3-Ali imran
1- Elif Lâm-Mim.
Birbirinden kopuk, Elif, Lam, Mim harfleri
hakkında Bakara suresinin giriş kısmında kesin bir hüküm şeklinde olmamakla
birlikte yaptığımız açıklamanın paralelinde bir açıklamayı burada da yapmayı
uygun görüyoruz. "Bu harfler Kitabın bu tür harflerden meydana getirildiğine
dikkat çekmek içindir. Bu harfler, Kur'an ile muhatap olan Arapların o güne
kadar kullana geldikleri harfler olmasına rağmen bu olağanüstü edebi Kitabı
oluşturmaktadır ve kendilerinin aynı harflerden yararlanarak Kur'an'ın bir
benzerini meydana getirebilmeleri asla mümkün değildir."
Surelerin başında yeralan bu harflerin
açıklanmasında, `kesin bir hükümdür' demeden ve fakat tercilı ettiğimiz bir
görüş olarak yaptığımız açıklama, değişik surelerdeki bu işaretlerin
ilgilerini de kolayca kavramamıza uygun düşmekte ve onlara paralel
olmaktadır. Nitekim Bakara suresinin başında bu işaret kullanıldıktan sonra,
ileride şu ayeti kerimeyle inanmayanlara meydan okunuyordu...
"Allah'ın kitabından kendilerine bir pay
verilmiş olanları görmedin mi? Bunlar aralarında hüküm versin diye Allah'ın
kitabına çağrılıyorlar, fakat sonra aralarından bir grup bu kitaba karşı
çıkarak sırt çeviriyor." (Al-i İmran: 23)
Açıklamaya çalıştığımız Ali İmran Suresindeki
bu harflerin ise başka bir anlamı ortaya çıkmaktadır.
Bu kitap, kendisinden başka ilah bulunmayan
Allah tarafından indirilmiştir. Sûrede muhatap olarak seçilen ehl-i kitabın
kabul ettiği kendisinden önceki semavi kitaplar gibi bu kitap da harflerden
ve kelimelerden oluşmaktadır. Öyleyse Allah'ın (cc) bu kitabı Resûlüne bu
şekilde indirmesinde anlaşılmayacak bir durum yoktur.
2- O, kendinden başka bir
ilâh bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip yöneten Allah'tır.
3/4- Sana daha önceki semavi
kitapları onaylayan hakk içerikli kitabı indirdi. Daha önce de insanlara
doğru yolu göstermek için Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti. Doğru ile eğriyi
birbirinden ayıran bu kitabı da aynı amaçla indirdi. Allah'ın ayetlerini
inkâr edenleri ağır bir azap beklemektedir. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli
ve intikam alıcıdır.2
5- Hiç şüphesiz, ne yerde ve
ne gökteki hiçbir şey Allah için gizli değildir.
6- Size döl yataklarında
dilediği biçimi veren O'dur. O'ndan başka ilah yoktur. O, üstün iradeli ve
hikmet sahibidir.
İşte sure, Peygamberin (salât selâm üzerine
olsun) mesajını reddeden ehl-i kitaba hitaben başlıyor. Eğer mesele hüccet
ve delil ile ikna olma meselesi olsaydı Peygamberliğin, peygamberlerin,
Allah tarafından indirilen kitapların, Allah'tan gelen valıyin ne olduğunu
daha iyi bilmeleri gereken ehl-i kitab, diğer insanlardan daha önce davranıp
kendilerine sunulan gerçeği tasdik edip müslüman olmaları gerekirdi.
Sure, onların içlerini kemiren ya da kasıtlı
olarak müslümanların kalplerine ekmeye çalıştıkları büyük şüphe tohumları
hususunda meseleyi kesin çizgilerle ayıran, bu şüphelerin hangi kanallardan
ve gizli yollardan kalplere akıtıldığını ortaya çıkaran, gerçek müminlerin
Allah'ın ayetleri karşısındaki tutumları ile kalblerinde hastalık ve
sapıklığa eğilim duyanların tavırlarını belirleyen, müminlerin Rabblerine
karşı tutumlarını, O'na sığmışlarını, O'na niyazda bulunuşlarını ve O'nu
yüce sıfatlarıyla tanımalarını tasvir eden bir bölümle başlıyor:
"O, kendinden başka bir ilâh bulunmayan, diri
ve yarattıklarını gözetip yöneten Allah'tır."
Bu apaçık ve berrak Tevhid inancı, müslümanın
inancıyla diğer bütün inançlar arasındaki yol ayrımıdır. Bu açıdan
bakıldığında ateistlerin ve müşriklerin inançları ile Hakk yoldan sapmış
olan yahudi ve hıristiyanların inançları, aralarındaki tüm din ve mezhep
ayrılığına rağmen aynı kategoriye girer. Bu da müslümanın hayatı ile
yeryüzündeki diğer inanç sahiplerinin hayatı arasındaki ayrılış noktasıdır.
İşte burada sözü edilen inanç, hayat düzenini her alanda kontrol altına
almakta ve ona yön vermektedir.
"O, kendinden başka bir ilâh bulunmayan, diri
ve yarattıklarını gözetip, yöneten Allah'tır."
Uluhiyette O'nun ortağı yoktur. "Hayy"dır;
Mutlak olarak hayatı kendisinden kaynaklanır. O'nun hayatı her çeşit
kayıttan uzaktır, sıfatlarında O'nun bir benzeri yoktur. "Kayyum"dur; her
canlı ve cansız O'nunla varlığını sürdürebilir, bütün hayata ve tüm
varlıklara hakim olan da O'dur. Bu evrende O'nsuz ne bir varlıktan ne de
hayattan söz edilebilir.
İşte bu, düşünce ve inançta yol ayrımıdır;
hayat ve ahlâk sisteminde yol ayrımı. Uluhiyet hakkını yalnız Allah'a veren
bir inançla, birçok cahili düşüncenin kargaşası sonucu ortaya çıkan çok
ilahlılık inancı arasındaki yol ayrımı. O zaman Arap yarımadasında hüküm
süren müşriklerin inançlarıyla Allah'a oğul isnad eden yahudi ve hıristiyan
inancı arasında veya birden çok ilahı benimseyen hıristiyan inancı arasında
hiçbir fark yoktur.
Kur'an-ı Kerim yahudilerin "Üzeyr, Allah'ın
oğludur" dediklerini haber veriyor. Nitekim bugün yahudilerin "Kitab-ı
Mukaddes" olarak kabul ettikleri kitap da buna benzer birtakım sapık
düşüncelerle doludur. Tekvin bölümü, altıncı babda buna değinilmiştir."(Bu
kitabın "el-ishahhüssadis" denen yerinde şunlar yazılıdır: "Yeryüzünde
insanlar çoğalmaya başlayıp çok miktarda kız evlatları olunca, Allah'ın
oğulları bu kızların güzelliğine hayran kalıp beğendiklerini kendilerine
zevce edindiler. Sonra Rabb dedi ki: Benim ruhum insanoğlunda devamlı
kalamaz. Zira o beşerdir. Bu durum yüzyirmi yıl sürdü. O yıllarda yeryüzünde
birtakım azgınlar vardı. Bilahare ise, yine Allah'ın oğulları insanların
kızlarıyla evlendiler ve çocukları oldu. O günden beri bunlar birtakım
isimlerle tesmiye olunan "zalimler"dir.)
Hıristiyanların sapık düşüncelerine gelince,
Kur'an onların bu inançlarından; "Allah, üç ilahın üçüncüsüdür", "Allah
Meryem oğlu Mesih'tir" sözlerinin yanında, Mesih'i ve annesi Meryem'i
Allah'ın dışında iki ilah olarak benimsediklerini, keşişleri ve rahiplerini
de kendilerine Rabb'ler olarak kabul ettiklerini haber vermektedir.
T.V. Arnold'un İslâm'a Çağrı adlı eserinde de
bu düşüncelerin bir kısmına rastlanmaktadır: "Jüstinyen, İslâm'ın ortaya
çıkışından yüz yıl önce Roma İmparatorluğu'nda halkın birliğini bir dereceye
kadar sağlamayı başarmıştı. Fakat onun ölümünden sonra bu birlik hemen
dağıldı. Bunun üzerine devletin başkenti ile diğer vilayetler arasında bir
bağın kurulmasını sağlayacak ulusal ortak bir bilince şiddetle ihtiyaç
duyuldu. Bu amaçla birtakım çalışmalar yapmasına rağmen Herakliyüs Şam'ı
tekrar merkezî hükümete bağlamayı tam anlamıyla başaramadı. Birliği
sağlamaya yönelik benimsenen tüm vasıtalar bölünmeleri yok edeceği yerde bu
anlaşmazlıkları daha da arttırıyordu. Ortalıkta dinî duyguların dışında
ulusçuluk bilincinin yerine geçebilecek başka bir şey de yoktu. Bu yüzden
inancı; gönülleri huzura kavuşturacak, birbiriyle kıyasıya savaşan ve
birbirine kin besleyen gruplar arasındaki düşmanlık ateşini söndürecek
şekilde yorumlamaya yöneldi. Dine karşı çıkanlarla Ortodoks kilisenin
arasını bulmaya ve daha sonra . da onlarla merkezi hükümetin birliğini
sağlamaya çalıştı. Miladi 451 yılında Halkadonya'da (İznik) toplanan
Konsül'de şu karar alınmıştı: "Mesih'in, birbirine karışmayan, değişmeyen,
bölünmeyen ve ayrılmayan iki tabiata sahip olduğu kabul edilmelidir. Bu iki
tabiatın birleşmesi nedeniyle onların ayrı ayrı olduğunu iddia etmek mümkün
değildir. İşin doğrusu, her iki tabiat kendi özelliklerini muhafaza ederek
bir tek bedende birleşmiştir. İki parçanın tek bir cesette birleşmesi
sonucunda Oğul Allah ve Ruh'ul Kuds meydana gelir." Yakubiler (Bunlar, Yakub
el-Baraziiye tabi olanlardır ki hıristiyanlıkta tek Allah nazariyesini
savunurlar. (el-Raid S. 1634)) bu toplantıda alınan kararları reddettiler.
Onlar Mesih'te yalnız bir tabiatın varlığını kabul ediyorlar ve: "Mesih, tüm
unsurları kendisinde toplamıştır; hem İlahî hem de beşerî tüm niteliklere
sahiptir. Fakat bu nitelikleri taşıyan madde ikilik kabul etmez, aksine
unsurların toplandığı bir bütünlük arz eder" diyorlardı. Herakliyüs'ün
Mesih'i "Üçten biri" olarak kabul ettiği mezhebi halka benimsetmeye
çalıştığı bu dönemde, Ortodokslarla, özellikle Mısır, Şam ve Bizans
İmparatorluğu sınırları dışında yaşayan Yakubiler arasında yaklaşık iki asır
sürecek bir mücadele başladı. Jüstinyen'in benimsediği mezheb ise, bir
yandan iki tabiatın varlığını kabul ederken diğer yandan da bu iki tabiatın
Mesih'in bedeninde, tek bir varlığa dönüştüğünü ileri sürüyordu. Onlara göre
Allah'ın oğlu olan Mesih ilahî ve beşerî kuvvetleri kendinde toplamış
bulunan tek bir varlıktı. Bu ise, beden halinde somutlaşan bu şahsın içinde
tek bir irade olduğu anlamına geliyordu. Fakat Herakliyüs de, barışın
temellerini atmaya çalışan pek çok ıslahatçının akıbetine uğramaktan
kurtulamadı. Çünkü iki mezhep arasındaki mücadeleyi bir an olsun
durduramadığı gibi, bu savaşı daha da şiddetlendirmiş ve bizzat kendisi de
üçüncü bir taraf olup diğer iki grubun öfkesini üzerine çekmiş ve Allahsız
olarak damgalanmıştı."
Aynı şekilde Hıristiyan bir araştırmacı olan
Canon Taylor İslâm'ın ortaya çıktığı sırada doğu hristiyanlarının durumunu
şöyle ifade ediyor: "O dönemde insanlar gerçekten müşrikti; Azizlerden,
keşişlerden ve meleklerden bazılarına tapıyorlardı "(Hasan İbrahim ve iki
arkadaşı tarafından yapılan tercüme sayfa: 52-53)"
Müşriklerin inançlarındaki sapıklıklara
gelince; Kur'an, onların cinlere, meleklere, güneşe, aya ve putlara
taptıklarını bildiriyor. Onların inançlarında en hafif sapıklık olarak
değerlendirilebilecek sözleri şöyledir: "Biz, putlara ancak bizleri Allah'a
yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz."
İşte birkaç örnekle değindiğimiz bu bozuk ve
sapık düşüncelere İslâm şiddetle karşı çıkmış ve onların tutarsızlığını açık
ve kesin bir biçimde ortaya koymuştur:
"...O, kendinden başka bir ilâh bulunmayan,
diri ve yarattıklarını gözetip yöneten Allah'tır."
İşte bu, hem düşünce ve hem de inançta yol
ayrımı olduğu gibi yaşam biçimi ve ahlâkta da yol ayrımıdır.
Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan tek
Allah'a inanan ve gerçek hayatın tek sahibi; Hayy olan, her varlığın, her
canlının kendisiyle ayakta durup O nunla varlığını sürdürdüğü Kayyum olan
bir Allah bilincine eren bir insan düşünün.
Bu varlığın bilincinde olan bir insanın yaşam
biçimi ve hayat düzeni ile, tüm duygularını sözü edilen çarpık ve tutarsız
düşüncelerle bulandırmış, vicdanında hayatına hükmeden ve onu yönlendiren
uluhiyet hakkında hiçbir his kalmamış bir insanın yaşam biçimi ve hayat
tarzı temelde ayrı olması gerekmektedir.
Apaçık ve tertemiz Tevhid inancının yanında
Allah'tan başkasına kulluğa yer yoktur. Ne hukuk ve düzende, ne eğitim ve
ahlâkta, ne de ekonomik ve sosyal alanda Allah'tan başkasından yardım
dilemeye ve O'na şirk koşmaya yer yoktur İslâm'da. Kısaca ne bu dünya için
ne de ahiret hayatı için Allah'tan başkasından yardım dileme yoktur bu
dinde. Gerçeğinden saptırılmış, doğru ve açık olmayan temeller üzerine
kurulmuş bulunan düşüncelerde ise, ne hukuk ve düzende, ne eğitim ve ahlâkta
ve ne de sosyal ve ekonomik alanda... Bunların tamamında... Ama tamamında ne
bağlanılacak taraf ve ne de durulabilecek bir yerden sözedilebilir. 8u
düzenlerde ne helal ve haramın, ne de doğru ve yanlışın sınırı
belirlenmiştir. Emirlerin kendisinden alındığı, yönelmenin kendisine doğru
olduğu, itaat, kulluk ve teslimiyetin yalnız kendisine yapıldığı otorite
açıklık kazanıp tek olarak kabul edildiğinde herşey netleşir ve ahenk
kazanır. Bu nedenle bu yol ayrımında kesin bir tavırla karşılaşıyoruz:
"O, kendinden başka bir ilah bulunmayan, diri
ve yarattıklarını gözetip yöneten Allah'tır."
Onun için bu yalnız bir inanç ilkesi değil,
İslâmî hayatın yapısını ortaya koyan, Onu diğer yaşam biçimlerinden ayıran
temel ilke olmuştur. İslâmî hayat, bütün ilke ve kurallarıyla İslâm
düşüncesinin bu net ve kesin olan Tevhid inancından kaynaklanır. Tevhid,
pratik hayata tesiri olmadığı sürece gönüldeki inanç olarak da
gerçekleşemez. Allah'tan gelen hukuk düzeni ve Tevhid inancı hayatın her
alanında kendini gösterdiği an, Tevhid, anlam kazanır. Allah'ın zatı ve
sıfatlarında tek olduğu ilan edilip diğer hayat düzenleriyle bu dinin
ayrılış noktaları açıklandıktan sonra, bütün insanlık tarihi boyunca beşeri
hayatın düzenlenmesi için gönderilen peygamberlerin, kitapların ve dinlerin
de bu tek kaynaktan geldiği açıklanıyor:
"...Sana daha önceki semavi kitapları
onaylayan hakk içerikli kitabı indirdi. Daha önce de insanlara doğru yolu
göstermek için Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti. Doğru ile eğriyi birbirinden
ayıran bu kitabı da aynı amaçla indirdi. Allah'ın ayetlerini inkâr edenleri
ağır bir azap beklemektedir. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve intikam
alıcıdır."
Bu ayetin birinci bölümü, İslâm inancının
temel ilkelerinden bir kısmını kapsaması yanında, Hz. Muhammed'in
peygamberliğini ve O'nun Allah tarafından getirdiği gerçekleri reddeden
ehl-i kitab ve diğer inkârcıların iddialarını da çürüten ifadeleri de
içeriyor.
Peygamberlere gönderilen kitapların tek bir
kaynaktan gönderildiği bildirilen ayeti kerimede şöyle deniliyor: "Daha önce
de Musa'ya Tevrat'ı, İsa'ya da İncil'i indiren kendisinden başka ilah
olmayan, hayatın ve kudretin yegane kaynağı yüce Allah'tır sana bu Kur'an'ı
indiren". O halde uluhiyet ve ubudiyeti birbiriyle karıştırma veya aynı
bedende birleştirmeden söz edilemez. Ortada, kulları arasından seçtiği bazı
kimselere kitap veren tek bir ilâh ve bir de o kitapları teslim alıp kabul
eden Allah'ın kulları vardır. Sonuçta onlar Nebi de olsalar Resul de olsalar
Allah'ın kullarıdırlar.
Ayeti kerime, Allah katından indirilen
kitaplarda yer alan dinin ve hakkın da aslında bir olduğunu açıklıyor. "Sana
daha önceki semavi kitapları onaylayan hakk içerikli kitabı indirdi". Bu
kitapların her biri aynı ortak amacı hedef almaktadır; "İnsanlara doğru yolu
göstermek". Daha önce hıristiyan bir yazar olan S.W. Arnold'un "İslâm'a
Çağrı" adlı kitabından yaptığımız alıntıda örneğini gördüğümüz gibi, bu
kitap, aynen kendinden önce indirilen kitaplardaki Hakkı içeren ve
insanların heva ve heveslerinin ürünü olan düşünce ekolleri ve siyasal
akımların etkisiyle bu kitaplara karıştırılan saptırmaları ve şüpheleri
gerçek olandan ayrıştıran "Furkan"dır.
Ayeti kerimede kapalı bir üslupla ehl-i
kitabın yeni gelen peygamberi ve peygamberliği yalanlamasının tutarlı bir
yanı olmadığı belirtilmekte. Zira bu yeni Risalet de kendisinden önceki
Risaletlerin metoduna bağlı kalmakta; getirdiği kitap da daha önceki
kitaplar gibi Hakk ile indirilmektedir. Bundan önceki kitaplar insanların
arasından bir elçiye indiği gibi bu kitap da insanlardan bir elçiye
indirilmiştir ve bu yeni Risaletin kitabı Allah'tan gelen kendisinden önceki
kitapları doğrulamakta; diğer kitapların kanat gerdiği Hakki bu kitap da
koruma altına almaktadır. Üstelik bu yeni kitabı da kitap indirmede tek
yetki sahibi olan Allah indirmiştir. İşte bu kitap, insanların inanç
hakkındaki düşüncelerini, hayat düzenlerini, ahlâk, eğitim ve yasalarım
belirleyen ve elçisine indirdiği kitap doğrultusunda temelden kurma hakkına
sahip olan Allah tarafından indirilmiştir.
Ayetin ikinci bölümü ise, Allah'ın ayetlerini
inkâr edenlere korkunç bir tehdit yöneltmekte, Allah'ın kudretini,
üstünlüğünü, azap ve intikamının dehşetini onlara göstermektedir. Allah'ın
ayetlerini kabul etmeyenler bu tek gerçek dini bütünüyle reddedenlerdir.
Daha önce kendilerine indirilen Allah'ın kitabından sapmış olan ve bu
hareketlerinin sonucu olarak, Hakk'ı batıldan apaçık bir şekilde ayıran, bu
yeni kitabı da yalanlama yoluna sapan ehl-i kitab, burada küfürle
nitelendirilmekte; Allah'ın dehşet verici azabı ve kaçıp kurtulmanın mümkün
olmayacağı intikamıyla tehdit edilenlerin başında yer almaktadırlar.
Bu azap ve intikam tehdidinin hemen ardından
da kendisinden hiçbir şeyin gizli kalmadığı, hiçbir sırrın gizlenip
kaçırılamadığı Allah'ın sınırsız bilgisi vurgulanmaktadır:
"Hiç şüphesiz, ne yerde ve ne gökteki hiçbir
şey Allah için gizli değildir."
Burada, Allah'ın hiçbir şeyin kendisinden
gizli kalmadığı sınırsız ilim sıfatıyla vasıflandırılması, surenin başında
yeralan ulûhiyet ve otorite birliği kavramlarıyla uyum arz ettiği gibi bir
önceki ayette dile getirilen korkunç tehditle de ahenk içindedir. "Ne yerde
ne de gökte" tüm genişliğine ve sınırsızlığına rağmen hiçbir şey Allah'ın
bilgisinden kurtulamayacaktır. Öyleyse niyetleri O'ndan gizli tutmak mümkün
olmadığı gibi, tuzakları örtbas etmek de mümkün olmayacaktır. O'nun o şaşmaz
cezasından, herşeyi en ince ve gizli yönlerine varıncaya kadar kuşatan engin
bilgisinden kaçma imkanı yoktur.
Ne yerde ne de gökte hiçbir şeyin kendisine
gizli kalmadığı, herşeyin en ince ve gizli taraflarına varıncaya kadar
bilinen kapsamlı bilginin ışığı altında insanların duygularına hassas ve
engin bir şekilde temas edilmekte; gayb aleminin bilinmezliği ve ana
rahminin karanlığında insanın hiçbir bilgisi, gücü, kavrayışı olmadığı
mahiyeti bilinmeyen yaratılışa değinilmektedir:
"Size dâl yataklarında dilediği biçimi veren
O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. O üstün iradeli ve hikmet sahibidir."
Böyle "şekillendiriyor sizi". Allah insanı
kendi mutlak iradesi ve isteğiyle beşeri vasıflar doğrultusunda
şekillendiriyor, o dilediğini yapar; O'ndan başka ilâh yoktur; Aziz'dir;
yaratma ve şekil vermede güç ve kudret sahibidir; Hakim'dir; yarattığı ve
şekil verdiği mahlukatının işlerini kendi hikmetiyle hiçbir yardımcı ve
ortağa ihtiyaç duymaksızın idare edendir.
Bu noktaya temas edilmekle Hristiyanların,
Hz. İsa'nın (selâm üzerine olsun), yaratılışı ve doğumu hakkında yaydıkları
şüpheler aydınlanmaktadır. Buna göre; İsa'ya "dilediği" şekli veren
Allah'tır. Yoksa Hıristiyanların ileri sürdüğü gibi İsa; Rabb, Allah, Oğul
ya da beşeri ve ilahî nitelikleri aynı anda üzerinde toplayan üç varlıktan
biri değildir. Aynı zamanda O, zihinlerin rahatça kavrayabildiği apaçık
Tevhid düşüncesinin karşısına çıkan saptırılmış ve gizemli bir nitelik
kazandırılmış düşüncelerin ileri sürdüğü gibi anlaşılması zor bir şahıs da
değildir.
Daha sonra, Kur'an'ın apaçık (muhkem)
ayetlerindeki kesin gerçekleri bırakıp, te'vil yapma imkanı bulunan
(müteşabih) ayetlerini kuşku uyandırmak amacıyla kurcalayarak eğip-büken ard
niyetliler deşifre edilirken diğer taraftan Allah'a samimiyetle inananların
parlak simaları, tertemiz inançları ve kendilerine Allah katından gelen
herşeyi tereddütsüz kabul edip teslim olmalarını tasvir eden ayetlere
geliyor sıra:
7- Sana bu Kitab'ı indiren
O'dur. Bu Kitab'ın bir kısım ayetleri kesin anlamlı (muhkem)dir, bunlar onun
özünü oluştururlar. Diğer kısmı da birden çok anlamlı (müteşabih)dir.
Kalplerinde eğrilik olanlar fitne çıkarmak ve keyfi yorumlar yapmak amacı
ile bu kitabın birden çok anlamlı ayetlerinin ardına düşerler. Oysa onların
yorumunu sadece Allah bilir. Köklü bilgiye sahip olanlar ise "Bu Kitab `a
inandık, O bütünü ile Allah katından gelmiştir" derler. Bunu ancak aklı
başında olanlar düşünebilirler.
8- (Böyleleri şöyle der): "Ey
Rabbimiz, bizleri doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma, bize
katından rahmet bağışla, kuşkusuz sen bağışı bol olansın.
9- Ey Rabbimiz, sen geleceği
kuşkusuz olan bir günde insanları kesinlikle biraraya getireceksin. Hiç
şüphesiz Allah sözünden caymaz.
Rivayet edildiğine göre, Necran
hıristiyanları Peygamber efendimize; "Sen Hz. İsa hakkında; `O, Allah'ın
kelimesi ve ruhudur' demiyor musun?" demişlerdi. Bu ifade ile, O'nun insan
olmayıp Allah'ın ruhu olduğu şeklindeki kendi inançlarına destek bulmaya
çalışıyorlardı. Bu hristiyanlar, Allah'ın mutlak birliğini ifade eden, O'na
şekil, ortaklar ve oğullar yakıştıran her türlü düşünceyi reddeden kesin ve
muhkem ayetleri bırakıp mecazi ve te'vile müsait ayetleri kendi yanlış
inançlarına dayanak yapmak üzere kullandıkları için uyarılıyorlardı.
Yalnız, ayetin kapsamı bu belirli olayla
sınırlı değildir. Aynı zamanda Allah'ın Hz. Peygamber'e gönderdiği inançla
ilgili düşüncenin gerçeklerini ve İslâm'ın hayat tarzını içeren, bu Kitap
karşısında insanların benimsedikleri farklı tutumların yanında insan aklının
kendi özel vasıtalarıyla kavrama imkanı olmayan ve nassların açıkladığının
dışında hiçbir şekilde doğru olarak anlaşılma imkanı bulunmayan gayb ile
ilgili meseleler de bu ayetin kapsamı içinde yer alıyor.
Akide ve Şeriatın hassas ilkeleri ise içerik
ve kapsam açısından anlaşılır ve kesindir. Bunlarla ilgili amaçlar
kavranabilir türdendir ve kitabın temelini bunlar oluşturur. Hz. İsa'nın
doğumu ve yaratılışı gibi sem'iyata ve gaybe ait konulara gelince ayeti
kerime bu tür konularda bize Allah'tan gelen bilgiyle yetinmemizi ve ileriye
gitmememizi, sadece tasdik etmemizi hatırlatmaktadır. Çünkü bu tür ayetler
de "Hakk" olan aynı kaynaktan gelmiştir. Onların mahiyetini ve keyfiyetini
kavramak insan tabiatının sınırlı olan düşünce alanı ve kavrayış vasıtaları
ile, mümkün değildir.
İşte bu aşamada insanlar, fıtratlarının
sağlamlık veya bozulmuşluk durumuna göre bu "muhkem" ve "müteşabih" ayetleri
farklı şekilde karşılıyorlar. Kalplerinde eğrilik, saf fıtratında sapma ve
bozukluk meydana gelenler; inanç, şeriat ve pratik hayat tarzının üzerine
bina edildiği apaçık muhkem ayetlerdeki ilkeleri gözardı ederek, farklı
anlamlar yüklenebilecek müteşabih ayetlerin ardına düşerler. Halbuki bu
ayetleri tasdik etmede temel dayanak onların geldiği kaynağın doğruluğuna
inanmak ve onların tümünün "Hakk"tan geldiğini bilmeyi teslim etmektir.
Bununla beraber insanın algılama gücü gerçekten çok sınırlı ve alam da hayli
dardır . Bu ayetleri anlamada başlıca dayanaklardan biri de bu Kitabın
tamamının doğru olduğunu, ne önce ve ne de geldikten sonra ona batılın
karışamayacağı, Hakk ile indiğini doğrudan ilham ile kavrayabilme yeteneğine
sahip olan fıtratın dürüstlüğüdür... O ard niyetliler, müteşabih ayetlerin
peşine düşüyorlar. Çünkü müteşabih ayetlerde, inancı sarsıcı te'viller ve
normal akılla yorumlanması mümkün olmayan sahaya girmiş olmanın tabii bir
sonucu olarak birbirine aykırı düşüncelerden kaynaklanan fitneyi körükleme
zemini bulabiliyorlar... "Halbuki bu tür müteşabih ayetlerin gerçek anlamını
Allah'tan başka hiç kimse bilemez."
İlimde derinleşmiş olanlara gelince, bunlar;
elde ettikleri bilgileri kullanarak aklın sahasını ve beşerî düşüncenin
yapısını kavradıkları gibi, kendisine bahşedilen vasıtalarla üzerinde
çalışma yapabileceği zeminin şartlarını idrak etmiş kimselerdir. İşte bunlar
gönül huzuru ve güven içinde derler ki:
"Biz ona inandık; hepsi Rabbimizin
katındandır."
Kitabın, Rabbleri katından indiğine
inanmaları, onları bu gönül huzuruna iletmektedir. Öyleyse o Hakktır ve
doğrudur. Allah'ın bildirdiği şey mutlak anlamda doğrudur. Onun nedenlerini
ve illetlerini araştırma insan aklının görevi olmadığı gibi, onun güç
yetireceği bir şey de değildir. Yine insan onun mahiyetini ve arka-plandaki
gizli illetlerin yapısını kavrayabilecek güce de sahip değildir.
Bilgide derinleşmiş bulunanlar Allah katından
kendilerine gelen herşeyin doğru olduğunu daha baştan gönül huzuru ile kabul
etmişlerdir. Onlar bu huzura dürüst ve üretken fıtratları sayesinde
varabilmişlerdir... Sonra, akılları da bu konuda, hiçbir kuşkuya kapılmaz.
Çünkü onlar ilmin sahasına girmeyen, insanın araç-gereç ve vasıtalarla
bilgisini elde edemeyeceği konulara aklın girişmemesi gerektiğini bilirler.
İşte bu, bilgide derinleşmiş olanların gerçek
bir tasviridir... Büyüklük kompleksine kapılıp inkâra kalkışmak, ancak
bilginin dış yüzeyine aldanan ve meseleye yüzeysel olarak yaklaşanların
işidir. Onlar bu halleriyle varolan herşeyi kavradıklarını, kavramadıkları
şeylerin de yok olduğunu zannederler. Ya da kendi kavrayışlarını gerçeğin
ölçüsü olarak kabul ederler ve kendilerinin kavradıkları sahanın dışında
kalan gerçeklerin varlığına izin vermek istemezler. Bu nedenledir ki
Allah'ın mutlak kelâmını da kendi aklî ölçüleriyle (!) değerlendirmeye
kalkarlar! Gerçek bilgi sahiplerine gelince, onlar çok daha mütevazidirler.
Beşer aklının gücünü aşan ve çerçevesi dışına taşan pek çok gerçeği
kavramada aciz kaldığını kabul etmeye daha yatkın oldukları gibi, fıtratları
da daha dürüsttür. Ve çok geçmeden dürüst fıtratları Hakk ile temasa geçer
ve gönül huzuru ile onu kabul ederler.
"Bunu ancak akıl sahipleri bilebilir."
Akıl sahipleriyle Hakkı kabullenme arasında
yalnızca bir hatırlama vardır sanki... O anda Allah'a bağlı olanların
bozulmamış fıtratlarına yerleştirilmiş bulunan Hakk, birden harekete geçip
ortaya çıkar ve düşünceye yerleşir.
İşte o anda dilleriyle ve kalpleriyle sükunet
dolu bir duaya, samimiyet dolu bir niyaza yönelerek, Allah'ın kendilerini
Hakk'tan ayırmaması, hidayete erdikten sonra tekrar kalplerini eğriliğe
bulaşmaktan koruması, rahmet ve iyiliğini kendilerinden esirgememesi için
yalvarırlar.. Herkesi biraraya getirecek olan kuşku götürmeyen günü ve asla
değişmesi düşünülemeyecek olan verilmiş va'di (sözü) hatırlarlar:
"Böyleleri şöyle der: `Ey Rabbimiz, bizleri
doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma, bize katından rahmet
bağışla, kuşkusuz sen bağışı bol olansın."
"Ey Rabbimiz, sen geleceği kuşkusuz olan bir
günde insanları kesinlikle biraraya getireceksin. Hiç şüphesiz Allah
sözünden caymaz."
İşte bilgide derinleşmiş olanların Rabblerine
karşı tavırları budur; ve zaten imanla uyum içinde olan da bu tavırdır. Bu
tavır, kişinin Allah'ın sözüne ve va'dine gönül huzuru ile bağlılığından,
O'nun sözüne ve va'dine güveninden, O'nun rahmetini ve iyiliğini
tanımasından, aynı zamanda O'nun değişmez kazasından ve gözle görülmez
kaderinden korkmasından, imanın bir sonucu olan kalpdeki takvadan,
duyarlılıktan ve uyanıklıktan kaynaklanır. Artık böyle bir gönülde ne gece
ne de gündüz dalgınlığa, duyarsızlığa ve unutkanlığa yer yoktur.
İmanlı bir gönül, sapıklıktan sonra ulaştığı
hidayetin, karanlıktan sonra net olarak görmenin, yolunu şaşırdıktan sonra
doğru yolu bulmanın, geçirdiği depresyondan sonra gönül huzuru ile Hakk'a
varmanın, kullara kulluktan kurtulup yalnız Allah'a kulluğun ve basit
uğraşlarla bir süre vaktini öldürdükten sonra yüce ve üstün uğraşlara
kavuşmanın değerini idrak eder...
Bu olgunluğa eren kişi, tüm bu nimetlerin
iman sayesinde Allah'tan geldiğini kavrar. Aydınlık, dosdoğru bir yolda
yürümekte olan bir yolcu, nasıl karanlık, dolambaçlı yollara düşmekten
korkar, gölgenin serinliğini tadan biri nasıl tekrar kavurucu, kızgın
çöllerde öğle sıcağında yola çıkmaktan kaçınırsa, bu kişi de tekrar
sapıklığa dönüş yapmaktan böyle korkar. İmanın güzelliğinde öyle bir
tatlılık vardır ki, sapıklığın çilesini ve acı bedbahtlığını tadanlardan
başkası onu kavrayamaz. İmanın verdiği gönül huzurunda öyle bir haz var ki,
azgınlık ve sapıklık batağında sürünmüş olandan başkası onu algılayamaz!
İşte müminler şu sükunet dolu dua ile
Rabblerine yönelirler:
"Ey Rabbimiz bizleri doğru yola ilettikten
sonra kalplerimizi kaydırma."
Sapıklıktan sonra birden hidayet ile
kendilerine yönelen ve böyle iman gibi paha biçilmez bağışta bulunan
Allah'ın rahmetine talib olurlar:
"Bize katından rahmet bağışla, kuşkusuz sen
bağışı bol olansın."
Onlar, imanlarının ilhamı ile Allah'ın
rahmeti ve iyiliği olmadan kendilerinin hiçbir şeye güçlerinin yetmeyeceğini
bilirler. Hatta onlar kendi kalplerine bile hakim olamazlar; o kalpler de
Allah'ın elindedir. Bundan dolayı dua ile O'na yönelerek kurtuluş ve
yardımını esirgememesini talep ederler.
Hz. Aişe bir rivayetinde diyor ki:
"Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) çoğu zaman şöyle dua ederdi; `Ey
kalpleri (istediği yöne) çeviren (Allah'ım), kalbimi kendi dinin üzere
sağlamlaştır.' `Ey Allah'ın elçisi bu duayı ne de çok yapıyorsun' dedim.
`Her kalp, Rahman'ın parmaklarından iki parmak arasındadır. O kalbi
doğrultmayı dilerse doğrultur, saptırmak isterse saptırır' buyurdu "
Allah'ın dilemesini bu ölçüde kavrayabilmiş
bir kalp, ısrarla Allah'ın himayesine girmek ve ona tutunmak için çabalar,
kendisine bağışlanan iman nimetinin elinden çıkmaması için O'na yönelip dua
etmekten başka çaresi olmadığının bilincine varır!
KÂFİRLERİN DURUMU
Bu açıklamalardan sonra az sonra okuyacağımız
ayetlerde inkâr edenleri bekleyen kötü sona temas ediliyor ve günahları
karşılığında cezalandırılmalarının asla değişmeyen Sünnetullah'ın gereği
olduğuna değiniliyor. Ehli kitaptan inkâr edenlerin ve bu dine karşı
çıkanların tehdit edildiği ayetlerde Peygamber efendimize seslenilerek
bizzat gözleriyle gördükleri Bedir savaşındaki az bir topluluğun inkârcı
kalabalık bir topluluğa nasıl üstün geldiğini müslümanlara hatırlatması
telkin ediliyor:
10- Kafirlere gelince onların
ne malları ve ne de evlatları Allah'ın karşısında hiç bir işlerine yaramaz.
Onlar Cehennem ateşinin yakacağıdırlar.
11- Tıpkı Firavunoğulları
gibi, daha öncekilerin durumu gibi. Onlar ayetlerimizi yalanladılar. Allah
da günahları yüzünden onların yakalarına yapıştı. Hiç kuşkusuz Allah'ın
azabı ağırdır.
12- Kafirlere de ki:
"Yenilecek ve Cehenneme sürüleceksiniz' : Orası ne fena bir barınaktır.
13- (Bedir savaşında)
karşılaşan iki grubun durumunda sizin için ibret dersi vardır. Taraflardan
biri Allah yolunda savaşıyordu, öbürü ise kafirdi ve karşı tarafı gözleri
ile kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı. Hiç kuşkusuz Allah dilediğini
yardımı ile destek1er. Bu olayda basiret sahipleri hesabına ibret dersi
vardır.
Bu ayetler İsrailoğullarına hitap sadedinde
gelmiştir. Kendilerinden önceki ve sonraki inkârcıların vardığı kötü
âkıbetle tehdit edilmektedirler. Ayrıca ibret verici hassas bir üslûbla
Firavun hanedanının uğradığı kötü son kendilerine hatırlatılmaktadır. Yüce
Allah Firavun ailesini yok etmiş ve İsrailoğullarını kurtarmıştı. Fakat bu
durum sapıklığa düşüp inkâra kalkıştıkları zamanda onlar için özel bir
imtiyaz değildi. Bozuldukları zaman onları küfürle damgalamaktan ve Allah'ın
kendilerini zulümlerinden kurtardığı Firavun ailesi gibi onları da hem
dünyada hem de ahirette inkârcıların cezasına uğramaktan kurtarmıyordu!
Aynı şekilde -inkârcı olan- Kureyş'in
Bedir'de uğradığı hezimet hatırlatılıyor: "Allah'ın yasası değişmez. Hiç
kimse Kureyş'in başına gelenlerin onların da başma gelmesine engel olamazdı.
Çünkü onları hezimete uğratan neden küfürdü. Hiç kimse bu konuda Allah'a
rağmen bir güce sahip değildir. Sağlam bir imandan başka bir aracısı da
yoktu, kimsenin!.."
"Kâfirlere gelince onların ne malları ve ne
de evlâtları Allah karşısında hiçbir işlerine yaramaz. Onlar Cehennem
ateşinin yakacağıdırlar."
Mallar ve çocuklar; savunma ve korunma
vasıtaları olarak kabul edilir. Yalnız, geleceğinden şüphe edilmeyen ahiret
gününde ikisi de hiçbir işe yaramayacaktır. Çünkü Allah'ın verdiği sözde
dönüş olmaz. Ve onları o günde; "Ateşin yakıtıdırlar".. "İnsanın" tüm
özelliklerini, ve üstünlüklerini söküp alan ve onları odun, kütük ve benzeri
varlıklar şeklinde tasvir eden şu ifade ile "Ateşin yakıtı".
Hayır, hayır! Mallar, çocuklar ile şan-şöhret
ve otorite dünyada bile fazla bir işe yaramaz:
"Tıpkı Firavunoğulları ile daha öncekilerin
durumu gibi. Onlar ayetlerimizi yalanladılar. Allah da günahları yüzünden
onların yakalarına yapıştı. Hiç kuşkusuz Allah'ın azabı ağırdır."
Bu, tarihte sık sık tekrarlanan ve Allah'ın
bu kitabında detaylı olarak dile getirdiği olaylardan bir misaldir.
Ayetlerini yalanlayanlara karşı Allah'ın murad ettiği şekilde takdirini
gerçekleştirdiğinin ifadesidir bu olay... Allah bu yasayı dilediği şekilde
yürürlüğe koymaktadır. Öyle ise, Allah'ın ayetlerini yalanlayan için ne bir
güvence ne de bir kefaletten söz edilebilir.
Şu halde, Hz. Muhammed'in davetini (salât ve
selâm üzerine olsun) ve O'na Hakk ile inmekte olan Kitab'ın ayetlerini inkâr
edip yalanlayanlar, hem dünyada hem de ahirette bu acı sona
uğratılacaklardır.
Bu nedenle aşağıdaki ayetler peygamberimize
(salât ve selâm üzerine olsun) her iki dünyada da kendilerini kuşatacak olan
bu acı sondan onları sakındırmasını istemektedir. Ayrıca yalanlama ve bunun
sonucu olarak katı biçimde cezalandırılmanın Firavun ve ondan önceki
örneklerini unutmuşlardır diye yakında meydana gelen Bedir gününü onlara
örnek göstermesini telkin etmektedir:
"Kâfirlere de ki: `Yenilecek ve Cehenneme
sürüleceksiniz' Orası ne fena barınaktır!
`(Bedir savaşında) karşılaşan iki grubun
durumunda sizin için ibret dersi vardır. Taraflardan biri Allah yolunda
savaşıyordu, öbürü ise kâfirdi ve karşı tarafı gözleri ile kendilerinin iki
katı olarak görüyorlardı. Hiç kuşkusuz Allah dilediğini yardımı ile
destekler. Bu olayda basiret sahipleri hesabına ibret dersi vardır."
Yüce Allah'ın "...Karşı tarafı gözleri ile
kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı..." ayeti iki şekilde
yorumlanabilir.
1- "Görüyorlardı" ifadesindeki zamir
kâfirleri, "Karşı taraf" ifadesi de müslümanları kastetmiş olabilir. Buna
göre anlamı şöyle olur; "Kâfirler o kadar kalabalık olmalarına rağmen, bir
avuç müslümanı "kendilerinin iki katı" olarak görüyorlardı... Bu da Allah'ın
bir planıydı, Allah, müşriklere müslümanları çok, kendilerini az
göstermişti. Böylece kalpleri sarsılmış, ayakları kaymıştı.
2- Ya da bunun tam tersi olmuştu... Buna göre
anlamı şöyle olur: Müslümanlar -müşrikler kendilerinin üç katı olduğu halde-
müşrikleri kendilerinin "iki katı" olarak görmelerine rağmen direnmiş ve
onlara karşı üstün gelmişlerdi.
Burada önemli olan, zaferin Allah'ın
desteğine ve takdirine havale edilmesidir... Bunda kâfirleri bir tehdit ve
kendi haliyle başbaşa bırakma söz konusu olduğu gibi, inananlara bir destek,
onların düşmanlarını küçümseme ve onlardan korkmamalarını sağlama da yer
almaktadır... Durum -surenin girişinde belirttiğimiz gibi- hem bunu hem de
onu gerektiriyordu... Kur'an burada da orada da işliyordu...
Kur'an, büyük hakikati ve bu hakikate benzer
içeriğiyle bugün de işlemektedir... İnkâr edenlerin, yalanlayanların ve
Allah'ın yolundan sapanların hezimete uğramasıyla ilgili Allah'ın sözü her
zaman diliminde geçerlidir. -Sayıları az da olsa-mümin topluluğun zafere
ulaşması ile ilgili va'dide her an geçerlidir. Zaferin Allah'ın dilediği
kimseye bahşedilmesi, Allah'ın desteğine bağlı kalışı, hükmünün yürürlükten
kaldırılması mümkün olmayan geçerli bir hakikat ve askıya alınması imkânı
olmayan geçerli bir yasadır.
İnanmış topluluğun görevi bu hakikati gönül
huzuru ile kabullenmek, bu verilen söze güven beslemek, elinden gelen bütün
imkânlarını kullanarak ona en güzel şekilde hazırlanmak, Allah izin
verinceye kadar sabretmek, acele etmemektir. Allah, kendisinin ilim
sıfatında gizli olan ve kullarının bilemeyeceği hikmetini bir müddet
geciktirebilir. Bu durumda mümin kula düşen görev acele etmemek ve umudunu
yitirmemektir.
"...Bu olayda basiret sahipleri hesabına
ibret dersi vardır."
İbretin tesbit edilmesi ve gönüllerin onu
kavrayabilmesi için görebilen bir göz, düşünebilen bir zekâ gerekmektedir.
Yoksa ibret, gece-gündüz her zaman göz önünde olsa ne fayda!
İNSAN FITRATI
İslâm cemaatinin eğitilmesi gizli olan fıtrî
duygularla ilgilidir. Bu gizli olan ve doğuştan gelen duygulara sürekli bir
uyanıklık ile hakim olunmadığı, insanın arzu ve istekleri daha yüce ufuklara
yönelmediği ve bu duygular Allah katından gelen daha sağlam ve daha iyi
ilkelerle temasa geçmediğinde sapmanın ilk adımı atılmış olur.
Dünya ihtiraslarında, nefislerin arzu ve
istekleri ile doğuştan gelen eğilimlerin etkisinde boğulmak insanın gönlünü
basiretten ve ibret almaktan alıkoyar. İnsanları somut günübirlik zevklerin
dalgaları arasında boğar. Onların daha yüksek ve daha yüce hedeflere
yönelmelerine engel olur. Böylece duyguları katılaşan insan yakın,
günübirlik zevklerin ötesine uzanma yeteneğinden yoksun kalır, onlara
yükselemez. Oysa Allah, insanoğlunu yeryüzündeki mahlukat arasından seçip
ona halifelik görevini vermiştir.
-Bununla beraber- söz konusu fıtrî duygular
ve istekler doğuştan gelen tabiî arzular olup hayatın korunması ve
sürdürülmesinde gereklidirler. Yalnız onları kontrol altına almayı, belli
bir düzene sokmayı, aşırı tahriklerini ve sivriliklerini frenlemeyi öğütler
ki, insan onlara sahip olsun ve onları gerektiği gibi kullansın, onlar
insana egemen olup istediği tarafa yöneltmesin, insanda yüce hedeflere
yönelme ve daha üstün şeylere talib olma sözünü takviye etsin. Bu nedenle
cemaatin eğitilmesi için bu yönlendirmeyi üstlenen Kur'an'ın bu ayetleri bir
taraftan bu istek ve duygulara değinirken öbür taraftan ahiretin maddi ve
manevi zevklerinin sayısız lezzetine dikkat çekmektedir. Bu dünya hayatında
kendilerini onùn sevimli zevklerinde boğulmaktan koruyan ve kendi yüce
insanî niteliklerini muhafaza edenler ancak öbür dünyanın nimetlerinden
yararlanabileceklerdir.
Kur'an'ın anlatım gücü yeryüzünün insan
nefsine hoş gelen başlıca şehvetlerini bir tek ayette toplamaktadır.
Kadınlar, çocuklar, üstüste biriktirilmiş mallar, atlar, verimli topraklar
ve hayvanlar (deve, sığır, koyun...) Bunlar bizzat kendileri ya da
sahiplerine sağladıkları diğer zevkler açısından yeryüzündeki isteklerin
özünü oluşturmaktadır... Bundan sonra gelen ayette ise, diğer alemdeki başka
zevkler ortaya konmaktadır: Altından ırmaklar akan Cennetler, el değmemiş
eşler ve tüm bunların ötesinde Allah'ın rızası... Gelecek iki ayetin de arz
ettiği şekilde bunların hepsi, gözlerini dünya zevklerinin ötesine diken ve
gönlünü Allah'a bağlayanlar içindir:
14- Kadınlara, evlâdlara,
tartı tartı biriktirilmiş altın ve gümüşe, otlağa yayılmış atlara, küçükbaş
hayvanlara ve ekinlere karşı aşırı tutkunluk insanlara cazip gösterildi.
Bunlar dünya hayatının nimetleridir. Oysa asıl varılacak yer Allah
katındadır.
"İnsanlara câzip (süslü) gösterildi." Fiilin
burada edilgen kipte verilmiş olması onların fıtri oluşumlarının bu eğilimi
kapsadığına işaret etmektedir. Bu nedenle onlara sevimli ve hoş
görülmektedir. Bu, aynı zamanda bir yönden realitenin de ifadesidir. İnsanda
bu "arzulara" yönelik bir eğilim vardır. Bu onun temel yapısının bir
parçasıdır. Öz itibariyle onu ne inkâr etmeye, ne de çirkin görmeye gerek
yoktur. -Daha önce belirttiğimiz gibi- bunların kökleşmesi, gelişmesi ve bir
düzen içinde varlığını sürdürmesi, beşer hayatı için zorunludur. Yalnız
realiteler, insan yaratılışında bu eğilimi dengeleyen, insan hayatının
yalnız bu tek yönde boğulmasına ve yüce duygularının gücünü ve ilhamını
yitirmesine engel olan bir yön daha bulunduğunu da göstermektedir. İnsan
fıtratının bu diğer yönü; yüce hedeflere doğru yönelme yeteneği, nefse hakim
olma, bu "arzulara" tümüyle yönelirken nefsi en sağlıklı sınırda durdurma
yeteneğidir. Bu, nefsi ve hayatı yapıcı sınırında durduran, bunun yanında
hayatın sürekli biçimde terakkisini ve onun yüce davetin ufuklarına doğru
yükselişini, insanın gönlünü Melei A'lâ'ya, ahiret yurduna ve Allah'ın
rızasına bağlanmasını sağlayan fıtratın öbür yüzüdür. Bu ikinci yetenek
birinci yeteneği düzene sokar, terbiye eder, onu kirden, pisliklerden
arındırır, onu güvenli bir düzeye çıkarır. Böylece insanın duygusal arzuları
ve günübirlik özlemleri, insanlığın özüne ve gönlünün engin arzularına,
Rabbine yönelişine, O'ndan sakınmasına engel olamaz. Öyleyse fıtratın bu
yönü, insanlığın yüce hedeflere doğru yükselme ve yücelme çizgisidir.
"Zevklere aşırı düşkünlük insanlara süslü
(çekici) gösterildi." Öyleyse bunlar sevilen, hoş görülen arzulardır. Pis ve
tiksindirici olarak görülmüş değildir. İfade biçimi onları pis görmeyi ve
onlardan tiksinmeyi çağrıştırmıyor. Yalnızca yapısının ve etkenlerinin
bilinmesi ve yerli yerince kullanılıp bu sınırın aşılmaması, hayatta
kendisinden daha değerli ve yüce şeylerin üstüne çıkarılmaması gerektiği
belirtilmiştir. Bu "arzulara" dalmaksızın ve onlarda boğulmaksızın zorunlu
olanlarını alıp daha başka ufuklara açılmamız gerektiği ifade edilmiştir!
Burada İslâm, beşerin, fıtratına uygun
hareket etmek, ona realitesinden hareketle fıtrattan gelen duyguları baskı
altına almaya ve kökünden söküp atmaya değil, eğitmeye ve ilerletmeye
çalışmakla farklı bir uygulama getirmiştir. Günümüzde insanın şehevi
arzularını baskı altına almaktan ve bunun zararlarından, ayrıca bu
duyguları, baskı altına almak ve söküp atmaktan kaynaklanan "psikolojik
bunalımlardan" söz edenler, bu bunalımların sözü edilen duyguların "denetim
altına alınmasından" değil, onları baskı altında tutmaktan kaynaklandığını
kabul etmektedirler. Bu ise doğuştan gelen duyguları pis olarak
değerlendirmek ve onları kökten reddetmektir. O da insanı birbirine aykırı
iki taraflı baskı altına sokar.
Düşüncenin veya dinin ya da geleneklerin
oluşturduğu bilinçten gelen baskı. Buna göre fıtri olan duygular pis
duygulardır. Hiçbir şekilde var olmaları doğru değildir. "O, bir eksiklik ve
şeytani bir dürtüdür" düşüncesi ile bu içgüdüleri bastırmak kolayca
başarılabilecek bir iş değildir. Çünkü bunlar, fıtratın derinliklerinde yer
eden beşer hayatının oluşmasında önemli bir görev yapan içgüdülerdir. Hayat
ancak onlarla tamamlanır. Ve Allah onları boşuna fıtrata yerleştirmemiştir.
İşte burada ve bu çalışma atmosferinde "psikolojik kompleksler" oluşmaya
başlar. Biz birbirine zıt olan bu psikolojik teorileri kabul etsek bile
İslâm bunu kabul etmez. İslâm'ın insan bünyesini, beşeri psikolojinin iki
ucu arasındaki çatışmadan uzak tuttuğunu görürüz. İnsanın şehvet ve lezzet
özlemleri ile yükselme ve yücelmeye duyduğu arzular arasında bir güven
ortamı hazırladığını görüyoruz. Böylece İslam hem bu özlemlere hem öteki
arzulara en güzel bir ortamda, dengeli sınırlar çerçevesinde, sürekli bir
gelişme zemini hazırlamış olmaktadır.(Bu konuda daha geniş bilgi için
Muhammed Kutub'un "islam ve Materyalizm arasında insan" adlı eserine
bakınız.)
"Kadınlara, evlâtlara, tartı tartı
biriktirilmiş altın ve gümüşe, otlağa yayılmış atlara, küçükbaş hayvanlara
ve ekinlere karşı aşırı tutkunluk insanlara cazip gösterildi. Bunlar dünya
hayatının nimetleridir. Oysa asıl varılacak güzel yer Allah katındadır."
Kadınlar ve çocuklar insan nefsinin güçlü
arzularından birer arzudur. Bunlar "kantarlarca" yığılmış altın ve gümüş ile
birlikte verilmiştir. Burada "kantar kantar" yığılmış olma biçimi beşerin
mala olan düşkünlüğünü ifade eder. Eğer burada sırf mala duyulan eğilim
amaçlanmış olsaydı: Mallar, ya da altın ve gümüş denirdi. Yalnız,
kantarlarca yığılmış olma burada özellikle belirtilmek istenen özel bir
vurgudur. Altın ve gümüşü yığmak için duyulan aşırı düşkünlüktür. Burada,
-malın sahibi için sağladığı diğer arzulara ulaşma imkanını gözardı etsek
bile- mal yığmak kendi başına bir zevktir!
Sonra kadınlara, çocuklara, kantarlarca
yığılmış altın ve gümüşe bir madde daha ekleniyor... Meraya salınmış atlar.
At, bugünkü teknik çağda bile arzu edilen sevimli bir ziynettir. At,
gençliğin, hareketin, kuvvetin ve güzelliğin.. sevginin, kaynaşmanın ve
atılganlığın sembolüdür. İnsanın yapısında genç atın görünümünü seyretmekle
harekete geçen bir canlılık bulunduğu sürece binicilik mahareti olmayanlar
dahi onu seyretmekten hoşlanacaklardır.
Bu arzulara bir de evcil hayvanlar (deve,
sığır, koyun) ve arazi (ekim ve dikim yapılan toprak) de eklenmiştir. Bu son
iki madde düşünce ve realite olarak birbirine yakındır. Hayvanlar ve verimli
tarlalar... Ekinler, yeşerme ve gelişme görünümleriyle beşer için ayrı bir
zevktir. Orada hayatın açması tek başına bile güzel bir manzaradır. Buna,
oraya sahip olma zevkini de ilave ettiğimizde arazi ve hayvanlar arzu edilen
birer varlık olarak ortaya çıkar.
Burada söz konusu edilen arzular, nefsani
arzuların bir örneğini oluşturmaktadır. Bu, Kur'an ile muhatab olan toplumun
arzularını somutlaştırmaktadır. Bunların bazıları her zaman geçerli olan ve
herkesin arzularını temsil etmektedir. Kur'an bu arzuları arz ederken,
herbiri kendi konumunda değerlendirilsin, sınırını aşmasın ve diğerlerine
karşı taşkınlık yapmasın diye onların gerçek değerini de ifade eder.
"Bunlar dünya hayatının güzellikleridir."
Ayeti kerimelerin burada temas ettiği bütün
sevimli zevkler -ve bunlara benzer diğer zevkler ve arzular- normal hayatın
güzellikleridir. Bunlar ne yüce bir hayatın ne de engin ufukların
güzellikleridir. Yakın olan bu yeryüzünün güzellikleri... Bunlardan daha
iyisini arzu edenlere gelince onlara nimet Allah katındandır. O nimetler
daha iyidir; zira insanın nefsini yükseltir ve onu arzu ve isteklere
boğulmaktan, göklere yükselmesine engel olacak ve onu yere çakılmaktan
kurtaracaktır. Daha iyisini arzu edenlere Allah katındaki güzellikler daha
hayırlıdır. Bunlar aynı zamanda söz konusu arzuların yerini de doldurur:
15- Deki: Size bunlardan daha
hayırlı olanı haber vereyim mi? Takvalılar için Rabbleri katında sürekli
kalacakları, altından ırmaklar akan Cennetler, el değmemiş eşler ve Allah'ın
hoşnutluğu vardır. Hiç kuşkusuz Allah kullarını hakkıyla görür."
Ayeti kerimenin burada temas ettiği, ve
Rasulün (salât ve selâm üzerine olsun) takva sahiplerini kendisiyle
müjdelemesi emredilen güzellikler anahatlariyle somut nimetlerdir. Yalnız
bunlar ile dünya güzellikleri arasında temel bir fark vardır. Bu
güzelliklere ancak muttaki olanlar erişebileceklerdir. Allah'ın korkusu ve
Allah'ın zikri kalplerinde olan muttakiler. Takva bilinci hem ruhu hem de
somut duyguları eğiten bir bilinçtir. Nefsi, arzu ve isteklerde boğulmaktan
ve hayvanlar gibi ona uyum sağlamaktan kurtaran frenleyici bir bilinçtir.
Rabblerine karşı takva sahibi olanlar, kendisiyle müjdelendikleri bu somut
güzelliklerden haberdar olunca duyu organlarının kabalıklarından kurtularak
arı-duru, şeffaf bir düzlemde ona doğru ilerler! hayvani arzu ve isteklerden
arındırılmış bir duyarlılık içinde yol alırlar. Bu kimseler, yeryüzünde
bulunmakla birlikte bu yüce duygularından dolayı Allah'ın vaad ettiği yere
varırlar.
Bu tertemiz ve nezih olan güzellikler dünya
güzelliklerinin hepsini tam olarak karşılar. Onları geride bırakır...
Eğer onların dünya güzellikleri verimli bir
tarla ise, ahirette altlarında ırmakların aktığı mükemmel Cennetler vardır.
Bunun da ötesinde onlar sonsuzdur. Kendileri de orada sonsuza dek
kalacaklardır. Süresi sınırlı olan tarlalar gibi değildir!
Şayet dünya güzellikleri kadınlar ve çocuklar
ise ahirette el değmemiş eşler vardır. Bu hanımların tertemiz olmaları dünya
hayatındaki arzulara karşı daha üstün ve daha faziletli olmalarını ifade
eder!
Otlağa salınmış atlar, evcil hayvanlar -deve,
sığır, koyun- kantarlarca yığılmış altın ve gümüşe gelince, bunlar dünyanın
asıl güzelliklerine erişmek için birer vasıtadır. Ahiret nimetlerinde ise,
amaçlara ulaşmak için vasıtalara ihtiyaç yoktur!
Sonra.. orada tüm güzelliklerden değerli bir
şey var... Orada "Allah'ın hoşnutluğu var..." hem dünya hayatına hem de
ahiret hayatına denk olan ondan daha da değerli olan, Allah'ın rızası var.
Kelimenin kapsadığı bütün sıcaklık ve yine kelimenin ihtiva ettiği tüm
merhametiyle Allah'ın hoşnutluğu...
"Allah kullarını hakkıyla görendir"...
Fıtratlarının ve fıtratlarını oluşturan
eğilimlerinin gerçek yapısını gören ve bu fıtrat için yararlı olan şeyleri
dünya ve ahiret için nasıl oluşturmak gerektiğini takdir eden yüce Allah'tır
0...
Ayeti kerime daha sonra bu kulların
niteliklerinden söz eder. Takva sahiplerinin Rabblerine karşı tutumları,
onunla Allah'ın rızasına kavuştukları tavırlarını göz önüne serer.
16- Bu kimseler `Ey Rabbimiz,
inandık, günahlarımızı affeyle, bizleri Cehennem ateşinin azabından koru'
derler.
17- Bunlar sabırlılar, samimî
bağlılar, gönülden kulluk edenler, mallarını Allah yolunda harcayanlar ve
seher vakitlerinde günahlarının bağışlanmasını dileyenlerdir.
Davalarında takvalarından kaynaklanan bir
ahenk var. Bu, onların imanlarını açığa vurmaları, onu Allah katında
şefaatçı kılmaları, bağışlanmayı dilemeleri ve ateşten sakınmalarıdır.
Onların her bir sıfatında, hem insan
hayatında hem de müslüman cemaatin hayatında önemli bir değer olan
nitelikler gerçekleştirmektir:
Sabırda: Acıları basit görme, halinden
şikayete yanaşmama, davanın yükümlülüklerine karşı sebat etme, Hakkın
yükümlülüklerini yerine getirme, Allah'a teslim olma, Allah'ın kendileri
için dilediği şeye teslimiyet gösterme, O'nun hükmünü kabul edip gönül
hoşnutluğu ile karşılama vardır...
Doğrulukta: Varlığın temeli olan Hakk ile
övünme, güçsüzlüğü basit görme vardır... Çünkü yalan, herhangi bir zararı
önlemek veya herhangi bir menfaati elde etmek için gerçek sözü dile getirme
güçsüzlüğünden başka birşey değildir.
Gönülden Allah'a yönelmede: Uluhiyetin
hakkını ve kulluk görevini yerine getirme vardır. Kendinden başka hiçbir
kimseye kulluk yapılmayan tek Allah'a kulluk etmesi, insana onur kazandırmış
olmaktadır.
Allah yolunda malını dağıtmada: Mala boyun
eğmekten özgür olma, cimriliğin boyunduruğundan kurtulma, bireysel zevklerin
arzusuna karşı evrensel insan kardeşliğini ve insanların yaşadığı dünyaya
yakışacak bir biçimde insanlar arasında bir dayanışmanın gerçekleşmesini
ilan etme vardır!
Bunların hepsinden sonra, seher vaktinde
bağışlanma dilemek ise; meltem rüzgarlarının dalgalandığı serin, engin
gölgeleri ortaya koymaktadır. Zaten yalnızca "seherler" kavramı gecenin
tanyerinin ağarmasından önceki zaman dilimine gölgeler düşürmektedir.
Havanın berraklaştığı, durgunluğa ve sessizliğe kavuştuğu, insanın gönlünde
saklı bulunan manevi duygularının harekete geçtiği zaman kesiti!.. Buna bir
de bağışlanmayı dileme tablosu eklendiği zaman hem insanın iç dünyasında hem
de varlığın özünde var olan ahenk içinde bir atmosfer meydana gelir. Artık
burada insanın ruhu ile evrenin ruhu yaratıcılarına yönelmede el-ele
tutuşurlar. İşte sabredenler, doğru olanlar, gönülden kulluk edenler,
mallarını Allah yolunda harcayanlar, seherlerde bağışlanma dileyenler...
Onlara, "Allah'ın rızası vardır"... Zaten onlar Allah'ın rızasına
layıktırlar; gölgesi cömertlik ve manası merhamet olan Allah'ın rızasına...
O, her çeşit arzudan daha üstündür, her güzellikten daha güzeldir...
İşte Kur'an bu şekilde, insanın beşeri
duygularını toprak üzerindeki yerinden başlayarak yavaş yavaş ufuklarda,
aydınlıklarda dalgalandırmaktadır. Şefkat ve merhametle,rahatlık ve kolaylık
içinde, onun bütün fıtratını yani tüm özlemlerini güçsüzlüğünü, zaaflarını,
yeteneklerini ve eğilimlerini gözönünde bulundurarak harekete geçirmektedir.
Bunu yaparken herhangi bir baskıya ve zorlanmaya başvurmaz. Hayatın akışını
durdurmadan ve beşeri Melei A'lâ'ya kadar yükseltir. İşte Allah'ın yarattığı
fıtrat ve işte Allah'ın bu fıtrat için belirlediği proğram... "Allah kulları
görendir"....
EGEMENLİK
Surenin buraya kadarki akışı, Tevhid gerçeği
ile uluhiyyet, otorite ve risalet birliğini ortaya koymayı hedef alıyordu...
Gerçek müminler ile kalbinde eğrilik bulunan sapıkların Allah'ın ayetlerine
ve kitabına karşı tavırlarını tasvir ediyordu... Sapıkları geçmişte ve
günümüzde inkar edenlerin çarpıldığı cezanın aynısıyla tehdit ediyordu...
Daha sonra ibret almaktan alıkoyan fıtrî dürtülerin yapısını ortaya koyuyor;
takva sahiplerini Rabblerine karşı tutumlarını ve onların Allah'a
sığınışlarını tasvir ediyordu...
Şimdi ise bu konunun sonuna kadar kendimizi
başka bir hakikatin önünde buluyoruz... Bu, temel hakikat olan Tevhid'in bir
sonucudur. Beşerin pratik hayatında gerçekleştirmeyi gerektirmektedir. İşte
bu dersin ikinci bölümü bu hakikati ele almaktadır.
Bu nedenle, birinci hakikati tekrar vermekle
başlıyor ki, onun için gerekli olan etkilerini bunun üzerine bina etsin.
..Önce yüce Allah'ın "Kendisinden başka
hiçbir İlâh olmadığına" şahidlik etmesiyle; meleklerin ve ilim sahiplerinin
de bu gerçeğe şahitlik ettikleriyle başlıyor. Bununla beraber Allah'ın
hakimiyet ile ilgili sıfatı da açıklanıyor. Bu sıfat, hem insanların
işlerinde hem de evrenin işlerini düzenlerken adaleti gerçekleştirmesi
sıfatıdır.
Allah, uluhiyyet ve otoritede eşsiz olduğu
sürece, bu gerçeği kabul etmenin ilk sonucu olarak, yalnız Allah'a kulluğun
kabul edilmesi ve kulların tüm işlerinde O'nun yegane otorite sahibi tayin
edilmesi, kulların Rabblerine teslim olmaları, kendilerine hakim olan
otoritesine itaat etmeleri, O'nun kitabına ve Peygamberine uymaları zorunlu
olacaktır.
Yüce Allah'ın "Allah katında geçerli olan din
İslâm'dır" sözü bu gerçeği garanti etmektedir... Allah, İslâm'dan başka
hiçbir dini hiç kimseden kabul etmez... Teslim olma, itaat etme ve bağlanma
anlamıyla İslâm... Buna göre Allah'ın insanlardan kabul buyuracağı din,
akıldaki sırf bir düşünce, gönüldeki sırf bir doğrulama değildir. 'Allah'ın
kabul edeceği din, ancak bu doğrulamanın ve bu düşüncenin gereğini yerine
getirmekle gerçekleşecek olan dindir. Bu din, kulların tüm işlerinde
Allah'ın yolunu hakem kabul etmeleri, onun verdiği hükme itaat etmeleri ve
Allah yolunda Allah'ın elçisine uymalarıdır.
İşte böylece... Ehli kitabın hallerine hayret
ediliyor ve onların durumları açığa vuruluyor... Çünkü onlar Allah'ın dini
üzere olduklarını iddia ediyorlar' ama sonra: "Aralarında hüküm vermesi için
Allah'ın kitabına çağrıldıklarında onlardan bir grup geri duruyor ve onlar
yüz çeviriyorlar"!.. Halbuki bu tavır, dindarlık iddiasıyla temelden
çelişiyor. İslâm dışında Allah'ın kabul edeceği hiçbir din yoktur... Allah'a
teslim olmadan, onun elçisine itaat etmeden, O'nun yoluna bağlanmadan;
hayatla ilgili hükümlerde O'nun kitabını hakem kabul etmeden asla İslâm'dan
söz edilemez.
Onların Allah'ın dinine iman etmediklerini
somut olarak ortaya koymakta olan bu yüz çevirmelerinin nedenini de açığa
çıkarmaktadır. Buna göre yüz çevirmelerinin nedeni, hesap gününde "adaletle"
cezalandırmanın gerçekleşeceğine sağlıklı bir biçimde inanmamalarıdır:
"Çünkü onlar `sayılı birkaç gün dışında ateş bize dokunmayacaktır'
demişlerdi." Zira Ehli Kitap olduklarına bel bağlamışlardı: "Uydura
geldikleri hükümler dinlerinde kendilerini aldatmıştı." Bu ise aldatıcı bir
cüretkârlıktan başka birşey değildir... Onlar kitap sahibi değildir, aslında
mümin de değillerdi. Mutlak olarak onlar Allah'ın dini üzere de
bulunmuyorlardı; çünkü aralarında hükmetmesi için Allah'ın kitabına
çağrıldıklarında onlardan bir grup geri duruyor ve yüz çeviriyorlardı.
Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de dinin anlamını
ve dine bağlılık gerçeğini bu şüphe götürmeyen kesinlikle ortaya
koymaktadır... Allah kullardan bunun berrak ve kesin bir şekli olan dinden:
İslâmdan başkasını kabul etmemektedir. İslâm ise, Allah'ın kitabın hakem
olarak kabul etmek, O'na itaat etmek ve Ona bağlanmaktır... Kim bunları
yapmazsa onun hiçbir dini yoktur ve o müslüman da değildir; ne kadar İslâm
iddiasında bulunsa Allah'ın dini üzere olduğunu ileri sürse de... Çünkü
bizzat Allah'ın kendisi, Allah'ın dinini belirlemekte, ortaya koymakta ve
açıklamaktadır. Bu din, tanımlanmasında ve sınırlarının belirlenmesinde
insanın arzu ve isteklerine boyun eğmez... Herkes istediği şekilde O'nun
sınırlarını belirleyemez, O'nu tanımlayamaz!
Hayır. Aksine kâfirleri -Kur'an ayetlerinin
de belirttiği gibi kâfirler; Allah'ın kitabıyla muhakeme olunmayı kabul
etmeyenlerdir- dost edinenler "Allah ile hiçbir ilişkisi olmayan"
kimselerdir... Onlar hiçbir işte Allah ile bir bağları kalmamıştır... Onlar
ile Allah arasında hiçbir şekilde bir ilişkiden söz edilemez. Allah'ın
kitabını hakem tutmayı reddeden kâfirleri dost edinmek, onlara yardım etmek
ya da onlardan yardım dilemek Allah ile tüm ilişkilerin kesilmesi için
yeterlidir!
Burada müslüman, dini temelinden silip
süpüren bir dost edinme eyleminden sert bir biçimde sakındırılmaktadır.
Kur'an'ın ifade biçimi bu sakınmaya evrensel bir bakış açısını da ilave
etmektedir. Müslüman cemaatin bu evrende işleyen güçlerin gerçek mahiyetini
kavraması istenmektedir. Buna göre Allah tek başına hüküm ve tasarruf
sahibi, mülkün sahibi, dilediğine mülkü veren, mülkü dilediğinden alan,
dilediğini güç ve onur sahibi yapıp, dilediğini güçsüz kılandır...
İnsanların işleri üzerindeki bu hükümranlığın tüm evren üzerindeki
hükümranlığının yalnızca bir parçasıdır. Geceyi gündüze, gündüzü de geceye
çeviren, ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkaran O'dur... Hem insanların
işlerini hem kâinatın işlerini adalet ile yürütmek budur işte. Şu halde ne
kadar malları, güçleri ve çocukları olursa olsun O'nun dışında hiçbir
varlığın dostluğuna gerek yoktur. Yer yer tekrarlanan ve vurgulanan bu
sakındırma o günkü müslüman cemaatin pratik yaşantısını ortaya koymaktadır.
Çünkü onlar henüz bu konuda tam bir netliğe kavuşmamışlardı. Ayrıca Mekke'de
müşrikler, Medine'de de yahudilerle, bazıları ailevi, sosyal ve ekonomik
bağları nedeniyle ilgileniyorlardı. İşte söz konusu durum bu açıklamayı ve
sakındırmayı zorunlu kılıyordu. Yanısıra, insan psikolojisinin ortada olan
beşeri güçlerden etkilenmeye eğilim duyması, işin gerçek mahiyetini ve
güçlerin gerçek alanını hatırlatmayı zorunlu kılması açıklanmış olmaktadır.
Bir yandan da inancın temeli ve pratik hayattaki gerekleri açıklanmaktadır.
