sıkıntılı anda
elinden gelen budur.
68- Lût onlara dedi
ki; "Bunlar benim konuklarımdır, sakın beni onlar karşısında rezil
etmeyiniz. "
69- Allah'dan
korkunuz, beni utandırmayınız. "
Bu sözler ruhlarındaki kişilik ve insanlık
duygularını harekete geçireceğine, daha bir küstahlaştırıyor ve Hz. Lût'u
-selâm üzerine olsun- bir insanı misafir ettiği için azarlıyorlar. Sanki Hz.
Lût bir cinayet işlemiş, onların suç işlemeleri için tüm sebepleri o
hazırlamış ve bu suçu işlemekten kendilerini alamamışlar!
70- Hemşehrileri
ona; "İnsanlar ile ilişki kurmayı biz sana yasaklamamış mıydık?" dediler.
71- Lût; "Eğer bir
şey yapacaksanız, işte size kızlarım" dedi.
Hz. Lût çırpınmaya devam ediyor ve onları bozulmamış
fıtratın ilgi duyduğu karşı cinsi gösteriyor. Hayat düzeninde bu köklü
isteğe cevap vermek üzere yüce Allah'ın yarattığı kadınlara dikkatlerini
çekiyor. İnsan soyunun devamı, onunla birlikte hayatın sürmesi için yüce
Allah'ın bu duyguyu tatmin aracı olarak yarattığı kadınları gösteriyor.
Tabii durumlarda iki cins için de sağlıklı ve huzurlu cinsel tatmin yolu
budur çünkü. Ve bu oldukça derinden gelen kişisel istekle hayatın devamı
için bir garantidir...
Allah'ın peygamberi Lût -selâm üzerine olsun-
kızlarım bu sapıklara zina yapsınlar diye sunmuyor. O, bozulmamış fıtratın
eğilimli olduğu tabii cinsel birleşme yolunu göstermek istiyor. Amaç
içlerindeki bu fıtratı uyarmaktır. Çünkü o, biliyor ki eğer onlar sağlıklı
fıtratlarına dönecek olurlarsa, kadınlarla zina etmek istemeyeceklerdir. Bu
sadece belki uyanır diye içlerindeki bozulmamış fıtrata bir sesleniştir.
Onların yüz çevirdiği bir yönteme başvurarak...
Bu sahne, bu tarzda canlandırılırken... Lût kavmi bu
hastalıktan yanıp tutuşuyorken, sevinçten çılgına dönmüşken... Lût peygamber
de onlara engel olup, insanlık duygularını uyandırmaya, vicdanlarını
etkilemeye, içlerindeki bozulmamış fıtri duyguları harekete geçirmeye
çalışıyorken... Buna rağmen çılgınca ileri atılıyorlarken...
Evet bu iğrenç sahne, bu denli etkileyici bir tarzda
sunuluyorken, ayeti kerime bu sahneyi seyredene yöneliyor ve O'na
konuşmalarına başlarken, Araplar'ın yaptığı gibi yeminle hitap ediyor.
72- "Ey Muhammed,
hayatın hakkı için onlar sarhoşlukları içinde debeleniyorlardı.
Amaç her zamanki değişmez durumlarını tasvir
etmektir. Bu durumda biraz olsun duraksayıp insanlık onuruna, Allah korkusu
duygusuna ve bozulmamış fıtrata yönelik uyarıları dinlemeleri beklenemez.
Ve sonları yaklaşıyor. Yüce Allah'ın onlara yönelik
tehdidi gerçekleşiyor.
"Biz melekleri ancak gerektiğinde indiririz, o zaman
da onlara artık mühlet tanınmaz."
Birden bire kendimizi, yokedilme, harap olma, yerin
dibine geçirilme ve helâk edilme sahnesi karşısında buluyoruz. Bu azap
tersyüz olmuş tabiatların hakettiği bir azaptır kuşkusuz.
