11-Hud
1- Elif, Lâm, Ra. Bu
Kur'an, her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem,
uyumlu cümlelerle örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan ayetlerden
oluşmuş bir kitaptır.
2- (İçeriğinin özü
şudur): Allah'dan başkasına kulluk sunmayınız. Ben, O'nun size gönderdiği
bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.
3- Rabbinizden af
dileyiniz, pişmanlık duygusu ile O'na yöneliniz ki, belirli bir sürenin
sonuna kadar sizi mutlu yaşatsın ve her erdemli kişiye erdemli
davranışlarının ödülünü versin. Eğer O'na sırt dönerseniz, sizin hesabınıza
"büyük gün "ün azabından korkarım.
4- Dönüş veriniz
Allah'ın huzurudur. O'nun gücü her şeye yeter.
Bu ayetlerde aşağıdaki inanca ilişkin temel
gerçekler bir çırpıda dile getiriliyor:
1- Vahiy ve peygamberlik gerçeği vurgulanıyor.
2- Kulluğun ortaksız, tek Allah'a sunulması
gerektiği belirtiliyor.
3- Yüce Allah'ın ilettiği yola koyulanların, O'nun
hayat sistemine uyanların, hem dünyada ve hem de ahirette bu olumlu
tercihlerinin ödülünü alacakları ifade ediliyor.
4- Yüce Allah'ın, Peygamberimizi yalanlayanları
ahirette cezaya çarptıracağı ve asi olsun, itaatkâr olsun, bütün insanların
yüce Allah'ın huzuruna dönecekleri açıklanıyor.
5- Yüce Allah'ın mutlak gücü ve sınırsız egemenliği
vurgulanıyor.
"Elif, lâm, Ra" harfleri, surenin ilk ayetinin
öznesini oluştururlar. "Bu Kur'an, her işi yerinde ve her şeyden haberdar
olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümlelerle örülen sonra ayrıntılı
biçimde açıklanan ayetlerden oluşmuş bir kitaptır" cümlesi ise, bu ana
cümlenin yüklemidir. Yani müşriklerin yalanladıkları Kur'an, işte bu
harflerden oluşmuş bir kitaptır. Oysa onlar aynı harfleri kullanarak onun
herhangi bir bölümünün benzerini meydana getirmekten acizdirler.
Bu kitabın ayetleri "muhkem" cümlelerle örülmüştür.
Yani bu cümlelerin kuruluşları sağlamdır; kelimeler ile anlamları arasındaki
ilişki son derece sıkıdır; bu cümlelerdeki her kelime, her ifade yerli
yerindedir; her anlamı ve her direktifi özel bir amaç taşır; her iması ve
her işareti belirli bir hedefle çakışıktır. Cümlelerinin yapısı uyumludur,
öğeleri arasında çatışma ve çelişki yoktur; cümlelerini oluşturan kelimeler
aynı düzenliliği yansıtan bir ahenk içindedirler. Sonra "Bu ayetler
ayrıntılı biçimde açıklanmışlardır." Yani amaçlarına göre çeşitli bölümlere,
çeşitli kategorilere ayrılmışlardır. Her bölüme gerektirdiği oranda yer
verilmiştir.
Peki bu ayetleri "muhkem" biçimde ören, sonra da
onları böylesine özenli biçimde detaylandıran kimdir? Bu işi yapan, doğrudan
doğruya yüce Allah'ın kendisidir, Peygamberimizin bu düzenlemede hiçbir
katkısı yoktur. Yani;
"Bu Kur'an, her işi yerinde ve her şeyden haberdar
olan Allah tarafından düzenlenmiştir."
Yüce Allah, bu kitabı "hikmet" ilkesine dayalı
olarak "muhkem"leştirmiş; sınırsız bir "bilge"liğe dayalı olarak
detaylandırmıştır. O'nun katından bu biçimi ile gelmiştir bu kitap. Yani onu
Peygamberimize indirildiği biçimi ile. Hiçbir değişikliğe, hiçbir
başkalaşıma uğramış değildir.
Peki, bu kitabın içeriği nedir? O'nun ayetleri inanç
sistemine ilişkin temel ilkeleri, ana prensipleri anlatır bize. Bu ana
ilkeleri şöyle sıralayabiliriz:
1- "Allah'dan başkasına kulluk sunmayınız." Bu
cümlede egemenliğin, kulluğun, bağlılığın ve itaatin tek kaynağa
yöneltilmesi gerektiği dile getirilir.
2- "Ben O'nun size gönderdiği bir uyarıcı ve
müjdeleyiciyim." Bu cümlede peygamberlik misyonu ve bu misyonun gereği olan
"uyarıcılık" ve "müjdeleyicilik" fonksiyonları ifade edilir.
3- "Rabbinizden 'af dileyiniz, pişmanlık duygusu
içinde O'na yöneliniz. Bu cümlede müşrikliği ve isyankârlığı bırakarak yüce
Allah'a dönme ilkesi, Allah'ın birliği ve egemenliğinin ortaksızlığı
prensibi vurgulanıyor.
4- "...ki, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi
mutlu yaşatsın ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü
versin." Ayetin bu bölümünde eğri yoldan dönerek yüce Allah'dan af
dileyenlere yönelik ödül açıklanıyor.
5- "Eğer O'na sırt dönerseniz, sizin hesabınıza
`büyük gün'ün azabından korkarım." Bu cümlede ilahi mesaja sırt çevirenlere
yönelik tehdit ifade ediliyor.
6- "Dönüş yeriniz Allah'ın huzurudur." Bu cümlede
dünyada ve ahirette Allah'ın huzurundan başka başvurulacak veya dönülecek
bir yerin olmadığı vurgulanıyor.
7- "O'nun gücü her şeye yeter." Bu son cümlede ise
yüce Allah'ın mutlak gücü ve her şeyi kapsamına alan egemenliği dile
getiriliyor.
İşte sözkonusu kitap ya da bu "Kitab"ın ayetleri
bunlardır. İşte bu "Kitab"ın açıklamak üzere geldiği ve açıkladıktan sonra
yapısını üzerlerine kuracağı önemli ilkeler bunlardır.
Hiçbir din bu kuralları oturtmadıkça ne yeryüzünde
yer tutabilir ve ne de insanlığa dönük bir sosyal düzen kurabilir.
Meselâ egemenliği yüce Allah'ın ortaksız tekeline
verme ilkesi inanç alanında, tek başına anarşi ile düzen arasındaki
yolayırımıdır. Bu ilke benimsenmedikçe insanlığı saplantıların, hurafelerin,
sahte egemenliklerin boyunduruğundan kurtarmak mümkün değildir. Böyle
durumlarda insanlar çok sayıda sahte ilahlara, bu sahte ilahların
ihtiraslarına, yüce Allah ile kul arasına giren simsarlara, ilahlığın
"kendine özgü" özelliklerinin gaspedicileri olarak ortaya çıkan krallara,
padişahlara, cumhurbaşkanlarına ve diktatörlere kul-köle olmaya
mahkûmdurlar. Tamamı ile yüce Allah'ın kendine özgü yetkileri olan Rabblığı,
egemenliği, kayıtsız-şartsız otoriteyi ve ortaksız yönlendirmeyi kendilerine
yakıştıran bu sahte ilahlar ve diktatörler, insanları, sahte ve "çalınmış"
otoriteleri önünde boyun eğdirirler.
Herhangi bir sosyal, politik, ekonomik, ahlaki ya da
devletlerarası sistem, eğer belirgin, net ve istikrarlı bir prensipler
bütünü üzerine oturmak istiyorsa, kişisel arzulara ve kötü amaçlı
saptırmalara karşı varlığını garantiye almaya özen gösteriyorsa, mutlaka
böylesine yalın ve böylesine net bir biçimde "Allah'ın birliği" ilkesine
dayanmak, öncelikle bu ilkeyi oturtmak zorundadır.
Eğer amaç insanlığı ezilmişlikten, yılgınlıktan ve
yaygın endişeden kurtararak onu yüce Allah'ın bağışı olan gerçek "onur"la
donatmak ise mutlaka egemenliği, rabblığı, kayıtsız-şartsız otorite ve
ortaksız yönlendiriciliği yüce Allah'ın tekeline vererek kulların hiçbir
şekilde bu yetkiye ortak olmaya yeltenmemelerini teminat altına almak
gerekir.
İslâm ile cahiliye arasında, hak ile zorbalık
arasında tarih boyunca süregelen amansız savaşın konusu yüce Allah'ın
evrenin ilahı olup olmadığıdır, yoksa yüce Allah'ın sebepler ve evrensel
kanunlara egemen olup olmadığı meselesi değildir. Bu iki kutup arasındaki
temel çatışma ve amansız savaş konusu, insanların rabbi kim olacak, yani
insanlar üzerinde kimin yasaları egemen olacak, onların hayatına kim yön
verecek, "itaat" kime yöneltilecek meselesidir.
Yeryüzünün mücrim zorbaları, azgın tağutları bu
hakkı gaspederek insanlar üzerinde onu kullana gelmişler, bu gasp eylemi ile
insanları yüce Allah'ın egemenliği dışına çıkararak ezmişler, onları yüce
Allah'ın onurlu kulları yerine kendilerinin onursuz köleleri haline
getirmişlerdir. Buna karşılık tarih boyunca bütün peygamberler ve islâmi
hareketler sürekli olarak bu "çalınmış" otoriteyi zorba diktatörlerden geri
alıp onu tekrar asıl sahibine, yani yüce Allah'a geri vermek için mücadele
etmişlerdir.
Yüce Allah'ın hiç kimseye, hiçbir şeye ihtiyacı
yoktur. Asilerin isyanı ve azgınların azgınlığı O'nun mülkünden hiçbir şey
eksiltmeyeceği gibi, itaatkârların itaati ve ibadet edenlerin ibadeti de
O'nun mülküne bir şey eklemez. Yüce Allah'ın ortaksız egemenliği altına
girerek kula kulluktan kurtuldukları takdirde şeref kazanacak olanlar,
onurlarını kurtarıp üstün konuma yükselecek olanlar insanların
kendileridirler. Yüce Allah kullarının şerefli, onurlu ve üstün konumlu
olmalarını istediği için insanlığa peygamberler göndermiştir. Amaç insanları
kula kulluktan kurtarıp, Allah'ın ortaksız kulluğuna döndürmektir. Yani
maksat insanların iyiliğini gerçekleştirmektir. Yoksa Allah'ın hiç kimseye
ihtiyacı yoktur.
İnsanlar yüce Allah'ın ortaksız egemenliğine
girmeye, O'ndan başkasının egemenlik boyunduruğunu boyunlarından çıkarmayı
azmetmedikçe hayatlarında Allah'ın kendileri için dilediği onur düzeyine
yükselemezler. Bu düzeye yükselebilmeleri için insan onurunu ayaklar altına
düşüren kula kulluk boyunduruğunun her türlüsünden sıyrılmaları gerekir.
Yüce Allah'ın ortaksız egemenliği O'nun insanların
rakipsiz Rabbi olmasında somutlaşır. Rabblik, insanların kayıtsız-şartsız
egemeni olmak, onların hayatlarına yön veren yasaların ve buyrukların tek
mercii olmak anlamına gelir. Yüce Allah'ın "Rabb"lığını kabul etmek, O'nun
dışındaki hiç kimsenin yasalarına ve buyruklarına boyun eğmemek demektir.
İşte bu surenin ilk ayetinin açık ifadesine göre
yüce Allah'ın kitabının ana konusu ve içeriğinin özü budur. Tekrarlıyoruz:
"Bu Kur'an, her işi yerinde ve her şeyden haberdar
olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümlelerle örülen, sonra ayrıntılı
biçimde açıklanan ayetlerden oluşmuş bir kitaptır."
İşte kulluğun anlamı budur. Kulluğun anlamının bu
demek olduğunu Kur'an-ı Kerim ile aynı dili konuşan o günün Arapları iyi
biliyorlardı. Peygamberlik misyonuna inanmak, Peygamberin yerleştirmek amacı
ile geldiği bu ilkeleri onaylamanın temel şartıdır. Bu ilkelerin, bu
Kur'an'ın yüce Allah katından geldiği konusundaki her tür şüphe, bu ilkelere
yönelik kalplerde kökleşmesi gereken zorlayıcı saygıyı kaçınılmaz olarak
yokeder. Yani bu ilkelerin ve bu Kur'an'ın direktiflerinden koruyacak olan
faktör, bu zorlayıcı saygıdır. Bu inanç sisteminin yüce Allah katından
geldiğine ilişkin bilinç, hem asi gönülleri sonunda Allah'a teslim oluncaya
kadar sürekli kovalar ve hem de gönülleri tereddüde, sapmaya ve yalpalamaya
düşmeksizin itaatkârlıklarını sürdürmeye zorlar.
Bunun yanısıra Peygamberlik misyonuna inanmak, yüce
Allah'ın insanoğlundan beklediği tutumu düzenleyen bir kriter koyar ortaya.
İlahi egemenliğe ilişkin konularda insanların tek kaynağa dayanmalarını
sağ!ar. Bu tek kaynak, peygamberlik kurumudur. Ancak o zaman her Allah'ın
günü ortaya çıkacak olan zorba bir diktatör, yalancı bir tağut, söylediği
her sözün ve koyduğu her kanunun, Allah'ın sözü ve Allah'ın yasası olduğunu
iddia etme imkânını bulamaz, kendi kafasından uydurduğu sözleri ve yasaları
Allah'a maledemez.
Bilindiği gibi eski-yeni bütün cahiliye
toplumlarının ortak hastalığı şudur. Adamlar kendi kafalarından çeşitli
yasalar koyarlar; çeşitli değer yargıları, gelenekler ve adetleri piyasaya
sürerler. Sonra inanılmaz bir madrabazlıkla ortaya çıkarak "Bunlar, Allah
katından gelmedir" derler!
Bu anarşinin kökünü kurutabilmek için, yüce Allah
adına yürütülen bu madrabazlığın kesinlikle önüne geçebilmek için, ortada
mutlaka tek bir kaynak olması gerekir. Yüce Allah'ın sözünün insanlara
ileticisinin tek olması lâzımdır ki, bu tek kaynak ve tek iletici de
Peygamberdir.
Allah'a ortak koşmaktan ve isyan etmekten vazgeçerek
O'ndan af dilemek, kalbin duyarlılığına, coşkunluğuna, günahının bilincine
vararak tevbe etme arzusu duyduğuna delildir. Bunu izleyecek olan adım,
işlenen günahtan fiilen uzaklaşarak ilahi direktiflere uygun davranışlar
yapmaya yönelmektir. Bu iki kanıt olmaksızın tevbenin varlığından
sözedilemez. Bu iki kanıt tevbenin iki somut göstergesidir. Arkasından
bağışlanmayı ve kabul edilmeyi getirmesi umulabilecek olan tevbe, ancak bu
iki göstergenin somut varlığı halinde varlığını gerçekleştirebilir.
Buna göre eğer bir kimse müşrikliğe tevbe ederek
İslâma girdiğini sandığı halde yüce Allah'ın ortaksız egemenliğini
onaylamıyorsa, hayatına yön veren ilkeleri Peygamberimiz aracılığı ile sırf
yüce Allah'a dayandırmıyorsa, bu kimsenin müşrikliği bırakıp, müslüman
olduğu şeklindeki kanısının hiçbir değeri yoktur. Çünkü onun bu kanısı yüce
Allah'dan başkasının egemenliğini kabul etmekle fiilen yalanlanmaktadır.
Tevbe edenlere yönelik "müjde" ile ilahi buyruklara
sırt dönenlere yönelik "tehdit" peygamberlik kurumunun ve ilahi mesajı
duyurma fonksiyonunun temel dayanaklarıdırlar. Bunlar "özendirme" ve
"caydırma" unsurlarını oluştururlar. Yüce Allah'ın insan tabiatına ilişkin
engin bilgisine göre bu iki unsur, sağlam ve köklü caydırıcılardır.
Ahirete inanmak ise, dünya hayatının bir amacı
olduğuna, bu amacın peygamberler tarafından insanlara önerilen iyi
davranışlar olduğuna, bu iyi davranışların karşılıklarının mutlaka
görüleceğine, eğer bu karşılıklar dünyada görülmez ise ahirette
görüleceklerinin garanti olduğuna; insan hayatının kendisi için belirlenen
doruğa orada ulaşacağına ilişkin bilincin oluşup pekişmesi için gereklidir.
Dünya hayatında yüce Allah'ın sisteminden ve hikmetli yolundan sapanların
azaba çarpılacaklarına, sonsuz bedbahtlığın çukuruna yuvarlanacaklarına
ilişkin inanç da bu temel bilincin öbür yüzünü oluşturur. Bu bilinç,
sağlıklı insan fıtratını sapmalardan alıkoyan bir garantidir. Eğer insan
fıtratı, herhangi bir ihtirasa yenik düşerse, herhangi bir psikolojik zaafın
pençesine kapılırsa, bu garanti sayesinde geriye dönerek tevbe eder,
büsbütün isyana dalmaz. Böylece yeryüzündeki insan hayatına dirlik egemen
olur, hayat iyi yol doğrultusundaki gelişimini sürdürmüş olur.
Buna göre ahirete inanmak, bazı kimselerin
sandıkları gibi sadece öbür alemdeki sevaba konmanın yolu değildir, bunun
yanısıra dünya hayatının iyilik doğrultusuna bağlı kalmasının, hayatı iyiye
götürüp geliştirmenin de garantisi ve özendiricisidir. Yalnız bilmek gerekir
ki hayat düzeyini geliştirmek, maddi kalkınmayı sağlamak başlıbaşına amaç
değil, insana yaraşır bir hayat biçimini gerçekleştirmenin aracıdır. O insan
ki, yüce Allah ona kendi ruhundan bir soluk üflemiş, onu diğer çoğu
yaratıklarından üstün tutmuş, kendisini hayvanınkinden üstün bir düzeye
çıkarmıştır. Böylece yüce Allah, insan hayatının amaçlarının hayvanın zaruri
ihtiyaçlarının üzerine yükselmesini, insan içgüdülerinin ve ideallerinin
hayvan içgüdülerinden ve isteklerinden aşkın olmasını dilemiştir.
Bundan dolay peygamberlik kurumunun ya da "muhkem"
ve "ayrıntılı açıklamalı" Kur'an ayetlerinin içeriği ilk sıradaki yüce
Allah'ın ortaksız egemenliği ve peygamberlik misyonunun O'nun katından
kaynaklandığı ilkesini dile getirdikten sonra insanları müşriklik suçundan
tevbe etmeye, Allah'dan af dilemeye çağırmıştır. Çünkü bu iki davranış, iyi
amel işleme yoluna girmenin başlangıç adımlarıdır. İyi amel sadece kalp
temizliği ile farz ibadetleri yerine getirmekten ibaret değildir. İyi amel,
"iyiye götürme"nin bütün anlamları ile toplumları, hatta insanlığı iyiye
götürmektir. Bütün yapma, onarma, çalışma, kalkındırma ve üretme
faaliyetleri bu kavramın kapsamına girer. Bu tutumun karşılığı olan sonuç,
ayette şöyle ifade ediliyor:
"Ki, Allah, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi
mutlu yaşatsın ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü
versin."
Dünyadaki "mutlu hayat" yararlanılan nimetlerin
niteliği ile ilgili olabileceği gibi bu nimetlerin nicelikleri ile, yani
bollukları ile ilgili de olabilir. Ahiretteki mutluluk ise, hem niteliği ve
hem de niceliği içerir. Üstelik bu niceliksel ve niteliksel mutluluk insan
hayalini aşan boyutlara tırmanır. Şimdi biz dünya hayatına ilişkin mutluluk
konusuna değinelim:
Çoğu kere dünya hayatında iyi insanların, salih amel
işleyen kimselerin, günahlarından ötürü Allah'dan af dileyip tevbe edenlerin
çalışıp didinenlerin geçim sıkıntısı çektiklerini görürüz. Peki, o zaman
"mutlu hayat" müjdesi nerede kaldı?
Öyle inanıyoruz ki, bu soru çoklarının dilinden
dökülen bir sorudur. Okuduğumuz ayetin içerdiği büyük anlamı kavrayabilmek
için hayata geniş bir açıdan bakmamız, onun geniş kapsamlı çapını görmemiz,
sadece geçici bir görüntüsüne bakışlarımızı takmamamız gerekir.
Öyle bir toplum düşünelim ki, dengeli ve iyi işleyen
bir düzene sahiptir. Yüce Allah'a inanmayı, egemenliği O'nun ortaksız
tekeline vermeyi, O'nu rakipsiz Rabb ve kayıtsız-şartsız hakim bilmeyi ilke
edinmiştir. Böyle bir toplumda ilerleme, refah ve mutluluk toplumsal düzeyde
mutlaka egemen olduğu gibi bireysel düzeyde de mutlaka emek ile kazanç
arasında adalet, hoşnutluk ve güven geçerli olur. Eğer herhangi bir toplumda
çalışan-didinen ve üretime katkıda bulunan "iyiler" geçim sıkıntısı içinde
kıvranıyorlarsa, bu durum şunu gösterir. O toplumda yüce Allah'a inanma
ilkesine dayalı, emek ve kazanç arasında adaletli dengeyi kurmuş bir sosyal
düzen geçerli değildir.
Üstelik bu tür toplumlarda yaşayan yapıcı, üretici
ve "iyilikten yana" olan fertler kendi sınırlı dünyalarında mutlu bir hayat
sürerler. Geçim sıkıntısı çekseler bile, ekmek paralarını zor sağlasalar
bile, hatta içinde yaşadıkları toplum tarafından dışlansalar ve baskılara
uğratılsalar bile bu böyledir. Vaktiyle müşrikler, müslüman azınlığı baskı
altında tutmuşlar ve her dönemdeki cahiliye toplumlarında insanları Allah'a
çağıran mü'min azınlıklara, baskı uygulamışlardır. Bu hükmümüz ne hayaldir
ve ne de kuru bir iddiadır. Çünkü kalpleri donatan mutlu sona ilişkin güven,
yüce Allah ile ilişki halinde olma bilinci; ilahi zaferin, ilahi bağışın ve
ilahi desteğin günü gelince mutlaka imdada yetişeceği umudu, pratik hayatta
çekilen birçok yokluğun ve sıkıntının telafisi yerine geçer. Bu beklenti,
kaba maddecilik algılarının üzerine yükselebilmiş insanlar için başlıbaşına
bir mutluluk, başlıbaşına haz verici bir nimettir.
Bunu emeklerinin karşılığını elde edemeyen mazlumlar
ve ezilmişlerin, mahkum edildikleri adalete aykırı sosyal şartlara razı
olsunlar diye söylemiyoruz. İslâm böyle bir düzene razı değildir. İman bu
tür dengesiz şartlar karşısında sessiz kalmaz. Gerek mü'min toplum, gerekse
mü'min fertler bu dengesizliklerin giderilmesi için sürekli çaba harcarlar.
Böylece el emeğini seferber ederek üretime katkıda bulunan iyi insanların
mutlu bir hayat düzeyine kavuşması için mücadele ederler. Biz böyle diyoruz,
çünkü söylediğimiz gerçektir, yüce Allah ile ilişki halinde olan dar geçimli
mü'minler, bunun böyle olduğunun bilincindedirler. Böyle olmasına rağmen,
onlar günahlarından af dileyip tevbe ederek Allah'a yönelmiş ve Allah'ın
direktifleri uyarınca çalışıp didinerek insanların lâyık oldukları mutlu
hayata kavuşmaları ve böyle bir düzeni garanti edecek sosyal şartları
gerçekleştirmeleri uğruna sürekli çaba harcarlar, ellerinden gelen
mücadeleyi yaparlar. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
" ..Ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının
ödülünü versin."
Bazı tefsir bilginleri buradaki "ödül"ü, ahiret
mükâfatı ile sınırladılar. Benim görüşüme göre bu ödül, hem dünya için ve
hem de ahiret için geçerlidir. Az yukarda dünya mutluluğunu açıklamak için
söylediğimiz sözler, bu noktada da doğrudur. O açıklamamız bütün şartlara
uygulanabilir. Yani erdemli insan, erdemli davranışını ortaya koyduğu anda
ödülüne kavuşur. Bu ödülü gönül hoşnutluğu ve bilinç rahatlığı şeklinde
görür. Yüce Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak amacı ile emek ya da mal
harcayarak ortaya koyduğu erdemli tutumu sayesinde yüce Allah ile ilişki
kurduğunun bilincine varması onun için bir başka ödüldür. Bütün bunlardan
sonra yüce Allah'ın bu erdemli kişiye ahirette vereceği ödül, iyi
davranışının karşılığı olarak yüce Allah'ın bağışı ve cömertliğidir. Ayeti
okumayı sürdürelim:
"Eğer O'na sırt dönerseniz, sizin hesabınıza `büyük
gün'ün azabından korkarım."
Burada sözü edilen azap "kıyamet günü azabı"dır.
Yoksa bazı tefsir bilginlerinin dedikleri gibi, Mekkeli müşriklerin "Bedir
savaşı" günü uğratıldıkları azap değildir. "Büyük gün" deyimi, Kur'an-ı
Kerim'de böyle yerlerde "vadedilmiş gün (kıyamet günü)" anlamına gelir. Bu
görüşümüzü, ayetin şu devamı destekler niteliktedir.
"Dönüş yeriniz Allah'ın huzurudur."
Gerek dünyada, gerek ahirette ve gerekse her an ve
her durumda geri dönüş, Allah'a, O'nun huzurunadır. Fakat Kur'an'ın bilinen
üslubu uyarınca bu ifade, hèr zaman dünya hayatından sonraki "Allah'a
dönüşü" anlatır. Ayetin son cümlesini okuyoruz:
"O'nun gücü her şeye yeter."
Bunların hepsi bizim yukarda verdiğimiz anlamı
destekler. Çünkü yüce Allah'ın her şeye gücünün yettiğinin vurgulanması,
müşrikler tarafından uzak bir ihtimal olarak görülen ve gerçekleşmesi son
derece zor bir olay sayılan "yeniden diriltme" olgusuna uygun düşen bir
vurgulamadır.
İNKÂRCILARIN
MANZARASI
"Her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah
tarafından muhkem, uyumlu cümlelerle örülen, sonra ayrıntılı biçimde
açıklanan" bu kitabın özü dile getirildikten sonra bir bölüm müşriklerin,
kendilerine "uyarıcı ve müjdeleyici" peygamber tarafından okunan bu kitabın
ayetlerini nasıl karşıladıkları anlatılı yor. Okuyacağımız ayetler,
müşriklerin takındıkları bu somut tavrı ve bu tavra eşlik eden somut
hareketi tasvir ediyor. Bu adamlar kendilerini Allah'dan gizlemek amacı ile
başlarını göğüslerine yapıştırarak iki büklüm oluyorlar. Ayetlerin akışında
bu davranışın boşluğu, saçmalığı vurgulanıyor. Çünkü yüce Allah'ın bilgisi
en gizli durumlarında bile onları adım adım izliyor. Yeryüzünün bütün
canlıları da bu bakımdan onlar gibidirler. Yüce Allah'ın engel tanımaz,
duyarlı bilgisi hepsini kapsamı içinde tutar.
5- "Haberiniz olsun
ki, müşrikler kendilerine Kur'an okunurken Allah'dan gizlenmek için
başlarını göğüslerine yapıştırarak iki büklüm olurlar. Haberiniz olsun ki,
Allah başlarını elbiselerinin altında sakladıklarında gerek gizli tuttukları
ve gerekse açığa vurdukları tüm duygularını bilir. O kalplerin özünü bilir.
"
6- Yeryüzündeki
bütün canlı türlerinin beslenmelerini ve geçinmelerini sağlamak Allah'ın
garantisi altındadır. O, onların ilk barınma yerleri ile geçiş yerlerini
bilir. Bütün bunlar açık bir kitapta yazılıdır. "
Herhalde ayetin metni müşrikler tarafından ortaya
konan somut bir davranışı tasvir ediyor. Peygamberimiz kendilerine Kur'an
okurken bu adamlar Allah'dan saklanmak amacı ile önlerine eğdikleri
başlarını göğüslerine yapıştırarak vücudlarını iki büklüm haline
getiriyorlardı. Anlaşılan dinledikleri Kur'an'ın Allah sözü olduğunu
vicdanlarının derinliklerinde seziyorlardı. Çünkü zaman zaman bu sevgiye
vardıklarını gösteren davranışları, reaksiyonları görülmüştü.
Ayetin metni hemen arkasından bu hareketin
saçmalığını, anlamsızlığını açıklıyor. Çünkü işitmekten kaçtıkları bu
ayetleri indiren yüce Allah, hem gizlendiklerinde, hem meydana çıktıklarında
kendileri ile beraberdir. Ayet, bu anlamı, Kur'an'ın üslubu uyarınca,
ürkütücü, somut bir tabloda tasvir ediyor, onları son derece gizlilik
sağlayan bir pozisyonda canlandırıyor. Adamlar yataklarına sığınmışlardır,
sadece kendileri ile başbaşadırlar, üzerlerini gecenin karanlığı örtüyor.
Gecelik elbiseleri de onların saklanmışlıklarını katlayan başka bir örtüdür.
Bütün bu gözlenmelere rağmen yüce Allah yanıbaşlarındadır, bu katmerli
örtülerin ötesinden onları gözetliyor, denetimi ve ezici iradesi altında
tutuyor. Bu gizli pozisyonda onların gerek saklı tuttukları ve gerekse açığa
vurdukları tüm duyguları biliyor. Okuyoruz:
"Haberiniz olsun ki, Allah başlarını elbiselerinin
altına sakladıklarında, gerek gizli tuttukları ve gerekse açığa vurdukları
tüm duygularını bilir."
Yüce Allah, aslında bundan daha da gizli olan
şeyleri bilir. Onların elbiseleri, yorganları, O'nun bilgisinin yolunu kesen
bir perde olamaz. Fakat insan böylesine kuytu köşelerdeyken normal olarak,
alışkanlıklarının sonucu olarak yapayalnız olduğunu, hiç kimse tarafından
görülmediğini sanır. Fakat Kur'an'ın bu somutlaştırıcı anlatım biçimi,
insanın vicdanını avucunun içine alarak uyarıyor, onun derinliklerine kadar
sarsarak çoğu kere farkında olmadığı bu gerçeği, yalnız başınayken kendisini
gözetleyen bir gözün olmadığını sanmasına yolaçan gafleti ona hatırlatıyor.
Okuyoruz:
"O kalplerin özünü bilir."
Yüce Allah, kalplerin yoldaşları, ayrılmaz
yoldaşları, iki yakın arkadaş gibi hep ona yapışık kalan, mal ile sahibi
arasındaki gibi sıkı beraberlik halinde bulunan sırlarını bilir. Bu sırlar,
bu duygular son derece gizli oldukları için "kalplerin özü" deyimi ile ifade
ediliyorlar. Buna rağmen yüce Allah onları bilir. d halde hiç bir şey O'ndan
saklanamaz. İnsanların hiçbir hareketi, hiçbir eylemsizliği O'nun gözünden
kaçmaz, bilgi alanının dışında kalmaz. Daha sonraki ayeti okuyalım:
"Yeryüzündeki bütün canlı türlerinin beslenmelerini
ve geçinmelerini sağlamak, Allah'ın garantisi altındadır. O onların ilk
barınakları ile geçiş yerlerini bilir. Bütün bunlar açık bir kitapta
yazılıdır."
Burada da yüce Allah'ın geniş kapsamlı ve ürkütücü
bilgisini tasvir eden başka bir tablo karşısındayız. Şu yeryüzünde
`kımıldayan' tüm canlıları düşünelim. Tüm insanlar, hayvanlar, sürüngenler
ve böcekler bu kavramın kapsamına girerler. Yeryüzünün yüzeyini dolduran,
toprağın derinliklerinde yaşayan, yerin gizli dehlizlerinde ve
labirentlerinde saklanan bütün bu canlı türlerini hayalinizden geçiriniz.
Bunlar ne sayılabilirler ve ne de istatistikleri tutulabilir. Ama onların
tümüne ilişkin bilgi, yüce Allah'ın katında olduğu gibi, hepsinin
beslenmesi, geçimlerinin sağlanması da yüce Allah'ın garantisi altındadır. O
onların nerelerde barındıklarını, nerelerde saklandıklarını, nerelerden
gelip nerelere gittiklerini bilir. Bu canlıların her biri O'nun ayrıntıları
belirleyici, hassas bilgisinin satırlarında yazılıdır.
Bu tablo, O'nun yaratıklara ilişkin bilgisini akıl
almaz ayrıntılar düzeyinde canlandıran bir tablodur. İnsan bu tabloyu,
insana özgü hayalı ile tasavvur etmeye kalkışınca ürpertiye kapılır,
dehşetten tüyleri diken diken olur.
Öte yandan yüce Allah bu yaratıkları sadece bilmekle
yetinmiyor, ayrıca insanın tasavvur etmekten bile aciz olduğu bu korkunç
kalabalık içindeki her canlı tekinin beslenmesini, geçimini de takdir
ediyor. Bu bir başka aşamadır. İnsan hayali bunu tasavvur etmekten, bir
önceki tabloya göre, daha da acizdir. Bunları tasavvur edebilmek için
mutlaka yüce Allah'ın göndereceği özel bir ilhama muhtaçtır.
Yüce Allah yeryüzünde hareket eden bu korkunç
kalabalığı beslemeyi özgür iradesi ile üstlenmiştir. Yeryüzünü bütün bu
canlıların ihtiyaçlarını karşılayabilecek imkânlarla donatmış, ayrıca bu
canlıları sözkonusu imkânlardan çeşitli biçimlerde yararlanarak besinlerini
sağlayacak yetenekte yaratmıştır. Kimi canlılar besinlerini yalın, hammadde
biçiminde, kimi tarımsal ürün biçiminde, kimi endüstriyel mamuller biçiminde
ve kimisi de sentetik maddeler halinde alırlar. Bilimin ve teknolojinin
gelişimine paralel olarak birçok besin maddesi üretme ve hazırlama
yöntemleri keşfediliyor. Hatta bazı canlılar besinlerini sindirilmiş besin
maddelerinden çıkan, özümlenmiş hazır kan biçiminde sağlarlar. Pire ve
sivrisinek gibi.
Yüce Allah'ın evreni gördüğümüz, bildiğimiz gibi
yaratmasına ilişkin hikmetine ve rahmetine uygun düşen şekil işte budur.
Allah, bütün canlıları çeşitli yeteneklerle ve güçlerle donatarak yarattı.
Özellikle insanı, onu yeryüzündeki halifesi, temsilcisi olarak ortaya
çıkardı. Ona analiz ve sentez yapabilme yeteneği, üretme ve kalkınma gücü,
yeryüzünü değiştirebilme ve sosyal hayatın şartlarını geliştirme yeteneği
bağışladı. Yalnız insan, besin maddelerini sağlarken kendisi bu maddelerin
ve sentetik ürünlerin hiçbirini yaratmıyor. Sadece evrenin birikimlerinden
yararlanarak yeni bileşimler meydana getiriyor. Bu evrensel birikimleri,
çeşitli güçler ve enerjiler biçiminde yaratan yüce Allah'dır. İnsan,
Allah'ın koyduğu evrensel yasalar yardımı ile bu evrenin bütün canlıların
yararına açık olan çeşitli birikimlerini ve besin kaynaklarını hizmetine
sunuyor.
Bazı insanlar sanıyorlar ki, herkes için önceden
belirlenmiş, kişiye özel bir rızk vardır. Bu rızık çalışmaya bağlı değildir,
hiçbir engel onun ele geçmesini erteleyemez, ferdin ne yanlış davranışı ve
ne de tembelliği onun kaybedilmesine yolaçamaz. Biz yukarıdaki
açıklamalarımız ile böyle bir şey söylemek istemiyoruz. Öyle olsaydı,
yapışmamızı emrettiği ve evrensel yasal sisteminin bir parçası saydığı
sebeplerin ne fonksiyonu kalırdı? Sözünü ettiğimiz yetenekleri ve enerjileri
canlı varlıklara sunmasının ne anlamı kalırdı? Sosyal hayat düzeyi, yüce
Allah'ın bilgisinde belirlenen doruğuna nasıl ulaşabilecek? Oysa insan bu
alandaki fonksiyonunu yerine getirsin diye, yeryüzünde Allah'ın halifesi,
temsilcisi olarak görevlendirilmedi mi?
Her canlı yaratığın bir rızkı vardır. Bu doğru.
Fakat bu rızık bu evrenin çeşitli yerlerinde saklıdır. Yüce Allah'ın
evrensel yasaları uyarınca emek harcanarak üretilmesi, kullanılır hale
getirilmesi planlanmıştır. Hiç kimse boş oturup bu rızkın kendiliğinden
ayağına gelmesini beklememelidir. Herkes biliyor ki, gökten ne altın ve ne
de gümüş yağar. Fakat gökler ve yeryüzü bütün canlılara yetecek miktardaki
besin kaynaklarını yapılarında taşırlar. Bu canlı varlıklar, yüce Allah'ın
yasaları uyarınca sözkonusu besin kaynaklarının peşinden koştukları
taktirde, hiç kimse eli boş dönmez, emeği havaya gitmez, rızkının uzağına
düşmez.
Yalnız bir de iyi-temiz kazanç ile kötü-kirli kazanç
vardır. Her iki kazanç türü de çalışma ve emek karşılığında elde edilir, ama
bunlar hem tür ve nitelik bakımından, hem de kendilerinden yararlanmayı
izleyecek akıbet bakımından birbirlerinden farklıdırlar.
Az yukardaki direktif içerikli ayette "iyi rızık"tan
"mutlu yaşatan geçim"den söz edildikten sonra bu ayette canlıların ve bu
canlıların rızıklarının gündeme getirilmiş olmasının taşıdığı ince anlam
dikkatlerimizden kaçmamalı, bu ikisi arasındaki ilişki aklımızdan
çıkmamalıdır. Kur'an'ın "muhkem" ve uyumlu ayetleri, böylesine dikkat çekici
üslup ve konu inceliklerini hiçbir zaman kaçırmaz, bu konu ve üslup kaynaklı
uyarıların ortak katkısı ile ayetler grubunun özel atmosferi oluşturulur.
Bu iki ayet, insanlara gerçek Rabblerini tanıtmanın
başlangıç adımını oluşturuyorlar. İnsanlar bu ayetlerde tanıtılan yüce
Allah'ın ortaksız egemenliğini benimsemelidirler, yani sırf O'na kulluk
sunmalıdırlar. Çünkü O, bilgisi ile bütün yaratıklarını kuşatan bir
bilgindir. Yine O, hiçbir canlı varlığı aç bırakmayan bir rızık' vericidir.
İnsanlar ile yaratıcıları arasında sağlıklı bir ilişkinin kurulabilmesi
için, insanların kulluklarını yaratıcı,rızık verici, her şeyi bilen ve her
şeyi avucunun içinde tutan Allah'a sunmaları için onların yüce Allah'ı bu
nitelikleri ile tanımaları gereklidir.
ALLAH'IN EŞSİZ
KUDRETİ
Sonraki ayetlerde insanlara Rabbleri tanıtılmaya
devam ediliyor, O'nun gücünün ve hikmetinin izlerine dikkatleri çekiliyor.
Bu izler, öncelikle göklerin ve yerin belirli süreler, belirli zaman
birimleri içinde belirli bir düzende yaratılması olgusunda irdeleniyor. Bu
belirli süreler ile belirli düzen özel bir hikmete dayanır. Okuyacağımız
ayette bu olgular ile yeniden dirilme, hesaba çekilme, davranışlar ve
karşılıkları arasında bağ kuruluyor; birinci grup olgular, ikinci gruptaki
olguları çağrıştırıyor.
7- Sizi sınavdan
geçirerek hanginizin daha iyi işler yapacağınızı belirlemek için gökleri ve
yeri altı günde yaratan O'dur. Bu yaratılış süreci sırasında O'nun Arş'ı su
üzerinde idi. Böyleyken eğer kâfirlere "Öldükten sonra dirileceksiniz"
diyecek olsan, "Bu iddia, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir"
diyeceklerdir.
"Göklerin ve yerin altı günde yaratıldığı"
olgusundan Yunus suresinde sözetmiştik. Burada bu olgu, evrensel düzenin
dayandığı sistem ile insan hayatının dayandığı sistem arasındaki bağı
vurgulamak için gündeme getiriliyor. Ayeti okuyoruz:
"Sizi sınavdan geçirerek hanginizin daha iyi işler
yapacağınızı belirlemek için..."
Yunus suresinde yeralan "Göklerin ve yerin
yaratılışı"na ilişkin açıklamanın yanında burada dikkatlerimizi çeken
yenilik "...O'nun Arş'ı su üzerinde idi." cümleciğidir. Bu cümleden
anladığımıza göre, göklerin ve yerin yaradılış süreci sırasında, yani bu iki
evrensel kesimin bilinen son şekilleri ile varlık alanına çıkarılışları
sırasında su vardı ve yüce Allah'ın Arş'ı bu su üzerinde idi.
Peki bu nasıl varolmuştu? Neredeydi? Hangi halde
idi? Yüce Allah'ın Arş'ı bu suyun üzerinde nasıl duruyordu? Bunlar
okuduğumuz ayetin değinmediği "fazlalık"lar, konu dışı sorulardır. Haddini
bilen hiçbir tefsir bilgini ayetin anlamının sınırlarını aşarak bu
bilinmezin, bu gayb konusunun karanlığına dalamaz, çünkü bu mesele hakkında
bilgi edinebileceğimiz elimizdeki tek kaynak bu ayettir, bu ayetin sınırlı
içeriğidir.
"Bilimsel" denen teorileri Kur'an'ın ayetlerini
doğrulamak için kanıt olarak kullanmamız doğru değildir. Hatta ayetlerin
zorlamasız anlamları ile bu teoriler uyuşsa; bâğdaşsa da bu doğrulama
girişimi yine de yanlıştır. Çünkü "bilimsel" teoriler sürekli değişme,
başaşağı dönmeye açıktırlar. Bilginler ne zaman yeni bir "hipotez'' bulurlar
da bu yeni hipotezin evrensel olguları açıklamada eski teorinin dayanağı
olan hipotezden daha yararlı olduğu kanısına varırlarsa, önsezileri ile bu
sonuca ulaşırlarsa eldeki teorileri bir kenara bırakırlar.
Oysa Kur'an ayetleri özleri itibarı ile doğrudurlar.
Onların anlattıkları gerçeğe ilmi araştırmalar, ister ermiş olsunlar, ister
ermemiş olsunlar, farketmez. Ayrıca bilimsel gerçek ile bilimsel teori
arasında da fark vardır. Bilimsel gerçek, her zaman için ihtimali bir
nitelik taşır, kesinlik ifade etmez, ama denenmeye daima açıktır. Oysa
bilimsel teori, bir ya da birkaç evrensel olguyu açıklayan bir hipoteze
dayanır ve bu hipotez değişmeye, başkasına yerini bırakmaya, başaşağı
dönmeye her zaman için açıktır. Bundan dolayı ne Kur'an, hipoteze
dayandırılabilir ve ne de Kur'an'ın ayetlerine dayalı hipotezler ortaya
atılabilir. Hipotezin yolu, Kur'an'ın yolundan, onun yararlılık alanı,
Kur'an'ın etki alanından başkadır.
Kur'an'ın ayetleri konusunda "bilimsel" teorilerin
onayı aramak psikolojik bir bozgundur. Kur'an'a yönelik imanın, içinde ne
varsa hepsinin doğru olduğuna, her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan
Allah tarafından gönderildiğine ilişkin kesin inancın ciddiyetinden şüphe
ettirir. Bu psikolojik bozgun "bilim" tarafından baştan çıkarılmanın, ona
doğal alamı aşacak oranda büyük yetki tanımanın sonucudur. Oysa bilime,
ancak kendi alanında güvenilebilir, ancak bu alandaki sözleri onaylanabilir.
Buna göre kim Kur'an'ı "bilim"le bağdaştırmak yolu ile bu yüce kitaba ve bu
inanç sistemine hizmet ettiğini ve imanı pekiştirdiğini sanıyorsa, bu tür
bir psikolojik bozgunun vicdanındaki ayak seslerini farketmelidir. Pekişmek,
yerine oturmak için insan kaynaklı bilimin söyleyeceği sözü bekleyen iman,
gözden geçirilmesi gereken bir imandır. Kur'an, asıldır. Bilimsel teoriler
ister ona uyarlar, ister ters düşerler, farketmez.
Deneysel bilimin ortaya koyduğu gerçeklere gelince,
bunların alanı Kur'an'ın alanından farklı ve başkadır. Kur'an bu alanı insan
aklına bırakmıştır. O bu alanda tam bir özgürlükle çalışır ve deneylerinin
ulaştığı sonuçları ortaya koyabilir.
Üstelik Kur'an, bu aklı geliştirmeyi; onun
sağlığını, sapmazlığını, esenliğini korumayı üstlenmiş; onu saplantıların,
masalların ve hurafelerin baskılarından uzak tutmayı kendine görev
bilmiştir. Bunun yanısıra Kur'an aklın sapmazlığını, serbestliğini, esenlik
ve faaliyet içinde yaşamasını garanti eden bir hayat düzeni kurmaya çalışır.
Kur'an bu noktadan sonra aklı kendi alanında çalışmak üzere serbest
bırakmış, deneysel yöntemden yararlanarak göreli, pratik gerçeklere
ulaşmasını beklemiştir. Ayrıca Kur'an, sayılı birkaç örnek dışında bilimsel
gerçekleri gündeme getirmemiştir. Bu istisnalara şunlar misal
gösterilebilir: Bu hayatın kaynağıdır ve bütün canlıların ortak maddesidir.
Bütün canlılar, erkek ve dişi türlerden oluşmuş çiftlerden meydana gelir.
Hatta kendi kendine döllenen bitkiler bile erkek ve dişi hücreleri
yapılarında taşırlar. İşte Kur'an'ın ayetlerinde açıkça belirtilen bunlar
gibi birkaç tane daha bilimsel gerçek vardır.
Araya koyduğumuz bu açıklamadan sonra tekrar
okuduğumuz ayete dönerek onun asıl alanı olan inanç sistemini yapılandırma
ve hayata yön verme alanındaki mesajlarını izleyelim:
"Sizi sınavdan geçirerek hanginizin daha iyi işler
yapacağınızı belirlemek için gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Bu
yaratılış süreci sırasında O'nun Arş'ı su üzerinde idi."
Evet, "O, gökleri ve yeri altı günde yarattı." Bu
cümleden sonra anlam bakımından varlıklarını hissettiren, fakat somut olarak
satırlar arasında yeralmayan, ama en son cümlenin anlamlarına değinerek
fiilen varolmalarını gereksiz kıldığı birçok cümle vardır. Buna göre ayetin
genişletilmiş anlamı şöyle olur: Allah, gökleri ve yeri bu süre içinde
yarattı. Amaç, göklerin ve yerin insan soyunun yaşaması için elverişli ve
donanımlı olmasıdır. O sizi yarattı ve yerle göklerin yararlı taraflarını
emrinize sundu. O, bütün evrene tek başına egemendir. Amaç "sizi sınavdan
geçirerek hanginizin iyi işler yapacağınızı belirlemek"tir. Ayeti okurken
edindiğimiz izlenime göre göklerin ve yerin altı günde yaratılması, yüce
Allah'ın evrenin tümü üzerindeki kesin egemenliği ile birlikte, insanları
sınavdan geçirmek içindir. Bu ifade biçimi, sözkonusu "sınavdan geçirilme"
olgusunun konumunu yüceltiyor, insanlara önemli oldukları ve geçirdikleri
sınavın da son derece ciddi olduğu mesajını veriyor.
Yüce yaratıcı, nasıl bu yeryüzünü ve gökleri insan
denen bu canlı türünün yaşamasına elverişli imkânları ile donattı ise, bu
canlı türünü de çeşitli yeteneklerle ve güçlerle donattı. Onun fıtratını,
yapısal özünü evrene egemen olan yasalarla uyumlu yarattı. Bunun yanısıra
ona hayat sürecinde bir serbestlik alanı tanıdı. İnsan bu serbesti sayesinde
doğru yola da sapık yola da yönelebilir. Eğer doğru yolu seçerse Allah
kendisini destekler, elinden tutar; eğer eğri yolu tercih ederse bu yolda da
Allah'ın yardımından yararlanır. Allah insanları sınavdan geçirerek
hangisinin daha iyi işler yapacağını belirlemek üzere onları davranışlarında
serbest bırakmıştır. Bu sınavdaki amacı insanların ne yapacaklarını öğrenmek
değildir. Çünkü O, onların ne yapacaklarını baştan biliyor. Onları sınavdan
geçirmekteki amacı, davranışlarının işlenmiş halde ortaya çıkmaları ve
insanların O'nun iradesi ve adaleti uyarınca bu davranışlarının
karşılıklarını almalarıdır.
Bundan dolayı bu hava içinde yeniden dirilişin,
hesaba çekilmenin ve davranışlara karşılıklar biçilmesinin yalanlanması,
tuhaf ve şaşırtıcı bulunuyor. Çünkü sınavdan geçirilmenin, göklerin ve yerin
yaradılışı ile bağlantılı, evrensel düzende varoluş yasasında köklü bir yeri
olduğu belirtilmiştir.
Bu yalanlayıcılar "düşüncesiz ve evrenin oluşumunda
gizlenen büyük gerçekleri kavrayamamış, kimseler olarak görülüyorlar. Bu
yüzden tuhaf gördükleri bu gerçeklerle ansızın yüzyüze geliyorlar" ve
sürprizle karşılaşmanın paniğine kapılıyorlar. Okuyoruz:
"Böyleyken eğer kâfirlere `Öldükten sonra
dirileceksiniz' diyecek olsan, `Bu iddia, apaçık bir büyüden başka bir şey
değildir' diyeceklerdir."
Ne kadar tuhaf, ne kadar garip ve ayetin daha önceki
cümlelerinde yapılan açıklamaların ışığında ne kadar yalan, ne kadar
dayanaksız bir söz!
MÜŞRİKLERİN
ŞAŞKINLIĞI
Müşriklerin ölümden sonraki dirilişe ilişkin
tutumları, bu olgunun evrensel yasalarla ilişkili olduğundan habersiz
oluşları dünya azabına ilişkin tavırlarına benzer. Onlar dünya azabının bir
an önce gerçekleşmesini isterler, yüce Allah'ın ezeli hikmeti bu azabın
belirli bir sürenin sonuna ertelenmesini gerektirdiği zaman "Niye gecikti?"
sorusunu sorarlar.
8- "Eğer onların
azabını belirli bir sürenin sonuna ertelersek, `Bu azabı bizden alıkoyan
nedir?' derler. Haberleri olsun ki, azabımızla yüzyüze geldiklerinde onu hiç
kimse başlarından savamaz, böylece alay konusu ettikleri akıbetin pençesine
düşerler. "
Eski çağlardaki bazı milletler, yüce Allah'dan gelen
bir azapla toplu kırıma uğruyorlardı. Bu toplu kırıma uğratıcı azap,
istekleri üzerine kendilerine mucizeler gösteren peygamberlerini, bu
olağanüstü kanıtlara rağmen yalanlamaya devam etmeleri üzerine başlarına
iniyordu. Çünkü o dönemlerin peygamberlik misyonları, belirli bir zaman
kesiti ile sınırlı idi, yani belirli milletlere ve bu milletlerin belirli
kuşaklarına hitap ediyordu. O dönemdeki peygamberlerin gösterdikleri
mucizeler de öyleydi, yani onları sadece peygamberlerin muhatap aldıkları
kuşaklar görebiliyordu. Bu mucizeler daha sonraki kuşaklar tarafından
görülecek biçimde kalıcı ve sürekli değillerdi. Eğer öyle olsaydı, ilerdeki
kuşakların onlara, sözkonusu ilk kuşaktan daha çok inanmaları
beklenebilirdi.
Bizim peygamberimize gelince, O'nun misyonu, tüm
peygamberlik misyonlarının sonuncusudur. Bütün milletlere ve bu milletlerin
bütün kuşaklarına seslenir. O'nun gösterdiği mucize de somut değil, soyut
bir mucizedir, kalıcı ve sürekli olmaya elverişlidir. Kendisinden sonraki
kuşakların onu incelemesi ve birçok kuşakların ona iman etmesi mümkündür.
Bundan dolayı bu ümmeti, toplu kıyıma uğratıcı bir azapla cezalandırmayı
uygun görmedi, sadece belirli fertleri, belirli zamanlarda felâketlerle
cezalandırmakla yetindi. Daha önce kendilerine kitap verilmiş olan yahudi ve
hristiyan ümmetleri hakkında da aynı kural işletildi. Onlar da toplu kırım
nitelikli bir azaba uğratılmadılar.
Fakat müşrikler cahildirler, yüce Allah'ın niçin
insanı kendi yolunu serbest iradesi ile belirleyebilecek yetenekte
yarattığını, bu ilkeye ilişkin ilahi yasaların hikmetini bilmezler, bunun
yanısıra göklerin ve yerin insanın çalışmasına, gelişmesine ve sınavdan
geçmesine elverişli biçimde yaratılmış olmasının hîkmetinden de haberdar
değildirler. Bu cahillikleri yüzünden ölümden sonraki dirilişi inkâr
ederler. Yüce Allah'ın, peygamberlik misyonlarına, mucizelere ve dünyada
toplu kırıma yolaçıcı azaplara ilişkin yasalarından habersiz oldukları için,
kendilerine yönelik dünya azabı belirli yılların ya da günlerin sonuna
ertelendiğinde, hemen sormaya başlarlar: "Azabımızı bizden alıkoyan faktör
nedir?" "Başımıza geleceği söylenen azap niye ertelendi?" Onlar yüce
Allah'ın hikmetini ve rahmetini kavrayamıyorlar. Oysa bu azapla ..yüzyüze
geldiklerinde onu hiç kimse başlarından savamaz, bu sorularının ve bu hafife
almalarının kanıtladığı alaycı tutumlarının cezası olarak, ilahi azap
tarafından çepeçevre kuşatılırlar. Okuyoruz:
"Haberleri olsun ki, azabımızla yüzyüze
geldiklerinde onu hiç kimse başlarından savamaz. Böylece alay konusu
ettikleri akıbetin pençesine düşerler."
Hiçbir mü'min kimse, aklıbaşında hiçbir ciddi kimse,
yüce Allah'ın azabı bir an önce gelsin istemez. Çünkü bu azap eğer gecikirse
bunda hikmet ve rahmet vardır. Böylece iman etmeye hazırlıklı olan kimse o
fırsattan yararlanarak iman eder.
Meselâ yüce Allah'ın, azabını Kureyşli müşriklerden
uzak tuttuğu o "mühlet" döneminde nice kimseler müslüman olmuşlar, hem de
iyi birer müslüman olmuşlar, girdikleri sınavlardan alınlarının akı ile
çıkmasını bilmişlerdir. Nice kâfir çocukları ve torunlarına en verimli
yıllarını İslâmın kucağında yaşamak nasip olmuştur. Bu iki sebep, bu
ertelemenin bizim görebildiğimiz birkaç sebebidir. Göremediğimiz hikmetlerin
neler olduğunu ise yalnız yüce Allah bilir. Fakat kısa görüşlü ve aceleci
yapıda olan insanlar bu tür inceliklerden habersizdirler.
DUYGULARDA YAPILAN
GEZİNTİ
Müşriklerin, ilahi azabın bir an önce başlarına
gelmesine yönelik istekleri münasebeti ile bir sonraki ayet, insan denen bu
tuhaf yaratığın duygu dünyasının labirentlerine dalıyor. O duygu dünyası, o
insan vicdanı ki, imanla donanmadıkça durulamıyor, huzura ve istikrara
kavuşamıyor.
9- Eğer insana önce
rahmetlerimizi tattırıp sonra onu elinden alsak, o mutsuz bir nanköre
dönüşür.
10- Eğer insanın
başına gelen bir sıkıntının ardından kendisine mutluluk tattıracak olursak,
kesinlikle "Kötü günler artık geride kaldı" diyecektir. İnsan gerçekten
kendini beğenmiş bir şımarıktır.
11- Yalnız sıkıntılı
günlerde sabreden ve iyi ameller işleyenler bu iki kategorinin
dışındadırlar; onları bağışlanma ve büyük ödül bekliyor.
Bu ayetlerin oluşturduğu tablo, şu kısa görüşlü ve
aceleci yapılı insanı aslına uygun biçimde tasvir ediyor, onu tıpatıp
tanıtıyor bize. İnsan denen bu yaratık içinde bulunduğu anın sınırları
içinde yaşıyor. Bu anın geçici şartları onu azdırıyor, baştan çıkarıyor. Bu
yüzden ne geçmişi düşünüyor ve ne de gelecek hakkında kafa yoruyor. Bunların
yanısıra hayırdan, iyilikten umut kesmeye son derece yatkındır, elindeki
nimeti kaybeder-etmez, hemen nankör kesilir. Oysa elindeki o nimet, yüce
Allah'ın kendisine yönelik, karşılıksız bir bağışı idi. Yine bu insan denen
varlığın aklı bir karış havadadır, sıkıntıyı atlatıp rahatlığa geçer geçmez
hemen şımarır. Sıkıntıya katlanıp sabretmez, yüce Allah'ın rahmetini umutla
beklemez, sıkıntısının geçeceğine dair içinde iyimserlik beslemez. Buna
karşılık nimete konunca sevincinde ve övünmesinde ölçülü olmaz, bu nimetin
bir gün elinden gideceğini hiç hesap etmez. Son ayeti cümle cümle okuyalım:
"Yalnız sıkıntılı günlerde sabredenler müstesna."
Bunlar sıkıntılı günlerde sabrettikleri gibi,
nimetli günlerde de sabretmişlerdir. İnsanların çoğu sıkıntılara
katlanırlar. Böyle dönemlerde dişlerini sıkarak erkeklik gösterirler,
kendilerini zayıf ve düşkün göstermek istemezler. Fakat nimetli günlerde
sabırlı davranarak gurura kapılmayan, şımarmayan insanların oranı çok
küçüktür. Devam ediyoruz:
"...Ve iyi ameller işleyenler."
Her iki durumda iyi işler yapanlar. Yani sıkıntılı
günlerde çektikleri sıkıntılara gönül hoşnutluğu ile katlananlar, sabırlı
davrananlar; buna karşılık nimete konduklarında şükredenler ve başkalarına
iyilik edenler. İşte onlar:
"Onları bağışlama ve büyük ödül bekliyor."
Bu bağışlanmayı ve büyük ödülü sıkıntılara karşı
sabrettikleri ve sevindirici günlerde şükrettikleri için haketmişlerdi.
İnsan nefsini, kâfirliğin göstergesi olan sıkıntılı
günlerdeki umutsuzluktan ve fasıklığın göstergesini oluşturan rahat
günlerindeki şımarıklıktan koruyan tek faktör, iyi amellerde somutlaşan
ciddi imandır. Böyle bir iman, insan kalbini sıkıntılı günlerde de nimetli
günlerde de aynı doğrultuda tutar, onu her iki durumda da yüce Allah'a
bağlar; ne sıkıntıların darbeleri altında sarsılmasına, burkulmasına meydan
verir ve ne de nimetlerin oluk oluk aktığı günlerde böbürlenmesine,
kabarmasına izin verir. Her iki durum da mü'min hesabına ayrı birer
hayırdır. Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- buyurduğu gibi
böyle bir durum, böyle çift bir mutluluk sadece mü'minler için sözkonusudur.
CAHİLLERİN
İNATÇILIĞI
Sözü edilen müşrikler, yaratılışın hikmetinden ve
evrenin yasalarından habersizdirler. Bunlar kısa görüşlü, gafil, çabucak
umutsuzluğa kapılan, nankör, kendilerini beğenmiş, akılları bir karış havada
kimselerdir. Yüce Allah'ın peygamberleri göndermesindeki hikmeti
kavramazlar, bunun sonucu olarak peygamberin melek olmasını ya da melek
eşliğinde gelmesini isterler. Peygamberlik misyonunun değerini anlamazlar,
bu yüzden Peygamberin yanında hazine getirmesini isterler. İşte yalanlamakta
ve inatçılıkta alabildiğine ısrarlı davranan bu keçi inatlı inkârcılar var
ya? Ey Peygamber, acaba sen onlar karşısında ne yapıyorsun?
12- Müşriklerin
"Muhammed'e gökten bir hazine inseydi ya, ya da kendisi ile birlikte bir
melek gelseydi ya"şeklindeki sözleri canını sıkabilir ve bu yüzden sana
indirdiğimiz vahyin bir bölümünü onlara duyurmaktan vazgeçebilirsin. Oysa
sen sadèce bir uyarıcısın. Her şeyin yönlendiricisi Allah'dır.
Bu ayetteki "belki" sözcüğü soru anlamı içerir.
Aslında tam bir soru edatı değil, fakat bu anlamı belli bir oranda ifade
ediyor. Yani müşriklerin gösterdikleri bu cahillik, bu keçi inadı,
peygamberliğin özelliğini ve fonksiyonunu kavramaktan son derece uzak
olduklarını ortaya koyan bu saçma öneriler karşısında, normal insan
psikolojisinden beklenen tepki can sıkıntısıdır. Ey Muhammed! Acaba senin de
canın sıkılacak da bu can sıkıntısının baskısı altında sana vahiy yolu ile
indirilmiş olan mesajların bir bölümünü onlara duyurmaktan vaz mı
geçeceksin? Böylece daha önce kendilerine duyurduğun benzer mesajlara karşı
göstermeyi alışkanlık haline getirdikleri olumsuz tepkiden kurtulmayı mı
tercih edeceksin?
Asla! Sakın sana vahiy yolu ile bildirilen
gerçeklerin bir bölümünü onlara duyurmaktan vazgeçme ve sakın sana
söyledikleri saçma sözlerden dolayı canın sıkılmasın. Çünkü;
"Sen sadece bir uyarıcısın."
Senin tüm görevin onları uyarmaktır. Öyleyse
görevini yerine getir. Görüldüğü gibi burada Peygamberimizin "uyarıcılık,
korku salıcılık" sıfatı ön plana çıkarılmış, çünkü bu tür kimseler
karşısında bu sıfatın projektör altına alınması gerekli görülmüştür. Ayeti
okumaya devam edelim:
"Her şeyin yönlendiricisi Allah'dır."
Onların yönlendiricisi O'dur. Kendilerine, değişmez
yasaları uyarınca dilediği gibi yön verir. Sonra da onları davranışlarından
dolayı hesaba çeker. Sen onların kâfir ya da mü'min olmalarından dolayı
sorumlu değilsin. Sen sadece bir uyarıcısın.
Bu ayet, İslâm tarihinin o zor döneminin havasını
yansıtır, Peygamberimizin içinde bulunduğu can sıkıntısını kanıtlar. O
dönemin keçi inatlı cahiliyesine karşı koymanın ne kadar ağır bir yük olduğu
hakkında bize fikir verir. Çünkü Peygamberimiz o çetin dönemde akrabası ile
yardımcısını, yani amcası Ebu Talib ile eşi Hz. Hatice'yi kaybetmiş, bu
yüzden yalnızlık duygusu gönlünü karartmış, bunun sonucu olarak cahiliye
kuşatmasının çemberi içinde sıkışıp kalan bir avuçluk müslüman azınlığın
kalplerini keder sarmıştı.
Ayetin kelimeleri arasında yükselen bu hüzünlü hava
nerdeyse elle dokunulacak kadar somuttur. İşte bu ağır havayı dağıtmak üzere
inen bu rahatlatıcı İlahi sözler kalplere huzur aşılıyor, gergin sinirleri
gevşetiyor ve endişe dolu gönüllere su serpiyor.
GÜÇSÜZLERİN MEYDAN
OKUYUŞU
Şimdi müşriklerin bir başka sözü karşımıza
çıkarılıyor. Onlar bu sözü birkaç kez daha söylemişlerdi; "Bu Kur'an
uydurmadır" demişlerdi. Yüce Allah da onlara meydan okuyor, dedikleri doğru
ise, Kur'an'ın surelerine benzer on tane sure de onlar uydursunlar bakalım,
bu uydurma işinde istedikleri kimsenin yardımına başvurabilirler.
13- Yoksa onlar
"Muhammed, bu Kur'an'ı kendi uydurdu"mu diyorlar. Onlara de ki, "Öyleyse
Kur'an'ın surelerine benzeyen on sure de siz uydurun bakalım. Eğer
söylediğiniz doğru ise, bu konuda Allah dışında yardıma
çağırabileceklerinizi de yardıma çağırın. "
14- Eğer bu çağrına
karşılık vermezlerse anlayınız ki, bu Kur'an Allah'ın bilgisi altında
indirilmiştir ve O'ndan başka ilah yoktur. Nasıl, artık müslüman oldunuz mu?
Bu iddiayı ileri sürenlere daha önce Yunus suresinde
Kur'an'ın surelerinden biri gibi bir sure uydursunlar diye meydan okunmuştu.
Şimdi aynı iddiayı ileri sürenlere on sure
uydursunlar diye meydan okunu yor. Bunun anlamı nedir?
Klâsik tefsir bilginlerine göre bu konuya ilişkin
meydan okuma çoktan aza doğru giden bir sıra izliyor. Yani önce müşriklerden
Kur'an'ın tümü büyüklüğünde bir kitap, arkasından onun on sure büyüklüğünde
bir bölüm ve son olarak bir tek suresi büyüklüğünde bir bölüm uydurmaları
istenmiştir. Ama bu sıralama hiçbir kanıta dayanmıyor. Tersine gördüğümüz
şudur ki, sıralamadaki yeri daha önce gelen Yunus suresinde meydan okuma
çağrısı bir tek sure ile sınırlandırıldığı halde, Yunus suresinden sonra
gelen Hud suresindeki meydan okuma on sureye çıkarılıyor.
Gerçi ayetlerin iniş sırası ile surelerin
Kur'an'daki diziliş sıraları her zaman birbiri ile çakışmaz, böyle bir
gereklilik yoktur. Nitekim yeni bir ayet inince bu bazen eskiden inen bir
sureye, bazen de sonra inen bir sureye ekleniyordu. Fakat böyle bir
uygulamanın olup olmadığının somut biçimde kanıtlanması gerekir. Oysa iniş
sebeplerine ilişkin bilgi veren kaynaklarda Yunus suresindeki meydan okuma
ayetinin Hud suresindeki benzer ayetten daha sonra indiğini gösteren bir
kanıta rastlanmamıştır. Böyle durumlarda hiçbir delile dayanmaksızın
zorlamalı ve yakıştırmaca bir sıralama yapmak da caiz değildir.
Reşid Rıza, "Menar" adlı tefsir kitabında bu ayette
geçen "on" rakamın bir sebebe bağlamaya çalıştı. Bu uğurda kendini bir hayli
yordu, yaptığı açıklamada şöyle diyor; "Bu ayetteki meydan okuma çağrısı
peygamber hikâyelerine ilişkindir. Araştırırsak görürüz ki, Hud suresinden
önce inen ve içinde uzun peygamber hikâyesi anlatılan surelerin sayısı
ondur. Bu yüzden karşı tarafa on surelik bir bölüm için meydan okunmuştur.
Çünkü içinde peygamber hikâyesi anlatılan bir sure uydurmaları yolunda
kendilerine meydan okumaktansa, bu türden on sure uydurmaları yolundaki
meydan okuma müşrikleri daha çok zor durumda bırakır. Çünkü anlatılan
hikâyeler farklı ve üslupları değişik olduğu gibi meydan okunan taraf,
içinde hikâye anlatılan sureye benzer on tane sure uydurmak zorundadır. Eğer
Kur'an ile boy ölçüşmek istiyorsa, ancak o zaman boy ölçüşmüş olur..."
Gerçi doğrusunu Allah bilir ama, bizim görüşümüze
göre mesele son derece basittir, bu tür karmaşık ve zorlamalı yorumlara
başvurmak gereksizdir. Şöyle ki, bu konudaki meydan okumalar, iddiayı ortaya
atanların durumunu ve söylenen sözü çevreleyen şartları gözetiyordu. Çünkü
Kur'an, pratik ve belirli durumlara karşılık verir, pratik ve belirli
şartlara cevap getirir. Bunun sonucu olarak bir keresinde "Bu Kur'an'ın bir
benzerini uydurunuz", başka bir keresinde "Bu Kur'an'ın bir tek suresinin
benzerini ortaya getiriniz", bir başka kez de "Bu Kur'an'ın on suresinin
benzerini ortaya getiriniz" diyor. Bu meydan okumalar arasında herhangi bir
kronolojik sıralama yoktur. Çünkü amaç bu Kur'an'ın herhangi bir bölümünün
uydurulması yolunda girişilen meydan okumanın kendisidir. Yoksa sözkonusu
olan Kur'an'ın tümü olmuş, bir bölümü olmuş ya da bir suresi olmuş,
farketmez. Meydan okuma, bu Kur'an'ın türüne ilişkindir, yoksa miktarına
değil. Karşı tarafın bu konudaki yetersizliği de Kur'an'ın uydurulacak
bölümünün miktarı ile değil, ifadesinin türü ile ilgilidir. Böyle olunca
Kur'an'ın tümü ile bir bölümü, ya da bir tek suresi arasında fark yoktur.
Ayrıca meydan okunurken herhangi bir sıralama gözetilmesi de gerekmez.
Önemli olan Kur'an'ın uydurma olduğunu iddia edenlerin içinde bulundukları
durumun ne demeyi gerektirdiği ve o durumda Kur'an hakkında ne tür bir iddia
ileri sürdükleridir. Meydan okunurken bir surenin mi, on surenin mi, yoksa
Kur'an'ın tümünün mü sözkonusu edileceği bunlara bağlıdır. Biz bugün
sözkonusu şartların ne olduğunu bilemeyiz. Çünkü Kur'an bize bu konuda
ayrıntılı bilgi vermemiştir. Ayeti okumaya devam edelim:
"Eğer söylediğiniz doğru ise,.bu konuda Allah
dışında yardıma çağırabileceklerinizi de yardıma çağırınız."
Eğer bu Kur'an'ın Allâh sözü olmadığı, O'nun dışında
bir başkası tarafından uydurulduğu biçimindeki iddianızda haklı iseniz, yüce
Allah'a koştuğunuz ortakları, edebiyatçılarınızı, söz ustalarınızı,
şairlerinizi, cinlerinizi ve insanlarınızı yardıma çağırınız da bu Kur'an'ın
on suresine benzer bir yazı dizisi de siz uydurunuz bakalım! Şimdi de bir
sonraki ayetin cümlelerini inceliyoruz:
"Eğer onlar bu çağrınıza karşılık vermezlerse..."