Bu bölüm, şüphe götürmez kesin bir ifade ile
sona ermektedir; İslâm, Allah'a ve Resulüne itaat etmektir. Allah'a giden
yol, Peygambere bağlılık yoludur. Sadece kalp ile inanmak ve dil ile şehadet
getirmek değildir: "Deki: `Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun Allah da sizi
sevsin..:, "Deki: `Allah'a ve Resule itaat ediniz, şayet yüz çevirirlerse,
Allah kafirleri sevmez..." Ya Allah'ın sevdiği itaat ve bağlılık, ya da
Allah'ın hoşlanmadığı küfür... Apaçık ve net olan yol ayırımı budur işte...
18- Allah'tan başka ilâh
olmadığına ve O'nun adaleti ayakta tuttuğuna Allah'ın kendisi, melekler ve
bilgili kullar tanıktır. O'ndan başka ilâh yoktur. O üstün iradeli ve hikmet
sahibidir.
ALLAH'IN ŞEHADETİ
Bu, İslâm'ın inançla ilgili düşüncelerin
temelini oluşturan birinci gerçektir. Tevhid gerçeği... Uluhiyet birliği,
egemenlik birliği... Adalete dayalı egemenlik... Bu aynı zamanda surenin
kendisiyle başladığı gerçektir: "Allah'tan başka ilah yoktur. Hayat ve
egemenlik O'na aittir.' Bu ayet, bir taraftan İslâm inancının gerçek oluşunu
ortaya koymayı, diğer taraftan da ehl-i kitabın ürettiği şüpheleri
aydınlatıp bertaraf etmeyi hedef almaktadır. Bu ayette bizzat ehl-i kitaptan
bu kuşkuları gidermek, ayrıca inançları etkilenebilecek olan müslümanlardan
bu şüpheleri uzaklaştırmak amaçlanmıştır.
Yüce Allah'ın kendisinden başka İlah
olmadığına şehadet etmesi... Allah'a iman edenlere yeterlidir. Denebilir ki:
Allah'a iman edenden başkası Allah'ın şehadetiyle yetinmez. Allah'a iman
eden de bu şehadete ihtiyaç duymaz. Yalnız işin realitesi şudur ki: Ehl-i
kitap Allah'a iman ediyordu. Fakat aynı zamanda O'na bir oğul ve,bir ortak
yakıştırıyorlardı. Hatta müşrikler de Allah'a iman ediyorlardı. Yalnız
onların sapıklığı, Allah'a ortak ve eşler koşmalarından, kızlar ve oğullar
isnat etmelerinden ileri geliyordu! Hem ehl-i kitaba, hem de müşriklere,
yüce Allah'ın kendisinden başka İlah olmadığına şehadet ettiğinin
belirtilmesi, onların düşüncelerinin düzeltilmesinde büyük ölçüde etkili
olabilirdi.
Daha önce ayetleri tetkik ettiğimiz gibi
ayetlerin ifade biçimi incelendiğinde meselenin bundan başka enginlik ve
incelik boyutlarının olduğu ortaya çıkar. Yüce Allah'ın kendisinden başka
ilah olmadığına şehadet etmesi burada bir giriş olarak verilmiş, arkasından
bunun zorunlu sonuçları sıralanmıştır. Şöyle ki: Allah, kullarından yalnız
kendisine yapılan kulluktan başkasını kabul etmez. Bu kulluk da ancak
İslam'a teslimiyet anlamıyla gerçekleşebilir, sadece bir inanç ve bilinç
olarak gerçekleşemez. Kur'an'ın hükümlerinde somutlaşan realiteye dayalı
pratik yolun gereklerine göre hareket etmek, ona itaat etmek ve bağlanmakla
gerçekleşebilir. Bu açıdan her zaman pek çok kimseler görürüz ki, Allah'a
iman ettiklerini söylerler; fakat uluhiyette onunla beraber başkasını ortak
koşarlar, O'ndan başkası tarafından ortaya konan bir yasayla muhakeme
olunurlar, O'nun kitabına ve Resulüne bağlanmayanlara itaat ederler,
düşüncelerini, değer yargılarını, ölçülerini, ahlâklarını ve eğitimlerini
başkasından alırlar... İşte bunların hepsi onların "Biz Allah'a iman
ediyoruz" sözlerine aykırı düşmektedir. Ve Allah'ın kendisinden başka İlah
olmadığına şehadet etmesiyle bağdaşmamaktadır.
Meleklerin şahadetiyle ilim sahiplerinin
şehadeti ise, onların yalnız Allah'ın emirlerine itaat etmelerinde, yalnız
Allah'tan emir almalarında, O'nun katından gelen herşeye, O'ndan geldiği
kesinlik kazandıktan sonra, kuşkuya kapılmadan ve herhangi bir tartışmaya
girmeden teslim olmalarında somutlaşmaktadır. Daha önce yine bu surede ilim
sahiplerinin bu tutumlarına işaret edilmişti:
"Köklü bilgiye sahip olanlar ise, `Bu kitaba
inandık, o bütünü ile Allah katından gelmiştir' derler. Bunu ancak aklı
başında olanlar düşünebilir".
İşte ilim sahiplerinin şehadeti, işte
Meleklerin şehadeti; doğrulama, itaat etme, bağlanma ve teslim olma...
Yüce Allah'ın birliğiyle ilgili şehadeti,
meleklerin ve ilim sahiplerinin uluhiyyetin vazgeçilmez temel niteliği olan
Allah'ın adalet ile egemen olduğuna şehadet etmeleri bir arada veriliyor.
"Allah'tan başka İlah olmadığına ve O'nun
adaleti ayakta tuttuğuna Allah'ın kendisi, melekler ve bilgili kullar
tanıktır. O'ndan başka ilah yoktur. O üstün iradeli ve hikmet sahibidir."
Ayetin ifade biçiminin de belirttiği gibi, bu
Uluhiyetin vazgeçilmez bir niteliğidir. İşte surenin başında geçen
egemenliğin anlamı da budur: "Allah'tan başka İlah yoktur. O üstün irade ve
hikmet sahibidir." Bu, adalete dayalı bir egemenliktir.
Allah'ın, şu kainat ve insanların hayatıyla
ilgili idaresi sürekli olarak adalet ile yürütülmektedir. İnsanların
hayatında mutlak adaletin oluşması, kâinatın içinde yer alan her varlığın
kendi görevini başka varlıkların görevi ile mutlak bir ahenk içinde yerine
getirmesi gibi insanlar arasındaki işlerin düzene girmesi, Allah'ın
insanların hayatı için seçtiği ve kendi kitabında açıkladığı Allah'ın yolunu
hakem kabul etmedikçe gerçekleşemez. Yoksa kâinatın hareketi ile insanın
hareketi arasında ne adaletten ne mükemmellikten, ne düzgünlükten, ne
ahenkten ve ne de uyumdan söz edilebilir. Bu hal ise, zulümdür, çatışmadır,
dağılmadır ve yok olmadır.
Böylece görüyoruz ki, tarih boyunca ne zaman
yalnız Allah'ın kitabı hükmetmişse, ancak o zaman insanlar adaletin tadını
çıkarabilmiştir. Hem itaat etmek, hem de günahkârlığa eğilim duymak, şunun
ile bunun arasında tercih yapmak, Allah'ın yolu izlendiği müddetçe ve
insanların hayatına Allah'ın kitabı hükmettiği sürece itaat etmeye daha
yakın olmakla belirginlik kazanan beşer yapısının gücü oranınca insanların
hayatları da evrenin akışına paralel bir doğrultuda harekete geçer. Ne zaman
da insanların hayatına insanların ürünü başka bir yaşam biçimi hükmetmişse
beraberinde beşerin barbarlığını ve acizliğini getirmiştir. Bunların
yanısıra, onunla beraber herhangi bir şekliyle zulüm ve çelişki de eksik
olmamıştır. Bireyin topluma zulmü; toplumun bireye zulmü; bir sınıfın diğer
bir sınıfa zulmü; bir milletin başka bir millete zulmü; ya da bir neslin
diğer bir nesle zulmü... Yalnız Allah'ın adaleti bunların hepsinden uzaktır.
Çünkü Allah tüm kulların İlahıdır. Sonra yerde ve gökte ne varsa hiçbir
varlık O'ndan gizli değildir.
"O'ndan başka ilah yoktur O, üstün irade ve
hikmet sahibidir."
Aynı ayette ikinci defa uluhiyetin birliği
hakikati, izzet sıfatı ve hikmet sıfatı ile vurgulanıyor. Otorite ve hikmet,
adaleti yetkin biçimde gerçekleştirmek için zorunludur. Adalet, her şeyi
yerli yerince koymak ve onu uygulamak için gerekli güce sahip olmaktır. Yüce
Allah'ın sıfatları müsbet bir etkinliği düşündürür ve aşılamaya çalışır.
İslam düşüncesinde Allah için olumsuz bir anlayışa yer yoktur. Çünkü İslâm,
düşüncelerin en mükemmeli ve en sağlıklı olanıdır. Zira bu düşüncede yüce
Allah kendi kendisini tanıtır. Bu olumlu etkinliğin önemi ise şudur: Böylece
insanın kalbini, Allah'a O'nun iradesine ve hükmüne bağlar. Sonuçta inanç,
sırf donuk bir fikir ve anlayış olmaktan kurtulup, canlı, etkin ve dinamik
bir niteliğe kavuşur!
HAKK ve TEK DİN
Bir ayet-i kerimede iki kere vurgulanan bu
hakikatin üzerine tabii sonucu ilave edilmektedir... Yalnız bir uluhiyet. Bu
tek olan uluhiyetten başkasına asla kulluk yoktur:
19- Allah katında geçerli
olan din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine bilgi geldikten sonra
karşılıklı ihtirasları yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Kim Allah'ın
ayetlerini inkar ederse bilsin ki, Allah'ın hesaplaşması çok çabuktur.
20- Eğer seninle tartışmaya
kalkışırlarsa de ki; `Ben bana uyanlar ile birlikte tüm varlığım ile Allah'a
teslim oldum.' Kendilerine kitap verilenler ile kitapsız müşriklere `Siz de
teslim oldunuz mü?' diye sor. Eğer teslim olurlarsa doğru yola girmiş
olurlar. Eğer sırt dönerlerse sana düşen sadece duyurmaktır. Allah kullarını
hakkıyle görür.
Bir tek uluhiyet.. Öyleyse kulluk da yalnız
bir ilâhadır. Bu uluhiyete teslim olmak, kulların kalplerinde ve
hayatlarında Allah'ın otoritesi dışında hiçbir varlığa yer bırakmaz.
Bir tek uluhiyet... Öyleyse insanların
kendisine ibadet etmesinde, emrine bağlanmasında, yasasını ve hükmünü kendi
aralarında uygulamasında, onların değer yargılarını ve ölçülerini
belirlemesinde, bu değer yargılarına ve ölçülere uymalarım emretmesinde,
baştan sona kadar bütün hayatlarını razı olduğu direktife uygun biçimde
kurmalarını istemesinde gerçekten hak ve yetki sahibi yalnız bir hah vardır.
Bir tek uluhiyet... Öyleyse bir tek inanç
vardır. O da Allah'ın kendi kullarından kabul ettiği inançtır. Saf ve net
olan tevhid inancı. Sözünü ettiğimiz Tevhidin gerekleri ise:
"Allah katında din İslâm'dır"...
O İslâm ki, kuru bir iddiadan ibaret
değildir, sadece bir sembol değildir, sadece dil ile söylenen bir sözcük
değildir, hatta kalbin huzur içinde kapsamına aldığı bir düşünce de
değildir... Bireylerin kendi başlarına namazda, oruçta ve Hacc'da yerine
getirdiği birtakım bireysel dini görevler hiç değildir. Hayır... Allah'ın
insanlar için kendisinden başka hiçbir dini kabul etmediği İslâm bu
değildir... Burada sözü edilen İslâm teslim olmakla gerçekleşen İslâm'dır...
İtaat ve bağlılıkla gerçekleşen İslâm'dır. Kulların aralarında Allah'ın
kitabını hakem tayin etmekle gerçekleşen İslâm'dır... Nitekim, az sonra
Kur'an'ın akışı içinde bunlar ele alınacaktır.
İslâm, uluhiyet ve otorite birliğinin kabul
edilmesidir, birlenmesidir... Halbuki ehl-i kitap Allah'ın yüce zatı ile
İsa'nın (selâm üzerine olsun) zatını karıştırdıkları gibi, Allah'ın
iradesiyle İsa'nın iradesini de karıştırıyorlardı. Bu düşüncelere bağlı
olarak aralarında şiddetli anlaşmazlıklara düşüyorlardı. Bu anlaşmazlıklar
çoğu zaman onları birbirini öldürmeye, aralarında savaşların çıkmasına neden
oluyordu... İşte burada Allah, ehl-i kitaba ve islâm topluluğuna bu
anlaşmazlığın nedenlerini belirtmektedir.
"...Kitap verilenler, kendilerine bilgi
geldikten sonra karşılıklı ihtirasları yüzünden anlaşmazlığa düştüler."
Bu, işin gerçek yüzünü bilmemekten
kaynaklanan bir anlaşmazlık değildir. Çünkü Allah'ın birliğini, uluhiyetin
tekliğini, insanın yapısını ve kulluk gerçeğini bildiren kesin ilim onlara
gelmiş bulunmaktadır. Onlar ancak "aralarındaki azgınlıktan", taşkınlıktan
ve zulümden dolayı ayrılığa düşmekteydiler; zira Allah'ın kitaplarının,
yasalarının ve belirlediği inanç sisteminin kapsadığı doğruluk ve adaletten
ayrılmış bulunmakta idiler.
Surenin girişinde çağdaş hıristiyan yazar T
V. Arnold'dan yaptığımız alıntıda, siyasal akımların, bu mezhebî ayrılıkları
nasıl körüklediğini görmüştük. Burada gördüklerimiz Yahudilik ve
hristiyanlık tarihi boyunca zaman zaman tekrar sahnelenen olaylardan yalnız
bir örnektir. Mısır, Şam ve bu iki ülkeye bağlı bulunan yörelerin Roma
idaresine karşı olduklarından Roma'nın resmî mezhebini nasıl reddettiklerini
ve başka bir mezhebe bağlandıklarını da görmüştük! Aynı şekilde bir Roma
imparatoru olan Herakliyüs' ün kendi ülkesinin parçalarını birleştirme
çabaları da orta yolu arayan bir mezhebin doğuşuna neden olmuştu. İmparator
bununla bütün amaçlarına ulaşacağını sanıyordu!! Sanki inanç, siyasal ve
ulusal manevralarda kullanılabilecek bir oyuncaktı!! İşte bu tutum,
azgınlığın en çirkin biçimiyle taşkınlığın tâ kendisidir. Hem de kasıtlı ve
bilinçli azgınlık!
Bu nedenle en uygun yerinde korkunç tehdit
yer almaktadır:
"Kim Allah'ın ayetlerini inkâr ederse bilsin
ki, Allah'ın hesaplaşması çok çabuktur."
Bu tehdit Tevhid gerçeği üzerindeki ayrılığı
küfür saymış, kafirleri de hesaplarının çarçabuk görülmesiyle tehdit
etmiştir. Böylece kendilerine tanınacak zaman küfürde, inkârda ve ayrılıkta
ısrara neden olmasın...
Sonra Peygamberine (sâlat ve selâm üzerine
olsun) ehl-i kitaba ve müşriklere karşı tavrını belirlemede ayrılış
çizgisini telkin etmiştir. Böylece Peygamber onlara karşı mesajını net
olarak ortaya koyabilecek, ondan sonra onların işini Allah'a havale edecek,
apaydınlık yolunda ve yalnız başına kalsa da yürümeye devam edecektir:
"Eğer seninle tartışmaya kalkışırlarsa de ki:
`Ben bana uyanlar ile birlikte tüm varlığım ile Allah'a teslim oldum:
Kendilerine kitap verilenler ile kitapsız müşriklere `Siz de teslim oldunuz
mu?' diye sor. Eğer teslim olurlarsa doğru yola girmiş olurlar Eğer sırt
dönerlerse sana düşen sadece duyurmaktır. Allah, kullarım hakkıyla görür."
Daha öncekilere ilave olarak fazla açıklamaya
gerek yok. Ya uluhiyet ve otorite birliği itiraf edilerek teslim olmak ve
bağlanmak gerekecek, ya da uzun uzadıya pazarlıklara ve art niyete
girişilecektir. O zaman da Tevhid ve İslâm gerçekleşmeyecektir.
Bu nedenle yüce Allah, Resulüne (salât ve
selâm üzerine olsun) hem inancını hem de yaşam biçimini açıklayacak bir tek
sözü telkin etmektedir:
"Eğer seninle tartışırlarsa..." Yani
Tevhid'de ve dinde: "De ki: `Ben yüzümü Allah'a teslim ettim.", ben ve bana
uyanlar.. burada "uyma" ifadesinin bir esprisi vardır. Bu, sırf
doğrulamaktan ibaret değildir. O, bağlanmaktan ibarettir. Aynı şekilde
"yüzünü teslim etmek" de önemli bir espriye sahiptir. Yani bu sırf dille
söylemek ya da kalple inanmak değildir. Bu da ancak teslim olmakla
gerçekleşir. İtaat ve bağlılık ile birlikte bir teslim oluş.. Yüzünü teslim
etme, bu teslim oluşun dolaylı anlatımıdır. Yüz, insanın en değerli ve en
üstün organıdır. Bu ifade, çağrıya kulak veren, izleyen, boyun eğen, itaat
eden bağlanışın tablosunu canlandırmaktadır.
İşte bu, Muhammed'in (salât ve selâm üzerine
olsun) inancı ve yaşam biçimidir. Müslümanlar da inancında ve yaşam
biçiminde O'nun takipçileri ve izleyicileridir. Öyleyse ehl-i kitaba ve
müşriklere, durumlarını belirleyici, tavırlarım ortaya koyucu soruyu
sormalıdır. Her iki kapıyı birbirinden açık bir şekilde ayıran, karışma ve
benzeşmeye yer bırakmayan ayırıcı çizgiyi belirlemelidir.
"Kendilerine kitap verilenler ile kitapsız
müşriklere `Siz de teslim oldunuz mu?' diye sor."
Onlar birbirinin aynıdır. Bunlar da onlar
da.. Müşrikler de ehl-i kitap da açıkladığımız anlamı ile İslâm'a
çağrılmaktadır. Bunu kabul ettikten sonra onun gereklerini yerine getirmeye,
hayatta Allah'ın kitabını ve yaşam biçimini hakem olarak tayin etmeye davet
edilmektedirler. Onu kabul ettikten sonra gereklerini yerine getirmeye,
hayatta Allah'ın kitabını ve yaşam biçimini hakem olarak tayin etmeye
çağrılmaktadır.
Eğer İslâm'a girerlerse, doğru yolu bulmuş
olurlar."
Hidayet tek bir biçimde ortaya çıkmaktadır. O
da İslâm biçiminde gerçekleşmektedir. Bu gerçekliği ve bu yapısıyla İslâm;
bunun dışında doğru yola ulaşmanın başka biçimleri, başka şekilleri, başka
şartları ve başka yolları da yoktur... İslâm dışında kalanlar ise ancak
sapıklık, cahiliyye, şaşkınlık, eğrilik ve kaypaklık içindedir...
"Eğer yüz çevirirlerse, sana ancak tebliğ
etmek düşer"
Haberi ulaştırdıktan sonra Resulün hizmeti
sona erer, görevi biter. Tabi ki bu durum, Allah'ın O'na İslâm'ı kabul
etmeyenler vazgeçip şu iki şıktan birini kabul edinceye kadar onlarla
savaşmayı emretmesinden önceydi: Sonradan gelen hükme göre onlar ya dini
kabul edip din ile somutlaşan otoriteye boyun eğecekler, ya da cizye ödemek
suretiyle düzene itaat edeceklerine dair anlaşma yapacaklardı... Çünkü
inançta zorlama olmazdı...
"Allah, kullarım hakkıyle görür."
Görmesi ve bilgisine uygun biçimde onların
işlerinde tasarrufta bulunur. Her bakımdan insanların işi O'nun fermanına
bağlanır.
Fakat Allah, yalancı!ar ile isyankarlar
hakkındaki sonsuza dek geçerli Sünnetullah'a uygun olarak onları ve
benzerlerini bekleyen sonlarını kendilerine açıklamadan onları kendi
halleriyle başbaşa -bırakmaz:
21- Allah'ın ayetlerini inkâr
edenleri, peygamberleri sebepsiz olarak öldürenleri ve adaleti emreden
insanları öldürenleri acıklı bir azapla müjdele!
22- Onların emek ve çabaları
dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onlara yardım eden bulunmaz
İşte asla şüphe götürmeyen son budur.. Acıklı
bir azap. Onu dünya ya da ahiret ile sınırlamıyor. Burada da orada da
beklenmektedir . Bu, aynı zamanda onların dünya ve ahiretteki amellerinin
boşa çıkarılışını da renkli bir ifadeyle vermektedir. Ayet-i kerimede bunun
için kullanılan "hubût" kavramı; zehirli bir ot yiyen hayvanın öleceğine bir
alamet olarak şişmesidir.. Bu insanların eylemleri de böyledir. Gözleride
büyüdükçe büyür ve şiştikçe şişer. Yalnız bu, boşa çıkma ve yok olma ile
sonuçlanacak olan şişmeden öte bir şey değildir. Çünkü hiçbir yardımcı
onlara yardım etmeyecek ve hiçbir avukat onları savunmayacaktır.
Burada Allah'ın ayetlerini inkar etmenin
yanında peygamberleri haksız yere öldürmekten söz edilmiştir. Zaten bir
peygamberi haklı olarak öldürmek diye bir olay olamaz. Bununla beraber
insanlar arasında adaleti yaymaya çalışanların, yani gerçek adalet üzerinde
kurulan ve adaleti gerçekleştirmenin biricik şekli olan Allah'ın yoluna
uymaya çağıranların öldürülmesinden bahsedilmiştir... İşte bu niteliklerin
burada söz konusu edilmesi tehdidin yahudilere yönelik olduğunu ele
vermektedir. Bunlar, tarihleri boyunca her anıldığında yahudileri hatırlatan
başlıca niteliklerdir! Fakat bu, aynı zamanda sözün hıristiyanlarada yönelik
olmasına engel değildir. Hıristiyanlarda bu tarihe kadar hıristiyan olan
Roma devletinin resmi mezhebine aykırı düşen mezheplere bağlı insanlardan
binlercesine öldürmüşlerdi. Bu haksız yere öldürülenler arasında yüce
Allah'ın birliğine ve İsa'nın (selâm üzerine olsun) normal bir insan
olduğuna inananlar da vardı. öldürülenler aynı zamanda adaleti yaymaya
çalışan insanlardandı... Bu, ayrıca buna benzer çirkin eylemlere girişen
herkesi kapsayan sürekli bir tehdittir... Ve bu tipler her zaman o kadar
çoktur ki...
Kur'an'daki "Allah'ın ayetlerini inkar
edenler" ifadesinin ne anlama geldiğini sürekli hatırda tutmak gerekir.
Bundan amaç, sadece açıkca kafir olduğunu söyleyenler değildir. Uluhiyetin
tek olduğunu ve yalnız O'na ibadet edilmesi gerektiğini kabul etmeyen herkes
bu ifadenin kapsamına girer. Bu ise, yasama, yönlendirme, değer yargıları ve
ölçüleri belirlemekle kulların hayatlarına hükmeden otoritenin tek olması
gerektiğini açıkça ortaya koyar. Kim başta bu konulardan birinde Allah'tan
başkasına bir pay ayırırsa o Allah'a ortak koşmuş veya O'nun uluhiyetini
inkâr etmiş olur.. )sterse dili ile bin defa müşrik olmadığını, Allah'ın
uluhiyetini kabul ettiğini söylesin. Gelecek ayeti kerimelerde bu sözün
doğruluğunu daha net olarak göreceğiz.
23- Allah'ın kitabından
kendilerine bir pay verilmiş olanları görmedin mi? Bunlar aralarında hüküm
versin diye Allah'ın kitabına çağırılıyorlar, fakat sonra aralarından bir
grup bu kitaba karşı çıkarak sırt çeviriyor.
24- Bu olumsuz tutumları,
onların `Cehennem ateşi bize sayılı birkaç gün dışında dokunmayacak'
demelerinden kaynaklanıyor. Onların bu iftiraları dinleri konusunda
kendilerini yanılgıya düşürmüştür.
25- Acaba geleceği kuşkusuz
bir gün onların biraraya getirilecekleri ve hiç kimseye haksızlık
edilmeksizin herkese kazandığı verileceği zaman halleri nice olur?
Bu soru onların çelişkili tuhaf tutumlarını
yadırgamak ve duyurmak içindir. Kendilerine kitaptan bir pay verilenlerin
tutumudur bu. Bu pay, yahudiler için Tevrat, hıristiyanlar için Tevrat ile
beraber İncil'dir. Hem Tevrat hem de İncil, kitaptan "bir pay"dır. Çünkü
Allah'ın kitabı, Allah'ın elçilerine gönderdiği uluhiyetinin ve otoritesinin
birliğini işlediği kaynaktır. Aslında bu tek bir kitaptır. Bu kitaptan bir
pay yahudilere bir pay da hıristiyanlara verilmiştir. Kur'an daha önceki
dinlerin bütün esaslarını kapsadığından ve kendisinden önceki kitapları
doğruladığından müslümanlara da kitabın tamamı verilmiş olmaktadır...
"Kendilerine Kitab'tan bir pay verilenlere" Sonra da ayrılığa düştükleri
konular ile yaşayışlarında ve günlük hayatta aralarında hükmetmesi için
Allah'ın kitabına çağırıldıklarında hep birlikte bu çağrıya kulak
vermeyenlerin durumu ile onlardan bir grubun Allah'ın kitabını ve yasasını
hakem kabul etmekten geri kalışına ve ondan yüz çevirmesine hayret ifade
eden bir sorudur bu. Allah'ın kitabından herhangi bir paya iman etme iddiası
ile çelişecek ve kendilerinin kitap sahibi olduklarını söylemeleriyle
bağdaşmayacak bir tavırdır bu...
"Allah'ın kitabından kendilerine bir pay
verilmiş olanları görmedin mi? Bunlar aralarında hüküm versin diye Allah'ın
kitabına çağırılıyorlar; fakat sonra aralarından bir grup bu Kitaba karşı
çıkarak sırt çeviriyor".
Böylece yüce Allah, ehl-i kitabtan -hepsinin
değil- bazılarının inanç konularında ve hayatlarında Allah'ın kitabını hakem
olarak.kabul etmekten yüz çevirmelerini hayret edilecek bir tutum olarak
göstermektedir. Durum böyle olunca; kendilerinin müslüman olduklarını
söyleyip, sonra da Allah'ın yasasını hayatlarından tümüyle söküp atanların
ve hala müslüman kaldıklarını sananların durumu ne olacaktır! Bu aynı
zamanda müslümanlara gösterilmiş canlı bir örnektir. Böylece onlar, din
gerçeğini ve İslâm'ın yapısını öğrenecek; Allah'ın kendilerini yadırgamasına
ve hatalarını açığa çıkarmasına neden olabilecek hareketlerden
sakınacaklardır. Müslüman olduklarım iddia etmeyen ehl-i kitabtan bir grubun
Allah'ın kitabı ile muhakeme olmaktan yüz çevirmeleri bu şekilde
reddedildiğine göre, O'ndan yüz çevirenler "müslümanlar" olduğunda bu ne
şekilde reddedilir acaba?.. Bu, gerçekten sonsuz bir hayreti ifade eden
korkunç bir felakettir. Sapıklığa ve Allah'ın rahmetinden kovulmaya varan
Allah'ın gazabıdır! Bu belâdan Allah'a sığınırız.
Sonra bu çirkin ve çelişkili tutumun nedenine
parmak basılıyor:
"Bu olumsuz tutumları onların `Cehennem ateşi
bize sayılı birkaç gün dışında dokunmayacak: demelerinden kaynaklanıyor.
Onların bu iftiraları dinleri konusunda kendilerini yanılgıya düşürmüştür."
İşte Allah'ın Kitabı ile muhakeme olunmayı bu
nedenle reddediyorlar ve yine bu yönden iman iddiası ve kitap sahibi olma
davası ile çelişkiye düşüyorlar. Başlıca neden kıyamet gününde ciddî hesap
vereceklerine, şaşmayan ve taraf tutmayan ilâhî adaletin ciddiyetine
inanmamış olmalarıdır. Bu, onların şu sözlerinde ortaya çıkmaktadır:
"Cehennem ateşi bize saydı birkaç gün dışında dokunmayacak"... Yoksa onlar
neden sayılı günler dışında ateşin kendilerine dokunmayacağını söylesinler!
Neden? Gerçekte ise onlar, her şeyde Allah'ın Kitabını esas almaktan oluşan
din gerçeğinden temelli sapmış bulunuyorlar. Eğer onlar gerçekten Allah'ın
adaletine inanıyorlarsa, neden böyle söylesinler! Hatta, onlar gerçekten
Allah'ın huzuruna varacaklarının bilincinde olsalar böyle mi yaparlar! Onlar
iftiradan başka birşey söylemiyorlar. Sonra bu iftiraları kendilerini de
kandırıyor:
"Onların bu iftiraları dinleri konusunda
kendilerini yanılgıya düşürmüştü."
Gerçekten Allah'la buluşma inancının
ciddiyeti ve bu buluşmanın gerçekliğinin bilincinde olmak ile O'nun cezasını
ve adaletini düşünmedeki bu gevşeklik bir kalpte birleşemez...
Gerçekten ahiret korkusu ve Allah'tan haya
etme duygusu ile Allah'ın Kitabı ile muhakeme olunmaktan ve hayatın her
alanında onu hakem kabul etmekten yüz çevirmek bir kalpte bulunamaz...
Bugün kendilerinin müslüman olduğunu zannedip
aralarında hüküm vermesi için Allah'ın kitabına çağırıldıklarında arkalarını
dönenler ve bundan yüz çevirenler de bu ehl-i kitap gibidir. Bu müslümanlık
iddiasında bulunanların bazıları, sıkılmadan insan hayatının dünyayı
ilgilendirdiğini, dinle ilgisi bulunmadığını ileri sürmektedirler. Bunlara
göre dinin insanların ekonomik, sosyal hatta ailevi ilişkilerine varıncaya
kadar bütün pratik hayatına müdahale etmesi gerekmez. Bu inançlarına rağmen
hâlâ müslüman olduklarını sanırlar. Onların bazıları bu inançlarına rağmen,
Allah'ın kendilerine günahlardan temizleme dışında asla azab etmeyeceğine,
bu cezalarını çektikten sonra Cennet'e gönderileceklerine ahmakça inanırlar.
Nitekim müslüman değiller mi! Bu, ehl-i kitabın ileri sürdüğü iddianın ta
kendisidir. Dinde hiçbir temeli bulunmayan uydurma tezlerle kendilerini
avutmanın aynısıdır. Hem ehl-i kitab hem de kendilerini müslüman
zannedenler, dinin temelinden sapmakta, Allah'ın razı olacağı gerçekten;
...İslâm'dan... Teslim oluştan, itaat etmekten ve bağlanmaktan sıyrılma
noktasında aynı konumdadırlar. Hayatın her alanında yalnız Allah'tan
direktif almaktan uzaklaşma açısından da aralarında fark yoktur.
"Acaba geleceği kuşkusuz bir gün biraraya
getirilecekleri ve hiçkimseye haksızlık edilmeksizin herkese kazandığı
verileceği zaman halleri nice olur?"
Bu nasıl bir tehdittir? Bu günün, Allah ile
karşılaşmanın ve O'nun yüce adaletinin ciddiyetini kavrayan, düşüncesi ve
bilinci boş umutlar ve aldatıcı uydurmalarla sulanmamış her müminin kalbi bu
tür tehditlerle karşılaşmaktan ürperir. Sonra bu, herkesi ilgilendiren genel
bir tehdittir... Müşrikleri, hakk ile batılı karıştıranları, ehli kitabı ve
müslümanlık iddiasında olanları bütün olarak kapsamaktadır. Onlar
hayatlarında İslâm'ı gerçekleştirmeme hususunda denktirler.
"Acaba geleceği kuşkusuz bir günde... Halleri
nice olur?
İlahi adalet yerini bulduğunda nasıl olacak?
"Ve herkese kazandığı verildiği zaman"... Hiçbir zulme ve kayırmaya yer
verilmeksizin. "Ve hiç kimseye haksızlık edilmeksizin." Ve onlara Allah'ın
hesaba çekmesinde müsamaha gösterilmeyecektir. Bu, kendilerine yöneltilen,
ancak cevapsız bırakılan bir sorudur. Onun cevabına hazırlanırken kalp
sarsılmakta ve titremektedir!
YEGANE MÜLK SAHİBİ
Burada ayeti kerimeler Resulullah'a (salât ve
selâm üzerine olsun) ve bütün müminlere Allah'a yönelmelerini, insanların
hayatlarında ve evrenin idaresinde tek olan uluhiyet gerçeğini ve yine tek
olan otorite gerçeğini kabul etmelerini aşılamaya çalışmaktadır. Hem beşerin
hayatı hem evrenin idaresi uluhiyetin ve hakimiyetin görünümlerinden başka
birşey değildir. Ve bunda Allah'ın hiçbir benzeri ve ortağı yoktur:
26- De ki; `Ey mülkün sahibi
Allah'ım, sen mülkü (egemenliğin iktidarı) dilediğine verir, dilediğinden
geri alırsın. Dilediğini üste çıkarır, dilediğini alçaltırsın. İyilik senin
elindedir, senin gücün herşeye yeter.
27- Geceyi gündüze
dönüştürür, gündüzü geceye dönüştürürsün. Diriyi ölüden çıkarır, ölüyü
diriden çıkarırsın. Dilediklerine hesapsız rızık verirsin.'
Gönülden gelen bir yakarış... İfade biçiminde
dua tonu var... Manevi parıltısında yalvarış özü hakim. Apaçık evren
kitabına dikkat çekişinde, şefkat ve yumuşaklıkla insanın duygularını
coşturma var. Allah'ın iradesi ve insanların işleri ile evrenin işlerinin
yürütülmesini beraberce zikredişinde büyük bir gerçeğe işaret vardır. Hem
evrene hem de insana egemen olan tek uluhiyet gerçeğine... İnsanın
ihtiyacının, Allah'ın idaresinde bulunan büyük evrenin ihtiyacının bir
parçasından başka birşey olmadığı gerçeğine... Yalnız Allah'a boyun eğmenin,
insanın ihtiyacı olduğu gibi tüm evrenin ihtiyacı da olduğu... Bu ilkeden
sapmanın insanı, kuralların dışına çıkma ile cahilliğe ve sapıklığa
düşüreceği gerçeğine işaret var!
Bu, tek uluhiyet gerçeğinden kaynaklanan bir
gerçektir... Tek bir İlâh. Öyleyse herşeye sahip olan da yalnız O'dur.
Ortaksız olarak "Mülkün sahibi" O'dur. Sonra O, kendi mülkünden dilediğine
dilediği kadarını verir. Allah'ın kendisine mülk verdiği kişi ancak emanet
olarak onu sahiplenebilir. Mülkün gerçek sahibi, dilediğinde dilediği
kimseden mülkünü geri alır. Hiçbir insanın gönlünce tasarruf yetkisi bulunan
kalıcı bir mülkiyet olamaz. Ancak kendisine emanet edilen bir mülkiyetten
söz edilebilir ki o da asıl mülk sahibinin şartlarına ve direktiflerine
bağlı kalma zorunluğudur. Mülkü emanet olarak alan kişi, mülkün asıl
sahibinin şartlarına aykırı bir harcamada bulunduğu zaman bu harcaması
geçerli olmaz ve müminler dünyada buna engel olmak zorundadırlar. Bu kişi
ahirette de, mülkü canının istediği şekilde kullandığından ve asıl sahibinin
şartlarına aykırı hareket ettiğinden dolayı ayrıca hesaba çekilecektir...
Aynı şekilde dilediğini onurlandıran,
dilediğini de güçsüz düşüren O'dur. Kimse O'nun hükmünü yanlış göremez, O'nu
saptırmaya yeltenemez ve verdiği kararı bozamaz. O, yüce Allah'tır ve her
şeyin sahibidir... Bu özel niteliği Allah dışında hiç kimsenin üstlenmesi
asla doğru olmaz.
Allah'ın bu egemenliği, bütünü ile iyiliğin
kendisidir. Çünkü O, bu hakimiyetini doğruluk ve adalet ile yürütür.
Doğruluk ve adalet ile mülkü dilediğine verir, dilediğinden alır. Hak ve
adalet ile dilediğini onurlandırır, dilediğini güçsüz kılar. Tüm durumlarda
O'nun murad ettikleri gerçekten hayırdır. Her zaman bu iyiliğin
gerçekleşmesi üzerindeki mutlak irade ve mutlak kudret Allah'ındır. "İyilik
senin elindedir" "Senin herşeye gücün yeter"...
İnsanın tüm işleri üzerindeki bu hakimiyet,
onların işlerini iyilik temeli üzerinde proğramlama, Allah'ın kâinat ve
hayat üzerindeki mutlak ve büyük hakimiyetinin bir parçasından başka birşey
değildir:
"Geceyi gündüze dönüştürür, gündüzü geceye
dönüştürür. Diriden ölüyü çıkarır, ölüden diriyi çıkarırsın. Dilediklerine
hesapsız rızık verirsin."
Bu birbiri içine giren gizli hareketi, bu
büyük gerçeği ifade eden tasvir insanın kalbini, duygularını, gözlerini ve
duyu organlarını doyurmaktadır... Gecenin gündüze, gündüzün geceye
çevrilişi, ölüden dirinin, diriden ölünün çıkarılışı olgusu... Kalbin,
dikkatlerini ona yönelttiğinde ve orada fıtratın gerçek ve engin sesine
kulak verdiğinde şüphesiz ve tartışmasız olarak Allah'ın kudretine işaret
ettiğini kavrayacağı hareket.
"Geceyi gündüze, gündüzü geceye dönüştürür".
İster mevsimlerin değişmesi esnasında geceden
gündüze, gündüzden geceye alınıp eklenme şeklinde anlaşılsın, ister sabah
akşam vakitlerinde karanlığın aydınlığın hareketiyle birinin diğerine
geçmesi biçiminde anlaşılsın. İnsanın kalbi hem bu harekette hem diğerinde
Allah'ın evreni harekete geçiren kudretini görür gibi olmaktadır.
Kapkaranlık kürenin apaydınlık küre önünde nasıl katlandığını, karanlık
yerleri nasıl aydınlık yerlere çevirdiğini gözlemektedir. Yavaş yavaş gece
karanlığının gündüzün aydınlığına geçtiğini, sabahın azar azar karanlıkların
derinliklerinden nefes almaya başladığını... Kışın girişiyle gecenin
gündüzden kemire kemire yavaş yavaş uzadığını... Yazın başlangıcında ise,
gündüzün geceden çala çala uzamaya başladığını görür gibi olmaktadır. Bu
hareket ile diğer hareketin ince ve gizli iplerinin elinde bulunduğunu
hiçbir insan iddia etmez. Ayrıca aklî dengesi yerinde olan bir insan
bunların proğramsız ve rastgele oluştuğunuda ileri sürmez.
Hayat da ölüm de böyledir. Yavaş yavaş ve
basamak basamak biri diğerine geçmektedir. Canlılar üzerinden geçen her
saniyede, hayatın yanında ölüm de harekete geçmektedir. Ölüm, ondan bir
tarafı yontuyor hayat ise onda yeniden bir diriliş gerçekleştiriyor!
Canlıların birtakım canlı hücreleri ölüp gidiyor, onların yerini yeni
hücreler alıyor ve eyleme geçiyor. Onda ölüp giden, başka bir dolaşımla
tekrar hayata dönüyor. Onda diri olarak meydana gelen bir başka dolaşımda
ölüme mahkûm oluyor. Bu, bir tek canlı organizmadaki harekettir... Sonra
çerçeve genişlemeye başlar ve bu sefer canlı organizmanın tamamı ölüme
mahkûm olur. Sonra onun hücreleri, başka bir bileşimde görev alan atomlara
dönüşüp canlı bir bedene girer ve orada hayata kavuşur. Bu, gece ile
gündüzün her saniyesinde hareket halinde olan bir dolaşımdır. Tüm bu
hareketlerden hiçbirini, insan kendisine mal etmeye kalkamaz. Yine hiçbir
akıllı, insan, bu hareketin proğramsız ve rastlantı eseri olduğunu ileri
süremez!
Tüm evrenin ve her canlının yapısında varolan
bir hareket. Gizli, engin, tatlı ve dehşet yerici bir hareket. Kur'an'ın bu
kısa işareti, o büyük hareketi insanın kalbine ve beşerin aklına
göstermektedir.' Her ye gücü yeten, onları yoktan vareden, onlara merhamet
eden ve işlerini proğramlayan Allah'ın eliyle dokunan hareket. İnsanlar
nasıl olur da işlerini merhametle proğramlayan Allah'tan ayrı bir proğram
yapmaya kalkışabilirler? Hakîm ve Habîr olan Allah'ın düzene koyduğu bu
evrenin birer parçaları oldukları halde, nasıl olur da kendilerine
canlarının istediği düzenler seçebilirler?
Sonra hepsinin rızkı Allah'ın elinde olduğu
ve hepsi de O'na muhtaç olduğu halde, nasıl bir kısmı bir kısmını kul
yapabilir, bazıları bazılarını Rabbler edinebilirler?
"Dilediğine sınırsız rızık verirsin"
Bu, insanın kalbini büyük gerçeğe; Tek bir
uluhiyet, tek bir gücün etkinliği, tek bir hakimiyet bir tek asıl sahip
olduğu ve bir tek zatın hüküm verme yetkisi olduğu gerçeğine yöneltmektedir.
Sonra herşeye hakim, mülkün sahibi, onurlandıran, güçsüz bırakan, hayat
veren, öldüren, bağışta bulunan, mahrum bırakan, evrenin ve insanın işlerini
sürekli olarak adalet ve iyilikle düzene koyan Allah'ın dışında hiçbir
kimseye bağlanılmayacağı gerçeğine çekmektedir.
KÂFİRLERE DOSTLUK BESLEYENLER
Bu ifade, geçen bölümde söz konusu edilen
kendilerine Kitap'tan bir pay verildiği halde Allah'ın insanlara belirlediği
yolu kapsayan Allah'ın kitabıyla muhakeme olunmaya sırtını dönen ve O'ndan
yüz çevirenlerin tutumlarının eleştirisini pekiştirmektedir. Halbuki bütün
kâinatın ve insanların işlerini evirip-çeviren Allah'ın kitabıdır. Bu aynı
zamanda gelecek bölümde söz konusu edilen müminlerin müminleri bırakıp
kâfirleri dost edinmelerinden sakındırmaya da bir giriştir. Zira bu evrende
kâfirler için hiçbir kudret ve tasarruf hakkı yoktur. Herşey yalnız Allah'ın
elindedir. O da yalnız müminlerin dostudur, başkasının değil:
28- Müminler, müminleri
bırakarak kafirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa artık Allah ile
arasında hiçbir ilişki kalmaz. Yalnız, kafirlerin size yönelik
tehlikelerinden korunabilirsiniz. Allah sizi kendinden korkmaya çağırıyor.
Dönüş Allah'adır.
29- De ki; `İçinizdeki
duyguyu saklasanız da açığa vursanız .da Allah onu bilir. Göklerde olanı ve
yerde olanı da bilir. Allah'ın gücü herşeye yeter.'
30- O gün herkes yapmış
olduğu her iyiliği karşısında bulur, yaptığı her kötülüğü de. Yaptığı
kötülükle arasında uzak bir mesafe olsun ister. Allah sizi kendisinden
korkmaya çağırır. Allah, kullarına karşı şefkatlidir.
Kur'an'ın akış seyri, geçen bölümde yetkinin
bütünüyle Allah'a ait olduğu, bütünüyle kudretin Allah'a özgü olduğu,
bütünüyle idarenin Allah'a mahsus olduğu, rızkın tamamıyla Allah'ın elinde
olduğu bilincini coşturmuştur. O halde, müminin Allah düşmanlarına dostluğu
mümkün müdür? Aralarında hüküm verebilmesi için Allah'ın kitabına
çağrıldıkları halde sırtını dönen ve ondan yüz çeviren Allah düşmanlarına
dostluk ile Allah'a iman gerçeği bir tek kalpte buluşamaz. Onun içindir ki,
müminler bundan ciddi biçimde sakındırılmış, hayatta Allah'ın kitabının
hakim olmasına taraftar olmayanlara dost olduğunda müslümanın İslâm
dairesinden dışarı çıkacağı kesin biçimde belirtilmiştir. Artık bu
dostluğun, kişinin gönlünün onlarla beraber olması veya onlara yardım etmesi
yahut da onlardan yardım istemesi biçiminde gerçekleşmiş olması arasında
fark yoktur.
"Müminler, müminleri bırakarak kâfirleri dost
edinmesinler. Kim böyle yaparsa artık Allah ile arasında hiçbir ilişki
kalmaz. Yalnız kâfirlerin size yönelik tehlikelerinden korunabilirsiniz."
İşte böyle... Ne ilişkilerde ne de
bağlılıkta, ne dinde ne de inançta, ne görevde ne de dostlukta onun Allah
ile hiçbir ilgisi kalmamıştır. O, Allah'tan uzaktır artık. Her alanda Allah
ile ilişkisini tamamen kesmiş olur.
Kişinin korku içinde bulunduğu yer ve
zamanlarda Takiyye ile buna izin verilmiştir. Yalnız bu, dil ile gerçekleşen
bir takiyyedir. Kalp ile beslenen bir dostluk, ya da fiilî olarak
gerçekleşen bir dostluk değildir. İbn-i Abbas (Allah ondan razı olsun) diyor
ki: "Takiyye, eylem ile olmaz. Takiyye, ancak dil ile olur." Mümin ile kâfir
arasında bir sevginin meydana gelmesi izin verilen takiyye kapsamına
girmediği gibi, mü'minin takiyye adı altında pratik olarak herhangi bir
şekilde kafire yardım etmesi de izin verilen takiyye kapsamına girmez.
Allah'a karşı bu tür düzenbazlıklara başvurmak doğru değildir! Sözü edilen
kâfir, Kur'an ifadesinin burada kapalı olarak geçtiği fakat başka bir surede
açık olarak gösterdiği gibi, hayatın her alanında Allah'ın kitabının egemen
olmasına taraftar olmayan kişidir.
Bu durumda iş, vicdanlara, kalplerin
takvasına ve bütün gizli şeylerden haberi olan Allah'a havale edildiğinden,
gerçekten dehşet verici bir biçimde müminleri Allah'ın cezasından ve
öfkesinden sakındırmayı da içeren bir tehdidle ifade edilmiştir:
"Allah sizi kendinden korkmaya çağırıyor.
Dönüş de Allah'adır."
Ayetlerin akış seyri sakındırmaya, kalplere
dokunmaya ve Allah'ın kendilerini gözettiği ve Allah'ın ilminin kendilerini
izlediği bilincini vermeye devam ediyor.
"De ki: `İçinizdeki duyguyu saklasanız da
açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde olanı ve yerde olanı da bilir.
Allah'ın gücü herşeye yeter."
Bu ifadê, sakındırma ve tehdidi daha da
derinleştiriyor. İlim ve kudrete dayanan kendisinden kurtulmak için hiçbir
sığınak ve yardım yetkisi bulunmayan Allah'ın cezasına çarpılmaktan korunma
ve korkma duygusunu coşturuyor!
Ayetlerin akışı, hiçbir eylem ve niyetin
unutulmadığı, herkesin yaptıklarının tümüyle karşılığını göreceği o korkunç
günü gözler önüne getirerek, sakındırma ve kalpleri etkilemede bir adım daha
atıyor.
Bu öyle bir karşılaşmadır ki, insanın kalbine
açılan bütün yolları kapatıyor. Ve onu, iyi-kötü herşeyini gözetleyerek
kuşatıyor. İnsan bu gözetleyiciye yönelirken kendi kendisini hesaba çekiyor.
Kendisiyle işlediği kötülük arasında uzun bir mesafe olmasını ya da
kendisiyle bu günün tamamı arasında aşılmaz bir uzaklık olmasını diler;
fakat bu dilemenin iş işten geçtikten sonra ne yararı olabilir ki! Çünkü
artık karşılaşma günü gelmiş ve onun gırtlağına yapışılmıştır. Artık kaçıp
kurtulmak çok uzak. Kurtuluş yok artık!
Sonra ayetlerin akışı yine imanın kalbine bir
hamle daha yapıyor ve Allah'ın insanların kendisinden sakınmaları gerektiği
şeklindeki telkini tekrar ediliyor:
"Allah, sizi kendisinden korkmaya çağırır..."
Yüce Allah bu sakındırmada zaman geçmeden
fırsatın genişliğini ve rahmetini onlara hatırlatıyor:
"Allah kullarına karşı şefkatlidir."
Bu sakındırma ve bu hatırlatma da onun
şefkatindendir. Bu da O'nun kullara iyilik ve rahmet dilediğini
göstermektedir...
İşaretler, yöntemler, îmalar ve ilhamlar
yönünden zengin olan bu geniş çaplı hamle, müslüman cemaatin hayatında
yaşanan olaylara ışık tutmaktadır. Müslüman bloktan bazı bireyler ile
kâfirler arasında akrabalık yahut ticaret etkenlerinden ötürü birtakım
ilişkiler vardı. Bundan dolayı burada müslümanların Mekke'de müşrikler,
Medine'de de yahudiler ile akrabalık, dostluk ve kölelik ilişkilerinin
gevşek tutulmasının tehlikesine işaret edilmektedir. Halbuki İslâm yeni
müslüman toplumun temelini yalnız inanç ilkesine dayandırmak istiyordu. Bu
inançtan kaynaklanan yolun ilkesine dayandırmak amacındaydı. Öyle ki İslâm,
bu konuda hiçbir cıvıklığa ve kaypaklığa asla izin vermiyordu.
Aynı şekilde bu tür ağlara takılmamak, buna
benzer bağlardan kurtulmak, Allah'a sığınabilmek, başkalarına değil, yalnız
O'nun yoluna bağlanmak için insan kalbinin sürekli olarak yorucu çalışmalara
ihtiyacı olduğuna gizliden işaret edilmektedir.
İslâm, din hususunda müslümanlarla savaşmayan
insanlara iyilik yapmayı yasaklamaz. Yalnız, dostluk, iyilik yapmaktan
apayrı bir olgudur. Dostluk; karşılıklı bağlılık, yardımlaşma ve sevgi
beslemedir. Bu ise, gerçekten Allah'a iman eden bir kalpte ancak kendisi ile
beraber Allah'a bağlanan, hayatlarında Allah'ın yoluna onunla birlikte boyun
eğen, itaat, bağlılık ve teslimiyet ile Allah'ın kitabıyla muhakeme olunmaya
taraftar olan müminler için varolan bir dostluktur.
PEYGAMBERE UYMA
Son olarak bu konunun ve surenin en geniş ve
temel çizgilerini ortaya koyucu, kesin ve net olan, ele aldığı meselede
kesinlik arzeden sonuç geliyor. Geliyor ki, öz ifadelerle iman gerçeğini,
din gerçeğini ortaya koysun, hiçbir şüpheye yer bırakmayan bir netlikle
küfür ile imanın arasını kesin olarak ayırsın:
31- De ki; `Eğer Allah'ı
seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.
Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcı ve esirgeyicidir.'
32- De ki; :4ilah'a ve
peygambere itaat ediniz.' Eğer bu çağrıya sırt çevirirlerse hiç şüphesiz
Allah kafirleri sevmez.
Allah sevgisi, ne laftan öteye geçmeyen bir
iddia ne de insanın vicdanında kalan bir aşktan ibarettir. Bu sevgi,
Allah'ın Resulüne bağlılık, O'nun gösterdiği yolda yürüme, O'nun yaşam
biçimini gerçekleştirme ile ortaya konur. İman da söylenen sözler, coşan
duygular, yerine getirilen sembolik ibadetler değildir. İman; ancak Allah'a
ve Resulüne bağlılık, Peygamberin getirdiği Allah'ın buyruklarına göre
hareket etmedir. İmam İbn-i Kesir, tefsirinde otuzbirinci ayetle ilgili
olarak diyor ki: "Bu âyet-i kerime, Allah'ı sevdiğini iddia ettiği halde
Muhammed'e tâbi olmayan herkese karşı kesin bir hükümdür. Böyle bir iddiası
olan kişinin, tüm sözlerinde ve eylemlerinde Muhammedî yaşayışı ve O'nun
tebliğ ettiği dini izlemediği sürece, bunun yalancı olduğuna hükmedilir.
Nitekim Sahih (hadiste) sabit olduğuna göre Resulullah (salât ve selâm
üzerine olsun) `Kim bizim emretmediğimiz bir işi yaparsa o iş
reddedilmiştir' buyurmuştur..."
İkinci ayet hakkında ise; "De ki: Allah'a ve
Resulüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse.. " Yani emrine aykırı hareket
ederlerse "Allah, kâfirleri sevmez... Ya da ona aykırı hareket etmenin küfür
olduğunu belirtiyor. Allah bu nitelikte olanları sevmez, isterse O, Allah'ı
sevdiğini iddia edip O'nu savunsun.
İmam İbn-i Kayyim el-Cezviyye, Zadu'l Meâd
adlı eserinde diyor ki:
"Peygamberin gerçekten Peygamber olduğuna ve
onun doğru söylediğine şahitlik eden ehl-i kitap ve müşriklerden pek çoğunun
bu şahitliklerinin onların İslâm'a girmeleri için yeterli olmadığı gerçeği
üzerinde düşünen herkes, İslâm'ın bunun ötesinde bir olgu olduğunu
kavrayacak, İslâm'ın sırf kuru bir tanımadan ibaret olmadığını fark
edecektir. Yine, Onun yalnız tanıma ve kabul etmeden ibaret olmadığını
öğrenecek, İslâm'ın hem tanıma, hem kabul etme, hem bağlılık, hem itaat etme
zorunluluğu hem de içiyle-dışıyla boyun eğme olduğunu anlayacaktır..."
Bu dinin öyle belirgin bir gerçeği vardır ki,
bu gerçek olmadan ondan söz edilemez. Bu gerçek de, Allah'ın yasasına itaat
etmek, Allah'ın Resulüne bağlanmak ve Kur'an'ın hükümlerine teslim olmak
gerçeğidir. Bu, İslâm'ın getirdiği şekliyle Tevhid inancından kaynaklanan
bir gerçektir. Bu da uluhiyette birlik inancıdır. İnsanların kendisine
ibadet etmesi, emrine bağlılık göstermesi, yasasının onlar arasında
uygulanması, kendisiyle muhakeme olunacakları ve hükmüne razı olacakları
değer ve ölçüleri belirlemesi ancak bu yegâne uluhiyetin hakkıdır. Buradan
da, insanın hayatında ve bütün ilişkilerinde hakimiyeti yalnız Allah a veren
egemenlikte birlik bilinci ortaya çıkar. Nitekim, evrenin tüm işlerinin
idaresinde hakimiyet yalnız ve yalnız Allah'ındır. İnsan da bu koca evrenin
küçük bir parçasından başka bir şey değildir.
Surenin bu birinci dersi -gördüğümüz gibi- bu
gerçeği kapsamlı, mükemmel ve net bir biçimde ortaya koymaktadır. Müslüman
olmak isteyenin, O'nu olduğu gibi kabul etmekten ve kendisini teslim
etmekten başka çıkar yolu yoktur. Allah katında din, İslâm'dır.. Ve yalnız
Allah'ın belirlediği şekliyle İslâm'dır. İftiracı ve kuruntu sahiplerinin
belirlediği şekliyle değil...
HZ. İSA'NIN KISSASI
Peygamber ile Yemen'in Necran elçileri
arasındaki tartışmaya parmak basan rivayetler belirtiyor ki; İsa'nın (selâm
üzerine olsun) dünyaya gelişi, annesi Meryem ve Yahya'nın doğumu ile ilgili
kıssalar ve bu surede yeralan diğer kıssalar elçilerin etrafa yaymaya
çalıştığı şüpheleri etkisiz hale getirmek amacıyla inmiştir. Elçiler, bu
şüpheleri yaymaya çalışırken: "O, Allah'ın Meryem'e verdiği sözüdür ve
O'ndan bir ruhtur." gibi Kur'an'ın İsa hakkında verdiği bilgilere dayanmaya
çalışıyorlardı. Sonra onların Meryem suresinde geçmeyen birtakım sorular
sorup cevap verilmesini istedikleri belirtiliyor...
Kaydedilen bu bilgiler doğru da olabilir..
Yalnız bu kıssanın bu surede bu şekilde yeralması Kur'an'ın açıklamayı
dilediği belli başlı gerçekleri yerleştirmede kıssaları kullanma genel
yöntemiyle paralellik arz etmektedir. Yerleştirilmek istenen bu gerçekler
çoğu zaman, kıssaların içinde geçtiği surenin de konusu olmaktadır. Onun
için kıssa bu gerçekleri odaklaştıracak, onları ortaya çıkarıp diriltecek
ölçüde ve ona uygun bir üslûpla verilir. Gerçekleri açıklamada ve onları
canlı bir şekilde engin bir etkiyle kalplere yerleştirmede kıssaların
kendilerine özgü bir yolu vardır. Kıssalar bu gerçekleri, imanın hayatta
pratik olarak oluşması biçiminde canlandırır. Bu yöntem ise, gerçekleri
sadece soyut bir biçimde verip geçmekten daha etkilidir.
Burada bu kıssanın, surenin ötedenberi ele
aldığı gerçeklerin aynısını ele aldığını ve surede yeralan geniş çizgilerin
burada da önemli ölçüde ortaya çıktığını görüyoruz. Onun için bu kıssa, ele
aldığı konuda meydana gelen sınırlı karıştırmalardan soyutlanmakta köklü,
bağımsız ve değişmez bir etken olarak ortaya çıkıp, İslâm'ın inançla ilgili
düşüncesinde kalıcı ve değişmez gerçekleri kapsamaktadır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, surenin
ötedenberi üzerinde yoğunlaştığı temel mesele şudur: Tevhid meselesi,
uluhiyet birliği, hakimiyet birliği. İsa kıssası -bu derste kaydedilen
kıssalar onu tamamlamaktadır- da bu gerçeği vurgulamakta, Allah'ın çocuk ve
ortak edinme düşüncesini reddetmektedir, bu şüphenin tutarsızlığını ve basit
bir anlayış olduğunu açıklamaktadır. Meryem'in doğuşunu ve hayatını
açıkladıktan sonra; İsa'nın doğuşu, Peygamber oluş tarihi ve bununla ilgili
olayları öyle bir yöntemle anlatmaktadır ki, onun gerçek bir insan ve
Peygamberler zincirinden bir halka oluşu ile, durumunun onların durumu,
yapısının onların yapısı gibi olduğunda herhangi bir kuşkuya yer
bırakmamaktadır. Doğuşu esnasında ve hayatı boyunca meydana gelen olağanüstü
olayları gizemlilikten ve kapalılıktan uzak bir biçimde, insanın aklını ve
gönlünü rahatlatacak nitelikte açıklamaktadır. Böylece insan, İsa'nın doğuşu
ve hayatını normal bir yaşam öyküsü olarak algılamakta ve hiçbir şeyi
yadırgamamaktadır. Kıssanın hemen ardından şu ilave edilmektedir: "Allah
katında İsa'nın durumu Adem'in durumu gibidir. O'nu topraktan yaratmış,
sonra O'na `ol' demiş Oda oluvermişti." Burada kalp, kesin bilginin
serinliğine ve neşesine kavuşuyor. Bir çırpıda kavranabilecek şu gerçek
etrafında bu şüphelerin nasıl oluşturulduğuna hayret ediyor!
Şu sûrenin ötedenberi ele aldığı ikinci
mesele birinci meseleden kaynaklanmaktadır. Din gerçeği; dinin İslâm oluşu,
İslâm'ın anlamının bağlılık ve teslimiyet demek olduğu meselesidir. Bu olgu,
aynı zamanda kıssanın arasında da kendini göstermekte ve İsa'nın (selâm
üzerine olsun) İsrailoğulları'na söylediği şu sözünde yer almaktadır:
"Benden önceki Tevrat'ı doğrulayıcı ve size yasaklananların bazılarını helâl
kılmak üzere..." Bu sözde Risaletin yapısına dikkat çekilmektedir. Gerçekten
Peygamberlik; bir yol belirleme, bir düzeni yürürlüğe koyma; helâl ve haramı
açıklama için gönderilir ki, müminler bu peygamberliğe bağlansın ve ona
teslim olsun... Sonra Havarilerin ifadesiyle teslimiyet ve bağlılık,
anlamını buluyor: "İsa, onlardaki küfrü far kedince, `Allah'a davet yolunda
kim bana yardımcıdır?' dedi. Havariler: `Allah'ın yardımcıları bizleriz.
Allah'a iman ettik, bizim müslüman olduğumuza tanık ol' dediler. `Rabbimiz;
indirdiğine iman ettik, Peygambere bağlandık, bizi tanık olanlarla beraber
yaz."-(Al-i İmran suresi; 52)
Surenin akışı içerisinde önemli yer tutan
konulardan biri de müminlerin Rabblerine karşı tutumlarının tasviridir. Bu
kıssalar, insanlar arasından seçilmiş ve hepsini birbirinin soyundan kıldığı
bu seçkin grubun hayatından, güzel örnekler ortaya koymaktadır. İmran'ın
karısının, Rabbi ile konuşmasında, kızı ile ilgili niyazında... Meryem'in,
Zekeriyya ile konuşmasında... Zekeriyya'nın duasında, Rabbine
yalvarışında... Havarilerin Peygamberlerinin çağrısı karşısında verdikleri
cevap ile Rabblerine dua edişlerinde ve benzeri olaylarda bu parlak tablolar
somutlaşmaktadır.
Nihayet, kıssalar sona erip hemen ardından
ifade edilen gerçekleri açıklamada kıssaların olaylarına dayanılarak
hakikatler kapsamlı ve özet olarak belirtiliyor.
İsa'nın (selâm üzerine olsun) gerçek kimliği,
yaratıkların yapısı, ilahî irade, tertemiz vahdaniyet, ehli kitabın
vahdaniyete çağrılışı, bu meselede onların lânetlenmeye çağırılması
konularına değiniliyor. Konu, peygamberin tüm ehli kitabı aydınlatması için,
bu gerçeğin aslını derli toplu ve kapsamlı açıklama ile sona eriyor.
Peygamber bu açıklamayı, söz konusu tartışmaya katılan veya katılmayan, o
nesilden olan yahut ondan sonra kıyamete kadar gelecek olan tüm ehli kitaba
yöneltmiş bulunmaktadır.
"De ki; `Ey kitap ehli, sizinle aramızda
ortak olan şu söze geliniz: Sırf Allah'a kulluk edelim, hiçbir şeyi O'na
ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp birbirimizi ilâh edinmeyelim."-(Al-i
İmran suresi; 72)
Bu açıklama ile tartışma sona eriyor.
İslâm'ın insandan ne istediği, insanın hayatı için ne gibi ilkeler
belirlediği ortaya çıkıyor. Dinin manası; İslâm'ın anlamı açıklık kazanıyor.
Başkalarının din veya İslâm olarak takdîm ettiği her türlü karma ve bozulmuş
anlayışlar reddediliyor. Bu, geçen konunun nihaî hedefi olduğu gibi surenin
de temel hedefidir. Kur'an kıssaları bu nihai hedefi; etkili, engin ve
anlamlı o güzel hikâye üslûbu ile anlatıyor ve izah ediyor. Bu aynı zamanda
Kur'an kıssalarının görevi ve pek çok surede özel bir metoda bağlı olarak
Kur'an'ın üslûbunu ve sunuş yöntemini sağlamlaştırmak noktasındaki yapısının
gereğidir.
İsa kıssası hem burada hem de Meryem
suresinde arz edilmiştir. Buradaki ve oradaki ayet metinlerini
karşılaştırdığımızda, burada birtakım farklı bilgiler ortaya çıkmasına
rağmen bazı hususların da özetlenmiş olduğunu görürüz. Meryem suresinde
İsa'nın doğuşuna detaylarına kadar yer verilmişkèn Meryem'in doğuşu
halkasına hiç yer verilmemiştir. Burada ise İsa'nın peygamberliği ve
Havariler detaylı yer alırken doğuşu özet halinde geçmiştir.
Burada ayrıca,hikayeden sonraki açıklama daha
uzundur. Çünkü açıklamalar daha kapsamlı bir mesele etrafında tartışmalarla
ilgili olarak yapılmıştır. Bu mesele Tevhid, Din, Vahiy ve Risalet
meselesidir. Bunlar, Meryem suresinde yeralmaz. Bu açıklama da kıssaların
sunuluşu ile ilgili Kur'an üslûbunun yapısını belirlemektedir. Yani burada
kıssa, içinde yer aldığı surenin atmosferine ve ondaki fonksiyonuna göre
farklılık arz edebilmektedir. Şimdi ayet-i kerimeleri detaylı. olarak ele
almaya geçelim.
Bu kıssalar Allah'ın insanların
yaratılışından beri tek olan Risalet görevini ve tek olan dinin mesajını
taşımaları için tercih edip seçtiği kullarını açıklamakla işe
başlıyor.',Asırlar ve nesiller boyunca birbirine bağlı değişik merhalelerde
iman kervanına öncülük yapacak olan kullarını açıklamakla meseleye giriyor.
Bu öncülerin birbirlerinin neslinden geldiklerini belirtiyor. Elbette ki bu
neslin, soy bağına bağlı,olması zorunlu değildir. Buna rağmen bu neslin
soyları Adem ve Nuh peygamberde birleşmektedir. Bu neslin bağı her şeyden
önce Allah'ın tercilı edip seçmesine bağlıdır. Buradaki soy bağı aziz olan
iman kervanında sürekli olarak muhafaza edilen inanç birliğidir.
33- Allah Adem'i, Nuh'u,
İbrahim ailesini ve İmran ailesini seçerek alemlere üstün kıldı.
34- Bunlar birbirinden
türemiş tek bir kuşaktır. Hiç şüphesiz Allah işiten ve bilendir.
Ayetlerde Adem ve Nuh birer kişi olarak
anılırken, İbrahim ve İmran; ailesi diye iki aile olarak ifade edilmiştir.
Bu, Adem'in de Nuh'un da tek başlarına bu ilâhı seçmeye mazhar olduklarına
işaret etmektedir. İbrahim ve İmran ise, hem kendi hem de aileleri ile
birlikte bu nimete mazhar olmuşlardı. Bakara sûresinde belirtilip kurala
bağlı olarak İbrahim'in evindeki peygamberli#'ve bereket veraseti kan bağına
dayalı bir veraset değildi. Bu ancak, inanç verasetiydi. Ve İbrahim'in
-"Rabbi O'nu bir dizi sözlerle denemişti".
"Hani Rabbi İbrahim'i birtakım emirler ile
denemiş O da onları yerine getirmişti. Bunun üzerine Allah; `Seni insanlara
önder yapacağım' demişti. İbrahim; `Soyumdan da' deyince, Allah; `Zalimler
bu taahhüdümün kapsamına asla giremezler' buyurdu" (Bakara suresi; 124)
Birtakım rivayetler İmran'ın İbrahim'in
ailesinden olduğunu belirtmektedir. O haldè İmran ailesinin burada özellikle
söz konusu edilmesi özel bir durumdan kaynaklanmış olabilir. Bu özel husus
da Meryem ve İsa (selâm üzerlerine olsun) kıssasının sunulmuş olmasıdır.
Aynı şekilde bu ayetlerde İbrahim ailesinden, ne Musa'nın ne de Yakub'un -ki
Yakub İsrailoğullarındandır- İmran ailesinin anıldığı gibi anılmaması
hususunu düşündüğümüzde ayetlerin burada Meryem oğlu İsa ve İbrahim -gelecek
konuda ondan söz edeceğiz- ile ilgili tartışmaları ele aldığım, burada
Musa'yı ya da Yakub'u söz konusu etmenin yeri olmadığını anlıyoruz.
HZ. MERYEM'İN DOĞUŞU
Peygamber seçilen kulların bildirilmesi ile
yapılan girişten sonra ayetler doğrudan İmran ailesi ve Meryem'in doğumuna
geçmektedir.
35- Hani,İmran'ın karısı
`Rabbim, karnımdaki çocuğu, her türlü endişeden arınmış olarak sırf sana
adadım, O'nu benden yana kabul buyur. Hiç ,kuşkusuz sen işiten ve bilensin'
dedi.
36- Fakat onu doğurunca Allah
ne doğurduğunu gayet iyi bildiği halde şöyle dedi: `Rabbim, doğurduğum kız
çocuğudur, oysa erkek kız gibi değildir. Ona Meryem adını taktım. O'nu ve
soyunu lânetlenmiş şeytandan senin himayene havale ederim.
37 -Bunun üzerine Rabbi onu
güzelce kabul etti. Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi, bakımıyla
Zekeriyya'yı görevlendirdi. Zekeriyya ne zaman o mabede girse çocuğun
yanında yiyecek bulur ve `Ey Meryem bu sana nereden geldi' diye sorardı.
Meryem de: Allah tarafından geldi, hiç kuşkusuz Allah dilediğine hesapsız
rızık verir' derdi.
Adak kıssası, Meryem'in annesi olan İmran'ın
karısının kalbindekini deşifre etmekte, gönlünü bayındır hale getiren iman
ve sahip olduğu en değerli varlığıyla Rabbine yönelişini açığa
çıkarmaktadır. Bu en değerli varlık karnında taşıdığı yavrusudur. İmran'ın
karısı her çeşit bağ, her çeşit ortak koşma ve yüce Allah dışında hak sahibi
olabilecek herkesten bağımsız bir samimiyet ve özgürce davranışla ifade
edişi gerçekten anlamlıdır. Gerçek bağımsızlık ancak, bütünü ile Allah'a
teslim olmak ve her kişi, varlık ve değere kulluk etmekten kurtulmakla elde
edilebilir. Bu durumda insan tek Allah'a kulluk eder. Gerçek özgürlük budur
işte... Bundan ötesi özgürlük gibi görünse de kölelikten başka bir anlam
ifade etmez. Burada, Tevhid özgürlüğünün en ideal biçimi ortaya çıkmaktadır.
İnsan kendi içinde, yaşama biçiminde, bu hayatta egemen bulunan konular,
değer yargıları, kanunlar ve yasalarda Allah'tan başka birine herhangi bir
şekilde boyun eğdiği sürece asla özgür olamaz. İnsanın hayatında; Allah'tan
başkalarından alınma yasalar, değer sistemleri ve ölçüler yok edilmedikçe
insan özgür olamaz. İslâm, Tevhid esasıyla insanın dünyasına özgürlüğün de
biricik şeklini getirmiş oluyordu.
İmran'ın karısı, Rabbine adağını -ki bu onun
ciğerparesiydi- kabul buyurması için tüm samimiyeti ile ifade edilen bu
duası, tertemiz olarak Allah'a teslim oluşun, bütünü ile O'na yönelişin,
O'nun onayını ve rızasını elde etmek dışında her çeşit bağdan özgür oluşun
ve kurtuluşun ifadesidir:
"Hani İmran'ın karısı `Rabbim, karnımdaki
çocuğu, her türlü endişeden arınmış olarak sırf sana adadım, onu benden yana
kabul buyur. Hiç kuşkusuz sen işiten ve bilensin' dedi."
Fakat O bir kız doğuruyor, erkek doğurmuyor:
"Fakat O'nu doğurunca Allah ne doğurduğunu
gayet iyi bildiği halde şöyle dedi; `Rabbim, doğurduğum kız çocuğudur, oysa
erkek, kız gibi değildir. O'na Meryem adını taktım. O'nu ve soyunu
lânetlenmiş şeytandan senin himayene havale ederim."
Halbuki O, bir erkek çocuk bekliyordu. O gün
tapınaklara erkek çocukların adanması dışında başka bir adama şekli yoktu.
Adanan çocuklar Havralara hizmet ediyor, kendilerini ibadete ve Allah'a
veriyorlardı. Fakat O kendi çocuğunun kız olduğunu görüyordu. Üzgün bir
nağme ile Rabbine yöneldi: "Rabbim O'nu kız olarak doğurdum. Halbuki Allah
O'nun ne doğurduğunu daha iyi biliyordu: '
Fakat yine o, gördüğünü Rabbine arz ediyordu.
Bununla sanki adağını yerine getirecek erkek bir çocuğu olmadığından
Allah'tan özür dilemek istiyordu.
