49-Hucurat
1- Ey inananlar!
Allah'ın ve peygamberinin önüne geçmeyin, Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah,
işitendir, bilendir.
2- Ey inananlar!
Seslerinizi, peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin. Birbirinize
yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın; yoksa
siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider.
3- Allah'ın
peygamberinin yanında seslerini kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takva
ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükafat vardır.
Sure hoş bir nida ve kalpleri coşturma ile başlıyor.
Ey inananlar... Yüce Allah'tan kendisini görmedikleri halde kendisine inanan
kimselere seslenme ile ve kalplerini kendisine bağlayan ve onlara
kendilerinin o yaratıcıya ait olduklarını hissettiren niteliklerle
kalplerini coşturma ile başlıyor. Yine bu sure onlara, yüce Allah'ın
güzelliğini taşıdıklarını, onların şu gezegende O'nun kulu ve askerleri
olduklarını bu arada kendilerinin O'nun planladığı ve istediği bir durum
üzere bulunduklarını, kendisinden bir tercih ve onlara bir ihsan olmak üzere
kendilerine imanı sevdirdiğini ve kalplerine güzel gösterdiğini hissettiren
niteliklerle coşturuyor kalplerini...
O halde iman edenlerin yüce Allah nerede olmalarını
istiyorsa orada durmaları ve yüce Allah'ın huzurunda gerek kendi haklarında
gerekse başkaları hakkında hüküm ve yöneltmesini bekleyerek, emredileni
yapmak, dağıtılandan hoşnud olmak hep O'na teslim edip O'na teslim olmak
üzere beklemeleri gerekir.
"Ey inananlar! Allah'ın ve peygamberinin önüne
geçmeyin, Allah`tan korkun. Şüphesiz Allah,işitendir, bilendir."
Ey iman edenler! Ne kendiniz hakkında ve ne de
çevrenizde yaşantınızla ilgili işlerde yüce Allah'a ve O'nun Peygamberine
karşı öneride bulunmayınız. Bir konu hakkında yüce Allah Peygamberinin dili
ile bir şey söylemeden önce sizler konuşmayınız. Sizler bir konu hakkında,
yüce Allah'ın ve O'nun elçisinin sözüne başvurmadan hüküm vermeyiniz.
Bu ayetin tefsiri olarak Hz. Katade der ki: "Bize
bazı `şu konuda şöyle şöyle bir ayet inseydi, şunun gibisi doğru olsaydı
daha iyi olurdu' şeklinde sözler sarfettikleri naklolundu da yüce Allah bu
davranışları çirkin gördü: ' Avfi der ki: "İnsanlar O'nun huzurunda
konuşmaktan yasaklandılar."
Mücahid de: "Bir konu hakkında yüce Allah
Peygamberinin dili üzere hükmünü verene kadar, Peygambere danışmadan kendi
başınıza hareket etmeyiniz" der. Hz. Dahhak ise: Yüce Allah'ı ve
Peygamberini bırakıp da dininizin hükümleri ile ilgili olarak hüküm
vermeyiniz, der. Talha oğlu Ali İbni Abbas'tan naklederek: ayetin anlamı
Kitap ve sünnete aykırı olarak bir şey söylemeyiniz, demektir, der.
Bu ayet Allah'a ve O'nun Peygamberine karşı
takınılması gereken terbiyenin ifadesidir. Ve yine bu ayet emir alma ve
yerine getirme konusunda bir sistemin ifadesidir. Ve bu ayet yasama (kanun
koyma) ve aynı zamanda ona göre hareket etmeye dair prensiplerden birini
oluşturmaktadır. Bu prensip yüce Allah'tan korkma prensibinden doğmakta ve
sonunda yine ona bağlanmaktadır. Şu yüce Allah'ın çok işiten ve çok bilen
olduğu bilincinden kaynaklanan Allah korkusuna bağlanmaktadır. Ve bütün
bunlar, şu büyük ve köklü gerçekleri canlandıran ve onlara dokunan kısa bir
tek ayette yeralıyor.
Mü'minler Rabb'lerine ve Peygamberlerine karşı
terbiyelerini takınmışlar ve artık yüce Allah'a ve O'nun Peygamberine karşı
içlerinden hiçbir kimse öneri getiremez, içlerinden hiçbir kimse Resulullah
görüşünü belirtmesini istememiş ise görüş ileri süremez olmuştur. Artık
mü'minlerden hiçbir kimse bir konuda veya bir hüküm hakkında kendi görüşü
ile hüküm veremez olmuş, ancak daha önce o konuda yüce Allah'ın ve
Peygamberinin sözüne başvurmak gereğini hissetmiştir.
İmam Ahmet, Ebu Davut, Tirmizi ve İbni Mace Hz.
Muaz'da naklederek anlatırlar: Resulullah kendisini Yemen'e vali olarak
gönderirken ona sorar: "Ne ile hüküm vereceksin?" O da: "Yüce Allah'ın
kitabı ile" karşılığını verir. Resulullah: "Ya aradığın hükmü onda
bulamazsan?" diye sorar. Hz. Muaz: "Allah'ın Peygamberinin sünnetine
başvururum" karşılığını verir. Resulullah tekrar sorar: "Ya onda da aradığın
hükmü bulamazsan?" Hz. Muaz: "Kendi görüşüme göre ictihat ederim" deyince,
Peygamber elini göğsüne vurarak der ki: "Hamdolsun Allah'a ki, Allah'ın
Peygamberinin göndermiş olduğu elçiyi Allah'ın Peygamberini hoşnud kılacak
bir şeye başarılı kıldı: '
Ve bu terbiye öyle bir noktaya varır ki, Resulullah
-salât ve selâm üzerine olsun- onlara o günkü günlerini, bulundukları yeri
sorar, onlar bunu gerçekten bildikleri halde, cevap vermekten çekinirler.
Yüce Allah'ın ve O'nun elçisinin huzurunda "ileri gitme" durumuna düşmekten
korktukları için sadece "Allah ve O'nun Resulü daha iyi bilir" diye cevap
verirler.
Ebu Bekir'in naklettiği bir hadiste Sakif'li El
Haris oğlu Nefi' der ki: Resulullah veda haccında bizlere "Bu ay hangi
aydır?" diye sorduğunda bizler: "Allah ve O'nun Peygamberi daha iyi bilir"
dedik. Peygamber sustu. Bizler zannettik ki Peygamber o aya başka bir isim
verecek. Resulullah devamla: "Zilhicce ayı değil mi?" diye sordu. Bizler de
"Evet" dedik. Peygamber sordu: "Bu belde neresidir?" Bizler: "Allah ve O'nun
Peygamberi daha iyi bilir dedik. Peygamber sustu. Bizler Resulullah oraya
başka bir isim verecek zannettik. Bunun üzerine Resulullah: "Haram belde
değil mi?" diye sorunca "Evet" dedik. Sonra Resulullah: "Bugün hangi
gündür?" diye sordu. Bizler: "Allah ve O'nun Peygamberi daha iyi bilir"
dedik. Peygamber bir süre sustu. Bizler zannettik ki O bu güne başka bir
isim verecek. Peygamber: "Kurban bayramı günü değil mi deyince bizler "Evet"
dedik.
İşte bu yüce Allah'a karşı edep, O'ndan çekinme ve
takva manzarasıdır. Müslümanlar bu seviyeye, bu seslenişi, bu yönlendirmeyi
ve çok işiten ve bilen Allah'tan korkmaya çağıran işareti duyarak
yükselmişlerdi.
İkinci edeb ise, müslümanların Peygamberleri ile
konuşmalarında, ona seslenişlerinde görülen ve kalplerinde ona besledikleri
saygıdır. Bu öyle bir saygıdır ki, onunla konuşurken ses tonlarında ve
seslenişlerinde ortaya çıkmalı, davranışlarında Resulullah'ın şahsını
kendileri ile bir tutmamalı onun aralarında bulunduğu andaki davranışları
farklı olmalıdır. Yüce Allah onları bu sevimli seslenişle bu terbiyeye
çağırmakta ve bu korkunç uyarıya aykırı davranmamaları için onları
sakındırmaktadır.
"Ey inananlar! Seslerinizi, peygamberin sesini
bastıracak şekilde yükseltmeyin. Birbirinize yüksek sesle konuştuğunuz gibi
onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz farkında olmadan
amelleriniz boşa gider."
Ey inananlar... Kendilerini imana çağıran Peygambere
saygı beslemeleri için... Siz farkına varmadan amellerinizin boşa gitmemesi
için... Bu uyarı onlar bilmeden, hissetmeden amellerinin boşa gitmesi
sonucunu doğurabilecek bu kaygan zeminden kaçınmaları ve korkmaları içindir.
Bu sevimli sesleniş, bu korkunç uyarı onları
ruhlarında gerçekten derin ve şiddetli etkisini göstermişti.
İmam Buhari der ki: Bize Luhm kabilesinden Safvan
oğlu Büsre nakletti. Ona Ömer oğlu Nafi, ona da Ebu Müleyke'nin oğlu haber
vermiştir. Ebu Müleyke oğlu der ki: İki hayırlı kişi (Hz. Ebu Bekir ile Hz.
Ömer) az kalsın mahvolacaklardı... Hicretin dokuzuncu senesi, Resulullah'a
Temim oğullarından bir heyet gelince bu iki hayırlı kişi Resulullah'ın
huzurunda seslerini yükseltmişlerdi. Birisi, Temim oğullarına başkan yapsın
diye Mücaşi oğullarının kardeşi olan Habis oğlu Akra'ı tavsiye eder. Diğeri
başka bir kişiyi tavsiye eder. Nafi derki: Adını hatırlamıyorum. (Başka bir
rivayette o kişinin Mabed oğlu Ka'ka olduğu yer alır) Bunun üzerine Hz. Ebu
Bekir Hz. Ömer'e "Senin maksadın sırf benim görüşüme aykırı davranmaktır"
der. Hz. Ömer: "Hayır senin görüşüne aykırı davranmak değil gayem" der. Ve
bu konuda sesleri yükselir. Ve yüce Allah şu ayeti indirir:
"Ey inananlar! Seslerinizi, Peygamberin sesini
bastıracak şekilde yükseltmeyin. Birbirinize yüksek sesle konuştuğunuz gibi
onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz farkında olmadan
amelleriniz boşa gider."
Hz. Zübeyr'in oğlu der ki: Hz. Ömer bu ayetin
inişinden sonra, Peygamber ona ne söylediğini sorup anlamaya çalışmadıkça, o
kendi yanından sesini yükseltip de ona bir söz işittirmemiştir. Hz. Ebu
Bekir'in de, "Bu ayet inince, ya Resulallah, vallahi seninle ancak sır
kardeşim gibi (yani fısıltı gibi) konuşacağım dedim" diye söylediği rivayet
olunur.
İmam Ahmet der ki: Bize Haşim, ona Muğira oğlu
Süleyman, ona Sabit, ona da Malik oğlu Enes'ten naklederek der ki: "Ey
inananlar! Seslerinizi Peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin.
Birbirinize yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da yüksek sesle
konuşmayın; yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider" ayeti inince,
yüksek sesli olan Şemmas oğlu Kays oğlu Sabit der ki: Peygambere karşı
sesini yükselten bendim. Ben cehennemliğim. Amelim boşa gitti. Ve Hz. Sabit
üzüntü içinde evinde ailesinin arasında oturur, dışarı çıkmazdı. Bunun
üzerine Resulullah onu arar ve birkaç kişi doğruca Hz. Sabit'e giderler.