73- Tanyeri
ağarırken korkunç bir gürültüye tutuldular.
74- Beldelerinin
altını üstüne getirdik ve üzerlerine taşlaşmış balçık kütleleri yağdırdık.
Lût kavminin yaşadığı yerler depreme ya da yanardağ
patlamasına benzer bir olayla yerin dibine geçirilmişlerdir.' Bilindiği gibi
bu patlamalar sonucu, yer çökmesi, kızgın çamura bulaşmış taşların etrafa
saçılması ve şehirlerin top yekûn yeryüzünden silinmesi gibi olaylar meydana
gelir. Bugünkü Lût gölünün 0 olaydan sonra Sadom ve Gomore şehirlerinin
yerin dibine geçirilmesi ve bunların yerine suyun dolması sonucu oluştuğu
söylenmektedir. Ne var ki biz, onların başına gelen olayı her zaman için
meydana gelen depremler ve yanardağ patlamaları ile açıklamak istemiyoruz.
Çünkü Fı Zilâl-il Kur'an'da sıkı sıkıya sarıldığımız imani yöntem, bizi
böyle bir açıklamaya kalkışmaktan uzak tutmaktadır.
Biz kesinlikle biliyoruz ki, evrende meydana gelen
tüm doğal olaylar, yüce Allah'ın evrene yerleştirdiği yasalar sistemi
uyarınca meydana gelmektedirler. Ne var ki, evrende meydana gelen her
mucize, her olay, bir kaçınılmazlık sonucu meydana gelmez. Her olay
kendisine özgü bir kader uyarınca meydana gelir. Bu durum yüce Allah'ın
evrene yerleştirdiği yasaların değişmezliği ile onun iradesinin her olaya
özel bir kader belirlemesi arasında bir çelişkiye neden oluşturmaz. Yine
biz, kesinlikle biliyoruz ki, yüce Allah, belli bir amaç uğruna, belli
durumlarda, belli olaylar için özel kaderler belirler. Bu yüzden Lût
kavminin soyunu kurutan olayın bildiğimiz bir deprem olması, bir yanardağ
patlaması olması zorunlu değildir. Yüce Allah, dilediği bir şey uyarınca
dilediği bir şeyin gerçekleşmesi için, dilediği bir zamanda, dilediği bir
olayı başlarına getirmeyi öngörmüştür. İşte biz bütün peygamberlerin
mucizelerini bu imani yöntemle açıklıyoruz.
Lût kavminin yerleşim bölgesi, Şam ve Hicaz arasında
işlek bir yol üzerindedir. Burada dikkatle bakan, gördüğü olaylar üzerinde
düşünenlerin alacağı öğütler vardır. Yerin dibine geçirilen bu halkın
akıbetinden alacağı ibret dersleri vardır. Bu mucizeler, ancak açık algılama
yeteneğine sahip kavrayabilen, şüpheden uzak mü'min kalplere yarar
sağlayabilir:
75- Hiç şüphesiz
görüntü aracılığı ile işin özünü kavrayabilenler için bu olayda alınacak
birçok dersler vardır.
76- Bu beldenin
yıkıntıları halâ işlek oları bir yol üzerindedir.
77- Bu yıkıntılarda
mü'minler için ibret dersleri vardır.
Böylece surenin başında yapılan uyarı doğrulanmış
oluyor. Bu uyarı, meleklerin inişi yüce Allah'ın karşı konulmaz,
geciktirilmez ve sınırlandırılmaz azabının habercisi olduğuna ilişkindi.
EYKE VE HİCR
VADİSİNİN İNKÂRCI HALKI
Eyke denilen yerde yaşayan Şuayb peygamberin kavmi
(Ayette geçen "Eyke" kelimesi birbirine girmiş çok ağaçlı bölge anlamına
gelmektedir. Şuayb peygamber "Eyke"lilere gönderildiği gibi, Medyen halkına
da gönderilmiştir.) ile, Hicr bölgesinde yaşayan Salih peygamberin kavminin
durumu da öyleydi.
