14-İbrahim
1- Elif, Lâm, Ra. Bu
Kur'an, insanları Rabblerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarasın,
üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna iletesin diye sana indirilmiş
bir kitaptır.
2- O Allah ki,
göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Uğrayacakları ağır azaptan ötürü
vaygele kâfirlerin başına! (İbrahim Suresi 52)
3- Onlar ki, dünya
hayatını ahirete tercih ederler, insanları Allah yolundan alıkoyarlar ve bu
yolu eğri göstermeye yeltenirler. İşte onlar koyu bir sapıklık içindedirler.
4- Biz bütün
peygamberleri soydaşlarının dili ile gönderdik ki, onlara Allah'ın buyruğunu
açıkça anlatabilsinler. Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola
iletir. O üstün iradelidir ve her işi yerindedir.
Elif, Lâm, Ra. Bu Kur'an, sana indirilmiş bir
kitaptır."
Bu tür harflerden meydana gelen bu kitap, bizim sana
indirdiğimiz bir kitaptır. Onu sen meydana getirmedin. Ve bu kitabı bir amaç
için indirdik sana:
"İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarasın diye."
Şu insanlığı karanlıklardan çıkarasın diye...
Kuruntu ve hurafelerin karanlığından... Siyasal
rejim ve toplumsal geleneklerin karanlığından... Değişik Rabblerin neden
olduğu bunalımın, şaşkınlığın, farklı düşüncelerin, değer yargılarının ve
ölçülerin meydana getirdiği kararsızlığın karanlığından... İnsanlığı bütün
bu karanlıklardan aydınlığa çıkarasın diye... Bu karanlıkları dağıtan
aydınlığa... Hem vicdan aleminde, hem düşünce dünyasında karanlıkları
ortadan kaldıran aydınlığa... Ardından hayatın pratiğinde, değer
yargılarında, siyasal rejimlerde ve toplumsal geleneklerde karanlıkları
dağıtan, ortadan kaldıran aydınlığa...
Allah'a iman, kalpte parlayan bir aydınlıktır. Katı
çamurdan ve Allah'ın ruhundan bir soluktan oluşan insanın yapısı bununla
aydınlanır. İnsan denen varlık bu soluğun aydınlığından yoksun olduğu zaman,
içinde bu aydınlık sönüverdiği zaman kapkaranlık bir çamura dönüşür.
Hayvanlar gibi, et kandan oluşan bir çamura dönüşür. Eğer insanın yapısında
yeralan ve Allah'ın ruhundan gelen bu ışık iman sayesinde aydınlanıp
parlamasa, bu karanlık bedende ışımasa, bu karanlık varlığı aydınlatmasa,
tek başına et, kan ve çamurdan başka bir anlam ifade etmez, çünkü bunların
üçü aynı maddelerden meydana gelmektedirler.
Allah inancı ruhu aydınlatan bir ışıktır. Artık
insan bu ışık yardımı ile yolunu seçer. Allah'a giden yolu apaçık görür.
Hiçbir karanlık, hiçbir sis gizleyemez, örtemez bu yolu. Efsanelerin
karanlığı ve hurafelerin sisi bu ışık sayesinde dağılır gider. İnsan ruhu bu
aydınlık aracılığı ile yolunu seçtiği zaman, dosdoğru yol alır, artık ayağı
kaymaz, tökezlemez, sağa sola sapmaz, yolunu şaşırmaz.
Allah inancı hayatı aydınlatan bir ışıktır. Bu
sayede insanlar birbirinden farksız, eşit kullar olurlar. Onları birbirine
bağlayan bağ Allah inancıdır. Başkasına değil, sadece O'na boyun eğerler.
Bölük pörçük olup tağutlara (zorbalara) kul olma durumuna düşmezler. Onları
evrene bağlayan bilgi bağıdır. İçindeki herkesi ve her şeyi ile birlikte şu
evrende yürürlükte olan yasalar sistemini bilmektir bu. Böylece onlar,
içindeki herkes ve her şeyle birlikte şu evrenle barışık bir hayat yaşarlar.
Allah'a inanmak aydınlıktır. Adalet aydınlığı,
özgürlük aydınlığı ve bilgi aydınlığı... Allah'a yakın olmayı hissetmenin,
yoklukta ve bollukta, darlıkta ve genişlikte O'nun adaleti, rahmeti ve
hikmeti ile güven duymanın aydınlığı... Bu güven sıkıntıda sabretmeyi,
bollukta da şükretmeyi sağlayan bir duygudur. Bunun yanında imtihandaki
hikmeti kavrama aydınlığıdır bu.
İlah ve Rabb olarak sadece Allah'a inanmak eksiksiz
bir hayat sistemidir. Sadece vicdanı kaplayan ve onu aydınlatan bir inanç
değildir. Tek başına Allah'a kul olma, sadece O'nun Rabblığına boyun eğme,
kulların Rabblığından kurtulma ve kulların egemenliklerinin üstüne çıkma
ilkesine dayanan bir hayat sistemidir.
Bu sistem, insan fıtratı ile uyuşan ve bu fıtratın
gerçek ihtiyaçlarına cevap veren ilkeler içermektedir. Bu sayede hayata,
mutluluk, aydınlık, güven ve huzur havası egemen olur. Bu sistemde
süreklilik ve değişmezlik esastır. Kulların Rabblığına ve hakimiyetine boyun
eğen toplumlarda görülen, kulların ortaya koyduğu politik, idari ve ekonomik
sistemlerin ahlâk ve hayat tarzına ilişkin kuralların, gelenek ve
göreneklerin karşı karşıya kaldığı değişimlerden, çalkalanmalardan
korunmuştur. Bütün bunların yanında bu sistem insan enerjisini kulların
ilahlaşması uğruna harcanmaktan, tağutların (zorbaların) borazanı, davulu,
çığırtkanı olmaktan korumaktadır.
Kuşkusuz şu kısacık ifadenin:
"İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarasın diye"
ardından hem akıl ve kalp dünyası, hem hayat ve realite dünyası ile ilgili
gerçekleri içeren engin ufuklar yeralmaktadır. Ama insanın ifade yeteneği bu
ufukları olduğu gibi tasvir edemez, sadece onlara kısaca işaret edebilir.
"Rabblerinin izni ile insanları karanlıklardan
aydınlığa çıkarasın diye." Peygamberin elinden tebliğden başka bir şey
gelmez. Onun görevi açıklamaktır, başka bir şey değil. İnsanların
karanlıklardan aydınlığa çıkarılması ise, yüce Allah'ın iradesinin öngördüğü
evrensel yasa uyarınca yine O'nun izni ile gerçekleşir. Peygamber ise sadece
peygamberdir.
"İnsanları Rabblerinin izni ile karanlıklardan
aydınlığa çıkarasın, üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yoluna iletesin
diye..."
Ayette geçen "es-Sırat = yol" kelimesi "en-Nur =
aydınlık" kelimesinin açıklaması niteliğindedir. Allah'ın yolu da; onun
belirlediği, uyulmasını istediği çizgi, kural, varlıklar aleminde yürürlüğe
koyduğu evrensel yasası ve insan hayatına hükmeden şeriatıdır. İşte aydınlık
(nûr) insanı bu yola iletir. Ya da bizzat bu yolun kendisi aydınlıktır.
Anlam olarak bu daha güçlüdür. İnsan ruhunu aydınlatan nûr, evreni de
aydınlatan nûrdur. İlahi yoldur bu. Bu nûr evrene egemen olan yasal
sistemdir. Allah'ın şeriatıdır. Bu aydınlığın içinde yaşayan insan ruhu,
meseleleri kavramada, düşüncede ve hayat tarzında yanılmaz artık. Çünkü O,
dosdoğru yolu izlemektedir. "Üstün iradeli ve övgüye lâyık Allah'ın yolu"nu
takip etmektedir. Karşı konulmaz ve her şeye egemen bir güce sahip, aynı
zamanda övgüye ve şükre lâyık Allah'ın yoludur bu.
Burada yüce Allah'ın gücünün ön plana çıkmış olması
kâfirleri tehdit etme amacına yöneliktir. Hamd ise, şükredenlerin tavrını
vurgulamak için ön plana çıkıyor. Ardından yüce Allah'ın tanıtımı yeralıyor.
O, göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibidir. İnsanlara muhtaç değildir.
İçindeki canlı cansız tüm varlıklarla birlikte evrene egemen olan O'dur:
"O Allah ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi
O'nundur."
Kim karanlıklardan çıkıp doğru yolu bulursa O'dur
kurtulan. Bunun dışında fazla bir şey söylenmiyor burada. Ayetlerin akışı
kâfirleri tehdit etmekle sürüyor, onları çekecekleri şiddetli azaptan
sakındırıyor. Vay onların haline. Nimeti inkâr etmelerinin karşılığıdır bu
ceza. Karanlıklardan aydınlığa çıkarılmaları için kitapla birlikte peygamber
gönderilmesi nimetini inkâr etmelerinin cezası işte bu korkunç azaptır
Halbuki bu nimet yeryüzünde insana bahşedilen en büyük nimettir, insanların
şükrü bu nimete karşılık hep yetersiz kalır. Bu yüzden bu nimeti inkâr etmek
en büyük suçtur.
"Uğrayacakları ağır azaptan ötürü vay gele
kâfirlerin başına."
Sonra kâfirlerin yüce Allah'ın kerim peygamberinin
kendilerine sunduğu nimeti inkâr etmelerinin nedeninin anlamını
somutlaştıran bir sıfatları gözler önüne seriliyor:
"Onlar ki, dünya hayatını ahirete tercih ederler."
İnsanları Allah yolundan alıkoyarlar ve bu yolu eğri
göstermeye yeltenirler. İşte onlar koyu bir sapıklık içindedirler."
Dünya hayatını ahirete tercih etmek, imanın
gerektirdiği sorumluluklarla çelişir. Yolu kararlı bir şekilde izlemekle
uyuşmaz. Ama ahiret tercih edildiği zaman durum böyle değildir. Çünkü bu
durumda dünya hayatı da düzelir. Dünya hayatının nimetlerinden yararlanmak
dengeli bir düzeyde tutulur ve bu noktada yüce Allah'ın hoşnutluğu
gözetilir. Bu durumda ahireti tercih etmekle, bu dünyanın nimetlerinden
yararlanmak arasında bir çelişki sözkonusu olmaz.
Kalplerini ahirete yöneltenler -sapık, akımlarda
olanın aksine- dünya nimetlerinden yararlanma bakımından bir şey
kaybetmezler. Çünkü İslâma göre ahiretin iyiliği, dünyanın iyiliğini
gerektirmektedir. Allah'a inanmak yeryüzünde Allah'ın halifeliği görevini
iyi bir şekilde yerine getirmeyi gerektirmektedir. Yeryüzünde Allah'ın
halifeliği görevini iyi bir şekilde yerine getirmek yeryüzünü kalkındırmak,
yeryüzünün iyiliklerinden, güzelliklerinden yararlanmak demektir. Çünkü
İslâm sisteminde ahireti beklemek bahanesi ile hayatı boş vermek gibi bir
düşünceye yer yoktur. Aksine, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak ve ahirete
hazırlık yapmak için hak, adalet ve doğruluk ilkelerine göre hayatı
biçimlendirmek, onarmak vardır İslâm anlayışında... İşte budur İslâm.
Dünya hayatını ahirete tercih edenler ise,
yeryüzünün zenginlik kaynaklarını talan etmek, haram kazanç elde etmek,
insanları sömürmek, aldatmak ve köleleştirmek gibi hedeflerine, Allah'a iman
etmenin aydınlığında, O'nun yol göstericiliğinin ışığında ulaşamazlar. Bu
yüzden Allah'ın yoluna engel olurlar. Hem kendilerini, hem de insanları
Allah'ın yoluna girmekten alıkoyarlar. Allah'ın yolunu doğruluk ve adaletten
uzak eğri bir yol gibi göstermeye yeltenirler. Hem kendilerini, hem de
başkalarını Allah'ın yoluna girmekten alıkoymada başarıya ulaştıkları zaman,
bu yolun doğruluk ve adaletinden yakalarını kurtardıkları zaman... Evet
sadece o zaman, zulmedebilirler, azgınlaşabilirler, çeşitli yöntemlere
başvurarak, insanları aldatabilir, kandırıp saptırabilirler. Böylece,
yeryüzünün zenginlik kaynaklarını talan etmek, çılgınca ve rezilce eğlenmek,
yeryüzünde büyüklük taslamak, hiçbir direniş ve tepki ile karşılaşmaksızın
insanları kul-köle haline getirmek gibi hedeflerine ulaşabilirler.
Hiç kuşkusuz Allah'a imanın öngördüğü hayat sistemi,
dünya hayatını ahirete tercih edenlerin egemenliğine, hayatın iyiliklerini
talan etmelerine karşı hayat ve canlılar için bir güvencedir.
"Biz bütün peygamberleri soydaşlarının dili ile
gönderdik ki, onlara Allah'ın buyruğunu açıkça anlatabilsinler."
İşte bu, bütün insanlığı kapsayan ve gelmiş geçmiş
tüm peygamberlerin getirdiği mesajlarda somutlaşan evrensel bir nimettir.
Peygamberlerin insanları Rabblerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa
çıkarabilmesi için onların dili ile gönderilmesi kaçınılmazdır. Onlara
Allah'ın buyruğunu açıkça anlatması, onların da anlatılanları anlaması için
bu zorunludur. Böylece peygamberin gönderilmesi ile öngörülen hedefe
ulaşılabilir.
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bütün
insanlara gönderilmiş bir peygamber olmakla beraber soydaşlarının dili ile
gönderilmiştir. Çünkü ilerde onun mesajını bütün insanlara duyuracak olanlar
onun soydaşları olacaktır. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- ömrü
sınırlıdır çünkü. Arap Yarımadası'nın tamamen İslâmın egemenliğine girmesi
için öncelikle soydaşlarını İslâma çağırması emredildi. Nitekim burası Hz.
Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- mesajını dünyanın diğer
bölgelerine taşıyan bir üs niteliğini kazanmıştır. Hz. Peygamberin -salât ve
selâm üzerine olsun- vefatı da her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan
yüce Allah'ın takdiri sonucu İslâmın yayılışının yarım adanın sınırlarına
dayandığı ve Hz. Usame'nin ordusunun yarımadanın dışına gönderildiği günlere
denk gelmektedir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine
olsun- vefat ettiği için Hz. Usame'nin ordusu harekete geçmemişti. Gerçekten
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberliğinin bütün
insanlara yönelik oluşunun kanıtı olarak Arap Yarımadası'nın dışına da
İslâma davet mektupları göndermiştir. Ne var ki, yüce Allah'ın onun için
takdir ettiği, yine sınırlı insan ömrünün tabiatının öngördüğü ise, Hz.
Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- mesajını, soydaşlarına kendi
dilleri ile duyurması ve bu mesajın bütün insanlara bu bölgeden
ulaştırılması olmuştur. Nitekim böyle de oldu. Allah'ın takdirine ve hayatın
realitesine göre onun bütün insanlara yönelik , mesajı ile soydaşlarına
kendi dilleri ile sunduğu mesaj arasında bir çelişki yoktur.
"Biz bütün peygamberleri soydaşlarının dili ile
gönderdik ki, onlara Allah'ın buyruğunu açıkça anlatabilsinler."
"Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola
iletir."
Buna göre peygamberin -her peygamberin- görevi
açıklama ile sona eriyor. Bunun sonucu ortaya çıkan doğru yola girme ya da
sapıtma durumu üzerinde onun bir etkinliği sözkonusu değildir ve bu onun
isteğine göre gerçekleşmez. Bu durum, Allah'ın yetkisinin sınırlarına
girmektedir. Bunun için yüce Allah serbest iradesinin hoşnut olduğu bir
kanun belirlemiştir. Kim sapıklığı arzularsa ona dadanırsa sapıtacaktır. Kim
doğru yolu bulmayı ister, onun için çabalarsa doğru yola ulaşacaktır. Her
iki durum da belirlediği kanunu, insan hayatında yürürlüğe koyan yüce
Allah'ın iradesine bağlıdır.
"O üstün iradeli ve her işi yerindedir."
O, insanları ve hayatı dilediği gibi yönlendirme
gücüne sahipti. O her şeyi bir hikmet ve takdir doğrultusunda yönlendirir.
Hiçbir şey hedefsiz, plansız ve başıboş bırakılmamıştır.
Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- peygamberliği de
öyle idi. O da soydaşlarının dili ile gönderilmişti.
5- Biz Musa'yı
"Soydaşlarını karanlıktan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın (tarihlerinde
iz bırakmış) günlerini hatırlat" direktifi ile somut mucizelerin desteğinde
peygamber olarak gönderdik. Bu hatırlatmada sabırlı ve şükreden herkesin
alacağı ibret dersleri vardır.
6- Hani Musa,
soydaşlarına dedi ki; "Allah'ın size bağışladığı nimetleri hatırlayınız.
Hani O oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı erkeksiz bırakmak sureti ile
size çok ağır bir işkence çektiren Firavun hanedanından sizi kurtarmıştı.
Bu, Rabbinizin size yönelik büyük bir sınavı idi. "
7- Hani Rabbiniz
size şöyle bildirmişti; "Eğer şükrederseniz, size yönelik nimetlerimi
kesinlikle arttırırım, eğer nankörlük ederseniz, hiç kuşkusuz azabım pek
ağırdır. "
8- Musa dedi ki;
"Eğer siz. tüm yeryüzü halkı ile birlikte nankörlük etseniz, kuşku yok ki,
Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve özü itibarı ile övgüye lâyıktır. "
Burada Hz. Musa'ya yönelik emir ile Hz. Muhammed'e
-salât ve selâm üzerine olsun- yönelik emir şekil ve mahiyet itibarı ile
aynı kalıplarla ifade edilmektedir. Bu durum suredeki ifade ahengi ile
uygunluk arzetmektedir. Nitekim buna az önce değinmiştik. Hz. Muhammed'e
-salât ve selâm üzerine olsun- yönelik emir şöyleydi:
"İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarasın
diye..."
Burada ise Hz. Musa'ya -selâm üzerine olsun- şu
direktif verilmektedir:
"Soydaşlarını karanlıktan aydınlığa çıkar."
Birincisi, tüm insanları kapsarken, ikincisi, Hz.
Musa'nın kavmine özgü kılınmaktadır. Ama güdülen amaç birdir:
"Soydaşlarını karanlıktan aydınlığa çıkar."
"Onlara Allah'ın (kendi tarihlerinde iz bırakmış)
günlerini hatırlat."
Aslında bütün günler Allah'ındır. Fakat burada bütün
insanlar ya da bir grup insanı ilgilendiren önemli bir olayın, olağanüstü
nimet ya da felaketin yaşandığı günler kastedilmektedir. Nitekim Hz.
Musa'nın onlara yaptığı hatırlatmalarda bunlara değinilecektir. Hz. Musa hem
onları hem de kendilerinden önce yaşamış Nuh, Ad ve Semud kavimlerini
ilgilendiren önemli günleri hatırlatmıştı. İşte kastedilen Allah'ın günleri
bu günlerdir.
"Bu hatırlatmada sabırlı ve şükreden herkesin
alacağı dersler vardır."
Ayette kastedilen bu günlerin bazısında büyük
zorluklar çekilmiştir ki, bu, sabretmenin işaretidir. Bazı günlerde de bol
nimetler verilmiştir. Bu da şükretmenin işaretidir. Sabreden ve şükreden
kişi bu işaretleri ve bu işaretlerin ötesindeki hikmeti kavrayan, bunlardan
ibret ve öğüt almasını bilen kişidir. Aynı zamanda kendisi için uyulacak ve
ders alınacak unsurlar da bulan kişidir.
Hz. Musa, mesajını anlatmaya, soydaşlarını uyarmaya
başlıyor:
"Hani Musa, soydaşlarına dedi ki; `Allah'ın size
bağışladığı nimetleri hatırlayınız. Hani O oğullarınızı boğazlayıp
kadınlarınızı erkeksiz bırakmak sureti ile size çok ağır bir işkence
çektiren Firavun hanedanından sizi kurtarmıştı. Bu, Rabbinizin size yönelik
bir büyük sınavı idi."
Hz. Musa -selâm üzerine olsun- onlara yüce Allah'ın
üzerlerindeki nimetlerini hatırlatıyor. Firavun hanedanı tarafından
gördükleri korkunç işkenceden kurtuluş nimetini... Firavun hanedanı onlara
sürekli kesintisiz ve herkesi kapsayan sistematik bir işkence çektiriyordu.
Bu işkencenin en belirgini erkek çocukların boğazlanıp, kız çocukların sağ
bırakılması idi. Bununla caydırıcı güce sahip olmalarını önlemek, sürekli
zayıf ve ezilen kimseler olarak kalmalarını sağlamak hedeflenmişti. Yüce
Allah'ın onları bu durumdan kurtarması, hatırlanması gereken bir nimettir.
Ama şükretmek için hatırlamak gerekir.
"Bu Rabbinizin size yönelik büyük bir sınavı idi."