Yani Kur'an'ın on suresine benzer bir başka on sure
uydurmayı başaramazlarsa. Böylece bu imkânsız işte size yardım
edemeyecekleri, bu konuda ellerinden hiçbir şey gelmediği ortaya çıkarsa.
Sizin de bu işte başarısız olduğunuz bellidir. Çünkü zaten başarısızlığınız
ortaya çıkmasaydı, onları yardıma çağırmazdınız. Devam ediyoruz:
"Anlayınız ki, bu Kur'an, Allah'ın bilgisi altında
indirilmişti."
Onu indirmeye gücü yeten, sadece O'dur. Sadece
Allah'ın bilgisi, onu size indiği şekli ile indirmeyi gerçekleştirebilir.
Evrensel yasalara, insanın değişik durumlarına, geçmişlerine, şimdiki
zamanlarına, geleceklerine, şahıslarının ve yaşama tarzlarının yararına
ilişkin kapsamlı bilgi birikimi içeren bu Kur'an, ancak Allah katından
indirilmiş olabilir. Devam ediyoruz:
"O'ndan başka ilah yoktur."
Bu ilke, yüce Allah'ın indirdiklerine benzer bir
başka on sure uydurma konusundaki çağrınıza cevap veremeyen, sahte
ilahlarınızın başarısızlıklarının doğal bir sonucudur. Öyleyse tüm evrenin
mutlaka bir tek ilahı vardır ve bu Kur'an'ı indirmeye sadece O'nun gücü
yeterlidir.
Onaylanması, kabul edilmesi kaçınılmaz olan bu
açıklamayı bir soru izliyor. Öyle bir soru ki, gerçek karşısında burun
kıvırarak kaçanlardan, keçi inatlılardan başka herkes ona aynı cevabı
verebilir, başka hiç kimse ona değişik cevap vermeye kalkışmaz. Okuyalım:
"Nasıl, artık müslüman oldunuz mu?"
Yani size meydan okundu ve bu meydan okuma
karşısında başarısız kaldınız, yenik düştünüz. Böyle bir sonuca teslim
olmaktan başka türlü göğüsleyebilir misiniz?
Fakat onlar, bundan sonra da gerçek karşısında burun
kıvırmaya, kaçamak aramaya devam ediyorlar!
Aslında gerçek apaçık ortada idi. Fakat onlar dünya
hayatında yararlandıkları çıkarlarının ve saltanatlarının ellerinden
kaçmasından korkuyorlardı. Bu endişe ile insanların özgürlüğe, onurluluğa,
adalete, şerefliliğe, kısacası "lâilâhe illellah (Allah'dan başka ilah
yoktur)" ilkesine çağıranların sesine kulak vermelerinden ödleri kopuyor,
insanlar bu çağrıya olumsuz karşılık vermesinler diye vicdanlarını baskı
altında tutuyor, onları kendilerine kul-köle ediyorlardı. Bundan dolayı,
bundan sonraki ayetler onların tutumlarına uyan bir değerlendirme yapıyor,
sonlarının nasıl olacağını canlı bir tablo halinde gözlerinin önüne seriyor.
15- Sadece dünya
hayatını ve bu hayatın çekici güzelliklerini isteyenlere çalışmalarının
karşılığını orada tam olarak veririz, onlar orada hiçbir ödül kısıntısına
uğratılmazlar.
16- Ama ahirette
onlar için sadece cehennem ateşi vardır, dünyada yaptıkları iyi işler boşa
gider, işledikleri yararlı ameller geçersiz olur.
Şu dünyada yapılan her çalışma, harcanan her emek
karşılığını görür. İster bu çalışmanın, bu emeğin sahibi bakışlarını yüce
ufuğa dikmiş olsun, isterse çalışmalarını sadece yakın vadeli çıkarlarına,
şahsi beklentilerine yöneltmiş olsun, farketmez, her iki durumda da kural
geçerlidir. Fakat eğer insan dünya hayatı peşinden koşar, sırf onun çekici
güzellikleri uğruna çaba harcarsa, bu dünyada çalışmalarının karşılığını
alır; belirli bir sürenin sonuna kadar bu sonuçlardan yararlanır.
Fakat böyle bir kimseyi ahirette bekleyen tek
akıbet, cehennem ateşidir. Çünkü orası için hiçbir hazırlık yapmamış, hiçbir
şey biriktirmemiş, hatta orayı hiç hesaba katmamıştır. Dünya için yaptığı
bütün çalışmaların karşılığını dünyada alır. Fakat bu dünya amaçlı
çalışmalar ahirette geçersizdir, orada onlara hiçbir önem verilmez, bu tür
çalışmalar, zehirli ot yiyerek karnı şişen devenin kabarmasına ve arkasından
çatlamasına benzer, kof bir genleşme gibidir. Bu tablo, dünyadaki kof
genleşmelere, sonunda çatlayıp ölmeye vardıran hastalıklı kabarmalara uygun
düşen bir tasvirdir.
Bugün biz etrafımıza baktığımızda hep dünya için
çalışan ve bu çalışmaların karşılığını alan birçok şahıslar, toplumlar ve
milletler görürüz. Bunların dünyaları alımlıdır, bunların dünyaları hızlı
bir kabarma görüntüsü sürer gözlerimizin önüne. Fakat bu gördüklerimize
şaşırıp "Bunlar niçin böyle!" diye sormamalıyız. Çünkü bu gördüklerimiz
"Sadece dünya hayatını ve bu hayatın çekici güzelliklerini isteyenlere,
çalışmalarının karşılığını orada tam olarak veririz, onlar orada hiçbir ödül
kısıntısına uğratılmazlar" şeklindeki ayette ifadesini bulan dünyaya ilişkin
ilahi yasanın gereğidirler.
Fakat bu yasayı ve bu yasanın sonuçlarını kabul
etmek bize unutturmamalıdır ki, bu adamlar eğer bu dünya uğruna yaptıkları
çalışmaların aynısını, kalplerini ahiret ufkuna yönelik tutarak, kazanırken
ve nimetlerden yararlanırken yüce Allah'ın hoşnutluğunu gözeterek
yapsalardı, yine dünya hayatının güzelliklerini elde edecekler, emeklerinin
karşılığına -hiçbir kısıntıya uğratılmaksızın kavuşacaklardı, fakat o
taktirde bunun yanısıra ahiret mutluluğunu da elde edecéklerdi.
Ahiret hayatı için çalışmak, dünya hayatı için
çalışmanın yolunu kesen bir engel değildir. Tersine yine dünya için yapılan
çalışmaların aynısı yapılacaktır. Yalnız bu işler yapılırken, yüce Allah'a
yönelinecek, O'nun hoşnutluğu gözetilecektir. Ahiret hayatı için çalışmak,
dünya hayatı için yapılacak olan çalışmaların ne miktarını azaltır ve ne de
ürünlerini kısıtlar. Tersine bu çalışmaların ve bu çabaların ürünlerini
arttırır, bereketlendirir, kazancı da bu kazançtan yararlanmayı da
arındırır, temiz yapar. Ayrıca dünya yararına, ahiret yararını ekler. Yalnız
eğer dünya yararından amaç, yasak ihtirasları tatmin etmek ise, o zaman iş
değişir. Böyle bir tutum sadece ahirette değil, sonucu bir süre sonra
görülse de; dünyada da geri teper. Bu yasa, gerek toplumların hayatında,
gerekse fertlerin hayatında etkinliğini hep göstermiştir. Tarihin ibret dolu
olayları, yüzyıllar boyunca ihtiraslarına tutsak olan milletlerin acı sonunu
gösteren tanıklardır.
Bundan sonraki ayetlerde müşriklerin Peygamberimize
ve yanında getirdiği gerçeğe karşı takındıkları tavır anlatılıyor,
Peygamberimizin Rabbinden kaynaklanan, apaçık bir belgeye dayandığına, O'nun
Allah tarafından görevlendirilmiş bir peygamber olduğuna tanıklık eden
Kur'an'a dikkatlerimiz çekiliyor. Daha önce Hz. Musa'ya indirilen Tevrat da
aynı tanıklığı yapmıştı.
Okuyacağımız ayetler, Peygamberimizi, O'nun
çağrısını ve misyonunu kuşatan bu kanıtlar demetine bakışlarımızı çeviriyor.
Amaç, Peygamberimizi ve çevresindeki müslüman azınlığı yüreklendirmek,
onlara moral aşılamaktır.
Bunun arkasından Peygamberimizi yalanlayan müşrik
gruplar, cehennem ateşi ile tehdit ediliyor, kıyamet gününün bir azap
sahnesi gözlerinin önüne seriliyor. Bu sahnede dünyadaki şımarıklığın ve
gerçek karşısında burun kıvırmanın cezası olarak perişanlık vardır, rezillik
vardır.
Okuyacağımız ayetlerin devamında anlatılıyor ki, bu
eğri yolun şımarık yolcuları, bu hakkın inatçı düşmanları yüce Allah'ın
azabından kurtulamayacaklar, yüce Allah dışında bir kurtarıcı, bir dayanak
bulamayacaklardır. Dünyadaki bütün şımarıklıklarına karşın, o gün bu alanda
güçsüz ve çaresiz kalacaklardır. Yüce Allah'ın deyişi ile "Onlar ahirette ne
ağır hüsrana uğrayacak kimseler olacaklardır."
KARŞIT GRUPLARIN
TASVİRİ
Yine okuyacağımız ayetlerde sözkonusu müşrikler ile
mü'minler arasında somut, gözle görülür bir karşılaştırma yapılıyor. Bu
karşılaştırmada bu iki grubun özellikleri arasındaki derin farklılığa,
dünyadaki ve ahiretteki tutumları ile durumları arasındaki uçuruma
dikkatlerimiz çekiliyor.
17- Bir de Rabbinden kaynaklanan açık belgelere
dayanan kimseleri düşünelim. Bu belgeleri yine Allah katından gelen bir
tanık izliyor. Bu kimseler onun da öncesinde Musa'nın önder ve rahmet
nitelikli kitabının onayı ile desteklenmişlerdir. (Böyleleri sırf dünya
hayatı peşinde koşanlarla hiç bir olur mu?)
İşte bunlar Kur'an'a inanırlar. Onu inkâr eden sapık
grupların varacakları yer ise cehennem ateşidir. Sakın Kur'an hakkında
kuşkuya kapılına. O Rabbinden gelen bir gerçektir. Fakat insanların çoğu
buna inanmazlar.
18- Allah'a yalan
yakıştırmalar yapanlardan daha zalim kim olabilir? Onlar Rabblerinin
huzuruna çıkarıldıklarında. tanıklar "Bunlar Rabbleri hakkında yalan
yakıştırmalar düzmüşlerdir" derler. Haberiniz olsun ki, Allah'ın lâneti
zalimlerin üzerinedir.
19- Onlar insanları
Allah yolundan alıkoyarlar. O yolu eğri göstermeye yeltenirler ve ahireti de
inkâr ederler.
20- Bunların,
Allah'ın yapacaklarına engel olmaları sözkonusu değildir. Allah dışında
dayanakları, destekçileri de yoktur. Azapları katlanır. Ne işitebilirler ve
ne de görebilirler.
21- Bunlar
kendilerini hüsrana düşürmüşler ve uydurdukları ilahlar ortalıkta görünmez
olmuşlardır.
22- Onlar, hiç
kuşkusuz, ahirette en ağır hüsrana uğrayacak kimseler olacaklardır.
23- İman edip iyi
ameller işleyenlere ve Allah'a gönülden saygı besleyenlere gelince, onlar
cennetliklerdir ve orada ebedi olarak kalacaklardır.
24- Bu iki grup kör
ve sağır ile görebilen ve işitebilen kimselere benzer. Hiç bu iki grubun
durumu bir olur mu? Acaba ibret dersi almaz mısınız?
Okuduğumuz ayetlerin cümleleri uzundur. İşaretleri
ve mesajları çeşitlidir. Değinimleri ve çağrışımları da çeşitlidir. Bütün
bunlar bize gösteriyor ki, mü'min azınlık, İslâm tarihinin o zorlu döneminde
büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştı ve durum, sözlü ve mesaj aracılı
desteğe ihtiyaç duyuracak derecede ciddi idi. Bu arada Kur'an'ın pratiğe,
eyleme dönük özelliği de gözlerimizin önüne seriliyor. Kur'an'ın, bu
özelliği uyarınca, o günkü realiteyi göğüslediğini vè bu realiteye karşı
güçlü bir mücadele verdiğini bu ayetlerde açıkça görüyoruz.
Ancak böyle bir savaşa girenler, Kur'an'ın karşı
koyup yönlendirmek üzere indiği o şartların benzerleri ile yüzyüze gelenler
onun zevkine varabilirler. Oturdukları yerde Kur'an'ın anlamlarını ve
mesajlarını arayanlar, onun anlatım ve sanat özelliklerini masa başında
inceleyenler, bu savaştan ve hareketten uzak, donuk ve eylemsiz oturuşları
sırasında onun gerçek mahiyetini asla kavrayamazlar. Kur'an'ın gerçek
mahiyeti, rahat köşelerinde oturanların önlerine açılmaz. Onun sırları, yüce
Allah'dan başkasına kul olmaya, zorbaların (tağutların) yüce Allah'ı
dışlayan diktatörlüklerine boyun eğmeye razı olarak esenliği ve rahatlığı
tercih edenler tarafından keşfedilemez. Şimdi okuduğumuz ayetleri incelemeye
geçelim:
"Bir de Rabbinden kaynaklanan açık belgelere dayanan
kimseleri düşünelim. Bu belgeleri, yine Allah katından gelen bir tanık
izliyor. Bu kimseler onun da öncesinde Musa'nın önder ve rahmet nitelikli
kitabının onayı ile desteklenmişlerdir (Böyleleri sırf dünya hayatı peşinde
koşanlarla hiç bir olur mu?)
İşte bunlar Kur'an'a inanırlar. Onu inkâr eden sapık
grupların varacakları yer ise, cehennem ateşidir. Sakın Kur'an hakkında
kuşkuya kapılma. O Rabbinden gelen bir gerçektir. Fakat insanların çoğu buna
inanmazlar."
"Bu ayette bir de Rabbinden kaynaklanan açık
belgelere dayanan kimseleri düşünelim" ve "Bu belgeleri, yine Allah katından
gelen bir tanık izliyor" şeklindeki cümlelerin ne anlama geldikleri
konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Ayrıca "Rabbinden", "izliyor"
ve "onun katından" ifadelerinden gizli zamirleri hangi isimlerin yerlerini
tuttukları konusu da tartışmalıdır. Benim kanıma göre bu tartışmalı
noktalara ilişkin en doğru görüşler şöyle sıralanabilir:
"Bir de Rabbinden kaynaklanan açık belgelere dayanan
kimseler"den maksat, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ile O'na
bağlı olarak Peygamberimizin getirdiği gerçeğe inananlardır. "Bu belgeleri,
yine Allah katından gelen bir tanık izliyor." ifadesinin anlamı, "rabbinden
gelen ve Peygamberimizin peygamberliğini gösteren bir tanık onu izliyor"
demektir. Bu tanık şu Kur'an'dır; o kendi kendine yüce Allah katından gelen
bir vahiy olduğunu, insan tarafından meydana getirilemeyeceğine tanıklık
ediyor. "Ondan önce" yani bu tanıktan, Kur'an'dan önce "Musa'ya inen kitap"
da Peygamberimizin doğru söylediğine şahitlik ediyor. Bu şahitlik hem
Tevrat'ın, Peygamberimizin geleceğini müjdelemesi biçiminde ve hem de
aslının Peygamberimizin getirdiği mesajını doğrulaması biçiminde ortaya
çıkıyor.
Anlattığım görüşü tercih edişimin gerekçesi şudur:
Bu surede peygamberler ile yüce Rabbleri arasındaki ilişki tasvir edilirken
ortak bir ifade kullanılır yor: Bu ortak ifadeye göre bütün peygamberler,
vicdanlarının derinliklerinde açık bir belgenin inandırıcılığını
algılıyorlar. Bu belge sayesinde kendilerine gelen mesajın yüce Allah
tarafından gönderilmiş bir vahiy olduğunu kesinlikle anlıyorlar. Yine bu
açık belge sayesinde Rabblerini kalplerinde buluyorlar. Hiçbir şüphenin, en
ufak bir kuşkunun gölgelemediği belirgin ve inandırıcı bir belgedir bu.
Meselâ bu surenin bir ayetinde Hz. Nuh, soydaşlarına şöyle sesleniyor:
"Nuh dedi ki; `Ey soydaşlarım, baksanıza, eğer ben
Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam, O bana kendi katından bir
rahmet bağışladı ise de siz bunu görmekten yoksun bırakıldı iseniz,
istemediğiniz halde sizi bu açık belgeyi ve bu rahmeti kabul etmeye mi
zorlayacağız?" (Hud Suresi 28)
Hz. Salih de soydaşlarına aynı sözü söylüyor.
Okuyoruz:
"Ey soydaşlarım, baksanıza, eğer ben Rabbimden gelen
açık bir belgeye dayanıyorsam, O bana kendi katından bir rahmet bağışladı
ise, emrine karşı geldiğim takdirde beni O'ndan kim kurtaracak. Sizin bana,
zararımı arttırmaktan başka hiçbir katkınız olamaz." (Hud Suresi 63)
Hz. Şuayb'ın da soydaşlarına söylediği aynı sözdür.
Okuyalım:
"Ey soydaşlarım, baksanıza, ya ben Rabbimden gelen
açık bir belgeye dayanıyorsam ve O bana kendi rahmetinin sonucu olarak temiz
bir geçim kaynağı yetmiş ise..." (Hud Suresi 88)
Görüldüğü gibi aynı durumu anlatan ortak bir ifade
karşısındayız. Bu ifadede bütün peygamberler, içlerine doğan, kalplerinde
parıldayan ortak bir algının özünü seslendiriyorlar. Bu dolaysız algı
sayesinde ilahlık gerçeğini kalp gözü ile vicdanlarında görüyorlar, vahiy
yolu ile Rabblerinin kendileri ile iletişim halinde olduğunun kuşkusuz
inancına varıyorlar.
Bu surenin tanıtma yazısında belirttiğimiz gibï,
aynı durumu anlatan bu ortak ifadenin vurgulanması, tüm surenin başta gelen
amaçlarından biridir. Maksat Peygamberimiz ile yüce Allah arasındaki, yine
Peygamberimiz ile kendisine vahiy yolu ile indirilen mesaj arasındaki
ilişkinin aynen öbür peygamberler ile yüce Allah ve vahiy arasındaki ilişki
gibi olduğunu ispatlamaktır. Bu ispatlama, müşriklerin Peygamberimize
yönelik düzmece iddialarını çürütecek, aynı zamanda hem kendisini hem de
çevresinde mü'min azınlığı yüreklendirecek, dayandıkları gerçeğe karşı
güvenlerini pekiştirecektir. Sebebine gelince bu gerçek, bütün
peygamberlerin getirdikleri ortak gerçekti, bütün peygamberlerin
taraftarları olan "müslümanlar" bu gerçeğe teslim olmuşlardır.
Buna göre yukarıdaki ayetin toplu anlamı şudur:
Şu Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- var ya.
Onun doğruluğuna ve inancının sağlamlığına ilişkin yığınla delil ve kanıt
vardır. Bir defa Rabbinden kaynaklanan bilginin belirginliği, inancı ve bu
belgelerin ışığı içine doğuyor. Ayrıca bu kesin inancına, Rabbinden gelen
bir başka tanık olarak şu Kur'an ekleniyor. 0 Kur'an ki, kendine özgü
nitelikleri, onun ilahi kaynaktan geldiğini açıkça ortaya koyuyor. Bunların
yanısıra O'nu doğrulayan bir başka tanık daha var ki; o da Musa'ya inen
kutsal kitap (Tevrat)'tır. Bu kitap, İsrailoğulları'nı yönlendirmek üzere
gelen bir kılavuz, bir önder, yüce Allah tarafından yahudilere indirilmiş
bir rahmettir. Bu kitap aynı zamanda Peygamberimizi doğrulayan bir tanıktır.
Çünkü hem Peygamberimizin geleceğini müjdeliyor, hem de yüce Allah'ın tüm
dinlerinin ortak dayanağını oluşturan ana ilkeler konusunda O'nun
duyurdukları ile aynı prensipleri paylaşıyor.
O halde böyle bir insan, nasıl olur da çeşitli
müşrik akımların ortaya çıkardığı değişik sapık grupların yaptıkları gibi
yalanlamaya, inkâra ve kör inatlı direnmeye muhatap alabilir? Bunca çok
yönlü tanıklar ve kanıtlar karşısında adamların takındıkları bu olumsuz
tutum tuhaftır, kınanacak bir olaydır.
Ayetin daha sonraki cümlelerinde Kur'an'a inananlar
ile onu reddedenlerin karşıt tutumları ele alınıyor ve ahirette bu iki grubu
bekleyen zıt karşılıklar açıklanıyor. Arkasından bir adım daha atılarak
Peygamberimiz ile çevresindeki mü'minlere moral aşılanıyor, bağlı oldukları
gerçeğe güvenmeleri telkin edilerek yüreklerine su serpiliyor. Buna göre
Peygamberimiz ile mü'minleri, yalanlayıcı kâfirlerin tutumları, bu
yalanlayıcıların o dönemde çoğunluğu oluşturmalarına rağmen, endişeye
düşürmemeliydi. Okuyoruz:
"İşte bunlar Kur'an'a inanırlar. Onu inkâr eden
sapık grupların varacakları yer ise cehennem ateşidir. Sakın Kur'an hakkında
kuşkuya kapılma. O Rabbinden gelen bir gerçektir. Fakat insanların çoğu buna
inanmazlar."
Bazı tefsir bilginleri, "Bir de Rabbinden
kaynaklanan açık belgelere dayanan kimseleri düşünelim. Bu belgeleri, yine
Allah katından gelen bir tanık izliyor" ifadesinde kastedilenin
Peygamberimiz olduğu taktirde "İşte bunlar Kur'an'a inanırlar" onlar
`zamiri, bu vahye ve bu belgelere inanan mü'minlerin yerini tutuyordu. Oysa
bu ifadede anlamayı zorlaştıran bir problem yok. Çünkü "İşte bunlar ona
inanırlar" cümlesindeki "ona"dan maksat "tanık"tır ki, o da Kur'an'dır.
Tıpkı bunun gibi, "onun da öncesinde" ifadesindeki "onun" zamiri de, daha
önce söylediğimiz gibi, Kur'an'ın yerini tutuyor. Onlar, ona (yani tanığa,
yani Kur'an'a) inanırlar" ifadesinin kapsamına Peygamberimizin de alınmış
olması, anlamayı zorlaştıran, kafa karıştırıcı bir problem sayılmamalıdır.
Çünkü Peygamberimiz, kendisine indirilen mesaja ilk önce kendisi inanmış,
arkasından da kendisini mü'minler izlemişti. Nitekim Bakara suresinde
"Peygamber, kendisine Rabbi tarafından indirilen mesaja inandı; mü'minler
de. Hepsi birlikte Allah'a O'nun meleklerine, O'nun kitaplarına, O'nun
peygamberlerine inandılar" buyurulurken, aynı gerçek dile getirilmiştir.
(Bakara Suresi 285) Buna göre "onlar ona inanırlar" ifadesindeki "onlar"
zamiri, Peygamberimiz ile birlikte O'nun duyurduğu mesajın doğruluğunu
onaylamış olan mü'minleri kastediyor. Bu ifade tarzı, Kur'an üslubuna uygun
bir ifade tarzıdır; anlaşılmayacak; kafa karıştıracak hiçbir yanı yoktur.
Ayeti okumaya devam edelim:
"Onu inkâr eden sapık grupların varacakları yer ise
cehennem ateşidir."
Bu mutlaka gerçekleşecek bir tehdittir. Çünkü onu
tasarlayıp kararlaştıran yüce Allah'dır. Devam ediyoruz:
"Sakın Kur'an hakkında kuşkuya kapılma. O Rabbinden
gelen bir gerçektir. Fakat insanların çoğu buna inanmazlar."
"Rabbinden kaynaklanan açık belgelere dayandığı"
belirtilen Peygamberimiz, kendisine vahyedilen mesaj hakkında hiçbir zaman
şüpheye kapılmadı, onun gerçekliğinden hiçbir zaman kuşku duymadı. Fakat
bunca yoğun tanıkların ve delillerin arkasından gelen bu ilahi direktif, o
günlerde Peygamberimizin vicdanını rahatsız eden sıkıntıyı, bıkkınlığı ve
yalnızlık duygusunu hedef alıyor. O günlerdeki çağrı kampanyasının
donmuşluğuna ve keçi inatlı karşı koymaların yoğunluğunu gösterge
oluşturuyor. İşte bütün bu olumsuzluklar Peygamberimize moral vermeyi, O'nu
teselli edip azmini tazelemeyi gerektirmiştir. Çevresindeki sıkıntılı,
kederli mü'min azınlığın da böyle bir yüreklendirmeye ihtiyacı vardı. Yüce
Rabbleri tarafından indirilen böylesine bir serin meltemin esintilerini,
yanık gönüllerinin ateşini yatıştıracak böylesine kesin bir iman aşısını
dört gözle bekliyorlardı.
Şimdi de bu tarihi kesitin ışığı altında
zamanımızdaki "İslâm uyanışı"nın, "İslâm Rönesansı"nın öncülerini düşünelim.
Bu kahramanlar da dünyanın her yerinde aynı olumsuz psikolojik şartlarla
karşı karşıyadırlar. Çeşitli yol kesmelerin, sırt dönmelerin, alayların,
istihzaların, eziyetlerin ve işkencelerin yoğun hücumlarına göğüs
germektedirler. Bu olumsuz reaksiyonların hem maddi olanları hem de manevi
türden olanları ile başları beladadır. Gerek yerel cahiliye güçleri ile
gerekse milletlerarası cahiliye odakları ile sürekli boğuşma halindedirler,
onlar tarafından sürekli koğuşturma altında tutulmaktadırlar. En iğrenç ve
en amansız savaş türlerinin kesintisiz akınlarına göğüs göğüse karşı koymak
durumundadırlar. Sonra da cahiliyenin iç ve dış güçleri, bu amansız
savaşlarda kullandıkları kuklaların ve bu acımasız koğuşturmada
yararlandıkları uşakların onuruna davulları çalmakta, bayraklar
dalgalandırmaktadır.
İşte bu öncülerin bu ayetin her cümlesini düşüne
düşüne okumaya, onun her işaretini, her çağrışımını, her imasını kavramaya
ne kadar çok ihtiyaçları vardır!
Onların, şu ilahi vurgulamanın taşıdığı kesin inanç
aşısına ne kadar çok ihtiyaçları vardır:
"Sakın Kur'an hakkında kuşkuya kapılma. O Rabbinden
gelen bir gerçektir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler."
Bu kahraman öncüler, yüce Allah'dan gelen kesin
belgelerin ve rahmetin, peygamberlerin kalplerine aşıladığı ferahlığın
aynısını kalplerinde bulmaya ne kadar çok muhtaçtırlar! O belgeler ki,
apaçıktırlar ve o rahmet ki, peygamberler onun varlığından bir kez bile
kuşkuya düşmemişler ve hiçbir zaman onsuz kalmamışlardır. Böyle olmalıdır
ki, bu kahramanların yollarına devam etmeye ilişkin azimleri bilensin,
hiçbir engel onlar için caydırıcı, vazgeçirici olmasın. 0 ayeti bir daha
okuyoruz:
"Ey soydaşlarım, baksanıza, eğer ben Rabbimden gelen
açık bir belgeye dayanıyorsam, O bana kendi katından bir rahmet bağışladı
ise, emrine karşı geldiğim taktirde beni O'ndan kim kurtaracak? Sizin bana
zararımı arttırmaktan başka hiçbir katkınız olamaz."
Bu kahraman öncüler, vaktiyle peygamberler
kafilesinin karşılaştıkları engellerin tıpkısı ile karşılaşıyorlar;
cahiliye, peygamberlere karşı hangi kötülükleri yaptı ise, onlara da aynı
kötülükleri yapıyor. Zaman döndü, dolaştı ve Peygamberimizin geldiği gününün
aynısını karşımıza çıkardı. Günümüzde bu dini tüm insanlığa duyurmak üzere
gelmiş olan Peygamberimizin yaşadığı şartların aynısını yaşıyoruz,
Peygamberimizin vaktiyle yüzyüze gelmiş olduğu cahiliye zihniyetinin tıpkısı
ile yüzyüzeyiz. O günlerdeki cahiliye zihniyeti, daha önce Hz. İbrahim'in,
Hz. İsmail'in, Hz. İshak'ın, Hz. Yakub'un, O'nun torunlarının, Hz. Yusuf'un,
Hz. Musa'nın, Hz. Harun'un, Hz. Davud'un, Hz. Süleyman'ın, Hz. Yahya'nın,
Hz. İsa'nın, kısacası tüm peygamberlerin getirip yaydıkları İslâm
aydınlığının arkasından insanlığa egemen olmuştu.
Sözünü ettiğimiz cahiliye zihniyeti kimi
dönemlerinde yüce Allah'ın varlığını kabul eder, kimi dönemlerinde etmez.
Fakat her iki durumda da yeryüzünde insanlar için çeşitli rabbler ortaya
çıkarır. Bu rabbler, bu düzmece ilahlar, yüce Allah'ın indirdiği ilkeler
dışındaki ilkeler uyarınca insanlara egemen olurlar. İnsanların önüne
çeşitli yasalar, değer yargıları, gelenekler ve sosyal kurumlar koyarlar.
Böylece insanlar, yüce Allah'ın egemenliğini bir yana bırakarak bu sahte
rabblerin egemenliği altına girerler.
İşte İslâm çağrısı da bu noktada ortaya çıkar. Bütün
insanları bu yeryüzü kaynaklı rabbleri hayatlarından, sosyal kurumlarından,
toplumlarından,değer yargılarından ve yasalarından kovmaya, ayıklamaya
çağırır. Buna karşılık onlara her konuda yüce Allah'a dönmeyi, O'nu ortaksız
Rabb kabul etmeyi, O'nun rakipsiz egemenliğini benimsemeyi, sadece O'nun
yasalarına ve sistemine uymayı, O'nun buyruklarından ve yasaklarından başka
hiçbir buyruğu, hiçbir yasağı dinlememelerini telkin eder. Bu noktadan sonra
tek Allah inancı ile müşriklik arasında, cahiliye zihniyeti ile İslâm
arasında tarih boyunca görülen amansız savaş kopuyor. İşte günümüz İslâm
Rönesansı'nın öncüleri ile dünyanın her tarafındaki zorbalar, diktatörler ve
putlaştırılmış liderler arasında süren savaş da bu amansız savaşın çağdaş
uzantısıdır.
Bundan dolayıdır ki, bu kahraman öncüler, Kur'an'ın
bu zor günlerin eski benzerlerine ilişkin direktiflerini vicdanlarına ve
davranışlarına tam olarak yansıtmalıdırlar. İşte bize yukarıda okuduğunuz şu
sözleri söyleten düşüncelerin bazıları bunlardır: "Ancak böyle bir savaşa
girenler, Kur'an'ın karşı koyup yönlendirmek üzere indiği o şartların
benzerleri ile yüzyüze gelenler bu kitabın zevkine varabilirler. Oturdukları
yerde Kur'an'ın anlamlarını ve mesajlarını arayanlar, bu savaştan bu
hareketten uzak, donuk ve eylemsiz oturuşları sırasında bu kitabın gerçek
mahiyetini asla kavrayamazlar..."
İFTİRACILARIN TEŞHİR
EDİLİŞİ
Daha sonraki ayetler, Kur'an'ı inkâr edenleri, onun
yüce Allah tarafından gönderilmiş bir kitap olmayıp, uydurma olduğunu iddia
edenleri, böylece yüce Allah'a ve Peygamberimize -salât ve selâm üzerine
olsun- iftira edenleri gündeme getiriyor. Bu amaçla karşımıza kıyamet
sahnelerinden birini getiriyor. Bu sahnede yüce Allah'a asıl iftira atanlar
gözlerimizin önüne getiriliyor. Bu iftiracıların kimileri "Bu kitabı Allah
indirmedi" diyen kimselerdir, kimileri yüce Allah'a ortak koşmuşlardır,
kimileri de yüce Allah'ın kendine özgü yetkisi olan rabblik, egemenlik
yetkisini yeryüzü kaynaklı sahte egemenlere yakıştırmışlardır.
İnceleyeceğimiz ayetler, "Allah'a yalan yakıştırma" kavramının ifade ettiği
bütün sapık yönelişleri içermek amacı ile bu konuda ayrıntı vermekten bile
bile kaçınıyorlar.
Bu iftiracılar, bir kıyamet sahnesinde gözler önüne
serilerek onca tanığın önünde, "teşhir" ediliyor, rezil ediliyor. Bu
iftiracıların karşısında mü'minlerin, Rabblerine güvenenlerin ve onları
bekleyen nimetlerin ve mutluluğun tablosu ile karşılaşıyoruz. Ayetlerin
sonunda bu iki kesim, kör ve sağırlar ile görebilen ve işitebilen kimselere
benzetiliyor, bu örnek aracılığı ile sözkonusu iki kesim arasındaki
bağdaşmazlık ve uçurum çapındaki farklılık vurgulanıyor. Şimdi bu ayetleri
okuyoruz:
"Allah'a yalan yakıştırma yapanlardan daha zalim kim
olabilir? Onlar Rabblerinin huzuruna çıkarıldıklarında tanıklar, `Bunlar,
Rabbleri hakkında yalan yakıştırmalar düzmüşlerdir' derler. Haberiniz olsun
ki, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerindedir.
Onlar insanları Allah yolundan alıkoyarlar. O yolu
eğri göstermeye yeltenirler ve ahireti de inkâr ederler.
Bunların Allah'ın yapacaklarına engel olmaları
sözkonusu değildir. Allah dışında dayanakları, destekçileri de yoktur.
Azapları katlanır. Ne işitebilirler ve ne de görebilirler.
Bunlar kendilerini hüsrana düşürmüşler ve
uydurdukları ilahlar-ortalıkta görünmez olmuşlardır.
Onlar, hiç kuşkusuz, ahirette en ağır hüsrana
uğrayacak kimseler olacaklardır.
İman edip iyi ameller işleyenlere ve Allah'a
gönülden saygı besleyenlere gelince, onlar cennetliklerdir ve orada ebedi
olarak kalacaklardır.
Bu iki grup, kör ve sağır ile görebilen ve
işitebilen kimselere benzer. Hiç bir iki grubun durumu bir olur mu? Acaba
ibret dersi almaz mısınız?"
İftira, başlıbaşına iğrenç bir suçtur, gerçeğe ve
aleyhinde yalan düzülene karşı işlenmiş bir zulümdür. Hele bu iftira yüce
Allah'a karşı düzülürse, işlenen suçun ne kadar ağır olacağını varın siz
düşünün. Ayetlerin ilgili cümlelerini birlikte okuyalım:
"Onlar Rabblerinin huzuruna çıkarıldıklarında
tanıklar `Bunlar, Rabbleri hakkında yalan yakıştırmalar düzmüşlerdir'
derler."
Ayette yeralan "Bunlar, Rabbleri hakkında yalan
yakıştırmalar düzenlerdir" ifadesindeki "Bunlar" zamiri "işaret" yolu ile o
kimseleri "teşhir etme ve kınama anlamını taşır. Bu kimseler kim hakkımda
yalan düzmüşler? "Rabbleri hakkında" başka biri hakkında değil. Bu sahnenin
egemen atmosferi rezillik atmosferidir. Bu rezilliği, işlenen suçun
iğrençliğine denk düşen lânet motifi izliyor:
"Haberiniz olsun ki, Allah'ın laneti zalimlerin
üzerindedir."
Bu sözü sahnedeki "tanıklar" böyle söylüyor.
Tanıklar ya melekler, peygamberler ve mü'minler ya da tüm insanlardır. O
halde bu lânet, bu kalabalık ortasında gerçekleşen bir utandırma, aşağılama
ve "teşhir" cezasıdır. Ya da tanık kalabalığı karşısındaki bu rezil etmenin,
ipliklerini pazara çıkarmanın yanısıra onlara ilişkin yüce Allah'ın bir
başka kararıdır. Tekrarlıyoruz:
"Haberiniz olsun ki, Allah'ın lâneti zalimlerin
üzerinedir."
Buradaki "zalimler"den maksat, müşriklerdir. Yüce
Allah hakkında yalan yakıştırmalar yapanlar ve bu yolla insanları Allah'ın
yolundan alıkoymak isteyenler onlardır. Devam ediyoruz:
"O yolu eğri göstermeye yeltenirler."
Onlar doğru yolu, sapmasız rotayı istemezler.
Çarpıklığı, kaypaklığı, zigzağı ve sapmayı isterler. Böyle olmasını
istedikleri şey, yol da olabilir, hayat da olabilir, hayatın olguları da
olabilir. Ayetin anlamı bunların hepsini içerir. Bunun yanısıra "Bunlar
ahireti de inkâr eden" kimselerdir. Bu ifadede "onlar" zamiri iki kez
tekrarlanıyor. Amaç pekiştirme yolu ile sözkonusu müşriklerin suçluluklarını
vurgulamak, bu suça dikkatleri çekmek sureti ile onları "teşhir" etmektir.
Yüce Allah'a ortak koşanlar -ki, bunlar zalimlerdir-
İslâmın dosdoğru rotasından ayrılınca hayatın tüm alanlarını eğriliğe
yöneltmeyi amaçlarlar. Zaten yüce Allah'ın egemenliği dışındaki bir başka
merciin egemenliğine girmek, hem insan kişiliğinin bütün cephelerini ve hem
de sosyal hayatın tüm kesimlerini eğriliğe mahkûm eder.
Yüce Allah'dan başkasına kul olmak, insan vicdanında
onursuzluk ve aşağılıklık meydana getirir. Oysa yüce Allah, insan vicdanının
onurla donanmasını istemiştir. Öte yandan kula kulluk, sosyal hayatı zulmün
ve azgınlığın pençesine düşürür. Oysa yüce Allah, bu hayatın adalete ve
eşitliğe dayalı olmasını istemiştir. Ayrıca kula kulluk ilkésinin egemen
olduğu toplumlarda insanlar, toprak kökenli egemenleri, sahte rabbleri
ilahlaştırma emeklerini, çabalarını boşa harcarlar. Bu amaçla durmadan
davullu-zurnalı şenlikler düzenlerler. Bu şenliklerde durmadan nefes
tüketirler. Bu yolla düzmece ilahlarını yücelterek gerçek Rabbin yerini
doldurmaya çalışırlar. Fakat bu düzmece egemenler, bu sahte ilahlar, özleri
itibarı ile küçük ve zavallı oldukları için bir türlü gerçek Rabbin yerini
tutamazlar, yüce Allah'a inançsızlıktan doğan boşluğu dolduramazlar.
Bu yüzden o düzmece ilahların zavallı kulları, sefil
köleleri sürekli bir çaba, kesintisiz bir didinme içindedirler. Gece-gündüz
durmadan bu düzmece ilahları şişirmek için çalışırlar. Dikkatleri ve
projektörleri üzerlerine ,çekmeye uğraşırlar. Aralıksız biçimde onlar adına
davul-zurna çalarlar. Marşlı, şarkılı, bandolu, trompetli şenlikler
düzenlerler. Böylece yararlı üretim faaliyeti uğrunda harcanması gereken
insan emekleri, bu sonuçsuz, bu uğursuz çabalar uğrunda, bu onur kırıcı ve
gelişmeyi durdurucu amaçlar peşinde harcanır. Bundan daha büyük bir eğrilme,
bundan daha büyük bir yamukluk düşünülebilir mi?
"Onlar..."
Yani o lânete uğramış, yüce Allah'ın rahmetinden
uzaklaştırılmış, kovulmuşlar:
"Allah'ın dünyada yapacaklarını engelleyemezler."
Onlar, yüce Allah'ın iradesine set çekecek güçte
değildirler. Yüce Allah istese dünyada yakalarına yapışıp kendilerini azaba
çarptırır. Devam ediyoruz:
"Onlar Allah dışında bir dayanakları, bir
destekçileri de yoktur." Allah'a karşı kendilerine yardım edecek; O'nun
azabı gelince kendilerine arka çıkacak bir koruyucuları yoktur. Yüce Allah,
eğer onları somut dünya azabına çarptırmıyorsa, eğer bunun yerine işlerini
ahiret azabına havale ediyorsa, bunun sebebi hem dünya azabını, dünya
perişanlığını ve hem de ahiret azabını birlikte ve eksiksiz olarak
çekmeleridir. Okuyoruz:
"Azapları katlanır."
Onların algılama mekanizmaları işlemez bir halde,
basiretleri bağlı olarak yaşadılar. Sanki kulakları ve gözleri yokmuş gibi
ömür sürdüler:
"Ne işitebilirler ve ne de görebilirler." "Bunlar,
kendilerini hüsrana düşürmüşlerdir."
En ağır hüsran, en büyük kayıp budur. Kendini,
özbenliğini kaybeden kimse, bunun dışındaki kazançlarından hiçbir yarar
sağlayamaz. İşte bunlar, dünyada özbenliklerini kaybetmişler, öz
varlıklarını hasara uğratmışlardır. Her şeyden önce insanlık onurlarını
yitirmişler, onun bilincinden yoksun yaşamışlardır. Bu bilinç, yüce
Allah'dan başkasının kulluğunu reddetme onurunda, kula kulluğun
boyunduruğundan kurtulup Allah'a kul olmanın şerefine yüceltme tutumunda
somutlaşır. Bunun yanısıra bu bilinç, dünya nimetlerinden yararlanmayı ihmal
etmemekle birlikte, bu hayatın tutsaklığından sıyrılıp daha yüksek ve daha
yüce bir hayata göz dikmeyi beraberinde getirir. Fakat bu adamlar ahireti
inkâr etmekle, yüce Allah'ın karşısına çıkacakları gerçeğini yalanlamakla bu
bilinçten yoksun olduklarını kanıtlamışlardır. Çünkü dünyadaki bu onursuz
hayatlarının karşılığı olarak orada rezil-sefil olacaklardır, kendilerini
bekleyen tek şey azaptır. Devam ediyoruz:
"Uydurdukları ilahlar da ortalıkta görünmez
olmuştur."
Bu adamlar, yalan yere uydurdukları düzmece
ilahlarını yanlarında bulamamışlar, onlarla buluşamamışlardır. Bu asılsız
ilahlar gözlerden kaybolmuş, yokolmuş, sıvışıp gitmişlerdir. Devam ediyoruz:
"Onlar hiç kuşkusuz ahirette en ağır hüsrana
uğrayacak kimseler olacaklardır."
Hiçbir kayıp, hiçbir hüsran, onların uğrayacakları
kayba, onların karşılaşacakları hüsrana denk olamaz. Çünkü onlar hem dünyada
ve hem de ahirette kendilerini, özbenliklerini yitirmişlerdir.
Öbür yanda mü'minler, iyi amel işleyenler yeralır.
Bunlar Rabblerine güvenenler, O'na bel bağlayanlar, şikayetsiz ve endişesiz
olarak O'nun himayesinde huzur bulanlardır. Okuyoruz:
"İman edip iyi ameller işleyenlere ve Allah'a
gönülden saygı besleyenlere gelince, onlar cennetliklerdir ve orada ebedi
olarak kalacaklardır." Buradaki "ihbat (gönülden saygı besleme)" kelimesi
"güven, istikrar, teslimiyet ve bel bağlama" anlamlarına gelir. Bu kelime,
mü'minin Rabbine yönelik tutumunu tasvir eder. Buna göre, mü'minler Allah'a
sığınırlar, O'ndan gelecek her şeye razı olurlar. Yüce Allah'ın kendilerine
yönelik tasarrufları karşısında vicdanları rahattır, kalpleri emniyettedir,
gönülleri güven, huzur ve hoşnutluk duyguları ile doludur. Devam ediyoruz:
"Bu iki grup kör ve sağır ile görebilen ve
işitebilen kimselere benzer. Hiç bu iki grubun durumu bir olur mu?"
Burada somut bir tablo karşısındayız. Tabloda iki
grubun durumu elle tutulur biçimde tasvir ediliyor. Birinci grup gözleri
görmeyen körlere ve kulakları işitmeyen sağırlara benziyor. Bunlar duyu ve
algılama organlarını işlemez hale getirenler, onları fonksiyonlarını yerine
getiremez duruma düşürenlerdir. Bu organların fonksiyonları kalbe ve akla
mesaj ileten araçlar olmalarıdır; kalp ve akıl da aldıkları bu mesajlarının
anlamını kavramakla ve özünü değerlendirmekle görevlidirler. Fakat bu
kimseler sanki bu duyu ve algılama organlarından yoksun gibidirler.
İkinci gruptakiler ise, normal olarak görebilenler
ve işitebilenler gibidirler. Buna göre bunlar gözlerinin ve kulaklarının
kılavuzluğundan, yol gösterici fonksiyonundan sürekli biçimde yararlanan
kimselerdir. Şimdi;
"Hiç bu iki grubun durumu bir olur mu?"
Bu soru, somut tabloyu izleyen ve cevap
gerektirmeyen bir sorudur. Çünkü gözlerimizin önüne serilen somut tablo, bu
sorunun açık cevabını içermektedir. Ayetlerin son cümlesini okuyoruz:
"Acaba ibret dersi almaz mısınız?"
Mesele bu hali ile "ibret" dersi almaktan başka
hiçbir tepkiyi kaldırmaz. O kadar yalındır, o kadar apaçıktır ki, üzerinde
düşünmeye hiç gerek yoktur.
İşte Kur'an üslubunun ağırlıklı unsurunu oluşturan
"tasvir" yönteminin fonksiyonu budur. Bu yöntem tartışmayı gerektiren
düşünce içerikli meseleleri, yalın ve söz götürmez kesin gerçeklere
dönüştürür. Bu tür gerçekler karşısında insanın yapacağı tek şey onları
görmek ve onlardan gerekli ibret derslerini çıkarmaktır.
NUH PEYGAMBER VE
KAVMİ
Peygamber hikâyeleri bu surenin iskeletini
oluşturur. Fakat bu hikâyeler, bağımsız ve sonuçtan kopuk olarak anlatılmış
değildir. Tersine bu hikâyeler surenin anlatmak üzere indiği ve başlangıç
kısmında özetle değinilen büyük gerçekleri doğrulama, somut olaylarla
kanıtlama amacı taşırlar. Surenin sözkonusu başlangıcını bir kere daha
okuyalım:
"...Bu Kur'an; her işi yerinde ve her şeyden
haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümleler ile örülen, sonra
ayrıntılı biçimde açıklanan ayetlerden oluşmuş bir kitaptır.
(İçeriğinin özü şudur:) Sırf Allah'a kulluk ediniz.
Ben O'nun size gönderdiği bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.
Rabbinizden af dileyiniz, pişmanlık duygusu içinde
O'na yöneliniz ki, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi mutlu yaşatsın ve
her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü versin. Eğer O'na sırt
çevirirseniz, sizin hesabınıza `büyük gün'ün azabından korkarım.
Dönüş yeriniz Allah'ın huzurudur, O'nun gücü her
şeye yeter."
Surenin giriş bölümünde bu gerçeklerin irdelenmesine
ilişkin çeşitli gezintiler düzenleniyor. Bu bölümdeki ayetleri okurken, kimi
zaman göklerin ve yerin görkemli sırları arasında, kimi zaman da Mahşer
kalabalığı arasında gezintiye çıkıyoruz.
Şimdi okuyacağımız ayetler ise, bizi başka
gezintilere çıkarıyorlar. Bu gezilerde kendimizi yeryüzünün değişik
yörelerinde, tarih sürecinin değişik dönemlerinde buluyor ve geçmiş
milletlerin bazı hayat maceralarını yeniden yaşıyoruz. Bu geziler sırasında
"İslâm inancı" akımının tüm insanlık tarihi boyunca cahiliye zihniyeti
karşısında giriştiği sürekli mücadelenin bazı kritik evreleri gözlerimizin
önünde canlandırılıyor.
Bu surede anlatılan peygamber hikâyeleri oldukça
uzundur. Özellikle Hz. Nuh'a ve Tufan olayına ilişkin hikâye hepsinden uzun
bir biçimde anlatılıyor. Bu hikâyeler, bu surenin başlangıcında yeralan ve
tüm surelerin iniş gerekçesini oluşturan inanç sistemine ilişkin gerçekler
etrafındaki tartışmaları içerirler. İnsan bu tartışmaları izlerken dünün
yalanlayıcıları ile bugünün yalanlayıcılarının arasında önemli bir fark
olmadığını, her ikisinin de hemen hemen aynı karakteri paylaştıklarını, tüm
insanlık tarihi boyunca sergiledikleri zihniyetin aşağı-yukarı aynı zihniyet
olduğunu açıkça görür.
Bu surede anlatılan peygamber hikâyeleri kronolojik
sırayı izler. Buna göre önce Hz. Nuh'un, arkasından Hz. Hud'un, daha sonra
Hz. Salih'in hikâyeleri anlatılır. Sonra Hz. Lût'a gidilirken Hz. İbrahim'e
uğranır. Arkasından Hz. Şuayb'in hikâyesine geçilir, sonra da Hz. Musa'nın
hikâyesine kısaca değinilir. Bu hikâyelerde tarih çizgisinin aşamalarına
bağlı kalınır. Çünkü amaç, tarihin sürekli akışı içinde ve oluş zincirine
bağlı kalınarak yeni kuşaklara eski kuşakların akıbetlerini, sonlarının ne
olduğunu hatırlatmaktır.
İlk hikâye, Hz. Nuh ile soydaşları arasındaki
olayları anlatan hikâyelerdir. Bu hikâye, anlatılan hikâyelerin en eski
tarihlisi olduğu gibi surede ele alınan hikâyelerin de ilkini oluşturuyor.
Şimdide Aşağıda Hz. Nuh kıssasına ilişkin ayetleri
inceleyelim:
25- Biz Nuh'u
soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. (O onlara dedi ki); "Ben sizin için
açık bir uyarıcıyım. "
26- "Sırf Allah'a
kulluk sununuz. Yoksa sizin hesabınıza acıklı bir günün azabından korkarım.
"
Bu ayetlerin sözleri, Peygamberimizin -salât ve
selâm üzerine olsun- insanlara duyurmak üzere görevlendirildiği ve "...her
işi yerinde, her şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu
cümleler ile örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan ayetlerden oluşmuş"
kitabın sözleri ile hemen hemen aynıdır. Bu ifade benzerliği tesadüfi
değildir. Ortak ve temel kavramları anlatmak için kullanılan sözler
arasındaki bu yakınlık bilerek ve istenerek seçilmiştir. Amaç peygamberlik
misyonlarının ve inanç sisteminin birliğini, özdeşliğini vurgulamaktır.
Bunun için nerede ise kullanılan kelimeler bile aynı olmuştur. Ayrıca bu söz
benzerliği karşısında şu gerçeği de dikkatlerimizden kaçırmamalıyız, Bu
ayetlerde bize Hz. Nuh'un sözlerinin anlamı aktarılıyor, yoksa o sözlerin
kelimeleri tekrarlanmıyor. Bu konudaki en akla uygun yorum budur. Çünkü biz
Nuh'un -selâm üzerine olsun- hangi dili kullandığını bile bilmiyoruz. İlk
ayeti ele alalım:
"Biz Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik.
(O onlara dedi ki); "Ben sizin için açık bir uyarıcıyım."
Ayetin ikinci cümlesinde Hz. Nuh'un dedikleri
aktarılırken, söze "O dedi ki..." diye başlanmıyor. Çünkü Kur'an'ın anlatımı
sahneye canlılık kazandırıyor: Sanki bu hikâyede olup-bitenler gözlerimizin
önünde cereyan ediyor, sanki onlar geçmişin hikâyesi değildirler. Sanki Hz.
Nuh, bu sözleri soydaşlarına şimdi söylüyor ve biz kendisi ile soydaşlarını
gözlerimizle görüyor, söylediklerini kulaklarımızla işitiyoruz.
Bu, okuduğumuz cümlenin ilk özelliğidir. İkinci
özelliği ise, bu kısacık cümlenin, peygamberlik misyonunun tümünü birkaç
kelime ile özetlemesi, onu bir tek gerçeğe indirgemesidir. Cümleyi
tekrarlıyoruz:
"Ben sizin için açık bir uyarıcıyım."
Her şeyin kısacık bir cümleye sığdırılması,
peygamberlik misyonunu belirleme ve onu dinleyicilerin vicdanlarında ön
plana çıkarma bakımından son derece etkili bir ifade yöntemidir.
Bir sonraki cümlede peygamberlik misyonunun içeriği
bir kere daha tek bir gerçekte somutlaştırılıyor. Okuyoruz:
"Sırf Allah'a kulluk sununuz."
İşte peygamberlik misyonunun temel dayanağı, uyarı
fonksiyonunun ana içeriği budur. Peki bu uyarının amacı nedir?
"Yoksa sizin hesabınıza acıklı bir günün azabından
korkarım."
Böylece bu kısacık cümleler aracılığı ile hem
gerçekleri duyurma ve hem de uyarma görevi tamamlanmış oluyor.
Bir de şu noktaya değinmeliyiz: Ayette sözü edilen
"gün" aslında "acıklı" değil; "acılarla dolu" bir gündür. Yani acıları
tadacak olan günün kendisi değil, o günü yaşayacak olan insanlardır. Bu
ifade "acı" olgusunu zihinlerde somutlaştırmak için bilerek seçilmiştir.
Yani o günün kendisi acılarla yüklüdür, acıları iliklerinde duyuyor. Artık o
günü yaşayacak olanların halini varın siz düşünün! Ayetleri okumaya devam
ediyoruz:
27- Soydaşlarının
ileri gelen kâfirleri O'na dediler ki, "Biz senin sadece bizim gibi bir
insan olduğunu görüyoruz. Sana uyanların da aramızdaki ilkel düşünceli, ayak
takımı olduğunu görüyoruz. Sizin bize karşı herhangi bir üstünlük
taşıdığınız görüşünde değiliz. Tersine sizlerin yalan söylediğiniz
kanısındayız.
Burada kendilerini beğenmiş elebaşların verdikleri
cevabı okuyoruz. "İleri gelenlerin" toplumun kilit noktalarını ellerinde
bulunduran, üst düzeydeki egemenlerin herkese tepeden bakan sözleri ile
karşı karşıyayız. Bu sözler, Kureyşli elebaşlar tarafından Peygamberimize
verilmiş bir cevap da olabilirdi. "Biz seni sadece bizim gibi bir insan
olarak görüyoruz." "Sana uyanların aramızdaki ilkel düşünceli, ayak takımı
olduğunu görüyoruz." ``Gördüğümüze göre sizin bize karşı hiçbir üstünlüğünüz
yok." "Tersine sizin yalancı olduğunuz kanısındayız."
Kuşkular aynı kuşkular. Suçlamalar aynı suçlamalar.
Burnu büyüklük, aynı burnu büyüklük. Aynı aptalca, cahilce ve umursamasız
cevap!
İnsanların "cahil" kesiminin kafalarına öteden beri
takılan kuşkulardan biri şudur: İnsanoğlu, yüce Allah'ın elçiliğini
taşıyamayacak kadar küçük ve yetersiz bir canlı türüdür. Eğer yüce Allah
mutlaka insanlara elçi gönderecekse, bu görevi kesinlikle başka bir canlı
türü yüklenmelidir. Bu cahilce bir kuşkudur. Kaynağı "insan" denen şu canlı
türüne güvensizliktir. Oysa yüce Allah, insanı yeryüzünde halife olarak
seçmiştir. Bu görev, son derece önemli bir görevdir. Buna göre yüce Allah,
insana bu göreve denk düşecek yetenekler ve güçler bağışlamış olmalıdır; bu
canlı türünü, bazı seçkin fertlerin peygamberlik yükünü taşıyacak yeteneğe
sahip olmalarını mümkün kılacak düzeyde yaratmış olmalıdır. Bu peygamberleri
yüce Allah seçeceğine göre, bu peygamberlerin yapı hamuruna, insan türünün
genel niteliklerinden fazla olarak hangi özel yetenekleri katacağını O,
herkesten iyi bilir.
Bu alandaki bir başka cahilce kuşku da şudur: Madem
ki yüce Allah insanlar arasından peygamber seçiyor. Bu peygamber, niye
toplumun kaymak tabakasını oluşturan, yönetim mekanizmasının kilit
noktalarını ellerinde tutan seçkinler arasından belirlenmiyor? Bu kuşkunun
arkasında insan denen canlıya üstünlük kazandıran gerçek değerlerin ne
olduğunu bilmemek; bütün bir tür olarak yeryüzü halifeliğine neden lâyık
görüldüğünden ve bazı seçkin fertlerinin şahsında niçin yüce Allah'u
elçiliği gibi yüce bir görevi taşımaya yetenekli sayıldığından habersiz
olmak yatar. Sözkonusu değerlerin servetle, mevki ile, yeryüzünde egemenlik
kurmuş olmakla ilgisi yoktur. Bu değerler vicdan temizliği ile bu
vicdanların yücelikler alemi ile ilişki kurmaya yetenekli olmaları ile
ilgilidir. Bu vicdanların her türlü lekeden arınmış olmaları, yücelikler
aleminin mesajlarını alabilmeleri, o alemle iletişim kurma yeteneğini
taşımaları, bu ağır emaneti omuzlayacak güçte olmaları, onun yükleyeceği
zorluklara katlanabilmeleri ve bu emaneti, ne pahasına olursa olsun,
insanlara iletebilmeleri önemlidir. Bu saydıklarımız yanında peygamberliğin
daha başka nitelikleri de vardır. Önemli olan peygamber olarak seçilenlerin
bu nitelikleri taşımalarıdır ve niteliklerin servetle, mevki ile, yeryüzü
egemenlerinden biri olmakla uzaktan-yakından ilgileri yoktur.
Fakat Hz. Nuh'un soydaşlarının seçkinleri, tıpkı
diğer peygamberlerin soydaşlarının seçkinleri gibi bu yüce değerleri
görmekten uzaktırlar, dünyevi konumları gözlerini bu gerçeği görmeyecek
derecede kör etmektedir. Bu yüzden seçilen peygamberlerin bu yüce göreve
lâyık görülmelerinin gerekçesini kavrayamamaktadırlar. Onlara göre bu görev,
insanlara verilemez. Ama eğer mutlaka bir insana verilecekse, bu insan
kesinlikle kendileri gibi toplumun kaymak tabakasını oluşturan egemenler
arasından seçilmelidir! Nitekim bakın, neler diyorlar!
"Biz seni sadece bizler gibi bir insan olarak
görüyoruz."
Bu, sözlerinden biridir. Öbürü ise daha da müthiş!
Okuyoruz:
"Sana uyanların aramızdaki ilkel düşünceli, ayak
takımı olduğunu görüyoruz."
Bu sözde seçkinler, yoksul halk yığınlarına "ayak
takımı" diyorlar. Zaten her toplumun ileri gelenleri, kendi dışlarındaki
serveti ve mevkii olmayan halk kitlelerini her dönemde bu gözle
görmüşlerdir. Oysa bütün peygamberlerin taraftarları genellikle bu yoksul
halk kitleleri arasından çıkmıştır. Çünkü sıradan halk kitlelerinin fıtratı,
insanları seçkinlere kul olmaktan kurtaran; kalpleri düzmece "ulular"dan
daha yüce, ezici iradenin ortaksız sahibi olan tek Allah'a bağ-. lamaya daha
yatkındır. Sebebine gelince, yoksul halk kitlelerinin fıtri (doğal)
yapılarını şımarıklık ve lüks hayat bozmamıştır; şahsi yararlar ve göz
kamaştırıcı nişanlar onları, ilahi çağrıya olumlu cevap vermekten alıkoymaz.
Eğer yüce Allah'a inanırlarsa kaybedecekleri bir sosyal mevkileri yoktur.
Oysa sözde seçkinler, halk yığınlarının gafleti sayesinde onları değişik
biçimli putperest hurafelerin tutsağı yaparak elde ettikleri bu "çalıntı"
saltanatlarını yitirmekten korkarlar. Sözkonusu putperest saplantıların
başta geleni; yüce Allah'ın ortaksız ilahlığı kabul edileceği yerde,
egemenlik yetkisi rakipsiz tek Allah'a özgü sayılacağı yerde, birtakım gelip
geçici insanlara bağlılık sunmak, onların sözlerine kayıtsız-şartsız bir
teslimiyetle itaat etmek, onların kulu-kölesi sayılmayı onaylamaktır. Bundan
dolayı insanları tek Allah'a çağıran peygamberlik misyonları; her dönemde ve
her yerde insanlık için gerçek kurtuluş hareketleri olmuşlardır. Böyle
olduğu içindir ki, yeryüzünün zorba diktatörleri, zalim "tagut"ları, her
zaman bu hareketlerin karşısına dikilmişler, halk kitlelerinin bu
hareketlerin safında yeralmalarını önlemeye çalışmışlar, bunu yapabilmek
için sözkonusu özgürlük hareketlerini karalamaya, önderlerini en iğrenç
suçlamalarla lekeleyerek halkın gözünden düşürmeye, yığınların antipatisini
üzerlerine çekmeye yeltenmişlerdir. Bu sözde seçkinlerin yukarıdaki
sözlerini birkere daha okuyalım:
"Sana uyanların aramızdaki ilkel düşünceli, ayak
takımı olduklarını görüyoruz."
Yani onlar ne yaparlarsa, düşünüp taşınmadan
yaparlar. Bu da toplumun en üst katını oluşturan sözde seçkinlerin,
"mü'minler" topluluğuna tarihin her döneminde yönelttikleri bir suçlamadır.
Onlara göre halk yığınları, kurtuluş hareketlerine katılmadan önce bu işi
enine-boyuna düşünüp taşınmazlar. Bunun yerine bu hareketlere körü-körüne ve
heyecanların körüklediği bir coşku ile katılırlar ki; bu büyük bir suçtur.
Bundan dolayı seçkin beyefendilerin onların yöntemlerini benimsemeleri,
onların yollarını izlemeleri şanlarına yakışmaz. Eğer ayak takımı bir
çağrıya inanıyorsa, bu beyefendilerin de ona inanmaları, "ayak takımı"nın
inancını paylaşmaları, ya da bu ayak takımı tarafından sözkonusu inanç
sistemini benimsemeye çağrılmaları olacak şey değildir! Bakın daha neler
söylüyorlar!
"Sizin bize karşı herhangi bir üstünlük taşıdığınız
görüşünde değiliz."
Bu sözleri ile davanın önderi ile bu önderin
çağrısına uyan halk kitlelerini, kendi şımarık deyimleri ile "ayak takımı"nı
aynı kefeye koyduklarını gösteriyorlar. "Sizin hidayete daha yakın olmanızı
sağlayacak ya da doğruyu daha iyi bilmeye yolaçacak bir üstünlüğünüz, bu
konuda bize karşı bir avantajınız olduğu görüşünde değiliz. Eğer sizin
bağlandığınız ilkeler yararlı ve doğru olsaydı, bunun daha önce biz farkına
varırdık, sizden daha önce o ilkeleri benimserdik, sizden geride kalmazdık."
Onlar bu sözleri söylerken, daha önce değindiğimiz
yanıltıcı ölçüyü kullanıyorlar, meseleleri bu sakat mantığın ölçeğine göre
değerlendiriyorlar. Bu sakat mantığa göre üstünlüğün dayanağı servettir,
akıllılığın dayanağı mevkidir ve bilginin dayanağı da iktidardır. O halde
zenginler daha üstün, mevki ve rütbe sahipleri daha akıllı, iktidarda
bulunanlar da daha bilgilidirler. Bu kavramlar ve bu değer yargıları her
zaman Allah birliği inancının tamamen yokolduğu ya da etkisiz kaldığı
toplumlarda egemen olurlar. O zaman insanlık cahiliye dönemlerine geriler,
putperest geleneklerin çok sayıdaki türlerinden birinin pençesine düşer.
Yalnız bu putperest gelenek, materyalist uygarlığın göz kamaştırıcılığı
içinde ortaya çıkabilir, buna aldanmamak gerekir. (Meselâ günümüz
Amerikası'nda insanın değeri, gelir düzeyine ve bankadaki hesabının
rakamlarına göre ölçülür. Amerika'dan kaynaklanan bu cahiliyeye özgü
putperest bakış açısı dalga dalga bütün dün· yaya yayılıyor, hatta kendini
müslüman sanan doğu dünyasında bile egemen oluyor!) Bu anlayışın, insanlık
için bir gerileme olduğu, tersine gitmek anlamına geldiği kuşkusuzdur. Çünkü
bu bakış açısı insanı insan yapan değerleri küçümsemekte, hiçe saymaktadır.
Oysa insan bu değerler sayesinde yeryüzü halifeliğine lâyık görülmüş ve
peygamberlik misyonu taşıyacak derecede yüceliklere tırmandırılmıştır. İnsan
bu değerlerden yoksun kalınca, organik ve fizik yapısı ile hayvana yakın bir
düzeye iner. Bir de şu sözlerini okuyalım:
"Tersine sizlerin yalancı olduğunuz kanısındayız."
Sözünü ettiğimiz seçkinlerin yüce Allah'ın
peygamberine ve bağlılarına yönelttikleri sonuncu suçlama budur. Fakat bu
suçlamayı, mensubu oldukları sınıfın, yani "Aristokrasi"nin yöntemleri
uyarınca yapıyorlar. Söylemek istediklerini "Aristokrat"lara yaraşır bir
ihtiyatlılıkla dile getiriyorlar; "olduğunuz kanısındayız" diyorlar. Neden
derseniz, dobra dobra konuşmak ve kesin doğrultulu tercihi yapmak, bu
beylere göre, taşkın ve ilkel düşünceli halk yığınlarının
özelliklerindendir. O halde ileri görüşlü ve sağlam düşünceli seçkinler,
hiçbir zaman bu düzeye düşmemelidirler!
Bu davranış türü ve bu konuşma üslubu Hz. Nuh'un
zamanından beri sürekli tekrarlanan bir örnektir. Yani sözünü ettiğimiz
cepleri dolu, kalpleri boş, burnu büyük, iddialı, boyun damarları çıkık ve
şiş göbekli sözde seçkinler her zaman böyle konuşurlar, böyle davranırlar.
Buna karşılık Hz. Nuh, bu adamların suçlamalarını,
sırt çevirmelerini ve tepeden bakmalarını peygambere yaraşır bir hoşgörü ile
karşılıyor. Onların bu sözleri karşısında vakarlıdır, insanlara duyurmak
üzere getirdiği gerçeğin gücüne güvenmektedir, kendisini peygamber olarak
gönderen Rabbinin desteğinden emindir; önündeki yolun belirginliğinden ve
kafasındaki yöntemin doğruluğundan en ufak bir kuşkusu yoktur. Bu yüzden
karşısındakiler gibi kaba sözler söylemiyor, onlar gibi suçlamalara
kalkışmıyor, onlarınkine benzer iddialar ileri sürmüyor, kendini olduğundan
başka türlü göstermeye, peygamberlik misyonuna özü dışında bir nitelik
vermeye çalışmıyor. Onlara şöyle sesleniyor:
28- Nuh dedi ki; "Ey
soydaşlarım, baksanıza, eğer ben Rabbimden gelen açık belgelere
dayanıyorsam, eğer O bana kendi katından bir rahmet verdi ise de siz bunu
görmekten yoksun bırakıldı iseniz, istemediğiniz halde sizi bu açık
belgeleri ve bu rahmeti kabul etmeye mi zorlayacağız?"
29- "Ey soydaşlarım,
bu uyarı çabalarıma karşılık sizden maddi bir karşılık istemiyorum, benim
ücretimi verecek olan Allah'dır, mü'minleri yanımdan kovacak değilim, çünkü
onlar Rabblerine kavuşacaklardır. Fakat sizin gerçeklerden habersiz bir
toplum olduğunuzu görüyorum. "
30- "Ey soydaşlarım,
eğer o mü'minleri yanımdan kovacak olursam, Allah'a karşı beni kim
savunabilir? Bunu hiç düşünmüyor musunuz?"
31- "Size `Allah'ın
hazineleri benim elimin altında da' demiyorum, gayp alemini de bilemem, `Ben
bir meleğim' de demiyorum. Sizin gözlerinize hor görünen kimselere Allah'ın
hiçbir hayır vermediğini de söyleyemem, kalplerinde neler olduğunu herkesten
iyi bilen Allah'dır. Yoksa zalimlerden biri olurum. "
Hz. Nuh sözlerine "Ey soydaşlarım" diye başlıyor. Bu
hoşgörü yansıtan, sevgi dolu, onların kendinden ve kendisini onlardan sayan
seslenişten sonra konuşmasını şöyle sürdürüyor: Sizler bana karşı çıkıyor ve
"Biz seni sadece bizler gibi bir insan olarak görüyoruz" diyorsunuz. Ya ben
Rabbim ile ilişki halinde isem; bu durum benim vicdanımda apaçık ve benim
bilincimde kesin bir realite isé, o zaman ne diyeceksiniz. Böyle bir iç-sezi
size verilmemiş bir özelliktir. Bunun yanısıra eğer Allah beni peygamber
seçerek bana kendi katından bir rahmet bağışladı ise, ya da bana
peygamberlik yükünü taşıyabilmemi sağlayacak ayrıcalıklar bağışladı ise -ki
hiç kuşkusuz bu büyük bir rahmettir-, eğer gerek deminki ve gerekse şimdiki
varsayımım doğru ise de bu gerçekler sizin gözlerinizden saklandı ise, eğer
sizler bu gerçekleri kavrayacak yetenekten yoksun tutuldu iseniz ve eğer
basiretleriniz bağlı olduğu için bu realiteleri göremiyorsanız, sizi bunları
kabul edesiniz diye "zorlayacak mıyız?" "Siz istemediğiniz halde" sizi bu
realiteleri kavramaya, onlara inanmaya zorlamak, ne yapabileceğim bir iştir
ve ne de bana yakışır.