78- Eyke halkı da,
hiç kuşkusuz zalim kimselerdi.
79- Bu yüzden
onlardan da öç aldık; bu beldelerin her ikisi de işlek bir yol
üzerindedirler.
80- Hicr vadisinin
halkı da gerçekten peygamberleri yalanlamışlardı.
81- Onlara
mucizelerimizi gösterdik, fakat onlar yüz çevirdiler.
82- Onlar dağları
oyup güvenli köşkler yapıyorlardı.
83- Gün doğarken
korkunç bir gürültüye tutuldular.
84- Oydukları
köşkler hiçbir işlerine yaramadı.
Kur'an-ı Kerim Şuayb peygamberle kavminin;
Medyenliler ve Eykeliler'in hikâyesini başka yerlerde ayrıntıları ile
sunuyor. Burada ise, bu bölümde yeralan azap haberini, ayrıca surenin baş
tarafında belirlenen surenin sonunda beldelerin yok edilmesine ilişkin
haberi doğrulamak amacı ile zalimliklerine ve uğradıkları akıbete işaret
ediliyor. Medyen ve Eyke bölgeleri Lût kavminin yaşadığı bölgelere yakın
yerlerdi. "Bu beldelerin ikisi de işlek bir yol üzerindedir" ile işareti
Medyen ve Eyke kastedilmiş olabilir. Çünkü her ikisi de belli ve işlek bir
yol üzerinde bulunmaktadır. Az ilerde işaret edilen Lût kavminin yerleşim
bölgesi ile Şuayb peygamberin kavminin yaşadığı yer de kastedilmiş olabilir.
Her ikisi de Şam ve Hicaz bölgeleri arasında aynı yol üzerinde
bulunmalarından dolayı, birlikte anılmış olabilirler. Yokedilen bu
beldelerin işlek bir yol üzerinde olması da insanın durup ibret almasını
gerektirmektedir. Çünkü bu yerler gelip geçen herkesin görebileceği şekilde
gözler önündedir. Hayat akıp giderken, buralarda sanki hiç kimse yaşamamış,
bir zamanlar bayındır olmamış gibidirler. Hayat buralara aldırmaksızın
yoluna devam etmektedir.
` Hicr vadisi halkına gelince, bunlar Salih
peygamberin kavmidirler. Hicr, Vadil Kura denilen yerde Şam ve Hicaz bölgesi
arasında yeralmaktadır. Günümüzde halâ görülebilir durumdadır. Eski çağlarda
kayaları yontup ev yapmışlardı. Bu da onların gücünü, el becerilerini ve
uygarlık düzeylerini göstermektedir.
"Hicr vadisinin halkı da, gerçekten peygamberleri
yalanlamışlardı."
Onlar sadece kendilerine peygamber olarak gönderilen
Hz. Salih'i -selâm üzerine olsun- yalanlamışlardı. Ama Salih bütün
peygamberleri temsil etmektedir. Onu yalanladıklarında "peygamberleri
yalanladılar" denmektedir. Böylece, zaman, mekân, şahıs ve toplum
farklılıkları bir yana bırakılarak, tarihin tüm çağlarındaki, yeryüzünün her
köşesindeki peygamberler, peygamberlik kurumu ve onları yalanlayanlar
birlikte değerlendiriliyor.
"Onlara mucizelerimizi gösterdik, fakat onlara yüz
çevirdiler."
Salih peygamberin -selâm üzerine olsun- mucizesi
dişi deve idi. Fakat evrende yeralan mucizeler sayılamayacak kadar çoktur.
İnsanın iç alemindeki mucizeler sayısızdır. Ve bütün bu mucizeler insanların
bakışlarına, düşüncelerine sunulmuşlardır. Yüce Allah'ın onlara gösterdiği
mucize, Salih peygamberin getirdiği dişi deveden ibaret değildir kuşkusuz.