O'na: "Resulullah seni arıyor neyin var?" diye sorarlar. Hz. Sabit:
"Resulullah'ın sesi üzerine sesini yükselten benim, ona karşı sesini
yükseltip bağıran benim. Amelim boşa gitti. Ben cehennemliğim" der. Sabit'in
evine gidenler, dönüp, onun söylediklerini Peygambere bildirince, Resulullah
"Hayır, aksine o cennetliklerdendir" buyurur. Bu hadisi bizlere nakleden Hz.
Enes der ki: "Bizler Hz. Sabit'i aramızda yürürken görür ve onun
cennetliklerden olduğunu bilir ve öyle kabul ederdik..."
Böylece o insanların kalpleri bu sevimli seslenişin
ve şu korkunç sakındırmanın etkisi altında işte böylece titremiş ve şiddetle
sarsılmıştır. O insanlar, farkına varmadan amelleri boşa gider korkusu ile
Resulullah'ın huzurunda böylece edeplenmişler, edebi elde etmişlerdir. Zaten
amellerinin boşa gittiğinin farkına varsalar, durumlarını düzeltirlerdi.
Ancak ne varki, kendilerine gizli kalan bu kaygan zemin onlara çok daha
korkunç geliyordu, bunun için o zeminden korkmuşlar ve sakınmışlardır.
Yüce Allah onları takvaya ve seslerini Resulullah'ın
huzurunda kısmaya hayret verici bir ifade biçimi ile çağırıyor.
"Allah'ın Peygamberinin yanında seslerini kısanlar,
şüphesiz Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara
mağfiret ve büyük bir mükafat vardır."
Takva büyük bir bağış ve büyük bir lütuftur. Yüce
Allah onu, imtihandan, denemeden ayıklamadan ve deneyden sonra kalplere
lütfeder. Yüce Allah takvayı, ona hazır olan ve onu hak etmiş olduğunu ispat
eden kalbe yerleştirir. Seslerini Peygamberin huzurunda kısan kimselerin
yüce Allah kalplerini denemiş ve bu bağışı (takva bağışını) almak üzere
kalplerini hazırlamıştır. Ve yüce Allah takvanın yanında takva ile onlar
için bağışlama ve büyük bir mükafat yazmıştır. Korkunç sakındırmadan sonra,
derin bir teşviktir bu. Yüce Allah seçkin kullarının kalplerini bununla
terbiye etmiş ve bu terbiye ve nurun yol göstericiliğinde ilk çağın (sahabe
çağı) insanlarının yönelmiş oldukları büyük dava için onları hazırlamıştı.
Mü'minlerin önderi Hattab oğlu Ömer'den nakledilir
ki, Peygamber, mescidinde yüksek sesle konuşan iki kişinin sesini duyar.
Derhal gelerek onlara: "Siz nerede olduğunuzu biliyor musunuz?" Sonra:
"Nerelisiniz?" der. Onlar da, "Taifliyiz" deyince, Hz. Ömer "Eğer siz
Medineli olsaydınız, sizleri dövüp canınızı yakardım" der.
Bu ümmetin alimleri bunu bildiklerinden demişler ki,
sağlığında Resulullah'ın huzurunda yüksek sesle konuşmak nasıl mekruh ise,
her durumda ona hürmet etmek için kabrinin yanında da yüksek sesle konuşmak
mekruh olur.
Sonra yüce Allah "Heyetler yılı" diye isimlendirilen
hicretin dokuzuncu yılında Temim oğullarından bir heyetin Resulullah'a
geldiği zaman meydana gelen bir olaya değinmektedir. Bu yıla "Heyetler yılı"
denmesinin nedeni, Mekke'nin fethinden sonra her yerden heyetlerin gelmesi
ve islama akın akın girmelerinin bu yıl gerçekleşmesi yüzündendir. Bu gelen
insanlar, çölde yetişen bedevi ve kaba insanlardı. Bunlar, Peygamber
mescidine açılan hanımlarına ait odaların girişinden bağırarak "Ey Muhammed!
Gel yanımıza" diye sesleniyorlardı. Resulullah bu kabalığı ve bu rahatsız
etmeyi hoş görmedi, bunun üzerine aşağıdaki ayet nazil oldu:
4- Ey Muhammed!
Odaların arkasından sana bağıranların çoğu, düşüncesiz kimselerdir.
5- Onlar, sen
kendilerinin yanına çıkıncaya kadar bekleselerdi, elbette kendileri için
daha iyi olurdu. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
Burada yüce Allah onları "çoğunun akılları ermez"
diye niteliyor. Terbiyeci ve önder olan Resulullah'ın hürmetine ve
Peygamberin şahsına yakışan saygı ve terbiyeye aykırı olarak bu şekilde
bağırmayı onlara çirkin gösteriyor. Ve kendilerine daha uygun ve daha üstün
olan davranışı açıklıyor ki o da Peygamber yanlarına çıkana kadar sabretmek
ve beklemektir. Sonra onlara yüce Allah, tevbeyi ve kendine dönmeyi
sevdirmekte, onları bağışlamaya ve rahmete teşvik etmektedir.
Doğrusu müslümanlar bu yüce edebi anlayıp kabul
etmişler ve bu terbiyeyi Resulullah'ın şahsının ötesinde her hocaya ve
bilgine kadar uzatmışlardır. Hiçbir hoca ve bilgini kendi yanlarına çıkana
dek rahatsız etmemişler. Onlar kendilerini çağırana kadar huzuruna
girmemişlerdir. Nitekim alim, zahit ve güvenilir, hadis ravisi olan Ebu
Ubeyd'in şöyle dediği rivayet edilir: "Ben hiçbir alimin kapısını, kendi
çıkış vakti gelip de çıkmadıkça çalmadım."
BİR FASIK HABER
GETİRDİĞİNDE
6- Ey inananlar!
Size fasık (yoldan çıkmış) bir adam bir haber getirirse onun doğruluğunu
araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra
yaptığınıza pişman olursunuz.
7- Bilin ki,
Allah'ın elçisi içinizdedir. Şayet birçok işte size uysaydı, sıkıntıya
düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu sizin kalplerinizde
süsledi ve size küfrü, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte doğru yolda
olanlar bunlardır.
8- Bu size Allah'ın
bir lütuf ve nimetidir Allah bilendir, hakimdir.
Bundan önce birinci sesleniş, önderliği ve emir
alınacak kaynağı belirtiyordu. İkinci sesleniş, önderliğe karşı takınılması
gereken saygı ve terbiyeyi belirtiyordu. Gerek birinci ve gerekse ikinci
sesleniş, bu surede yer alan tüm yönlendirme ve yasamaların esas ve temelini
oluşturmaktadır. O halde mü'minlerin almış oldukları haberlerin kaynağı
mutlaka açık olmalı, kumanda yeri belirtilmeli ve ona saygı gösterilmeli ki,
bundan sonra yapılacak yönlendirmelerin bir değeri, bir ağırlığı ve itaat
değeri olabilsin. Dolayısı ile bu üçüncü sesleniş gelmekte ve mü'minlere
haberleri nasıl alacaklarını ve onları nasıl değerlendireceklerini
açıklamakta ve haberin mutlaka kaynağından araştırılmasının gerektiğini
belirtmektedir:
"Ey inananlar! Size fasık (yoldan çıkmış) bir adam
bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir
topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz."
Yüce Allah burada emrini fasıkın. getireceği haberin
araştırılmasına özel kılıyor. Çünkü onun getirdiği haberin yalan olması
muhtemeldir. Sonra, islam toplumunda o toplumu oluşturan kişilerin arasında
birbirlerine iletmiş oldukları her haber konusunda bir şüphe yayılmaması
gerekmektedir. Yoksa müslümanlar arası bilgi akımı felç olmaya yüz tutar.
İnanmış bir toplumda asıl olan, fertlerinin güvenilir ve birbirlerine
iletmiş oldukları haberlerin inanılır ve kabul edilir olmasıdır. Oysa fasık,
getirmiş olduğu haberin doğruluğu ortaya çıkana kadar şüphe altındadır. Ve
bu prensip ile toplumun durumu düzgün hale gelir, kendisine ulaşan haberi
alıp reddetmekle orta yolu bulur toplum. İslam toplumu bir fasıkın getirdiği
habere dayanarak, hemen acele ile o haberin gereğini yapmaya kalkışmaz.
Çünkü bilmeden ve acele ile o topluma zarar verebilir. Sonra da yüce Allah'ı
gazaplandıran bir hareketten ve acele ile Hak ve Adaletten uzaklaşmasından
dolayı pişmanlık doğar.
Tefsir bilginlerinin çoğuna göre bu ayet, Ebu
Muyat'ın oğlu Ukbe oğlu Velid hakkında inmiştir. Resulullah onu Mustalık
oğullarının zekatını toplamak için göndermişti. İbni Kesir der ki: Mücahit
ve Katade derler ki: Resulallah Ukbe oğlu Velid'i, Mustalık oğullarına
zekatlarını toplamak üzere gönderdi. Onlar Velid'i zekatları ile birlikte
karşıladılar. Fakat Hz. Velid geri döndü ve: "Ya Resulallah Mustalık
oğulları, seninle savaşmak üzere toplanmışlar" dedi. (Katade'nin rivayetinde
ayrıca onların islamdan döndükleri de vardır.) Bunun üzene Resulullah Hz.
Halid b. Velid'i onlara gönderdi. Ve kendisine durumu inceleyip acele
etmemesini emretti. Hz. Halid yola çıkar, geceleyin oraya varır ve
gözcülerini gönderir. Gözcüler geri dönünce Hz. Halid'e, Mustalık
oğullarının islama bağlı olduklarını onların ezanlarını ve namazlarını
duyduklarını haber verirler. Sabah olunca Hz. Halid kendisi bizzat Mustalık
oğullarına gider. Ve orada hoşuna giden şeyler görür. Hz. Halid Resulullah'a
döner ve haberi ona iletir. Bunun üzerine yüce Allah bu ayeti indirir.
Katade der ki: Resulullah der ki: "Tedbirli davranmak Allah'tan, acele ise
şeytandandır." İbni Kesir'in tefsirinde yer alan ifade budur. Seleften bir
çokları, İbni Ebi Leyla, Roman oğlu Yezid, Dahhak Hibban oğlu Mukatil başta
olmak üzere daha birçoklarına göre, bu ayet Ukbe oğlu, Velid hakkında
inmiştir. Doğrusunu Allah bilir. (İbni Kesir'in tefsirindeki ifadesi burada
son buluyor).
Bu ayetin anlamı geneldir. Ayet fasık olan birinin
getirdiği haber karşısında, o haberi süzgeçten geçirmeyi ve tedbirli
davranmayı içermektedir. Görevlerini tam olarak yapan doğruların
getirdikleri haber ise hemen alınır. Çünkü müslüman toplumda asıl olan bu
prensiptir Ve fasıkın getirdiği haber bunun istisnasıdır. Görevlerini tam
yapan doğru kimselerin haberini almak ise, tedbirli davranmak prensibinin
bir parçasıdır. Çünkü doğru kişi haber kaynaklarından birisidir. Bütün
kaynaklardan ve bütün haberlerden şüphe etmek ise mü'min toplum arasında
uyulması şart kılınan güven prensibine aykırıdır. Hayatın akışına ve toplum
içinde düzenin sağlamasına engeldir. Halbuki islam, hayatı doğal akışı
içinde gitmesi için serbest bırakmış ve baştan koymuş olduğu garantileri ve
tedbirleri hayatı engellemek için değil aksine korumak için getirmiştir. Bu,
haber kaynakları üstüne bir genelleme ve istisna örneğidir.
Öyle görülüyor ki, Ukbe oğlu Velid'in getirdiği ilk
haberden dolayı birtakım müslümanlarda bir fevrilik belirmiş ve hemen
Resulullah'a çabucak onları cezalandırmasını tavsiye etmişlerdir. Bunun
sebebi, bu zümrenin Allah'ın dinine düşkünlükleri ve zekatın verilmemesinden
dolayı duydukları kızgınlık idi. Bu ayeti izleyen ayet, onlara muazzam
gerçeği ve aralarında yaşayan büyük nimeti hatırlatmaktadır. Ki onun
değerini anlasınlar ve onun varlığına karşı sürekli uyanık bulunsunlar...