İşte Hz. 'Nuh, bu yumuşak sözlerle karşısındakilerin
dikkatlerini yönlendirmeye ve vicdanlarına dokunmaya, duyarlıklarını
harekete geçirmeye çalışıyor. Bu yolla bilgisinden yoksun kaldıkları
değerleri kavramalarını, peygamberlik misyonuna ve peygamber seçimi
konusunda habersiz oldukları ayrıcalıklarının farkına varmalarını sağlamaya
çalışıyor. Bu önemli görevin, onların kullandıkları yüzeysel ve dış görünüş
ile ilgili kriterlere, ölçülere dayandırılamayacağını kendilerine göstermeye
çabalıyor. Bunların yanısıra onlara son derece önemli olan şu ilkeyi
belletiyor: İnanmanın temeli, özgür tercihtir; düşünerek, araştırarak
benimsemektir; yoksa zorla devlet gücü ile ve insanlara tepeden bakarak hiç
kimseye yeni bir inanç aşılanamaz. Şimdi de yukardaki ayetlerin ikincisini
incélemeye çalışalım:
"Ey soydaşlarım, bu uyarı çabalarıma karşılık,
sizden maddi bir karşılık istemiyorum, benim ücretimi verecek olan
Allah'dır. Mü'minleri de yanımdan kovacak değilim. Çünkü onlar Rabblerine
kavuşacaklardır. Fakat sizin gerçeklerden habersiz bir toplum olduğunuzu
görüyorum."
Yani "ey soydaşlarım, sizin `ayak takımı' dediğiniz
insanları ben iman etmeye çağırdım, onlar da iman ettiler. Benim
insanlardan, iman etmeleri dışında hiçbir beklentim yoktur. Ben çağrı
çabalarım karşılığında maddi kazanç istemiyorum ki zenginlerle sıkı-fıkı
olayım da fakirler ile arama mesafe koyayım. Benim gözümde bütün insanlar
birdir. Kim insanların malını umursamazsa, onun için fakirler ile zenginler
bir olur" Devam ediyoruz:
"Benim ücretimi verecek olan Allah'dır."
Bu iş yalnız O'na düşer. Başkasına değil. Ayrıca:
"Mü'minleri de yanımdan kovacak değilim."
Anlaşılan bu sözde seçkinler Hz. Nuh'a, ya açıkça,
ya da dolaylı biçimde dediler ki; "Bu ayak takımını yanından kov; o zaman
sana iman etmeyi düşünebiliriz. Biz bu ayak takımı ile senin yanında
biraraya gelemeyiz, ya da onlarla aynı yola giremeyiz." Hz. Nuh'un bu isteğe
verdiği karşılık kesindir; "Hayır, onları kovmam sözkonusu değil. Ben böyle
bir şey yapmam. Onlar iman ettiler. Bundan sonraki işleri yüce Allah'a
kalmıştır, artık benimle bir işleri yok." Devam ediyoruz:
"Çünkü onlar Rabblerine kavuşacaklardır. Fakat
görüyorum ki, siz gerçeklerden habersiz bir toplumsunuz."
Sizler insana yüce Allah'ın terazisinde kıymet
kazandıran gerçek değerlerin neler olduklarını bilmediğiniz gibi, tüm
insanların en sonunda yüce Allah'ın huzuruna varacaklarından da
habersizsiniz. Şimdi de bir sonraki ayete geçiyoruz:
"Ey soydaşlarım, eğer ben o mü'minleri yanımdan
kovacak olursam, Allah'a karşı beni kim savunabilir? Bunu hiç düşünmüyor
musunuz?"
Orada Allah var. Yoksulların da zenginlerin de,
zayıfların da güçlülerin de Rabbi olan Allah. Orada Allah insanları burada
geçerli saydıklarınızdan farklı déğerler ile değerlendiriyor, onları tek bir
terazide tartıyor. Bu terazi, iman terazisidir. Buna göre sözünü ettiğiniz
mü'minler yüce Allah'ın koruması ve gözetimi altındadırlar. O halde;
"Ey soydaşlarım, eğer ben o mü'minleri yanımdan
kovacak olursam Allah'a karşı beni kim savunabilir?" '
Eğer ben yüce Allah'ın koyduğu ölçüleri çiğner de
O'nun mü'min kullarına karşı haksızlık edersem, beni O'ndan, O'nun
gazabından kim kurtarabilir. Eğer sahte yeryüzü değerlerini onaylayarak
Allah'ın değerli saydığı o insanları hor görürsem, Allah'ın karşısında bana
kim arka çıkabilir? Oysa yüce Allah beni o sahte değer yargılarına uymak
için değil, onları değiştirmek için gönderdi.
Size gelince pençesine düştüğünüz sapıklık, size
insan fıtratının sağlıklı ve dengeli ölçüsünü unutturmuştur.
Daha sonra Hz. Nuh bù sözde seçkinlere kendini ve
peygamberlik görevini tanıtıyor. Bu tanıtma sırasında kendini ve
peygamberliğini her türlü süsten, her türlü alımlılıktan, her türlü yeryüzü
kaynaklı sahte değerden arındırarak ortaya koyuyor. Ayrıca bu tanıtmayı
yaparken gerçekleri hatırlatıcı ve öğüt verici bir üslup kullanıyor. Amacı,
onlara gerçek değerleri belletmek, göz boyayıcı ve içi kof değerleri
gözlerinden düşürmektir. Bunun için bu sahte değerlere metelik vermeyen,
onlardan soyutlandığını vurgulayan bir dille konuşuyor. Buna göre kim
peygamberliğin çağrısını onaylarsa; onu gösterişsiz, iddiasız kimliği ile
olduğu gibi kabul ederse sahte değerlerden arınarak ve sırf Allah rızasına
gönül vererek onun safına katılsın. Okuyoruz:
"Size `Allah'ın hazineleri benim elimin altındadır'
demiyorum.
Ne zengin olduğumu iddia ediyorum ve ne de
istediklerime servet dağıtabilecek güçte olduğumu söylüyorum. Ayrıca;
"Ben gayb alemini de bilemem."
Ne insan türünde olmayan bir gücün sahibi olduğumu
ve ne de yüce Allah ile peygamberlik ilişkisi dışında başka bir ilişkimin
olduğunu iddia etmiyorum. Bunların yanısıra;
"Ben bir meleğim de demiyorum."
Sizin gözünüze girebilmek için saplantılarınıza göre
insanlıktan üstün tuttuğunuz başka bir sıfata sahip olduğumu iddia
etmiyorum, kendi uydurduğum bir gerekçe ile size karşı üstünlük
taslamıyorum. Bir de şunu biliniz ki;
"Sizin gözlerinize hor görünen kimselere Allah'ın
hiçbir hayır vermedi ini .de söyleyemem." '
Sizin büyüklük komplekslerinizi tatmin edeyim diye,
ya da yeryüzü kaynaklı yargılarınıza ve gelip geçici değerlerinize uyum
göstereyim diye böyle asılsız bir iddia ileri süremem. Çünkü;
"Onların kalplerinde neler olduğunu herkesten iyi
bilen Allah'dır."
Ben onların sadece görünüşlerine bakabilirim.
Görünüşlerine bakınca onlara saygı duymak gerekiyor, yüce Allah'ın onlara
hayır verdiğinden ümitli olmak icap ediyor:
"Yoksa zalimlerden biri olurum."
Eğer bu söylediğim iddialardan biri ile ortaya
çıkarsam bir zalim olup çıkarım. Her şeyden önce gerçeğe karşı zalim olurum.
Oysa ben onu insanlâra duyurmak için geldim. Sonra kendime karşı zalim
olurum, kendimi yüce Allah'ın gazabı ile yüzyüze getirmiş olurum. Ayrıca
insanlara da zalim olurum. Onlara Allah'ın indirdiği mesajlar dışında sahte
mesajlar indirmiş olurum.
Görüldüğü gibi Hz. Nuh, sözde seçkin soydaşlarına
kendini ve peygamberlik görevini tanıtırken bütün sahte değerleri
reddediyor, karşısındakilerin peygamberden ve peygamberlik misyonundan
bekledikleri bütün yapmacık süslemeleri elinin tersi ile kenara itiyor.
Kendini ve peygamberlik görevini, tüm saplantılardan arındırılmış, yüce
gerçekliği ile sunuyor. Bu yüce gerçeğin sözü geçen yüzeysel cilalamalarının
hiçbirine ihtiyacı yoktur. Başka bir deyimle, Hz. Nuh, karşısındakileri
gerçeğin yalınlığı ve gücü ile başbaşa bırakıyor.
Bütün bunları anlatırken hoşgörülü ve çıplak gerçek
sevgisi ile dolu bir dil kullanıyor. Bu yolla karşısındakileri bu çıplak
gerçekle yüzyüze getirmek, onun çizeceği rotayı benimsemelerini sağlamak
istiyor. Ayrıca yağcılığa, gerçekleri çarpıtmaya, peygamberlik misyonundan
ve bu misyonun yalın özünden taviz vererek karşısındakilerin hoşnutluğunu
kazanma girişimlerine metelik vermiyor.
Hz. Nuh, bu tutumu ile İslâm davasının her dönemdeki
önderlerine örnek oluyor. Onlara iktidar sahiplerine karşı nasıl
davranacaklarına ilişkin ders veriyor. Bu derse göre İslâm davasının
önderleri, iktidar sahipleri karşısında yalın gerçeği ortaya koymalıdırlar.
Onların düşünce tarzlarına ayak uydurma gayretkeşliğine girişmemelidirler;
onlara yardakçılık, yağcılık yapmamalıdırlar. Yalnız onların önünde
eğilmemekle birlikte kullanacakları dil, sevgi dolu olmalıdır.
İş bu noktaya gelince, Hz. Nuh'un sözde seçkin
soydaşları delile, delil ile karşı koymaktan umudu kestiler. Bir de
bakıyoruz ki, bu şımarıklar, sınıfsal gelenekleri uyarınca suçlulukları ile
iftihar etmeye kalkışıyorlar; gerçekler karşısında yenik düşeceklerini,
aklın ve insan fıtratının ortaya koyduğu çıplak delillere boyun eğeceklerini
sezdikleri için burun kıvırıp büyüklük taslıyorlar. Bu küstahlığın sonucunda
tartışmayı kesip işi kabadayılığa, meydan okumaya döküyorlar.
32- Soydaşları
dediler ki; "Bizimle tartıştın, üstelik bu tartışmayı çok uzattın, eğer
söylediklerin doğru ise, ileride karşımıza çıkacak diye bizi korkuttuğun
azabı şimdi başımıza getir de görelim. "
Burada yeterlilik elbisesine bürünen acizlik ile,
güçlülük postuna bürünen zayıflık ile, küçümseme ve meydan okuma biçiminde
ortaya çıkan gerçeğe yenilme korkusu ile karşı karşıyayız. Okuyalım:
"Eğer söylediklerin doğru ise, ilerde karşımıza
çıkacak diye bizi korkuttuğun azabı şimdi başımıza getir de görelim."
Bize tehdit olarak yönelttiğin acıklı azabı başımıza
getir bakalım. Biz sana inanmıyoruz. Savurduğun tehditleri umursamıyoruz.
Hz. Nuh'a gelince bu yalanlama ve bu meydan okuma
onu çileden çıkarmıyor karşısındakilere gerçeği anlatmasına engel olmuyor.
Bu kışkırtmalara rağmen O, karşısındakilere bilgisinden yoksun oldukları,
farkında olmadıkları gerçeği soğukkanlılıkla anlatıyor. Çünkü onlar bu
gerçeği bilmedikleri için, ileride gerçekleşeceğini bildirdiği azabın hemen
başlarına getirilmesini istiyorlar. Bu yüzden onları bu gerçekle yüzyüze
getiriyor. Sözünü ettiğimiz gerçek şu: Kendisi sadece bir peygamberdir.
Görevi sadece ilahi mesajı duyurmaktır. Azaba çarptırmaya gelince, bu iş
yüce Allah'ın elindedir. Her şeyin önceden tasarlayıcısı O'dur. Azabın öne
alınmasının mı, yoksa geriye atılmasının mı daha yararlı olduğunu
değerlendirmesini yapacak olan O'dur. O'nun yasası, mutlaka uygulanır,
kesinlikle işler. Kendisi bu yasayı ne geri çevirebilir ve ne de
değiştirebilir. O sadece bir elçidir, bir aracıdır. Bu sıfatla son ana kadar
gerçeği açıklamakla yükümlüdür. Soydaşlarının kendisini yalanlamaları,
kendisine meydan okumaları onu gerçeği duyurmaktan, doğru bildiklerini
anlatmaktan alıkoyamaz. Şimdi de,daha sonraki iki ayeti okuyalım:
33- Nuh dedi ki; "O
azabı eğer dilerse yalnız Allah başınıza getirebilir. Siz O'nun
yapacaklarına engel olamazsınız. "
34- "Eğer Allah,
sizin azmanızı istiyorsa, size nasihat etmek istesem de benim nasihatim size
yararlı olmaz. O'dur sizin Rabbiniz ve O'nun huzuruna döneceksiniz. "
Eğer yüce Allah'ın yasası, azgınlığınız yüzünden
helâk olmanızı gerektiriyorsa, bu yasa kesinlikle hakkınızda yürürlüğe
girecektir. Ben size ne kadar öğüt verirsem vereyim para etmez. Bu demek
değildir ki, yüce Allah bu öğütlerden yararlanmanızı engelleyecek. Sizler
kendinize yönelik özgür uygulamalarınızla, ilahi yasanın sapıklığa düşmenizi
gerektirmesine yolaçacaksınız.
Yüce Allah'ın, sizi önceden belirlediği akıbetle
yüzyüze getirmesini engellemeye gücünüz yetmez. Her zaman O'nun elinde,
O'nun pençesindesiniz. Başınıza gelecék her şeyi önceden tasarlayan,
belirleyen O'dur. O'nun karşısına çıkmaktan, O'nun tarafından hesaba
çekilmekten ve dünyadaki davranışlarınızın karşılığını görmekten
kaçamazsınız. Çünkü;
"O'dur sizin Rabbiniz ve O'nun huzuruna
döneceksiniz."
OLAĞANÜSTÜ BİR GEÇİŞ
Kur'an-ı Kerim, Hz. Nuh'a ilişkin hikâyenin bu
noktasında beklenmedik biçimde sözü değiştiriyor. Kureyşli müşriklerin bu
tür hikâyelere ilişkin tepkilerini gündeme getiriyor. Çünkü bu hikâye, onlar
ile Peygamberimiz arasındaki hikâyeye çok benziyor. Onlar da Peygamberimizin
bu hikâyeleri kendi kafasından uydurduğunu ileri sürüyorlar. O yüzden
Kur'an-ı Kerim, Hz. Nuh'a ilişkin hikâyeye ara vererek bu iddiaya cevap
veriyor. Okuyoruz:
35- Ey Muhammed
-salât ve selâm üzerine olsun- yoksa sana "Bu Kur'an'ı sen uydurdun mu?"
diyorlar. Onlara de ki; "Eğer onu ben uydurdumsa, suçu bana aittir. Ben
sizin suçlarınızın sorumluluğundan uzağım. "
Uydurmacılık ağır bir suçtur. Onlara de ki; "Eğer
ben bu ağır suçu işledimse, onun sonuçlarına katlanmak zorunda kalırım. Ben
böyle bir işin ağır bir suç olduğunu bildiğim için onu işleyeceğim
düşünülemez. Bana yönelttiğiniz bu iftira suçu ile hiçbir ilgim yoktur.
Bunun yanısıra sizin yalanlamalarınızla ve Allah'a ortak koşmalarınızla
ilgisizim."
Bu ara açıklama, hikâyenin Kur'an'daki akışına
yabancı ve ters değildir. Çünkü okuduğumuz hikâye de böyle bir amacı yerine
getirmek için anlatılmıştır.
VAHYİN GELİŞİ VE
GEMİNİN YAPIMI
Hz. Nuh'a ilişkin hikâyenin devamında ikinci bir
sahne karşımıza getiriliyor. Yüce Allah'ın vahyinin ve buyruğunun Hz. Nuh'a
geldiği sahnedir bu. Okuyoruz:
36- Nuh'a vahiy yolu
ile bildirildi ki; "Daha önce inananlar dışında soydaşlarından başka inanan
olmayacaktır. Onların yaptıklarından dolay üzülme. "
37- "Bizim
gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap, zalimler konusunda bana
başvurma, çünkü onlar kesinlikle boğulacaklardır. "
Artık uyarma görevi bitmiştir. Çağrı işi sona
ermiştir. Tartışma faslı da kapanmıştır. Çünkü;
"Nuh'a vahiy yolu ile bildirildi ki; `Daha önce
inananlar dışında, soydaşlarından başka inanan olmayacaktır."
İman etmeye yetenekli kalpler iman etmişlerdir.
Geride kalan kalplerde iman etme yeteneği, imana gelme eğilimi yoktur.
Kullarını herkesten iyi tanıyan ve neyin mümkün, neyin imkânsız olduğunu
herkesten iyi bilen yüce Allah, Hz. Nuh'a böyle vahyetti. Bu durumda
yararsız çağrı faaliyetini yürütmek yersiz ve anlamsızdır. Onların
yaptıkları kâfirliklerin, yalanlamaların, meydan okumaların ve alaya
almaların sana hiçbir zararı, sana yönelik hiçbir sorumluluğu yoktur. O
halde;
"Onların yaptıklarından dolayı üzülme."
Yani karamsarlığa ve endişeye kapılma. Yaptıkları
kötülüklere aldırış etme, önem verme. Kendi hesabına endişe etme; çünkü
onlar sana hiçbir zarar veremezler. Onlar hésabına da üzülme; çünkü onlardan
hayır gelmez.
Onların işini çıkar kafandan, çünkü mesele
bitmiştir. Bunun yerine;
"Bizim gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi
yap."
Bizim gözetimimiz altında ve sana verdiğimiz
bilgilere dayanarak. Ayrıca;
"Zalimler konusunda bana başvurma, çünkü onlar
kesinlikle boğulacaklardır."
Onların akıbeti belirlenmiş, haklarındaki hüküm
kesinleşmiştir. Bu yüzden onlar hakkında bana bir şey söyleme. Ne doğru yola
dönsünler diye dua et ve ne de onlara beddua oku. Başka bir ayette
bildirildiğine göre Hz. Nuh, soydaşlarından umut kesince onlara beddua
etmiştir. Fakat bizim anladığımıza göre "umut kesme" olgusu bu ayetin
inişinden sonra meydana gelmiştir. Çünkü hüküm kesinleşince dua etme kapısı
kapanır.
Hikâyemizin üçüncü sahnesinde Hz. Nuh'u gemi
yaparken görüyoruz. Soydaşları ile ilişkiyi kesmiş, onları doğru yola
çağırmayı, onlarla tartışmayı kesmiştir. Okuyalım:
38- Nuh, gemiyi
yapar. İleri gelen soydaşlarının yanından geçen her grubu kendisini alaya
aldı. Nuh da onlara dedi ki; "Siz bizimle alay ediyorsunuz, ama şimdi siz
bizimle nasıl alay ediyorsanız. İlerde biz sizinle alay edeceğiz. "
39- "Perişan edici
azabın hangimizin başına geleceğini, hangimizin sürekli azaba uğrayacağını
yakında öğreneceksiniz. "
Görüldüğü gibi birinci ayetin ilk cümlesinin
yükleminde "geniş zaman" kipi kullanılıyor. Bu kullanım, sahneye ciddilik ve
canlılık kazandırıyor. Bu yüzden biz Hz. Nuh'u bu cümleyi okurken
hayalimizde canlanmış olarak görüyoruz. Karşımızda durmuş, gemi yapıyor.
Aynı sahnede `soydaşlarından çeşitli gruplar görüyoruz. Hepsi de kendini
beğenmiş, burunları havada, Hz. Nuh'un yanından alay ede ede geçiyorlar.
Kendilerine bir süreden beri "Ben Allah'ın
peygamberiyim" demiş olan, onları yoluna çağırmış olan, kendileri ile
tartışan, uzun tartışmalar yapmış olan ve şimdi durup dururken rol
değiştirerek gemi yapan bir marangoz olarak karşılarına çıkan şu adamla alay
ediyorlar. Alay ediyorlar, çünkü işin sadece bakışlarına yansıyan dış yüzünü
görüyorlar. İşin arkasındaki vahiyden ve ilahi buyruktan haberleri yok.
Zaten onlar her zaman olup bitenlerin sadece görüntülerini
algılayabiliyorlar, bu görüntülerin arkasındaki hikmeti ve ilahi tasarıyı
kavrayamıyorlar.
Hz. Nuh'a gelince O, güven içindedir, işin arkasında
ne olduğunu biliyor. Bu yüzden büyük bir soğukkanlılık, gönül rahatlığı ve
vakar duygusu içinde karşısındaki alaycılara, ilerde hakettikleri karşılığı
vereceğini, günü gelince kendisinin onlarla alay edeceğini haber veriyor.
Okuyalım:
"Nuh da onlara dedi ki; `Siz benimle alay
ediyorsunuz, ama şimdi siz nasıl bizimle alay ediyorsanız, ilerde biz
sizinle alay edeceğiz."
Sizinle alay edeceğiz. Çünkü bu gemi yapımı işinin
arkasında yüce Allah'ın hangi ön tasarısının yattığından, bu işin sonunda
başınıza neler geleceğinden haberiniz yok. Fakat;
"Perişan edici azabın hangimizin başına geleceğini,
hangimizin sürekli azaba uğrayacağını yakında göreceksiniz."
Evet, hangimizin? Bizim mi, yoksa sizin mi? Günü
gelince perde kalkacak ve saklı sırlar gözler önüne serilecektir!.
EMRİN UYGULANIŞI
Sonraki ayetlerde beklenen an geldiğinde, neler
yapılacağını anlatan sahne karşımıza çıkıyor. Okuyalım:
40- Nihayet emrimiz
gelip tandır kaynamaya (her taraftan sular fışkırmaya) başlayınca Nuh'a "Her
canlı türünün birer çiftini, boğulacağına ilişkin hükmümüzün kesinleştiği
kimse dışında kalan aile bireylerini ve mü'minleri gemiye bindir" dedik.
Zaten O'na az sayıda kişi inanmıştı.
41- Nuh dedi ki;
"Haydi gemiye bininiz. Onun sular içinde yol alması da, bir yerde durması da
Allah'ın adı ile gerçekleşecektir. Hiç şüphesiz Rabbim affedicidir,
merhamétlidir. "
Burada sözü edilen "tandırın kaynaması" olayı
konusunda değişik görüşler ileri sürülmüş, birbirinden farklı yorumlar
yapılmıştır. Bu yorumlardan bazıları insan hayalini hayli zorluyor, onu uzak
ihtimallere doğru sürüklüyor. Ayrıca gerek bu konudaki yorumlarda, gerekse
"Tufan olayı"nın tümünde, buram buram yahudi uydurmaları (israiliyat)
tütüyor. Bize gelince, hakkında bilgi sahibi olmadığımız bu "gayb" konusunda
bilinmezliğin çöllerinde, delilsiz olarak taban tepecek değiliz. Ayetin bize
verdiği bilgi ile yetineceğiz, onun anlamının sınırlarını aşarak olaya başka
şeyler katmayacağız.
Bu prensibimiz uyarınca bu konuda söyleyebileceğimiz
şudur: "Tandırın kaynaması" olayı -ki tandır, alev ya da tutuşturucu kor
demektir- bir çukurdan, bir alev pınarından ateşin parlaması ya da volkanik
bir patlamanın lavlarının havaya fışkırması şeklinde meydana gelmiş
olabilir. Bu "parlama" ya da "fışkırma" olayı yüce Allah'ın Hz. Nuh'a
gönderdiği bir işaret, bir parola olabileceği gibi, yerden suların
kaynamasına ve gökten sellerin boşalmasına sadece eşlik eden ya da bu
konudaki hükmün uygulanmasının ilk adımını oluşturan bir olay da olabilir.
Bu olay meydana gelince, "Nuh'a `Her canlı türünün
birer çiftini gemiye bindir' dedik." Anladığımız kadarı ile bu olaya ilişkin
ilahi "talimname" Hz. Nuh'a verilecek emirlerïn aşama aşama bildirilmesini,
her emrin uygulama zamanı gelince kendisine iletilmesini gerektiriyordu.
Bunun sonucu olarak ilk önce gemi yapması emredildi, o da gemiyi yaptı.
Ayet, bize bu gemiyi yapmanın amacını açıklamadığı gibi, Hz. Nuh'a bu amacın
ne olduğunun bildirildiğini de belirtmiyor. Fakat "Nihayet emrimiz gelip de
tandır kaynamaya (Her taraftan sular fışkırmaya) başlayınca" ilahi emrin
aşağıdaki aşaması geldi.
"Nuh'a `Her canlı türünün birer çiftini ve
boğulacağına ilişkin hükmümüzün kesinleştiği kimse dışında kalan aile
bireylerini gemiye bindir."
Buradaki "Her canlı türünün birer çiftini" ifadesi
hakkında da çeşitli görüşler ileri sürülmüş, değişik yorumlar yapılmıştır.
Bu yorumlardan güçlü bir yahudi uydurmacılığı (israiliyat) kokusu havaya
yayılmaktadır. Bize gelince, "Her canlı türünün birer çifti" ifadesinden ne
kasdedildiği, Hz. Nuh'un hangi canlı türlerini yanına alıp gemiye
bindirebildiği konusunda hayal oyunlarına ve saçma varsayımlara dalmaya
niyetimiz yok. Sadece bu ifadenin verdiği genel bilgi ile yetineceğiz. Bunun
dışına taşan varsayımlar, dayanaksız bocalamalardır. Ayeti incelemeye devam
ediyoruz:
"Boğulacağına ilişkin hükmümüzün kesinleştiği kimse
dışında kalan aile bireylerini... (gemiye bindir.)"
Yani yüce Allah'ın yasası uyarınca azaba çarpılmayı
hakeden kimse dışındaki aile bireylerini gemiye bindir. Ayrıca;
"Mü'minleri de."
Yani aile bireylerinin dışındaki mü'minleri de
gemiye bindir. Devam ediyoruz:
"Zaten O'na az sayıda kişi. inanmıştı."
"Nuh dedi ki; `Haydi gemiye bininiz, onun sular
içinde yolalması da, bir yerde durması da Allah'ın adı ile gerçekleşecektir"
Hz. Nuh, aldığı emri uyguladı ve gemiye alınmaları
uygun görülen insanları ve hayvanları gemiye bindirdi.
"Haydi, gemiye bininiz. Onun sular içinde yolalması
da, bir yerde durması da Allah'ın adı ile gerçekleşecektir." ifadesi geminin
gerek sularda yolalması sırasında, gerekse bir yerde durması anında yüce
Allah'ın iradesine, özgür dileğine teslim edildiğini açıkça dile getirir.
Yüzmeye başlayan bu gemi, yüce Allah'ın gözetimi, yüce Allah'ın koruması
altındadır. Yoksa azgın dalgalarla, daha doğrusu "Tufan" çalkantıları ile
boğuşan bu gemi konusunda insanların elinden ne gelebilir ki?
TUFAN SAHNESİ
42- Gemi, içindeki
yolcularla birlikte dağ gibi dalgalar arasında akıyor, yolalıyordu. O sırada
Nuh, bir kenarda duran oğluna "Yavrum, bizimle birlikte gemiye bin, kâfirler
arasında kalma" diye seslendi.
43- Oğlu "Beni
sulardan koruyacak bir dağa sığınacağım " dedi. Nuh, ona "Bugün Allah'ın
emrinden kurtaracak hiçbir güç yoktur, sadece O'nun esirgedikleri
kurtulabilir" dedi. Tam bu sırada aralarına bir dalga girdi de Nuh'un oğlu
boğulanların arasına katıldı.
Bu sahnede iki tür korkunçlukla karşı karşıyayız.
Biri suskun tabiatın saçtığı dehşet, öbürü ise insan psikolojisini ürperten
dehşet. Bu iki dehşet birbirine ekleniyor. Ayeti incelemeye çalışalım:
"Gèmi, içindeki yolcularla birlikte dağ gibi
dalgalar arasında akıyor, yolalıyordu."
Bu korkunç ve belirleyici anda Hz. Nuh, etrafına
bakıyor ve farkediyor ki, oğullarından biri geminin dışında bir kenardadır,
kendileri ile birlikte değildir. Bunun üzerine gönlünde babalık şefkati
uyanıyor. Bu şefkatin yanık yürekliği ile ailesinden ayrı düşen oğluna
sesleniyor:
"Yavrum, gel, bizimle birlikte gemiye bin, kâfirler
arasında kalma."
Fakat asi çocuk, baba şefkatini umursamaz. şımarık
ve kendini beğenmiş delikanlı, dehşetin yaygınlık derecesini kavramaktan
uzâk bir gamsızlıkla babasına cevap verir:
"Beni sulardan koruyacak bir dağa sığınacağım."
Fakat dehşetin mahiyetini, işin içyüzünü kavramış
olan baba, oğluna son kez sesleniyor:
"Bugün Allah'ın emrinden kurtaracak hiçbir güç yok,
sadece O'nun esirgedikleri kurtulabilir."
Bugün insanı ne dağlar, ne sığınaklar kurtarabilir.
Ne koruyucular, ne de arka çıkanlar işe yarayabilir. Sadece yüce Allah'ın
esirgediği kimseler paçayı kurtarabilir.
Bu sırada sahnenin görüntüsü, çehresi ansızın
değişiyor. Bir de bakıyoruz, ki, ortalığı kaplayan amansız bir dalga her
şeyi yutuvermiştir:
"Tam bu sırada aralarına bir dalga girdi de Nuh'un
oğlu boğulanların arasına katıldı."
Bizler binlerce yıl sonra kapıldığımız dehşetin
tüyler ürperticiliği ile nefeslerimizi tutuyoruz. Sanki bu sahne şu anda
gözlerimizin önünden geçiyor. Gemi, içindeki yolcularla birlikte dağ gibi
dalgalar arasında akıp gidiyor. Yanık yürekli baba, yani Hz. Nuh, arka
arkaya feryad ediyor. Kendini beğenmiş bir delikanlı olan oğlu, bu ısrarlı
çağrılara cevap vermekten kaçınıyor. Derken ortalığı kaplayan sarsıcı bir
dalga göz açıp kapayana kadar aradaki diyaloğu noktalıyor, inanılmaz bir
hızla işi bitiriveriyor. Sanki ne çağıran vardı ve ne de cevap veren!
Buradaki canlı insan psikolojisinin derinliklerinde
yaşanan dehşetin aynı çaptaki bir eşi, cansız tabiatın bağrında, da
yaşanıyor. Önce yatağında uslu uslu akan su, sonradan azgın bir dalgaya
dönüşüyor. Gerek suskun tabiatın bağrında doğan ve gerekse insan
psikolojisinin derinliklerinde fırtınalar koparan bu iki dehşet, aynı
derecede tüyler ürperticidir. Tabiat ile insan ruhunun derinlikleri
arasındaki bu uyum, Kur'an'daki "tasvir" sanatının belirgin bir örneğidir.
FIRTINA DİNİYOR
Derken fırtına diniyor, her taraf duruluyor, iş
bitiyor. Bu doğal durulmaya paralel olarak ayetlerin kelimelerinde de, bu
kelimelerin vicdanlara ve kulaklara yansıyan titreşimlerinde de bir
yavaşlama, bir frekans düşüklüğü meydana geliyor.
44- Bir süre sonra
yere "Ey yer, suyunu yut " ve göğe "Ey gök, yağmurunu tut " déndi. Bunun
üzerine sular çekildi, Allah'ın emri gerçekleşti ve gemi Cudi'ye oturdu. Bu
sırada "Kahrolsun zalimler güruhu " diyen bir ses duyuldu.
Görüldüğü gibi burada yere ve göğe, bunlar sanki
sözden anlar, akıl sahibi canlılarmış gibi sesleniyor. Onlar da bu
belirleyici buyruğa karşılık vererek yer suyunu yutuyor ve gök de yağmurunu
tutuyor. Tekrar okuyoruz:
"Bir süre sonra yere `Ey yer, suyunu yut' ve göğe
`Ey gök, yağmurunu tut' dendi. Bunun üzerine sular çekildi."
Yer suyunu yutup bağrına çekti, yüzeyindeki sular
kurudu. Böylece; "Allah'ın emri gerçekleşti."
Yüce Allah'ın hükmünün gereği yerine geldi. Ve;
"Gemi Cudi'ye oturdu."
Gemi, Cudi dağı üzerine oturdu. Derken;
"Bu sırada `kahrolsun (ırak olsun), zalimler güruhu"
diyen bir ses duyuldu."
Burada kısa, kesin dilli ve taşıdığı havayı son
derece etkileyici bir biçimde ifadé eden bir cümle ile karşılaşıyoruz.
Cümlede "edilgen" bir yüklem kullanılıyor "dendi" deniyor. Kimin dediği
belli değil. Bu ifade sanki sözü edilen adamların davaları ve dosyaları
dürülüyor gibi bir izlenim bırakıyor zihnimizde. Tekrarlıyoruz:
"Bu sırada `kahrolsun (ırak olsun), zalimler güruhu'
diyen bir ses duyuldu."
Bu zalimler, hayattan uzaklaştırıldılar,
kahroldular. Çünkü yokolup gittiler. Yüce Allah'ın rahmetinden
uzaklaştırıldılar; çünkü lânete uğradılar. Hafızalardan uzaklaştırıldılar;
çünkü silinip gittiler. Artık ne dillerde adları ve ne de belleklerde
anıları kaldı!
KEDERLİ BABANIN
YAKARIŞI
Artık fırtına dindi, dehşet yerini sükunete bıraktı,
gemi Cudi dağına oturdu. İşte o anda Hz. Nuh'un, oğlunu azgın dalgalara
kurban vermiş kederli babanın yüreğinde evlât acısı depreşiyor.
45- Nuh, Rabbine
seslenerek dedi ki; "Ey Rabbim, oğlum ailemin bir bireyi idi, senin vaadin
de gerçektir ve sen kesinlikle hüküm verenlerin en yerinde hüküm verenisin.
"
Ey Rabbim! Oğlum, ailemin bireylerinden biridir. Sen
ailemin kurtulacağım bana vadetmiştin. Senin vaadin gerçektir. Senin
hükümlerinin en yerinde hükümler olduğu kesindir. Verdiğin her hüküm mutlaka
bir gerekçeye, bir ön tasarıya dayanır.
Hz. Nuh, yüce Allah'a böyle seslenirken yüce
Allah'dan, ailesini kurtaracağına ilişkin vaadini yerine getirmesini
istediğini belirten bir dil kullanıyor. Yüce Allah'dan, bu vaadine ve bu
hükmüne ilişkin hikmetini gerçekleştirmesini diliyor.
Yüce Allah, Hz. Nuh'un bu isteğine hemen cevap
veriyor. Bu cevapta kendisine aklından çıkarmış göründüğü şu önemli gerçeği
hatırlatıyor: Yüce Allah'ın katında, O'nun dininde ve değerlendirme
terazisinde "aile" birliği, soy ve kanmağı ortaklığına değil, inanç
ortaklığına dayanır. Bu delikanlı mü'min olmadığına göre Hz. Nuh'un
ailesinden değildi. Çünkü Hz. Nuh, mü'min bir peygamberdi. Hz. Nuh'a verilen
bu cevabın dili kesin, açıklamalı ve vurguludur. Hatta oldukça serzenişli,
paylamalı ve azarlayıcıdır. Okuyoruz:
46- Allah dedi ki;
"Ey Nuh, o oğlun senin ailenden değildi. Çünkü o kötü işler yaptı. İçyüzünü
bilmediğin bir şeyi yapmamı benden isteme. Sana cahillerden olmamanı
öğütlerim. "
Yüce Allah'ın bu cevabı, bu dinin son derece önemli
bir gerçeğini ifade ediyor. Bütün bağların kendisine bağlandığı kulpu, ana
halkayı tanıtıyor bize. Bu ana halka, inanç halkasıdır. Fertleri birbirine
bağlayan budur; yoksa soy bağı, kan bağı değildir. Ayetin baş tarafın tekrar
okuyoruz
"Ey Nuh, o oğlun senin ailenden değildi. Çünkü o
kötü işler yaptı."
Ne onun seninle bir bağı var ve ne de senin onunla
bir bağın var. İstediği kadar soyca senin oğlun olsun o. Çünkü aranızda
bulunması gereken ana halka kopuktur. Bu halka kopuk olduktan sonra
aranızdaki hiçbir ilişkiden, hiçbir bağdan sözedilemez.
Hz. Nuh, Rabbine yönelttiği çağrıda gerçekleşmemiş
bir vaadin yerine getirilmesini istemişti. Seslenişinin yansıttığı anlam
buydu. O yüzden cevap, azarlama ve tehdit kokusu taşıyor. Cevabın o bölümünü
tekrar okuyalım:
"İçyüzünü bilmediğin bir şeyi yapmamı benden isteme.
Sana cahillerden olmamanı öğütlerim."
İnsanlar arası ilişkilerin ve bağların özünün ne
olduğunu, Allah'ın vaadinin içeriğinin ne olduğunu bilmeyenlerden olmayasın
diye sana öğüt veriyorum. Allah'ın vaadi belli olmuş ve gerçekleşmiştir.
Bunun sonucunda gerçekten ailenden olan yakınların boğulmaktan
kurtulmuşlardır.
Yüce Allah'ın bu sert cevabı üzerine Hz. Nuh,
kendisi gibi mü'min bir kuldan bekleneceği gibi, ürperiyor, titremeye
başlıyor. "Acaba Rabbime karşı bir kusurum mu oldu?" endişesine kapılıyor.'
Bu endişe ile Rabbine dönüyor, O'nun dergâhına sığınarak affını ve
merhametini diliyor. Okuyoruz:
47- Nuh dedi ki;
"İçyüzünü bilmediğim bir şeyi yapmanı istemekten sana sığınırım. Eğer sen
beni affetmez, bana merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan olurum."
Bunun üzerine yüce Allah'ın rahmeti Hz. Nuh'un
imdadına yetişerek kalbine huzur serpti; kendisine ve soyundan gelecek olan
iyi kullara bereket ve mutluluk yağdırdı. Fakat soyunun öbür kanadı, yani
kötüleri ise acıklı bir azaba çarpılacaktır. Okuyalım:
48- Bu sırada şöyle
bir ses duyuldu; "Ey Nuh, sana ve yanındakilerden meydana gelecek ümmetlere
sunacağımız esenliğin ve bereketlerin eşliğinde gemiden in. Yanındakilerin
soyundan başka ümmetler de gelecektir. Bunlara bir süreye kadar dünya
nimetlerini tattırdıktan sonra kendilerini acıklı azabımıza çarptıracağız. "
Bu dehşetli olay şöyle noktalandı: Kurtuluş ve
geleceğe yönelik müjdeler, Hz. Nuh ile soyundan gelecek mü'minlerin oldu.
Sadece dünya hayatının mutluluğu peşinde koşan torunlarının payına da tehdit
ve geleceğe ilişkin kara haberler düştü. Bunlar acıklı azaba
çarpılacaklardı. Bir yanda müjde, öbür yanda tehdit ve kara haber. Bu iki
zıt yaptırımla surenin başında karşılaşmıştık. Şimdi ise okuduğumuz ve
okuyacağımız peygamber hikâyeleri, bu iki zıt yaptırımı pratik ve yaşanmış
kanıtları olarak karşımıza çıkıyor.
49- Ey Muhammed, bu
anlatılanlar sana vahiy yolu ile bildirdiğimiz gaybe ilişkin haberlerdir.
Bundan önce ne sen ve ne de soydaşların bu olayları bilmiyordunuz.
Müşriklerin olumsuz tepkilerine karşı sabret; sonuç, kötülüklerden
sakınanlarındır.
Okuduğumuz değerlendirme ve yorum ayeti, bu surede
anlatılan peygamber hikâyelerinin bazı amaçlarını gözlerimizin önüne
seriyor. Bu amaçları şöyle sıralayabiliriz:
1- "Vahiy" diye bir gerçek vardır. Müşrikler bu
gerçeği inkâr ediyorlar. Sebebine gelince, bu peygamber hikâyeleri "gayb"
aleminin bir parçasıdırlar. Onları daha önce ne peygamberimiz ve ne de
soydaşları bilmiyordu. Onlar O'nun çevresinde dilden dile dolaşan halk
hikâyelerinden değildi. Onların kaynağı "Her işi yerinde ve her şeyden
haberdar olan" yüce Allah'ın vahyi idi.
2- İslâmi inanç sistemi, tarih boyunca aynıdır,
özdeştir. Bu özdeşlik, insanlığın ikinci atası Hz. Nuh'un dönemine kadar
çıkıyor. Bütün bu tarih süreci boyunca aynı inanç sistemi karşımıza çıkar.
Öyle ki, bazan ifade biçimi bile nerdeyse aynıdır.
3- Peygamberlerin yalanlayıcıları hep aynı
itirazları, hep aynı suçlamaları tekrarlaya gelmişlerdir. Oysa birçok açık
belgeler bu itirazları ve suçlamaları çürütmüştür. Fakat bir önceki kuşak
döneminde asılsız oldukları kanıtlanan bu bayat suçlamalar ve itirazlar, bir
sonraki kuşak tarafından sanki yeni sözlermiş gibi piyasaya sürülmektedir.
Bu kısır çember, tüm insanlık tarihi boyunca bir türlü kırılamamıştır.
4- İnsanlara yönelik müjdeler ve tehditler, noktası
noktasına gerçekleşmektedir. Peygamberler, müjdelemelerinde ve tehditlerinde
ne diyorlarsa aynen çıkmaktadır. Okuduğumuz peygamberin bu hikâyesi, bu
gerçeğin tarihi kanıtlarından biridir.
5- Yüce Allah'ın yürürlükteki yasaları değişmiyor,
hatır-gönül dinlemiyor, ayırım yapmıyor, sapma göstermiyor. Hep "takvalılar"
kötülüklerden sakınanlar mutlu sona eriyor.
Sonunda kurtulanlar ve "kötü"lerin yerlerini alanlar
her zaman onlar oluyor. 6- Gerek tek tek fertleri ve gerekse kuşakları
birbirine bağlayan, kaynaştıran bağın ne olduğu vurgulanıyor. Bu bağ, inanç
birliği bağıdır. Tarih boyunca bütün mü'minleri tek Allah'a ve tek Rabbe
bağlayan bağdır. Bu bağın varolabilmesi için bütün mü'minlerin, yüce
Allah'ın ortaksız ve rakipsiz egemenliği altında birleşmeleri,
bütünleşmeleri gerekir.
TUFANIN İÇERİĞİ
Şimdi, acaba "Tufan olayı" tüm yeryüzü üzerinde mi
etkili olmuştur ya da bu olayın etki alanı, sadece Hz. Nuh'un peygamber
olarak gönderildiği yöre ile mi sınırlı olmuştur? Eğer olay sadece belirli
bir yörede görüldü ise bu yöre neresidir? Bu yörenin gerek eski dünyadaki ve
gerekse yeni dünyadaki yeri neresidir? Bu soruların zanni, kuşkuyu bilgiyi
aşan cevapları elimizde yoktur. Kuşkulu bilgi ise gerçeğin en ufak bölümünün
bile yerini tutamaz. Bu soruların elimizdeki cevapları, hiçbir sağlam delile
dayanmayan yahudi masallarına, yahudi uydurmalarına dayanır. Buna göre bu
cevaplar, Kur'an'da anlatılan peygamber hikâyelerinin amaçlarım
gerçekleştirme bakımından, küçük-büyük hiçbir değer taşımazlar.
Fakat bu konudaki büyük bilgi eksikliğimize rağmen
yine de şunu söyleyebiliriz: Kur'an'daki ayetlerden ilk bakışta
anlayabildiğimiz kadarı ile Hz. Nuh'un -selâm üzerine olsun- gönderildiği
halk, o günkü dünya nüfusunun tümünü oluşturuyorlardı. Bu insanların
oturdukları bölge de o günkü dünyanın, üzerinde insanların yaşadığı yegâne
bölgesi idi. Tufan olayı, işte bu bölgenin tümünü etkilemiş, bu bölgede
yaşayan tüm canlıların hayatına son vermişti. Sadece hikâyede sözü edilen
gemiye binenler kurtulabilmişler, sağ kalabilmişlerdi.
Bu evrensel olayın karakteristik niteliğini
kavramamız için hakkında bu kadar bilgimizin olması yeterlidir. insanlığın o
karanlık dönemi hakkındaki bu bilgiyi bize tek güvenilir kaynak olan Kur'an
veriyor. Yoksa bu evrensel olay hakkında "tarih"in bildiği hiçbir şey yok.
Bir defa o gün "tarih" yoktu ki, bu olay hakkında bildiği bir şey olsun.
Tarih daha dünkü çocuk kalır bu olayın eskiliği karşısında. Tarihin kayda
geçirebildiği insana ilişkin olaylar aslında pek azdır. Çünkü tarihi
kayıtların geçmişi pek uzun değildir. Üstelik tarihin verdiği bilgiler doğru
da olabilir, yanlış da; gerçek de olabilir, yalan da; bu bilgiler eleştiriye
de, değişmeye de açık bilgilerdir. Bu yüzden doğru haber kaynağımız olan
Kur'an'ın bize bilgi verdiği bir konuda tarihin onayına başvurmaya
kalkışmak, asla doğru bir tutum değildir. Böyle bir konudaki sırf bir destek
arayışı bile ölçülerin altüst oluşu ve geriye dönüş demektir ki, bu dinin
özünü iyi kavramış olan bir aklın böyle bir hastalığa kapılması beklenemez.
Çeşitli milletlerin masallarında ve halklar arasında
dilden dile dolaşan söylentilerde "Tufan" olayının izlerine rastlanır. Bu
söylentilere göre eski çağların belirsiz bir tarihinde bu milletlerin o
günkü kuşağı, işlediği günahlar yüzünden bu büyük afetle cezalandırılmıştı.
Fakat bu söylentiler, Kur'an'da anlatılan "Tufan" olayı ile
özdeşleştirilmemeli; bu tek güvenilir haber kaynağının verdiği doğru
bilgiler, bu tür bulanık söylentilerle, bu çeşit kaynağı ve dayanağı
belirsiz masallar ile karıştırılmamalı, hatta Kur'an'ın bu konuda verdiği
bilgiler irdelenirken bu efsane kırıntılarının sözü bile edilmemelidir.
Gerçi çeşitli milletlerin folklorunda rastlanan bu bulanık masallar az-çok
kanıtlar ki, bir zamanlar bu milletlerin yaşadıkları topraklarda "Tufan"
olayı görülmüştür, ya da en azından bu milletlerin sağ kalan ataları "Tufan"
olayına sahne olan bölgeden göç ettikten sonra dünyanın çeşitli yörelerine
dağılarak yeni yurtlar edinmişler ve vaktiyle yaşadıkları "Tufan" olayının
anılarını bu yeni yurtlarına taşımışlardır.
Söz sırası gelmişken bir de şu noktayı
hatırlatmalıyız: Sözde "Kutsal Kitab (Kitab-ı Mukaddes)" diye anılan kitabın
ne yahudilerin kutsal kitabı olan "Eski Ant (Ahd-i Kadim)" adı ile bilinen
bölümü ve ne de hristiyanların İncil nüshalarını içeren "Yeni Ant (Ahd-i
Cedit)" başlıklı bölümü yüce Allah'ın katından indirilen kutsal kitapların
aynileri değildir. Yüce Allah'ın Hz. Musa'ya indirdiği Tevrat'ın orijinal
nüshaları, yahudilerin tutsaklıkları sırasında Babilliler tarafından
yakılmıştı. Tevrat, bu olaydan yüzyıllarca sonra -Milâttan önce yaklaşık
olarak beş yüzyıl kadar önce- "Azra" adlı bir yahudi din adamı tarafından
tekrar yazıya geçirilmişti -sözü geçen "Azra" adlı yahudi din adamı,
Kur'an'da adı geçen "Uzeyr" olabilir-Bu yahudi din adamı, asıl Tevrat'ın
tesadüfen elde kalan metinlerini yazıya geçirmişti. Bugünkü Tevrat'ın bu
metin kalıntıları dışındaki bölümü tamamen düzmecedir.
İncil nüshaları da öyle. Bu nüshalarda yeralan
metinler, gerek Hz. İsa'nın öğrencilerinin ve gerekse bu öğrencilerin
öğrencilerinin hafızalarında kalan bilgi kırıntılarına dayanılarak kaleme
alınmışlardır. Üstelik bu yazıya geçirme olayı Hz. İsa'nın ölümünden yüzyıl
kadar sonra gerçekleşmişti. Sonra da bu metinlere birçok hikâyeler ve
mitolojik motifler karıştırılmıştır.
Bundan dolayı bu sözde kutsal kitapların herhangi
birinde, herhangi bir konuya ilişkin kesin bilgi aramak doğru değildir.
Bu kısa açıklamayı burada noktalayarak sözü, bu
büyük evrensel olaydan, yani "Tufan olayı"ndan çıkarılması gereken derslere
getirmek istiyoruz. Gerçekten bu olaydan çıkarılması gereken dersler, bir
değil, birçoktur. Önümüzdeki sayfalarda bu derslerin bazılarına değinecek ve
arkasından Hz. Hud'a ilişkin hikâyeye geçeceğiz.
DİNLER TARİHİNİN
UYDURUKLARI
Okuduğumuz hikâyede gördük ki, Hz. Nuh'un soydaşları
cahiliye bataklığının derinine dalmışlardı, eğri yollarında alabildiğine
ısrarlı idiler, Hz. Nuh'un kendilerine sunduğu katışıksız İslâm çağrısını
şiddetle reddediyorlardı. Bu çağrının özü katışıksız tek Allah inancı idi.
Bu inançta egemenlik ve ilahlık yetkisi yüce Allah'ın tekeline veriliyordu;
O'nun yanısıra hiç kimseye rabblik sıfatı yakıştırılmıyordu.
Hz. Nuh'un, özelliklerini tanıttığımız bu soydaşları
Hz. Ademin soyundan gelen insanlardı. Hz. Adem ise, A'raf ve Bakara
surelerinde anlatılan hikâyesinden öğrendiğimiz gibi yüce Allah'ın halifesi
olma görevini yürütmek üzere yeryüzüne indirilmişti. Hatta yaratılış amacı
bu görevdi. Yüce Allah, bu görevin gerektirdiği imkânlarla ve yeteneklerle
donatmıştı. Yüce Allah, onu bu görevle yeryüzüne indirmeden önce, kendisine
cennette iken işlediği günahtan ötürü nasıl tevbe edeceğini öğretmiş, hatta
ona tevbe ederken neler söyleyeceğini aynen belletmişti. Arkasından kendisi
ile eşinden ve onların kişiliğinde bütün gelecek insan kuşaklarından, yüce
Allah'ın bellettiği doğru yoldan gideceklerine ve şeytana uymayacaklarına
dair söz almıştı. Çünkü şeytan onun ve soyundan gelenlerin düşmanı idi ve bu
düşmanlık kıyamet gününe kadar bütün amansızlığı ile sürecekti.
Demek oluyor ki, Hz. Adem, yüce Allah'ın yoluna
bağlı bir müslüman olarak yeryüzüne indi. Hiç kuşku yok ki, o oğullarına ve
torunlarına da İslâmı öğretmişti. Yani İslâm, yeryüzünde insanlığın tanıdığı
ilk inanç sistemi idi. Hatta onun yanısıra bir başka inanç sistemi yoktu.
Hz. Adem'den Hz. Nuh'a gelinceye kadar insanlığın kaç kuşak değiştirdiğini
sadece Allah bilir, bizim bu konuda hiçbir bilgimiz yok. Fakat Hz. Nuh'un
bize bu suredeki hikâyede tanıtılan soydaşlarına bakınca kesinlikle
anlıyoruz ki, bu dönemdeki insanlara egemen olan cahiliye puta tapıcılığı
ile, masalları ile, hurafeleri ile, somut putları ile, düşünceleri ve
gelenekleri ile bir bütün oluşturarak toplumun yapısına çöreklenmiştir; bu
toplum, insanoğluna musallat olan şeytanın sürekli kışkırtmaları ile ve
insan ruhunda varolan doğal gediklerin yolaçtığı bozguncu sızmaların etkisi
ile kendisine sunulmuş olan İslâmdan sapmıştır. Sözkonusu doğal gedikleri
hem Allah'ın ve hem de insanların düşmanı olan şeytan bu sızma eylemlerinde
sürekli biçimde kullanmıştır. Şeytan bu sızma eylemlerini gerçekleştirirken
o günkü insanların, yüce Allah'ın ipine sarılma hususundaki her
gevşekliklerini, sırf yüce Allah'a bağlanma konusundaki her
umursamazlıklarını, küçük-büyük hiçbir meselede yüce Allah'ın yanısıra hiç
kimseye uymama alanındaki her tavizlerini kendi amacı uğruna kullanmıştır.
İnsanın yaratıcısı olan yüce Allah, ona belirli
oranda bir irade özgürlüğü tanıdı. İnsanın tabi tutulduğu sınavın dayanağı
zaten bu irade özgürlüğüdür. İnsan bu özgür irade payı sayesinde sırf yüce
Allah'ın ipine sarılmayı tercih edebilir. O zaman düşmanı olan şeytan,
üzerinde hiçbir nüfuz kuramaz. Yine insan bu özgür irade payına dayanarak
yüce Allah'ın yolundan saparak başkalarının öğretilerine, ideolojilerine
saplanabilir. Bu sapmanın açısı işin başında ne kadar dar olursa olsun
şeytan onu yavaş yavaş genişletir ve birkaç aşama sonra sahibini koyu bir
cahiliyenin bataklığına sürükler. Nitekim ilk İslâm peygamberi olan Hz.
Adem'in torunları belirli bir hidayet döneminden sonra böyle bir koyu
cahiliyenin pençesine düşmüşlerdir. Gerçi bu sapma sürecinin kaç kuşak sonra
bu aşamaya geldiğini, sadece yüce Allah biliyor, bizim bu konuda hiçbir
tarihi bilgimiz yok.
Bu gerçek, yeryüzünde insanlığın tanıdığı ilk inanç
sisteminin, egemenliği, rabblığı ve kayıtsız otoriteyi yüce Allah'ın
tekeline verme ilkesine dayanan İslâm inancı olduğu gerçeği, bizi şu sonuca
götürür. Sözde "karşılaştırmalı dinler tarihi" yazarları ile diğer evrim
teorisi yanlılarının bu konudaki yorumları asılsızdır. Onların yorumlarına
göre tek Allah inancı, inanç evrimi sürecinin son aşamasıdır. Bu aşamaya
gelinmeden önce çok ilahlılık, puta tapıcılık, doğal güçleri ve ruhları
ilahlaştırma, güneşe ve yıldızlara tapma gibi inanç evreleri yaşanmıştır.
Buna benzer daha birçok delilsiz görüşler içeren bu sözde "araştırmalar"
temelde belirli birtakım tarihi, psikolojik ve politik etkenler tarafından
yönlendirilen "güdümlü" bir yönteme dayanırlar. Bu yöntemin ana amacı,
semavi dinlerin dayanağını yıkmayı, ilahi vahyin ve peygamberlik
misyonlarının asılsızlığını kanıtlamaktır; dinlerin insan yapısı sistemler
olduklarını ve tarih boyunca insan düşüncesinin gelişmesine paralel biçimde
evrimleştiklerini, tekamül ettiklerini ispatlamaktır.
Bu arada asıl amaçları İslâmı savunmak olan bazı
yazarlar, sözünü ettiğimiz güdümlü yöntem uyarınca "dinler tarihi" alanında
araştırmalar yapanların yorumlarına kapılarak doğru yoldan sapıyorlar,
farkına varmadan sapıtıyorlar. Bu yazarlar coşkulu bir heyecanla İslâmı
savunurlarken Kur'an-ı Kerim'in son derece belirgin çizgilerle ortaya
koyduğu İslâm inancının temelini yıkıyorlar. Kur'an-ı Kerim, bu inanç
sistemini anlatırken, bize şöyle diyor: Hz. Adem, yeryüzüne İslâm inancı ile
indi; Hz. Nuh, şeytanın ayartarak putpérestlik bataklığına sürüklediği ve
vaktiyle ataları müslüman olan Hz. Adem'in sapıtmış torunlarının karşısına,
tek ilahlık esasına dayalı İslâm inancı ile çıkmıştı; bu sapıtma hastalığı
Hz. Nuh'dan sonra da zaman zaman nüksetmiş, insanlar dönem dönem İslâmı
bırakıp, cahiliye bataklığına sürüklenmişlerdir. Fakat her sapıtma
döneminden sonra gelen peygamberler kayıtsız Allah birliği inâncının
savunucuları olarak ortaya çıkmışlardır. Semavi inanç sistemi, hiçbir
değişikliğe, hiçbir sözde "evrimleşme"ye uğramamıştır. Bu alandaki
gelişmeler, sentezler ve genişlemeler, aynı inanç özüne eşlik eden
şeriatlerde, yasal sistemlerde görülmüştür. Cahiliye kökenli inançlarda
evrimleşmenin olduğunu gözlememiz, insanlığın tek Allah'a dayalı inanç
sistemine, inancın özü bakımından evrimleşerek ulaştığını kanıtlamaz; bu
olgunun bize kanıtladığı gerçek şudur: Her peygamberin getirip yaydığı tek
Allah'a dayalı inanç sistemi, sapıtmalardan sonra bile toplumların
kültürlerinde izler bırakıyordu. Bu olumlu izler, sapıtmalardan sonra bile
cahiliye kökenli inançları geliştiriyor, onları tek ilahlık özüne doğru
yaklaştırıyordu. Ama tek ilahlı inanç sistemi, özü itibarı ile kronolojik
olarak bütün putperest inançlardan öncedir ve ilk ortaya çıktığı anda,
bilinen eksiksiz biçimi ile ortaya çıkmıştır. Çünkü bu, inanç sisteminin
kaynağı insan düşüncesi ve insan bilgisi değildir; tersine O, yüce Allah
tarafından insanlara gönderilmiştir. Bu yüzden O, ilk ortaya çıktığından
beri gerçektir, yine ilk ortaya çıktığı andan beri eksiksizdir, gelişiminin
doruğundadır.
İşte Kur'an-ı Kerim'in bu konudaki yorumu budur,
İslâm düşüncesinin dayanağını oluşturan yorum budur. Buna göre hiçbir
müslüman araştırmacı, özellikle İslâmı savunmak amacı ile yola çıkan hiçbir
müslüman araştırmacı Kur'an'ın getirdiği bu kesin açıklamanın çizgisinden
saparak sözde "karşılaştırmalı dinler tarihi" yazarlarının ortaya attıkları
dayanaksız teorilerin, az önce dediğimiz gibi güdümlü bir yöntemden
kaynaklanan düzmece teorilerin yardakçısı olamaz.
Biz bu tefsir kitabında, ilke olarak, İslâm adına
yazlan kitaplardaki yanılgıları, ayak sürçmelerini tartışmıyoruz. Çünkü bu
tür tartışmaların yeri, başka ve bağımsız araştırmalardır. Fakat bir tek
örneğe değineceğiz; onu Kur'an-ı Kerim'in yönteminin, bu konudaki Kur'an
yorumunun ışığı altındaki gündeme getireceğiz.
Prof. Mahmud Akkad, "Allah" adlı eserinin "İnancın
kaynağı" başlıklı bölümünde şunları yazıyor:
"İnsan, bilim ve sanat alanında nasıl gelişti ise,
inanç alanında da gelişme göstermiştir.
İnsanın ilkel inancı, ilkel hayat düzeyine denkti.
Onun o dönemdeki bilgisi ve sanatı da aynı düzeyde idi. İlkel bilimler ve
sanatlar, ilkel dinlerden ve tapınma geleneklerinden daha gelişmiş değildi.
Bu kesimlerden birindeki gerçek kırıntıları, öbür kesimin içerdiği gerçek
kırıntılarından daha fazla değildi.
İnsanoğlunun din alanındaki gelişme çabaları,
ilimler ve sanatlar alanındaki gelişme çabalarında daha zor ve uzun vadeli
çabalar olmuş olmalıdır. Çünkü büyük "evren" gerçeği, kimi bilimlerin ve
kimisi de sanatların konusu olan tek tek nesnelerin gerçeğinden hem daha zor
ve hem de daha uzun bir yolun aşılmasını gerektiriyordu.
İnsanlar, şu ışık saçan gök cisminin, yani güneşin
mahiyetini uzun süre bilemediler. oysa güneş, gözlere en çok batan,
insanların vücudlarını en çok etkileyen bir uzay gezegeni idi. Yakın zamana
kadar onun, yani güneşin dünya çevresinde döndüğünü söylüyorlardı. Onun
hareketlerini ve değişik görüntülerini tıpkı bir bilmece çözer gibi ya da
bir rüya yorumlar gibi açıklamaya çalışıyorlardı. Bununla birlikte hiçbir
insan, güneşin varlığını inkâr etmeyi aklının ucundan geçirmemiştir: Bu
bulanık açıklamaların sebebi, güneşin ne olduğu konusunda akılları kuşatan
katmerli bilgisizlik bulutları idi. Halâ da bu bulutlar tamamen dağılmış
değildir.
Dinlerin ilkel cahillik çağlarındaki köklerine inmek
ne dine bağlılığın asılsızlığını, anlamsızlığını kanıtlar ve ne de
olamayacak bir şeyi, imkânsızı araştırma girişimidir. Bu girişimin tek
kanıtladığı gerçek şudur: "Büyük gerçek" bir tek yüzyılda insanların
bilgisine açılmayacak kadar büyüktür. İnsanların bu gerçeği öğrenmeye
ilişkin yetenekleri asır asır, aşama aşama gelişmiş ve bu gelişme çabası
değişik üsluplar göstermiştir. Tıpkı küçük gerçeklerini öğrenmeye ilişkin
çabaları gibi. Hatta bu büyük gerçeği öğrenmek, akılların kavrayabildiği ve
duyu organlarının algılayabildiği küçük gerçeklere göre daha zorlu ve daha
ilginç çabalar gerektirmiştir.
"Karşılaştırmalı dinler tarihi" bilimi, ilk insanın
inandığı birçok masalları ve saplantıları ortaya çıkarmıştır. Bu masalların,
bu sapık inançların kalıntıları halâ bile birçok ilkel kabileler, hatta eski
uygarlıklara bağlı milletler arasında yaygındır. Zaten bu bilim dalının
bundan başka bir sonuca varması, önümüze koyduğu bulgulardan farklı bulgular
ortaya çıkarması beklenemezdi. Başka bir deyimle ilkel dinlerin, bu
araştırmaların ortaya koydukları gibi sapık ve bilimdışı olmaları
kaçınılmazdı. Ortaya çıkan bu sonuç, akla uygun bir sonuçtu. Akıl, bunun
dışında bir sonuç beklemiyordu. Bu sonuç, bilginlerce sürpriz olarak
karşılanan ya da dinin özüne ilişkin yargılarında köklü değişiklik
yapmalarına yolaçan, yeni bir unsur içermiyordu. Çünkü ilkel insanların,
evren gerçeğini, saçmalıkların ve bilim-dışılığın gölgelerinden arınmış bir
eksiksizlikle bildiklerini kanıtlamak amacı ile yola çıkmayı aklının ucundan
geçiren bir bilim adamı, daha baştan imkânsız bir şeyi araştırmaya girişmiş
demekti..."
Aynı yazar, yine aynı eserinin "Allah'a ilişkin
inancın evreleri" başlıklı bölümünün bir yerinde de şöyle diyor:
"Karşılaştırmalı dinler tarihi" bilginleri, ilkel
insanların Allah'a ilişkin inançlarında şu üç evreden geçtiklerini ortaya
koymuşlardır:
1- Polytheism (Çok tanrılı dönem)
2- Honetheism (Ayırdetme ve tercih etme dönemi) 3-
Monotheism (Tek ilahlı dönem)
Çok tanrılı dönemde ilkel kabileler onlarca, kimi
zaman ise yüzlerce tanrıya tapınıyorlardı. Bu dönemde neredeyse her büyük
aileye bir tanrı veya gözönünde bulunularak .tapılan, duaları ve kurbanları
kabul eden bir tanrı-vekili düşüyordu.
İkinci dönemse bir ayırdetme ve tercih dönemi oldu.
Bu dönemde tanrılar, çokluklarını yine sürdürüyor, fakat bunların içinden
bir tanesi ön plana çıkmaya, diğer tanrılara tercih edilmeye başlıyordu. Bu
ön plana çıkışın sebebi, ya o tanrının lider konumundaki kabilenin, başka
kabilelerin savunma ve geçim işlerini üstlenen kabilenin tanrısı olması, ya
da diğer tanrılara göre daha önemli ve daha öncelikli ihtiyaçlarını
karşıladığına inanılması idi. Meselâ yağmur ve iklim tanrıları, ya da rüzgâr
ve fırtına tanrıları gibi. Diğer tabii güçleri harekete geçirdiklerine
inanılan tanrılara göre insanlar, bu tanrılara daha güçlü umutlar
bağlıyorlar ya da onlardan daha çok korkuyorlardı.
Üçüncü dönemde ise kabileler, milletler halinde
toplanmaya doğru gittiler, bunun sonucu olarak ortak bir tanrı etrafında
birleşme eğilimine girdiler. Fakat yine her bölgede tapılan yerel tanrılar,
saygı görmeye devam etti. Bu dönemde başka milletleri egemenliğine alan,
onlara buyruğunu kabul ettiren millet, dinini ve tanrısını da boyunduruğu
altına aldığı milletlere empoze ediyordu. Bazan dâ bu egemen millet,
boyunduruk altına aldığı milletlerin tanrılarının kendi tanrısına boyun
eğmesi ile yetiniyordu. O zaman bu boyun eğen tanrılar, varlıklarını ve
tapınılmaya ilişkin konumlarını koruyorlardı. Ama bu tanrılık, egemen
milletin tanrısına bağımlı bir tanrılıktı.
Herhangi bir millet bu kısmi tek tanrılığa uzun bir
uygarlık aşamasından sonra erebiliyordu. Bu süreç boyunca bilgi alanında
ilerliyor, akıl bakımından gelişiyordu. Bu gelişimin sonunda basit akılların
ve ilkel kabilelerin normal gördükleri, tuhaf karşılamadıkları saçma
inançları kabul edemez bir düzeye eriyorlardı. Bu milletin bireyleri
tanrılarına, eski dönemlerine göre, daha kutsallığa yaraşır ve yetkinlikle
bağdaşır nitelikler yakıştırıyorlar; tapınmalarının yanısıra, evrenin
sırları üzerine ve evren ile tanrının yüce ve amaçlı iradesi arasındaki
ilişki konusu üzerine kafa yormaya başlıyorlardı. Bu düzeye ulaşmış
milletlerde çoğunlukla en büyük tanrı, egemen tanrı konumu kazanıyor, diğer
tanrılar ya melek düzeyine iniyor, ya da gökteki mevkilerinden kovuluyor,
tanrılık yetkilerinden soyutlanıyorlardı..."
Gerek yazarın kendi görüşlerinden ve gerekse
düşüncelerini özetleyerek aktardığı "karşılaştırmalı dinler tarihi"
araştırmacılarının görüşlerinden açıkça ortaya çıkan sonuç şudur:
İnançlarını oluşturanlar, insanların kendileridir. Bu yüzden bu sistemler,
insanların düşünce ve bilim alanındaki gelişme evrelerini yansıtır. Bu
gelişme genellikle çok tanrılıktan, puta tapıcılığa ve puta tapıcılıktan tek
tanrılığa doğru giden sürekli ve aşamalı bir evrim çizgisi izler.
Yazarın bu görüşte olduğu zaten adı geçen eserinin
şu ilk cümlesinden açıkça anlaşılıyor; "Bu kitabın konusu, insanın ilk ilah
edinme döneminden tek Allah'ı tanıdığı evreye, tek ilahlığın yalınlığına,
berraklığına erdiği aşamaya ulaşıncaya kadar Allah'a ilişkin inancının
gelişme sürecidir."
Hiç kuşku yok ki, yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de
bize yaptığı kesin ve net açıklama, "Allah" adli eserin yazarının,
"karşılaştırmalı dinler tarihi" araştırmacılarının güdümlü yöntemlerinin
etkisi altında kalarak yaptığı yorumdan başka bir şeydir. Yüce Allah
buyuruyor ki; ilk insan olan Hz. Adem, tek Allah'lılık gerçeğini eksiksiz
olarak biliyordu, tek Allah'lık inancının yalınlığını tanımıştı, bu
yalınlığın yüzünü çok tanrıcılığın ve putperestliğin gölgesi altında
lekelemekten uzaktı, egemenliğin sadece yüce Allah'ın tekelinde olduğu
bilinci ile pratik hayata yön verecek olan ilkesi sırf onun buyruklarına
dayandırmıştı.
Ayrıca O, bu inancı çocuklarına ve torunlarına da
öğretmişti. Fakat uzun zaman sonra onun soyundan gelen kuşaklar tek
Allah'lık ilkesine dayalı inanç sisteminden saptılar. Ya putperest oldular
ya çok tanrıcılığa kayarak çok sayıda düzmece ilaha tapmaya başladılar.
Bu sapıklık dönemi, Hz. Nuh'un gelişi ile
noktalandı. O, tek Allah ilkesine dayanan inancı yeniden canlandırdı. Bu
arada sapık inançlarında direnenlerin tümü "Tufan" olayında boğularak
yokoldu. Sadece "Tek Allah'ın yalınlığını" tanıyanlar; çok tanrıcılığı, puta
tapıcılığı ve cahiliyenin geliştirdiği diğer tapınma biçimlerini reddeden,
tek Allah ilkesine bağlı "müslüman"lar boğulmaktan kurtularak sağ kaldılar.
Kesin olarak diyebiliriz ki, bu "kurtulmuşlar"m soyundan gelen kuşaklar,
uzun bir süre boyunca, mutlak "Tevhid" ilkesine bağlı müslümanlar olarak
yaşadılar. Sonra yavaş yavaş tek tevhid ilkesinden saptılar. Zaten her
peygamberin fonksiyonu bu olduğu gibi, her peygamberin arkasından ortaya
çıkan tedrici gelişme budur. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ey Muhammed, senden önce gönderdiğimiz bütün
peygamberlere mutlaka benden başka ilah olmadığı ve bana kulluk etmeleri
gerektiği buyruğunu insanlara duyurmalarını vahyettik." (Enbiya Suresi 25)
Hiç kuşku yok ki, yüce Allah'ın bu konuya ilişkin
buyruğu başka bir şeydir ve "karşılaştırmalı dinler tarihi"
araştırmacılarının "Allah" adlı eserin yazarınca da benimsenen yorumları
başka bir şeydir. Bu iki görüş arasında gerek bakış açısı bakımından ve
gerekse varılan sonuçlar bakımından tam bir karşıtlık vardır. Dinler tarihi
araştırmacılarının görüşleri, birbirleri ile çelişen kişisel yorumlardan
başka bir şey değildirler. Buna göre bu yorumlar, gelip geçici insan
araştırmaları alanında bile "son söz" niteliği taşımazlar.