Onlar yüce Allah'ın evrene ve içlerine yerleştirdiği tüm mucizelerden yüz
çevirdiler, bu mucizeleri görmek ve algılamak için gözlerini, kalplerini
açmadılar. İçlerindeki bir akıl, bir vicdan bu mucizeleri algılamadı bile.
"Onlar dağları oyup güvenli köşkler yapıyorlardı"
"Gün doğarken korkunç bir gürültüye tutuldular."
"Oydukları köşkler hiçbir işlerine yaramadı."
Dağların sert yerlerinden oyulan sağlam yapılı
evlerde güven içinde yaşayışlarına bakıyorken, birdenbire bakışlarımız
tutuldukları korkunç gürültüye çevriliyor. Topladıkları mallardan,
kazandıkları şeylerden, kurdukları binalardan, dağlardan, oydukları
köklerden hiçbir şey kalmıyor, tutuldukları bu korkunç gürültü karşısında
tüm bunlar hiçbir işlerine yaramıyor. Bu beklenmedik felâketi savamıyor. Bu
bakış insan kalbini derinden etkiliyor. Hiçbir toplum, sert kayaları oyup
kendilerine evler edinen toplum kadar kendini güvenlikte hissedemez. Sabah
vakti gün doğarken olduğu gibi, insanın kendine güvendiği bir başka vakit
sözkonusu değildir. Bakın işte, Salih peygamberin kavmi, sabahleyin gün
doğarken sağlam köşklerinde kendilerini güvenlikte hissediyorlarken ansızın
korkunç bir gürültüye tutuluyorlar. O da ne! Her şey yok olmuş bile. Tüm
korunma önlemleri ortadan kaybolmuş. Bunca sağlam yapılar bosmuş meğer!..
Bütün bu önlemlerden hiçbiri onları bu korkunç gürültüden kurtarmaya
yetmiyor. Bu bir kasırgadır ya da korkunç bir yıldırımdır. Sağlam kayaların
oyuklarında yakalayıp yok ediyor onları.
Böylece, belirlenen süre dolduğunda Allah'ın
ayetlerini yalanlayanların yok edilmelerine ilişkin Allah'ın kanununu
gerçekleştirircesine bu surede yeralan hikâyelerin bu bölümleri ani
geçişlerle, büyük bir hızla son buluyor. Yüce Allah'ın önüne geçilmez,
atlatılmaz ve sınırlandırılmaz yasasının gerçekleşmesi açısından surenin
geçen üç bölümü ile bu bölüm tam bir ahenk oluşturmaktadırlar.
ALLAH'IN DEĞİŞMEZ
YASASI
Hiçbir zaman değişmeyen, tüm evrene ve hayata
hükmeden, toplumlara ve peygamberlik kurumuna egemen olan, hidayet ve
sapıklığı belirleyen, akıbetleri, hesaplaşma ve cezayı tayin eden... Surenin
her bölümünün sonunda bir kuralı doğrulanan ya da değişik alanlarda bir
örneği sergilenen bu genel yasalar.. Evet bu yasalar, yüce Allah'ın
yarattığı her yaratığın önünde gizli olan hikmete, aynı zamanda bu
yaratılışın tabiatının dayanağı olan köklü gerçeğe tanıklık etmektedir.
Bu yüzden surenin sonunda, göklerin ve yerin, her
ikisinde bulunan varlıkların yaratılışının tabiatında, geleceğinden kuşku
duyulmayan, kıyametin tabiatında, kendisinden önce gelmiş geçmiş
peygamberlerin taşıdığı mesajın aynısını taşıyan Peygamberimizin insanlara
sunduğu mesajın tabiatında belirginleşen bu büyük gerçeğe ilişkin bir
açıklama yeralmaktadır. Bütün bu hususlar kendilerini birbirine bağlayan ve
içlerinde belirginleşen bu büyük gerçek etrafında biraraya
getirilmektedirler. Ayrıca bu gerçeğin yaratılışla içiçe olduğunu ve yüce
Allah'ın bu varlığın yaratıcısı olduğu ilkesinden kaynaklandığına işaret
edilmektedir:
"Her şeyi yaratan ve her şeyi bilen Rabbindir."