Bu, öncelikle azapla denemekti. Sabrın,
dayanışmanın, direnmenin, kurtuluş için kararlı olmanın, onun uğruna
çalışmanın düzeyini, derecesini ölçmek içindi bu sınama. Çünkü sabır, sadece
zillete, işkenceye katlanmak değildir. Sabır, sarsılmadan, ruhsal hezimete
uğramadan işkencelere katlanmaktır. Kurtuluş ümidini, kararlılığını sürekli
diri tutmaktır. Zulüm ve azgınlığın karşısına dikilmek için hazırlık
yapmaktır. Aksi taktirde bu, övgüye lâyık sabır olmayacak; zillete,
aşağılanmaya katlanmak, teslim olmak olacaktır. İkincisi de kurtuluşla
denemekti. Şükürlerinin, yüce Allah'ın nimetini itiraf edişlerinin, kurtuluş
karşılığında doğru yolda kararlı oluşlarının düzeyini ölçmek içindi bu
sınav.
Hz. Musa, yüce Allah'ın onların hayatında yereden
önemli günlerini hatırlattıktan sonra soydaşlarına anlatmaya devam ediyor.
Onları işkence ve kurtuluşun ötesinde güdülen amacı düşünmeye yöneltiyor. Bu
amaç, işkenceye karşı sabretmek, kurtuluş için de şükretmektir.
Hz. Musa, yüce Allah'ın şükür ve inkâr karşılığında
kulları için belirlediği akıbeti anlatmakla açıklamalarına devam ediyor.
"Hani Rabbiniz size şöyle bildirmişti; "Eğer
şükrederseniz, size yönelik nimetlerimi kesinlikle arttırırım, eğer
nankörlük ederseniz, hiç kuşkusuz azabım pek ağırdır."
Şu büyük gerçek karşısında durup düşünüyoruz. Şükür
etmekle nimetin artması ve nankörlükle korkunç azabın hakedilmesi gerçeği...
Evet bu gerçek karşısında biz de durup düşünüyor ve
daha ilk anda içimize güven duygusu doluyor. Çünkü bu, yüce Allah'ın
vaadidir. Her halukârda gerçekleşmesi kaçınılmazdır bu vaadin... Bu sözün
kanıtlarını hayatımızda görmek kavrayabilecéğimiz sebeplerini araştırmak
istesek, çok geçmeden birçok sebeple, kanıtla karşılaşacağız.
Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın verdiği nimetlere karşı
şükretme, insan ruhundaki ölçülerin doğruluğunun göstergesidir. İyi olan
şükreder, çünkü bozulmamış fıtrata göre şükür onun tabii tepkisidir.
Bu bir... Diğeri de, nimetine karşılık yüce Allah'a
şükreden kişinin bu nimet üzerindeki uygulamalarında, şımarmadan, diğer
halka karşı büyüklük taslamadan, bu nimeti baskı, kötülük, pislik ve
bozgunculuk aracı olarak kullanmadan yüce Allah'ı gözeteceği, onun
hoşnutluğunu gözönünde bulunduracağı gerçeğidir.
Bunların ikisi de nefsi arındıran, onu iyi işler
yapmaya, nimet üzerinde onu geliştirecek, bereketlendirecek, iyi
uygulamalarda bulunmaya teşvik eden unsurlardır. Böylece insanlar hem bu
nimetten hem de ona sahip olan kişiden memnun olur, ona yardımcı olurlar. Bu
sayede toplumda yeralan fertlerin birbirleriyle olan ilişkileri sağlıklı bir
yapıya kavuşur, mal varlıkları her yönüyle güvencede olmak üzere gelişme
imkânı bulur. Bunun gibi hayatın içinden daha birçok tabii ve gözle görülür
sebebi sıralamak mümkündür. Gerçi yüce Allah'ın vaadi mü'min için yeterli
bir güvencedir. Mü'min ister sebepleri kavrasın, ister kavramasın, bu bir
realitedir ve gerçektir. Çünkü yüce Allah'ın vaadidir.
Allah'ın nimetine karşı nankörlük etmek de, ona
karşı şükür görevini yerine getirmemekle olur. Ya da bu nimeti bahşedenin
yüce Allah olduğunu inkâr etmekle, bu nimeti bilgiye, tecrübeye, kişisel
emek ve çalışmaya bağlamakla olur! Sanki bütün bu yetenekler yüce Allah'ın
bahşettiği nimetler değilmiş gibi! Nankörlük, bu nimeti kötü emeller için
kullanmakla olur. Nimetle şımarma, büyüklenme, onu insanlara karşı üstünlük
sağlama aracı olarak kullanma, ihtiraslar ve bozgunculuk uğruna koz olarak
kullanma... Evet bütün bunlar yüce Allah'ın nimetini inkâr etmek anlamına
gelmektedir.
Şiddetli azap, nimetin kökten yok edilmesini de
içine alır. Bu, ya nimetin tamamen giderilmesi ya da bilinçlerde etkilerinin
silinmesi şeklinde olur. Nice nimetler vardır ki, bir felakete dönüşür. Ona
sahip olan mutsuzluğa mahkûm olur. Ondan yoksun olanlar da kıskançlık
duygusuna kapılırlar. Bu azap yüce Allah'ın dilemesine göre ya dünyada bir
süre için ya da ahirete kadar ertelenebilir. Ama kesinlikle
gerçekleşecektir. Çünkü yüce Allah'ın nimetini inkâr etmek karşılıksız
kalmayacak bir suçtur.
Şükür, yüce Allah'a bir kazanç sağlayacak değildir.
Nankörlük de ona zarar verecek değildir. Yüce Allah hiçbir şeye muhtaç
değildir. Bizzat övgüye lâyıktır, insanların övgüsü ve bahşettiği nimetlere
karşılık şükretmesi ile değil...
"Musa dedi ki; "Eğer siz, tüm yeryüzü halkı ile
birlikte nankörlük etseniz, kuşku yok ki, Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı
yoktur ve özü itibarı ile övgüye lâyıktır."
Şükretmekle insan hayatı sağlıklı bir nitelik
kazanır. Ruhlar Allah'a yönelmekle arınırlar. İyiliğe karşı şükretmekle
dosdoğru olurlar, nimeti verene bağlanmanın huzurunu yaşarlar. Nimetin
yokolup gitmesi endişesinden kurtulurlar. Allah için harcadıkları ya da
kaybettikleri şeylerin ardından hayıflanmazlar, üzülmezler. Çünkü nimetleri
veren her zaman vardır. Üstelik nimet şükürle temizlenir, artar.
Hz. Musa -selâm üzerine olsun- soydaşlarına
açıklamalarda ve hatırlatmada bulunmaya devam ediyor. Ama, peygamberler
ümmeti ile peygamberleri ve peygamberlik gerçeğini yalanlayan cahiliye
toplumları arasındaki büyük mücadelenin ön plana çıkması için kendisi
sahneden çekiliyor, gizleniyor. Bu tarz bir ifade Kur'an'ın sanatsal
güzelliklerinden biridir. Olayları canlandırmak, onları anlatılan bir
hikâyeden gözle görülen, işitilen, içinde hareket edilen, şahısların
karakterleri ve tepkileri seyredilen bir sahneye dönüştürmek için Kur'an'da
bu tarz bir ifadeye sık sık rastlanır.
Şu anda zaman ve mekân kavramlarının dürülüp
atıldığı o büyük meydana geçiliyor: ,
9- "Daha önce
yaşamış Nuh, Ad, Semud kavimlerine, ayrıca bunlardan sonra gelen ve
haklarında Allah'dan başka hiç kimsenin bir şey bilmediği toplumlara ilişkin
bilgi size ulaşmadı mı? Peygamberleri, bu toplumlara açık belgeler ile
geldiler. Fakat onlar (sesleri yankılanarak gürleşsin diye) ellerini
ağızlarına tutarak "sizin bize getirdiğiniz mesajı reddediyoruz, bizi
benimsemeye çağırdığınız ilkeler konusunda koyu bir kuşku içindeyiz "
dediler.
Bu hatırlatmalar Hz. Musa'nın sözleridir, ne var ki
ayetin akışı bu andan itibaren Musa'yı sahneden çekiyor. Peygamberler ve
taşıdıkları mesajların hikâyesini tüm zamanları kapsayacak şekilde sunmak
için buna başvuruluyor. Cahiliye karşısında peygamberler, taşıdıkları
mesajlar ve bunların gerçek mahiyetlerinin, zaman ve mekân farklılığına
rağmen, bu mesajları yalanlayan cahiliye toplumlarının uğradığı akıbetin
hikâyesidir bu. Sanki Hz. Musa, hikâye anlatan birisi gibi. Önce hikâyede
geçen önemli olaylara şöyle bir işaret ediyor, sonra da kahramanların kendi
başlarına konuşmaları, hareket etmeleri için bir kenara çekiliyor. Kur'an'da
hikâyeleri sunmak için başvurulan bir yöntemdir bu. Böylece anlatılan
hikâye, şu anda geçen bir olaya dönüşür. Nitekim az önce buna işaret
etmiştik. Burada iman kafilesindeki seçkin peygamberleri cahiliye hayatı
yaşayan tüm insanlığa karşı koyarken seyrediyoruz. Burada nesiller ve
kavimler arasındaki tüm mesafeler ortadan kaldırılmıştır. Büyük gerçek,
zaman ve mekân kavramlarından soyutlanmış olarak, zaman ve mekân
engellerinin ötesinde, gerçekte olduğu şekliyle ön plana çıkmaktadır:
"Daha önce yaşamış Nuh, Ad, Semud kavimlerine,
ayrıca bunlardan sonra gelen ve haklarında Allah'dan başka hiç kimsenin bir
şey bilmediği toplumlara ilişkin bilgi size ulaşmadı mı?"
O halde bunların sayısı oldukça fazladır. Ve
Kur'an'da anlatılanların dışında Semud kavmi ile Hz. Musa'nın kavmi arasında
bu durumda olan çok kavim vardır. Ayetlerin akışı burada onların durumlarını
ayrıntılı olarak anlatmayı amaçlamıyor. Çünkü her peygamberin yaptığı çağrı
ile aldığı karşılık arasında tıpatıp benzerlik olduğu vurgulanmak
istenmektedir.
"Peygamberleri bu toplumlara açık belgeler ile
geldiler."
Sağduyu sahibi kimselerin kolaylıkla kavrayacağı
şekilde son derece açık belgelerle geldiler.
"Fakat onlar (sesleri yankılanarak gürleşsin diye)
ellerini ağızlarına tutarak "Sizin bize getirdiğiniz mesajı reddediyoruz,
bizi benimsemeye çağırdığınız ilkeler konusunda koyu bir kuşku içindeyiz"
dediler."
Elini ağzının önünde hareketlendirmek suretiyle
sesini uzağa duyurmak için yankılanmasını isteyen birinin yaptığı gibi
ellerini ağızlarına tuttular. Eli ağzın önünde ileri geri götürüp getirme
hareketi sesin dalgalanıp gürleşmesini sağlar. Surenin akışı yalanlamalarını
ve kuşkularını açığa vurma biçimlerini, bu açığa vurmada aşırı gitmelerini,
edep ve zevkten yoksun bu çirkin hareketi sergilemelerini iyice vurgulamak
için çiziyor bu tabloyu. Küfürlerini açığa vurmada ne denli aşırı gittikleri
gözler önüne seriliyor böylece.
Peygamberleri onları Allah'ın tek ve ortaksız
ilahlığına; insanlar üzerindeki, kullardan ortak kabul etmeyen Rabblığına
inanmaya çağırdıklarına göre... Fıtratça kavranan, evrenin dışına ve
derinliklerine serpiştirilen ilahi ayetlerce kanıt oluşturulan ve her
yönüyle dile gelen bu gerçekten kuşku duymak, çirkin ve hoş karşılanmayan
bir tavır olarak beliriyor. Nitekim peygamberler de bu kuşkuyu
yadırgamışlardı. Oysa göklerle yer yüce Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığına
tanıklık etmektedirler:
10- Peygamberleri,
onlara "Göklerin ve yerin yoktan varedicisi olan Allah hakkında şüphe olur
mu hiç? O bazı günahlarınızı bağışlamak için sizi doğru yola çağırıyor, bu
konuda size belirli bir sürenin sonuna kadar mühlet tanıyor" dediler.
Gökler ve yer, bozulmamış fıtratla kendilerini
yoktan varedenin, yeniden inşa edenin yüce Allah olduğunu söyledikleri halde
Allah hakkında şüphe olur mu hiç? Peygamberleri böyle söylemişlerdi çünkü.
Göklerle yer insanı ürperten, görkemli ve apaçık iki kanıttırlar. Bunlara
yalnızca işaret etmek bile çarçabuk doğruyu kabul etmeye yöneltir. Burada bu
iki kanıta işaret etmenin ötesinde bir şey yapılmıyor. Sonra peygamberler,
yüce Allah'ın insanları imana çağırmakla, düşünmeleri ve azaptan sakınmaları
için onlara belli bir süre tanımakla bahşettiği nimetleri sayıyorlar:
"Göklerin ve yerin yoktan varedicisi olan Allah
hakkında şüphe olur mu hiç? O bazı günahlarınızı bağışlamak için sizi doğru
yola çağırıyor" dediler."
Aslında yüce Allah onları imana çağırmaktadır.
Bağışlanma bunun sonu cunda gerçekleşir. Âma ayetin akışında çağrı doğrudan
doğruya bağışlanmaya yapılan çağrı olarak ifade ediliyor. Allah'ın nimetini
ve insanlara yönelik iyiliğini iyice vurgulamak için. Bu durumda
bağışlanmaya çağrılan bir kavmin tepkisinin bu olması hayret verici bir
davranış olarak belirginleşiyor:
"O bazı günahlarınızı bağışlamak için sizi doğru
yola çağırıyor." "Bu konuda size belli bir sürenin sonuna kadar mühlet
tanıyor."
Yüce Allah sizi bağışlanmaya çağırmakla beraber,
daveti duyar duymaz inanmanızı veya yalanlar yalanlamaz sizi cezalandırmayı
dilemiyor. O size bir diğer iyilikte de bulunuyor, size belli bir sürenin
sonuna kadar mühlet tanıyor. Bu mühlet ya dünyada dolar, ya da hesaplaşma
gününe kadar uzar. Bu süre içinde kendi kendinizle başbaşa kalın. Allah'ın
ayetlerini ve peygamberlerinizin açıklamalarını düşünme imkânını bulursunuz.
Mühlet tanıma nimetler sınıfına dahil edilmesi gereken rahmet ve hoşgörüdür.
Kullarına merhamet eden, onlara sayısız iyiliklerde bulunan yüce Allah'ın
çağrısına verilecek cevap bu mudur?
Burada topluluk koyu cahiliye bataklığında
yüzdüğünden dolayı şu cahiliye itirazda bulunuyor:
"Fakat onlar peygamberlerine dediler ki; "Siz de
tıpkı bizim gibi birer insansınız, başka hiçbir özelliğiniz yok, bizi
atalarımızın öteden beri taptıkları ilahlara tapmaktan vazgeçirmek
istiyorsunuz."
İnsanlar, yüce Allah'ın kendilerinden birini
mesajının taşıyıcısı olarak seçmesi ile iftihar edeceklerine,
bilgisizliklerinden dolayı bu seçimi tuhaf buluyorlar. Seçilmiş peygamberler
hakkında bu özelliklerini, kuşkuları için dayanak yapıyorlar.
Peygamberlerinin davetini öteden beri atalarının taptıkları sahte
tanrılardan kendilerini vazgeçirme isteğine bağlıyorlar. Ama
peygamberlerinin neden kendilerini bu tanrılara kulluk yapmaktan
vazgeçirmeye çalıştıklarını düşünmüyorlar. Putperestliğin neden olduğu akli
donukluğun doğası gereği atalarının taptıkları sahte tanrılar hakkında
düşünmüyorlar. Bunların ne gibi bir değerleri vardır? Nedir gerçek
mahiyetleri? Eleştiri ve düşünce süzgecinden geçirildiklerinde düzeyleri
nedir bunların? Yine putçuluğun neden olduğu akli donukluğun doğası gereği
yeni daveti de düşünmüyorlar. Tersine kabul etmek için mucize istiyorlar.
"Öyleyse bize apaçık bir delil getiriniz' dediler."
Peygamberler cevap veriyor... Birer insan
olduklarını inkâr etmiyorlar, aksine bu özelliklerini vurguluyorlar.,Ama
dikkatleri yüce Allah'ın peygamberlerini insanlardan seçmekle ne büyük
iyilikte bulunduğuna, onları bu büyük emaneti yüklenebilecekleri
yeteneklerle donatması suretiyle insanlara bahşettiği büyük lütfa
çekiyorlar.
11- Peygamberleri
onlara dediler ki, "Evet biz de sizin gibi birer insanız, fakat Allah
dilediği kuluna bağışta bulunur. Allah'ın izni olmadıkça biz size mucize
gösteremeyiz. Mü'minler sırf Allah'a dayanmalıdır.
İfadede `bağışta bulunur' sözcüğü surenin genel
havasına egemen olan karşılıklı konuşma ile uyum oluşturması için
kullanılıyor. Surenin genelinde yüce Allah'ın nimetlerinden söz
edilmektedir. Bu nimetlerden biri de yüce Allah'ın kullarından dilediğine
bağışta bulunduğu peygamberlik nimetidir. Bu bağış, sırf peygamberler için
değil, aynı şekilde kendi içinden bazı fertlerin bu büyük göreve
seçilmesinden dolayı onurlandırılan insanlık için de son derece değerli,
aynı oranda görkemli bir görevdir. Yücelerin yücesine bağlanıp, buluşma,
direktif alma bir nimettir. Bu üzerine çeşitli ağırlıklar çöreklenmiş, insan
fıtratını karanlıklardan aydınlığa çıkarmaya yönelik bir hatırlatma olması
bakımından insanlık için paha biçilmez bir nimettir. Fıtratın içindeki alıcı
ve algılayıcı cihazların harekete geçmesi, böylece hareketsiz ölümden her
yönüyle açık hayata ulaşması için yapılan bu hatırlatma büyük bir nimettir.
Ayrıca peygamberlerin üstlendiği bu büyük görev, insanları kulların
boyunduruğundan kurtarıp tek ve ortaksız Allah'ın egemenliğine kavuşturmayı,
insan onurunu ve enerjisini kulların boyunduruğu altında aşağılamaktan,
heder olup gitmekten kurtarmayı hedeflemesi bakımından insanlığa yapılmış en
büyük iyiliktir. Evet peygamberler insan alnını, kendisi gibi kulların
önünde eğilme zilletinden, insan enerjisini de kendisi gibi kulların
ilahlaşması uğruna heder olmaktan kurtarmak için gelmişlerdir.
Apaçık delil getirme meselesine ve mucize gösterme
gücüne gelince, peygamberler açık açık kavimlerine bunların yüce Allah'ın
yetkisinde olduğunu anlatıyorlar. Amaç, insanların karmaşık ve karanlık
idraklerinde yüce Allah'ın ilahi zatı ile peygamberlerin beşeri kişilikleri
arasındaki farklılığı belirginleştirmek, yüce Allah'ın zatı ve sıfatları
konusunda yaratıklardan birine benzemeyi kesinlikle kabul etmeyen mutlak
tevhidin görünümünü zihinlerde netleştirmektir. Bu nokta çeşitli putçu
düşüncelerin düştükleri bir bataklıktır. Yunan, Roma, Mısır ve Hind
putçuluğuna bulaşması nedeni ile hristiyan kiliselerinde şekillenen
düşünceler de bu bataklığa dalmışlardır. Bu bataklığa ilkin çeşitli
mucizeleri Hz. İsa'nın şahsına bağlamaktan ötürü düştüler. Böylece yüce
Allah'ın ilahlığı ile Hz. İsa'nın -selâm üzerine olsun- kulluğunu birbirine
karıştırdılar.
"Allah'ın izni olmadıkça biz size mucize
gösteremeyiz."
O'nun gücünden başka bir güce dayanmayız.
"Mü'minler sırf Allah'a dayanmalıdırlar."
Peygamberler bunu her zaman için geçerli olan bir
gerçek olarak ifade ediyorlar. Çünkü mü'min sadece Allah'a güvenip dayanır,
onun kalbi Allah'dan başkasına yönelmez. Başkasından değil, sadece ondan
yardım bekler. Sırf O'nun himayesine sığınır.
Sonra azgınlığı iman ile, işkenceleri de direnç ile
karşılıyorlar. Bu arada gerçeği belirginleştirmek ve vurgulamak için
soruyorlar:
12- Allah bizi doğru
yola ilettiğine göre, niye O'na dayanmayalım ki? Bize edeceğiniz eziyetlere
kesinlikle katlanacağız. Dayanak arayanlar sırf Allah'a dayanmalıdırlar. "
"Allah bizi doğru yola ilettiğine göre, niye O'na
dayanmayalım ki?"
Konumundan ve yolundan emin olan, dostuna ve
yardımcısına güvenen kendisine doğru yolu gösteren yüce Allah'ın hiç
kuşkusuz yardım ve desteğini de göndereceğini bilen bir mü'minin sözüdür bu.