Halbuki erkek, kadın gibi değildir. Bu alanda
kadın erkeğin görevini yerine getiremezdi. "Rabbim ben O'na Meryem adını
verdim."
Bu söz bu şekliyle yakın bir yakarışın
ifadesidir. Rabbi ile başbaşa olduğunun bilincinde olan, içini O'na dökmeye,
ilerde yapmak istediklerini O'na açmaya ve sahip olduklarını doğrudan bir
nezaket ile takdim etmeye çalışan bireyin niyazıdır. Allah tarafından
seçilen kullar Rabblerine karşı bu hal üzere olurlar. Doğrudan sevgi ve
yakınlık hali... Basit ifadeleri olmayan, zorlanarak söylenen cümlelerden de
uzak, tabiî ifadelerle yakarma halini, kendine yakın, sevimli, duyan ve
cevap veren biriyle konuştuğunun bilincinde olan kişinin niyazını
simgelemektedir bu... "O'nu ve soyunu lânetlenmiş şeytandan senin himayene
havale ederim."
Bu son sözü hediyesini Rabbine sunduktan
sonra söylüyor: O'nun koruması ve himayesine havale ediyor. O'nu ve soyunu
taşlanmış şeytandan Allah'a sığındırıyor. Bu da samimi,gönülden gelen bir
sözdür, samimi, gönülden gelen bir arzudur. Kızının Allah
tarafından,kovulmuş şeytanın kötülüklerinden korunmasından daha güzel bir
hal düşünemiyor.
Rabbi O'nu güzel bir kabul ile karşıladı.
Veya O'nu güzel bir şekilde yetiştirdi.
Annenin kalbini şenlendiren bu samimiyetin ve
adaktaki mükemmel teslimiyetin mükafatı olarak... O'nu da ruhun üfürülüşünü
ve Allah'ın sözünü taşıyabilecek ve insanın normal doğumuna aykırı biçimde
İsa'yı doğurabilecek bir nitelikte geliştirmiş olarak...
"Zekeriyya O'nu, himayesine aldı"
Yani Meryem'in ihtiyaçlarım karşılamayı ve
O'nu korumayı Zekeriyya üstlendi. Zekeriyya yahudi havrasının başkanıydı.
Havranın hizmeti kendilerine geçmiş bulunan Harun'un (selâm üzerine olsun)
soyundandır. Meryem bolluk ve bereket içinde yetişti. Allah lütuf ve
kereminden bereket olarak O'na rızkını veriyordu:
"Bunun üzerine Rabbi O'nu güzelce kabul etti,
onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi; bakımı ile Zekeriyya'yı görevlendirdi.
Zekeriyya ne zaman o mabede girse çocuğun yanında yiyecek bulur ve `Ey
Meryem, bu sana nereden geldi?' diye sorardı. Meryem de `Allah tarafından
geldi. Hiç kuşkusuz Allah dilediğine hesapsız rızık verir' derdi."
Biz bu rızkın nitelikleri hakkında pek çok
rivayetin ayrıntılarına girmeyeceğiz. O'nun mübarek olduğunu, etrafında
bolluğun yayılıp taştığını ve rızık olarak adlandırılan her nesnenin
bollaştığını bilmemiz yeterli olacaktır. Öyle ki O'nun geçimini üstlenen
kişi -bir peygamber olmasına rağmen- bu rızık bolluğuna hayret etmekte ve
O'na bunların hepsi nasıl ve nereden geliyor diye sormaktadır. O ise müminin
samimiyeti ve alçak gönüllülüğü ile Allah'ın nimeti ve bereketini dile
getiriyor ve her işin dizginini O'na havale ediyor. "Ve O Allah katındadır.
Hiç kuşkusuz Allah dilediğine hesapsız rızık verir!"
Bu, müminin Rabbi ile durumunu belirten bir
sözdür. Kendisi ile Allah arasındaki sırrı korumayı, bu sırdan söz ederken
alçak gönüllü olmayı dile getiriyor. Onunla övünüp başkasına üstünlük
taslamayı değil...
Allah'ın elçisi Zekeriyya'nın bile hayret
etmesine neden olan bu alışılmamış olayı dile getirmekle ondan sonra gelecek
olan Yahya'nın ve İsa'nın doğuşunda görülen akıl almaz olaylara bir giriş
yapılmıştır.
ALLAH'IN KUDRETİ
Bu esnada hiç çocuğu olmayan Zekeriyya'nın iç
dünyası harekete geçiyor. İnsanın içindeki güçlü fıtri çocuk arzusu
varlığını devam ettirme, ardında birilerini bırakma arzusu... Kendilerini
ibadete ve basit bir hayata adayan, kendilerini kulluğa ve Havra'ya hizmete
bağışlayan gönüllerde bile tamamıyla yok edilemeyen istek... Bu, insanların
hayatlarım sürdürmeleri ve onu daha ileriye götürmelerinde yüce bir
hikmetten dolayı Allah'ın insanları ona göre yarattığı fıtratın yapısından
gelen bir istektir.
38- Orada Zekeriyya, Rabbine
dua etti; `Ey Rabbim, bana kendi tarafından temiz bir soy bağışla, hiç
kuşkusuz sen şu duayı işitensin' dedi.
39- Bunun üzerine Zekeriyya,
mabette namaz kılarken melekler ona şöyle seslendiler; Allah sana Yahya'yı
müjdeliyor. O, Allah'ın dolaysız kelimesini doğrulayan, efendi, iffetli ve
salihlerden bir peygamberdir.'
40- Zekeriyya `Ya Rabbi,
kendim iyice yaşlanmış ve karım çocuktan kesilmişken nasıl oğlum olabilir?'
dedi. O da `Böyledir, Allah dilediğini yapar' dedi.
41- Zekeriyya `Rabbim, bana
bunun belirtisini göster' dedi. Allah ona şöyle buyurdu; `Senin belirtin üç
gün boyunca, işaretleşme dışında insanlarla konuşmamandır. Rabbinin adını
çokça an ve sabah akşam O'nu noksanlıktan tenzih et :
Aynı şekilde... Kendimizi normal olmayan bir
olay karşısında buluyoruz. Bu olay, Allah'ın sınırsız iradesinin
görünümlerinden birini taşımakla, bu iradenin insanların alışageldiği
sınırlamalara bağımlı olmadığını görüyoruz. İnsanoğlu asla değişmez bir yasa
sandığı ve bu nedenle bu yasanın sınırlarını taşan olayları kuşku ile
karşıladığı ve bu türden bir olayla realite olarak karşılaşıp yalanlayamaz
duruma düştüğünde de onun etrafını uydurmalar ve efsanelerle örmeye yönelir.
İşte yaşı geçmiş bir ihtiyar olan Zekeriyya
ve gençliğinde çocuğu olmamış kısır karısı... Allah'ın bol rızık verdiği ve
saliha bir kız olan Meryem'i gördüğünde, nesil sahibi olma konusunda
kalbinde fıtri bir arzu coşar, Rabbine yönelerek niyaza geçer ve kendisine
temiz bir nesil bağışlanmasını diler:
"Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti; `Ey
Rabbim bana kendi tarafından temiz bir soy bağışta, hiç kuşkusuz sen şu
duayı işitensin' dedi."
Bu samimi, sıcak ve gönülden gelen duanın
sonucu ne oldu? Hiçbir yasayla ifade edilemeyen ve insanların
alışageldiklerinin tersine bir durum ile karşı karşıya kalındı. Çünkü bu
dileği yerine getiren kudret yüce `Allah'ın kudretidir:
"Bunun üzerine Zekeriyya, mabette namaz
kılarken melekler O'na şöyle seslendiler; Allah sana Yahya'yı müjdeliyor. O,
Allah'ın dolaysız kelimesini doğrulayan efendi, iffetli ve salihlerden bir
peygamberdir."
Arı-duru bir gönülden kopup gelen çağrıya
müsbet cevap verilmişti. Çünkü O umudunu, duaları işitene ve dilediği zaman
istekleri karşılayana bağlamıştı. Melekler Zekeriyya'ya erkek bir çocuk
müjdelediler. Doğmadan önce adı biliniyordu. "YAHYA". Karakteri de
biliniyordu, iyi, efendi, namuslu, şehevi duygularını frenleyebilen,
duygusal arzularının tepkilerini dizginleyebilen, Allah'tan kendisine gelen
her sözü doğrulayan bir mümin (Bazı tefsirler Allah'tan olan sözü
doğrulamaktan amacın Hz. İsa (selâm üzerine olsun) olduğunu belirtmiştir.
Burada bu anlayışı zorunlu kılan bir neden yoktur.) ve iyi insanların
kafilesine katılan bir peygamber...
Dua kabul edildi. İnsanların bir kanun
olduğunu sandıkları alışagelen şeyler, yüce Allah'ın iradesinin
gerçekleştirdiği bu olayı algılayamaz. Aslında insanın kanun olarak sandığı
ve gördüğü her yasa -sınırsız ve nihai değil- göreli bir olgudan öteye
geçemez. İnsan, bu sınırlı ömrü, sınırlı bilgisi ve bütünüyle sınırlı
aklıyla nihai bir kanunu bütünüyle algılayamaz ve bu noktada mutlak bir
gerçeğe varamaz. İnsana, Cenabı Allah'a karşı edebini takınması yakışır.
Tabiatının sınırları ile sahasının çerçevesini taşmaması yaraşır ona.
Böylece, kılavuzsuz olarak çöllerde bilinçsizce yol tepmekten kurtulur.
Olabilecek ve olamayacaklardan söz ederken bizzat deneyimlerinden kendisinin
belirlediği kurallardan ve bilgilerinden hareketle Allah'ın bağımsız olan
dilemesini dar kalıplara sokmaya çalışmaktan kurtulur.
Duanın kabul edilişi bizzat Zekeriyya'ya da
bir sürpriz olmuştur. Çünkü Zekeriyya da nihayet insanlardan biriydi.
İnsanların alışageldiği olaylara oranla olağanüstü bir niteliğe sahip
bulunan bu,olayın, nasıl meydana geldiğini öğrenmeye meraklanmıştı.
"Zekeriyya `Rabbim, kendimi iyice yaşlanmış
ve karım çocuktan kesilmişken nasıl oğlum olabilir?' dedi. O da; `Böyledir
Allah dilediğini yapar' dedi."
Ve hemen cevap yetişiyor. Cevap sade ve
kolaydır.. İşi ehline havale ediyor. Anlaşılmasında hiçbir zorluk, oluşunda
hiçbir ilginçlik bulunmayan gerçek mahiyetine gönderiyor.
"Böyledir Allah dilediğini yapar."
Aynı şekilde... İş, Allah'ın dilemesine ve
sürekli olarak bu şekilde meydana gelen Allah'ın iradesine havale
edildiğinde onun alışılagelen tekrar edilen ve normal olan bir iş olduğu
kavranabilmektedir. Fakat insanlar olay konumunda değerlendirmiyor, Allah'ın
yaratıcılığı üzerinde düşünmüyor ve gerçeği gözlerinin önüne getirmiyorlar.
Böylece kolaylıkla ve bağımsızlıkla Allah dilediğini yapar. Öyleyse kendisi
yaşlandığı ve karısı kısır olduğu halde Allah'ın Zekeriyya'ya bir erkek
çocuk bağışlamasında anlaşılmayacak ne olabilir? Yaşın ve kısırlığın; ancak,
insanların kendilerinin kural olarak tesbit ettiği ve onlardan kanunlar
çıkarttıkları zaman bir değeri olabilir. Allah için ise böyle kıyaslama
yoktur. O'nun için ne alışılagelen ne de ilginç bir olaydan söz edilebilir.
O'na göre her nesnenin kaynağı dilemesinin ona yönelmiş olmasıdır. Onun
dilemesi ise her çeşit bağdan tamamen bağımsızdır. Fakat Zekeriyya beşeri
araştırmaların suya indirilmesine duyduğu aşırı üzüntüden ve müjdenin
kendisinde şok etkisi yapmasından ötürü Rabbine yönelmekte kendisine huzur
bahşedecek bir işaret vermesini istemektedir.
"Rabbim bana bir işaret ver dedi."
Burada Allah O'nu gerçek huzura yöneltiyor...
Kendisini içinde bulunduğu alışılagelen olayların etkisinden kurtarıyor.
Artık onun işareti üç gün boyunca insanlarla konuşmaması, Rabbine
yöneldiğinde ise zikir ve tesbihlerle onu yâd edip dilini depretmesidir.
"Zekeriyya `Rabbim, bana bunun belirtisini
göster' dedi. Allah ona şöyle buyurdu; `Senin belirtin üç gün boyunca,
işaretleşme dışında insanlarla konuşmamandır. Rabbinin adını çokca an ve
sabah akşam O'nu noksanlıklardan tenzih et."
Burada açıklama kesiliyor... Fakat biz bunun
pratik olarak gerçekleştiğini biliyoruz. Şimdi artık Zekeriyya bizzat
kendisinde yani kendisinin hayatında, başkasının hayatında alışılmamış
şeyleri yaşıyor. Bu dil onun eski dilidir. Fakat o bunu insanlarla
konuşmaktan alıkoyuyor ve Rabbine yakarmak için serbest bırakıyor. Peki bu
olaya egemen olan yasa hangisidir? Bu, yüce Allah'ın iradesinin sınırsız ve
bağımsız yasasıdır. Onsuz bu ilginç olayı açıklama imkansızdır. Aynı şekilde
ihtiyarladıktan sonra ve karısının kısırlığına rağmen O'na Yahya'yı
bağışlaması da bu yasa olmadan açıklanamaz.
HZ. İSA'NIN DOĞUŞU
Sözün akışı içinde ele alınan bu olağanüstü
olay sanki her çeşit efsane ve kuşkulandırmaların kaynağı olan İsa olayına
bir giriştir. Aslında bu olay, bağımsız ilahi iradenin zincirleme olayları
içinde ancak bir halkayı oluşturmaktadır. Burada Mesih kıssasına giriliyor.
Meryem'in kötülüklerden arınma, dua ve ibadet ile bu yüce üflenen nefesi
kabul edebilecek seviyeye gelmeden önceki hazırlığına kıssada yer veriliyor.
42- Hani melekler şöyle
demişti; `Ey Meryem, Allah seni seçti, arındırdı ve dünyanın kadınlarına
üstün kıldı :
43- Ey Meryem Rabbinin
huzurunda saygı ile dur. Secdeye kapan ve rükua varanlarla birlikte sen de
rükua var.
Bu öyle bir seçmedir ki, bunu, seçme sözcüğü
ifade edemez. Tamamen intihab etmedi. Yaratılışın başında "Adem" bu doğrudan
üfürmeyi aldığı gibi Allah Meryem'i de bu doğrudan üfürmeyi alması için
seçmiş bulunmaktadır. O'nun vasıtasıyla ve O'nun yoluyla insanlara
göstereceği bu olağanüstü olay nasıl bir olaydı. Bu insanlık tarihinde eşine
rastlanmayan bir seçilmeydi. Onun büyük bir olay olduğu tartışma götürmezdi.
Fakat Meryem o ana kadar bu büyük olaydan
habersizdi. Burada işaret edilen arınma, yüklü bir işarettir. Çünkü burada
Meryem'in temizliğinin belirtilmesi İsa'nın (selâm üzerine olsun) doğuşu
etrafında meydana getirilen şüphelerden dolayı tertemiz olan Meryem'e
iftiralar yakıştırmaktan çekinmeyen yahudileri yadsımaktadır.
Bu iftiralarında, söz konusu doğumun
yaşadığımız dünyada bir benzeri olmadığı kuşkusuna dayanıyorlar ve bu
doğumun perde arkasında bilmedikleri gizemli bir ilişkinin olmadığını
sanıyorlardı. Allah kahretsin onları...
Burada İslâm'ın büyüklüğü ortaya çıkıyor.
Asıl kaynağı kesin olarak belli oluyor. İşte Muhammed (salât ve selâm
üzerine olsun) İslâm peygamberi ehli kitaptan -ki hıristiyanlar da onlardan
bir kesimdi- onca yalanlamalara, tartışmalara, kuşkulandırmalara ve
antlaşmalarla karşılaşmalarına rağmen... İşte İslâm peygamberi Rabbinden
aldığı bilgilerle Meryem'in büyüklüğü gerçeğinden ve O'nun bütün dünya
kadınlarından daha üstün olduğunu öyle genel olarak söz ediyor ki onu
gerçekten zirveye çıkarıyor. O bunları dile getirirken Meryem'le övünen ve
O'nun ululuğundan hareketle Muhammed'e ve yeni dine iman etmemek için
kendilerine bir kulp bulmaya çalışan bir toplulukla tartışmaktadır. Bu ne
doğruluk. Bu ne ululuk. Bu dinin kaynağını ve O'nun önderi bulunan güvenilir
kişinin doğruluğunu gösteren şahane bir delildir bu...
O, Rabbinden Meryem ve İsa (selâm üzerine
olsun) ile ilgili "Gerçeği" alıyor. Bu gerçeği açıkça dile getiriyor. Hem de
bu ortamda. Eğer Allah tarafından görevlendirilen gerçek bir elçi olmasaydı
bu ortamda söz konusu gerçeği asla açıklamazdı!
"Ey Meryem, Rabbinin huzurunda saygı ile dur,
secdeye kapan ve rukuya varanlar ile birlikte sen de rükûa var."
Bağlılık ve ibadet, boyun eğmek ve rükû
etmek... Tehlikeli ve büyük olaya giriş için sürekli olarak Allah'a bağlı
bir yaşam...
Kıssanın bu bölümünde, büyük olaya geçmeden
önce kıssaların veriliş hikmetinden bir meseleye parmak basılıyor. Bu mesele
Peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) görmediği gayb haberlerini getiren
valıyin ispati meselesidir.
44- Bunlar sana vahiy yolu
ile bildirdiğimiz gayb alemine ilişkin haberlerdir. Onlardan hangisi
Meryem'in sorumluluğunu üstlenecek diye kalemleri ile kur`a çekerlerken sen
yanlarında değildin, bu konuda çekişirken de orada değildin.
Bu âyet, annesi onu bir kız çocuğu olarak
Havra'ya getirdiğinde, Rabbine verdiği sözü ve adağı teslim ettiğinde
Havra'nın hizmetlilerinin Meryem'in ihtiyaçlarını üstlenmede yarıştıklarına
işaret etmektedir. Ayetin metni elde bulunan Eski Ahit (Tevrat) ve Yeni Ahit
(İncil) de kaydedilmeyen bir olaya değinmektedir. Yalnız bu olayın Hahamlar
ve Rahipler tarafından havra hizmetlerinin kalemlerinin atılması olayı
bilinen bir mesele olması gerekmektedir. Meryem'in kimin payına düştüğünü
öğrenmek için atılan kalemlerin... Kur'an ayetleri olayın detaylarına inmez.
Bazen bunun, muhatap alınan kimselerce bilindiğinden böylece yapar. Ya da bu
detayların gelecek nesillere vermek istediği mesajın gerçek temeline fazla
bir katkısı olmadığından onları öz olarak verir. Fakat biz Havra
hizmetlilerinin Meryem'in kimin payına düştüğünü anlamak amacıyla özel bir
yöntem kullanmada kalemleri atma yoluyla anlaştıklarını anlayabiliriz.
Nitekim biz de bu tür olaylarda kura yöntemini kullanıyoruz. Bir takım
rivayetler onların kalemlerini Ürdün nehrine attıklarını hepsinin
kalemlerinin akıntıya kapıldığını yalnız Zekeriyya'nın kaleminin atıldığı
yerde kaldığını ve bu durumun aralarında işaret olarak kabul edildiğinden
Meryem'i O'na teslim ettiklerini kaydetmektedirler.
Bunların hepsi Resulullah'ın (salât ve selâm
üzerine olsun) görmediği, ilmini elde etme imkânına ulaşmadığı gayp
konularındandı. Hatta bunlar çoğu zaman Havra'nın deşifré`edilmeyen ve
açıklanması doğru olmayan sırlarından sayılırdı. Kur'an bu sırları -o
zamanki ehl-i kitabın ileri gelenlerine karşı- bir delil olarak kullandı.
O'nu doğru sözlü peygamberine Allah'tan vahiy geldiğine bir işaret olarak
gösterdi. Ehl-i Kitabın bu delili red ettiğine dair hiçbir kayda
rastlanmamıştır. Eğer bu mesele tartışma konusu olsaydı peygamberle
tartışırlardı. Zira kendileri tartışmaya gelmişlerdi!
BİR MUCİZE
Şimdi İsa'nın doğuşuna geliyoruz. İnsanlara
göre gerçekten büyük bir hayretengiz, Allah'ın mutlak iradesine göre ise
normal bir iş olan meseleye...
45- Hani Melekler dediler ki;
`Ey Meryem, Allah seni dolaysız Kelime'si İle müjdeliyor. Onun adı
Meryemoğlu İsa Mesih'tir. O dünyada da ahirette de yüce, şanlıdır ve
Allah'ın yakınlarındandır.
46- O daha beşikteyken ve
yetişkinlik çağında insanlarla konuşacaktır ve salih kullarındandır.
47- Meryem `Ey Rabbim, bana
hiçbir insan dokunmamışken nasıl olur da çocuğum olabilir?' dedi. De ki:
`İşte böyledir, Allah dilediğini yaratır. O bir şeyin olmasına karar verince
ona sadece "ol " der o da hemen oluverir.'
48- Allah O'na Kitab'ı,
Hikmet'i, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek.
49- O'nu, İsrailoğullarına
şöyle diyecek olan bir peygamber olarak gönderecek; `Ben size Rabbinizden
mucize ile geldim. Ben sizin önünüzde çamurdan kuş biçiminde bir cisim
yapar, sonra ona bir nefes üflerim de Allah'ın izni ile kuş oluverir;
Doğuştan körler ile alacalık (ebras) hastalarını iyileştiririm; Allah'ın
izni ile ölüleri diriltirim; evlerinizde hangi yiyeceklerinizi yediğinizi ve
hangilerini sonraya bıraktığınızı haber veririm. Eğer mümin iseniz, bu sizin
için ibret alacağınız kesin bir delildir.
50- Benden daha önce inen
Tevrat'ı onaylayıcı olarak size haram kılınmış olan bazı şeyleri helâl ilan
etmek üzere Rabbiniz tarafından kesin bir kanıtla size geldim. Allah'tan
korkunuz ve bana itaat ediniz.
51- Allah benim de sizin de
Rabbimizdir, O'na kulluk ediniz, doğru yol işte budur.
Bu sırada Meryem, arınması duası ve
ibadetiyle bu üstün fazilete ve bu olayı taşıyabilecek ehliyete sahip
bulunuyordu. İşte şimdi O, -ilk defa- Melekler aracılığıyla bu önemli
olaydan haberdar ediliyor:
"Hani melekler dediler ki; "Ey Meryem, Allah
seni dolaysız kelimesi ile müjdeliyor. Onun adı Meryemoğlu İsa Mesih'tir. O
dünyada da ahirette de yüce şanlıdır ve Allah'ın yakınlarındandır. O daha
beşikteyken ve yetişkinlik çağında insanlarla konuşacaktır ve salih
kullardandır."
Bu, gerçekten büyük bir müjde ve olayı bütünü
ile ortaya koyan bir açıklamadır. Adı Meryem oğlu İsa Mesih olan Allâh'tan
bir sözün müjdesidir. Mesih metindeki bir sözü konumundadır ve gerçekten de
sözdür. Peki bu ifadenin sırrı nedir?
Bu ve benzeri olaylar, gerçek bir biçimde
nitelikleri kavranamayacak olan gayb olaylarındandır. Belki de bunlar Cenabı
Allah'ın şu sözünde kastettiği işlerdir:
"Sana bu kitabı indiren O'dur. Bu kitabın bir
kısım ayetleri kesin anlamlı (muhkem)'dir, bunlar O'nun özünü oluştururlar.
Diğer bir kısmı da birden çok anlamlı (müteşabih)dir. Kalplerinde eğrilik
olanlar fitne çıkarmak ve keyfî yorumlar yapmak amacı ile bu kitabın birden
çok anlamlı ayetlerinin ardına düşerler. Oysa onların yorumunu sadece Allah
bilir. Köklü bilgiye sahip olanlar ise `Bu kitaba inandık, o bütünü ile
Allah katından gelmiştir' derler. Bunu ancak aklı başında olanlar
düşünebilirler."
Yalnız biz bu gerçeğin özelliğini gönlümüzü
Allah'a, O'nun sanatına, kudretine ve özgür olan dilemesine bağlayacak bir
anlayışla kavramak istediğimizde iş gerçekten kolaylaşır.
Allah, Adem'i topraktan yaratmakla beşerin
hayatını başlatmayı diledi: Çünkü insan bu Allah'tan başkasının bilmeyeceği
gizli olgunun yapısında ileri-geri en ufak bir fonksiyona sahip değildir. Bu
gizli olgu ilk canlı yaratığa giydirilen hayat sırrıdır. Ya da eğer onun
yaratılışı doğrudan ölü topraktan meydana getirilmişse, Adem'e giydirilen
hayat sırrıdır! Allah'ın yanında bu da diğeri gibidir. Varlıkta ve
tabiatında biri diğerinden daha ilerde değildir... (Biz burada tartışma
gereği olarak böyle diyoruz. Yaratılış ve tekamül teorisini tartışmıyoruz.
Zaten bu teori bilimsel temellerini yitirmek üzeredir. O artık sırf bir
teoriden ibarettir.)
Peki bu hayat nereden geldi? Nasıl geldi?
Hayatın topraktan ve yeryüzündeki diğer ölü maddelerden ayrı bir varlık
olduğu kesindir. Bu bambaşka bir gerçektir. Ne toprakta ne de ölü maddelerde
asla bulunmayan etkileri ve görünümleri doğuran bir sırdır o.
Peki. bu sır nereden geldi? Bilemediğimiz
varlık hakkında uluorta konuşmak ya da O'nun varlığını inkar etmeye
kalkışmak yeterli olmayacaktır! Nitekim materyalistler, bu noktada, değil
bilgin bir kimsenin, aklı başında normal bir insanın bile değer vermeyeceği
basit demagojilere dayanmaktadır!
Biz bilmiyoruz! Biz insanlar olarak hayatın
kaynağını tanımak istedik yahut ellerimizle onu ölülerden çıkarmaya
çalıştık. Bizim bu çalışmalarımızın tamamı gerçekten boşa gitmiş
bulunmaktadır!
Biz bilmiyoruz! Yalnız insanoğluna hayatı
bağışlayan Allah biliyor. Ve O bize diyor ki: Hayat benim ruhumdan bir
nefhadır. İş ondan gelen bir tek söz ile tamamlanmıştır. "Ol" der, o da
oluverir...
Peki bu nefha nedir? Nasıl ölü elementlere
üfürülür de insanların anlayamadığı bir gizlilik ve incelikle onda bu sır
meydana gelir?
O sır nedir? Nasıl bir varlıktır? İşte bu
insan aklının üstesinden gelemeyeceği için anlamakla yükümlü olmadığı bir
olgudur. Akla, onu kavrayacak güç bağışlanmamıştır. -Hayatın niteliği ve
nefhanın yolunu öğrenmek Allah'ın yerine getirmesi için yarattığı insanın,
görevi yeryüzünde hilafet görevine katkıda bulunmayacaktır. İnsan, ölü
varlıklardan bir hayat yaratacak değildir... O zaman hayatın özelliğini,
Allah'ın yarattığı ruhtan gelen nefhanın niteliğini, Adem ile nasıl ilişki
kurduğunu veya çamurun ilk olarak canlanmaya başladığı hayatın birinci
basamağını nasıl oluşturduğunu öğrenmenin ne fonksiyonu olabilir?
Yüce Allah Adem'i meleklere bile üstün kılan
ve onu onurlandıran nesnenin ruhundan O'na üfürmesi olduğunu belirtmektedir.
Öyleyse bunun kurtcuklara ve mikroplara bahşedilen soyut hayattan daha başka
bir hayat olması gerekir! İşte bu olay bizi insanı yalnız başına ayrı bir
tür olarak kabul etme görüşüne götürmektedir. Onu evrenin düzeni içinde
diğer canlılarda bulunmayan özel bir konumda değerlendirmemize neden
olmaktadır!
Her neyse burada konumuz bu değildir. İnsanın
yaradılışı konusunda tartışma gereği olarak kaydettiğimiz bir takım
açıklamaların okuyucunun gönlünde bazı şüphelere dönüşmemesi için bunları
kısaca kaydetmeyi uygun gördük! Burada önemli olan Allah'ın bize hayatın
sırrından haber vermesidir. Bu sırrın özelliğini ve ölülere nasıl
üfürüldüğünü kavrayamasak da önemli değildir...
Cenabı Allah Adem'i doğrudan yaratma şekliyle
halk ettikten sonra, insanın yaratılışı için belli bir yol belirlemeyi
dilemiştir. Bu yol kadın ile erkeğin birleşmesidir. Yumurtanın sperm ile
döllenmesidir. Yumurta ile spermanın döllenmesi böylece tamamlanır. Doğum da
bu şekilde gerçekleşir. Yumurta ölü değil çanlıdır. Sperm dé aynı şekilde
diridir ve hareketlidir.
Artık insanlar yaradılışın bu kurala göre
meydana gelmesine alıştılar. Bu esnada yüce Allah insanoğullarından biri
üzerinde daha önce seçtiği kurala aykırı bir uygulamak bulunmayı diledi.
Onu, ilk yaratmaya tıpatıp uymasa da ona yakın ve benzer bir biçimde
yaratmak istedi. Bu yaratılışta yalnız bir kadın unsuru vârdı. Burada
başlangıçta hayatı meydana getiren nefhayı almakta ve kadında bir hayat
meydana gelmiş olmaktadır!
Bu nefha sözün kendisi midir? Bu söz iradeyi
yönlendiren bir söz müdür? Bu söz hem gerçek olabilen hem de iradeyi
yönlendirmekten kinaye olabilen "ol" emri midir? Bu söz İsa mıdır? Yoksa
İsa'nın kendisinden yaratıldığı nesne midir?
Bunların hepsi şüphelerin dışında hiç bir
fayda sağlamayan konulardır. Bunlardan anlaşılması gereken şudur: Yüce Allah
benzeri bulunmayan bir hayat yaratmàyı dilemiş, hayatı kendi ruhundan bir
nefha ile fakat özgür iradesine uygun bir biçimde bu hayatı yaratmıştır. Biz
bu hàyatın sonuçlarını kavrayabiliyor niteliğini bilmiyoruz. Aslında onu
bilmememiz gerekir. Zira onu bilmemiz yeryüzünde Hilafet görevini yerine
getirmede gücümüzü artırmıyor. Çünkü hayatı yaratma, halife olma görevinin
kapsamına girmiyor.
İşte mesele bu kadar kolay anlaşılabilecek
niteliktedir. Olayın meydana gelişi şüpheleri uyandırmaz!
İşte bu şekilde melekler Meryem'i Allah'tan
adı Meryem oğlu İsa Mesih olan bir söz ile müjdelenmişlerdi. Bu müjde O'nun
türünü, kapsadığı gibi, adını ve nisbetini de içeriyordu. Onun bu nisbetten
kaynağının annesi olduğu ortaya çıkıyordu. Sonra bu müjde aynı zamanda O'nun
niteliklerini ve Rabbinin katındaki değerini de içeriyordu. "Dünyada da
Ahirette de şanı yücedir. Ve yakınlaştırılanlardandır." Doğuşu ile birlikte
meydana gelen mucize bir olayada yer veriyordu: "Beşikte insanlarla
konuşur", geleceğine de bir işarette bulunulmuştu: "Erginliğinde de..."
Karakteristiğine ve katıldığı kervana da değinilmiştir. "Ve o iyi
kimselerdendir."
İnsanların beşeri alışkanlıklarına bağımlı
olan bakire, el değmemiş genç Meryem'e gelince; O, bu müjdeyi bir genç kızın
karşılayacağı biçimde karşılamıştır. Rabbine yönelmiş, O'na niyazda
bulunmuş, insanın aklını hayrete düşüren bu bilmecemsi olayı deşifre
etmesini taleb etmiştir:
"Dedi ki: Rabbim! Hiç kimse bana
dokunmamışken nasıl bir erkek çocuğum olabilir?"
Derhal kendisine cevap geliyor: İnsanların
sebep-sonuçlarà bağlı kalışları, bilgilerinin kıtlığı ve sınırlı bakışları
nedeniyle hesaba katmadıkları basit gerçeğe Meryem'in dikkatini çekiyor:
"Dedi ki: İşte böyle, Allah dilediğini yapar.
Bir işe hükmettiğinde yalnız ona "ol" demesi yeter O da oluverir."
İş bu birinci plandaki gerçeğe havale
edildiğinde şaşkınlık ortadan kalkıyor, hayret kayboluyor, gönül huzura
kavuşuyor. İnsan kendi iç alemine yöneliyor ve hayret içinde soruyor. Bu
kadar yakın olduğum fıtrî ve açık bir işe nasıl oldu da hayret ettim!
İşte bu şekilde Kur'an İslâm düşüncesinin bu
büyük gerçeklere bakış açısını böylesine kolay yakın ve fıtrî yolla ortaya
koyuyor. Aynı şekilde karmaşık felsefelerin kördüğüm haline getirdiği
şüpheleri aydınlatıyor, onu sağlam biçimde hem kalbe hem de akla
yerleştiriyor.
Sonra Melek, Allah'ın doğurması için eşsiz
bir şekilde Meryem'i seçtiği hakkındaki müjdelerin ve İsrailoğulları
arasında nasıl yaşayacağı ile ilgili bilgileri vermeyi sürdürüyor. Burada
Meryem'e verilen müjde Mesih'in geleceği tarih ile kenet!eniyor. Bir
anlatımda buluşuyor. Kur'an üslûbunda sanki iki olay aynı anda
gerçekleşiyor.
"Ona Kitabı, Hikmeti, Tevrat'ı ve İncili
öğretecek."
Burada Kitaptan amaç, yazı yazma olabileceği
gibi Tevrat ve İncil de olabilir. İkinci şıkta Tevrat ve İncilin kitaptan
sonra belirtilmesi, ek bir açıklama olur. Hikmet, psikolojik bir haldir.
İnsan onunla herşeyi yerli yerine koymayı, doğru olanı kavramayı ve ona
bağlanmayı elde eder. Bu gerçekten paha biçilmez bir olgudur. Tevrat da
İncil gibi İsa'nın, kitabıydı. İsa'nın getirdiği dinin temelini
oluşturuyordu. İncil ise, İsrailoğullarının gönül!erinde bozulan dinin özünü
ve Tevrat'ı diriltecek tamamlayıcı bir kitaptı. Bu Hıristiyanlıktan söz eden
pek çok kimsenin hataya düştüğü gibi bir hatadır. Onlar, Tevrat'ı ihmal
ediyorlar. Halbuki, Tevrat, Mesih dininin temelidir. Toplum düzeninin
üzerinde kurulduğu hayat nizamı ondadır. İncil ancak, Tevrat'ın çok az bir
kısmını düzeltmiştir. İncil ise, dinin özünü yenilemek ve diriltmek için,
bir nefhadır. İlahi direktifler doğrultusunda doğrudan Allah'a bağlanmakla
insanın vicdanını eğitme çabasıdır. Zaten Mesih bu diriltme ve eğitme için
gönderilmiş ve ilerde değinileceği gibi, tuzağa düşürülünceye kadar bu
uğurda çalışmıştır.
"O'nu İsrailoğullarına şöyle diyecek olan bir
peygamber olarak gönderecek "Ben size Rabbinizden mucize ile geldim. Ben
sizin önünüzde çamurdan kuş biçiminde bir cisim yapar sonra ona bir nefes
üflerim de Allah'ın izni ile kuş oluverir; doğuştan körler ile alacalık
(ebras) hastalarını iyileştiririm. Allah'ın izni ile ölüleri diriltirim.
Evlerinizde hangi yiyeceklerinizi yediğinizi ve hangilerini sonraya
bıraktığınızı haber veririm. Eğer mümin iseniz bu sizin için ibret
alacağınız kesin bir delildir"
Bu ayeti kerime İsa'nın (selâm üzerine olsun)
İsrailoğullarına peygamber gönderildiğini ifade etmektedir. İsa, onların
peygamberlerïnden biridir. Bu nedenle Musa'ya.(selâm üzerine olsun)
indirilen Tevrat, aynı zamanda İsa'nın da kitabıydı. Onda da İsrailoğulları
topluluğunun hayatı için düzenlenen yasa vardı. Yani Tevrat yasama ve
yürütme kanunlarını da kapsıyordu. İsa buna ilave olarak İncil'e de
sahiptir. İncil de ruhun dirilişini, kalbin eğitilmesini ve vicdanın
uyarılmasını kapsıyordu.
Allah'ın, annesi Meryem'e O'nunla beraber
olacağını müjdelemesi ve pratik olarak İsrailoğullarına,gösterdiği mucizeler
olan ölülere üflediğinde onların dirilmesi, kör olarak doğan çocuğu
iyileştirmesi, alacalıyı iyileştirmesi, -kendisi açısındàn- gayb olan
olayları haber vermesi (İsrailoğullarının gözlerinde sakladıkları yemek ve
saireyi gözüyle görmekten uzak olduğu halde, haber vermesi) mucizesidir.
Bu olağanüstü olayların meydana gelişi
sürekli olarak Allah'ın iradesine bağlanmıştır. Hz. İsa (selâm üzerine
olsun) daha gayb aleminde, Allah'ın takdirinde yàratılıp Hz. Meryem'e
müjdelendiğinde bu gerçeği dile getirmiş, daha sonra dünyaya gelip
büyüdüğünde de, o gerçeği her fırsatta dile getirmiştir. Ayetler özellikle
bu noktaya Allah'ın iznine detaylı ve yoğun biçimde yer vermektedir. Yanlış
anlaşılmasını önlemek amacıyla sonunda Allah'ın iznine yer verilmeden sözü
kesmemektedir!
Bu mucizeleri genellikle hayat ve ölüm,
sağlık ve afiyet, körlük ve görmeyle ilgilidir. Bunlar öz olarak İsa'nın
doğuşu, Adem'in (selâm üzerine olsun) örneği dışında hiçbir eşine
rastlanmayacak biçimde İsa'ya varlık ve hayatın bahşedilmesiyle ilgilidir.
Madem ki Allah, bu mucizeleri bir kulunun eliyle gerçekleştirmeye güç
yetirebiliyor. Öyleyse Allah bu tek varlığı örneksiz de yaratmaya güç
yetirebilir. İşi Allah'ın özgür dilemesine havale ettiğimizde ve yüce
Allah'ın insanların alışılageldiği sınırlamalara bağımlı kalmadığımızda bu
özel doğuşun yaratışı etrafında oluşturulan bütün şüphelere ve masallara hiç
de gerek kalmayacaktır!
HRİSTİYANLIK
"Benden daha önce inen Tevrat'ı onaylayıcı
olarak size haram kılınmış olan bazı şeyleri helâl ilan etmek üzere Rabbiniz
tarafından kesin bir kanıtla size geldim. Allah'tan korkunuz ve bana itaat
ediniz.
"Allah benim de sizin de Rabbimizdir, O'na
kulluk ediniz, doğru yol işte budur."
İsa'nın (selâm üzerine olsun)
İsrailoğullarına yaptığı çağrının bu şekilde sona ermesi Allah'ın dininin
yapısı ve tüm peygamberlerin (salât ve selâm üzerlerine olsun) çağrısında bu
dinin nasıl anlaşıldığı noktasında bir takım köklü gerçekleri açığa
çıkarmaktadır. Ve bunlar bizzat İsa'nın (selâm üzerine olsun) dili üzerè
ifadesini bulurken gerçekten özel bir değer kazanan gerçeklerdir. Çünkü İsa,
doğuşu ve gerçek mahiyeti konusunda ancak şüpheler üretilen bir kişidir.
Fakat bu tür şüpheler bir peygamberden diğerine değişmeyen Allah dininin
özünden sapmaktan kaynaklanmaktadır.
O şunları söylerken "Benden daha önce inen
Tevrat'ı onaylayıcı olarak size haram kılınmış olan bazı şeyleri helâl ilân
etmek üzere..." derken. Mesihliğinin gerçek karakterini ortaya koyuyordu.
Musa'ya (selâm üzerine olsun) indirilen Tevrat -ki bu kitap o zamanın
ihtiyaçlarına ve İsrailoğullarının yaşam şartlarına uygun sosyal hayatı
düzenleyen hükümleri kapsıyordu. Zira Tevrat'ın öngördüğü dindarlık, belli
bir zaman diliminde, belli bir insan topluluğuna özgü bir yaşam tarzıydı.
Evet aynı Tevrat, Mesih'in (selâm üzerine olsun) peygamberliğinde de
güvenilir bir kaynaktı. O'nun peygamberliği de Tevrat'ı doğruluyordu. Bunun
yanında Allah'ın kendilerine haram kıldığı birtakım şeylerde düzeltmeler
yaparak onları helal kılıyordu. Aslında bu haram kılınan şeyler, zamanında
İsrailoğullarının günahları ve sapmaları sonucunda ceza olarak haram
kılınmıştı. Allah onlara helâl olan birtakım şeyleri haram kılmakla onları
uslandırmak istemişti. Sonra Allah'ın iradesi Mesih (selâm üzerine olsun)
ile onlara merhamet etmek istemiş, kendilerine haram kıldıklarından bir
kısmını helal kılmıştır.
Buradan da anlaşılıyor ki: Dinin karakteri
-hangi din olursa olsun- insan yaşamına bir düzenleme getirmeyi
kapsamaktadır.
Böyle din, yalnız ahlâki eğitim alanına sırf
vicdanî duygulara sadece ibadetlere ve sembolik uygulamalara yönelik tarafta
yetinmemektedir. Bunların yalnız birine yönelen sistem din olamaz. Öyleyse
din Allah'ın insanlar için belirlediği yaşam biçiminden insanın hayatını
Allah'ın sistemine bağlayan yaşam düzeninden başka bir şey değildir.
Allah'ın yoluna uygun bir biçimde insanın
hayatını düzenlemek isteyen herhangi bir dinde, imana dayalı inanç
unsurunun, ibadetin sembolik uygulamalarından, ahlâki değerlerden,
düzenleyici yasalardan birinin olmaması mümkün değildir. Bu alanların
herhangi birinde meydana gelecek olan kopukluk dinin psikolojik ve sosyal
yaşam üzerindeki edimini sonuçsuz kılacaktır. Ve bu din Allah'ın dilediği
biçimdeki din anlayışına ve dinin karakterine aykırı düşecektir. İşte
hıristiyanlığın uğradığı felâket budur. Tarihin birtakım cilveleri bir
taraftan son din gelinceye kadar ki belli bir zaman dilimi için gönderildiği
halde belirlenen zaman dilimini aşarak yaşamını sürdürmesi öbür tarafından
bu dinin sosyal düzenle ilgili yaşamaların tarafını; Ahlâk, ibadet ve
maneviyat tarafından ayırmıştır. Böylece yahudiler ile Mesih (selâm üzerine
olsun) Mesih'in Havarileri ve daha sonra O'nun dinine bağlananlar arasında
köklü bir düşmanlık baş göstermiştir. Bu da yasaları içeren Tevrat ile
Manevi dinlisi ve ahlâki uslandırmayı kapsayan İncil'in birbirinden
ayrılmasını doğurmuştur. Sonra bu yasalar belli bir zaman dilimine özgü ve
insanların belli bir topluluğuna mahsustur. Allah'ın taktirinde bu açığı
kapatacak kendisi için belirlenen zaman diliminde gönderilecek insanlığın
tamamını yönlendirecek sürekli kalıcı bir yasa (Şeriat) vardı.
Ne olursa olsun artık hristiyanlık yasasız
bir inanç konumuna düşmüştür. Bu nedenle de kendisine bağlanan ulusların
sosyal yaşamlarını idare etmekten aciz bir duruma düşmüştür. Sosyal hayatı
idare etmek, bütün evreni yorumlayan, insanın hayatını ve evrendeki konumunu
açıklayan insanla ilgili bir düşünceyi gerektirir. Bir ibadet sistemi ve
ahlâkî değerleri zorunlu kılar. Sonra bu inançla ilgili düşünceden ibadetle
ilgili sitemden ve ahlâk ile ilgili değer yargılarından kaynaklarına,
toplumun hayatını düzenleyici hükümleri zorunlu olarak gerektirir. İşte bu
temel nitelikleri taşıyan bir din ancak anlaşılabilir. Fonksiyonları ve
sağlıklı güvenceleri bulunan sosyal bir düzen kurmayı garanti edebilir.
Hıristiyanlık dininde bu ayrılık meydana gelince, Hıristiyanlık insan hayatı
içinde kapsamlı bir düzen olmaktan çıktı. Hıristiyanlar da manevi değerler
ile bütün hayatlarında yer alan pratik değerleri birbirinden ayırmak zorunda
kaldılar. Tabii ki hayatın, üzerinde kurulduğu sosyal düzen de bunların
arasındaydı. O zaman sosyal düzenlemeler tabii olan sarsılmaz temellerine
değil de başka temellere dayandırıldı. Dolayısıyla belli bir zemine
oturmadan havada kaldı ya da bozuk bir temele dayandırıldı!
Bu durum, insanın hayatında basit bir iş,
insanlık tarihinde de küçük bir olay değildir. Bu gerçek anlamda bir
felaketti. Talihsizliğin, şaşkınlığın, çözülmenin, sapmaların, bugünkü
Materyalist medeniyetin içinde yüzdüğü belâların başlıca kaynağı olan büyük
bir felaket. Bu ise, bugüne kadar hâlâ hıristiyanlığa -ki hıristiyanlık bir
yaşama sistemine sahip olmadığından sosyal bir düzenden de yoksun kalmıştır-
bağlı bulunan ülkelerde olsun büyük bir tehlike oluşturdu. Aslında
hıristiyanlığa tamamıyle sırtını dönen ülkelerde olsun büyük bir tehlike
oluşturdu. Aslında hıristiyanlığa sırtını dönen ülkeler de Hıristiyan
olduklarını ileri sürenlerden farklılık arz etmemişlerdir. Hazreti İsa'nın
getirdiği şekliyle Hıristiyanlık din kavramına gerçekten layık olan her
dinin özelliğinde olduğu gibi Mesihlik de bir dindir. Allah ile ilgili inanç
düşüncesinden ve bu düşünceye dayalı ahlâki değerlerden kaynaklanan hayatı
düzenleyici yasalardan oluşmuştur.
Bu kapsamlı ve birbirini tamamlayan sütunlar
olmadıkça Hıristiyanlıktan sözedilemez. Ve mutlak anlamda hiçbir dinden de
bahsedilemez! Bu kapsamlı ve birbirini tamamlayan temellere dayanmaksızın
insanın hayatı için gerekli manevi ihtiyaçlarına cevap verilemez. Hayatının
pratiğini oluşturacak maneviyatını, hayal ve ruhunu Allah'a doğru
yükseltecek sosyal bir düzen kurulamaz. Bu gerçek, Mesih'in (selâm üzerine
olsun) şu sözlerinde göze çarpan olgulardan biridir.
"`Benden daha önce inen Tevrat'ı onaylayıcı
olarak size haram kılınmış olan bazı şeyleri helâl ilân etmek üzere Rabbiniz
tarafın dan kesin bir kanıtla size geldim. Allah'tan korkunuz ve bana itaat
ediniz."
O bu gerçeği tebliğ ederken birinci büyük
gerçeğe dayanmaktadır: Hiçbir şüpheye yer bırakmayan Tevhid gerçeğine
istinad etmektedir.
"Ben size Rabbinizden bir mucize ile geldim.
Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Allah, benim de Rabbim sizin de
Rabbinizdir. Ona kulluk ediniz. Doğru yol işte budur."
Yüce Allah'ın dininin bütünü ile üzerinde
kurulduğu inanca dayalı gerçeği ilân etmektedir. Göstermiş olduğu mucizeleri
kendi katından getirmiş değildir. O bir insan olduğundan bu mucizeleri
yaratacak güçte olamaz. Kendisi bu mucizeleri Allah katından getirmiştir.
Onun çağrısı herşeyden önce Allah korkusu ve Peygamberine itaat temeline
dayanmaktadır. Sonra Allah'ın hem kendisinin hem de yaratıkların Rabbi
olduğunu pekiştirmektedir. İbadetle bu yüce Rabbe yönelmelerini
vurgulamaktadır. "Allah'tan başkasına kulluk yoktur." Sözünü kapsamlı bir
gerçek ile noktalıyor. Rabbi birleme, O'na kulluk etme, peygambere ve onun
getirdiği düzene itaat etme; "Bu doğru bir yoldur"... Onun dışında kalanlar
sapmadır, yanlıştır. Ve onlar asla din değildir...
HAVARÎLER
Meleklerin Meryem'e, beklenen oğlunun
vasıflarını, Peygamberliğini mucizelerini ve sözleriyle ilgili müjdelerini
belirten ayeti kerimeler doğrudan doğruya İsa'nın (selâm üzerine olsun)
İsrailoğullarının inkâra kalkışacaklarını anlamasını ifade ettikten sonra
Allah'ın dinini tebliğ etmek amacıyla kimin kendisine destek olacağını
tesbit edişine geçmektedir.
52- İsa, İsrailoğulları'nın
inkarcı tutumlarını görünce Allah uğrunda bana yardımcı, destekçi olacak
olanlar kimlerdir?' diye sordu. Havariler `Biz Allah'ın destekçileriyiz,
Allah'a iman ettik, şahid ol ki biz müslümanız' dediler.
53- `Éy Rabbimiz, indirmiş
olduğun mesaja inandık, Peygambere uyduk, bizleri bu mesajın canlı şahitleri
arasına yaz :
Burada ayetlerin anlatımında büyük bir boşluk
göze çarpmaktadır. İsa'nın doğuşu, annesinin onu topluluğa göstermesi ve
kendisinin de beşikte onlarla konuşması, yetişkin yaşta kavmine çağrıda
bulunması anlatılmamıştır. Ayrıca annesinin müjdelenmesinde sözü edilen bu
mucizelerin onun tarafından kendilerine. sunulması söz konusu edilmemiştir.
Kıssanın bu kesiti Meryem suresinde anırtılmıştır. Kur'an kıssalarında bu
tür boşluklara rastlanmaktadır. Zira bu kıssalarda, bir taraftan aynısı ile
tekrara yer verilmiyor, bir taraftan da yalnız surenin konusu ve temasıyla
ilgili halkalar ve buna ilişkin sahnelerin verilmesi yeterli görülüyor.
Herbirinin ardından, Allah'ın varlığına tanıklık ettiği, Allah'ın kudretinin
kendisini desteklediği gibi insanların gücünü aşan mucizelerin hepsini
gözler önüne seren Mesih, İsrailoğulları'nın birtakım bağlarım ve
yükümlülüklerini hafifletmek için gönderilmiş olmasına rağmen,
İsrailoğullarının inkara kalkışacaklarını anlıyor. İşte bu sırada nihai
çağrısını yapıyor:
"Allah uğrunda bana yardımcı, destekçi olacak
olanlar kimlerdir?"
Allah'ın dinine, mesajına, sistemine ve
düzenine çağırmada kim bana destek olur? Kim bana yardım eder ki ona
tebliğde bulunayım ve onunla görevimi yerine getireyim? Her inanç ve dâva
sahibinin yanında, kendisi ile beraber hareket eden onun davranışını
yüklenen, savunan, ulaşabildiklerine ulaştıran ve ondan sonra davasını
yaşatan destekçilerin bulunması gerekir.
"Havariler: Biz Allah'ın destekçileriyiz
Allah'a iman ettik. Şahit ol ki müslümanız."
Havariler burada İslam'ı, dinin özü anlamında
kullanıyor. İsa'yı (selâm üzerine olsun) bu müslümanlıklarına ve Allah'ın
yardımına... Yani onun Peygamberlerinin, dininin ve hayat sisteminin
yardımına koşmalarına tanık tutuyorlar. Sonra Rabblerine yöneliyorlar ve
pratik olarak yaşadıkları bu olaylarda doğrudan Allah ile ilişki kuruyorlar:
"Ey Rabbimiz! İndirmiş olduğun mesaja inandık
ve Peygamber'e uyduk. Bizleri bu mesajın canlı şahidleri yaz."
Allah ile doğrudan sözleşmek için bu
yönelişte önemli bir nokta var. Mümin başta Rabbi ile sözleşme yapar.
Peygamber onu tebliğ ettiğinde inanç hususunda Peygamberin görevi biter,
Allah ile sözleşme gerçekleşir. Bu sözleşme peygamberden sonra da mümini
bağlayıcı niteliktedir. Bu sözleşmede peygambere uyulacağına dair söz
verilmiştir. Mesele, vicdanda yer alan bir inançtan ibaret değildir.
Burada önemli olan belirlenen yolu izlemek ve
bu yolda Peygambere uymaktır. İşte İslâm'ın bu anlamı, gördüğümüz gibi aynı
zamanda surenin öteden beri üzerinde yoğunlaştığı ve değişik üslûblarla
tekrar ettiği bir olgudur.
Havarilerin sözlerindeki başka bir ifade
ayrıca dikkat çekiyor. .
"Bizi şahidlerle beraber yaz."
Ne şahidliği ve hangi şahitler? Allah'ın
dinine iman etmiş müslümanın, bu dine tanıklık etmesi istenmektedir. Bu
tanıklık, dinin hayatta kalma hakkını pekiştirecek bir tanıklıktır. Bu dinin
insanlara vermek istediği hayırlı mesajı destekleyen bir şahidliktir. Kişi
canıyla, ahlâkıyla, yaşantısıyla, hayatıyla bu dinin canlı bir şekli
olmadıkça bu şahidliğin gereğini yerine getirmiş olamaz. Bu öyle canlı bir
tablodur ki insanlar onda bu dinin var olmaya daha lâyık olduğunu,
yeryüzünde var olan diğer sistemlere, düzenlere ve organizasyonlara oranla
daha iyi ve daha üstün olduğunu rahatlıkla görebilmektedirler.
İnsan hayatının temelini, toplumun düzenini,
kendisinin ve toplumunun yasasını bu dinden almadığı, bu çerçevede bir
toplum kurmadığı, bu sağlam ilâhî sisteme uygun olarak işlerini idare
etmediği,bu toplumu kurmak ve bu yaşam biçimini gerçekleştirmek uğrunda
cihad etmediği, toplum hayatında Allah'ın sistemini gerçekleştirmeyen başka
bir toplumun gölgesinde gerçekleştirmeyen başka bir toplumun gölgesinde
yaşamaktansa ilahi nizamın uğrunda ölmeyi tercih etmediği sürece bu
şehadetin gereğini ödemiş olmaz.
Böylece insan, bu dinin bizzat yaşamaktan
daha hayırlı olduğuna, yaşayanların elde etmeye çalıştığı en değerli
varlıktan daha aziz olduğuna şehadet etmiş olacaktır. Bu nedenle o "şehid"
diye anılacaktır.
İşte bu havariler, kendilerini Allah'ın
dinine şahidlik edenlerle birlikte yazması için Allah'a dua ediyorlar. Yani
bu dinin canlı bir örneği olabilmeleri için kendilerine yardım etmesini ve
başarılı kılmasını, O'nun hayat sistemini gerçekleştirme, bu sistemin pratik
olarak yaşandığı bir toplum kurma uğrunda cihad etmeye göndermesini
diliyorlar... İsterse, bu dinin gerçeğine "şahidlik edenlerden olma
kendilerine hayatları pahasına mâl olsun!
Bu dua, kendisinin müslüman olduğunu iddia
eden herkesin üzerinde düşünmesi gereken bir niyazdır. İşte Havarilerin
anladığı İslâm budur. Gerçek müslümanların vicdanlarındaki İslâm budur!
Dinine karşı bu şahidlikte bulunmayan ve onu gizleyen, kalben günahkârdır.
Kişi müslüman olduğunu iddia edèrde kendisi İslâm'ın öngördüğü bir hayat
yaşamaz veya bunu kendi içinde yaşar, fakat onu hayatın her alanında
uygulamaz da kendi yaşamını dinin yaşamasına tercih edip Allah'ın hayat için
öngördüğü yaşam biçimini yürürlüğe koymak için cihad etmezse o şahitliğinde
gedik açmış olur. Veya bu dinin tersine bir şehadette bulunmuş olur. Böyle
bir şehadet, başkasının da bu dini kabullenmesiyle engel olacaktır. Çünkü
başkaları, bu dine bağlı olanların ondan yana değil onun aleyhine şahidlik
ettiklerini göreceklerdir! Kendisi iman edenlerden olmadığı halde, bu dine
iman ettiğini iddia etmek suretiyle başkalarını Allah'ın dininden
alıkoyanlara yazıklar olsun.
Şimdide âyetler İsa (selâm üzerine olsun) ile
Yahudiler arasında geçen kıssanın sonuna değiniyor.
54- Hile yaptılar. Allah da
onları cezalandırdı. Ve Allah hile yapanların cezasını en iyi verendir.
55- Hani Allah şöyle demişti;
`Ey İsa, ben senin canını alacak, katıma yükseltecek ve kâfirlerin
iftiralarından arındıracağım, sana uyanları da kıyamet gününe kadar
kâfirlere üstün kılacağım. Sonra hepiniz bana döneceksiniz ve ben
anlaşmazlığa düştüğünüz konularda aranızda hüküm vereceğim.'
56- Kâfirler var ya, onları
ağır bir azaba çarptıracağım, onların hiçbir yardımcısı olmayacaktır.
57- İman edip salih ameller
(iyi işler) yapanlara gelince, Allah onların mükafatlarını eksiksiz olarak
verecektir, Allah zalimleri sevmez.
Kendi peygamberleri İsa'ya (selâm üzerine
olsun) inanmayan yahudilerin tezgahladığı tuzak gerçekten enine boyuna büyük
bir tuzaktır. Yahudiler İsa'ya (selâm üzerine olsun) ve erkek eli değmemiş
olan annesine iftira ettiler. Bir ara Meryem ile evlenmek isteyen fakat
İncil'lerinde belirttiği gibi, O'nunla evlenmeyen Yusuf en-Neccar ile ilişki
kurmakla suçladılar... Ona yalancılık ve sihirbazlık itham ettiler.
Kendisini Roma İmparatoru Platos'a jurnàl ettiler; Hz. İsa'nın halkları
hükümete karşı ayaklandıran bir "anarşist" olduğunu ileri sürdüler!
Halkların inançlarını sarsan ve karıştıran büyücü biri olarak göstermeye
çalıştılar! Nihayet, Kral O'nu kendi elleriyle cezalandırmaları için
Yahudilere teslim etti. Platos putperest olduğu halde, adamın bu suçu
işlemiş olduğunu gösteren hiçbir şüphenin izine rastlamamıştı. Bu onların
kurdukları desîselerden sadece bir tanesidir.
"Yahudiler İsa'ya karşı komplo düzenlediler.
Allah da onların komplolarını boşa çıkardı."
Burada onların planları ile Allah'ın planları
arasındaki benzerlik yalnız ifade biçiminde göze çarpmaktadır. Tezgâh; plan
demektir. Karşılarına Allah'ın planını çıkarmakla onların tezgahlarının ve
hilelerinin ne kadar gülünç olduğunu ortaya koyuyor. Onlar nerede; Allah
nerede? Onların tezgahları nerede Allah'ın plânları nerede? Onlar Hz. İsa'yı
(selâm üzerine olsun) asmayı ve öldürmeyi istediler. Allah ise, O'nu vefat
ettirmeyi ve kendisine yükseltmeyi diledi. Küfredenlerin arasında
yaşamaktan, pis ve aşağılık yaratıklar olanlardan arındırmak ve kıyamet
gününe kadar O'na bağlananları kafirlere üstün kılmakla ikramda bulunmak
istedi. Neticede Allah'ın dilediği oldu. Ve Allah tuzak peşinde koşanların
tezgahlarını etkisiz bıraktı:
"Hani Allah şöyle demişti: "Ey İsa, ben senin
canını alacak, katıma yükseltecek ve kafirlerin iftiralarından
arındıracağını, sana uyanları da kıyamete kadar kafirlerden üstün kılacağım.
Sonra hepiniz bana döneceksiniz. Ve ben anlaşmazlığa düştüğünüz konularda
aranızda hüküm vereceğim."
Fakat O'nun vefatı nasıl gerçekleşti ve o
nasıl yükseltildi... Bu konu Allah'tan başkasının yorumunu bilemeyeceği
"müteşabih" kapsamına giren gayb meselesidir. Onları araştırmakla elde
edilecek yararlı bir sonuç yoktur. Ne inançta ne de hukukta bunun bir yararı
olmaz. Bu meselelerin peşine düşenler ve onları tartışma konusu edenler
sonunda kuşkuya kapılırlar, kafaları karışır ve çıkmaza girerler. Allah'ın
bilgisine havale edilen bu meselede ne kesin bir gerçeğe ne de gönül
huzuruna kavuşabilirler. Allah'ın İsa'ya bağlı olanları kıyamet gününe kadar
kafirlerden üstün kılacağı meselesine gelince burada yorumda bulunmak zor
olmayacaktır. Ona bağlı olanlar Allah'ın doğru dinine... İslâm'a iman
edenlerdir. Tüm peygamberlerin gerçekliğini tanıdığı, her peygamberin
kendisine çağırdığı Allah'ın gerçek dinine iman eden herkesin inandığı dine
iman edenlerdir... Bu nitelikleri taşıyanlar ise, Allah'ın terazisinde
kıyamete kadar kafirlerden üstündür. İman gerçeği ve bağlılık gerçeği ile
kafirlerin ordusuna karşı koydukları sürece bu üstünlük somut bir hakikat
olarak hayatta gözlenecektir. Allah'ın dini tektir. Meryem oğlu İsa'da
kendisinden önceki ve sonraki peygamberlerin getirdiği gerçeğin aynısına
çağrıda bulunmuştur. Hz. Muhammed'e (salât ve selâm üzerine olsun) uyanlar,
Adem'den (selâm üzerine olsun) zamanın sonuna kadar geçen bütün peygamberler
kervanına uymuş olurlar.
Bu kapsamlı anlayış, sûrenin anlatımına ve bu
anlatımın üzerinde yoğunlaştığı din gerçeğine de uygun düşmektedir. Ayetler
Allah'ın, Hz. İsa'ya (selâm üzerine olsun) haber vermesi sayesinde hem
müminlerin hem de kafirlerin son duraklarına da değinmektedir.
"Sonra dönüşünüz yalnız banadır"..
"Hani Allah şöyle demişti; `Ey İsa, ben senin
camı alacak, katıma yükseltecek ve kâfirlerin iftiralarından arındıracağım,
sana uyanları da Kıyamet gününe kadar kâfirlere üstün kılacağım. Sonra
hepiniz bana döneceksiniz ve ben anlaşmazlığa düştüğünüz konularda aranızda
hüküm vereceğim."
"Kâfirler varya, onları ağır bir azaba
çarptıracağım, onların hiçbir yardımcısı olmayacaktır."
"İman edip salih ameller (iyi işler)
yapanlara gelince Allah onların mükâfatlarını eksiksiz olarak vérecektir,
Allah zalimleri sevmez."
Bu ayetlerde cezanın ciddiyeti ve asla
şaşmayan, hiçbir yersiz umut ve iftira ile ilişkisi olmayan adaletin
ciddiyeti açıklanıyor.
Bu, kendisinden kaçılamayacak Allah'a
dönüştür. Ayrılığa düşülen konularda Allah'ın hiçbir şekilde
reddedilemeyecek hükmünü vermesidir. Kafirler için hem dünya hem de ahirette
ağır bir işkencedir ve kimse onlara destek olmayacaktır. İman edenlere salih
amel işleyenlere mükafatları hiçbir arttırma ve eksiltmeye yer verilmeksizin
verilişidir... "Allah zalimleri sevmez..." Zalimleri sevmediği halde
zulmetmekten uzaktır.
Öyleyse ehl-i kitabın, "Sayılı birkaç gün
dışında bize ateş dokunmaz" anlamındaki bütün sözleri, Allah'ın adalet
sistemindeki "ceza" ile ilgili hayal üzerine düzdükleri bütün bu anlayışlar
boştur. Boştur... Bir temele dayanmamaktadır.
KISSADAKİ HAKİKAT
Ayeti kerimelerin seyri, tartışmanın ve
mücadelenin etrafında dönüp dolaştığı Hz. İsa hakkında kıssadan çıkarılacak
temel gerçekleri belirtmeye başlamaktadır. Hz. Peygamber'e (salât ve selâm
üzerine olsun) ehl-i kitabla aralarındaki diyaloğa ve tartışmaya son
verecek, getirdiği ve kendine çağrıda bulunduğu davanın gerçekliğinde net
bir açıklık ve kesin bir inançla karar kılacak bir karşı koyuşu telkin
etmekle sona ermektedir:
58- Sana okuduğumuz bu
kıssalar ve direktifler, ayetlerden ve hikmetli zikirdendirler.
59- Allah katında İsa örneği,
Allah'ın topraktan yarattıktan sonra ' ol" demesi ile oluveren Adem örneği
gibidir.
60- Bu anlattıklarımız
Rabbinden gelen gerçektir. Sakın kuşkuya kapılanlardan olma.
61- Sana gelen bilgiden sonra
kim bu konuda seninle tartışacak olursa de ki; `Geliniz, evlatlarımızı ve
evlatlarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendinizi ve kendimizi
biraraya çağıralım; sonra karşılıklı lânetleşerek Allah'ın lânetinin
yalancıların üzerine olmasını dileyelim.
62- Bu anlatılanlar gerçek
olaylardır. Allah'tan başka ilah yoktur. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve
hikmet sahibidir.
63- Eğer sırt çevirirlerse
kuşkusuz Allah kimlerin bozguncu olduğunu bilir.
64- Deki; `Ey kitap ehli,
sizinle aramızda ortak olan şu söze geliniz: Sırf Allah'ın kulluk edelim,
hiçbir şeyi O'na ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp birbirimizi ilâh
edinmeyelim.'
Aynı şekilde bu açıklamanın da başta Hz.
Muhammed'e (salât ve selâm üzerine olsun) gönderilen vahyin doğruluğuna
parmak basmakla işe başladığını görüyoruz: "Sana okuduğumuz bu kıssalar ve
direktifler, ayetlerden ve hikmetli zikirlerdendir"
Bu kıssalar ve bu Kur'anî direktiflerin
tamamı Allah tarafından bir vahiydir. Allah onları Peygamberine okuyor.
İfade şeklinde değer verme, yakınlık ve sevgi var. Yüce Allah, Peygamberi
Muhammed'e okumayı öğretmeyi bizzat üzerine aldıktan sonra geriye ne kalır?
Ayetlerin ve "Zikr-i Hakîm"in okumasını... Kuşku yok ki O, hikmet sahibidir.
İnsanın ruhu ve hayatındaki büyük gerçekleri, fıtrata hitap eden bir yöntem
ve uygun bir yolla belirtir. Bu biricik kaynağın dışından kaynaklanan,
alışılmadık bir biçimde, şefkat ve sevgi ile onlara ulaşmaya çalışır.
Sonra Hz. İsa'nın (selâm üzerine olsun)
gerçekliği ve herşeyi var ettiği gibi, İsa'yı da var eden, yaratma ve
iradenin özelliğini belirtmede kesin açıklamalar getiriliyor:
"Allah katında İsa örneği, Allah'ın topraktan
yarattıktan sonra "ol" demesi ile oluveren Adem örneği gibidir."
İsa'nın doğuşu, insanların alışageldiği
realitelerle kıyaslandığında gerçektèn ilginçtir. Fakat insanlığın babası
Hz. Adem'in yaratılışına kıyas edildiğinde ilginç tarafı kalır mı? -Doğuşu
nedeniyle- İsa konusunda tartışma yapan, mücadele eden ve babasız olarak
yaratıldığındàn dolay O'nun etrafında kuruntu ve masallardan ağlar örmeye
çalışan ehli kitap... Evet aynı ehli kitap, Adem'in topraktan yaratıldığını
Allah'ın ruhundan soluk üflenmekle O'na bu insani organizmanın
kazandırıldığını kabul ediyor... İsa'nın etrafında ördükleri masalları
hikayeleri Adem in etrafında örmeye çalışmıyorlar! Adem için; O'nun Lahuti
bir tabiatı vardır" demiyorlar! Halbuki Adem'in kendisinden insan olarak
yaratıldığı unsur, İsa nın babasız olarak doğmasına neden olan unsurun
aynısıdır: Her ikisinde de temel faktör ilahi nefhadır! Ve bu İlâhî nefha da
"ol!" sözünden başka bir şey değildir. Yaratılmak istenen herşey onunla
yaratılır: "O da oluverir".
Böylece bu gerçeğin... Hz. İsa gerçeğinin...
Hz. Adem gerçèğinin... Bütünü ile yaratma gerçeğinin yalınlığı ortaya çıkar.
Kolayca ve net bir biçimde insanın gönlüne iner. Öyleki insan onà hayret
eder: Allah'ın büyük yasasına, yaratma ve geliştirme yasasına birden uygun
düşen bu olay etrafında nasıl tartışma körüklenebilir?
İşte "Zikri Hakim"in fıtrata, fıtratın
realitesine dayalı yalın mantığıyla hitap etmede izlediği yol budur. Bu
yolla en karmaşık problemler o kadar kolay ve rahat çözülüyor ki hayran
olmamak mümkün mü?
Ayetlerin akışı problemi bu açıklama
noktasına getirdikten sonra Hz. Peygamber e (salât ve selâm üzerine olsun)
yöneliyorken, kendisi ile beraber bulunan, kendisine okunmakta olan algısı
ile pekiştirildiği gibi, zaman zaman ehli kitap tarafından körüklenen
şüphelerin, karıştırmaların ve çirkin saptırmaların bazıları üzerinde,
etkili olduğu etrafındaki müslümanların algılariyle de pekiştirilen gerçek
üzere diretmeye yöneltmektedir.
"Gerçek senin Rabbindendir; şüphe edenlerden
olmaz"...
Rasulüllah (salât ve selâm üzerine olsun)
hayatının hiç bir anında Rabbinin kendisine okuduğundan şüphe etmedi ve
onlardan kuşkulanmadı. Bu uyarı ancak Hak üzere sebat etmesine teşviktir. Bu
sırada müslüman cemaatın kendi bireylerinden bazıları aracılığıyla ne denli
desîselerle karşı karşıya olduğunu kavrayabiliyoruz. Aynı şekilde müslüman
ümmetin bütün nesiller boyunca bu düzenbazlıklardan neler çektiğini
çıkarabiliyoruz. Düzenbazların ve aldatıcıların karşısında müslümanların
Hakk üzere sebat etmesinin zorunlu olduğunu, düşmanların her asırda daha
modern yöntemlerle onu bu gerçekten alıkoymaya çalıştığı idrak ediyoruz.
Burada mesele aydınlandıktan ve gerçek net
olarak ortaya çıktıktan sonra yüce Allah, sevgili Peygamberini açıklık
kazanan meselede, bu apaçık gerçekle ilgili olarak tartışma ve cedelleşmeyi
bırakmaya çağırıyor: Aşağıdaki ayetle açıklandığı şekilde onları
lanetleşmeye çağırmasını istiyor:
"Sana gelen bilgiden sonra kim bu konuda
seninle tartışacak olursa de ki; "Geliniz, evlatlarımızı ve evlatlarınızı,
kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi biraraya çağıralım;
sonra karşılıklı lânetleşerek Allah'ın lânetinin yalancıların üzerine
olmasını dileyelim."
Hz. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun)
bu konuda kendisi ile tartışanları bu kalabalık toplantıya çağırmış ve iki
taraftan hangisi yalancıysa, Allah'ın ona lanet etmesini dilemelerini
istemişti. Fakat onlar işin sonundan endişe ederek lanetleşmeye
yanaşmamışlardı. O zaman gerçek açık biçimde ortaya çıkmıştı. Rivayetlerin
bildirdiğine göre onlar, toplumlarındaki konumlarını korumak, kilise
adamlarının yararlandığı otorite, makam, menfaat ve nimetleri elden
kaçırmamak için bu gerçeğe teslim olmamışlardı! Bu dinden alıkoyanların
muhtaç olduğu şey apaçık delil değildi. İnsanları gizli kapaklı tarafı
bulunmayan apaçık gerçekten alıkoyan menfaatler, maddi beklentileri ve heva
ve heves peşinde koşmalarıydı.
Lanetleşmeye çağıran ayeti kerimelerden sonra
-belki de bu ayetler onların lanetleşmeye yanaşmamalarından sonra inmiştir-
Vahiy hakikati... Kıssaların gerçeği yani konunun eksenini oluşturan
Vahdaniyet gerçeği açıklanıyor. Hakikatten yüz çevirenler ve bu yüz
çevirmeleriyle yeryüzünde bozgunculuk yapanlar tehdit ediliyor:
"Eğer sırt çevirirlerse kuşkusuz Allah
kimlerin bozguncu olduğunu bilir"
"Bu anlatılanlar gerçek olaylardır. Allah'tan
başka ilâh yoktur. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir."