Yine kuşku yok ki, eğer yüce Allah herhangi bir
konuda bir yorum yapar da bu yorumu Kur'an'da açık bir dille bize anlatırsa
ve bunun yanısıra bir başkası da aynı konuda yüce Allah'ın yorumuna yüzde
yüz ters düşen bir yorum ortaya atarsa, öncelikle benimsenmesi gereken
yorum, yüce Allah'ın yorumudur. Özellikle İslâmı savunanların, gerek İslâma
ve gerekse genel anlamda dinin özüne yönelik kuşkuları gidermek amacı ile
kaleme sarılıp yazı yazanların benimseyecekleri tutum budur.
Bu dinin inançlı temelini yıkarak ona hizmet
edilemez. Bu inanç temelinin ana maddeleri ise şunlardır: Bu din, yüce
Allah'dan gelen vahye dayanır. Onu insanlar kendi kafalarından
uydurmamışlardır. Bu din, tarihin başlangıcından beri, hep tek Allah'lık
ilkesi ile ortaya çıkmıştır; tarihin hiçbir döneminde ve hiçbir peygamberlik
misyonunda tek Allah'lık ilkesinden başka bir çağrı ile insanların karşısına
çıkmış değildir.
Yine bu dine, onun yorumlarını bir yana bırakarak
"karşılaştırmalı dinler tarihi" araştırmacıların görüşlerini benimseyerek de
hizmet edilemez. Özellikle bu araştırmacıların güdümlü bir yöntem uyarınca
çalıştıkları, amaçlarının yüce Allah'ın dinin temel dayanağını tümü ile
yıkmak olduğu bilinince, onlara kapılarak dine hizmet edilemeyeceği gerçeği
daha da netleşir. Yüce Allah'ın dini şu temel ilkelere dayanır: Bu din, yüce
Allah tarafından gönderilen bir vahiydir; gelişen ve evrim geçiren insan
düşüncesinin ürünü değildir; yine bu dinin dayanağı, insan aklının madde
bilimleri ve tecrübe yöntemi alanındaki gelişmesi değildir.
Öyle umuyorum ki, bu kısa açıklama, bu tefsir
kitabında daha uzununa girişmeyi uygun görmediğimiz bu özet nitelikli
açıklama, hangi konuda olursa olsun, İslâmla ilgili kavramlarımızı,
İslâm-dışı bir kaynaktan almaya kalkışmamızın ne kadar tehlikeli bir tutum
olduğunu açıklar. Aynı zamanda bu açıklama, bize şunu da gösterebilir:
Batının düşünce yöntemleri ile yorumları, bu yöntemlerle ve bu yorumlarla
koyun-koyuna yaşayanların, fikri susuzluklarını bu yolla gidermeye çalışan
zihinlerin kafalarını büyük oranda karıştırmaktadırlar. Öyle ki, böyle
kimseler, İslâm düşmanlarının yönelttikleri iftiraları reddetmeye çalışırken
bile bu kafa karışıklığının etkisinden kurtulamıyorlar. Nitekim yüce Allah
şöyle buyuruyor:
"Hiç kuşkusuz bu Kur'an, insanları en doğru yola
iletir." NİHAİ BAĞ
Şimdi de Hz. Nuh'un hikâyesi üzerinde bir kez daha
duralım. Hz. Nuh ile O'nun ailesinden olmayan oğlu ile bir kere daha başbaşa
kalalım.
Böylece bu inanç sisteminin yapısında ve hareket
doğrultusu üzerindeki gayet bariz, son derece belirgin bir noktaya değinmiş
olacağız. Yolumuzun doğrultusunu belirleyen önemli bir ayırım noktasına
parmak basmış olacağız bu değinişimizle. Önce okuduğumuz ayetlerin
bazılarını tekrarlayalım:
Nuh'a vahiy yolu ile bildirdik ki; "Daha önce
inananlar dışında soydaşlarından başka inanan olmayacaktır. Onların
yaptıklarından dolayı üzülme." "Bizim gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca
gemiyi yap, zalimler konusunda bana başvurma, çünkü onlar kesinlikle
boğulacaklardır."
Nihayet emrimiz gelip tândır kaynamaya (her taraftan
sular fışkırmaya) başlayınca Nuh'a "Her canlı türünün birer çiftini,
boğulacağına ilişkin hükmünün kesinleştiği kimse dışındaki aile bireylerini
ve mü'minleri gemiye bindir" dedik. Zaten O'na az sayıda kişi inanmıştı.
Gemi, içindeki yolcularla birlikte dağ gibi dalgalar
arasında akıyor, yolalıyordu. O sırada Nuh, bir kenarda duran oğluna
"Yavrum, bizimle birlikte gemiye bin, kâfirler arasında kalma" diye
seslendi.
Nuh, Rabbine seslenerek dedi ki; "Ey Rabbim, oğlum
ailemin bir bireyi idi, senin vaadin de gérçektir ve sen kesinlikle hüküm
verenlerin en yerinde hüküm verenisin."
Allah dedi ki; "Ey Nuh, o oğlun-senin ailenden
değildi. Çünkü o kötü işler yaptı. İçyüzünü bilmediğin bir şeyi yapmamı
benden isteme. Sana cahillerden olmamanı öğütlerim."
Nuh dedi ki; "İçyüzünü bilmediğim bir şeyi yapmanı
istemekten sana sığınırım. Eğer sen beni affetmez, bana merhamet etmezsen
hüsrana uğrayanlardan olurum."
Bu dinde insanları biraraya getiren bağ, bu dinin
karakteristik özelliğini ortaya koyan, sırf bu dine özgü bir sosyal bağdır.
Bu orijinal sosyal bağ, bu ilahi sisteme özgü olan ufukları, boyutları ve
amaçları kucaklar.
Sözünü ettiğimiz bağ, kan ve soy bağı değildir;
toprak ve yurt bağı değildir; aşiret ve oymak bağı değildir; renk ve dil
bağı değildir; milliyet ve devlet bağı değildir; meslek ve sınıf bağı
değildir.
İslâma göre saydığımız bu bağların tümü varolduğu
halde, insanlar arasındaki ilişki kesik olabilir. Nitekim yüce Allah, "Oysa
oğlum, ailemin bireylerinden biridir" diyen Hz. Nuh'a "Ya Nuh, o senin
ailenden değildir" diye cevap verdikten sonra, kendisine nasıl olup da
oğlunun ailesinin bireylerinden biri olmadığını, "çünkü, iyi olmayan işler
yaptı" diye açıklıyor. Yani onunla aranızdaki iman bağı kesiktir, ya Nuh; "o
halde içyüzünü bilmediğin bir şeyi yapmamı benden isteme." Sen oğlunun,
ailenin bireylerinden olduğunu sanıyorsun, fakat bu sanı, bu "zann"
yanlıştır. Kesin olarak bilinen doğru ise şudur ki; o senin soyca oğlun
olmasına rağmen, ailenin bireylerinden biri değildir.
Bu nokta, insanlar arası bağlar ve sosyal ilişkiler
konusundaki bakış açısı bakımından bu din ile değişik cahiliye sistemleri
arasındaki yol ayırımını belirleyen belirgin ve bariz bir kilometre taşıdır.
Cahiliye sistemleri kimi zaman kan ve soy bağını, kimi zaman toprak ve yurt
bağını, kimi zaman oymak ve aşiret bağını, kimi zaman renk ve dil bağını,
kimi zaman milliyet ve devlet bağını, kimi zaman meslek ve sosyal sınıf
bağını, kimi zaman ortak çıkar bağını, kimi zaman ortak tarih bağını ve kimi
zaman ortak gelecek bağını insanları biraraya getiren bağ olarak sayarlar.
Bunların hepsi, aralarındaki çelişkilere ve uyuma rağmen, hep birarada İslâm
düşüncesinin özüne taban tabana zıttırlar.
"İnsanları en doğru yola ileten" şu Kur'an'da
ifadesini bulan ve Kur'an'la aynı doğrultuyu paylaşan, aynı hedefe yönelen
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- direktiflerinde somutlaşan,
tutarlı ilahi sistem, müslüman ümmeti bu önemli ilke ve yolların ayırımında
beliren, bariz kilometre taşı doğrultusunda eğitmeye, yetiştirmeye
koyulmuştur.
Hz. Nuh ile oğlu arasındaki bu surede anlatılan
ilişki örneği, baba ile oğlu arasındaki birleştirici bağa ilişkin örnektir.
Bu ilişkinin diğer düzeylerdeki örnekleri de başka surelerde gündeme
getirilerek cahiliye sistemlerinin geçerli saydıkları öbür sosyal bağların
anlamsızlığı ifade edilmiştir. Bu örnekler yolu ile İslâmın geçerli saydığı
tek bağ, tek gerçek sosyal ilişki biçimi vurgulanmıştır.
Bu ilişkilerin evlât-baba bağına ilişkin örneği Hz.
İbrahim ile babası ve soydaşları arasındaki örnek aracılığı ile şöyle dile
getiriliyor:
"Ey Muhammed, kitapta İbrahim hakkında
anlattıklarımızı hatırla. O son derece dürüst bir peygamberdi.
Hani babasına dedi ki; `Ey babacığım, niye
işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir yararı olmayan putlara tapıyorsun.'
`Ey babacığım, kesinlikle sana gelmemiş olan bir
bilgi bana geldi; o halde .bana uy da seni düz yola erdireyim.'
`Ey babacığım, şeytana kul olma; çünkü şeytan
rahmeti bol olan Allah'a baş kaldırmıştır.'
Ey Babacığım, senin Allah'dan gelecek bir azaba
çarptırılarak şeytanın dostu olacağından korkuyorum.'
Babası ona `Ey İbrahim, sen benim tanrılarıma sırt
mı çeviriyorsun? Eğer bu tutumundan vazgeçmezsen, seni taşa tutarak
öldürürüm, uzun bir süre yanımdan uzaklaş" dedi. İbrahim, babasına dedi ki;
`Esenlik dilerim sana. Senin için Rabbimden af dileyeceğim, hiç
kuşkusuz-benim Rabbim lütufkârdır.'
`Sizi, Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız
putlarla başbaşa bırakıp bir yana çekiliyor ve Allah'a yalvarıyorum.
Umuyorum ki, Rabbime yalvarmakla kötü olmaktan kurtulurum.'
İbrahim, onları taptıkları putlarla başbaşa
bırakarak yanlarından ayrılınca, kendisine İshak'ı ve Yakub'u bağışladık ve
bunların her ikisini de peygamber yaptık. Onlara rahmetimizden pay verdik.
Her dilde saygı ile anılmalarını sağladık." (Meryem Suresi 41-50)
Yüce Allah, Hz. İbrahim'e, kendisini insanlığa önder
yapacağını, ayrıca anısını yaşatacağını ve kendisinden sonra da peygamberlik
zincirini sürdüreceğini müjdelerken, bu konuda kendisine söz verip taahhütte
bulunurken, bir yandan da kendisi ile soyu arasındaki birleştirici bağın ne
olması gerektiğini öğretiyor, telkin ediyor. Okuyoruz:
"Hani Rabbi, İbrahim'i birtakım emirler ile denemiş,
o da onları yerine getirmişti. Bunun üzerine Allah `Seni insanlara önder
yapacağım' demişti. İbrahim `Soyumdan da önderler çıksın' deyince, Allah
`Zalimler, asla bu taahhüdümün kapsamına girmezler' dedi.
"Hani İbrahim `Ey Rabbim, bu şehri güvenli bir yer
kıl, halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli ürünlerle
rızıklandır' dedi. Allah da `Onlar dan kâfir olanları ise kısa bir süre
geçindirir, sonra cehennem azabına katlanmak zorunda bırakırım. `Ne kötü bir
akıbettir o!' dedi." (Bakara Suresi 124-126)
Yüce Allah, karı-koca arasındaki ilişkiye de Hz. Nuh
ile eşi arasındaki ilişkiyi, Hz. Lût ile eşi arasındaki ilişkiyi ve bunların
karşıtı olarak da Firavun ile eşi arasındaki ilişkiyi örnek gösteriyor.
Okuyoruz:
"Allah, kâfirlere Nuh'un karısı ile Lût'un karısını
örnek gösterir. Bu iki kadın, iki iyi kulumuzun nikâhı altındayken
kocalarına karşı ihanet ederek kâfirliklerini gizlemişlerdi de eşleri
Allah'ın azabını onların başlarından savamamışlardı. Onlara `Siz de
cehenneme girenlerle birlikte cehenneme giriniz' dendi."
"Allah, mü'minlere Firavun'un karısını örnek
gösterir. Hani O `Ya Rabbi, bana kendi katından cennette bir ev hazırla;
beni Firavun'dan ve onun işlediği kötülüklerden koru; beni zalimler
güruhunun elinden kurtar' dedi." (Tahrim Suresi 10-11)
Kur'an-ı Kerim, mü'minler ile aileleri, soydaşları,
yurtları, toprakları, evleri barkları, malları, çıkarları, geçmişleri ve
gelecekleri arasındaki ilişkiyi de örnekler ile anlatıyor. Bu örnekler, Hz.
İbrahim'in ve çevresindeki mü'minler ile soydaşları arasındaki ilişkilerde
ve "Eshab-ı Kehf" diye anılan "Mağaraya sığınmış gençler" ile aileleri,
soydaşları, evleri-barkları ve yurtları arasındaki ilişkilerde somut biçimde
gündeme getiriliyor. Okuyalım:
"İbrahim'de ve onunla birlikte olan mü'minlerde
sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır. Hani onlar soydaşlarına şöyle
demişlerdi; `Biz sizden ve Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız putlardan
uzağız; sizin dininizi reddediyoruz; tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle
aramızda düşmanlık ve öfke egemendir." (Mumtehine Suresi 4)
"Ey Muhammed, sen `Eshab-ı Kehf'in ve Eshab-ı
Rakım'ın şaşırtıcı mucizelerimizden biri olduğunu mu sanıyorsun?
Hani birkaç genç mağaraya sığınmışlar ve `Ey
Rabbimiz, bize katından rahmet bağışla, bize şu işimizden bir kurtuluş yolu
göster' dediler.
Bunun üzerine onları mağarada yıllarca uyuttuk.
Sonra iki gruptan hangisinin bu uyku süresini doğru
olarak hesap edeceğini belirlemek üzere onları uyandırdık.
Ey Muhammed, biz sana onların hikâyelerini doğru
olarak anlatıyoruz. Onlar Rabblerine inanmış bir grup gençti, onların
hidayet bilincini arttırmıştık.
Kalplerini pekiştirmiştik. Hani ayağa kalkıp şöyle
demişlerdi; `Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir; ondan başkasına
imdadımıza çağırmayız, yoksa saçmalamış oluruz.'
`Şu soydaşlarımız, Allah'ı bir yana bırakarak
çeşitli ilahlar edindiler; onların ilah olduklarına ilişkin kesin delil
göstermeleri gerekmez mi? Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim
olabilir?'
İçlerinden biri dedi ki; `Madem ki, soydaşlarınızla
ve onların Allah'ı bir yana bırakarak taptıkları putlarla ilişkinizi
kestiniz, o halde mağaraya sığınınız, Rabbiniz üzerinize rahmetinden bir pay
yaysın ve şu işinizde size kurtuluş yolu göstersin." (Kehf Suresi 9-16)
Yüce Allah'ın gösterdiği bu örnekler,
peygamberlerden ve mü'minlerden oluşan onurlu hak yolcularının kafilesinin
hayatlarından alınmış kesitlerdir. Tarihin alacakaranlığından beri yoluna
devam eden bu onurlu kervanın başlarından geçen bu örnek olaylar, müslüman
ümmetin yoluna ışık tutuyor, bu ümmete yolunun işaret levhasını açıkça
gösteriyor. İslâm ümmetinin önüne dikilen bu belirgin işaret levhası ona
kılavuzluk ediyor, müslüman toplumun hangi sosyal bağ etrafında birleşmesi
gerektiğini, başka türlüsünü geçerli saymayacağı bu bütünleştirici bağın ne
olduğunu belirliyor. Bu bağa sarılmamızı yüce Allah bizden ısrarla istiyor;
kesin bir kararlılıkla bu doğrultunun gösterdiği yolda ilerlememizi
emrediyor. Bu ilahi emir, birçok durumlarda ve Kur'an-ı Kerim'in çok
sayıdaki direktifinde somut olarak ifade ediliyor. Bu konudaki birkaç örneği
birlikte okuyalım.
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun,
Allah'a ve O'nun peygamberine isyan eden kimselere sevgi beslediklerini
göremezsin. İsterse bu kimseler babaları, oğulları, kardeşleri ve yakın
akrabaları olsunlar. Bu mü'minler var ya, Allah imanı onların kalplerine
işledi ve onları kendi bağışı olan bir ruhla destekledi. Onları altlarından
ırmaklar akan ve içlerinde ebedi olarak kalacakları cennetlere yerleştirir.
Allah onlardan hoşnut olduğu gibi onlar da Allah'dan hoşnutturlar. Onlar
Allah'ın taraftarlarıdırlar. Haberin olsun ki, kurtuluşa erecek olanlar,
Allah'ın taraftarlarıdır." (Mücadele Suresi 22)
"Ey mü'minler, benim ve sizin ortak düşmanlarımızı
dost edinmeyiniz. Onlar size gelen gerçeği inkâr ettikleri halde, siz onlara
sevgi gösteriyorsunuz. Onlar, sırf Rabbiniz olan Allah'a inanıyorsunuz diye
Peygamber'i ve sizï yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz benim yolumda
savaşmak ve hoşnutluğumu kazanmak için yola çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi
gösterirsiniz? Ben sizin gerek saklı tuttuğunuz ve gerekse açığa vurduğunuz
duygularınızı herkesten iyi bilirim. Aranızdan kim onlara sevgi gösterirse,
doğru yoldan sapmış olur." (Mumtehine 1)
"Yakınlarınızın ve çocuklarınızın, kıyamet günü size
hiçbir faydası olmaz. Allah onlarla sizi ayırır. Allah yaptığınız her işi
görür."
İbrahim'de ve onunla birlikte olan mü'minler de
sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır... (Mumtehïne Suresi 3-4)
"Ey mü'minler, eğer babalarınız ve kardeşleriniz
kâfirliği müminliğe tercih etmişlerse, sakın onları dost, yandaş
edinmeyiniz. Kimler böylelerini dost edinirlerse, onlar zalimlerin ta
kendileridirler.' (Tevbe Suresi 23)
"Ey mü'minler, yahudileri ve hristiyanları dost
edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost
edinirse o onlardan olur. Allah zalimleri doğru yola iletmez." (Maide Suresi
51)
İSLAM TOPLUMUNUN
ORGANİK OLUŞUMU
İşte müslüman toplumun ilişkilerini, yapısal
özelliğini ve organik oluşumunu düzenleyen temel kural böyle belirlenmiştir.
Bu toplumu eski-yeni bütün zamanların cahiliye toplumlarından ayırdedecek
olan, bu temel kuraldır. Buna göre toplumu, yüce Allah'ın bu ayrıcalıklı
toplum için seçmiş olduğu bu temel kural dışındaki herhangi bir başka kurala
dayandırma girişimini "İslâm" ile biraraya getirmek, "İslâm" ile
bağdaştırmak mümkün değildir. Müslüman olduklarını söyledikleri halde
toplumlarını cahiliye toplumlarına özgü birleştirici ilkelerden birine ya da
birkaçına dayandıranlar, İslâmın inanç ilkesini yerlerine koyduğu cahiliyeye
özgü toplumsal bağları geçerli sayanlar, ya İslâmı bilmiyorlar, ya da ona
karşıdırlar. Her iki durumda da İslâm, böyle kimselerin lafta kalan,
uygulamaya yansımayan, hatta fiilen cahiliye ilkelerini tercih etmelerine
engel olmayan müslümanlık iddialarını tanımaz.
Bu ilkeye ilişkin o sözlerimizi burada noktalıyoruz.
Çünkü onun iyice belirginlik kazandığı kanısındayız. Şimdi de yüce Allah'ın
neden toplumu bu ilke üzerine kurduğunu, bu ilahi kararın bazı gerekçelerini
irdelemeye çalışalım:
1- İnanç, "insan"ın en yüce özelliklerini, onu
hayvanlar aleminden ayıran en üstün karakteristiklerini sembolize eder.
Çünkü O, insanın bileşiminde ve yapısındaki hayvan bileşimini ve yapısını
aşan unsurla ilgilidir. Bu hayvan bileşiminde bulunmadığı halde, insan
bileşimine giren unsur, ruhi unsurdur. İnsanı bilinen biçimi ile insan
yapan; bu unsurdur. Hatta son zamanlarda koyu Allah tanımazlar (ateistler)
ve en su katılmamış maddeciler bile inancın, insanı hayvandan köklü biçimde
ayıran ayrıcalıklardan biri olduğunun farkına varmışlardır. (Bu adamlardan
biri "Yeni Darwin'cilik" akımının öncülerinden biri olan Julian Huxley'dir.)
Bu yüzden gerçek uygarlığın doruğuna ermiş olan bir
insan toplumunun birleştirici bağı "inanç sistemi" olmalıdır. Çünkü inanç
sistemi, insanı hayvandan ayıran en öncelikli insan özelliği ile ilgili bir
unsurdur. İnsan toplumunun birleştirici bağı, insan ile hayvan arasında
ortak olan niteliklerle ilgili bir unsur olmamalıdır. Meselâ toprak, mera,
çıkar ve sınırlar gibi unsurlar, insanlar için olduğu kadar, hayvanlar için
de geçerli unsurlardır. Bunlar koru ve otlama alanı gibi kavramları
çağrıştırırlar! Yine insan toplumunun temel harcı kan, soy, aşiret, ırk,
milliyet, devlet, deri rengi ve dil gibi ortak nitelikler de olmamalıdır.
Çünkü bu niteliklerin tümü insan ile hayvanlar arasında ortak niteliklerdir.
İnsana özgü olup da hayvanda bulunmayan nitelikler akılla ve kalple ilgili
etkinliklerdir.
2- Bunun yanısıra inanç, insanı hayvandan ayıran bir
başka unsurla ilişkilidir. Bu unsur tercih etme ve irade unsurudur. Her
insan erginlik çağına erince benimsediği inancı özgür iradesi ile seçebilir.
Böylece içinde özgür biçimde yaşamak istediği toplum türünü belirler.
Bağlanacağı ve hayatında rehber edineceği inanç sistemini; sosyal, ekonomik,
siyasi ve ahlâki düzeni tercih eder.
Fakat bu kişi kanını, soyunu, derisinin rengini,
milliyetini ve devletini belirleyemez: Ayrıca doğum yeri olmasını istediği
yöreyi ve kafasındaki kavramlarla özdeşleşecek olan ana dilini kendi tercihi
ile belirleyemez. Cahiliye toplumlarında birleştirici bağlar olarak sayılan
diğer çevre şartları da böyledir. Bütün bu şartlar insanın dünyaya
gelişinden önce belirleniyor. İnsanın bu şartlara ilişkin ne görüşü alınıyor
ve ne de kendisine danışılıyor. Bunlar ona dışardan empoze ediliyor, onların
isteyip istemediğine bakılmıyor. Eğer insanın dünyaya ve ahirete ilişkin
geleceği -ya da sadece dünyaya ilişkin geleceği- kendisine dışardan empoze
edilen bu tür şartlara bağlanırsa o zaman. o insan özgür iradeden, serbest
tercihten yoksun bırakılmış demektir. Böyle olunca da kendisini insan yapan
en öncelikli ayrıcalıktan mahrum edilmiş, insanı onurlu kılan dayanakların
en köklülerinden biri yıkılmış; hatta insanı diğer canlılardan ayıran,
insani yapısının ve bileşiminin özünü oluşturan temel niteliklerden biri
dinamitlenmiş olur.
İnsanı insan yapan özellikleri korumak için, yüce
Allah'ın insana bağışladığı bu özelliklerle uyumlu onuru zedelememek için,
İslâm, inanç sistemini, müslüman toplumun birleştirici bağı yapıyor.
Erginlik çağına giren herkesin özgür iradesi ile seçebileceği bu
birleştirici bağa göre fertlerin kendi geleceklerini belirlemelerine imkân
veriyor. Toplumun birleştirici bağını zorunlu faktörlerin oluşturmasını
reddediyor. Çünkü insanın bu faktörlerin ortaya çıkmasında hiçbir kişisel
rolü olmadığı gibi, onları isteğine göre değiştirmeye de gücü yetmez.
3- Birleştirici bağı inanç sistemi olan, dışardan
empoze edilen diğer zorunlu faktörleri birleştirici saymayan bir toplum,
bütün insanlara kapısı açık, milletler üstü bir toplum kurabilir. Böyle bir
topluma her ırktan, her renkten, her dilden, her soydan, her kan grubundan,
her yöreden ve her bölgeden insanlarla sınırlanmamış özgür iradeleri ve
kişisel tercihleri ile katılabilirler. Hiçbir engel onları bu serbest
katılmadan alıkoyamaz. Hiçbir şey önlerine dikilemez. İnsanı insan yapan
yüce özelliklere ters düşen hiçbir yapmacık coğrafi sınır yollarını kesemez.
Bütün insana özgü yetenekler ve güçler bu toplumun potasına akar, bir alanda
toplanır. Böylece bütün ırkların yeteneklerinden yararlanan, hiçbir insan
grubunun becerisine kapılarını kapatmayan uluslar üstü bir "insan uygarlığı"
ortaya çıkar. Bu uygarlığın geniş ufuklu egemenliği altında her renkten, her
ırktan, her soydan ve her bölgeden insan ortak bir üreticilik ideali
etrafında ayırımsız bir mutluluğun tadını çıkarır.
"İslâm sistemi bu alanda göz kamaştırıcı pratik
sonuçlar elde etmiştir. Irk, bölge, renk,. dil, kısa vadeli menfaat ve
anlamsız coğrafi sınır bağlarına dayanan değil de sırf inanç bağına dayanan
bir İslâm birliği kurmuştur. Bu geniş çaplı toplumda insan ile hayvan
arasındaki ortak nitelikleri arka plana atarak "insanı insan yapan"
özellikleri ön plana çıkarmış, geliştirip yüceltmiştir. Bu sistemin pratik
hayata yansıyan göz kamaştırıcı sonuçlarının başlıcaları şunlar oldu: İslâm
toplumu bütün ırklara, renklere ve dillere kucak açan "açık" bir toplum
oldu. İnsan grupları arasındaki bütün "hayvan" kökenli basit birleşme
engellerini ortadan kaldırdı. Böylece bütün ırklardaki insanı insan yapan
özellikler ve yetenekler İslâm potasına aktı. Sözkonusu yetenekler ve
özellikler bu potada eriyip kaynaştıktan sonra oldukça kısa bir süre içinde
üstün bir organik sentez meydana getirdi. Bu homojen, uyumlu ve şaşırtıcı
insan kütlesi, bölgeleri arasındaki mesafelerin uzaklığına ve zamanın ulaşım
imkânlarının yetersizliğine rağmen günündeki tüm insanlık enerjilerinin
özünü içeren parlak ve büyük bir uygarlık kurdu
"Bu üstün toplumda Arabı, İranlı'sı, Şamlısı,
Mısırlısı, Kuzey Afrikalısı, Türk'ü, Çinlisi, Hintlisi, Bizanslısı, eski
Yunanlısı, Endonezyalısı, Afrikalısı, bunlar gibi daha birçok ırktan insan
biraraya geldi. Bu ırkların aynı potada toplanan yetenekleri, dayanışmalı ve
uyumlu bir çalışma ile İslâm toplumunu ve İslâm uygarlığını kurdu. Bu
uygarlık hiçbir zaman "Arap uygarlığı" olmadı, "İslâm uygarlığı" oldu;
hiçbir zaman "ırk"' damgası taşımadı, her zaman "inanç" damgası taşıdı.
Bu insanların tümü eşitlik ilkesi uyarınca, sevgi
bağı etrafında kaynaşarak ve aynı amaca yönelerek biraraya gelmişler, hepsi
yeteneklerini son noktasına kadar kullanmışlar, ırklarının en köklü
özelliklerini harekete geçirmişler; kişisel, ırkî ve tarihi bütün
tecrübelerini ortaya dökmüşler. Böylece ortak bir toplum kurmuşlar. Hepsi bu
toplumun eşit üyesi idiler. Bu toplumdaki birleştirici bağları tek olan
Allah'ları ile ilgili idi. Bu toplumda sadece "insan"lıkları -engelsiz
olarak- ön planda idi. Bu kadar zengin sosyal birikim, tarih boyunca hiçbir
toplumda biraraya gelmemiştir.
"Örnek verecek olursak, eski çağların en ünlü beşeri
birleşme hareketi, Roma İmparatorluğu idi. Bu imparatorluğun yapısında
birçok ırklar, birçok diller, birçok renkler ve birçok kültür sentezleri
biraraya gelmişti. Fakat bütün bunları kaynaştıran ortak bağ "insana özgü
sosyal bağ" değildi, bütün bu değişik unsurlar "inanç" gibi yüce bir değerin
potasında eritilmemişti. Bu imparatorlukla bir yandan sosyal sınıf ilkesine
dayalı birlik vardı. Bir tarafta aristokratlar ve öbür tarafta köleler
sınıfı vardı. Bu imparatorluk aynı zamanda ırkçılık ilkesine dayanıyordu;
genel olarak Roma ırkından gelenler yönetici, öbür ırklar ise köle konumunda
idi. Bu yüzden bu imparatorluk hiçbir zaman İslâm toplumunun ulaştığı
birleşme ufkuna varamadı ve asla İslâm birliğinin verdiği meyveleri
veremedi.
"Yakın tarihte de başka "birleşme" örnekleri
görüldü. Meselâ Britanya İmparatorluğu bunların başlıcalarından biridir.
Fakat bu birlik, mirasçısı olduğu Roma İmparatorluğu gibi, ırkçı ve
sömürgeci bir birliktir. Yapısı İngiliz ırkının efendiliği, egemenliği ve
sınırları içindeki diğer milletlerin sömürülmesi ilkesine dayanır. Avrupa'da
kurulan diğer tüm imparatorluklar da böyledir. Bir zamanların İspanya
İmparatorluğu, Portekiz İmparatorluğu gibi. Hepsi aynı geri, çirkin ve
iğrenç düzeye takıldı kaldı."
"Komünizm millet, ırk, yurt, dil ve renk engellerini
aşan, başka bir birlik türü kurmak istedi. Fakat komünizm, bu birliği her
yönü ile "insana yaraşır" bir temele değil "sınıf" temeline dayandırdı. Bu
birlik eski Roma birliğinin bir başka türlüsü oldu. Roma birliği
"Aristokrat" zümrenin egemenliğine dayandığı halde komünist birlik
"proleterya"nın yani işçi sınıfının egemenliğine dayanıyor. Birliğin egemen
motifi, toplumun diğer sınıflarına karşı duyulan kara bir kin duygusudur."
"Böylesine basit amaçlı ve kin motifli bir birlik,
insan denen varlığın en kötü duygularını dışa yansıtmaktan başka bir sonuç
veremez. Bu birlik ilke olarak insanın sadece hayvani sıfatlarını ön plana
çıkartma, onları geliştirip kökleştirme esasına dayanır. Ona göre insanın
"temel istekleri" beslenme, konut ve cinsiyet içgüdüsüdür. Oysa bunlar
"temel hayvansal içgüdüler"dir. Zaten komünizme göre insanlık tarihi "ekmek
peşinde koşma" tarihidir."
"İslâm, insanı insan yapan en öncelikli nitelikleri
ön plana çıkarmayı, kurduğu insani toplumda bunları geliştirip yüceltmeyi
amaçlayan ilahi sistemi ile bütün diğer sosyal birleşme biçimlerinden apayrı
olmuştur ve apayrı olma niteliğini sürdürmektedir. Bu sistemi bırakıp başka
sisteme sapanlar; ırk, milliyet, toprak, sınıf gibi değişik ilkelere dayanan
ve kokuşmuş komünist düzene kadar varan değişik temellere dayalı başka
sistemler arayanlar gerçekten "insan" düşmanlarıdırlar. Bunlar insanın,
evrende Allah tarafından yaratıldığı gibi, yüce özellikleri ile apayrı ve
seçkin bir tür olarak yaşamasını istemeyen kimselerdir. İnsan toplumunun,
yapısını oluşturan milletlerin olanca becerilerinden yeteneklerinden ve
tecrübelerinden kaynaşma ve uyum içinde yararlanmasına razı olmayan
kimselerdir."
4-Şunu hatırımızdan hiç çıkarmamalıyız. Bu dinin
düşmanları onun yapısındaki ve uygulama stratejisindeki güçlü noktaları iyi
biliyorlar. Nitekim yüce Allah bu düşmanlar hakkında "Kendilerine kitap
verdiklerimiz, O'nu (Muhammed'i) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar"
buyuruyor. (Bakara Suresi 146) Bunlar, inanç temeline dayalı birlik
modelinin, bu dinin güçlülüğünün sırlarından biri olduğunu, bu temel üzerine
kurulan İslâm toplumunun bu yüzden güçlü olduğunu kavramakta gecikmediler,
Onlar bu toplumu yıkmayı ya da onu kolayca boyundurukları altına alacakları
oranda zayıflatmayı, böylece bu dine ve bağlılarına yönelik kinlerini tatmin
etmeyi; müslümanların geleceklerini, yurtlarını ve zenginlik kaynaklarını
sömürmeyi kafalarına koyduklarında, bu iğrenç emelleri uğrunda bu toplumla
savaşa girişmeye karar verdiklerinde, bu toplumun üzerinde oturduğu ana
temeli zayıflatmayı, tek Allah inancı etrafında birleşen müslümanların
karşısına yüce Allah dışında tapılacak putlar dikmeyi ihmal etmemişlerdir.
Bu putun adı kimi zaman "yurt"dur, kimi zaman "ırk"dır, kimi zaman da
"milliyet"dir.
Bu putlar tarihin çeşitli aşamalarında kimi zaman
"halkçılık" kimi zaman "Turancılık" kimi zaman "Arap milliyetçiliği" ve kimi
zaman da başka isimler ve kılıklar altında sahneye konmuştur. Bu putların
bayraklarını değişik cepheler omuzlamışlardır. Bu cepheler, şeriat
hükümlerine göre düzenlenmiş ve inanç temeline dayalı tek İslâm toplumu
içinde birbirleri ile boğuşmaya girişmişlerdir. Sonunda sürekli darbeler
altında yıpranan, iğrenç ve zehirli propagandaların hedef tahtası haline
gelen bu ana temel zayıflamıştır. Bu zayıflamaya paralel sözünü ettiğimiz
"put"lar kutsallaştırılmış, dokunulmazlık zırhına büründürülmüştür. Öyle ki,
bu putlara karşı çıkanlar, milletlerinin dininden çıkmış, ülkelerinin
menfaatlerine ihanet etmiş kimseler olarak sayılmışlardır.
Tarihte bir eşi bulunmayan İslâm birliğinin
sarsılmaz temelini yıkmaya çalışan en iğrenç düşman kampı, mikrop yuvası
yahudi kampıdır. Yahudiler "milliyetçilik" silahını, hristiyan birliğini
parçalayarak, onu milli kiliselere bağlı, siyasi milletlere dönüştürme
kampanyasında denemişlerdi. Böylece yahudi ırkı etrafındaki hristiyan
çemberini parçalamışlardı. arkasından aynı silahı bu kez, lânetli ırklarını
kuşatan İslâm çemberini kırmak için kullandılar.
Hristiyanlar da İslâm toplumuna karşı aynı silahtan
yararlandılar. İslâm toplumu potasında eriyip bütünleşmiş değişik milletler
arasında yüzyıllar boyunca ırkçılık, milliyetçilik ve yurtçuluk kışkırtması
yaptılar. Bu yolla, en sonunda, bu dine ve bağlarına karşı besledikleri
hristiyanlık kaynaklı derin kinlerini tatmin etmeyi başardılar. Bu
kışkırtmaların doğurduğu bilinçsiz naralar sonunda müslümanları parçalamayı,
onları hristiyan Avrupa boyunduruğu altına girmeyi kabul etmeyi başardılar.
Onların bu egemenliği halâ sürüyor. Yüce Allah'ın izni ile o iğrenç, o
lânetli putlar yıkılıp da İslâm birliği sözünü ettiğimiz sarsılmaz ve eşsiz
temeli üzerinde yeniden kurulunca bu amansız düşmanların 'sömürgeci
egemenliği devam edecektir.
5- Son olarak gerçeği vurgulayalım: İnsanlar sırf
inanç temeline dayanan bir birleşme modelini benimsemedikçe, putperest
cahiliyenin boyunduruğundan bütünüyle kurtulamazlar. Çünkü insanların
düşüncelerinde ve toplum yapılarında bu temel kural geçerli olmadıkça
egemenliği yüce Allah'ın tekeline verme ilkesi gerçekleşemez.
Ortada bir tek "kutsal" varlık olmalı, sadece o
kutsanmalıdır, çok sayıda "kutsallar" bulunmamalıdır. Bir tek "parola"
olmalı; "parolaların" sayısı artmamalıdır. insanların tüm varlıkları ile
yönelecekleri "kıble" bir tek olmalı, kıbleler ve yönelme yerleri çok sayıda
olmamalıdır.
Putperestliğin bir tek türü yoktur. Putperestlik
sadece taştan oyulmuş putlara ve masal ürünü tanrılara tapmaktan ibaret
değildir. Putperestlik değişik biçimlerde ortaya çıkabilir. Putlar da
değişik kılıklara girebilirler. Eski masallarda anlatılan putlar, yüce Allah
dışındaki değişik "kutsallar"ın ve "mabutlar"ın varlığında tekrar sahneye
çıkabilirler. Bu kutsalların ve "mabut"ların isimleri şu ya da bu olmuş,
bunlara sunulan tapınma törenleri şöyle ya da böyle olmuş, farketmez.
İnsanları tek Allah'a inanmaya, tek Allah'ın
egemenliğini benimseyerek bütün yaratıkların egemenlik iddialarını
reddetmeye çağıran İslâm, insanları taşlardan yontulmuş ya da masal ürünü
putların boyunduruğundan kurtardıktan sonra onların milliyetçilik, ırkçılık,
yurtçuluk ve benzeri putların boyunduruğuna girmelerine, bu putların
bayrakları ve sloganları altında birbirlerini kırmalarına razı olamaz!
Bu yüzden yüce Allah insanlık tarihi boyunca yaşamış
ve kıyamet gününe kadar yaşayacak olan tüm insanları iki "ümmet"e
ayırmıştır. Bu ümmetlerin biri, ilk peygamberden peygamberlerin sonuncusu
olan ve tüm insanlığa seslenen bizim Peygamberimize kadar gelip geçen tüm
peygamberlerin bağlılarından oluşmuş müslüman ümmetidir. Öbürü de müslüman
olmayanların oluşturduğu ümmettir ki, bunlar da yüzyıllar boyunca sadece
adları ve biçimleri değişen tağutlara, zorbalara, diktatörlere ve putlara
tapan kimselerdir.
Yüce Allah, müslümanlara, çağlar boyunca kendilerini
birleştiren ümmetlerini tanıtırken, her dönemdeki peygambere uyulmasını esas
almış ve bu ümmetin kuşaklarını gözden geçirdikten' sonra şöyle buyurmuştur:
"İşte bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de
sizin Rabbinizim. O halde yalnız bana kulluk ediniz." (Enbiya Suresi 92)
Görülüyor ki, yüce Allah Araplar'a "Sizin ümmetiniz
Arap ümmetidir; cahiliye döneminde olmuş, İslâm döneminde olmuş farketmez"
demiyor. Yahudilere "Sizin ümmetiniz İsrailoğulları, ya da İbraniler'dir.
Cahiliye döneminde olmuş, İslâm döneminde olmuş farketmez." Selman-ı
Farisî'ye "Senin ümmetin Farslılar'dır", Suheyb-ı Rumi'ye "Senin ümmetin
Bizanslılar'dır" ya da Bilâl-i Habeşi'ye "Senin ümmetin Habeşliler'dir"
demiyor. Tersine ister Arap kökenli, ister Fars kökenli, ister Bizans
kökenli ve ister Habeşistan kökenli olsunlar, tüm müslümanlara şunu
söylüyor: "Sizin ümmetiniz Musa'nın, Harun'un, İbrahim'in, Lût'un, Nuh'un,
Davud'un, Süleyman'ın, Eyyub'un, İsmail'in, İdris'in, Zülkifl'in, Zunnun'un,
Zekeriyya'nın, Yahya'nın, Meryem'in dönemlerinde gerçek anlamda Allah'ın
buyruklarına bağlanmış müslümanlar topluluğudur." Enbiya suresinin 48. ayeti
ile 92. ayeti arasında bu gerçek vurgulanmıştır.
İşte bizzat yüce Allah'ın tanımı ile "müslüman
ümmet" budur. Kim yüce Allah'ın yolundan başka bir yol istiyorsa, istediği
yolu seçsin. Fakat dürüst davranıp "müslüman olmadığını" söylesin. Biz
müslümanlara gelince, bizler yüce Allah'ın bize tanımladığı ümmetten başka
bir ümmet tanımıyoruz. Yüce Allah gerçeği anlatır ve doğru hüküm verir.
İslâm dininin bu temel meselesi hakkında Hz. Nuh ile
ilgili hikâyeden ilham alarak yapmış olduğumuz bu açıklamayı burada
noktalamayı uygun görüyoruz.
İLAHİ TERAZİDE
MÜSLÜMANIN DEĞERİ
Son olarak Hz. Nuh ile ilgili hikâyenin üzerinde bir
kere daha duralım ve bir avuç müslümanın yüce Allah'ın terazisindeki
değerini görelim:
Hz. Nuh'un bağlıları olan müslümanlar bir avuçluk,
küçük bir azınlıktı. Elimizdeki bazı rivayetlere göre sayıları on iki idi.
Bu konudaki tek doğru ve güvenilir kaynağın belirttiğine göre bu oniki
müslüman, Hz. Nuh'un dokuz yüz elli yıllık İslâma çağrı çabalarının ürünü
idi.
İşte bu uzun ömrün ve yoğun çabanın ürünü olan
sözkonusu bir avuç müslüman, yüce Allah katında o kadar ağırlıklı bir önem
taşıyordu ki, yüce Allah onların hatırı için evrenin alışılagelmiş bazı
geleneklerini değiştirerek, o gün üzerinde hayat süren yeryüzü parçasındaki
tüm varlıkları, tüm canlıları etkileyen bir "Tufan" olayı meydana getirdi.
Bu "Tufan" olayının arkasından bu bir avuç müslümanı yeryüzünün mirasçısı
yaptı. Onlara yeryüzünü yeniden onaracak, kalkındıracak, sahipleşecek insan
kuşağının çekirdeği olma fırsatını verdi.
Bu son derece önemli bir olgudur.
Günümüzde İslâmi diriliş hareketinin, İslâm
Rönesansının öncüleri yeryüzünün her tarafında yaygın cahiliye ile yüzyüze
boğuşuyorlar. Bu cahiliye ortasında ve bu kimsesizlik ortamında gariplik
çekiyorlar. Bunun yanısıra çeşitli eziyetlere, itilip kakılmalara,
işkencelere ve ağır cezalara göğüs geriyorlar. İşte bu kahraman öncülerin bu
son derece önemli olgunun, iyi düşünülmesi ve iyi değerlendirilmesi gereken
anlamının üzerinde uzun uzun durmaları gerekir.
Yeryüzünde müslüman bir çekirdeğin varlığı, yüce
Allah'ın katında son derece önemli bir olgudur. O kadar ki, yüce Allah bu
çekirdeğin hatırı için cahiliye sisteminin tüm varlığını, yurdunu, uygarlık
eserlerini, yapılarını, güçlerini, birikimlerini tümü ile yokeder.
Arkasından bu çekirdeği yeşertir, gözetip geliştirir. Günü gelip bu çekirdek
esenlik içinde kurtuluşa erince, yeryüzünü yeniden onarıp kalkındırmakla
görevlendirilir, tüm dünyanın mirasçısı olur.
Hz. Nuh, yüce Allah'ın yukarıda okuduğumuz "Bizim
gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap, zalimler konusunda bana
başvurma, çünkü onlar kesinlikle konuşacaklardır." buyruğu gereğince "yüce
Allah'ın gözleri önünde ve vahyinin ışığında" bir gemi yapıyor. (Hud Suresi
37)
Daha önce soydaşlarının kovalamaları, eziyetleri ve
ihtarı ile yüzyüze gelen Hz. Nuh, aşağıdaki ayette bize anlatıldığı üzere,
çaresizlik içinde yüce Allah'a sığınıyor. Okuyoruz:
"Onlardan önce Nuh'un soydaşları da yalanladı. Onlar
bizim kulumuzu yalanlayarak `Bu adamı cinler çarptı' dediler ve çalışmasını
engellediler. Bunun üzerine `Ben yenik düştüm, bana yardım et' diye Rabbine
dua et. ti. (Kamer Suresi 9-10) Hz. Nuh, Rabbine sığınırken "yenik"
düştüğünü ilan ediyor ve Rabbine dua ediyor ki, yenik düşmüş olan
Peygamberine "yardım" etsin. İşte o zaman yüce Allah, yenik düşen bu kulunun
hizmetine girsinler diye evrenin korkunç güçlerini harekete geçiriyor:
"Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşalan sularla
açtık.
Yeryüzünde de kaynaklar fışkırttık. Her iki yönden
gelen su, belirlenen bir ölçü uyarınca birleşti." (Kamer Suresi 11-12)
Bu korkunç evrensel güçler böylesine evrensel
düzeydeki korkunç ve göz kamaştırıcı fonksiyonlarını yerine getirirlerken,
bizzat yüce Allah'ın kendisi yenik düşen kulu ile beraberdir. Okuyoruz:
"Nuh'u tahtalardan yapılmış ve çivilerle çakılmış
bir gemiye bindirdik. Bu gemi gözlerimiz önünde sular arasında yolalıyordu.
O soydaşları tarafından yalanlanan Nuh'un çektiği sıkıntılara karşılık bir
ödüldü." (Kamer Suresi 13-14)
İşte çağdaş "islâmi diriliş hareketi" öncülerinin
cahiliye rejimleri tarafından itilip kakıldıklarında, "yenilgiye"
uğratıldıklarında her yerde ve her zaman karşısına geçip dikilecekleri
korkunç tablo budur.
Onlar, yüce Allah'ın evrensel korkunç güçleri
emirlerine vermesini hakeden kahramanlardır. Bu evrensel güçlerin "Tufan"
olayı bu evrensel güçlerin sayısız aksiyon biçimlerinden sadece bir
tanesidir. Nitekim yüce Allah "Rabbinin ordularını kendisinden başkası
bilemez." buyuruyor.
Bu kahraman öncülere düşen sadece şudur:
Direnecekler, yollarında ısrarla yürüyecekler. Güç kaynaklarını bilecekler
ve O'na yönelecekler. Yüce Allah'ın destekleyici kararı gerçekleşinceye
kadar sabredecekler. Güçlü dostları ve dayanakları olan yüce Allah'ı gökte
ve yerde hiçbir şeyin aciz bırakamayacağına, O'nun dostlarını, düşmanlarının
ellerinde bırakmayacağına, eğer bir süre onları düşmanlarının ellerine
teslim etmiş gibi görünse de bunun eğitme ve sınavdan geçirme amacına
yönelik olduğuna güvenecekler. Bu eğitim ve sınav dönemi başarı ile
aşılınca, yüce Allah, bu öncülere ve onlar eli ile yeryüzüne dilediğini
kesinlikle yapar.
İşte bu son derece önemli evrensel olaydan
çıkarılacak olan ders budur. İslâmın tarafını tutup cahiliye ile göğüs
göğüse boğuşan hiç kimse sanmamalıdır ki, kendisi yüce Allah'ın ortaksız
ilahlığını ve Rabblığını savunurken, O kendisini cahiliye karşısında yalnız
bırakır. Yine bu kişi kendi kişisel gücü ile cahiliyenin gücünü
karşılaştırarak bu dengesiz düşman güçleri karşısında yenik düşüp de "ben
yenildim, ya Rabbim, yetiş imdadıma" diyerek yardım göndermesi için
yalvarınca, yüce Allah'ın kendisini bu zalim güçlerin kucağında bırakacağını
asla düşünmemelidir.
"İslâmi diriliş hareketi" öncüsünün gücü ile karşıt
cahiliye güçleri arasında denge bir yana, yakınlık bile yoktur. Cahiliye,
alabildiğine güçlüdür. Fakat insanları yüce Allah'ın yoluna çağıran
mücahidin arkasında yüce Allah'ın gücü vardır. Yüce Allah, dilediği zaman ve
dilediği biçimde evrensel güçlerin bazılarını onun emrine verebilir. Bu
güçlerin en hafifi bile karşısındaki cahiliyeyi hiç beklemediği bir biçimde
yok eder, tozunu havada uçurur.
Fakat sözünü ettiğimiz sınav döneminin bazan uzun
sürebileceğini hatırdan çıkarmamak gerekir. Bu süre uzunluğunun altında
mutlaka yüce Allah'ın bildiği bir hikmet yatar. Meselâ Hz. Nuh, soydaşları
arasında tam dokuz yüz elli sene mücadele verdi. Ancak o zaman bu sınav
süresini doldurabildi. Bu uzun mücadele döneminin ürünü sadece oniki
müslüman olabildi. Fakat bu bir avuç müslüman, yüce Allah'ın terazisinde o
kadar büyük bir değer sayıldı ki, onların hatırı için bir bölüm evrensel
güçler harekete geçirilerek o günün sapıtmış insanlığı tümü ile imha edildi;
yeryüzü tümü ile bu bir avuç müslümanın eline verildi, onu yeniden onarıp
kalkındırmak ve yurt edinmek de sadece bu azınlığın görevi oldu.
Olağanüstü olaylar çağı sona ermiş değil. Çünkü yüce
Allah'ın özgür dileği uyarınca her an olağanüstü olay gerçekleşiyor. Fakat
Allah her dönemin pratiğine ve şartlarına göre olağanüstü olayların
biçimlerini ve türlerini değiştiriyor. Ayrıca bazı olağanüstü olaylar, bazı
akıllar tarafından kanıksandığı için olağanüstülükleri kavranmaz oluyor.
Fakat yüce Allah ile sürekli ilişkide olanlar bu olaylarda O'nun elini
görebilirler, O yüce elin harika eserlerini somut biçimde algılayabilirler.
Yüce Allah'ın yolunun yolcularına düşen görev şudur:
Yapmaları gereken her şeyi, güçlerini son zerresine
kadar harcayarak yapmalı, sonra da huzur ve güven içinde işi Allah'a havale
etmelidirler. Eğer düşman karşısında yenilgiye uğrarlarsa, yüce yardımcıya
ve ulu destekleyiciye başvurmalı ve Hz. Nuh'un "Ben yenik düştüm, bana
yardım et" dediği gibi, yüce Allah'a el açıp yalvarmalıdırlar. Bundan sonra
yapacakları tek iş, yüce Allah'ın yakın vadeli kurtuluşunu, çıkar yol
gösterişini beklemektir. Yüce Âllah'dan çıkar yol beklemek ibadettir. Buna
göre bu kahramanlar bu bekleyişleri karşılığında sevap alacaklardır.
Daha önce vurguladığımız şu gerçek burada tekrar
karşımıza çıkıyor. Bu Kur'an kendisi ile birlikte savaşa girenlerden,
kendisinden aldıkları güçle büyük cihada girişenlerden başka hiç kimseye
sırlarını açmaz. Sadece böyleleri Kur'an'ın indiği ortamın havasına benzer
bir havada yaşayabilirler ve bu sayede onun zevkine varabilirler,
inceliklerini kavrayabilirler. Çünkü ilk müslümanlar nasıl bu Kur'an'ın
dolaysız muhatapları oldular, bu sayede onun zevkine vardılar, inceliklerini
kavradılar ve direktifleri uyarınca hareket etmişlerse, böyleleri de
Kur'an'ın doğrudan muhatapları oldukları duygusunu içlerinde bulurlar.
Önünde-sonunda hamd Allah'a mahsustur.
HZ. NUH'UN KAVMİ
Hz. Nuh'un soydaşları tarih içinde gelip geçtiler.
Çoğunluğu, ilahi mesajı yalanlayanlardı. Bunları "Tufan" ve tarih yuttu.
Böylece hem hayattan hem de yüce Allah'ın rahmetinden uzaklaştırıldılar. Sağ
kalanlar ise, yeryüzüne halife oldular. Böylece yüce Allah'ın "mutlu son
takva sahiplerinïndir" şeklindeki vaadi ve yasası gerçekleşmiş oldu.
Yüce Allah'ın, Hz. Nuh'a yönelik vaadi şöyle idi:
"Ey Nuh, sana ve yanındakilerden türeyecek ümmetlere
sunacağımız esenliğin ve bereketlerin eşliğinde gemiden in. Yanındakilerin
soyundan başka ümmetler de gelecektir. Bunlara bir süreye kadar dünya
nimetlerini tattırdıktan sonra kendilerini acıklı azabımıza çarptıracağız."
Zamanın çarkları dönüp tarih sürecinin adımları
ilerledikçe yüce Allah'ın bu vaadi de gerçekleşme aşamasına geldi. Dünyanın
çeşitli yerlerine dağılan Hz. Nuh'un soyunun bir bölümü yavaş yavaş doğru
yoldan saptı. Onların arkasından gelen Semudoğulları da bu sapıklığı
sürdürdüler. Yüce Allah'ın şu hükmü işte bu toplumlar hakkında idi,
"Yanındakilerin soyundan başka ümmetler gelecektir. Bunlara bir ,süre için
dünya nimetlerini tattırdıktan sonra kendilerini acıklı azabımıza
çarptıracağız.
50- Adoğullarına da
kardeşleri Hud'u peygamber olarak gönderdik. Hud dedi ki; "Ey soydaşlarım,
sadece Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka ilahınız yoktur. Başka ilahlara
taptığınız için sizler birer iftiracısınız, uydurmaların peşinden
gidiyorsunuz. "
51- "Ey soydaşlarım, bu uyarı
çabalarıma karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ücretimi,
beni yoktan vareden Allah verecektir. Acaba aklınızı başınıza toplamayacak
mısınız?"
52- "Soydaşlarım, Rabbinizden
af dileyiniz, arkasından O'na yöneliniz ki, size gökten bol yağmur
göndersin, gücünüze güç katsın, suç işlemekte ısrar ederek çağrıma sırt
çevirmeyiniz. "
Hz. Hud, Adoğulları'ndandı, onların kardeşi,
onlardan biri idi. İşin başında onunla soydaşları arasında, kabilenin bütün
bireylerini birbirine bağlanan "akrabalık" bağı vardı. Okuduğumuz ayetlerde
bu ortak bağa dikkat çekiliyor. Çünkü bu ortak bağın doğal gereği olarak Hz.
Hud ile "kardeşleri" arasında güven, karşılıklı sevgi ve öğüt alışverişi
havasının egemen olmasının beklendiğine işaret ediliyor. Ayrıca
soydaşlarının bu kardeşlerine karşı takındıkları olumsuz tavrın anormalliği
ve yakışıksızlığı vurgulanıyor. Bunların yanısıra, Hz. Hud ile soydaşları
arasında ilerde belirecek olan inanç farklılığı ilkesinden kaynaklanan
ilişki kesikliğinin, yol ayrılışının doğallığı zihinlere işleniyor. Böylece
inanç bağı kopunca, bütün diğer bağların kopacağı, İslâm toplumunda tek
birleştirici bağın inanç bağı olduğu ilkesi somut motifler halinde
gözlerimizin önüne seriliyor. Bir de bu dinin mahiyetine ve hareket
stratejisine ışık tutulmuş oluyor. Şöyle ki:
Bu dine yönelik çağrı kampanyasının başlangıç
aşamasında, bu çağrıyı seslendiren peygamber ile çağrının muhatapları aynı
millettendirler. Taraflar arasında akrabalık bağı, kan bağı, soy bağı,
aşiret ortaklığı ve yurt ortaklığı bağı vardır. Fakat daha sonra bütün bu
ortak bağlar kopuyor ve aynı soydan gelen iki karşıt "ümmet" oluşuyor. Bir
tarafta "müslüman ümmet" karşımıza çıkıyor. Bu iki ümmet arasında, artık
ayrılık ve ilişki kesikliği egemen oluyor. Bu ilişki kesikliğine dayalı
olarak yüce Allah'ın "mü'minleri" başarıya ulaştırmaya ve "müşrikleri" imha
etmeye ilişkin vaadi gerçekleşiyor.
Yalnız bu ilahi vaadin gündeme gelebilmesi
için, gerçekleşebilmesi için, önce bu ilişkilerin kesilmesi gerekir, aradaki
ayrılığın kesinleştirilmesi ve karşıt sayfaların net biçimde belirginleşmesi
gerekir. Bu noktaya varılabilmesi için peygamber ile mü'min soydaşları,
hemşehrileri ile aralarındaki bütün geçmiş bağlarından, bütün ortak
ilişkilerinden sıyrılmalıdırlar; soydaşları ile kabilelerinin yönetimi ile
aralarındaki eski dostluk ve bağımlılık köprülerini yıkmalıdırlar;
bağlılıklarını sadece Rabbleri olan yüce Allah'a ve kendilerini Allah'a,
O'nun ortaksız egemenliğini benimseyerek kula kulluğu reddetmeye çağıran
müslüman yönetime yöneltmelidirler. İşte ancak o zaman -daha önce değil-
yüce Allah'ın desteğine mazhar olabilirler, ancak o takdirde yüce Allah'ın
zafere ilişkin vaadi haklarında gerçekleşebilir. Şimdi de okuduğumuz
ayetleri inceleyelim:
"Adoğulları'na da kardeşleri Hud'u peygamber
olarak gönderdik."
Daha önceki hikâyede anlatıldığı gibi nasıl
Hz. Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdiysek Hz. Hud'u da
soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. Sonra ne oldu?..
"Hud dedi ki; `Ey soydaşlarım..."
Onlara sevgi ile yaklaşarak, kendilerine,
aralarındaki birleştirici bağları hatırlatarak söze giriyor. Amacı
duygularını kamçılamak ve güvenlerini kazanarak söyleyeceklerine kulak
vermelerini sağlamaktır. Çünkü herhangi bir toplumun önderi, halkına yalan
söylemez; amacı iyi rüyetle öğüt vermek olan bir lider, soydaşlarını
aldatmaz. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
"Hud dedi ki; `Ey soydaşlarım, sadece Allah'a
kulluk sununuz, o'ndan başka bir ilahınız yoktur."
Hz. Hud'un bu sözü, bütün peygamberlerin
tarih boyunca hép tekrarladıkları ortak bir sözdür: Hz. Hud'un soydaşları
-daha önce söylediğimiz gibi Hz. Nuh'un yanındaki mü'minlerin gemiden
indiklerinde kafalarında taşıdıkları tek Allah'a kulluk etme inancından
sapmışlardı. Belki de bu sapma eyleminin ilk adımını, Hz. Nuh ile birlikte
gemiye binen o mü'min azınlığın anısını ululaştırarak atmışlardı. Sonradan
bu ululaştırma eylemi kuşaktan kuşağa geçerken gelişerek insanlara yarar
sağlayan ağaçlarda ve taşlarda somutlaşmış, daha sonraki bir aşamada da bu
ağaçlar ve taşlar tapılan putlara dönüşmüşlerdir. Derken bu putların
arkasında beliren birtakım kâhinler, anıt bekçileri ve din simsarları
insanları bu düzmece ilahlar adına kendilerine tapmaya yöneltmişler,çok
sayıdaki cahiliye sapıklıklarından birini din kılığına büründürerek
gelenekleştirmişlerdir. Demek istediğimiz şudur: Yüce Allah'dan başkasını
kutsallaştırma duygusuna kapı kapatan, tek Allah'a kulluk sunma dışındaki
her sapık inancı ilke olarak reddeden, mutlak "Tevhid" inancından meydana
gelebilecek olan tek adımlık bir sapma, zamanla sayılarını ve açılarını
sadece ve açılarını sadece yüce Allah'ın bilebileceği birçok sapma adımını
beraberinde getirir.
Her neyse, Hz. Nuh'un soydaşları "müşrik"
idiler, kulluğu sırf yüce Allah'a sunma inancına uzak düşmüşlerdi. Bu yüzden
O, bütün peygamberlerin seslendirmiş oldukları şu çağrıyı soydaşlarına
yöneltmişti:
"Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk
sununuz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur. Başka ilahlara taptığınız için
sizler birer iftiracısınız, uydurmaların peşinden gidiyorsunuz."
Allah'ı bir yana bırakarak birtakım putlara
taparken ve Allah'a birtakım ortaklar koşarken iftira ediyor, asılsız
yakıştırmalara bel bağlıyorsunuz.
Hz. Nuh, bu sözlerinin hemen arkasından bu
çağrısının samimi olduğunu, bu öğüdünün çıkarcı amaçlardan arınmış olduğunu
vurgulama gereğini duyuyor. Bu çağrısının ardında herhangi bir yan amaç
gizli değildir. Bu öğüt verme ve yol gösterme çabalarına karşılık hiç
kimseden herhangi bir maddi çıkar istemiyor. Onun ücretini verecek olan yüce
Allah'dır. Gözeticisi ve koruyucusu sadece O'dur. Okuyoruz:
"Ey soydaşlarım, bu uyarı çabalarıma karşılık
sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ücretimi, beni yoktan vareden
Allah verecektir. Acaba aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?"
Hz. Hud'un "Sizden herhangi bir ücret
istemiyorum" şeklindeki sözünden anlaşılıyor ki, soydaşları kendisini
yaptığı çağrının karşılığında ücret istemekle ya da mal kazanmak peşinde
koşmakla suçlamışlar ya da böyle bir imada bulunmuşlardır. Bundan dolayı bu
suçlamayı reddeden cümlesinin arkasından soydaşlarına "Acaba aklınızı
başınıza toplamayacak mısınız?" diye sesleniyor. Bu azarlayıcı cümlede
soydaşlarının tutumu karşısında duyduğu şaşkınlık dile geliyor. Nasıl hayret
etmesin ki, adamlar yüce Allah'ın görevlendirip gönderdiği bir peygamberin
insanlardan maddi menfaat bekleyeceğini düşünüyorlar. oysa o peygamberi
insanlara gönderen yüce Allah, tüm bu yoksulları, bu zavallıları besleyen
tek rızık verici, tek yarar dağıtıcıdır.
Hz. Hud, bunun arkasından soydaşlarını
Allah'dan af dilemeye, suçlarından dolayı pişmanlık duyarak O'nun dergâhına
sığınmaya çağırıyor. Bu çağrıyı yaparken bizim peygamberimizin bu surenin
başında aktarılan sözlerinin aynısını söylüyor. Binlerce yıl sonra bizim
Peygamberimiz, hangi uyarıları seslendirmiş, hangi vaadleri yapmış ise, Hz.
Hud da soydaşlarına aynı uyarıları ve vaadleri yöneltiyor. Okuyalım:
"Ey soydaşlarım, Rabbinizden af dileyiniz,
arkasından O'na yöneliniz ki, size gökten bol yağmur göndersin, gücünüze güç
katsın, suç işlemekte ısrar ederek çağrıma sırt çevirmeyiniz."
Adamların yağmura ihtiyaçları vardı.
Yağmurların sağlayacağı sularla o çöl ortasında tarlalarını sulayacaklar,
hayvanlarına su verecekler, bol yağmurların sağlayacağı bereketi
koruyacaklardı. Devam ediyoruz:
"Gücünüze güç katsın."
Sahibi olmakla ün yaptığınız gücünüzü
arttırsın. Ama;
"Suç işlemekte ısrar ederek çağrıma sırt
çevirmeyiniz."
çağrıma sırt çevirme ve ilahi mesajı
yalanlama suçlarını işlemeyiniz.
Bu ayette dile gelen "bol yağmur yağdırma" ve
"güce güç katma" vaadleri üzerinde biraz durup düşünelim: Bu vaadler, yüce
Allah'ın evrensel düzende geçerli olan değişmez kanunlarına göre yürüyen
ilahi geleneğin sonucu olarak ortaya çıkan ve elbette ki, yüce Allah'ın
dilediğine ve yaratıcılığına bağlı olan doğal olgulardır. Peki, o halde
bunların yüce Allah'dan af dilemekle, tevbe etmekle ilgileri nedir?
Allah'a yönelmekle "kuvvet artışı" arasındaki
ilişki oldukça direkt ve kolay kavranır niteliktedir. Neden derseniz, kalp
temizliği ile yeryüzünde yararlı çalışma tevbe edip iyi işler yapanların
güçlerine gözle görülür biçimde güç katar. Bir defa onların vücut sağlığını
geliştirir. Çünkü bu iki özellik, onlara sadece temiz yiyeceklere bağlı
kalan dengeli ve ölçülü bir beslenme alışkanlığı kazandırır. Gönüllerine
rahatlık bağışlar, sinirlerini gerginlikten uzak tutar. Her an yüce Allah'a
güvenmelerini, O'nun rahmetinden emin olmalarını sağlar. Bu iki vasfa sahip
olan insanların kurdukları da sağlıklı olur. Çünkü böylelerinin
toplumlarında yüce Allah'ın yapıcı ve dirlik getirici yasaları (Şeriat)
egemendir. Bu yasalar insanlara özgürlük ve onur kazandırır. Yüce Allah'dan
başkasının egemenliğine boyun eğmeyen bu toplumun üyeleri, tek Allah'ın
üstün iradesi önünde secdeye varmanın eşitliğini paylaşırlar. Bu iki vasıf,
bunların yanısıra insanların enerjilerini de serbest bırakırlar. Bu toplumun
insanları hiçbir keyfi kısıtlamaya uğramaksızın, serbestçe çalışırlar,
üretirler ve yeryüzü halifeliğinin omuzlarına bindirdiği yükümlülüklerin
gereklerini yerine getirirler. Hiç kimse onları yeryüzü kaynaklı putları
ilahlaştırma törenlerine katılmaya, bu putlar etrafında tütsüler yakmaya,
davul-zurna çalmaya, insanın fıtratındaki gerçek ilaha yönelik ihtiyacın
boşluğunu doldurmak için uydurulmuş yapmacık gösterilerde yeralmaya
zorlamaz.
Her zaman görüyoruz ki, yeryüzü kaynaklı
sahte tanrılar, zaman zaman güçlülük, bilgi, kapsamlı egemenlik, üstün irade
ve merhamet gibi gerçek ilahi sıfatlara muhtaç olurlar. Bu putların, puthane
gardiyanları ile yardakçı simsarları da onlara bu sıfatları yakıştırmaya
muhtaçtırlar. Çünkü başka türlü insanların bu putlara tapmaları sağlanamaz.
Başka bir deyimle rabblik, beraberinde ilahlığa muhtaçtır, ancak o sayede
tapıcılar, sahte rabbin önünde diz çökmeye zorlanabilirler. Bütün bunlar
puthane gardiyanlarının ve put simsarlarının sürekli çabalar göstermelerini,
devamlı emekler harcamalarını gerektirir. Yeryüzü kaynaklı putların
tapıcıları bu emekleri ve çabaları, davul-zurna çalma peşinde, marşlar
söyleme peşinde, uydurma rabbler adına çekilen tesbihler peşinde
harcarlarken, tek Allah'ın bağlıları aynı emekleri ve çabaları yeryüzü
kalkınması yolunda, halifelik görevinin sorumluluklarını yerine getirme
uğrunda seferber ederler.
Gerçi ne kalplerini ve ne de toplumlarını
yüce Allah'ın şeriatının egemenliğine vermemiş olanların kimi zaman, çok
güçlü oldukları görülebilir. Fakat bu gücün ömrü belirli bir zamana kadar
sürer. Yüce Allah'ın evrensel yasaları uyarınca olayların akışı son noktaya
varıp dayanınca bu güç paramparça olur. Çünkü başlangıcı itibarı ile sağlam
bir temele dayanmıyor. Sadece çalışkanlık, disiplin ve üretim bolluğu gibi
birkaç evrensel yasaya dayanıyor. Böylesine topal ayaklı bir güçlülük
sürekli olamaz. Çünkü gerek bilinç hayatındaki kargaşa, gerekse sosyal
hayatın bozukluğu bir süre sonra bu gücü yokeder, onu siler-süpürür.
Tevbe edip yüce Allah'a yönelenlere "bol
yağmur indirilmesi"ne gelince insanların bildikleri kadarı ile "yağmur
olayı" evrensel düzenin değişmez doğal yasaları uyarınca gerçekleşir. Fakat
doğal yasaların işleyişi yağmurun herhangi bir yerde ve zamanda hayat
kaynağı olurken, başka bir yerde ve zamanda felâket sebebi olmasına engel
değildir. Yağmur olayı, yüce Allah'ın takdirine bağlı olarak bir toplumu
ihya ederken bir başka toplumu mahvedebilir. Başka bir deyimle yüce Allah,
iyiliğe ilişkin müjdesi ile kötülüğe ilişkin tehdidini tabii güçleri şöyle
ya da böyle yönlendirerek gerçekleştirebilir. Çünkü bu güçleri yaratan ve
durum ne olursa olsun yasalarını yürütmek için sebepler meydana getiren
O'dur. Bu olayın arkasında bir de şu gerçek var: Yüce Allah'ın özgür dileği.
Bu özgür dilek doğal sebepleri ve görünür olguları, doğal yasaların normal
işleyişleri sırasında görmeye alıştığımızdan farklı biçimde yönlendirebilir.
Böylece yüce Allah, takdirini; ön-tasarısını dilediği gibi ve dilediği zaman
gerçekleştirebilir. İradesini, göklerde ve yerde egemen olan "hak" ilkesi
uyarınca serbestçe yürütebilir. Bu irade, görmeye alıştığımız genel ve doğal
akışa bağlı kalmak zorunda değildir.