Kul doğru yolda olmayı garantiledikten sora dünya hayatında zaferin
gerçekleşmemesinin ne önemi var?
Adımlarını yönlendirenin, yolunu gösterenin yüce
Allah olduğunun bilincinde olan bir kalp, Allah'a bağlanmış bir kalptir.
Allah'ın varlığı, otoriter ve egemen ilahlığı hakkında bilinç planında bir
yanılgıya düşmez bu kalp. Böyle bir bilinçle Allah'ın yolunu takip etmekle
tereddüt geçirme birarada olmaz. Yoldaki engeller ne kadar zor ve aşılmaz
olursa olsun, bu yolda pusu kuran tağutlar (zorbalar) ne kadar güçlü olursa
olsun durum değişmeyecektir. Peygamberlerin -salât ve selâm üzerlerine
olsun- verdikleri cevap ile yüce Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiğinin
bilincinde oluşları, tağutlardan (zorbalardan) gelen ağır tehditler
karşısında O'na dayanmaları, sonra bu tehditlere rağmen yollarını takip
etmekte ısrarlı oluşları arasındaki bağlantı da bu yüzdendir.
Bu gerçeği -mü'minin kalbinde yer eden Allah'ın yol
göstericiliğinin bilincinde olmak ile ona dayanmanın zorunluluğu arasındaki
bağlantı gerçeğini- cahiliyenin zorbalarına karşı fiili bir harekette
bulunan, derinliklerinde yüce Allah'ın elini hisseden bir kalpten başkası
algılayamaz. Bütün aydınlık kapıları üstüne açılmıştır bu kalbin. Parlayan
ufukları seyre dalınıştır, iman ve bilgi meltemlerini teneffüs ediyor,
kendini bildik, tanıdık ve yakın bir çevrede hissediyordur... Böyle bir
durumda yeryüzünü parsellemiş tağutların savurdukları sözlere aldırış bile
etmez. Herhangi bir saptırma girişimine eğilim göstermesi ya da tehdide
boyun eğmesi imkânsız bir olaydır. O, yeryüzünün tağutlarına, büyüklük
taslama ve şımarma aracı olarak sahip oldukları güç ve kudrete küçümser bir
gözle yaklaşmaktadır. Bu şekilde Allah'a bağlanmış bir kalbi ne korkutabilir
ki? Şu zavallı kullar onu nasıl korkutabilirler?
"Allah bizi doğru yola ilettiğine göre niye O'na
dayanmayalım ki?" "Bize edeceğiniz eziyetlere kesinlikle katlanacağız."
Kesinlikle sabredeceğiz, görevimizi bırakmayacağız,
zaaf göstermeyeceğiz, sarsılmayacağız, davamızın gerçekliğinden kuşku
duymayacağız, elimizden geleni yapmaktan geri durmayacağız, yolumuzdan
sapmayacağız.
"Dayanak arayanlar sırf Allah'a dayanmalıdırlar."
İşte burada azgınlık, tağutluk gerçek yüzünü
gösteriyor. Mücadele etmiyor, tartışmıyor, düşünüp akletme gereğini
duymuyor. Çünkü imanın zaferi karşısında aldığı yenilginin farkındadır. Bu
yüzden zorbaların sahip oldukları tek silah olan kaba kuvvete başvuruyor
cahiliye:
13- Kâfirler,
peygamberlerine "Ya dinimize dönersiniz, ya da sizi yurdumuzdan
kovarız"dediler. Fakat Rabbleri, onlara vahiy yolu ile bildirdi ki, "Biz
zalimleri kesinlikle yokedeceğiz. "
Bu noktada İslâm ile cahiliye arasındaki çarpışmanın
gerçek nedeni ve tabiatı ortaya çıkıyor. Cahiliye, İslâmın kendisinden
bağımsız bir yapıya sahip olmasını istemez. Kendi varlığından ayrı bir
varlık göstermesine katlanamaz. İslâm barış istese bile cahiliye buna
yanaşmaz. Ama İslâmın bağımsız bir önderliğe ve yönetime sahip örgütlü bir
hareket olarak ortaya çıkması kaçınılmazdır. İşte cahiliyenin hazmedemediği,
katlanamadığı budur. Bunun için kâfirler peygamberlerinden sadece
davalarından vazgeçmelerini istemiyorlar, ayrıca tekrar inançlarına
dönmelerini, cahili toplumlarına katılmalarını, bağımsız bir yapıları
kalmayacak şekilde aralarında eriyip gitmelerini istiyorlar. Ama bu dinin
tabiatı gereği mensuplarına yasakladığı, peygamberlerin de bu yüzden
reddedip kabul etmediği de budur. Çünkü içinden kopup geldikten sonra bir
müslümanın yeniden cahiliye toplumuna katılması mümkün değildir, olmaması
gereken bir davranıştır.
Zalim ve zorba kuvvetler, çirkin ve katı yüzlerini
gösterdikleri zaman ne davet hareketine ne de delil göstermeye imkân kalmaz.
Böyle bir durumda yüce Allah peygamberleri cahiliyeye teslim edecek
değildir.
Organik yapısının tabiatı gereği, cahiliye toplumu
müslüman bir unsurun kendi bünyesinde hareket etmesine hoşgörülü davranmaz.
Bu müslümanın çalışması, çabası ve enerjisi cahiliye toplumunun yararına,
onun kökleşmesi uğruna olmadığı sürece... Cahiliye toplumunun arasına
karışmak, onun organik yapısı ve kurumları içinde yeralmak suretiyle
dinlerine hizmet edebileceklerini, dinleri için birtakım faaliyetlerde
bulunabileceklerini zannedenler, toplumun organik yapısının tabiatını
kavrayamayan kimselerdir. Toplumsal organik yapının tabiatı, bünyesinde
yeralan her ferdi bu toplumun yararına, onun sisteminin ve dünya görüşünün
kökleşmesi uğruna çalışmaya, çaba sarfetmeye zorlar. İşte bunun için seçkin
peygamberler, yüce Allah kendilerini kurtardıktan sonra tekrar kavimlerinin
arasına karışmayı, onların dinine uymayı reddediyorlar.
Bu noktada en büyük güç devreye giriyor. Kesin ve
bitirici darbesini indiriyor. Zorba tağutlar bile olsalar, basit beşeri
güçler buna karşı koyamaz. "Rabbleri onlara vahiy yolu ile bildirdi ki, "Biz
zalimleri kesinlikle yok edeceğiz." ,
14- Ve onların
arkasından yeryüzüne sizi yerleştireceğiz. Bu müjde benim karşıma
çıkacağından çekinen ve benim tehditlerimden korkanlar içindir. "
Unutmamak gerekir ki, peygamberlerle kavimlerinin
arasını ayırmak için devreye giren bu büyük güç, her zaman peygamberlerin
kavimlerinden tamamen ayrılmalarından sonra devreye girer. Müslümanlar, yüce
Allah kendilerini kurtardıktan sonra kavimlerinin dinine dönmeyi, onların
aralarına karışıp hayat biçimlerine uymayı reddettikten sonra... Dinleri ile
özel İslâmi toplumları ile, kendilerine özgü yönetimleri ile apayrı bir yapı
olarak varlıklarını sürdürmede ısrarlı olduktan sonra... İnanç temeline
dayalı olarak kavimlerinden ayrıldıktan sonra... Dolayısıyla bir kavim,
inanç, sistem, yönetim ve toplum olarak iki ayrı ümmete bölündükten sonra...
İşte o zaman en büyük kuvvet, bitirici darbesini indirmek, mü'minleri tehdit
eden tağutları yerle bir etmek, mü'minleri yeryüzüne yerleştirmek,
kendilerine zafer ve egemenlik vereceğine ilişkin yüce Allah'ın
peygamberlere yönelik vaadini gerçekleştirmek için devreye girer.
Müslümanlar cahiliye toplumuna karışmış bulunuyorken, onun rejiminin ve
yönetiminin belirlediği ölçüler içinde çalışıyorlarken, ondan ayrılmamışken,
bağımsız islâmi bir yönetim altında bağımsız ve organik bir hareket olarak
belirginleşmemişken, ilahi müdahale asla sözkonusu olmaz.
"Rabbleri onlara vahiy yolu ile bildirdi ki, "Biz
zalimleri kesinlikle yokedeceğiz."
Kesinlikle yok edeceğiz ifadesinde hem büyüklük, hem
de vurgulama yeralmaktadır. Bunlar, bu zorlu anda havaya belli bir gölge ve
belli bir ses tonu katıyorlar. Tehditler savuran zorbaları, bu tehditlerle
hem kendilerine, hem gerçeğe, hem peygamberlere, hem de insanlığa zulmeden
müşrikleri kesinlikle yokedeceğiz.
"Ve onların arkasından yeryüzüne sizi
yerleştireceğiz."
Abartma ya da palavra değil bu, her zaman için
yürürlükte olan, adil bir kanundur bu.
"Bu müjde benim karşıma çıkacağından çekinen ve
benim tehditlerimden korkanlar içindir."
Bu yerleştirme ve halifelik görevi benim karşıma
çıkacağından çekinen, üstünlük taslamayan, haddini aşmayan, büyüklenmeyen,
zorbalık yapmayan ve tehditlerimden korkanlar içindir. Buna göre hesabını
yapan, sebeplerinden sakınan, yeryüzünde bozgunculuk yapmayan ve insanlara
zulmetmeyenler içindir. Zaten halifelik görevini de bu yüzden hakediyor.
Bunu hakederek elde ediyorlar.
Böylece küçük ve komik kuvvet -zalim tağutların
kuvveti- zorlu ve muazzam kuvvetle -her şeye egemen, ulu ve ezici kuvvetle-
karşı karşıya kalıyor. Çünkü peygamberlerin görevi apaçık bir duyurma ve
mü'minlerle yalanlayanların iyice belirginleşip ayrılması ile sona eriyor.
Bir safta, komik ve cılız kuvvetleri ile birlikte
zorba tağutlar, diğer safta da yüce Allah'ın gücünün desteğinde mütevazi ve
davetçi peygamberler yeralıyor. Her iki saf da zafer ve fetih istiyor.
Akıbet nasıl olması gerekiyorsa öyle oluyor:
15- Peygamberler,
Allah'dan zafer dilediler, bunun üzerine bütün inatçı zorbalar hüsrana
uğradılar.
16- Ayrıca
herbirinin önünde cehennem vardır, orada kendisine irinli su içirilecektir.
17- Bu irinli suyu
yutkunarak içer, normal biçimde içemez. Her yandan ölümün saldırısına
uğradığı halde ölemez. Ününde çetin bir azap vardır.
Buradaki sahne son derece ilginçtir. Bütün inatçı
zorbaların hüsranını, şu dünya hayatındaki acı sonlarını gözler önüne seren
bir sahnedir bu. Ama bu sahnenin gösterildiği yerin arka planında
cehennemdeki durum ve görüntü de düşünülüyor. Zorbalar yaralı vücutlardan
akan irini içiyorlar. Pis ve acı oluşundan dolayı da yutamıyorlar, anında
dışarı atıyorlar. Bu pislik ve tiksinti öylesine belirgin ki, sözcükler
arasında elle tutulacak kadar somuttur. Bu zorbaları tüm sebepleri ile ve
her yönden ölüm kuşatır ama ölmezler. Azabın tamamlanması için elbette...
Bundan sonra da şiddetli bir azap vardır.
Bu sahne dehşet vericidir. Hüsrana uğramış yenik
zorbayı çizerken, arka planda da akıbetini, bu derece korkunç ve ürpertici
bir tarzla gözlerinin önüne getiriyor. İfadede yeralan "Galiyz" kelimesi de
sahnenin biraz daha korkunç olmasına katkıda bulunuyor. Ve bu ifade
zorbaların hak, iyilik, hayır ve inanç davetçilerine karşı bir tehdit unsuru
olarak kullandıkları zalim kuvvetlerin yanında uyum oluşturmaktadır.
Bu acı akıbetin gölgesinde yeralan değerlendirme,
kâfirlere darbelerin indiği bir sahnede tasvir edilen bir örnektir. Yüce
Allah'ın yalanlayanları yokedip yerlerine yeni bir canlı türü getirme gücüne
sahip olduğu gerçeğine dikkat çekiliyor burada. Bu da, hikâyenin sahneleri
diğer bir alanda görülmeye başlamadan önce yapılıyor. Hikâyenin yeryüzünde
geçen son bölümünün üzerine bir perde çekiliyor, bir diğer alandaki
sahneleri canlandırılıyor:
18- Rabblerini inkâr
edenlerin iyi davranışları fırtınalı bir günde şiddetli rüzgârda savrulan
küle benzer, yaptıkları iyi işler karşılığında ellerine hiçbir şey geçmez.
İşte koyu sapıklık budur. "
Fırtınalı bir günde rüzgârda savrulan külün
oluşturduğu sahne bilinen ve her zaman gözlemlenebilen bir sahnedir.
Ayetlerin akışı boşuna işlenen iyi davranışların kayboluşunu somutlaştırmak
için veriyor bu örneği: Bu tür iyi davranışları işleyenler ellerine bir şey
geçiremezler, onlardan hiçbir şekilde yararlanamazlar. Ayetlerin akışı bu
gerçeği fırtınalı, hareketli bir sahnede somutlaştırıyor. Bunun sonucunda
duygularda öyle bir hareketlenme meydana geliyor ki, iyi davranışların
kayboluşunu, heder oluşunu anlatma amacı ile başvurulan hiçbir zihinsel
soyut ifade yöntemi bunu gerçekleştiremez.
Bu sahne, kâfirlerin işledikleri iyi davranışlara
ilişkin somut bir gerçeği anlatmaktadır. Çünkü iman temeline dayanmayan iyi
davranışlar, davranışı nedene, nedeni de yüce Allah'a sağlam kulpa bağlı
olmayan davranışlar, toz gibi, kül gibi uçuşup giderler. Bu tür davranışlar
dayanaksız ve düzensizdirler. Çünkü önemli olan amel değildir, insanı böyle
bir ameli işlemeye iten nedendir önemli olan. Çünkü amel mekanik bir
harekettir. Bir nedeni, bir amacı ve bir hedefi olmadığı sürece insanın
hareketleri ile bir makinenin hareketleri arasında hiçbir fark yoktur.
Böylece tasvir edilen sahne, derin gerçekle aynı
noktada buluşuyor. Gözönünde bulundurulan anlamı, teşvikli, anlamlı ve
etkileyici bir üslupla dile getiriyor. Bunun arkasında yapılan değerlendirme
de bunlarla aynı noktada buluşuyor!
"İşte koyu sapıklık budur."
Bu değerlendirmenin bıraktığı etki, fırtınalı bir
günde rüzgârda uçuşup uzaklara doğru savrulan külün bıraktığı etki ile
uyuşmaktadır.
Savrulan küllerin canlandırıldığı sahneye aşağıdaki
ayette yeralan bir diğer gölge de katılıyor. Bu ayette dikkatler gelmiş
geçmiş yalanlayanların akıbetinden Kureyş'ten yalanlayanların akıbetine
çekiliyor. Burada Kureyşliler yokedilip yerlerine yeni bir canlı türünün
getirilmesi ile tehdit ediliyorlar.
19- Allah'ın gökleri
ve yeri hak ilkesine dayalı olarak yarattığını görmüyor musun? O eğer
dilerse sizi yokedip yerinize yeni bir canlı türü geçirebilir.
20- Bu Allah için
zor bir iş değildir.
İman ve küfür olayından söz edilirken, peygamberler
ve cahiliye sorunu ele alınırken, gökler ve yer sahnesine doğru yapılan bu
geçiş, Kur'an'ın ifade yöntemine göre son derece yerinde ve tabii bir
geçiştir. Bu, aynı zamanda Kur'an yönteminin ilahi olduğunu gösteren insan
fıtratında depreşen duygular açısından da tabii bir geçiştir.
İnsan denen varlığın fıtratı ile şu evren arasında
anlaşılabilir gizli bir dil vardır. İnsan fıtratı, şu evrene yönelir
yönelmez içerdiği işaretleri ve kanıtları algılar algılamaz evrenin ötesinde
gizli bulunan sır ile doğrudan bir bağlantı kurar.
Şu evreni, gördükleri halde fıtratları, evrenin
içerdiği işaretleri ve mesajları algılayamayanlar fıtratları devre dışı
kalmış kimselerdir. Fıtratlarında bir bozukluk vardır, bu yüzden fıtri alıcı
cihazları fonksiyonlarını yerine getiremez olmuşlardır. Tıpkı bir hastalık
sonucu fonksiyonlarını yerine getiremeyen duyu organları gibi. Gözün kör
olması, kulağın sağır olması, dilin tutulması gibi. Bunlar devre dışı kalmış
organlardır, artık hiçbir şey algılayamazlar. Önderlik ve yol göstericilik
için ise hayda hayda işe yaramazlar. Tamamen yalan ve iftira olarak
"bilimsel ideolojiler" diye isimlendirdikleri materyalist akımların
taraftarları da bunlardandır. Çünkü bilimle fıtri alıcı cihazların devre
dışı kalması, insanın bütün evrenle bağlantısını sağlayan cihazların
bozulması bağdaşmaz. Bunlar, Kur'an'ın `kör' diye isimlendirdiği
kimselerdir. O halde insan hayatı bu körlerden birinin ortaya attığı bir
ideolojiye, bir görüşe ya da toplumsal düzene dayanamaz.
Göklerle yerin hak ilkesine dayalı olarak
yaratılması yüce Allah'ın gücüne işaret ettiği gibi, sağlamlığa, kalıcılığa
da işaret etmektedir. Çünkü hak sağlamdır, kalıcıdır, hatta sözlü vurgusunda
bile... Bu da uzaklara savrulan, uçuşup giden küllerin ve koyu sapıklığın
karşısında yeralmaktadır.
Hak ve batıl arasındaki savaşın sonunda inatçı
zorbaların uğradığı akıbetin gölgesinde bir tehdit yeralıyor.
"O eğer dilerse sizi yokedip yerinize yeni bir canlı
türü geçirebilir.
Gökleri ve yeri yaratabilen, insan türünün yerine
birbaşka canlı türünü yeryüzüne yerleştirebilir. Bu türe mensup kavimlerden
birinin yerine bir diğer kavmi yeryüzünün halifeliğine, yönetimine
geçirebilir. Bir kavmi yoketmenin bıraktığı etki ile yokluğa doğru uçuşup
giden külün bıraktığı etki arasında uzaktan bir uygunluk vardır.
"Bu Allah için zor bir iş değildir."
Göklerle yerin yaratılması buna şahittir. Daha önce
yalanlayanların yokedildiği yerler de şahittir. Uçuşup giden, savrulan
küller de bu gerçeğe uzaktan şahitlik etmektedir.
Dikkat edin, bu, Kur'an'daki sahnelerin, tabloların
ve gölgelerin oluşturduğu veciz uyumun şaheser bir örneğidir.
KIYAMETTEKİ KARŞIT
SAHNELER
Ardından bir diğer ufka yükseliyoruz. Tasvir, ifade
tarzı, anlam ve söz uyumunun göz kamaştırıcı, olağanüstü ufuklarından
biridir bu. Biraz önce inatçı zorbalarla beraberdik. Bütün inatçı zorbalar
hüsrana uğramıştı. İnatçı zorba daha dünyadayken sahnenin arka planında
cehennemdeki durumunu gözleri ile görmüştü. Şimdi ise onları cehennemde
buluyoruz. Ayetlerin akışı büyük hikâyenin -insanlık ve peygamberler
hikâyesinin- geçtiği alanlarla birlikte yolalıyor ve zorbaları bir diğer
sahnede canlandırıyor. Bu sahne, en çok hareket, heyecan doludur. Zayıf halk
kitleleri ile büyüklük taslayanlar (müstekbirler) bir de şeytanla bunlar
arasındaki karşılıklı konuşmalarla dolu olması bakımından kıyamet sahneleri
arasında en ilginç olanıdır.
21- Tüm insanlar
Allah'ın huzuruna çıktıklarında güçsüz halk yığınları, büyüklük taslayan
önderlere ' `Biz size bağlı idik, size uymuştuk. Şimdi Allah'ın bize
vereceği azabın herhangi bir bölümünü başımızdan savabilecek misiniz?
derler. Önderler ise güçsüzlere şu karşılığı verirler, "Eğer Allah bizi
doğru yola iletseydi, biz de sizi doğru yola erdirirdik. Şimdi feryad etsek
de, sabretsek de farketmez. Çünkü kaçıp sığınabileceğimiz bir yer yok.
22- Herkese ilişkin
hüküm verilip iş işten geçtikten sonra şeytan, cehennemliklere der ki; "Hiç
kuşkusuz Allah'ın size yönelik vaadi doğru idi, ben ise size verdiğim sözü
yerine getirmedim. Benim size yönelik, somut bir yaptırım gücüm yoktu,
sadece sizi yoluma çağırdım, siz de çağrıma uyuverdiniz. O halde beni
suçlamayınız, kendinizi suçlayınız, şimdi ne ben sizi kurtarabilirim, ne de
siz beni kurtarabilirsiniz. Aslında vaktiyle beni Allah'a ortak koşmanızı da
onaylamış değildim. Hiç kuşkusuz ;.alimler, acıklı bir azap çekeceklerdir.