"Bilin ki Allah'ın elçisi içinizdedir."
Bu kolayca anlaşılabilecek bir gerçektir. Çünkü o
pratikte meydana gelmiş ve herkes tarafından görülmüştür. Fakat insan ince
düşünürse bu gerçek öyle görkemli gözüküyor ki nerede ise
anlaşılamayacaktır. Gökyüzünün sürekli, canlı ve izlenen bir bağ ile
yeryüzüne bağlanmasını ve gökyüzünün yeryüzü ile konuşmasını ve
yeryüzündekilere durumlarını ve açığa vurdukları ile gizlediklerini
bildirmesini ve attıkları adımlarını sıra ile peşi peşine düzeltmesini
kendileri ve işleri hakkında onlara tavsiyelerde bulunmasını bir insanın
anlayabilmesi kolay bir şey midir?.. Birisi bir iş yapınca, bir başkası
birşey söyleyince, bir diğeri birisine sır verince bir de ne görsün gökyüzü
ona bakıyor, yüce Allah olup biteni Peygamberine haber veriyor ve ona
yapacağı ve olup biten şey hakkında söyleyeceği şeyleri telkin ediyor. Bu
çok önemli bir durumdur. Bu muazzam bir haberdir. Bu müthiş bir gerçektir.
Bunlar önünde hazır olarak bulan kimse belki gerçeğin muazzamlığını
hissetmeyebilir. İşte bu gerçeğin varlığına uyarı bu üslup içinde
gelmektedir: "Bilin ki Allah'ın elçisi içinizdedir." Yani bunu bilin ve
bunun gerçek değerini vererek değerlendirin. Çünkü bu büyük bir olaydır.
Bu muazzam olayı bilmenin bir gereği olarak,
Allah'ın ve Peygamberinin önüne geçmemeleri gerekir. Fakat yüce Allah, bu
emrine açıklama ve güç katıyor. Ve onlara, Resulullah'ın Allah'ın ilhamı
veya vahyi ile onlar için bulmuş olduğu çözümün kendilerine daha hayırlı,
rahmet ve kolaylık olduğunu haber veriyor. Ve Resulullah onların kendileri
için hayırlı olarak gördükleri hususlarda kendilerine uyarsa, sıkıntıya
düşeceklerini ve durumun kendileri için çok zor olacağını bildiriyor. Çünkü
yüce Allah kendileri için hayırlı olan şeyi onlardan daha iyi bilir. Ve
O'nun Peygamberinin kendileri için uygun görüp tercih ettiği şey onlar için
rahmettir.
"Şayet o birçok işte size uysaydı sıkıntıya
düşerdiniz."
Bu ifade, kendilerinin bütün işlerini Allah'a ve
O'nun Peygamberine bırakmaları, hep birden itaat ve teslimiyete girmeleri ve
yüce Allah'ın takdir ve idaresine teslim olmaları ve emirleri O'ndan
almaları ve O'na karşı bir öneri getirmemeleri iması vardır.
Sonra yüce Allah, kendilerine bahşetmiş olduğu iman
nimetine yöneltmektedir onları. Ve kalplerini iman sevgisi ile harekete
geçirmekte ve onlara imanın güzellik ve üstünlüğünü açıklamakta ve ruhlarını
imana bağlamakta ve onlara küfür, fasıklık ve günahı çirkin göstermektedir.
Ve bütün bunlar da yüce Allah'ın rahmeti ve ihsanının bir neticesi
olmaktadır.
"Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu sizin
kalplerinizde süsledi ve size küfrü, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte
doğru yolda olanlar bunlardır." "Bu size Allah'ın bir lütuf ve nimetidir.
Allah bilendir, hakimdir."
Yüce Allah'ın, göğüslerini imana açmak ve kalplerini
ona karşı harekete geçirmek ve imanı kendilerine güzel gösterip de
ruhlarının imana can atması ve imandaki güzellik ve hayrı görmesi için
seçmesi... Evet bu seçme yüce Allah'tan bir ihsan ve nimettir. Ve her ihsan
ve her nimet bu ihsan ve nimetten daha aşağıdır... Hatta aslına bakılırsa,
varlık ve hayat nimeti bile özünde iman nimetinden daha değersiz ve daha
aşağıdır. İlerde inşaallah yüce Allah'ın "Tersine size imanı nasip ettiği
için Allah sizi minnet altında bırakır." (Hucurat Suresi,17) sözü gelince bu
ihsan hakkında ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
Burada insanın dikkatini çeken şey, kendileri için
bu hayrı dileyenin yüce Allah'ın bizzat kendisi olduğunu ve kalplerini şu
küfür, fasıklık ve isyan şerrinden kurtaranın da kendisi olduğunu onlara
hatırlatmasıdır. Ve kendisinden bir ihsan ve nimet olmak üzere böylece
onları doğru yola ermiş kılanın kendisi olduğunu onlara hatırlatması ve
bütün bunların kendi ilmi ve hikmetinin bir eseri olduğunu bildirmesidir. Bu
gerçeğin ifadesinde, onlar için yüce Allah'ın yönlendirmesine ve idaresine
teslim olmaları ve kendileri için hayır ve bereketi bu teslimiyetin
gerisinde beklemeleri ve yüce Allah kendileri için bir şey tercih etmeden,
kendileri için hayırlı zannettikleri bir şeye hemen atılma aceleciliğine
düşmemeleri ve O'na karşı öneride bulunmaktan vazgeçmenin ilhamı vardır. O
halde onlar için hayırlı olanı yüce Allah tercih eder ve Resulullah
aralarında ellerinden tutar ve kendilerini hayra ulaştırır. Bu ifadenin
getirilişinde asıl istenilen yönlendirme budur.
İnsan adımlarının gerisinde neler olduğunu bilmeden
acele eder. İnsan öneride bulunduğu şeyde hayır nedir şer nedir bilmeden,
kendisi ve başkası için teklifte bulunur. "Gerçekten insan pek aceleci ve
pek fevridir. İnsan iyiliğe kavuşması için dua ettiği gibi, aynı yönelişle
başına kötülük gelsin diye de dua eder. Gerçekten insan pek aceleci, pek
fevridir." (İsra Suresi, 11) Halbuki insanoğlu, yüce Allah a teslim olsa ve
tüm olarak teslimiyet ve itaata girse ve yüce Allah'ın kendileri için tercih
etmiş olduğu şeyden hoşnut olsa, yüce Allah'ın tercihinin kendi tercihinden
daha üstün olduğuna gönülden inansa ve yüce Allah'ın daha merhametli ve daha
yararlı olduğunu bilse rahat edip huzur bulur. Ve bu gezegen üzerindeki şu
kısa yolculuğuna gönül huzuru ve hoşnutluk içinde devam eder... Fakat bu da
yüce Allah'tan bir ihsan ve dilediğine bahşetmiş olduğu bir iyiliktir.
İKİ MÜMİN TOPLULUK
BİRBİRİYLE SAVAŞIRSA
9- Eğer mü'minlerden
iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri
diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönmelerine
kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil
davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever.
Bu ayet arzu ve heyecanların etkisi ile mü'minler
topluluğunu, düşmanlıklardan, dağılmaktan koruyan hukuki ve uygulamaya dönük
bir kuraldır. Bu kural, fasıkın haberini araştırma, acele etmeme ve birşeyin
aslını araştırmadan ve emin olmadan heyecana ve taassuba kapılarak ileri
atılmamayı emreden ayetten sonra gelmektedir.
Bu ayet·ister rivayetlerin ifade ettiği gibi belirli
bir olay üzerine inmiş olsun, isterse bu olayın benzeri durumları ortadan
kaldırmak için hukuki esasları getirmek üzere inmiş olsun, islam toplumunu
dağılmaktan ve parçalanmaktan korumak için sağlam ve genel bir kuralı
yansıtmakta sonra da hakkı, adaleti ve düzeni yerleştirmekte ve bütün
bunlarda da, adaleti ve huzuru yerleştirmek sureti ile yüce Allah'tan
korkuya ve O'nun rahmetini ümit etmeye dayanmaktadır.
Kur'an-ı Kerim mü'minlerden iki zümre arasında
çatışmanın mümkün olabileceğini belirtmekte veya bunu varsaymaktadır. Ve
yine Kur'an-ı Kerim bu iki zümrede birbirleri ile çatışmalarına rağmen,
birisinin diğerine karşı haddi aşmış olması ihtimaline rağmen, hatta her iki
zümrenin bir yönden diğerine karşı haddi aşmış olması ihtimaline rağmen yine
de o iki zümrede "iman" niteliğini bırakıyor, kaldırmıyor.
Kur'an-ı Kerim, -doğal olarak birbiri ile çatışan
iki zümrenin dışından- mü'minleri çatışan iki zümrenin arasını bulup
düzeltmekle görevlendiriyor. Bu iki zümrenin birisi şayet işi azıtır ve
Hakk'a dönmeyi kabul etmez ise -iki zümrenin birlikte azması ve barışı ya da
üzerinde anlaşmazlığa düştükleri konuda yüce Allah'ın hükmünü kabulü
reddetmeleri de böyledir- o zaman mü'minlere düşen sorumluluk azgın tarafla
savaşmak ve onlar Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşa devam etmektir.
Allah'ın bu konudaki emri ise, mü'minler arasında çatışmaya son vermek ve
anlaşmazlığa düşüp de bu anlaşmazlığın düşmanlığa ve savaşa dönüştüğü konuda
yüce Allah'ın hükmünü kabul etmektir. Azgın taraf yüce Allah'ın hükmünü
kabul edince, mü'minler yüce Allah'a itaat ve O'nun hoşnutluğunu arzu
ettiklerinden, çok hassas adalete dayanan arabulma ve düzeltme görevlerini
yerine getirirler. "Şüphesiz Allah adil davrananları sever."
Bu çağrıyı ve bu hükmü iman edenlerin kalplerini
"coşturma" aralarında olan ve kendilerini layık halde iken toplayan ve
birbirlerine düşman iken aralarını kaynaştıran sağlam bağı "yaşatma",
kendilerine yüce Allah korkusunu "hatırlatma" ve kendilerine takva ile
ulaşılan yüce Allah'ın rahmetine "özendirme" izliyor.
10- Muhakkak
mü'minler kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun
ki size rahmet edilsin.
Bu kardeşliğin gereği olarak müslüman toplumda asıl
olan kural sevginin, barışın, yardımlaşmanın ve birliğin olması anlaşmazlık
ve çatışmanın ortaya çıkar çıkmaz asıl kurala döndürülmesi gereken istisnai
bir durum olmasıdır. Ve yine müslüman toplumda aslolan, yukardaki temel
kuralın topluma yerleştirilmesi uğruna öteki mü'minlerin haddi aşan
kardeşlerini aynı safa döndürmek için ve sapıklığı asıl ve temel kurala
döndürerek ortadan kaldırmak için, kardeşleri olan haddi aşanlara karşı
savaşmalarının meşru olmasıdır. Bu da kesin ve aynı zamanda da kararlı bir
işlemdir.
Yine bu kuralın gereği olarak, bu arabulma savaşında
yaralananlar hemencecik öldürülmezler , hiçbir esir öldürülmez, savaşı
bırakıp silahını atarak geri kaçanlar kovalanmazlar. Haddi aşanların malları
ganimet olarak alınmaz. Çünkü onlarla savaşmaktan gaye, onları öldürmek
değildir. Aksine kendilerini müslümanların safına çekmek ve islam kardeşliği
sancağının altına getirmektir.