Bu nassların belirttiği gerçekler daha önce
de belirtilmişti. Bunlar lanetleşme çağrısından ve onun reddedilişinden
sonra pekiştirme için anlatılmaktadır. Burada yeni olan, gerçekten sırt
çevirenlerin bozguncular diye nitelenmeleri ve Allah'ın bozguncuları bildiği
gerçeğiyle onların tehdit edilmesidir.
Tevhid gerçeğinden yüz çevirenlerin
üstlendikleri bozgunculuk büyük bir fesattır. Realite olarak bozgunculuğun
kaynağı, bu gerçeği kabul etmeye yanaşmamaktan başka bir şey değildir. Bu
kabul ediş sadece dille onaylamak şeklinde olamaz. Dil ile onayın hiç bir
değeri yoktur. Olumsuz anlamdaki kalp ile kabul edişin de bir değeri olamaz.
Çünkü bu kabul ediş insanların hayatlarında realiteye dayalı etkilerini
ortaya çıkarmaz. Bozgunculuğun başlıca kaynağı, bu gerçeği insan hayatının
realitesinde kendisinden ayrılmayan etkileriyle beraber kabul etmekten yan
çizmektir. Tevhid gerçeğinin birinci ve ayrılmaz parçası ilâhlığı bire
indirgemek ve dolayısıyla kulluğun da bir olduğunu kabul etmektir. Allah'tan
başkasına kulluk yoktur. Allah'tan başkasına itaat yoktur. Allah'tan başka
hiç kimseden emir almak yoktur. Allah'tan başka kulluk yapılacak kimse
yoktur.
Allah'tan başka itaat edilecek kimse yoktur.
Ondan başka emir alınacak kimse yoktur. Kanun koymada emir alma, değer
yargıları ve kuralları belirlemede emir alma, eğitim ve ahlâkta emir alma,
insanın hayat düzeni ile ilgili her şeyde emir alma kaynağı Allah'tır. Böyle
hareket edilmediği sürece bu şirkin ve küfrün kendisidir. İstediği kadar
dille kabul edilsin; insanların tüm hayatlarında, teslimiyet, itaat,
kabullenme ve sahiplenme gibi somut verilerini meydana getirmeyen pratiğe
dönüşmeyen kalp ile kabul edişlerin bir değeri olmayacaktır.
İşlerini idare eden bir tek ilah olmadan
bütünü ile bu evrenin işi düzelmez ve durumu düzene girmez: "İkisinde
Allah'tan başka ilahlar olsaydı ikisi de bozulurdu" (Enbiya suresi; 22)
İnsanlara göre ilahlığın en belirgin özellikleri şunlardır: Kulların kulluk
etmesi, insanların hayatlarında egemen yasalar belirlemesi ve onlara bir
takım ilkeler koyması... Bunların herhangi birisinde kendisinin hak sahibi
olduğunu iddia edenler, ilahlığın en belirgin özelliklerini kendilerinde
görüyor ve kendilerini Allah'a rağmen, insanların Rabbi konumuna sokuyor
demektir.
Yeryüzünde bu türden ilahların çoğaldığı..
İnsanların birbirine tapınmaya başladığı noktadaki bozgunculuk kadar çirkin
bir bozgunculuk örneği gösterilemez. Kullardan bir kulun, insanların bizzat
kendisine itaat etmesi gerektiğini bizzat kendisinin onların hayatlarına
hükmedecek yasaları belirleme hakkına sahip olduğunu, bizzat kendisinin
değer yargılarını ve ilkeleri belirleme hakkı olduğunu iddia etmesi
sırasındaki bozgunculuk... Bu kendisini putlaştıranlar Firavun gibi "Ben
sizin en yüce Rabbinizim"·(Naziat suresi; 24) demese de ilahlık iddiasında
bulunuyor demektir. Bu putlaşmalara yücelik verip kabul etmek ise, Allah'a
ortak koşmak ya da O'nu inkar etmektir. Bu ise yeryüzündeki bozgunculuğun en
çirkin şekillerinden biridir.
İLÂHÎ ÇAĞRI
Onun için ayetlerin akışı içinde bu tehditten
sonra ehli kitabın ortak bir söze daveti yer almaktadır. Yalnız Allah'a
kulluğa, O'na ortak koşmamaya ve birbirini Allah'ın dışında Rabbler
edinmemeye davet. Aksi takdirde bu mesaja aykırı bir davranış hiçbir
konuşmaya ve tartışmaya yer verilmeyecek bir yol ayrımını gerektirecektir:
"De ki: "Ey kitap ehli, sizinle aramızda
ortak olan şu söze geliniz: Sırf Allah'a kulluk edelim, hiçbir şeyi O'na
ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp birbirimizi ilah edinmeyelim."
Şüphesiz ki bu insaflı bir çağrıdır.
Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) kendisinin ve beraberindeki
müslümanların onlara üstünlük sağlamaya çalıştığı bir çağrı değildir. Ortak
bir çağrıdır. Hepsi aynı hizada O'nun önünde duracaktır. Bazısı bazısına
üstünlük taslamayacak, bir kısmı bir kısmını kul edinmeyecektir. Bu çağrıyı
inatçı, bozguncu, sarsılmaz gerçeğe gelmek istemeyenden başkası reddedemez.
Bu, yalnız Allah'a kulluğa çağrıdır. Ona
hiçbir varlığı.. hiçbir insanı hiçbir taşı ortak koşmamaya çağrıdır.
İnsanların birbirlerini hiçbir Nebiyi, hiçbir Resulü Allah ile birlikte ilah
edinmemesine çağrısıdır. Peygamberlerin hepsi de Allah'ın kullarıdır. Allah
onları emirlerini tebliğ etsinler diye seçmiştir. İlahlık ve Rububiyette
kendilerini Allah'a ortak etsinler diye değil...
"Eğer sırt çevirirlerse, deyin ki: Bizim
müslüman olduğumuza tanıklık edin" Eğer ortaksız olarak yalnız Allah'a
ibadet etmeyi, yalnız Allah'a kulluk ki bu iki eylem, kulların uluhiyete
karşı tutumlarını belirlemektedir reddederlerse... "Eğer yüz çevirirlerse,
deyin ki: "Bizim müslüman olduğumuza tanıklık edin"
Müslümanlarla Allah'a rağmen birbirlerini
Rabbler edinenler arasındaki bu karşılaştırma, müslümanların kimliğini net
ve kesin olarak ortaya koymaktadır. Müslümanlar yalnız Allah'a ibadet
edenler, kendisine kul olmaya yalnız Allah'ı lâyık görenler ve Allah'a
rağmen birbirini Rabbler edinmeyenlerdir. Müslümanları diğer uluslardan ve
inançlardan, müslümanların yaşam tarzını, bütün insanların yaşam tarzından
ayıran başlıca nitelikler bunlardır. Ya bu nitelikler onların üzerinde
gerçekleşecek ve onlar müslüman olacaktır. Ya da bu vasıflar onların
üzerinde gerçekleşmeyecek ve ne kadar müslüman olduklarını iddia etselerde
müslüman olmayacaklardır!
İslâm insanları, kullara kulluktan kurtaran
tam bir özgürlüktür. İslâm nizamı da diğer düzenler arasında özgürlük
hareketini gerçekleştiren biricik düzendir. İnsanlar, yeryüzü kaynaklı
düzenlerin hepsinde birbirini Allah'a rağmen Rabbler edinirler.. Bu
birbirini rabb edinme olayı en katı dikta rejimlerinde göze çarptığı gibi,
en ileri demokrasilerde de ortaya çıkmaktadır. İlahlığın en başta gelen
özelliği, insanları kendisine taptırma ve kurumlarını, sistemlerini
yasalarını, kanunlarını, değer yargılarını ve ilkelerini benimsetmedir. Bu,
yeryüzü kaynaklı bütün düzenlerde şu veya bu şekilde birtakım insanların
tekeline girmiştir. Şu veya bu konumda insanlardan bir topluluğa havale
edilmiştir. Geniş halk kitlelerinin kendisinin belirlediği yasalara, değer
yargılarına, ilkelerine ve düşüncelerine boyun eğdiği bu topluluk yeryüzü
ilahlarıdır. İnsanların ilahlık ve rububiyet özelliklerini kendilerinde
görmelerine izin vermeleri ve Allah'a rağmen birbirlerini rabler
edinmelerinin tipik örneğidir bu. İnsanlar, bu ilahları böyle kabul etmekle,
onlara secde etmeseler de, önünde eğilmeseler de Allah'a rağmen onlara
kulluk etmiş olurlar. Zira kulluk Allah'tan başkasına yönelme imkanı olmayan
bir ibadettir. İşte ancak İslam nizamında insan bu boyunduruktan kurtulur.
Özgürlüğe kavuşur. Düşüncelerini, düzenlerini, yaşam biçimlerini,
yasalarını, kanunlarını, değer yargılarını ve ilkelerini yalnız Allah'tan
alan bir özgürlüğe kavuşur. Bu konuda onun konumu diğer tüm insanların
konumu gibidir. O ve diğer bütün insanlarla eşit konumdadır. Hepsi aynı
düzeydedir. Hepsi Allah'ın emrindedir. Allah'a rağmen birbirlerini Rabbler
edinmezler. İşte bu anlamıyla İslâm, Allah katında kabul gören tek dindir.
Ve tüm Peygamberlerin Allah katından getirmiş olduğu din budur. Allah,
peygamberleri bu din ile gönderdi ki, insanları kullara kulluktan kurtarıp
Allah'a kul etsinler. Kulların zulmünden Allah'ın adaletine
kavuştursunlar... Bundan yüz çeviren Allah'ın şehadetine göre müslüman
olmamıştır.. Meseleyi çarptıranlar istediği kadar çarptırsın... Saptıranlar
istediği kadar saptırmaya çalışsın.
"Allah katında geçerli olan din İslâm'dır."
(Al-i İmran suresi; 19)
Sûrenin bu bölümü, baştaki geniş ve temel
çizgiye paralel olarak devam etmektedir. Ehli kitap ile müslüman cemaat
arasındaki savaş... İnanç savaşı çizgisi. Bu dinin düşmanları tarafından
yapılan çalışmalar, oyunlar, tuzaklar, aldatmalar, yalanlar, planlar, hakk
ile batılı karıştırmalar, şüphe ve kuşku tohumlarım yayma; bu ümmete kötülük
etmek ve zarar vermek için ortaya koydukları ardı arkası kesilmez amansız
mücadeleyi dile getirmektedir... Sonra... Kur'an'ın bunların hepsine karşı
koyuşu.. Kur'an'ın müminleri, üzerinde bulundukları Hakkın gerçekliği ile
düşmanlarının üzerinde bulunduğu batılın gerçekliği, bu düşmanların
kendilerine karşı kurdukları tuzakların mahiyeti bilincine erdirmesi...
Sonra bu düşmanların vasıflarını, karakterlerini, ahlâklarını, eylemlerini
ve niyetlerini müslüman cemaatin gözleri önüne sermesi. Müslüman cemaate
düşmanlarının mahiyetini bildirmesi, kendilerine yakıştırdıkları bilgi ve
marifet süslerini kaldırması ve aldatılmış müslümanların onlara güvenlerini
yok etmesi önemlidir. Müslümanları onların tutumlarından nefret ettirmesi.
Onların tuzaklarım gözler önüne serip çirkinliklerini göstermekle, kimseyi
kandıramayacak ve kimseye şirin görünmeyecek şekilde etkisiz bırakması
detaylıca ele alınmıştır.
Bu bölüm, ehli kitabın Hz. İbrahim (selâm
üzerine olsun) hakkında tartışmak suretiyle düşmüş oldukları gülünç duruma
parmak basmakla söze başlı-yor. Yahudiler. İbrahim'in yahudi olduğuna
inanıyor. Hıristiyanlar da O'nun Hıristiyan olduğuna inanıyor. Halbuki
İbrahim Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan; Tevrat'tan ve İncil'den önce
yaşamıştır. Bu konuyu bu tarzda tartışmak hiçbir delile dayanmadan münakaşa
etmektir. Sonra İbrahim'in üzerinde bulunduğu hakikat belirtiliyor. O, İslâm
üzerindeydi... Allah'ın sağlam dini üzerinde... Allah'ın dostları onun yolu
üzerinde yürüyenlerdir.. ve Allah bütün müminlerin dostudur. Böylece
Yahudilerin ve Hıristiyanların da iddiaları suya düşüyor. Asırlar boyunca
Allah'ın peygamberini ve onlara iman edenleri birbirine bağlayan İslâm
çizgisi netleşiyor.
`Gerçekten İbrahim'e en yakın insanlar O'na
uymuş olanlar ile bu Peygamber ve de O'na inananlardır. Allah müminlerin
dostudur."
Ardından ehli kitabın Hz. İbrahim ya da diğer
peygamberler hakkında kuşkulandırmaların ve gizli olan temel amacın ne
olduğu belirtmektedir. Sûrenin daha önceki bölümlerinde ve gelecek
bölümlerde de belirtildiği gibi, bu temel amaç; müslümanları dinlerinden
saptırmak ve onları inançlarında kuşkuya düşürmekti. Bu nedenle ayetler
saptıranlara azarlamalar yöneltmektedir:
"Ey Kitap ehli, niye göz göre göre Allah'ın
ayetlerini inkar ediyorsunuz?"
"Ey Kitap,ehli niye gerçeğin üzerine batılı
örtüyor ve bile bile gerçeği saklıyorsunuz?" (Al-i İmran suresi; 70-71)
Biraz ilerde düşmanlarının onları
inançlarında ve dinlerinde kuşkuya düşürmek için baş vurdukları çirkin bir
yola, alçakça düzenlenen bir tezgaha ve bir oyuna müslümanların dikkati
çekiliyor. Başvurulan bu oyun; sabahleyin İslâm'a iman ettiklerini ilan edip
akşamleyin İslâm'ı inkara kalkışmaları, Müslümanların saflarında henüz
sağlam olarak yer almamış kimseleri -bu tür insanlara her safta ve her zaman
rastlamak mümkündür- kuşkuya düşürmekti. Kitaplardan, Peygamberlerden ve
önceki dinlerden haberi olan ehli kitap mutlaka önemli bir iş için Ïslâm'dan
dönmüş olmalıdır kanaatini uyandırmak idi amaçlan...
"Kitap ehlinden bir gurup dedi ki;
"Mü'minlere indirilen mesaja günün başlangıcında inanınız, fakat günün
sonunda onu reddediniz, böylece belki onlar da inançlarından dönerler."
(Al-i İmran suresi; 72)
Ardından ehl-ı kitabın karakteri, ahlâkı,
antlaşma ve sözleşmelere bakış açıları açıklanıyor. Onlardan bazılarının
emanet duygusuna sahip oldukları teslim edilmekle beraber diğerlerinin ne
emanet ne sözleşme ne de sorumluluk görevi diye bir dertlerinin olmadığı
belirtiliyor. Onların bu dönekliklerine ve hainliklerine felsefi bir temel,
dinlerinde bu yaptıklarına bir dayanak bulmaya çalıştıklarım ifade ediyor.
Halbuki dinlerinin bu yaptıklarından uzak olduğu belirtiliyor.
"Kitap ehlinden öylesi var ki, yanına yüklü
bir emanet bıraksan onu sana geri verir, buna karşılık öylesi var ki, eğer
ona bir dinarcık emanet versen, sürekli tepesinde dikilmedikçe onu sana geri
vermez. `Ümmîlere (kendi dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz
yoktur.' dedikleri için böyle davranırlar, böylece bile bile Allah adına
yalan söylerler. (Al-i İmran suresi; 75)
Tam bu esnada İslâm'ın ahlâk görüşünün
karekteri, kaynağı ve Allah korkusu ile ilişkisi belirtiliyor.
"Hayır, öyle değil. Kim sözünü yerine getirir
ve günahtan sakınırsa bilsinki Allah kesinlikle takva sahiplerini sever."
"Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini
birkaç para karşılığı satanlar var ya, onların ahirette hiçbir payları
olmaz; Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, taraflarına bakmaz ve
kendilerini günahlardan arındırmaz; onları acıklı bir azap beklemektedir."
(Al-i İmran suresi; 76-77)
Daha ilerde ehl-i kitabın, hepsi ucuz bir
pahadan ibaret olan yeryüzü kazançlarını elde etme uğruna din konusundaki
yalanlarına ve dönekliklerine bir örnek veriliyor.
"Onlardan öyleleri var ki, kutsal kitabı dil
kıvırarak okurlar, okuduklarını Allah'ın kitabından sanmanızı sağlamaya
çalışırlar. Oysa, bu okudukları şeyler kitaptan değildir. `Bu Allah
katındandır' derler. Oysa Allah katından değildir. Böylece bile bile Allah
adına yalan söylerler." (Al-i İmran suresi; 78)
Ehl-i kitabın diline doladığı meselelerden
biri de Mesih ve Kutsal Ruh'un ilahlığı iddialarıydı. Yüce Allah, Mesih'in
(selâm üzerine olsun) kitapta bu ilahlığı onlara getirmiş olması ihtimalini
veya onlara bunu emretmiş olmasını reddediyor.
"Hiçbir insana yakışmaz ki, kendisine kitap,
yetki ve peygamberlik verildikten sonra insanlara dönsün de "Allah'ı
bırakarak bana kul olunuz" desin tersine ona yakışan söz "Okuyup
öğrendiğiniz bu kitap gereğince Allah'a kul olmayı benimseyiniz" demektir."
"Onun size melekleri ve peygamberleri ilâh
edinmenizi emretmesi de düşünülemez. O size müslüman olduktan sonra, kâfir
olmayı emreder mi hiç?" (Al-i İmran suresi; 79-80)
Bu münasebetle birbirini izleyen peygamberler
kafilesinin gerçek ilişkisi dile getiriliyor: Allah'ın, peygamberlerin
kendilerinden sonra gelen peygamberlere bu görevi devretmeleri ve onlara
destek olmaları için onlardan söz aldığı belirtiliyor. Burada ehl-i kitabın
son gönderilen peygambere iman etmesi ve O'na destek olmaları gerektiği
kesinleşiyor. Fakat onlar, Allah'ın kendileriyle ve daha önceki
peygamberleriyle yaptığı antlaşmaya bağlı kalmıyorlar. Hâla yürürlükte
bulunan bu antlaşmanın gereği olarak Allah'ın dininden İslâm'dan başka din
arayanların, Allah'ın belirttiği gibi `Aslında evrenin bütün düzenine karşı
koymuş oldukları' belirtiliyor.
"Yoksa onlar Allah'ın dininden başka bir din
mi arıyorlar. Oysa göklerde ve yerde bulunanların tümü ister istemez O'na
eslim olmuşlardır ve O'nun huzuruna döndürüleceklerdir." (Al-i İmran suresi;
83)
İşlerini bütünüyle Allah'a teslim
etmeyenlerin ve gönül huzuru ve teslimiyetle Allah'ın yoluna itaat edip
bağlanmayanların büyük kainat düzeninin dışına çıkan anormal yaratıklar
olduğu ortaya çıkıyor. Burada ayetler Peygamberi (salât ve selâm üzerine
olsun) ve O'nunla beraber bulunan müslümanlar bütün peygamberlerin getirdiği
herşeyde somutlaşan Allah'ın biricik dinine iman edişlerini ilan etmeye
yöneltiyor Allah'ın bu dinden başkasını insanlardan kabul etmeyeceği
belirtiliyor.
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa o din
ondan kabul edilmez ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olur." (Al-i İmran
suresi; 85)
Bu dine iman etmeyenlerin Allah'ın hidayetine
ermesi onun azabından kurtulması beklenemez, Kafir olarak ölenler bütün
servetlerini dağıtmış olsalar dahi onlara bir yararı olmayacaktır. Dünya
dolusu fidye verseler bile onları kurtaramayacaktır! Bu malların verilmesi
ve dağıtılması ile ilgili olarak müslümanlara dönülmekte sevdikleri
mallardan Allah yolunda dağıtmaları sevdirilmektedir. Böylece onlar kıyamet
gününde dağıttıkları malların karşılıklarını Allah katında göreceklerdir.
"Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyilik
mertebesine eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, hiç şüphesiz Allah onu
bilir." (Al-i İmran suresi; 92)
Böylece bu bir tek bölüm onca yüklü
gerçekleri ve yönlendirmeleri bir arada sunmaktadır ve bunlar sûrenin
değindiği büyük savaşın bir parçasıdır. Müslüman cemaat ile bu dinin
düşmanları arasında asırlardan beri süre gelen savaş... Bu savaş, kullanılan
vasıta ve araçların şekli değişse de hedefleri ve amaçları değişmeden
bugünde bütün şiddetiyle sürmektedir. Uzun zamandan beri sürüp gelen
çizgisini devam ettirmektedir. Bu toplu bakıştan sonra şimdi ayetleri
kapsamlı ve detaylı olarak ele alalım:
65- Ey kitap ehli; ne diye
İbrahim hakkında tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat ve İncil O'ndan sonra
indirildi. Bunu düşünemiyor musunuz?
66- Diyelim ki, hakkında
bilgi sahibi olduğunuz İsa konusu üzerinde tartıştınız. Peki hiç
bilmediğiniz bir konu üzerinde ne diye tartışıyorsunuz? Allah bilir fakat
siz bilmezsiniz.
67- İbrahim ne yahudi ve ne
de hıristiyan idi. O dosdoğru bir müslümandı. müşriklerden değildi.
68- Gerçekten İbrahim é en
yakın insanlar O'na uymuş olanlar ile bu peygamber ile O'na inananlardır.
Allah müminlerin dostudur.
Muhammed İbni İshak diyor ki: Zeyd İbni
Sabit'in Muhammed İbni Ubeyy, Said bin Cübeyr'den -veya İkrime'den-, O da
İbni Abbas'tan (Allah hepsinden de razı olsun) bana haber verdi. İbni Abbas
dedi ki: "Necran Hıristiyanları ile yahudilerin hahamları Resulullah'ın
(salât ve selâm üzerine olsun) yanında biraraya geldiler ve O'nun yanında
tartışmaya başladılar. Yahudi hahamlar İbrahim yahudi idi diyorlardı
hıristiyanlarda: İbrahim Hıristiyan'dı diyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah
"Ey kitap sahipleri ne diye İbrahim hakkında tartışıyorsunuz?.." ayetini
indirdi.
Ayetin iniş nedeni ister bu olay, isterse
başka bir olay olsun metninden anlaşıldığına göre ehli kitabın iddialarını
reddetme amacıyla indiği anlaşılıyor. Peygamber ile ya da peygamberin
huzurunda birbiriyle tartışmaktan ve bu konuda tezler ileri sürmekten
birinci amaç; Allah'ın vaadini yalnız Hz. İbrahim'de (selâm üzerine olsun)
sınırlı kılmak, peygamberliği yalnız O'nun ailesine bağlamak, hidayet ve
fazileti de O'nda odaklaştırmaktı. İkincisi; -önemli olan da budur
Peygamberimizin kendisinin İbrahim'in dini üzerinde bulunduğu ve
müslümanların Hanifliğin başta gelen mirasçıları olduğu iddiasını
yalanlamaktı. Böylece müslümanları bu gerçekten kuşkuya düşürmek ya da en
azından onlardan bazılarının gönlüne şüphe tohumları ekmek istiyorlardı.
Onun içindir ki Allah onları bu şekilde
eleştirmekte ve hiçbir delile dayanmayan göstermelik tartışmalarını
açıklamaktadır. Hz. İbrahim Tevrat'tan da önce; İncil'den de önceydi. Peki
bu durumda O nasıl Yahudi veya Hıristiyan olabilirdi? Bu akla aykırı bir
iddiaydı. Gerçeğe aykırılığı, tarihe bir göz atmakla hemen anlaşılıverirdi.
"Ey kitap ehli, ne diye İbrahim hakkında
tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat ve İncil O'ndan sonra indirildi. Bunu
düşünemiyor musunuz?"
Sonra onların eleştirilmesine, getirdikleri
delillerin değersizliğine, inatlarının açıklanmasına, tartışma ve diyalogda
sağlıklı bir mantık yoluna dayanmamalarına değinmektedir.
"Diyelim ki hakkında bilgi sahibi olduğunuz
İsa konusu üzerinde tartıştınız. Peki hiç bilmediğiniz bir konu üzerinde ne
diye tartışıyorsunuz. Allah bilir fakat siz bilmezsiniz."
Onlar Hz. İsa (selâm üzerine olsun) konusunda
tartışmışlardı. Aralarında hükmetmesi için Allah'ın kitabına çağırıldıkları
sırada hukuki birtakım hükümlerde tartıştıkları ve sırtlarını dönüp yüz
çevirdikleri de bir vakıa idi. Bu da, Hz. İsa konusu da onların bildiği
şeylerin kapsamına giriyordu.
Fakat kendilerinden, kitaplarından ve
dinlerinden önceki bir kişi hakkında tartışmanın anlamı nedir? Bu sırf
tartışmış olmak için tartışmaydı. Hiçbir dayanağı olmayan bir münakaşaydı.
Öyleyse bu, şehevî arzuların heva ve hevesin peşinde sürüklenmekti. Bu
durumda olan bir kişinin söylediklerine güven olmaz onun söylediklerine
kulak vermek bile gerekmez!
Ayeti kerimeler, onların tartışmalarının
temelsiz olduğunu belirtip söylediklerinin güvenilir olmadığını beyan
ettikten sonra Allah'ın öğrettiği gerçeği tekrar belirtmeye geçiyor. Bu uzak
tarihin gerçekliğini öğreten yüce Allah'tır. Kulu İbrahim'e indirdiği dinin
gerçekliğini de bilen O'dur. O'nun sözü öyle nettir ki O'na kimsenin
diyeceği olmaz. Delilsiz desteksiz tartışmaya ve münakaşaya kalkışanlar
hariç tabi:
"İbrahim ne yahudi idi ne de hıristiyan idi.
O dosdoğru bir müslümandı, müşriklerden değildi."
Daha önce dolaylı belirttiği noktayı şimdi
biraz daha açıyor Hz. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) ne yahudi ne de
Hıristiyan olduğunu, Tevrat'ın ve İncil'in ancak O'ndan sonra indirildiğini
belirtiyor ve O'nun İslâm dışında bütün dinlerden yüz çevirdiğini ifade
ediyor: O'nun sadece müslüman olduğunu, detaylı olarak açıkladığımız
kapsamlı anlamıyle müslüman olduğunu belirtiyor.
"Müşriklerden değildi."
Bu gerçek daha önceki "Dosdoğru bir
müslümandı" ifadesinde anlamını bulur. Onun burada açıkça belirtilmesi
birtakım ifade ve işaret inceliklerine dikkat çekmektedir:
l- Dinleri bu saptırılmış inançlara dönüşen
yahudi ve hıristiyanlar artık müşrik olmuşlardır. Onun içindir ki Hz.
İbrahim'in ne yahudi ne de hıristiyan olması mümkün değildir. Yalnız O
dosdoğru bir müslümandır.
2- İslâm başka, şirk başkadır. İkisi bir
noktada buluşamaz. İslâm bütün özellikleriyle ve tüm gerekleriyle mutlak
Tevhidin adıdır. Bu nedenle şirkin herhangi bir çeşidi ile asla
bağdaştırılamaz.
3- Kureyş müşriklerinin İbrahim'in dini üzere
oldukları ve Mekke'deki evinin hizmetçileri oldukları şeklindeki iddialarını
da reddediyor. Hz. İbrahim dosdoğru bir müslümandı. Onlar ise müşrik: "Ve O,
müşriklerden değildi."
İbrahim (selâm üzerine olsun) dosdoğru bir
müslüman olduğuna ve müşriklerden olmadığına göre, hiçbir yahudinin veya
hıristiyanın yahud da bir müşrikin O'na varislik iddia etme hakkı olamaz.
O'nun inancından uzak oldukları halde O'nun dinine bağlı olduklarını
söylemelerinin anlamı olmaz. İnanç, İslâmda insanların üzerinde birbiriyle
buluştuğu ilk bağdır. Burada insanları birbirine bağlayan bağlar; soy,
kabile, ırk ve vatan değildir. İman edenlerin üzerinde buluştuğu bu bağ
sağlamlaştığında insanlar; artık, soy, kabile, ırk ve ülke bağlarıyla
birbirine bağlanmazlar. İslam'a göre insan özü itibariyle insandır. Bu
nedenle insan, kendisindeki özün en özel niteliklerine varıncaya kadar inanç
üzerinde buluşabilir. İnsan, hayvanlar gibi toprak, ülke, ot, otlak, sınır
ve ırk üzerinde buluşmaz. Birey ile birey arasında, topluluk ile topluluk
arasında, insanlardan bir nesil ile başka bir nesil arasındaki dostluk;
inanç bağı dışındaki hiçbir bağ üzerinde kurulamaz. Müminin mümin, ilk
müslüman cemaatın müslüman cemaat ile zaman-ve mekan sınırlarının ardından
soy ve kan bağının, ırk ve ülke sınırlarının ötesinde, müslüman neslin
müslüman nesiller ile buluşmasını sağlayacak, onları birbirinin dostu olarak
bir araya getirecek bağ, yalnız ve yalnız inanç bağıdır. Bunların bütününün
yanında Allah hepsinin dostudur.
"Gerçekten İbrahim'e en yakın insanlar O'na
uymuş olanlar ile bu peygamber ve O'na inananlardır. Allah müminlerin
dostudur."
Sağlığında Hz. İbrahim'e uyanlar, O'nun yolu
üzerinde yürüyenler, ve O'nun sünnetini esas alanlar O'nun dostlarıdır.
Sonra İslam'da onunla buluşan şu peygamber, Allah'ın şehadetiyle de
şahitlerin en doğrusudur. Sonra bu Peygamber'e (salât ve selâm üzerine
olsun) iman edip İbrahim'le (selâm üzerine olsun) sistemde ve yolda
buluşanlar da O'nu izleyenlerdir.
"Ve Allah, müminlerin dostudur."
Onlar, kendilerini Allah'a izafe eden, O'nun
sancağı altında birleşen, O'na bağlanan ve O'ndan başka hiç kimseye
bağlanmayan Allah'ın hizbidir. Onlar bir ailedir. Bir tek ümmettir...
Nesiller ve asırların ötesinde yurt ve vatanların ötesinde ulusların ve
ırkların ötesinde evlerin ve boyların ötesinde bir ümmet!..
Bu tablo, insanın yapısına uygun düşen en
ideal toplum tablosudur. Onları hayvan sürülerinden ayıran özellik de budur
zaten. Bu, aynı zamanda gizli veya açık zincirlere vurulmadan toplanmaya
izin veren biricik sosyal yapıdır. Çünkü buradaki bağ iradeye bağlıdır.
Herkes kendi isteğiyle bu bağı çözme özgürlüğüne sahiptir. Bu bağ inançtır.
Kişi kendisi onu seçer ve iş biter... Buna göre eğer toplumsal yapının
temeli ırki olursa insan ırk değiştiremez. Eğer toplumsal yapının temeli
millet olarak alınırsa, insan milletini değiştiremez. Eğer toplumsal yapının
temeli renk olursa insan rengini değiştiremez. Eğer toplumsal yapının temeli
dil olarak alınırsa, insan zorluğa katlanmadan dilini değiştiremez. Eğer
toplumsal yapının temeli sınıf olarak alınırsa, insan kolay kolay sınıfını
değiştiremez. Hatta Hindistan'daki Kast sistemi gibi sınıflarda babadan
oğula geçiyorsa insan bunu asla değiştiremez. Bu nedenle sürekli olarak
insanın toplumsal yapılanması önünde bu tür engellere rastlanacaktır.
İnsanların toplumsal yapılanma temeli, insanın bireysel yönelişlerine terk
edilen; bireyin kendi aslını, rengini, dilini, sınıfını değiştirmeden
rahatlıkla değiştirebileceği ve buna bağlı olarak safını seçebileceği
düşünce, inanç ve yaklaşım bağı üzerine kurulduğunda ancak mesele
çözülebilir.
Bu niteliği toplumsal yapının esası kabul
etmek insana bahşedilen bir şeref olmasının yanında, O'nu hayvan sürüsünden
ayıran en değerli unsurlarıyla da ilgili bir meseledir!
İnsanlık ya İslâm'ın öngördüğü biçimde
insanca yaşayacak ruhun azığı, gönlün huzuru ve bilincin bir işareti
üzerinde bir araya gelecektir... Ya da toprak sınırları, ırk ve renk
sınırları ardında paramparça hayvan sürüleri halinde yaşayacaktır. Aslında
ikinci türdeki sınırların hepsi otlakta bir sürünün diğerine karışmasını
önlemek amacıyla hayvanlar için belirlenen sınırlardır.
EHLİ KİTABIN AMACI
Sonra ayetler ehl-i kitabın bu tartışmalar ve
münakaşaların ardında neyi amaçladıklarını müslüman cemaate açıklıyor.
Oyunlarıyla, tuzaklarıyla ve planlarıyla ehli kitabı, müslüman cemaatin
göreceği biçimde karşısında oluyor. Onların arkasında gizlendikleri
perdeleri yırtıyor. Onların bütün plânları ortaya çıkarılmış vaziyette
müslüman cemaatin önüne çıkarıyor:
69- Kitap ehlinden bir grup,
sizi yoldan çıkarma sevdasına kapıldı. Oysa onlar sadece kendilerini yoldan
çıkarırlar, ama bunun farkında değildirler.
70- Ey kitap ehli, niye göz
göre göre Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorsunuz?
71- Ey kitap ehli, niye
gerçeğin üzerine batılı örtüyor ve bile bile gerçeği saklıyorsunuz?
72- Kitap ehlinden bir grup
dedi ki; `müminlere indirilen mesaja günün başlangıcında inanınız, fakat
günün sonunda onu reddediniz, böylece belki onlar da inançlarından dönerler.
Ehli kitabın müslüman cemaate karşı içten
beslediği kin, inançla ilgili bir kindi. Onlar bu ümmetin hidayete
ermesinden hoşlanmıyorlardı. Güç, güven ve kesin inançla kendi özel
inançlarına bağlanmalarını istemiyorlardı. Bu nedenle onları bu sistemden
saptırmak ve bu yoldan alıkoymak için var güçleriyle çalışıyorlardı:
"Kitap ehlinden bir gurup, sizi yoldan
çıkarma sevdasına kapıldı.."
Bu, gönül sevgisi, kalp isteği, her tuzağın,
her aldatmanın her tartışmanın, her münakaşanın ve her şaşırtmanın arkasında
yeralan heva ve hevesin kendisine koştuğu arzudur.
Kişisel arzulara, kin ve kötülüğe dayalı olan
bu isteğin sapıklık olduğunda kuşku yoktur. Bu gibi kötü ve günahkâr
arzulardan ne iyilik ne de doğruluk kaynaklanmaz. Onlar müslümanları
sapıklığa iletmeyi arzu ettikleri andan itibaren kendilerini sapıklığa
düşürüyorlar. Çünkü koyu sapıklığın içinde yüzen sapıklardan başkası doğru
yolda olanları saptırmak istemez:
"Oysa onlar sadece kendilerini yoldan
çıkarırlar, ama bunun farkında değildirler."
Müslümanlar kendi dinlerine bağlı kaldıkları
sürece bu düşmanlarının hakkından gelirler ve onların müslümanlar üzerinde
bir gücü de olmaz. Yüce Allah müslümanlar müslüman kaldığı sürece,
düzenbazların düzenlerini kendilerinden savacağına ve düşmanlarının
oyunlarını lehlerine çevireceğine söz vermiştir. Burada ehl-i kitap şüpheci
ve kusur arayıcı tutumlarının gerçekliği ile azarlanmaktadır.
"Ey kitap ehli, niye göz göre göre Allah'ın
ayetlerini inkâr ediyorsunuz?"
"Ey kitap ehli, niye gerçeğin üzerine batılı
örtüyor ve bile bile gerçeği saklıyorsunuz".
O gün ehl-i kitap gerçeğin bu dinde olduğuna
şahitlik ettiği gibi bu günde aynı şahitliklerini sürdürmektedir. Bu gerçeği
kitaplarındaki müjdeler ve işaretlerinden haberi olanlar da olmayanlar da
kabul ediyordu. Hatta bunlardan haberi olan bazıları bu türden bilgilerini
açıkça ifade ediyor, bir kısmı da kitaplarında gördükleri ve gözleriyle
tanık oldukları gerçek karşısında müslüman oluyordu... Aslında ehl-i kitap
İslâm'ın imana çağırdığını apaçık bir gerçek olarak görüyordu... Yalnız buna
rağmen inkar ediyordu...Delil yetersizliğinden değil... İnkarlarının başlıca
nedeni heva-heves, menfaat ve saptırmaydı. Halbuki Kur'an onlara "Ey kitap
ehli!" diye hitap ediyordu. Zira bu sıfatın onları Allah'ın ayetlerine ve
yeni kitabına yaklaştırması beklenirdi!
Sonra ayet ikinci defa onlara hitap ediyor...
Bununla onların bilerek, kasıtlı ve amaçlı olarak gizleyip örtbas etmek ve
batılın karanlığında kaybetmek için, hakk ile batılı karıştırmakla ne denli
bir suç işlediklerini açığa çıkarıyor.
Yüce Allah'ın ehl-i kitabı kendisi yüzünden
eleştirdiği o günkü eylemleri, onların bu güne kadar aynı çizgide
izledikleri hareketlerdir. Tarih boyunca onların izledikleri yol bu
olmuştur. Yahudiler ilk andan itibaren bu yolu izlediler. Sonra
Hıristiyanlar onları takib etti!
Uzun asırlardan bu yana sürüp gelen İslâm
kültürüne -ne acıdır ki- asırlarca süren çabalarla ancak ortaya
çıkarılabilen gizli hilelere başvurdular!.. Bu kültürde baştan sona hakk ile
batılı karıştırdılar. Allah'ın yüce keremine hamdolsun ki Allah'ın sonsuza
dek korunmasını garanti ettiği Kur'an bunun dışında kaldı.
Yahudiler tarafından beslenen bu hain eller,
İslâm tarihini, kahramanlarını ve tarihi olaylarını ters yüz ettiler. Aslı
olmayan şeyler eklediler. Bununla da kalmayıp Peygamberin (salât ve selâm
üzerine olsun) hadislerine el attılar. Cenabı Allah bu işin üstesinden
gelecek din adamlarını bu işe yöneltti. İslâm bilginleri hadis namına ortaya
atılan malzemeyi uzmanlıklarına dayanarak dikkatle ve özenle çalışmalar
yaparak ve insanın beşerî gücünü aşanlar dışında hepsini yazdılar. Kur'an
tefsirine de uzandılar. Onu o kadar karıştırdılar ki araştırıcılar bu konuda
yol işaretlerine varamayacak gibi bir durumla karşı karşıya kaldı.
Şahsiyetler üzerinde de bir takım plânlar yaptılar. Yüzlercesi, binlercesi
İslâm kültürü aleyhinde kullanıldı. Bugün bu yöntemler hâlâ oryantalisler
-Doğu bilimciler- tarafından icra edilmektedir. Ayrıca halkları, müslüman
ülkelerde şu an düşünce önderliği makamlarını işgal edenler de
oryantalistlerin öğrencileridir. Haçlılar ve Siyonistler tarafından
üretilerek İslâm ümmetine kahraman diye lanse edilen onlarca şahsiyet ortaya
çıkarılmıştır. Böylece bu düşmanların açıkça yapmayı başaramadığı hizmetleri
İslâm düşmanlarına rahatlıkla takdim ettiler. Bu oyunlar hâlâ sürdürülmekte
ve devam etmektedir. Bu planların etkisinden kurtulma ve korunmanın tek
yolu, muhafaza altına alınan Kur'an'a sığınmak ve asırlarca süren savaşta
istişare için O'na dönüş yapmaktır.
Aynı şekilde ehl-i kitaptan bir grubun
müslüman cemaatı dininde kuşkuya düşürmek ve onu doğru yoldan alıkoymak için
gerçekten çirkin bir tuzak yoluna başvurduklarını arzetmektedir.
"Kitap ehlinden bir grup dedi ki; `müminlere
indirilen mesaja günün başlangıcında inanınız, fakat günün sonunda onu
reddediniz; böylece belki onlar da inançlarından dönerler."
73- Aslında kendi dininize
uyanlardan başkasına sakın inanmayınız: De ki; `Doğru yol yalnız Allah'ın
gösterdiği yoldur: Onlar birbirlerine `Size verilen mesajın benzeri bir
başkasına (peygambere) verildiği için ya da söyleyeceklerinizi, Rabbiniz
katında size karşı delil olarak kullanırlar diye müslümanların dinlerine
inanmayın' derler. De ki; `Lütuf, Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir.
Allah'ın lütfu geniştir ve O her şeyi bilir.'
Bu, belirttiğimiz gibi, gerçekten alçakça bir
tuzak yoludur. Çünkü onların müslüman olduklarını söyleyip sonra dönüş
yapmaları henüz dinlerïnin gerçekliği ve karakteri konusunda kesin bir
kanaate varamamış bir takım akli ve psikolojik durumları zayıf insanları
kuşkuya, çelişkiye düşürebilirdi. Özellikle ehl-i kitabın dinleri ve
kitapları kendilerinden daha iyi bildiğini sanan ümmi Arapların üzerinde
etkisini gösterebilirdi. Bunlar onların iman edip geri döndüklerini görünce,
bunu onların bu dinde bir tutarsızlık ve eksiklik gördükleri sebebine
bağlayabilirdi. İki yöneliş arasında şaşırıp dururlar ve böylece bir tavır
üzere sebat etmeleri mümkün olmazdı. Evet bu düzenler, bu güne kadar aynen
kullanıla gelmiştir. Her nesildeki insanların ve şartların gelişmelerine
uygun olacak şekillerde sergilenmiştir.
Bugün İslâm düşmanları bu tezgahı
maskelemekten umutlarını kestiler. Onun için İslâm'ın evrensel düşmanları
daha değişik yollara başvurdular, fakat bu yolların hepsi söz konusu eski
tezgahların temeline oturmaktadır. Bugün dış güçlerin, İslâm dünyasının her
tarafında yerli işbirlikçilerden büyük bir ordusu vardır. Bunlar bazan
öğretim üyeleri, filozoflar, doktorlar ve araştırmacılar, bazanda yazarlar,
şairler, sanatçılar ve gazeteciler kılığında görev yapmakta ve müslümanların
adlarını taşımaktadır. Çünkü müslüman bir aileden gelmektedirler. Yine
onların bazısı müslümanların sözde "bilginler"indendir.
Yerli işbirlikçilerden oluşan bu ordu,
çeşitli yöntemlerle gönüllerdeki inancı sarsmakla mükelleftir. Bunu;
araştırma, bilim, edebiyat, sanat ve gazetecilik maskesi altında
yapmaktadır. İmanın ilkelerini zayıflatmak asıl görevleridir. Onların
görevi; hem inancın, hem şeriatın değerini düşürmek ve ilgisi olmayan te'vil
ve yorumlara çekmektir. Şeriatın sürekli olarak "gericilik" olduğunu ileri
sürmektir! Ondan kurtulmaya çağırmaktır! Ya onu hayattan çekerek ya da
hayatı ondan uzaklaştırarak onu hayatın alanından dışarı çıkarmaktır.
İnançtan gelen düşünceleri, yaklaşımları yok ederek onlarla çelişecek,
düşünceler, ilkeler, kurallar üretmektir. İmana dayalı düşünceler ve
ilkelerin zayıflatıldığı kadarıyla uydurma düşünceleri yaldızlı
göstermektir. Şehevî arzuları çığırından çıkarmak, tertemiz inancın, üzerine
bina edildiği ahlâk kurallarını çiğnemektir. Böylece alabïldiğine yaymaya
çalıştıkları çirkefin içine onları sürüklemektir! Bunlar aynı zamanda
nassları tahrif ettikleri gibi, tarihi de tümden karıştırıp tahrif
ediyorlar!
Ve onlar yine de müslümandır! Nitekim
müslümanların adlarını taşımıyorlar mı? Onlar bu müslüman isimlerle
sabahleyin müslüman olduklarını ilan ediyorlar. Bu çirkin eylemleriyle de
akşamleyin onu inkar ediyorlar. Onlar, bu iki görevleriyle önceki ehl-i
kitabın görevini yapıyorlar. Bu eski görevde değişen tek şey şekil ve
çerçeveden başka birşey değildir!
"Kitap ehlinden bir grup dedi ki: "Müminlere
indirilen mesaja günün başlangıcında inanınız fakat günün sonunda onu
reddediniz, böylece belki onlar da inançlarından dönerler."
"Aslında kendi dininizden uyanlardan
başkasına sakın inanmayınız. De ki; Doğru yol yalnız Allah'ın gösterdiği
yoldur. Onlar birbirlerine "Size verilen mesajın benzeri bir başkasına
(peygambere) verildiği için ya da söyleyeceklerinizi, Rabbiniz katında size
karşı delil olarak kullanırlar diye müslümanların dinlerine inanmayın"
derler. De ki; Lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah'ın
lütfu geniştir ve O her şeyi bilir"
"İman" fiili "lâm" ile birlikte geçişli
kılındığında kalb huzuru ve güven anlamına gelir. Yani sizin dininize
uyandan başkasına güvenmeyin, ancak bunlara sırlarınızı verin, müslümanlara
değil!
Bu gün de siyonizmin ve misyonerliğin
ajanları kendi aralarında aynı şekilde hareket ediyorlar. Bu bir daha ele
geçemeye bilecek fırsatta İslâm inancına var güçleriyle yükleniyorlar. Bu
anlaşma, bir sözleşme ya da toplantı sonucu varılan bir anlaşma olmayabilir.
Yalnız bu ajanın ajan ile efendi için istenen görevde anlaşmasıdır! Burada
herkes birbirine güvenir ve birbirlerine açılır... Sonra onlar veya en
azından bir kesimi isteklerinin ve plânlarının tersini dışa lanse ederler.
Bu çalışmaları için zemin hazırlanır ve gerekli olan vasıtalar hizmetlerine
sunulur. Bu dinin gerçekliğini kavrayanlar ise yeryüzünün her tarafında
dışlanmış ve gözlerden uzak tutulmuştur!
"Aslında kendi dininize uyanlardan başkasına
sakın inanmayın."
Burada yüce Allah peygamberine yalnız bu
hidayetin Allah'ın hidayeti olduğunu, ona gelmeyenin hiçbir sistemde, hiçbir
yolda asla hidayete ulaşamayacağını ilan etmesi için direktif veriyor:
"Doğru yol, yalnız Allah'ın gösterdiği
yoldur"
Bu açıklama da onların şu sözlerini reddetmek
üzere geliyor.
"Günün başlangıcında inanınız, fakat günün
sonunda onu reddediniz, böylece belki onlarda inançlarından dönerler."
Böylece müslümanlar bu çirkin oyuna gelmekten
sakındırılmış olmaktadır. Bu hükmü ile Allah'ın hidayeti dışına çıkmaktadır.
Onun biricik hidayetinden başka hidayet yoktur. Bu söz konusu tezgahçıların
da arzu ettiği sapıklık ve küfürden başka birşey değildir.
Ayrıca bu açıklama ehl-i kitabın sözleri
tamamlanmadan önce verilmektedir. Bu ara açıklamadan sonra tekrar onların
geri kalan komplolarını sunmaya devam etmektedir.
"Kendi dininize uyanlardan başkasına sakın
inanmayınız." sözlerine bunu sebeb olarak gösteriyorlardı. Yani onları bu
eyleme sürükleyen neden, Allah'ın herhangi bir kişiye ehl-i kitaba verdiği
peygamberlik ve kitaptan bir pâyı vermesine duydukları kin, kıskançlık ve
intikamdı. Müslümanların gönül huzuruna kavuşmaları ve ehl-i kitabın bu din
hakkında bildiği, fakat inkar ettiği gerçeğe ulaşmaları endişesiydi.
Müslümanların Allah katında kendilerine karşı kullanacağı delilin açığa
çıkması korkusuydu. Sanki yüce Allah onları hiçbir delille hesaba çekmeyecek
de yalnız bu delille hesaba çekecekti! Bunlar Allah'a ve O'nun sıfatlarına
iman düşüncesinden, risaletlerin ve peygamberlik misyonunun gerçekliğini
tanımaktan, iman ve itikad yükümlülüklerinden kaynaklanacak duygular
olamazdı!
Ayet yüce Allah'ın bir ümmete peygamberlik
misyonu ve peygamber ile bağışta bulunmasının ne denli büyük bir fazilet
olduğunu onlara ve müslüman cemaate bildirmesi için aziz peygamberine
direktif veriyor.
"Aslında kendi dininize uyanlardan başkasına
sakın inanmayınız". De ki; "Doğru yol, yalnız Allah'ın gösterdiği yoldur".
Onlar birbirlerine "Size verilen mesajın benzeri bir başkasına (peygambere)
verildiği için ya da söyleyeceklerinizi, Rabbiniz katında size karşı delil
olarak kullanırlar diye müslümanların dinlerine inanmayın" derler. De ki;
"Lütuf Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir ve
O her şeyi bilir."
74- O rahmetini dilediğinin
tekeline verir. Hiç kuşkusuz Allah'ın lütfu büyüktür.
Allah'ın iradesi Risalet ve Kitab'ı, ehl-i
kitaptan başkasına vermeyi diledi. Çünkü onlar Allah'a verdikleri sözde
durmadılar. Babaları Hz. İbrahim'in antlaşmasını bozdular. Gerçeği
bildikleri halde Onu batıl ile karıştırdılar. Allah'ın kendilerine
bağışladığı emanetten uzaklaştılar. Kitaplarının hükümlerini ve dinlerinin
yasalarını terk ettiler. Aralarında Allah'ın kitabını yürürlüğe koymaya
yanaşmadılar. İnsanların liderliği Allah'ın sisteminden, kitabından ve mümin
şahsiyetlerden uzaklaştı. Bu sırada liderlik Allah'ın bir fazileti ve nimeti
olarak müslüman ümmete teslim edildi. Emanet ona verildi. "Allah Vasîdir,
Alimdir, dilediğini rahmetiyle kuşatır" fazileti geniş olduğundan ve
rahmetiyle kuşatıcı yerleri bildiğinden... Allah büyük fazilet sahibidir.
Bir kitapta somutlaşan hidayet, bir peygamberlikte somutlaşan iyilik ve bir
peygamberde somutlaşan rahmet ile bir ümmete yapılan iyilikten daha büyük
bir fazilet olamaz. Müslümanlar bu müjdeyi duyduklarında Allah'ın
kendilerini seçip bu fazileti, onlara özgü kılmasıyla elde ettikleri,
nimetin kapsamını ve bağışın değerini idrak ediyorlardı. Ona tüm
içtenlikleri ve arzularıyla yapışıyor, azimle sağlam bir biçimde ona
sarılıyorlardı. Bütün dirençleri ve kesin inançlarıyla onu savunuyorlardı.
Oyun tezgahlayanların tuzaklarına, kindarların kinlerine karşı uyanık
davranıyorlardı. İşte Kur'an-ı Kerim'in "Zikri Hakim"in kendilerini eğitme
yoluda buydu ve bu uygulama aynı zamanda her nesilde müslüman ümmetin eğitim
ve yönlendirmesinin özünü oluşturur.
75- Kitap ehlinden öylesi var
ki, yanına yüklü bir emanet bıraksan onu sana geri verir, buna karşılık
öylesi var ki, eğer ona bir dinarcık emanet versen, sürekli tepesinde
dikilmedikçe onu sana geri vermez. `Ümmilere (kendi dinimizden olmayanlara)
karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur' dedikleri için böyle davrananlar, böyle
bile bile Allah adına yalan söylerler.
76- Hayır, öyle değil Kim
sözünü yerine getirir ve günahtan sakınırsa bilsin ki Allah kesinlikle takva
sahiplerini sever.
77- Allah'a verdikleri sözü
ve yeminleri birkaç para karşılığında satanlar var ya, onların ahirette
hiçbir payları olmaz. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, taraflarına
bakmaz ve kendilerini günahlardan arındırmaz; onları acıklı bir azap
beklemektedir.
EHL-İ KİTAPTAN İKİ ÖRNEK
Sonra ayetler ehl-i kitabın durumunu
açıklamaya devam ediyor, eksiklerini açıklıyor. Müslümanların dini olan
İslam'ın üzerinde kurulacağı, sağlam değerleri belirtiyor. Ehl-i kitabın
uygulamaları ve sözleşmeleriyle ilişkin örneklerden ikisini vererek
başlıyor:
Bu, Kur'an-ı Kerim'in o zamanki müslüman
cemaate karşı koyan ehl-i kitabın durumunu tasvir ederken izlemiş olduğu
hakk, ve adaleti gözeten çizgisidir. Burada hile ve aldatmaya yer yoktur.
Kur'an'ın belirttiği bu çizgi kuşkusuz ehli kitabın nesiller boyunca ortak
özelliğidir. Bununla beraber ehl-i kitabın İslâm'a ve müslümanlara
düşmanlığı, çirkin hile oyun ve tuzakları tezgahlamaları müslüman cemaate ve
bu dine kötülük etme istekleri bunların hepsi Kur'an'ın onlardan iyilik
sahiplerini, tartışma ve karşı koyma sadedinde bile, görmezlikten gelmesine
neden olmuyor. Bu ortamda bile Kur'an, ehl-i kitaptan güvenilir. İnsanların
da bulunduğunu, onların ne kadar cazip ve aldatıcı olursa olsun kimsenin
hakkını yemediklerini belirtir:
"Kitap ehlinden öylesi var ki, yanına yüklü
bir emanet bıraksan onu sana geri verir."
Onlardan hain, mal ve borcunu ödemede
oyalayıcı olanlarda vardır. Az da olsa istemeden, üzerine düşmeden, tepesine
dikilmeden bir hakkı geri ödemezler. Birde bu çirkin huylarını bile bile,
kasıtlı olarak Allah adına yalan uydurmak sûretiyle temellendirmeye
çalışırlar:
"Kitap ehlinden öylesi var ki yanına yüklü
emanet bıraksan onu sana geri verir, buna karşılık öylesi var ki, eğer ona
bir dinarcık emanet versen, sürekli tepesinde dikilmedikçe onu sana geri
vermez. "Ümmilere (kendi dininizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğunuz
yoktur" dedikleri için böyle davranırlar, böylece bile bile Allah adına
yalan söylerler."
Bu, özellikle yahudilerin bir karakteridir.
Bu görüşü ileri sürenler onlardır. Onlar değişik ahlâk ilkeleri
belirlemişlerdir: Emanet anlayışı yahudi ile yahudi arasında geçerlidir.
Ümmi diye adlandırdıkları ve bununlada Arapları kastettikleri (Aslında onlar
bununla yahudi olmayan herkesi kastederler) Yahudi olmayanlara gelince,
Yahudilerin; onların mallarını alması, onları aldatmaları, oyuna
getirmeleri, gözlerini boyamaları gayri meşru vasıtalarla çirkin yöntemlerle
onları sömürmeleri hiç de sakıncalı değildir!
Ne enteresandır ki onlar kendi ilahları ve
dinlerinin bunu emrettiğine inanmaktadırlar. Halbuki onlar bunun yalan
olduğunu biliyorlar. Allah'ın kötülükleri emretmeyeceğini insanlardan bir
topluluğun başka bir topluluğun mallarını haram yollarla uydurma bahanelerle
yemesini helal kılmayacağını gayet iyi biliyorlardı. Ayrıca birbirlerine
karşı hiçbir sözleşme ve antlaşmaya bağlı kalmamalarını çirkin görmeyip
sıkılmadan onlara dilediklerini yapmalarına müsaade etmeyeceğini
biliyorlardı. Fakat bunlar yahudiydi. İnsanlığa düşmanlığı ve onlara kin
beslemeyi bir karekter ve din haline getiren yahudi...
"Onlar Allah adına yalan söylüyorlar."
Burada Kur'an-ı Kerim, kendisinin ahlâk
ilkesini ve biricik ahlakî kriterini anlayışını, Allah'a ve O'nun takvasına
bağlıyor.
"Hayır, öyle değil. Kim sözünü yerine getirir
ve günahtan sakınırsa bilsin ki Allah kesinlikle takva sahiplerini sever."
"Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini
birkaç para karşılığında satanlar varya, onların Ahirette hiçbir payları
olmaz; Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, taraflarına bakmaz ve
kendilerini günahlardan arındırmaz; onları acıklı bir azap beklemektedir."
Bu değişmez bir ilkedir. Kim Allah'a verilen
söze bağlı kalır ve takvasının bilincine varma niyetiyle bu ilkeye uyarsa,
Allah onu sever ve ikramda bulunur. Kim de Allah'a verilen sözü ve
yeminlerini bu dünya hayatının mallarından ya da bütünü ile az bir pahadan
ibaret olan dünya değerlerinden ucuza satarsa ahirette onun hiçbir payı
kalmaz. Allah katında ne korunması, ne kabul edilmesi, ne arınması ne de
temizlenmesi söz konusudur. Acıklı bir azaptan başka hiçbir payı yoktur
onun. Burada, verilen söze bağlılığın, takva ile ilgili olduğuna işaret
etmeliyiz. Bu nedenle bu husus dost ya da düşman ile ilişkilerde değişmez.
Burada söz konusu olan kişinin şahsi çıkarı değildir. Sürekli olarak Allah
ile ilişkidir burada söz konusu olan. Kiminle ilişki kurulduğu önemli
değildir.
Bu ilke aynı zamanda İslâm ahlâkının genel
karakteridir. Verilen söze bağlılıkta olsun diğer konularda olsun fark
etmez; ilişki her şeyden önce Allah ile ilişkidir. Bu ilişkide Allah'ın
rızası düşünülür, O'nun öfkesinden sakınılır, rızası elde edilmeye
çalışılır. Ahlâkın temeli menfaat değildir. Toplumun anlayışı da değildir.
Yürürlükteki şartların gereği hiç değildir. Çünkü toplum da sapıtabilir,
doğru yoldan ayrılabilir. Yanlış değerler toplumda revaç bulabilir. Buna
göre bireyin kendisine dayandığı gibi toplumunda kendisine dayanması ve
cemiyette değişmez değerlerin olması gerekir. Sonra bu değerlerin,
değişmezliğinin yanında daha yüce bir kaynaktan gelmeleri lâzımdır.
İnsanların seviyelerinden ve değişmekte olan hayat şartlarından daha yüce
bir kaynaktan alınmalıdır. Onun içindir ki, değerlerin ve ilkelerin
Allah'tan alınması gerekir. Allah'ın razı olduğu ahlâkın benimsenmesi, onun
rızasını elde etme çabası ve takva bilincine varma temeline oturmalıdır.
İşte İslâm bununla insanlığın sürekli olarak yeryüzü değerlerinden daha yüce
değerlere yükselmesini, bu üstün, yüce, değişmez ufuktan değer yargılarını
ve ilkelerini almasını garanti etmektedir.
Onun içindir ki, verilen sözde durmayanlar ve
emanete hıyanet edenler "Allah'a verilen sözü ve kendi yeminlerini az bir
pahaya satanlar" diye nitelendirilmiştir. Burada, onlar ile Allah arasındaki
ilişki, onlarla insanlar arasındaki ilişkiden önce gelmektedir... Onun
içindir ki, şu kadarcık dünya menfaatlerinden oluşan az bir paha karşısında
verilen söze ihanet edip, onu bozduklarında, ahirette Allah katında hiçbir
payları kalmaz! Dünyada verdiği sözü -bu verilen söz insanlarla yaptıkları
sözleşmedir- bozmuş olmalarının karşılığı olarak Allah onları ahirette
korumayacaktır.
Burada Kur'an'ın, ifade biçiminde tasvir
yolunu kullandığını görüyoruz. Allah'ın onları ihmal etmesi ve onları
korumaması Allah'ın onlarla konuşmaması, onlara bakmaması ve onları
arındırmaması şeklinde ifade ediliyor. Bunlar, ihmalin, insanların
görebildiği başlıca belirtileridir. Onun için Kur'an, insanın vicdanı
üzerinde soyut ifadenin etkisinden daha derin etki yapacağından, durumu
canlı bir biçimde tasvir etmeye başvuruyor. Kur'an bu yöntemle daha derin ve
engin boyutlara ulaşabilmektedir.
BAZI TİPLER
İleride ehl-i kitaptan birtakım örnekler ele
alınıyor. Önce, "saptıranlar" örnek olarak veriliyor. Bunlar Allah'ın
kitabında saptırma unsurları arama çabasında olanlarla ağızlarını
eğip-bükerek metinlerin yerlerini değiştirmeye çalışanlardır. Onlar, belli
amaçlara paralel düşürmek için Kur'an nasslarını başka şekilde yorumlayanlar
ve onların hepsini az bir pahaya satanlardır. Dünya mallarından biri uğruna
ifadeleri değiştirenlerdir. Ağızlarını eğip-büktükleri, saptırdıkları ve
başka şekilde yorumladıkları konular arasında Meryem'in oğlu İsa Mesih
hakkında kilisenin isteği ve idarecilerin arzusu gereği olarak uydurulan
inançlar da yer almaktadır.
78- Onlardan öyleleri var ki,
kutsal kitabı dik durarak okurlar, böylece okuduklarını Allah kitabından
sanmanızı sağlamaya çalışırlar. Oysa bu okudukları şeyler kitaptan değildir.
`Bu Allah katındandır' derler. Oysa Allah katından değildir. Böylece bile
bile Allah adına yalan söylerler.
79- Hiçbir insana yakışmaz ki
kendisine kitap, yetki ve peygamberlik verildikten sonra insanlara dönsün de
Allah'ı bırakarak bana kul olunuz' desin; tersine ona yakışan söz; `Okuyup
öğrendiğiniz bu kitap gereğince Allah `a kul olmayı benimseyiniz' demektir.
80- Onun size, melekleri ve
peygamberleri ilâh edinmenizi emretmesi de düşünülemez. O size, müslüman
olduktan sonra, kâfir olmayı emreder mi hiç?
Din adamları, doğru-dürüst hareket etmediği
zaman, "din adamlığı" adıyla gerçekleri saptırmaya en müsait araçlar
konumuna düşerler. Kur'an'ın, ehl-i kitabın bu grubu hakkında kaydettiği
gerçeği, biz zamanımızda çok rahat olarak anlıyoruz. Onlar daha önceden
belirlenmiş bazı hükümlere varmak için kitaplarının metinlerini, çarpıtarak
yorumluyor, istedikleri tarafa çekiyorlar, kitabın metinlerinin bu anlamda
olduğunu ve verdikleri bu hükmün gerçeğin somut ifadesi olduğunu iddia
ediyorlardı. Halbuki önceden belirlenen bu hükümler, temelinde bu dinin
gerçeği ile çelişiyordu. Bu işi yapanlar; pasif durumdaki halkın çoğunun
dinin gerçeği ve bu metinlerin gerçek anlamları ile metinleri kendilerine
uyarladıkları uydurma hükümlerin arasını ayıramayacağı varsayımına
dayanıyorlardı. Göstermelik olarak "din" kılıfına büründürülmüş bazı din
adamlarında bu örneği bugün çok rahat anlayabiliyoruz. Bunlar, dini meslek
edinenlerdir; dini her türlü isteğin hizmetine verenlerdir. Onlar bir
menfaat elde edeceklerini sezdiklerinde, bu dünyanın mallarından birinin
onlara hediye edileceğini fark ettiklerinde, nassları alırlar, arzu edilen
şekilde kullanırlar! Bu metinleri alırlar, götürürler beşeri arzuların
peşinde kullanmaya başlarlar. Bu nassların konusunu belirlenmiş arzulara
uygun düşürmek için eğip bükerler. Bu din ve dinin temel gerekleriyle
çelişen yönelişler ile dini bağdaştırmak için sözlerin yerlerini
değiştirirler. Söz benzerliği bile olsa Kur'an ayetlerinden birinin anlamı
ile, yaltaklık yapmayı görev bildikleri kişilerin arzu ve istekleri arasında
bir benzerlik bulma çabasına düşerler! Bu çalışmada habire didinir, var
güçleriyle çalı şırlar: "Onun Allah katından olduğunu söylerler. Halbuki o,
Allah katından değildir. Bile bile Allah adına yalan söylerler". Aynen
Kur'an'ın sözünü ettiği ehl-i kitap grubunun yaptığı gibi. Bu, yalnız ehl-i
kitaba özgü bir felaket değildir. Din mensupları arasında Allah'ın dininin
ucuzladığı, bu dünyanın mallarından birinin pahasına bile değmez konuma
düştüğü her çeşit arzu ve isteğe rahatlıkla boyun eğer hale geldiği, her
ümmetin başındaki felakettir bu! Bağlılığın bozulduğu, gönüllerin Allah
adına bile yalan uydurmaktan çekinmediği, Allah'ın kullarına yaltaklık için
O'nun sözlerini saptırmaktan çekinmeyen, Allah'ın dinine aykırı olan
saptırılmış arzularının peşinde koşan her ümmetin durumu budur. Sanki yüce
Allah bu açıklama ile müslüman cemaati o bulaşıcı hastalıktan
sakındırmaktadır. Çünkü yahudilerden liderlik emanetinin alınmasına bu
olumsuz tutumlar; neden olmuş bulunmaktadır.
Ayetlerden anlaşıldığına göre
İsrailoğulları'nın bu kesimi Allah'ın kitabında mecazî anlamlar ifade eden
cümleler arıyorlardı. onlarla ağızlarını eğip büküyor, onları başka
anlamlara çekiyor, metinlerden, eğip-bükmekle ve saptırmakla dahi çıkmayacak
anlamlar çıkarmaya çalışıyorlardı. Böylece uydurdukları şeyleri kitlelere,
"Allah'ın kitabından gerçekler" diye yutturuyorlar ve "Bunlar Allah'ın
dedikleridir" demeye kalkışıyorlardı. Halbuki Allah onları söylemiş değildi.
Onlar bununla İsa'nın (selâm üzerine olsun) ve onunla beraber "Kutsal Ruh"un
uluhiyetini ispatlamayı amaç ediniyorlardı. Çünkü onlar Baba, Oğul ve Kutsal
Ruh üçlüsüne inanıyorlar, bunların üçünü bir varlığa, yani tek Allah'a
indirgiyorlardı. -Allah onların bu anlayışlarından uzaktır: İsa'dan da bu
iddialarını destekleyen birtakım sözler rivayet ediyorlardı. Allah onların
bu saptırmalarını ve başka şekilde yorumlamalarını reddetti. Allah'ın
peygamberlik için seçtiği ve onu bu büyük görevle yükümlü kıldığı bir
peygamberin insanlara kendisini ve melekleri ilah edinmelerini
emretmeyeceğini, bunun imkânsız olduğunu belirtti:
"Hiçbir insana yakışmaz ki, kendisine kitap,
yetki ve peygamberlik verildikten sonra insanlara dönsün de `Allah'ı
bırakarak bana kul olunuz' desin; tersine ona yakışan söz; `okuyup
öğrendiğiniz bu kitap gereğince Allah'a kul olmayı benimseyiniz' demektir."
"O'nun size melekleri ve peygamberleri ilah
edinmenizi emretmesi de düşünülemez. O size müslüman olduktan sonra kâfir
olmayı emreder mi hiç?"
Peygamber, kendisinin kul olduğunu, kulların
da kullukları ve ibadetleriyle yöneldiği biricik ilâhın Allah olduğunu kesin
olarak biliyordu; insanlardan kulluğu gerektiren ilâhlık sıfatın ı kendisine
ya tırmalarını istemeyi mümkün değildi. Hiçbir peygamberin insanlara
"Allah'ı bırakarak bana kul olun" demesi söz konusu olamaz. Peygamberin
onlara çağrısı "Allah'a kul olmayı benimseyin" şeklindedir. Allah'ın kulları
ve köleleri olarak Allah'a bağlanın, ibadet ile yalnız ona yönelin. Hayat
sisteminizi yalnız O'ndan alın. Böylece tertemiz ve Rabbanîler olarak O'na
yönelin. Kitabı bilmenizin ve onu tetkik etmenizin hükmü ile Rabbaniler
olunuz. Çünkü kitabı bilmenin ve onu tetkik etmenin gereği budur.
Peygamber, insanlardan, melekleri ve
peygamberleri ilâh edinmelerini asla istemez. Peygamberleri onlara, Allah'a
teslim olduktan ve O'nun ilâhlığına bağlandıktan sonra inkâr etmelerini
emretmez. Zira O, insanları saptırmak için değil Allah yoluna iletmek için
gelmiştir. Onları kâfir yapmak için değil, İslâm'a iletmek için
gönderilmiştir.
Buradan da anlaşılıyor ki, bu kesimin İsa'ya
(selâm üzerine olsun) izafe ettiği iddianın imkânsız olduğu ortaya çıktığı
gibi "Bu Allah katındandır" şeklindeki iddiaların da Allah adına uydurulan
bir yalan olduğu anlaşılıyor. -Aynı zamanda bu kesimin müslümanların safında
şüphe ve kuşku yaymak amacıyla tekrar ettikleri bütün çabalar boşa çıkıyor.
Zira Kur'an, onları müslüman cemaatin duyacağı, göreceği biçimde bütün
çıplak yönleri ile ortaya koyuyor. Ehl-i kitabın bu kesimi gibi bir de
müslüman olduklarını iddia eden bir grup vardır. Bunlar, daha önce
belirtildiği gibi, dini bildiklerini de iddia ediyorlar. Halbuki onlar,
bugün bu Kur'an ayetlerinin kendilerine cevap olarak yöneltilmesi
gerekenlerin başında gelirler. Onlar değişik şekillerde Allah dışında başka
ilâhlar icat etmek için Kur'an ayetlerini eğip-büküyorlar.
Bu uydurma anlayışlarına yamamak için Kur'an
ayetlerini didik didik ediyorlar "O'nun Allah katından olduğunu söylüyorlar.
Halbuki bu Allah katından değildir. Allah adına bile bile yalan
söylüyorlar."
PEYGAMBERLER ORDUSU
Sonra, peygamberler ve peygamberlik kafilesi
arasındaki gerçek ilişkinin Allah'a verilen söz ve yemin ile
gerçekleşmesinden söz ediliyor. Böylece Risalet kafilesinin son halkasına
uymayanların sapıklığı ile Allah'a verilen söze ve mutlak olarak evrenin,
yasası dışına çıkmış olacakları ilkesine dikkat çekiliyor.
81- Hani Allah,
peygamberlerden `Bakınız, size kitap ve hikmet verdim, ilerde yanınızdaki
kitabı onaylayan bir peygamber gelince ona kesinlikle inanacak, kendisini
destekleyeceksiniz' diye söz aldı; `Bu direktifimi kabul ettiniz,
omuzlarınıza yüklediğim bu görevi üstlendiniz mi?' dedi. `Kabul ettik'
dediler, Allah da `Birbirinize şahid olunuz, ben de sizinle birlikte
şahidlerdenim' dedi.
82- O halde bundan sonra kim
sözünden dönerse onlar fasıkların ta kendileridir.
83- Yoksa onlar Allah'ın
dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde bulunanların
tümü ister-istemez O'na teslim olmuşlardır ve O'nun huzuruna
döndürüleceklerdir.
Yüce Allah bizzat kendisinin ve
peygamberlerinin şahitlik ettiği dehşet verici sağlam bir söz almıştı. Her
peygamberden alınmış bir sözdü bu. Buna göre bir peygambere her ne zaman bir
kitap, bir hikmet verilirse, kendisinden sonra gelen ve elindekini
doğrulayan bir peygamber geldiğinde ona iman etmeli, desteklemeli ve onun
dinine uymalıdır. Allah bu ilkeyi, kendisi ile her peygamber arasında
gerçekleşen bir sözleşme kılmıştır.
Kur'an'ın ifadesi birbirini izleyen
peygamberler arasındaki zaman dilimlerini katlamakta ve hepsini bir sahnede
bir araya getirmektedir. Yüce Allah onlara hep bir arada hitap etmektedir:
"Bu direktifini kabul ediyor ve omuzlarınıza yüklediğim önemli görevi
üstleniyor musunuz?"
"De ki: `kabul ettiniz omuzlarınıza
yüklediğim bu görevi üstlendiniz mi?
"Kabul ettik dediler"
Yüce Allah bu sözleşmeye kendisi şahid olur
ve onları da ona şahid tutar:
"De ki: `öyleyse birbirinize şahid olun, ben
de sizinle beraber şahid olanlardanım".