23- İman edip iyi
ameller işleyenler ise Rabblerinin izni ile içinde ebedi olarak kalacakları
ve altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirilirler, onlar orada
esenlik dileği olarak "selâm" ile karşılanırlar.
Hikâyenin seyri değişti. Davet ve davetçilerin,
yalanlayanların ve tağutların başından geçen hikâye dünya sahnesinden ahiret
sahnesine geçti:
"Bütün insanlar Allah'ın huzuruna çıktılar."
Yalanlayan tağutlar ve ezilmeyi, aşağılanmayı kabul
eden zayıflardan oluşan taraftarları, beraberlerinde de şeytan... Sonra,
peygamberlere inanan ve iyi işler, yapan mü'minler, hep birlikte,
görünebilecekleri şekilde Allah'ın huzuruna çıktılar... Aslında onlar her an
için Allah'ın kontrolüne ve gözetimine açıktılar. Ne var ki, onlar şu anda,
tamamen ortada olduklarını, hiçbir perdenin, hiçbir örtünün, kendilerini
örtüp saklayamayacağını, hiçbir koruyucunun kendilerini koruyamayacağını
biliyorlar, hissediyorlar. Hep birlikte huzura çıktılar, meydan tıklım,
tıklım, perdenin kalkması ile birlikte başlıyor karşılıklı konuşma:
"Güçsüz halk yığınları, büyüklük taslayan önderlere
"Biz size bağlı idik, size uymuştuk. Şimdi Allah'ın bize vereceği azabın
herhangi bir bölümünü başımızdan savabilecek misiniz?"
Zayıflar zayıflığı benimseyen kimselerdir. Düşünce,
inanç ve hedef açısından kişisel özgürlüklerinden feragat edip müstekbirlere
ve tağutlara uyruk olmak suretiyle yüce Allah'ın insanlara bahşettiği en
belirgin insani özelliklerini ayaklar altına alan Allah'ın egemenliği yerine
Allah'dan başka birtakım kullara boyun eğen, o kulların egemenliğini seçen
kimselerdir. Zayıflık mazeret değildir, aksine suçtur. Yüce Allah hiç
kimsenin zayıf, güçsüz olmasını istemez. O, bütün insanları güç-kuvvet
bulacakları himayesine girmeye çağırıyor. Çünkü güç, kuvvet tümüyle Allah'a
aittir. Yüce Allah hiçbir insanın kendi isteği ile ya da istemeyerek
özgürlüğünden vazgeçmesini istemez, -çünkü insanın en belirgin özelliği ve
onur kaynağı özgürlüğüdür-. Hiçbir maddi kuvvet, -ne olursa olsun- özgürlük
isteyen, insani onurunu ayaklar altına almayan, ona sarılan
bir insanı köleleştiremez. Bu kuvvetler en fazla
insanın bedenine sahip olabilirler, ona işkence edip cezalandırabilirler,
zincire vurup hapsedebilirler. Ama insanın vicdanına, ruhuna ve aklına hiç
kimse sahip olamaz hapsedemez, aşağılayamaz. Sahibi kendi eliyle vicdanını,
ruhunu ve aklını hapse, zillete teslim etmediği sürece...
Şu zayıfları, inanç, düşünce ve hayat tarzı
noktasında büyüklük taslayan zorbalara uymaya kim zorlayabilir? Şu zayıfları
Allah'dan başkasının egemenliğine sokmaya kimin gücü yetebilir? onları
yaratan, rızıklarını veren, başkalarına değil, kendisine güvenmelerini
isteyen yüce Allah olduğu halde, onları başkasının hakimiyetine girmeye kim
zorlayabilir?
Hiç kimse... Sadece zayıf kişilikleri, başka değil.
Onlar maddi kuvvet bakımından tağutlardan geri oldukları için zayıf
değildirler. Ya da rütbe, mal, mevki veya makam bakımından aşağı oldukları
için bu duruma düşmediler. Kesinlikle hayır... Bütün bunlar dışarıdan
kaynaklanan geçici etkenlerdir. Tek başlarına zayıfların zayıflık sıfatını
haketmelerine yeterli değildirler. İnsan olmanın en belirgin ve en başta
gelen özellikleri olan ruh, kalp, onur ve izzeti nefs bakımından zayıf
oldukları için bu duruma düşmüşlerdir.
Kuşkusuz mustaza'flar (zayıflar) çoğunlukta,
tağutlar ise azınlıktadırlar. O halde çoğunluğun azınlığa boyun eğmesini
hangi güç sağlamaktadır? Boyun eğmelerindeki etken nedir? Onların tağutlara
boyun eğmesini sağlayan etken, ruhsal zayıflıkları, azimden yoksun oluşları,
onur eksikliği ve yüce Allah'ın insanoğluna bahşettiği üstünlük duygusundan
kendiliklerinden vazgeçmiş olmalarıdır.
Hiç kuşkusuz halk kitleleri istemese tağutlar onları
ezemez, boyun eğdiremez. Çünkü ezilen halk yığınları istedikleri an
tağutların karşısına dikilebilirler. O halde bu yığınlarda eksik olan özgür
iradedir.
Aşağılık, zelil insanların ruhlarındaki aşağılanmaya
yatkınlık duygusu olmasa aşağılanma, zelil olma sözkonusu olmaz. İşte
tağutların da dayanakları sadece ezilen halk yığınlarındaki bu ezilmeye
yatkınlık duygusudur.
İşte burada ezilenler ahiret sahnesinde aynı
zayıflık duygusu içinde, yine büyüklük taslayan tağutlara itaatkâr bir
tavırla soruyorlar:
"Biz size bağlı idik, size uymuştuk. Şimdi Allah'ın
bize vereceği azabın herhangi bir bölümünü başımızdan savabilecek misiniz?"
Hiç kuşkusuz size uyduğumuz için bu acıklı sonla
yüzyüze geldik.
Belki de onlar azabı görünce, büyüklük taslayanları
öncülük yapmaya teşvik edip kendilerini azaptan korumalarını umuyorlar. Ayet
onların sözünü her halukârda zillet damgasını taşıyorken aktarmaktadır:
Büyüklük taslayanlar da bu soruya şu karşılığı
veriyorlar:
Önderler ise güçsüzlere şu karşılığı verirler: Eğer
Allah bizi doğru yola iletseydi, biz de sizi doğru yola erdirirdik. Şimdi
feryat etsek de sabretsek de farketmez, çünkü kaçıp sığınabileceğimiz bir
yer yok."
Zayıfları başlarından savmak istediklerini onlardan
sıkıldıklarını dile getirmektedir bu cevap.
"Eğer Allah bizi doğru yola iletseydi, biz de sizi
doğru yola erdirirdik." Neye dayanarak bizi kınıyorsunuz. Biz ve siz aynı
sonuca giden aynı yolda beraber değil miydik? Kendimiz doğru yoldayken sizi
saptırmadık ki? Eğer Allah bizi doğru yola iletseydi biz de sizi kendimizle
birlikte doğru yola iletirdik. Tıpkı saptığımız için sizi de saptırdığımız
gibi. Burada onlar doğru yolda ya da eğri yolda olmayı yüce Allah'a
bağlıyorlar. Daha önce yüce Allah'ı ve gücünü inkâr ettikleri, yüce Allah'ın
karşı konulmaz ve ezici gücünü hesaba katmayan bir tavırla zayıflara karşı
üstünlük tasladıkları halde yüce Allah'ın gücünü itiraf ediyorlar. Aslında
onlar işi Allah'a bağlamakla sapma ve saptırmanın sorumluluğundan kaçmak
istiyorlar. Oysa yüce Allah sapıklığı emretmez. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır. "Allah kötülük işlemeyi emretmez." (Araf Suresi 28) Sonra bu
müstekbirler çaktırmadan zayıfları azarlıyorlar. Onlara feryad etmenin ya da
sabretmenin hiçbir şey değiştirmeyeceğini bildiriyorlar. Kuşkusuz azap
hakedilmiştir. Ne sabır ne de feryad etmek bu durumu değiştirmez. Azaba
karşı feryad etmenin işe yaradığı, insanın sapıklıktan doğru yola girmesine
neden olduğu, aynı şekilde zorluğa karşı sabretmenin yarar sağladığı, yüce
Allah'ın rahmetinin ulaşmasına neden olduğu anlar geride kaldı. İş işten
geçti. Kaçılacak, sığınılacak bir yer de yok artık:
"Şimdi feryad etsek de sabretsek de farketmez, çünkü
kaçıp sığınabileceğimiz bir yer yok."
Artık iş işten geçmiştir. Tartışma, sona ermiştir.
Karşılıklı konuşma kesilmiştir... Bu anda sahnede ilginç bir şey
görüyoruz... Şeytandır bu... Sapıklığın telkincisi, sapıkların yol
göstericisi şeytan.. Kâhinlerin ya da tam ifadesiyle şeytanın kılığına
girdiğini görüyoruz. Hem zayıflara hem de büyüklük taslayanlara şeytanca
sözler ediyor. Şeytanın bu sözleri azaptan daha acı gelmelidir onlara:
"Herkese ilişkin hüküm verilip iş işten geçtikten
sonra şeytan cehennemliklere der ki; "Hiç kuşkusuz Allah'ın size yönelik
vaadi doğru idi, ben ise size verdiğim sözü yerine getirmedim. Benim size
yönelik somut bir yaptırım gücüm yoktu, sadece sizi yoluma çağırdım, siz de
çağrıma uyuverdiniz. O halde beni suçlamayınız, kendinizi suçlayız; şimdi ne
ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Aslında vaktiyle
beni Allah'a ortak koşmanızı da onaylamış değildim. Hiç kuşkusuz zalimler,
acıklı bir azap çekeceklerdir."
Allah, Allah, bu şeytan gerçekten de şeytandır.
Burada kişiliği her yönüyle ortaya çıkıyor. Tıpkı bu karşılıklı konuşmada
zayıfların ve büyüklük taslayanların kişiliği her yönüyle ortaya çıktığı
gibi...
Göğüslere vesvese veren, insanların Allah'a isyan
etmesini teşvik eden, küfrü yaldızlı, çekici gösteren, onları hak daveti
dinlemekten alıkoyan şeytandır bu...
Evet odur bu sözleri söyleyen, onları oldukça acı ve
etkileyici bir şekilde kınayan... Ama onu reddedecek durumda değildirler.
Çünkü iş işten geçmiştir. Bu sözleri zamanı geçtikten sonra söylüyor ne
fayda!
"Hiç kuşkusuz Allah'ın size yönelik vaadi doğru idi,
ben ise size verdiğim sözü yerine getirmedim."
Sonra onları kendi çağrısına uymalarını ayıplayarak
bir kez daha utandırıyor. Oysa üzerlerinde hiçbir etkinliği, yaptırım gücü
yoktu. Sadece onlar kişiliklerinden sıyrıldılar, kendileri ile şeytan
arasındaki eski düşmanlığı unuttular, yüce Allah'ın hak davetini terkedip
onun batıl çağrısına koştular:
"Benim size yönelik somut bir yaptırım gücüm yoktu,
sadece sizi yoluma çağırdım siz de çağrıma uyuverdiniz."
Sonra onları kınıyor ve kendi kendilerini kınamaya
çağırıyor. Kendisine uydukları için kınıyor!
"O halde beni suçlamayınız, kendinizi suçlayınız."
Sonra onları ortada bırakıyor, onlardan uzaklaşıyor.
Daha önce çeşitli vaadlerde bulunan onları ümitlendiren, emellere daldıran
ve hiç kimsenin kendileri ile baş edemeyeceğini telkin eden oydu. Ama şimdi
bağırıp çağırsalar da kendilerine cevap verecek değildir. O da feryat etse
kendileri de ona yardım edemezler
"Şimdi ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni
kurtarabilirsiniz."
Aramızda bir bağ, bir dostluk yoktur.
Ardından kendisini Allah'a ortak koşmalarını
onaylamadığını, bu şirklerini inkâr ettiğini belirtiyor:
"Aslında vaktiyle beni Allah'a ortak koşmanızı da
onaylamış değildim." Yaptığı şeytanca konuşmayı yardakçılarının başına gelen
dayanılmaz felaketi vurgulayarak bitiriyor:
"Hiç kuşkusuz zalimler, acıklı bir azap
çekeceklerdir."
Şu şeytana bakın... Kendilerini sapıklığa çağıran ve
bu çağrısına olumlu karşılık verip uydukları şeytan yardakçılarına bakın...
Peygamberler de onları Allah'a itaat etmeye çağırmış, ama onları yalanlayıp,
inkâr etmişlerdi.
Perde inmeden önce, karşı yakada yeralan mü'min
ümmeti, kurtulmuş ümmeti görüyoruz.
"İman edip iyi ameller işleyenler ise, Rabblerinin
izni ile içinde ebedi olarak kalacakları ve altlarından ırmaklar akan
cennetlere yerleştirilirler, onlar orada esenlik dileği olarak "selâm' ile
karşılanırlar."
Şimdi perde iniyor... Ama ne sahne!
Yalanlayanlar ve tağutlar karşısında yeralan davet
hareketinin ve davetçilerin hikâyesi ne de güzel son buluyor! ..
ZORBALARIN ACI SONU
Tüm bölümleriyle birlikte bu hikâyenin ışığında...
Dünyada iken peygamberler ümmetinin zalim cahiliye toplumuna karşı dikildiği
sırada;
"Peygamberler, Allah'dan zafer dilediler, bunun
üzerine bütün inatçı zorbalar hüsrana uğradılar."
"Ayrıca herbirinin önünde cehennem vardır, orada
kendisine irinli su içirilecektir."
"Bu irinli suyu yutkunarak içer, normal biçimde
içemez. Her yandan ölümün saldırısına uğradığı halde ölemez. Önünde çetin
bir azap vardır." (İbrahim Suresi 15-17)
Ahirette de seyrettiğimiz o eşsiz sahnede, büyüklük
taslayanlar, zayıflar ve şeytan arasında geçen karşılıklı konuşmaların
yeraldığı o enteresan sahnede... Evet bu hikâyenin, güzel niteliklere sahip
ümmet ile iğrenç grubun akıbetlerinin gölgesinde yüce Allah dünya hayatında
iyi ve kötü ile ilgili yürürlükte olan yasasını tasvir etmek için güzel sözü
ve iğrenç sözü örnek veriyor. Böylece hikâyenin sonu, perdenin inmesinden
sonra hikâye üzerine yapılan bir yorum niteliğini kazanıyor:
24- Allah'ın güzel
sözü neye benzettiğini görmüyor musun? O, onu yerin derinliklerine kök
salmış ve dalları göğe tırmanan yararlı bir ağaca benzetiyor.
25- O ağaç sürekli
olarak meyva verir. İnsanlar öğüt alsınlar diye Allah onlara çeşitli öğütler
verir.
26- İğrenç söz de
kökü yerden kesilmiş, dik duramayan acı meyvalı bir ağaca benzer.
27- Allah, gerek
dünya hayatında, gerekse ahirette mü'minleri değişmez söze bağlı tutar.
Allah zalimleri ise saptırır. Allah dilediğini yapar.
Kökü sağlam, dalları göklere tırmanan güzel bir
ağaca benzeyen güzel söz ile dik duramayan ve kökü de yerden kesilmiş iğrenç
bir ağaca benzeyen iğrenç sözün oluşturduğu sahne, genelde surenin
atmosferinden, peygamberler ile onları yalanlayanların hikâyesinden, özelde
de her iki grubun akıbetinden alınmış bir sahnedir. Burada peygamberlik
ağacı ve bu ağaca yansımış peygamberlerin babası Hz. İbrahim'in gölgesi net
bir şekilde görülmektedir. Bu ağaç her dönemde güzel ve tatlı meyveleri
vermektedir... Peygamberlerden biridir bu meyve... İman, iyilik ve canlılık
meyvesini vermektedir...
Fakat bu örnek, surenin ve surede ele alınan
hikâyenin atmosferi ile uyuşmakla birlikte, bundan daha engin ufukları; daha
geniş bir alanı, daha derin bir gerçeği ifade etmektedir.
Hiç kuşkusuz güzel söz -yani gerçek söz- tıpkı güzel
bir ağaç gibidir. Sağlam, görkemli ve bol meyvelidir. Sağlamdır, kasırgalar
ne kadar amansız olurlarsa olsunlar onu yerinden sökemez. Batıl rüzgârları
onu sarsamaz. Tağutların balyozları onu etkilemez. Kimi dönemlerde
bazılarınca yokolma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığı zannedilse bile
sağlamdır, uludur. Kötülükten, zulümden ve azgınlıktan hep yüksektir. Kimi
zamanlar onun batıl tarafından yerinden sökülüp boşluğa atıldığı sanılsa
bile meyvesini vermeye devam eder. Bu ağaç ve meyveleri hiç eksik olmaz.
Çünkü bu ağacın tohumları gün geçtikçe artan ruhlarda yeşermektedir.
Aynı şekilde iğrenç söz -yani batıl söz- tıpkı
iğrenç bir ağaç gibidir. Kabarır, yükselir, dal-budak salar. Bu yüzden bazı
insanlar onun güzel ağaçtan daha iri, daha güçlü olduğunu sanabilirler.
Hatta toprağın dışındadır. Onun bu görkemi geçici bir süre içindir, sonra
tekrar yere yıkılacaktır. Sağlamlığı, kalıcılığı sözkonusu değildir.
Bunlar salt birer örnek değildirler. Sırf iyileri
desteklemek, onları yüreklendirmek amacına yönelik olarak söylenmiş sözler
değildir bunlar. Kimi dönemlerde gerçekleşmesi gecikse de hayatta yaşanan
bir realitedir bu.
İyilik kalıcıdır, kötülük onu sıkıştırsa da, yoluna
engel olsa da ölmez, solmaz. Kötülük ise uzun süre yaşayamaz. İçine karışmış
kimi iyilik kalıntıları yok olana kadar yaşayabilir. -Zaten saf kötülük çok
az bulunabilir- İçindeki kimi iyilik kalıntıları yok olunca, kötülük de yok
olup gider. Geride bir şey kalmaz. Bu durumda görkemli ve üstün gibi görünse
de içten içe yok oluyor, dağılıp gidiyordur.
Unutulmamalıdır ki, iyiliğin karşılığı iyilik,
kötülüğün karşılığı da kötülüktür.
"İnsanlar öğüt alsınlar diye Allah onlara çeşitli
örnekler verir."
Bunlar, doğrulayıcı kanıtlarına yeryüzünün pratik
hayatında her zaman karşılaşılabilinecek örneklerdir. Ama insanlar hayatın
yoğunluğu içinde çoğu zaman banları görememekte, unutup gitmektedirler.
İfadede ve ifadenin oluşturduğu atmosferde sağlamlık
anlamını tasvir için katkıda bulunan ve kökü sağlam ve toprağın
derinliklerine uzanmış, dalları ise alabildiğine boşluğa doğru uzanmış,
görkemli olarak tasvir edilen, gözönünde sağlamlık ve güçlülük örneği olarak
duran ve sağlam ağacın gölgesinde...
Evet güzel söze örnek oluşturan bu güzel ağacın
gölgesinde:
"Allah gerek dünya hayatında, gerekse ahirette
mü'minleri değişmez söze bağlı tutar"...
Toprağın üstünde dik duramayan, sağlamlığı ve
dayanıklılığı sözkonusu olmayan iğrenç ağacın gölgesinde... "Allah zalimleri
'ise saptırır." İfadelerin ve anlamların gölgeleri ayetin akışı içinde
birbirleriyle bir ahenk oluşturmaktadırlar.
Yüce Allah gerek dünya hayatında, gerekse ahirette
mü'minleri vicdanlara yerleşmiş, fıtratlarda sağlamlaşmış, salih amelle
meyve veren, hayatta hep yenilenen ve her zaman kalıcı olan iman sözüne
bağlı tutar. Onları Kur'an'ın ve peygamberin sözü ile, hak için dünyada
zafer, ahirette de kurtuluş olarak verdiği sözle sağlamlaştırır. Bunların
tümü sağlam, doğru ve gerçek sözlerdir. Bu sözlere bağlı kalanların yolları
ayrılmaz, farklılaşmaz. Bu sözlere bağlananlar bunalıma girmezler, şaşkınlık
ve kararsızlık içinde bocalamazlar.
Zalimleri ise yüce Allah, zalimliklerinden
müşrikliklerinden (zulmün Kur'an'da genellikle şirk anlamında kullanıldığına
çokça rastlanır) yol gösterici aydınlıktan uzak oluşlarından, karanlıkların,
efsane ve hurafelerin bataklığında yüzüyor olduklarından, Allah'ın seçtiği
değil, arzu ve heveslerin öngördüğü sistemlere, kanunlara uyduklarından
dolayı saptırır. Zulmedeni, aydınlığı görmezlikten geleni, arzu ve hevesine
uyanı sapıklığa, bataklığa ve bedbahtlığa mahkûm eden değişmez yasası
uyarınca onları saptırır...