İslam milletinin sisteminde asıl kural bütün
müslümanların yeryüzünde bir tek önderliği olması, bir halifeye biat
edilince ikinci halife ile savaşmanın gerekli olmasıdır. Bu ikinci halife
yanındaki savaşçılarla birlikte asıl halifenin yönetimindeki mü'minler
tarafından yoldan çıkmış bir savaş hedefi olarak kabul edilir. Bu kurala
dayanarak Hz. Ali Cemel ve Sıffin savaşlarında karşı gelenlerle savaşmış ve
onunla birlikte ileri gelen sahabeler de bu savaşa katılmışlardır.
Aralarında Sa'd, Mesleme oğlu Muhammed, Zeyd oğlu Üsame, Hz. Ömer in oğlu
Abdullah gibi bazı kişilerin de bulunduğu sahabeler bu savaşa
katılmamışlardır. Ya o zamanlar hakkın hangi tarafta olduğunu kesin olarak
görüp değerlendirememişler ve bu savaşı fitne kabul etmişler, ya da İmam
Cassas'ın da dediği gibi, İmam Ali'nin beraberinde olanlarla
yetinebileceğini, arkadaşları sebebi ile kendilerine ihtiyacı olmadığını
düşünmüşler bu yüzden de savaşa katılmamayı yeğlemişlerdi. Ancak birinci şık
daha ağır basmaktadır. Sahabenin naklolunan bazı sözleri bunu
göstermektedir. Nitekim Hz. Ömer'in oğlunun Hz. Ali ile birlikte
savaşmadığına pişman olduğu yolundaki sözleri de bu ihtimalin ağır bastığını
göstermektedir.
Asıl kural böyle olmakla birlikte, Kur'an'ın bu
ayetini bütün haller için, hatta -çeşitli islam ülkelerinde iki veya daha
çok halife olduğu kural dışı hallerde bile ki bu haller zaruret hali olup
kural dışıdır- böyle kural dışı haller için de işletmek mümkündür. O halde,
müslümanlara düşen görev: Asiler bir halifeye karşı çıkmışlar ise bir tek
halifenin etrafında birleşip asilerle çarpışmaktır. Ve yine asiler halifeye
karşı isyan etmemişler fakat onun yönetimi altında bir zümre diğer zümreye
karşı haddi aşmış ise yine asilere karşı çarpışmaktır müslümanların görevi.
Ve yine bunun gibi müslümanların görevi: Kural dışı olan birden çok
önderlerin bulunduğu durumlarda, asiler birden çok önderden birisine karşı
geldiğinde, müslümanların asiler zümresine karşı biraraya gelip, onları
Allah'ın emrine döndürünceye kadar çarpışmalarıdır. İşte Kur'an ayeti tüm
şartlar ve durumlarda böyle işletilir.
Açıkça görülüyor ki bu sistemin, yani
anlaşmazlıkları hakeme giderek çözme sisteminin, asi gruplarla yüce Allah'ın
emrine dönünceye kadar çarpışmaya sisteminin, insanlığın bu yolda sarfettiği
tüm çabalardan önceliği vardır. Bu sistem mükemmel ve her türlü ayıp ve
noksanlıktan uzaktır. Bu mükemmellik ve ayıptan uzaklık insanoğlunun her
türlü, acı tecrübelerinde, uğraştığı sefil ve noksan girişimlerinde açıkça
görülmektedir. Ayrıca bu sistemin bunlardan başka temizlik, emanet ve mutlak
adalet gibi nitelikleri vardır. Çünkü bu konuda hiçbir arzu ve hevesin
bulaşmadığı, hiçbir noksanlık ve kusurun nüfuz etmediği yüce Allah'ın
emrine, hakem olarak gidilmektedir. Fakat zavallı insanlık, önünde hazır,
doğru ve apaçık yol dururken, eğri yola sapıyor, doğru yolu bırakıyor, ayağı
sürçüyor ve kayıyor.
11- Ey inananlar!
Bir topluluk başka bir toplulukla alay etmesin. Belki alay ettikleri
kimseler, kendilerinden iyidirler. Kadınlarda başka kadınlarla alay etmesin.
Belki onlar kendilerinden iyidirler. Birbirinizde kusur aramayın;
birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İnandıktan sonra fasık (yoldan
çıkmış) olmak ne kötü bir addır. Kim tevbe etmezse, İşte onlar, zalimlerdir.
İslam'ın Kur'an-ı Kerim'in yol göstericiliği ile
kurmuş olduğu üstün insan topluluğunun yüce bir edebi vardır. O toplumda
herkesin dokunulmaz bir haysiyeti vardır. Bu haysiyet o toplumun
haysiyetidir. Herhangi bir bireyi ayıplamak bizzat insanın kendisini
ayıplaması gibidir. Çünkü toplumun tümü birdir, bir bütündür ve haysiyeti
birdir.
Kur'an-ı Kerim bu ayette mü'minlere şu sevimli
seslenişle "Ey inananlar" diyerek sesleniyor. Ve aralarında bir toplumun
diğerini yani bir grup erkeklerin diğer grup erkekleri alaya almalarını
yasaklıyor. Gerekçe olarak da alay edilenlerin belki yüce Allah katında
onlardan daha hayırlı olabileceklerini gösteriyor. Ya da bir grup kadınların
diğer grup kadınlarla alay etmesini yine aynı gerekçe ile, yani alaya alınan
kadınların yüce Allah'ın ölçüsünde daha hayırlı olabileceği gerekçesi ile
yasak ediyor.
Bu kutsal ifadede, erkeklerin kendilerinde ve
kadınların da kendilerinde gördükleri "dış değerler"in insanların tartıldığı
gerçek ölçüler olmadığının gizliden gizliye iması vardır. Ve ortada başka
değerler de vardır. Belki onlara gizli kalmış olabilir. O değerleri yüce
Allah bilmekte ve kullarını onunla tartmakta ve değerlendirmektedir. Zengin
bir kimse fakir bir adamla alay edebilir. Güçlü bir adam zayıf bir kimse ile
alay edebilir. Vücudu düzgün olan böyle olmayanla, zeki olan saf ve eğitim
görmemiş birisi ile alay edebilir. Çocuklu olan kısır olanla akrabası olan
yetimle alay etmiş olabilir... Aynen bunun gibi güzel olan kadın çirkin ile,
genç olan yaşlı ile, vücudu düzgün olan vücudu kusurlu olanla, zengin olan
fakirle alay etmiş olabilir. Fakat bütün bunlar ve benzerleri, yeryüzünün
değerleridir, gerçek ölçü değildir. Yüce Allah'ın terazisi bunlardan başka
ağırlıklarla yükselir ya da alçalır.
Ancak ne varki Kur'an-ı Kerim sadece bu ima ile
yetinmiyor. Aksine iman kardeşliğini harekete geçiriyor ve iman edenlere
kendilerinin adeta "bir tek kişilik"ten ibaret olduklarını, içlerinden
birisini ayıplayanın kendisini ayıplamış olacağını hatırlatıyor. "Belki alay
ettikleri kimseler kendilerinden iyidirler." Ayette geçen "lemz" kelimesi
ayıp anlamınadır. Fakat bu sözün öyle bir tınısı ve çağrışımı var ki, sanki
bu söz gözle görülen bir yaralamadır yoksa manevi bir ayıplama değildir.
Alaya alma ve ayıplamaya kişilerin hoşlanmadığı alay
ve ayıp duygusuna kapıldıkları kötü lakap takma da dahildir. Mü'minin diğer
mü'min üzerindeki haklarından biri de kendisini küçük düşürecek ve hoşuna
gitmeyecek kötü lakaplarla çağırılmamasıdır. Mü'minin mü'mine karşı edeb
kurallarından biri böyle yakıştırmalarla kardeşini üzmemesidir. Nitekim
Resulullah cahiliyet devrinde takılmış olan isim ve lakapları
değiştirmiştir. Resulullah'ın o lakap ve isimlerde ince hissi ve yüce kalbi
sahabelerini küçük düşürecek ya da kendilerini horlayıcı nitelikle niteleyen
unsurları hissetmiştir.
ZANDAN KAÇININ
Ayet yüce Allah'ın ölçüsündeki gerçek değerleri ima
ettikten, kardeşlik duygusunu harekete geçirdikten, hatta bir tek kişilikte
bütünleşme bilincini vurguladıktan sonra imanın anlamını ele alıyor ve
mü'minleri bu şerefli niteliği yitirmemeleri için uyarıyor. Alaya alma,
ayıplama ve lakap takma gibi hareketlerle imandan sapmamaları için onların
dikkatini çekiyor. "İnandıktan sonra fasık olmak ne kötü bir addır." Bu iman
ettikten sonra dönmek gibi bir şeydir. Sonra ayet bunu zulüm kabul ederek
onları tehdid etmektedir. Zulüm kelimesi bilindiği gibi şirki ifade eden
terimlerden birisidir. "Kim tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir." İşte
ayet, bu üstün ve şerefli topluma ruhsal terbiye kurallarını böylece
yerleştiriyor.
12- Ey inananlar!
Zandan çok sakının. Zira zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli
şeylerinizi araştırmayın; biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin.
Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrendiniz. O
halde Allah'tan korkun, şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul eden, çok
esirgeyendir.
Bu ayet ise, şerefli ve üstün olan toplumda
kişilerin haysiyeti, özgürlükleri ve kişilikleri etrafında bir başka
dokunulmazlık duvarı daha örmektedir. Bu duvarı ayet, onlara duygularını ve
vicdanlarını nasıl temizleyeceklerini etkileyici ve akıllara hayret verecek
bir üslup içinde öğretirken örmektedir.
Bu ayet surenin genel örgüsüne uygun olarak, şu
sevimli sesleniş ile başlamaktadır. "Ey inananlar" Sonra ayet, bu üstün
toplumun fertlerine birçok zandan kaçınmalarını emretmekte ve başkaları için
içlerinde doğan zan, şüphe ve kuşkuya kendilerini kaptırmamalarını
istemektedir. Kutsal ayet bu emrin sebebini "Zira zanların bir kısmı
günahtır." şeklinde açıklamaktadır. Buradaki yasak zannın çoğuna yönelik
olup kural olarak bazı zanlar günah olduğuna göre, bu ifadenin insanın
ruhuna bıraktığı ilham kötü zandan tamamen kaçınılmasıdır. Çünkü insan hangi
zannın günah olacağını bilemez.
Kur'an-ı Kerim vicdanlara kötü zanla kirlenip de
günaha girmemesi için böylece temizler. Ve vicdanı her türlü düşünce ve
kuşkudan temiz kılıp uzak tutarak yaratıldığı gibi bembeyaz lekesiz bırakır.
Böylece o vicdanın sahibi din kardeşlerine kötü zannın yıpratamıyacağı bir
sevgi besler, şek ve şüphelerin kirletemeyeceği bir duruluk kazanır, endişe
ve beklentilerin bulandıramayacağı bir iç huzuru kazanır. Kötü zanlardan
arınmış bir toplumda yaşamak ne kadar huzurludur!
Ancak ne varki, bu durum islamda, bu parlak ve
şerefli noktada, yani vicdanların ve kalplerin eğitimi noktasında kalmaz.