Kur'ani ifadenin canlandırdığı bu dehşet
verici güzel tablo karşısında gönüller ürperiyor ve olumlu cevap veriyor. Bu
tabloda peygamberler yüce Yaratıcının huzurunda gösteriliyor:
Bu sahne ile aziz kafilenin dayanışma halinde
birbirine bağlı, hep birlikte, teslimiyetle yüce direktiflerine bağlı olarak
yürüdükleri ortaya çıkmaktadır. Bu kafile, yüce Allah'ın insan hayatının
üzerine kurulmasını dilediği ondan sapmaması, parçalanmaması çelişmemesi ve
çatışmamasını dilediği biricik gerçeği temsil etmektedir. Bu görevi ancak
Allah'ın kullarından seçkin biri üstlenir. Görevi bitince kendisinden sonra
seçilene devreder. Görevi bitince ardından gelen kardeşine kendisi de uyar
peygamberin kendinden olan bir girişimi yoktur. Onun bu görevde bireysel bir
maksadı, bir şöhreti yoktur. O ancak seçilmiş bir kuldur. İlahi emirleri
insanlara ulaştırmakla yükümlüdür. Bu çağrının insan nesilleri arasındaki
proğramını yapan, el değiştiren, bu kafileyi dilediği gibi yönléndiren ve
idare eden yüce Allah'tır.
Bu sözleşme ve bu düşünce ile Allah'ın dini,
bireysel taassubtan, peygamberin şahsi tutkunluğundan, ırkını kayırma
taassubundan, O'na uyanların kendi inançlarının taassubundan, kendi bireysel
tutkularından, kavmî tutkularından kurtulur. Bu biricik dinde bütün işleri
yalnız Allah'a havale edilir. Zaten bu aziz ve değişmez kafilenin sürekli
izlediği yol da budur.
Bu gerçeğin ışığı altında, ehl-i kitaptan son
peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) iman etmekten, ona yardımcı
olmaktan ve onu desteklemekten, eski dinlerine bağlılık -bu bağlılık
dinlerinin gerçeğine bağlılık değildir. Çünkü dinlerinin gerçeği, O'na iman
etmeye, O'na destek olmaya çağırıyor. Bu bağlılık kendi bireysel
tutkunluklarını dini bağlılıklarının yerine koyup onlara yapışmakta
gösterilen taassubtur- iddiasıyla geri duranların yanlış yaptıkları ortaya
çıkmaktadır. Zira onlara dinlerini ulaştıran peygamberler, hayranlık veren
güzel bir tabloda onların ilâhlarına büyük ve ağır bir söz vermiştir. Bu
gerçeğin ışığında ortaya çıkıyor ki, onlar peygamberlerin direktiflerinden
ve Allah'ın onlarla birlikte olan sözünden dışarı çıkıyorlar. Son peygambere
uymayan ehl-i kitap mensupları; aynı zamanda bütünü ile yaratıcısına teslim
olan, O'nun emri ve dilemesiyle işlerini proğramlayan, Allah'ın yasasına
boyun eğen bu evrenin nizamına da karşı çıkmış oluyorlar.
"O halde bundan sonra kim sözünden dönerse
onlar fasıkların ta kendileridir".
"Yoksa onlar Allah'ın dininden başka bir din
mi arıyorlar. Oysa göklerde ve yerde bulunanların tümü ister-istemez O'na
teslim olmuşlardır ve O'nun huzuruna döndürüleceklerdir."
Fasıklardan başkası son peygambere uymaktan
geri durmaz. Anormallerden, sapıklardan başkası Allah'ın dinine sırt
çevirmez. Bu koca kainatta Allah'ın yasasına her yönüyle bağlı olan, itaat
ve teslimiyet gösteren kainatın ortasında sapıklardan ve itaatsizlik
edenlerden başkası karşı koymaz.
Allah'ın dini birdir. Tüm peygamberler ona
çağırmıştır. Bütün peygamberler bu din üzere antlaşmışlardır. Allah'ın sözü
birdir. Her peygamberden o sözü almıştır. Yeni dine iman etmek, peygamberine
uymak, onun yaşam yolunu her yaşam yoluna karşı desteklemek, bu sözleşmeye
bağlılığın gereğidir. İslâm'a sırt çevirenler Allah'ın dininden bütünü ile
sırt çevirmiş, Allah'a verilen söze ihanet etmiş olurlar.
Yeryüzünde Allah'ın sistemini yürürlüğe
koyan, ona bağlılık gösterme ve ona tüm varlığını adama ile gerçekleşecek
olan İslâm, evrenin değişmez yasasıdır. Bu kâinatta her canlının dini odur.
Bu, İslâm'ın ve teslimiyetin kapsamlı, engin
bir tablosudur. İnsanların gönüllerine inen ve vicdanlarını etkisi altına
alan evrensel bir tablodur bu. Bütün canlıları ve cansızları bir yasaya, bir
kanuna, bir sonuca götüren üstün ve egemen bir yasanın tablosudur bu.
"Ve O'na döndürülürler."
En sonunda yüce tasarlayıcı, egemen ve hakim
olan Allah'a dönüşten başka çıkar yolları yoktur.
İnsan kendi mutluluğunu, rahatını, gönül
huzurunu, durumunun düzelmesini dilediğinde; kendi gönlünde, yaşam tarzında
ve toplum hayatında Allah'ın yoluna dönüş yapmalıdır. Zira bunun dışında
evrenin bütün düzeni ile uyum sağlayacak bir sistem yoktur. İnsan kendi
başına bir yaşam tarzı düzenlediğinde Rabbinin düzenlediği evrenin
sistemiyle uyuşmaz. Oysa insan evrende yaşayacak ve evrenin düzeniyle ilişki
içinde olacaktır. Düşüncesinde ve bilincinde, realitesinde ve ilişkilerinde,
işinde ve çalışmasında insanın nizamı ile evrenin düzeni arasında bir uyum
sağlandığında, ancak insanın gücü korkunç kainat güçleriyle çatışma yerine
onlarla işbirliğini garanti eder. Bu kainat güçleriyle çatıştığında
paramparça, darmadağın olur gider. Ya da herhalde Allah'ın kendisine
bağışladığı oranda yeryüzünde hilafet görevini yerine getiremez. İlahi
sisteme boyun eğdiğinde kendisine hükmettiği gibi kainatta bulunan bütün
canlılara da egemen olan evrenin yasalarıyla uyum içine girer. Evrenin
yasalarına karşı anlayışlı olduğundan onun sırlarını elde etme; onlara
egemen olma; kendisine mutluluk rahat, huzur getirecek biçimde ondan
yararlanma; korku, sarsılma ve yok olma endişesinden kurtulma imkânını elde
eder. Evrenden yararlanma, kâinatın ateşiyle kendisini yakmak değil; ateşle
pişirme, aydınlanma ve ısınmadır.
İnsanın fıtratı temelde evrenin yasasıyla
uyum içindedir. Her nesnenin ve her canlının ilâhına teslim oluşu gibi o da
teslim olmuştur. İnsan, yaşam düzeni ile bu değişmez yasanın dışına
çıktığında yalnız evrenle çatışmakla kalmaz, her şeyden önce yapısında
varolan fıtratı ile çatışır, güçsüz düşer, darmadağın olur, sarsılır,
şaşkınlığa düşer ve böylece bugünkü yolunu şaşırmış, talihsiz insanlığın
yaşadığı gibi onca bilimsel başarılara, maddî ve medeni bütün kolaylıklara
rağmen, işkence içinde ve bunalımlar içinde yaşar .
Bugün insanlık acı bir boşluğun ızdırabını
çekmektedir. Bu boşluk; ruhun fıtratının, yokluğuna katlanamayacağı
gerçeklerden boş bırakılmasıdır. İman gerçeğinden, hayatının ilahi yoldan
uzak kalma boşluğundan, kendi hareketi ile içinde yaşadığı evrenin
hareketini koordineli hale getiren yoldan mahrum oluşudur.
İnsanlık, içinde yaşadığı susuz çöllerin
kavurucu sıcaklığında, nemli serin gölgelerden uzak kalış boşluğunun
ızdırabını çekmektedir. Doğru çizgiden, alışılmış, belirginleşmiş yoldan
uzak kalışın içinde yüzdüğü ızdırab ve bataklığın boşluğundan!..
Bu nedenle insanlık; bedbahtlık, ızdırab,
şaşkınlık ve sıkıntı içindedir. Mahrumiyet, açlık ve boşluğu somut olarak
yaşamaktadır. Afyon, esrar ve uyuşturucularla, delicesine hız yarışıyla,
ahmakça maceralarla, hareketlerde, giyinişte ve yemede anormalliklerle kendi
realitesinden kaçmak istemektedir. Maddi bolluk, bol üretim, kolay yaşam ve
boş zaman onun bu boşluğunu dolduramamaktadır. Aksine Maddi bolluk, uygarlık
alanındaki kuşatıcı gelişmeler, yaşam şartları ve vasıtalarının
kolaylaşmasında görülen artış kadar insanlığın şaşkınlığı, sıkıntıları ve
boşlukları da artmaktadır.
Bu korkunç boşluk dehşet verici bir hayalet
gibi insanlığı kovalamaktadır. O kovalamakta, insanlık ise kaçmaktadır.
Yalnız bu kaçış da aynı şekilde insanlığı korkunç boşluğa salıvermektedir!
Dünyanın zengin ve servet sahibi ülkelerini
gezenlerin hepsi bu insanların boşluğa koşuşan topluluklar olduğunu ilk
bakışta görecektir. Kendilerini kovalayan hayaletlerden kaçan! Kendi
kendilerinden kaçan ve bataklıkta debelenme derecesine varan bir kaçış somut
nimetler ve maddi bolluk, kısa zamanda sinirsel ve psikolojik hastalıklara,
anormalliklere, sıkıntılara, hastalıklara, streslere, uyuşturucu ve
sarhoşluk verici maddelerin tüketimine, cinayetlere zemin hazırlamaktadır.
Artık, hayatın hiç de güzel bir yanı kalmamıştır!
Bu insanlar bir türlü kendi kendilerini
bulamıyorlar. Çünkü varlıklarının gerçek amacına varabilmiş değiller. Onlar
mutluluklarını bulamıyor; çünkü kendilerinin hareketi ile evrenin hareketi,
kendi düzenleri ile varlık yasası arasında bir ahenk oluşturacak Allah'ın
sistemini bulamıyorlar. Onlar huzuru bulamıyorlar; çünkü kendisine
dönecekleri Allah'ı bilmiyorlar.
İLÂN EDİLEN GERÇEK
Coğrafi ve tarihi olarak değil, gerçek
anlamda müslüman ümmet, Allah ile Peygamberleri arasında geçen bu muahedenin
önemlerini, Allah'ın biricik dini ve sisteminin gerçekliğini, bu sistemi
bizzat yaşayıp onu tebliğ eden aziz, değerli kafilenin gerçekliğini
kavrayacak tek ümmettir. Yüce Allah peygamberlerine (salât ve selâm üzerine
olsun) bu gerçeğin hepsini açıklamasını, ümmetinin bütün peygamberlere iman
ettiğini, bütün elçilere saygı duyduğunu, Allah'ın tek din olarak bu dini
kabul ettiğini ve bu ilahi dinin karekterini tanıdığını ilan etmesini
emretmiştir:
84- De ki; Allah `a, bize
indirilen kitaba; İbrahim é, İsmail`e, İshak`a, Yakub'a ve torunlarına
indirilen ilahi mesajlara; Musa`ya, İsa'ya ne diğer peygamberlere Rabbleri
tarafından verilenlere inandık; onlar arasında ayırım yapmayız, biz O'na
teslim olmuşuz, :
85- Kim İslâm ilan başka bir
din ararsa, o din ondan kabul edilme;, ve ahirette hüsrana uğrayanlardan
olur.
İşte kendisinden önceki tüm peygamberlik
misyonunu kapsaması, genişliği ve bütün peygamberlere dostluğu, Allah'ın
bütün dinlerindeki Tevhidi, tüm çağrıları ve bütün peygamberlikleri, tek
olan kaynağına indirgeyen ve Allah'ın kulları için dilediği şekliyle hepsine
iman etmeyi gerektiren İslâm budur.
Burada Kur'an'ın söz konusu birinci ayetinde
geçen bir noktaya dikkat çekmek yerinde olur: Allah'a iman, müslümanlara
indirilene -Kur'an'a- iman, ve daha önce diğer peygamberlere indirilene
imandan söz edilmiş ve bu imandan sonra şöyle demiştir:
"Biz O'na teslim olmuşuz."
İslâm'ın, teslimiyet; boyun eğiş, itaat,
emre, düzene, sisteme, ilkeye bağlılık olduğu daha önceki ayetle
belirtildikten sonra:
"Yoksa onlar Allah'ın dininden başka bir din
mi arıyorlar. Oysa göklerde ve yerde bulunanların tümü ister-istemez O'na
teslim olmuşlardır ve O'nun huzuruna döndürüleceklerdir."
İslâm'ın bu şekilde belirtilmesi ayrı bir
anlam taşımaktadır. Açıktır ki, evrensel olan İslâm'ı; emre boyun eğiş,
düzene uyma ve yasaya itaattir. Buradan da yüce Allah'ın yardımı her
fırsatta İslâm'ın anlamını ve gerçeğini belirtmesiyle ortaya çıkmaktadır.
Taki böylece hiç kimse İslâm'ı, dille söylenen bir söz, pratik etkileriyle
Allah'ın yoluna teslimiyet ve hayat realitesinde bu yolu gerçekleştirme
eylemleri anlamına gelmeyen ve sadece kalpte yer etmiş bir tasdikten ibaret
sanmasın.
Bu, gerçekten önemli bir uyarıdır. İnce,
sağlam ve kapsamlı açıklamaya geçmeden önce ona yer vermektedir:
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa o din
ondan kabul edilmez ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olur."
Bu birbirini izleyen ayetler varken İslâm'ın
gerçeğini saptırmaya yol yoktur. Ayetleri eğip-bükerek ve onları
anlamlarından saptırarak İslâm, Allah'ın tanımladığı şekilden başka bir
tarzda tanıtılamaz. Bu, bütün evrenin boyun eğdiği İslâm'dır. Evren,
Allah'ın belirlediği ve idare ettiği nizama boyun eğerek bu İslâm'a
uymaktadır.
Öyleyse anlamını ve gereğini yerine
getirmeden "Allah'tan başka ilah yoktur" şehadetine uymadan, kelime-i
şehadeti söylemek asla İslâm olmayacaktır. Şehadetin anlamı ve gerçeği,
ilahlığı ve hakimiyeti, "Bir"e indirgemek, kulluk ve yönelişte birliği
sağlamaktır. "Muhammed, Allah'ın Elçisidir" şehadetinin anlamı ve gereği
olmadan da İslâm olmaz. Bu şıkkın manası ve hakikati O'nun, ilahından hayat
için getirdiği sisteme bağlılık, Allah'ın gönderdiği yasaya uymak, kullara
getirdiği kitabı hakem kabul etmektir.
Öyleyse, ilahlık, gayb, kıyamet, Allah'ın
kitapları ve peygamberlerinin gerçek olduğunu kalp ile tasdik etmenin
yanında bu tasdiği kapsamlı uygulaması ve daha önce belirttiğimiz realiteye
dayalı hakikat olmadan İslâm'dan söz edilemez.
Dini motifler, şekli ibadetler veya dualar ya
da zikirler yahut ahlâki bir eğitim veya bir yol gösterme İslâm
olmayacaktır. Bunlarla beraber pratik etkileri Allah'a bağlı bir hayat
sisteminde somut olarak görülmelidir; ibadetler, dini motifler, dualar ve
zikirlerle kalpler O'na yönelmelidir. Kalpler O'nun korkusundan titremeli,
uslanıp-doğru yola girmelidir. Bütün bu etkinlikler insanların tertemiz,
apaydınlık çerçevesinde yaşadığı sosyal bir düzende pratik olarak
aktarılmadığından hepsi etkisiz kalır. İnsan hayatında hiçbir fonksiyonu
kalmaz.
İşte Allah'ın istediği şekliyle İslâm budur.
Herhangi bir nesil tarafından beşeri arzuların doğrultusunda şekillendirilen
"İslâm"a itibar edilmez! İslâm'ın açıklarını kollayan İslâm düşmanları ve
onların ajanlarının arzularına göre biçimlenen din, gerçek İslam'dan
uzaktır.
İslâm'ın gerçek mahiyetini tanıdıktan sonra
Allah'ın dilediği şekliyle İslâm'ı kabul etmeyenler ve içtenlikle onu
benimsemeyenler, ahirette hüsrana uğrayanlardır. Yüce Allah onlara hidayet
vermeyecek ve onların cezasını bağışlamayacaktır:
86- Peygamberin haklı
olduğunu gördükleri, kendilerine açık belgeler geldiği halde iman ettikten
sonra kafir olanları Allah doğru yola nasıl iletir? Allah zalimleri doğru
yola iletmez.
87- Böylelerinin cezası;
Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların lanetine uğramalarıdır.
88- Onların bu cezaları
süreklidir. Ne azapları hafifletilir ve ne de yüzlerine bakılır.
Bu, korkunç bir uyarıdır; içinde zerre kadar
iman taşıyan, işin hem dünyada hem de ahiretteki önemini kavrayan her kalbi
titretir. Bu, kendisine kurtuluş imkanı tanındığı halde ondan bu şekilde yüz
çevirenlere gerçekten uygun bir cezadır. Fakat İslâm, bununla beraber tevbe
kapılarını açık bırakıp, tevbe etmek isteyen sapıkların yüzüne bu kapıyı
kapamıyor. Gelip bu kapıyı çalmasından başka bir yükümlülük de getirmiyor.
Kişi O'na doğru yönelip yaklaşmaya çalıştığında, önünde hiçbir engel
bulunmadığını görecektir. Yeter ki güven veren sığınağa gelsin ve güzel
işler yapmaya koyulsun. Ve böylece, tevbenin, gerçekten pişmanlık duyan bir
gönülden kaynaklandığını göstersin:
89- Ancak bu sapıtmanın
ardından tevbe ederek durumlarını düzeltenler hariç. Çünkü Allah affedici ve
merhametlidir.
Tevbe etmeyenler ve O'na samimi olarak
sarılmayanlar, küfürde ısrar edenler ve küfürlerini arttıranlar, bu küfürde
eldeki fırsatı kaçırıncaya, imtihan süresi bitinceye ve değerlendirme dönemi
gelinceye kadar direnenler, evet bütün bunların ne tevbeleri ne de
kurtuluşları söz konusudur. Allah ile ilişkileri kopuk olduğu sürece, hayır
ve iyilik olarak kabul ettikleri dünya dolusu altın dağıtsalar bile
kendilerine bir yararı olmayacaktır. Tabiatıyla onların bu iyiliklerinin
Allah ile ilişkisi yoktur ve bunlar yalnız O'nun adına verilmiş
olmayacaktır. Dünya dolusu altın dağıtsalar bile kıyamet gününün cezasından
kurtulma imkanları kalmamıştır. Fırsat kaçırılmış, kapılar kapanmıştır.
90- Küfredip kâfir olarak
ölenlere gelince, bunların hiç birinden yeryüzü dolusu kadar altını fidye
olarak verse bile kabul edilmez. Onları acıklı bir azap beklemektedir,
hiçbir yardımcı bulamazlar.
91- İman ettikten sonra kâfir
olanlar sonra da kâfirliklerini koyulaştıranlar; bunların tevbeleri
kesinlikle kabul edilmez, bunlar sapıkların ta kendileridir.
İşte ayeti kerime bu korku ve dehşet verici
anlatımla meseleye kesin hükmünü koymaktadır. Mesele öyle açık bir biçimde
pekiştiriliyor ki, şüphe yaymaya çalışanın çabasına hiçbir açık kapı yoktur
artık.
Allah rızası için ve Allah yolunda olmayan
infak ve fidyenin yararının olmadığı bir günde fidye vermeye kalkmaktan söz
edilirken Allah rızası için yapılan infak ve sadakalara da değiniliyor:
92- Sevdiğiniz şeylerden
infak etmedikçe iyilik mertebesine eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, hiç
şüphesiz Allah onu bilir.
Bu ayetle muhatap olan o zamanki müslümanlar
bu ilahi direktifin anlamım gerçekten kavradılar. Sevdiklerinden fedakârlık
ederek, mallarının en değerli olanlarını Allah yolunda dağıtarak iyiliğe
ulaşma çabasına girdiler. Zira iyilik bütün güzel şeylerin bütünüdür. Daha
büyük ve daha üstünlerini elde etmek umuduyla cömertlik örnekleri verdiler:
İmam-ı Ahmed bin Hanbel rivayet ediyor.
Abdullah b. Ebu Talha'nın oğlu Ebu İshak'tan, O da Enes b. Malik'ten
işittiğini kaydeder. Enes der ki: "Ebu Talha Medine'li müslümanların en
zenginiydi. En çok sevdiği malı da Beyraha bahçesi idi. Bu bahçe Mescidi
Nebevi'nin karşısındaydı. Hz. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) oraya
girer, orada bulunan tatlı bir kaynaktan içerdi. Enes der ki: `Sevdiğinizden
dağıtmadıkça iyiliğe ulaşamazsınız' ayeti inince, Ebu Talha dedi ki: "Allah
`Sevdiğinizden dağıtmadıkça iyiliğe ulaşamazsınız' buyuruyor. Benim en
sevdiğim malım ise Beyraha bahçesidir. Onu Allah yoluna bağışlıyorum. Onun
iyiliğini umuyor ve yüce Allah katında bana azık almasını ümit ediyorum; Ey
Allah'ın Resulü, Allah'ın sana gösterdiği şekilde onu kullan." Peygamber
(salât ve selâm üzerine olsun) `Çok güzel! Çok güzel! Bu kârlı, verimli bir
arazi bu kârlı bir arazi... Ben işittim... Ben, onu, akrabalarına dağıtmanı
uygun görüyorum' buyurdu Ebu Talha da; `Öyle yaparım ey Allah'ın Elçisi!'
dedi ve onu akrabaları ile amca oğulları arasında paylaştırdı." (Buhari,
Zekat, 44; Müslim, Zekat, ı4; (Bkz. Nevevi, Şerhu Müslim, VII, 84-86))
Buhari ve Müslim'de; Hz. Ömer'in şöyle dediği
kaydediliyor: "Ey Allah'ın Resulü, Hayber'de payıma düşen arazi kadar benim
yanımda değerli hiçbir malım olmadı. Onu ne yapmamı önerirsin?" dedim.
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "Aslını bırak, ürününü Allah
yolunda vakfet." buyurdu.
Sahabilerin çoğu bu şekilde davrandı.
Kendilerini İslâm'a kavuşturduğu günde iyiliğin tümüne kavuşturan Rablerinin
direktiflerine sarıldılar. Bu yönelişleri onları malın köleliğinden, nefsin
cimriliğinden ve egoistlik sevdasından özgürlüğe kavuşturdu. Bu aydınlık
ufuklara özgürce, serbestçe ve rahatça yükseliverdiler.
DÖRDÜNCÜ CÜZ
Bu cüz Al-i İmran suresinin geri kalan bölümü
ile Nisa suresinin başından 23. ayeti kerimesine kadar olan kısmı
kapsamaktadır.
Al-i İmran suresinin bu son kısmı ise,
surenin 3. cüzünün başlangıcında değindiğimiz gibi surenin seyir çizgisini
tamamlayan dört temel bölümden oluşmaktadır. Ancak, burada tekrarlamaya
gerek olmadığından, bilgi edinmek için oraya müracaat edilebilir.
Birinci bölüm, Hicri ikinci yılın Ramazan
ayında meydana gelen Bedir savaşı sonrasından Hicri üçüncü yılın Şevval
ayında meydana gelen Uhud savaşı sonrasına kadarki dönemde (ki bize göre
sure, bu dönemde müslüman kitlenin hayatında meydana gelen olayları
kapsamaktadır) Medine'de müslüman cemaat ile ehl-i kitap arasında cereyan
eden ve bütün surede yeri geldikçe değinilen, aynı zamanda "İmanî düşünce",
"Din", "İslâm" ve "İslâm'ın ve daha önce gelen risaletlerin getirdiği
Allah'ın metodunun" hakikatinin ortaya çıkmasını sağlayan sözlü çatışmanın
bir yönünü dile getirmektedir. Aynı zamanda bu çatışma, Resulullah (salât ve
selâm üzerine olsun) ile beraberindekilere karşı mücadele eden ehl-i kitabın
mahiyeti, Allah'ın dininden uzaklaşmalarının, süreci, müslüman cemaate karşı
besledikleri duyguları ve bu duyguların ardındaki gizli emellerinin ortaya
çıkmasına neden olmaktadır.
İkinci bölüm de surede önemli bir yer
tutmaktadır. Burada yalnızca söz, hile ve tedbirle değil, aynı zamanda
kılıç, mızrak ve okla yapılan başka bir çatışmadan söz edilmektedir. Uhud
savaşından sonra nazil olan bu ayetler; savaşı, savaşta meydana gelen
olayları ve savaşın sonuçlarını Kur'an'ın o eşsiz üslûbuyla anlatmaktadır.
Ayrıca bu bölümde, çatışma ve çatışma
sonrasında ortaya çıkan düşünce hataları ile davranışlardaki bozukluklar ve
saflardaki çözülmeler ışığında müslüman cemaatin eğitilmesi yönüne
gidilmekte ve çeşitli yönlerden imani düşüncenin netleşmesine
çalışılmaktadır. Bu durum, müslüman cemaatin yoluna devam etmesine,
sorumluluklarını taşımasına, Allah'ın kendisine layık gördüğü o yüce
seviyeye çıkmaya uğraşmasına ve kendisini bu üstün görev için seçer Allah'ın
nimetine karşı şükrünü ifa etmesine bir fırsat olarak değerlendirilmektedir.
Üçüncü bölümde ehl-i kitaba yeniden
dönülmekte ve Medine'ye ilk geldiği zaman Peygamber efendimiz ile yapmış
oldukları antlaşmayı bozmaları hatırlatılarak, Peygamberlerine karşı
işledikleri kötülükler ve düşüncelerinin bozukluğu da anlatılmaktadır. Daha
sonra müslüman cemaate dönülür ve onlara uymamaları konusunda, mümin
kalplerde, cana ve mala isabet eden belâlar hatırlatılıp, ehl-i kitap ve
müşriklerin eziyetleri karşısında sebat etmeleri ve ne olursa olsun
düşmanlarının yaptıklarını hakir görmeleri konusunda uyarılmaktadır.
Son bölümde müminlerin Rabbleriyle olan
durumları canlandırılmaktadır. Müminlerin, kâinattaki Allah'ın ayetleriyle
yüz yüze geldiklerinde kalplerinde imanın canlanışını, kâinatın ve
kendilerinin Rabbine dua, huşu ve korkuyla yönelişlerini, buna karşılık
Rabblerinin mağfiret ve güzel bir sevapla onlara icabet etmesi dile
getirilmektedir. Bu arada, kafirlerin yaptığı şeylerin basitliği ve bu
dünyada kazandıkları şeylerin değersizliği anlatılarak sonuçta varacakları
yerin Cehennem olduğu ve onun, en kötü dönüş yeri olduğu anlatılmaktadır.
Sure, yüce Allah'ın, müminleri kurtuluşa
erebilmeleri için sabretmeye, sabır tavsiye etmeye, bağlılığa ve takvaya
sarılmaya davet eden bir çağrıyla son buluyor.
Birbirini takip eden bu dört bölüm, üçüncü
cüzde bir kısmını arz ettiğimiz surenin, geri kalan kısmını oluşturmaktadır
ve orada da değindiğimiz gibi surenin ana gayesine uygunluk arzetmektedir.
Surenin akışı içinde yeri geldikçe konuya tekrar dönülecektir.
Bu cüzün ikinci yarısını oluşturan Nisa
suresinin başında da yeri gelince inşaallah o konuya değineceğiz. Başarı
Allah'tandır.
SAVAŞTAKİ DERS
Bu konuda ehl-i kitap ile olan söz ve
tartışma savaşı doruğa çıkmakta. Bu ayetler, rivayetlerde geçtiği gibi
Necran topluluğu ile cereyan eden tartışma ile alakalı olarak nazil olmadığı
halde surenin akışı içinde o kısımdan sonra gelerek aynı konuyu
tamamlamaktadır. Her ne kadar bu bölümde geçen ayetler özellikle
yahudilerden ve onların Medine'deki müslüman cemaat hakkındaki tuzak ve
desiselerinden söz etse de konuları ve ayetlerinin aynı keskinlik ve aynı
netlikle son bulmaları açısından birbirine benzemektedir. Bu konulara kısaca
değindikten sonra surenin akışı müslüman cemaate yönelerek, Bakara suresinde
İsrailoğulları'ndan sonra sözü müslümanlara getirdiği gibi burada da
yalnızca onlara hitap edip kendi hakikatlerini, hareket metodlarım ve
yükümlülüklerini açıklamakta. Bu yönüyle Bakara suresiyle Al-i İmran suresi
birbirine benzemektedir.
Bu bölüm, Tevrat indirilmeden önce
İsrailoğulları'nın kendi nefsine bazı şeyleri haram kılması dışında bütün
yiyeceklerin İsrailoğulları'na helal olduğu gerçeğini, Kur'an'ın yahudilere
haram kılınan bazı şeyleri helal kılmasına itiraz edenlere cevap olarak
veriyor. Üstelik bu haramlar, sadece kendilerini bağladığı gibi bazı ilahi
emirlere muhalefetlerinin cezası olarak varit olmuştur. Sonra, ayet-i
kerimeler sözü, daha önce Bakara suresinde geniş bir yer tutan kıblenin
değiştirilmesi konusuna yaptıkları itiraza getiriyor. Onlara, Kâbe'nin
İbrahim'in (selâm üzerine olsun) evi ve yeryüzünde insanların ibadet etmesi
için kurulan ilk ev olduğunu açıklayarak İbrahim'in varisleri olduklarını
iddia edenlerin buna itiraz etmelerini, garib bir durum olarak
nitelendiriyor.
Bu açıklamalardan sonra, ehl-i kitabın
Allah'ın ayetlerini inkâr edip, O'nun yoluna gidenleri engellemeleri,
doğruluktan sapmaları ve hakkı bildikleri halde eğriliğe meyledip onu hayata
egemen kılmaya çalışmaları anlatıyor.
Ayetler bir anda ehl-i kitabı bırakıp
müslüman cemaate yönelerek, onları ehl-i kitaba uymama konusunda uyarıyor.
Devamla ehl-i kitaba tabi olmanın küfür olduğunu açıklayarak, Allah'ın
kitabı kendilerine okunduğu ve kendilerini takvaya ve ölüm gelip Allah'a
kavuşuncaya kadar İslâm'a sarılmaya çağıran Resulullah aralarında bulunduğu
halde küfre meyletmenin müslümanlara yakışmayacağı bildiriliyor. Bu arada
onlara, kalplerini uzlaştırmak, daha önce düşman gruplar oldukları halde
İslâm sancağı altında bir safta birleştirmek ve ateşten bir uçurumun
kenarında bulundukları gün İslâm ile kendilerini kurtarmak şeklindeki
Allah'ın nimeti hatırlatılıyor. İyiliği emreden, kötülüğü nehyeden bir ümmet
olmalarını ve Allah'ın nizamını gerçekleştirmeye özen göstermeleri
emredilerek ehl-i kitabın desiselerine kulak vermemeleri konusunda
uyarılıyorlar... Aksi takdirde, ehl-i kitab gibi ayrılığa düşüp dünya ve
ahirette helak olacakları belirtiliyor. Rivayetlere göre, bu uyarı, Evs ve
Hazreç arasında yahudilerin çıkardığı bir fitne üzerinde yapılmıştır.
Daha sonra yüce Allah, müslümanlara,
yeryüzündeki konumlarının ve insan hayatındaki rollerinin hakikatini
öğretiyor. "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği
emreder, kötülükten nehyedersiniz ve Allah'a inanırsınız." Bununla da,
müslümanların üstlendiği rolün asaletine ve topluluklarının yüceliğine
işaret ediliyor. Bunun arkasından düşmanlarının durumu küçümsenerek dinleri
konusunda hiçbir zararlarının söz konusu olamayacağı, kendilerine tam
anlamıyla galip olamayacakları, ancak cihad ve savaş esnasında bazı
eziyetlerde bulunabilecekleri, sonuçta ise zaferin metodlarına tabi
oldukları sürece kendilerinin olacağı bildiriliyor. Yüce Allah, ehl-i
kitaptan olan bu düşmanlarının, bazı günah ve kötülükleri işlemeleri ve
haksız yere peygamberleri öldürmeleri nedeniyle üzerlerine zillet ve
miskinlik damgasını vurmuştur. Bununla beraber, hakka yönelip iman eden,
iyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek suretiyle müslümanların metoduna
uygun davranan bir grup yukardaki hükmün dışında tutuluyor: "İşte onlar
salihlerdendirler". Ayeti kerime İslâm'a yönelmeyen kafirlerin küfürlerinden
dolayı sorgulanacaklarını, infak ettikleri mallarının ve çocuklarının
kendilerine fayda sağlayamayacağını ve sonuçta da helâk olacaklarını
belirtiyor.
Konu, kendilerine kin besleyen, öfkesi
ağızlarından taşan, göğüslerinde gizledikleri kinleri daha büyük olan,
müminlere duydukları öfkeden parmaklarını ısıran, müminlere bir kötülük
isabet etmesiyle sevinen ve bir iyiliğin dokunmasıyla üzülen kimseler gibi,
kendilerinden olmayanları dost edinmemeleri konusunda müslümanlara yönelik
bir uyarıyla son buluyor.
Burada yüce Allah, sabredip sakındıkları
sürece kendilerini düşmanlarının hilesinden koruyup destekleyeceğini vaad
ediyor: "Şüphesiz Allah onların yaptıklarını kuşatmıştır". Bu uzun ve
çeşitli ilhamları ihsan ettiren yöneliş, o günkü müslüman cemaatin
saflarında ehl-i kitabın yaptığı hile ve desiselere ve bu desiselerin
meydanâ getirdiği karışıklıklar sonucunda müslümanların çektiği sıkıntılara
işaret ettiği gibi, müslüman cemaatin kendilerini cahiliyyeye ve cahiliyye
dostlarına bağlayan bütün ilgilerden kesinlikle uzaklaşmasını ve tamamen
soyutlanması için böylesine kuvvetli yönelişlere muhtaç olduğuna da işaret
etmektedir.
Bu yöneliş, İslâm ümmetinden gelen her
nesilde fonksiyonunu icra etmiştir ve bundan sonra da taklitçi İslâm
düşmanlarına uymamaları konusunda uyarıya muhtaç olacak herkes için bu
fonksiyonunu yerine getirecektir. Çünkü onlar yine onlardır; yöntemleri
değişse de İslâm'a düşmanlıkları hep aynı kalacaktır.
93- İsrail'in (Yakub'un),
Tevrat'ın indirilişinden önce kendine yasakladıkları dışında kalan tüm
yiyecekler İsrailoğulları'na helâl idi. De ki; `Eğer doğru söylüyorsanız,
Tevrat'ı getirip okuyunuz.'
94- Kim bundan sonra Allah
adına yalan uydurursa, bunlar zalimlerin ta kendileridirler.
Yahudiler, Hazreti Muhammed'in (salât ve
selâm üzerine olsun) Risaletinin sıhhatine kusur bulmaya yol bulmak,
fikirleri karıştırıp akılları ve kalpleri sarsmak için her delili, her
şüpheyi ve her hileyi kullanmak istiyorlardı. Bu nedenledir ki, Kur'an'ın
Tevrat'ta bulunanları tastik ettiğini görünce şöyle demeye başladılar: "O
halde İsrailoğulları'na haram kılınan şeyleri (rivayetlere göre
İsrailoğulları'na haram olan bizzat deve etini ve sütünü zikretmişlerdir.)
Kur'an nasıl helâl kılıyor?" Bilindiği gibi İsrailoğulları'na haram olan
birçok şeyi yüce Allah müslümanlara helâl kılmıştır.
Burada Kur'an-ı Kerim, yahudilerin, Kur'an'ın
Tevrat'ı tastik ettiğini ve İsrailoğulları'na haram kılınan bazı şeylerin
müslümanlara helâl kılındığını şüpheyle karşılamalarına, "İsrail'in
(Yakub'un), Tevrat'ın indirilişinden önce kendine yasakladığı dışında kalan
bütün yiyecekler İsrailoğulları'na helal" olduğuna dair tarihi gerçekle
cevap veriyor. Bilindiği gibi İsrail, Yakub'dur (selâm üzerine olsun).
Rivayetlere göre şiddetli bir hastalığa yakalanması üzerine, şayet
iyileşirse Allah'a, en çok sevdiğim deve etini ve sütünü yemeyeceğime dair
gönüllü olarak adakta bulunur; bunun üzerine Allah da, adağını kabul eder.
İsrailoğulları'nın geleneği de babalarının kendine haram kıldığını tamamen
haram saymak şeklinde sürüp gelmiştir. Bunun yanında, işledikleri bazı
suçlara ceza olarak, yüce Allah başka şeyleri de İsrailoğulları'na haram
kılmıştır. Bu haramlara En'am suresindeki şu ayette işaret edilmiştir:
"Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram
ettik. Sığır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldık; bunların sırtlarına ve
bağırsaklarına yahut kemiklerine yapışan yağlar müstesna. Bu haramı onların
azgınlıklarına ceza olarak yaptık. Ve şüphesiz biz doğruyuz." (En'am suresi;
146)
Bundan önce bu yiyeceklerin hepsi
İsrailoğulları'na helâldi. Yüce Allah, onlara, bütün bu yiyeceklerin aslında
helâl olduğunu ve kendilerine özgü nedenlerle haram kılındığı gerçeğini
ifade ediyor. Dolayısıyla bu maddelerin müslümanlara helâl kılınmasından
yola çıkarak Kur'an'ın ve bu son İlahi Şeriatın sıhhatinden şüphelenmenin
yersiz olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.
Ayeti kerime onları, Tevrat'a müracaat etmeye
ve O'nu getirip okumaya davet ederek bu suretle haram kılmanın kendilerine
has olup genel olmadığını göreceklerini bildiriyor:
"De ki; eğer doğru söylüyorsanız, Tevrat'ı
getirip okuyun."
Daha sonra ayeti kerime, Allah'a yalan yere
iftirada bulunanı tehdit ederek, böyle yapanın, gerçeğe, nefsine ve
insanlığa adil davranamayacağını belirtiyor. Zalimin cezası bellidir. Onları
bekleyen azabın gerçekleşmesi için onların bu şekilde ayıplanmaları
yeterlidir. Onları Allah'a yalan iftirada bulunuyorlar ve sonuçta da Allah'a
döneceklerdir.
HACC ve KÂBE-İ MUAZZAMA
Daha önce Bakara suresinde, yeterince
tartışılmış olan müslümanlara kıble tayin edilmesi ve Kâbe'ye yönelmenin
asıl ve evlâ olduğu, Beytül Mukaddes'in bir dönem kıble edinilmesinin yüce
Allah'ın beyan ettiği muayyen bir hikmete yönelik geçici bir durum olduğu
açıklandığı halde yine de yahudiler bu konu etrafında polemik yapmaya devam
ediyorlardı. Resulullah hicrî onaltıncı ve onyedinci aya kadar Beytül
Mukaddes'e dönüp namaz kıldığı halde, kıblenin değiştirilip Kabe'ye dönerek
namaz kılmasını konuşup duruyorlardı. Evet bütün bu açıklamalara rağmen
yahudiler halâ, günümüzde de bu dinin düşmanlarının, dinin bütün konularında
yaptıkları gibi bu açık ve seçik hakikati şüphe ve kargaşa ile bulandırmayı
umarak dönüp dolaşıp aynı konuyu dillerine dolamışlardı.
Yüce Allah, burada yepyeni bir açıklamayla
onlara cevap veriyor:
95- De ki; Allah doğru
söyledi. Buna göre İbrahim'in dosdoğru dinine uyunuz. O, müşriklerden
değildi.'
96- İnsanlar için kurulan ilk
ev Mekke'deki bütün canlılar için bereket ve hidayet kaynağı olan (Kâbe)dir.
97- Orada apaçık deliller ve
İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse güvenliğe erer. O na yol
bulabilenlerin Kâbe'ye haccetmesi Allah'ın, insanlar üzerinde hakkıdır. Kim
küfrederse bilsin ki Allah alemlerden müstağnidir.
"De ki; Allah doğru söyledi." sözü ile, daha
önce sözü edilen Kâbe'nin insanlara sığınak ve emniyet, müminlere de
dinlerinde kıble ve namazgah olması için İbrahim ve İsmail tarafından inşa
edildiğine dair mevzu kastedilmiş olabilir. Bu yüzden, şirkin her çeşidinden
uzak arı Tevhidden ibaret olan İbrahim'in milletine uymaları emrediliyor.
"Buna göre, İbrahim'in dosdoğru dinine
uyunuz. O, müşriklerden değildi."
Yahudiler, kendilerini İbrahim'in (selâm
üzerine olsun) varisleri kabuI ediyorlardı. İşte, Kur'an onlara, şirkin
bütün çeşitlerinden uzak olan İbrahim'in dininin hakikatini gösteriyor.
Birinci cümlede Hanif olduğuna, diğerinde de müşriklerden olmadığına işaret
ederek bu gerçeği iki kere tekrarlıyor. Öyleyse bu müşriklere de ne oluyor?
Daha sonra ayeti kerime, Kâbe"ye yönelmenin
esas olduğu gerçeğini yerleştiriyor. Çünkü Kâbe, yüce Allah'ın İbrahim'e,
binanın duvarlarını yükseltmesini; tavaf edenlere, itikafa girenlere, rükû
edenlere ve secde edenlere tahsis etmesini emrettiği ve mübarek kılmak
suretiyle alemlere hidayet kaynağı kıldığı günden itibaren yeryüzünde ibadet
için kurulan ve sırf ibadete tahsis edilen ilk evdir. İbrahim'in milleti
O'nun yanında Allah'ın dini sayesinde hidayet bulur. Oranın İbrahim'in
makamı olduğunu gösteren birçok delil vardır. (Deniliyor ki; bundan maksat,
binayı kurarken İbrahim'in üstünde durduğu ve önceleri Kâbe'ye bitişik
olduğu halde tavaf edenlerin yanında namaz kılanları şaşırtmaması için Raşit
Halife Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun) tarafından Kâbe'den ayrılan tarihî
taştır. Ayrıca Hz. Ömer, "İbrahim'in makamını namazgâh edindiler" ayetine
dayanarak müslümanların orayı namazgah edinmelerini emretmiştir...)
Bu evin faziletleri ile ilgili rivayetlerde,
oraya giren herkesin güven içinde olduğu, her korkan için bir sığınak
olduğu, yeryüzünde böyle bir yerin daha bulunmadığı İbrahim ve İsmail'in
(selâm üzerlerine olsun) kurdukları günden beri bunun böyle olduğu, hatta
Arap cahiliyesinde de aynı üstünlüğünü koruduğu ifade ediliyor. Evet,
İbrahim'in dininden ve bu dinin temsil ettiği saf Tevhid'den uzaklaştıkları
bu dönemde bile Hasan Basri ve başkalarının dediği gibi, bu yüce evin
dokunulmazlığına saygı gösterildiği anlatılır; "Adam birisini öldürür, sonra
da omuzuna bir hırka atar ve Harem'e girerdi. Öldürülenin oğlu kendisini
gördüğü halde çıkana kadar kendisine karışmazdı." Bu, yüce Allah'ın,
çevresindeki insanlar cahiliyede olsalar bile kendi evine bahşettiği bir
üstünlüktür. Yüce Allah, evine verdiği bu üstünlükle Araplara minnet ederek
şöyle buyurur: "Çevrelerinde insanların zorla yakalanıp kapılmasına rağmen
orayı emin bir yer yaptığımızı görmediler mi?" Çevresinde avlanmanın,
hayvanları yuvasından kovmanın ve ağları kesmenin haram olması da Kâbe'nin
üstünlüklerindendir.
Buhari ve Müslim'de -lafız Müslim'e aittir-
İbni Abbas'dan şöyle rivayet edilir: "Resulullah Mekke'nin fethedildiği gün
şöyle buyurdu:
"Allah bu beldeyi gökleri ve yeri yarattığı
gün haram kıldı. Bu haramlık Allah'ın haram kılmasıyla kıyamete kadar
sürecektir. Benden önce burada savurmak hiç kimseye helâl kılınmadı. Bana da
ancak günün bir saatinde helâl kılındı. Bu haramlık kıyamete kadar
sürecektir. Dikeni sökülemez, avlanılamaz, düşürülmüş herhangi birşeyi onu
tanıyandan başkası toplayamaz, otları biçilemez..."
İşte bu, Allah'ın müslümanlar için kıble
olarak seçtiği evdir... Bu, Allah'ın kendisine bunca üstünlükleri bahşettiği
evdir... Bu, yeryüzünde ibadet için kurulan ilk evdir. Bu, babamız
İbrahim'in evidir. Bu evi İbrahim'in bina ettiğine ilişkin birçok delil
vardır. İslâm da İbrahim'in dini olduğuna göre, müslümanların O'nun evine
yönelmeleri daha uygundur. Burası, bu dinin korunağı olması nedeniyle
insanların yeryüzünde sığınak ve güvencede oldukları yer ve insanlar için
hidayet kaynağıdır.
Sonra, ayet-i kerime, yüce Allah'ın o
insanlara güçleri yettiği takdirde bu evi haccetmelerini farz kıldığını
bildirerek, aksi takdirde bunun Allah'a hiçbir zarar dokunduramayacak olan
küfür olduğu gerçeğini yerleştiriyor.
"Ona yol bulabilen herkesin Kâbe'yi
haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır. Kim küfrederse bilsin
ki, Allah alemlerden müstağnidir."
Burada göze çarpan şey, Hacc'ın farziyetiyle
ilgili olarak ibarede geçen kapsamlı "insanlar üzerinde" deyimidir. Buna
göre öncelikle, oraya yönelip namaz kıldıkları için müslümanlarla mücadeleye
girişen yahudilerin, babaları İbrahim'in evi ve yeryüzünde ibadet için
kurulan ilk ev olması hasebiyle orayı haccetmeleri yüce Allah tarafından
istenmektedir. Onlarsa (yahudiler) bozulmuş, günahkâr ve asi bir
toplulukturlar. İkinci olarak, bütün insanların bu dini kabul etmeleri,
farzlarını ve gereklerini yerine getirmeleri ve müminlerin yöneldikleri
Allah'ın evine yönelip haccetmeleri istenmektedir. Evet ya bu, ya da
küfür... Ne kadar dine tabi olduklarını iddia etseler de durum budur ve
Allah alemlerden müstağnidir. Yüce Allah'ın onların imanına ve haccına
ihtiyacı yoktur. Burada iman edip Allah'a kullukta bulunmak suretiyle
onların kurtuluş ve iyilikleri söz konusudur.
Sağlık, yolculuk imkanı ve yol emniyeti
elverdiğinde ilk fırsatta, ömürde birkez olmak üzere haccetmek farzdır.
Haccın ne zaman farz kılındığı ihtilâf konusu olmuştur. Bu ayetin, "Elçiler
Yılı"nda -Hicri dokuzuncu sene- nazil olduğunu belirten rivayete dayananlar,
Haccın bu senede farz kılındığı görüşünü benimsiyorlar. Delil olarak da
Resulullah'ın bu yıldan sonra haccetmesini getirmektedirler. Fi Zılâl'il
Kur'an'ın ikinci cüzünde "Kıblenin değiştirilmesi" konusuna değinirken,
"Resulullah'ın haccı, Hacc farizasının geciktirilmesine delil sayılmaz"
demiştik. Çünkü bu gecikmenin sebepleri bellidir. Bir kere müşrikler,
Kâbe'yi çıplak olarak tavaf ediyorlardı. Üstelik bu davranışlarını Mekke'nin
fethinden sonra da sürdürüyorlardı. Bu yüzden hicri dokuzuncu senede Berae
suresi nazil olup müşriklerin Kâbe'yi tavaf etmelerini yasaklayıncaya kadar
Resulullah onlara karışmaktan imtina ederek ertesi sene haccını ifa
etmiştir. Dolayısıyle Haccın farz kılınması bu tarihten önce ve hicretin ilk
yıllarında meydana gelen Uhud savaşından sonraki dönemlere denk düşmektedir.
Allah'ın üzerlerinde bir hakkı olarak gücü
yeten "insanların" evi haccetmesi farizası her halukârda bu kesin nass ile
yerleşmiş oluyor.
Hacc; müslümanların, davalarının doğduğu,
babaları İbrahim'in eliyle Hanif dininin başladığı ve yüce Allah'ın
yeryüzünde sırf kendisine ibadet edilen ilk ev kıldığı Kâbe'nin yanında
gerçekleştirdikleri yıllık genel kongreleridir. İnsanları bu yüce mananın
etrafında toplayan ve onları Rabblerine bağlayan Haccın böylesine bir amacı
ve hatırası vardır. Evet akide manası etrafında... Ruhun, insana kendi
ruhundan üflemek suretiyle onu insan kılan yüce Rabbine karşılık vermesi..
Bu mana gerçekten insanların etrafında toplanmasına değer... Bu mananın ilk
defa fışkırdığı bu mukaddes yerlere her yıl gruplar halinde gitmek
gerekmektedir.
AYETLERİ İNKÂR EDENLER
Bu açıklamadan sonra ayet-i kerime
Resulullah'a, ehl-i kitaba yönelip, sıhhatine şahit oldukları ve doğruluğunu
yakinen bildikleri halde hakk karşısındaki tutumlarını, insanları hakktan
men edip Allah'ın ayetlerini inkar etmelerini ifşa ederek, onları tehdit
etmesini telkin ediyor.
98- De ki; `Ey ehl-ı kitap,
Allah yaptıklarınızı görüp dururken niye O'nun ayetlerini inkar
ediyorsunuz?'
99- De ki; `Ey ehl-ı kitap,
niçin Allah'ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek inananları o yoldan
döndürmeye çalışıyorsunuz? Oysa onun doğru olduğunu biliyorsunuz. Allah
yaptıklarınızdan kesinlikle habersiz değildir :
Ehl-i kitabın ipliğini pazara çıkaran
(ayıplayan) bu gibi ifadeler bu surede ve diğer surelerde açıkça
tekrarlanır. Bu açıklamalar, öncelikle ehl-i kitabı gerçek konumlarıyle
yüzyüze getirmeleri, gerçekte kâfir oldukları halde iman ve dindarlık
maskesine bürünmelerine karşın onları gerçek sıfatlarıyle vasıflandırması
neticesinde faydalı olmuşlardır. Onlar, Kur'an'daki Allah'ın ayetlerini
inkâr etmeleriyle kâfir olmuşlardır. Allah'ın kitabından bir kısmını inkâr
edense tümünü inkâr etmiş demektir. Onlar şayet kendi yanlarındaki Allah'ın
ayetlerine gerçekten inanmış olsalardı kendi Resullerinden sonra Allah'tan
gelen ayetlere de inanırlardı. Çünkü dinin hakikati birdir. Bunu bilen,
bundan sonra Resullerin getirdiği şeylerin de hakk olduğunu bilir ve bu
Resullere uymak suretiyle Allah'a teslim olması gerektiğini de kabul eder...
Oysa içinde bulundukları bu durum, sonucundan ürperip korkmalarını
gerektiren bir hakikattir.
Daha sonra müslüman cemaatten, onların ehl-i
kitab oluşlarına kananlar bu açıklamayla yanılgılarından kurtulurlar. Çünkü
yüce Allah'ın ehl-i kitabın gerçek durumunu açıkladığını ve onları tam ve
açık küfürle damgaladığını görürler. Bundan sonra hiçbir şüphecinin şüphe
etmesine gerek kalmamıştır.
Arkasından yüce Allah, kalpleri ürperten bir
ifadeyle onları tehdit ediyor:
"Allah yaptıklarınızı görüyor"..
"Allah yaptıklarınızdan kesinlikle habersiz
değildir."
İnsan bütün yaptıklarına Allah'ın şahit
olduğunu ve kendisinden habersiz olmadığını hisseder ve özellikle de
yaptıklarının küfür, hile bozgunculuk ve sapıklık olduğunu bilirse bu tehdit
daha bir korkunç olur.
Bu arada yüce Allah, inkâr edip, insanları
menettikleri hakkı aslında bildiklerini de kaydediyor.
"Oysa O'nun doğru olduğunu biliyorsunuz."
Buna göre onlar kesinlikle yalanladıkları
şeyin doğruluğuna ve insanları uymaktan alıkoydukları şeyin sıhhatine
inanıyorlardı. Bu ise son derece çirkin ve istenmeyen bir davranıştır. Böyle
bir şey yapan, güven ve arkadaşlığa layık değildir. Ona ancak hakaret etmek
ve kötülüklerini bir bir saymak yaraşır.
"Niçin Allah'ın yolunu eğri göstermeye
yeltenerek, inananları o yoldan döndürmeye çalışıyorsunuz?" ayetinde yüce
Allah'ın bu kavmi bu şekilde nitelendirmesi karşısında bir nebze durmamız
kaçınılmazdır.
Bu şekilde meseleye dikkat çekmek büyük
anlamlar ifade etmektedir. Çünkü Allah'ın yolu dosdoğru yoldur. Onun
dışındakiler eğri ve yanlıştır. Dolayısıyla insanlar Allah'ın yolunda
gitmekten ve müminler Allah'ın metoduna uymaktan alıkonuldukları zaman,
bütün işler istikametini ve bütün ölçüler değerini kaybeder. O zaman
yeryüzünde, doğrulanması mümkün olmayan eğrilikten başka birşey kalmaz.
Bu durumda meydana gelen şey fesattır.
Fıtratın bozulmasından ve hayatın eğrilmesinden doğan fesat... Bu fesat,
insanların Allah'ın yoluna, müminlerin de O'nun metoduna uymaktan
alıkonulmasının sonucudur. Artık, düşüncede, vicdanda, ahlâkta,
davranışlarda, bağlılıklarda, gidişatta, insanların birbiri ve içinde
yaşadıkları kâinat ile olan ilişkilerinde fesat egemen olur. İnsanlar ya
doğruluk, salâh ve iyilik demek olan Allah'ın hayat için koyduğu metoduna
uyup istikamet bulacaklar, ya da O'nun dışında, eğrilik, fesat ve kötülük
demek olan herhangi bir metoda uymak suretiyle bozulacaklardır. Ortada
insanoğlunun hayatını yönlendiren bu iki durumdan başkası yoktur; ya hayır
ve iyilik olan Allah'ın metodu üzere istikamet bulmak, ya da bu metoddan
sapmak suretiyle kötülük ve fesada kapılıp gitmek...
YAHUDİ VE HIRİSTİYANLARA TÂBİ
OLANLAR
Surenin akışı bu noktada, ehl-i kitapla
giriştiği mücadeleye son vererek onları bir kenara bırakıp; hitap,
sakındırma, uyarı ve dikkatlerini çekmek suretiyle müslüman cemaate
yönelerek Allah'ın çizdiği hayat metodunu gerçekleştirmesi için kendi
özelliklerini, kurallarını, metodlarını, düşünce biçimini ve hayat
sistemlerini açıklıyor.
100- Ey müminler, kendilerine
kitap verilenlerin bir grubuna uyarsanız bunlar sizi iman ettikten sonra
döndürüp kafir yaparlar.
101- Allah'ın ayetleri size
okunuyorken ve O'nun Peygamberi aranızdayken nasıl kafir olabilirsiniz? Kim
Allah `a sımsıkı sarılırsa doğru yola iletilmiş olur.
Bu İslâm ümmeti, her yönüyle farklı, tek ve
açık olan Allah'ın nizamı üzere yeryüzünde gelişmesini sürdürmek için
gelmiştir. Bu ümmet insan hayatında, kendisinden başka kimsenin yerine
getiremediği özel rolünü ifa etmek için öncelikle varlığını Allah'ın hayat
için koyduğu metoddan alarak yeryüzünde O'nun metodunu yerleştirmek ve onun
için de nassların; hareket, amel, prensip, ahlâk, gidişat ve ilişkilere
dönüştüğü gözle görünen pratik bir hayat nizamı şeklinde gerçekleştirmek
için varolmuştur. Bu ümmet her konuda yalnızca Allah'a başvurmak zorundadır.
Beşerden birisine başvurmaksızın, beşerden birine tabi olmaksızın ve
beşerden birine itaat etmeksizin yalnızca Allah'a başvurarak beşeriyet
önderliğini yerine getirmelidir. Bunu yapmadıkça, varlığının hikmetini
gerçekleştirmiş, kendi yolunda istikamet bulmuş ve tamamen farklı, özel ve
pratik hayat nizamını yerleştirerek yeryüzünde bu şekilde parlak ve biricik
gelişmesini tamamlamış sayılmaz.
Evet, ya bu, ya da küfür, sapıklık ve
bozulma...
Bu, her münasebette Kur'an'ın te'kit edip
tekrarladığı bir hakikattir. Müslüman cemaat her fırsatta kendi
prensiplerini, düşüncelerini ve ahlâk kurallarını bu hakikat üzerine bina
eder. İşte burada konu edilen budur; her fırsatta ehl-i kitapla girişilen
mücadele ve onların Medine'deki müslüman cemaate yönelik tuzak ve
komploları. Ancak konu, sadece Medine'dekilerle sınırlı değildir. Her
nesilden müslümanlara hitabeder. Çünkü hayatlarının ve varlıklarının temel
kuralı budur.
Bu ümmet insanlığa önderlik yapmak için
varolmuştur. O halde, değiştirip Allah'a bağlamak ve Allah'ın metoduyla
kendisine önderlik yapmak için geldiği cahiliyyeye herhangi bir konuda
başvurabilir mi? Veya önderlik görevinden uzaklaştığı an varlığının bir
önemi kalır mı? Tabii ki bu durumda varlığının bir hikmeti olamaz.
Evet, bu ümmet önderlik için varolmuştur.
Sağlam bir düşüncenin, akidenin, bilincin, ahlâkın, düşünce ve idarenin
önderliği... Ancak böylesine sağlıklı ortamlarda akıllar gelişebilir,
kâinatın sayfalarını açıp tanıyabilir ve sırlarını çözebilir. Bu durumda,
kâinattaki güçleri, enerji kaynaklarım ve hazinelerini hizmetine alabilir.
Ancak, bütün bunları elde edecek, tümüne egemen olacak, yıkıp yok etmekle
tehdit etmeyip insanlığın iyiliği için kullanacaktır. Bu da ancak, bütün bu
kaynakları felaketler ve şehvetler için kullanmayacak bir iman önderliği
sayesinde ve direktiflerini Allah'ın kullarından değil de bizzat Allah'tan
alarak hidayete ermiş müslüman cemaatin önderliğinde olmakla mümkündür.
İşte burada, bu derste, müslüman ümmet
kendisinden başkasına uymaktan sakındırılarak, sağlıklı bir ortamın
oluşturulmasının yolu açıklanıyor. Öncelikle ehl-i kitaba uymamaları, aksi
takdirde kendisini kurtuluşu olmayan küfre sevk edecekleri konusunda
uyarılıyorlar:
"Ey müminler, kendilerine kitap verilenlerin
bir grubuna uyarsanız, bunlar sizi iman ettikten sonra döndürüp kâfir
yaparlar."
"Allah'ın ayetleri size okunuyorken ve O'nun
peygamberi aranızdayken nasıl kâfir olabilirsiniz? Kim Allah'a sımsıkı
sarılırsa doğru yola iletilmiş olur."
Ehl-i kitaba itaat etmek, herhangi bir konuda
onlara başvurmak, metodlarını ve sistemlerini iktibas etmek; Allah'ın
metodunun hayata önderlik edip düzenlemesinin ve gelişme-ilerleme yolunda
onunla hareket edilmesinin yeterliliğinden şüphe etmek anlamına gelir. Bu
durum, öncelikle bir iç yenilgi ve müslüman ümmetin, varlık nedeni olan
önderlik rolünden feragatı anlamına gelir. Bu da, müslümanların, bizzat
idrak etmedikleri ve yolun tehlikesini sezmedikleri küfrün nefislerde
sessizce depreşmesi demektir.
Bu, konunun müslümanları ilgilendiren kısmı;
diğer tarafta ise, ehl-i kitabın bu ümmeti akidesinden saptırmak için
harcadıkları ve başka hiçbir konuda göstermedikleri hırsları. Çünkü bu akide
müslüman ümmetin kurtuluş siperi (kayası), savunma hattı ve içten gelen
gücünün kaynağıdır. Düşmanları bunu çok iyi biliyor. Eskiden olduğu gibi
bugün de biliyorlar. Bu yüzden bütün imkanlarını, tuzaklarını, hilelerini,
kuvvet ve malzemelerini bu ümmeti akidesinden uzaklaştırma yolunda
kullanıyorlar. Bu akideyle açıktan açığa savaşamadıkları zaman, desise ve
tuzaklara başvuruyorlar. Tek başlarına savaşmakta zorluk çektikleri zaman;
içten içe bu akideyi karıştırmak, insanları ona uymaktan alıkoymak, İslâm'ın
metodundan başka metodları, sisteminden başka sistemleri ve önderliğinden
başka önderlikleri süslü göstermek için, müslümanlıklarını ilân etmiş
münafıklardan ya da korkularından İslâm'a girmiş olanlardan gönüllü askerler
edinirler. Ehl-i kitap, müslümanlardan bazılarını kendilerini dinleyip,
itaat etmeye istekli olarak gördükleri an, zaman geçirmeden uykularını
kaçıran emelleri uğruna onları kullanarak böylece kolaylıkla müslüman
cemaati küfür ve sapıklığa sürüklerler.
İşte bu yüzden, bu derece kesin ve korkunç
uyarı geliyor:
"Ey müminler, kendilerine kitap verilenlerin
bir grubuna uyarsanız, bunlar sizi iman ettikten sonra döndürüp kâfir
yaparlar."
Müslüman için hiçbir şey; imandan sonra küfre
dönmek, Cennet'e girdikten sonra ateşe dönmek kadar korkunç olamaz. Bu, her
çağda ve her mekandaki gerçek müslümanların özelliğidir. Bu nedenledir ki bu
ikaz, vicdanları yakalayan bir alev gibi müslümanları uyarıcının sesine
kulak vermeye sevkediyor. Ayetler, korkutma ve hatırlatma şeklinde seyrine
devam ediyor... Allah'ın ayetleri kendilerine okunduğu, Allah'ın Resulü de
aralarında olduğu, iman davetçileri hazır olduğu ve iman davası sürdüğü,
küfürle iman arasındaki yol ayrımına da bu ilahî nur asıldığı halde iman
edenlerin tekrar küfre dönmeleri ne korkunç bir şeydir:
"Allah'ın ayetleri size okunuyorken ve O'nun
peygamberi aranızdayken nasıl kâfir olabilirsiniz?"
Evet... İman için gerekli bütün şartlar
mevcutken müminin küfre dönmesi büyük bir cürümdür. Her ne kadar Resulullah
vefat etmişse de Allah'ın ayetleri ve O'nun Resulü'nün hidayete erdiren
fiili önderliği bu gün de vardır. Bizden öncekiler muhatap oldukları gibi
biz de bugün doğrudan doğruya bu Kur'an'la muhatabız. Kurtuluş yolu açıktır
ve kurtuluş sancağı yükseltilmiştir...
ALLAH'IN İPİNE SARILANLAR
"Kim Allah'a sımsıkı sarılırsa doğru yola
iletilmiş olur."
Evet, Allah'a sarılmak kurtuluştur. Çünkü
yüce Allah bakîdir, daima diri ve yarattıklarının üzerinde mutlak otorite
sahibidir. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) ashabıyla birlikte,
imanî düşünce, sosyal düzen ve insan hayatını düzenleyen konularla ilgisi
bulunmayan, ziraat, savaş taktikleri vb. gibi pratik hayatta daha çok deneye
ve bilgi edinmeye bırakılan konularda görüş bildirme ve tecrübe edinmede son
derece hoşgörülü olmakla beraber, akide ve hayat metodu için başvurulacak
mercî konusunda son derece titizdir. Bu ikisi arasındaki fark gayet açıktır.
Hayat metodu başka şey, deney ve uygulamaya dayanan pozitif bilimler başka
şeydir. Ancak, Allah'ın metoduyla insanlığa önderlik etmek için gelen İslâm,
aynı zamanda insan aklını, bilgiye ve hayat metodu dairesinde bütün maddi
buluşlardan yararlanmaya yöneltmektedir.
İmam Ahmet şöyle der: "Bize Abdurrezzak
anlattı, O'na da Süfyan Cabir'den, O da Şa'bî'den, O da Abdullah b.
Sabit'ten şöyle haber verdi: Hz. Ömer, Resulullah'a (salât ve selâm üzerine
olsun) gelerek şöyle dedi: Ya Resulullah, ben, Beni Kureyza'dan bir yahudi
kardeşe Tevrat'tan bazı parçalar yazmasını söyledim. Görmek ister misiniz?
Bunun üzerine Resulullah'ın rengi değişti. Abdullah b. Sabit diyor ki: Ya
Ömer, Resulullah'ın yüzünü görmüyor musun? dedim. Bunun üzerine Hz. Ömer;
Rabb olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan ve Resul olarak Muhammed'den
razıyım, dedi. Bundan dolayı Peygamberimiz neşelendi ve şöyle buyurdu:
"Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Musa (selâm üzerine olsun)
aranızda olsaydı ve siz de beni bırakıp ona uysaydınız şüphesiz
sapıtırdınız. Ümmetlerden benim payıma siz, nebilerden de sizin payınıza ben
düştüm."
Hâfız Ebu Ya'lâ şöyle rivayet eder: Bize
Hammad Şa'bî'den O da Cabir'den şöyle anlattı: Dedi ki, "Resulullah şöyle
buyurdu: Ehl-i kitaptan birşey sormayın. Onlar sapık olduklarından sizi
doğruya iletemezler. Bu durumda siz ya batılı doğrulayacaksınız ya da
gerçeği yalanlayacaksınız. Allah'a yemin ederim ki şayet Musa aranızda sağ
olsaydı bana uymaktan başka birşey yapamazdı." Başka hadislerde de şöyle
dediği rivayet edilir: "Musa ve İsa (selâm üzerlerine olsun) sağ olsalardı
bana uymaktan başka seçenekleri olmazdı."
İşte (onlar) ehl-i kitap ve işte
Resulullah'ın inanç, düşünce, şeriat ve metodla ilgili bir konuda onlara
başvurma hususundaki tavırları. Bununla beraber, İslâm'ın ruhuna ve hedefine
uygun olduğu sürece, imanî metoda bağlı kalındığı, bilinç açısından, yüce
Allah'ın bunları insanoğlunun hizmetine verdiği idrak edildiği müddetçe,
amacı bakımından da insanlığın iyiliği, güvenliği ve refahı uğruna
kullanıldığı, bilgi ve kâinattaki güç ve enerji kaynaklarını hizmetlerine
verdiği için yüce Allah'a kulluk yapmak ve bu bilgiyi insanlığın iyiliğine
kullanmak suretiyle şükredildiği müddetçe inanç, düşünce, şeriat ve metod
gibi konuların dışında, teorik ve pratik olarak pozitif bilimler gibi bütün
insanlığın her türlü çabasından yararlanmanın herhangi bir sakıncası
yoktur...
HALİMİZ
Ancak, imanî düşünce, varlığın yorumu, insan
varlığının gayesi, hayat düzeni ve yasaları, ahlâk ve gidişat metodu gibi
konularda insanlara başvurmak... Evet, Resulullah'ın rengini değiştiren ve
yüce Allah'ın müslüman ümmeti sonucundan sakındırmasına sebep olan bu
konuların en basitinde bile onlara başvurmaktır. Bu da apaçık küfürdür.
İşte yüce Allah'ın müslüman ümmete yönelik
direktifleri. Ve işte O'nun yüce Resulünün pratik önderliği... Ancak kendi
kendini müslüman zanneden bizler, bütün samimiyetimizle Kur'an ve hadis
anlayışımızı müsteşriklerden ya da talebelerinden alıyoruz. Bir de bakıyoruz
ki varlık ve hayat hakkında felsefemizi ya da düşüncelerimizi şundan bundan
veya Yunan, Roma, Avrupa ve Amerikan felsefe ve filozoflarından almışız. Ya
da hayat düzenimiz, yasalarımız ve kanunlarımız o kaynaklardan gelme.
Bakıyorsunuz ki, tavırlarımız, davranışlarımız ve ahlâkımız İslâm ruhundan
soyutlanmış ve madde uygarlığının zirvesi bu kokuşmuş bataklıktan alınma...
(Hangi dinden söz ediyoruz?).. Sonra da -vallahi aynen böyle- kendimizi
müslüman zannediyoruz. Bu zannın günahı açık küfürden daha ağırdır. Çünkü
biz, müslümanlık iddiasında bulunmayanın yaptığından daha fazla bu dini
zayıflatıp ona kötü örnek oluyoruz.
İslâm bir hayat metodudur. Gerek itikadi
düşünce açısından, gerek hayattaki bütün ilişkileri düzenleyen kanunlar
açısından ve gerekse siyasî, ekonomik ve toplumsal ilişkilerin dayandığı
ahlâki kurallar açısından kendine özgü belirgin özellikleri bulunan bir
metoddur. Ve bu metod insanlığa önderlik için gelmiştir. O halde insanlığa
önderlik yapabilmesi için bu metodu hayatında tatbik eden bir kitlenin
varlığı kaçınılmazdır. Daha önce söylediğimiz gibi bu kitlenin, herhangi bir
konuda kendi hayat metodundan başkasına başvurması önderliğin tabiatıyla
çelişmektedir.
Geldiği gün insanlığın iyiliği için gelmiştir
bu metod. Aynı şekilde bugün, yarın bu metodun hükmetmesi için çaba sarfeden
davetçiler de insanlığın iyiliğini istemektedir. Fakat durum bugün daha bir
önem arzetmektedir. İnsanlık bugün bu sapık düzen ve metodların elinden
çekeceğini çekmiştir. İnsanlığın hayatında yüklendiği rolü yerine getirmesi
ve bir kez daha insanlığı kurtarabilmesi için bütün özelliklerini koruması
gereken İlâhi metoddan başka bir kurtarıcı yoktur.
Şüphesiz insanlık, varlık alemindeki güçleri
hizmetine sokmak için girdiği mücadeleden büyük başarılar kazanmış, sanayii
ve tıp alanında geçmişe göre olağanüstü sayılacak aşamaları gerçekleştirmiş
ve bu gidişle de birçok mesafe elde edebileceği kesindir. Ancak, bütün
bunlar onun hayatına nasıl bir etkide bulundular? Ruhsal hayatı üzerindeki
etkisi ne oldu? Acaba mutluluğu bulabildi mi?... İnsanoğlu tatmin olabildi
mi?.. Barış sağlandı mı?.. Bütün bunlara verilecek cevap: Kesinlikle
hayırlıdır. Bula bula bataklık, sıkıntı, korku, sinirsel ve ruhsal
hastalıklar, parçalanmışlık ve korkunç boyutlara varmış geniş bir suç ortamı
buldu insanlık... Nitekim, insan varlığının gayesi ve insan hayatının
hedefine ilişkin düşünce alanında da herhangi bir ilerleme sağlanamamıştır.
Çağdaş uygar insanın zihnindeki insan varlığının gayesi ve insan hayatının
hedefi ile ilgili oluşan düşünce ile İslâm düşüncesi arasında bu yönde bir
karşılaştırılma yapıldığında; çağdaş uygarlığın son derece bayağı olduğu
görülecektir. İnsanın kendisi ve varlık alemindeki konumu hakkındaki
düşüncesinin mel'un bir şekilde alçaldığı, değerleri ve istekleri
noktasından da gittikçe küçüldüğü gözlemlenecektir. Binaenaleyh manevi
boşluk insanlığın bitkin kalbini kemirmekte ve şaşkınlık yorgun ruhunu
tehdit etmektedir. Çağdaş insan Allah'ı bulamadığı gibi birçok faktör de
onun gittikçe Allah'tan uzaklaşmasına neden olmaktadır. Özellikle Allah'ın
metodu doğrultusunda kullanıldığı sürece, elde ettiği her başarı, insanı
daha çok Allah'a yaklaştırması gereken bilim bile, ruhunun sönüp dejenere
olması nedeniyle insanı gittikçe Allah'tan uzaklaştıran bir hale gelmiştir.