Şu halde bu büyük gerçek yoluna devam etmelidir. Bu
büyük gerçeğe dayalı davet hareketi. Sağa sola sapmadan yolunda yürümelidir.
Bu gerçeğe çağıran davetçi, alaycı müşriklere aldırmadan yoluna devam
etmelidir.
"O halde sana emredileni açıkça haykır ve müşrikleri
umursama." (Hicr Suresi 94)
Allah'ın yasası değişmeksizin kendi yoluna devam
etmektedir. Onun arka planında yeralan büyük gerçek, davet hareketi,
kıyamet, göklerin ve yerin yaratılışı, her şeyi bilen ve her şeyi yaratan
yüce yaratıcının meydana getirdiği her şey ile iç içedir. İşte surenin
sonunda böylesine görkemli bir olaya dikkat çekiliyor. Bu varlık aleminin
dayandığı büyük gerçeğe dikkat çekiliyor.
85- Biz gökleri,
yeri ve ikisi arasındaki vârlıkları bir gerekçeye dayalı olarak yarattık,
boşuna yaratmadık. Kıyamet anı kesinlikle gelecektir. O halde onların
küstahlıklarını soylu bir umursamazlıkla karşıla.
86- Her şeyi yaratan
ve her şeyi bilen Rabbindir.
Göklerin ve yerin dayanağı her ikisinin ve ikisi
arasındaki varlıkların yaratılışının gerekçesi olarak gerçeğin vurgulandığı
bu değerlendirme geniş boyutlu, derin anlamlı ve olağanüstü ifade
güzelliğine sahip bir değerlendirmedir. Yüce Allah'ın şu sözü neye işaret
ediyor?
"Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındaki varlıkları
bir gerekçeye (gerçeğe) dayalı olarak yarattık."
Bu ayet, varlıklar aleminin özünde yereden gerçeğe
işaret etmektedir. Varlıkların yapısında, planlamasında, canlı cansız tüm
varlıkların akıbetinde etkinliği bulunan köklü gerçeği göstermektedir.
Bu varlığın yaratılış planının derinliklerinde
yeralmaktadır bu gerçek. Çünkü varlık alemi boşuna yaratılmamıştır, başıboş
değildir. Bu varlığın yaratılış planında hileye, sahtekârlığa, batıla yer
yoktur. Batıl gerçek üstüne çöreklenmiş yabancı bir unsurdur, yaratılış
planında yeralan unsurlardan biri değildir.
Varlık aleminin yapısının derinliklerinde de bu
gerçek yatmaktadır. Varlığın yapısı, gerçeğe dayalı olarak biraraya gelen
unsurlara dayanmaktadır. Boş kuruntulara, hileye değil. Bu unsurlara
hükmeden ve onları gerçeğe dayalı olarak kaynaştıran yasalar sistemi,
çelişmez, karışmaz ve değişmez bir sistemdir. Bu yasalara insan arzusu,
boşluk ve yanlışlık bulaşmaz.
Varlık aleminin idare yapısının derinliklerinde de
bu gerçek yeralmaktadır... Çünkü varlıklar alemi gerçeğe dayalı olarak
yönlendirilip yönetilmektedir. İhtiras ve arzulara değil, hak ve adalete
uyan doğru ve adaletli yasalar sistemi ile yönetilmektedir.
Varlık aleminin akıbetinde de bu köklü gerçek
yatmaktadır. Çünkü her sonuç, bu değişmez ve adaletli yasalar sistemi
uyarınca oluşmaktadır. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında yeralan
varlıklarda meydana gelen her değişiklik gerçeğe göre ve gerçek için meydana
gelmektedir. Sonuçta elde edilen her karşılık da bu şaşmaz gerçeğe uygun
olmaktadır.