İşte Hz. Hud'un soydaşlarına yönelik çağrısı
budur. Anlaşılan bu çağrıya olağanüstü bir mucize eşlik etmiş değildi. Belki
de bunun sebebi, "Tufan olayı"nın yakın tarihli. olması, Hz. Hud'un
soydaşlarının hafızalarında ve dillerinde tazeliğini koruması idi. Nitekim
başka bir surede bu olay kendilerine hatırlatılmaktadır. Fakat Hz. Hud'un
soydaşları onun hakkında çeşitli tahminler ileri sürüyorlar, çeşitli asılsız
yorumlara girişiyorlar. Okuyoruz:
53- Soydaşları
dediler ki; "Ey Hud, bize somut bir mucize getirmiş değilsin. Sırf öyle
diyorsun diye ilahlarımızı bırakmayız, sana kesinlikle inanmıyoruz. "
54- "Sana
söyleyeceğimiz tek söz şudur: Seni ilahlarımızdan biri çarpmış olmalı. " Hud
dedi ki; "Ben Allah'ı şahit tutuyorum, ayrıca siz de şahit olunuz ki, ben
O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım. "
Adamlar Hz. Hud'un saçmaladığını düşünecek kadar
sapıklıkta ileri gittiler. Sapıklık vicdanlarını bu derece etkisi altına
aldı. Onlara göre bu saçmalamanın sebebi, uydurma ilahlarından birinin Hz.
Hud'u çarpmâsıymış. Hz. Hud, bu yüzden aklî dengesini yitirmiş!
Söylediklerine bakalım:
"Ey Hud, sen bize somut bir mucize getirmiş
değilsin."
Oysa Allah'ın birliği ilkesi somut mucizeye muhtaç
değildir. Onun sadece yönlendirmeye, hatırlatmaya, fıtrat mantığını harekete
geçirmeye ve vicdanla iletişim kurmaya ihtiyacı vardır. Bakalım, başka neler
diyorlar?
"Sırf sen öyle diyorsun diye ilahlarımızı
bırakmayız."
Herhangi bir somut mucize göstermeden, bizi ikna
edecek bir delil göstermeden kuru sözlerine inanarak ilahlarımızdan
vazgeçmeye niyetimiz yok. Başka?
"Sana kesinlikle inanmıyoruz."
Yani senin çağrına katılmıyoruz ve söylediklerinin
doğruluğunu onaylamıyoruz. Bize göre senin bu çağrıyı yapmanın sebebi şudur:
Sen saçmalamıyorsun. çünkü ilahlarımızdan birinin tokatını yiyerek fena
halde. çarpılmışsın!
Bu durumda Hz. Hud'un yapabileceği bir tek şey
kalıyordu: Yüce Allah'a sığınarak sırf O'na güvenerek uyarı ve korkutma
görevini son kez tekrarladıktan sonra soydaşları ile ilişkilerini kesmek,
eğer yalanlamakta ısrar ederlerse artık işlerinden tamamı ile el çekmek,
kısacası sözden anlamaya yanaşmayan bu adamlara "meydan okumak." Okuyoruz:
Hud dedi ki; "Ben Allah'ı şahit tutuyorum, ayrıca
siz de şahit olunuz ki, ben O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım."
55- "Siz ve Allah
dışında O'na ortak koştuğunuz ilahlar hep birlikte bana istediğiniz tuzağı
kurunuz, sonra da bana hiç mühlet vermeyiniz. "
56- "Ben, benim ve
sizin Rabbiniz olan Allah'a dayandım. Hiçbir canlı yoktur ki, perçemi O'nun
avucu içinde olmasın. Hiç kuşkusuz benim Rabbim, doğru yoldadır. "
57- "Eğer benim
çağrıma sırt dönecek olursanız, ben size gönderilen mesajı duyurdum. Rabbim,
sizin yerinize başka bir toplum getirir. Siz O'na hiçbir zarar
dokunduramazsınız. Hiç kuşkusuz, her şey Rabbimin gözetimi ve denetimi
altındadır.
Bu sözler Hz. Hud'un soydaşları ile arasındaki tüm
köprüleri atan bir başkaldırı bildirisidir. Oysa o güne kadar kendini
onlardan biri, onların kardeşi sayıyordu. Fakat bu son sözleri ile onlara
karşı kesinlikle başkaldırıyor. Yüce Allah'ın yolundan başka bir yolu kesin
olarak benimsedikleri için aralarında kalmaktan korkuyor. Aralarındaki inanç
bağı tamamen koptuğu için, başka hiçbir bağın birarada tutamayacağı bu iki
karşıt grup arasında bütün iplerin koptuğunu dile getiriyor bu erkekçe
sözler.
Bu arada Hz. Nuh, bu meydan okuyuşuna bir ileri
adımla daha pekiştiriyor. Sapıtmış soydaşları ile ilişkilerini kestiğine,
onlardan koptuğuna, onlarla hiçbir ilgisinin kalmadığına dair yüce Allah ı
şahit tutuyor. Arkasından da yüzlerine vurduğu bu ilişki kesme kararına;
soydaşlarının kendilerini de tanık tutuyor. Böylece artık onlardan biri
olarak yaşamak istemediğini; bunun akıbetinden korktuğunu kesinlikle
bilmelerini istiyor.
Bütün bunları dile getirirken, imanın vakarını,
mü'min olmayanlara tepeden baktıran onurunu, güvenini ve gönül huzurunu ses
tonuna ve cümlelerine güçlü bir vurgu ile yansıtmayı ihmal etmiyor.
Hz. Hud'un bu meydan okuyuşu insani hayrete ve
dehşete sürüklüyor. Sebebine elince, kendisi tek başınadır. Bu yalnızlığına
rağmen sert, kaba ve sözden anlamaz bir topluma karşı koyuyor.
Karşısındakiler o kadar cahildirler ki, düzmece ilahlarının birini
çarpabileceğine ve bu yüzden akli dengesinin bozulabileceğine inanıyorlar.
Bunun yanısıra insanları tek Allah ilkesine çağırmanın çarpılma sonucu
ortaya çıkan bir saçmalama olabileceğini düşünüyorlar. İşte uydurma
ilahlarına bu denli güvenen bir toplumun karşısına tek başına dikilerek,
inançlarının budalaca bir saplantı olduğunu haykırmak, onları paylamak,
azarlamak, meydan okuyarak bam tellerine basmak hayret verici, dehşete
düşürücü bir yiğitliktir. Onlara karşı hazırlık yapmak üzere kendisine
mühlet vermelerine razı olmadığı gibi, kendileri ile başbaşa kalıp
öfkelerinin yatışmasına da fırsat tanımıyor. Tersine üzerlerine üzerlerine
gidiyor.
Gerçi insan bu sert ve kaba topluma karşı böylesine
yiğitçe meydan okuyan yalnız bir adamı düşününce dehşete kapılıyor, ama bu
cesaretin etkenlerini ve sebeplerini irdeleyince kapıldığı dehşet duygusu
yokoluyor.
Bu cesaretin ardında iman, güven ve gönül rahatlığı
yatar. Bu yiğitlik yüce Allah'a inanmaktan, O'nun vaadine umut bağlamaktan
ve desteğine güvenmekten kaynaklanıyor. Bu inanç kalple bütünleşince, yüce
Allah'ın zafere ilişkin vaadi -bu kalp için- elle tutulur, somut bir gerçeğe
dönüşüyor. Kalbin sahibi bu zaferden bir an bile kuşku duymuyor. Çünkü bu
güven duygusu göğsündeki kalbini doldurduğu gibi avuçlarını da dolduruyor.
Artık bu zafer müjdesi, bilinmezliğin karanlığına gömülmüş, geleceğe dönük
bir beklenti değildir. O gözlerin gördüğü ve kalbin algıladığı somut,
şimdiki zamanda varolan bir realitedir. Şimdi Hz. Hud'un bu yiğitçe
sözlerini okuyalım:
"Hud dedi ki; `Ben Allah'ı şahid tutuyorum, ayrıca
siz de şahit olunuz ki, ben O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım."
Allah'a ortak koştuğunuz düzmece ilahlarınızla
hiçbir ilişkimin olmadığına dair önce yüce Allah'ın kendisini şahit tutarım.
Ayrıca bu konuda siz kendiniz de bana şahit olunuz ki, bu taptığınız
ilahlardan uzağım. Bu şahitliğiniz, ilerde aleyhinize işleyecek bir
delildir. Yüce Allah'a yakıştırdığınız bu ortaklarla en ufak bir ilgimin
olmadığını size açık açık ilan ettiğimi ilerde bu tanıklığınız da
ispatlayacaktır. Bunun yanısıra birinin beni çarptığını sandığınız o
ilahlarınız, siz biraraya geliniz ve bana karşı elinizden gelen tuzağı
kurunuz, bunun için bana hiçbir mühlet tanımayınız, hiçbir savunma fırsatı
vermeyiniz. Hiçbiriniz umurumda değilsiniz. Sizden hiç korkmuyorum. Çünkü;
"Ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a
dayandım."
Ne kadar inkâr etseniz de ne kadar yalanlasanız da
bu gerçek geçerlidir. Yüce Allah'ın benim de sizin de Rabbimiz olduğu
gerçeği. Tek Allah hem benim ve hem de sizin Rabbinizdir. Çünkü o herkesin
ve her şeyin tek Rabbidir, ne işi ve ne de ortağı vardır. Şunu da iyi
biliniz ki;
"Hiçbir canlı yoktur ki, perçemi O'nun avucu içinde
olmasın."
Burada ezici iradeyi ve üstün gücü ifade eden somut
bir tablo ile karşı karşıyayız: Tablo, insan da dahil olmak üzere yeryüzünde
hareket eden bütün canlıların perçeminden tutan, üstün gücü canlandırıyor.
"Perçem" alnın üst kısmına denir. Bu tasvirle ezici irade, tartışmasız
üstünlük ve karşı konulmaz egemenlik ifade ediliyor. İfadede, içinde
bulunduğumuz duruma, Hz. Hud'un soydaşlarının kalabalığına ve sertliğine
uygun düşen, onların gövdelerinin, vücud yapılarının iri-yarılığı ile
algılarının ve duygularının katılığı ile uyuşan sertlikte, somut bir görüntü
çiziliyor. Hemen arkasından ilahi yasaların doğrultularındaki sapmazlığı ve
eğrilmezliği vurgulayan bir değerlendirme cümlesi geliyor. Okuyoruz:
"Hiç kuşkusuz benim Rabbim, doğru yoldadır."
Bütünü ile dile gelen kavram güçlülük, doğrultu
sapmazlığı ve kararlılık kavramıdır.
Bu güçlü ve keskin çizgili ifadelerde Hz. Hud'un
sergilediği o tepeden bakmanın, o yiğitçe meydan okumanın sırrını buluyoruz.
Bu ifadeler, Allah'ın peygamberi Hz. Hud'un vicdanında taşıdığı Allah
imajının gerçek tablosunu gözlerimizin önüne seriyor. O bu gerçeği belirgin
bir algılayışla içinde buluyor. O'nun ve diğer tüm yaratıkların Rabbi olan
Allah güçlü ve ezici iradelidir; "Hiç bir canlı yoktur ki, perçemi O'nun
avucu içinde olmasın." Şu kaba ve sert soydaşları da yüce Allah'ın
perçemlerini avucu içine alarak üstün gücü ile kahredebileceği canlıların
bir bölümünü oluştururlar. O halde onlardan niye korksun ki, onları niye
umursasın ki? Eğer onlar başına musallat olacaklarsa, ancak yüce Allah'ın
izni ile başına musallat olabilecekler. Onlar ile yolu ayrı düştüğüne göre
artık aralarında barınamaz. Eğer ilahi çağrıyı seslendiren dava adamı bu
gerçeği vicdanına yerleştirirse, içine sindirirse, o zaman ne akıbeti
konusunda kalbinde herhangi bir kuşku kalır ve ne de yoluna devam etmesi
konusunda en ufak bir tereddüde düşer.
Bu güven, bütün dönemlerin seçkin mü'minlerinin
kalplerinde beliren biçimi ile ilahlık gerçeğini yansıtır.
Yüce Allah'ın gücünden kaynaklanan meydan okuma ve
bu gücün kahredici ve iş bitirici üstünlüğü ile ortaya serilişi bu dereceye
varınca Hz. Hud, soydaşlarını uyarmaya ve korkutmaya girişiyor. Okuyoruz:
"Eğer çağrıma sırt çevirecek olursanız, ben size
gönderilen mesajı duyurdum."
Ben Allah'a karşı görevimi yerine getirdim. Artık
benden günah gitti. İşinizden elimi çekiyor ve sizleri yüce Allah'ın ezici
gücü ile karşı karşıya bırakıyorum. Okumaya devam ediyoruz:
"Rabbim, sizin yerinize başka bir toplum getirir."
Sizler bu azgınlığınız, bu zalimliğiniz ve bu
sapıklığınız yüzünden helâk edildikten sonra yerinizi alacak olan insanlar
yüce Allah'ın çağrısına olumlu cevap vermeye yatkın, O'nun göstereceği
yoldan dosdoğru gitmeye istekli kimseler olurlar. Şunu da unutmayınız ki;
"Siz O'na hiçbir zarar dokunduramazsınız."
Böyle bir işe kalkışmaya gücünüz yetmez. Ayrıca
sizin yokoluşunuz O'nun evreninde herhangi bir boşluk, herhangi bir eksiklik
doğurmaz. Devam ediyoruz:
"Hiç kuşkusuz, her şey Rabbimin gözetimi ve denetimi
altındadır."
Dinini ve dostlarını korur, yasalarını size
çiğnetmez. Sizi öylesine sıkı bir gözetim altına alır ki, yakanızı O'ndan
kurtaramazsınız, kaçmakla O'ndan kurtulamazsınız.
Bunlar son ve keskin çizgili sözlerdi. Artık söz
faslı bitmiş, tartışma kapanmıştı. Şimdi tehdidin ve korkutmanın
gerçekleşmesi aşamasına gelinmişti.
58- Azaba ilişkin
emrimiz geldiğinde Hud'u ve beraberindeki mü'minleri, rahmetimizin sonucu
olarak, kurtardık; onları ağır azaptan koruduk.
Tehdidimizi gerçekleştirip soydaşlarını imha etmeye
ilişkin emrimiz geldiğinde Hz. Hud ile yanındaki mü'minleri dolaysız
rahmetimizin eseri olarak kurtardık. Soydaşlarının başına inen genel
azabımızdan onları uzak tuttuk. Onları kötü akıbetin kapsamı dışına
çıkardık. Böylece onlar ilahi mesajı yalan sayanların başına gelen "katı"
azaptan sağ olarak kurtuldular. Burada azap "katı" sıfatı ile
nitelendiriliyor. Bu sıfat, ifadeye somutluk kazandırıyor. Bu "katı''lık,
hem ayetin atmosferi ile ve hem de sözkonusu soydaşların kaba ve serkeş
karakterleri ile uyumlu bir ifadedir.
Adoğulları'nın yokolduğu bu noktada, onların yok
edilişlerine uzak bir geçmişin olayı olarak işaret ediliyor, işledikleri
suçların dosyasına dikkatler çekiliyor, arkasından lânetle ve Allah'ın
rahmetinden kovularak uğurlanıyorlar. Bu açıklamalarda ayrıntılı,
tekrarlayıcı ve vurgulayıcı bir anlatım tarzı kullanılıyor.
59- İşte sana o
Adoğulları; onlar Rabblerinin ayetlerini yalanladılar, O'nun peygamberlerine
karşı geldiler ve ne kadar küstah zorba varsa hepsinin emirlerine uydular.
60- Gerek bu dünyada
gerek kıyamet gününde Allah'ın lânetine uğradılar. Haberiniz olsun,
Adoğulları Rabblerini inkâr ettiler. Hey, kahrolsun Hud'un soydaşları olan
Adoğulları!
"İşte sana o Adoğulları..." Uzakta kalmış, geçmişin
karanlığına gömülmüş bir olgudan sözedilir gibi. Oysa ayette az önce onların
serüvenleri anlatılıyordu, yokoluşları da canlı bir sahne halinde
okuyucuların gözleri önüne serilmişti. Fakat artık geçip gittiler.
Bakışlardan ve düşüncelerden uzaklaştılar. Şimdi ayeti incelemeye çalışalım:
"İşte sana o Adoğulları; onlar Rabblerinin
ayetlerini yalanladılar; O'nun peygamberlerine karşı geldiler."
Gerçekte Hz. Hud'un soydaşları bir tek peygambere
karşı gelmişlerdi. Ama tüm peygamberlerin getirdikleri mesaj aynı değil
midir? Buna göre kim bir peygamberin sözünü dinlemez ise, aslında tüm
peygamberlere karşı gelmiş olur. Ayrıca "ayetler" ve "Peygamberler"
kelimelerinin çoğul olarak kullanılması bir başka üslup inceliği taşır. Bu
yolla adamların suçları büyük gösterilmiş, alçaklıklarına projektör tutulmuş
oluyor. Bu adamlar "ayetleri" yalanlamışlar ve "peygamberler"e karşı
gelmişlerdir. Ne büyük bir suç işlemişler ve ne kadar iğrenç bir cürmü
gerçekleştirmişlerdir! Devam ediyoruz:
"Ne kadar küstah zorba varsa hepsinin emirlerine
uydular."
Başlarına çöreklenen her zorbanın, gerçeğe teslim
olmaya yanaşmayan her şımarık diktatörün emirlerine boyun eğdiler. Oysa
onlar başına buyruk diktatörlerin boyunduruğundan çıkmakla, kendilerine ait
işleri kendileri düşünmekle, zorbalara kuyruk olup insanlık haysiyetlerini
çiğnetmemékle yükümlü idiler. Bundan açıkça anlaşılan şudur: Hz. Hud ile
Adoğulları arasındaki ana mesele, temel tartışma konusu; Adoğulları'nın sırf
yüce Allah'ın rabblığını kabul edip etmemeleri, kula kul olmayı kesinlikle
reddederek tek Allah'ın kesin egemenliğini benimseyip benimsememeleri idi,
mesele egemenlik ve bağlılık meselesi idi. Başka bir deyimle aradaki
tartışmanın ağırlık noktasını "Egemenliğine girecekleri ve emirlerine
uyacakları Rabb kimdir?" sorusunun cevabı idi. Bu gerçek yüce Allah'ın az
önce okuduğumuz şu ayetinde açıkça ortaya çıkıyor:
"İşte sana o Adoğulları; onlar Rabblerinin
ayetlerini yalanladılar, peygamberlerine karşı geldiler ve ne kadar küstah
zorba varsa hepsinin emirlerine uydular."
Temel tartışma konusu peygamberlerin emirlerini
çiğneyip zorbaların emirlerine boyun eğme meselesidir. İslâm; peygamberlerin
emirlerine uyup -çünkü bu emirler aslında yüce Allah'ın emirleridir-
zorbaların emirlerine karşı gelmek, baş kaldırmaktır. Her peygamberlik
misyonunda ve her peygamberin mesajına göre bu nokta cahiliye ile İslâm
arasındaki, kâfirlik ile müminlik arasındaki yol ayrımıdır.
Söylediklerimiz şunu ortaya koyuyor. Tek Allah
çağrısının öncelikle üzerinde ısrarla durduğu ilke, yüce Allah'dan
başkasının egemenliğinden kurtulmaktır; zorba diktatörlerin sultasına baş
kaldırmaktır. Bu çağrıya göre kişilik onurunu çiğnetmek, özgürlükten
fedakârlık etmek, kendilerini bir şey sanan zorbalara boyun eğmek müşriklik
ve kâfirlik suçudur. Bu suçu işleyenler, bu alçaklığı içlerine sindirenler,
dünyada helâk edilmeyi ve ahirette azaba çarpılmayı hakederler. Yüce Allah,
insanları özgür olsunlar, hiçbir yaratığa kul-köle olmasınlar, bu
özgürlüklerini feda edip herhangi bir zorbaya, herhangi bir diktatöre,
herhangi bir başına buyruk lidere körü-körüne itaat etmesinler diye
yaratmıştır. İnsanların onurlu oluşlarının gerekçesi budur. Eğer insanlar bu
onurluluk gerekçeleri üzerinde titizlikle titremezlerse yüce Allah katında
ne onurları kalır ve ne de kurtuluşa erebilirler. Yüce Allah'ın
egemenliğinden çıkarak kullardan birinin sultası altına giren bir toplumun
onurlu olduğunu, insan toplumu olduğunu iddia etmesi mümkün değildir. Öte
yandan kulların egemenliğini, zorbaların boyunduruğu altına girmeyi kabul
edenler, güçlüler karşısında zayıf kaldıkları gerekçesi ile bu baskıya boyun
eğdiklerini ileri sürebilirler. Fakat bu geçerli bir mazeret değildir. Çünkü
ezici çoğunluğu onlar oluşturur, karşılarındaki zalimler, zorbalar bir
avuçluk bir azınlıktır. Buna göre eğer bu zorbaların boyunduruğundan
kurtulmak isteseler bu yolda bazı fedakârlıkları göze almak pahasına haksız
baskılara karşı başkaldırarak diktatörlere aşağılanma vergisi ödemekten,
ırzlarını ve mallarını bu canavarların ağız yemi olmaktan kurtarabilirler.
Adoğulları helâk oldu, çünkü başlarına geçen her
zorba diktatörün emirlerine boyun eğdiler. Dünya ve ahiret lâneti ile
uğurlanarak helâk oldular. Okuyoruz
"Gerek bu dünyada, gerekse kıyamet gününde Allah'ın
lanetine uğradılar."
Yüce Allah, yine de onların peşini bırakmıyor.
Kendilerini lânetli yolculuklarına çıkarırken, sicillerini, kirli
çamaşırlarını, bu duruma düşmelerinin ana sebebini herkese açık bir duyuru
ve yüksek frekanslı bir uyarı ile insanlara ilan ediyor. Okuyoruz:
"Haberiniz olsun ki, Adoğulları Rabblerini inkâr
ettiler."
Sonra da onlara kovulma ve uzaklara sürülme bedduası
okunuyor. Okuyalım:
"Hey kahrolsun, (gözlerden ırak olsun), Hud'un
soydaşları olan Adoğulları!"
Hedefi son derece net biçimde belirlenmiş bir beddua
ifadesi ile karşı karşıyayız. Sanki üzerlerine salınan lânete açık adres
veriliyor, hedéfini şaşmadan hemen başlarına çöreklensin diye! Bir daha
okuyalım:
"Hey, kahrolsun (gözlerden ırak olsun) Hud'un
soydaşları olan Adoğulları."
HZ. HUD'UN
KISSASINDAN ÇIKARIMLAR
Şimdi de Hz. Salih'in hikâyesine geçmeden önce bu
surede anlatılan biçimi ile Hz. Hud ile soydaşlarının hikâyesinden
çıkarmamız gereken dersler üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Çünkü İslâm
çağrısının, tarihin süreci boyunca izlediği çizginin bu şekilde Kur'an'da
anlatılmasının sebebi, bu inanç sistemine ilişkin stratejinin çağlar üstü
kilometre taşlarını, yol işaretlerini belirlemektir. Bu kilometre taşları
İslâm çağrısının sadece geçmiş yüzyıllarının değil, kıyamet gününe kadar ki
gelecek yıllarının da yol göstericileridir. Yine bu stratejik kilometre
taşları, Kur'an-ı Kerim'in ilk muhatapları olup onun ışığında o günlerin
cahiliyesinin karşısına dikilmiş olan ilk müslümanların kılavuzları
değildir; tersine bu işaret taşları, kıyamet gününe kadar cahiliyeye karşı
mücadele verecek olan her müslüman cemaatin stratejisini belirleyeceklerdir.
İşte Kur'an-ı Kerim'i, İslâm çağrısının ölümsüz kitabı yapan, ona bütün
zamanların stratejik rehberi fonksiyonunu kazandıran özellik de budur.
Kur'an-ı Kerim'in bu yoldaki vurgulamalarına
yukarıda kısaca değinmiştik. Şimdi bu vurgulamaların hemen hemen hepsine bir
kez daha gözatmak istiyoruz. Çünkü bu vurgulamaları surenin hızlı akışı
içinde ayetlerin kısaca açıklanması çerçevesine bağlı kalarak gündeme
getirebilmiştik. Oysa bu vurgulamalar, yine de özetleme çerçevesini
aşmamakla birlikte, daha uzun bir irdelemeyi gerektirecek önemdedirler. Bu
irdelemenin kapsamına aldığımız "vurgulama"ları şöyle sıralayabiliriz:
1- İlk önce bütün peygamberlerin dile getirdikleri,
bütün peygamberlik misyonlarının baş maddesini oluşturan tek ve ölümsüz
çağrıya değinmek istiyoruz. İbadeti ve kulluğu birlikte yüce Allah'a sunma
çağrısı. Kur'an-ı Kerim, bu çağrıyı bize her peygamberin dilinden şöyle
aktarıyor; "Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk (ibadet) ediniz, O'ndan başka bir
ilahınız yoktur."
Biz tek Allah'a "ibadet etmeyi, sürekli biçimde
dünya ve ahiretle ilgili bütün konularda tek Allah'a kapsamlı biçimde boyun
eğmek" şeklinde açıkladık. Çünkü "ibadet" kelimesi sözlük anlamı ile bu
demektir. Çünkü "ibadet" kökünden türemiş bir fiil olan "abede" "boyun eğdi,
baş eğdi, eğildi" anlamlarına gelir. Yine aynı kökten türemiş bir kelimenin
oluşturduğu "Tarıkun muabbedün" tamlaması "düzleştirilmiş, yürünmeye
elverişli duruma getirilmiş yol" demektir. Yine bu kökten türemiş "Abbedehu"
ifadesi "ona boyun eğdirdi, onu emri altına aldı" anlamına gelir.
Zaten Kur'an-ı Kerim'in Mekke'deki ilk muhatapları
olan ve "ibadet" etme emrini alan Araplar bu kelimenin içeriğini bildiğimiz
"kulluk amaçlı hareketler" ile sınırlı görmüyorlardı. Hatta Kur'an, Mekke'de
onlara ilk seslendiği günlerde henüz bu "kulluk içerikli hareketler" farz
kılınmamıştı bile. O günün Arapları bu kelimeyi ilk duyduklarında onun "yüce
Allah'ın bütün emirlerine uyarak O'nun dışındakilerin boyunlardaki her türlü
itaat halkalarını söküp atmak" demek olduğunu biliyorlar, bu kelimeden bu
anlamı çıkarıyorlardı.
Öte yandan Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- de "ibadet" kelimesini "kulluk amaçlı hareketler" anlamında değil de
"bağlılık, uyum" anlamında yorumlamıştır. Bu açıklamayı şu münasebetle
yaptı. Bir defasında sahabilerden Adıyy b. Hatem'e yahudiler ile
hristiyanlardan, onların hahamlarını ve rahiplerini rabb edinmelerinden
sözederken, konuşmasının bir yerinde şöyle buyurdu; "Evet. Bu hahamlar ile
rahipler, yahudiler ile hristiyanlara helal şeyleri haram ve haram şeyleri
de helâl ilan etmişler, onlar da din adamlarının bu yasalarına uymuşlardır.
Bu da onlara ibadet etmeleri demektir."
"İbadet" kelimesinin "kulluk amaçlı hareketler" için
kullanılması, bu hareketlerin çeşitli alanlardaki Allah'a boyun eğme
biçimleri olarak sayılmalarından ileri gelir. Fakat bu biçimler "ibadet"
kavramının tüm içeriğini kapsamazlar; hatta kavramın asıl içeriği değil, bu
içeriğin bağımlı tezahürleridirler. Zaman içinde gerek "din" ve gerekse
"ibadet" kavramları kafalarda çarpıtmaya uğrayınca insanları İslâmdan
çıkararak cahiliyenin bataklığına düşüren "Allah'dan başkasına ibadet etme"
eyleminin sadece ibadet içerikli davranışları Allah'dan başkasına, meselâ
putlara ve heykellere sunmakla gerçekleşebileceğini düşünmeye
başlamışlardır. Bu bakış açısına göre insan bu somut sapıklık türünden
kaçındıkça, cahiliyeden ve müşriklikten uzak kalmış ve "müslüman" olmuş
olur. Bu yüzden ona kâfir denemez. Böyle bir adam, İslâm toplumunun
müslümanlara tanıdığı bütün haklardan yararlanır. Yani can, ırz, mal
dokunulmazlığı gibi İslâm hukukunun getirdiği bütün dokunulmazlıkların
koruyucu şemsiyesi altındadır.
Bu görüş asılsız bir saplantıdır; insanın İslâma
girişini ve ondan çıkışını belirleyen "ibadet" kavramının özüne yönelik bir
sınırlandırma, bir daraltma, hatta bir değiştirme ve başkalaştırma
girişimidir. Bu kavram, her konuda yüce Allah'a eksiksiz biçimde boyun eğmek
ve yine her konuda yüce Allah'dan başkasına boyun eğmeyi kesinlikle
reddetmek demektir. "İbadet" kelimesinin sözlükteki anlamı bu olduğu gibi,
Peygamber Efendimiz "Yahudiler ile hristiyanlar, Allah'ı bir yana bırakarak
hahamlarını ve rahiplerini ilah edindiler" ayetini (Tevbe Suresi 31)
açıklarken, bu kavramı böyle yorumlamıştır. Herhangi bir terimi doğrudan
doğruya Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- açıkladıktan sonra o
konuda artık hiç kimseye söz düşmez.
Bu gerçeği bu tefsir kitabında birçok kez
vurguladığımız gibi bu dinin mahiyeti ve stratejisi konusunda yüce Allah'ın
bizi yazmaya muvaffak kıldığı her eserimizde üstüne basa basa belirtmeye
çalıştık. Şimdi ise bu surede anlatılan biçimi ile Hud hikâyesinde bu
meselenin özünü belirleyen bir vurgu buluyorum. Bu vurgu, aynı zamanda Hz.
Hud ile soydaşları arasındaki savaşın, Hz. Hud'un getirdiği İslâm ile
soydaşlarının içinde debelendikleri cahiliye arasındaki çatışmanın da
eksenini belirliyor; bu belirlemelerin sonucu olarak Hz. Hud'un "Ey
soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur"
derken, ne kasdettiği de ortaya çıkıyor.
Hz. Hud, bu sözleri söylerken, "Ey soydaşlarım,
sakın ibadet amaçlı davranışlarınızı Allah'dan başkasına sunmayınız" demek
istemiyordu. Oysa "ibadet" kavramını kafalarında sınırlandırarak onu sadece
"kulluk amaçlı davranışlar"ın dar çerçevesine hapsedenler böyle demek
istediğini sanırlar. Aslında Hz. Hud'un maksadı, tümü ile yaşama tarzında
tek Allah'a boyun eğmek ve buna karşılık yine tümü ile yaşama tarzında
zorbalardan birine itaat etmeyi, boyun eğmeyi reddetmektir. Hud'un
soydaşlarının, helâk edilmelerini, dünyada ve ahirette lânete uğramalarını
haketmelerini gerektiren kötülükleri sadece "kulluk amaçlı davranışlar"ı
yüce Allah'dan başkasına sunmak değildi. Bu kötülükleri, çok sayıdaki
müşriklik türlerinden sadece biri idi. O çok sayıdaki müşriklik türleri ki,
Hz. Hud, onları bunların tümünden arındırarak tek Allah'a kul olmaya, sadece
tek Allah'a boyun eğmeye inandırmak üzere gelmişti. Onların sözünü ettiğimiz
ağır cezayı haketmelerine yolaçan kötülükleri, sözlerin en doğrusunu
söyleyen, tüm alemlerin Rabbinin "İşte o Adoğulları, onlar Rabblerinin
ayetlerini yalanladılar, peygamberlerine karşı geldiler ve ne kadar küstah
zorba varsa hepsinin emirlerine uydular" ayetinde belirttiği gibi,
Rabblerinin ayetlerini yalanlamaları, peygamberlerine karşı gelmeleri ve
zorba kullarının buyruklarına boyun eğmeleridir.
Onların "Rabblerinin ayetlerini yalanlamaları"
peygamberlere karşı gelmelerinde ve zorbaların direktiflerine boyun
eğmelerinde açığa çıkar, somutlaşır. Bunlar aynı eylemdir, birden çok
eylemler değildirler. Yani insanlar ne zaman peygamberinin kendilerine
duyurdukları ilahi yasalarda, Allah'dan başkasına boyun eğmemeyi ve
zorbalara boyun eğmeye yanaşmamayı hükme bağlayan yasalarda somutlaşan
Allah'ın emirlerine karşı gelirlerse Rabblerinin ayetlerini yalanlamış ve
peygamberlere başkaldırmış ve böylece İslâmdan çıkıp müşrik olmuş olurlar.
Daha önce açıkça gördük ki, yeryüzünde hayat İslâm ile birlikte başlamıştır.
Hz. Adem cennetten yere inip dünya halifeliğini üstlendiğinde kafasında ve
gönlünde İslâm vardı. Hz. Nuh da gemiden inip yeryüzünü şenletecek yeni
insan kuşağının çekirdeği olurken, bağlısı olduğu hayat sistemi yine
İslâmdı. İnsanlar zaman geçtikçe her defasında İslâmdan çıkıp cahiliye
bataklığına saplana gelmişlerdir. Yine her defasında yeniden ortaya çıkan
İslâm çağrısı, insanları cahiliye bataklığından çıkarıp İslâmın aydınlığına
kavuşturmayı amaçlamıştır. Bu zigzaglı süreç günümüze kadar akışını
sürdürmüştür.
Gerçek şu ki, eğer "ibadet" teriminin gerçek anlamı
sadece "kulluk amaçlı davranışlar"dan ibaret olsaydı, bu sınırlı amaç, bunca
peygamberden ve peygamberlik misyonundan oluşmuş onurlu iman kafilesine
değmezdi; peygamberlerin harcadıkları bunca yoğun çabaya değmezdi; tarih
boyunca insanları İslâma çağıran önderlerin ve mü'minlerin maruz kaldıkları
bunca işkencelere ve acılara değmezdi. Bütün bu ağır faturalara değen tek
yüce amaç, insanları tümü ile kula kulluktan kurtarıp her konuda ve hayatın
her alanında tek Allah'a boyun eğme bilincine erdirmektir; hem dünya ve hem
de ahiret hayatının sistemini yüce Allah'ın ortaksız egemenliğine
bağlamaktır.
İlahın birliği; Rabbin birliği; yönlendirici merciin
birliği; yasa kaynağının birliği; hayat sisteminin birliği; insanların
kapsamlı biçimde benimseyecekleri egemen merciin birliği; otoritenin
birliği. İşte bunca peygamberlerin gönderilişine, uğrunda bunca zahmetli
çabaların harcanmasına, tarih boyunca gerçekleşmesi için bunca işkenceye ve
acıya katlanılmasına değen tek yüce amaç budur. Bütün bunlar, yüce Allah
böyle bir sonuca -haşa- muhtaçtır diye yapılmamıştır. Çünkü O'nun hiçbir
canlıya ve hiçbir şeye ihtiyacı yok. Bütün bu çabaların gerisinde yatan
sebep şudur: İnsan hayatının dirlikli, düzenli, tutarlı, üst düzeyli ve
"insana yaraşır" bir hayat tarzı olabilmesi için sosyal hayatı, her yanı ve
yönü ile kesin etkisi altında tutan böylesine yaygın bir "birlik" sisteminin
varolması şarttır. (İnşaallah, peygamberlere ilişkin hikâyelerin sonunda bu
sureyi noktalarken bu konuyu biraz daha açıklamak istiyoruz.)
2- Üzerinde durmak istediğimiz ikinci gerçek, başka
bir deyimle ikinci "vurgulama" Hz. Hud'un "Ey soydaşlarım, Rabbinizden af
dileyiniz, arkasından O'na yöneliniz ki, o size gökten bol yağmur göndersin,
gücünüze güç katsın: suç işlemekte ısrar ederek çağrıma sırt çevirmeyiniz"
ayetinde bize aktarılan sözlerinin açığa vurduğu gerçektir. Bu gerçek, bizim
Peygamberimizin "Her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah
tarafından ayetleri muhkem cümlelerle örülen, sonra ayrıntılı biçimde
açıklanan" Kur'an'ın içeriğini Mekkeli müşriklere tanıtırken, açıkladığı ve
bu surenin baş tarafında okumuş olduğumuz gerçeğin aynısıdır. Bu gerçeği
'açıklayan ayet şuydu
Rabbinizden af dileyiniz, pişmanlık duygusu içinde
O'na yöneliniz ki, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi mutlu yaşatsın ve
her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü versin. Eğer O'na sırt
dönerseniz, sizin hesabınıza "büyük gün"ün azabından korkarım. (Hud Suresi
3)
Bu gerçeğin özü kısaca şudur: İnanç kaynaklı
değerler ile insan hayatının pratik değerleri arasında sıkı bir ilişki
vardır. Şu gördüğümüz evrenin yapısı ve genel-geçerli yasaları, bu dinin
içerdiği gerçekle, hakla bağlantılıdır. Bu gerçeğin aydınlığa kavuşturulması
ve yerine sağlamca oturtulması gerekir. Özellikle sadece dünya hayatının dış
görüntüsüne ilişkin bilgi ile yetinenler, bu sıkı ilişkiyi görmelerini, hiç
değilse sezmelerini sağlayacak derecede arınmamış, şeffaflaşmamış kimseler
bu aydınlatmaya fazlası ile muhtaçtırlar. Bu gerçeği onların vicdanlarına
sindirip yerleştirmek son derece kaçınılmaz bir gerekliliktir.
Bu dinin insanlığa sunduğu gerçek (hak kavramı},
yüce Allah'ın ilahlığında ifadesini bulan gerçek (hak) kavramı ile ve
yanısıra şu evrenin yapısında ve değişmez yasalarında somutlaşan, gökler ile
yerin yaratılışlarının dayanağını oluşturan gerçek (hak) kavramı özdeştir;
bu "gerçek"ler birbirinden farklı ve birbirleri ile ilgisiz kavramlar
değildirler. Kur'an-ı Kerim, sık sık yüce Allah'ın ilahlığında ifadesini
bulan gerçek ile göklerin ve yerin yaratılışlarına dayanak olan gerçek
arasındaki, bu iki gerçekle tek Allah'a boyun eğme gerçeği arasındaki, bu üç
gerçekle yüce Allah'ın kıyamet günü hesaplaşması sırasındaki özellikli ve
ortaksız egemenliğine ilişkin gerçek arasındaki, bu gerçeklerin tümü ile
dünyada ve ahirette iyiliklere ve kötülüklere karşılık biçme gerçeği
arasındaki sıkı bağlılığı vurgular. Şimdi bu vurgulamaya örnek oluşturan
bazı ayetleri birlikte okuyalım:
"Biz göğü, yeri ve ikisi arasındaki varlıkları oyun
olsun diye yaratmadık. Eğer biz eğlence edinmek isteseydik, onu kendi
şanımıza yaraşır biçimde edinirdik. Eğer yapsaydık, böyle yapardık.
Hayır. Biz gerçeği, batılın başına indiririz de onun
beynini dağıtırız. Bir de bakarsın ki, yokolmuş. Allah'a yakıştırdığınız
asılsız sıfatlardan ötürü yazıklar olsun size!
Göklerde ve yerdeki bütün canlılar O'nundur. O'nun
yanındakiler O'na kulluk etmekten ne büyüklenirler ve ne de bıkarlar.
Hiç ara vermeksizin gece-gündüz O'nu noksan
sıfatlardan tenzih ederler. Yoksa müşrikler ölüleri diriltebilecek yeryüzü
kaynaklı ilahlar mı edindiler?
Eğer yerde ve gökte ilahtan başka ilahlar olsaydı,
yerin de göğün de düzeni bozulurdu. Arş'ın sahibi olan Allah, müşriklerin
yakıştırdıkları sıfatlardan uzak
O yaptığından sorumlu değildir, fakat onlar
yaptıklarından sorumludurlar. Yoksa müşrikler O'nun dışında başka ilahlar mı
edindiler? Onlara de ki:
`Bu konuda kesin delilinizi getiriniz. İşte benim
elimdeki kitap ve işte benden önceki kitaplar ortadadır.' Ama onların çoğu
gerçeği bilmezler de bu yüzden ona sırt çevirirler.
Senden önce gönderdiğimiz her peygambere mutlaka
`Benden başka ilah olmadığını ve insanların bana kulluk etmeleri gerektiğini
mutlaka vahyettik." (Enbiya Suresi 16-25)
"Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirileceğinizden
kuşkunuz varsa, gücümüzü kanıtlamak için sizi önce topraktan, sonra
spermadan, sonra embiryodan, sonra yapısı belli-belirsiz bir çiğnem et
parçasından yarattık. Dilediğimizi belli bir sürenin sonuna kadar rahimlerde
tutarız, sonra da sizleri çocuk olarak meydana çıkarırız. Kiminizin erken
yaşta canı alınır ve kiminiz ömrünün en kötü dönemine kadar yaşatılır ki;
bilirken bir şey bilmez olur.
Yeryüzünü de kupkuru görürsün. Fakat biz oraya su
gönderdiğimizde titreşir, kabarır ve her gözalıcı bitkinin çiftini
yetiştirir.
Bunlar yalnız Allah'ın gerçek olduğunu, ölüleri
dirilteceğini, gücünün her şeye yettiğini, kıyamet anının geleceğini, bunda
kuşku olmadığını ve O'nun mezarlardakileri dirilteceğini gösterir." (Hacc
Suresi 5-7)
"Ve kendilerine bilgi verdiklerimiz o Kur'ân'ın
Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu anlasınlar da ona inansınlar ve ona
karşı yürekten saygı duysunlar diye. Hiç kuşkusuz Allah, mü'minleri doğru
yola iletir.
Kâfirler ise ansızın kıyamet günü ile karşı karşıya
kalıncaya ya da o son günün azabına uğrayıncaya kadar Kur'an hakkında
sürekli kuşku beslerler.
O gün kesin egemenlik Allah'ın tekelindedir. Onlar
hakkında hükmünü verir. İman edip iyi işler yapanlar nimet cennetlerine
girerler.
Kâfir olup ayetlerimizi yalanlayanları ise onur
kırıcı bir azap bekliyor. Allah yolunda yurtlarından göçettikten sonra
öldürülenlere ya da ölenlere gelince Allah onlara rızıkların en güzelini
sunacaktır. Hiç kuşkusuz Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.
Onları kesinlikle hoşnut olacakları bir yere
yerleştirecektir. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir ve yumuşak tutumludur.
Bu böyledir. Kim kendine haksızlık yapanlara gördüğü
haksızlık kadar karşılık verdikten sonra saldırıya uğrarsa, Allah kendisine
kesinlikle yardım eder. Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcıdır, affedicidir.
Bu böyledir. Allah geceyi gündüze dönüştürür,
gündüzü de geceye dönüştürür. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi işitir ve her şeyi
görür.
Bu böyledir. Allah gerçektir ve onların Allah
dışındaki imdada çağırdıkları düzmece ilahlar asılsızdır. Allah yüce ve
uludur.
Görmedin mi, Allah gökten su indirdi de bu sayede
yer yemyeşil oluyor. Hiç kuşkusuz Allah, lâtiftir ve her şeyden haberdardır.
Göklerde ve yerde bulunan tüm varlıklar O'nundur.
Hiç kuşkusuz Allah, zengindir ve övgüye lâyıktır.
Görmedin mi, Allah yerdeki tüm varlıkları ve emri
uyarınca denizde yüzen gemiyi yararınıza sundu. Yerin üzerine düşmesin diye
göğü askıda tutar. O ancak O'nun izni ile yere düşer. Hiç şüphesiz Allah
insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.
Sizi yaratan, sonra öldüren ve sonra tekrar
diriltecek olan O'dur. Hiç kuşkusuz insan pek nankördür.
Biz her ümmet için uygulayacakları ayrı bir ibadet
biçimi belirledik. O halde müşrikler bu konuda seninle kesinlikle
tartışmamalıdırlar. Sen insanları Rabbine çağır. Hiç kuşkusuz sen doğru
yoldasın." (Hac Suresi 54-67)
Gerek bu ayetlerde ve gerekse bu anlamdaki başka
ayetlerde görüyoruz ki, yüce Allah'ın gerçek (hak) oluşu ile O'nun şu evreni
gerçeklik (hak) ilkesine dayalı olarak yaratması, yasaları ve özgür dileği
ile onu çekip-çevirmesi arasında, bu iki gerçek ile gerçeğe (hakka) dayalı
olarak gerçekleşen evrensel olgular arasında, bu üç gerçek ile şu Kur'an'ın
gerçeğe dayalı olarak indirilişi arasında ve bu gerçeklerin tümü ile dünyada
ve ahirette insanlar arasında gerçeğe dayalı olarak hüküm verilmesi arasında
sıkı bir ilişki vardır. Bunların hepsi bütünleşmiş bir tek gerçektir. Bu
bütünden yüce Allah'ın dileği uyarınca gerçekleşen takdiri kaynaklanır.
Allah bu takdiri gereğince insanların sınav alanı olan dünyada işledikleri
iyiliklere ve kötülüklere karşılık olarak iyiliğe ve kötülüğe ilişkin
evrensel güçleri dilediği kullarının üzerine salar. İşte tevbe etme,
günahlardan af dileme ile mutlu hayat ve bol yağmur alma arasındaki ilişki
bundan kaynaklanır. Bütün bunlar tek bir kaynağa bağlıdırlar. Bu kaynak,
yüce Allah'ın zatında, takdirinde, tasarısında, yönlendirmesinde,
yönetiminde, hesabında, ödüllendirmesinde ve cezalandırmasında ifadesini
bulan "gerçek (hak)" kaynağıdır.
Bu sıkı ilişkiden açıkça anlaşılıyor ki, inanç
kaynaklı değerler, insanın hayatındaki pratik değerlerden kopuk değildirler.
Her ikisi de bu hayatı etkilerler. Bu etki ya yüce Allah'ın mahiyetini
bilmediğimiz takdiri yolu ile gerçekleşir ki, bu takdir insan bilgisinin ve
emeğinin ötesinde sebepler alemi ile bağlantılı olarak işler. Ya da bu etki
insanın da görüp belirleyebileceği pratik ve algılanabilir sonuçlar yolu ile
gerçekleşir. Bunlar imanın olup olmadığına bağlı olarak insanların
hayatlarında meydana gelen somut ve duyu organları ile algılanabilir
sonuçlardır.
Daha önce bu pratik ve elle tutulur sonuçlara işaret
ederken şöyle demiştik: hani sistemin bir toplumda egemen olmasının anlamı
şudur: O toplumda her çalışan insan, emeğinin adil karşılığını alır. Herkes
kalbindeki imandan kaynaklanan iç huzurun, iç istikrarın ve iç güvenliğinin
yanısıra toplumsal güvenliğini, toplumsal huzurun ve toplumsal huzurun
mutluluğunda yaşar. Bütün bunların doğal sonucu olarak insanlar ahiretteki
son ödüllerine kavuşmadan önce daha dünyadayken mutlu yaşamanın hazzını
tadarlar.
Başka bir yerde de şöyle demiştik: Bir toplumda tek
Allah'a boyun eğmenin doğal sonucu şudur: Uydurma ilahların etrafında
çalınan davul-zurnalarda, tüketilen nefeslerde, atılan nutuklarda, çekilen
tesbihlerde, okunan marşlarda ve düzenlenen cafcaflı törenlerde harcanan
enerjiler ve emekler heder olmaktan korunur. Bütün gösterişli törenler
uydurma ilahlara, putlara gerçek ilahlığın bazı niteliklerini yansıtarak
insanların onlara boyun eğmelerini sağlamaktır. Bunun normal sonucu olarak
ilahi sistemin egemen olduğu toplumda bu tasarruf edilmiş enerjiler ve
emekler yapıcılık alanında, kalkınma yolunda, yeryüzü halifeliğinin
yükümlülüklerini yerine getirme uğrunda kullanılır. Bundan insanlar adına
hayırlı ve verimli sonuçlar elde edilir. Üstelik kulların keyfi sultasına
fırsat vermeyen yüce Allah'ın ortaksız egemenliği altında insanlar onurlu,
eşit ve özgür olmanın da tadını çıkarırlar.
Bu söylediklerimiz, gerçek anlamı ile sosyal hayata
yansıyacak olan imanın meyvalarının, kazanımlarının sadece birkaç örneğidir.
(İnşaallah bu surenin sonunda peygamber
hikâyelerinin genel değerlendirmesini yaparken bu konu üzerinde biraz daha
duracağız).
3- Şimdi de Hz. Hud'un, soydaşlarına karşı takındığı
o son tavrı ele alacağız. Bilindiği gibi O, son aşamada soydaşları ile bütün
ilişkilerini kesmiş, aradaki bütün köprüleri atmıştı. Bu kararını açık açık
yüzlerine karşı haykırmaktan çekinmemişti. Bu açıklamayı son derece kesin
bir dille, tam bir meydan okuma edası ile, savunduğu gerçeğin üstünlüğünden
zerrece kuşku duymayan bir rahatlıkla, gerçekliğini vicdanının dolaysız
algısı ile kavradığı Rabbine güvenerek yapmıştı. O ayetleri bir daha
okuyalım:
"... Hud dedi ki; `Ben Allah'ı şahit tutuyorum,
ayrıca siz de şahit olunuz ki, ben O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım.'
`Size ve Allah dışında O'na ortak koştuğunuz ilahlar
hep birlikte bana istediğiniz tuzağı kurunuz, sonra da bana hiç mühlet
vermeyiniz.'
`Ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a dayandım.
Hiçbir canlı yoktur ki, perçemi O'nun avucu içinde olmasın. Hiç kuşkusuz
benim Rabbim doğru yoldadır.`
`Eğer benim çağrıma sırt dönecek olursanız, ben size
gönderilen mesajı duyurdum. Rabbim sizin yerinize başka bir toplum getirir.
Siz O'na hiçbir zarar dokunduramazsınız. Hiç şüphesiz her şey Rabbimin
gözetimi ve denetimi altındadır." (Hud Suresi 54-57)
Her dönemde ve her yerde insanları Allah'ın dinine
çağıran kahramanların, bu göz kamaştırıcı sahnenin önünde uzun uzun durup
düşünmeye ihtiyaçları vardır. Düşünelim ki, Hz. Hud bir tek adamdır.
Çevresindeki mü'minlerin sayısı parmakla sayılacak kadar az. Karşısında
yeryüzünün o dönemdeki en şımarık, en zengin ve maddi uygarlık alanında en
gelişmiş toplumu var. Nitekim yüce Allah, başka bir surede Hz. Hud'un
soydaşlarına nasıl karşı koyduğunu bize anlatırken, bu dediklerimizi
vurgulamaktadır. Okuyoruz:
"Adoğulları da peygamberleri yalanlamışlardı. Hani
kardeşleri Hud, onlara dedi ki; `Hiç korkmuyor musunuz?'
`Ben size gönderilmiş, güvenilir bir Allah
elçisiyim.' `Allah'dan korkunuz ve bana itaat ediniz.'
`Bu uyarıcı çabalarıma karşılık sizden herhangi bir
ücret istemiyorum, benim ücretimi Allah verecektir'
`Niye her yüksek tepeye büyük bir yapı dikerek boşu
boşuna gösteriş yapıyorsunuz?'
`Niye hiç ölmemek umudu ile dayanıklı köşkler
kuruyorsunuz?' `Niye yakaladığınız insanları zorbaca yakalıyorsunuz?'
`Allah'dan korkunuz da bana itaat ediniz.'
`Size bildiğiniz nimetleri veren Allah'dan
korkunuz.' O size davar sürüleri ve evlâtlar verdi.'
`Sizin adınıza büyük günün azabından korkuyorum.'
Soydaşları Hud'a dediler ki, `ister bize öğüt ver,
ister öğüt verenlerden olma, bizim için birdir.'
`Bu tutumumuz, atalarımızın geleneğidir.'
`Bizim azaba çarptırılmamız sözkonusu değildir."
(Şuara Suresi 123-138)
Bu adamlar şımarık zorbalardır. Yakaladıkları
insanlara karşı acımasızdırlar. Ellerindeki nimetler onları baştan çıkarmış.
Hep dünyada kalacaklar, hiç ölmeyecek hayali ile koca koca köşkler
yapmışlar! İşte Hz. Hud, bunlara karşı dikiliyor. Mü'mine yaraşır bir
yiğitlikle, üstünlük duygusu ile, güvenle ve korkusuzca. Soydaşları
olmalarına rağmen onlarla arasındaki ilişkileri tümü ile kesiyor, aradaki
bütün ipleri gözünü kırpmadan koparıveriyor. Dahası onlara meydan okuyor.
Kendisine karşı akıllarına gelebilecek her tuzağı kurmalarını, bu yolda ona
hiçbir mühlet tanımamalarını, ellerinden gelen kötülüğü arkalarına
koymamalarını, yapacaklarından pervası olmadığını yüzlerine karşı
haykırıyor!
Hz. Hud, soydaşlarına karşı bu göz kamaştırıcı tavrı
takınmadan önce kendilerine elinden geldiğince nasihat etmiş, her fırsatta
onlara sevecenlikle yaklaşmış, son derece tatlı bir dille kendilerini
Allah'a çağırmıştı. Fakat sonunda açıkça anladı ki, adamlar yüce Allah'a
başkaldırma konusunda, O'nun tehditlerini alaya alma konusunda, O'na karşı
küstahça davranma konusunda kesinlikle kararlı ve ısrarlıdırlar.
Hz. Hud, soydaşlarına karşı bu göz kamaştırıcı tavrı
ortaya koyabildi. Çünkü Allah gerçeğini vicdanında buluyordu. Kesinlikle
inanıyordu ki, karşısındaki sözden anlamaz, şımarık, küstah, ellerindeki
nimetlere güvenip baştan çıkmış zorbalar "yeryüzünde hareket eden birer
canlı"dan başka bir şey değildirler. Hiç kuşkusu yok ki, "yeryüzünde hareket
eden tüm canlıların perçemleri onun Rabbinin avucu içinde idi." Öyleyse
"yeryüzünde hareket eden bu canlı yığının" nesini umursayacaktı ki? Bu
şımarıkları eski insan kuşaklarının yerine geçiren; onlara ellerindeki
nimetleri, zenginliği, maddi gücü, evlâtları, köşkler yapma ve maden çıkarıp
işleme yeteneklerini veren onun Rabbi idi. O, bu ayrıcalıkları onlara iş
olsun diye değil, sınama amacı ile vermişti. Buna göre eğer dilerse onları
ortadan kaldırıp yerlerine başkalarını getirebilirdi. Bu durumda onlar O'na
ne bir zarar verebilirler ve ne de hükmünü engelleyebilirlerdi. Öyleyse
onların nesinden korkacaktı? İstediğinde ve istediği şekilde veren de,
verdiklerini geri alan da O'nun Rabbi değil miydi?
İnsanları Allah'a çağıran dava adamları, Rabblerin
yüce gerçeğini vicdanlarında bu canlılıkta bulabilmelidirler. Ancak o zaman,
böyle bir imanın kazandıracağı üstünlük duygusu sayesinde çevrelerini sarmış
olan azgın cahiliye cephesi karşısında durabilirler. Cahiliye cephesinin
maddi gücü, endüstriyel gücü, insan kaynaklı bilimsel ve teknolojik gücü,
uzmanlaşmış,deneyimli ve kurumlaşmış propaganda ve istihbarat gücü
karşısında ayakta durabilirler. Bu korkusuz tavrı ortaya koyabilmeleri için
kuşkusuzca bilmelidirler ki, "yeryüzündeki tüm canlıların perçemleri
Rabblerinin avucu içindedir" ve insanlar bütün insanlar- "yeryüzünde hareket
eden canlılar"dan başka bir şey değildirler!
Bu dava adamlarının günün birinde mutlaka içinde
yaşadıkları toplumla, ırkdaşları, milletleri ile, bütün bağlarını kesinlikle
koparmalıdırlar. O zaman aynı soyun, aynı ırkın, aynı milletin fertleri iki
kampa, iki karşıt "ümmet"e ayrılacaktır. Bir tarafta tek Allah'ın
egemenliğini benimseyen, bunun dışındaki her türlü egemenliği reddedenlerin
oluşturduğu ümmet yerini alırken, karşı tarafta yüce Allah'ı bir yana
bırakarak düzmece ilahlara tapanların, Allah'a karşı savaş açanların ümmeti
saf tutacaktır. Bu kesin ayrılık, bu kararlı saflaşma gerçekleştiği zaman
yüce Allah'ın dostlarına vadettiği zafer kesinlikle gerçekleşir, Allah'ın
düşmanları şu ya da bu şekilde yokedilir. Bu yoketme, daha önce akla
gelebilecek bir yolla meydana gelebileceği gibi, hiç kimsenin aklının
ucundan geçmeyen bir biçimde de olabilir. Yüce Allah'a çağrı sürecinin ilk
insandan günümüze kadarki tarihi boyunca görülen şudur: Yüce Allah'ın
dostları, O'nun düşmanlarından kendi inisiyatifleri ile ayrılmadıkça,
mü'minler bu ayrılmayı inanç farklılığı esasına oturtarak tek Allah'ı tercih
etmedikçe Allah, dostlarını düşmanlarından ayırmaz. Mü'minler bu kararlı
tercihi yaptıkları zaman "Allah'ın taraftarları (Hizbullah)" olurlar, artık
O'ndan başka hiç kimseye dayanmayan ve O'ndan başka hiç kimseden yardım
görmeyecek olan bir mücahidler ordusu oluşturmuş olurlar.
SEMUD KAVMİ
Hz. Hud ile Adoğulları'na ilişkin hikâyeden ilham
alarak yaptığımız bu değerlendirmeyi burada noktalayarak tekrar surenin
kaldığımız yerine dönüyor ve bu defa Hz. Salih ile Semudoğulları'na ilişkin
hikâyenin ayrıntılarına giriyoruz.
61- Semudoğulları'na
da kardeşleri Salih'i peygamber olarak gönderdik. Salih dedi ki;
`'Soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka bir ilahınız
yoktur. Sizi topraktan yaratan ve yeryüzüne yerleştirerek burayı
kalkındırmakla görevlendiren O'dur. O'ndan af dileyiniz, O'na yöneliniz.
Çünkü Allah, kullarına yakındır ve dileklerin kabul edicisidir.
Bunlar, peygamberler tarihi boyunca hiç
değişmeksizin hep söylenen sözlerdir. Onları ayrıntılı biçimde inceleyelim:
"Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz,
O'ndan başka bir ilahınız yoktur."
Bu da peygamberler tarihi boyunca hiç değişmemiş bir
çağrı. Devam edelim:
"O'ndan af dileyiniz, O'na yöneliniz."
Arkasından ilahlık gerçeği tanıtılıyor bize. Tıpkı
O'nun peygamberinin kalbinde yaşadığı gibi. Okuyoruz:
"Çünkü Allah, kullarına yakındır ve dileklerin kabul
edicisidir."
Hz. Salih, bu ayette onlara topraktan oluştuklarını,
varlık kaynaklarının "yer" olduğunu hatırlatıyor. Bir defa insan olarak
türleri toprak kaynaklıdır. Tek tek fertler olarak da toprağın
oluşumlarındaki payı çok büyüktür. Yedikleri besinler toprakta yetişir,
organizmalarını oluşturan çeşitli elementler toprak kökenlidir. Topraktan
meydana gelmelerine, "yer" kökenli elementlerden oluşmalarına rağmen, yüce
Allah onları yeryüzüne halife olarak atadı. Burayı kalkındırsınlar,
geliştirsinler, bayındır hale getirsinler diye. Allah, parçası oldukları
insan türünü yeryüzü halifesi yaptığı gibi, kendilerini de bu halifelikle
görevlendirmiş, bu amaçla onları daha önceki insan kuşağının yerine
geçirmiştir.
Bütün bunlardan sonra onlar ne yapıyorlar? Yüce
Allah'a başka ilahları ortak koşuyorlar. O halde:
"O'ndan af dileyiniz, O'na yöneliniz."
Eğer O'na dönerseniz, tevbelerini kabul edeceğinden,
yalvarmalarınıza olumlu cevap vereceğinden emin olunuz. Çünkü;
"Allah, kullarına yakındır ve dileklerin kabul
edicisidir."
Bu ifadede "Rabbimin" tamlaması, gerekse "yakın" ve
"kabul edici" kelimelerinin yanyana getirilişi, Allah gerçeğini yansıtan,
somut bir tablo çizer. Bu tablo, tıpkı seçkin bir kulun, bir peygamberin
kalbini donatan Allah gerçeğini açığa vurur. Ayetin havasına cana yakınlık,
bağlantılık ve sevecenlik katar. Bu hava Salih peygamberin kalbinden taşarak
diğer duyarlı kalplere geçer. Ama eğer adamların kalpleri olsa!
Evet, Hz. Salih'in soydaşlarının kalpleri o kadar
bozuk, o kadar gözenekleri sımsıkı kapalı ve o derece katı ki, ne bu
tablonun güzelliğini ve çarpıcılığını ve ne bu yumuşak sözlerin
okşayıcılığını ve ne de bu uçan havanın. tatlılığını duyamıyorlar. Bir de ne
görelim. Onlar hiç beklenmedik biçimde bambaşka bir telden çalıyorlar.
Kardeşleri Salih hakkında olmadık kanaatler, akıl almaz kuruntular
besliyorlar.
62- Soydaşları
dediler ki; "Ya Salih, bundan önce sen kendisine umut bağladığımız bir kişi
idin. Şimdi bize atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı mı yasaklıyorsun?
Bizi benimsemeye çağırdığın ilkeler konusunda koyu bir kuşku içindeyiz. "
Sende umudumuz vardı. Sana umut bağlamamızın sebebi
ya bilgin, ya akıllılığın, ya doğruluğun, ya ileri görüşlülüğün, ya da bu
meziyetlerin tümü idi. Fakat bu umudumuz şimdi suya düştü. Sebebine gelince;
"Şimdi bize atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı
mı yasaklıyorsun?"
Felâket bu! Her şey olabilir, ya Salih, ama bu
olamaz! Senden böyle demeni hiç beklemezdik. Ne kadar da yanılttın, hayal
kırıklığına düşürdün bizi. Ayrıca bizi kabul etmeye çağırdığın ilkeler
hakkında kuşku içindeyiz. Öyle bir kuşku ki, bu bizi hem sana hem de
söylediklerine inanmaktan alıkoyuyor. Okuyoruz:
"Bizi benimsemeye çağırdığın ilkeler konusunda koyu
bir kuşku içindeyiz."
Görülüyor ki, Hz. Salih'in soydaşları hiçbir
şaşırtıcı yanı olmayan bir teklif karşısında hayrete düşüyorlar. Daha
doğrusu gerekli ve gerçek olan bir öneriyi yadırgıyorlar, onu işittiler diye
dehşete kapılıyorlar. Kardeşleri Hz. Salih onları tek Allah'a kulluk sunmaya
çağırıyor diye küplere biniyorlar. Niye? Bir delile, bir gerekçeye ya da bir
düşünceye dayandıkları için değil. Sırf ataları, karşılarındaki şu putlara
taptılar diye.
İşte katı bağnazlık, gözü kapalı geçmişe bağlılık
insanı öyle dondurur ki, açık gerçek karşısında şaşkına döner, inançları;
ataların davranışları ile gerekçelendirme saçmalığına düşürür.
Böylece ikinci ve üçüncü kez açıkça ortaya çıkıyor
ki, "tek Allah" inancı özünde geniş kapsamlı, eksiksiz ve tutarlı bir
özgürlük çağrısıdır; insan aklını taklitçilik boyunduruğundan kurtarma
çağrısıdır; yine insan aklını hiçbir delile dayanmayan asılsız kuruntuların,
saplantıların, önyargıların ve hurafelerin zincirinden kurtarma çağrısıdır.
Semudoğulları'nın, Hz. Salih'e yönelttikleri "Sen
umut bağladığımız bir kişi idin" şeklindeki hayal kırıklığı içeren söz, bize
bir zamanlar Kureyşli müşriklerin Peygamberimize karşı duydukları sarsılmaz
güveni hatırlatıyor. Fakat Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-
onları tek Allah'ı "Rabb" olarak tanımaya çağırınca tıpkı Hz. Salih'in
soydaşları gibi, bu çağrıyı tuhaf karşılayarak karşısına dikildiler.
Arkasından O'nun için "büyücüdür, uydurmacıdır" dediler. Böyle derken O'nun
lehindeki eski tanıklıkları ve güvenlerini unutuverdiler.
Karakter hep aynı karakter. Bu yüzden aynı belge
yüzyıllar ve çağlar boyunca her aşamada tekrarlanarak önümüze geliyor.
Hz. Salih, bir sonraki ayette soydaşlarına atası Hz.
Nuh'un karşısındakilere söylediği sözlerin aynısını söylüyor.
63- "Ey soydaşlarım,
baksanıza, eğer ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam, O bana
kendi katından bir rahmet bağışladı ise, emrine karşı geldiğim taktirde beni
O'ndan kim kurtaracak? Sizin bana zararımı arttırmaktan başka hiç bir
katkınız olamaz. "
Ey soydaşlarım, baksanıza. Eğer ben içimde Allah
gerçeğini açık ve belirgin bir realite olarak algılıyorsam, bu algı bana bu
yolun doğru olduğuna dair kesin bir inanç kazandırıyorsa, üstelik bana
Rabbimden bir rahmet inmiş de bu rahmetinin sonucu olarak O beni peygamber
olarak seçmiş ise, beni bu göreve lâyık kılıcı ayrıcalıklarla donatmış ise,
söyleyin bana bakalım, eğer O'nun mesajını size iletmekte kusur ederek O'na
asi olursam, bana bağladığınız umutları boşa çıkarmamak endişesi ile bu
peygamberlik görevimi savsaklarsam; sizin şahsıma yönelik umutlarınızın bana
bir faydası olur mu, beni yüce Allah'ın elinden kurtarabilir mi? Asla!
"Emrine karşı geldiğim taktirde beni O'ndan kim
kurtaracak? Sizin bana zararımı arttırmaktan başka hiçbir katkınız olamaz:"
Siz bana zarar üstüne zarardan başka bir katkıda
bulunamazsınız. Eğer sizin hatırınızı kırmayayım diye görevimi ihmal edersem
yüce Allah bana kızar, beni peygamberlik şerefinden mahrum eder, o zaman
dünyada rezil olurum, ahirette ise azaba çarpılırım. Bu ise zarar üstüne
zarardan başka nedir ki? Kısacası size uymanın sonucu zarardan, yıkımdan,
ağır cezadan ve şiddetli pişmanlıktan başka bir şey olamaz. Bir sonraki
ayeti okuyoruz:
64- "Ey soydaşlarım,
bu Allah'ın devesidir, size bir mucize olarak gönderildi; bırakın onu
Allah'ın toprağında dolaşıp yesin-içsin; ona bir kötülük dokundurmayın,
yoksa yakın vadeli bir azaba çarpılırsınız. "
Salih'in soydaşlarına bir mucize, bir olağanüstülük
belirtisi olsun diye gönderildiği bizzat Hz. Salih tarafından belirtilen bu
dişi devenin nasıl bir deve olduğu ayette anlatılmıyor. Yalnız onun
"Allah'ın devesi" diye anılmasından ve "size bir mucize olsun diye"
denilerek Salih'in soydaşlarına özel olarak gönderildiğinin vurgulanmasından
anlıyoruz ki, o sıradan bir deve değildir, ayırıcı özellikler taşımaktadır
ve bu özellikler sayesinde Hz. Salih'in soydaşları onun Allah tarafından
kendilerine gönderilmiş bir mucize olduğunu bilebilmektedirler.
Bu deve konusunda bu kadarlık bilgi ile yetiniyoruz.
Bu konudaki efsanelerin ve yahudi uydurmalarının (israiliyatın) okyanusuna
dalmak istemiyoruz. Zaten bu efsaneler ve uydurma rivayetler yüzünden tefsir
bilginleri bu deve konusunda -deve hikâyesinin gerek geride kalan bölümü ve
gerekse gelecek bölümü ile ilgili olarak- birbirinden farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. Evet;
"... Bu Allah'ın devesidir, size bir mucize olarak
gönderildi; bırakın onu Allah'ın toprağında dolaşıp yesin-içsin; sakın ona
bir kötülük dokundurmayınız."
Yoksa Allah'ın azabı sizi hemen yakalayıverir.
Cümleye bu "acele" anlamını kazandıran "fe" edatı ile "yakın" sözcüğüdür.
Okuyoruz:
"Yoksa yakın vadeli bir azaba çarpılıverirsiniz."
Sözkonusu azap kıskıvrak yakalayıverir sizi. Burada
"dokunma" ve "meydana gelme" fiillerinin ifade ettiğinden daha sert bir
hareket ifade edilmek istenmiştir.
Bir sonraki ayeti okuyalım:
64- "Ey soydaşlarım,
bu Allah'ın devesidir, size bir mucize olarak gönderildi; bırakın onu
Allah'ın toprağında dolaşıp yesin-içsin; ona bir kötülük dokundurmayın,
yoksa yakın vadeli bir azaba çarpılırsınız. "
Salih'in soydaşlarına bir mucize, bir olağanüstülük
belirtisi olsun diye gönderildiği bizzat Hz. Salih tarafından belirtilen bu
dişi devenin nasıl bir deve olduğu ayette anlatılmıyor. Yalnız onun
"Allah'ın devesi" diye anılmasından ve "size bir mucize olsun diye"
denilerek Salih'in soydaşlarına özel olarak gönderildiğinin vurgulanmasından
anlıyoruz ki, o sıradan bir deve değildir, ayırıcı özellikler taşımaktadır
ve bu özellikler sayesinde Hz. Salih'in soydaşları onun Allah tarafından
kendilerine gönderilmiş bir mucize olduğunu bilebilmektedirler.
Bu deve konusunda bu kadarlık bilgi ile yetiniyoruz.
Bu konudaki efsanelerin ve yahudi uydurmalarının (israiliyatın) okyanusuna
dalmak istemiyoruz. Zaten bu efsaneler ve uydurma rivayetler yüzünden tefsir
bilginleri bu deve konusunda -deve hikâyesinin gerek geride kalan bölümü ve
gerekse gelecek bölümü ile ilgili olarak- birbirinden farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. Evet;
"... Bu Allah'ın devesidir, size bir mucize olarak
gönderildi; bırakın onu Allah'ın toprağında dolaşıp yesin-içsin; sakın ona
bir kötülük dokundurmayınız."
Yoksa Allah'ın azabı sizi hemen yakalayıverir.
Cümleye bu "acele" anlamını kazandıran "fe" edatı ile "yakın" sözcüğüdür.
Okuyoruz:
"Yoksa yakın vadeli bir azaba çarpılıverirsiniz."