Aksine bu ayet, insanların birbirleri ile ilişkilerinde uyulması gereken bir
prensip getirirken, islamın tertemiz toplumunda yaşayan insanların hakları
çevresinde de bir koruma duvarı örer. Dolayısı ile bu toplum da kişiler bir
töhmetten dolayı cezalandırılmazlar, bir şüpheden dolayı yargılanmazlar ve
insanların yargılanmalarında zan asıl temel dayanak olamaz. Hatta, zan,
insanlar hakkında ya da çevreleri üzerinde kovuşturma için bile gerekçe
olamaz. Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- : "Bir zanda bulunduğun
zaman kovuşturmasını yapma" buyurur (Bu hadisi, Harise b. Numan kanalı ile
rivayet eder). Bunun anlamı, insanlar sorguya çekildikleri şeyi işledikleri
açıktan açığa ortaya çıkan kadar suçsuz, hakları ve özgürlükleri dokunulmaz
kabul edilir demektir. Ve yine, insanların çevrelerinde dönüp dolaşan zannı
kovuşturmak gayesi ile takip edilebilmesi için zan yeterli gerekçe değildir.
İnsanların haysiyetlerini, haklarını, özgürlüklerini
ve şereflerini korumada bu ayetin ulaştığı boyuta hangi sistem ulaşabilir?
Acaba demokrasi, özgürlük ve insan haklarını korumada gözleri kamaştıran en
güzel ülkenin bu uğurda varmış olduğu son nokta, Kur'an-ı Kerim'in iman
edenlere bu çağırısı yanında hangi seviyeye ulaşabilir? Nitekim islam
toplumu gerçekten bu prensip üzerine kurulmuş ve bu toplum bu prensibi önce
vicdanında gerçekleştirmiş sonra da hayata geçirmiştir.
Sonra yüce Allah toplumun garanti altına alınması
ile ilgili olarak zanlardan kaçınma ile ilintili bir başka prensibe geçiyor.
"Birbirinizin gizli şeylerini araştırmayınız."
Kusur araştırmak, kötü zannı izleyen bir hareket
olabileceği gibi, onunla ilgisi olmadan başlıbaşına eksikliği ortaya
çıkarmak ve insanın kötü durumlarını öğrenmek için yapılabilir.
Kur'an-ı Kerim, ahlâkın ve kalplerin temizliği
hedefine uygun olarak bu aşağılık harekete ahlâki yönden karşı koyuyor ve
böylece başkalarının kusurlarını araştırmak ve fenalıklarını ortaya çıkarmak
gibi aşağılık yönelişlerden kalpleri temizlemeyi hedef ediniyor.
Fakat bu mesele, etkisi açısından bundan daha uzak
boyuta sahiptir. Bu aslında, islamın sosyal sisteminde, yasama ve yürütme
sisteminde uyguladığı ana prensiplerden birisidir.
Elbette ki insanların, hiçbir durumda çiğnenemez ve
hiçbir halde dokunulamaz özgürlükleri, dokunulmazlıkları ve haysiyetleri
vardır.
Şerefli ve yüce islam toplumunda insanlar canları,
yuvaları, sırları ve ayıplarından emin olarak yaşarlar. Hangi gerekçe ile
olursa olsun, insanların can, konut, gizli sırlar ve ayıp dokunulmazlığı
çiğnenemez. Hatta bir suçu izleme ve kovuşturma izni islam düzeninde
insanların ayıplarını araştırmak için bahane olamaz. Herkes dış görünüşüne
göre değerlendirilir. Dolayısı ile insanların içlerini kimsenin araştırmaya
hakkı yoktur. İnsanlar, ancak ve ancak dışa vurdukları suçlar ve aykırı
davranışları nedeni ile cezalandırılırlar. Hiçbir kimsenin birisi hakkında
zanda bulunmaya, tahmin yürütmeye hatta insanların gizlice herhangi bir
yasak hareketi yapıp yapmadıklarını öğrenmeye ve bunun için onların
ayıplarını araştırmaya ve onları yakalamaya hakkı yoktur. Yapabilecek tek
şey vardır: O da suçlunun suçu işlediği ve bunu açığa vurduğu zaman, her suç
için islamın getirdiği ve belirttiği diğer garantiler eşliğinde
cezalandırılmasıdır.
Ebu Davut anlatır: Bize Ebu Şeybe oğlu Ebu Bekir,
ona da Muaviye, ona A'meş Vehb'in oğlu Zeyd'den naklederek haber verir: Bir
adam İbni Mesud a getirilir. Ona: "Şu adam filancadır. Sakalından şarap
damlıyor" derler. İbni Mesud der ki: "Bizlere, başkalarının kusurunu
araştırmak yasak edildi. Eğer bir kişi suçunu açığa vurursa onu
cezalandırabiliriz "
Mücahid de "Birbirinizin gizli şeylerini
araştırmayın" ayetini, sizler için açığa çıkanı alın, Allah'ın örttüklerini
bırakın demektir diye açıklar.
İmam Ahmet Ukbe'nin katibi Düceyn'den nakleder:
Düceyn Ukbe'ye der ki: "Bizim şarap içen komşularımız var. Ben polisi
çağırıp bunları yakalatacağım." Ukbe: "Böyle davranma, onlara öğüt ver ve
tehdit et onları" der. Düceyn öyle yapar fakat komşuları şarap içmekten
vazgeçmezler. Bunun üzerine Düceyn yine Ukbe'ye gelir ve "Ben onları içki
içmemeye çağırdım fakat vazgeçmediler. Ben polis çağıracağım, onları
yakalasın der. Bunun üzerine Ukbe: "Yazıklar olsun sana. Sakın yapma! Çünkü
ben Resulullah'ın şöyle dediğini işittim: "Kim bir mü'minin ayıbını
gizlerse, sanki diri diri toprağa gömülmüş bir kızı diriltmiş gibi olur"
Süfyan es-Sevri Sa'd oğlu Raşid'den, o da Ebu Süfyan
oğlu Muaviye den nakleder. Muaviye der ki: Ben Peygamber'i şöyle derken
işittim: "Eğer,sen insanların ayıplarını araştırırsan onları bozmuş ya da
bozmaya yaklaştırmış olursun." Ebu'd-Derda der ki: "Hz. Muaviye'nin duymuş
olduğu bu sözden yüce Allah kendisini faydalandırsın."
İşte ayet, islam toplumunun temel sisteminde yer
almak için yolunu tutmuş ve sadece vicdanları süslemek ve kalpleri
temizlemekle kalmamış, aksine insanların dokunulmazlıkları, hakları ve
özgürlükleri etrafında bir koruyucu duvar olmuştur. Artık onlara yakından
veya uzaktan herhangi bir bahane veya perde altında dokunulamamıştır.
Bu ileri görüşlülük ve yüksek ufuk nerede?
Bindörtyüz sene sonra, dünyanın demokraside, özgürlükte ve insan haklarını
korumada en ileri olan ülkesi nerede?
Bundan sonra, Kur'an'ın eşsiz bir şekilde ortaya
koyduğu hayret verici bir üslup içinde dedi-kodu yasaklanması geliyor:
"Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin.
Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrendiniz: '
Birbirinizi çekiştirmeyiniz. Sonra yüce Allah öyle
bir sahne sunuyor ki bizlere, en kaba gönüller ve en az duyarlı ruhlar bile
bu sahneden, çekinir ve tiksinir. Bu sahne kardeşinin etini yiyen bir
kardeşin tablosudur... Ölü kardeşinin eti... Sonra yüce Allah, onlardan önce
davranarak, tiksinti uyandıran bu hareketten onların hoşlanmadıklarına göre
çekiştirmekten de hoşlanmıyacaklarını ediyor.
Ayette insanlara yasak etmiş olduğu kötü zan, ayıp
araştırma, dedi-kodu takva duygusunu coşturma ile, bu gibi günahlardan
işleyenlerin rahmet arzusu ile derhal tevbeye koşmalarını tavsiye izliyor.
"Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah tevbeyi çok kabul eden, çok
esirgeyendir." Bu ayet de, müslümanlar topluluğunun hayatına nüfuz ediyor ve
insanların dokunulmazlığı etrafında bir duvara kalplerde ve gönüllerde de
derin bir edeb kuralına dönüşüyor. Bu dedi-kodu konusunda Resulullah -salât
ve selâm üzerine olsun- da Kur'an'ın iğrenç gıybetin görüntüsünden korku,
tiksinti uyandırmada akıllara durgunluk veren üslubuna uygun olarak çok
titiz davranırdı.
Ebu Davud'un naklettiği bir hadiste, Ka'nebi'den, o
Muhammed oğlu Abdulaziz'den, o Ala'dan, Ala babasından, babası da Hz. Ebu
Hüreyre'den şu hadisi nakleder: Peygamber'e "Gıybet nedir ya Resulallah?"
diye sorulur. Resulullah "Gıybet din kardeşini hoşlanmıyacağı bir şeyle
anmandır" deyince, peki "Ya söylediğim nitelikler kardeşimde varsa?" diye
sorulunca, Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- "Eğer söylediğin
nitelikler onda varsa onu gıybet etmiş olursun, eğer söylediklerin onda
yoksa, ona iftira etmiş olursun" buyurur. (Bu hadisi Tirmizi rivayet eder ve
sahih olduğunu bildirir)
Ebu Davut, Müsedded, Yahya, Süfyan, Akmar oğlu Ali,
Ebu Huzeyfe, Hz. Ali senet zinciri ile şu hadisi bizlere nakleder: Hz. Aişe
der ki: Resulullah'a "Safiyye'nin şöyle şöyle olması sana yeter" dedim.
(Müsedded'in rivayetine göre boyunun kısalığını kastetmişti) Bunun üzerine
Resulullah "Öyle bir söz söyledin ki, şayet denizin suyuna karıştırılsa idi
onu bulandırırdı" buyurur. Hz. Aişe der ki: Resulullah'a birisini anlattım
da bana dedi ki: "Başıma şu şu hallerin geleceği tehdid edilirken bir başka
insanın durumundan söz edilmesini sevmem."
Yine Ebu Davut, Malik oğlu Enes'ten nakleder ve der
ki: Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- der ki: "Miraca çıktığım gece,
bakırdan tırnakları olan ve yüzlerini göğüslerini tırmalayan bir topluluk
gördüm. "Bunlar da kim ey Cebrail?" dediğimde, bana "Bunlar insanların
etlerini yiyen ve haysiyetlerine dil uzatanlardır" dedi."
Maiz ve Gamidiye, birlikte zina ettiklerini itiraf
edince, bu suçlarını hiçbir zorlama olmaksızın kendi arzuları ile ikrar edip
Resulullah'a kendilerini temizlemesi için direttiklerinde, Resulullah da
onları recm ederek idam eder. Sonra Peygamber birisinin, arkadaşına: "Gördün
mü şu Allah'ın günahını örttüğü, fakat nefsini köpekler gibi recm edilmesine
yol açtığı kimseyi?" dediğini işitir. Resulullah bir süre yürüdükten sonra,
bir merkep leşine rastlar ve "Filanca ile filanca neredeler?" diye sorar.
Sonra bu kişilere, "İninde şu merkep leşinden yiyin bakalım" der. Onlar:
"Allah bağışlasın seni ey Allah'ın Resulü. Hiç yenir mi bu?" deyince,
Resulullah "Biraz önce kardeşinize yaptığınız hakaret bunu yemekten daha
beterdir, kudret eli ile yaşadığım yüce Allah'a yemin ederim ki, onlar şu
anda, o cennet ırmakları içerisinde yüzüyorlar" der. (İbni Kesir tefsirinde
rivayet eder ve isnat zinciri için sahihtir der)
İşte böyle değişmez, sürekli bir tedavi ile islam
toplumu temizlenmiş ve yücelmiş ve bulunmuş olduğu noktaya yeryüzünde
yürüyen bir düş, tarihin koynunda gerçekleşmiş bir ideal olma noktasına
ulaşmıştır...