Bu yüzden insanlık, Allah'ın kendisine verip birçok yetenekler bahşettiği
bilim aracılığıyla kendi varlığı hakikatinin amacını ortaya çıkaracak nuru
bulamadığı gibi, kendi hareketleriyle kainattaki hareketleri, kendi
fıtratlarıyla kâinattaki fıtratı ve kendisine hükmeden kanunlarla kâinatta
yürürlükte olan tabiat kanunları arasında bir uygunluk oluşturacak metod da
bulamamıştır. Aynı zamanda, güçleri ve enerjisi, ahireti ve dünyası, bireyi
ve toplumu, görevleri ve hakları arasındaki ilişkiyi doğal kapsamlı ve
kuşatıcı bir uygarlıkla düzenleyecek sistemde bulmuş değildir.
İşte bu durumda olan insanlığı, bazı insanlar
Allah'ın doğru yola ileten metodundan yoksun bırakmaya çalışarak; bu metodu
anlamaya çalışmayı, geçmiş bir tarihî döneme özlem olarak değiştirip
"gericilik" diye isimlendiriliyorlar. Böylece onlar cahilliklerinin veya
kötü niyetlerinin ürünü bu davranışlarıyla insanlığı, gelişme ve ilerlemeye
sevkedecek, barış ve huzur ortamına götürecek biricik hayat metoduna sahip
olmaktan yoksun bırakıyorlar. Ancak bu hayat metoduna inanan bizler, neye
çağırdığımızı çok iyi biliyoruz. Bizler insanlığın içinde bulunduğu kötü
durumu görüyor ve içinde yüzdüğü kokuşmuş bataklığın iğrenç kokusunu
duyuyoruz. Evet, görüyorsunuz... Şuracıkta, kızgın çölde bitkin düşenler
için yüce ufuklarda açılan kurtuluş sancağını ve bu çirkef bataklıkta
boğulanlar için beliren parlak ve temiz yücelikleri fark ediyorsunuz. Aynı
zamanda, şayet insanlığa önderlik bu ilahî metoda devredilmezse insanlığın
bütün tarihi ve değerleriyle korkunç bir uçuruma doğru yuvarlandığına da
şahid olunacaktır.
Bu yolda atılacak ilk adım, yüce Allah'ın
tekrar insanlığa önderlik yapmasına izin verene kadar, bu metodun temiz ve
sağlam kalması için diğer metodlardan ayrılıp ortaya çıkmasıdır. Bu hayat
metoduna inananların da çevrelerindeki cahiliyye belasına hiçbir konuda
yönelip başvurmamaları gerekir. Yüce Allah kullarını, şurada burada
cahiliyyeye çağıran insanlık düşmanlarının eline bırakmayacak kadar
merhametlidir. İşte yüce Allah'ın Kur'ana Kerim'inde müslüman cemaate telkin
etmeye irade buyurduğu ve Hz. Peygamberin de sağlam öğretisiyle öğretmeye
özen gösterdiği hakikat budur.
ALLAH'TAN KORKMAK
Yüce Allah ehl-i kitaba herhangi bir konuda
başvurmaktan, onlara itaat edip uymaktan sakındırdıktan sonra, müslüman
cemaate seslenmekte ve onları, hayatlarının ve metodlarının üzerine bina
edildiği Allah'ın kendilerine bahşettiği ve kendilerinin de O'nun uğruna
varettiği yüce emaneti yüklenebilmeleri için gerekli olan iki temel kural
ile yüzyüze getirmektedir. Herbiri sürekli diğerinin varlığını gerektiren bu
iki temel kural: İman ve Kardeşliktir. Allah'a iman, O'ndan korkup hayatın
her anında O'nun kontrolünde olduğunu bilme... Ve müslüman cemaatten, beşer
hayatında ve insanlık tarihinde üstlendiği "İyiliği emretmek ve kötülükten
alıkoymak, hayatı kötülüğün kirinden arındırıp iyilik esası üzerine kurmak"
rolünü yerine getirebilecek, canlı, kuvvetli ve dayanıklı bir bünye meydana
getiren, Allah uğruna kardeşlik...
102- Ey müminler, Allah'tan
gerektiği gibi korkunuz ve mutlaka müslüman olarak ölünüz.
103- Hep birlikte Allah'ın
ipine sımsıkı sarılınız sakın ayrılığa düşmeyiniz, Allah'ın size bağışladığı
nimeti hatırlayınız. Hani bir zamanlar düşman olduğunuz halde O,
kalplerinizi uzlaştırdı da O'nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Hani
siz bir ateş kuyusunun tam kenarındayken O sizi oraya düşmekten kurtardı.
Allah size ayetlerini işte böyle açık açık anlatır ki, doğru yolu bulasınız.
104- Sizden hayra çağıran,
iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir ümmet olsun. İşte kurtuluşa
erenler bunlardır.
105- Sakın kendilerine apaçık
ayetler geldikten sonra parçalanıp çatışmaya düşenler gibi olmayınız.
Böyleleri için büyük bir azap vardır.
106- O gün kimi yüzler
ağarır, kimi yüzler kararır. Yüzleri kararanlara 'Siz iman ettikten sonra
tekrar kâfir mi oldunuz? O halde kafir olmanızın karşılığı olarak bu azabı
tadın' denir.
107- Yüzleri ağaranlara
gelince, onlar Allah'ın rahmeti içindedirler ve orada sürekli olarak
kalacaklardır.
Müslüman cemaatin dayandığı ve meşakkatli
büyük rolünü onlarla yerine getirebildiği iki önemli nokta... Bunlardan biri
yıkıldı mı ortada ne bir müslüman cemaat kalır ne de yerine getirebileceği
bir rolü...
Başta iman ve takva üssü... Allah'ın hakkı,
takva ile yerine getirilir. Ve takva, insan ölene kadar hayatın hiçbir anını
kaçırmayan ve ondan gafil olmayan sürekli bir uyanıklıktır.
"Ey müminler Allah'tan gereği gibi korkunuz."
Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öyle
korkun. Böylece ayet-i kerime hiçbir sınırlama getirmeksizin kalbi,
düşünebildiği ve yapabildiği kadar bu hedefe ulaşmak için çabalamaya sevk
etmektedir. Kalp bu yola daldıkça kendisine yeni ufuklar açılır ve yeni
arzular belirir. Takvasıyla Allah'a yaklaştığı oranda, ulaştığı makamdan
daha yüce ve yükseldiği dereceden öte bir aşamaya yükselme arzusu uyanır.
Sonuçta insan, kalbin hiç uyumadığı, hep uyanık kaldığı bir makama ulaşır.
"Mutlaka müslüman olarak ölünüz."
Ölüm, insanın ne zaman geleceğini bilmediği
bir gaybtır. O halde müslüman olarak ölmek istiyen, o andan itibaren ve her
dem müslüman olarak kalmalıdır. Burada takvadan hemen sonra zikredilen
İslâm, geniş anlamıyla teslimiyet; yani Allah'a teslim olup, O'na itaat
etmek ve O'nun metoduna uymak suretiyle O'nun kitabı ile hükmolunmak
anlamına gelmektedir. Ve daha önce de değindiğimiz gibi surede yeri geldikçe
bu anlam yerleştirilmeye çalışılmaktadır.
İşte bu temel kural müslüman cemaatin
varlığının gerçekleşmesine ve insan hayatında üstlendiği rolü yerine
getirmesi için dayanmak zorunda olduğu ilk temel kuraldır. Çünkü bu kurala
dayanmayan bütün toplumlar cahiliyye toplumlarıdır. Dolayısıyla bu
toplumlar, Allah'ın hayat için koyduğu metod üzerinde değil de cahiliyye
metodlarına uymakta ve insanlığın önderliği, doğru yola ileten önderliğin
elinde olmayıp cahiliyyenin elinde demektir.
İkinci olarak ta, Allah'ın yolunda, O'nun
metodu üzere ve O'nun hayat metodunu hakim kılmak için gerekli olan
kardeşlik üssü...
"Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı
sarılınız, sakın ayrılığa düşmeyiniz, Allah'ın size bağışladığı nimeti
hatırlayınız. Hani bir zamanlar düşman olduğunuz halde O kalplerinizi
uzlaştırdı da O'nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Hani siz bir ateş
kuyusunun tam kenarındayken O sizi oraya düşmekten kurtardı. Allah size
ayetlerini işte böyle açık açık anlatır ki doğru yolu bulasınız."
Demek ki bu kardeşlik, birinci temel kural
olan takva ve iman kuralından kaynaklanmaktadır. Başka düşünceler başka
hedefler veya çeşitli cahiliyye iplerinden birinin etrafında toplanmak
olmayıp sadece Allah'ın ipine yani kelâmına, metoduna ve dinine sarılmak
esasına dayanmak demektir.
"Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı
sarılınız, sakın ayrılığa düşmeyiniz."
Allah'ın ipine sarılmaktan kaynaklanan bu
kardeşlik, yüce Allah'ın ilk müslüman cemaate bahşettiği bir nimettir. Yüce
Allah, bu ihsanını sevdiği kullarına bahşetmiştir. İşte burada yüce Allah
onlara bu nimetini hatırlatarak cahiliyye döneminde nasıl "düşman"
olduklarını hatırlatıyor. Çünkü Medine'de Evs ve Hazreç'ten bir tek düşman
bile kalmamıştı. Bunlar Medine'de yaşayan iki Arap kabilesiydi. Aralarındaki
düşmanlığı teşvik edip bu iki kabilenin bağını koparmak isteyen ve düşmanlık
ateşini körükleyen yahudiler de onlara komşuluk ediyordu. Bu yüzden
yahudiler, hiçbir zaman yapamadıkları ve hep onunla yaşadıkları
özelliklerine uygun bir ortam bulmuşlardı. Ancak İslâm'dan başka hiçbir
gücün ve toptan sarıldıkları ve O'nun nimeti sayesinde kardeş oldukları
Allah'ın ipinden başkasının biraraya getiremiyeceği, bu kalpleri biraraya
getirmek suretiyle yüce Allah, bu iki kabilesinin kalplerinin arasını
uzlaştırmıştır.
Tarihi kinlerin, kabileci arzuların, şahsi
menfaatlerin ve ırkçı bayrakların, yanında çok küçük kaldığı, Allah yolunda
kardeşlikten başka hiçbir güç bu kalpleri biraraya getiremezdi. Ve ancak,
büyük ve yüce Allah'ın sancağı altında saflar biraraya gelebilir.
"Allah'ın size bağışladığı nimeti
hatırlayınız. Hani bir zamanlar düşman olduğunuz halde o kalplerinizi
uzlaştırdı da O'nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz."
Aynı şekilde O'nun ipine sarılmak (birinci
temel esas) ve kalplerinin arasını uzlaştırmak (ikinci temel esas) suretiyle
kardeş olmaları sayesinde, düşmek üzere oldukları ateşin kenarında onları
kurtarmasından dolayı yüce Allah üzerlerindeki nimetini hatırlatıyor.
"Hani siz bir ateş kuyusunun tam kenarında
iken O sizi oraya düşmekten kurtardı".
Kur'an-ı kerim duyguların ve bağların kaynağı
olan "kalbe" dayanmakta, "aranızı uzlaştırdı" demeyip "kalplerinizi
uzlaştırdı" demek suretiyle derin noktalara nüfuz etmektedir. Böylece
kalpleri, Allah'ın misakı, ahdi ve eli altında görünümüyle tasvir ediyor.
Ayrıca içinde bulundukları durumu resmederek canlı ve beraberinde kalpleri
süsleyen hareket halindeki bir sahne şeklinde gözler önüne sermektedir.
"Siz bir ateş kuyusunun tam kenarında iken"
Ateşten bir uçurumun içine düşme hareketi
meydana gelirken kalpler Allah'ın elini görüp O'na tutunarak kurtuluyorlar,
uzanıp Allah'ın ipine sarılıyorlar. Tehlike ve dehşetten sonra kurtuluş
manzarası... Bu, beraberinde kalpleri ürpertip titreterek sürükleyen canlı
ve hareketli bir sahnedir. Neredeyse gözler, bu sahneyi nesillerin
gerisinden izleyebilecek gibi oluyor.
İbn-i İshak siyretinde ve başka rivayetlerde
bu ayetin Evs ve Hazreç hakkında nazil olduğunu anlatır; yahudilerden birisi
Evs ve Hazreç'ten bir topluluğa rastlar. Onların uzlaşmaları ve ittifakları
yahudinin hoşuna gitmez. Yanında bulunanlardan birisine yanlarına gidip
oturmasını ve "Bu, âs Günü"ndeki savaşlarını hatırlatmasını söyler. Adam
söylenenleri yapar. Böylece toplulukta bulunanların nefislerinde hamiyyet
duygusunu canlandırır. Birbirine kızar ve birbirlerine düşerler.
Cahiliyyedeki armalarıyla birbirlerini çağırıp silahlarını isterler ve
"Harre" denilen yerde buluşmak üzere sözleşirler. Bu durum Resulullah'a
haber verilince yanlarına gelip onları sakinleştirdikten sonra "Ben aranızda
olduğum halde cahiliyye davası mı?" buyurur ve arkasından yukardaki ayet-i
kerimeyi okur. Bunun üzerine her iki taraf da pişman olur. Barışıp
birbirlerine sarılarak silahlarını bırakırlar. Allah ta onlardan hoşnut
olur.
İşte böyle! Allah onlara açıklıyor onlar da
hidayete eriyordu ve böylece ayetin devamında onlar hakkında varid olan yüce
Allah'ın şu sözü gerçekleşmiş oldu:
"Allah size ayetlerini işte böyle açık açık
anlattı ki doğru yolu bulasınız."
Bu olay yeryüzünde beşeriyete önderlik yapmak
ve Allah'ın metodu üzere hayatlarını sürdürüp birbirini sevenler arasındaki
Allah'ın ipini koparmak için yahudilerin sarfettikleri çabanın bir
göstergesidir. Rivayet edilen hadise, Allah'ın ipine sarılarak O'nun hayat
için koyduğu metod etrafında biraraya gelecek her müslüman cemaat için
yahudilerin sürekli kuracakları tuzaklardan bir örnektir. Aynı zamanda bu
olay, ilk müslümanları nerdeyse küfre döndürüp birbirinin boyunlarını
vuracak noktaya getirerek, etrafında toplanıp kardeş oldukları Allah'ın
sağlam ipini koparacak olan ehl-i kitaba itaat etmenin sonuçlarından
biridir. Ayrıca bu ayetle surenin akışı içindeki diğer ayetler aynı noktada
birleşmektedir.
Ancak ayet-i kerimenin kapsamı bu olaydan çok
daha geniş boyutludur. Ayet-i kerime surenin akışı içinde kendisinden önce
ve sonra gelen ayetlerle beraber müslüman safları parçalamak ve her aracı
kullanarak aralarına fitne ve ayrılığı yerleştirmek için yahudilerden
kaynaklanan bir çabanın varlığını belirtiyor. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim,
sürekli olarak müslümanları, ehl-i kitaba itaat etmekten, onların hile ve
desiselerine kulak vermekten ve onlar gibi ayrılığa düşüp parçalanmaktan
sakındırıyor. Bu sakındırmalar, Medine'deki müslüman cemaatin karşılaştığı
yahudi tuzaklarının şiddetine ve sürekli ayrılık, şüphe ve kargaşa tohumları
saçtıklarına işaret etmektedir. Yahudilerin her zamanki uğraşılarıdır.
Bugün, yarın, her zaman ve mekânda müslüman saflar arasında aynı işlevini
sürdürecektirler.
MÜSLÜMANLARIN GÖREVİ
Bu iki temel esasa (iman ve kardeşlik)
dayanan ve onlarla ayakta kalan, Allah'ın metodunun yeryüzünde ikamesi,
hakkın batıla, iyiliğin kötülüğe ve hayrın şerre galip gelmesi için Allah'ın
metoduna uygun olarak O'nun gözetimi altında ve O'nun elleriyle meydana
gelen müslüman cemaatin görevi ise aşağıdaki ayette belirtiliyor:
"Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip
kötülükten sakındıran bir ümmet bulunsun."
Evet hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü
nehyeden bir cemaatin bulunması kaçınılmazdır. Bizzat Kur'an ayetinin
ifadesiyle yeryüzünde, hayra çağıran iyiliği emreden kötülüğü nehyeden bir
otoritenin bulunması da kaçınılmazdır. Çünkü ayette hayra "Davet" olayı söz
konusu edildiği gibi iyiliği "Emr" ve kötülüğü "Nehy" etmek de söz konusu
edilmiştir. Bilindiği gibi "Davet" otorite olmadan da yerine getirilebildiği
halde, "Emir" ve "Nehiy" ancak bir otorite ile mümkündür.
İslâm'ın bu sorunla ilgili düşüncesi budur.
Evet "Emr" eden ve "Nehy" eden bir otoritenin bulunması kaçınılmazdır.
Birliklerini bir araya getirip Allah'ın ipi ve yolundâ kardeşlik bağlarıyla
birbirine bağlayan bir otorite... Hayra "Davet" ve şerrden "Nehy" üzerine
kurulu bir otorite... İnsan hayatında Allah'ın metodunun gerçekleşmesi için
birbirinden ayrılmayan bu iki esas üzerine kurulu bir otorite... Evet
yeryüzünde Allah'ın hayat için indirdiği metodunun gerçekleşmesi ve insanlar
tarafından bilinmesi hayra "Davet"i ve iyiliği "Emr" edip, kötülüğü "Nehy"
eden ve kendisine itaat edilen bir otoriteyi gerektirir. Yüce Allah
buyuruyor: "Biz Resulleri ancak Allah'ın izniyle itaat edilsin diye
gönderdik." Allah'ın yeryüzündeki metodu vaaz, irşad ve açıklamalardan
ibaret değildir. Bu meselenin bir yönü. Diğer yönü ise, insan hayatında
iyiliği gerçekleştirip kötülüğü yok edecek, toplumun iyi adetlerini
hevasına, şehvetine ve menfaatine uyan kişilerin oyuncağı olmaktan
koruyacak, her önüne gelenin kendi görüş ve düşüncesini hayır, iyi ve doğru
zannetmemesi için bu iyi adetleri koruyacak "Emr" ve "Nehy" yetkisine sahip
bir otoritenin kurulmasıdır.
Bu açıdan baktığımızda, tabiatı gereği bazı
insanların şehvetleri ve ihtirasları, bazılarının maslahat ve çıkarları,
bazılarının gurur ve kibirleriyle çarpışacağından hayra davet etmenin
iyiliği emredip kötülüğü nehyetmenin o kadar kolay ve rahat olmayacağını
görürüz. Çünkü insanlar arasında zorba diktatörler baskıcı egemenler,
yükselmekten hoşlanmayan alçaklar, sıkıntıya gelemeyen zenginler,
ciddiyetten uzak laubaliler, adaleti sevmeyen zalimler, doğruluktan
hoşlanmayan sapıklar ve iyiliği reddedip kötülükten hoşlanan insanlar her
zaman bulunur. Bu yüzden, hayr galip gelip, iyilik, iyilik olarak ve
kötülükte kötülük olarak bilinmedikçe millet kurtulamayacağı gibi insanlık
da kurtulamaz. İşte bütün bunlar için iyiliği, emredip kötülükten nehyeden
ve kendisine itaat edilen bir otoritenin varlığı gerekmektedir.
Bu sebebden Allah'a inanan ve Allah için
kardeşlik desteğine dayanan bu sıkıntılı ve zor işe iman ve Allah'tan korkma
kuvvetiyle, sonra sevgi ve dostluk güçleriyle göğüs geren bir cemaatin
elbette bulunması zorunludur. Yüce Allah, bu görevi yerine getirenler için
şöyle buyuruyor: "İşte onlar kurtuluşa erenlerdir."
KURTULUŞA ERENLER
Şüphesiz ki bu cemaatin varlığı bizzat ilahî
metodun gereğidir. Çünkü bu cemaat, ilahî metodun teneffüs edildiği, pratik
olarak uygulandığı ve hayra davet edenlerin yardımlaştığı ve sorumlulukları
paylaşma içinde oldukları en iyi ortamdır. Orada iyilik; hayr, erdem, hakk
ve adalet, kötülük ise; şer, aşağılık, batıl ve zulümdür. Orada hayr işlemek
şerden daha kolaydır. Ve üstünlüğün zorlukları alçaklıktan daha azdır. Orada
hakk batıldan daha güçlü ve adalet zulümden daha yararlıdır. Orada, iyilik
yapan birçok yardımcı bulur. Kötülük yapan ise orada direniş ve horlanma ile
karşılaşır. Bu cemaatin değeri, büyük çaba sarfetmeden hakkın ve hayrın
gelişeceği ortam olmasındandır. Çünkü orada herkes hayır ve hakkta
yardımlaşır. Çevresindeki herşey direnip itiraz ettiği için şer ve batılın
büyük zorluk ve meşakkatle geliştiği bir ortam oluşmaktadır.
Varlık, hayat, değerler, olaylar, eşya ve
şahıslar hakkındaki düşünce ör ve kök itibariyle İslâm düşüncesi bütün
cahiliyyeden tamamen farklı olduğundan bu düşüncenin kendine özgü bütün
değerleriyle yaşadığı bir ortamın varlığı kaçınılmazdır. Evet, cahiliyye
ortamı dışında bir ortamın ve cahiliyye çevresinden farklı bir çevrenin
oluşturulması kaçınılmazdır.
İslâm düşüncesi için varolup onunla varlığını
sürdüren bu özel ortamda ancak bu düşünce hayat bulur. Özgürlük ve
serbestlik içerisinde tabii nefeslerini teneffüs edip, kendisine genel olup
gelişmesini geciktirecek iç engellerle karşılaşmaksızın gelişir. Bu engeller
meydana geldiğinde hayra davet, iyiliği emredip kötülüğü nehyetme kurumu
bunlara karşı direnir. Ancak, Allah'ın yolunu engelleyen zorba güç
bulunduğunda, Allah'ın dışında onu savunacak kişiler de bulunacaktır.
Bu ortam varlık alemi, hayat, değerler,
işler, olaylar,..eşya ve şahıslar hakkındaki düşüncesini belirlemesi,
hayatta karşılaştığı şeyleri değerlendirebileceği bir tek ölçüye müracaat
etmesi Allah katından gelen bir tek dinle yönetilmesi ile mümkündür. Böylece
bu ortam ve yeryüzünde Allah'ın metodunu gerçekleştirmek esasına dayanan
önderliğe tam bir bağlılıkla yönelebilmesi için; iman edip bünyesinde
bencilliği bertaraf ettiği, kolaylıkla hareket edip coşkuyla yayılan
mutmain, güvenli ve rahat cömertliğin kat kat arttığı, sevgi ve paylaşma
esaslarına dayanan Allah yolunda kardeşlik esasları üzere kurulu müslüman
cemaati temsil imkânı bulabilir.
Medine'deki ilk müslüman cemaat bu iki esas
üzerine kuruldu. Bu cemaat Allah'ı bilmekte, O'nun sıfatlarını, vicdanlarda
ortaya çıkmasından, O'ndan hoşlanmaktan, gözettiğini bilmekten ve çok az
durumlar dışında sınırsız bir uyumluluk ve duyarlılıktan doğan Allah'a
iman... Parlak ve saf sevgi, hoş ve güzel dostluk, geniş ve derin dayanışma
konularında öyle bir duruma gelmişlerdi ki, gerçekten yaşanmış olmasaydı
hayâlperestlerin bir ütopyası sayılabilirdi. Evet, Muhacir ve Ensar arasında
gerçekleştirilen kardeşlik gerçek alemde meydana gelmiş bir olay olmakla
beraber özü itibariyle rüya ve hayâl alemine daha yakındır. Yeryüzünde
geçmiş bir vakıadır; fakat aslında o, sonsuzluk ve Cennet hayatından bir
kesittir.
Bu yüzden surenin akışı müslüman cemaata
dönerek onları ayrılıp ve ihtilâfa düşmekten sakındırıyor. Kendilerinden
önce Allah'ın metodunu yüklendikleri halde ayrılıp ihtilafa düşmelerinden
dolayı, yüce Allah'ın liderlik sancağını ellerinden alarak birbirine kardeş
olmuş müslüman cemaate teslim ettiği ehl-i kitabın durumuna gelmemeleri
konusunda uyarıyor. Böyle bir durumda, kendilerini bekleyen azabı bildirerek
bazı yüzlerin ak, bazısının da kara olacağı günü hatırlatıyor.
YÜZÜ KARA OLANLAR
"Sakın kendilerine açık ayetler geldikten
sonra parçalanıp çatışmaya düşenler gibi olmayınız. Böyleleri için büyük bir
azap vardır."
"O gün kimi yüzler ağarır, kimi yüzler de
kararır. Yüzleri kararanlara `Siz iman ettikten sonra tekrar kâfir mi
oldunuz? O halde kâfir olmanızın karşılığı olarak da bu azabı tadınız'
denir."
"Yüzleri ağaranlara gelince onlar Allah'ın
rahmeti içindedirler ve orada sürekli kalacaklardır."
Ayeti kerime burada, hareket ve canlılık
fışkıran Kur'an sahnelerinden birini çiziyor; Söz veya sıfatlarla ifade
edilemeyip iki canlı insanda, yüzlerde ve simalarda ortaya konan korkunç bir
sahnenin karşısındayız. İşte şu yüzler: Nurla parlamış, müjdeyle coşmuş,
müjde ve sevinçle bembeyaz kesilmiş... Şunlar da: üzüntüden sararmış, gamdan
solmuş, ve tasadan simsiyah kesilmiş yüzler... Bununla da kalmamış üstelik,
sürekli azar ve ağlama ile kahrolmaktadırlar.
"Siz iman ettikten sonra tekrar kâfir mi
oldunuz? O halde kâfir olmanızın karşılığı olarak bu azabı tadın."
"Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allah'ın
rahmeti içindedirler. Ve orada sürekli kalacaklardır."
Böylece sahne Kur'an'ın kendine özgü
üslubuyla ifade ettiği gibi, hayat, hareket ve karşılıklı konuşmalarla
geçiyor. Böylece müslüman cemaatin vicdanının ayrılık ve ihtilaftan
sakınmasının, iman ve uzlaşma ile gerçekleşen yüce Allah'ın nimeti olduğu
anlamı yer ediyor. Müslüman cemaate hitabeden ayetler, bazı yüzlerin ak,
bazısının da kara olacağı günde, o büyük sonun acıklı azabını tatmaları için
ehl-i kitaba itaat etmekten sakındırıldıkları sonucuna bizi götürüyor.
İki gurubun varacağı sonucu niteliği
açıkladıktan sonra vahyin ve Risaletin doğruluğu, kıyamet günündeki ceza ve
hesabın ciddiyeti açıklanıyor. Ayrıca, dünya ve ahirette Allah'ın verdiği
hükümlerdeki mutlak adaleti, göklerde ve yerde bulunanlar üzerindeki
Allah'ın hükümranlığı ve her halukârda bütün işlerin O'na döneceği
gerçeklerini içeren Kur'an'ın bilinen üslubuna uygun bir açıklama takip
ediyor.
108- Bunlar Allah'ın
ayetleridir. Onları sana hakk içerikli olarak okuyoruz. Allah kesinlikle
alemlere zulmetmek istemez.
109- Göklerde ve yerde
olanların tümü Allah'ındır. Her işin mercii Allah'tır.
Bu manzaralar, bu gerçekler, bu sonuçlar,
Allah'ın ayetleri ve açıklamaları... Evet, bunları biz sana hakk olarak
okuyoruz. Bu yerleştirdiği ilke ve değerleri ve umduğu sonuç ve cezaları
bakımından hakktır. Çünkü bu değerleri ve sonuçları belirlemeye, cezaları
koymaya ve kullarına hayat metodu indirmeye yetkili zat tarafından
indirilmiştir. Ayrıca hükmü adil olan, göklere ve yere ve her ikisinde
bulunanlara emretme yetkisine sahip bulunan ve bütün işler sonuçta kendisine
dönecek olan yüce Allah bununla kullarına zulmetmeyi dilememiştir. Aksine,
yüce Allah, yapılan işe karşılık vermekle hakkın gerçekleşmesini, adaletin
oluşması ve işlerin Celâline lâyık bir ciddiyetle yürümesini dilemiştir.
Yoksa, sayılı günlerin dışında kendine ateşin dokunmayacağını iddia eden
ehl-i kitabın zannettiği gibi değildir mesele...
Bundan sonra ayet-i kerime müslümanlara
konumlarını, değerlerini ve hakikatlerini öğretmek için kendilerini
anlatıyor. Bunun ardından, değerlendirmede onları aldatmaksızın imanın
sevabı ve hayrı konusunda umutlandırmak gayesiyle, hakikatlerini açıklayarak
ehli kitabın vasıflarını anlatıyor. Artık müslümanlar, düşmanları yönünden
tatmin olmuşlardır. Onların hile ve savaşları kendilerine hiçbir zarar
veremeyeceği gibi kendilerine galip de gelemeyeceklerdir. Ayrıca onlardan
küfredenler için ahirette Cehennem azabı da vardır. İman ve takva olmaksızın
dünya hayatında infak ettikleri malları da kendilerine bir yarar
sağlamayacaktır;
İSLÂM ÜMMETİ
110- Siz insanlar için ortaya
çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve
Allah'a inanırsınız.
111- Onlar size eziyetten
başka bir zarar veremezler. Eğer sizinle savaşa girişirlerse arkaya dönüp
kaçarlar, sonra onlara yardım eden de bulunmaz.
112- Nerede olsalar, onlara
aşağılık damgası vurulmuştur. Yalnız, Allah'ın ipine ve insanlar ile
yaptıkları antlaşmalara bağlı kalanlar müstesna. Onlar Allah'ın gazabına
uğradılar, alınlarına perişanlık damgası vuruldu. Bu, onların Allah'ın
ayetlerini inkâr etmeleri ve sebepsiz yere peygamberleri öldürmeleri
yüzündendir. Çünkü onlar Allah `a başkaldırmış ve ölçüleri çiğnemişlerdir.
113- Ama onların hepsi bir
değildir. Kitap ehlinin içinde geceleri ayakta durup Allah'ın ayetlerini
okuyan ve secdeye kapanan bir kesim vardır.
114- Bunlar Allah'a ve ahiret
gününe inanırlar, iyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar, hayırlı işlere
koşarlar. Onlar iyi kullardandırlar.
115- Onların yaptıkları
hiçbir iyilik karşılıksız kalmayacaktır. Hiç kuşkusuz Allah takvalıların
kimler olduğunu bilir.
116- Kafirlere gelince, ne
malları ve ne de evlatları kendilerine Allah'a karşı hiçbir fayda
sağlamayacaktır. Onlar Cehennemliktirler, orada sürekli olarak
kalacaklardır.
117- Onların bu dünya
hayatındaki maddi harcamaları, kendilerine zulmetmiş kimselerin tarlası
üzerinden eserek bu tarlanın ekinini mahveden dondurucu rüzgara benzer.
Allah onlara zulmetmiş değildir, tersine onlar kendi kendilerine
zulmetmişlerdir.
Bu bölümdeki ilk ayetler, müslüman cemaati
şereflendirerek makamlarım yükseltip başka hiçbir topluluğun erişemeyeceği
özel bir konuma getirmesi yanında onların omuzlarına yeryüzünde ayrı bir
görevde yüklemektedir. "Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı
ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten sakındırırsınız. Ve Allah'a
inanırsınız..."
Ayette geçen ve meçhul sigasından gelen
"çıkarılmış" kelimesi ile ifade edilen deyim dikkat çekici bir tabirdir. Bu
ifade nerede ise, bu ümmeti gayb karanlıklarından çekip çıkaran ve ötesini
Allah'tan başka kimsenin bilmediği sonsuz perdenin ötesinden açığa doğru
iten ve herşeyin planlayıcısı latif bir eli işaret ediyor. Bu kelime,
kendine özgü bir rolü, bir makamı ve bir hesabı olan bu ümmeti varlık
sahnesine çıkaran, gidişi gizli ve deprenişi latif bir hareketi tasvir
ediyor.
"Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en
bayırlı ümmetsiniz.
Bu müslüman cemaatin, kendi gerçeğini ve
değerini bilmeleri için idrak etmeleri gereken şey budur... Aynı zaman bu
cemaat öncü ve önder olarak çıkarılmıştır. Yüce Allah, yeryüzü önderliğinin,
iyiliğin emrinde olmasını diler, kötülüğün değil. Bu yüzden müslüman ümmetin
kendi dışındaki cahiliyyeye mensup milletlere herhangi bir konuda
başvurması, konumuna uygun bir davranış değildir. Ancak diğer milletler
müslümanın akidesine başvurabilirler. Bunlar aynı zamanda yanlarında var
olan İslâm'daki sağlam inanç, düşünce sistemi, ahlâk, marifet ve ilim gibi
şeylerden yararlanabilirler. Bu yararlandırma müslümana, bulunduğu konumun
ve varlık gayesinin yüklediği bir görevdir. Onun görevi sürekli önde
bulunmak ve daima önderlik makamında olmaktır. Bu makamda bulunabilmek için
bazı gerekler vardır. Öncelikle iddia ile verilmez, aynı zamanda, ehil
olunmadıkça da teslim edilmez. Müslüman cemaat ise gerek itikadi düşüncesi
gerekse sosyal düzeniyle bu makama layıktır. Ancak bu görevini
sürdürebilmesi ve hilâfet görevinin hakkını verebilmesi için ilmi ilerleme
ve yeryüzünün imarı konusunda da ehil olmalıdır. Bu ümmetin, doğrultusunda
hareket ettiği ilahi metod, ondan çok şey istemektedir. Eğer müslüman ona
uyup icaplarını yerine getirerek gereklerini ve yükümlülüklerini idrak
ederse bu inanç müslüman cemaati her alanda ileriye götürmektedir.
Bu konumun başta gelen gereklerinden biri;
beşer hayatının şer ve fesattan korunması ile iyiliği emr ve kötülüğü nehy
görevini yerine getirebilmesi için, kendisine özgü bir kuvvetinin
bulunmasıdır. Evet, bu ümmet insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir
ümmetdir. Bu özellik güzel davranmaktan ve sevmekten kaynaklanmadığı gibi
tesadüf eseri verilmiş herhangi bir değeri olmayan birşey de değildir. Aynı
zamanda "Biz Allah'ın çocukları ve sevenleriyiz" diyen ehl-i kitabın dediği
gibi özellikleri ve yücelikleri dağıtmak ta değildir. Asla. Yüce Allah bütün
bunlardan münezzehtir. Bu din, iyilik ve kötülüğün sınırlarını belirleyen,
imanla beraber beşer hayatını, kötülükten koruyup iyilik üzere ikame etmek
için uygun bir pratiktir.
"...İyiliği emreder kötülükten
sakındırırsınız. Ve Allah'a inanırsınız."
Bu, hayırlı ümmetin, yükümlülükleri ve bu
yükümlülüklerin ötesindeki zorluklar ve yolundaki dikenlerle beraber
yükselmesidir. Bu, kötülüğe saldırıp, iyiliği teşvik etmek ve toplumu fesat
etkenlerinden korumaktır. Bütün bunlar zor ve meşakkatli işler olmakla
beraber salih bir toplum kurmak, korumak ve yüce Allah'ın dilediği hayat
tarzını gerçekleştirmek için zaruridir.
Şüphesiz, değerler için sağlıklı bir ölçü
koymak ve iyilikle kötülüğe sağlıklı bir tanım getirmek için Allah'a iman
gereklidir. Ayrıca bu konuda toplumun uyum içinde olması da yeterli
değildir. Çünkü fesat o derece yaygınlaşır ki, ölçüleri bozup toplumu
yanıltabilir. O halde hayr, şerr, üstünlük, alçaklık, iyilik ve kötülük
hakkında insanlardan herhangi bir neslin üzerinde ittifak ettiği kuralın
dışında, bir temele dayanan değişmez bir ölçüye dönmek kaçınılmazdır. İman
insanın kendisine varlık ve yaratanıyla olan ilişkileri konusu ile
varlığının gayesi ve bu evrendeki gerçek konumu hakkında sağlıklı bir
düşünce yerleştirmekle bu ölçüyü gerçekleştirir. İşte bu genel ölçüden
ahlaki kurallar doğar... Çünkü, Allah'ın rızasını celbetmek ve O'nun
gazabından sakınmak duygusu insanı bu kuralları gerçekleştirmeye sevkeder.
Aynı şekilde Allah'ın vicdanlar üzerindeki egemenliği ve O'nun şeriatının
toplum üzerindeki hakimiyeti bu kuralları koruma düşüncesini güçlendirir.
Sonra, iyiliği emredip kötülükten nehyederek hayra çağıranların bu
meşakkatli yolda yürümeleri ve zorluklara güç yetirebilmeleri için kuvvetli
bir imana sahip olmaları kaçınılmazdır. Çünkü, bütün dehşet ve azametiyle
kötülüğün tağutu, bütün edepsizliği ve şiddetiyle şehvetin tağutu ve habis
ruhların alçaklığı, gayretlerin isteksizliği ve arzuların ağırlığıyla
karşılaşacaklardır. Bunlara karşılık azıkları sadece imandır. Bütün
cephaneleri imandır ve destekleri yalnızca Allah'tır. Çünkü iman azığından
başka bütün azıklar tükenir, iman cephanesinden başka bütün cephaneler
patlar ve Allah'ın desteğinden başka bütün destekler yıkılır.
Surenin akışı içinde gördük ki, müslüman
cemaate, kendi içinde hayra çağıran iyiliği emredip kötülüğü nehyeden bir
grup oluşturmaları görevi veriliyor. Burada ise yüce Allah müslümanların
tümünü insanlık cemiyetinde tanınmalarını sağlayan bu yüce esasları
yaygınlaştırmadıkları sürece gerçek anlamda varolamayacaklarını anlamasını
sağlamak için bu sıfatlarla nitelendiriyor. Ortada iki durum var. Ya Allah'a
imanla beraber hayra çağırıp, iyiliği emr ve kötülüğü nehyedecekler ki,
ancak bu durumda gerçek anlamda varlıkları söz konusu olabilir ve müslüman
ismini hakkedebilirler. Ya da bunlardan hiçbirini yerine getirmeyecekler ve
bu durumda da varlıkları söz konusu olamayacağı gibi müslüman sıfatına da
lâyık olmayacaklardır.
Kur'an-ı kerimin birçok yerinde bu hakikat
yerleştirilir. Ayrıca aşağıda bazısını aktaracağımız Resulullah'ın birçok
sahih emir ve direktifleri mevcuttur:
"Ebu Said el-Hudri'den, Resulullah'ın şöyle
dediğini işittim: "Sizden biriniz bir kötülük görürse onu eliyle
değiştirsin, şayet buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin, ona da gücü
yetmezse kalbiyle buğz etsin. Bu ise imanın en zayıfıdır." (Müslim)
İbn-i Mes'ud, Resulullah'ın şöyle buyurduğunu
rivayet eder: "İsrailoğulları günaha dalınca alimleri onları nehyettiler;
fakat, onlar dinlemediler. Alimler de onlarla düşüp kalktılar ve yiyip
içtiler. Allah da bazısının kalbini bazısına çarptı. Davut'un, Süleyman'ın
ve Meryem oğlu İsa'nın dilinden onlara lanet etti. -Sonra Resulullah oturup
şöyle dedi-: `Hayır. Nefsim elinde olana yemin ederim ki; siz onları hakka
döndürünceye kadar uğraşırsınız' Yani şefkat gösteri çevirirsiniz." (Ebu
Davud ve Tirmizi)
Huzeyfe (R.A.)nin rivayetine göre Resulullah
şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki ya iyiliği emreder,
kötülüğü nehyedersiniz ya da Allah üzerinize azabını gönderir de dua
edersiniz ama duanızı kabul etmez." (Tirmizi)
İrs İbni Umeyr el-Kindi'den, Resulullah şöyle
buyurdu: "Yeryüzünde hata işlendiğini görüp de nehyedenler onu görmemiş
gibidirler. Görmeyip de rıza gösterenler görmüş gibidirler." (Ebu Davud)
Ebu Said el-Hudri'den Resulullah şöyle
buyurdu: "Cihadın en büyüğü zalim sultan karşısında söylenen adalet
sözüdür." (Ebu Davud, Tirmizi)
Cabir b. Abdullah Resulullah'tan şöyle
rivayet eder: "Şehidlerin efendisi Hamza'dır. Birde zalim sultana karşı emir
ve nehiyleri tebliğ ederek öldürülen kişidir." (Müstedrek Lil-Hâkim.)
Bunlardan başka daha birçok hadis... Hepsi de
müslüman toplumda bu özelliğin temel oluşunu ve gerekliliğini yerleştiriyor.
Ayrıca Kur'an ayetlerinin yanında bu hadisler, değerini ve hakikatini
bilemediğimiz geniş ve planlı bir eğitim ve yöneltmenin unsurlarını
içermektedir.
Şimdi de bu bölümdeki diğer ayetlerin
açıklamalarına dönüyoruz.
"Eğer ehl-i kitap ta iman etseydi kendileri
için daha hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler vardır ama çoğunluğu
fasıktır."
Bu ifade ehl-i kitabın imana gelmesi için bir
teşviktir. Çünkü, iman etmeleri onlar için hayırlı olacaktır. Dünyada,
onların birleşmelerine engel olan itikadi düşüncelerinden kaynaklanan
ayrılık ve zayıflıktan kurtulmaları bakımından hayırlıdır. Çünkü itikadî
düşünceleri, hayat için bir sosyal düzenin kuralları olmaktan uzaktır. Bu
yüzden sosyal düzenlerini bir temele dayandıramadılar. Varlık, insan
varlığı, sosyal düzen, insanın evrendeki konumu ve amacı hakkında eksiksiz
bir yoruma dayanmayan her sosyal düzen aksak ve boşlukta kalmaya mahkum
olur. Ayrıca İslâm'a iman, onları ahirette mümin olmayanları bekleyen
sonuçtan kurtarması bakımından da hayırlıdır.
Sonra ayet, onlardan salih olanların hakkını
teslim ederek durumlarını açıklamaktadır:
"Onlardan, iman edenler vardır ama, çoğunluğu
fasıktır."
Aralarında, Abdullah b. Selâm, Esed b. Ubeyd,
Sa'lebe b. Şa'be ve Ka'b b. Malik bulunan ehl-i kitaptan bir topluluk iman
etmiş ve müslümanlıkları güzel karşılanmıştı. Burada ayet-i kerime onlara
kısaca değinmektedir. (Daha sonraki ayette tafsilatlı değinilecektir).
Çoğunluğu ise, Allah'ın, "Herbirinin kendisinden sonra gelen kardeşine iman
etmesi ve yardım etmesi" yönünden nebilerle yaptığı misaka bağlı bulunmamak
suretiyle Allah'ın dininden sapmışlardır. Ayrıca İsrailoğulları dışında bir
Resul göndermesinden dolayı O'nun iradesine teslim olmaktan, bu Resule uyup
itaat etmekten ve Allah'ın bütün insanlar için irade buyurduğu kanunlarıyla
yönetilmekten yüz çevirmelerinden dolayı da Allah'ın dininden sapmışlardır.
Medine'de bazı müslümanlarla yahudiler
arasında çeşitli alanlarda birtakım ilişkiler olduğundan o güne kadar da
askerî ve ekonomik bakımından yahudilerin, zahiri bir kuvvetleri
bulunduğunda bazı müslümanlarca yahudilerin bu durumu hesaba katılıyordu.
Kur'an-ı Kerim, bu fasıkların müslüman ruhlar üzerindeki etkilerini azaltmak
için küfürlerini, günahlarını, isyanlarını ve ayrılığa düşüp bölük pörçük
olmalarını dile getiriyor. Devamla Kur'an,Allah'ın üzerlerine alçaklık ve
miskinlik damgası vurması yüzünden, içinde bulundukları zayıflıklarını
açıklıyor. "Onlar eziyetten başka zarar veremezler. Eğer sizinle savaşa
giriş5rlerse arkaya dönüp kaçarlar sonra onlara yardım eden de bulunmaz."
"Nerede olsalar, onlara aşağılık damgası
vurulmuştur. Yalnız Allah'ın ipine ve insanlar ile yaptıkları anlaşmalara
bağlı kalanları müstesna. Onlar Allah'ın gazabına uğradılar, alınlarına
perişanlık damgası vuruldu. Bu, onların Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri
ve sebepsiz yere peygamberleri öldürmeleri yüzündendir. Çünkü onlar Allah'a
başkaldırmış ve ölçüleri çiğnemişlerdir."
Bununla yüce Allah, müminlere zafer ve
sonuçta da selâmet vaad ediyor. Dinlerine ve Rabblerine emin olarak
bağlandıkları sürece kâfirlerin düşmanlıklarından korkmamalarını açıkca
ifade ediyor.
"Onlar size eziyetten başka zarar veremezler.
Eğer sizinle savaşa girişirlerse arkaya dönüp kaçarlar."
Dâvânın esasını etkileyecek kadar köklü ve
derin bir zarar veremeyecekleri gibi, müslüman cemaatin yapısına da etkili
olup onu yeryüzünden silemezler. Sadece çarpışmadan kaynaklanan bir eza ve
günlerin geçmesiyle unutulacak bir acı dokundurabilirler. Ancak
müslümanlarla savaşa tutuştuklarında yenilmeye mahkûmdurlar. Ve neticede
zafer müminlerin olacaktır, onların değil. Ayrıca, onlara yardım edecek ve
onları müminlere karşı koruyacak kimse de bulunmaz. Bunun sebebi,
"Alınlarına perişanlık damgası vurulmuş" olması ve sonuçlarının belirlenmiş
olmasıdır. Yeryüzünün her tarafında zelil durumdadırlar. Allah'ın ve
müminlerin zimmetine girmekten başka hiçbir şey onları koruyamaz.
Müslümanların zimmetine girdikleri zaman kanları ve mallarını haksız yere
heder olmaktan kurtardıkları gibi güven ve huzur ortamı da bulurlar-.
Yahudiler, o zamandan beri müslümanların zimmetine girmeleri dışında hiçbir
yerde rahat yüzü göremediler. Buna rağmen, yeryüzünde hiç kimse müslümana
düşmanlıkda yahudileri geçememiştir. "Allah'ın gazabına uğradılar..." Sanki
-kendilerine ceza olarak verilen- göçten döndükleri zaman bu gazabı
taşıyorlardı. "Alınlarına perişanlık damgası vuruldu." Bu perişanlık,
vicdanlarında yaşamakta ve duygularında yer etmektedir.
Bütün bu olaylar bu ayetin nüzulünden sonra
meydana gelmiştir. Müslümanlarla ehl-i kitap arasında meydana gelen her
çarpışmada, dinlerini korudukları, akidelerine sarıldıkları ve Allah'ın
metodunu hayatlarında uyguladıkları sürece, zafer müslümanların olmuştur.
Düşmanları ise, yenilmiş, horlanmış, ya dinini terk etmiş ya da
müslümanların zimmetine girmişlerdir.
Burada Kur'an-ı kerim yahudilerin bu
kaderlerinin, dindarlık iddiasında bulunan her topluluğa genelleştirecek
sebebini açıklıyor, isyan ve taşkınlık...
"...Bu, onların Allah'ın ayetlerini inkar
etmeleri ve Peygamberleri sebepsiz yere öldürmeleri yüzündendir. Çünkü onlar
Allah'a başkaldırmış ve ölçüleri çiğnemişlerdir."
Gerek kökten inkar etmek, gerekse hükmüne
başvurmayıp pratik hayatta uygulamamak suretiyle Allah'ın ayetlerine
küfretmek, Peygamberleri ve surenin bir başka ayetinde değinildiği gibi
insanlardan adaleti emredenleri haksız yere öldürmek, isyan ve taşkınlık
Allah'ın gazabına uğramanın, yenilginin alçaklık ve miskinliğin sebepleri
olan meziyetlerdir. Bu özellikler bugün yeryüzünün çeşitli yerlerine
dağılmış kendilerine boş yere müslüman ismi vermiş müslüman kırıntılarının
arasında oldukça yoğundur. Evet, Rabblerine bu meziyetlerini sunuyorlar.
Sonuçta da Allah'ın yahudilere yazdığı; yenilgi, alçaklık ve miskinliğe
dûçar oluyorlar. Onlardan: "Müslüman olduğunuz halde yeryüzünde niçin
yeniliyoruz?" diyenler bunu demeden önce, İslâm nedir? Müslüman kimdir?
Bunları öğrenip sonra diyeceklerini desinler.
Ayet-i kerime, ehl-i kitaptan hayırlı bir
azınlığı istisna tutmayı da ihmal etmeyerek ehl-i kitabın hepsinin bir
olmadığı gerçeğini ifade ediyor. Aralarında Rabbleriyle olan durumları tıpkı
sadık müminlerin durumuna benzeyen ve Allah'ın yanındaki mükafatları salih
müslümanlara verilen mükafatın aynısı olan müminlerin olduğunu bildiriyor.
"Ama onların hepsi bir değildir. Kitap
ehlinin içinde geceleri ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyan ve secdeye
kapanan bir kesim vardır."
"Bunlar Allah'a ve ahiret gününe inanırlar.
İyiliği emredip kötülükten sakındırırlar. Hayırlı işlere koşarlar. Onlar iyi
kullardandırlar."
"Onların yaptıkları hiçbir iyilik karşılıksız
kalmayacaktır. Hiç kuşkusuz Allah takvalıların kimler olduğunu bilir."
Bu, ehl-i kitaptan iman edenlerin parlak bïr
manzarasıdır. Şüphesiz onlar, doğru, köklü, tam ve kapsamlı bir imanla
inanıp, müslümanların safına katılarak bu dini korumaya özen göstermişlerdi.
Çünkü onlar Allah'a ve ahiret gününe iman etmişlerdi. İmanî sorumluluklarını
yerine getirip katıldıkları -insanlar içerisinden çıkarılmış en hayırlı
ümmet- müslüman ümmet ismini hak ederek iyiliği emredip kötülüğü
nehyetmişlerdir. Ruhların tamamen iyiliğe yönelterek onu kendilerine
yarıştıkları bir hedef yapmışlar ve hep beraber iyiliklere koşmuşlardı.
Bundan dolayı da salihlerden oldukları ve yüce Allah'ın onların
muttakîlerden olduğunu bildiğine işaret edilerek, haklarının zayi
olmayacağına ve ecirlerinin inkâr edilmeyeceğine dair bu doğru söz varid
oluyor.
Bu manzara, nurlu ufuklardaki parlak
aydınlığa özlem duyanların ruhlarında aynı duyguları canlandırmak için bu
yüce şahitliğe ve bu doğru söze rağbet edenlerin gözleri önüne seriliyor.
Bir yanda bu manzara... Diğer yanda ise,
kâfirler. Sağlam bir hedef ve amaca ulaştırıcı bir yol üzere değildirler.
Bunlar kendilerinde olmadan ne iyilik ne açık bir düşünce ve ne de idrak
edilen ve anlaşılan bir temelleri de yoktur. Tam ve kapsamlı doğru bir
metoda dayanmayan hayat biçimleri kısa sürekli bir hevanın egemen olduğu bir
eğilimden öteye birşey olmadığından temelsizdir. Allah'a imandan kaynaklanan
iyiliğin sağlam ve doğru çizgisine bağlanmadıkları için malları, çocukları
ve infak ettikleri şeyler onlara dünyada hiçbir yarar sağlamayacağı gibi
ahirette de hiçbir şey kazandırmayacaktır.
KÂFİRLERİN HALİ
"Kafirlere gelince ne malları ve ne de
evlatları kendilerine Allah'a karşı hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlar
Cehennemliktir orada sürekli olarak kalacaklardır."
"Onların bu dünya hayatındaki maddi
harcamaları, kendilerine zulmetmiş kimselerin tarlası üzerinden eserek bu
tarlanın ekinini mahveden dondurucu rüzgara benzer. Allah onlara zulmetmiş
değildir, tersine onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdir.."
Böylece bu hakikat, Kur'an'ın güzel
üslûbuyla, hareket ve canlılık dolu bir sahne içinde çiziliyor... Malları ve
çocukları onları Allah'tan koruyamadığı gibi ateşten kurtulmaları için de
bir bedel olamaz ve onları ateşten kurtaramaz. Onlar ateş ehlidirler. İyilik
yapıyoruz zannıyla harcadıkları da dahil, mallarından infak ettiklerinin
tümü boşa gitmiştir. Çünkü imana bağlanmayan ve imandan kaynaklanmayan
hiçbir davranış iyilik değildir. Ancak Kur'an, meseleyi anlatırken bizim
gibi anlatmıyor; O, hayat dolu canlı bir sahne çiziyor...
Birden bire kendimizi ekine hazırlanmış bir
tarla karşısında buluyoruz. Tarla ekilmiştir. Fakat, o da ne? Bir rüzgar
esiyor. Soğuk, dondurucu ve kavurucu bir rüzgar. Taşıdığı şiddetli soğukla o
tarlayı mahvetmiş bile... Sözün kendisi bile kızgınlıkla atılmış gibi,
etkileyici sesiyle aynı manayı tasvir ediyor. Ve biz neler olup bittiğini
anlamadan ekinin tamamen kökünün kuruduğunu, harap olduğunu görüyoruz.
Herşey bir anda olup bitiyor. Helâk ve yokluk
bir anda oluyor. Bir de bakıyoruz ki ekinin tümü etrafa saçılmış durumda...
İşte, görünüşte hayır ve iyilik için infak ediliyor zannını uyandırıyorsa da
kâfirlerin bu dünyada infak ettiklerinin ve sahip oldukları mal ve evlat
nimetlerinin örneği budur. Hepsi de helak olup yok olacaktır. Karşılığında
ne bir menfaat ne de bir metâ vardır.
"Allah onlara zulmetmiş değildir. Tersine,
onlar kendi kendilerine zulmetmişlerdir."
Onlar, hayır ve iyiliğin proğramını
düzenleyen, ona köklü, sağlam ve doğru bir çizgi kazandıran, çizilmiş bir
hedefi, anlaşılan bir nedeni ve belli bir proğramı olan ve hiçbir şeyi
geçici duygulara, kapalı arzulara ve sağlam doğru metoda dönmeyen
başıboşluklar katetmemiş ilahi metodtan sapan kimselerdir.
Onlar, sapıklığı ve dalaleti seçip Allah
tarafından uzatılmış ipe sarılmaktan kaçınarak başıboşluğu tercih ettiler. O
halde görünürde iyilik yolunda yaptıkları infaklar da dahil bütün amelleri
boşa gitmiştir. Ekinlerine yokluk isabet etmiştir. Malları ve çocukları da
onları kurtaramayacaktır. Burada yüce Allah onlara zulmetmiyor, Allah'ın
metoduna bağlanmama ve sapıklığa düşmelerinden dolayı onlar kendilerine
zulmediyorlar.
Böylece ayeti kerime, iman metoduna
bağlanmadıkça ve imandan kaynaklanmadıkça hiçbir çabanın mükafat ve hiçbir
çalışmanın değeri olmadığı gerçeğini yerleştiriyor. Bu gerçeği yüce Allah
söylüyor ve vicdanlara yerleştiriyor. Bundan sonra insana konuşmak düşmez.
Bu gerçek hakkında da, hiçbir bilgiye, hidayete ve apaçık bir kitaba
dayanmadan Allah'ın ayetlerini tartışanlardan başkası ileri geri konuşamaz.
DÜŞMANI DOST EDİNMEK
Ehl-ı kitabın yaşam tarzlarındaki bozukluğu
açıklamak, mücadelelerindeki safsatayı ortaya çıkarmak, müslümanlar için
kötülük istediklerini ifade etmek ve kendileriyle mücadeleye girişen,
bozulmuş sapıklara hiçbir konuda başvurmaksızın kendi sorumluluklarını
yerine getirmeleri konusunda müslüman cemaate direktif vermekle başlayan bu
dersin ve sureden bu uzun bölümün sonunda, tabii düşmanlarından dostlar
edinmemeleri ve müslümanlara düşman oldukları halde sırları ve hayati
çıkarları konusunda onlara güvenmemeleri gerektiğine ilişkin müslüman
cemaate yönelik bir uyarı geliyor. Bu uyarı, her zaman ve her yerde
kanıtlarını bulabileceğimiz tarzda kapsamlı ve süreklidir. Bunu Kur'an
olabildiğince canlı çiziyor. Ancak, Kur'an ehli bu gerçekten çok uzaktadır.
İşte bu gafletlerinin sonucunda bunca kötülük, bunca eziyet ve mihnet
başlarına geldi ve daha da gelecektir.
118- Ey müminler, kendinizden
başkasını sırdaş ve dost edinmeyiniz. Olanca güçleri ile size zarar
dokundurmaya, dirliğinizi bozmaya çalışırlar, karşılaştığınız her sıkıntı
onları sevindirir. Gerçi kinleri ağızlarından taşmıştır ama kalplerinde
saklı tuttukları kin daha büyüktür. Eğer düşünecek olursanız size
ayetlerimizi açık açık anlattık.
119- İşte siz öyle
kimselersiniz ki, onları seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler; bir de
kitabın tümüne inanırsınız. Onlar sizinle karşılaştıklarında 'inandık'
derler fakat kendi başlarına kaldıkları zaman size duydukları öfke yüzünden
parmak uçlarını ısırırlar. De ki; `Öfkenizden ölün (çatlayın). Hiç şüphesiz
Allah kalplerin içini dışını bilir.'
120- Eğer size bir iyilik
dokunacak olsa bu onları üzer. Eğer başınıza bir kötülük gelse bu yüzden
sevinirler. Eğer sabreder ve Allah'tan korkarsanız, onların hilesi size
hiçbir zarar veremez. Hiç şüphesiz Allah'ın bilgisi onların yaptıklarını
kuşatmıştır.
Bu, gizli duyguları, görünen davranışları ve
gidip gelen hareketleri gösteren ve ruhların derinliklerinde görünen
izlerini konuşturan net ve mükemmel bir portredir. Bu suretle her zaman ve
her yerde benzeri görülen bir insan tipini canlandırıyor. Müslüman cemaatin
çevresinde bugün ve yarın, benzer düşman tiplere rastlayacağız şüphesiz.
Bunlar, müslümanların güçlü olduğu ve zafer elde ettikleri zaman sevgi
gösterilerinde bulunurlar. Ancak gözleri ve uzuvları bu hallerini
yalanlamaktadır. Müslümanlar da bunlara aldanarak onlara sevgi ve bağlılık
gösterirler. Oysa onlar, müslümanlar için ızdırap ve fitneden başka birşey
dilemezler. Gece gündüz, fırsatını buldukça, müslümanlara eziyet etmekten,
yollarına diken serpmekten onlara hile ve desiseler hazırlamaktan geri
durmazlar.
Kur'an-ı kerimin çizdiği bu manzara, bu
harikulâde tablo, öncelikle Medine'deki müslümanlara komşu olan ehl-i
kitabın durumuna uymakta. İslâm ve müslümanlar hakkında besledikleri korkunç
kini, tasarladıkları kötülüğü ve göğüslerinde kaynayan kötü niyetlerini
ustaca çizmektedir. Üstelik bu dönemde, müslümanlardan bazıları bu Allah'ın
düşmanlarına aldanmakta, onlara sevgiyle yaklaşmakta, müslüman cemaatin
sırları konusunda onlara güvenmekte, onlardan sırdaş, dost ve arkadaş
edinmekte ve onlara bu yaklaşımının sonunda korkmaksızın sırlarını
açıklamaktadırlar. İşte bu aydınlatma ve sakındırma, müslüman cemaate, işin
gerçeğini göstermekte müslümanların gösterdiği sevgi ve arkadaşlığın dahi
gidermediği tabii düşmanlarının hilelerinden onları korumaktadır. Bu
aydınlatma ve sakındırma, belli bir tarihsel dönemle sınırlı olmayıp, her
zaman pratik hayatta karşılaşılan sürekli bir hakikattir. Şu andaki
durumumuz bunu açıkça doğrulamaktadır.
Müslümanlar kendilerinden başkasını, yani
metod ve araçları itibariyle kendilerinden farklı olan insanları sırdaş
edinmemeleri ve onları, güvendikleri sırlarını açtıkları ve danıştıkları bir
konumda bulundurmamaları gerektiğine ilişkin Rabblerinin emrinden
habersizdirler. Müslümanlar, Rabblerinin bu emrinden habersiz olarak bunlara
benzer insanları, her işte, her halde ve durumda, her düşüncede, hülasa
bütün işlerindeki metod ve yollarında başvurulan merci edindiler.
Müslümanlar, Allah'ın sakındırmasından
habersiz olarak, Allah'ın ve Resulünün düşmanlarına sevgi beslemekte ve
onlara göğüslerini ve kalplerini açmaktadırlar.
Yüce Allah ilk müslüman cemaate olduğu kadar
her nesilden gelecek müslüman cemaatlere şöyle buyurmaktadır:
"Karşılaştığınız her sıkıntı onları
sevindirir. Gerçi kinleri ağızlarından taşmıştır. Kalplerinde saklı
tuttukları kin ise daha büyüktür."
Yine şöyle buyurulmaktadır:
"Siz onları seversiniz oysa onlar sizi
sevmezler. Bir de kitabın tümüne inanırsınız. Onlar sizinle
karşılaştıklarında "inandık" derler. Fakat kendi başlarına kaldıkları zaman
size duydukları kin ve öfke yüzünden parmaklarını ısırırlar."
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Eğer size bir iyilik dokunacak olursa bu
onları üzer. Eğer başınıza bir kötülük gelse bu yüzden sevinirler."
Ardarda bu acı deneyimler yüzümüze sert bir
tokat gibi çarptığı halde, biz gene ayılmayız. Bir kaç kere değişik
kılıklara bürünen tuzakları ortaya çıkardığımız halde yine de ibret almayız.
Defalarca, ağızlarından kaçırdıkları ve müslümanların sarfettiği sevginin
gideremediği ve onlara dinin öğrettiği hoşgörünün bile silemediği kinlerini
yaydıkları halde, dönüp onlara kalplerimizi açıyor ve onlardan hayat ve yol
arkadaşı ediniyoruz. Onlara hoş görünme kompleksimiz veya onlar karşısındaki
ruhsal yenilgimiz o dereceye varmış ki inancımızda onlara hoş görünmek için
dinimizden söz etmemeyi yeğlemiş ve hayat metodumuzu İslâm'a dayandırmamaya
başlamışız. Bizden önceki müslümanlarla bu pusuda bekleyen düşmanlar
arasında meydana gelen çarpışmalardan söz etmekten korktuğumuz için
tarihimizi süslü göstermeye çalışarak, gerçek işaretlerini yok etmişiz. İşte
bu yüzden Allah'ın emrine karşı gelenlerin uğradığı cezaya çarptırılmışız.
Bundan dolayı alçalıyor, eziliyor ve alay ediliyoruz. Düşmanlarımızı
sevindiren sıkıntılara uğruyor ve onların saflarımızda çıkardıkları
bozgunculuğa maruz kalıyoruz.
İşte Allah'ın kitabı, ilk müslüman cemaate
öğrettiği gibi, bize de, onların tuzaklarından nasıl korunacağımızı,
eziyetlerini nasıl bertaraf edeceğimizi ve göğüslerinde gizledikleri, bazan
da ağızlarından kaçırdıkları kötülüklerinden nasıl kurtulacağımızı
öğretiyor:
"Eğer sabreder ve Allah'tan korkarsanız,
onların hilesi size hiçbir zarar veremez. Hiç şüphesiz Allah'ın bilgisi
onların yaptıklarını kuşatmıştır."
Eğer çok kuvvetliyseler güçleri karşısında;
aldatma ve dolambaçlı yollara başvurmuşsalar hile ve tuzakları karşısında
sabır, azimet ve direnç gösterip sabır ve prensiplere bağlanmamız gerèkir.
Yıkılmamalı ve zelîl olmamalıyız. Onlardan beklenen bir kötülükten sakınmak
ya da gelecek sevgilerini kazanmak için akidenin bir kısmından veya tümünden
vazgeçmemeliyiz.
Sonra takva; yalnızca bir olan Allah'tan ve
O'nun murakebesinden korkma.. Hiç kimse ile, Allah'ın. metodunun
gerektirdiği durumların dışında buluşmayan ve Allah'ın ipinden başkasına
sarılmayan kalpleri Allah'a bağlayan takva... Bir kalp Allah'a bağlanınca,
O'nun gücünden başkasını küçük görür ve azimetinden gelen bu bağları
güçlendirir; dolayısıyle kurtuluş istemek veya şeref kazanmak için
hiçkimseye teslim olmaz ve Allah ve Resulüne savaş açmış kimselere sevgi
beslemez.
İşte yol budur: Sabır ve Takva... Allah'ın
ipine yapışıp sarılmak... Bütün tarihleri boyunca müslümanlar yalnızca
Allah'ın kulpuna yapışıp hayatlarında O'nun metodunu gerçekleştirdikleri
sürece üstünlük ve zafer bulmuşlar, Allah onları düşmanlarının tuzaklarından
korumuş ve kelimeleri hep yüce olmuştur. Aynı şekilde müslümanlar, bütün
tarihleri boyunca, gizli ve açık akideleri ve metodlarıyla savaşan tabii
düşmanlarının kulpuna sarıldıkça, onların sözlerine kulak verdikçe ve
onlardan; sırdaş, arkadaş, yardımcı, haberci ve danışman edindikçe, Allah
onlara yenilgi tattırmış, düşmanlarını içlerine yerleştirmiş, boyunlarını
onların önünde eğdirmiş ve suçlarının cezasını onlara tattırmıştır. Allah'ın
sözünün ebedî ve O'nun sünnetinin geçerli olduğuna bütün tarih şahittir.
Kim, Allah'ın yeryüzünde görünen kanununu görmezlikten gelirse, gözleri
zillet, yenilgi ve alçaklıktan başka birşey görmez.
Böylece bu ders ve beraberinde de surenin ilk
bölümü sona eriyor. Bununla surenin akışı, çatışmanın zirvesine, tam ve
kapsamlı ayrılığın doruğuna ulaşıyor.
Dersi bitirmeden önce bütün bu düşmanlıklar
karşısında İslâm'ın hoşgörüsüne ilişkin bir gerçeği açıklamakta yarar
vardır. İslâm, onlardan sırdaş edinmemeyi emrediyor, ancak müslümanları
düşmanlık, kin, iğrençlik, desise ve hile ile karşılık vermeye teşvik
etmiyor, yalnızca müslüman cemaati, müslüman safları ve müslüman oluşumu
koruyor. Sadece çevredekilerden kaynaklanan tehlike karşısında onları
korumak ve uyarmak amacı güdülüyor. Çünkü müslüman, insanlarla ilişkilerinde
İslâm'ın hoşgörüsüne göre davranır, İslâm'ın nezafeti doğrultusunda bütün
insanlara muamele eder ve bütün insanları bu evrensel sevgi ve iyilikle
karşılar. Hileden korunur, ancak hile yapmaz. Kinden sakınır, ancak kin
beslemez. Dininden dolayı kendisiyle savaşıldığı, akidesinden dolayı
işkenceye uğratıldığı ve Allah'ın yolundan ve metodundan alıkonulduğu zaman
bütün bunlara başvurabilir. Böyle bir durumda; savaşması, fitneyi bertaraf
etmesi ve insanları Allah'ın yolundan ve O'nun metodunu hayatına hakim
kılmaktan alıkoyan engelleri ortadan kaldırması istenmektedir. Müslüman
intikam için değil Allah yolunda cihad için, savaşır. Kendisine eziyet
edenlere duyduğu kinden dolayı değil, beşeriyetin iyiliği için savaşır. Bu
iyiliğin insanlara ulaşmasına engel teşkil eden unsurları devirmek için
savaşır. Galibiyet, üstünlük ve sömürgecilik için değil... Gölgesinde
herkesin adalet ve barıştan yararlandığı sağlam düzeni kurmak için savaşır,
ulusal bir bayrak dikmek ya da imparatorluk kurmak için değil...
Bu, birçok Kur'an ayetiyle hadisin
yerleştirdiği ve yeryüzünde bu nasslar doğrultusunda hareket eden ilk
müslüman cemaatin tarihinin fiilen tercüman olduğu bir gerçektir.
Bu metod iyiliktir. İnsanları buna uymaktan
alıkoyanlar beşeriyetin en büyük düşmanıdırlar. Bu metodun, bunları kovup
beşeriyetin önderliğinden uzaklaştırması gerekir. İşte müslüman cemaatten
istenen budur. Bir kere bunu en güzel şekliyle yerine getirdi. Ancak O, her
zaman bu görevini yerine getirmeye çağırılmaktadır. Çünkü cihad, bu sancak
altında kıyamete kadar sürecektir.
CİHAD MEYDANI
Surenin geçen kısmında ortaya konan,
mücadele, tartışma, açıklama, aydınlatma, yöneltme ve sakındırma savaşından
sonra surenin akışı meydan savaşına dönüyor. Uhud savaşına...
Uhud savaşı, yalnızca meydanda yapılan bir
savaş değildir. Aynı zamanda vicdanlarda da girişilen ve alanı bütün savaş
meydanlarından daha kapsamlı olan bir savaştır. Çünkü fiilî savaş meydanı,
onun görkemli hareket alanının sadece bir yönünü oluşturur. Onun alanı, her
yönüyle insanların nefisleri, düşünceleri, duyguları, arzuları, şehvetleri,
savunma ve dirençleridir. Orada Kur'an, savaşta savaşçıların yaralarım
tedavi etmesinden daha etkili ve daha kapsamlı bir şekilde en yumuşak ve
enderin tedaviyi, bu nefislerde gerçekleştiriyor.
Önce zafer, arkasından yenilgi, bunlardan
sonra da büyük zafer geldi. Kur'an'ın açıkladığı gerçekleri açıkca bilmenin,
bariz bir şekilde görmenin ve duyguları bu gerçekler üzerine mükemmel bir
şekilde yerleştirmenin zaferiydi bu... Aynı şekilde bu, nefislerin
arındırılma işleminin iyice belirlenmesinin ve bundan sonra müslüman
cemaatin müslüman saflardaki düşünce belirsizliklerinden, değerlerdeki
cıvıklıklar ile duygulardaki karmaşıklıklardan uzak ve serbestçe hareket
edebilmesinin zaferiydi bu durum. Zafer saflarındaki münafık unsurların
büyük ölçüde belirlenmesi, sözlerde, davranışlarda, bilinç ve gidişatta
nifak ve doğruluğun ayırıcı özelliklerinin tesbit edilmesi ile elde
edilmiştir. Böylece imanın, imana çağırmanın ve onun doğrultusunda hareket
etmenin yükümlülüklerinin açıklanması ve bütün bunların gereği olarak;
bilgi, soyutlanma ve düzenlilik açısından hazırlıklı olunması, bunlardan
sonra, yalnızca bir olan Allah'a itaat edip uyulması, yolda atılan her
adımda yalnızca Allah'a dayanılması, zafer ve yenilgi, hayat ve ölüm,
kısacası her iş ve yönelişte işin Allah'a döndürülmesi gerektiğinin
açıklanması ile gerçekleşmiştir.
Olayların ve olaylardan sonra gelen Kur'anî
direktiflerin gerisinde müslüman cemaatin çıkardığı bu büyük sonuç, zafer ve
ganimetle elde edilecek sonuçla kıyaslanmayacak kadar büyük ve üstün bir
sonuçtur. Müslümanlar savaştan zafer ve ganimetle dönmüş olsalardı bile yine
de müslüman cemaat bu önemli sonuca ihtiyaç duyacaktı. Çünkü zafer ve
ganimet ile elde edecekleri binlerce sonuçtan bin kere daha fazla böyle bir
sonuca muhtaçtılar. Aynı zamanda, müslüman ümmetin bundan çıkardığı ders,
bir zafer ve ganimetten elde edilecek sonuçtan çok daha önemli ve daha
kalıcıdır. İşte müslüman saflarda görülen eksiklik, zaaf, cıvıklık ve
belirsizliğin ve bu olgulardan kaynaklanan yenilginin ötesindeki yüce
Allah'ın tedbiri... Evet, Sünnetullah'a uygun olarak ve görünen tabii
sebepler gereğince ortaya çıkan yüce Allah'ın ulvi tedbiri, ibret, terbiye,
uyanıklık, olgunluk, arındırma, temizlenme, tertip ve düzenden ibaret bu
önemli sonucu elde etmesi ve her nesilden gelecek müslüman ümmetin, zafer ve
ganimet de dahil hiçbir kıymetle ölçülmeyecek derecede, tecrübe, gerçekler
ve direktiflerden oluşan bu hazineye sahip olması bakımından tamamen
müslüman cemaat için hayırlı olmuştur.
Savaşı Kur'an nefislerden ve bütün müslüman
cemaatı kapsayan hayattan ibaret büyük meydanda başlattı. Nihayet savaş yer
meydanında sona erdi. Yüce Allah, bu cemaat aracılığı ile ilim, hikmet,
bilgi ve basirete dayalı takdirini gerçekleştirdi. Dolayısıyla Allah'ın
dilediği ve uygun gördüğü oldu. Bu tedbirde, zarar, eziyet, imtihan ve acı
meşakkatlerin ötesinde büyük bir iyilik gizli idi.