Sözkonusu azap kıskıvrak yakalayıverir sizi. Burada
"dokunma" ve "meydana gelme" fiillerinin ifade ettiğinden daha sert bir
hareket ifade edilmek istenmiştir.
Bir sonraki ayeti okuyalım:
66- Azaba ilişkin
emrimiz geldiğinde Salih ile beraberindeki mü'minleri helak olmaktan ve o
günkü onur kırıcı perişanlıktan, rahmetimizin sonucu olarak, kurtardık. Hiç
şüphesiz senin Rabbin güçlüdür, üstün iradelidir.
67- O zalimleri
müthiş bir gürültü yakaladı da evlerinde, oldukları yerde yığılıp
kalıverdiler.
Daha önceki uyarılarımız gereğince helâk etmeye
ilişkin emrimizin gerçekleşmesine sıra gelince Hz. Salih ile beraberindeki
mü'minleri, özel ve dolaysız merhametimizin sonucu olarak kurtardık. Onları
hem ölümden ve hem de o günün utandırıcı perişanlığından kurtardık.
Semudoğulları'nın ölümü, gerçekten utandırıcı, rezil edici bir ölüm biçimi
idi. Korkunç, tüyler ürpertici bir gürültü onları oldukları yere cansız
olarak devirmişti. Evlèrinde yerlere serilmiş leşleri gerçekten komik,
utandırıcı, yerin dibine geçirici bir perişanlık manzarası sergiliyordu.
Devam ediyoruz:
"Hiç kuşkusuz, senin Rabbin güçlüdür, üstün
iradelidir."
O şımarıkları, burnu büyükleri yakalayıp derslerini
verir. Yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Ayrıca kendisine sığınanları ve
emirlerine uyanları da asla yüzüstü bırakmaz.
Daha sonra Semudoğulları'nın sahnesi gözlerimizin
önüne seriliyor. Bu sahneye adamların sapık tutumlarına ve son derece büyük
bir hızla yok oluşlarına ilişkin bir hayret de eşlik ediyor. Okuyoruz:
68- Sanki az önce o
evlerde yaşayanlar onlar değildi. Haberiniz olsun ki, Semudoğulları
Rabblerini inkâr ettiler. Hey, kahrolsun Semudoğulları!
Sanki o evlerde hiç oturmamışlar, hiç
yaşamamışlardı. Sahne son derece etkileyici ve tabloyu çizen fırçanın
darbesi son derece dokunaklıdır, manzara bütün dehşeti ile gözlerimizin
önünde somutlaşmaktadır. Hayat ile ölümün arası -ölüm gerçekleştikten sonra-
göz açıp kapama arası kadar kısacıktır. Hayatın tümü de hızla akıp giden bir
şerittir. Evet, `sanki az önce o evlerde yaşayanlar onlar değildi."
Arkasından, bu surede ifadeleri ile artık iyice
tanıştığımız değerlendirme ve sonuç bölümü geliyor. Bu bölümde
Semudoğulları'nın sicilleri hatırlatılıyor, arkalarından lânet ediliyor,
sayfaları dürülerek somut hayattan ve hafızalardan siliniyorlar. Okuyoruz:
"Haberiniz olsun ki, Semudoğulları Rabblerini inkâr
ettiler. Hey, kahrolsun (gözden ırak olsun) Semudoğulları!
TARİH SÜRECİNDE
DEĞİŞMEYEN GERÇEK
Okuduğumuz hikâyede kendimizi bir kez daha tarihin
başlangıç noktasına kadar uzanan peygamberler zincirinin halkalarından biri
karşısında buluyoruz. Dile getirilen çağrı, aynı çağrı, tanıtılan İslâmın
gerçeği aynı gerçek. Kısacası, kulluk, ortaksız olan tek Allah'a sunulacak
ve rakipsiz tek Allah'ın egemenliği benimsenecek. Bunun yanısıra, bu
hikâyede İslâmın egemenlik dönemini izleyen cahiliye devri ve tek Allah
inancının arkasından gelen müşriklik dönemi de bir kez daha karşımıza
çıkıyor. Çünkü Semudoğulları, Hz. Nuh ile birlikte gemiden sağ olarak inen
müslümanların soyundan gelmişlerdi. Fakat sonradan sapıtarak cahiliye
sisteminin pençesine düştüler. Bunun üzerine Hz. Salih ortaya çıktı. Görevi
bu sapıtmış soydaş!arını tekrar İslâma döndürmekti.
Bu hikâyede dikkatimizi çeken bir başka önemli nokta
da şudur: Hz. Salih'in soydaşları, iman etmek için kendilerine olağanüstü
bir mucizenin gösterilmesini istiyorlar. Fakat istedikleri bu mucize
kendilerine gösterilince iman etmekten cayıyorlar, hatta bu mucizenin somut
sembolü olan deveyi öldürüyorlar.
Müşrik Araplar da iman etmek için Peygamberimizden
daha önceki mucizeler gibi bir mucize, olağanüstü bir olay göstermesini
istemişlerdi.
Bu hikayede açıkça görüyoruz ki, Hz. Salih'in
soydaşlarına istedikleri mucize gösterilmiş, fakat hiçbir işe yaramamıştı,
bu olağanüstü kanıt, onları yola getirmeye yetmemişti. Bundan anlıyoruz ki,
iman etmek için olağanüstü mucizeler görmeye gerek yoktur. İman, kalplerin
ve akılların kavrayabilecekleri yalın bir çağrıdır. Fakat cahiliyenin
kalplere ve akıllara yapıştırdığı pas tabakası bu organları duyarsız hale
getiriyor.
Yine bu hikâyede seçkin kullardan birinin kalbine
tecelli eden biçimi ile "Allah gerçeği"ni buluyoruz. Sözünü ettiğimiz seçkin
kalpler, peygamberlerin kalpleridir. Bu gerçeği Kur'an-ı Kerim'in bize
aktardığı Hz. Salih tarafından söylenen şu sözlerde buluyoruz:
"Ey soydaşlarım, baksanıza, eğer ben Rabbimden gelen
açık bir belgeye dayanıyorsam, O bana doğrudan doğruya kendi katından bir
rahmet bağışladı ise, emrine karşı geldiğim taktirde beni O'ndan kim
kurtaracak? Sizin bana zararımı arttırmaktan başka hiçbir katkınız olamaz."
Hz. Salih, bu sözlerden önce "Allah kullarına
yakındır ve dileklerin kabul edicisidir" diyerek kalbinin algıladığı
nitelikleri ile Allah'ı soydaşlarına tanıtmıştı.
"Allah gerçeği, yeterlikte, saygınlıkta,
doyuruculukta ve güzellikte bu seçkin önderlerin kalplerine yansıdığı gibi,
başka hiçbir kalbe kesinlikle yansıyamaz. Bu kalpler pürüzsüz ve parlak
birer ayna gibidirler. Allah gerçeğini böylesine eşsiz ve hayret verici bir
netlikte yansıtmak sadece onların harcıdır.
Bu hikâyede bir de doğruluğu, sapıklıkmış gibi
gören, gerçeği akla sığmaz bir tuhaflıkmış gibi algılayan cahiliye yaklaşımı
ile karşılaşıyoruz. Meselâ sağlam karakteri, üstün düşünme gücü ve temiz
ahlâkı sayesinde, umut bağlanan bir kişi sayılan Hz. Salih hakkında sonra
soydaşları hayal kırıklığına düşüyorlar; ona yönelik umutlarının suya
düştüğünü söylüyorlar. Niye, acaba? Çünkü Hz. Salih, bu adamları,
atalarından kalan Allah'dan başkalarının egemenliği altına girme geleneğini
bırakarak başkalarının egemenliği altına girme geleneğini bırakarak tek
Allah'ın egemenliğini benimsemeye çağırıyor diye!
Demek oluyor ki, insanoğlu doğru inanç sisteminden
bir kıl ucu kadar bile sapınca sapıklığın ve aykırılığın hiçbir derecesinde
duramaz. Öyle ki, fıtratın ilkelerine ve mantığa uygun, yalın gerçekleri
-bile, sanki bunlar akla sığdırılması mümkün olmayan tuhaflıklarmış gibi
görür. Buna karşılık ne fıtratın mantığı ile ve ne de aklın prensiplerine
dayanmayan sapıklığı ise son derece normal bir şey sayar.
Hz. Salih, bu adamlara "Ey soydaşlarım, sadece
Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur. Sizi topraktan
yaratan ve yeryüzüne yerleştirerek burayı kalkındırmakla görevlendiren
O'dur" diye sesleniyor. Onlara yaratılışlarının ve dünyadaki varoluşlarının
içerdiği fıtrata ve mantığa dayalı delilleri hatırlatıyor. Bu delilleri
reddedemezlerdi. Çünkü onlar kendi kendilerini yarattıklarını, yeryüzündeki
varoluşlarını kendileri garantiye bağladıklarını, dünyada yedikleri şu besin
maddelerini kendilerinin sağladıklarını sanmıyorlardı, böyle bir düşünce
beslemiyorlardı.
Belli ki, bu adamlar, yeryüzünde kendilerini
yaratanın, burayı kalkındırma gücü ile donatanın yüce Allah olduğunu inkâr
etmiyorlardı. Fakat yüce Allah'ın ilahları olduğuna, kendilerini yaratıp
yeryüzüne yerleştirenin O olduğuna ilişkin onaylarına, bu onayın normal
uzantısı olan Allah'ın ortaksız egemenliğini benimsemeyi, o sadece O'nun
emirlerine uymayı eklemekten kaçınıyorlardı. İşte Hz. Salih, "Ey
soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka bir ilahınız
yoktur" derken, onları ilahlığın bu doğal uzantısını kabul etmeye
çağırıyordu.
Mesele hep o bilinen mesele idi. "Rabb'lik meselesi
idi, "ilahlık" meselesi değildi. Yani egemenliğin kimde olduğu, kimin
sözünün geçeceği, kime uyula-cağı, kimin buyruğunun geçerli sayılacağı
meselesi idi. Bu mesele her dönemde güncelliğini korumuştur ve İslâm ile
cahiliye arasındaki sürekli savaşın eksenini oluşturmuştur.
AYETLERİN GENEL
TASVİRİ
Aşağıda okuyacağımız ayetler, tarihin akışına uyarak
Hz. Nuh döneminden beri yeryüzüne yerleştirilen müslümanlara, bereketlerle
ve esenlikle donatılan milletler ile azaba çarpılan milletlere kısaca
değiniyor. Bu arada acıklı azaba uğrayan Hz. Lût'un soydaşlarına ilişkin
hikâyenin yolu üzerinde Hz. İbrahim'e uğruyoruz, bereketlerle ve esenlikle
donatılanların hikâyesi olan bu hikâyenin kısa bir bölümünü okuyoruz:
Hz. İbrahim hikâyesi ile Hz. Lût hikâyesi, vaktiyle
yüce Allah'ın verdiği sözün iki karşıt kutbu ile gerçekleştiğinin somut
örnekleridirler. Bilindiği gibi yüce Allah, Hz. Nuh'a şu sözü vermişti.
Bu sırada şöyle bir ses duyuldu; "Ey Nuh, sana ve
yanındakilerden türeyecek ümmetlere sunacağımız esenliğin ve bereketlerin
eşliğinde gemiden in. Yanındakilerin soyundan başka ümmetler de gelecektir.
Bunlara bir süreye kadar dünya nimetlerini tattırdıktan sonra kendilerini
acıklı azabımıza çarptıracağız."
Bu ayette sözü verilen "bereketler ve esenlik" Hz.
İbrahim ile oğulları Hz. İshak'ın ve Hz. İsmail'in soylarında gerçekleşti.
Hz. İshak'ın soyunda "Beni İsrail" kökénli peygamberler ve Hz. İsmail
kolundan da peygamberlerin sonuncusu olan bizim Peygamberimiz -salât ve
selâm üzerine olsun- geldi.
ALLAH'IN DOSTU İBRAHİM
69- Hani elçilerimiz
İbrahim'e müjdeli haberi getirdiklerinde ona, "Selâm sana" dediler. O da
onlara "Selâm size" dedi. Az sonra önlerine kızarmış bir buzağı getirdi.
Ayette sözü geçen "müjdeli" haberin ne olduğu burada
açıklanmıyor. Bu açıklama uygun yeri gelince Hz. İbrahim'in karşısında
yapılacaktır. Yine ayette sözü geçen "elçiler" (melekler) hakkında bilgi
verilmiyor. Bu yüzden tefsir bilginlerinin yaptıkları gibi, onları
tanıtmaya, elimizde hiçbir delil yokken onların kimler oldukları hakkında
spekülasyon yapmaya girişmiyoruz. Ayetin ikinci cümlesini bir kere daha
okuyalım:
"Elçilerimiz, İbrahim'e `Selâm sana' dediler. O da
onlara `Selâm size' dedi."
Hz. İbrahim, doğum yeri olan Irak'taki "Keldaniler"
yurdundan göçetmiş, Ürdün üzerinden geçerek çöl ortasındaki "Kenan ili"ne
yerleşmişti. Bu yüzden Bedeviler'in konuk ağırlama adetleri uyarınca
konuklarına yemek hazırlamaya koyulmuştu. Çünkü yüce Allah'ın bu melek
kökenli elçilerini konuk sanmıştı. Okuyoruz:
"Az sonra önlerine kızarmış bir buzağı getirdi."
Semiz, yağlı, kızgın taş üzerinde kızarmış bir
buzağı idi bu. Fakat melekler dünyalıların yiyeceklerini yemezler.
70- İbrahim,
elçilerin kızarmış buzağıya doğru el uzatmadıklarını görünce, konukları
tuhafına gitti, içine onlardan kaynaklanan bir korku düştü. Bu sırada
konukları "Korkma, biz Lût'un soydaşlarına gönderildik" dediler.
Hz. İbrahim, konuklarının ellerinin kızarmış
buzağıya doğru gitmediğini görünce; "... konukları tuhafına gitti; içine
onlardan kaynaklanan bir korku düştü." Bedevi adetlerine göre ikram edilen
yemeği yemeyen konuk kuşku uyandırır; ev sahibine yönelik bir hainliği, bir
kötülüğe niyetlendiği imajını verir. Bizim kırsal kesimimizin insanları
yedikleri yemeğe ihanet etmeyi, daha doğrusu yemeğini yedikleri kimseye
kötülük etmeyi mertliklerine yediremezler, böyle bir kalleşliği yapmaktan
kaçınırlar. Bu yüzden eğer birinin yemeğini yemek istemezlerse, bu
istemezlik, o adam hakkında kötülük düşündükleri, ya da adamın kendilerine
yönelik niyetinin iyiliğinden emin olmadıkları anlamına gelir.
İş bu noktaya varınca, yüce Allah'ın elçileri,
gerçek kimliklerini açıklıyorlar. Okuyoruz:
"Bu sırada konukları `Korkma, biz Lût'un
soydaşlarına gönderildik' dediler."
Hz. İbrahim, Hz. Lût'un soydaşlarına bu meleklerin
niçin gönderildiğini anlamıştı. Fakat tam o sırada başka bir olay oldu ve bu
olay konuşmanın akışını değiştirdi. Okuyoruz:
71- O sırada ayakta
duran İbrahim'in karısı bu haberi duyunca güldü. Biz de ona o elçiler
aracılığı ile oğlu İshak'ın ve İshak'ın arkasından da torunu Yakub'un
müjdesini ilettik.
Kadın, belki de, Hz. Lût'un iğrenç soydaşlarının
helâke uğrayacaklarına sevindiği için gülmüştü. Devam edelim:
"Biz de ona o elçiler aracılığı ile oğlu İshak'ın ve
İshak'ın arkasından da torunu Yakub'un müjdesini ilettik."
Hz. İbrahim'in eşi kısırdı, hiç çocuk doğurmamıştı,
üstelik o sırada iyice yaşlanmıştı. Bu yüzden Hz. İshak'a ana olacağı
müjdesi onun için şaşırtıcı bir sürpriz olmuştu. Üstelik bu müjde katmerli
idi. Çünkü Hz. İshak'ın da Yakub adında bir oğlu olacaktı. Böylesine
inanılması zor bir müjdeli haber bir kadını -özellikle kısır bir kadını-
tepeden tırnağa titretir, haberi ansızın öğrenmesi ise bu titremeyi
sarsıntıya, duygusal fırtınaya dönüştürür. Okuyalım:
72- Aman Allah'ım!
Doğum mu yapacağım? Oysa ben yaşlı bir kadınım, şu eşim de ihtiyar bir
adamdır. Bu şaşılacak bir şey!
Olay gerçekten şaşırtıcıdır. Çünkü kadınlar belirli
bir yaşa gelince adetten kesilirler ve artık hamile kalmazlar. Fakat yüce
Allah'ın sınırsız gücüne göre hiçbir şey şaşırtıcı değildir. Okuyoruz.
73- Konuklar, kadına
"Allah'ın işine mi şaşıyorsun? Ey hane halkı, Allah'ın rahmeti ve bereketi
üzerinizdedir. Hiç kuşkusuz O, övgüye ve yüceltilmeye lâyıktır" dediler.
Yüce Allah'ın işine şaşılmaz. Çünkü herhangi bir
şeyin normalde belirli bir şekilde olması, aynı çizgiyi izlemesi, o şeyin
değişmez bir kanun olduğu anlamına gelmez. Yüce Allah, herhangi bir hikmete
dayanarak o işin başka türlü olmasını dileyince, iş alışılmışın dışında bir
gerçekleşme gösterir. Sözünü ettiğim hikmet, bu olayda, yüce Allah
tarafından mü'minlere vadedilmiş olan rahmetin ve bereketin Hz. İbrahim
ailesine yansımasıdır. Üstelik bu normal dışı gelişme, yine de bizim
sınırlarını bilmediğimiz ilahi geleneğin çerçevesi içinde meydana gelir.
Bizler her hal-ü kârda kısıtlı bir süreyi kapsayan gözlemlerimizle normal
gelişmelere bakarak bu normal dışı gerçekleşmeler hakkında hüküm veremeyiz.
Çünkü bizler evrende meydana gelen bütün olayları gözlem ve inceleme
süzgecinden geçiremeyiz.
Yüce Allah'ın dilediğini, bildikleri doğal yasaların
çerçevesi ile sınırlandıranlar, bizzat yüce Allah'ın Kur'an'da belirttiği
gibi Allah gerçeğinden habersiz kimselerdir. Kuşkusuz tartışmaları kesecek
son söz yüce Allah'ın sözüdür. İnsan aklına, O'nun sözü karşısında başka bir
şey demek düşmez. Hatta yüce Allah'ın dileğini, bizzat yüce Allah'ın "bunlar
benim koyduğum yasalardır" diyerek belirlediği kanunların çerçevesi ile
sınırlayanlar da Allah gerçeğini bilmiyorlar. Çünkü yüce Allah'ın dileği,
bizzat kendisinin belirlemiş olduğu yasaların ötesinde özgürdür, sözkonusu
ilahi yasalar bu dilek için bağlayıcı olamazlar.
Evet. Yüce Allah, şu evreni önceden belirlediği
yasalar uyarınca yönetir. Fakat bu ayrı bir şeydir ve yüce Allah'ın
iradesinin, O'nun tarafından yürürlüğe konan bu yasalarla sınırlı olduğunu
ileri sürmek ayrı bir şeydir. Çünkü herhangi bir doğal yasa her
uygulanışında yüce Allah'ın takdiri ile yürürlüğe girer, işlerlik gösterir.
Hiçbir doğal yasanın yürümesi ve işlerlik göstermesi "otomatik" değildir.
Buna göre yüce Allah herhangi bir doğal kanunun o ana kadarki sayısız
uygulanışlarından farklı bir şekilde yürümesini takdir ederse, bu farklı
uygulama gerçekleşir, sözkonusu kanun bu yeni ilahi takdirin pratiğe
yansımasını engelleyemez. Çünkü bütün doğal yasaların kaynağı olan
"ana-ilke" yüce Allah'ın dileğinin özgür olduğu, hiçbir sınırlamaya bağlı
olmadığı prensibidir. Her doğal yasa, her pratiğe yansıyışında yüce Allah'ın
bu özgür takdirinin özel kararı ile gerçekleşir, işlerlik kazanır.
Gelişmelerin bu noktasında Hz. İbrahim'in -Allah'ın
selâmı üzerine olsun Allah'ın elçileri olan konuklarından yana hiçbir
endişesi kalmaz. Fazla olarak bu elçilerin getirdikleri müjdeli habere
sevinir. Fakat Hz. Lût ile günahkâr soydaşları bir türlü aklından çıkmaz;
gelen meleklerin onları helâk etmekle, toptan yok etmekle görevli olmalârı
konusu içine dert olur. -Bu arada şunu hemen belirtelim ki, Hz. Lût, O'nun
kardeşinin oğludur, doğup büyüdüğü yurdundan, kendisi ile birlikte göçetmek
zorunda kalmıştır ve şimdi de yakınına düşen bir bölgede oturmaktadır- Çünkü
Hz. İbrahim, merhametli ve sevecen bir karaktere, sahiptir. Bu yumuşak
karakteri, bir toplumun helâk olmasını, toptan yokolmasını soğukkanlılıkla
karşılayamıyor, böyle bir olaya kolayca katlanamıyor.
74- İbrahim'in
korkusu geçip de müjdeli haberi alınca, Lût'un soydaşları hakkında
elçilerimiz ile tartışmaya girişti.
75- İbrahim,
gerçekten hoşgörülü, yumuşak kalpli ve kendini Allah'a adamış bir kimse idi.
"Hoşgörü (halimlik)" "öfkeye yolaçan sebeplere
katlanmak, sabretmek, bunları soğukkanlılıkla karşılayarak feveran etmemek"
demektir. "Yumuşak kalplilik (evvah'lık)", "Allah korkusu ile O'na içten
yakarma edebini benimseme" demektir. "Kendini Allah'a adamışlık" da "Her
durumda hızla Allah'a yönelmek" anlamını taşır. İşte bu saydığımız sıfatlar,
Hz. İbrahim'i, Hz. Lût'un soydaşlarının acı akıbeti konusunda melekler ile
tartışmaya sürüklemiştir. Gerçi bu tartışmanın nasıl bir tartışma olduğunu
bilmiyoruz. Çünkü okuduğumuz ayetler, bu konuda ayrıntılı bilgi vermiyorlar.
Bildiğimiz bir şey varsa, bu tartışma girişimine verilen cevap; sözü
noktalayıcı niteliktedir. Çünkü Hz. İbrahim'e, Lût'un soydaşlarına ilişkin
ilahi hükmün kesinleştiği, bu konudaki tartışmanın yersiz olduğu kesin bir
dille bildirilmektedir. Okuyoruz:
76- Konuk melekler
ona dediler ki; "Ey İbrahim, bu işten vazgeç; çünkü Rabbinin emri gelmiştir.
Onların başlarına geri çevrilmesi mümkün olmayan bir azap gelecektir. "
LÛT PEYGAMBER VE
KAVMİ
Bu kesin ifadenin arkasından ayetler susuyor. Hiç
kuşkusuz Hz. İbrahim de susuyor. Hz. "İbrahim ile eşi" sahnesinin perdesi
iniyor, arkasından Hz. Lût ile ilgili kalabalık, hareketli, reaksiyonlu
sahnenin perdesi açılıyor. Hz. Lût'un soydaşları, Sodom ve Amurî'ye (Gomor)
adlı Ürdün şehirlerinde yaşıyorlardı. Okuyoruz:
77- Elçilerimiz
Lût'un yanına vardıklarında kaygıya kapıldı, canı sıkıldı ve "bugün, zor bir
gündür" dedi.
Hz. Lût, soydaşlarını iyi tanıyor, onların
fıtratlarının yakalandığı acayip sapıklığı, şaşırtıcı anormalliği yakından
biliyordu. Bu adamlar kadınları bırakmış, gözlerini erkeklere dikmişlerdi.
Bütün canlıların erkekli-dişili çiftler halinde yaratılmış olmalarındaki
hikmetin farkında olan fıtratlarına ters düşmüşlerdi. Oysa yüce Allah'ın
dilediği güne kadar insan soyunun devamlılığının sağlanması bu hikmete
dayanıyordu. İnsan fıtratı bu ezeli hikmetin sesine uymaktan hep haz
duyagelmiştir. Fıtrat bu sese düşünerek-taşınarak değil, içgüdüsel
kılavuzluğun doğrultusundan sapmamanın yalın dürtüsü ile kulak veriyordu.
Gerçi insanlık tarihi kişisel düzeyde kalan birtakım
patolojik sapmalara ve anormalliklere hep şahit olmuştur. Ama Hz. Lût'un
soydaşları olayı acayiptir. Bu olay bize gösteriyor ki, psikolojik
hastalıklar, tıpkı bazı organik hastalıklar gibi bulaşıcıdırlar. Herhangi
bir toplumda değer ölçülerinin altüst olması sonucunda bu türden bir
hastalık yaygınlık kazanabilir; bu yayılmanın başta gelen sebeplerinden
biri, sözünü ettiğimiz hasta toplumun kötü örnek oluşturması ve diğer
insanlar için kışkırtıcı bir rol oynamasıdır. Anormal davranışın fıtrata
ters düşmesine rağmen, bu yayılma gerçekleşebilir. Oysa fıtrata egemen olan
yasalar, hayata egemen olan yasaların aynılarıdır. Bu yasalar da hayatın
isteklerinin karşılanmasından haz duyulmasını, hayatın gerekleri ile
çatışarak ya da bu gerekleri yokederek tatmin aranmaması gerektiğini telkin
ederler.
Halbuki, cinsel sapıklık hayatla çatışır, onu
yokeder. Çünkü hayatin tohumlarını iğrenç bir toprağa akıtıp heba eder, bu
iğrenç toprak o tohumları tutup yeşertecek yetenekte yaratılmamıştır. Oysa
bu tohumları tutup geliştirmeye, üretime dönüştürmeye elverişli başka bir
toprak, başka bir alan vardır. Cinsel sapıklık bu verimli alana atılması
gereken hayat tohumlarını, onları çürütüp yokedecek iğrenç bir alana atar.
Bundan dolayı sağlıklı insan fıtratı Hz. Lût'un soydaşlarında uygulaması
görülen cinsel sapıklıktan nefret eder, tiksinir. Bu tiksinme, sadece
ahlâktan kaynaklanan bir reaksiyon değildir, aynı zamanda insan fıtratının
doğal gereği olarak ortaya çıkar. Çünkü bu fıtratı yönlendiren kanunlar,
yüce Allah'ın hayata egemen kıldığı kanunlarla özdeştirler. Bu kanunlar da
doğal ve sağlıklı biçimdeki cinsel hazzı, hayatla çatışarak, hayatı
kesintiye uğratarak değil, onu geliştirecek, üretkenliğini sürdürecek yolda
aramayı gerektirirler.
Gerçi dünyada yaşamaktan daha yüce bir ideal
sözkonusu olunca kimi zaman ölümden haz duyduğumuz, seve seve ölüme
koştuğumuz bile olur. Fakat bu haz, somut-maddi bir haz değil,
itibarî-manevi bir hazdır. Üstelik bu hayatla çatışan, ona zıt düşen bir
tarafı da yoktur. Tersine başka bir yoldan giderek hayatı geliştirmeyi,
hayatın düzeyini yükseltmeyi amaçlar. Hayatı ve hayatın hücrelerini yokeden
cinsel sapıklıkla, sözümüzün konusu olan homoseksüellik ile ideal uğruna
ölüme atılma erdemi arasında uzaktan yakından hiçbir ilişki, hiçbir ortak
nokta yoktur.
Hz. Lût, konuklarının gelişinden rahatsız oldu.
Çünkü soydaşlarının onlara karşı nasıl bir tanır takınacaklarını biliyor,
konuklarına yönelik edepsiz sataşmalar yüzünden uğrayacağı utancı şimdiden
kestiriyordu. Bu yüzden;
"Bugün, zor bir gündür."
diyordu. İşte bu zor gün başlamıştı.
78- Soydaşları
apar-topar evine koştular. Daha önce pis işler yapıyorlar, iğrenç
ilişkilerde bulunuyorlardı. Lût onlara dedi ki; "Soydaşlarım, işte kızlarım,
onlarla eşleşmek sizin için daha temiz bir iştir. Allah'dan korkun da beni
konuklarım önünde rezil etmeyin. İçinizde aklı başında biri yok mu?"
Evet; "Soydaşları apar-topar evine koştular."
Öyle hızlı koşuyorlardı ki, evine giderken, sanki
kudurmuşlardı. Devam ediyoruz:
"Daha önce pis işler yapıyorlar, iğrenç ilişkilerde
bulunuyorlardı." Zaten Hz. Lût'un konuklarının gelmelerinden rahatsız
olmasının, onlar yüzünden sıkıntıya düşmesinin ve zor bir gün beklediğini
söylemesinin sebebi buydu.
Hz. Lût, evine dalan, kendisini konuklarına zarar
vermekle, onurunu zedelemekle tehdit eden soydaşlarının, kudurmuşlar gibi
kendilerinden geçtiklerini görünce onların sağlıklı fıtratlarını uyarmak
istedi, kendilerini yüce Allah'ın erkekler için yaratmış olduğu karşı cinse
yöneltmeyi denedi. Evinde kızları vardı. Hazır bekliyorlardı. Eğer bu
kudurmuş erkekler istese, hemen onlarla evlendirilirler, böylece
kudurmuşluğun ateşi ve şehvet çılgınlığı yatışırdı. Okuyalım:
"Ey soydaşlarım, işte kızlarım, onlarla eşleşmek
sizin için daha temiz bir iştir. Allah'dan korkunuz da beni konuklarımın
önünde rezil etmeyiniz. İçinizde aklı başında biri yok mu?"
Evet, "İşte kızlarım, onlarla eşleşmek sizin için
daha temiz bir iştir." "Temizlik" kavramının taşıdığı her anlamda, hem
psikolojik-soyut anlamda ve hem maddi-somut anlamda daha temiz bir iştir.
Çünkü bu kızlar, arı ve yalın fıtratın isteğini karşılarlar, aynı zamanda
erkekte nezih duygular uyandırırlar. Yani hem fıtrat temizliğinin, hem ahlâk
temizliğinin, hem de dinin aradığı cinsel temizliğin yolu budur. Sonra onlar
somut olarak da temizdirler. Yaratıcı yüce kudret, onları körpe insan
yavrularının temiz ve nezih yuvası olmak üzere yaratmıştır. Devam ediyoruz:
"Allah'dan korkunuz."
Hz. Lût, az önce fıtratın eğilimleri açısından
sarsmaya çalıştığı vicdanları bu defa bu yönden sarsmaya çalışıyor. Devam
edelim:
"Beni konuklarımın önünde rezil etmeyiniz."
Bu defa da bedevilik geleneklerinde son derece
ağırlıklı bir yeri olan konukseverlik duyguları aracılığı ile bencillik
güdülerini harekete geçirmeyi deniyor. Okuyoruz:
"İçinizde aklıbaşında, olgun biri yok mu?"
Evet, mesele fıtrat, din ve erkeklik meselesi
olmasının yanısıra aklıbaşında ya da aptal olma meselesidir. Fakat bütün
etkileme, yatıştırma çabaları, hasta ve sapık fıtratlara, ölü ve kokuşmuş
kalplere, anormal ve yetersiz akıllara kâr etmedi. Hasta ve sapık
kudurganlık, kızgın lavlarını püskürtmeye devam etti.
79- Soydaşları
"Biliyorsun ki, bizim kızlarınla bir işimiz, onlara yönelik bir amacımız
yok. Sen bizim ne istediğimizi iyi bilirsin " dediler.
İyi biliyorsun ki, eğer istediğimiz senin kızların
olsa, evlenirdik onlarla; sen bizim ne istediğimizi biliyorsun. Yapmak
istedikleri pis işi dolaylı biçimde açığa vuran iğrenç ve yılışık bir imadır
onların bu sözleri.
Hz. Lût'un kolu kanadı kırıldı, zayıflığının
bilincine vardı. Soydaşları arasında yabancı idi. Göçmen olarak aralarına
katılmıştı. Kendisini koruyacak bir aşireti yoktu. Bu zor günde ortaya
koyacağı bir vurucu güçten de yoksundu. Bu yüzden şu acıklı ve yanık sözler
dudaklarından dökülüverdi:
80- Lût, melek
konuklarına dönerek dedi ki, "Keşki siz bana dayanak olacak güçte
olsaydınız, ya da himayelerine sığınabileceğim gözüpek adamlarım olsaydı!"
Bu sözleri şu karşısındaki gençlere seslenerek
söylemişti. O gençler ki, aslında genç adam kılığına girmiş meleklerdi. Pek
genç yaşta idiler, yüzleri pırıl pırıldı. Fakat Hz. Lût'a göre
döğüşebilecek, adam yıldırabilecek kimseler değillerdi. Bu yüzden onlara
bakarak hayıflandı, kavga adamları olsalardı da onlardan destek görseydi
diye bir özlem geçti içinden. Ya da güçlü bir sığınağı, dayanağı olsaydı şu
karşısındaki tehdidi başından savsaydı diye düşündü.
Aslında Hz. Lût, kapıldığı karamsarlıktan, etkisi
altında bulunduğu can sıkıntısından dolayı sağlam bir dayanağın koruması
altında olduğunu aklından çıkarmıştı. Bu güçlü dayanak, dostlarını asla
yüzüstü bırakmayan yüce Allah'ın himayesi idi. Nitekim Peygamberimiz -salât
ve selâm üzerine olsun- bu ayeti okurken, "Allah'ın rahmeti Lût'un üzerine
olsun. Oysa arkası sağlam yere dayalı idi" buyurmuştur.
Hz. Lût iyice daralınca, sıkıntıdan patlayacak
duruma gelince, karamsarlığı doruk noktasına çıkınca karşısındaki
`.`Allah'ın elçileri" sırtının dayalı olduğu bu güçlü kaleyi kendisine
açıklayıverdiler. Okuyoruz:
81- Konukları
dediler ki; "Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz; onlar sana ilişemeyecekler.
Geceleyin bir ara aileni yanına alarak yola çık, hiçbiriniz geride kalmasın.
Yalnız eşini yanına alma. Çünkü soydaşlarının başına ne gelecekse onun da
başına gelecektir. Vadeleri tanyeri ağarınca dolacaktır. Tanyerinin ağarması
yakın değil mi?"
Evet; "Konukları dediler ki; `Ey Lût, biz Rabbinin
elçileriyiz, onlar sana ilişemeyecekler."
Arkasından ö ana kadar sakladıkları bilgileri
kendisine tek tek vermeye koyuldular. Kendisi, soydaşlarının iğrenç
sapıklıklarına bulaşmamış aile bireyleri ile birlikte kurtulacaktı. Fakat
eşi yanında olmayacaktı, o sapık soydaşlarının safında yeralmıştı. Ayeti
okumaya devam ediyoruz:
"Geceleyin bir ara aileni yanına alarak yola çık,
hiçbiriniz geride kalmasın. Yalnız eşini yanına alma. Çünkü soydaşlarının
başına ne gelecekse, onun da başına gelecektir. Vadeleri tanyeri ağarınca
dolacaktır. Tanyerinin ağarması yakın değil mi?"
Ayetteki "esri" kelimesinin kökü olan "sery" sözcüğü
"gece yolculuğu", "bi kitaın minelleyli" ibaresi "gecenin bir bölümü"
demektir. Yine ayetteki "Hiçbiriniz geride kalmasın" ifadesi "arkada
kalmasın, kafileden ayrı düşmesin" anlamındadır: Çünkü bu sapık toplumun
helâk olma zamanı tanyerinin ağarma vaktidir. Kim onlarla birlikte şehirde
kalırsa onların yanında helâk olacaktır. Ayetin şu son cümlesi dikkat
çekicidir:
"Tanyerinin ağarması yakın değil mi?"
Bu soru onca acılar çekmiş olan Hz. Lût'un gönlünü
rahatlatmak amacını taşıyor. Kendisine acı çektirenlerin yok oluşlarının
iyice yakınlaştığı vurgulanarak bozulan morali düzeltilmek isteniyor.
Gerçekten o cezalandırma anı son derece yakındır. Gün ağarır-ağarmaz gelip
çatacaktır. O zaman Hz. Lût'un "keşki gücüm olsaydı yapsaydım" diyerek
özlediği, fakat yeterli gücü olmadığı için yapamadığı şeyi yüce Allah'ın
sınırsız gücü fazlası ile yapacak, o sapıklara derslerin en ağırını
verecektir.
82- Azaba ilişkin
emrimiz geldiğinde orayı altüst ettik, oranın halkı üzerine, sağanak halinde
balçıkla kaplanmış taşlar yağdırdık.
83- Bunlar Rabbinin
katında dökülüp damgalanmış taşlardı. Bu tür bir azap, zalimlerin uzağında
değildir.
Bu sapıkların cezalarını infaz etmenin vakti gelince
oturdukları şehri "altüst ettik." Burada her şeyi tersine çeviren, yerden
yüksekteki dikili her şeyi kesilerek tanınmaz hale getiren tam bir "yıkım"la
eksiksiz bir "imha" tablosu ile karşı karşıyayız. Buradaki "her şeyi tersine
çevirme, altını üstüne getirme" imayı, o sapıkların tersyüz olmuş, başaşağı
dönmüş, insanlık doruğundan hayvanlık çukuruna, hatta hayvan düzeyinin bile
altına gerilemiş olan fıtratlarının alçaklığı ile uyumlu bir çağrışım
yapıyor. Onların düzeyi hayvanınkinin bile aşağısına geriledi dedik. Çünkü
hayvan, hayvana özgü fıtratın önünde durmakta, fıtri yapısının sınırlarını
aşmaya kalkışmamaktadır. Okumaya devam edelim:
"Oranın halkı üzerine sağanak halinde balçıkla
kaplanmış taşlar yağdırdık."
"Balçıkla kaplanmış taşlar." Cezanın bu özelliği de
o sapıkların iğrençliği ile uyumlu ve ölçülüdür."
"Sağanak halinde yağan" yani birbiri peşisıra
iniyorlar başlarına. Ayrıca bu taşlar "Rabbinin katında dökülüp damgalanmış"
taşlardır. Tıpkı koyun sürüsü örneğindeki kuzuların büyütülüp çoğalsınlar
diye çayıra salınmaları gibi. Bu taşlar da döküldükten sonra gerektiğinde
kullanılmak üzere bir yere yığılıp çoğaltılıyor gibi bir tasvir ile karşı
karşıyayız. Tasvir gerçekten enteresan. İnsanın zihninde öyle somut
çağrışımlar meydana getiriyor ki, açıklama ve anlatım yöntemi ile aynı
etkiyi meydana getirmek mümkün değil. Devam ediyoruz:
"Bu tür bir azap, zalimlerin uzağında değildir."
Yakınlarındadır bu ceza ve sadece yüce Allah'ın
dilemesine bağlıdır. Gerektiğinde bu taşlar atılır ve başlarına isabet
ettirilir. (Ayetteki "musevvetin" kelimesinin bir anlamı da "damgalı, özel
işaretli markalı"dır. Fakat tasvir yöntemli bu ifadeye bizim tercih
ettiğimiz anlam daha uygun düşer.)
Hz. Lût'un soydaşlarına inen ceza ile ilgili olarak
bu ayetin çizdiği tablo, bazı yönleri ile volkanik bir patlamayı
çağrıştırıyor. Yerin yarıldığı ve çevresindeki her şeyi yuttuğu bir volkanik
patlama ve bu patlamaya eşlik eden püskürtülmüş lavlar, taşlar ve çamurlar
gözlerimizin önüne gelir gibi oluyor. Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın zalimlere
verebileceği cezaların pek çok türü vardır.
Böyle derken "Bu olay bildiğimiz volkan
patlamalarından biridir, o anda faaliyete geçmiş ve olanlar olmuştur" demek
istemiyoruz. Bu ihtimali reddetmek de istemiyoruz. Meydana gelen olay, böyle
bir olay olabilir de. Fakat "kesinlikle böyle olmuştur" da demiyor, böylece
yüce Allah'ın takdirini, bildiğimiz bir olgu ile sınırlamaktan kaçınıyoruz.
Gerek bu ve gerekse benzeri olağanüstü olaylar
konusunda söyleyebileceğimiz sözün özü şudur: Yüce Allah'ın tam o zaman, o
cezanın infaz anında meydana gelmek üzere bir volkanik patlama olayı
planlamış olması, böylece Hz. Lut'un soydaşlarını cezalandırmaya ilişkin
ezeli ilmi uyarınca, olayın meydana gelişini cezalandırmanın anı ile
çakıştırmış olması mümkündür. Bu çakışma ve zaman uyumu, yüce Allah'ın
ilahlığının ve "Rabb"liğinin evrene yansıyan bir tezahürüdür. Evrende olup
biten her olay, O'nun kapsamlı takdiri ve canlıların tümü ile uyumlu olarak
O'nun tasarrufu altında meydana gelir.
Ayrıca bu olayın özel bir plan sonucu meydana gelmiş
olması, yüce Allah'ın o sapıkları o biçimde ve o anda imha etmek isteyen
dileğine bağlı özel bir irade ile gerçekleşmiş olması da mümkündür. Eğer
yüce Allah'ın dileği ile evren arasındaki ilişkiyi az önce yukarıda Hz.
İbrahim'in eşine ilişkin olağandışı olayı değerlendirirken yaptığımız
yorumun ışığında anlarsak, bu tür olayları, bu çeşit olağanüstülükleri
kavramakta, kafalarımıza sığdırmakta herhangi bir zorlukla karşılaşmayız.
ŞUAYB PEYGAMBER VE
KAVMİ
Şimdi yine ölümsüz İslâm inancının peygamberlik
misyonlarından biri karşısındayız. Bu misyonu üstlenen peygamberin adı Hz.
Şuayb'dır. O, bu misyonu soydaşları olan Medyenliler arasında yürütmekle
görevlidir. Bu misyonda Allah'ın birliği çağrısı yanında başka bir mesele
daha ön plandadır. Bu mesele insanlar arası ilişkilerde adaleti, güvenirliği
ve dürüstlüğü egemen kılma meselesidir. Bu mesele ile Allah'ın birliğine
inanma, egemenliği O'nun tekeline verme, O'nun yasalarına ve buyruklarına
uyma tutumu arasında köklü ve sıkı bir bağ vardır. Oysa Medyenliler bu
yoldaki çağrıyı son derece büyük bir hayretle karşılamışlar, insanlar
arasındaki mali ilişkiler ile yüce Allah'ın egemenliğini benimsemiş olmanın
eylemsel bir ifadesi olan namaz arasındaki ilişkiyi kavrayamamışlardır.
Hikâyenin akışı, "Hz. Hud ile Adoğulları" hikâyesine
"Hz. Salih ile Semudoğulları" hikâyesine benziyor. Gerçi gerek sonucu, gerek
anlatım üslubu ve gerekse sonucuna ilişkin değerlendirmesi açısından Hz.
Salih ile Semudoğulları'na daha çok benziyor. Hatta bu iki hikâyede,
günahkârlara verilen ceza ile bu cezayı anlatan ibareler ortaktır.
84-
Medyenoğulları'na da kardeşleri Şuayb'ı peygamber olarak gönderdik. Şuayb
dedi ki; "Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka
ilahınız yoktur. Birşey ölçer ya da tartarken eksik ölçüp tartmayınız.
Bolluk içinde olduğunuzu görüyorum, ama sizin hesabınıza kıyamet gününün
geniş kapsamlı azabından korkùyorum. "
Ayetin birinci bölümünde yüce Allah'ın ortaksız
egemenliğinin benimsenmesi telkin ediliyor. Bu ilke, inancın da, hayat
sisteminin de, yasal düzenin de, insanlar arası ilişkilerin de temelidir. Bu
temel ilke olmadıkça ne inanç, ne ibadet ve ne de insanlar arası ilişkiler
ayakta durabilirler. Şimdi de ayetin ikinci kısmı ile sonraki iki ayeti
inceleyelim:
" . Bir şey ölçer ya da tartarken eksik ölçüp
tartmayınız. Bolluk içinde
olduğunuzu görüyorum, ama sizin hesabınıza kıyamet
gününün geniş kapsamlı azabından korkuyorum.
85- "Ey soydaşlarım,
bir şey ölçer ya da tartarken adalete uyarak ölçüyü ve tartıyı tam tutunuz.'
Halkın mallarına düşük değer biçmeyiniz. Yeryüzünde kargaşa çıkarıp dirliği
bozmayınız. "
86- "Eğer mü'min
kimseler iseniz, Allah'ın size bıraktığı pay, hakkınızda daha hayırlıdır.
Ben sizi gözetlemekle, korumakla görevli değilim. "
Bu ayetlerin gündeme getirdikleri mesele -Allah'ın
birliğine ve kayıtsız egemenliğine inanma meselesinden sonra- adalet,
dürüstlük ve güvenirlik meselesi, ya da Allah'a inanma ve ortaksız
egemenliğini benimseme ilkesinden kaynaklanan yasa ve insanlar arası
ilişkiler meselesidir. Sebebine gelince, Medyenliler'in yurdu, Hicaz'ı Şam'a
bağlayan ana yol üzerinde idi. Bu yüzden ana geçim kaynakları ticaret idi.
Fakat ticaretleri sırasında ölçüde ve tartıda hile yapıyorlar, ayrıca halkın
mallarını düşük fiyata satın alıyorlardı. Bu, mertliği ve şerefi zedelediği
gibi, insanın kalbini ve elini de kirleten çirkin bir huydu. Bunun yanısıra
işlek bir ticaret yolu üzerinde oturdukları için, Arap Yarımadası'nın güneyi
ile kuzeyi arasında gidip gelen kervanların yollarını kesebiliyorlar,
önlerine çıkıp haraç isteyebiliyorlar ve yüce Allah'ın bu surede sözünü
ettiği yolsuz kazanç türlerinden canlarının istediğini yolculara
dayatıyorlardı.
İşte Allah'ın birliğine inanmak ve O'nun ortaksız
egemenliğine teslim olmak ilkesi ile güvenilirlik, dürüstlük, temizlik,
insanlar arasındaki ilişkilerde adalete uymak, alırken ve verirken şerefli
davranmak, gerek fertlerin ve gerekse devletin işlediği gizli
hırsızlıklarla, yolsuzluklarla mücadele etmek arasındaki ilişki burada
kendini gösterir. Allah'ın birliğine inanmak ile O'nun ortaksız egemenliğini
benimsemek, bu fonksiyonu ile insana daha yaraşır bir sosyal hayatın
teminatı olduğu gibi, sosyal adaletin ve sosyal barışın da güvencesidir.
Allah korkusuna ve O'nun hoşnutluğunu kazanma arzusuna dayanan tek güvence
budur. Bu güvence bu niteliği ile şahsi çıkarlara ve keyfi arzulara göre
oynaklık göstermeyen sarsılmaz bir temele dayanmış olmaktadır.
İnsanlar arası ilişkiler ve ahlâk kuralları, mutlaka
değişken faktörlerden etkilenmeyen, sağlam bir temel üzerine oturtulmalıdır.
İslâmın görüşü budur. Bu görüş ile sosyal ilişkileri ve ahlâk kurallarını,
insan düşüncelerine, insan yorumlarına, insanlarca ortaya konmuş kurumlara
ve görülebilen şahsi çıkarlara dayandıran teoriler arasında köklü bir
farklılık vardır.
Eğer sosyal ilişkiler ile ahlâk kuralları değişmez
bir tabana oturtulursa, maddi ve kısa vadeli çıkarlardan etkilenmedikleri
gibi sosyal çevre ile bu çevreye egemen olan yozlaştırıcı etkenlerden de
etkilenmezler.
O zaman ahlâk kurallarının ve insanlar arası
ilişkilerin belirleyici faktörü toplumda egemen olan "üretim tarzı" olmaz.
Başka bir deyimle toplumların göçebelik-çobanlık dönemlerinde başka, tarım
toplumlarında başka ve endüstri aşamasındaki toplumlarda başka ahlâk
kuralları ve sosyal ilişkiler geçerli olmaz. Eğer hayatın tüm kesimlerini
kapsayan yasaların kaynağı, yüce Allah'ın hukuk sistemi (Şeriatı) olursa,
eğer ahlâkın temel dayanağı yüce Allah'ın hoşnutluğunu kazanarak vereceği
sevabı elde etmek ve biçeceği cezadan korunmak olursa, bu değişken faktörler
ahlâk kuralları ve insanlar arası ilişkilerde etkili olamazlar. İnsan ürünü
teorilerin savunucuları, ahlâk kurallarının ekonomik ilişkilerin ve toplumun
gelişmişlik düzeyinin bağımlı sonuçları olduklarını ballandıra ballandıra
anlatırlar. Oysa İslâmcı ahlâk görüşünün ışığı altında bu yaklaşım geçersiz
kalır. Bu açıklamayı burada noktalayarak şimdi ayetleri inceleyelim:
"Bir şey ölçer ya da tartarken eksik ölçüp
tartmayınız. Bolluk içinde olduğunuzu görüyorum."
Yüce Allah size bol kazanç bağışladı. Daha çok
kazanmak için böyle alçakça yollara başvurmaya muhtaç değilsiniz. Eğer eksik
ölçüp tartmaktan kaçınırsanız fakir düşecek, maddi zarara uğrayacak
değilsiniz. Tersine gerçekleştirdiğiniz hileli ticari işlemler, yaptığınız
yolsuz alışverişler, içinde yaşadığınız bu bolluğu, bu refahı tehdid edici
bir faktördür. Devam ediyoruz:
"Ama sizin hesabınıza kıyamet gününün geniş kapsamlı
azabından korkarım."
Bu azapla ahirette, yüce Allah'ın katında yüzyüze
geleceğiniz gibi, daha dünyadayken de yüzyüze gelebilirsiniz. Bu şöyle olur.
Yaptığınız hileler ve bunların doğuracağı kinler sosyal hayatta ve ticari
ilişkilerde acı meyvalarını verir. İnsanlar bütün gündelik davranışlarında,
bütün sosyal ilişkilerinde ve bütün sürtüşmelerinde birbirlerinin darbesini
yerler.
Hz. Şuayb, bu dürüstlüğe ilişkin öğüdünü demin "hile
yapmayın" şeklinde vermişti. Şimdi ise aynı öğüdü "doğru olun" şeklinde
tekrarlıyor. Okuyalım:
"Ey soydaşlarım, bir şey ölçer ya da tartarken
adalete uyarak ölçüyü ve tartıyı tam tutunuz."
"Ölçüyü ve tartıyı tam tutma" ifadesi "eksik ölçüp
tartmama" ifadesinden daha güçlüdür. Çünkü birinci ifade "müşteri lehine
işleyecek bir fazlalık" yapma tarafına daha yakındır.
Bu ifade somut çağrışım zenginliği taşır. Çünkü "tam
tartma", "eksik ölçüp tartmama"dan farklı çağrışımlara yolaçar. Çünkü bu
ifade, kolaylaştırma ve karşı tarafın hakkını tanıma açısından daha
yüklüdür. Devam ediyoruz:
"Halkın mallarına düşük değer biçmeyiniz."
Bu ifade, hem ölçülebilir ve hem de tartılabilir
bütün malları ve eşyayı içine alır. Her tür eşyanın doğru değerlendirmesini
emreden kapsamlı bir direktiftir. Tartarken, ölçerken, fiyatlandırırken
maddi ve manevi anlamda değer biçerken hile yapmayı yasaklar. Emekler,
davranışlar, beceriler ve nitelikler de bu kapsama girer. Çünkü aslında
somut nesneler için kullanılan "şey" sözcüğü, kimi zaman soyut değerler için
de kullanılır.
İnsanların mallarına düşük değer biçerek onları
aldatmak, bir zulüm türü olmasının ötesinde, insanların vicdanlarına kötü
duyguların tohumlarını da eker. Acı, kin; adaletten, iyilikten ve doğru
değerlendirme kriterlerinden umut kesmek, sözünü ettiğimiz kötü duyguların
başlıcalarıdır. Bu duygular. toplumsal birliği, kişiler arası ilişkileri,
sosyal dayanışmayı, fertlerin vicdanlarını ve duygu dünyalarını sarsıntıya
uğratırlar. Sosyal hayatta hiçbir sağlıklı kurum ve değer bırakmazlar. Devam
ediyoruz:
"Yeryüzünde kargaşa çıkarıp dirliği bozmayınız."
Ayetteki "tasev" kelimesinin kökü olan "usuv"
sözcüğü "bozgunculuk yapmak" demektir. Yani bile bile kargaşa çıkarmayınız;
kargaşa olsun, işler karışsın diye çalışarak toplumun dirliğini sarsmayınız.
Ayette daha sonra hilekârlığı alışkanlık haline
getirmiş olan bu adamların vicdanları uyarılmaya çalışılıyor. Ölçüyü ve
tartıyı eksik tutarak, halkın ellerindeki mallara düşük değer biçerek elde
edecekleri kirli kazançtan daha kalıcı bir yarara dikkatleri çekilmeye
çalışılıyor. Okuyoruz:
"Eğer mü'min kimseler iseniz, Allah'ın size
bıraktığı pay, hakkınızda daha hayırlıdır."
Arkasından kendilerini bu çağrı ile başbaşa
bırakarak aradan çekiliyor. Onlara kendisinin hiçbir şey yapamayacağını
belirtiyor. Ayrıca onları kötülüklerden ve azaptan da korumakla görevli
değildir. Onları sapıklıktan korumakla görevli olmadığı gibi sapıtmalarından
sorumlu da değildir. Onun tek görevi, ilahi mesajı duyurmaktı ki, o görevi
de yerine getirmişti. Okuyalım:
"Ben sizi gözetlemekle; korumakla görevli değilim."
Bu tür bir ifade, karşı tarafa meselenin ciddiyetini
ve sorumluluklarının ağırlığım hissettirir. Onları aracısız ve koruyucusuz
olarak davranışların akıbeti ile yüzyüzè getirir.
BOZGUNCULAR
Fakat Hz. Şuayb'ın soydaşları, iyice azmış;
sapıklıkta, bozgunculukta ve haksız kazanç .yolunda kaşarlanmış bir
toplumdu. Okuyoruz:
87- Soydaşları dedi
ki; "Ey Şuayb, atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı bırakmamızı ve
mallarımız konusunda dilediğimiz tasarrufları yapmaktan kaçınmamızı emreden,
empoze eden faktör, şu kıldığın namaz mıdır? Aslında sen yumuşak huylu, uslu
ve aklı başında bir adamsın. "
Bu cevaplarından açıkça belli ki; Hz. Şuayb ile alay
ediyorlar. Sözlerin her kelimesi, her cümlesi, buram buram alaycılık
kokuyor. Ne var ki, cahilce, anlayışsızca, bilgiden ve zekâdan yoksun,
körükörüne, inatçı insanların alaycılıkları ile karşı karşıyayız. Ne
diyorlar?
"Ey Şuayb, atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı
bırakmamızı ve mallarımız konusunda dilediğimiz tasarrufları yapmaktan
kaçınmamızı emreden, empoze eden faktör, şu kıldığın namaz mıdır?"
Bu adamlar anlamıyorlar ki -ya da anlamak
istemiyorlar ki- namaz bu inanç sisteminin gereklerinden ve Allah'a
kulluğun, Allah'ın kayıtsız egemenliğini benimsemenin ifade biçimlerinden
biridir; tek Allah'a inanmadan, gerek kendilerinin ve gerekse atalarının
Allah'ı bir yana bırakarak taptıkları putları bırakmadan bu inanç sisteminin
varlığından söz edilemez; bunun yanısıra bu inanç sisteminin ayakta
durabilmesi için ticarette, her türlü mal alışverişinde, pratik hayatın her
alanında, bütün insanlar arası ilişkilerde yüce Allah'ın yasalarının
uygulanması gerekir. Bunlar organik bir bütün oluştururlar. Ne inanç,
namazdan ve ne de bunların ikisi pratik hayatın yasalarından ve sosyal
kurumlardan ayrılamazlar.
İbadetler ile inanç ve her ikisi ile insanlar arası
ilişkiler arasındaki ilişkiyi yadırgayan bu sakat zihniyeti kınamadan önce,
Medyenliler'in bu binlerce yılın gerisinde kalmış aptalca zihniyetini uzun
uzun karalamadan önce hatırlamamız iyi olur ki, günümüzün insanlarının böyle
bir çağrı karşısındaki tepkileri, Hz. Şuayb'ın soydaşlarının tepkilerinden
farklı değildir. Günümüzün içinde yaşadığımız cahiliyesi, klasik cahiliyeden
daha üstün, daha zeki ve daha kavrayışlı değildir. Hz. Şuayb'ın
soydaşlarının benimsedikleri müşriklik, putperestlik, günümüz insanlığının
bir bütün halinde benimseyip uyguladığı müşrikliğin, putperestliğin
aynısıdır. Yahudi olduklarını, hristiyan olduklarını ve hatta müslüman
olduklarını söyleyenler de bu hükmün kapsamına girerler. Bunların hepsi,
inanç ve ibadet ile yasayı ve insanlar arası ilişkileri birbirinden ayrı
görürler. İnanç ile ibadetleri Allah'a yöneltir, O'nun emirlerine uygun
yapmaya çalışırlarken yasalar ile insanlar arası ilişkileri Allah dışındaki
kaynaklara dayandırırlar, bunları o kaynakların direktiflerine göre
düzenlerler. İşte özü ve kökeni itibari ile müşriklik, putperestlik budur.
Gerçi şunu dikkatlerimizden kaçırmamalıyız ki,
günümüzde pratik hayatları ile insanlar arası ilişkilerinin sözde inanç
sistemlerine ve şeriatlerine uygun olması konusunda titizlik gösterenler,
sadece yahudilerdir. Bunu söylerken onların inançlarının sapıklığını ve
şeriatlerinin tahrif edilmişliğini bir yana bırakıyoruz. Bu titizliklerinin
bir örneği şudur: Bir süre önce yahudi devletinin parlamentosu olan
"Kresset" de bir siyasi kriz çıkmıştı. Sebebi şuydu: Bir İsrail feribotu
yahudi olmayan yolcularına yahudi şeriatında yasak olan yemekler veriyordu.
Tartışmaların sonunda gemi ve bağlı olduğu şirket, yolcularına sadece yahudi
şeriatına uygun yemekler vermeye mecbur edildi, bu yüzden ne kadar zarar
edilirse edilsin, bu yasaya uyulacaktı. Müslüman olduklarını iddia edenlerde
böylesine bir dine bağlılık nerede?
Günümüzde içimizde müslüman olduklarını söyleyen
öyleleri var ki, "İnançla ahlâk kuralları arasında, özellikle inançla
insanlar arası ilişkiyi düzenleyen ahlâk kuralları arasında herhangi bir
ilişki yoktur" diyorlar.
Gerek yerli ve gerekse yabancı üniversitelerden
diploma almış, yüksek tahsillilerimiz önce şu yadırgama içerikli soruları
soruyorlar: İslâmın kişisel davranışlarımızla ne ilgisi var? İslâmın
sahillerdeki çıplaklıkla ne ilgisi var? İslâm ile kadının süslenerek sokağa
çıkması arasında ne ilişki var? İslâm ile cinsel içgüdüyü şu ya da bu yolla
tatmin etme arasında ne ilişki var? İslâm ile sinirleri yatıştırmak için bir
kadeh içki içme arasında ne ilişki var? İslâm ile "uygar" insanın
davranışları arasında ne ilişki var? Acaba bu soruları ile Medyenlilerin
"Atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı bırakmamızı emreden faktör şu
kıldığın namaz mıdır?" şeklindeki soruları arasında ne fark var?
Aramızdaki bu yüksek öğrenimli kimseler ikinci
aşamada da dinin neden ekonomiye karışmasını, inançla kişiler arası
ilişkiler arasında niçin ilişki kurulduğunu, hatta insanlar arası ilişkiler
ile inanç kökünden kopuk, geleneksel ahlâk arasında nasıl olur da bağ
kurulduğunu sorarlar.' Sormak bir yana, böyle bir yaklaşıma şiddetle karşı
çıkarlar. Bu aşamaya ilişkin bazı soruları şöyledir: Din, faizli ekonomik
ilişkilere ne karışır? Din, uzmanlaşmış aldatmacılığa ve hırsızlığa ne
karışır? Yeter ki, adam paçasını yürürlükteki kanunlara kaptırmasın. Bu
kadarı ile bile yetinmezler. Daha da ileri giderek "eğer ahlâk kuralları,
ekonomik hayata müdahale ederse bu hayatı bozarlar" derler. Böylece Batıda
geliştirilmiş bazı ekonomik nazariyelerin savunucularına -meselâ ahlâk
yanlısı ekonomik teorinin savunucularına- bile karşı çıkarlar, onları eski
çağlardan kalmış, modası geçmiş teoriler sayarlar.
O halde eski cahiliyenin pençesinde kıvranan
Medyenliler'den kendimizi fazla üstün görmeyelim. Biz bugün onlarınkinden
daha koyu bir cahiliyenin pençesinde kıvranıyoruz. Fakat bizim modern
cahiliye çömezlerimiz bilgili, deneyimli ve uygar oldukları
iddiasındadırlar. Sosyal hayatta ve çarşılardaki alışverişlerde Allah inancı
ile kişisel davranışlar arasında bağ kuranları gericilikle, bağnazlıkla ve
"çağdışı"lıkla suçlamaktadırlar.
Kalplerdeki Allah'ın birliğine yönelik inanç ile
kişisel davranışlara ve insanlar arası ilişkilere ilişkin ilahi yasaları bir
yana bırakarak bu alanlarda yeryüzü kanunlarına bağlanmak, birbiri ile
bağdaşmaz. Allah'ın birliğine inanmak ile müşriklik, putperestlik aynı
kalpde birarada barınamaz. Müşrikliğin, putperestliğin türlü türlü renkleri
vardır. Bir rengi de şimdi içinde yüzdüğümüz müşrikliktir. Bu, müşrikliğin
aslı ve özüdür; bütün zamanların ve bütün ülkelerin `müşriklerinin
buluştukları, ortak zemindir.
Günümüz insanları, "Allah birliği" ilkesinin gèrçek
çağırıcıları ile nasıl utanmadan alay ediyorlarsa, o zaman da Medyenliler,
Hz. Şuayb ile alay ederek ona şöyle diyorlardı:
"Aslında sen yumuşak huylu, uslu ve aklı başında bir
adamsın."
Böyle söylüyorlar, ama aslında söyledikleri sözlerin
anlamının tam tersini kasdediyorlar. Onlara göre iyi huyluluk ve olgunluk,
atalarının taptıkları putlara hiç düşünmeden körükörüne tapmaları ve
ibadetleri ile çarşı-pazar işlemleri arasında bağ kurmamaktır. Tıpkı bu
konuda kendileri gibi düşünmeyenleri bağnazlıkla ve çağdışılıkla karalamaya
kalkışan günümüzün sözde aydınları ve uygarları gibi.
VE DÖNEKLİK
Hz. Şuayb, taşıdığı gerçeğin doğruluğuna güvenen bir
dava adamının soğukkanlılığı ile soydaşlarına cevap verirken, yumuşak
konuşuyor. Yetersiz ve cahil olduklarını bildiği için alaycılıklarına
aldırış etmiyor, bu terbiyesizliklerini umursamıyor. Son derece tatlı bir
dille onlara anlatmaya çalışıyor ki, Rabbinden gelen kesin belgelerin
kılavuzluğu altındadır; bunu kalbinin derinliklerinde hissediyor,
söylediğinin doğruluğundan emindir. Çünkü soydaşlarına verilmeyen bilgi,
kendisine verilmiştir. O, onları ticari işlemlerde dürüst davranmaya
çağırırken, bu çağrının sonuçlarından kendisi de etkilenecektir. Çünkü onun
da malı ve başkaları ile kurulmuş ticari ilişkileri vardır. Buna göre onlara
yönelttiği çağrının ardında kişisel çıkar aramamaktadır. Onlara yasakladığı
yolsuzlukları kendi yapıp da müşterilerini ele geçirmek, pazarı tek başına
kapatmak istememektedir. Amacı hem onları, hem kendisini ve hem de tüm
insanları ıslah etmek, kötü alışkanlıklarından arındırmaktır. Onları
benimsemeye çağırdığı ilkeler, sandıkları gibi, kendilerine, ticaretlerine
zarar getirmeyecektir.
88- Şuayb dedi ki;
"Soydaşlarım, baksanıza, ya ben Rabbimden gelen açık bir belgeye
dayanıyorsam ve O bana kendi rahmetinin sonucu olarak temiz bir geçim
kaynağı vermiş ise? Yasakladığım hareketleri kendim yaparak size ters düşmek
istemiyorum. Tek isteğim, gücümün yettiği oranda bozuklukları düzeltmektir.
Başarım Allah'ın yardımına bağlıdır. Yalnız O'na dayanıyor ve sadece O'na
yöneliyorum."
Evet; "Ey soydaşlarım..."
Sevgi dolu, yaklaşma amaçlı ve karşısındakiler ile
arasındaki soy bağını hatırlatan bir girişle sözlerine başlıyor. Devam
ediyoruz:
"Baksanıza, ya ben Rabbimden gelen açık bir belgeye
dayanıyorsam..."
Allah gerçeği"ni içimde buluyor, size duyurduğum
gerçekleri O'nun bana vahyettiğini, bu gerçekleri size iletmemi emredenin O
olduğunu kesin olarak biliyorum. Kalbimi dolduran bu açık bilince dayanarak
kuşkusuzca ve kendime güvenerek ortaya çıkıyorum. Devam edelim:
"O bana kendi rahmetinin sonucu olarak temiz bir
geçim kaynağı vermiş ise..."
Elimdeki servet O'nun bağışıdır. Bu serveti bende
sizler gibi işleterek kazanç sağlıyorum. Devam ediyoruz:
"Yasakladığım hareketleri kendim yaparak size ters
düşmek istemiyorum."
Yapmakta olduğunuz bazı kötülükleri "yapmayın"
dedikten sonra, arkanızdan onları kendim yapmak suretiyle kişisel kazanç
sağlamak gibi sinsi bïr amacım yok. Devam edelim:
"Tek istediğim, gücümün yettiği oranda bozuklukları
düzeltmektir."
Amacım tüm toplumsal hayatı kapsayacak geniş bir
ıslâhat ve yaygın bir iyileştirmeyi gerçekleştirmektir. Bunun yararı herkese
ve toplumun her kesimine yansıyacaktır. Bazıları sanabilir ki, eğer bu inanç
sistemi benimsenirse, eğer bu inancın getirdiği ahlâk kurallarına uyulursa,
bazı kişisel kazançlar elden gider, bazı fırsatlar kaçırılır. Oysa elden
gidecek olan sadece kirli kazançlar, kaçacak olan sadece çirkin
fırsatlardır. Bunların yerini temiz kazançları ile helâl rızıklar alacaktır.
Ayrıca toplum dayanışmalı, kaynaşmış; kinlerden, haksızlıklardan ve
düşmanlıklardan arınmış bir toplum olacaktır. Devam ediyoruz:
"Başarım, Allah'ın yardımına bağlıdır."
O'nun gücü, toplumu düzeltmeyi amaçlayan bu
çabalarımı başarıya ulaştırmaya yeter. Çünkü, niyetimin ne olduğunu biliyor
ve emeklerimin karşılığını verecektir. Okumaya devam ediyoruz:
"Yalnız O'na dayanıyorum."
Dayanağım sadece O'dur. O'ndan başka bir güvendiğim
yok. Ve;
"Sadece O'na yöneliyorum."
Önüme çıkan terslikler, üzücü gelişmeler karşısında
yalnız O'nun dergâhına sığınıyorum. Niyetimi, çalışmamı, çabalarımı sadece
O'na yöneltiyorum. Hz. Şuayb, bundan sonra sözü değiştirerek
hatırlatmalarını başka bir alanda yoğunlaştırıyor. Soydaşlarına uzun uzun
Hz. Nuh'un, Hz. Hud'un, Hz. Salih' in, Hz. Lût'un soydaşlarının başlarına
gelen felâketleri, bu felâketlerin sonucundaki yokoluşlarını hatırlatıyor.
Çünkü bu acı olayların hatırlatılışı, böylesine katı kalplerde, mantığa
dayalı yumuşak sözlerden çok etkili olabilir. Yumuşak ve mantıklı sözlerden
yararlanabilmek, akılca olgun olmayı ve düşünebilmeyi gerektirir.
89- "Soydaşlarım,
içinizdeki bana ters düşme, zıt çıkma tutkusu, Nuh'un, Hud'un ya da Salih'in
soydaşlarının başına gelen felâketler gibi bir felâketin sizin de başınıza
gelmesine sakın yolaçmasın. Üstelik Lût kavmi size pek uzak değil. "
Sırf bana ters düşesiniz diye, sırf bana karşı inat
olsun diye size duyurduğum gerçekleri körü körüne yalanlamaya, bana karşı
çıkmaya kalkışmayız. Eğer böyle yaparsanız, sizden önceki günahkâr
toplumların başlarına gelen felâketlerin sizin de başınıza gelmesinden
endişe ederim. Meselâ Hz. Lût'un soydaşlarını düşününüz. Onların hem
yurtları ve hem de yaşadıkları dönem size yakındır. Çünkü Medyen yöresi,
Hicaz'ı Şam'a bağlayan yol üzerindedir.
Hz. Şuayb, soydaşlarını azap ve yokolma sahneleri
ile karşı karşıya getirdikten sonra arkasından önlerine tevbe ve af kapısını
açıyor. En sevgi dolu, en cana yakın sözler ile onlara umut aşılıyor,
kendilerini Allah'ın rahmetini haketmeye ve yakınlığını kazanmaya
özendiriyor.
90- "Soydaşlarım,
Rabbinizden af dileyiniz, sonra O'na yöneliniz. Hiç şüphesiz Rabbim
kullarına karşı merhametlidir, sevecendir. "
Görülüyor ki, Hz. Şuayb, her yolu deniyor,
soydaşlarını kimi zaman öğüt, kimi zaman hatırlatma, kimi zaman korkutma ve
kimi zaman umutlandırma alanlarında gezintilere çıkarıyor. Belki kalplerini
yumuşatırım, belki yüreklerine korku salarım, belki gerçeklere açılmalarını
sağlarım diye her çareye başvuruyor. '
Fakat soydaşlarının kalpleri iyice bozulmuştur,
hayata ilişkin değer yargıları son derece çürümüş-kokuşmuştur. Çalışma ve
davranış motifleri konusunda alabildiğine bencil düşüncelere sahiptirler. Az
yukardaki iyi niyetli öğütlere karşı takındıkları alaycı ve inkârcı tutum,
pençesinde kıvrandıkları inanç ve ahlâk bunalımının ulaştığı boyutları
açıkça kanıtlamaktadır. Nitekim şimdi de aynı katı yürekliliği
yansıtmaktadırlar.