"Allah dilediğini yapar."
Mutlak iradesi ile kanunları seçer. O kanunları
seçer, bu kanunlar kendisini bağlayıcı değildïrler, sadece onlardan hoşnut
olur. Hikmeti bu kanunların değişmesini öngörürse, hiçbir kuvvetin karşı
koyamadığı, hiçbir engelin yolunu kesemediği ve varlık aleminde meydana
gelen her şeyin dilemesi uyarınca meydana geldiği iradesinin çerçevesi
içinde değiştirir bu kanunları.
Bununla peygamberlik ve davet hareketlerini konu
alan büyük hikâyenin sonunda yapılan değerlendirme sona eriyor. Bu hikâye,
peygamberlerin babası Hz. İbrahim'in adını alan bu surenin ilk ve en büyük
bölümünü kaplamıştı. Koyu gölgeli ve her zaman iyi meyveler veren
peygamberlik ağacına, ardarda gelen nesillerde yenilenen ve her zaman büyük
gerçeği içeren güzel sözde değinilmişti. Hiçbir zaman değişmeyen tek gerçek
olan peygamberlik gerçeğinden, hep aynı çizgiyi izleyen ve değişmez davet
gerçeğinden, bir ve ezici güce sahip olan Allah'ın ortaksız birliğinden söz
edilmişti.
PEYGAMBERLERİN ORTAK
DAVETİ
Şimdi peygamberlerin cahiliye toplumları ile
mücadelelerini konu alan bu hikâyenin, gözler önüne serdiği belirgin
gerçeklere kısaca değinmek istiyoruz.
Bu gerçeklere ayetleri teker teker ele alırken bazı
işaretlerde bulunmuştuk. Ama gördük ki, bu gerçekleri fırsat varken biraz
daha irdelemek gerekmektedir.
1- Her şeyi hikmetle yapan ve her şeyden haberdar
olan yüce Allah'ın sunduğu bu hikâyeden, en başta gelen ve son derece açık
olan bir gerçeği algılıyoruz. İnsanlık tarihinin başlangıcından bu yana yol
alan iman kafilesi tek ve birbirine bağlı bir kafiledir. Bu kafilenin
başını, tek bir gerçeğe çağıran, aynı davayı açığa vuran ve aynı hareket
metodunu takip eden seçkin peygamberler çekmektedir. Bütün peygamberler tek
ve ortaksız İlahlığa ve Rabblığa boyun eğmeye çağırmaktadır insanları.
Hiçbiri Allah'ın yanında bir başkasına davet etmez, O'nun dışında hiç
kimseye dayanamaz, O'ndan başka birine sığınmaz, Allah'dan başka bir dayanak
tanımaz kendisi için.
O halde tek Allah'a inanma olgusu "Karşılaştırmalı
Din Bilginlerinin" iddia ettikleri gibi, çok tanrıcılıktan, iki tanrı
inancına, ondan da tevhid inancına doğru bir gelişmenin, ilerlemenin sonucu
ortaya çıkmış bir inanç biçimi değildir. Önce Totemlere, ruhlara, yıldızlara
ve gezegenlere yönelik ibadetten tek Allah'a yönelik kulluğa geçilmiş
değildir. Bu iddialara göre insanların deneyim kazanmasına, insan ürünü
bilimlerin gelişip ilerlemesine, siyasal düzenlerin tek bir merkezden
yönetilen birleştirici rejimlere dönüşmesine paralel olarak inanç da tek
tanrıcılığa doğru gelişip ilerlemiştir.
Tek Allah inancı, insanlık tarihinin başlangıcından
bu yana gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin getirdikleri mesajların ana
konusunu oluşturmuştur. Bu gerçek herhangi bir peygamberin mesajında veya
herhangi bir semavi dinde değişmemiş, farklılık arz etmemiştir. Her yaptığı
yerinde ve bir hikmete dayanan ve her şeyden haberdar olan yüce Allah böyle
anlatmaktadır.
Şayet bu "Karşılaştırmalı Din Bilginleri"
"insanların, tüm peygamberlerin getirdiği tevhid inancına yatkınlığının her
peygamberin döneminde biraz daha geliştiğini, dönem dönem ardarda gelen
peygamberlere karşı koyduğu cahiliye putçuluğunun bu tevhid inancından
etkilendiğini, zamanla tevhid inancının halk kitlelerinin yanında eskisinden
daha çok kabul gördüğünü, bu değişimin peygamberlerin ardarda sunduğu
mesajların ve başka etkenlerin sonucu gerçekleştiğini" söyleselerdi. Evet
şayet bu "bilginler" böyle bir şey söyleselerdi, buna biraz olsun itibar
edilebilirdi. Ne var ki, bunlar eskiden beri Avrupa'da kiliseye karşı
başgöstéren gizli düşmanlığa, -çağdaş bilginler bu gerçeği gözönünde
bulundurmasalar da- bilinçli ya da bilinçsiz olarak dini düşünce yöntemini
yıkmaya ilişkin gizli arzuya, dinin hiçbir zaman Allah'dan gelen vahiy
olmadığını, insanların ürünü olduğunu isbat etme arzusuna, dolayısıyla
düşünce, deney, bilgi ve bilimsel gelişmeler karşısında takınılan tavrın
aynen dine karşı da takınılacağı düşüncesine dayalı araştırma yönteminin
etkisinde kalmaktadırlar. İşte "Karşılaştırmalı Dinler Bilimi" bu eski
düşmanlıktan, bu gizli arzudan kaynaklanmaktadır. Buna rağmen "Bilim" diye
adlandırılıp birçoğunu kandırmaktadır.
Herhangi bir insanın bu "Bilim"e aldanması normal
sayılsa bile, dinine inanan, bunun gibi bir gerçeğin belirlenmesi açısından
dininin metoduna saygı duyan bir müslümanın bir an bile bu sözde "Bilim"e
kanması, doğrudan doğruya dinin ilkeleriyle, böylesine tehlikeli bir sorunda
dinin apaçık hareket metoduyla çelişen biz söze aldanması normal değildir.
2- O halde peygamberlerin oluşturduğu bu saygın ve
seçkin kafile, yoldan sapmış insanlığı tek bir davet ile, değişmez bir inanç
ile karşı karşıya getirmişlerdir. Ayrıca cahiliye toplumu da bu saygın
kafileyi, bu değişmez inanca yapılan tek daveti değişmez bir tutumla
karşılamıştır. -Nitekim Kur'an-ı Kerim zaman ve mekânın ötesinde
değişmezliğini koruyan tek gerçeği iyice vurgulamak, gözler önüne sermek
için bu mücadeleyi zaman ve mekan kavramlarından soyutlâyarak sunmaktadır.
Peygamberlerin daveti değişmediği gibi, cahiliyenin bu davete tepkisi de
değişmiyor.
Hiç kuşkusuz bu, gereği gibi düşünülmesi, her zaman
gözönünde bulundurulması gereken bir gerçektir. Çünkü cahiliye zaman boyunca
hep aynı cahiliyedir. Çünkü cahiliye tarihinin belli bir döneminde ortaya
çıkıp, kaybolan bir olgu değildir. O, belirtilen ilkelere dayalı bir rejim,
bir inanç, bir düşünce ve bir organik yapıdır.
Cahiliye en başta kulların kullara itaat etmesi,
boyun eğmesi, Allah'dan başkasının İlahlaştırılması ya da Allah'dan
başkasının Rabblığı -ki cahiliyenin yapısında bunların ikisi birbirinden
farksızdır- ilkesine dayanır. İnancın çok ilahlı bir temele dayanması ile
tek İlahlı bunun yanında çok Rabbli -yani iktidar sahibi egemenler- bir
temele dayanması arasında bir fark yoktur. Bu yaklaşım bütün özellikleriyle
tam bir cahiliye hayatına kaynaklık eder.
Peygamberlerin -Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine
olsun- daveti, Allah'ın birliği, sahte Rabblerin ortadan kaldırılması, dinin
Allah'a özgü kılınması -yani sadece Allah'a itaat edilmesi, Rabb olarak,
yani hakimiyet ve iktidar bakımından onun bir kabul edilmesi- ilkesine
dayanmaktadır. Bunun için bu davet, doğrudan doğruya cahiliyenin temel
dayanağı ile çarpışmakta ve cahiliyenin varlığına yönelik bir tehlike unsuru
oluşturmaktadır. Özellikle İslâm davası, üyelerini cahiliye toplumundan
çekip çıkaran, onları inanç, önderlik ve yönetim noktasında cahiliyeden
tamamen ayıran kendine özgü bir toplumun varlığında somutlaştığı zaman
cahiliyeye yönelik bu tehdit daha bir belirginleşmektedir. Hiç kuşkusuz bu
durum her çağda ve her yerdeki İslâma davet hareketi için zorunludur.
Birbirleriyle dayanışmalı, birlik ve beraberlik
içinde organik bir oluşum olarak cahiliye toplumu inanç açısından
varoluşunun temeline, aynı şekilde İslâm inancının kendisinden ayrı ve
kendisine karşı bağımsız bir toplum tarafından temsil edilmesi ile bizzat
varlığına yönelik tehditi sezdiği zaman İslâma davet hareketi karşısındaki
gerçek tavrını ortaya koyacaktır.
Birarada ve barış içinde yaşamaları mümkün olmayan
iki varlık arasındaki çarpışmadır bu. Bu çarpışma herbiri karşı tarafın
dayandığı temel ilkelerle çelişen ilkelere dayalı organik iki toplum
arasında baş göstermektedir. Çünkü cahiliye toplumu çok İlahlı, çok Rabblı,
bir inanç temeline dayanmaktadır, bu yüzden cahiliye toplumunda kullar,
kullara itaat etmektedir, kullara kulluk etmektedir. İslâm toplumu ise
ilahlığın ve Rabblığın tek ve ortaksızlığı ilkesine dayanmaktadır. Bu yüzden
İslâm toplumunda kulların kullara kulluğu, kulların kullara boyun eğmesi
mümkün değildir.
İslâm cemaati, daha işin başında iken ve henüz
oluşumunu gerçekleştirmişken her geçen gün cahiliye toplumunun yapısını
kemirdiğine göre, bundan sonra da yönetimi elinden almak, bütün insanları
kula kulluktan kurtarıp yüce Allah'ın tek ve ortaksız kulluğuna yükseltmek
için cahiliye toplumuna karşı koymak zorunda olduğu için,... İslâm daveti
doğru yolunda ilerlediği andan itibaren bütün bunları yerine getirmek
kaçınılmaz olduğu için cahiliye daha baştan itibaren İslâma çağrı hareketine
katlanamayacaktır. Bu noktadan hareketle cahiliyenin neden peygamberlerin
çağrısına karşı hep aynı ve değişmez tavrını sergilediğini kavrayabiliriz.
Bu, yokoluş tehlikesi ile karşı karşıya kalmanın verdiği bir dürtü ile
başgösteren varlığını savunma hareketidir. Cahiliye toplumlarında kulların
gaspettiği İlahlığın en başta gelen özelliklerinden olan gaspedilmiş
hakimiyeti koruma hareketidir.
3- Cahiliye toplumu İslâm çağrısının kendi varlığına
yönelik tehdidini bu şekilde sezince, bu çağrıya karşı bir ölüm-kalım
savaşına girişir. Birarada barış içinde yaşamaya imkân vermeyen, bir an
olsun duraksamayan, kesintisiz bir savaş başlatır. Cahiliye, savaşın gerçek
mahiyeti noktasında kendisini kandırmaya çalışmaz. Aynı şekilde yüce
peygamberler kafilèsi ve onlara inanan kimseler de bu savaşın gerçek
mahiyeti ve niteliği noktasında kendilerini kandırmamışlardır.
"Kâfirler, peygamberlerine "Ya dinimize dönersiniz,
ya da sizi yurdumuzdan kovarız" (İbrahim Suresi 13)
Onlar peygamberlerin ve onlara uyan mü'minlerin
ortaya çıkmalarını, inançları, yönetimleri ve kendilerine özgü toplumları
ile ayrılmalarını kabul etmiyorlar. Onların kendi dinlerine dönmelerini,
toplumlarına karışmalarını, bu toplum içinde eriyip gitmelerini istiyorlar.
Yoksa onları uzaklaştırıp, yurtlarından sürgün edeceklerdir.
Ama peygamberler cahiliye toplumuna karışmayı, bu
toplum içinde erimeyi, kendilerine özgü toplumlarının kişiliğini kaybetmeyi
kabul etmemişlerdir. Çünkü bu toplum cahiliye toplumunun dayandığından
farklı bir temele dayanmaktadır. Yine bu seçkin peygamberler ne İslâmın ne
de toplumların organik bileşimlerinin gerçek mahiyetini kavramayan kimi
insanlar gibi "Tamam! .. onların arasında davetimizi sürdürmek ve inancımıza
hizmet etmek için toplumlarına katılalım" demişlerdir.
Kuşkusuz müslümanın cahiliye toplumu içinde
inancıyla belirginleşmesinin ardından zorunlu olarak İslâm toplumu ile,
önderlik kadrosu ile, yönetimi ile belirginleşmesi kaçınılmazdır. Bu durum
isteğe bırakılmış değildir. Bu, toplumun organik bileşimlerinin gerektirdiği
kaçınılmazlıklardan biridir. İşte cahiliye toplumunun insanların tek başına
yüce Allah'a kul olmaları, sahte Rabblerin önderlik ve iktidar makamından
indirilmeleri esasına dayanan İslâma çağrı hareketi karşısındaki
duyarlılıkları bu organik bileşimden kaynaklanmaktadır. Aynı şekilde bu
organik yapı cahiliye toplumuna karışan her müslüman unsuru cahiliye
toplumuna hizmet etmeye zorlayacaktır, bazı aldanmışların sandığı gibi
İslâma değil...
Bundan sonra, Allah'a davet edenlerin hiçbir zaman
unutmamaları gereken, yüce Allah'ın takdirine ilişkin bir gerçek kalıyor.
Buna göre, yüce Allah'ın dostlarına yönelik olarak zafer ve egemenlik
vermeye, onlarla kavimlerinin arasındaki çatışmayı hak lehine çözümlemeye
ilişkin vaadi, ancak dava adamlarının iyice belirginleşip cahiliyeden iyice
uzaklaşmalarından, ellerindeki gerçeğe dayanarak kavimlerinden kesinlikle
ayrılmalarından sonra gerçekleşmektedir. Dava adamları cahiliye toplumunun
koşullarına göre tavizkâr tavır aldıkları, cahiliye rejiminin çarkları
arasında eriyip gittikleri, onun kurumlarında çalıştıkları sürece, yüce
Allah onlarla kavimlerinin arasını ayırıp onlara zafer vermeyecektir. Bu
şekilde taviz verilen, bu cahiliyenin belirlediği koşullara göre hareket
edilen her dönem yüce Allah'ın zafer ve egemenliğe ilişkin vaadinin
geciktiği, ertelendiği dönemdir. Bu ise, bilinçli ve değerlendirme
yeteneğine sahip İslâm davetçilerinin uzun uzadıya düşünmek zorunda
oldukları müthiş ve dayanılmaz bir sorumluluktur.
4- Son olarak Kur'an-ı Kerim'in zaman boyunca sapık
cahiliyeye karşı koyan iman kafilesini sunduğu, göz kamaştırıcı güzelliğe
değineceğiz... Anlaşılır, net, köklü, sağlam, güven verici, kalıcı ve
sarsılmaz fıtri gerçeğin güzelliğidir bu...
Peygamberleri onlara "Göklerin ve yerin yoktan
varedicisi olan Allah hakkında şüphe olur mu hiç? O günahlarınızı bağışlamak
için sizi doğru yola çağırıyor, bu konuda size belirli bir sürenin sonuna
kadar mühlet tanıyor" dediler.
"Peygamberleri onlara dediler ki; "Evet biz de sizin
gibi birer insanız, fakat Allah dilediği kuluna bağışta bulunur, Allah'ın
izni olmadıkça biz size mucize gösteremeyiz. Mü'minler sırf Allah'a
dayanmalıdırlar."
"Allah bizi doğru yola ilettiğine göre, niye O'na
dayanmayalım ki? Bize edeceğiniz eziyetlere kesinlikle katlanacağız. Dayanak
arayanlar sırf Allah'a dayanmalıdırlar." (İbrahim Suresi 10-12)
Bu göl kamaştırıcı görkem, peygamberleri, birlik
halindeki cahiliye toplumlarına karşı tek bir kafile halinde gösteren,
değişken koşulların ötesinde her zaman kalıcılığını koruyan gerçeği tasvir
eden, peygamberlerin taşıdıkları mesajın ayırıcı işaretleri ile zaman ve
mekânın, ırklar ve kavimlerin ötesinden onlara karşı koyan cahiliyenin
ayırıcı işaretlerini gözler önüne seren Kur'an'ın bu sunuş tarzından
kaynaklanmaktadır.
Sonra bu görkem, seçkin peygamberlerin taşıdığı
mesajın içerdiği gerçek ile şu varlık bütününün özünde gizli olan gerçek
arasındaki bağın ortaya çıkarılması ile daha bir belirginleşmektedir:
"Peygamberleri onlara "Göklerin ve yerin yoktan
varedicisi olan Allah hakkında şüphe olur mu hiç?" dediler."
"Allah bizi doğru yola ilettiğine göre, niye O'na
dayanmayalım ki?" "Allah'ın gökleri ve yeri hak ilkesine dayalı olarak
yarattığını görmüyor musun? O eğer dilerse sizi yokedip yerinize yeni bir
canlı türü geçirebilir."
"Bu Allah için zor bir iş değildir."
Böylece, bu davanın içerdiği hak ile varlık
bütününün özünde gizli olan hak arasındaki köklü ilgi ortaya çıkmış oluyor.
Bunun hak olan Allah'a bağlı tek bir hak olduğu vurgulanmış oluyor. Sağlam,
sarsılmaz ve derin köklü hak... "Tıpkı yerin derinliklerine kök salmış ve
dalları göğe tırmanan yararlı bir ağaç gibi"... Bu gerçeğin, dışındakilerin
de batıl ve geçici oldukları ortaya çıkmış oluyor böylece... "Tıpkı kökü
yerden kesilmiş, dik duramayan acı meyvalı bir ağaç gibi".
Aynı şekilde bu görkem, peygamberlerin, Rabbleri
olan Allah gerçeğini algılayışlarında; Rabblik gerçeğinde somutlaşmaktadır.
Kulları arasından seçtiği bu topluluğun gönüllerinde belirginleştiği gibi..
"Allah bizi doğru yola ilettiğine göre, niye O'na
dayanmayalım ki? Bize edeceğiniz eziyetlere kesinlikle katlanacağız. Dayanak
arayanlar sırf Allah'a dayanmalıdırlar."
Bütün bunlar, o göz kamaştırıcı güzellikten
parıltılardır. İnsanın ifade yeteneği tıpkı gökyüzünde uzak bir yıldıza
işaret eder gibi işaret edebilir ancak. Bu işaret de onu olanca güzelliği
ile gösteremez, sadece bakışları parlaklığına yöneltebilir.
Surenin bu ikinci bölümü birinci bölümün bittiği
yerden başlıyor; birinci bölüme dayalı olarak, onunla uyumlu bir şekilde ve
onun uzantısı olarak sürüyor.
Birinci bölüm, Hz. Peygamberin -salât ve selâm
üzerine olsun- insanları Rabblerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa
çıkarmak için sunduğu mesaj ile Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun-
soydaşlarını karanlıklardan aydınlığa çıkarmak, onlara yüce Allah'ın
(tarihlerinde iz bırakmış) günlerini hatırlatmak, onlara Allah'ın ayetlerini
açıklamak, kendilerine yönelik nimetlerini hatırlatmak için getirdiği mesajı
içermişti. Hz. Musa, soydaşlarına yüce Allah'ın kendilerine bildirdiği
mesajı şu şekilde duyurmuştu: "Eğer şükrederseniz, kuşkusuz size yönelik
nimetlerimi arttırırım. Nankörlük ederseniz, biliniz ki, azabım çetindir."
Sonra Hz. Musa onlara peygamberler-ile onları yalanlayanların hikâyesini
sunmuştu. Hz. Musa hikâyeye başlamış kendisi bir kenara çekilmişti. Hikâye,
dönemleri ile sahneleri ile kâfirlerin şeytandan gayet beliğ bir vaaz
dinledikleri, ama öğütlerin yarar sağlamadığı bu noktaya kadar sürmüştü.
Surenin akışı şimdi de Hz. Muhammed'in -salât ve
selâm üzerine olsun kavmi içindeki yalanlayanlara dönüyor. Bu uzun film
şeridini sunduktan sonra, yüce Allah'ın kendilerine çeşitli nimetler
verdiği, bu nimetlerden olmak üzere kendilerini karanlıklardan aydınlığa
çıkardığı, onları Allah'ın bağışlamasına çağırması için bir peygamber
gönderdiği Kureyşliler'e dönüyor. Ama onların nimeti inkâr ettiklerini, onu
reddettiklerini, ona küfürle karşılık verdiklerini, küfrü peygambere, davete
ve imana tercih ettiklerini anlatıyor.