İman edenlere yapılan bu tekrar tekrar
seslenişlerden, onları sosyal ve psikolojik eğitimin yüce ve parlak ufkuna
yükselttikten sonra... İnsanların haysiyetleri, özgürlükleri ve
dokunulmazlıkları etrafında güçlü garanti duvarlarını ördükten sonra... Ve
bütün bunları da onların ruhlarında harekete geçirilen "duyarlılık" ve yüce
Allah'ı O'nun korkusunu bilme ile garanti altına aldıktan sonra... Kur'an-ı
Kerim, bu yüce ufka kurmuş olduğu şu basamaklardan sonra, renk renk ve cins
cins insanlığın tümüne seslenerek, onları bir tek kök ve bir ölçüye
bağlıyor. Ki bu yüce ufka yükselen bu seçilmiş insan topluluğu bu bir tek
kök ve tek ölçü üzerinde durmaktadır.
13- Ey insanlar, biz
sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi
milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız Allah'tan
en çok korkanınızdır. Allah bilendir, haber alandır.
Ey insanlar! .. Ey değişik ırk ve renkten olan ve
kabile ve halklara bölünmüş insanlar... Gerçekten sizler bir tek
köktensiniz. O halde, parça parça olup birbirinizle çatışmayınız,
dağılmayınız, birbirinizle çekişmeyiniz, birbirinizden ayrılıp gitmeyiniz.
Ey insanlar!.. Size bu seslenişle seslenen sizi
yaratandır... Bir erkek ve bir dişiden... Sizleri halklar ve kabileler
halinde yaratmasındaki amacı, sizlere bildirmektedir O. Bu amaç birbirinizin
gırtlağına sarılma ve birbirinizle çatışma değildir. Bu amaç, sizin
birbirinizle tanışmanız ve kaynaşmanızdır... Dillerin ve renklerin farklı
oluşu, huy ve ahlâkların çeşit çeşit olması, kabiliyet ve yeteneklerin
değişik değişik olması çekişme ve ayrılığı gerektiren bir ayrılık değildir.
Aksine, tüm yükümlülükleri yerine getirmek ve bütün ihtiyaçları gidermek
için yardımlaşmayı gerektiren bir unsurdur. Rengin, ırkın, dilin, vatanın ve
bu değerlerden başka diğerlerinin yüce Allah'ın ölçüsünde hesaba katılacak
bir değerleri yoktur. Ortada ancak ve ancak tüm değerlerin kendisi ile
belirlendiği ve insanların üstün olup olmadıklarının kendisi ile bilindiği
bir tek ölçü vardır. Bu ölçü: "Allah yanında en üstün olanınız O'ndan en çok
korkanınızdır" Ölçüsüdür... Gerçek şerefli insan Allah katında şerefli
olandır. Yüce Allah sizi bilerek ve tanıyarak kendi ölçü ve değerleri ile
tartar. "Allah bilendir, haber alandır."
İşte böylece bütün farklar ve tüm diğer değerler,
değerini kaybeder, düşer ve tek bir ölçü ve tek bir değerle yükselir. Ve
insanlar muhakeme edilmek için bu biricik ölçüye başvururlar ve insanların
ayrılıkları, ölçüde bu değere vurulur.
Ve işte böylece yeryüzündeki bütün çatışma ve
düşmanlık sebepleri kaybolur, silinir. İnsanların üzerine titreyip sıkıca
yapıştığı ve değer verdiği bütün yeryüzü değerleri işte böylece
önemsizleştirilir. Ve insanların birbiri ile kaynaşması ve yardımlaşması
için apaçık ve muazzam bir sebep belirir. Yüce Allah'ın herkes için ilahlığı
ve hepsini bir tek kökten yaratmış olması... Bu beliren sebebin yanısıra,
altında yer almak için herkesin birbiri ile yarıştığı bir tek sancak
yükseliyor: Bu da yüce Allah adına yükselen takva sancağıdır. İslamın
insanlığı ırkçılık taassubunun bölgecilik, kabilecilik ve aile taassubunun
belalarından kurtarmak için diktiği sancak budur. Bu taassupların hepsi
çeşitli boyalara girse de, çeşit çeşit isim alsa da cahiliyetten
kaynaklanmıştır ve ona bağlıdır. Bunların tümü islamdan soyutlanmış, onunla
ilgisi olmayan cahiliye tutkularıdır.
Gerçekten islam bütün kılık ve şekilleri ile bu
cahiliyet taassubu ile mücadele etmiştir. İslamın bundan gayesi, tüm dünyayı
kucaklayan ve insana yaraşır sistemini bir tek sancak altında kurmaktır. Bu
birtek sancak Allah'ın sancağıdır... Yoksa ne milliyetçilik sancağıdır bu,
ne de vatan, ne aile ve ne de ırk sancağı... Bütün bu sancaklar islamın
tanımadığı sahte sancaklardır.
Nitekim Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun-
şöyle buyurur: "Hepiniz Hz. Adem'in çocuklarısınız. Hz. Adem de topraktan
yaratılmıştır. İnsanlar ataları ile övünmeyi bıraksınlar yoksa, yüce
Allah'ın katında pislik böceğinden daha değersiz hale gelirler."
Başka bir hadiste de Resulullah -salât ve selâm
üzerine olsun- cahiliyet taassubunu yasaklayarak "Bırakın onu. O iğrenç bir
leştir" buyurur.
İslam toplumunun üzerine oturduğu temel budur işte.
İslam toplumu, insanlığın uçuşan hayalleri içinde karekterinden birini
hayata geçirmek için çırpınıp durduğu halde bir türlü gerçekleştiremediği
tüm dünyayı kucaklayan ve insana yaraşır bir toplumdur. Bu toplumu insanlık,
ona giden doğru yolu, yüce Allah'a giden yolu tutmadığı için
gerçekleştirememektedir. Çünkü insanlık toplayıcı, birleştirici bir tek
sancağın, yüce Allah'ın sancağının altında biraraya gelmemektedir.
GERÇEK İMANI ELDE
EDEMİYENLER
Surenin sonunda "iman ettik" dedikleri halde imanın
ne demek olduğunu kavrayamayan ve iman ettiklerinden ötürü bunu
Resulullah'ın başına kakan oysa, yüce Allah'ın kullarına iman nasib etmesini
takdir edemeyen bedevilere cevap verilirken, "imanın özü ve değerini"
açıklama fırsatı doğuyor.
14- Ey Muhammed!
Bedeviler: "İnandık " dediler, de ki: "İnanmadık fakat islam olduk deyin;
inanç henüz gönüllerinize yerleşmedi; eğer Allah a ve Peygamberine itaat
ederseniz yaptıklarınızdan birşey eksilmez; doğrusu Allah, bağışlar,
merhamet eder."
15- Gerçek mü'minler
ancak Allah'a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen,
Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte iman sözlerinde
doğru olanlar onlardır.
16- De ki: "Siz mi
Allah'a dininizi öğreteceksiniz? Allah, göklerde ve yerde olanları bilir,
Allah, herşeyi bilendir."
17- Ey Muhammed!
Müslüman oldular diye seni minnet altında bırakmak isterler de ki: "Müslüman
olmanızı benim başıma kakmayın. Tersine, size imanı nasip ettiği için Allah
sizi minnet altında bırakır."
18- Şüphesiz Allah,
göklerin ve yerin gizlisini bilir. Allah yaptıklarınızı görmektedir.
Rivayete göre bu ayetler, Esed oğulları kabilesinin
bedevileri hakkında nazil olmuştur. Bu bedeviler islama girer girmez,
Resulullah'a: "Ya Resulallah! Bizler islama girdik. Araplar sana karşı
savaşırken bizler savaşmadık" diyerek, islama girmelerini onun başına
kakmışlardı.
Bunun üzerine yüce Allah, onlar bu sözü söylerken
kalplerindeki olanın gerçek yüzünü, ortaya çıkarmakta ve onların islama
teslim olma anlamında girdiklerini fakat kalplerinin henüz "iman
mertebesi"ne erişmediğini bildirmekte ve bununla, imanın aslının onların
kalplerine yerleşmediğini ve ruhlarının bu gerçeği sindiremediğini ifade
etmektedir: "De ki: `İnanmadınız fakat islam olduk deyin; inanç henüz
gönüllerinize yerleşmedi."
Bununla birlikte, yüce Allah'ın lütfu, onların
yaptıkları her iyi amele, kendilerinden hiçbir kısıntı yapılmayarak
karşılığının verilmesini gerektirmiştir. Kalbe nüfuz etmemiş ve dolayısı ile
güven ve huzur verici iman olması imkansızlaşmış böyle göstermelik bir
islam, onların yaptıkları iyi amellerin kendi lehlerine kaydedilmesine
yeterlidir. Dolayısı ile onların iyi amelleri kafirlerin amelleri gibi boşa
gitmez. Ve onlar itaat ve teslimiyet içinde oldukları müddetçe amellerinin
karşılığından hiçbir şey eksiltilmez. "Şayet Allah'a ve Peygamberine itaat
ederseniz yaptıklarınızdan birşey eksilmez."
Çünkü Allah bağışlama ve rahmeti daha çok sever.
Dolayısı ile, kulu hak yoluna ilk adımını atar atmaz, onu kabul eder, kulun
kalbi imanın aslını, özünü hissedene kadar onun itaat ve teslimiyetinden
hoşnut olur. "Doğrusu Allah bağışlar, merhamet eder."
Sonra yüce Allah onlara imanın aslını açıklıyor:
"Gerçek mü'minler ancak Allah'a ve Resulüne iman
eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla
savaşanlardır. İşte iman sözlerinde doğru olanlar onlardır."
İman; Allah'ı ve Resulullah'ı sözlerinde
doğrulamaktır. Bu öyle bir doğrulamaktır ki; içine hiçbir şüphe ve kuşku
karışmaz. Sarsılmayan, kararsızlık kabul etmeyen, duygu ve heveslerin
sesinin duyulmadığı kalbin ve hislerin tereddüt duymadığı yerleşik, değişmez
ve güven verici bir doğrulamadır bu iman... Mal ve can ile Allah yolunda
cihadın kaynaklandığı bir imandır bu... Bir kalp bu imanın tadını tattığı ve
onda huzur duyup da o iman üzerinde değişmeden kaldığı zaman, kalbin
dışında, hayat sahnesinde, insanların dünyasında o imanın gerçek karekterini
hayata geçirmek için mutlaka bir atılım olması kaçınılmazdır. İnsan bu
durumda, içinde hissettiği gerçek iman ile, dışardan kendini çevreleyen
gelişmeler ve hayatın akışı arasında bir birlik kurmayı isteyecektir. Ve
hissindeki iman şekli ile çevresindeki gerçek şekil arasında bir ayırıma
asla sabredemeyecektir. Çünkü bu ayrılık, sürekli onu rahatsız edecek ve
içinde çatışmaya yol açacaktır. Ve dolayısı ile, bu noktadan, Allah yolunda
malı ile ve canı ile cihada atılma aslında mü'minin içinden fışkıran kişisel
bir atılımdır. Mü'min cihadı ile, kalbinde yaşattığı parlak şekili hayat
sahnesinde ve insanların arasında da uygulanmış görmek için gerçekleştirmek
ister. Şu halde mü'min ile, çevresindeki cahiliyet hayatı arasındaki çatışma
özünde kaynaklanır. Müslümanın iman düşüncesi ile mü'minin karşılaştığı
pratik gerçek arasındaki çifte standartlı hayata tahammül edememesinden
kaynaklanır. Ve yine, bu çatışma, mü'minin eksik, kötü ve sapık olan pratik
hayat uğruna, kendi doğru, mükemmel iman düşüncesinden taviz vermemesinden
kaynaklanır. O halde bir mü'minle kendisini çevreleyen cahiliyet arasında bu
cahiliyet iman düşüncesine ve imani hayata boyun eğinceye kadar savaş olması
kaçınılmazdır.
"İşte iman sözlerinde doğru olanlar onlardır."