Kur'an'ın savaştaki olayları sunuş tarzında
dikkati çeken şey; savaş sahneleri, olayların sunulması ve bu sahne ve
olaylara ilişkin direktifler ile nefislerin arındırılması, düşünce
belirsizliklerinden kişinin kurtulması; şehvetlerin boyunduruğundan,
arzuların ağırlığından, kinlerin karanlığından, hataların zulmetinden, hırs
ve cimriliğin zaafından ve gizli arzulardan kurtulmasına yönelik diğer
direktifler arasındaki harikulade uygunluktur.
Aynı şekilde, fiili savaşın ardından; faizden
ve onun yasaklanmasından, şûradan ve savaşın kötü sonuçlarındaki açık
etkisine rağmen istişarenin teşvikinden sözedilmesi de dikkat çeken bir
husustur.
Sonra... İnsanın nefsi ve insan hayatı
içinde, Kur'an metodunun hareket ettiği sahanın genişliği, hareket
noktalarının çokluğu ve Kur'an metodunun bunlara nüfuz edip olağanüstü bir
olgunluğa ulaştırması...
Ancak, bu Rabbanî metodun tabiatını
kavrayamayanlar, bu uygunluktan, bu genişlikten, bu etkileşimden ve bu
olgunluktan hiçbirine hayret etmezler. Çünkü İslâmî harekette savaş alam,
yalnızca silâhın, atların, adamların ve mühimmatın, savaş hazırlıklarının ve
taktiklerin söz konusu olduğu alan değildir. Bu sınırlı savaş, vicdanlarda
ve müslüman cemaat için bir sosyal düzen oluşturma alanında girişilen
savaştan ayrı düşünülemez. Vicdanların arındırılması, kurtarılması,
soyutlanması ve kendisini bağlayıp Allah'a koşmasına engel olan tüm
bağlardan özgür olabilmesi için bunlar arasında sağlam ilişkiler vardır.
Aynı şekilde, müslüman cemaatin Allah'ın sağlam metodu uyarınca üzerine bina
edildiği düzenleme konuları bakımından da kuvvetli bağlar söz konusudur. Bu
arada ilahî metod, yalnızca egemen düzende değil, hayatın her alanında
şûrayı gerekli görür, Yine bu metod faize değil, yardımlaşmaya dayanır.
Çünkü yardımlaşma ve faizin aynı sistemde bir arada olmaları mümkün
değildir.
SAVAŞTAKİ HAKİKATLER
Kur'an müslüman cemaati, çatışmanın ışığında
tedavi etmektedir. Ancak dediğimiz gibi çatışma, savaş anıyla sınırlı
değildir. Aksine, çatışma alanı bundan çok daha büyüktür. Beşer nefsini ve
pratik hayatım içine almaktadır bu alan... Bu yüzden ayeti kerime faize
yönelmekte ve onu yasaklamakta, gizli açık infak etmeyi ele almakta, teşvik
etmektedir. Allah'a ve Resulüne itaat konusuna geçmekte ve bunları rahmete
bir neden kılmaktadır. Ardından öfkeyi yenmeye ve insanların kusurlarım
bağışlamaya değinmekte, iyilik yapmaya, tevbe ve istiğfar ile hatalardan
arınmaya ve hatalarda ısrar etmemeye geçmekte ve bunların tümünü Allah'ın
hoşnutluğunun nedeni kılmaktadır. Ayrıca, Resulullah'ın (salât ve selâm
üzerine olsun) merhametli oluşunu ve bunun ilahî rahmetin bir numûnesi
olduğunu açıklamaktadır. Ayrıca şûranın kaynağına ve onun en zor zamanlarda
bile uygulanmasına değinmektedir. Aynı şekilde ihanet edilmemesi gereken
emanete değindiği gibi savaştan sonra nazil olan ayetlerin bitiminde
cömertliğe ve cimrilikten sakındırmaya geçmektedir.
Evet bütün bunlara değinmektedir. Çünkü
bunlar, müslüman cemaati bütün genişliğiyle fiilî savaşı da kapsamakla
beraber, sadece onunla sınırlı kalmayan, daha kapsamlı ve büyük zafer elde
edebilmek için son derece yorulmayı gerektiren savaşa hazırlamaktadır. Bu
savaşta nefislere, şehvetlere, arzulara ve isteklere karşı galibiyet
gerekmektedir. Bunlar kitlenin hayatını üzerine kuracağı evrensel sistem ve
değerleri yerleştirmekte zafere götüren unsurlardır.
Bütün bunlara beşeri varlık ve çabaları
karşısında bu akidenin tekliğine işaret etmek ve bunları bir tek eksene,
yalnızca Allah'a ibadet ve kullukta bulunma eksenine döndürmek ve bu
konularda hassasiyet ve takva ile Allah'a yönelmek için değinmektedir. Aynı
zamanda, bunlara her halukârda beşer varlığına hükmeden Allah'ın metodunun
tekliğine değinmek ve bu metodun ışığında bu durumların birbiriyle olan
ilişkisine işaret etmek için değinilmektedir. Nitekim bunlar, insanî
faaliyetleri tümünün sonucunun birliğine, nefis hareketlerinden her
birisinin ve sosyal düzenin herbir parçasının bu sonuç üzerindeki etkisine
değinmek için de serdedilmektedir...
O halde, bu kapsamlı direktifler, çatışmadan
ayrı değerlendirilemezler. Çünkü nefis; bilinçlenme, ahlâk ve sosyal sistem
alanında girişilen savaşta zafer elde etmedikçe, fiili savaş alanında da
zafer kazanamaz. "Uhud"da iki topluluğun karşılaştığı gün geri dönenler bazı
günahları yüzünden şeytanın mağlup ettiği kimselerdi. Peygamberlerinin
arkasında akide savaşlarında zafer elde edenler ise, savaşa, günahlardan
tevbe edip Allah'a sığınarak ve O'nun sağlam desteğine yapışarak
başlayanlardır. O halde, günahlardan arınmak, Allah'a yapışmak ve O'nun
rahmetine dönmek zafere hazırlıklı olup savaş alanından ayrı bir konumda
değerlendirilemezler. Aynı şekilde faiz düzenini atıp sosyal yardımlaşmaya
dayalı düzene dönmek zafer hazırlığı olduğu gibi, yardımlaşma esasına dayalı
toplumlar, faiz toplumundan daha çok zafere yakındır. Ayrıca, öfkeyi yenmek
ve insanları bağışlamak zafere hazırlıktır. Nefse hakim olmak, savaş için
bir güç olduğu gibi, dayanışma ve sevgi, hoşgörülü bir toplumda yaptırım
gücü olan önemli bir unsurdur.
Ayrıca baştan sona sûrenin akışının dayandığı
ve herşeyi oraya döndürdüğü gerçeklerden biri de Allah'ın takdiri ve bu
noktada kesin ve katî bir şekilde düşünceyi düzeltme gerçeğidir. Aynı
zamanda, surenin akışı insanların çalışma ve faaliyetleri, yanlış ve
doğruları, itaat ve isyanları, metoda uymaları ya da ondan kaçınmalarının
Sünnetullah'ın gereğince değerlendirmek, bundan sonra bunları, Allah'ın
gücüne bir perde, O'nun iradesine bir araç ve onunla dilediğini
gerçekleştirdiği kaderinde bir uygulamacı olarak değerlendirmek gerçeğine de
dayanmaktadır.
Sonra... Ayet-i kerime müslüman cemaate,
zafer konusunda herhangi bir etkilerinin söz konusu olmadığını belirtmekte
ve bunun kendi çabalarından öte Allah'ın tedbirine göre cereyan eden
kaderine bağlı olduğunu hatırlatmaktadır. Ayrıca insan çabasının mükâfatının
yüce Allah'a ait olduğunu da belirterek su yeryüzü eşyalarından hiç birinin
zafer meyvesini devşirmede etkilerinin olmayacağını bildirmektedir. Aynı
zamanda da yüce Allah'ın zafer vermeyi dilerken; de onun özelliğini hesap
ederek vermediğini, daha çok, gerçekleşmesini dilediği yüce hedefler için
verdiğini bildirmektedir. Yenilgi de öyle... Nefislerin arındırılması,
safların ayrılması, gerçeklerin açığa çıkması, değerlerin belirlenmesi,
ölçülerin yerleştirilmesi ve görmek isteyenlere kanunların açıklanması gibi
yüce Allah'ın hikmet ve ilim ile takdir ettiği amaçların gerçekleşmesi için
müslüman cemaat içinde meydana gelen eksiklik ve aşırılıklara uygun olarak
Sünnetullah doğrultusunda meydana gelmektedir.
Zaferin tamamen Allah'ın ve O'nun metodunun
olması ve bütün çabaların Allah'ın ve O'nun metodunun uğrunda olması için;
nefislere galip gelmek, hevayı yenmek, şehvetlere hakim olmak ve insanların
hayatında`Allah'ın dilediği Hakk'ı yerleştirmekten ibaret olan Rabbanî
metodun esaslarına dayanmadığı sürece askeri, siyasi ve ekonomik zaferlerin
İslâm nazarında hiçbir değeri ve ölçüsü yoktur. Aksi takdirde, cahiliyyenin
yine cahiliyyeye karşı zafer kazanması söz konusu olur. Ve bunda da hayat ve
insanlık için bir hayır yoktur. Hakk bayrağının hakk için yükseltilmesi
haktır sadece. Hakk ise, tektir. Birden fazla değil. Hakk Allah'ın biricik
metodudur. Bu kainatta ondan başka da hakk mevcut değildir. Öncelikle beşer
nefsinde ve pratik hayat nizamı alanında tamamlanmadığı sürece, Hakk'ın
zaferi de gerçekleşemez. Nefis kendi şahsında, şahsi payından, arzu ve
şehvetlerinden, pislik ve kinlerinden, kayıt ve bağlarından kurtulduğu ve bu
ağırlık ve kementlerden âzâde bir şekilde Allah'a koştuğu zaman, üzerine
düşen çaba ve faaliyeti yerine getirdikten sonra bütün işleri Allah'a
bağlamak için bütün güçlerinden, araçlarından ve sebeplerinden sıyrıldığı
zaman, bütün işlerinde Allah'ın metoduna uyduğu ve bu uygulamayı cihad ve
zaferinin amacı saydığı zaman, ancak bütün bunlar tamamlandığı zaman, savaş
alanında veya siyasi sahalarda ya da ekonomik alanlarda elde edilen zafer
Allah'ın ölçüsüne göre zafer sayılabilir. Yoksa, Allah'ın yanında hiçbir
önem ve değeri bulunmayan cahiliyyenin bir başka cahiliyyeye karşı üstünlük
sağlamasından başka birşey meydana gelmiş olmaz.
İşte bu yüzden, "Uhud" günü meydana gelen
çatışmadan sonra inen ayetlerdeki geniş kapsamlılık ve uygunluk bu gerçeği
açıklamak içindi. Uhud'daki fiilî çarpışma İslâm'ın savaş cephelerinden
sadece birini oluşturur.
UHUD SAVAŞI
Değerlendirilen konuları ve direktifleri
gereği gibi kavrayabilmemiz, olay ve hadiseleri algılamada Kur'anî terbiye
yöntemini gözönünde bulundurabilmemiz için savaşta meydana gelen olaylar
üzerinde varid olan Kur'anî değerlendirmeyi sunmadan önce sîret
rivayetlerinde geçen savaştaki olayları özetlememiz yerinde olur.
Müslümanlar Bedir'de savaşın meydana geldiği
şartlara göre mucize kabilinde kesin bir zafer elde etmişlerdi. Yüce Allah,
müslümanların eliyle küfrün önderlerini ve Kureyş'in liderlerini
öldürtmüştü. İleri gelenlerin Bedir'de yok edilmesinden sonra Ebu Süfyan
Kureyş'e önderlik ediyordu. Müslümanlardan intikam almak için hazırlıklara
başladı. Bu arada Kureyş'in ticaret mallarını taşıyan kervan, müslümanların
eline düşmekten kurtulmuştu. Müşrikler de kervanda bulunan malları
müslümanlarla yapılacak savaşın hazırlıklarına harcamak üzere ayırmayı
kararlaştırdılar.
Ebu Süfyan, Kureyş'ten, onların
müttefiklerinden ve Ahabiş (Bunlar Bedevilerden olup Kureyş'lilerle "Ahbaş"
denilen yerde ittifak yaptıkları için bu isimle anılmışlardır.) denilen
Bedevilerden oluşan yaklaşık üçbin kişilik bir orduyla, kendilerini teşvik
etmek ve savaştan kaçmalarını önlemek için yanlarına kadınlarını da alıp
hicrî üçüncü senenin Şevval ayında Medine'ye yönelerek "Uhud" dağı
yakınlarında konakladı.
Resulullah (sâlat ve selâm üzerine olsun)
ashabıyle, düşmana karşı çıkmak ya da Medine'de beklemek hususunda
istişarede bulundu. Resulullah, Medine'den çıkmayıp orayı siper edinmek
amacındaydı. Buna göre düşman Medine'ye girecek olsa müslümanlar sokak
başlarında, kadınlar da damların üzerinde savaşacaklardı. (İmam ibni Kayyım
el-Cezviye'nin Za'dul Mead isimli eserinde anlattıklarına dayanarak bu
görüşün Resulullah'a ait olduğu sonucuna vardık.) Bu görüşü, münafıkların
başı Abdullah b. Ubey de uygun görüyordu. Ancak, çoğunluğu Bedir savaşına
katılmamış gençlerden oluşan büyük bir topluluk, düşmanı Medine'nin dışında
karşılamayı istiyorlardı. Bu doğrultuda görüş bildirip ısrar ettiler.
Çoğunluğun bu görüşte olduğu anlaşılınca Resulullah kalkıp evine (Aişe'nin
-Allah O'ndan razı olsun- evine) gitti. Zırhını kuşanarak topluluğun yanına
döndü. Ancak toplulukta tereddüt baş göstermişti. Yoksa Medine'nin dışında
düşmanı karşılamayı istemekle Resulullah'ı gücendirdik mi? demeye
başladılar. Resulullah'a "Ya Resulullah şayet Medine'de beklemeyi istiyorsan
istediğini yap" dediler. Bunun üzerine Resulullah "Bir Peygamber zırhım
kuşandıktan sonra onunla düşmanları arasında Allah hükmünü uygulamayıncaya
kadar çıkarması yakışık almaz" buyurdu. Bu şekilde onlara Peygamberliğe
yakışan güzel bir ders veriyordu. Çünkü istişarenin bir zamanı vardır. Ondan
sonra, azmedip kararlaştırılanı yapmak ve Allah'a tevekkül etmek gerekir.
Artık tereddüt gösterip yeniden istişarede bulunarak görüşler arasında
tercih yapmanın bir anlamı kalmaz. İşleri amacına uygun olarak yaptıktan
sonra yüce Allah dilediği sonucu takdir edecektir.
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
rüyasında; Kılıcında kırık olduğunu bir sığırın kesildiğini ve kendisinin de
ellerini sağlam bir zırha soktuğunu görmüştü. Kılıçtaki kırığı ailesinden
birinin ölmesine, sığırın kesilmesini ashabından bir grubun öldürülmesine ve
zırhı da Medine'ye yordu. Demek ki Resulullah savaşın sonucunu önceden
görmüştü. Buna rağmen şûra sistemini, şûradan sonra karara göre hareket etme
sistemini uyguluyordu. Çünkü O, bir ümmeti eğitiyordu. Ümmetler ise, olaylar
ve olaylardan elde edilen tecrübe birikimiyle eğitilirlerdi. Üstelik
Resulullah, Allah'ın takdirine göre hareket ediyordu. Yüce Allah'a bağlı
olan kalbinde hissettiği gibi duygularını ve kalbini dayandırdığı yüce
takdir doğrultusunda hareket ederdi.
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
İbn-i Ümmü Mektum'u Medine'de kalanlara namaz kıldırması için bırakarak
ashabından bin kişilik bir kuvvetle yola çıktı. Medine ile Uhud arasına
geldiklerinde, münafıkların başı Abdullah b. Übey askerin üçte birini yanına
alarak Resulullah için "Gençleri dinleyip bana muhalefet ediyor" diyerek
ordudan ayrıldı. Abdullah b. Amr b. Haram -Cabir b. Abdullah'ın babası
(Allah O'ndan razı olsun)- peşlerine düşerek serzenişte bulunup dönmeye
teşvik etmek amacıyla "Gelin Allah yolunda savaşın ya da savaşanları
koruyun" dediyse de onlar "Şayet sizin savaşacağınızı bilsek dönmezdik"
dediler. Bunun üzerine Abdullah onlara kızıp geri döndü.
Ensar'dan bir grup, müttefikleri olan
yahudilerden yardım istemek konusunda Resulullah'tan müsade istedilerse de O
bunu kabul etmedi. Çünkü savaş, iman ile küfür arasında meydana geliyordu.
Bundan yahudilere ne? Gerçek anlamda O'na tevekkül edildiği ve kalpler O'nun
adına herşeyden arındığı zaman zafer Allah'tandır. Resulullah (salât ve
selâm üzerine olsun) "Bizi kısa yoldan onların yanına götürecek biri var
mı?" diye buyurdu. Bunun üzerine Ensar'dan bazıları, onları Uhud'daki bir
vadinin kenarına kadar getirip konaklattılar. Sırtlarını Uhud'a vermişlerdi.
Resulullah, emretmedikçe kimsenin savaşmamasını buyurdu.
Sabah olunca Resulullah elli tanesi atlı olan
yediyüz kişiyi savaşa hazırlamaya başladı. Sayıları elli kişi olan okçuların
başına Abdullah b. Cübeyr'i dikerek, O'nu ve arkadaşlarını; bulundukları
yeri korumaları, askerin kartallar tarafından kapılıp götürüldüklerini
görseler bile yerlerinden ayrılmamaları ve ordunun arkasındaki bir yerde
mevzilenmeleri dolayısıyle müslümanlara arkadan saldırmamaları için
müşrikleri ok yağmuruna tutmaları konusunda siki sıkıya tembihledi.
Resulullah sancağı Mus'ab b. Umeyr'e (Allah
O'ndan razı olsun) verdi. Ordunun bir kanadına Zübeyr b. Avvam'ı, diğer
kanadına da Munzir b. Amr'ı kumanda etmek üzere görevlendirdi. Gençleri ön
tarafa aldı. Abdullah b. Amr, Usame b. Zeyd, Useyt b. Züheyr, Berra b. Azib,
Zeyd b. Erkam, Zeyd b. Sabit, Urabe b. Evs ve Amr b. Hazzam gibi küçükleri
ise geri çekti. Ancak, kendisine güçlü olduklarını gösteren ve yaşları onbeş
olan Semure b. Cundeb ve Rafi b. Hudeyç'e savaşmak için izin verdi.
Kureyş ise ikiyüz tanesi atlı olmak üzere
üçbin kişilik bir orduyla savaş düzeni alıyordu. Ordunun sağ kanadına Halid
b. Velid, sol kanadına da İkrime b. Ebu Cehil kumanda ediyordu.
Resulullah, kılıcını savaşta büyük bir
kahramanlık ve cesaret gösteren Ebu Dücane Semmâk b. Harşe'ye vermişti.
ÇATIŞMA BAŞLIYOR
Müşriklerden ilk defa ortaya atılan Ebu Amir
el-Fâsık oldu. Cahiliyyede Evs kabilesinin başkanı olan bu adama "Rahip"
derlerdi. Ancak Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) O'na "Fasık" adını
vermişti. İslâm geldiği zaman yüz çevirip Resulullah'a düşmanlığı açığa
vurarak Medine'nin dışına çıkmıştı. Kureş'e sığınarak onları kışkırtıp
Resulullah'la savaşmaya teşvik ediyordu. Ayrıca, kavmi kendisini görürse
O'na yönelip itaat edeceklerini de Kureyş'e vaadediyordu. Bu yüzden, Uhud
savaşında ilk olarak müslümanların karşısına çıkan O oldu. Kavmine
seslenerek kendisini tanıttı. Ancak kavmi kendisine "Allah senin gözünü kör
etsin ey Fasık" diye karşılık verince "Benden sonra kavmime kötülük isabet
etmiş" diyerek müslümanlarla şiddetli bir savaşa girdi.
Savaş başlayınca, Ebu Dücane el-Ensari, Talha
b. Ubeydullah, Hamza b. Abdülmuttalib, Ali b. Ebu Talib, Nadir b. Enes ve
Sa'd b. Rebi güzel bir sınav veriyorlardı.
Başlangıçta, kâfirlerin karşısında üstünlük
müslümanlarındı. Kâfirlerin önde gelen savaşçılarından yetmiş tanesini
öldürmüşlerdi. Allah'ın düşmanları yenilmiş ve karılarının yanına kadar
gerisin geri kaçıyorlardı. Hatta kadınları bile ayaklarına dolaşan
eteklerini toplayıp kaçıyorlardı.
Okçular, müşriklerin yenilip dağıldıklarını
görünce Resulullah'ın ayrılmamalarını emrettiği mevzilerini "Ey kavim,
ganimet! ganimet!" diyerek terk ettiler. Kumandanları Resulullah'ın sözünü
hatırlattıysa da dinlemediler. Onlar müşriklerin bir daha geri
dönemeyeceklerini sanarak ganimete koştular. Böylece Uhud'da düşmanın
kolayca gireceği geçidi boş bıraktılar.
O esnada Halid b. Velid bunu sezdi ve müşrik
süvarilerle bir değerlendirme yaptı. Geçidi boş bulunca da arkadan
müslümanlara saldırdılar. Müşriklerden kaçanlar, Halid ve süvarilerinin
müslümanlara karşı üstünlük sağladıklarını görünce geri dönüp müslümanları
çepeçevre sardılar.
Bunun üzerine savaşın seyri değişti, şartlar
müslümanların aleyhine dönüştü. Saflarda bir dağınıklık ve beklenmedik bu
dehşet karşısında bir panik ve çalkalanma baş göstermişti. Ölenlerin sayısı
artıyordu. Müslümanlardan Allah'ın şehitlik nasip ettikleri şehadete ermiş
ve müşrikler Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) kadar
yaklaşmışlardı. O'nun yanında ölünceye kadar savaşan ve parmakla sayılacak
kadar az olan bir grubun dışında kimse kalmamıştı. Resulullah'ın yüzü
yaralanmış, sağ alt çenesindeki azı dişi kırılmıştı. Miğferi başını
yaralamış ve yan düşene kadar müşrikler kendisine taş atmışlardı. Sonunda
Ebu Âmir b. Fasık'ın, müslümanların düşmesi için kazdığı ve üzerini örttüğü
bir çukura düşmüştü. Miğferinin halkalarından iki tanesi de yanağına
batmıştı.
Müslümanların içine düştüğü bu panik anında,
birisinin "Muhammed öldürüldü" diye bağırması, geri güçlerinin de
dağılmasına, gerisin geri dönerek içine düştükleri ye's ve bitkinlikten
savaşamaz duruma gelmelerine neden olmuştu.
İnsanların çözülüp kaçtığı bir zamanda Enes
b. Nadir gevşememiş, Ömer b. Hattab, Talha b. Ubeydullah, Muhacir ve
Ensar'dan bazılarının oluşturduğu savaştan el çeken grubun yanına kadar
gelerek "Ne diye oturuyorsunuz?" diye bağırmıştı. Onlar da "Resulullah
öldürüldü" diye karşılık vermişlerdi. Bunun üzerine "O'ndan sonra yaşayıp da
ne yapacaksınız? Kalkın ve Resulullah'ın öldüğü şey uğurda siz de ölün."
demişti. Arkasından müşrikleri karşılarken Saad b. Muaz'a rastlamış "Ya Sa'd
Cennetin kokusu ne hoş! Andolsun bu kokuyu Uhud dağının altından alıyorum"
demiş ve sonuna kadar savaşarak ölmüştü... Vücudunda yetmiş küsür darbe
tesbit edilmişti... Kız kardeşi dışında kimse tanıyamamıştı. O da parmak
uçlarından tanıyabilmişti...
Ardından Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun) müslümanlara doğru hareket etti. Miğferinin altında O'nu ilk tanıyan
Ka'b b. Malik oldu. Görür görmez de var gücüyle "Müjdeler olsun müslümanlar!
İşte Resulullah" diye bağırdı. Bunun üzerine Resulullah susmasını işaret
etti. Müslümanlar etrafına toplanarak beraberce halkın yanına yürüdüler.
Bunlar arasında Ebu Bekir, Ömer ve Haris b. Samme el-Ensarî gibi birkaç
sahabi bulunuyordu. Tepeyi tırmanırken Resulullah Ubeyy b. Halef'i "Ud"
adını verdiği ve çok sevdiği atın sırtında gördü. Bu adam, atını, "Onun
sırtında Muhammed'i öldüreceğim" diyerek beslerdi. Resulullah bunu duyunca
"İnşaallah onu ben öldüreceğim" buyurmuştu. Bu esnada onunla karşılaşınca
Haris'ten mızrağı alarak bununla Allah'ın düşmanına köprücük kemiklerinden
isabet ettirdi. Adam öküz gibi bağırarak kaçtı. Resulullah'ın önceden dediği
gibi öleceği kesinleşmişti. Çok geçmeden atının yolunda öldü.
Ebu Süfyan tepenin üzerine çıkarak "Muhammed
aranızda mı?" dedi. Resulullah müslümanlara cevap vermemelerini emretti.
Arkasından "Ebu Kuhafe'nin oğlu Ebu Bekir aranızda mı?" dedi. Müslümanlar
cevap vermedi. Ardından "Ömer b. Hattab aranızda mı?" deyince yine kimse
cevap vermedi. O da bu üçünden başkasını sormadı. Sonra kavmine dönerek "Bu
onlara yeter!" dedi. Hz. Ömer (Allah O'ndan razı olsun) kendini tutamayarak
"Ey Allah'ın düşmanı, saydıklarının hepsi de sağdır. Allah senin
hoşlanmadığını başına getirecektir" dedi. Ebu Süfyan "Halk arasında şöyle
bir söz vardır: Bunu ben emretmediğim gibi kötülüğü de bana dokunmaz" dedi.
Bununla karısı Hint'in Hz. Hamza'nın (Allah O'ndan razı olsun) cesedine
yaptıklarını işaret ediyordu. Bilindiği gibi Hz. Hamza, Vahşi tarafından
öldürüldükten sonra Hint, karnını yarmış, ciğerini çıkararak kanını emip
tükürmüştü.
Sonra "Hubel yücedir!" dedi. Bunun üzerine
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "O'na cevap vermeyecek misiniz?"
dedi. Ashab "Ne diye cevap verelim?" deyince "Allah daha yücedir (Allahu
Ekber) Allah en büyüktür deyin" buyurdu. Bu sefer "Bizim Uzza'mız var, sizin
yok" dedi. Resulullah, tekrar "Cevap vermeyecek misiniz?" deyince "Nasıl
cevap verelim?" dediler. O da "Bizim dostumuz, efendimiz Allah'tır. Sizinse
yok! deyin" dedi. Ebu Süfyan "Bugün, Bedir'e karşılıktır ve savaş sıra
iledir" deyince, Hz. Ömer (Allah O'ndan razı olsun) "Ancak biz eşit değiliz.
Bizim ölüler Cennet'te sizinkiler ateştedir" dedi.
Savaş bitip müşrikler dönünce müslümanlar,
onların, oradakileri esir atmak ve mallarını yağmalamak için Medine'ye
saldıracaklarını sandılar. Bu onların gücüne gitmişti. Bunun üzerine
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Ali b. Ebu Talib'e "Git onları
takip et, ne yaptıklarını ve amaçlarının ne olduğunu öğren. Şayet atlarından
inip develerine binmişlerse Mekke'ye gidiyorlardır. Fakat atlarına binip
develerini sürüyorlarsa Medine'ye gitmek niyetindedirler. Nefsim elinde
olana andolsun ki, şayet amaçları Medine'ye gitmekse mutlaka onları izler,
sonrada orada işlerini bitiririm." dedi.
Hz. Ali şöyle diyor: "Ne yaptıklarına bakmak
için onları takip ettim. Atlardan inip develere bindiklerini ve Mekke'ye
yöneldiklerini gördüm."
Biraz yol aldıktan sonra birbirlerini
kınamaya başladılar. Bazısı "Hiçbir şey yapamadık, güçlerini, birliklerini
kırmışken bırakıp geldiniz. Oysa onları size karşı tekrar biraraya getirecek
liderleri hâlâ duruyor. Dönün, köklerini kazıyalım" diyordu. Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) bunu haber alınca halkı çağırdı ve onları
düşmanlarının üzerine yürümeye hazırladı. Şöyle diyordu: "Savaşa
katılanlardan başkası bizimle gelmesin". Abdullah b. Ubey "Seninle geleyim!"
dedi. Resulullah "Hayır" dedi. Onca yara almalarına ve korkmalarına rağmen
müslümanlar "İşittik ve itaat ettik" diyerek emrini yerine getirdiler. Cabir
b. Abdullah izin isteyip "Ya Resulullah, gördüklerini görmeyi çok istiyorum.
Uhud günü babam beni kızlarının yanında bırakmıştı. İzin ver seninle
geleyim" dedi. Bunun üzerine Resulullah ona ïzin verdi. Ardından, Resulullah
ve beraberindeki müslümanlar "Hamrâu'l-Esed" denilen yere kadar yürüdüler.
Orada Ma'bed b. Ebu Ma'bed el-Huzai (Allah O'ndan razı olsun) ile
karşılaştılar. Resulullah O'na Ebu Süfyan'a gidip O'nu korkutmasını emretti.
Ma'bed, Ravha denilen yerde Ebu Süfyan'a ulaştı. Ma'bed'in müslüman olduğunu
bilmiyorlardı. Ona "Ey Ma'bed, geride ne var?" O da "Muhammed ve arkadaşları
size çok kızmışlar. Daha önce görülmemiş bir kalabalıkla geliyorlar ve
önceden O'ndan ayrılan arkadaşları da pişman olup O'na katılmışlar" dedi.
Bunun üzerine Ebu Süfyan "Neler söylüyorsun?" dedi. Ma'bed "Bana göre ordu
şu tepenin ardından çıkmadan çekip gitmeniz daha iyi olur" dedi. Ebu Süfyan
"Vallahi, köklerini kazımak için tekrar toplanmıştık" dedi. Bunun üzerine
Ma'bed "Böyle yapma! Sana nasihat ediyorum" dedi. Onlar da Mekke'ye geri
döndüler.
Ebu Süfyan yolda Medine'ye gitmek isteyen
müşriklere rastladı. Onlardan birine "Yolculuğun bitip Mekke'ye döndüğünde
yükünü kuru üzümle doldurmam karşılığında Muhammed'e şu mesajı iletir
misin?" dedi. O da "Evet" deyince "Muhammed'e; O'nun ve ashabının kökünü
kazımak için yeniden toplandığımızı" söyle dedi. Bunu müslümanlara iletince
"Allah bize yeter, O ne güzel dosttur, işte bu onların elinden gelmez!"
dediler. Müslümanlar orada üç gün beklediler. Sonra müşriklerin Mekke'ye
dönüp uzaklaştıkları anlaşılınca Medine'ye döndüler.
UHUD SAVAŞINDAN KAHRAMANLIK
ÖRNEKLERİ
Ancak, ibretle örnek alınması gerektiğinden,
savaşta meydana gelen olaylar hakkında sunduğumuz bu özet, savaşı bütün
yönleriyle tasvir etmediği gibi savaşta vukû bulan herşeyi de
kapsamamaktadır. Bu yüzden, o atmosferi bütün yönleriyle çizmek ve
canlandırmak için bazı duygulandırıcı olayları anlatmak gerekir.
Okçuların mevzilerini terk ettiği, kafirlerin
müslümanları çepeçevre kuşattığı ve "Muhammed öldürüldü" sözünün duyulduğu
ve bu sözün etkisiyle müslümanların saflarının ve güçlerinin dağıldığı
sıralarda Resulullah'ın yanına kadar sokulan müşriklerden Amr b. Kumey'e,
savaşın şiddetli bir anında biraz daha öne çıkmıştı.
Akılları durduran bu dehşet anında, Ümmü
İmare, Nuseybe binti Kâ'bi Maziniye Resulullah'ı savunmak için vargücüyle
savaşıyordu. Amr b, Kumeyye'ye birkaç darbe indirmişti, ancak Amr'ı üst üste
giydiği iki zırh koruyordu. Sonra Amr, Ümmül İmare'ye kılıcıyla bir darbe
indirmiş ve O'nu omuzundan ağır yaralamıştı.
Ebu Dücane (Allah O'ndan razı olsun) sırtını,
Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) siper etmiş, gelen oklar O'na
isabet ediyordu. O ise hiç kıpırdamıyor, böylelikle Resulullah'ın
görünmesine engel oluyordu.
Talha b. Ubeydullah çabucak Resulullah'ın
yanına koşmuş, yere düşene kadar önünde durmuştu. İbn-i Hibban Sahih'inde
Hz. Aişe'den (Allah O'ndan razı olsun) şöyle nakleder: "Ebu Bekr-i Sıddık
(Allah O'ndan razı olsun) dedi ki: Uhud ;günü, insanların Resulullah'tan
uzaklaştıkları sırada Resulullah'ın yanına ilk ben varmıştım. Resulullah'ın
yanında savaşıp onu koruyan birini gördüm. `Dayan Talha! Anam babam sana
feda olsun. Dayan anam babam sana feda olsun' dedim. Daha ona yetişmeden,
bir kuş gibi hızla gelen Ebu Ubeyde b. Cerrah'a rastladım. Beraberce
Resulullah'ın yanına gittiğimizde Talha artık yere düşmüştü. Resulullah
`Kardeşinize yardım edin, yardıma ihtiyacı vardır' buyurdu. Resulullah
yanağından vurulmuş, miğferinin iki halkası yanağına batmıştı. Resulullah'ın
yanağından halkayı çıkarmaya yeltendiğimde Ebu Ubeyde `Allah için ey Ebu
Bekir onu bana bırak' dedi. Onu ağzına alarak, Resulullah'ı inciltmemek için
ön dişleriyle çekmeye başladı. Ebu Ubeyde'nin dişi kırılmıştı. Ebu Bekir
diyordu ki: İkincisini çıkarmak istediğimde Ebu Ubeyde tekrar `Ey Ebu Bekir
Allah için bana bırak' dedi. Yine ağzına alarak çıkarana kadar çekmeye
başladı. Ebu Ubeyde'nin diğer dişi de kırıldı. Sonra Resulullah `Kardeşinize
yardım edin, yardıma ihtiyacı var' buyurdu. Talha'yı tedavi etmeye
başladığımızda vücudunda on küsur yara tesbit etmiştik."
Hz. Ali (Allah O'ndan razı olsun),
Resulullah'ın yarasını yıkamak için su getirdi. Hz. Ali suyu döküyordu. Hz.
Fatıma da yarayı yıkıyordu. Kanın durmadığını görünce bir parça hasır
yakarak yaranın üzerine koydu, böylece kan durdu.
Ebu Said el-Hudri'nin babası Malik,
Resulullah'ın yarasını temizleyene kadar emdi. Resulullah (salât ve selâm
üzerine olsun) tükürmesini söylediyse de "Allah'a andolsun ki
tükürmeyeceğim" dedi, sonra da gitti. Arkasından Resulullah "Cennet ehlinden
birini görmek isteyen bu adama baksın" dedi.
Müslim'in Sahih'inde belirtildiğine göre
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Uhud günü yedisi Ensar'dan ikisi
de Kureyş'ten olmak üzere dokuz arkadaşıyla yalnız kalmıştı. Müşrikler iyice
yaklaşınca Resulullah "Kim onları benden uzaklaştırırsa ona Cennet var"
dedi. Ensar'dan biri öne çıktı, savaşarak öldü. Müşrikler tekrar saldırınca
"Kim onları benden uzaklaştırırsa ona Cennet vardır ve o Cennette benim
arkadaşımdır" dedi... Bu durum yedisi de öldürülene kadar devam etti. Bunun
üzerine Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "Arkadaşlarımıza insaf
etmedik" dedi. Sonra Talha (Allah O'ndan razı olsun) müşrikleri
Resulullah'tan uzaklaştırana kadar onlarla vuruştu. Daha önce de dediğimiz
gibi Ebu Dücane vücudunu O'na siper etmişti. Nihayet felaket dindi.
Resulullah tepeye tırmanmaya çalışıyordu, müşrikler de O'nu takip
ediyorlardı. Sonuçta o kadar yorulmuştu ki bir kayanın üzerine çıkamadı.
Resulullah'ın çıkması için Talha oturdu, O da üstüne basıp çıktı. Namaz
vakti girmişti. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onlarla beraber
oturarak namaz kıldı. Aynı şekilde, aşağıda anlatacağımız olaylar da o gün
meydana gelmişti:
Hanzala el-Ensari -Hanzala el-Gasil diye
anılır- Ebu Süfyan'a saldırdığında Ebu Süfyan karşı koyamadı. O esnada
Şeddat b. Esvet Hanzala'ya saldırdı ve öldürdü. Hanzala savaş çağrısını
duyduğu zaman karısıyla temas halinde olduğu için cünüptü. Hemen cihada
koşmuştu. Resulullah ashabına, O'nun melekler tarafından yıkandığını haber
verdi. Ardından "Karısından nasıl olduğunu sorun" Ashab hanımından sormuş o
da onlara meseleyi anlatmıştı.
Zeyd b. Sabit "Uhud günü Resulullah beni Sa'd
b. Rebii'yi aramaya gönderdi. Ölüler arasında dolaşmaya başladım. O'nu
gördüğümde son nefesini vermek üzereydi. Tam yetmiş darbe yemişti. Vücudunda
mızrak izi, kılıç yarası ve ok darbesi doluydu. "Ey Sa'd Resulullah sana
selâm söylüyor ve nasıl olduğunu öğrenmek istiyor" dedim. Bunun üzerine
"Benden de Resulullah'a selâm söyle ve O'na Cennetin kokusunu aldığımı
söyle!" Kavmim Ensara da "Gözleriniz görebildiği halde müşriklerin
Resulullah'a sokulmasına göz yumarsanız, Allah'ın yanında hiçbir mazeretiniz
olmaz, de" dedi ve o anda da ruhunu teslim ettï." der.
Muhacirlerden birisi kanlar içinde sürünen
Ensar'dan birine rastladı ve ona "Muhammed'in öldüğünü duydun mu?" dedi.
Ensar'dan olan "Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) öldürülmüş olsa da
O, Allah'ın dinini tebliğ etti. O halde dininiz için savaşınız" dedi.
Abdullah b. Amr b. Haram şöyle anlatır:
"Uhud'dan önce rüyamda Mübeşşir b. Abdul Münzir'i görmüştüm. Bana "Birkaç
gün sonra bize katılacaksın" diyordu. "Nerdesin?" dedim. "Cennette!" dedi.
"Oradaki gibi hareket ediyoruz:' "Sen Bedir günü öldürülmemiş miydin?"
dedim. O, "Evet fakat tekrar dirildim" dedi. Bu olayı Resulullah'a
anlattığımda "Ey Ebu Cabir bu, şehadettir!" buyurdu. Oğlu Bedir'de,
Resulullah'la beraber savaşıp şehid düşmüş olan Hayseme anlatıyor: "Allah'a
andolsun ki bütün arzuma rağmen Bedir savaşını kaçırdım. Savaşa çıkmak için
kur'a çekmiştik. Ona isabet etmiş ve şehid olmuştu. Dün gece rüyamda oğlumu
çok güzel bir durumda gördüm. Cennet meyveleri ve nehirleri arasında
dolaşarak bana "Cennette bize arkadaşlık etmen en güzeldir. Rabbimin vaad
ettiklerinin tümünü gerçek buldum" diyordu. Uyandığımda Cennette O'na
arkadaşlık etme duygusuyla doluydum. `Ya Resulullah yaşım geçti,artık
ihtiyarladım. Rabbime kavuşmayı arzuluyorum. Şehadeti ve Cennet'te Sa'd'a
`arkadaşlık etmesi için Allah'a dua et' dedi Resulullah onun için dua etti.
Uhud günü şehid düşenler arasındaydı.
Abdullah b. Cahş, o gün şöyle demişti:
"Allah'ım yarın düşmanla karşılaşmaya yüce adına ant içiyorum. Beni
öldürsünler ve karnımı yarsınlar, kulağımı ve burnumu kessinler. Sonra
"Bunlar, kimin için?" diye sorduğunda Senin için diyeyim."
Amr b. Cumûh fazlaca topaldı. Her seferinde
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) ile savaşa çıkan dört oğlu vardı.
Peygamber Uhud'a yönelince O da çıkmak istedi. Ancak çocukları: `Allah sana
izin vermiştir, sen git otur. Biz yeterliyiz. Hem Allah bu halinle sana
cihadı farz kılmamıştır' dediler. Bunun üzerine Resulullah'ın yanına gelerek
`Ya Resulullah şu oğullarım seninle savaşa çıkmama engel oluyorlar! Oysa ben
-Allah'a andolsun ki- şehid olmak istiyorum. Şu topallığımla Cennette
seğirtmek istiyorum' dedi. Resulullah "Allah senden cihad farzını
kaldırmıştır" dedi. Sonra da çocuklarına dönerek `Niye bırakmıyorsunuz?
Belki yüce Allah O'na şehadet nasip eder' buyurdu. Amr, Resulullah ile
beraber çıktı ve O da Uhud'da şehid düştü.
Savaşın şiddetli bir anında Huzeyfe b. Yeman
babasının müslümanlar tarafından tanımadıklarından dolayı müşrik sanılarak
öldürülmek üzere olduğunu gördü. `Ey Allah'ın kulları babam!' dediyse de
kimse duymadı ve babasını öldürdüler. Bunun üzerine `Allah sizi affetsin'
dedi. Resulullah, diyetini ödemek istedi. Ancak Huzeyfe `Diyetini
müslümanlara bağışladım' dedi. Bu ola Huzeyfe'nin değerini Resulullah'ın
yanında artırdı.
Cubeyr b. Mut'im'in kölesi Vahşi, bu savaşta
şehidlerin efendisi Hamza'yı nasıl vurduğunu şöyle anlatıyor: "Cübeyr bana
"Muhammed'in amcası Hamza'yı öldürürsen seni azad edeceğim" demişti.
Herkesle beraber ben de savaşa çıktım. Habeşli olduğumdan ben de her Habeşli
gibi iyi mızrak kullanırdım. İsabet etmediğim çok nadirdir. Halk birbirine
girince Hamza'yı aramaya başladım. Onu gördüğümde kır bir deveye benziyordu.
Kılıcıyla insanları deviriyordu. Önünde hiç birşey duramıyordu. Allah'a
andolsun ki, O'na mızrağımı atmak için hazırlanıyordum. Beni görmemesi için
bir ağacın ya da taşın arkasına saklanıyordum. Bir ara Sebba' b. Abduluzza
önüme geçti. Hamza onu görünce öyle bir darbe indirmişti ki âdeta yere
geçmişti. Mızrağım elimde titremeye başlamıştı. Biraz sakinleştikten sonra
fırlatmıştım. Mızrak kasığından isabet etmiş bacaklarının arasından
çıkmıştı. Benden yana yıkıldı ve ölene kadar öylece bıraktım. Sonra yaklaşıp
mızrağımı aldım ve karargâha giderek orada oturdum. Çünkü bunun dışında bana
ihtiyaç kalmamıştı. Ben azad edilmek için onu öldürmüştüm "
Ebu Süfyan'ın karısı Hint Binti Utbe gelip
Hamza'nın karnını yarmış, ciğerini çıkarıp çiğnemişti. Yutamadığı için
tükürmüştü...
Savaştan sonra Resulullah (salât ve selâm
üzerine olsun) Hamza'nın cesedinin üzerinde durunca çok etkilenmişti. "Artık
senin gibisine rastlanmaz" ve "Bunun kadar beni üzen bir durumla
karşılaşmamıştım" demişti. Sonra da Hint'i kastederek "Birşey yedi mi?" diye
sormuştu. "Hayır" denince "Allah Hamza'nın hiçbir yerini ateşe
sokmayacaktır" buyurdu.
Resulullah (salât ve selâm üzerinde olsun)
Uhud şehidlerini düştükleri yerlere defnedip Medine mezarlığına
götürülmemesini emretti. Ancak bazı sahabeler ölülerini nakletmişlerdi.
Sahabelerden biri Resulullah'ın emrini duyurunca hepsi ölülerini şehid
düştükleri yere geri getirdiler. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
iki üç kişiyi aynı mezara gömüyordu. Bu arada, "Hangisi daha çok Kur'an'dan
istifade ediyordu?" diye soruyordu. Hangisine işaret ediyorsalar öncelikle
O'nu kabre bırakıyordu. Abdullah b. Amr b. Haram ile Amr b. Cumûh'u aynı
kabre koymuştu. Çünkü ikisi birbirlerini çok seviyordu. "Bu dünyada
birbirini seven şu iki kişiyi aynı mezara koyun" demişti.
Aralarında emre muhalefet, hevaya göre
hareket etmek ve şehvete yönelmekten ve kısa bir zaman biriminden başka
hiçbir mesafe bulunmayan zafer ile yenilginin yanyana bulunduğu, yüce
zirvelerle alçak çukurların beraberce arz-ı endam ettikleri ayrıca iman ve
kahramanlık tarihiyle nifak ve yenilgi tarihine eşsiz bir örnek oluşturan
savaştan bazı sahneler sunduk.
Bu sahneler, o zaman, müslümanların safında
bir düzensizliğin olduğunu ortaya çıkardığı gibi bazı müslümanların
düşüncelerinin de henüz berraklaşmadığını ortaya çıkarmıştır. Bu düzensizlik
ve bulanıklık, Allah'ın kanunu ve takdiri doğrultusunda, müslümanların
başına gelen böyle bir sonucu ve en başta sahabeyi derinden sarsan olayların
arasında en çok üzüldükleri, Resulullah'ın yaralanması olayı olmak üzere,
birçok arkadaşlarını kurban vermelerini doğurmuştu. Evet, müslümanların iyi
bir ders çıkarmaları gereken bir olay... Allah'ın kalplerini arındırması,
saflarını belirginleştirmesi ve müslüman cemaate yüklediği yüce görevi idrak
etmeleri, beşeriyete önderlik etme görevi ile Allah'ın metodunun, pratik
hayatta yaşanan bir örnek olarak yeryüzünde gerçekleştirmeye hazırlaması
için ağır bir bedel ödenmişti.
KUR'AN'IN İFADE BİÇİMİ
Kur'an ayetleri, savaşta meydana gelen
olayları sunarken rivayet veya açıklama yönteminden ziyade, ruhların
derinliklerine ve kalplerin içlerine nüfuz etme yöntemini kullanmıştır.
Olaylardaki uyarı, aydınlatma ve yönlendirme unsurunu öne çıkarmıştır.
Kur'an, olayları sunarken, tescil amacıyla
tarihsel kronolojiye uyarak sunmaz. Daha çok ibret alınması, eğitim,
olayların arka plânındaki gizli değerlerin meydana çıkması, ruhların
karekterlerinin ve kalplerin hareketinin çizilmesi, olaylara egemen atmosfer
ile evrensel yasanın ve yerleştirmek istediği diğer ilkelerin tasviri
amacını gütmektedir. Böylece olaylar, birçok duygu, hareket çizgisi ve
deliller birikimine eksenlik ile odak noktalığı ödevini yerine getirmiş
olurlar. Ayetlerin akışı, olaydan yola çıkar, olayın çevresinde dolaşır ve
sonra tekrar olaya döner. Ardından vicdanların derinliklerine ve hayatın her
yönüne nüfuz eder. Bunu tekrar tekrar yapar. Olayın anlatılması bitince,
artık, iki yönüyle anlamları, delilleri, değerleri ve ilkeleri kapsamıştır.
Olayın anlatılması, anlamlara, delillere, değerlere ve ilkelere ulaşmak için
bir araç ve bunların etrafında odaklaştığı bir hareket noktası olmasından
başka bir amaca dayanmamaktadır. Ayetler, olayların karmaşıklığına ve
vicdanlar üzerindeki etkisine yönelmekte, vicdanları arındırmakta,
temizlemekte ve yeri gelince de aydınlatmaktadır. Artık nefis, olay
karşısında şaşırmamakta ve kuşkuya düşmemektedir. Olayda bir karışıklık ve
anlaşılmazlık görmemektedir.
İnsan, bütün genişliği ve çeşitliliğiyle
beraber savaşa ve savaş esnasında meydana gelen olaylara, bir de Kur'an'ın
olayları değerlendirmesi ve bütün yönleriyle ele almasındaki ihtimamına
bakıyor. Kur'an'ın savaştan çıkarılacak dersten çok daha kapsamlı olduğunu,
zaman bakımından daha sürekli olduğunu, kalplere daha çok etki ettiğini,
ruhların derinliğine daha çok indiğini, insan ruhunun ve İslâm cemaatinin
nesiller boyu karşılaşacağı benzeri durumlardaki ihtiyaçlarına cevap vermede
daha yetkin olduğunu anlıyor. Çünkü bu, geçici olayların ötesindeki kalıcı
gerçekleri, bireysel olayların ardındaki mutlak ilkeleri, gelip geçen
görüntülerin altındaki asıl değerleri ile zaman ve mekân ölçüsünden
kurtulmuş sağlıklı gözlemi içermektedir.
Nerede olursa olsun ve hangi çağda bulunursa
bulunsun, Kur'an-ı kerim bu kalıcı uyarıları, imam algılamaya hazır olan her
kalbe yöneltmektedir. Bu konuyu, ayetleri açık!arken ayrı ayrı ele aldıktan
sonra etraflıca değerlendireceğiz inşaallah...
SAVAŞ HAZIRLIĞI
121- Hani sen müminleri
(Uhud'da) savaşacakları elverişli yerlere mevzilendirmek üzere evinden
sabahleyin erken çıkmıştın. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten ve bilendir.
122- Hani sizden iki grupta
yılgınlık ve çözülme emareleri belirmişti. Oysa onların dostu Allah'tı.
Müminler, sırf Allah'a dayanmalıdırlar.
Böylece ayet-i kerime, bu Kur'an'a ilk defa
muhatab olanların ruhlarında ve hatıralarında tazeliğini koruyan savaşa
hazırlanma sahnesini hatırlatma ile işe girişiyor. Ancak olaya bu tarzda
başlamak ve ilk sahneyi bu nassla hatırlatmak, sahneyi bütün sıcaklığı ve
bütün canlılığıyle yeniden hatırlamanın yanında, bildikleri görünen sahnenin
arka plânındaki ve bu sahnenin içermediği başka hakikatleri de eklemeyi
gerektirmektedir. Bu hakikatlerin ilki, bütün etkinliği ve canlılığıyla
yerleşmediği sürece vicdanların üzerinde istikamet bulamayacağı ve İslâmî
eğitim metodunun dayandığı ve kur'anî eğitim yönteminin İslâm düşüncesinin
derinliklerine yerleştirmeye, güçlendirmeye ve sürekli hatıralarda tutmaya
büyük özen gösterdiği, yüce Allah'ın daima müminlerle beraber olduğu ve
aralarında olup bitenleri işitip gördüğü gerçeğidir.
"Hani sen müminleri (Uhud'da) savaşacakları
elverişli yerlere mevzilendirmek üzere evinden sabahleyin erken çıkmıştın.
Kuşkusuz Allah herşeyi işitendir, bilendir."
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun)
iş konusunda istişare yapıp sonuçta düşmanı Medine'nin dışında karşılaşmayı
kararlaştırması, sonra zırhını ve kılıcını kuşanmış olarak Aişe'nin (Allah
O'ndan razı olsun) evinden erkenden çıkması, bunların ardından da orduya
savaş düzeni aldırması ve okçulara dağın bir yerinde mevzilenmelerini
emretmesi gibi ayet-i kerimenin işaret ettiği şeyler bilinen ve hatıralarda
tazeliğini koruyan sahnelerdi... Ancak burada yeni bir gerçekle yüzyüze
gelinmektedir:
"Kuşkusuz Allah herşeyi işitendir, bilendir."
Allah'ın hazır bulunduğu bir sahne!.. O'nun
gördüğü bir durum!.. Bunun bilinmesinden kaynaklanan korku ve bu korkunun
herşeyi kuşatması!.. Aralarında meydana gelen istişareye hakim olması!..
Bütün sırların Allah'a açık olduğunun bilinmesi!.. Yüce Allah'ın dillerin
söylediğini işittiği gibi vicdanların derinliklerinde gizli olanları da
bildiğinin idrak edilmesi!.. Aman Allah'ım, ne kadar dehşet verici bir
ifade...
Bu ilk sahnede, ikinci olarak münafıkların
başı Abdullah İbn-i Ubeyy İbn-i Selûl, kendisinin görüşünü almadan
Resulullah'ın kendi görüşünü de bırakıp Medine'li gençlerin görüşünü
dinlemesine kızar. Halbuki akide mensup olduğu kalpte ortaklığa tahammül
etmez; kalp, ya sırf akideye ait olacak ya da ondan hoşlanmayıp bir kenara
itecektir. Münafıkların reisi; "Savaşmayı bilseydik size uyardık" diyerek
akidenin henüz kalbinde yer etmediğini, benliğinin kalbini doldurduğunu ve
bu yüzden kalbinde akideye baskın geldiğini gösteren ikiyüzlülüğünü
göstermiştir. Bu münafıklığının neticesinde, askerin üçte birini ordudan
ayırmak suretiyle giriştiği haince davranışın ardından, müslümanlardan iki
grubun kalplerini saran zaaf ve bozulmaya değinilmektedir.
"Hani sizden iki grupta yılgınlık ve çözülme
emareleri belirmekteydi. Oysa onların dostu Allah'tı. Müminler sırf Allah'a
dayanmalıdırlar."
Sahih-i Buhari'de Süfyan b. Uyeyye'nin
hadisinde belirtildiğine göre İbn-i Selül'ün davranışından ve savaşın
başlangıcında müslüman saflarda meydana getirdiği sarsıntıdan etkilenen bu
iki grubun Benû Harise ve Benû Seleme olduğu anlaşılmaktadır. Aşağıdaki
ayetin belirttiği gibi şayet Allah'ın dostluğu ve hak üzere sebat ettirmesi
olmasaydı neredeyse bozulup zaafa düşeceklerdi.
"Oysa onların dostu Allah'tı"
Hz. Ömer (Allah O'ndan razı olsun) Cabir b.
Abdullah'ın ` "Hani sizden iki grupta yılgınlık ve çözülme emareleri
belirmişti" ayeti bizim hakkımızda nazil olmuştur' derken işittiğini söyler.
Abdullah b. Cabir devamla "Biz iki grup... Benû Harise ve Benû Seleme...
"Oysa onların dostu Allah'tı" ayeti nazil olana kadar hiç sevinmedik (veya
neşelenmedik)" der.·(Buhari ve Müslim)
Böylece yüce Allah, bir an göğüslerinde
geçen, sahibinden başka kimsenin bilmediği, vicdanların derinliklerinde yer
eden duyguları ortaya çıkarmakta, sonra onları koruyarak bu duyguları
gidermekte ve dostluğuyla onları destekleyip safta yerlerini almalarını
sağlamaktadır. Bütün bunlar, savaştaki olayları yenilemek, savaş esnasındaki
olgu ve sahneleri canlandırmak... Sonra, ruhları depreştirmek, Allah'ın
sürekli kendisiyle beraber olduğunu duyumsatmak, "Allah herşeyi işiten ve
bilendir" diyerek vicdanların derinliklerinde olan herşeyi bildiğini
belirtmek ve bu gerçeği duygularında güçlendirip derinleştirmek... Sonra
onlara, kurtuluşun nasıl olduğunu öğretmek, böyle bir durumda nereye yönelip
sığınacaklarını göstermek için aralarında bozulma baş gösterdiğinde ve zaafa
düştüklerinde Allah'ın dostluğunu ve koruyuculuğunu hissetmelerini
emretmektedir.
"Müminler sırf Allah'a dayanmalıdırlar"
Bu kadar kısa ve öz... Müminler yalnız ve
yalnız Allah'a dayanıp güvensinler. Şayet inanıyorlarsa bundan daha sağlam
bir dayanakları yoktur.
Böylece Kur'an'ın, onlara savaş sahnesini
çeşitli yönleriyle yeniden hatırlattığı bu ilk iki ayette, İslâmî düşüncenin
ve İslâmî eğitimin iki büyük ve temel direktifini buluyoruz.
"Allah herşeyi işiten ve bilendir"
"Mü'minler sırf Allah'a dayanmalıdırlar."
Zaman ve sunuldukları atmosfer bakımından
birbirine uygun düşen bu iki ayet, kalpleri direktifleri almaya, karşılık
vermeye ve kabullenmeye hazırlanmaları bakımından da uygun düşmektedir.
Bütün ahenk ve canlılıklarıyle aynı konuyu işlemeleri de bu uygunluğu
göstermektedir. Aynı zamanda konunun başlangıcını oluşturan bu iki ayette,
Kur'an'ın sıcağı sıcağına olayları takip ederek kalpleri canlandırma,
yönlendirme ve eğitme yöntemi de açığa çıkmaktadır. Ayrıca Kur'an'ın
olayları yönlendirip anlatma tarzı ile, Kur'an-ı kerimin sağlam metodu
sayesinde hedeflediği, canlandırmak, coşturmak, eğitmek ve yönlendirmek
suretiyle insan kalbini ve hayatını hedeflemeyen diğer kaynakların,
olayların ayrıntılarıyla anlatmaları arasındaki fark da meydana çıkmaktadır.
ALLAH'TAN GELEN YARDIM
Ayet-i kerime, müslümanların (elde etmek
üzereyken) zafere ulaşamadıkları savaştan söz ederek başlıyor. Yenilgi;
münafık Abdullah b. Ubeyy'in şahsında kişisel değerlerin akideye üstün
gelmesiyle başlamış, şahsî değerlerin inançlarına baskın çıktığı kişilerin
O'na uyması ve salih müminlerden iki grupta beliren zaafla sürmüş ve nihayet
ganimete duyulan arzunun baskısıyla askeri stratejiye muhalefetle
tamamlanmıştır. Savaş esnasında görülen örnek davranışlar saftaki bozukluk
ve düşüncedeki bulanıklık nedeniyle meydana gelen sonucu değiştirmeye
yetmemişti.
Ayet-i kerime, bir dengenin oluşması, sebep
ve sonucun düşünülmesi, zaaf ve güç noktalarının belirmesi, zafer ve
yenilginin gerçek sebeplerinin bilinmesi için Bedir savayı hatırlatıyor.
Ayrıca zafer ve yenilginin arka plânda gizli hikmetini gerçekleştirmesi için
her ikisinin de Allah'ın takdirine bağlı olduğuna ilişkin bilginin
pekişmesi, murad ediliyor. Bütün durumlarda olduğu gibi her iki durumda da
işlerin dönüşünün Allah'a olduğunun bilinmesi olgusu vurgulanıyor. Aynı
zamanda Bedir Ubud'dan önce meydana geldiği için yenilgiyle sonuçlanan
Uhud'da meydana gelen olayların değerlendirmesine geçmeden, zaferle
sonuçlanan Bedir savaşı hatırlatılıyor.
123- Nitekim Bedir'de Allah
sizi zafere ulaştırdı, oysa siz zayıftınız. O halde Allah'tan korkunuz, O'na
şükretmiş olasınız.
124- Hani sen müminlere
`Allah'ın gökten indirilmiş üç bin melekle yardım etmesi size yetmez mi?'
diyordun.
125- Evet, eğer siz sabreder
ve Allah'tan korkarsanız, bu arada onlar şimdi, şu taraftan üzerinize
saldırırlarsa Allah size beşbin nişanlı melekle yardım eder.
126- Allah size bu yardımı
sırf size müjde olsun ve bu sayede kalpleriniz rahatlasın diye yaptı. Yoksa
zafer, sadece üstün iradeli ve hikmet sahibi olan Allah'tan kaynaklanır.
127 Allah kafirlerin bir
bölümünü kırıma uğratmak ya da bozguna düşürüp umutsuz biçimde geri
dönmelerini sağlamak için size zafer kazandırdı.
128- Bu konuda senin
yapabileceğin birşey yok. Allah ya onların tevbelerini kabul eder ya da
zalimlikleri yüzünden onları azaba çarptırır.
129- Göklerde ve yerde ne
varsa hepsi Allah'ındır. O dilediğini affeder, dilediğini de azaba
çarptırır. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir.
Daha önce de değindiğimiz gibi Bedir'deki
zaferde mucize esintisi var. Çünkü zafer için gerekli bilinen maddi araçlar
olmaksızın gerçekleşmiştir. Müminlerle müşrikler arasındaki kefe denk
olmadığı gibi denk olmaya da yakın değildi. Müşrikler, bin kişi dolayında
bir kuvvetle Ebu Süfyan'ın yardım çağrısına karşılık vermek ve beraberindeki
kafileyi korumak amacı ve savaşa hazırlıklı olarak mallarını ve şereflerini
korumak duygusuyla çıkmışlardı. Müslümanlar ise üçyüz dolayında bir kuvvetle
bu silahlı toplulukla savaşmaktan ziyade, kafileyi karşılamak ve yolunu
kesmek gibi kolay bir yolculuk için çıkmışlardı. Sayıları gibi hazırlıkları
da yetersizdi. Müslümanları Medine'de belirli bir güçleri olan müşrikler,
toplum içinde belirgin bir konumları olan münafıklar ve kendilerini
gözetleyen yahudiler beklemekteydi. Bütün bunların yanında, küfür ve şirk
çoğunluğuyla kaplı yarımadanın ortasında müslüman bir azınlıktı onlar...
Sonra henüz Mekke'den kovulmuş Muhacirler ve onları koruyan Ensar'dan oluşan
ve bu çevrede istikrarlı bir görünüm arz etmeyen ufacık bir topluluk
sıfatını da üzerlerinden atamamışlardı.
Yüce Allah, bütün bunları onlara
hatırlatmakta ve bunca olumsuz şartlar arasında gerçekleşen bu zaferi ilk
sebebine döndürmektedir.
"Nitekim Bedir'de Allah sizi zafere
ulaştırdı, oysa siz zayıftınız. O halde Allah'tan korkunuz ki, O'na
şükretmiş olasınız"
Onlara zaferi veren yüce Allah'tır. Şu
ayetler grubunda belirtilen hikmete binaen galip gelmişlerdir. Yoksa ne
kendileri ne de başka birşey onları galip getirmez. O halde sakınıp
korkarlarsa, zafer ve yenilgiyi elinde bulunduran, bütün güç ve otoriteye
sahip olan Allah'tan sakınıp korksunlar. Olabilir ki bu sakınma onları
şükretmeye sevk eder de her durumda Allah'ın üzerlerindeki nimetine layık
şükrü ifa ederler...
Ayet-i kerimenin Bedir'deki zaferi
hatırlatırken değindiği ilk konu... Ardından, sanki şimdi oluyormuş gibi
savaş sahnesini gözlerinin önüne getirerek o manzarayı duygularında
canlandırıyor:
Hani sen, müminlere `Allah'ın gökten
indirilmiş üçbin melekle yardım etmesi size yetmez mi?' diyordun".
"Evet, eğer siz sabreder ve Allah'tan
korkarsanız ve bu arada onlar şimdi şu taraftan üzerinize saldırırlarsa,
Allah size beşbin nişanlı melekle yardım eder."
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) bu
ilahi sözleri, Bedir günü kendisiyle silahlı topluluğu karşılamaktan çok,
ticaret malı yüklü kervanı karşılamak üzere çıkmış ancak karşılarında
silahlı bir topluluk bulan müslüman azınlığa söylüyordu. Resulullah o gün,
birer beşer oluşları nedeniyle duygu ve düşüncelerine yakın alışageldikleri
güçlerin yardımına her zaman ihtiyaç duyan müminlerin kalplerini ve
ayaklarını sabitleştirmek için Rabbinden aldıklarını olduğu gibi tebliğ
ediyordu. Ayrıca onlara bu yardımın şartını da bildiriyordu; sabır ve
takva... Düşmanın saldırısını karşılarken sabır... Zafer ve yenilgi
durumunda kalbi Allah'a bağlayan takva...
"Evet, eğer sabreder ve Allah'tan
korkarsanız, bu arada onlar şimdi şu taraftan üzerinize saldırırlarsa, Allah
size beşbin nişanlı melekle yardım eder."
İşte şimdi yüce Allah, bütün işlerin sonuçta
kendisine döndüğünü, bütün faaliyetlerin kaynağının kendisi olduğunu,
melekleri indirmenin, müminlerin kalplerine bir muştu olmak ve bununla
yakınlık, sevinç, güven ve sebat sağlamaktan başka bir şeye mebni
olmadığını, zaferin doğrudan doğruya O'nun yüce katından olduğunu, hiçbir
vasıta, sebep ve araca gerek kalmadan yalnızca takdirine ve iradesine bağlı
olduğunu bildiriyor.
"Allah size bu yardımı sırf müjde olsun ve bu
sayede kalpleriniz rahatlasın diye yaptı. Yoksa zafer, sadece üstün iradeli
ve hikmet sahibi olan Allah'tan kaynaklanır."
Kur'an-ı kerim, bu temel kurala bulaşan
şaibelerin müslümanın düşüncesine takılmaması için bütün işleri sonuçta
Allah'a döndürmeye büyük özen göstermektedir. Herşeyi topyekün Allah'ın
mutlak iradesine, etkin dilemesine ve kesin kaderine döndürmeye ve
sebeplerin ve aracıların kendilerinden kaynaklanan bir faaliyetlerinin
olmadığını; ancak, yüce iradenin onları harekete geçirip dilediğini bunlar
vasıtasıyla gerçekleştirdiği birer alet oldukları kuralını yerleştirmeye
büyük özen gösteriyor.
"Yoksa zafer sadece üstün iradeli ve hikmet
sahibi olan Allah'tan kaynaklanır."
Kur'an-ı kerim gerçek alemde olduğu gibi, kul
ile Rabb, mümin kalp ile Allah'ın takdiri arasında perdesiz, engelsiz,
araçsız ve aracısız direkt bir bağ kurmak için bu kuralı İslâm düşüncesine
yerleştirmeye ve her türlü şaibeden arındırmaya, ayrıca zahiri sebep araç ve
aletlerin kendiliğinden bir faaliyetlerinin olmadığı gerçeğini yerleştirmeye
dikkat etmiştir.
Kur'an-ı kerimde, çeşitli te'kid
yöntemleriyle tekrarlanan bu ve benzeri direktifler, bu gerçeği son derece
parlak, yol gösterici, derin ve aydınlatıcı şekilde müslümanların
gönüllerine yerleştirmektedir.
Böylece müslümanlar, yalnızca yüce Allah'ın
gerçek anlamda faaliyet sahibi olduğunu anlamış oldular. Kendilerinin de
Allah tarafından, araç ve sebeplere sarılmaya, çaba sarfetmeye ve
yükümlülüklerini yerine getirmeye emrolunduklarını kavramış oldular. Bu
sayede gerçekten ikna olup emredilene itaat ederek bilinç ve davranış
arasındaki şaşırtıcı dengeyi sağlamış oldular.
Ancak bütün bunlar, zamanla, olayların
meydana gelmesiyle, şimdi ve bu suredeki birçok benzerinde olduğu gibi
olaylar ve onların değerlendirilmesi yöntemiyle eğitme sürecinde
gerçekleşti.
Bu ayetlerde, içinde Resulullah'ın (salât ve
selâm üzerine olsun) müminlere sabır ve takvaya sarılmaları, savaş alanında
düşmanla bu şekilde yüzyüze geldiklerinde direnmeleri halinde Allah katından
yardım olarak gelecek melekleri vadettiğini görüyoruz. Sonra melekleri
indirmenin ötesindeki etkin kaynağın, herşeyin iradesine bağlandığı ve
zaferin O'nun emri ve izniyle gerçekleştiği yüce Allah olduğu hakikatini
bildiren Bedir'den bir sahneyi gözler önüne getirmektedir.
"Üstün iradeli ve hikmet sahibi olan Allah"
"O, üstün iradeli"dir. Otorite sahibi güçlü
O'dur. Ve 0 zaferi gerçekleştirmeye kadirdir. O, "Hikmet sahibi"dir. Yüce
takdiri hikmetine uygun olarak tecelli eder. Zaferi de ötesindeki hikmetini
gerçekleştirmek için vermektedir.
Ardından ayet-i kerime, bu zaferi ve diğer
bütün zaferlerin arkasındaki gizli hikmeti açıklamakta, zaferin
gerçekleşmesinde hiçbir insanın etkinliğinin söz konusu olmadığı
bildirilmektedir.
"Allah kafirlerin bir bölümünü kırıma
uğratmak ya da bozguna düşürüp umutsuz biçimde geri dönmelerinï sağlamak
için size zafer kazandırdı."
"Bu konuda senin yapabileceğin birşey yok.
Allah ya onların tevbelerini kabul eder ya da zalimlikleri yüzünden onları
azaba çarptırır."
Zafer, Allah'ın takdirini gerçekleştirmek
amacı ile yine Allah tarafından bahşedilmektedir. Gerek Resulullah'ın
gerekse beraberindeki mücahitlerin, zaferin gerçekleşmesinde hiçbir
etkinlikleri söz konusu olmadığı gibi hiçbir kişisel amaçları ya da payları
da söz konusu değil. Onlar kendileriyle dilediğini gerçekleştiren ilahî güce
birer perde olmaktan öteye gidemezler. Zafere sebebiyet teşkil etmedikleri
ve zaferin meydana gelmesini sağlamadıkları gibi zaferin sahipleri de
kendileri değildir. Dolayısıyla taşkınlık yapamazlar. Zafer, arka plânda
kastedilen hikmetin gerçekleşmesi için, Allah'ın kulları aracılığıyla ve
O'nun desteğiyle gerçekleşen ilahi takdirdir.
"Allah kafirlerin bir bölümünü kırıma
uğratmak için..."
Öldürmek suretiyle sayılarını azaltır.. Ya da
fethetmekle topraklarını eksiltir... Veya kahretmekle otoritelerini
eksiltir. Yahut ganimet alarak mallarını eksiltir... Ya da yenilgiye
uğratmakla yeryüzündeki faaliyetlerini kısıtlar.
"..ya da bozguna düşürüp umutsuz biçimde geri
dönmelerini sağlamak için"
Yani yüce Allah onları, yenilmiş alçaklar
olarak döndürür, böylece hüsrana uğrayıp kahrolarak geri dönerler.
"...ya onların tevbelerini kabul eder."
Müslümanların zafer kazanması kâfirler için
birer nasihat bir ibret vesilesi olabilir. Onları imana ve İslâm'a sevk
edebilir. Böylece yüce Allah küfürden tevbe etmelerini kabul eder. Onlara
İslâm ve hidayet üzere dünyadan ayrılmayı nasip eder.
"...Ya da zalimlikleri yüzünden onları azaba
çarptırır."
Müslümanların onlara galip gelmesiyle veya
esir olmalarıyla ya da acıklı azapla sonuçlanan küfür üzere ölmeleriyle
azaplandırır. Bu, kafir olmalarının, müslümanlara eziyet etmelerinin,
yeryüzünde fesat çıkarmalarının, İslâm'ın hayat için koyduğu metodun, kanun
ve düzenin temsil ettiği barışa karşı koymalarının, küfrün ve İslâm'a engel
olmanın ardında gizli daha nice zulmü işlemelerinin cezasıdır.
Ve her hâlukârda bu, Allah'ın hikmetidir.
İnsanların hiçbir etkinlikleri söz konusu değildir. Hatta ayet-i kerime bu
olguyu tamamen Allah'a özgü kılmak için Resulullah'ı da aradan çıkarıyor.
Çünkü bu olay ortaksız olan ve biricik uluhiyyet kapsamına girmektedir.
Böylece müslümanlar, zaferden, onun sebep ve
sonuçlarından benliklerini sıyırırlar. Bu sayede, zaferin galip gelenlerin
ruhlarına verdiği kibirden, azgınlıktan, böbürlenmekten, ruhlarına ve
şahdamarlarına üflediği kendini beğenmişlik duygusundan kurtularak, bu işte
hiçbir paylarının olmadığını, başından sonuna kadar işin tamamen Allah'a ait
olduğunu idrak ederler.
Bununla ayet-i kerime, itaat eden veya isyan
eden bütün insanların işlerini Allah'a döndürüyor. Bu iş, sadece Allah'ın
işidir. Bunun karşısında bu davanın ve beraberinde itaatkarı ve isyânkarı
ile bütün insanların konumu da bu... Nebi (salât ve selâm üzerine olsun) ve
beraberindeki müslümanların görevlerini yerine getirdikten sonra sonuçtan
ellerini çekmek dışında başka bir işlevleri söz konusu değildir. Mükafatları
ise, sözünü yerine getiren, dostluğuna bağlı kalan ve kulların ecrini
eksiksiz veren Allah'a aittir.