Bu noktada yüce Allah'ın göklerin, yerin ve ikisi
arasındaki varlıkların yaratılışına dayanak yaptığı gerçek geleceğinden
kuşku duyulmayan kıyamet anı ile birleşiyor. Bu an, kesinlikle ve şaşmadan
gelecektir. Bu da varlığın dayanağı olan gerçeğin bir parçasıdır. O da özü
itibarı ile gerçektir. Ve gerçek olanı gerçekleştirmek için gelecektir.
"O halde onların küstahlıklarını soylu bir
umursamazlıkla karşıla."
Şu halde kalbinde kin ve öfkeye yer verme. Çünkü
gerçek kesinlikle gerçekleşecektir:
"Her şeyi yaratan ve her şeyi bilen Rabbindir."
Yaratan O'dur, neyi ve kimi yarattığını bilir.
Yaratma olayı bütünüyle onun eseridir. Bu yüzden yaratılışın özünde gerçeğin
yeralması kaçınılmazdır. Ayrıca her şeyin başlangıcı ve dayanağı olan
gerçeğe varmalıdır her şey. Varlıklar aleminde gerçeğin dışındaki her şey
batıldır, sahtedir, yabancıdır ve çekip gitmeye mahkûmdur. Varlıklar
aleminin özünde sağlam bir şekilde yereden büyük ve evrensel gerçeğin
dışında hiçbir şey kalmayacaktır.
'İşte Hz. Peygamberin getirdiği mesaj, kendisine
verilen bu Kur'an, bu büyük gerçekle bağlantılıdır:
87- Gerçekten sana
sürekli tekrarlanan yedi ayetli Fatiha suresini ve yüce Kur'an'ı verdik.
Tekrarlanan yedi ile Fatiha suresinin yedi ayeti
kastedildiği görüşü genel kabul görmüştür. Nitekim hadislerde buna işaret
edilmektedir. Çünkü Fatiha suresi namazda herzaman tekrarlanmaktadır. Ayrıca
bu surede Allah övgüyle anılmaktadır. (Bazı yaygın tefsirler, 'tekrarlanan
yedi' ile yedi uzun surenin kastedildiğini belirtmektedirler: Bunlar Bakara,
Al-i İmran, Nisa, Maide, En'am, A'raf ile bu sure olarak değerlendirilen
Enfal ve Tevbe sureleridir. Bu sureler Medine'de indikleri için, bu
tefsirler bu ayetin de Medine'de indiğini söylemektedirler. oysa surenin
akışı gözönünde bulundurulduğunda ayetin Mekke'de indiği ve Fatiha suresinin
yedi ayetine işaret ettiği anlaşılmaktadır.)
Ayette geçen yüce Kur'an deyimi ise, Fatihanın
dışındaki sureleri ifade etmektedir.
Önemli olan, bu ayetin gerçeğe dayalı olarak
yaratılan gökler yer ve ikisi arasındaki varlıklarda ve geleceğinden kuşku
duyulmayan kıyamet anında bulunan ayetlere bağlanmasıdır. Dikkat edilecek
nokta, bu ayettir. Kur'an ile varlıklar aleminin ve kıyamet olayının
dayanağı olan köklü gerçek arsındaki ilgiye işaret etmesidir. Çünkü bu
Kur'an'da evrenin dayanağı, yaratılış gerekçesi olan gerçeğin bir unsurudur.