91- Medyenoğulları
dediler ki; "Ey Şuayb, söylediklerinin çoğundan hiçbir şey anlamıyoruz. Seni
aramızda güçsüz görüyoruz. Eğer aşiretin olmasaydı, seni taşa tutarak
öldürürdük. Sen bizim gözümüzde saygın ve dokunulmaz bir kişi değilsin.
Adamların gönülleri bu kadar açık gerçeğe kapalı
olduğundan, onu kavramak istemiyorlar. Bu yüzden;
"Dediler ki; `Ey Şuayb, söylediklerinin çoğundan
hiçbir şey anlamıyoruz."` Ayrıca hayata ilişkin değerleri; görünür maddi güç
kriteri ile ölçüyorlar. Okuyoruz:
"Seni aramızda güçsüz görüyoruz."
Hz. Şuayb'ın taşıdığı ve yüzlerine haykırdığı güçlü
gerçeğin onların gözünde hiçbir ağırlığı, hiçbir önemi yoktur: Devam edelim:
"Eğer aşiretin olmasaydı, seni taşa tutarak
öldürürdük."
Önem verdikleri değer inanç bağlılığı değil, aşiret
taassubudur; gönül bağını umursadıkları yok, tek geçerli saydıkları bağ, kan
ve soy bağıdır. Ayrıca yüce Allah'ın dostlarına yönelik kayırıcılığından da
haberleri yok. O'nu hiç hesaba katmıyorlar. Okuyoruz:
"Sen bizim gözümüzde saygın ve dokunulmaz bir kişi
değilsin."
Bize göre sen ne değerce ve onurca üstün bir kişisin
ve ne de yıldırıcı ve ezici bir maddi gücün var. Bizim güçlülük ve saygınlık
ölçümüz aile ve aşiret ölçüsüdür.
Böyledir bu. Vicdanlar tutarlı bir inanç
sisteminden, yüce değerlerden ve üstün ideallerden yoksun kalınca yere
kapaklanırlar, toprağa yapışırlar, kısa vadeli çıkarların ve dünya
değerlerinin tutsağı olurlar. O zaman ne yüce bir çağrıyı ve ne de büyük bir
gerçeği saygın görürler. Ayrıca böyle bir çağrının temsilcisini,, kaba
kuvvet kullanarak susturmaktan da çekinmezler. Yeter ki, sığınacağı bir
aşireti, saldırılara karşı kendisini koruyacak vurucu bir gücü olmasın.
İnanca, gerçeğe ve haklı çağrıya saygı göstermeye, onları dokunulmaz saymaya
gelince, bu boş ve kof vicdanlarda böylesine bir değerin ne ağırlığı ve ne
sözü edilir bir etkisi vardır.
HZ. ŞUAYB'IN
GAYRETLERİ
Bu noktada Hz. Şuayb, Rabbinin yüceliğinden ve
ululuğundan kaynaklanan cesaretle gayrete geliyor. Koruyucularının ve
aşiretinin himayesinden sıyrılıyor. Soydaşlarının, evrene egemen olan gerçek
güçlere ilişkin değerlendirmelerindeki yanılgılarını yüzlerine vuruyor.
Bütün yaptıklarını bilgisi ile kuşatan yüce Allah'a karşı edepsizlik
yaptıklarını haykırıyor. Son sözünü söyleyerek soydaşları ile arasında inanç
farklılığına dayalı bir ara kesit çiziyor, Allah ile onların aralarından
çıkıyor, onlar gibileri bekleyen azabın kara haberini veriyor, kendilerini
tercih ettikleri acı sonla başbaşa bırakıyor.
92- "Ey soydaşlarım, aşiretim
sizin gözünüzde Allah'dan daha mı üstün, daha mı önemlidir ki, O'na sırt
döndünüz, O'nu yabana attınız? Hiç kuşkusuz, yaptığınız her hareket Rabbimin
bilgisinin kapsamı içindedir.
93- "Soydaşlarım,
siz bildiğiniz gibi hareket ediniz, ben de bildiğim gibi hareket edeyim.
Hangimizin perişan edici bir azaba uğrayacağını, hangimizin yalancı olduğunu
yakında göreceksiniz. Bekleyiniz; ben de sizinle birlikte bekliyorum. "
Evet; "Sizin gözünüzde aşiretim, Allah'dan daha mı
üstün, daha mı önemlidir?"
Aşiretim, nihayet bir grup insandır. Ne kadar güçlü
ve ne kadar. yıldırıcı olsalar da eninde sonunda insandırlar, zayıf
varlıklardır, Allah'ın birkaç kuludurlar. Öyleyken size göre bunlar
Allah'dan daha mı üstündürler? Bu kimseler, sizi Allah'dan daha mı çok
korkutuyor, yüreklerinize O'nun saldığından daha büyük bir heybet mi
salıyor? Devam ediyoruz:
"Ki, Allah'a sırt çevirdiniz."
Bu ifâde "bir yana bırakma"yı ve "yüz çevirme"yi
somut biçimde anlatıyor. Bu özelliği ile adamların davranışlarının
çirkinliğine çirkinlik katıyor. Öyle ya. Adamlar yüce Allah'ı bir yana
bırakıyorlar, O'na sırtlarını dönüyorlar. Oysa O'nun yaratıklarındandırlar.
Rızıklarını veren, safasını sürdükleri refahı kendilerine bağışlayan O'dur.
Buna göre onların yüce Allah'a sırt çevirmeleri kâfirlik, gerçeği yalanlama
ve değer bilmezlik olduğu kadar, aynı zamanda da şımarıklık, nankörlük ve
utanmazlıktır. Ayetin son cümlesini okuyoruz:
"Hiç kuşkusuz yaptığınız her hareket Rabbimin
bilgisinin kapsamı içindedir."
"Kapsam içine alma", "kuşatma" bir şeyi bilmenin, o
şeye güç yetirmenin en somut ifadesidir.
Hz. Şuayb'ın bu sözlerinde Rabbinin ululuğuna ve
yüceliğine dil uzatılan bir mü'minin öfkesi okunuyor. Bu öfke kabarınca onun
yanında soy gururu, koruma ekibi gururu, aşiret ve ırkdaş gururu barınamaz
olur. Hz. Şuayb, soydaşlarını koruma ekibi ile korkutmaya kalkışmıyor, bu
amaçla köpürüp küplere binmiyor. Onlara doğru elini kaldırmıyor, döğmeye,
yumruk sallamaya kalkışmıyor ki, onlar ondan böyle bir tepki bekliyorlar. Ya
da koruma ekibi onlara karşı muhafızlığını yapsın, artık kendisininkinden
başka bir yolun yolcuları oldukları kesinleşen soydaşlarının muhtemel
saldırılarına göğüs gersin diye yan gelip yatmıyor. İşte gerçek anlamı ile
"iman" budur. Mü'min, sadece Rabbi ile övünür. Rabbinden korkmayanların
yüreklerine korku salan bir koruma ekibinden hoşlanmaz. Çünkü mü'min koruma
ekibine ve soydaşlarına değil, Rabbine ve dinine bağlıdır, bunların üzerinde
titrer, bunlara toz kondurmaya yanaşmaz. İşte aslında İslâm düşüncesi ile
bütün zamanların ve bütün ülkelerin cahiliye düşüncesi arasındaki yol
ayırımı burasıdır. Allah adına duyulan bu öfkeden, O'ndan başkası ile
övünmeye yanaşmamaktan, O'ndan başkasının himayesine sığınmaya tenezzül
etmemekten, Hz. Şuayb'ın soydaşlarına yönelttiği o "meydan okuma" eylemi
doğuyor. O bu yüzden onlar arasında kesin bir ayrılık çizgisi çizebiliyor.
Bunu yaparken soyca onlardan biri olduğunu umursamayabiliyor. Bu durumda iki
tarafın yolları, artık hiç birleşmemek üzere ayrılıyor. Okuyoruz:
"Ey soydaşlarım, siz bildiğiniz gibi hareket
ediniz."
Yolunuza devam ediniz, bildiğinizden geri
kalmayınız. Artık sizden elimi çektim.
"Ben de bildiğim gibi hareket edeyim."
Kendi yolumdan gideyim, inandığım sisteme uyayım:
"Hangimizin perişan edici bir azaba uğrayacağını,
hangimizin yalancı olduğunu yakında göreceksiniz."
Ben mi, yoksa siz mi?
"Bekleyiniz; ben de sizinle birlikte bekliyorum."
Beni ve sizi bekleyen akıbeti gözleyiniz. Bu tehdit,
Hz. Şuayb'ın kendi geleceğinden emin olduğunun mesajını verdiği gibi,
aradaki köprülerin atılmış olduğunun ve yolların iyice ayrıldığının da
mesajını duyurmaktadır.
YOKOLUŞ SAHNESİ
Burada perde iniyor. Hz. Şuayb'ın bu son sözü
söylemesi ve araya kesin bir ayrılık çizgisi çizmesi ile sahne kapanıyor.
Arkasından yeni bir sahnenin perdesi açılıyor. Bu sahnede adamların toptan
helâk oluşlarını, evlerinin orasına burasına yığılıp kalmış cesetlerini
seyrediyoruz. Hz. Salih'in soydaşlarını yakalayıp canlarını yere seren
korkunç gürültü onları da yakalayarak cansız yerlere yatırmıştır.
Akıbetleri, Hz. Salih'in soydaşlarının acı sonu gibi olmuş, evleri-barkları
ıssız kalmıştır. Sanki burada hiç evleri olmamıştı. Sanki burası hiçbir
zaman şenlik olmamış, evlerle barklarla donanmamıştı. Tıpkı Hz. Salih'in
soydaşları gibi lânetle yolcu edilerek göçüp gittiler. Varlık alemindeki
sayfaları dürüldü, anıları kalplerden siliniverdi.
94- Azaba ilişkin
emrimiz geldiğinde Şuayb ile beraberindeki mü'minleri, rahmetimizin sonucu
olarak kurtardık. O zalimler müthiş bir gürültüye tutuldular da evlerinde,
oldukları yerde yığılıp kalıverdiler.
95- Sanki az önce o
evlerde yaşayanlar onlar değildi. Hey, Semudoğulları nasıl kahroldularsa,
Medyenoğulları da öyle kahrolsunlar!
Böylece tarihin kara sayfalarından biri daha
kapanmış oldu. Bu sayfada yüce Allah'ın uyarılarını yalanlamış olanlar
hakkında yalan saydıkları tehdit gerçekleşmiş oldu.
HZ. MUSA VE FİRAVUN
Okuduğumuz hikâyelerin sonunda "Hz. Musa ile
Firavun" hikâyesine kısaca değiniliyor. Bu değinmede Firavun ile yakın
adamlarının ve onun emirlerine körükörüne boyun eğen soydaşlarının acı
sonları tescil ediliyor. Bu kısa özette ayrıca hikâyenin burada anlatılmayan
olaylarına dolaylı biçimde değiniliyor. Bir de hareketli, canlı bir kıyamet
sahnesi gözlerimizin önüne getiriliyor. Gerek bu kısa özette ve gerekse o
kıyamet sahnesinde İslâmın önémli bir ilkesine dikkatlerimiz çekiliyor. Bu
önemli ilke, kişisel sorumluluk ilkesidir. Liderlere ve baştakilere
bağlılığın bu sorumluluğu, fertlerin üzerinden düşüremeyeceği vurgulanıyor.
Burada gözlerimizin önüne getirilen sahne şöyle
başlıyor: Hz. Musa, yüce Allah'ın gücü ve otoritesi ile desteklenmiş ayetler
ile Firavun diktatörüne ve ileri gelen kurmaylarına gönderiliyor.
96- Musa'yı da
ayetlerimizle ve somut mucizeler ile peygamber olarak gönderdik.
97- Onu Firavun'a ve
yandaşlarına gönderdik. Yândaşları Firavun'un emrine uydular. Oysa
Firavun'un emri doğruya iletici değildir.
Ayetler, hikâyenin adımlarını kısaltarak sözü sonuna
bağlıyorlar. Bir de bakıyoruz ki, Firavun'un yandaşları diktatörün emrine
körükörüne bağlanarak, yüce Allah'ın emirlerine karşı gelmeyi tercih
ediyorlar. Firavun'un emirleri aptalca, cahilce ve saçma şeyler olmalarına
rağmen onlara uyuyorlar. Okuyalım:
"Yandaşları Firavun'un emrine uydular. Oysa
Firavun'un emri doğruya iletici değildi."
Adamlar, Firavun'un emirlerine körükörüne uydular.
Onun izinden gittiler. Düşünmeden-taşınmadan sapık adımlarını izlediler.
Hiçbir konuda kendi
görüşlerini işe karıştırmadılar. Böylece kendilerini
küçük düşürdüler. Yüce Allah onları akılla, irade ile, tercih özgürlüğü ile,
gidecekleri yolu serbestçe seçme ayrıcalığı ile onurlandırdığı halde, onlar
bu onurlu konumlarından feragat ettiler. Onlar böyle alçaltıcı bir tutumu
benimsedikleri için ayet, Firavun'un kıyamet günü de onları güdeceğini,
onların orada da ona kuyruk ve sürü olacaklarını açıklıyor.
98- Kıyamet günü,
Firavun soydaşlarının önüne düşerek onları cehenneme götürdü. Vardıkları yer
ne fena bir yerdir!
Buraya kadar geçmişe ait bir hikâye ve geleceğe
ilişkin bir kara haber dinliyorduk. Fakat bu noktada sahnenin sonu, başına
geçiveriyor. Bir de bakıyoruz ki, gelecek zaman geçmiş zaman olmuş, olup
bitmiş bir olaya dönüşmüştür. Bir de bakıyoruz ki, bu altüst olmuş zaman
boyutunda Firavun, yandaşlarının önüne düşerek onları cehenneme sürüklemiş
ve bu iş noktalanmıştır. Okuyoruz:
"Soydaşlarının önüne düşerek onları cehenneme
götürdü."
Onları cehenneme götürdü. Tıpkı çobanın, koyun
sürüsünü su başına götürmesi gibi. Zaten onlar düşüncesiz, akılsız bir koyun
sürüsü değiller miydi? Onlar dünyada kendilerini insan yapan en önemli
ayrıcalıklarından, yani özgür iradelerinden ve serbest tercih yapabilme
haklarından kendi rızaları ile vazgeçmemişler miydi? Bu yüzden Firavun,
onları bir koyun sürüsü gibi güderek cehenneme sürükledi. Ama heyhat! Bu
varılan yer bir subaşı değildir. Orada susuzluk giderilemiyor. Orada yanık
ciğerlérin; ateşi düşürülemiyor. Orada karınlar ve kalpler kebap gibi
kızarıp eriyor sadece. Okuyalım:
"Vardıkları yer ne fena bir yerdir!"
Bir de bakıyoruz ki, bütün bunlar, yani Firavun'un
bu adamların önüne düşüp kendilerini bu kötü yere götürmesi, meğer bize
anlatılan bir hikâye imiş. Şimdi de bu hikâyeye bir değerlendirme cümlesi
ekleniyor.
99- Çarpıldıkları
azaba ek olarak hem dünyada hem de ahirette lânete uğramışlardır. Paylarına
düşen bu armağan ne fena bir armağandır.
Ayetin son cümlesinde bu acı sonları alay konusu
ediliyor, içine düştükleri durumun komikliği vurgulanıyor. Okuyoruz:
"Paylarına düşen bu armağan ne fena bir armağandır."
Bu cehennem ateşi, Firavun'un kendisine bağlı kalan
soydaşlarına armağan ettiği bir bağış, bir minnet ödülüdür!
Hani Firavun, Hz. Musa'nın karşısına çıkardığı
büyücülerine büyük bir ödül, göz kamaştırıcı bir armağan vaad etmemiş miydi?
İşte onun gözü bağlı yandaşlarına verdiği armağan, cehennem ateşi! Ne fena
bir varılacak yer ve ne kötü bir armağan! Değil mi?
Burada bu hayrete düşürücü kitabın yani Kur'an'ın,
düzeyine erişilmez anlatım ve tasvir sanatının seçkin bir örneği ile karşı
karşıyayız.
İNSANLIK AYNIDIR
Hud suresinin bu san bölümü, surenin önceki
bölümlerine, surenin giriş kısmına ve surede yeralan hikâyelere dayalı
olarak gelişen çeşitli yorumları ve değerlendirmeleri kapsamaktadır. Bu
yorumlar ve değerlendirmeler ile surenin geçen bölümleri arasında sıkı bir
bağ vardır. Bu bölümleri bütünleyerek surenin hedeflerini
gerçekleştirmektedirler.
Şu anda ele almak üzere olduğumuz bu derste yeralan
ilk değerlendirme, surede geçen hikâyelerle doğrudan ilgilidir:
"Ya Muhammed, sana anlattığımız bu olaylar, bazı
şehirlerin hikâyeleridir. Bu şehirlerin kimisï halâ duruyor, kimisi de
biçilmiş ekin tarlasına dönüşmüştür."
"O şehirlerin halklarına biz zulmetmedik, tersine
onlar kendilerine zalimlik ettiler. Allah'ın azaba ilişkin emri geldiğinde
Allah dışında imdada çağırdıkları düzmece ilahları, hiçbir dertlerine deva
olmadılar, yıkımlarını arttırmaktan başka hiçbir işlerine yaramadılar."
"İşte Rabbin, zalim halkların şehirlerinin
yakasından tutunca böyle tutar. Hiç kuşkusuz O'nun yakaya yapışması pek sert
ve acıklıdır."
İkinci değerlendirme, geçmişte bazı şehirlerin
başına inen azabı, ahiret azabından duyulacak şiddetli korkuya bir işaret
olarak sunuyor. Ve olay son derece hareketli bir kıyamet sahnesinde
canlandırılıyor:
"Ahiret azabından korkanlar için bu olaylardan
çıkarılacak dersler vardır. O gün tüm insanların toplantı günüdür, herkes o
günün canlı tanığı olacaktır."
"Biz o günü, sadece sayılı günlerin sonuna kadar
erteliyoruz."
"O gün geldiğinde Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse
konuşamaz. O gün kimi insanlar mutlu, kimisi ise bedbahttır."
"Bedbahtların varacakları yer cehennem ateşidir.
Onların orada ahlandıkları, vahlandıkları, hırıltılı seslerle inledikleri
duyulur."
Gökler ile yer dùrdukça, Rabbinin dileği uyarınca
cehennemlikler orada sürekli kalacaklardır. Hiç kuşkusuz Rabbin neyi isterse
onu yapar."
"Mutluların varacakları yer ise cennettir. Gökler
ile yer durdukça Rabbinin dileği uyarınca, cennetlikler kesintisiz bir bağış
olarak orada sürekli kalacaklardır."
Bu değerlendirmeyi, geçmişteki şehirlerin akıbetinin
ve kıyamet sahnesinin uzantısı bir başka değerlendirme izliyor. Bu
değerlendirmenin amacı da Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun-
karşı koyduğu müşriklerin kendilerinden önce yaşamış müşriklerden farklı
olmadığını vurgulamaktır. Şayet bunlar da geçmişteki müşrikler gibi kökten
yokedilme azabı ile cezalandırılmıyorlarsa, bu Rabbinin belli bir süreyi
kapsamak üzere verdiği bir sözden dolayıdır. Nitekim kendilerine kitap
geldikten sonra aralarında görüş ve inanç ayrılığına düşmelerine rağmen
Musa'nın kavmine ilişkin azap da ertelenmiştir. Ne var ki, bunlar da, onlar
da kesinlikle yaptıklarının karşılığını göreceklerdir. O halde, ey
peygamber, seninle birlikte Allah'a yönelen mü'minlerle birlikte kendi
yolunu izle. Sakın zalimlere ve müşriklere dayanıp, güvenme. Namazı kıl ve
sabret. Çünkü Rabbin iyi kimseleri mükâfatsız bırakmaz.
"Ey Muhammed, şu müşriklerin taptıkları ilahların
düzmece oldukları konusunda sakın kuşkun olmasın. Onlar vaktiyle atalarının
yaptıkları gibi asılsız ilahlara tapıyorlar. Onlara hakettikleri karşılığı
eksiksiz olarak vereceğiz."
"Musa'ya da kitap verdik, fakat bu kitap (Tevrat)
hakkında insanlar görüş ayrılığına düştüler. Eğer Rabbinin daha önce
verilmiş kesin hükmü olmasaydı, o anlaşmazlığa düşenler hakkında çoktan
hüküm verilirdi. Müşrikler Kur'an konusunda koyu bir kuşku içindedirler."
"Kuşku yok ki, Rabbin onların tümüne davranışlarının
karşılığını tam olarak verecektir. Hiç şüphesiz O, onların neler
yaptıklarından haberdardır."
"Ey Muhammed, sana emredildiği gibi dosdoğru ol;
yanındaki eski sapıklıklarından tevbe edenler de öyle olsunlar. Sakın
ölçüleri aşmayınız. Hiç kuşkusuz Allah bütün yaptıklarınızı görür."
"Sakın zalimlere eğilim, yakınlık göstermeyiniz.
Yoksa cehennemin ateşi yakalar sizi; Allah'dan başka bir dostunuz, bir
dayanağınız yoktur. O zaman O'nun yardımını göremezsiniz."
"Gündüzün iki ucunda ve gecenin ilk saatlerinde
namaz kıl; iyi ameller kötülükleri giderirler. Bu hatırlatmalar öğüt alacak
yetenekte olanlar için birer öğüttür."
"Müşriklerin sana çektirdikleri sıkıntılara karşı
sabret; çünkü Allah iyi davranışları ödülsüz bırakmaz."
Ardından, yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan kaçınan
çok az kimsenin bulunduğu, çoğunluğunsa bozgunculuğa dalıp, yok edilmeyi
hakettiği geçmiş çağlara dönülüyor:
"Sizden önceki kuşaklardan, yeryüzünde
bozgunculuktan sakındıran birtakım akıllı ve erdemli kimseler çıksaydı ya!
Sadece toplu felâketlerden kurtardığımız az sayıda kimse bu görevi yerine
getirdi. Zalimler ise kendilerini şımartan ihtiraslarına kapılarak ağır
suçlara daldılar."
"Sözkonusu şehirlerin hakları doğru yoldayken,
Rabbin oraları haksızlıkla helâk etmiş değildir."
İnsanların tuttukları yol ve eğilimler açısından
farklı özelliklere sahip olmalarına ilişkin yüce Allah'ın yasası gözler
önüne seriliyor. Şayet Rabbin dileseydi, insanları tek bir ümmet olarak
yaratırdı. Ne var ki, onun iradesi insanlara bir ölçüde seçme özgürlüğünü
vermeyi öngörmüştür.
"Eğer Rabbin dileseydi, tüm insanları tek-bir ümmet
yapardı. Oysa insanlar sürekli görüş ve inanç ayrılığı içindedirler."
"Yalnız Rabbinin merhametine mazhar olabilenler
doğru yolda görüş ve inanç birliği sağlayabiliyorlar. Zaten Allah insanları
bunun için yarattı. Rabbinin `Cehennemi, mutlaka insanlarla ve cinlerle
dolduracağım" şeklindeki sözü çoktan kesinleşti."
En sonunda ayetlerin akışı, bu surede yeralan
hikâyelerin amaçlarından birini de açıklıyor. Peygamberin gönlünü
ferahlatma, azmini pekiştirmek... Hz. Peygambere, müşriklere son sözünü
söylemesi, onlara Allah'a özgü gaybın kapsamındaki akıbetlerine havale
etmesi, Allah'a ibadet edip O'na dayanması, yaptıklarına karşılık insanları
sorgulama işini Allah'a bırakması emrediliyor.
"Sana anlattığımız, önceki peygamberlerin
hayatlarına ilişkin her olay, gönlünü ferahlatmayı ve azmini pekiştirmeyi
amaçlıyor. Bu hikâyeler sana gerçeği ilettikleri gibi, mü'minler için de
öğüt ve hatırlatma niteliğindedirler?"
"İnanmayanlara de ki, "Siz bildiğiniz gibi hareket
ediniz, biz de bildiğimiz gibi hareket edelim."
"Bekleyiniz bakalım, biz de bekliyoruz."
"Göklere ve yere ilişkin bilinmezliklerin (gaybın)
bilgisi Allah'ın tekelindedir. Her işin kesin çözüm mercii O'dur. Öyleyse
sırf O'na kulluk sun, yalnız O'na dayan; Rabbin onların neler yaptıklarından
habersiz değildir."
ÜRPETİCİ SAHNELER
100- Ya Muhammed,
sana anlattığımız bu olaylar, bu şehirlerin hikâyeleridir. Bu şehirlerin
kimisi halâ duruyor, kimisi de biçilmiş ekin tarlasına dönüşmüştür. "
101- O şehirlerin
halklarına biz zulmetmedik, tersine onlar kendilerine zalimlik ettiler.
Allah'ın azaba ilişkin emri geldiğinde Allah dışında imdada çağırdıkları
düzmece ilahları, hiçbir dertlerine deva olmadılar, yıkımlarını arttırmaktan
başka hiçbir işlerine yaramadılar. "
102- İşte Rabbin,
zalim halkların şehirlerinin yakasından tutunca böyle tutar. Hiç kuşkusuz
O'nun yakaya yapışması pek sert ve acıklıdır.
Bu kavimlerin gözler önüne serilen acıklı akıbetleri
ve sahneleri insanın ruhuna, hayaline sıkıntı vermektedir. Kimisi her tarafı
kaplayan tufanın dalgaları arasında boğulmuş, kimisi her şeyi kasıp kavuran
kasırgaya yakalanmış, kimisi dehşet verici bir gürültüye tutulmuş, kimisi
yurtları ile birlikte yer tarafından yutulmuş. Kimisi de kavimlerine öncülük
edip kıyamette onları ateşe sürüklemiş, bu arada dünyada iken başlarına
gelenler dikkatlere sunulmuş. Bu noktada, surenin akışı bu yok edilmeler ve
dehşet verici sahnelerle kalplerin ve duyguların derinliklerine etki
etmişken, şu değerlendirme yeralıyor:
"Ya Muhammed, sana anlattığımız bu olaylar, bazı
şehirlerin hikâyeleridir. Bu şehirlerin kimisi halâ duruyor, kimisi de
biçilmiş ekin tarlasına dönüşmüştür."
"Sana anlattığımız bu olaylar bazı şehirlerin
hikâyeleridir."
Bu konuda senin hiçbir bilgin yoktu. Bu örtülü gaybı
sana haber veren, vahiydir. Bunlar Kur'an'daki hikâyelerin gerçekleştirmek
istedikleri hedeflerden bazılarıdır.
"Bu şehirlerin kimisi halâ duruyor."
Bu şehirlerin kalıntıları, o toplumların güç ve
uygarlık alanında ulaştıkları düzeye tanıklık etmektedir. Ahkaf bölgesindeki
Ad kavmi ile Hicr bölgesindeki Semud kavminin kalıntıları gibi.
"Kimisi de biçilmiş ekin tarlasına dönüşmüştür."
Bir tarla gibi biçilmişlerdir. Topraktan
koparılmışlardır, yerleri kupkuru ekinsiz bir tarla gibi kalmıştır. Nuh veya
Lût kavimlerinde olduğu gibi.
Nedir toplumlar? Nedir uygarlıklar? Tıpkı bitki
tarlaları gibi bunlar da insan tarlası değil mi? Bunun da bazı fidanları
temiz, bazısı pistir. Bazısı gelişir, bazısı kurur.
"O şehirlerin halklarına biz zulmetmedik, tersine
onlar kendilerine zalimlik ettiler."
Çünkü onlar kavrama yeteneklerini devre dışı
bırakmışlardı. Doğru yola sırt çevirmişlerdi. Allah'ın ayetlerini
yalanlamışlardı. Tehditleri alaya almışlardı. Bu yüzden, zulme uğramayan
buna karşın kendi kendilerine zulmeden toplumların başına gelen, onların da
başına gelmiştir.
"Allah'ın azaba ilişkin emri geldiğinde Allah
dışında imdada çağırdıkları düzmece ilahları, hiçbir dertlerine deva
olmadılar, yıkımlarını arttırmaktan başka hiçbir işlerine yaramadılar."
Bu da Kur'an'da yeralan bu hikâyelerin
gerçekleştirdiği bir başka hedef. bilindiği gibi bu sure Allah'dan
başkasının hükmüne başvuranlara, O'ndan başkasına itaat edenlere yönelik bir
uyarı ile başlamıştı. Her gelen peygamberle birlikte bu uyarı yinelenmiş ve
onlara şöyle denmişti: "Şu sahte Rabbler sizi Allah'a karşı
koruyamayacaklardır." İşte bakın, akıbetler, bu uyarıyı doğrulamaktadır.
Allah'a ortak koştukları sahte tanrılar hiçbir işlerine yaramadı. Rabbinin
azaba ilişkin emri geldiğinde, bu azabı durduramadılar. Daha doğrusu bu
düzmece tanrılar, onların hüsranını, yok edilişlerini arttırmaktan başka bir
işe yaramadılar. (Ayette geçen "Tetbib" ifadesi yapısı ve sert vurgusu ile
oldukça güçlü bir ifadedir) Bu şu demektir: Onlar o sahte ilahlara güvenip
dayandılar. Bunlar da onların şımarıklıklarını, yalanlamalarını arttırdılar.
Yüce Allah da başlarına gelen felâketi, yokolma azabını şiddetlendirdi. İşte
"yıkımlarını artırmaktan başka hiçbir işlerine yaramadılar" ifadesinin
anlamı budur. Çünkü bu düzmece tanrılar onlara herhangi bir zarar
dokunduramadıkları gibi, bir yarar dokundurma gücüne de sahip değiller. Ne
var ki, bu düzmece tanrılar yüzünden müşriklerin zararı ikiye katlanıyor,
yokoluşları ağırlaşıyor, başlarına gelen felâket dayanılmaz oluyor.
"İşte Rabbin, zalim halkların şehirlerinin
yakasından tutunca böyle tutar."
Sana anlattığımız şekilde... Rabbin şehirlerin
yakasına, zulümlerinden dolayı yapışınca böyle yokeder. Böyle bir felâket
indirir başlarına. Zulmettiklerinde, yani Rabblik açısından Allah'a ortak
koşmak, yeryüzünde bozgun çıkarmak, tevhid ve ıslah çağrısına sırt çevirmek
suretiyle kendi kendilerine zulmettiklerinde... Artık bu şehirlerde zulüm
alabildiğine yaygınlaşır. Zalimler egemen olurlar.
"Hiç kuşkusuz O'nun yakaya yapışması pek sert ve
acıklıdır."
Ama kendilerine belli bir süre tanındıktan, dünya
nimetlerinden diledikleri gibi yararlanma fırsatı bulup denemeye tabi
tutulduktan, peygamberler apaçık belgelerle gelip bahanelerini ortadan
kaldırdıktan, ayrıca toplumu ıslah etmek için mücadele eden hak
davetçilerinin azınlıkta oldukları, sapıklığın kol gezdiği zalim toplumun
hayatında hiçbir etkinlikleri olmadığı ortaya çıktıktan sonra... Ayrıca
mü'min topluluk, sapıklı içinde yüzen kavimlerinden tamamen ayrılıp, kendini
ayrı bir dine, ayrı bir i aha, bağımsız mü'min bir önderlik kadrosuna ve
ayrı bir dostluk bağı etrafında kümelenmiş farklı bir millet olarak
tanımladıktan sonra... Arkasından tüm bu gerçekleri müşrik kavmine açıkça
duyurup, onları zaman boyunca değişikliğe uğramamış yasa uyarınca, yüce
Allah'ın takdir ettiği akıbetleri ile başbaşa bıraktıktan sonra...
BİR DE AHİRETTE AZAP
Bu zorlu ve acıklı cezalandırma, ahirette
karşılaşılacak azabın belirtisidir. Ahiret azabından korkanlar bunu
görürler. Daha doğrusu, bu dünyada zalimliklerinden dolayı şu şehirlerin
halklarının başına geleni, ahirette de günahları yüzünden yakalarına
yapışacak azabın dehşetini kavramak için basiretlerini açan ve azaptan
çekinenler bunun farkındadır. Burada ayetlerin akışı, konunun bütünlüğü
içinde iki yolculuğu birbirine bağlamak için Kur'an'ın yöntemi uyarınca,
insan kalbini dünya sahnesini seyrederken alıp, kıyamet sahnelerini
seyretmeye götürüyor.
103- Ahiret
azabından korkanlar için bu olaylardan çıkarılacak dersler vardır. O gün tüm
insanların toplantı günüdür, herkes o günün canlı tanığı olacaktır.
104- Biz o günü,
sadece sayılı günlerin sonuna kadar erteliyoruz.
105- O gün
geldiğinde Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse konuşamaz. O gün kimi insanlar
mutlu, kimisi ise bedbahttır.
106- Bedbahtların
varacakları yer cehennem ateşidir. Onların orada ahlandıkları,
vahlandıkları, hırıltılı seslerle inledikleri duyulur.
107- Gökler ile yer
durdukça, Rabbinin dileği uyarınca cehennemlikler orada sürekli
kalacaklardır. Hiç kuşkusuz Rabbin neyi isterse onu yapar.
108- Mutluların
varacakları yer ise cennettir. Gökler ile yer durdukça Rabbinin dileği
uyarınca cennetlikler kesintisiz bir bağış olarak orada sürekli
kalacaklardır.
Onların çarpıldıkları bu çetin, bu acıklı cezada
ahiret azabına benzer yönler vardır. İnsana o günü hatırlatıyor, insanı o
günün azabından korkutuyor. Gerçi bu olayı sadece ahiretten korkanlar
görebilir. Basiretleri ve kalpleri parlatan bu takva sayesinde basiretleri
açılır.
Ahiretten korkmayanlara gelince, onların kalpleri
taşlaşmıştır, Allah'ın ayetlerini algılayacak şekilde açılmaları mümkün
değildir. Yaratılış ve yeniden dirilişin hikmetini anlayamazlar. Bu işlemin
sadece dünya hayatında meydana gelen kısmını görebilirler. Fakat bu dünya
hayatında meydana gelen ibret verici olaylar bunlara ne öğüt verir, ne de
anlamalarını sağlar.
Sonra bu günün tanıtımına geçiliyor:
"O gün tüm insanların toplantı günüdür. Herkes o
günün canlı tanığı olacaktır."
Burada toplanma sahnesi tüm yaratıkları kapsayacak
genişlikte canlandırılıyor. Bu toplantı, istekleri dışında gerçekleşiyor.
Her şeyin apaçık sergilendiği sahneye doğru genel bir hazırlıktır bu. Herkes
geliyor. Ve herkes biraz sonra neler olacağı beklentisi içindedir.
"O gün geldiğinde Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse
konuşamaz."
Bu ürkütücü suskunluk herkesi, her yeri kaplamıştır.
İçindekilerle birlikte kuşatıcı bir dehşet çökmüştür sahnenin üzerine.
Konuşmak izne bağlıdır. Hiç kimse isteğini ifade etme cesaretini bulamaz
kendisinde. Ancak yüce Allah'ın dilediği kimselere konuşma izni verilir.
Onun izni ile suskunluğu bozar. Sonra ayırım ve dağıtım işlemi başlıyor.
"O gün kimi insanlar mutlu, kimisi ise bedbahttır."
Bu sözlerin arkasından "bedbahtların" cehennemde
canlarının sıkıldığını seyrediyoruz. Sıcaktan, kapalılıktan ve sıkıntıdan
"ahlandıklarını, vahlandıklarını, hırıltılı seslerle inlediklerini"
gözlüyoruz. "Mutlular" ise cennettedirler. Orada sürekli bir bağışla
karşılandıklarını, bu bağışın hiçbir zaman, kesintiye uğramadığını,
durdurulmadığını görüyoruz.
"Göklerle yer durdukça."
Her iki grup da bulunduğu yerde sürekli kalacaktır.
Bu ifade zihinde süreklilik ve kesintisizlik anlamını canlandırmaktadır. Her
ifadenin bir gölgesi vardır. Burada yeralan bu ifadenin gölgesi de budur.
Ancak ayetlerin akışı her iki durumdaki sürekliliği
de Allah'ın dilemesine bağlamıştır. Her karar, her kanun sonunda O'nun
dilemesine bağlıdır çünkü. Kanunları belirleyen Allah'ın iradesidir, O'nun
iradesi bu kanunla kayıtlı, onlarla sınırlı değildir. O'nun iradesi
serbesttir, dilediği zaman bu kanunları değiştirir.
"Kuşkusuz Rabbin neyi isterse onu yapar."
Ayetlerin akışı mutluların içinde bulundukları
güvenli durumu daha bir arttırmak için, Allah'ın iradesinin onlara yönelik
bağışının kesintisiz olmasını dilediğini belirtiyor. Söz gelişi cennetteki
yerleri değiştirilse bile, Allah'ın onlara yönelik bağışı kesintiye
uğramayacaktır. Böyle bir şey sözkonusu olmamakla beraber, sınırlanacağı
sanıldığı bir sırada bile yüce Allah'ın iradesinin serbestliğini vurgulamak
için yeralıyor bu ifade.
GÜVEN VE UYARI
Gelmiş, geçmiş çeşitli toplumların dünya hayatındaki
akıbetlerinin sunulması, dünya ve ahiretteki azap arasındaki benzerliğin
vurgulanması, Allah'ın ayetlerini yalanlayanları hem burada, hem de orada
veya önce burada, sonra orada bekleyen azabın tasviri münasebetiyle,
ahiretteki akıbetlerine tekrar tekrar değinildikten sonra ayetlerin akışı,
peygamber (s.a.s) ve onun safında yeralan Mekke'deki mü'min azınlık
açısından sevinç ve güven, buna karşılık kavminden yalanlayanlar açısından
da açıklama ve uyarı anlamında anlatılan hikâyelerden ve sunulan sahnelerden
yararlanılacak unsurları açıklamaya dönüyor. Çünkü bu kavmin de atalarının
taptığı ilahlara ibadet ettikleri -yani onlar da bu hikâyelerde anlatılan
milletler gibi, onların akıbetlerine benzer akıbetlere uğrayacakları-
konusunda birtakım kuşkular vardı. Oysa bunların cezalandırılmaları bir süre
için ertelenmişse, Musa'nın kavmine yönelik yok etme cezası da dinlerinde
görüş ayrılıklarına düşmelerine rağmen ertelenmişti. Hiç kuşkusuz bir süre
bekletilmeleri yüce Allah'ın dilediği bir durum içindedir. Ne var ki, Hz.
Musa'nın kavmi ile Hz. Muhammed'in kavmi aynı durumdadır. Süreleri dolduktan
ve belirlenen vakit geldikten sonra hakettikleri cezaya çarptırılacaklardı.
Onlar gerçeğe uydukları için cezaları ertelenmiş değildir. Peygamberi
yalanlayanlar da kesinlikle ataları gibi batıla uymaktadırlar.
109- Ey Muhammed, şu
müşriklerin taptıkları ilahların düzmece oldukları konusunda sakın kuşkun
olmasın. Onlar vaktiyle atalarının yaptıkları gibi asılsız ilahlara
tapıyorlar. Onlara hakettikleri karşılığı eksiksiz olarak vereceğiz.
110- Musa'ya kitap
verdik, fakat bu kitap (Tevrat) hakkında insanlar görüş ayrılığına düştüler.
Eğer Rabbinin daha önce verilmiş kesin hükmü olmasaydı, o anlaşmazlığa
düşenler hakkında çoktan hüküm verilirdi. Onlar Tevrat konusunda koyu bir
kuşku içindedirler.
111- Kuşku yok ki,
Rabbin onların tümüne davranışlarının karşılığını tam olarak verecektir. Hiç
şüphesiz, O, onların neler yaptıklarından haberdardır.
Şu kavminin ibadetinin boşuna olduğu konusunda
içinde bir kuşku uyanmasın. Sesleniş Peygamberimize -salât ve selâm üzerine
olsun- yöneliktir, uyarı ise kavmine... Bu yöntem kimi zaman insan ruhu
üzerinde daha etkindir. Bununla konunun önemine işaret ediliyor. O kadar ki,
yüce Allah bunu peygamberine açıklıyor, onlardan biriyle tartışmıyor, bu
şirke bulaşmış birine hitap etmiyor. Amaç onları önemsememek, onları
küçümsemektir. Bu durumda bu denli saf ve net olan gerçeğe daha çok ilgi
duyarlar. Doğrudan doğruya onlara hitap edilmiş olsaydı bu kadar etkili
olmayacaktı.
"Ey Muhammed, şu müşriklerin taptıkları ilahların
düzmece oldukları konusunda sakın kuşkun olmasın. Onlar vaktiyle atalarının
yaptıkları gibi asılsız ilahlara tapıyorlar."
Şu halde akıbetleri de onlarınki gibi olacaktır...
Azap... Ama üslubun genel havası ile uyum sağlamak için bu yargı, ifade
içinde örtülü olarak geçiştiriliyor.
"Onlara hakettikleri karşılığı eksiksiz olarak
vereceğiz."
Onlardan önceki toplumların hakettiklerine
bakıldığında, kendi paylarına ne tür bir azabın düşeceği apaçık ortadadır.
Nitekim önceki toplumların uğradığı akıbetten birkaç örnek, birkaç sahne
seyretmiştik.
Musa'nın kavminde olduğu gibi, onlar da bu dünyada
toptan yokedilme cezasına çarptırılmayabilirler.
"Musa'ya da kitap verdik. Fakat bu kitap hakkında
insanlar görüş ayrılığına düştüler."
Konuşmaları, inançları ve ibadet biçimleri
birbirinden ayrıldı. Ne var ki, yüce Allah, daha önce onların hesaplarının
eksiksiz şekilde görülmesini kıyamet gününe bırakmayı hükme bağlamıştı.
"Eğer Rabbinin daha önce verilmiş, kesin hükmü
olmasaydı, o anlaşmazlığa düşenler hakkında çok hüküm verilirdi."
Bir hikmetten dolayı bu hüküm verilmemiştir. Kökten
yokedilme azabına çarptırılmamalarının bir hikmeti vardır. Çünkü onların bir
kitabı vardır. Peygamberlerin izleyicileri arasında kendilerine kitap
verilenlerin hakkındaki hüküm, kıyamet gününe kadar ertelenmiştir. Çünkü
kitap apaçık bir belge ve sürekli bir yol göstericidir. Bütün nesiller, ilk
defa kendilerine bu kitap inmiş bulunan nesil gibi onu inceleyip kavrama
imkânına sahiptirler. Ama bir tek neslin görme imkânına sahip olduğu somut
mucizelerde durum böyle değildir. O nesil de ya bu mucizeden sonra inanacak
ya da inanmayacak o zaman da azaba çarptırılacaktır. Tevrat ve İncil de
birbirlerini bütünleyen ve son kitap (Kur'an) gelene kadar tüm nesillerin
kullanımına sunulan iki kitaptı. Kendisinden önce inmiş bulunan Tevrat ve
İncil'i doğrulayan bu kitap, tüm insanlara yönelik son kitaptır. Bütün
insanlar ona çağrılır, aralarında Tevrat ve İncil'in izleyicileri de olmak
üzere bütün insanlar bu kitabın esaslarına göre hesaba çekileceklerdir.
"Onlar" yani Musa'nın kavmi...
"Tevrat hakkında koyu bir kuşku içindedirler."
Yani Musa'nın kitabı hakkında. Çünkü bu kitap, yani
Tevrat Musa'nın ardından nesiller sonra kaleme alınmıştır. Bu yüzden kitapta
birbirleriyle çelişen rivayetler, çeşitli karşılıklar yeralmıştır. Kitapta
uyulacak kesin bir şey yoktur.
Azap belli bir sürenin sonuna kadar ertelenmiş, ama
herkes iyi-kötü tüm davranışlarının karşılığını görecektir. Her şeyi bilen
ve her şeyden haberdar olan yüce Allah onların amellerinin karşılığını
eksiksiz olarak verecektir.
"Kuşku yok ki, Rabbin onların tümüne davranışlarının
karşılığını tam olarak verecektir. Hiç şüphesiz O, onların neler
yaptıklarından haberdardır.
İfadede birbirini güçlendiren çeşitli vurgulamalar
yeralmaktadır. Böylece hiç kimse de alınacak karşılık, bu karşılığın tam
olarak verileceği, bekletilme ve erteleme konusunda kuşku kalmaması
amaçlanmaktadır. Ta ki, bu toplumun hayat tarzının batıl olduğu, bunda
kuşkuya yer olmadığı, bunun da daha önceki müşriklerin işledikleri şirkin
aynısı olduğu konusunda hiç kimse kuşkuya kapılmasın.
Kuşkusuz bu vurgulamaları, o dönemdeki hareketin
pratik uygulaması gerektirmişti. O zaman müşrikler, davet hareketine,
peygambere, -salât ve selâm üzerine olsun- ve onun yanında yeralan mü'min
azınlığa karşı son derece inatçı bir tavır takınmıştı. Hemen hemen İslâma
davet hareketi donmuş gibiydi. Allah'ın müşriklere vadettiği azap da
ertelenmişti, bir türlü gerçekleşmiyordu. Mü'min kitle sürekli işkence
görüyordu. Buna karşılık İslâm düşmanları kurtulmuş gibiydiler.. Nitekim bu
dönemde bazı kalpler sarsılmıştı. Hatta sağlam bazı kalpler bile
karamsarlığa kapılmıştı. Böylesine bir teselliye, böylesine bir
yüreklendirmeye ihtiyaçları vardı: Hiçbir şey mü'min gönülleri,
düşmanlarının Allah'ın düşmanı olduğunun ve hayatlarının şüphesiz batıla
dayandığının vurgulanması kadar yüreklendirmezdi.
Yine, zalimlere mühlet tanınmasında, tağutlarla
hesaplaşmanın cezalarını çekmekten yakalarını kurtaramayacâkları, belli bir
güne bırakılmış olmasında yüce Allah'ın hikmetinin ön plana çıkarılması gibi
hiçbir şey mü'min gönüllere güven vermez, onları yüreklendirmez.
Böylece İslâm inancına göre yolalmanın gerektirdiği
sonuçları, eylemleri Kur'an ayetlerinin içinden algılıyoruz. Kur'an'ın
müslüman cemaatin yanında nasıl savaşa giriştiğini, onun için yoldaki
işaretleri nasıl birer birer belirlediğini görüyoruz.
ALLAH'IN DEĞİŞMEZ
KANUNU
Bu açıklama yapılırkén, başvurulan bu vurgulu
ifadeler insanın içine, yüce Allah'ın yaratıkları, dini vaadi ve tehditi
hakkındaki yasasının kendisi için belirlenen doğrultuda yürürlükte olduğu
duygusunu yerleştiriyor. O halde Allah'ın dinine inananlar, insanları
Allah'ın dinine çağıranlar, emredildikleri gibi kendi yollarını dosdoğru
izlemelidirler. Dinin belirlediği sınırları aşmamalıdırlar, ona herhangi bir
eklemede bulunmamalıdırlar. Ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar kesinlikle
zalimlerle uzlaşmamalıdırlar. Yol ne kadar bitmez tükenmez gibi görünse de
Allah'dan başkasına itaat etmemelidirler, ondan başkasının hükmüne
uymamalıdırlar. Ayrıca yol için gerekli olan azığı hazırlamalıdırlar. Yüce
Allah'ın belirlediği yasa, dilediği bir zamanda gerçekleşene kadar
sabretmelidirler.
112- Ey Muhammed,
sana emredildiği gibi dosdoğru ol; yanındaki eski sapıklıklarından tevbe
edenler de öyle olsunlar. Sakın ölçüleri aşmayınız. Hiç kuşkusuz Allah bütün
yaptıklarınızı görür,
113- Sakın zalimlere
eğilim, yakınlık göstermeyiniz. Yoksa cehennem ateşi yakalar sizi; Allah'dan
başka bir dostunuz, bir dayanağınız yoktur. O zaman O'nun yardımını
göremezsiniz.
114- Gündüzün iki
ucunda ve gecenin ilk saatlerinde namaz kıl ; iyi ameller kötülükleri
giderirler. Bu hatırlatmalar öğüt alacak yetenekte olanlar için birer
öğüttür.
115- Müşriklerin
sana çektirdikleri sıkıntılara karşı sabret; çünkü Allah, iyi davranışları
ödülsüz bırakmaz.
Bu emir, hem Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine
olsun- hem de onun yanında eski sapıklıklarından tevbe etmiş mü'minlere
yöneliktir.
"Sana emredildiği gibi dosdoğru ol."
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu
emrin dehşetini ve etkisini ta derinden hissetmişti. Hatta O'nun, bu emre
işaret ederek şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hud suresi saçımı ağarttı."
Ayette geçen istikamet kelimesi, itidal yani sağa
sola sapmadan belirlenen metod doğrultusunda yol almak anlamına gelmektedir.
Bu ise; sürekli uyanıklığı; tedbirli olmayı, yolun sınırlarını daima
gözetmeyi, çeşitli yönlere az-çok eğilim gösterebilen insani tepkileri
kontrol altında tutmayı gerektirir. Kısacası bu, hayattaki her harekette
sürekli tetikte olmayı gerektiren bir durumdur.
Burada dikkat edilmesi gereken husus, emredildiği
şekliyle dosdoğru olmaya ilişkin emirden sonra yeralan yasaklamanın, dinde
kusur etmeyi, dini eksik yaşamayı önlemeye yönelik bir yasaklama
olmadığıdır. Tersine azgınlık ve belirlenen sınırları aşma eylemidir
yasaklanan. Çünkü dosdoğru olmaya ilişkin emir, arkasından vicdanda meydana
gelen uyanıklık ve dikkatlilik durumu insanı aşırılığa ve abartılı
davranışlara itebilir. Bu da Allah'ın dinini kolayken zorlaştırır. Oysa yüce
Allah, dinini nasıl indirmişse, öyle yaşanmasını ister. İnsanların
emredildiği şekliyle dosdoğru olmalarını ister. Aşırıya kaçmalarım,
taşkınlık yapmalarını istemez. Çünkü taşkınlık ve aşırılık tıpkı vurdum
duymazlık ve dini yarım yamalak yaşamak gibi bu dini, temel karakterinin
dışına çıkarır. Bu nokta özenle dikkat edilmesi gereken büyük değere sahip
bir noktadır. Ruhları, sapmadan, aşırıya kaçmadan veya ihmalkârlık
göstermeden belirlenen yolda tutmak için gereklidir bu dikkat.
"Hiç kuşkusuz Allah bütün yaptıklarınızı görür."
Ayette geçen "Basir = görür" kelimesi "Basiret"ten
gelir ve bu konuya da son derece uygun düşmektedir. Çünkü bu konu basiretin,
güzel kavrayış ve değerlendirişin vurgulandığı bir konudur.
Öyleyse ey peygamber, emredildiğin gibi dosdoğru ol;
senin yanında yeralan eski sapıklıklarından tevbe etmiş kimseler de öyle
olsunlar.
"Sanık zalimlere eğilim, yakınlık göstermeyiniz.
Yoksa cehennem ateşi yakalar sizi."
Zalimlere dayanmayın, güvenmeyin. Yeryüzünde güç
kaynaklarını ellerinde bulunduran, ellerindeki bu kuvvetle kulları Allah'ın
dışında birtakım yaratıklara kulluk yapmaya zorlayan tağutlara, zorba
zalimlere dayanmayın. Onlara dayanıp güvenmeyin. Çünkü sizin onlara güvenip
dayanmanız, onların işlediği bu büyük kötülüğü onayladığınız anlamına gelir.
Bu, onların işlediği büyük kötülüğün günahına ortak olmanız demektir.
"Yoksa cehennem ateşi yakalar sizi." Bu sapmanın
cezası olarak...
"Allah'dan başka bir dostunuz, bir dayanağınız
yoktur. O zaman O'nun yardımını göremezsiniz."
Böyle bir dönemde belirlenen yolu dosdoğru izlemek
son derece zor ve meşakkatli bir iştir. İnsana yardımı dokunacak kalıcı bir
azığa ihtiyaç duyulur. İşte yüce Allah, Peygamberine -salât ve selâm üzerine
olsun- ve O'nun yanındaki mü'min azınlığa yol azığı gösteriyor.
"Gündüzün iki ucunda ve gecenin ilk saatlerinde
namaz kıl."
Hiç kuşkusuz yüce Allah, tüm azıkların tükendiği bir
sırada namazın kalıcı bir azık olduğunu biliyordu. İnsanın ruhsal yapısını
dayanıklı kılan, kalplerin ağır yükümlülükleri olan gerçeğe sıkı sıkıya
sarılmalarını sağlayan azık budur. Çünkü namaz, kalpleri, kullarına karşı
merhametli, şefkatli, kullarına yakın ve isteklerine cevap veren yüce
Allah'a bağlar. Karamsarlığa kapıldığı bir sırada, şu uğursuz ve günahkâr
cahiliye toplumu içinde kendini yalnız hissettiği bir sırada üzerine
yakınlık ve şefkat meltemlerini estirir.
Ayet burada gündüzün iki ucundan söz ediyor. Bu
gündüzün başlangıcı ile sonudur. Gecenin ilk saatlerinden maksat, gecenin
akşama yakın saatleridir. Bu ise, sayı sıralaması getirmeden farz namazların
vakitlerini kapsamaktadır. Farz namazların sayısı ve vakitleri
Peygamberimizin sünneti ile belirlenmiştir. Ayette, namaz kılmak -eksiksiz
ve dosdoğru bir şekilde- emredildikten sonra iyi amellerin kötülükleri
giderdiği vurgulanıyor. Bu ifade geneldir ve tüm iyilikleri kapsamaktadır.
Namaz da en büyük iyiliklerden biridir. Bu sınıflandırmaya öncelikle
dahildir. Yoksa bazı tefsircilerin anladığı gibi kötülükleri gideren iyilik
namazla sınırlı değildir.
"Bu hatırlatmalar öğüt alacak yetenekte olanlar için
birer öğüttür."
Namaz bir hatırlamadır, bu yüzden şu değerlendirme
son derece yerinde ve namaza uygun düşen bir değerlendirmedir.
Belirlenen yolda emredildiği gibi dosdoğru olmak,
insanın sabretmesini gerektiren bir durumdur. Aynı şekilde yüce Allah'ın
yalanlayanlara ilişkin yasasının gerçekleşmesi için belirlenen sürenin
dolmasını beklemek de, sabırlı olmayı gerektirir. Bu yüzden, hem dosdoğru
olmaya ilişkin emir, hem de ondan önce yeralan direktifler üzerine şu
değerlendirme yeralıyor:
"Sabret, çünkü Allah iyi davranışlıları ödülsüz
bırakmaz."
Emredildiği şekliyle dosdoğru olmak iyi bir
davranıştır. Namazları vakitlerinde kılmak iyi bir davranıştır. Yalanlama
tuzağına karşı sabretmek iyi bir davranıştır. Ve Allah iyi davranışlıları
ödülsüz bırakmaz.
GEÇMİŞLERİN AKİBETİ
Sonra surenin akışı yeniden yokedilen şehirler ve
geçmiş çağlar üzerine yapılan yorumu ve değerlendirmeyi tamamlamaya dönüyor.
Üstü kapalı bir şekilde, şayet o çağlarda ya da o şehirlerde Allah katından
kendileri için iyilik dileyen birtakım insanlar olsaydı, yeryüzünde
bozgunculuğun yayılmasını önleselerdi, zalimleri zulmetmekten alıkoysalardı,
yüce Allah'ın bu şehirleri kökten yoketme azabı ile cezalandırmayacağına
değiniyor. Çünkü yüce Allah halkı iyi davranan şehirleri, haksız yere
cezalandırmaz. Ya da bu şehirlerin halkı arasında yeralan iyi kimselerin
gücü zulüm ve bozgunculuğu önlemeye yettiği sürece yüce Allah onları
cezalandırmaz. Ama bu halk arasındaki mü'minler azınlıkta olsalar, toplum
içinde etkinlikleri ve güçleri olmazsa, yüce Allah onları kurtarır. Ama bu
şehirlerin halkı arasında şımaran kimseler, onları izleyenler, onlara itaat
edenler çoğunluktaydı. Dolayısıyla bu şehirler halklarının zalimliklerinden
dolayı cezalandırıldılar!
116- Sizden önceki
kuşaklardan, yeryüzünde bozgunculuktan sakındıran birtakım akıllı ve erdemli
kimseler çıksaydı ya! Sadece toplu felaketlerden kurtardığımız az sayıda
kimse bu görevi yerine getirdi. Zalimler ise kendilerini şımartan
ihtiraslarına kapılarak ağır suçlara daldılar.
117- Sözkonusu
şehirlerin halkları doğru yoldayken, Rabbin oraları haksızlıkla helak etmiş
değildir.
Bu ifade, yüce Allah'ın milletlerin hayat
süreçlerine ili,kin yasa sisteminden bir kanunu ortaya koymaktadır. Buna
göre, herhangi bir şekilde insanların Allah'dan başkasına kulluk
yapmalarıyla içinde bozgunculuk başgösteren bir millette, bu durumu bertaraf
etmek için harekete geçen kimseler bulunuyorsa, o millet kurtulmuş bir
millettir. Yüce Allah azap etmek, köklerini kurutmak suretiyle on arı
cezalandırmaz. Ama zalimlerin zulüm işledikleri, bozguncuların bozgunculuk
yaptıkları, buna karşılık içinde bu zulme ve bozgunculuğa karşı koyacak
kimsenin bulunmadığı veya bu durumdan hoşnut olmamasına rağmen bozulmuş
realiteye etki edecek gücü bulunmayan kimselerin yeraldığı milletler ya
kökten yokedilme felâketi ile ya da çözülme ve çökme felâketi ile
cezalandırılmalarını gerektiren Allah'ın kanunun işlemesini hakederler.
O halde, Allah'ın bir ve ortaksız Rabblığını egemen
kılmaya davet edenler, yeryüzünü Allah'dan başkasına kulluk yapma
çirkefinden dolayı içine düştüğü fesattan temizlemeye çağrı yapan mü'minler,
halklar ve milletler için Allah'ın azabına karşı emniyet sübobu
niteliğindedirler. Bu ise, Allah'ın Rabblığını egemen kılmak için mücadele
eden savaşçıların her çeşit zulüm ve bozgunculuğa karşı koyan davetçilerin
değerini ortaya koymaktadır. Çünkü onlar sadece Rabblerine ve dinlerine
karşı görevlerini yerine getirmekle kalmıyorlar, bununla Allah'ın öfkesini,
felâket ve perişanlığı gerektiren azabını da milletlerinden uzaklaştırmış
oluyorlar.
HİDAYET VE SAPIKLIK
Son değerlendirme, insanların doğru yol ve sapıklık
açısından ayrı tutumlar içinde olacaklarına ve yüce Allah'ın yaratıklarının
her iki tarafa yönelişleri ile ilgili olarak yürürlüğe koyduğu değişmez
yasasına ilişkindir.
118- Eğer Rabbin
dileseydi, tüm insanlar! tek bir ümmet yapardı. Oysa insanlar sürekli görüş
ve inanç ayrılığı içindedirler.
119- Yalnız Rabbinin
merhametine mazhar olabilenler doğru yolda görüş ve inanç birliği
sağlayabiliyorlar. Zaten Allah insanları bunun için yarattı. Rabbinin
"cehennemi, mutlaka insanlarla ve cinlerle dolduracağım" şeklindeki sözü
çoktan kesinleşti.
Şayet yüce Allah, dileseydi bütün insanları aynı
düzeyde ve ortak yeteneklere sahip kimseler olarak yaratırdı. Bir
değişiklik, bir farklılık olmaksızın birbirinden kopya edilmiş nüshalar gibi
yaratırdı. Yeryüzünde takdir edilen bu hayatın tabiatı bunu gerektirmiyor.
Yüce Allah'ın yeryüzüne halife olarak atadığı şu insan denen yaratığın
tabiatı da buna uygun değildir.
Yüce Allah insan denen yaratığın değişik
yeteneklere, farklı yönelişlere sahip olmasını dilemiştir. O'na dilediği
tarafa yönelebilme özgürlüğünü bahşetmeyi dilemiştir. Kendi yolunu
kendisinin seçmesini, yaptığı seçimin karşılığını görmesini dilemiştir.
O'nun yasası böyle olmasını gerektirdi, iradesi bu yönde gerçekleşti. Doğru
yolu seçen de sapıklığı seçen gibidir. İkisi de aynıdır, yüce Allah'ın
yaratıklarının seçimlerine ilişkin yürürlüğe koyduğu yasanın doğrultusunda
hareket etmeleri bakımından. İnsan denen yaratığın seçme özgürlüğüne sahip
olmasını ve seçtiği sistemin ve metodun cezasını bu seçime göre görmesini
öngören ilahi iradeye uygun olarak gerçekleşmesi bakımından doğru yolu
seçmek ile sapıklığı seçmek birdir.
Yüce Allah insanların tek bir millet olmamalarını
dilemiştir. Bunun sonucunda farklı tabiatlara, ayrı görüşlere sahip olmaları
gerekmiştir. Bu ayrılığın, inancın temellerine kadar uzanması gerekmiştir.
Kuşkusuz Allah'ın rahmetine mazhar olanlar bu kuralın dışındadırlar. Onlar
gerçeği bulmuşlardır. -Gerçekse tektir, birden fazla değildir- Gerçeğin
etrafında birleşmişlerdir. Bu durum onların sapıklardan ayrı oluşları
gerçeğini ortadan kaldırmaz.
"Rabbinin "cehennemi mutlaka insanlarla ve cinlerle
dolduracağım" şeklindeki sözü çoktan kesinleşti."
Bununla anlaşılıyor ki, yüce Allah'ın rahmetine
mazhar olup kötülüklerden sakınan hak taraftarlarını başka bir akıbet
beklemektedir. Bu akıbet cennettir. Hak taraftarları ile ayrılığa düşen,
ayrıca çeşitli batıl safları ve sayısız sistemleri adına kendi aralarında
görüş ayrılığına düşen sapıklar, cehennemi doldurdukları gibi onlar da
cenneti dolduracaklardır.
VE SURE BİTERKEN
Son bölüm, peygamberimize yönelik bir hitaptır.
Anlatılan hikâyelerin bir bir sunulması ile hem kendisi hem de mü'minler
için gözetilen hikmet vurgulanmaktadır burada. İnanmayanlara gelince, onlara
son sözünü söylemesi, ilişkileri tümden koparıp kesin şekilde ayrılması,
onları Allah'a özgü gaybın kapsamında olan akıbetleri ile başbaşa bırakması
istenmektedir. Sonra Allah'a ibadet etmesi O'na dayanması ve kavmini de
yapacağını yapmak üzere kendi halinde bırakması emredilmektedir.
120- Sana
anlattığımız, önceki peygamberlerin hayatına ilişkin her olay, gönlünü
ferahlatmayı ve azmini pekiştirmeyi amaçlıyor. Bu hikâyeler sana gerçeği
ilettikleri gibi mü'minler için de öğüt ve hatırlatma niteliğindedirler.
121- İnanmayanlara
de ki; `Siz bildiğiniz gibi hareket ediniz, biz de bildiğimiz gibi hareket
edelim. '
122- Bekleyiniz
bakalım, biz de bekliyoruz.
123- Göklere ve yere
ilişkin bilinmezliklerin (gaybın) bilgisi Allah'ın tekelindedir. Her işin
kesin çözüm mercii O'dur. Öyleyse sırf O'na kulluk sun, yalnız O'na dayan;
Rabbın onların neler yaptıklarından habersiz değildir.
Aman Allah'ım... Yüce Allah'ın peygamberine
söylediklerine bakın... Hiç kuşkusuz Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine
olsun- kavminden, nefislerinin sapmalarından ve davetin acılığından
etkileniyor, üzülüyordu. Bunlar da teselli etmeyi, gönlünü ferahlatmayı,
yüreklendirmeyi gerektiren şeylerdi. Oysa Hz. Peygamber -salât ve selâm
üzerine olsun- sabırlı, dirençli ve Rabbine güvenen biriydi.
"Sana anlattığımız önceki peygamberlerin hayatlarına
ilişkin her olay, gönlünü ferahlatmayı ve azmini pekiştirmeyi amaçlıyor."
"Bu hikâyeler sana gerçeği iletiyorlar."
Yani bu surede davet işine, peygamberlerin
hikâyelerine, Allah'ın evrensel yasalarına, insanların doğrulamalarına ve
tehditlere ilişkin gerçek yeralıyor.
"Mü'minler için de öğüt ve hatırlatma
niteliğindedirler."
Geçmiş çağlarda meydana gelen ibret verici olaylarla
onlara öğüt veriyor. Allah'ın kanunlarını, emir ve yasaklarını hatırlatıyor.
Ama inanmayanlara gelince, bundan sonra öğüt
alacakları yok, gerçekleri de göremezler. Son sözü söylemek gerekir, bundan
sonra kesin ayrılık kaçınılmazdır.
"İnanmayanlara de ki; `Siz de bildiğiniz gibi
hareket ediniz, biz de bildiğimiz gibi hareket edelim."
"Bekleyiniz bakalım, biz de bekliyoruz."
Tıpkı, bu surede hikâyeleri yeralan kardeşlerinin
kavimlerine dedikleri gibi, onları akıbetleri ile başbaşa bıraktıkları gibi,
Allah'a özgü gaybın kapsamında olan azaplarını görmek üzere terkettikleri
gibi.
"Göklere ve yere ilişkin bilinmezliklerin (gaybın)
bilgisi Allah'ın tekelindedir."
Her şey O'nun kontrolündedir. Senin, mü'minlerin ve
inanmayanların durumu O'nun bilgisinin kapsamındadır. Bütün bu yaratıkların
durumu, ona ait gaybın içerdiği her şeyi ve ilerde olacak her şeyi bilir.
"Öyleyse sırf O'na kulluk sun."
Çünkü ibadete ve boyun eğilmeye sadece O lâyıktır.
"Yalnız O'na dayan."
Tek dostunuz ve yardımcınız O'dur. İyi kötü
işlediğiniz her şeyi bilir. Hiç kimsenin amelini karşılıksız bırakmaz.
"Rabbin onların neler yaptığından habersiz
değildir."
DÖNÜŞ ALLAH'ADIR
Böylece, Allah'a ibadet ederken, O'na tevbe edip
sığınırken, en sonunda O'na dönerken tevhidin gözetilmesi gerektiğini
vurgulayarak başlayan bu sure, sona erdi. Tıpkı başladığı gibi sadece
Allah'a ibadet edilmesi, yalnız O'na dönülmesi gerektiğini, en sonunda O'na
dönüleceğini vurgulayarak sona erdi.
Daha önce evrenin uçsuz bucaksız ufuklarında,
insanın ruhunun dipsiz derinliklerinde ve geçmiş asırların karanlık
evrelerinde uzun bir yolculuğa çıkılmıştı.
Böylece surenin başı ile sonundaki edebi ahenk ve
güzellik bulunmuş oluyor. Surede yeralan hikâyeler ile surenin genel akışı
arasındaki uyum Kur'an-ı Kerim'deki bakış, düşünce ve yöneliş bütünlüğü ile
güzel bir uyum oluşturuyor. Oysa eğer bu Kur'an Allah'dan başkasından gelmiş
olsaydı, içinde birçok çelişkiler bulurlardı.
Şimdi, bu surenin akışını topluca inceleyenler, daha
doğrusu Kur'an'ın Mekke'de inen kısmını inceleyenler göreceklerdir ki,
ortada, köklü, kalıcı, geniş ve derin bir çizgi vardır. Bu sureler, bu
çizginin etrafında yoğunlaşmaktadırlar. Surelerin etrafında döndüğü ekseni
bu çizgi oluşturmaktadır. Diğer çizgiler hep bu temel çizgiye dönüktür. Tüm
ipler ona bağlanmaktadır... Bu çizgi bu dinin etrafında yoğunlaştığı inanç
çizgisidir. Bu, inanç eksenidir; insanlık hayatını her yönüyle düzenleyen,
en ince ayrıntısına kadar ele alan bu ilahi sistem işte bu eksen etrafında
dönmektedir.
Bu sureyi topluca değerlendirirken, surenin akışı
içinde belirginleştiği şekliyle bu çizgi ve bu eksen üzerinde ana hatlarıyla
durma gereğini duyacağız. Su renin akışı içinde bu konuyu ele alırken, daha
önce yaptığımız açıklamalara değin de bulunmamız gerekecektir. Bu son
değerlendirmenin bölümlerini birbirine bağlamak için kaçınılmazdır.
Surenin tüm akışı içinde ön plana çıkan ilk
gerçek... Gerek Hz. Muhammed'le -salât ve selâm üzerine olsun- birlikte
gönderilen kitabın içeriğinin sunulduğu giriş kısmında, gerek insanlık
tarihi boyunca İslâm inancına göre hareke stratejisinin sunulduğu
kıssalarda, gerekse Hz. Peygambere, hem kıssalardan ben de kendisiyle
birlikte gönderilen kitabın içeriğinden çıkarılan sonuçlarla müşriklere
karşı koyması direktifinin verildiği bitiş değerlendirmesinde...
Evet surenin bütünü içerisinde ön plana çıkan ilk
gerçek... Tüm konuların tek başına Allah'a kulluk etmenin emredilmesi, ondan
başkasına kulluk etmenin yasaklanması etrafında yoğunlaştığı gerçeğidir.
Allah'a kulluk etmenin, ondan da başkasına kulluk etmemenin "din" demek
olduğunun vurgulanmasıdır. Verilen sözler, tehditler, hesaplaşma ve
amellerin karşılığı meselesi, sevap ve ceza meselesi bu köklü, kapsamlı tek
ve değişmez temele dayandırılmaktadır. Nitekim surenin girişinde ve surenin
akışı ile birlikte değişik yerlerde bu gerçeğe işaret etmiştik.
Burada öncelikle Kur'an metodunun bu gerçeği
vurgulama yöntemini ve bu yöntemin değerini ön plana çıkarmak kalıyor bize.
Tek başına Allah'a kulluk etme gerçeği surede iki
üslupla ifade ediliyor.
"Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz,
O'ndan başka ilahınız yoktur."
"Allah'dan başkasına kulluk sunmayınız. Ben O'nun
size gönderdiği bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim."
Emir ve yasaklama üslupları arasındaki farklılık
gayet açıktır. Acaba ikisinin de anlamı bir midir?