Bu yüzden surenin ikinci bölümü, Allah'ın nimetine
küfürle karşılık verenlerin, daha önce anlatılan peygamberler ve onlara
karşı çıkan kâfirlerin hikâyesinde vurgulandığı üzere öncekilerin
kendilerine uyanları ateşe sürükledikleri gibi kavimlerini helak yurduna
sürükleyenlerin bu tutumunun garipliğini, anormalliğini vurgulayan bir
ifadeyle başlıyor.
Sonra yeniden yüce Allah'ın insanlara yönelik
nimetlerinin evrenin en görkemli, en belirgin sahnelerinde açıklanmasına
geçiliyor. Mü'minlere nimete şükretmenin çeşitli şekilleri gösterildikten,
namaz ve Allah'ın kullarına iyilikte bulunma emredildikten sonra mal
arttırma, alış-veriş yapma ve dostluğun sözkonusu olmadığı gün gelip
çatmadan önce... Allah'ın verdiği nimetlere şükür için bir örnek sunuluyor.
Allah'ın dostu İbrahim'dir bu.
Kâfirlere gelince, ihmalden ya da unutmaktan dolayı
kendi hallerine bırakılmış değildirler. Yüce Allah onlara gözlerin faltaşı
gibi açıldığı güne kadar süre tanıyor, onları cezalandırmayı o güne
bırakıyor. Yüce Allah'ın peygamberlere yönelik vaadi ise mutlaka
gerçekleşecektir. Kâfirler istedikleri kadar komplo kursalar ve komploları
dağları yerinden oynatsa bile...
İkinci bölüm bu şekilde birinci bölüme bağlı olarak,
onunla uyum içinde sürüp gidiyor.
ATEŞE KÖRÜKLE
GİDENLER
28- Allah'ın
nimetini teperek yerine kâfirliği seçenleri ve milletlerini helâk yurduna
sürükleyenleri görmüyor musun?
29- O helâk yurdu,
içine atılacakları cehennemdir. Orası ne fena bir barınaktır.
30- Onlar insanları
Allah'ın yolundan saptırmak için O'na çeşitli ortaklar koştular. Onlara de
ki; "Dünya nimetlerinden elinizden geldiği kadar yararlanın bakalım, çünkü
sonunda varacağınız yer cehennem ateşidir.
Şu hayret verici durumu görmüyor musun? Yüce
Allah'ın kendilerine peygamberin, iman etmeye çağırılmanın, bağışlanmaya ve
cennet yurduna sevk edilmenin şahsında somutlaşan birçok nimetler bahşettiği
kimselerin durumunu? Bütün bu nimetleri bir kenara bırakıp yerine "Küfrü"
alıyorlar. Bunlar, kavminin ulularından eşraf ve önder kimselerdir. Bu
halleri ile onlar her kavmin ulularından eşraf ve önder kimselere
benzemektedirler. Bunların bu şaşırtıcı tercih yüzünden milletlerini
cehenneme sürükleyişlerini seyretmiştik. Ne de kötü bir yere varıyorlar!..
Seçtikleri yurt ne kötü!..
Kendilerinden önce yaşamış milletlerin başına
gelenleri gördükleri halde yine de bu tutumlarını sürdüren kavmin bu
şaşırtıcı tavrını görmüyor musun? Hiç kuşkusuz Kur'an-ı Kerim geçmiş
kavimlerin başına gelenleri bu surenin birinci bölümünde sunulan sahnelerde
gözler önüne sermişti. Olaylar o denli canlı sahnelenmişti ki, şu. anda
meydana geliyor gibiydi. Hiç kuşkusuz meydana gelecektir de... Kur'an-ı
Kerim'in, meydana gelmesi kararlaştırılan bir olayı, meydana gelmiş gibi, şu
anda seyredilen bir tabloda sunması bambaşka bir güzelliktedir.
Onlar, peygamber ve sunduğu mesajında somutlaşan
nimete küfürle karşılık verdiler. Peygamber onları tevhide çağırıyordu ama,
onlar bu çağrıya kulak asmadılar.
"Onlar insanları Allah'ın yolundan saptırmak için
O'na çeşitli ortaklar koştular."
Allah'a benzettikleri çeşitli eşleri onun gibi ilah
tanıdılar. Allah'a kulluk eder gibi onlara kulluk ettiler. Allah'ın
egemenliğine boyun eğer gibi onların otoritesine uydular. İlahlığın en
belirgin özelliklerini onlara yakıştırdılar.
İnsanları yüce Allah'ın değişmez ve tek yolundan
saptırmak için Allah'a eşler koştular.
Ayet, kavmin ulularının Allah'dan başka Rabbler
edinmekle kavimlerini yüce Allah'ın yolundan saptırmayı hedeflediklerine
işaret etmektedir. Çünkü Tevhid inancı her zaman için tağutların
iktidarlarına ve çıkarlarına karşı bir tehlikedir. Bu tehlike sadece ilk
cahiliye için geçerli değildir. İnsanların ne şekilde olursa olsun mutlak
tevhitten saptıkları, liderliklerini ulularına teslim ettikleri, onların
iktidarları uğruna özgürlüklerinden ve kişiliklerinden feragat ettikleri,
onların arzularına ve ihtiraslarına boyun eğdikleri, yasalarını Allah'ın
vahyine dayandıracaklarına bu uluların sapık arzularına dayandırdıkları her
yer ve her çağdaki cahiliye düzenleri için geçerlidir. Bu durumlarda tevhid
inancına yapılan çağrı ileri gelenler ve eşraf takımı için bir tehlike
unsurudur. Bu yüzden tüm araçlara başvurarak bu tehlikeyi bertaraf etmek
isterler. İlkel cahiliye dönemlerinde Allah'a çeşitli ilahları ortak koşmak
tevhide karşı başvurulan bir korunma silahı idi. Günümüzde de Allah'ın
emretmediğini emreden, onun yasaklamadığını yasaklayan, insan ürünü
kanunları Allah'ın yolundan sapmış gönüllerde ve pratik hayatta Allah'a eş
konumuna yerleştirmektedirler.
O halde ey peygamber, kavmine "de ki" yüce Allah'ın,
belirlediği bir süreye kadar şu dünya hayatında, dünya zevklerinden
"yararlanın" Sonuç ise bellidir: "Sonunda varacağınız yer cehennem
ateşidir."
Onları bırak. Onlardan vazgeçip "mü'min kullarıma"
yönel. Öğütten etkilenenlere öğüt vermek üzere bırak bunları. Allah'ın
nimetini kabul eden onu reddetmeyen, küfürle karşılık vermeyen kullarımla
ilgilen. Nimete karşılık ne şekilde şükredeceklerini, nasıl ibadet
edeceklerini, ne şekilde Allah'a itaat edip onun kullarına iyilikte
bulunacaklarını öğretmek üzere onlara yönel...
31- Mü'min kullarıma
de ki; "Namaz! kılsınlar ve ne alışverişin ne de dostluğun geçerli olmadığı
gün gelmeden önce kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık biçimde
bağışta bulunsunlar.
Benim mü'min kullarıma de ki; "Namaz kılarak
Rabbinize şükredin. Çünkü namaz Allah'a şükretmenin en belirgin
göstergesidir. Kendilerine nimet olarak verdiğimiz rızıklardan bir kısmını
gizli açık bağışta bulunsunlar. Böylece Allah için yapılan bu bağış, övünç,
gösteriş ve başa kakma vesilesi olmaktan kurtarılmış olur. Bağışta bulunmak
suretiyle Allah'ın emrine itaat duyurulmak istendiğinde ve Allah'ın farz
kıldığı mali sorumluluk yerine getirildiğinde açıkça bağışta bulunsunlar.
Böylece toplum içinde güzel bir örnek oluştururlar. Her iki bağış şekli de
mü'minin vicdanının duyarlılığına ve olayları değerlendiriş mantığına
bırakılmıştır.
Onlara söyle; mal ve ticareti arttırmanın mümkün
olmadığı, aynı şekilde bağışta bulunmanın yarar sağlamadığı gün gelmezden
önce, ahirete yönelik birikimlerini arttırsınlar. Çünkü o gün yeryüzünde
yapılan salih ameller yarar sağlayabilir ancak.
"Ne alışverişin ne de dostluğun geçerli olmadığı gün
gelmeden önce." EVREN SENFONİSİ
Burada evren kitabının kapağı açılıyor. Ürperti
veren satırları Allah'ın sayısız nimetlerini dile getiriyor. Bu kitabın
görkemli ve geniş sayfaları göz alabildiğince uzanıp giden türlü türlü
nimetleri ardarda sıralıyor: Gökler ve yer... Güneş ve ay... Gündüz ve
gece... Gökten inen su ve yerden biten meyvalar. Üstünde gemilerin yüzdüğü
deniz ve çeşitli rızıkları akıtan nehirler... Evrenin bu sayfaları tümüyle
gözler önüne serilmiş olmasına rağmen, cahiliye hayatını yaşayan insanlar
dönüp bakmıyorlar, okumuyorlar, bu sayfaları inceleyip şükretmiyorlar. Çünkü
insan çok zalim ve son derece nankördür. Allah'ın nimetini küfürle karşılar.
Her şeyin yaratıcısı, her canlının rızkını veren ve bütün evreni insanın
yararına sunan Allah olduğu halde, ona eşler koşar:
32- O Allah ki,
gökleri ve yeri yarattı, gökten su indirerek, onun aracılığı ile size rızık
olarak çeşitli meyvalar ortaya çıkardı, O'nun buyruğu ile denizde yüzen
gemiyi yararınıza sundu, nehirleri yararınıza sundu.
33- Sürekli biçimde
yörüngelerinde dönen güneşi ve ayı yararınıza sundu, gece ile gündüzü
yararınıza sundu.
34- O size
kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetlerini
sayacak olursanız, onları bitiremezsiniz. Kuşkusuz insan çok zalim ve son
derece nankördür.
Bir hamledir bu... Vicdanı yakan bir kırbaçtır bu...
Gökler ve yer, güneş ve ay, gece ve gündüz, denizler ve nehirler, yağmurlar
ve meyvalar bu hamlede yeralan dehşet verici araçlardır. Kendine özgü bir
sesi bir şaklaması var bu kırbacın... Çok zalim ve son derece nankör olan şu
insanı sızlatan bir etkisi vardır.
Hiç kuşkusuz bu kitabın gerçekleştirdiği
mucizelerden biri, bütün evrensel sahneleri, tüm ruhsal çalkantıları tevhid
inancı etrafında birleştirmesidir, evrenin sayfalarında ya da insan
vicdanında yeralan her parıltıyı bir kanıta, bir mesaja dönüştürmesidir.
Böylece evren, içindeki canlı ve cansız varlıklarla birlikte Allah'ın
ayetlerinin sergilendiği bir vitrin niteliğini kazanır. Burada yüce Allah'ın
kudret eli her an yeni harikalar meydana getirmektedir. Kudret elinin izleri
evrenin her sahnesinde, her manzarasında, her tablosunda ve her bölgesinde
kendisini gösterir. Bu Kur'an ilahlık ve kulluk problemlerini zihinsel bir
tartışmada, soyut teolojik bir incelemede ya da fizik ötesi felsefi bir
kalıpta sunmaz. Bu tür bir sunuş insan kalbini uyaramayan, onu etkilemeyen,
ona bir mesaj veremeyen donuk ve içeriksiz bir sunuştur... Bu Kur'an,
ilahlık ve kulluk problemini evrenin sahnelerinden oluşan gerçekçi etkenler
ve etkileyici mesajlar alanında ele alır. Yaratılış evrelerinde, fıtratın
derinliklerinde insanın kavrama yeteneğinin algılayacağı son derece açık
alanlarda irdeler. Hem de kendine özgü bir güzellik, bir görkem, bir ahenk
içinde...
Yüce Allah'ın gücünün ve nimetlerinin sergilendiği
bu görkemli ve uçsuz bucaksız sahnede, harikalar yaratan sanat fırçası
nimetlerin insanlara veriliş gayesine uygun çizgiler çizmektedir: Önce
gökler ve yer çiziliyor. Ardından gökten inen su ve bu su sayesinde yerden
biten meyvalar ve bitkiler çiziliyor. Sonra bu fırça yeni bir çizgi, yeni
bir manzara eklemek için tekrar gök tablosuna dönüyor. Güneş ve ayı çiziyor,
onları ekliyor tabloya... Yer tablosunda çizilen son manzara ise, güneş ve
ayla bağlantılı bir manzaradır. Gece ve gündüz.. En sonunda gökler ve yeri
kapsayan bir çizgi çiziliyor. Bu çizgi bütün sayfayı renklendirmeye
gölgelendirmeye yetiyor:
"O size kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi
verdi. Eğer Allah'ın nimetlerini sayacak olursanız, onları bitiremezsiniz."
Hiç kuşkusuz bu bir mucizedir. Fırçanın çizdiği
bütün dokunuşlar, bütün çizgiler, bütün renkler ve gölgeler olağanüstü bir
ahenk oluşturmaktadır. Bütün bunlar insanın emrine mi verilmiştir? Bu dehşet
verici evren bütünüyle insan denen şu küçücük yaratığın hizmetine mi
sunulmuştur? Su indiren gökler, bu suyu emen toprak ve ikisinin arasında
biten meyveler. Allah'ın emri ile insanın hizmetine verilen gemilerin
yüzdüğü deniz, şaşırmadan, sağa sola sapmadan kendileri için belirlenen
yörüngede dönen güneş ve ay, birbirini izleyen gece ve gündüz... Bütün
bunlar insan için mi yaratılmışlardır? Buna rağmen insan Allah'a şükretmiyor
mu? Onu anmıyor mu?
"Kuşkusuz insan çok zalim ve son derece nankördür."
"O Allah ki, gökleri ve yeri yarattı."
Bundan sonra Allah'a birtakım ortaklar mı
koşuyorlar? Bu kadar zalimce bir değerlendirme olabilir mi? Göklerde ve
yerde Allah'ın yarattıklarından birine ibadet etmekle ne büyük zulüm
işliyorlar?
"Gökten su indirerek onun aracılığı ile size rızık
olarak çeşitli meyvalar ortaya çıkardı."
Ziraat, rızkın başlangıcıdır, gözle görülen nimetin
kaynağıdır. Yağmurun yağması ile bitkilerin yeşermesi, yüce Allah'ın şu
evrenin yaratılışına dayanak yaptığı kanun uyarınca gerçekleşmektedir.
Yağmurun yağması, bitkinin yeşermesi, çeşitli meyvelerin ortaya çıkması ve
bütün bunların insanın yararına sunulması evrensel yasa uyarınca meydana
gelmektedir. Bir tek çekirdeğin yeşermesi için tüm evrene egemen olan bir
güce ihtiyaç vardır. Bu çekirdeğin yeşermesi ve boy salması için gerekli
olan toprak, su, ışık ve hava gibi hayat unsurlarını, tabiat güçlerini ve
enerji kaynaklarını devreye sokması için böyle bir güç gereklidir. İnsanlar
"rızık" kelimesini duyduklarında mal kazanma olayından başka bir şey gelmez
akıllarına. Oysa "rızık" kelimesinin anlamı bundan daha geniş ve daha
derindir. İnsan denen varlığın şu evren içinde elde ettiği en az bir rızık
bile, evrenin yapısında yeralan tabii güçlerin, birbiriyle uyum oluşturan
yüzbinlerce elementin uyumunu kapsayan evrensel yasa uyarınca harekete
geçmesini gerektirmektedir. Şayet saydığımız bu olgular olmasa, daha baştan
evrenin varlığı sözkonusu olamazdı. Varlığından sonra da hayat ve süreklilik
mümkün olmazdı. Bir insanın bu ayetlerde, insanın hizmetine verildikleri
vurgulanan tabiat kuvvetlerini ve gök cisimlerini gereği gibi düşünmesi,
kendisinin nasıl yüce Allah'ın gücünün güvencesinde, O'nun himayesinde
olduğunu kavraması için yeterlidir.
"O'nun buyruğu ile denizde yüzen gemiyi yararınıza
sundu."
Denizlere gemiyi su yüzünde yürütecek özellikler
vermekle, insanlara da eşyalara egemen olan tabiat kanunlarını kavrayacak
özellikler bahşetmekle... Bütün bunlar Allah'ın izni ile insanın hizmetine
verilmiştir.
"Nehirleri yararınıza sundu."
Aktığında hayattır akan. Coştuğunda bolluk ve iyilik
saçar etrafa. İçinde balıklar, taze otlar ve birçok iyilikler taşır. Bütün
bunlar bizzat insanlar ya da insanlara hizmet eden kuşlar ve hayvanlar
içindir.
"Sürekli biçimde yörüngelerinde dönen güneşi ve ayı
yararınıza sundu." İnsanlar sular, denizler, gemiler ve nehirlerden
yararlandıkları gibi doğrudan doğruya bunlardan yararlanamıyorlar. Fakat
onların etkisiyle meydana gelen şeylerden yararlanıyorlar. Hayat için
gerekli olan maddeleri ve enerjileri ediniyorlar. Güneş ve ay evrensel ilahi
yasa uyarınca insanın hayatı ve geçimi, vücudundaki hücrenin oluşumu ve
yenilenmesi için gerekli olan maddeleri içermeleri bakımından insanın
yararına sunulmuşlardır.
" Gece ile gündüzü yararınıza sundu."
Bunları da aynı şekilde insanın ihtiyacına ve
yapısına göre ve çalışma ve dinlenmesine uygun şekilde insanın hizmetine
sundu. Şayet sürekli gündüz ya da sürekli gece olsaydı, insanın çevresinin
bozulması bir yana, vücudundaki organlar da bozulurdu. Yaşaması, çalışması,
üretkenliği zorlaşırdı.
Bunlar sadece engin nimetler sahnesinde yer alan ana
çizgilerdir. Öte yanda bu çizgilerin her birinde sayılmayacak noktalar
vardır. Bu yüzden sergilenen tabloya ve evrensel havaya uygun düşecek
şekilde genel olarak şu ifade yer alıyor:
"O size kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi
verdi."
Mal, soy, sağlık, süs ve zevk verdi.
"Eğer Allah'ın nimetlerini sayacak olursanız, onları
bitiremezsiniz."
Bu nimetler o kadar çoktur ki, insanların bir kısmı,
hatta tümü sayıp bitiremez. Çünkü bütün insanlar iki zaman çizgisi ile
sınırlıdırlar: Başlangıç ve son. Ayrıca zaman ve mekan sınırlarına bağlı
bilgi sınırı ile de kuşatılmışlardır. Allah'ın verdiği nimetler ise çok
olmakla beraber sınırsızdırlar. Bu yüzden insanın kavrama yeteneği bu
nimetleri tümü ile algılayamaz.
Bütün bunlara rağmen, insanlar, Allah'a eşler
koşuyorlar, yine de Allah'ın nimetlerine karşılık şükretmiyorlar, bu
nimetleri küfürle karşılıyorlar.
"Kuşkusuz insan çok zalim ve son derece nankördür."
ÖRNEK BİR İNSAN HZ.
İBRAHİM
İnsanın vicdanı uyandığı, çevresindeki evreni
seyrettiği zaman. Bu evrenin ya doğrudan doğruya ya da insan hayatının ve
ihtiyaçlarının gerektirdiği şekilde evrensel yasa uyarınca kendi yararına
sunulduğunu gördüğü zaman... Çevresindeki varlıklara bakıp onların Allah'ın
rahmeti sayesinde kendisine arkadaş olduklarını, Allah'ın gücü sayesinde
kendisine yardımcı olduklarını, yüce Allah'ın emri ile hizmetinde
olduklarını gördüğü zaman... İnsanın vicdanı uyanıp evreni seyrettiği,
gördükleri şeyleri iyice düşünüp, incelediği zaman... ister istemez
titreyecek, ürperecek, secdeye kapanıp Allah'a şükredecektir. Sürekli
kendisine bu nimetleri veren Rabbini düşünecektir. Sıkıntıya düştüğü zaman
bunu genişliğe, huzura çevirmesi, bollukta olduğu zaman da kendisine verdiği
nimetleri kalıcı kılması için yalvaracaktır.
Her zaman Allah'ı anan, O'na şükreden, insanın
mükemmel örneği, peygamberlerin babası Hz. İbrahim'dir... Nitekim onun bu
özelliği sureye de yansımıştır. Tıpkı sureye yansıyan nimet ve nimete
karşılık sergilenen şükür ve nankörlük tavırları gibi... Bu yüzden surenin
akışı Hz. İbrahim'i -selâm üzerine olsun- insanı ürperten bir sahnede
canlandırıyor. Bu sahneye şükür havası egemendir. Sahneden yakarış sesleri
yükselmektedir. Son derece içli, göğe doğru yükselen, dalgalanan bir nağme
halinde Allah'a yapılan dua sesleri yankılanmaktadır:
35- Hani İbrahim
dedi ki; "Ey Rabbim, bu beldeyi güvenli kıl, beni ve çocuklarımı putlara
tapmaktan uzak tut. "
36- "Ey Rabbim, o
putlar çoğu insanı yoldan çıkardı. Bundan böyle kim bana uyarsa bendendir,
kim bana karşı çıkarsa, hiç kuşkusuz sen bağışlayıcısın, merhametlisin. "
37- "Ey Rabbimiz,
ben âilemin bir bölümünü senin dokunulmaz evinin, Kâbe'nin yanıbaşında ki
bitkisiz, kıraç bir vadiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz, bunu namazı kılsınlar
diye böyle yaptım. Buna göre insanlardan bir bölümünün gönüllerinde onlara
karşı özlem uyandır ve onlara rızık olarak çeşitli meyvalar bağışla, umulur
ki sana şükrederler. "
38- "Ey Rabbimiz,
sen bizim gizlediğimiz ve açığa vurduğumuz her şeyi bilirsin. " Çünkü
yerdeki ve gökteki hiçbir şey Allah'dan gizlenemez.