Yüce yaratıcının evrene yerleştirdiği yasalar sistemini gözler önüne serip,
kalpleri bu yasaları algılamak üzere yönlendirmektedir. Yüce Allah'ın dış
alemde ve iç alemde yarattığı mucizeleri ortaya koyup kalpleri bu mucizeleri
kavramak için harekete geçirmektedir. Hidayet ve sapıklığın nedenlerini, hak
ve batılın akıbetini, iyilik, kötülük, doğruluk ve eğriliğin sonucunu
açıklamaktadır. Çünkü Kur'an'la evrenin yaratılış gerekçesi ve dayanağı olan
gerçek, aynı özden kaynaklanmaktadırlar. Kur'an bu gerçeğin ortaya
çıkışının, açıklanışının araçlarından biridir. Kur'an'da göklerin ve yerin
dayanağı ve yaratılış gerekçesi olan gerçek kadar köklüdür. Varlıklara
hükmeden yasalar sistemi gibi değişmezdir. Bu yasalarla doğrudan
bağlantılıdır. Gelip geçici bir şey değildir Kur'an. Hayatın
yönlendirilmesi, idaresi ve değiştirilmesi noktasında etkinliğini her zaman
koruyacak ve kalıcılığını sürdürecektir. Yalanlayanlar istedikleri kadar
yalanlasınlar, alaycılar durmadan alay etsinler, varlık bütünü içinde geçici
ve yabancı bir unsur olan batıla dayanan batıl taraftarları istedikleri
kadar saldırsınlar, bu gerçeği değiştiremezler.
Bu yüzden kendisine sürekli tekrarlanan yedi ayetli
Fatiha suresi ile bu büyük gerçekten kaynaklanan ve bu büyük gerçekle
bağlantılı olan yüce Kur'an verilmiş biri, şu dünyanın geçici nimetlerinden
herhangi bir şeye göz dikmemelidir, kalbini kaptırmamalıdır. Sapıkların
gidişine bakmamalıdır. Az veya çok durumları onu ilgilendirmemelidir. Köklü
gerçeğe dayanan yolunu izlemelidir:
88- Erkek-kadın bazı
kâfirlere verdiğimiz kimi dünya nimetlerine göz. dikme ve (iman etmiyorlar
diye) onlar için üzülme, mü'minlere karşı alçak gönüllülük kanatlarını
indir.
89- Ben açık sözlü
bir uyarıcıyım de.
"Erkek-kadın bazı kâfirleri verdiğimiz kimi dünya
nimetlerine göz dikme."
Göz dikilmez, sadece bakış dikilir, yani yöneltilir.
Ne var ki, tasvirli ifade tarzı, gözleri dünya nimetlerine dikilmiş bir
tabloda tasvir etmektedir. Düşünüldüğünde gerçekten eşsiz bir tablodur bu.
Bunun ötesindeki anlam; Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- yüce
Allah'ın bir deneme, bir sınama aracı olarak kadın-erkek bazı insanlara
bahşettiği nimetlere aldırış etmemesidir. İlgiyle bakmamasıdır. Ya da
imrenir gibi bakmamasıdır. Bunlara sahip olmak için yanıp tutuşmamasıdır.
Bunlar geçici ve batıl şeylerdir. Kendisinin yanında ise, tekrarlanan yedi
ayetli Fatiha ve yüce Kur'an'dan oluşan her zaman kalıcı gerçek vardır.
Bu uyarı, varlıkların yaratılış gerekçesi olan büyük
gerçek ile, Hz. Peygambere yapılan büyük bağış, bir de basit, değersiz dünya
nimetlerini karşılaştırmak için yeterlidir. Bunun arkasından dünya
nimetlerine dalan kavmi bir yana bırakıp, mü'minleri gözetmesine ilişkin Hz.
Peygambere yönelik bir direktif yeralıyor. Çünkü mü'minler, onun getirdiği,
ayrıca göklerin, yerin ve ikisi arasındaki varlıkların da dayanağı olan
gerçeğe uymaktadırlar. Onlar ise; varlıklar aleminin yaratılış planına
yabancı bir unsur olan geçici batıla uymaktadırlar.
"Onlar için üzülme."
Uğrayacakları kötü akıbeti dert etme. Biliyorsun ki,
yüce Allah'ın adaleti bu akıbeti gerektirmektedir. Kıyamet olayın dayanağı
olan gerçek, bu akıbeti belirler. O halde onları gerçek akıbetleri ile
başbaşa bırak.