' Birinci ifade; Allah'a kulluk edilmesini
emretmekte, onun dışında ibadet edilecek bir ilahın olmadığını
vurgulamaktadır. İkinci ifade ise; Allah'dan başkasına kulluk etmeyi
yasaklamaktadır.
İkinci ayetin ifade ettiği anlam, birinci ayetin
anlam ve içeriğinin gerektirdiği bir sonuçtur. Ne var ki, birincisi, sözlü
olarak ifade edilirken, ikincisi ifadeden anlaşılmaktadır. Kuşkusuz yüce
Allah'ın hikmeti bu büyük gerçeğin açıklanması bakımından sadece Allah'dan
başkasına kulluk etmenin yasaklanmasının ifade ettiği anlamla
yetinilmemesini, ayrıca bu yasağın bağımsız bir yoldan sözlü olarak da ifade
edilmesini öngörmüştür. Her ne kadar bu yasak ilk emrin anlamında ve
içeriğinde yeralsa da...
Bu da o büyük gerçeğin değeri ve yüce Allah'ın
terazisindeki ağırlığı hakkında oldukça etkili bir mesaj vermektedir bize. O
kadar ki, bu gerçek, Allah'a kulluk etmenin emredildiği ve O'nun dışında
ibadet edilecek bir ilahın olmadığının vurgulandığı ifadenin içerdiğinden
anlaşılmak üzere bırakılmıyor. Ayrıca Allah'dan başkasına kulluk etme yasağı
sözlü olarak ve bağımsız bir ifadede yeralıyor. Bu yasak doğrudan doğruya
bir hüküm olarak yeralıyor, Allah'a ibadet etmeye ilişkin emrin içeriğinden
elde edilen bir anlam olarak değil. Onun zorunlu bir gereği değil de başlı
başına bir hüküm olarak ifade ediliyor.
Ayrıca bu, Kur'an-ı Kerim'in sözedilen gerçeği iki
yönüyle, Allah'a kulluk etme, O'ndan başkasına kulluk etmeme yönleriyle
ortaya koyma yöntemini de göstermektedir bize. Buna göre insanlık, bu
gerçeğin iki yönünü de içeren kesin bir hükme ihtiyaç duymaktadır. İnsan
psikolojisi Allah'a kulluk etmenin emredilmesi, onun dışında kulluk edilecek
bir ilahın olmadığının vurgulanması ile yetinmiyor. Tek başına Allah'a
kulluk etmeye ilişkin emrin içeriğinden çıkan dolaylı anlamın yanında,
Allah'dan başkasına kulluk etmenin de açıkça yasaklanmasını da gerektiriyor.
Çünkü gün gelir insanlar Allah'ı inkâr etmedikleri, O'na kulluk etmekten
vazgeçmedikleri halde, O'nunla birlikte başkasına da kulluk edebilirler.
Kendilerini müslüman (!) sanırlarken şirke düşebilirler.
İşte bu yüzden Kur'an-ı Kerim tevhid gerçeğini emir
ve yasağa birlikte yer vererek ifade etmektedir, yekdiğerini desteklesin
diye. Böylece birçok çeşidi bulunan şirkin nüfuz edebileceği bir delik
bırakılmayacak şekilde vurgulu olarak dile getirilmektedir bu gerçek.
Kur'an-ı Kerim'de buna benzer ifadeler değişik
yerlerde yinelenmiştir. Örnek olarak bu sureden ve başka surelerden bazı
ayetleri aşağıya alıyoruz:
Elif, Lâm, Ra. Bu Kur'an, her işi yerinde ve her
şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümlelerle örülen,
sonra ayrıntılı biçimde açıklanan ayetlerden oluşmuş bir kitaptır.
(İçeriğinin özü şudur): Allah'dan başkasına kulluk
sunmayınız. Ben, O'nun size gönderdiği bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim. (Hud
Suresi 1-2)
Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik,
onlara dedi ki; "Ben sizin için açık bir uyarıcıyım."
Sırf Allah'a kulluk sununuz. Yoksa sizin hesabınıza
acıklı bir günün azabından korkarım." (Hud suresi 25-26)
Fakat azabım da son derece acıklı bir azaptır. (Hud
Suresi 50)
İbrahim ne yahudi ve ne de hristiyan idi. O dosdoğru
bir müslümandı, müşriklerden değildi. (Ali İmran suresi 67)
Ben yüzümü, dosdoğru bir şekilde gökleri ve yeri
yoktan varedene yönelttim, ben O'na ortak koşanlardan değilim. (En'am suresi
79)
Kur'an-ı Kerim'de tevhid gerçeği ifade edilirken bu
yönteme sıkça baş vurulmaktadır. Hiç kuşkusuz bunun özel bir anlamı vardır.
Gerek tevhid gerçeğinin değerinin ve öneminin vurgulanması bakımından -Öyle
ki bu gerçeğin hiçbir tarafı dolaylı anlaşılmaya, zorunlu olarak çıkarılacak
sonuçlara bırakılmıyor tersine bu gerçeğin hiçbir tarafı eksik bırakılmadan
sözlü olarak ifade edilen bir hüküm olarak indiriliyor- gerekse bu yöntemin
yüce Allah'ın insan denen varlığın tabiatını bildiğini göstermesi
bakımından... Buna göre yüce Allah insanın bu büyük gerçeğin bu şekilde
açıkça belirtilmesine ihtiyacı olduğunu biliyor. Bu gerçeğin insanın duygu
ve düşüncesinde her türlü şüpheden ve kapalılıktan korunup bu şekilde ince
bir ifadeyle vurgulanması gerektiğini biliyor. Amacı ve hedefi son derece
belirgin bir ifadeyle bunu belirtiyor yüce Allah. Hiç kuşkusuz yüce Allah
üstün hikmet sahibidir. Yarattıklarını en iyi bilir. O latiftir, her şeyden
haberdardır.
Şimdi, tek başına yüce Allah'a kulluk edilmesinin
emredilmesini ve ondan başkasına kulluk etmenin yasaklanması üzerinde bu
kadar yoğunlaşılmasının ayrıca, bu gerçeğin sözle ifade edilen bir hüküm
olarak ve her iki yönünü kapsayacak şekilde dile getirilmesine gösterilen
özenin ve dolaylı anlamlarla yetinilmemesinin ötesi eki hikmeti
kavrayabilmemiz için bu surede, ayrıca bütün Kur'an'da geçen kulluk/ibadet
kavramı üzerinde duralım.
Daha önce Hud peygamber -selâm üzerine olsun- ve
kavmi kıssası üzerinde değerlendirme yaparken, bunca yoğunlaşmayı, bunca
özeni, saygın peygamberler kafilesinin uğruna bunca emek sarfetmesini, her
gün insanları tek başına Allah'a kulluk etmeye çağıran davetçilerin uğruna
çektiği bunca azapları, bunca acıları hakeden "kulluk/ibadet" kavramının
anlamı üzerinde durmuştuk. Şimdi ise yaptığımız bu değerlendirmeye bazı
değimlerle eklemede bulunmak istiyoruz.
İnsanlar arası ilişkileri "muamelat" kavramı ile
nitelendirmek buna karşılık kul ile Rabb arasındaki ilişkileri bireysel ve
sembolik kulluk kastı taşıyan davranışları "ibadet kavramı ile
nitelendirmek, Kur'an-ı Kerim'in indiği dönemden çok sonraları ortaya çıkmış
bir yaklaşımdır. İslâmın ilk dönemlerinde bu ayırım bilinmiyordu.
"İslâm Düşünceleri" adlı eserimizde, bu meselenin
tarihine ilişkin, olarak bazı açıklamalarda bulunmuştuk, oradan bazı
bölümler aktarıyoruz. "İnsanın hareketlerini "ibadet" ve "muamelat" olarak
ayırmak fıkıh eserlerinin yazılmasından sonra ortaya çıkmış bir meseledir.
Bununla beraber -ilk önceleri- amaç, yalnızca ilmi eserlerin özelliği olan
"teknik" bir ayırımdı. Maalesef bu ayırım İslâm düşüncesinde birçok kötü
sonuçların doğmasına neden olmuştur. Bunun sonucu olarak da -bir dönem
sonra- islâmi hayatın her alanında kötü etkileri ortaya çıkmıştır. Böylece
"ibadet" sıfatının insanların kafalarında "ibadet fıkhının" ele aldığı
hareketler olduğuna ilişkin bir düşünce uyandı. Bu hareketlerin "muamelat
fıkhının" ele aldığı hareketler olduğuna ilişkin bir düşünce uyandı. Bu
hareketlerin "muamelat fıkhının" içerdiği ikinci tür hareketlerden ayrı
oldukları düşüncesi doğdu. Hiç kuşkusuz bu, İslâm düşüncesinden sapmadır.
Bunun ardından İslâm toplumunun hayatının her alanında sapmaların baş
göstermesi kaçınılmaz olmuştur.
"İslâm düşüncesine göre insanın hiçbir hareketi
yoktur ki, "ibadet" kavramının kapsamına girmesin, ya da bu sıfatın
gerçekleşmesi istenmesin. İslâm sisteminin ilk ve son amacı "ibadet"in
anlamını gerçekleştirmektir."
"İslâm sisteminde, idari ve ekonomik düzenin, ceza
yasasının, medeni kanunun, aile hukukunun ve bu sistemin içerdiği diğer
yasaların bunun dışında bir gayesi yoktur."
"İnsan hayatında ibadetin anlamını
gerçekleştirmekten başka bir hedef sözkonusu değildir. Ama insanın
hareketleri bu sıfatla nitelenemez, bu hedefi gerçekleştirmiş sayılamaz -ki
Kur'an bunun insan varlığının gayesi olduğunu belirtmektedir- bu hareketler
ilahi sisteme uygun olmadıkça... Çünkü ancak o zaman yüce Allah'ın ilahlıkta
bir olduğunu vurgulanmış, kulluk, sadece O'na Yöneltilmiş olur. Aksi
takdirde bu, ibadetin dışına çıkmaktır, çünkü kulluğun sınırlarını aşmaktır.
Yani yüce Allah'ın istediği şekliyle insan varlığının hedefinden sapmaktır.
Yani Allah'ın dininden çıkmaktır. Fıkıhçıların -İslâm düşüncesinde bu
anlayışın yeri olmadığı halde de"ibadet" ismini verdikleri ve ibadet
kavramını onlara özgü kıldıkları hareket türlerinin Kur'an-ı Kerim'de ele
alındığı yerlere bakıldığında görmezlikten gelinmeyecek son derece belirgin
bir gerçek açığa çıkar... Bu hareketlerin tek başına ele alınmadıkları ve
fıkıhçıların "muamelat" adını verdikleri hareketlerden ayrı geçmedikleri
görülecektir. Her iki hareket türünün de Kur'an'ın akışı içinde ve
yönlendirme yönteminde birbirlerine bağlı olarak geçtikleri görülecektir.
Çünkü bu da öteki gibi, "ibadet" sisteminin bir yönünü oluşturmaktadır.
İnsan varlığının hedefi budur. İbadetin anlamının ve yüce Allah'ın ilah
olarak bir kabul edilmesinin anlamının gerçekleşmesi budur.
Zamanla bu ayırım, bazı insanların "muamelat"ın
kapsamına giren hareketleri Allah'ın dışında O'nun izin vermediği konularda
kendileri için kanun koyan kimselerin koyduğu sistemlere uygun olarak
gerçekleştirirken "ibadet"in kapsamına giren hareketleri İslâmın hükümlerine
göre gerçekleştirdiklerinde, "müslüman" olabileceklerini sanmalarına engel
oldu.
Bu büyük bir vehimdir. Çünkü İslâm bölünmez bir
bütündür. Onu bu şekilde ikiye bölen herkes bu bütünün dışına çıkmaktadır.
Diğer bir ifadeyle, bu dinden çıkmaktadır.
İşte bu gerçekten müslüman olmak aynı zamanda insan
olarak varlığının hedefini gerçekleştirmek isteyen herkesin aklında
bulundurması gereken büyük bir gerçektir.
Şimdi de İslâm düşüncesi kitabından aktardığımız bu
bölümlere, daha önce bu cüzde yaptığımız açıklamaları ekliyoruz. İlk defa bu
Kur'an'la muhatap olan Araplar, Allah'a ibadet etmekle emrolundukları zaman
ibadet, kulluk kavramının anlamını yalnızca kulluk kastı taşıyan, bireysel
sembolik davranışlarla sınırlandırmıyorlardı. Hatta ilk defa Mekke'de bu
Kur'an'la muhatap oldukları sırada henüz sembolik ibadet şekilleri farz
kılınmamıştı bile. Araplar bu Kur'an'la ilk defa muhatap oldukları sıralarda
bu kavramla, her konuda sadece Allah'a itaat etmenin, O'na boyun eğmenin her
konuda O'ndan başkasına itaat etme, O'ndan başkasına boyun eğme, zilletinden
çıkmanın istendiğini anlıyorlardı. Nitekim Peygamberimizin de -salât ve
selâm üzerine olsun- bir hüküm olarak "ibadet/kulluk" kavramını "emrine
uyma, boyun eğme" şeklinde açıklamıştır. Peygamberimiz, Adiy b. Hateme
yahudi ve hristiyanların hahamlarını ve papazlarını Rabb edindiklerini
söyleyerek şu açıklamada bulunmuştu "Evet hahamlarına ve papazlarına ibadet
ettiler. Çünkü hahamları ve papazları helalleri haram, haramları da helal
kıldılar, onlar da hahamlarının ve papazlarının dediklerine uydular. Bu da
onlara "ibadet/kulluk ediyorlar demektir."
Sembolik "tapınma" hareketlerine kulluk/ibadet
denmesinin nedeni bu hareketlerin Allah'a boyun eğmenin, O'na itaat etmenin
bir şekli olmasıdır. Ancak bu şekil, ibadet kavramının tüm anlamını
kapsamaz. Daha doğrusu sembolik ibadetler "ibadet" kavramının özünden çok
ikinci derecede anlamını temsil ederler.
KULLUK GERÇEĞİ
Daha önce bu cüzde şunları söylemiştik. Şurası bir
gerçektir ki, şayet ibadet/kulluk kavramının gerçek anlamı sadece sembolik
tapınma davranışları olsaydı uğruna bunca peygamberin gelmesini, bunca
risaletlerin gönderilmesini haketmezdi. Gelmiş geçmiş peygamberlerin -selâm
üzerlerine olsun- büyük çabalar sarfetmesini haketmezdi. Tarih boyunca
davetçilerin, mü'minlerin karşı karşıya kaldığı bunca işkenceyi, bunca acıyı
gerektirmezdi. Tersine insanları topyekün kullara boyun eğmekten kurtarıp,
her işte ve her durumda, dünya ve ahiretteki hayat sistemlerinde sadece
Allah'a boyun eğmelerini, O'na itaat etmelerini gerçekleştirme olgusu
haketmiştir bu ağır bedeli.
"İlahlığın birliği, Rabblığın birliği, otoritenin
birliği, egemenliğin birliği, yasama kaynağının birliği, hayat sisteminin
birliği, insanların kapsamlı bir şekilde boyun eğdikleri, emirlerine
uydukları merciin birliği... Evet, bunca peygamberin gönderilmesini, uğrunda
bunca emeğin harcanmasını, tevhid gerçeği haketmiştir. Bunca işkenceler,
tarih boyunca katlanılan bunca méşakkatler tevhidin gerçekleşmesi uğruna
olmuştur. Yüce Allah'ın böyle bir şeye ihtiyacı olduğundan değil elbette.
Çünkü yüce Allah alemlerin hiçbir şeyine muhtaç değildir. insanlık hayatı,
tevhidin egemenliği olmaksızın islah olamadığı, doğru bir çizgiyi
izleyemediği, yücelemediği, insana yaraşır bir hayat niteliğini kazanamadığı
için bunca çaba sarfedilmiştir. Hiç kuşkusuz tevhidin egemenliği her yönüyle
insanlık hayatı üzerinde sınırsız bir etkinliğe sahiptir."
Yukarıdaki açıklamayı yaparken, bitiş
değerlendirmesinde konuyu biraz daha açıklayacağımıza söz vermiştik.
İşte şimdi tevhid gerçeğinin her yönüyle insanlık
hayatındaki değerine ana hatlarıyla değineceğiz.
TEVHİD GERÇEĞİ
1- En başta -bu kapsamlı şekliyle- tevhid
gerçeğinin, bizzat varlığı fıtri ihtiyacı ve insanı bileşimi açısından insan
denen varlığın yapısı üzerindeki etkisine, onun düşüncesi üzerindeki
etkisine, bir de bu düşüncenin insan bünyesi üzerindeki etkisine bakalım.
Bu düşünce meselesi, böylesine evrensel bir şekilde
ele aldığından, tüm yönlerini tüm isteklerini, tüm ihtiyaçlarını ve tüm
eğilimlerini gözönünde bulundurarak insanın yapısına hitap eder. Onu sürekli
ilişki halinde bulunacağı tek bir merciye yöneltir. Her şeyi bu merciden
ister ve her şeyiyle bu merciye yönelir. Ümitle bağlandığı, korku duyduğu bu
biricik mercidir. O'nun öfkesinden sakınır, hoşnutluğunu arzular. İhtiyaç
duyduğu, beklentisi içinde olduğu her şeye bu biricik merci sahiptir. Çünkü
her şeyin yaratıcısı, her şeyin sahibi ve her şeyïn idarecisi O'dur.
Bu düşünce insanın bünyesini varlığını tek bir
kaynağa yöneltir. Böylece insan düşüncesini, anlayışını, değer ve
ölçülerini, şeriat ve kanunlarını bu kaynaktan edinir. Evrene, hayata ve
insana yönelirken, kendisini etkileyen tüm işaretlerin içinde uyanan tüm
soruların cevabını bu kaynaktan alır.
Bu durumda insanın bünyesi, bir bütün haline gelir.
İnanç ve sistem konusunda yardım dileme ve başvuruda bulunma konusunda hayat
ve ölüm konusunda çalışma ve hareket konusunda, sağlık ve rızık konusunda,
dünya ve ahiret konusunda bilinç ve davranış olarak, düşünce ve pratik
olarak bir bütünlük arzeder. Parçalanıp ayrılmaz. Birbirinden farklı
yollara, değişik ufuklara yönelmez. Birbiriyle uyuşmayan değişik yollara
girmez.
İnsan bünyesi yapısı belirtilen tarzda bütünlük
arzettiği zaman, gelebileceği en iyi duruma gelmiş demektir. Çünkü o zaman
"birlik" haline gelmiş olur. Ve bu, her alanda gerçeğin özelliğidir:.. Çünkü
birlik yüce yaratıcının gerçeğidir. Değişik görüntüleri, şekilleri ve
durumları ile birlikte evrenin gerçeğidir. Birlik, hayat ve canlıların tüm
ve cinslerin farklılığı ile beraber gerçeğidir. Bireylerin ve yeteneklerin
çeşitliliği ile beraber insanın gerçeği de birliktir. Birlik insan
varlığının gayesidir de. Bu da alanların ve şekillerin farklılığı ile
birlikte kulluk gerçeğidir. İnsan bu varlık aleminde gerçeği araştırdığında,
bunun böyle olduğunu görecektir.
İnsanın bünyesi, yapısı, her alanda "gerçeğe" uygun
bir durumda olduğu zaman, kişisel olarak gücünün doruğuna ulaşır. İçinde
yaşadığı, karşılıklı iletişim kurduğu bu evrenin özünde yereden "gerçek"le
ve karşılıklı etkileşim halinde bulunduğu varlıklar aleminin dayanağı olan
"gerçek"le uyumlu olmanın doruklarına ulaşır. Bu uyum onun en görkemli
eserleri meydana getirmesine ve önemli rolleri yerine getirmesine yardımcı
olur.
Bu gerçek, ilk müslümanlardan oluşan seçkin toplumun
şahsında doruğa çıkınca, yüce Allah, bunlar aracılığı ile hem insan
varlığının, hem de insanlık tarihinin planında derin etkileri bulunan son
derece önemli rolleri gerçekleştirdi.
Bu gerçek bir kez daha meydana geldiğinde -Allah'ın
izni ile meydana geldiğinde. Allah'ın izni ile meydana gelmesi bir
kaçınılmazdır- Yüce Allah daha büyük, daha çok işler gerçekleştirecektir.
Yolunda ne kadar engeller bulunursa bulunsun. Çünkü bu gerçeğin varlığı
bizzat karşı konulmaz bir güce kaynaklık etmektedir. Çünkü bu evrenin gücü
ile özde birdir. O da bu evreni yaratan güce yöneliktir.
Bu gerçeğin önemi sırf imanı düşünceyi
doğrultmasından gelmez. Gerçi bu doğrultma bile, tüm hayat binasının
dayanağı olan büyük bir hedeftir. Bu gerçeğin önemi, hayattan iyi zevk
almayı sağlamasından ve bu zevki yeterlilik ve ahenkliliğin en üst
noktalarına ulaştırmasından kaynaklanır. Çünkü insan hayatının değeri artar,
bütünüyle Allah'a ibadet haline geldiği zaman, insan hayatındaki -büyük
küçük- tüm hareketler, ibadetin bir parçası ya da -ibadette gizli olan
anlamı gözönünde bulundurursak- ibadetin tümü olarak algılandığı zaman...
İbadetin özünde yereden büyük anlam; ilah olarak yüce Allah'ın bir ve
ortaksız kabul edilmesi, kulluğun sadece O'na yöneltilmesidir. İnsan, bundan
daha yüksek bir makama yükselecek değildir. Bu makam gerçekleşmediği sürece,
insan olgunluk düzeyine ulaşamaz. Bu da Peygamberimizin yükselebildiği en
yüce makamdır. İlahtan vahiy alma makamıdır. İsra-mescidi haramdan mescidi
aksaya bir gecede gerçekleşen mucizevi yolculuk makamıdır.
Tüm alemlere bir uyarı olsun diye Furkan'ı kuluna
indiren Allah eksikliklerden uzaktır." (Furkan 1)
"Kulu Muhammed'i, bir gece, Mescid'i Haram'dan
(Kâbe'den) yola çıkararak kendisine bazı mucizelerimizi,
olağanüstülüklerimizi gösterelim diye, çevresini kutsal kıldığımız Mescid'i
Aksaya (Kudüs'e) ulaştıran Allah, her türlü noksanlıktan uzaktır. O her şeyi
işiten ve her şeyi görendir." (İsra-1)
2- Tek başına Allah'a boyun eğme, sadece O'na itaat
etme anlamında ibadette/kullukta tevhidin değerlerinden bir diğerine ve
bunun insan hayatındaki etkilerine geçiyoruz.
Hiç kuşkusuz Allah'a boyun eğmek, O'ndan başkasına
boyun eğmekten kurtuluştur. Kula kulluktan çıkıp, sadece Allah'a kul olma
onuruna ermektir. İnsan ancak bu şekilde gerçek onurunu kazanabilir. Ancak
bu şekilde gerçekten özgür olabilir.
İnsanın onuru ve özgürlüğü İslâm nizamının dışındaki
hiçbir düzende garanti altına alınamaz. Yani insanlardan bazısının bazısına
çeşitli şekilleri ile kulluk etmek suretiyle boyun eğdiği tüm düzenlerde
insanın onuru ve özgürlüğü ayaklar altına alınır. İnsanların birbirlerine
kulluk etmesi, inanç sistemine uymak sembolik ibadetleri de sunmak ya da
konulan yasalara boyun eğmek şeklinde olması durumu değiştirmez. Hepsi de
kulluktur, hepsi de birbirinin aynısıdır. Bütün durumlarda boyunlar
Allah'dan başkasının önünde eğilir. Hayatı ilgilendiren herhangi bir
meselede Allah'dan başkasının ilkelerine göre hareket edilir. O'na boyun
eğilir.
İnsanlar birine boyun eğmeden, birine itaat etmeden
yaşayamazlar. Bu yüzden birinin otoritesine boyun eğip itaat etmeleri
kaçınılmazdır. Sadece Allah'a boyun eğip itaat etmeyenler, hayatın her
alanında derhal Allah'dan başkasına kul olmanın çeşitli kötülüklerinin
girdabına düşerler.
Hiçbir sınır, hiçbir kural tanımayan arzularının,
ihtiraslarının kurbanı olurlar. Bu yüzden insan olma özelliklerini kaybedip
hayvanlar alemine yuvarlanırlar.
"Kâfirler hayanlar gibi yerler, eğlenirler.
Durakları cehennemdir onların. (Muhammed-12)
İnsanın insanlığını yitirmesi, hayvanlar alemine
yuvalanıp gitmesi, kadar büyük kaybı olamaz. İnsan sırf Allah'a kulluk
etmenin sadece O'na boyun eğmenin sınırlarını aşar aşmaz, arzu ve
ihtiraslarına boyun eğer eğmez insanlığını. yitirip hayvanlar alemine
yuvarlanır. Çeşitli şekilleri bulunan kula kulluğun kurbanı olurlar. Çeşitli
şekilleri ile egemenlerin başkanların kulu olmanın neden olduğu türlü
kötülüklerin girdabına düşerler. Bu egemenler ve başkanlar kendi kafalarına
göre uydurdukları yasalar doğrultusunda onları yönetirler. Bu kanunların da
kanun koyucuların çıkarlarını korumaktan başka bir hedefi, bağlayıcı bir
amacı olmaz. Bu kanun koyucuların, her şeyin. egemenliğini elinde bulunduran
bir fert, bir sınıf ya da bir ırk olması durumu değiştirmez. İnsanlığın
genel düzeyine bakıldığında, sadece Allah'dan kaynaklanmayan, O'nun şeriatı
ile sınırlı olmayan, onun şeriatını bağlayıcı kabul etmeyen insanların
koyduğu tüm hükümlerde bu gerçeği görmek mümkündür.
Ne var ki kula kulluk, egemenlere, başkanlara, kanun
koyuculara kul olmakla sınırlı kalmaz. Bu kula kulluğun en belirgin
şekillerinden biridir, ama her şey bundan ibaret değildir. Kula kulluğun
diğer bazı gizli şekilleri de vardır. Ve kula kulluğun bu şekli ötekisinden
daha köklü, daha katı olur. Buna örnek olarak modacılara yönelik kulluğu
gösterebiliriz. Bu modacıların, kendilerini uygar kimseler olarak adlandıran
insanların büyük bir kısmı üzerindeki bu egemenlikleri nereden gelir? Hiç
kuşkusuz -ister giyim-kuşamla, ister otomobillerle, ister ev-barkla, ister
dekorasyonla, ister kutlama partileriyle ilgili olsun, moda tanrılarının
uygun gördüğü kıyafetler, stiller, tartışmasız, kesin bir kulluğu temsil
etmektedir. Cahiliye mensubu bir kadının veya erkeğin bu kulluktan kaçınması
imkânsızdır. Bunun dışına çıkmayı bile düşünemez. Eğer, bu uygar cahiliyeyi
yaşayan insanlar moda tanrılarına olduğu gibi, Allah'a boyun eğmiş
olsalardı, hiç kuşkusuz, her şeyi ile kendilerini Allah'a adamış birer salih
kul olacaklardı. Bu da değilse, peki nedir kulluk? Moda tanrılarının bu
yaptıkları Rabblik değilse, hakimiyet değilse, nedir Rabblik, nedir
hakimiyet?
Zavallı, düşkün kadınlara rastlar zaman zaman
insan... Ayıp yerlerini ortaya koyan kıyafetlere bürünmüşler. Ama bu
kıyafetler boylarını, poslarını, yakışmıyor aslında. Gittikçe çirkinleştiren
ya da komik hale getiren boyalar sürünmüşler. Ne var ki moda, Rabblerinin
elindeki bu karşı konulmaz ilahlık, o zavallı kadınları bu çirkefi işlemeye
zorluyor. Karşı koyacak güçleri, iradeleri yoktur çünkü. Moda tanrılarının
buyruklarına boyun eğmeme, itaat etmeme gücüne sahip değildirler. Çünkü
çevrelerindeki toplum, topyekün bu tanrılara boyun eğmektedir. Nedir boyun
eğmek, nedir itaat etmek, bu da değilse? Şayet bu değilse, nasıl oluyor
hakimiyet, nasıl oluyor Rabblik?
İnsanlar sadece Allah'a boyun eğmedikleri; O'nun
dışında birtakım kullara boyun eğdikleri zaman yaşayacakları aşağılayıcı
kulluğun yalnızca insanın insana egemenliğinin, insanın insana kulluğunun
aşağılayıcı iğrenç şekli sadece başkanların, egemenlerin hakimiyetinde
somutlaşmaz.
Bu da, insanların canlarının, ırzlarının, mallarının
korunması bakımından ibadet ve boyun eğmede tevhidin sahip olduğu değeri
göstermektedir. Ne şekilde olursa olsun, ister kanun egemenliği şeklinde
olsun, ister gelenek ve göreneklerin egemenliği şeklinde olsun, ister inanç
ve düşüncelerin egemenliği şeklinde olsun, kulların kullara boyun eğdiği bir
ortamda, kulların kullara kulluk ettiği bir toplumda insanların ruhları,
ırzları vé malları korumasız kalır.
İnanç ve düşüncede Allah'dan başkasına itaat etmenin
O'ndan başkasına boyun eğmenin anlamı bitmez tükenmez kùrùntuların,
efsanelerin ve hurafelerin pençesine düşmektir. Putperest cahiliye
toplumları bunun değişik şekillerini temsil etmektedir. Halk tabakalarının
asılsız kuruntuları da buna örnektir. Halk tabakaları, bozuk inançlarının,
sapık düşüncelerinin baskısı sonucu mallarından, -kimi zaman evlâtlarından-
kurbanlar, adaklar adarlar ve hurafeler uğruna. İnsanlar hep korku duyarlar.
Bu farklı ve mevhum rabblerden ve bu rabblerle ilişki halinde olan tapınak
bekçilerinden, kâhinlerden... Cinler ve ifritlerle ilişki kuran
büyücülerden... Gizli sırların sahibi şeyhlerden, velilerden... Ve daha
nelerden, nelerden... İnsanların ürperdikleri, korktukları, sürekli
yakınlaşmak istedikleri, ümit bağladıkları bir sürü hurafelerden...
Boyunlarını büken, emeklerini çarçur eden, enerjilerini bir hiç uğruna
tüketen asılsız kuruntulardan...
Gelenek ve görenekler açısından Allah'dan başkasına
boyun eğmenin ondan başkasına itaat etmenin getirdiği zorluklara örnek
olarak kılık kıyafet ve moda tanrılarının buyruklarını göstermiştik. Bunun
yanında bu tanrıların uğruna -Paymal olan ırz ve ahlâkın yanında nice
malların, nice emeklerin harcandığını da bilmemiz gerekir.
Orta gelirli bir aile, çeşitli kremlere, parfümlere,
ruj ve boyalara saç yaptırmalar ve (ondüle) ettirmeler, her yıl değişen
kıyafetlerin yapımında kullanılan kumaşlara, ardından uygun ayakkabılara,
ayakkabılar kıyafet ve saç modeli ile uyuşacak takılara... Bu uğursuz
tanrıların emrettiği daha bir süre şeye... Evet orta gelirli bir aile,
gelirinin, emeğinin yarısını bu tanrıların değişen ve hiçbir durumda karar
kılmayan arzularına cevap vermek için harcar. Hiç kuşkusuz bunun arkasında
kapital sahibi yahudiler yer almaktadır. Bu tanrıların dünyasına özgü
sanayide en büyük görevi onlar üstlenmiştir çünkü. Bu yorucu çabanın, bu
kışkırtmanın içinde yeralan hiçbir kadın, hiçbir erkek, bir an bile bu
uğursuz boyun eğmenin gereklerini yerine getirmekten geri kalamaz. Bu uğurda
emeğini, malını, ırzını, ahlâkını feda etmekten kaçınamaz.
Son olarak insanın uydurduğu yasaların egemenliğine
kul olmanın getirdiği zorluklara değinelim... Allah'a kulluk yapan birinin
Allah'a sunduğu kurbanların kat kat fazlasını Allah'dan başkasına kulluk
edenler egemen Rabblere sunarlar. Mallarını, canlarını ve ırzlarını bu
uğurda harcarlar.
"Vatan"dan "millet"ten, "ırk"tan, "sınıf"tan ve
"üretim"den putlar dikilir... Bunların dışında daha bir sürü putlar ve
Rabbler...
Bunlar için davullar çalınır, bayraklar dikilir.
Putlara kulluk edenler, canlarını ve mallarını bu tanrılar uğruna
tereddütsüz feda etmeye çağırılırlar. Yoksa tereddüt geçirmek ihanettir,
ayıptır. Hatta ırzlar bile, bu putların istekleri çakışacak olursa, feda
edilecek olan ırzlarıdır. Bu durum, uğruna kan dökülecek kadar büyük bir
şereftir onlarca. Bu putların çevresine yerleştirilen borazanlar, onların
ötesinde yeralan Tanrılar ve egemenler böyle söylemektedir çünkü.
Yeryüzünde sadece Allah'a kulluk edilsin, insanlar
tağutlara ve putlara kulluk etmekten kurtulsun ve insanlık hayatı yüce
Allah'ın insanlar için dilediği yüce ufuklara ulaşsın diye Allah yolunda
yapılan cihadın gerektirdiği tüm fedakârlıklar... Evet Allah yolunda cihadın
gerektirdiği tüm fedakârlıkların aynısını hatta fazlasını Allah'dan
başkasına boyun eğenler feda etmektedirler. Allah yolunda cihad
ettiklerinde, çekecekleri azap ve meşakkatlerden şehit olmaktan, can, mal ve
evlât kaybından korkanlar, Allah'dan başkasına kul olmanın, ondan başkasına
boyun eğmenin, cana, mala ve evlâda getirdiği yükümlülükleri bir
düşünsünler. Bu uğurda paymal olan ırzlar ve ahlâk da çabası... Yeryüzüne
egemen olmuş tağutlara karşı Allah yolunda girişilen cihadın gerektirdiği
yükümlülükler, Allah'dan başkasına boyun eğdiklerinde, yerine getirmek
zorunda oldukları yükümlülükler kadar değildir. Bütün bunların dışında bir
de zillet için çirkefler. ile dolu utanç verici bir hayat...
3- Öte yandan, ibadette tevhid, sadece Allah'a boyun
eğme, O'nun dışında birtakım yaratıklara kulluk etmeyi reddetmek, insan
enerjisini sahte tanrıların ilahlaşması uğruna harcanmaktan koruması ve bu
enerjiyi topyekün yeryüzünün imarına, kalkınmasına, yeryüzündeki hayat
düzeyinin yükselmesine yöneltmesi bakımından büyük değere sahiptir.
Bu cüzde daha önce de işaret ettiğimiz gibi ortada
inkâr götürmez apaçık bir gerçek vardır... Her ne zaman Allah'ın kullarından
bir kul, kendisini bir tağut haline getirip insanların Allah'ı bırakıp
kendisine kulluk yapmalarını istemişse, bu tağut öncelikle, kendisine kulluk
yapılması (yani itaat edilmesi, emirlerine uyulması) için tüm kuvvet ve
enerjilerin şahsının korunması sonra da kendisinin ilahlaşması uğruna
harcanmasına ihtiyaç duyacaktır. Kendisini övgüyle tesbih eden, adını
zikreden yüce `ilahlık' makamını doldurması için basit `kulluk' görüntüsüne
üfleyip şişiren kuklalara, dalkavuklara, borazanlara ihtiyaç duyacaktır. Bu
"kulluk" görüntüsüne üflemekten, çevresinde ilahiler ve dualar
mırıldanmaktan bir an bile geri kalmamaları gerekecektir. İsminin yücelmesi,
kendisine kulluk edilen bir atmosferin oluşması için -çeşitli yöntemlerle
gösteriler, toplantılar düzenlenmesine ihtiyaç duyacaktır.
Ne var ki bu, hiçbir zaman durmayacak, son derece
yorucu bir çabadır. Çünkü basit "kulluk" görüntüsü, çevresindeki üflemeler,
davullar, çalgılar, tütsüler, tesbih sesleri ve mırıldanmalar kesilir
kesilmez, büzülür, basitleşir, küçülür ve kısılır kalır. Bunun için yeniden
bu yorucu çabaya ihtiyaç duyacaktır.
Bu yorucu çaba esnasında enerjiler; mallar -kimi
zaman canlar kimi zaman da ırzlar- harcanır. Eğer bunların bir kısmı
yeryüzünün imarı ve bol üretim için harcanacak olsaydı, insanlık hayatının
yükselmesi ve refah düzeyinin artması için harcansaydı, insanlığa sonsuz
iyilikler sağlayacaktı. Ne var ki, bu enerjiler ve mallar -kimi zaman canlar
ve ırzlar- insanların iyiliği ve refahı için harcanmaz. İnsanlar tek başına
Allah'a boyun eğmeyip, O'nun dışında tağutlara boyun eğdikçe...
Bu değinmelerle insanların tek başına Allah'a boyun
eğmeyip, O'ndan başkasına kul olmaları durumunda enerji, mal, imar ve üretim
alanında uğrayacakları zararın boyutlarını ortaya koymaktadır. Bu can ve
ırz, konusunda uğradığı zararla birliktedir. Değer ve ahlâk kaybına ek
zararlardan bunlar. Bir de zillet, baskı, çirkef ve utanç verici bir hayat
vardır. Bu durum yeryüzü menşeli düzenlerin sadece biri için geçerli
değildir. Hepsi de birdir bu noktada. Sadece rejimler ve fedakârlıkların
türü değişiktir.
Yine ortaya çıkıyor ki, yalnız Allah'a bağlılık
ilkesinden sapıp, kendilerinden birilerïne Allah'ın yasası dışında bir yasa
ile hükmetme fırsatı verenler, neticede Allah'dan başkasına kulluk etmenin
bedbahtlığına düşmüş olurlar. Sonuçta insanın, insanlığını, onurunu ve
özgürlüğünü yiyip bitiren bir kulluğa düçar olurlar. İnsanlara hükmeden bu
düzenlerin şekli ne kadar değişirse değişsin farketmez. İsterse bu düzen
birtakım insanların kendilerine insanlığı, özgürlüğü ve onurlu bir hayatı
getireceğine inandıkları bir düzen olsun!
Avrupa sahte bir din anlayışı ile kendisine zalimlik
ve diktatörlük yapan kiliseden kaçtığı sırada Allah'dan da kaçıyordu. Bütün
insani değerlerini ayak altına alan kiliseye yönelik devrimi sırasında, evet
bu ilginç ve cahil zaferinin ilk dönemlerinde yüce Allah'a da başkaldırdı!
İşte burada insanlar bireysel iradeye dayanan demokratik düzenlerin
himayesinde, insanlıklarına, özgürlüklerine, onurlarına ve çıkarlarına en
uygun düzene kavuşacaklarını sandılar. Böylece bütün umutlarını insanlar
tarafından düzenlenen anayasaların teminat altına aldıkları hak, güvence ve
özgürlüklere, demokratik parlamenter rejimlere, basın özgürlüğüne, yasama ve
yürütme mekanizması tarafından verilen güvencelere, seçmen çoğunluğunun
kararına ve burada adını vermediğimiz, fakat bu demokratik düzenleri kuşatan
korkunç hayaletlere bağladılar... Fakat sonuç ne oldu? `Kapitalizm' daha da
azgınlaştı. Öyle bir azgınlaştı ki, bu güvencelerin tamamını ve bu
kurumların hepsini kuşattı. Onların hepsini kuru laflar, soyut hayaller
haline çevirdi! Çoklukla kapitali elinde bulunduran zalim, azınlığı alçakça
bir kulluk yapma zilletine düşürdü. Çünkü parayı elinde bulunduran, aynı
zamanda parlamentonun çoğunluğunu da eline geçirmişti. Dolaysıyla insanlar
tarafından düzenlenen anayasaları da yine bu azınlık yapmış oluyordu. Basın
özgürlüğünü de, insanların yüce Allah'dan uzak bir şekilde kendi
insanlıklarına, özgürlüklerine ve onurlarına güvence ve teminat
zannettikleri diğer bütün güvenceleri verenler de, onlardı!
Sonra insanlardan bir kesim, `kapital'in ve
`burjuva'nın azmasına zemin hazırlayan, bireyin tercihine dayalı bu
ferdiyetçi düzenlerden kaçıp `sosyalist düzenler'e sığındı! Peki bunlar ne
yaptılar? `Kapitalist' burjuva sınıfının egemenliğini, `proletarya'
sınıfının egemenliği ile değiştirdiler! Veya kapitale ve şirketlere sahip
olan kesime boyun eğmeyi, hem mala, hem de otoriteye sahip olan devlete
boyun eğme ile değiştirdiler! Bu ise, kapitalist sınıfın egemenliğinden daha
tehlikeli bir durumdur! İnsanın insana boyun eğdiği her durumda, her
rejimde, her düzende, insanlar, mallarının ve canlarının en ağır vergisini
vermişlerdir. Her zaman değişik biçimde ortaya çıkan ilahlara bu vergilerini
takdim etmişlerdir! Herhalde ve mutlaka bir kulluk yapısı gerekmektedir!
Eğér bu kulluk yalnız Allah için olmazsa, Allah'dan başkasına yapılmış
demektir... Tek Allah'a kulluk, insanları kurtarır. Onları özgür, onurlu,
şerefti ve üstün kılar... Allah'dan başkasına kulluk ise, insanın
insanlığını, onurunu, özgürlüklerini ve üstünlüklerini yiyip bitirir...
Bunun yanında onların mallarını ve-maddi menfaatlerini de sonuna kadar
sömürmeye devam eder!
İşte bütün bu öneminden dolayı, yüce Allah'ın
peygamberlik misyonlarında (risalet) ve kitaplarında, ilahlık ve kulluk
meselesine bu kadar önem verilmiştir.. İşte bu surede, sözkonusu önemli
meselenin yalın bir örneğini sergilemektedir. Bu mesele, sadece tarihteki
basit cahiliye sistemlerinde yeralan putlara ve heykellere tapmakla ilgili
değildir. Her yerde ve her zaman varolan bütün insanlarla ilgili bir
meseledir. Bütün cahiliye sistemleri ile ilgilidir.. Tarih öncesi
cahiliyesini, tarih sonrası cahiliyesini, yirminci yüzyılın cahiliyesini ve
kulların kullara kulluğu ilkesine dayanan bütün cahiliyeleri kapsamına
almaktadır.
Bu mesele hakkında söyleneceklerin özü şudur: Bir
bütün olarak bu Kur'an'ın direktiflerinden bu sure de ona örnektir- açıkça
anlaşılıyor ki, bu surede "ibadet" olarak ifade edilen boyun eğme, itaat
etme ve hakimiyet meselesi, inanç, iman ve İslâm meselesidir. Fıkıh, siyaset
ya da düzen meselesi değildir.
Bu bir inanç meselesidir, inancın varlığı ya da
yokluğu meselesidir. Bu bir iman meselesidir. İmanın geçerliliği ya da
geçersizliği meselesidir. Bu İslâm meselesidir; İslâmın gerçekleşmesi ya da
gerçekleşmemesi meselesidir.
Sonra bu -önce değil sonra- kanun, nizam ve
hükümlerde, rejimlerde kanun ve nizamı gerçekleştiren, hükümleri uygulayan
toplumlarda somutlaşan pratik hayatın sistemi meselesidir.
Ayrıca "ibadet/kulluk" meselesi sembolik tapınmalar
meselesi değildir. Pratik hayatın içinde, boyun eğme, uyma, düzen, yasa,
fıkıh, hüküm ve rejim meselesidir. Böyle olduğu için, bu dinde somutlaşan
ilahi sistem de bu kadar önem kazanmıştır bu mesele. Peygamberlerin ve
dinlerin gönderilmesini bu yüzden gerektirmiştir. Bunca işkencenin
meşakkatin çekilmesini bunca fedakârlığa katlanılmasını böyle olduğu için
haketmiştir.
İNSANLIK VE DİNLER
TARİHİ
Şu anda, sure içinde bu hikâyelerin peşpeşe
sıralanışı ve bunun insanlık tarihi içindeki İslâm inancının stratejisine
işaret etmesi meselesine gelmiş bulunuyoruz.
Daha önce Hz. Nuh'un -selâm üzerine olsun-
hikâyesini değerlendirirken, insanlığın bildiği ilk inanç sisteminin İslâm
olduğunu ve insanlığın bu inanç sisteminin insanlığın ilk babası Hz.
Adem'den -selâm üzerine olsun- sonra insanlığın ikinci babası Hz. Nuh'dan
-selâm üzerine olsun- daha sonra da gelen tüm peygamberlerden öğrendiğini
belirtmiştik. Yine İslâmın; inanç, düşünce; kulluk ve sembolik davranışlara
ilişkin direktifler açısından ilahlığın birliğini, itaat etme, uyma,
otoritesine girme ve boyun eğme açısından Rabblığın birliğini öngördüğünü
vurgulamıştık. İslâmın otorite, hakimiyet, yönlendirme ve yasama birliği
olduğunu açıklamıştık.
Aynı şekilde -ister inanç, düşünce, ibadet ve
sembollerdeki cahiliye olsun, ister otoriteyi kabul etme, ùyma, itaat etme
ve boyun eğmedeki cahiliye olsun, ya da her ikisi beraber olsun- cahiliyenin
de sonradan ortaya çıktığını belirtmiştik. İnsanların, peygamberler -selâm
üzerlerine olsun- aracılığı ile İslâmı öğrendikten sonra inançları,
düşünceleri bozulduğu gibi, Allah`dan başkasına boyun eğdiklerinden dolayı,
hayatları ve siyasal rejimleri de bozulmuştur. İnsanların Allah'dan
başkasına boyun eğmeleri, ister bir totem, bir taşa, bir ağaca bir yıldıza,
bir gezegene, bir ruha ya da değişik ruhlara uymaları şeklinde olsun, ister
insanın insana boyun eğmesi, yani kâhinlere, büyücülere ve egemenlere uyması
şeklinde olsun, aralarında bir fark yoktur. Allah'dan başkasına boyun
eğmenin ve her iki şekli de tevhidden şirke sapmayı, İslâmdan çıkıp
cahiliyeye girmeyi ifade etmektedir.
Hiçbir şekilde batılın sızmadığı kitabında yüce
Allah'ın dile getirdiği tarihsel sıralama ile "karşılaştırmalı dinler
tarihi" bilginlerinin uyduğu yöntemin ve bu yöntemle vardıkları sonucun
yanlışlığı ortaya çıkmış oluyor.
Karşılaştırmalı Dinler Tarihi"nin izlediği yöntem
yanlıştır. Çünkü yöntem, insanlığın sonradan öğrendiği cahiliyenin çizgisini
izlerken, peygamberlerin getirdiği tevhid çizgisini görmezlikten f;eliyor.
Onlar cahiliyenin gelişim sürecini izlerken bile, sadece cahiliye
dönemlerinden kalabilmiş ve tarihin kaydettiği izleri gözönünde
bulunduruyorlar. Halbuki tarih bilimi yeni ortaya çıkmış ve insanlığın
tarihinin çok azını içermektedir. Bu az kısmını dahi zan ve tercih yoluyla
öğrenmektedir. Öyle ki, tarihte yaşanmış herhangi bir cahiliye dönemini
incelerken, peygamberlerin getirdiği tevhidin izine rastlayacak olurlarsa
-eski Mısır dinlerindeki Ahnaton inancındaki tevhidi özellik gibi- yine de
-bir ihtimal de olsa- peygamberlerin getirdiği tevhidin etkisini
görmezlikten gelmeyi tercih ederler. Oysa Ahnaton Mısır'da Hz. Yusuf
döneminden ve onun tevhïd inancını tebliğ etmesinden sonra gelmiştir.
Nitekim Kur'an-ı Kerim Yusuf suresinde Hz. Yusuf'un zindan arkadaşlarına
söylediklerini şu şekilde şöylece hikâye etmektedir:
"Ey hapishane arkadaşlarım, çok sayıda ilaha inanmak
mı, yoksa ezici iradeli, tek Allah'a inanmak mı daha iyidir?"
"Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız düzmece
ilahlar, ya sizin, ya da atalarınızın taktığı birtakım boş, içeriksiz
adlardan başka bir şey değildirler. Allah onlara hiçbir güç vermiş değildir.
Egemenlik sadece Allah'ın tekelindedir. O yalnız kendisine kulluk sunmanızı
etmemiştir. Dosdoğru din, işte budur. Fakat insanların çoğu bu gerçeği
bilmiyor." (Yusuf: 39-40)
Dinler Tarihi bilginlerinin böyle yapmalarının
nedeni, izledikleri yöntemin dini yönteme düşmanlık ve karşıtlık esasına
dayanmasıdır. Bu da Avrupa'da kilise ve bütün bilimsel araştırmalar arasında
tarihin bir döneminde başgösteren mücadeleden kaynaklanmaktadır. Bu yöntem
öncelikle, bizzat kiliseyi ortadan kaldırmak için kilisenin iddialarını
temelden yalanlayacak sonuçlar elde etmek üzere geliştirilmiştir. Bu yüzden
daha baştan itibaren sapık bir yöntemdir bu. Çünkü daha araştırmaya
başlamadan, önceden belirlenmiş sonuçları elde etmeye çalışmışlardır.
Hatta kilisenin ilmi, siyasi ve ekonomik egemenliği
yıkılıp, kiliseye karşı beslenen düşmanlığın hiddeti dindikten sonra bile bu
yöntem kullanıla gelmiştir. Çünkü dayandığı temellerden ve bu temellere göre
şekillenen, gittikçe de yöntemin vazgeçilmez kuralları haline gelen
prensiplerden kurtulamamıştır.
Elde edilen yanlış sonuçlara gelince, bunlar
temelden bir yanlışa dayanan yöntemin kaçınılmaz vesilesidir. Bu yanlış,
dinler tarihinin izlediği yöntemin vardığı tüm sonuçların değişmez
özelliğidir.
İzlediği yöntem ve vardığı sonuç ne olursa olsun,
dinler tarihinin açıklamaları Kur'an-ı Kerim'de sunulduğu şekliyle ilahi
açıklamalarla temelden çelişmektedir. Müslüman olmayan birisinin herhangi
bir meselede açıkça yüce Allah'ın sözü ile çelişen sonuçları kabul etmesi
normal sayılsa da, bir araştırmacının, araştırmasını insanlara sunarken
"müslüman" olduğunu vurgulayarak bu sonuçları kabul etmesi normal bir şey
değildir. Çünkü İslâm ve cahiliye meselesini, insanlık tarihinde İslâmın
cahiliyeden önce varolduğuna, tevhidin çok tanrıcılıktan ve putperestlikten
önce bilindiğine ilişkin Kur'an'da yeralan açıklamalar yorum kabul etmez,
kesin açıklamalardır. Bunlar, din açısından bilinmesi zorunlu olan hususlar
arasında yeralırlar. Bu konuda dileyen "Karşılaştırmalı Dinler Tarihi"
bilginlerinin vardığı sonuçları kabul edebilir. Herkes yüce Allah'ın sözü
ile dinler tarihi bilginlerinin sözleri arasında dilediğini tercih etme
hakkına sahiptir. Diğer bir ifade ile İslâmı ya da küfrü tercih edebilirler.
Çünkü yüce Allah'ın bu konudaki sözü anlaşılır ve açıktır. Dolaylı ya da
anlam itibariyle varılan bir sonuç değildir.
Her ne ise, bu son değerlendirmede açıklamak
istediğimiz konu bu değildir. Biz burada insanlık tarihi içinde İslâm
inancının hareket stratejisini gözler önüne sermeyi amaçlıyoruz. İslâm ve
cahiliye sürekli insanları kendilerine çekmeye çalışmışlardır. Şeytan da bu
çift tabiatlı ve çift boyutlu yaratığın zaafından ve yapısındaki
eksikliklerden yararlanarak onu azdırmıştır. İnsanlar İslâmı tanıdıktan
sonra, ondan ayrılıp cahiliyeye girmişlerdir. Bu cahiliye hayatı son
noktasına varınca, yüce Allah onlara kendilerini yeniden İslâma döndürecek
bir peygamber göndermiş, onları cahiliyeden kurtarırken, Allah'ın dışında
bir sürü tanrıya boyun eğmekten ilk önce her konuda sırf Allah'a boyun
eğmeye çağırmıştır. Yalnızca ibadet kastı taşıyan sembolik davranışlarda
değil, kalpte yereden inanç noktasında...
Bu bakış açısı, günümüzün toplumlarının konumlarını
değerlendirmede, aynı şekilde İslâma davet hareketinin tabiatını açıklamada
bize büyük yarar sağlayacaktır.
Bugün topyekün insanlık, son peygamber Hz.
Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini çekip çıkardığı
cahiliye hayatını, kapsamlı bir geriye dönüş sürecini (gericiliği) yaşıyor.
Bu cahiliye değişik şekillerde somutlaşmaktadır bugün.
Günümüz cahiliyesinin bir kısmı Ateizmi, Allah'ın
varlığını inkâr şeklinde belirlemektedir. Bu, inanç ve düşünce alanında
içine düşülen cahiliyedir. Komünistler gibi.
Bir kısmı da Allah'ın varlığını bulanık da olsa
kabul etmekle beraber, ibadet kastı taşıyan davranışlarda, boyun eğmede,
itaat etmede, emirlere uymada sapıklık şeklinde belirmektedir. Hindu ve
benzeri putperestlerin cahiliyesi gibi... Ayrıca yahudi ve hristiyanların
cahiliyeleri de bu kategoriye girmektedir.
Günümüz cahiliyesinin bir kısmı da Allah'ın
varlığını gereği gibi kabul etmekte, ibadet kastı taşıyan sembolik
davranışları ona yönelik olarak yerine getirmektedir. Ama "Allah'dan başka
ilah yoktur, Muhammed, Allah'ın peygamberidir" şehadet cümlesinin anlamında
büyük bir sapıklık içindedir. Ayrıca boyun eğme, emirlere uyma ve itaat etme
noktasında tam bir şirk hayatı yaşamaktadır. Kéndilerini "müslüman" olarak
adlandıran toplumlar bu kategoriye girmektedir. Bunlar, şahadet cümlesini
son derece yanlış anlamalarına, Allah'dan başka birtakım kullara boyun
eğmelerine rağmen, sırf şahadet cümlesini dilleri ile söylemekle, sembolik
ibadet şekillerini yerine getirmekle müslüman olduklarını, İslâm sıfatını ve
müslümanlık haklarını kazandıklarını sanıyorlar.
Bunların da hepsi cahiliyedir. En başta değindiğimiz
komünistlerinki gibi. Allah'ı inkârdır. Ya da putperestlerinki gibi Allah'a
ortak koşmadır.
İnsanlığın pratik hayatına yönelik bu tarz açık bir
bakış açısı, insanlığın topyekün kapsamlı bir cahiliye hayatına döndüğü
düşüncesini doğrulamaktadır. İnsanlığın, İslâmın defalarca çekip çıkardığı
cahiliyeye doğru uğursuz bir geriye dönüş sürecini yaşadığını ortaya
koyacaktır. İnsanlığı cahiliye hayatından çekip çıkaran İslâmın son şekli
Hz. Muhammed'in -selâm üzerine olsun- eliyle gerçekleşmişti. Bu da İslâmi
diriliş hareketinin öncülerinin temel rollerinin mahiyetini belirlemektedir.
İnsanlığa karşı yerine getirmeleri gereken esas görevlerini, bu görevi
yerine getirirken işe başlamaları gereken ilk noktayı göstermektedir.
İslâmi dirilişin öncüleri, ilk önce insanları
yeniden İslâma girmeye, yeniden içine yuvarlandıkları uğursuz cahiliyeden
çıkmaya davet etmelidirler: İnsanlara İslâmın esas anlamının, Allah'ın tek
ve ortaksız ilahlığına inanmak, kulluk kastı taşıyan davranışları yalnızca
Allah'a sunmak, hayata ilişkin her meselede sadece Allah'a boyun eğmek, O'na
itaat etmek, O'na uymak olduğunu ve bu anlamlar gerçekleşmediği sürece,
İslâma girmenin mümkün olmadığını, bunlar gerçekleşmediği sürece insanların
müslüman sayılmayacağını belirtmelidirler. Bu noktalar tamamlanmadığı
sürece, İslâmın can ve mal konusunda kendilerine tanıdığı hakların geçersiz
olduğunu, bu noktalardan birinin yerine getirilmemesi tamamının yerine
getirilmemesi gibi olduğunu, insanı İslâmdan çıkarıp cahiliyeye
yuvarladığını, bu durumda insanın kesinlikle müşrik, kâfir olacağını açıkça
vurgulamalıdırlar.
Şu anda, İslâmdan sonra ortaya çıkan cahiliye
dönemlerinden biri yaşanmaktadır. İnsanları bir kez daha Allah'a döndürmek,
kula kulluktan çıkarıp, tek ve ortaksız Allah'a kul yapmak için cahiliyeye
karşı koyan İslâmi dönem de başlamalıdır.
İnsanlık hayatının bu uğursuz döneminde her tarafı
kaplayan cahiliyeye karşı mücadele eden müslüman kitlenin gönlünde bu
meselenin bu şeklide açıklık ve kesinlik kazanması kaçınılmazdır. Çünkü bu
mesele, bu tarz bir açıklığa ve kesinliğe kavuşmazsa, İslâmi dirilişin
öncüleri insanlık tarihinin bu zorlu döneminde görevlerini yerine getirmek
konusunda zayıf kalacaklardır. Kendisini müslüman toplum zanneden cahiliye
toplumu karşısında tereddüt geçireceklerdir. İddialara göre değil,
insanlığın pratik durumuna göre ele almaları gereken başlangıç noktasını
yitirmekle, gerçek hedeflerini de yitireceklerdir. Çünkü iddialarla gerçek
arasındaki mesafe çok uzak bir mesafedir, çok...
DEVLET METODU
Bu bitiş değerlendirmesinde bir bütün olarak
peygamberlerin gönderildikleri kendi toplumlarına karşı takındıkları tavır
ve bu surede yeralan hikâyelerde belirtildiği gibi, davetin başında ve
sonunda sergiledikleri farklı tutumlar üzerinde durmak istiyoruz.
Her peygamber, kendi kavmine gönderilmiştir. Davetin
başlangıcında peygamber de onlardan biridir. Kardeşin kardeşi çağırdığı
gibi, onları İslâma çağırmaktadır. Kardeşin kardeşe istediği gibi, yüce
Allah'ın kendisine bahşettiği iyiliği onlar için dilemekte, Rabbinin
kendisine verdiği apaçık kanıtı onlara da göstermek istemektedir.
Bu, başlangıçta her peygamberin toplumuna karşı
takındığı tavırdır. Ama işin sonunda hiçbir peygamberin tavrı böyle
olmamıştır.
Toplumundan bazı kimseler peygamberin çağrısına
olumlu karşılık vermiş, kendilerine getirdiği mesaja inanmışlar.
Kendilerinden istendiği gibi sadece Allah'a kulluk yapmışlar, boyunlarından
Allah'dan başka birtakım kullara boyun eğme zincirini çıkarmışlar. Böylece
müslüman olmuşlar, "müslüman ümmet" olmuşlar... Toplumun diğer bir bölümü de
peygambere olumlu karşılık vermemiş, getirdiği mesajı inkâr etmişler.
Allah'ın dışında O'nun yarattıklarına boyun eğmeye devam etmişler. Cahiliye
hayatlarını sürdürmüş, İslâmın safına geçmemişler. Bundan dolayı da "müşrik
ümmet" olmuşlar.
Peygamberin daveti karşısında tek bir toplum, iki
ayrı millete bölünmüş böylece; biri müslüman millet... diğeri de müşrik
millet... Peygamberlikten önce birlik içinde bulunan toplum, artık tek bir
millet olma özelliğini kaybediyor. Bununla beraber, aralarında ırk ve soy
bağı vardır. Ne var ki, ırk ve soy bağı, toprak ve ortak çıkarlar bağı
peygamberlikten önce olduğu gibi aralarındaki ilişkileri yönlendirmiyor.
Peygamberin gelmesiyle birlikte yeni bir bağ ortaya çıkmıştır. Toplumu
birleştiren ya da bölen bu bağdır artık. Bu inanç bağıdır, hayat sistemi ve
din bağıdır... Bu bağ, birlik halindeki toplumu iki ayrı millete bölmüştür.
Bir noktada buluşmaları, birarada barış içinde yaşamaları mümkün değildir bu
iki milletin...
Bu iki millet arasındaki inanç ayrılığı olanca
netliği ile ortaya çıktıktan sonra peygamber ve onun yanında yeralan
müslüman ümmet, inanç, hayat sistemi ve boyun eğilen, itaat edilen, merci
esasına dayalı olarak toplumlarından ayrılmışlardır. Peygamberlik
misyonundan önce kendi toplumları, kendi milletleri, kendi ırkları olan
müşrik milletten ayrılmışlardır. İki milletin hayat sistemi ayrıdır,
cinsiyetler de farklıdır artık. Bir tek toplumdan iki ayrı millet doğmuştur.
Bir noktada buluşmaları, birarada barış içinde yaşamaları imkânsız iki ayrı
millet...
Müslümanlar inanç, hayat sistemi ve bağlılık esasına
dayanarak toplumlarından tamamen ayrılınca, yüce Allah da aralarındaki
sorunu kesin çözüme kavuşturmuştur. Müşrik milleti yoketmiş, müslüman ümmeti
de kurtarmıştır. Bu surede de gördüğümüz gibi, bu kural tarih boyunca sık
sık vurgulanmıştır
Her yerdeki İslâmi diriliş hareketinin öncülerinin
kesinlikle bilmeleri gereken husus şudur: Müslümanlar düşmanlarından
ayrılmadıkça, toplumlarını içinde bulundukları şirkten dolayı
terkettiklerini açıkça duyurmadıkça, sadece Allah'a boyun eğdiklerini, sahte
Rabblere itaat etmeyeceklerini, zorba tağutlara uymayacaklarını, ister
inanç, ister sembolik kulluk davranışları, ister toplumsal yasalar açısından
olsun, Allah'ın izin vermediği alanlarda kendi kafalarından uydurdukları
konularla hükmeden tağutların yönetimindeki topluma katılmayacaklarını
duyurmadıkça, yüce Allah, onlarla toplumları içindeki düşmanlarının
arasındaki sorunu onların lehine çözümlemez.
Müslümanlar onlardan ayrılmadıkça, Allah'ın eli
zalimlerin soyunu kurutmak üzere soruna müdahale etmez. Müslümanlar mensup
oldukları toplumdan ayrılmadıkları, onlardan uzaklaşmadıkları sürece,
dinlerinin dinlerinden, hayat sistemlerinin hayat sistemlerinden, yollarının
yollarından ayrı olduğunu açıkça duyurmadıkları sürece yüce Allah'ın eli
aralarındaki sorunu çözümlemek, mü'minlere zafer vereceğine, zalimlerin
soyunu kurutacağına ilişkin vaadini gerçekleştirmek üzere müdahale etmez.
İşte tarih içinde sık sık uygulanan bu kuralı İslâmi
dirilişin öncüleri iyice kavramalıdırlar, stratejilerini buna
dayandırmalıdırlar:
İlk adım, insanları müslüman olmaya; hiçbir şeyi
ortak koşmadan Allah'a boyun eğmeye, O'nun yarattıklarından herhangi birine
herhangi bir şekilde boyun eğmeyi reddetmeye çağırmakla başlamalıdır. Bunun
ardından tek bir toplum ikiye ayrılır. Allah'a boyun eğen muvahhit mü'minler
bir saffı, ya da milleti, Allah'ı bir yana bırakıp O'nun yarattıklarından
herhangi birine boyun eğen müşrikler de öbür saffı oluştururlar. Sonra
mü'minlerle müşrikler birbirlerinden ayrılırlar. Ardından yüce Allah'ın
mü'minlere zafer vereceğine, müşriklerin kökünü kurutacağına ilişkin vaadi
gerçekleşir. Nitekim insanlık tarihi boyunca defalarca böyle olmuştur.
Pratik ayrılıktan önceki davet süreci uzun zaman
alabilir: Ama inanç noktasındaki ayrılık ilk andan itibaren bilinç planında
gerçekleşmelidir.
Aynı toplum içinde doğan iki milletin birbirinden
kesin çizgilerle ayrılması gecikebilir. Herhangi bir nesil içindeki
davetçiler, birçok fedakârlıklar, işkenceler, meşakkatler çekebilirler. Ama
yüce Allah'ın onlarla toplumları arasındaki sorunu onların lehine
çözümleyeceğine ilişkin vaadi müslüman kitlenin gönlünde bir nesil ya da
nesiller boyu süren pratik durumdan daha doğrudur, daha kesindir. Bu vaad,
kuşkusuz gerçekleşecektir. Yüce Allah, insanlık tarihi boyunca yürürlükte
olan yasasına göre verdiği sözünden dönmez.
Bu kural; bu tarz bir açıklık ve kesinlikle
bakılması, tüm insanlığı kaplayan cahiliyeye karşı koyan İslâmi hareket için
bir zorunluluktur. Çünkü bu, zaman ve mekânla sınırlı olmayan sürekli bir
kuraldır... İslâmi dirilişin öncüleri, sürekli yenilenen cahiliyenin
aşamalarından birini yaşayan insanlığa karşı koyduklarına göre, benzeri bir
cahiliyeye yuvarlandıkça, aynı çirkefle geri döndükçe, peygamberlerin
ellerinden tutup çıkardıkları gibi aynı inanç sistemi ile karşı koyduklarına
göre, müslüman kitle başlangıç ve sonuç noktasını, her iki nokta arasındaki
davet aşamasını iyi belirlemelidir. Allah'ın kanununun kendi yörüngesinde
işlediğine, sonununsa, mutlaka Allah'dan korkanların lehine olduğuna
kesinlikle güvenmelidir.
SOMUTLAŞAN HAREKET
METODU
Son olarak, bu surede yeralan hikâyeler üzerinde
yaptığımız değerlendirmeler içinde Kur'an-ı Kerim'de somutlaştığı şekliyle
bu dinin hareket metodunun özelliği açığa kavuşmaktadır. Bu pratik bir
özelliktir. İnsanlığın realitesini bu Kur'an'la karşılamaktadır, pratik ve
uygulamalı olarak...
Bu hikâyeler Mekke'de Peygamberimize -salât ve selâm
üzerine olsun- ini yordu. Onun yanında yeralan mü'min azınlık Mekke'de
sıkışmış kalmıştı, İslâma davet hareketi donma noktasına gelmişti. Yol uzun
ve meşakkatliydi Müslümanlar yolun sonunun ne olacağını da bilmiyorlardı.
Ama bu hikâyede onlara yolun sonunu gösteriyordu. Ellerinden tutuyor, bu
yolda adım attırıyordu. Yolları apaçık ve tarih boyunca gelmiş geçmiş yüce
davet kervanına ulaşıyordu. Bu yüce kervanla yakınlık, aşinalık
kuruyorlardı. Ürküp kaçmıyorlardı!. Çünkü onlar, belli bir yolda hareket
eden kesintisiz bir kervan içinde yeralan bir gruptular. Issız bir çölde
yollarını yitirmiş bir güruh değillerdi. Onlar işleyen ilahi yasa uyarınca
başlangıç noktasından, bitiş noktasına doğru yolalacaklardı. Tesadüflere
uyarak başıboş hareket etmeyeceklerdi.
İşte Kur'an, müslüman saf arasında böyle hareket
ediyordu. Bu saffı belirlenen ve güvenli bir yolda böyle hareket
ettiriyordu.
Bugün de yarın da İslâmi dirilişin öncüleri arasında
bu şekilde hareket edebilir, yine onları davetin belirlenen yoluna hareket
ettirebilir.
Hiç kuşkusuz bu öncü grup, Kur'an'ın işaretlerine,
mesajlarına muhtaçtır. Hareket metodu stratejisi ve aşamalarının noktasında
Kur'an'dan ilham almaya muhtaçtır. Bu stratejinin ve aşamaların ortaya
çıkardığı sorunlara cevap bulmak için, yolun sonunda kendisini bekleyen
akıbet için Kur'an'ın direktiflerine ihtiyaç duyacaktır.
Bu şekliyle Kur'an sırf bereket ve bolluk getirsin
diye okunan bir kitap değildir. O canlıdır, hareket halindeki müslüman
cemaat üzerine şu anda iniyormuş gibidir. Onunla birlikte hareket etsin,
direktiflerine uysun, içinde yeralan ilahi vaadlerin farkına varsın diye...
İşte biz "bu Kur'an anlamlarını realite dünyasında
gerçekleştirmek için kendisi ile birlikte hareket eden müslüman kitleden
başka hiç kimseye sırlarını açmaz. Ne sırf bereket için okuyanlara, ne sırf
edebi ve ilmi araştırmalar için okuyanlara ne de sırf içindeki üslup ve
ifade tarzını inceleyenlere" derken bunu kastediyorduk.
Bunlardan hiçbiri Kur'an'daki saydığımız özellikleri
kavrayamazlar. Çünkü bu Kur'an bu tarz bir inceleme, araştırma unsuru olsun
diye inmemiştir. Tersine hareket ve direktif unsuru olsun diye inmiştir.
Şirkten uzak İslâma uyarak azgın cahiliyeye karşı
koyanlar, yeniden İslâma döndürmek için sapık insanlığa karşı cihad edenler,
insanları kula kulluktan çıkarıp tek ve ortaksız Allah'a kul yapmak için
yeryüzünde tağutlara karşı savaşanlar...
Evet, ancak bunlar Kur'an'ı anlayabilirler, özünü
kavrayabilirler. Çünkü onlar, Kur'an'ın indiği atmosferin benzeri bir
atmosferde yaşıyorlar. İlk defa üzerlerine Kur'an inen kitlenin yaptığı
hareketin aynısı içinde yaralıyorlar. Hareket ve cihad esnasında ayetlerinin
anlamlarının tadına varıyorlar. Çünkü onlar, bu anlamların olaylarda ve
realitede somutlaştıklarını görüyorlar. İşte çektikleri bunca işkencenin,
bunca meşakkatin karşılığı yalnızca budur. Karşılık mı dedim? Hayır asla!
Vallahi bu, yüce Allah'ın bir lütfudur.
"De ki; Allah'ın lütfu ile, rahmeti ile, sadece
bunlarla sevinsinler, bunlar onların biriktirdikleri dünya malından daha
hayırlıdır."
Bu büyük lütfuna karşılık yüce Allah'a hamdolsun.
HUD SURESİNİN SONU
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.