39- "Hayli ilerlemiş
yaşıma rağmen, İsmail ile İshak'ı bana evlât olarak bağışlayan Allah'a
hamdolsun. Hiç şüphesiz benim Rabbim duaları işitip kabul edendir. "
Ayetler Hz. İbrahim'i, Kureyş'in yaşamakta olduğu
şehirde, kendisinin kurduğu Allah'ın evinin yanında canlandırmaktadır. Hz.
İbrahim -selâm üzerine olsun- Allah'a kulluk edilen bir yer olması için
kurulan eve sırtını dayamış Allah'ı düşünmektedir. Ayetler, inatçıları
itirafa, nankör kâfirleri şükretmeye, Allah'ın nimetlerini görmezlikten
gelenleri, nimetleri anmaya, ona uyup yollarını bulurlar diye onun
çocuklarından yoldan sapmışları babalarının hayat çizgisine uymaya zorlamak
için Hz. İbrahim'i; yakarış havası egemen olan insana ürperti veren, Allah'ı
anma ve şükür sesleri yükselen bir sahnede canlandırmaktadır.
... Ve İbrahim duasına başlıyor:
"Ey Rabbim, bu beldeyi güvenli kıl."
Güvenlik nimeti, insan için vazgeçilmez bir
nimettir. İnsanın duyguları üzerinde büyük etkisi vardır bu nimetin. İnsanın
kendisine düşkünlüğü ile ilgilidir güvenlik... Ayetlerin akışı bu nimeti şu
anda bu beldede ikamet edenleri uyarmak için dile getirmektedir. Çünkü onlar
bu nimetten yararlandıkları halde şükretmiyorlar. Oysa yüce Allah ataları
ibrahim'in duasını kabul etmiş ve bu şehri güvenli kılmıştı. Ama onlar
İbrahim'in yolundan başkasına uydular, nimeti inkâr ettiler, Allah'a eşler
koştular, Allah'ın yoluna engel oldular. Bu şehrin güvenli kılınmasına
ilişkin duanın ardından ataları İbrahim şu duayı etmektedir:
"Beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan uzak tut."
Hz. İbrahim'in ikinci isteğinde, Rabbine kesin
teslimiyeti, gönlünün en özel duygularında ona sığınışı göze çarpmaktadır.
Hz. İbrahim, hem kendisini hem de çocuklarını putlara kulluk yapmaktan uzak
tutması için Allah'a yalvarmaktadır. Ondan yardım istemekte, kendisine doğru
yolu göstermesini istemektedir. Ayrıca bunun da yüce Allah'ın nimetlerinden
biri olduğunu vurgulamaktadır. Hiç kuşkusuz kalbin, şirk ve cahilliğin
karanlıklarından iman ve tevhidin aydınlığına çıkması bir nimettir.
Bataklıktan, şaşkınlıktan, sapıklık ve başıboşluktan bilgiye, güvenliğe,
istikrar ve huzura kavuşması bir nimettir... İnsanın onurunu kaybetmek
suretiyle değişik rabblere boyun eğmekten, onurlu ve saygın bir şekilde
kulların Rabbine boyun eğme derecesine yükselmesi bir nimettir... Hiç
kuşkusuz bu, Hz. İbrahim'in Rabbinden koruyup kalıcı kılmasını, kendisini ve
çocuklarını putlara ibadet etmekten uzak tutmasını istediği bir nimettir.
Hz. İbrahim, gerek kendi döneminde, gerekse
kendisinden önceki nesiller arasında birçok insanın bu putlar yüzünden
saptığını gördüğü bunlara kanıp yoldan çıkanların, fitneye kapılanların
çoğunlukta olduğunu bildiği için bu duayı ediyor...
"Ey Rabbim, o putlar çoğu insanı yoldan çıkardı."
Sonra duaya devam ediyor... Benim yolumu izleyen,
ondan ayrılmayan bendendir. Bana bağlanmış en büyük bağ etrafında, inanç
bağı etrafında benimle birleşmiştir.
"Bundan böyle kim bana uyarsa bendendir."
Ama onlardan bana karşı gelenin durumunu da sana
havale ediyorum.
"Kim bana karşı çıkarsa, hiç kuşkusuz sen
bağışlayıcısın, merhametlisin."
Burada son derece şefkatli, merhametli, yufka
yürekli ve yumuşak olan Hz. İbrahim'in karakteri kendini gösteriyor.
Soyundan gelip de kendisine karşı çıkan ve yolundan ayrılanların
yokolmasını, hemen azaba uğratılmalarını istemiyor. Hatta azabın sözünü bile
etmiyor. Onların durumunu yüce Allah'ın bağışlamasına, merhametine
bırakıyor. Böylece sahnenin havasına bağışlama ve merhamet gölgeleri egemen
oluyor. Bu gölgelerin etkisi ile isyan gölgesi ortadan kayboluyor. Son
derece merhametli ve yumuşak olan Hz. İbrahim bu durumun sahneye yansımasını
istemiyor.
Hz. İbrahim bazı çocuklarını Allah'ın saygın evinin
yanında bulunan bu verimsiz vadiye yerleştirdiğini belirterek duasına devam
ediyor. Onları bu verimsiz ve çorak vadiye hangi görevi yerine getirmeleri
için yerleştirdiğini de belirtiyor:
"Ey Rabbimiz, ben ailemin bir bölümünü senin
dokunulmaz evinin Kâbe'nin yanıbaşında ki bitkisiz, kıraç bir vadiye
yerleştirdim."
Niçin?
"Ey Rabbimiz namazı kılsınlar diye."
İşte bunun için çocuklarını oraya yerleştirmiştir
İbrahim. Onlar da bu görevi yerine getirmek için katlanıyorlar bu kıraç
vadiye, bu yoksulluğa.
"Buna göre insanlardan bir bölümünün gönüllerinde
onlara karşı özlem uyandır."
İfadede bir incelik, bu titreşim, sezilmektedir. Bu
eve yönelen ve ailesini bu bitkisiz vadiye yerleştiren bir kalbin
titreyişini, çırpınışını tasvir etmektedir. Öylesine yumuşak, öylesine içli
bir ifadedir ki, bu kalplerin inceliği, duygusallığı ile çorak vadiyi
yumuşatmakta, verimlileştirmektedir adeta.
"Ve onlara rızık olarak çeşitli meyvalar bağışla."
Her taraftan onlara doğru uçuşan gönüller aracılığı
ile... Niçin? Yemeleri, içmeleri, eğlenmeleri için mi? Evet! .. Ama bundan
dolayı her zaman Allah'a şükreden İbrahim'in isteği yerine gelsin diye.
"Umulur ki sana şükrederler."
Böylece ayet, Allah'ın dokunulmaz evinin, Kâbe'nin
çevresinde yerleştiril: melerinin hedefini vurgulamış oluyor. Kurallarına
uygun olarak, eksiksiz bir şekilde Allah için namaz kılmak. Aynı şekilde
gönüllerin Allah'ın evinin çevresinde yaşayanlara doğru kaymaları ve onları
yeryüzünde biten çeşitli meyvelerle rızıklandırmaları amacı ile edilen
duanın hedefi de açıklanmış oluyor; kullarına çeşitli rızıklar bağışlayan,
onlara sayısız nimetler veren Allah'a şükretmek...
Bu duanın ışığında Allah'ın evinin komşuları
durumunda olan Kureyşliler'in konumlarının farklılığı olanca netliği ile
ortaya çıkıyor. Çünkü Allah için namaz kılınmıyor, Hz. İbrahim'in duasının
kabul olunmasına ve her yönden insanların kalpleri ve çeşitli meyvalar
onlara doğru akmasına rağmen Allah'a şükredilmiyor.
Hz. İbrahim, namaz kılsınlar ve Allah'a şükretsinler
diye O'nun dokunulmaz evinin çevresinde ikamet eden soyu için, O'na dua
etmeye devam ediyor. Yüce Allah'ın onların kalbinde yereden niyetleri, şükür
ve duaları bildiğini vurgulayarak duayı sürdürüyor. Hiç kuşkusuz amaç
(Kureyşli müşriklerin yaptığı) toplu gösteri yapmak, bağırıp çağırmak, el
çırpmak ve ıslık çalmak değildir. Gizli açık her şeyi bilen, yerde ve gökte
kendisinden hiçbir şey saklı bulunmayan yüce Allah'a kalbin yönelmesidir
kastedilen.
"Ey Rabbimiz, sen bizim gizlediğimiz ve açığa
vurduğumuz her şeyi bilirsin. Çünkü yerdeki ve gökteki hiçbir şey Allah'dan
gizlenemez."
Hz. İbrahim yüce Allah'ın daha önce verdiği
nimetleri anıyor; kendisine verilen nimeti anan ve buna karşılık şükreden
her salih kul gibi hamd ve şükür sözcükleri dökülüyor dilinden:
"Hayli ilerlemiş yaşıma rağmen İsmail ile İshak'ı
bana evlât olârak bağışlayan Allah'a hamdolsun. Hiç şüphesiz benim Rabbim
duaları işitip kabul edendir.
Yaşlılık döneminde insana evlât bahşedilmiş olması
büyük etki bırakır insanda. Çünkü evlât sürekliliktir. İnsanın sonunun
yaklaştığını hissettiği ve fıtri bir ihtiyaç olarak soyunun devam etmesini
istediği bir sırada evlât bağışı ne büyük nimettir. İbrahim de Allah'a
hamdediyor, O'nun rahmetini umuyor!
"Hiç şüphesiz benim Rabbim duaları işitip kabul
edendir."
Allah'a şükrettikten sonra kendisini sürekli
şükreden bir kul kılmàsı için Allah'a dua ediyor. İbadet etmek suretiyle
şükreden bir kul kılmasını istiyor. Bununla ibadet etmedeki kararlılığını,
hiçbir engelin onun ibadetine engel olamayacağını, hiçbir şeyin onu ibadet
etmekten alıkoyamayacağını duyurmuş oluyor. Bu arada verdiği kararı yerine
getirmesi için Allah'dan yardım istiyor, duasının kabul olmasını diliyor:
40- Ey Rabbim, beni
ve soyumdan gelenlerin bir bölümünü namaz kılanlardan eyle. Ey Rabbimiz,
duamı kabul eyle.
41- Ey Rabbimiz,
hesaba durulacağı günde beni, ana-babamı ve tüm mü'minleri affeyle.
Bu duanın ışığında bir kez daha Kâbe'nin komşuları
durumunda olan Kureyşliler'in farklı bir tutum sergiledikleri ortaya
çıkıyor. İşte İbrahim namaz kılmak için Allah'ın yardımını istiyor, bunda
başarılı olması için Allah'a dua ediyor. Onlar ise, bundan kaçınıyor, yüz
çeviriyorlar. Kendilerine Hz. İbrahim'in hem kendisine, hem de kendisinden
sonra çocuklarına yardım etmesi için yaptığı duayı hatırlatan peygamberi
yalanlıyorlar.
Hz. İbrahim, insanı ürperten yakarışlarla dolu
duasını bir istekle bitiriyor. İnsana amelinden başka hiçbir şeyin fayda
vermediği hesaplaşma gününde kendisini, anne-babasını ve tüm mü'minleri
bağışlamasını istiyor. Kusurlarını affetmesini diliyor:
"Ey Rabbimiz, hesaba durulacağı günde beni,
ana-babamı ve tüm mü'minleri affeyle."
Ve bu uzun sahne de son buluyor. İnsanı ürperten
yakarışlarla dolu dua sahnesi... Sayısız nimetler ve onlara karşılık
şükretme sahnesi... Yankılanan, dalgalanan müzikal bir ahenkle son buluyor.
Çevreye sürekli ve latif bir gölge yaydıktan sonra son buluyor. Bu ortamda
gönüller Allah'a doğru kanat çırpıyor. O'nun sayısız nimetlerini anıyorlar.
Burada peygamberlerin babası Hz. İbrahim, Allah'ın nimetlerini anan ve
onlara karşılık Allah'a şükreden salih bir kul tipini canlandırıyor. Bu
duadan önce kendilerine hitap edilen Allah'ın kulları da böyle olmalıdırlar.
Burada Hz. İbrahim'in huşu ve yakarmalarla dolu
duasının her bölümünde "Rabbimiz" ya da "Rabbim" sözcüğünü tekrarlayışına
değinmeden geçemeyeceğiz. Çünkü onun sözleri ile yüce Allah'ın hem
kendisinin, hem de kendisinden sonra çocuklarının Rabbi olduğunu ifade
etmesi özel bir anlam taşımaktadır... Hz. İbrahim, yüce Allah'ı ilahlık
sıfatı ile değil de Rabblık sıfatı ile anıyor. Çünkü Allah'ın ilahlığı,
cahiliye toplumlarında -özellikle Arap cahiliyesinde- pek fazla tartışma
konusu edilmezdi. Sürekli tartışma konusu olan Rabblik meselesidir. Dünya
hayatında kime itaat edileceği, kime boyun eğileceği, yani kime kulluk
edileceği meselesidir. Bu mesele insan hayatında büyük etkisi olan pratik ve
reel bir meseledir. Bu aynı zamanda realite dünyasında İslâm ile cahiliye,
tevhid ile şirk arasında bir yol ayrımıdır. Buna göre insanlar ya Allah'a
boyun eğecekler, o zaman Rabbleri Allah olacaktır, ya da başkasına boyun
eğecekler, o zaman da Rabbleri başkası olacaktır. Tevhid ile şirk, İslâm ile
cahiliye arasında pratik hayattaki yolların ayrılış noktası burasıdır. İşte
Kur'an Arap müşriklerine ataları İbrahim'in Rabblık meselesi ağırlıklı
duasını sunarken, bu duanın anlamı ile açıkça çeliştiklerine, ona muhalefet
ettiklerine dikkatlerini çekiyordu.
ÇARESİZ İNSANLARIN
YAKARIŞLARI
"Allah'ın nimetini teperek yerine kâfirliği seçen ve
milletlerini helak yurduna sürükleyenler"den söz edilen bölüm tamamlanıyor.
Onlar halâ zulümlerine davam ediyorlar ve henüz azaba uğramış değiller. Hz.
Peygamber onlara "Dünya nimetlerinden elinizden geldiği kadar yararlanın
bakalım, çünkü sonunda varacağınız yer cehennem ateşidir" demekle
emrolunmuştu. Bu arada Allah'ın mü'min kulları ile ilgilenip "ne
alışverişin, ne de dostluğun geçerli olmadığı gün gelmeden önce" namaz
kılmalarını, gizli-açık Allah yolunda ihtiyaç sahiplerine Allah'ın
kendilerine rızık olarak verdiği şeylerden dağıtmalarını emretmesi
istenmişti.
Bölüm, Allah'ın nimetlerini inkâr eden kâfirler için
hazırlanan sonucu vurgulamak ve bu kaçınılmaz akıbete ne zaman
uğrayacaklarını bildirmekle tamamlanıyor. Bunu da birbirini izleyen bir dizi
kıyamet sahnesinde sunuyor. Dizleri ve kalpleri titreten sahnelerdir bunlar.
42- Sakın, Allah'ı,
zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma. Yalnız . onlarla hesaplaşmayı
gözlerin şaşkınlıktan donakalacağı bir güne erteliyor.
43- O gün onlar
havaya dikilmiş başları ile, hiçbir tarafa bakamayan donuk gözleri ile
duyarlıktan yoksun, bomboş gönülleri ile hızlı hızlı koşarlar.
Hiç kuşkusuz Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine
olsun- yüce Allah'ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanmıyordu. Ne var
ki, zalimlerin dünya nimetlerinden yararlanıp eğlendiklerini gören, buna
karşılık yüce Allah'ın onlara yönelik tehdidini de duyup bunun dünya
hayatında gerçekleşmediğini gören bazı kimseler böyle sanmaktadır. Bu ifade
onların son yakalanışları için belirlenen süreyi bildirmektedir. O süre
dolduğu zaman artık mühlet tanımak sözkonusu değildir. Kimse yakasını
kurtaramaz. Öylesine çetin bir günde hesaba çekilecekler ki, o günün korku
ve dehşetinden gözler donakalacaktır. Şaşkınlıktan, faltaşı gibi açılıp,
öyle bakakalacaktır gözler. Korkudan sağa sola bakmayacak, hareket
etmeyecektir. Sonra ayet panik halindeki kavmi bir sahnede canlandırıyor...
Hiçbir şeye bakmadan, hiçbir şeyle ilgilenmeden koşup duruyorlar bu sahnede.
Başları yukarıya doğru dikilmiştir, ama isteyerek değil. Adeta yukarıya
bağlanmıştır başları ve hareket ettiremiyorlar. Bakışları korkudan
seyrettikleri şeye dikilmiş kalmıştır, ne gözlerini kapatabiliyorlar, ne de
başlarını başka bir yana çevirebiliyorlar. Kalpleri korkudan hiçbir şey
duymuyor, hiçbir şey algılayacak, tutacak veya hatırlayacak durumda
değildir. Bomboştur kalpleri...
Yüce Allah'ın onları ertelediği gün bu gündür işte.
Bu halde olacaklar ve bu zorluklara katlanacaklar. İşte bu durum dört
kelimede tasvir edilmektedir. Korkunç bir atmacanın pençesindeki küçücük bir
kuş gibi ne olup bittiğini anlamadan yakalanıp götürülüyorlar.
"Yalnız onlarla hesaplaşmayı gözlerin şaşkınlıktan
donakalacağı bir güne erteliyor."
"O gün onlar havaya dikilmiş başları ile, hiçbir
tarafa bakamayan donuk gözleri ile duyarlıktan yoksun, bomboş gönülleri ile
hızlı hızlı koşarlar."
Zincirden boşanırcasına koşmak, donakalmış, çaresiz
ve yukarıya mıhlanmış bakışlar, bunun yanında hiçbir şey anlamayan,
kavramayan korkudan çırpınan, boş kalpler... Bütün bunlar gözlerin dona
kalacağı o günde yaşanacak korkuya işaret etmektedirler.
Yüce Allah onları işte bugüne ertelemektedir.
Kendilerine biraz mühlet tanıdıktan sonra, onları bekleyen akıbet budur. O
halde mazeret bildirmenin, kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığı gün gelmeden
önce insanları uyar. Burada bekleyen o korkunç günün bir diğer sahnesi
canlandırılıyor:
44- İnsanları,
azapla yüzyüze gelecekleri gün konusunda uyar. O gün zalimler "Ey Rabbimiz,
bizimle hesaplaşmayı yakın bir sürenin sonuna ertele de senin çağrına olumlu
cevap verip, peygamberlere uyalım" derler. "Peki, vaktiyle sürekli
yaşayacağınıza, hiç ölmeyeceğinize yemin edenler sizler değil miydiniz?"
45- Oysa daha önce
kendilerine zulmetmiş olanların yurtlarında yaşadınız, onlara ne yaptığınızı
açıkça öğrendiniz, size bu konuda çeşitß örnekler anlattık. "
Onları az önce değindiğimiz azapla karşılaşacakları
konusunda uyar. O gün zalimler Allah'a yalvararak şöyle diyecekler:
"Ey Rabbimiz."
Şimdi Rabbimiz diyorlar. Oysa daha önce onu inkâr
ediyor, O'na birtakım eşler koşuyorlardı.
"Bizimle hesaplaşmayı yakın bir sürenin sonuna
ertele de senin çağrına olumlu cevap verip, peygamberlere uyalım."
Burada ayetlerin akışı üçüncü şahısın, ikinci şahsa
yönelik hitap tarzına dönüşüyor. Sanki onlar ayakta dikilmiş bir şeyler
istiyorlar. Ve sanki dünya, içindekilerle birlikte dürülmüş de biz şu anda
ahiretteyiz gibi. Bakın işte hitap yüceler aleminden, doğrudan doğruya
onlara yöneliyor. Dünya hayatında kaçırdıkları fırsattan dolayı onları
azarlıyor, kınıyor, ne yapmış olduklarını hatırlatıyor.
"Vaktiyle sürekli yaşayacağınıza, hiç ölmeyeceğinize
yemin edenler sizler değil miydiniz?"
Şimdi ne görüyorsunuz? Sonunuz geldi mi gelmedi mi?