İşte onlar inançlarında sadık olanların ta
kendileridir. İşte onlar kendilerinin mü'min olduklarını söylerken doğru
söyleyenlerin ta kendileridir. Bu duygular kalpte yer etmedikçe, bu
duyguların izi gerçek hayatta uygulanmadıkça, iman gerçekleşmiş olmaz.
İnançta doğruluktan ve inancın olduğu iddiasından söz edilemez.
Bu ayette söz arası olarak gelmiş olan şu ifade
üzerinde bir nebze duralım: "Gerçek mü'minler ancak Allah'a ve Resulüne iman
eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla
savaşanlardır İşte iman sözlerinde doğru olanlar onlardır." Bu ifade sadece
gelişigüzel söylenmiş bir ifade değildir. Bu ifade, gerçekçi ve psikolojik
bir deneyime parmak basmakta ve insanın nefsine hatta imandan sonra meydana
gelen aksaklığı tedavi eden bir ifadedir. "Sonra asla şüpheye düşmeyen." Bu
ara cümle tıpkı "Şüphesiz Rabbim Allah'tır deyip sonra dosdoğru yolda
yürüyenlerin..." (Fussilet Suresi, 30) ayetindeki ara cümlenin benzeridir.
Birinci ayette, "şüpheye düşmemek" ikinci ayette ise Rabb'imiz Allah'tır
deyip de sonra da "dosdoğru yürümek", mü'min olan bir kimsenin acı
tecrübelerin ve şiddetli imtihanların etkisi ile bazen şüpheye düşüp
sarsıntı duyabileceğine işaret etmektedir. Bir mü'min hayatında kendisini
titreten zorluklara, sarsan musibetlere çarpabilir. İşte bütün bu engeller
karşısında kararlı kalıp sarsılmayan, yüce Allah'a güvenip şüpheye düşmeyen
dosdoğru olan ve yüce Allah ile bağlarını koparmayan kimse Allah katında
böyle bir dereceyi hak eder.
Ayetin ifadesinin bu şekilde gelmesi, yolun kaygan
noktaları ve yolculuğun tehlikeleri hakkında mü'min kalplerin dikkatlerini
çekmektedir. Bundan hedef ise mü'minlerin işlerini sıkı tutmalarını, ölçülü
ve dürüst olmalarını sağlamak ve ufuk belirsizleşip de hava iyice karardığı
ve fırtına ve rüzgarlarla karşılaştığı zaman şüpheye düşmemesini temin
etmektir.
İlahi ifadenin bundan sonraki akışı, bedevilere
dönmekte ve onlara kalplerini ve içinde olanı yüce Allah'ın en iyi bilen
olduğunu ve kalplerinden geçeni onlara kendisinin haber verdiğini ve
kalpleri hakkında kendilerinden bilgi almadığını belirtmektedir:
"De ki: `Siz mi Allah'a dininizi öğreteceksiniz?
Allah, göklerde ve yerde olanları bilir, Allah, herşeyi bilendir."
İnsanoğlu kendi nefsini ve kalbinde olan duyguları
nefsinin özünü ve duygularının gerçek niteliğini bilmediği halde bilgiçlik
taslar durur. Akıl kendisi bile nasıl çalıştığını bilemez. Çünkü akıl
çalışırken kendi kendini kontrol edemez. Kendisini kontrol ederken de normal
çalışmasını yapamaz. O halde ortada aklı kontrol edecek bir mekanizma
yoktur. Akıl normal çalışmasını yaparken aynı anda kontrol görevi yapamaz.
Dolayısı ile akıl, kendisinin nasıl bir özellikte olduğunu, nasıl
çalıştığını anlamaktan acizdir. İnsanın kendisi ile böbürlendiği araç budur
işte...
"Allah göklerde ve yerde olanları bilir."
Yüce Allah göklerde ve yerde olanları gerçek anlamda
bilir, dış görünüşleri ve neticeleri ile değil, onların asılları ve gerçek
kimlikleri ile bilir. Hem de sınırlı ve süreli olmayan kapsamlı ve kuşatıcı
bir bilgi ile bilir. "Allah, herşeyi bilendir." Yüce Allah herşeyi bu
kapsamlı ve kuşatıcı genelleme ile birlikte bilir.
Yüce Allah bedevilerin kavrayamadıkları ve
ulaşamadıkları imanın gerçeğini açıkladıktan sonra, Resulullah'a yöneliyor
ve onların müslüman olduklarından dolayı bunu Peygamberin başına kakmalarını
anlatıyor. Bu başa kakma bile, imanın henüz onların kalplerinde yer etmemiş
olduğuna ve bu kişilerin daha henüz imanın tadını almadıklarını başlı başına
bir delildir.
"Ey Muhammed! Müslüman oldular diye seni minnet
altında bırakmak isterler de ki: `Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın.
Tersine, size imanı nasip, ettiği için Allah sizi minnet altında bırakır."
Bedeviler, islama girmelerini Resulullah'ın başına
kakıyorlar sonra da iman ettiklerini iddia ediyorlardı. Onlara cevap olarak,
islama girmelerini başa kakmaları, eğer iman iddialarında doğru sözlü iseler
asıl lütfun, nimetin yüce Allah'a ait olduğu bildirilmektedir.
Biz, birçoklarının gözden kaçırdıkları ve birçok
mü'minin de bazen dikkat edemediği büyük bir gerçeği içeren bu cevap
üzerinde bir nebze durmak istiyoruz. Şüphesiz ki iman, yüce Allah'ın
yeryüzünde kullarına bahşettiği en büyük nimettir. Yüce Allah'ın daha
başlangıçta bu kula bahşetmiş olduğu varlık nimeti ve varlıkla ilgili olan
rızık, sağlık hayat ve geçim nimetinden daha büyüktür bu iman nimeti.
Bu iman nimeti öyle bir nimettir ki insan varlığına
apayrı bir gerçeklik vermekte ve insana kainat sisteminde köklü ve büyük bir
fonksiyon kazandırmaktadır. İmanın gerçek cevheri insanın kalbine yer eder
etmez, insan denen varlıkta yapmış olduğu ilk şey, şu varlık konusunda
düşüncesine getirmiş olduğu enginliktir. İnsanın varlıkla ilişkisine ve
varlık aleminde insanın fonksiyonuna, bir genişlik getirmesidir. İnsanın
çevresinde bulunan eşyayı, kişileri olayları ve değerleri doğru algılaması
için genişlik getirmesidir. İmanın bu yeryüzü yolculuğunda yüce Allah'a
kavuşana dek, geniş bir iç huzuru bahşetmesi, kendisini çevreleyen herşeyle
ve kendisinin ve şu varlık aleminin yaratıcısı yüce Allah ile dostluk
kurmasının sağlaması ve bunun değerini ve şerefini kendisine
hissettirmesidir. Ve iman nimetinin kula, yüce Allah'ın hoşnut olacağı üstün
bir rol oynayabileceğini ve bu varlık alemi için, içinde olan her şeyle ve
herkesle hayrı gerçekleştirebileceğini kendisine hissettirmesidir.
İmanın, insanı zaman ve mekan ile sınırlı, küçük ve
güçsüz bünyesini çerçevesinden çıkarıp sonuç olarak içinde saklanmış
güçlerin, gizli sırların ve sınır kayıt tanımaz bir enginliğin olduğu bu
varlık alemine kavuşturması insana verdiği düşünce enginliğinin ürünüdür.
Mü'min türü açısından bir tek köke bağlı insanlık
ailesinin bir ferdidir. Bu kök insanlık özelliğini ilk başta yüce Allah'ın
ruhundan, yani çamurdan yapılmış olan bu varlığı ilahi nura kavuşturan yüce
soluktan elde etmiştir. Bu kutsal nur yere ve göğe sığmayan, başı sonu
olmayan, zaman ve yer sınırı ile sınırlanamayan uçsuz bucaksız bir nurdur.
İşte beşer suretinde yaratılan bu mahluku insan haline getiren unsur bu yüce
olan nurdur. İmanın bir insanı kendi nazarında yüceltebilmesi ve kendi
hissinde şereflendirebilmesi için, insana aydınlık ve enginlik
hissettirebilmesi için bu düşüncenin kalbinde yer etmesi yeterlidir. O zaman
insanın ayakları yeryüzünde gezinirken, kalbi nurun kanatları ile, kendisine
bu hayat tarzını bahşeden ilk nur kaynağına doğru kanat çırpar, uçar..
Mü'min, üyesi olduğu topluluk açısından, ümmetin bir
ferdidir. Zamanın akışı boyunca uzanan, Hz. Nuh, İbrahim, Musa ve Hz.
Muhammed ve bunların peygamber kardeşlerinin önderlik ettiği şerefli bir
kervanda yol alan biricik bir ümmetin ferdidir mü'min... Bu düşüncenin
insanın kalbinde yer etmesi, o insanın derinlere kök salmış, dalları çevreyi
kaplayan, uzun ömründe boyu göklere ulaşan, etrafa kanat geren upuzun ve hoş
bir ağacın bir dalı olduğunu hissetmesi için yeterlidir... Evet insanın
hayatının daha başka bir tadı olduğunu hissetmesi için, hayatı yeniden
hissetmesi için ve şu hayatına bu köklü üyelik bağından kaynaklanan şerefli
bir hayat katabilmesi için, bu duyguyu hissetmesi yeterlidir.
Sonra insanın düşüncesi genişler, genişler nihayet
mü'minin şahsını, ümmetini, insan olan hemcinslerini aşar ve mü'min bütün şu
varlık alemini görür. Yüce Allah'ın yaratması ile meydana gelen, ondan
kaynaklanan, ruhunun bir soluğu ile insan haline geldiği yüce Allah'tan
kaynaklanan, varlık alemini görür. Ve imanı kendisine, bütün bu varlık
aleminin canlı bir varlık olduğunu ve canlı varlıklardan oluştuğunu
öğretir... Ve yine imanı kendine, bütün şu kainatın bir ruhu olduğunu ve
herşeyin ruhu ile birlikte, bu koca kainatın ruhunun -tıpkı kendi ruhu gibi-
dualarla ve tesbihlerle yüce yaratıcısına yöneldiğini, hamd ve taatla O'nun
çağrısına uyduğunu, teslimiyet ve boyun eğerek O'na yöneldiğini öğretir. Ve
bir de bakar ki mü'min, bu kainatın ortasında, bütünün, ayrılmaz ve kopmaz
bir parçasıdır, yüce yaratıcısından gelmekte ve ruhu ile ona yönelmekte ve
sonunda da ona dönmektedir... İşte o zaman mü'min bir de ne görsün, sınırlı
varlığından çok daha büyüktür, bu korkunç kainatın büyüklüğünü canlandırması
oranında, kendi sınırlı varlığından daha büyüktür. Bir de bakar ki,
kendisini çevreleyen ruhlarla dosttur, sonra bütün bunların ardından,
kendisini koruyan yüce Allah'ın ruhu ile dost olmuştur. İşte o zaman
kendisinin bütün şu varlık alemi ile ilişki kurabileceğini ve bu alemde
enine ve boyuna uzanabileceğini, çok şeyler yapabileceğini ve büyük olaylar
ortaya çıkarabileceğini, herşeye etki edip herşeyden etkilenebileceğini
hisseder. Sonra da, kendisini yaratan ve kainattaki tüm güç ve enerjileri
yoktan var eden bu büyük güçten, kaybolmayan, tükenmeyen, zayıflamayan büyük
güçten direkt olarak güç alabileceğini hisseder.
Bu geniş ve engin düşünce sayesinde mü'min,
eşyalarla, olaylar, şahıslarla değerler, önem verme ve hedeflerle ilgili
yeni ve gerçek ölçüler edinir. Ve mü'min şu kainattaki gerçek fonksiyonunu
ve şu hayattaki gerçek görevini görür ve anlar. Kendisinin kainatta yüce
Allah'ın planlayıp yarattığı şeylerden birisi olduğunu, yüce Allah'ın
dilediği şeyleri kendisi vasıtası ile ve kendisinde gerçekleştirmek için
kendisini yönlendirdiğini fark eder. Ve şu gezegen üzerinde, yolculuğuna
kararlı adımlarla, gözü açık ve vicdanı rahat olarak devam eder.