"Mü'minlere karşı alçak gönüllülük kanatlarını
indir."
Yumuşaklığı, sevgiyi ve şefkati ifade etmek için
kanatların indirilmesi deyiminin seçilmiş olması, tasvirli ifade tarzının
gereğidir. Kur'an'ın edebi ifade tarzı uyarınca somut bir tabloda
Peygamberimizle mü'minler arasındaki gözetim lütfu, güzel ilişki ve
karşılıklı beslenen ince duygular temsil edilmektedir.
"Ben açık sözlü bir uyarıcıyım de."
İşte davetin asıl yolu budur. Burada tek başına
uyarıdan söz ediliyor ve müjdeleme gündeme getirilmiyor. Çünkü yalanlayan ve
alaya alan bir toplum, öncelikle uyarıyı hak etmektedir. Dünyanın geçici
nimetlerinden yararlanan, daldıkları eğlenceden uyanmayan, İslâma davetin,
kıyamet anının ve şu büyük evrenin dayanağı gerçeği düşünmeyen bir toplum,
en çok uyarıyı hak etmektedir.
"Ben açık sözlü bir uyarıcıyım de."
Bu sözü gelmiş geçmiş tüm peygamberler kavimlerine
söylemişler. Senin kendi kavmine getirdiğin apaçık uyarının aynısını getiren
peygamberlerin gelip hitap ettiği kavimlerin bir kısmı halen
yaşamaktadırlar. Arap Yarımadası'nda yaşayan yahudi ve hristiyanlar bu
toplumlardandır. Ne var ki bu toplumlar, bu Kur'an'ı bütünüyle kabul
etmiyorlar. Bir kısmını kabul ederken; bir kısmını reddediyorlar. Bunu
yaparken arzularına, ihtiraslarına uyuyorlar. İşte bunları yüce Allah şu
şekilde nitelendirmektedir:
90- Kutsal
kitaplarının ayetleri arasında ayırım gözeten bölücülere de mesaj indirdik.
91- Onlar ki,
Kur'an'ın ayetleri arasında da ayırım gözettiler.
92- Rabbin hakkı
için, onların tümünü kesinlikle sorguya çekeceğiz.
93- Yaptıkları işler
konusunda.
Bu sure Mekke'de inmiştir. Fakat Kur'an tüm
insanlara hitap etmektedir. Kur'an'ın ayetleri arasında ayırım gözeten
bölücüler de yaptıkları bu ayırımdan sorumludur.("Gızzatün" parça demektir.
Bir koyunu tutup parçalara bölen için kullanılır) Daha önceki kutsal
kitapları gibi Kur'an-ı Kerim'de açık uyarılarla geldi onlara. Ne Kur'an'ın
indirilişi, ne de peygamberin gelişi bilmedikleri, ilk defa karşılaştıkları
bir olay değildir. Daha önce yüce Allah buna benzer kitaplar indirmişti
kendilerine. Bu yüzden Allah'ın gönderdiği bu yeni kitabı eksiksiz ve
içtenlikle kabul etmeleri gerekiyor.
Surenin akışı bu noktaya ulaşınca, Hz. Peygambere
yöneliyor ve yoluna devam etmesi, yüce Allah'ın duyurmak üzere kendisine
verdiği mesajı haykırması direktifini veriyor. Bu haykırış ayette "sadaa"
kelimesi ile ifade edilmektedir. Ve bu kelime "yarmak" anlamındadır.
Kelimede güç ve etkinlik anlamı vardır. Dolayısıyla müşriklerin şirki onu bu
mesajı haykırmaktan alıkoymamalıdır. Çünkü ilerde müşrikler yaptıklarının
akıbetini öğrenecekler. Alaycıların alaya almalarına da aldırmadan mesajını
duyurmalıdır. Allah onu alaycıların kötülüğünden korur.
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.