Siz bu sözünüzü söylediğinizde zalimler ve onların kaçınılmaz akıbeti için
apaçık bir örnek niteliğinde olan geçmiş milletlerin izleri de gözleriniz
önündeydi.
"Oysa daha önce kendilerine zulmetmiş olanların
yurtlarında yaşadınız, onlara ne yaptığımızı açıkça öğrendiniz, size bu
konuda çeşitli örnekler anlattık."
Zalimlerin yurtlarını terkedilmiş vaziyette
görmenize ve kendinizin de onların yerinde yaşadığınızı bilmenize rağmen,
"Sürekli yaşayacağınıza, hiç ölmeyeceğinize" yemin etmenizdir garipsenen...
Bu azarlama ile birlikte sahne bitiyor. Ne
olduklarını anlıyoruz artık. Dua ve yakarıştan sonra neler olup bittiğini
kavrıyoruz.
Bu örnek günlük hayatta sürekli yenilenen ve her
zaman yaşanabilen bir örnektir. Kendilerinden önce helak olmuş tağutların
yerine kurulmuş ve belki de kendi elleri ile yok ettikleri bu tağutların
yurtlarına yerleşmiş nice tağutlar vardır ki, buna rağmen azgınlaşır,
zorbalık yaparlar. Önceki tağutları adım adım izlerler. Yaşadıkları
yerlerdeki tarihi izler ve geçmişlere ilişkin tarihsel olaylar, her an
gözlemlenebilen akıbetleri bunların vicdanlarını titretemez. Ama onlar da
öncekilerin kötü sonlarına uğruyorlar, onlara katılıyorlar. Bir süre sonra
onların da yurtları boş kalıyor.
İĞRENÇ KOMPLOLAR
Ayetlerin akışı o sahnenin perdesini indirdikten
sonra, şu anki yaşayışlarına dikkat çekiyor, peygamber ve mü'minlere ne
iğrenç komplolar düzenlediklerine, hayatın her alanında ne tür kötülükler
tasarladıklarına değiniyor. Komploları ve hesapları ne kadar güçlü olursa
olsun, onların da bu akıbete uğrayacaklarını vurgulayarak etrafa korku
saçıyor:
46- Onlar
kuracakları tuzağı kurdular. Fakat tuzakları dağları yerlerinden
oynatabilecek nitelikte olsa bile, Allah'ın denetimi altındadır.
Onlar ve tuzakları yüce Allah'ın denetimi
altındadır. Tuzakları güç ve etkinlik bakımından dağları yerinden oynatacak
nitelikte olsa bile. Çünkü dağ en ağır ve en katı bir kütledir. Hareket
etmesi, yerinden oynaması tasavvur bile edilmez. Tuzakları bu denli güçlü
olsa bile, Allah tarafından bilinmiyor değildir, ona gizli olması, gücünün
kontrolünden uzak olması mümkün değildir. Aksine bu tuzak onun kontrolünde
gelişmektedir, ona karşı dilediğini yapabilir:
47- Sakın Allah'ın,
peygamberlerine yönelik vaadinden cayacağını sanma. Hiç kuşkusuz Allah üstün
iradeli ve öç alıcıdır.
Onların kurduğu bu tuzakların herhangi bir etkinliği
sözkonusu değildir. Yüce Allah'ın peygamberlerine vadettiği zaferi
engelleyemez. Yüce Allah'ın bu tuzak kuranları güçlü ve üstün bir şekilde
yakalayıp hesaba çekmesini durduramaz.
"Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve öç alıcıdır."
Zalimin kaçmasına, tuzak kuranın kurtulmasına
müsaade etmez. Ayette `öç alma kelimesinin kullanılmış olması da zulüm ve
tuzak atmosferi ile uyuşmaktadır. Çünkü zalim ve tuzak kuran biri, intikamı
almayı haketmektedir. Allah'a göre bu intikam, zulüm ve tuzaklarına karşılık
azaba uğratılmalarıdır. Her işin karşılığını görmesine ilişkin ilahi adalet
ilkesi uyarınca gereklidir bu azap.
Ve bu azabın gerçekleşmesi de kaçınılmazdır.
48- O gün yer başka
bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülürler ve tüm insanlar tek ve
ezici iradeli Allah'ın huzuruna çıkarlar.
Bunun nasıl gerçekleşeceğini bilmiyoruz. Yeni yerin
ve yeni göklerin özelliklerini bilmediğimiz gibi, nerede kurulacağını da
bilmiyoruz. Ama ayet dilediğini yapabilen, yeri ve gökleri değiştiren gücün
gölgesini yansıtmaktadır. İstediği kadar güçlü ve sağlam görünse de aslında
son derece basit ve çürük olan zalimlerin tuzaklarına karşılık yeralması
ayrı bir özellik taşımaktadır.
Birdenbire bu durumun gerçekleştiğini görüyoruz:
"Tüm insanlar tek ve ezici iradeli Allah'ın huzuruna
çıkarlar."
Hiçbir örtünün kendilerini saklayamayacağı şekilde
gözler önünde olduklarını hissediyorlar. Hiçbir koruyucu onları koruyamaz bu
durumda. Ne evlerinde, ne de kabirlerindedirler. Tek ve ezici güce sahip
Allah'ın huzurunda meydandadırlar. İfadedeki "ezici güç" kelimesi,
zorbaların tuzaklarını n karşı koymadığı ezici gücün oluşturduğu tehdit
havasına daha etkinlik katmaktadır. Zorbaların tuzakları dağları yerinden
oynatacak kadar sağlam olsa bile, bu güç karşısında tutunamayacaktır.
Şu anda biz, son derece çetin, dayanılmaz ve
aşağılayıcı azap sahnelerinden birini seyrediyoruz. Tam da söz edilen
tuzaklara ve zorbalıklara uygun bir azaptır bu.
49- O gün
günahkârların zincirlerle birbirlerine bağlandıklarını görürsün.
50- Elbiseleri
katrandan olacak ve yüzlerini ateş saracaktır.
Günahkârların yeraldığı sahnedir bu. İkişer ikişer
birbirlerine bağlanmışlar ve peşpeşe dizilmiş saflar halinde gözlerimizin
önünden geçiyorlar. Son derece aşağılayıcı bir sahne olmakla beraber, karşı
konulmaz, ezici güce de işaret etmektedir. Birbirlerine bağlanmış
olmalarının yanında giysilerinin de yanmaya oldukça elverişli bir maddeden
olduğu vurgulanmaktadır. Bu aynı zamanda pis ve simsiyah bir maddedir.
"Katran" Bunda bile bir aşağılama ve küçümseme vardır. Ayrıca ateşe yaklaşır
yaklaşmaz tutuşan bir madde olduğuna işaret edilmektedir.
"Yüzlerini ateş saracaktır."
Bu, tuzak kurup büyüklük taslamanın karşılığı
tutuşan, alevlenen ve aşağılayıcı azap sahnesidir...
51- Amaç, Allah'ın
herkese işlediğinin karşılığını vermesidir. Hiç kuşkusuz Allah'ın hesap
görmesi pek çabuktur.
Onlar kazanç olarak tuzaklar kurmuş, zulüm
işlemişlerdi. Bunun karşılığı da ezilme ve aşağılanmadır. Çünkü Allah
hesapları çabuk görür. Hesap görmedeki bu çabukluk, onların kurduğu,
kendilerini koruyup saklayacağını, herhangi birinin kendilerine üstünlük
sağlamasına engel olacağını sandıklan tuzak ve planlara da uygun.
düşmektedir. Ama işte bakın! Kazandıklarının karşılığını aşağılanarak, acı
çekerek, hesapları da çabuk görülerek çekiyorlar.
EVRENSEL BİLDİRİ
Sonunda sure, başında yeralan ifadenin benzeri bir
ifadeyle bitiyor. Ama yüksek sesli, gür sadalı evrensel bir duyuru ile
bitiyor. Bu mesajı yeryüzünün her tarafındaki tüm insanlara ulaştırmak için:
52- Bu Kur'an tüm
insanlara yönelik bir duyurudur. Onun aracılığı ile insanlar uyarılsın,
herkes Allah'ın tek olduğunu öğrensin ve sağduyulu kimseler onun ibret
derslerinden yararlansın diye inmiştir.
Bu duyurunun, bu uyarının temel hedefi: İnsanların
yüce Allah'ın "tek ilah olduğunu" öğrenmeleridir. Allah'ın dininin başlıca
ilkesi budur ve bu dinin hayat sistemi de bu ilkeye dayanır.
Doğal olarak amaç sadece bilmek değildir. İnsanların
günlük hayatlarını bu bilginin öngördüğü ilkeye göre düzenlemeleridir
hedeflenen. Amaç, Allah'dan başka ilah olmadığına göre, insanlar sadece ona
boyun eğmelidirler ilkesini yerleştirmektir. Çünkü Rabblık yani egemenlik,
efendilik, uygulama, kanun koyuculuk ve yönlendiricilik sıfatı olanın
hakkıdır. İnsan hayatının bu temele dayanması, onu kulların kullara
Rabblığı, yani kulların boyun eğmesi temeline dayanan bütün hayat
biçimlerinden farklı kılar. Bu farklılık inanç ve düşüncede, kulluk kastı
taşıyan bireysel davranış ve eylemlerde, ayrıca ahlâk ve davranış
kurallarında, değer ve ölçülerde aynı şekilde siyasi, ekonomik ve toplumsal
rejimlerde, kısacası bireysel ve toplumsal hayatın her alanında kendini
gösterir.
Hiç kuşkusuz ilahlığın tekliğine ve ortaksızlığına
ilişkin inanç biçimi, hayatın her alanını ele alan eksiksiz bir hayat
sisteminin temelini oluşturur. Vicdanlarda yereden ve harekete dönük olmayan
bir inanç tek başına yeterli değildir. İnanç sisteminin (akide) sınırları
harekete dönük olmayan inançdan daha geniştir. Akidenin sınırları hayatın
her alanını içine alacak kadar geniş ve kapsamlıdır. Bütün ayrıntıları ile
hakimiyet sorunu İslâma göre bir inanç sorunudur. Bütünüyle ahlâk sorunu bir
inanç sorunu olduğu gibi! Ahlâk ve değer ölçülerini kapsadığı gibi aynı
düzeyde rejim ve kanunları da kapsayan hayat sistemi inançtan kaynaklanır.
İnanç noktasında hepsi de aynı öneme sahiptirler.
Bu yüzden biz, bu dinde inancın kapsadığı alanı,
Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna
şahitlik etmenin anlamını, sadece Allah'a kulluk yapmanın, sadece O'na boyun
eğmek anlamına geldiğini, bu durumun sırf namaz esnasında değil, hayatta
karşılaşılan her mesele için geçerli olduğunu bilip kavramadığımız ürece,
Kur'an'ın içerdiği mesajı kavrayamayız.
PUT VE PUTÇULUK
Hiç kuşkusuz Hz. İbrahim'in yüce Allah'a yalvararak
hem kendisini, hem de çocuklarını kulluk yapmaktan uzak tutmasını istediği
putlar sadece Arap cahiliyesinde olduğu gibi ya da çeşitli putperest
toplumlarda ki, taştan, ağaçtan, heykelden ya da hayvan, kuş, yıldız, ateş,
ruhlar veya hayaletler gibi değişik şekilleri bulunan ilkel biçimde
belirmez.
Bu ilkel görünümler, Allah'a ortak koşmanın her
çeşidini, Allah'ın bir yana bırakıp putlara ibadet etmenin tüm şekillerini
kapsamazlar. Şirkin anlamını bu ilkel görünümlerle sınırlandırmak, sonsuz
şekilleri bulunan diğer şirk biçimlerini görmemize engel olur. Günümüz
cahiliyesinde tüm insanlığın içinde yüzdüğü şirk çeşitlerini gerçek
mahiyetleri ile birlikte sağlıklı bir şekilde görmemize engel olur.
O halde şirkin tabiatını ve putların şirkle
ilişkilerini iyice kavramak, tüm detayı ile bilmek zorunludur. Putların
ifade ettikleri anlam ve günümüz cahiliyesinde büründükleri çağdaş
görüntüleri iyice kavramak, bilmek kaçınılmazdır.
Hiç kuşkusuz Allah'dan başka ilah olmadığına
şahitlik etmenin karşıtı olan Allah'a ortak koşma (şirk), hayatın her
alanında sadece Allah'a itaat edilmeyen, sadece O'na boyun eğilmeyen her
rejimin, her yönetim biçiminin varlığında somutlaşmaktadır. Görünüm ve
mahiyet itibariyle şirkin ortaya çıkması için, varolması için kulun hayatın
herhangi bir alanında Allah'a boyun eğerken, başka alanlarda Allah'dan
başkasına boyun eğmesi yeterlidir. Bireysel kulluk davranışları ise, birçok
çeşidi bulunan boyun eğmenin, ibadet etmenin sadece bir şeklidir. Günümüzde
insanlığın hayatında her an görülebilen örnekler, tüm özellikleri bakımından
şirkin pratik örnekleridirler. Onun tek bir ilah olduğuna inanarak Allah'a
yönelip abdest, taharet, namaz, oruç, hac ve benzeri ibadet şekillerinde
Allah'a boyun eğerken, aynı zamanda ekonomik, siyasi ve sosyal hayatında
Allah'dan başkasının koyduğu kanunlara boyun eğen, değer yargılarında ve
toplumsal ölçülerinde Allah'dan başkasının ortaya koyduğu düşüncelere ve
kavramlara uyan, ahlâk kurallarında, gelenek ve göreneklerinde, kılık
kıyafetinde -Allah'ın şeriatına karşı çıkarak- kendisine bu ahlâk
kurallarını, gelenek ve göreneklerini ve kılık kıyafetleri belirleyen beşeri
Rabblere uyan bir kul, en açık şekliyle şirk işlemektedir. Allah'a ortak
koşmaktadır. "Allah'dan başka ilah yoktur, Muhammed Allah'ın peygamberidir"
şehadetinin ifade ettiği en belirgin gerçeğe karşı çıkmaktadır. İşte
günümüzde büyük bir umursamazlıkla ve boş vermişlikle bu şirki işleyen
insanlık bu gerçekten habersizdir. Bu davranışlarının her zaman ve her yerde
yaşanan şirkin kendisi olduğunu bilmiyorlar.
Putların, o ilkel ve basit şekilde ortaya çıkmaları
bir zorunluluk değildir. Çünkü putlar tağutun sembollerinden başka bir şey
değildirler. Tağut insanları put adına kendisine taptırmak, onun aracılığı
ile insanların kendisine kulluk yapmalarını, boyun eğmelerini garantiye
almak için putun arkasına saklanır.
Hiç kuşkusuz put, ne konuşabilir, ne işitebilir ne
de görebilir. Fakat mabed bekçileri, kâhinler ve egemenler putun arkasına
gizlenerek muskalar, efsunlar ve nazarlıklar dağıtarak onu kutsarlar. Sonra
da kendi isteklerini onun isteğiymiş gibi halk kitlelerine empoze ederler.
Halk kitlelerini kendilerine kul yapmak, onları yönetimleri altında ezip
aşağılamak için putu aracı yaparlar.
Herhangi bir yerde ve herhangi bir zamanda, birtakım
yöneticiler ve kâhinler, bu semboller adına Allah'ın izin vermediği
konularda yasalar, kanunlar, değer yargıları, ölçüler, uygulama ve hareket
biçimleri belirliyorlarsa... İşte bu semboller, özellikleri, mahiyetleri ve
fonksiyonları itibariyle putturlar.
"Milliyetçilik" bir sembol olarak yükseltildiği ya
da "Vatan" bir sembol olarak yükseltildiği veya "Halk" bayraklaştırıldığı
yahut "Sınıf" sembolleştirildiği zaman... Sonra insanları Allah'ı bir yana
bırakıp bu sembollere kulluk yapmaları, bunlar uğruna canlarını, mallarını,
ahlâk ve namuslarını feda etmeleri istendiği zaman... Allah'ın şeriatı,
O'nun belirlediği kanunlar, O'nun direktif ve öğretileri ile bu semboller ve
işlevleri çeliştiğinde Allah'ın şeriatı, O'nun kanunları, direktif ve
öğretileri bir yana bırakılıp, bu sembollerin ya da daha doğru ve yerinde
bir ifade ile bu sembollerin arkasında yeralan tağutların istekleri yerine
getirildiği zaman... Bu, Allah'ı bir yana bırakıp, putlara ibadet etmenin ta
kendisidir. Çünkü, putun taştan veya ağaçtan bir heykel şeklinde
somutlaşması bir zorunluluk değildir. Put bir ideoloji, bir sembol de
olabilir.
İslâm sadece taştan ve ağaçtan yapılmış putları
ortadan kaldırmak için gelmemiştir. Tarih boyunca gelmiş geçmiş peygamberler
kafilesinin kesintisiz olarak sarf ettiği bunca çaba, sırf bu amaca yönelik
değildir. Bu kadar fedakârlığa, bunca işkence ve azaba, sırf taştan ve
ağaçtan yontulmuş putları ortadan kaldırmak için katlanılmamıştır.
İslâm, hayatı ilgilendiren her konuda, yaşanan her
olayda sadece Allah'a boyun eğmek ile ondan başkasına boyun eğmenin her
çeşidi, her şekli arasındaki yol ayrımını belirlemek için gelmiştir.
Yürürlükte olan düzenlerin ve sistemlerin tabiatını kavramak, tevhid esasına
mı, yoksa şirk esasına mı dayandığını, tesbit etmek, yani sadece Allah'a mı
itaat edildiğini, yoksa çeşitli tağutlara, rabblere ve putlara mı kulluk
yapıldığını belirlemek için her dönemde ve her rejimde geçerli olan yönetim
biçimine bakmak gerekir.
Dilleri ile "Allah'dan başka ilah olmadığına ve
Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna şahitlik ederiz" dedikleri ve
arınmada, bireysel ibadet davranışlarında, evlilik, boşanma ve miras gibi
konularda pratik olarak Allah'a itaat ettikleri için kendilerini "Allah'ın
dinine" mensup kişiler olduğunu zannedenler, bunun yanında, bu dar kapsamlı
alanın dışında kalan konularda Allah'dan başkasına boyun eğenler, birçoğu
açıkça Allah'ın şeriatına karşı olmak üzere Allah'ın izin vermediği yasalara
uyanlar, gerek isteyerek, gerek istemeyerek bu yeni putların kendilerinden
istediği görevleri yerine getirmek için canlarını, mallarını, namus ve
ahlâklarını feda edenler. Din, ahlâk ve namus kavramları putların istekleri
ile çeliştiği zaman Allah'ın emirlerini, kulak ardı edip bu putların
isteklerini yerine getirenler.
Kendilerini "müslüman" ve "Allah'ın dinine" mensup
kişiler zannedip de durumları bundan ibaret olanlar... Evet bunlar bir an
önce uyanıp ne kadar büyük bir şirk işlediklerini görmelidirler!
Hiç kuşkusuz "Allah'ın dini" yeryüzünün doğusunda ve
batısında kendilerini "müslüman" zannedenlerin düşündüğü gibi ciddiyetten
uzak komik bir şey değildir. Allah'ın dini günlük hayatın her parçasını, tüm
ayrıntılarını kuşatan bir hayat sistemidir. Temel ve bütünlük arzeden
alanları bir yana, günlük hayatın her parçasında, tüm ayrıntılarında sadece
Allah'a boyun eğmek, yalnızca O'na uymak, Allah'ın dinidir. Yüce Allah'ın
hiç kimseden başka türlüsünü kabul etmediği İslâm dini işte budur.
Allah'a ortak koşmak sadece onunla birlikte başka
ilahların varlığına inanmakla ortaya çıkmaz. En başta Allah'la birlikte
birtakım Rabblerin hakimiyet kurması şeklinde ortaya çıkar şirk...
Taştan ve ağaçtan yontulmuş heykeller dikmek,putlara
ibadet etmenin tümünü ifade etmez. Tıpkı putlarınki gibi etkinlikleri,
sonuçları ve işlevleri olan semboller, putlara ibadetin anlamını daha çok
somutlaştırmaktadırlar.
O halde yeryüzündeki bütün ülkelerde yaşayan
insanlar, günlük hayatlarında en yüce makamı kime verdiklerine, tam anlamı
ile kime boyun eğdiklerine, kime uyduklarına, kime itaat ettiklerine, kimin
sözünü dinlediklerine bir baksınlar. Şayet bütün bu konularda sadece Allah'a
itaat ediyorlarsa, sırf ona boyun eğiyorlarsa, onlar Allah'ın dinine
mensupturlar... Yok eğer bu konularda Allah'dan başkasına (onunla birlikte
ya da onu bir yana bırakarak) uyuyorlarsa, onlar tağutların, putların dinine
mensupturlar. Allah korusun...
"Bu Kur'an, tüm insanlara yönelik bir duyurudur.
Onun aracılığı ile insanlar uyarılsın, herkes Allah'ın tek olduğunu öğrensin
ve sağduyulu kimseler onun ibret derslerinden yararlansın diye inmiştir."
Herhangi bir
yanlışlık gördüğünüz zaman lütfen uyarınız. Şimdiden teşekkürler.