İşte mü'min, varlık aleminin aslına dair, kendisine
biçilen fonksiyonun ve şu fonksiyonunu yerine getirmek için kendisine
verilen gücün aslına dair bütün bu bilgilerden, çevresinde olup biten ve
başına gelen şeylere karşı rahatlık, iç huzuru ve sükunet kazanır. Çünkü o,
nereden geldiğini, niçin geldiğini ve nereye gideceğini ve kendisi orada
niçin bulunmaktadır bütün bunları bilir. Ve bilir ki kendisi bu dünyada bir
sebepten dolayı bulunmaktadır ve başına gelen herşey bu durumun tamamlanması
için planlanmıştır. Ve bilir ki, dünya ahiretin tarlasıdır ve kendisi büyük
küçük hep yaptığının karşılığını görecektir, kendisi boşuna yaratılmamıştır
ve asla kendi haline bırakılmayacaktır ve asla tek başına kalmayacak ve
gitmeyecektir.
Bütün bu gerçekleri bilince, nereden gelip nereye
gideceğini bilmemekten yolun gizli yönlerini görmemekten geliş ve gidişleri
ile bu yoldaki yolculuğunun gerisinde gizli olan hikmetlere güvenmemekten
kaynaklanan şaşkınlık, şüphe ve endişe gibi duygular kaybolur gider.
Ömer Hayyam'ın dile getirdiği ve benim tercüme
ettiğim duygular kaybolur gider.
Görüşüm alınmadan hayat elbisesini giydim. Bir yığın
düşünce arasında şaşırdım kaldım, Bir gün gelecek atacağım elbiseyi,Bilmeden
nereden geldiğimi nereye gideceğimi.
Mü'min kalp huzuru, vicdan rahatı ve ruh sükuneti
içinde bilir ki, hayat elbisesini, bütün varlığı, üstün hikmet ve bilgelikle
çekip çeviren yüce Allah'ın takdiri uyarınca giymiştir. Ve kendisine
elbiseyi giydiren kimsenin kendisinden daha iyi hüküm verdiğini ve kendisine
karşı çok daha şefkatli olduğunu bilir. O halde kendisine danışılmaya,
görüşünün alınmasına gerek yoktur. Çünkü kendisi, şu herşeyi bilen ve gören
el sahibinin görüşü gibi görüş ileri süremez. Ve bu güç sahibi olan yüce
Allah, bu kainatta içinde herşeyden etkilenerek ve herşeye de etki ederek
belirli bir fonksiyonu yerine getirsin diye bu elbiseyi giydirmiştir
kendisine... Ve yine bilir ki mü'min bu fonksiyon, başlangıcından sonuna
kadar, eşya ve canlıların tüm fonksiyonları ile ahenk içindedir.
O halde mü'min bu dünyaya niçin geldiğini bildiği
gibi nereye gideceğini de bilir. Değişik düşünceler arasında şaşırıp kalmaz.
Aksine mü'min, kendisine verilen bağışın güzelliğini ve armağanın yüceliğini
hissederek yolculuğunu sürdürür ve fonksiyonunu rahat içinde, atılım ve
huzur içinde yerine getirir.
Mü'min bu yolculuğunu şerefli, lütuf sahibi, güzel,
latif, çok seven. ve merhametli elin kendisine sunduğu hayat nimetini veya
elbisesinin güzelliğini ve ne kadar çekici olursa olsun yerine getirmiş
olduğunu fonksiyon nimetinin yüceliğini hissederek, yüce Rabb'ine sevimli
bir özlem içinde kavuşmak için bu yolculuğu sürdürür ve fonksiyonunu yerine
getirir.
Kur'an'ın ışığı altında dirilişim gerçekleşmeden ve
yüce Allah benim elimden tutup da lütufkâr himayesine almadan önce endişe ve
başıboşluk içinde yuvarlanıp durduğum zamanlar da duyduğum duygu gibi
düşünceler kaybolur o zaman. Yorgun ruhumun bütün kainata giydirdiği bu
düşünceyi o zamanlar şöyle dile getirmiştim:
Şaşmış kalmış kainat bilmez nereye gidiyor? Eğer
isteyerek gidiyorsa niçin nereye gidiyor? Boşuna oyalanma ve boşa gitmiş bir
çabadır. Ve en sonunda sevimsiz belirsiz bir akıbet...
Ama bugün ben -yüce Allah'a sonsuz hamd ve minnet
olsun- biliyorum ki, boşa giden bir çaba yoktur ve her çabanın bir karşılığı
vardır. ve ortada kaybolup giden bir yorgunluk yoktur ve her yorgunluğun
mutlaka bir meyvesi olacaktır. Ve akıbet sevindiricidir ve bu akıbet Adil ve
Merhametli olan yüce Allah'ın huzurunda olacaktır. Yüce Allah'a hamd ve
minnet olsun ki bugün ben, eskiden düşündüğüm gibi kainatın o sefil duruşu
ile şaşkınlık içinde durduğunu asla hissetmiyor ve kabul etmiyorum. Kainatın
ruhu Rabb'ine inanmakta, O'na yönelmekte ve O'na hamd ederek O'nu tesbih
etmektedir. Kainat yüce Allah'ın kendisi için koymuş olduğu kanunlar
uyarınca itaat, hoşnutluk ve teslimiyet içinde yoluna devam ediyor.
Bu duygu ve düşünce dünyasında büyük bir kazanç
olduğu gibi, yapılan işin faaliyetin, etkilenme ve etki etmenin güzelliği
konusunda büyük bir kazançtır. Buna ek olarak vücut ve sinir dünyasında da
büyük bir kazançtır.
Öte yandan iman -halâ- itici bir güç ve potansiyel
bir enerjidir. İmanın cevheri kalplere yerleşir yerleşmez etkinliğini yapmak
ve olaylarda kendi etkisini göstermek için harekete geçer. Kapalı olan asıl
şekli ile görünen şekli arasında bir uyum olması için hemen harekete geçer
iman... Ayrıca insan bünyesindeki bütün hareket mekanizmasını hakimiyeti
altına alır ve onu yolunda ileriye doğru iter. "Ruhlarda yer eden inancın
gücü ile ruhların inanç sayesinde güçlenmesinin sırrı burada yatar. İnancın
yeryüzünde meydana getirdiği ve her gün de meydana getirmeye devam ettiği
harikanın (mucizenin) sırrı budur işte. Bu mucizedir ki, günden güne hayatın
çehresini değiştirmiş, fert olsun toplum olsun bütün herkesin sonsuz ve
büyük bir hayat uğruna fani ve sınırlı ömründe fedakarlıklara sevk etmiş
güçsüz, kuvvetsiz bir kişiyi otorite gücü, paranın, demirin ve ateşin gücü
karşısında baş kaldırtmıştır. En sonunda bir de bakılmış ki, bütün bunlar
inanan bir ferdin ruhundaki itici inanç gücü karşısında yenilgiye mahkum
olmuştur. Aslında bütün bu kuvvetleri yenen, gücü sınırlı fani olan fert
değildir. aksine, mü'minin ruhunun kendisinden güç alıp yararlandığı akıl
almaz büyük güç ve asla bitip tükenmek nedir bilmeyen zayıflayıp azalmayan
ve daima fışkırıp duran o kaynaktır, mü'mine bu gücü sağlayan" ("Dünya
Barışı ve İslam" isimli kitabın "İnanç ve hayat" bölümünden alıntıdır)
"Fertlerin ve toplumların hayatlarında dini inancın
meydana getirdiği bu mucizeler (harikalar) gizli kapalı hurafe üzerinde
kurulu değildir, öcülere ve rüyalara dayanmaz. Aksine akılla kavranabilen
sebepler ve değişmez sabit temeller üzerine kuruludur. Gerçekten dini inanç,
insanı gizli ve açık kainat kuvvetlerine bağlayan, ruhuna güven, iç huzurunu
aşılayan ve mü'mine kesin zafer inancının gücü ve yüce Allah'a dayanmanın
verdiği güç ile gelip geçici güçler ve batıl sistemlerin karşısında dikilme
gücü bahşeden evrensel bir düşünce sistemidir. Bu sistem, kişinin
çevresindeki insanlar, olaylar ve eşya ile olan ilgisini yorumlamakta ona
gayesini, yöneleceği istikameti ve yolunu göstermekte bütün kuvvet ve
enerjisini toplayarak bütün enerji ve gücünü bir yöne kanalize etmektedir.
İşte imanın gücü buradan gelmektedir. İmanın bütün güç ve enerjileri bir tek
eksen etrafında toplama ve bir tek yöne kanalize etme gücü buradan
gelmektedir. İman bu yöne doğru güç, güven ve kesin kanaatle birlikte hedefi
aydınlık olarak yoluna devam eder."
İmanın gücünü artıran bir faktör de, bütün kainatın
görünen ve görünmeyen kısmı ile birlikte yürümüş olduğu değişmez doğrultuyu
izlemesinden ve kainatta var olan bütün gizli güçlerin iman yönüne doğru
hareket etmesi ve mü minin yolunda o güçlerle buluşması ve onların Hakk'ın
batıla galip getirilmesi uğrunda akıllara durgunluk veren hücumlarına,
ortaklaşa katılmasıdır. Batılın ne kadar gözleri kamaştıran ve dışa vuran
gücü olsa da yine de bu hak yanlışı güçler karşısında mağlup olması
kaçınılmazdır.
Ne kadar doğru söylüyor yüce Allah: "Ey Muhammed!
Müslüman oldular diye seni minnet altında bırakmak isterler; de ki:
`Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın. Tersine, size imanı nasip ettiği
için Allah sizi minnet altında bırakır."
Gerçekten bu, yüce Allah'tan başka hiçbir kimsenin
sahip olmadığı ve ancak bu büyük ihsanı hakkettiğini bildiği kimselere
bahşettiği, büyük bir ihsandır. Ne kadar doğru söylüyor yüce Allah. Bu
gerçekler, anlaşılan gerçekler ve bu anlam ve duygularla dost olan ve
bunların yardımı ile ve bunlarla birlikte yaşayıp da bu gezegen üzerinde bu
gerçeklerin gölgesinde ve yol göstericiliği ile yolculuğuna devam edenler ne
kaybederler? Öte yandan nimetler içinde yüzseler ve hayvanlar gibi yiyip
içip eğlenseler bile bu gerçekleri ve bu duyguları yitirenler ne kazanırlar?
Hayvanlar onlardan daha doğru yoldadırlar. Çünkü onlar fıtratları ile imanı
bilirler ve bu imanla yüce yaratıcılarını bulurlar...
"Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gizlisini bilir.
Allah yaptıklarınızı görmektedir."
Göklerin ve yerin gizlisini bilen kimse, ruhların
sırrını ve vicdanların derinliğini, duyguların iç yüzünü bilir. İnsanların
yaptıklarını görür ve onlar hakkındaki bilgisi dillerinin söylediği sözlere
dayanmaz. Aksine kalplerinden coşup gelen duygulara ve kalplerindeki
duyguları doğrulayan amellere dayanır.
Şimdi... İşte bu sure en büyük gerçekleri gözler
önüne sererken ve bu gerçeklerin köklerini vicdanların derinliklerine
yerleştirirken, onsekiz ayeti ile nerede ise şerefli, tertemiz yüce ve
kurtulmuş bir dünyanın ana çizgilerini tek başına vermektedir.
HUCURAT SURESİNÏN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.