Ayetlerin akışında görüleceği gibi başka
nedenler de "Bu konuda senin yapabileceğin birşey yok" yargısını gerekli
kılmıştır. Nitekim, ayetlerin akışında bazısının "Bu işte bizim bir
fonksiyonumuz var mı?" (Al-i İmran suresi; 154)· dedikleri, bir kısmının da
"Bu işte payımız olsaydı burada öldürülmezdik" (Al-i İmran suresi; 155)
dediklerine rastlanmaktadır. Bu ayet onlara, hiçbir işte, ne zafer ne de
yenilgide, hiç kimsenin bir etkinliğinin söz konusu olmadığını, insanlardan
yalnızca itaat, bağlılık ve görevi yerine getirme istendiğini, bundan
sonrasının ise tamamen Allah'a ait olduğunu, hiç kimsenin, hatta Resul'ün
(salât ve selâm üzerine olsun) bile bir fonksiyonunun olmadığı gerçeğini
haykırmaktadır. Bu hakikat, İslâm düşüncesinin temel kurallarından biridir.
Bunun ruhlarda yer etmesi kişilerden, olaylardan ve bütün değerlerden daha
üstündür.
Bedir savaşına ilişkin bu hatırlatma, temel
gerçeklerin düşüncede yer etmesine yönelik bu çaba, zafer ve yenilgi işinin
Allah'ın hikmetine ve takdirine döndüğü gerçeğini içeren daha kapsamlı bir
gerçekle son buluyor. Bu hakikatin yerleşmesi asıl büyük hakikatin
yerleşmesiyle tamamlanıyor; evrendeki bütün işlerin Allah'a ait olduğu, bu
yüzden dilediğini bağışladığı, dilediğine de dilediği gibi azap verdiği
gerçeği ile...
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah'ındır. O, dilediğini affeder, dilediğini de azaba çarptırır. Hiç
kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir."
Bu, mutlak egemenliğe dayalı mutlak iradedir.
Göklerde ve yerde bulunanlar üzerindeki hükümdarlığı gereği, kulların işleri
üzerindeki mutlak tasarruftur bu... Bağışlama ve azap etmekle kullar
arasında bir zulüm veya kayırma söz konusu değildir. Bu konuda herşey
hikmet, adalet, rahmet ve mağfiretle sonuçlanmaktadır. Çünkü, rahmet ve
mağfiret yüce Allah'ın şanındandır.
"Hiç kuşkusuz Allah affedici ve
merhametlidir."
O'na dönmek, işleri topyekün O'na havale
etmek, gerekli olan görevleri yerine getirmek, bundan sonrasını, sebep ve
araçların arka plânındaki hikmetine, kaderine ve mutlak iradesine bırakmak
suretiyle O'nun mağfiretinden ve rahmetinden yararlanma kapısı bütün kullara
açıktır.
SAVAŞIN SÜREKLİ OLANI
Ayetlerin akışı, Uhud savaşını, orada meydana
gelen olay ve hadiselerin değerlendirilmesini sunmaya girişmeden önce,
bölümün başında da işaret ettiğimiz gibi ruhun derinliklerinde ve hayatın
çevresinde süren büyük çarpışmaya ilişkin direktiflerle gelmektedir. Söz;
faizden, faizle iş görmekten, Allah korkusundan, O'na ve Resulüne itaatten,
gizli-açık infak etmekten, faiz düzenine karşılık üstün yardımlaşma
düzeninden, öfkeyi yenmekten, insanları affetmekten toplum içinde iyiliği
yaymaktan, günahlardan istiğfar edip, Allah'a dönmekten ve hatalarda ısrar
etmemekten açılmaktadır.
130- Ey müminler, sakın
sürekli katlanan faizi yemeyiniz. Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa
erebilesiniz.
131- Kafirler için
hazırlanmış olan cehennem ateşinden sakınınız.
132- Allah'a ve Peygamber'e
itaat ediniz ki rahmete kavuşabilesiniz.
133- Rabbinizin
affediciliğine ve genişliği gökler ile yer arası kadar olan Cennete koşunuz.
Burası takvalılar için hazırlanmıştır.
134- Onlar bollukta ve
darlıkta Allah için mal harcarlar, öfkelerini yenerler ve insanların
kusurlarını bağışlarlar. Hiç kuşkusuz Allah iyilikseverleri sever.
135- Yine onlar bir kötülük
işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak hemen
günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları Allah'tan başka kim
affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda bile bile ısrar etmezler.
136- İşte onların mükafatı,
Allah tarafından affedilmek ve altından ırmaklar akan, içinde sürekli
kalacakları Cennetlerdir. İyi işler yapanları bekleyen mükafat ne kadar
güzeldir!
Ayetlerin akışı, bu akidenin beşerî varlık ve
enerjiyi karşılamadaki birlik ile evrenselliğine ve herşeyi bir tek eksene
yöneltiyor. Bu da Allah'a kulluk ve O'na ibadet eksenine döndürmeye, her
işte O'na yönelmeye, ayrıca Allah'ın metodundaki birlik ve evrenselliğe ve
her durumda, her işte ve her yönde beşer enerjisi üzerindeki egemenliğe
ilişkin özelliklerinden birine işaret etmek için, bu direktifleri fiili
çarpışmaya değinmeden önce sunmaktadır. Ayrıca bu direktifler, insandan
kaynaklanan farklı enerjiler arasındaki ilişkiye ve daha önce de
değindiğimiz gibi bu ilişkilerin insanın bütün çabalarının sonucu üzerindeki
etkisine işaret etmektedir.
İslâm metodu, insan ruhunu bütün yönleriyle
ele almakta ve toplum hayatım bölmeden bir bütün olarak düzenlemektedir.
Fiili savaşa hazırlanmak ve tedbir almak ile ruhların arındırılması,
kalplerin temizlenmesi, heva ve heveslere gem vurulması ve toplumda sevgi ve
hoşgörünün yaygınlaştırılması işlemlerinin birarada sunulmasının sebebi de
budur. Çünkü bunlar birbirlerine yakın şeylerdir. Bu çizgilerden ve bu
direktiflerden herbirini ayrıntılarıyla sunduğumuz zaman, bunların İslâm
cemaatinin yaşayışı ve savaş alanı ile hayatın her alanında mukadderatıyla
olan sağlam ilişkileri ortaya çıkar.
"Ey müminler, sakın sürekli katlanan faiz
yemeyin. Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa erebilesiniz.
"Kafirler için hazırlanmış Cehennem ateşinden
sakınınız."
"Allah'a ve Peygambere itaat ediniz ki
rahmete kavuşabilesiniz."
"Fi Zılâl"in üçüncü cüzünde faizden ve faiz
düzeninden detaylıca sözedildiği için burada tekrarlamayacağız. Ancak "kat
kat katlamak" üzerinde duracağız. Çünkü bu zamanda bazı insanlar bu ayetin
arkasına saklanmakta ve "Haram edilen faiz, kat kat katlanandır." Yüzde
dört... Yüzde beş... Yüzde altı... Yüzde yedi...Yüzde dokuz... ise "Kat kat
katlama" değildir. Dolayısıyle haram kapsamına girmez diyerek, bununla
insanları aldatma yönüne gitmektedirler.
Öncelikle "kat kat katlamak" deyiminin bir
olguyu vasıflandırdığı, hükümle ilgisinin bulunmadığını ve Bakara suresinde,
hiçbir sınırlama hiçbir kayıt belirtmeden faizin temelde haram olduğu
belirtilmiştir. Nitekim her ne surette olursa olsun "Faizden arta kalandan
el çekin" hükmünün kesin olduğunu yine aynı kesinlikle belirtmemiz gerekir.
Bu gerçeği bu şekilde beyan ettikten sonra
"kat kat katlama" vasfıyla ilgili şu açıklamayı yapabiliriz: Gerçekte bu
vasıf, bizzat bu ayette yasaklanan ve o günkü yarımadada yürürlükte olan
faiz işlemlerine ilişkin tarihsel bir vasıf değildir, her zaman haksız
kazancı sağlaya gelen faiz düzenlerinin ortak vasfıdır.
Faiz düzeninin anlamı; malın, faiz esası
üzerine işlem görmesidir. Bu da gösteriyor ki, faiz işlemi bireysel ve basit
bir işlem değildir. Bir açıdan sürekli tekrarlanan diğer bir açıdan da
mürekkep bir işlemdir. Böylece sürekli tekrarlanmak ve birleşmek suretiyle
kesintiye uğramadan zamanla birlikte "kat kat" katlanır.
Faiz düzeni, tabiatının gereği olan bu
vasfını her zaman korumuştur. Bu vasıf, sırf Arap yarımadasında yürürlükte
olan işlemlere özgü değildir. Her çağda bu düzenin kaçınılmaz özelliğidir.
Üçüncü cüzde ayrıntılarıyla açıkladığımız
gibi, ruhsal ve ahlâki alanda hayatın bozulması faiz düzeninin bir
özelliğidir. Yine adı geçen cüzde açıklandığı üzere faiz düzeninin bir diğer
özelliği de ekonomik ve siyasal hayatın bozulmasıdır. Buradan da faiz
düzeninin toplum hayatıyla olan ilgisi ve bu hayatın tüm yönlerine olan
etkisi anlaşılmaktadır.
Müslüman bir ümmet oluşturmayı hedef edinen
İslâm ise, toplumun ekonomik ve siyasal hayatının sağlıklı olmasına büyük
özen gösterdiği gibi, ruhsal ve ahlakî hayatının da temiz olmasını diler.
Her ikisinin de bu ümmetin giriştiği savaşların sonuçları üzerindeki
etkileri bilinmektedir. Dolayısıyla surenin akışı içinde fiilî savaşın
değerlendirilmesi yapılırken faiz yemenin yasaklanması bu evrensel ve her
durumu gözeten bu metod için son derece anlaşılır bir olaydır.
Ayrıca bu yasaktan sonra, kurtuluş için
Allah'tan korkmayı emretmek ve kafirler için hazırlanan ateşten sakındırmak
konunun ruhuna uygun düşmektedir.
Allah'tan korkan ve kafirler için hazırlanan
ateşten sakınan insan, faiz yiyemez. Allah'a inanan ve kafirlerin safından
ayrılan kişi de faiz yiyemez. Çünkü iman, sadece dille söylenen bir
kelimeden ibaret olmayıp, Allah tarafından bu imanın pratik ve uygulanan bir
tercümesi kılınan Rabbanî hayat metoduna uymaktır. Nitekim iman, bu metodun
hayatta pratik olarak gerçekleşmesine ve bu toplum hayatının bu metod
uyarınca düzenlemesine bir başlangıçtır.
İman ile faiz düzeninin birarada bulunması
imkansızdır. Nerede faiz düzeni varsa orada bu dinden topyekün çıkma vardır,
kafirler için hazırlanan ateş vardır. Bu konuda inatçılık yapmak gerçeği
değiştirmez. Bu ayetlerde faiz yemeyi yasaklamak, Allah'tan korkmaya davet
ile kafirler için hazırlanan ateşten sakındırmanın birarada bulunması,
hedefsiz bir rastlantı değil; aksine, bu gerçeğin yerleşmèsi ve
müslümanların düşüncelerinde derinleşmesi amacına yöneliktir.
Kurtuluş ümidinin faizi terk etmeye ve
Allah'tan korkmaya bağlı olması da öyle... Çünkü kurtuluş; Allah'tan
korkmanın ve O'nun metodunu insan hayatında gerçekleştirmenin tabii
meyvesidir. Üçüncü cüzde faizin beşer topluluklarında meydana getirdiği
yıkımlardan ve insan hayatında neden olduğu felaketlerden söz etmiştik.
Burada ise, kurtuluşun anlamını ve onun iğrenç faiz düzenini terk etmekle
olan ilişkisini kavramak için bu açıklamaya yeniden dönmemiz yerinde olur.
Burada değindiğimiz gerçeği kuvvetlendiren
son te'kid geliyor:
"Allah'a ve Peygambere itaat ediniz ki
rahmete kavuşabilesiniz."
Allah'a ve Resule itaat emri genel olduğu
gibi rahmetin de bu itaate bağlı olarak tecelli etmesi geneldir. Ancak, bu
emrin, faizin yasaklanmasından sonra gelmesi özel bir anlam ifade
etmektedir. Buna göre, faiz esasına dayanan toplumlarda Allah'a ve Resule
itaat söz konusu değildir. Ayrıca her ne surette olursa olsun faiz yiyen
kalpte Allah ve O'na itaat duygusu barınamaz. Ardarda gelen telkinlerin
nedeni budur. Bu gerçek, Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) emrine
karşı gelinen savaş alanındaki olaylar ile, kurtuluş vesilesi olması ve
kurtuluş ümidini barındırması nedeniyle Allah'a ve Resule itaat emri
arasındaki özel bir ilgiden daha kapsamlıdır.
(Üçüncü cüzde) Bakara suresinde, ayetlerin
akışının ekonomik düzen içindeki toplumsal ilişkilerin iki karşıt yönü
olmaları ve faiz düzeni ile yardımlaşma düzeni altındaki iki değişik ve ayrı
düzenin belirgin çizgileri olmaları nedeniyle faiz ile sadakanın birarada
zikredildiğini görmüştük. Burada da, aynı yerde hem faizden sözedildiğini
hem de gizli-açık infak etmenin teşvik edildiğini görüyoruz.
Faiz yemeyi yasakladıktan, kafirler için
hazırlanan ateşten sakındırdıktan, rahmet ve kurtuluş ümidiyle takvaya
çağırdıktan sonra... Evet, bu çağrılardan sonra, mağfirete ve muttakîler
için hazırlanan ve genişliği göklerle yer kadar olan Cennete koşmaya ilişkin
emir geliyor.. Arkasından "kat kat" katlayarak faiz yiyen gruba karşı oluşan
muttakilerin ilk vasfı belirtiliyor.
"...Bollukta ve darlıkta Allah için mal
harcayanlar..."
Ardından geri kalan sıfat ve ayrıcalıkları
zikredilmektedir.
"Rabbinizin affediciliğine ve genişliği
gökler ile yer arası kadar olan Cennet'e koşunuz. Burası takvalılar için
hazırlanmıştır"
"Onlar bollukta ve darlıkta Allah için mal
harcarlar, öfkelerini yenerler ve insanların kusurlarını bağışlarlar. Hiç
kuşkusuz Allah iyilikseverleri sever."
"yine onlar bir kötülük işlediklerinde ya da
kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının
affedilmesini dilerler. Günahları Allah'tan başka kim affedebilir? Onlar
işledikleri günahlarda bile bile ısrar etmezler."
Ayetlerdeki ifade tarzı, bu itaatin yerine
getirilmesini; hareketli bir duygu, bir amaç veya alınacak bir ödül için
yapılan bir yarışma şeklinde tasvir etmektedir.
"Rabbinizin affediciliğine koşun..."
".. Ve genişliği göklerle yer arası kadar
olan Cennet'e..." koşun! İşte şurada; mağfiret ve Cennet "Takvalılar için
hazırlanmıştır."
Arkasından muttakilerin diğer nitelikleri
sıralanıyor:
"Onlar, bollukta ve darlıkta Allah için mal
harcarlar."
Onlar Allah yolunda harcamaya devam edip,
Allah'ın metodu üzere hayatlarını sürdürürler. Ne darlık ne de bolluk bu
özelliklerini değiştiremez. Bolluk onları şımartıp oyalamaz, yokluk ta
onları sıkıp görevlerini unutturamaz. Bu, her durumun ve her görevin
bilincinde olmaktır... Cimrilik ve ihtirastan kurtulmaktır... Allah'tan
korkmak ve O'nun gözetimini idrak etmektir... Mal arzusundan, ihtiras
köleliğinden ve cimrilik ağırlığından daha kuvvetli olan takva etkeninden
başka hiçbir şey, tabiatı itibariyle cimri ve fıtratı gereği mala düşkün
olan nefsi, her durumda Allah yolunda infak etmeye sevk edemez. Bu, ruhu
parlatan, kurtaran, bağ ve zincirlerden özgür kılan, latif ve derin bir
bilinçtir.
Bu niteliğin üzerinde bu denli durmanın savaş
atmosferiyle özel bir ilgisi olsa gerektir. Burada (ileride Kur'an'ın akışı
içerisinde sık sık görüleceği gibi) söz yeniden infak etmekten açılmakta ve
Allah için harcamaktan kaçınan veya harcayanlara engel olanların durumuna
değinilmektedir. Ayrıca savaş havası içindeki özel nedenlere işaret
edilmekte ve bazı gruplar Allah yolunda infak etmeye çağrılmaktadır.
"...Öfkelerini yenerler insanların
kusurlarını bağışlarlar."
Takva; sebepler ve etkenler arasında bu
alandaki işlevini işte böyle yerine getirmektedir. Öfke, kandaki âni bir
hareketlenmenin yardımcı olduğu ya da arttırdığı beşerî özelliğin
tepkilerinden ve gereklerinden biridir. Takvâdan doğan lâtif ve şeffaf
etkenler, kişilik ve zaruretlerin ufkundan daha yüce ve daha engin ufuklara
çıkmakla elde edilen ruhsal güç olmadıkça insan öfkeyi yenemez.
Öfkeyi yenmek ilk aşamadır. Ancak tek başına
yeterli değildir. İnsan bazen, hınç almak ve şiddetli kin beslemek için
öfkesini yutabilir. Bu durumda bir anlık öfke, korkunç bir intikama, dışa
vurmuş bir kızgınlık, gizli bir kine dönüşür. Oysa öfke ve kızgınlık, hınç
ve kine oranla daha pâk ve daha temizdir. Bu yüzden, ayeti kerime
muttakîlerin ruhlarındaki, bu yenilmiş öfkenin ulaşması gereken sonucunu
göstermekte ve bunun affetme, hoşgörü ve serbestlik olduğunu bildirmektedir.
Öfke yenildiği zaman, ruh üzerinde bir
ağırlık, kalbi kavuran bir alev ve vicdanı kaplayan bir duman olur. Ancak
ruh genişlediği, kalp affettiği zaman ruh, ağırlıklardan kurtulup nurlu
ufuklara açılır. Kalp, kavurucu alevlerin etkisinden kurtularak esenliğe,
vicdan da huzura kavuşur.
"...Allah iyilikseverleri sever..: '
Bollukta ve darlıkta mallarından cömert
davrananlar, ihsan edenlerdir. Öfkelenip öfkesini yendikten sonra affederek
hoşgörülü davrananlar ihsan edenlerdir. Ve Allah iyilikseverleri "sever"...
Buradaki sevgi deyimi; o lâtif, aydınlık ve yüce atmosferle uyuşan, sevecen,
şefkatli, parlak bir deyimdir.
Allah'ın ihsana, ihsan edenlere olan
sevgisinden dolayı sevdiklerinin kalplerinde bu sevgiyi yaratır. Ve bu
kalplere coşkun bir arzu akar.. Bu, yalnızca duygulandırıcı bir ifade
değildir. İfadeden öte bir gerçektir de...
Allah'ın sevdiği ve onların da Allah'ı
sevdiği bir cemaat... Hoşgörü, kolaylık ve kurtuluşun, kin ve intikamdan
daha yaygın olduğu bir cemaat... Birbirine bağlı, kardeşçe yaşayan güçlü bir
kitledir. İşte bu yüzden ayetlerin akışı içinde beliren bu yönlendirme,
meydan savaşı ve hayat savaşı ile eşit oranda ilgilidir.
TEVBE ETME VE BAÖIŞLANMAYI
DİLEME
Daha sonra müttakîlerin saflarından bir
başkasına geçiyoruz:
"Yine onlar, bir kötülük işlediklerinde ya da
kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının
affedilmesini dilerler. Günahları Allah`tan başka kim affedebilir? Onlar
işledikleri günahlarda bile bile ısrar etmezler."
Bu dinin hoşgörüsüne bakın! Yüce Allah,
insanları kendi aralarında hoşgörülü olmaya çağırmazdan önce, tadına
varmaları, öğrenmeleri ve örnek almaları için kendi hoşgörüsünün bir yönünü
onlara göstermektedir.
Kuşkusuz muttakîler, müminler içinde en
yüksek mertebeye sahiptirler. Ancak, bu dinin hoşgörüsü ve insanlığa olan
merhameti, şu özellikleri; "Onlar, bir kötülük işlediklerinde ya da
kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının
affedilmesini dilerler." müttakilerin özellikleri olarak sunulmaktadır.
Fuhuş günahların en çirkini ve en büyüğüdür. Ancak bu dinin hoşgörüsü, büyük
günah işleyenleri Allah'ın rahmetinden uzaklaştırmamakta, kafilenin yani
müminler kafilesinin dışına atmamaktadır. Aksine onları bir şartla en üstün
mertebe olan "müttakiler" mertebesiné yükseltmektedir. Bu dinin tabiatından
ve görünümünden ortaya çıkan; Allah'ı anmaları, günahlarından dolayı
bağışlanma dilemeleri, hata olduğunu bildikleri halde yaptıklarında ısrar
etmemeleri, sıkılma ve utanma duymaksızın günahla övünmemeleri şartıyla...
Diğer bir deyişle, Allah'a kulluk çerçevesinde kaldıkları ve sonuçta O'na
teslim oldukları sürece, O'nun koruması, affı, rahmeti ve faziletinin
kuşatıcılığı içinde olacaklardır.
Bu din, zaman zaman bedensel ağırlıkların
fuhuş derecesine indirip et ve kandan kaynaklanan fevriliği tahrik ederek
şehvet sınırında hayvanî bir ataklık verdiği ve bu ataklığının, şehvet,
eğilim ve arzularının Allah'ın emirlerine karşı gelme sınırına getirdiği
insan denen yaratığın zaafını kavrıyor kuşkusuz. Evet, bu din insanın
zaafını biliyor. Bu yüzden ona karşı sert davranmıyor. Ruhundaki iman
kıvılcımı henüz sönmedikçe, kalbindeki iman pınarı henüz kurumadıkça, Allah
ile olan bağını canlı tutup koparmadıkça ve kendisinin sürekli hata yapan
bir kul olduğunu ve buna karşılık, hataları bağışlayan bir Rabbinin olduğunu
kesin olarak bildiği müddetçe kendisine zulmettiğinde veya büyük bir günah
işlediğinde bu din insanı Allah'ın rahmetinden kovmakta acele etmiyor. Çünkü
kendisinde henüz iyilik bulunan, yolunu tamamen kaybetmemiş bir gidiş
tutturan ve ipi kopmamış kulpa sarılan bu zayıf, hatalı ve günahkâr insan;
zaafı ne kadar ayağını kaydırırsa da iman kıvılcımı kalbinde olduğu, ipi
elinde tuttuğu, Allah'ı anıp O'nu unutmadığı, O'ndan bağışlanma dileyip O'na
karşı kullukta sürekli olduğu ve günahlarıyla övünmediği sürece sonuçta
amacına ulaşabilir.
Bu din; şu zayıf ve yolunu şaşırmış yaratığın
yüzüne tevbe kapısını kapatmamaktadır. Onu çölün ortasında şaşkın bir
durumda bırakmamakta ve onu dönüşten korkan kovulmuş biri olarak terk
etmemektedir. Onu, bağışlanma konusunda ümitlendirmekte, yolunu göstermekte,
titrek ellerinden tutup kayan ayaklarına destek olmaktadır. Güvenilir sınıra
ve güvenceli bir korunağa gelmesi için yolunu aydınlatmaktadır.
Birtek şey istiyor ondan; Allah'ı unutacak
şekilde kalbinin taşlaşmamasını ve ruhunun kararmamasını... Allah'ı andığı,
ruhunda bu yol gösterici kıvılcım olduğu, vicdanından bu sürükleyici ses
geldiği, kalbinden bu serin rüzgâr estiği sürece, ruhunda yeniden nuru
bulacaktır. Güvenilir sınıra dönecek ve kuruyan tohum yeniden yeşerecektir.
Hata yapan ve dayaktan başka birşey
olmadığını bilen çocukcağız, ürkek bir kaçak olarak hiçbir zaman eve
dönmeyecektir. Ancak dayağın yanında, kabahatinden dolayı özür dilediğinde,
başını okşayacak ve hatalarından dolayı bağışlanma dilediğinde özrünü kabul
edecek şefkatli bir elin bulunduğunu bilirse kuşkusuz dönecektir.
İşte İslâm, zaaf anlarında insan denen zayıf
yaratığın elinden böyle tutmaktadır. Çünkü o, insanda zaafın yanında bir
kuvvetin, ağırlığın yanında bir hafifliğin, hayvansal dürtülerin yanında
Rabbani arzuların olduğunu bilmektedir. İslâm, Allah'ı unutmayıp sürekli
andığı ve hata olduğunu bildiği halde hatasında ısrar etmediği sürece,
insanın elinden tutup yükseklere çıkartmak için zaaf anında ona acımakta ve
yeniden ufka yükseltmek için ayağının kaydığı demlerde şefkatle teselli
etmektedir. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) buyuruyor: "İstiğfar
eden hatada ısrar etmiş sayılmaz. Bir günde yetmiş kere tekrarlasa da...
(Ebu Davut, Tirmizi, Bezzar müsnedinde Osman b. Vakid'den almıştır. Ancak
senedindeki bir sahabi bilinmemektedir. Fakat İbni Kesir tefsirinde sahih
kabul etmiş ve "Hasen bir hadistir" demiştir.)
Bununla İslâm, insanları ruhsatçılığa
çağırmamakta, yoldan çıkmış aşağılık insanları yüceltmemekte ve realistlerin
(Gerçeküstücü akımın) yaptığı gibi bu bataklığın güzel olduğunu
fısıldamamaktadır. Aksine insanın ruhunda utanma duygusunu harekete
geçirmeyi dileyip ümit beklentisini de coşturmak için zaaf anında meydana
gelen sürçmeyi bağışlamayı dilemektedir. Allah'ın bağışlaması -Allah'tan
başka günahları kim bağışlayabilir ki?- insanı utandırır, günah eğilimini
arttırmaz. Bağışlanma dileyişini teşvik eder, günahı alışkanlık haline
getirmeyi değil. Günahı alışkanlık haline getirip hatada ısrar edenlere
gelince onlar, surun dışında kalmışlardır, kapılar yüzlerine kapanmıştır.
Böylece İslâm, beşeriyeti yüce ufuklara
çağırma ile gücünün ne olduğunu bildiği bu beşeriyete acımayı bir arada
zikretmekte, ümit kapısını önünde sürekli açık tutarak son gücüne kadar
insanın elinden tutmayı amaçlamaktadır.
Peki bu muttakîler için ne vardır?
"İşte onların mükafatı; Allah tarafından
affedilme ve altından ırmaklar akan içinde sürekli kalacakları Cennetlerdir.
Salih amel işleyenleri bekleyen mükafat ne güzeldir."
Onlar günahlarından dolayı bağışlanma
dilemekle birşey kaybetmedikleri gibi darlıkta ve bollukta infak etmekle,
öfkelerini yenip insanları affetmekle de bir zarara uğramazlar. Onlar sadece
üzerlerine düşeni yaparlar. `...Salih amel işleyenleri bekleyen mükafat ne
kadar güzeldir..." Rablerinden bağışlanma... Allah'ın bağışlaması ve
sevgisinden sonra altında ırmaklar akan Cennet... Burada hem ruhun
derinliklerinde hem de hayatın görünüşünde bir çalışma göze çarpmaktadır.
Her ikisi de çalışmadır, harekettir, gelişmedir.
Bu belirgin vasıflarla, surede konu edilen
meydan savaşı arasında kuvvetli bir bağ vardır. Nitekim, faiz ya da
yardımlaşma düzeninin, müslüman cemaatin hayatında etkisi ve meydan
savaşıyla ilişkisi bulunduğu gibi... Konunun başında değindiğimiz gibi bu
ruhsal ve toplumsal vasıfların zafer üzerinde de etkisi söz konusudur.
İhtiras, öfke ve hatalara galip gelmek, Allah'a dönüp O'nun bağışlamasını ve
hoşnutluğunu dilemek, savaş alanında düşmana karşı zafer kazanmak için
zorunlu vasıflardır. Çünkü onlar, ihtiras, heva, hata ve günahta ısrar
etmeyi temsil ettikleri için düşmandırlar. İnsanoğlunda bunların
düşmanlıkları, kişiliklerini, şehvetlerini ve hayat düzenlerini Allah'a,
O'nun hayat metoduna ve şeriatına uydurmamalarından kaynaklanmaktadır. Bunun
için düşmanlık söz konusu olur. Savaş bunun için çıkar ve cihad bunun için
yapılır. Bunların dışında başka bir neden için müslüman, düşmanlık yapamaz,
savaş çıkaramaz ve cihad edemez. O sadece Allah için düşmanlık yapar, O'nun
için savaşır ve O'nun uğruna cihad eder. Surenin akışı içinde bütün bu
direktiflerle savaştan söz edilmesi arasında kuvvetli bir bağ vardır.
Nitekim bununla, Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) emrine karşı
gelmek, karşı gelmeyi doğuran ganimet arzusu, Abdullah b. Ubeyy ve
beraberindekilerin ayrılmalarına neden olan kişilik ve hevadan kaynaklanan
büyüklenme, surenin akışında değinileceği gibi günaha meyledenlerin
yaklaşmasını doğuran günaha karşı zaaf, işleri Allah'a döndürmemekten
kaynaklanan düşünce karmaşıklığı, "Bu işte bize bir çıkar var mı?" diye
sormaları, bazısının "Bu işte bize bir şey düşseydi burada öldürülmezdik"
demeleri gibi savaşa eşlik eden özel şartlar arasında da güçlü bir bağ söz
konusudur.
Kur'an-ı kerim, bu şartların tümünü, surenin
akışında örneklerini göreceğimiz gibi eşsiz bir tarzda birer birer ele
almakta, aydınlatmakta, içlerindeki gerçekleri yerleştirmeye çalışmakta ve
ruhlara onları harekete geçirip canlandıracak bir şekilde temas etmektedir.
ALLAH'IN YASASI
Bundan sonra, surenin akışı hadiseleri
sunduğu üçüncü bölüme başlayarak, savaşta meydana gelen olaylara bizzat
değinmektedir. Ancak İslâm düşüncesinin temel gerçeklerini de yerleştirmeyi
ihmal etmemektedir. Böylece olayları, bu gerçekleri dayandırdığı bir eksen
konumuna getirmektedir.
Bu bölümde surenin akışı müslümanlara;
müşriklerin bu savaşta elde ettikleri zaferin kalıcı bir kural olmadığını,
arkasında özel, gizli bir hikmet bulunan geçici bir olay olduğunu söylemek
için yüce Allah'ın yalanlayanlar hakkındaki yürürlükte olan kanununa işaret
etmekle başlamaktadır. Sonra da onları sabretmeye ve imanla yücelmeye
çağırmaktadır. Çünkü, şayet onlara bir yara ve birtakım acılar isabet
etmişse aynı savaşta müşrikler de benzeri acılar tatmışlardır. Üstelik
burada olayın ardında; safların ve kalplerin ayrılması, akideler uğruna ölen
şahitler edinilmesi, müslümanların sözlerini ve ideallerini pratik bir ölçek
ile ölçmeleri için temenni ettikleri ölümle yüzyüze getirilmesi ve sonuçta
müslüman kitlenin o sağlam hazırlıkla kafirleri bertaraf etmesi gibi
hikmetler de ortaya çıkmış oluyor. O halde; gerek zafer, gerek yenilgi olsun
olayların arkasındaki yüce hikmet budur:
137- Sizden önce ilahi
yasaların değişmezliğini kanıtlayan birçok olaylar gelip geçti. Yeryüzünü
geziniz ve Allah'ın ayetlerini yalan sayanların akıbetini görünüz.
138- Bu Kur'an, insanlara
yönelik bir açıklama, takvalılar için bir doğru yol kılavuzu, bir öğüttür.
139- Sakın gevşemeyiniz,
karamsarlığa kapılmayınız. Eğer mümin iseniz üstün gelecek olan taraf
sizlersiniz.
140- Eğer siz (Uhud'da) yara
aldınız ise karşınızdakiler de benzeri bir yara almışlardır. Biz bu tür acı
günleri insanlar arasında dolaştırırız. Allah'ın kimlerin mümin olduklarını
belirlemesi ve aranızdan bazı şahitler seçmesi içindir bu. Hiç kuşkusuz
Allah zalimleri sevmez.
141- Bunun bir başka sebebi
Allah'ın, müminleri arındırması ve kâfirleri yok etmesidir.
142- Yoksa siz, Allah
içinizdeki cihad edenleri ayırd etmeden ve sabırlıları belirlemeden Cennete
girebileceğinizi mi sandınız?
143- Sizler ölümle
karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz. Oysa onu görünce bakıp duruyorsunuz.
Bu çarpışmada müslamanlara bir yara isabet
etmişti. Ölüm ve yenilgi tatmışlardı. Ruhlarında ve bedenlerinde birçok
eziyetler çekmişlerdi. Onlardan yetmiş sahabe öldürülmüştü. Resulullah'ın
(salât ve selâm üzerine olsun) dişi kırılmış, yüzü yaralanmış ve müşrikler
yanına kadar sokulmuşlardı. Ayrıca birçok arkadaşı da yaralanmıştı. Bütün
bunların sonunda ruhlarda bir sarsıntı ve Bedir'de elde edilen olağanüstü
zaferden sonra beklenmedik bir çarpılma baş göstermişti. Öyle ki, başlarına
gelenlerden sonra bazı müslümanlar, "Bu da nerden çıktı?", "Müslüman
olduğumuz halde bizim işlerimiz böyle mi gidecekti?" demeye başlamışlardı.
Burada Kur'an-ı kerim, müslümanları Allah'ın
yeryüzündeki kanunlarına, her işin gereğince akıp gittiği temellere
döndürmektedir. Bu kanunlar hayatın dışında değildirler. Hayata hükmeden
kanunlar değişikliğe uğramadan seyrine devam etmektedir. İşler düzensiz
olarak yürümez. Şayet onlar, bu kanunlardan ders alıp özlerini kavrarlarsa,
olayların arka planındaki hikmet açıkca görülür, olayların ötesindeki hedef
açıklanmış olur. Böylece, olayların tâbi olduğu düzenin değişmezliği ve bu
düzenin ötesinde gizli hikmetin varlığıyla tatmin olurlar. Yollarına devam
ederken bu kanunların ışığında seyir çizgilerini belirlerler. Böylece zafer
ve üstünlük elde etmek için, başta Allah'a ve Resulüne itaat etmek olmak
üzere zaferin sebeplerine sarılmadan sırf müslüman oluşlarını söylemeleri
yeterli değildir.
Surenin akışının burada işaret edip
bakışlarını yönelttiği kanunlar; tarih boyunca yalanlayanların akibetleri,
zafer dolu günlerin insanlar arasında yer değiştirmesi, sırların
arındırılması için denenme, zorluklar karşısında sabır gücünün sınanması ve
sabredenlerin zaferi, yalanlayanların da mahvolmayı haketmeleridir.
Bu kanunların sunulması sırasında ayetler,
dayanmaya, zorluklar karşısında direnmeye teşvik ve yasalarından dolayı
müminleri teselli etmeye büyük özen göstermektedir. Üstelik bu yara sadece
onlara dokunmamıştır. Düşmanları da aynı yarayı almışlardı. Hem onlar, akide
ve hedef bakımından düşmanlarından daha üstün, yol ve metod itibarıyla daha
doğrudurlar. Dolayısıyla sonuç onlarındır. Kafirlerin payına düşen de
felakettir her zaman...
"Sizden önce ilahi yasaların değişmezliğini
kanıtlayan birçok olaylar gelip geçti. Yeryüzünü geziniz ve Allah'ın
ayetlerini yalan sayanların akıbetini görünüz."
"Bu Kur'an insanlara yönelik bir açıklama
takvalılar için bir doğru yol kılavuzu, bir öğüttür."
Kuşkusuz Kur'an, insanlığın geçmişini bu
gününe, bugününü de geçmişine bağlar. Buradan hareketle de geleceğine işaret
eder. İlk defa bu sözlerle karşılaşan Arapların ne hayatları, ne bilgileri
ne de deneyimleri -İslâm'dan önce- bu derece kapsamlı bir görüşe uygundur.
İslâm ve Kur'an işte bu Arapları yeni bir hayata kavuşturmuş ve onları
cihana hükmeden bir ümmet olma ufuklarına yükseltmiştir.
Arapların yaşadıkları kabile düzeni; onların
düşüncelerini, yeryüzü sakinleriyle dünyada cereyan eden olaylar arasında ve
tabiat olaylarıyla herşeyin kendilerine uygun hareket ettiği evrensel
yasalar arasında bir bağ kurmaya yöneltmesi bir yana o yarımada sakinleriyle
hayat maceraları arasında bile bir bağ kurmaya yöneltemezdi. Bu değişme,
çevreden kaynaklanmayan uzun vadeli bir değişimdi. O zamanki hayatın
kaçınılmaz bir aşaması da değildi. Bu niteliği onlara İslâm akidesi
kazandırdı. Hatta onlara bu aşamayı kazandırdı. Çeyrek asır gibi kısa bir
sürede bu aşılmaz düzeye yükseltti. Üstelik çağdaşları, bu yüce düşünce
ufkuna asırlar sonra ulaşabildiler. Evrensel yasaların değişmezliğini
nesiller sonra kavrayabildiler. Bu yasa ve kuralların değişmezliğini
algıladıkları zaman da bunlara egemen olan ilahi iradeyi ve herşeyin sonuçta
Allah'a döneceği gerçeğini unuttular. Oysa bu seçkin ümmet, bütün bunlara
inanmış, düşünce ufukları genişlemiş ve duygularında, yasaların değişmezliği
ile ilahi iradenin serbestliği arasında bir denge meydana gelmişti. Böylece,
hayatı, değişmez yasalarla birlikte hareket etmekle istikamet bulmuş, bundan
sonra da ilahi iradenin serbestliğiyle tatmin olmuştu.
"Sizden önce ilahi yasaların değişmezliğini
kanıtlayan birçok olaylar gelip geçti."
Evet bunlar, hayata hükmeden yasalardır.
Bunları serbest irade yerleştirmiştir. Sizin zamanınız dışında ne meydana
gelmişse, Allah'ın dilemesiyle aynısı sizin zamanınızda da meydana
gelecektir. Onlardan durumunuza uygun olanlar kuşkusuz size de
uygulanacaktır.
"...Yeryüzünü geziniz..."
Yeryüzünün tamamı bir bütündür. Bütün yeryüzü
insan hayatına bir sahnedir. Yeryüzü ve yeryüzündeki hayatî hadiseler
gözlerin ve algılama yeteneklerinin istifadesine sunulmuş asli bir kitaptır.
"...Allah'ın ayetlerini yalanlayanların
akıbetini görünüz."
Bunların sonuna, yeryüzündeki izleri ve
onlardan sonra anlatılan hayat serüvenleri şahittir. Kur'an-ı kerim bu hayat
hikayelerinden ve izlerden birçoğunu değişik yerlerde zikretmektedir.
Bazısını aktarırken yer, zaman ve şahıslar bakımından sınırlandırırken
bazısına sınırlama ve ayrıntıya dalmadan işaret etmektedir. Burada da genel
bir işaret söz konusu edilmektedir ki, genel bir sonuç çıkarılsın. Çünkü dün
yalanlayanların başına gelenler bugün ve yarın da yalanlayanların başına
gelecektir. Böylece, bir taraftan müslüman cemaatin kalplerini sonuçtan emin
olmaları, diğer taraftan yalanlayanlarla birlikte ayaklarının kaymasından
sakınmaları sağlanmış oluyor. Kuşkusuz o zaman hem güvenceye hem de
sakındırmaya ihtiyaç duyanların varlığı söz konusuydu. Surenin akışı içinde
bu nedenlerin birçoğuna değinilecektir.
Bu yasanın açıklanmasından sonra öğüt ve
ibret için şu açıklama yer alıyor:
"Bu Kur'an, insanlara yönelik bir açıklama,
takvalılar için bir doğru yol kılavuzu, bir öğüttür."
Bu, bütün insanlar için bir açıklamadır. Ve
şayet şu yol gösterici açıklama olmasaydı insanlar hiçbir zaman hidayete
ulaşamazlardı. Çünkü hidayet; uzun ve zor bir beşerî değişimdir. Ancak özel
bir grup buradaki hidayeti algılayabilir, öğütten nasibini alabilir. Ondan
yararlanıp hidayete ulaşabilir. Bunlar "Müttakîler" grubudur...
Hidayete açık olan bir mümin kalpten başkası,
yol gösterici söze gereken dikkati göstermez. Bu üstün öğütten, hidayet için
çarpan ve onunla hareket eden takva sahibi kalpler yararlanabilir ancak...
İnsanların, bilgi aracılığıyla Hakk ile batılı, hidayet ile sapıklığı ayırd
ettikleri çok az vaki olmuştur. Çünkü hakk, tabiatındaki açık ve belirginlik
nedeniyle uzun açıklamalara ihtiyaç duymaz. Ancak insanların hakka karşı
eğilimleri ve hakk yolu seçme istekleri hep eksik olmuştur. Hakkı isteme ve
onun yolunu seçme gücü imandan başka hiçbir duygudan kaynaklanmadığı gibi
onu takvadan başkası da koruyamaz. Buna benzer direktiflerin sık sık
Kur'an'da tekrarlanması bu yüzdendir. Bu Kitap'ta yer alan hakk, hidayet,
nur, öğüt ve ibret... Evet bunların tümünün müminler ve müttakiler için
olduğu gerçeği yerleştiriliyor. Çünkü kalbi; nur, hidayet, öğüt ve ibret
için açan iman ve takvadır. Hidayeti ve nuru seçmeyi öğüt ve ibretten
yararlanmayı, yoldaki acılara dayanmayı kalbe süslü gösteren bunlardır. İşin
aslı budur. Evet budur sorunun özü. Sadece bilgi ve marifet yetmez... Nice
bilgi ve marifet sahipleri, gerek beraberinde bilgi ve marifetin fayda
vermediği şehvete boyun eğmek, gerekse hakkın taşıyıcıları ve dâvâ
adamlarını bekleyen işkencelerden korkmak sebebiyle batılın bataklığında
bocalamışlardır.
İNANIYORSANIZ MUTLAKA
GALİPSİNİZ
Bu geniş açıklamalardan sonra güçlendirmek,
teselli etmek ve sağlamlaştırmak için surenin akışı müslümanlara
yönelmektedir:
"Sakın gevşemeyiniz karamsarlığa
kapılmayınız; eğer mümin iseniz üstün gelecek olan taraf sizlersiniz"
Uğradığınız zayıflıktan dolayı gevşemeyin.
Başınıza gelen musibetlerden ve kaçırdığınız fırsatlar yüzünden üzülmeyin.
Üstün olan sizsiniz. Herşeyden önce akide üstündür; çünkü, siz sadece
Allah'a secde edersiniz. Onlarsa, O'nun yarattıkları şeylerin kimine ya da
bazısına secde ederler Hayat metodunuz üstündür; çünkü siz Allah'ın
gösterdiği metoda göre hareket ediyorsunuz. Onlarsa Allah'ın yarattıkları
insanların hazırladığı metoda uymaktadırlar. Üstlendiğiniz rol üstündür;
çünkü siz, bütün insanlığın önderliğini elinizde bulunduruyorsunuz, topyekün
insanlığın öncülerisiniz. Onlarsa metodtan uzaklaşmış ve yoldan
sapmışlardır. Yeryüzündeki konumunuz üstündür; Çünkü Allah'ın size vadettiği
yeryüzünün mirası sizindir, onlarsa yokluğa ve unutulmaya yuvarlanıp
gideceklerdir. Şayet gerçek müminlerseniz, üstün olan sizsiniz. Gerçekten
inanıyorsanız, gevşemeyin, üzülmeyin! Cihad, imtihan ve arınmadan sonra
sonucun sizin olması için yaralar almanız ve yaralanmanız yüce Allah'ın bir
kanunudur.
"Eğer siz (Uhud'da) bir yara aldınız ise
karşınızdakiler de benzeri bir yara almışlardır. Biz bu tür acı günleri,
insanlar arasında dolaştınız. Allah'ın kimlerin mümin olduklarını
belirlemesi ve aranızdan bazı şahitler seçmesi içindir bu. Hiç kuşkusuz
Allah zalimleri sevmez."
"Bunun bir başka sebebi de Allah'ın müminleri
arındırması ve kafirleri yok etmesidir."
Burada onlara ve yalanlayanlara isabet eden
yaralardan söz edilmekle, müşriklerin yaralar aldığı müslümanlarınsa
kurtuldukları Bedir savaşına işaret edilmiş olabileceği gibi savaşın başında
müslümanların galip geldiği Uhud savaşına da işaret edilmiş olabilir. Bu
savaşta müşrikler yenilmiş ve yetmiş ölü bırakmışlardı. Müslümanlar
peşlerine düşmüş boyunlarını vuruyorlardı. Öyle ki birara savaş ortasında
müşriklerin bayrağı yere düşmüş, kimse de kaldırmaya yeltenmemişti. Sonra
bir kadın kaldırmıştı da etrafında birikip toplanmışlardı. Okçular
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) emrinden çıkıp ihtilâfa düşünce
de üstünlük müşriklere geçti. Müslümanların başına gelen, savaşın sonunda
gelmişti. Bu, Allah'ın değişmez kanunlarından birinin gerçekleşmesi için
ayrılığa düşmeye ve mevziden ayrılmaya uygun bir cezaydı. Okçuların ayrılığa
düşüp mevzilendikleri yerden çıkmaları ganimet arzusundan kaynaklanıyordu.
Yüce Allah zaferi, savaş alanında kendi yolunda cihad edip basit dünya
nimetlerini arzulamayanlara yazmıştır. Bu arada yüce Allah'ın değişmez
kanunlarından biri daha gerçekleşmiş oluyordu. Bu da, insanların çalışma ve
niyetlerine uygun olarak zafer ve yenilgi günlerinin insanlar arasında dönüp
dùrmasıdır. Bir gün bunların olur bir diğer gün onların... Bu sayede hatalar
ortaya çıkıp karanlıklar aydınlandığı gibi müminler ve münafıklar da açığa
çıkar.
"Eğer siz (Uhud'da) yara aldınız ise
karşınızdakiler de benzeri bir yara almışlardır. Biz bu tür acı günleri
insanlar arasında dolaştırırız. Allah'ın kimlerin mümin olduklarını
belirlemesi içindir bu."
Rahatlıktan sonra sıkıntı, sıkıntıdan sonra
rahatlık...
Kuşkusuz, ruhların cevherini; kalplerin
tabiatını, içindeki karmaşıklık veya saflığın, telaş veya sabrın, Allah'a
bağlılığın veya ümitsizliğin ya da isyan etmenin derecesini ortaya çıkaran
ölçü...
Böyle durumlarda, saflar ayrılır,
mümin-münafık ortaya çıkar, bunlar ve onlar kendi gerçekleriyle belirirler.
İnsanların ruhlarının derinliklerinde bulunan bozukluklar günyüzüne çıkar.
Birbirine karışıp son derece kapalı oldukları halde üyeleri ve bireyleri
arasında uyum eksikliğinden kaynaklanan bu keşmekeşlik ve şu kusurlar
giderilmiş olur bu sayede.
Yüce Allah, müminleri de münafıkları da
bilir. O, kalplerin sakladıklarını da bilir. Ancak, olaylar, zafer ve
yenilgi günlerinin insanlar arasında yer değiştirmesi, gizli duyguları
ortaya çıkarıp insanların hayatında bir olgu meydana getirir. İmanı açık bir
amele, aynı şekilde nifakı da açık bir uygulamaya dönüştürürler. Hesap ve
ceza bundan sonra söz konusu olur. Çünkü yüce Allah insanları, kendisinin
bildiği işlerinden dolayı değil ancak kendilerinden meydana gelenlerden
dolayı sorgular.
Bu zafer ve yenilgi günlerinin yer
değiştirmesi, sıkıntı ve rahatlığın ard arda gelişi, yanılmaz bir mihenk ve
haksızlığa meydan vermeyen bir ölçüttür. Bu noktada rahatlık da sıkıntı
gibidir. Çünkü nice ruhlar vardır ki sıkıntı anında sabredip gerçeğe sıkı
sıkıya sarılmalarına rağmen rahatlık zamanında gevşeyip ödün verirler. Mümin
ise zorlukta sabredip, bollukta da boş vermeyen kişidir. O her iki durumda
da Allah'a yönelir. Kendisine dokunan iyilik ya da kötülüğün Allah'ın
izniyle olduğunu çok iyi bilir.
Yüce Allah, beşeriyete önderlik için adım
atmak üzere olan şu topluluğu, rahatlıkla imtihandan sonra sıkıntı ile,
olağanüstü bir zaferden sonra acı bir yenilgiyle imtihan ediyordu. Bu ve
sebepleri yüce Allah'ın zafer ve yenilgi için yürürlükte olan kanunlarına
uygun meydana gelseler de bununla, müslüman cemaatin zafer ve yenilginin
sebeplerini bilmesi, Allah'a daha çok itaat etmesi, O'na dayanması,
himayesine yapışması ve bu metodun özelliklerini ve yükümlülüklerini iyice
bilmesini amaçlıyordu.
Surenin akışı, birçok yönden savaşta meydana
gelen olayların arka planındaki hikmetini, günlerin insanlar arasında yer
değiştirmesinin nedenini, safların ayrılması ve yüce Allah'ın müminleri
belirlemesini müslüman ümmete açıklayarak sürüyor:
"...Ve aranızdan bazı şahitler seçmesi
içindir bu..."
Bu deyim, şu derin manayı olağanüstü bir
şekilde ifade etmektedir: Kuşkusuz şehidler seçilmiş kimselerdir. Yüce Allah
onları kendisi için mücahitler arasından seçmiştir. O halde Allah yolunda
şehid düşmüş birisi için bir hayıf ya da zarar söz konusu değildir. Bu, bir
seçkinlik, arınmışlık, üstünlük ve ayrıcalıktır. Bunlar, yüce Allah'ın
kendisi için ayırmak, yakınlığıyla onurlandırmak için şehadetle
rızıklandırdığı kişilerdir.
Sonra onlar, yüce Allah'ın insanlara
gönderdiği, hakka tanıklık ettirdiği şahitlerdir. Yüce Allah onları şahit
tutmuş, onlar da şahitliklerini yerine getiriyorlar. İçinde bir kuşku,
üzerinde bir itiraz ve çevresinde bir tartışmaya girmeden, ölene kadar, bu
hakkın gerçekleşmesi ve insanların hayatında yer etmesi uğrunda cihad etmek
suretiyle yerine getiriyorlar şahitliklerini. Yüce Allah onlardan, O'nun
katından kendilerine gelen şeyin gerçek olduğunu bilmek, buna kesinlikle
inanmak, O'nun için herşeyden soyutlanmak, O'nun dışındaki herşeyin değersiz
olduğunu kavrayıp onurlanmalar için şahitler seçmişti. Bu şahitler, bu hakk
olmadan insan hayatının ıslah olup istikrar bulamayacağına kesinlikle
inanmak, batılla savaşmak ve onu. insan hayatından kovmak, dünyalarında
hakkı yerleştirmek ve insanların üzerindeki hakimiyette Allah'ın metodunu
gerçekleştirmek için cihaddan kaçınmamak suretiyle şahitlik yapmışlardı.
Evet, yüce Allah, bunların tümüne şahit olmalarını istemekte, onlar da
şahitliklerini hakkıyla yerine getirmektedirler. Onların şahitlikleri ölene
kadar sürdürdükleri şu cihaddır. Bu da münakaşa ve hile götürmeyen kesin bir
şahitliktir.
"Lâ ilahe illallah, Muhammedün Resulullah"
şehadet cümlesini diliyle söyleyen herkese, bu şehadetin anlamını ve
gereklerini yerine getirmedikçe şehadet getirdi denemez. Şehadetin anlamı;
Allah'tan başka ilah edinmemektir. Dolayısıyla Allah'tan başkasına şeriat
için başvurmamaktır. Çünkü uluhiyetin en belirgin özelliği kullar için kanun
koymaktır; aynı şekilde kulluğun en belirgin özelliği de her konuda Allah'a
başvurmaktır. Bu şehadetin bir diğer anlamı da, Allah'ın elçisi olduğundan
her konuda Allah'a başvurmayı Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun)
kanalıyla yapmak ve bu kaynağın dışında başka bir kaynağa dayanmamaktır.
Bu şehadetin gereği; Hz. Muhammed'in (salât
ve selâm üzerine olsun) bildirdiği şekilde yeryüzünde uluhiyetin, tek başına
Allah'ın olması ve Muhammed'in ; örnek olduğuna imandır. Bunun yanında
Allah'ın insanlar için dilediği metodun; egemen, galip ve itaat edilen metod
olması, istisnasız bütün insanların hayatını düzenleyen düzenin bu olması
için cihad etmektir.
İş bu uğurda ölmeyi gerektiriyorsa, bu
dereceye yükselen şehittir. Yani yüce Allah şehidden bu şahitliği dilemiş o
da hakkıyla yerine getirmiştir. Yüce Allah onu şahit edinmiş ve bu yüce
makamla onurlandırmıştır.
Şu olağanüstü ifadenin anlatmak istediği
budur;
"...Ve aranızdan şahitler seçmesi içindir
bu..."
Bu, "La ilâhe illallah Mahummedün Resulullah"
-Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah'ın Resulüdür- şehadetinin
anlamı ve gereğidir. Yoksa şehadetin anlamından çıkarılan, ruhsat, gaflet ve
kayıplar değil...
"...Allah zalimleri sevmez."
Kur'an-ı kerimde zulümden çokca sözedilmekte
ve bununla da zulmün en karanlığı ve en çirkini olan şirk kastedilmektedir.
Kur'an'da şöyle buyurulur: "Kuşkusuz şirk; çok büyük bir zulümdür." (Lokman
su;esi; 13) Buhari ve Müslim İbn-i Mes'ud'un (Allah O'ndan razı olsun) şöyle
dediğini rivayet ederler: "Dedim ki, `Ya Resulullah, hangi günah daha
büyüktür?' `Seni yarattığı halde ona eş koşmandır' buyurdu."
Surenin akışı, daha önce yüce Allah'ı
yalanlayanların konumuna işaret etmişti. Şimdi ise yüce Allah'ın zalimleri
sevmediği gerçeği yerleştiriliyor. Bu da, Allah'ın sevmediği
zalim-yalanlayanları bekleyen şeylerin bir başka şekilde te'kid edilmesi
amacına yöneltir. "Allah zalimleri sevmez" deyimi müminin ruhunda zulüm ve
zalimlere karşı nefret duygusunu canlandırmaktadır. Cihad ve şehidlikten söz
edilirken, bu duyguyu burada canlandırmak konunun ruhuna uygun düşmektedir.
Çünkü mümin kendisini, sevmediği şeyleri ve kimseleri bertaraf etmek uğruna
feda eder. İşte şehitlik makamı budur, şehadet bunun içindir ve yüce Allah,
bunlardan şahitler edinir... Sonra Kur'an ayetlerinin akışı kafirleri
bertaraf etmede Allah'ın çizdiği kaderinin araçlarından bir araç ve
yalanlayanları yok etmede O'nun gücüne bir perde olmaları için müslüman
ümmeti eğitirken, arındırırken ve o yüce rolüne hazırlarken olayların arka
planındaki hikmeti açıklamakla devam etmektedir.
"...Allah'ın müminleri arındırması ve
kafirleri yok etmesidir."
Arınmak; ayrılış ve farklılıktan bir
aşamadır. Ve bu operasyon ruhun içinde ve vicdanın derinliğinde
gerçekleşmektedir. Bu, kişiliğin gizli yönlerini açığa çıkarma ve
gizlilikler üzerine ışık saçma operasyonudur. Şüphe, kusur ve karmaşıklığı
çıkarıp kapalılık ve pusluluk bırakmaksızın insan kişiliğini temiz, açık ve
hakk üzere kararlı kılma işlemine girişilmiştir.
Çoğu zaman insan, kendi nefsinden, onun gizli
yönlerinden, alışkanlık ve dolambaçlarından habersiz olur. İnsan, zaafının
ve gücünün gerçeğini deşelemedikçe ortaya çıkmayan ve içinde yer etmiş olan
tortuların gerçeğini bilemez çok kere.
Yüce Allah'ın, sıkıntı ve rahatlık arasında
insanlar içinde yer değiştirdiği zafer günlerinin doğurduğu arınma işlemi,
insanlara bu acı mihenkten, olayların, deneylerin, pratik ve hareketli
durumların mihenginden önce bilmedikleri nefislerine ilişkin birçok şeyi
öğretmektedir.
İnsan kendisinde, güç, cesaret ve fedakârlık,
cimrilik ve ihtirastan kurtulmuşluk duygularının bulunduğunu zannedebilir.
Sonra, pratik deneylerin ışığında, meydana gelen olaylarla yüzyüze
geldiğinde henüz nefsinde temizlenmemiş yaraların bulunduğunu ve baskılar
karşısında direnecek olgunluğa erişmediğini anlar. İnsanın bunu bilmesi ve
nefsini, bu davanın tabiatının gerektirdiği baskılara ve. bu akidenin
gerektirdiği sorumluluklara dayanacak olgunluğa getirmek için yeniden Kur'an
potasında şekillendirmesi gerekir.
Yüce Allah, şu seçkin kitleyi, beşeriyete
önderlik için eğitiyordu. Onlar da şu yeryüzünde istediğini gerçekleştirmek
istiyordu. Bu yüzden kendilerini takdir edilen rolün düzeyine yükseltmek ve
çizdiği kaderi elleriyle gerçekleştirmek için Uhud'daki olayların ortaya
çıkardığı gibi bu şekilde onları arındırıyordu.
"...Kafirleri yok etmesidir..."
Hakk, ilân edilip arınmak suretiyle kirlerden
kurtulduğunda batılı onunla mahvetmekle ilgili kanunu gerçekleştirsin
diye...
Karşılığı bilinmez gibi ortaya konarı
(istinkârî) bir soruda Kur'an-ı kerim, müslümanların, davalar, zafer ve
yenilgi, iş ve karşılığına ilişkin düşüncelerini düzeltmekte, onlara,
Cennet'in yolunun zorluklarla çevrili bulunduğunu, azığın da yoldaki
eziyetlere sabretmek olduğunu, yoksa derinleşme ve arınmaya dayanmayan
temenni ve uçucu idealler olmadığını açıklamaktadır.
"Yoksa siz Allah içinizdeki cihad edenleri
ayırd etmeden ve sabırlıları belirlemeden Cennete gireceğinizi mi sandınız?"
"Sizler ölümle karşılaşmadan önce onu
arzuluyordunuz. Oysa onu görünce bakıp duruyorsunuz."
Sorunun istinkâri oluşu, insanın diliyle "Ben
müslüman oldum ve ben ölüme hazırım" demesinin yeterli olduğuna bu sözle
imanın yükümlülüklerini yerine getirdiğine, dolayısıyla Cennete ve Allah'ın
hoşnutluğuna kavuşacağına ilişkin düşüncenin korkunç derecede hatalı bir
düşünce olduğu uyarısında bulunmak amacına yöneliktir.
Çünkü bu, yaşanan deneyler, pratik sınavlar,
cihad ve belayla karşılaşma, sonra cihadın sorumluluklarına ve belaların
ağırlığına sabretmekle mümkündür.
Kur'an ayetinde önemli bir soruna dikkat
çekilmektedir:
"Yoksa siz, Allah içinizdeki cihad
edenleri..." "..Ve sabırlıları belirlemeden..:'
Müminlerin yalnızca cihad etmeleri yeterli
değildir. Davanın zorluklarına karşı sabretmek de gerekmektedir. Zorluklar
meydan savaşında yapılan cihadla bitmeyecek kadar sürekli ve çeşitlidir.
Savaş alanındaki fiili cihad, imanın gerektirdiği ve sabretmeyi istediği
davanın en hafif zorluğu olabilir. Hergün karşılaşılan birçok meşakkat
vardır. İman ufkuna doğru istikamet bulmanın meşakkati. İmanın gerçeklerini
teorik ve pratik olarak dengeli bir şekilde yerine getirme zorluğu; müminin,
günlük hayatında beraber bulunduğu insanların" nefislerinden ve başka
özelliklerinden beliren insana özgü zaaflara karşı o esnada sabır... Batılın
üstünlük kazandığı, mücadele edip zafer kazanmaya başladığı dönemlerde
sabır. Yolun uzunluğuna, mesafenin uzaklığına ve engellerin çokluğuna karşı
sabır... Cihad, sıkıntı ve çarpışmanın zorluğuna ilişkin sabır... Rahatlığın
vesvese ve nefsin saptırmalarına karşı sabır... İdeal ve dille söylenen
sözlerle ulaşılamayan Cennetin zorluklarla çevrili yolunda cihadın sadece
bunlardan biri olduğu bilinci ve daha nice işkenceye karşı sabır...
ÖLÜM VE HAYAT
"Sizler ölümle karşılaşmadan önce onu
arzuluyordunuz. Oysa onu görünce bakıp duruyorsunuz."
Böylece surenin akışı dille söylenen
kelimelerden ibaret ölçüt ile karşılaştığı gerçek ölçüt arasında
duygularında bir denge oluşturmak için, onları daha önce karşılaşmayı
arzuladıkları ve savaş alanında yüzyüze geldikleri ölümle bir daha karşı
kârşıya getirmektedir. Bununla söyledikleri her sözün muhasebesini
yapmalarım, yüzyüze geldiklerinde karşılaştıkları gerçeğin dışında ruhların
dahi pratik birikiminin durumunu ölçmelerini öğretmektedir. Böylece ağır
olguların ışığında, sözün, ideallerin ve vaadlerin değerini takdir
edebilirler. Sonra onlara, kendilerini Cennete ulaştıracak yöntemin sözlerin
gerçekleşmesi, hayellerin somutlaşması ve gerçek bir cihad olduğunu
öğretiyor. Yüce Allah bütün bunları insanların dünyasında pratik olarak
gerçekleştirip öğretiyor.
Kuşkusuz yüce Allah, müminlerin bir çabası ve
yardımı olmaksızın, ilk andan itibaren peygamberlerini, davasını, dinini ve
hayat metodunu galip getirebilirdi. Ad, Semud, ve Lût kavmine yaptığı gibi
müşrikleri yok etmek için onlarla birlikte -ya da onlarsız- savaşsınlar diye
melekler indirebilirdi.
Ancak sorun zafer değildir. Sorun bütün zaaf
ve eksiklikleri, şehvet ve istekleri, cahiliyye ve sapıklıklarıyla
beşeriyetin önderliğini eline almaya hazırlanan müslüman ümmetin
eğitilmesiydi. Beşeriyete önderlik, önder olacakların üstün bir şekilde
hazırlanmalarını gerektiren önemli bir görevdir. Öncelikle, ahlâk gücünü
sürekli hakk üzere bulundurmayı, zorluklara sabretmeyi, insan nefsindeki
zaaf ve güç odaklarını bilmeyi, hata noktalarından ve sapıklık
kaynaklarından ve bunların tedavi yöntemlerinden haberdar olmayı gerektirir.
Sonra şiddette olduğu gibi bollukta, o gün kahredici ve acı gelen bolluktan
sonraki şiddette de sabretmeyi gerektirir.
Yüce Allah bununla müslüman cemaati,
yeryüzündeki varlık sebepleri kıldığı o korkunç ve meşakkatli role
hazırlamak için eğitiyordu. Kuşkusuz yüce Allah, şu geniş mülke halife
kıldığı insanın nasibine bu meşakkatleri de eklemeyi dilemiştir.
Yüce Allah'ın müslüman ümmeti önderliğe
hazırlamaya ilişkin takdiri, değişik araçlar ve sebepler, farklı koşul ve
olgularla kendi yoluna devam etmektedir. Bazen müslüman kitlenin kesin zafer
elde etmesi; böyle umutlanmaları, ilahi yardımın gölgesinde kendilerine olan
güvenlerinin artması, zaferin tadını denemeleri, onun sarhoşluğuna
sabretmeleri, şımarıklık, kibir ve gururu yenme güçlerini ölçmeleri ve
alçakgönüllülükle Allah'a şükretmeleri, bazan da, Allah'a sığınmaları, şahsî
güçlerinin gerçeğini algıladıkları ve Allah'ın metodundan en ufak bir
sapmanın ortaya çıkardığı eksikliği öğrendikleri yenilgi, hüzün ve zorluk
şeklinde yoluna devam etmektedir. Bu şekilde yenilginin acılığını
denemelerine rağmen, arı gerçeğe sahip olmaları, içlerindeki zaaf ve
eksiklik noktalarını öğrenmeleri, şehvetin etkilediği ye'sleri
belirlemeleri, ayakların kaydığı hususları ortaya çıkarmaları ve böylece
gelecek harekette bütün bu olumsuzluklardan kurtulmaları ile batıla karşı
üstünlük sağlarlar. Allah'ın takdiri, hiçbir değişikliğe ve sınırlandırmaya
uğramadan zafer ve yenilgiden dersler çıkararak Allah'ın kanununa uygun
olarak yoluna devam eder.
Bunların tümü, şu ayetlerde gördüğümüz gibi
Kur'an'ın akışının müslüman kitle için biriktirdiği Uhud savaşından elde
edilen sonuçların bir yönünü oluşturmaktadır. Kuşkusuz bunlar, her zamanki
müslüman cemaat ve müslüman nesiller için yararlanılacak birikimlerdir.
Daha sonra surenin akışı, İslâm düşüncesinin
büyük gerçeklerini yerleştirmek, müslüman cemaati bu gerçeklerle muhatab
kılmak, savaşta meydana gelen olaylardan bu gerçekler için bir eksen
oluşturmak ve böylece İslâm toplumunu Kur'an'ın eşsiz metoduyla eğitmek için
bir araç edinmek suretiyle sürmektedir.
144- Muhammed sadece bir
peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi eğer
o ölür ya da öldürülürse topuklarınız üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim iki
topuğu üzerinde geri dönerse bilsin ki, Allah'a hiçbir zarar vermez. Allah
şükredenleri ödüllendirecektir.
145- Allah'ın izni olmaksızın
hiç kimsenin ölmesi söz konusu değildir. O süresi belirli bir yazıya
bağlıdır. Kim dünya kazancını isterse ona ondan veririz. Kim ahiret sevabını
isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri ödüllendireceğiz.
Bu bölümdeki ilk ayet, Uhud savaşında meydana
gelen belli bir olaya işaret etmektedir. Okçular, dağdaki mevzilerini terk
ettiklerinde müslümanların savaş konumlarında açıklık belirmişti. Bunun
üzerine müşrikler oradan bindirmiş müslümanlarla savaşa tutuşmuşlardı.
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) dişi kırılmış, yüzü yaralanmış
ve yarasından durmadan kan akmıştı. Herşey birbirine karışmıştı. Müslümanlar
öylesine dağılmışlardı ki, kimse diğerinin nerede olduğunu bilmiyordu... Bu
arada birisi "Muhammed öldürüldü" diye bağırmıştı. Bu ses, müslümanlar
üzerinde korkunç bir etki bırakmıştı. Birçoğu Medine'ye geri dönmeye,
yenilerek dağa çıkmaya ve büyük bir ümitsizlikle savaşı bırakmaya
başlamıştı. Şayet Resulullah, beraberindeki az sayıdaki adamla dayanmayıp
müslümanları geri çağırmasaydı ve yüce Allah kalplerini sağlamlaştırmasaydı
ve de daha sonra açıklanacağı gibi üzerlerine uyuklama, güven ve emniyet
duygusunu indirmeseydi tamamen dağılıp mahvolacaklardı.
Kur'an-ı Kerim; İslâm ordusunun dikkatlerini
bu derece dağıtan bu olayı, direktifleri için bir temel, İslâm düşüncesinin
gerçeklerini yerleştirmek için bir araç, ölüm ve hayatın hakikati, iman
tarihi ve müminler kervanına ilişkin canlı işaretler için bir eksen
kılmaktadır.
"Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce
nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi eğer O, ölür veya öldürülürse siz
topuklarınızın üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim iki topuğu üzerinde geri
dönerse bilsin ki Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri
ödüllendirecektir."
HZ. PEYGAMBER
Kuşkusuz Muhammed ancak bir peygamberdir.
Ondan önce de peygamberler gelmiş ve ölmüşlerdir. Kendisinden önceki
peygamberler gibi O da ölecektir. Bu, karşılaşılacak basit bir gerçektir.
Öyleyse savaşta bu gerçekle karşılaşılınca unutulmuş olmasının sebebi neydi?
Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) Allah
tarafından, yüce Kelâm'ı tebliğ etmek için gelmiş bir elçidir. Kuşkusuz bâki
ve ölümsüz olan sadece Allah'tır: Aynı şekilde O'nun sözü de ebedî ve
ölümsüzdür. Bu yüzden, bu sözleri tebliğ için gelen Peygamberin ölmesi ya da
öldürülmesi durumunda müminlerin gerisin geriye dönmeleri gerekmez. Bu da
korkunun meydana getirdiği sıkıntı sonucu fark etmedikleri temel oluşturan
basit bir gerçektir. Ancak, müminler hiçbir zaman bu temel ve basit gerçeği
unutmamalıdırlar.
İnsanlar geçicidir akîde ise sonsuza kadar
sürer. Tarih boyunca Allah'ın hayat için koyduğu metod, insanlara götürülüp
uygulanmış ve fakat peygamberler ile davetçilerden bağımsız olmuştur.
Resulullah'ı seven müslümandan; (nitekim O'nun arkadaşları insanlık
tarihinin bir benzerini görmediği bir tarzda O'nu severlerdi. Öyle
severlerdi ki, O'na bir dikenin batmaması için hayatlarını feda ederlerdi.
Nitekim sırtını O'na siper edip hareket etmeden oklara hedef,olan Ebu Dücane
ile düşmanı O'ndan uzaklaştırmak için birbiri ardınca teker teker şehid olan
dokuz kişiyi görmüştük. Kuşkusuz her zaman ve mekânda O'nu böylesine bütün
benlikleri ve bütün duygularıyla seven olacaktır. Hatta yalnızca O'nun
ismini duymakla vecde kapılanlar da olacaktır.) İşte Muhammed'i (salât ve
selâm üzerine olsun) bu şekilde seven bir müslümandan, Muhammed'in şahsı ile
O'nun tebliğ edip kendisinden sonra insanlara bıraktığı ve ölümsüz Allah'tan
gelerek O'na ulaşan ebedi akideyi birbirinden ayırması istenmektedir.
Kuşkusuz dava, davetçiden önce gelir.
"Muhammed sadece bir peygamberdir. O'ndan
önce nice peygamberler gelip geçmiştir."
Peygamberimizden önce de zamanın
derinliklerine inen, tarihin köklerine uzanan, insanlıkla başlayıp yolun
başlangıcında insanlığa hidayet ve barış ile yol gösteren bu davayı taşıyan
peygamberler gelmiştir.
Dava, davetçiden daha büyük ve daha
kalıcıdır. Davetçiler gelip giderler ancak dava nesiller ve asırlar boyu
sürer. Davaya tabi olanlar, Resullerin getirdiği ilk kaynağa bağlı
kalacaklardır. Ve müminler Bakî olan yüce Allah'a yönelecektir. O halde yüce
Allah diri ve ölümsüz iken müminlerden birinin geri dönüp Allah'ın
hidayetinden irtidat etmesi hoş karşılanamaz.
İşte, bu îmalı sorunun, bu tehdidin ve
aydınlatıcı açıklamanın sebebi şudur:
"...Şimdi eğer O, ölür veya öldürülürse siz
topuklarınızın üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim iki topuğu üzerinde geri
dönerse Allah'a hiç bir zarar veremez. Allah şükredenleri
ödüllendirecektir."
İfadede irtidâtın canlı bir tablosu yer
almaktadır; "...topuklarınızın üzerinde geri mi döneceksiniz!" "... Kim iki
topuğu üzerinde geriye dönerse..." Geriye dönmedeki algılanan bu hareket,
akideden irtidat etme olayını, seyredilen bir manzara gibi somutlaştırıyor.
Burada kasdedilen, savaştaki yenilgiden kaynaklanan duygusal irtidat
değildir. Aksine, "Muhammed öldürüldü" diye birinin bağırmasından sonra
meydana gelen ruhsal irtidattır söz konusu edilen... Çünkü, bu söylentiden
sonra bazı müslümanlar; müşriklerle savaşmanın yararsızlığına, Muhammed'in
(salât ve selâm üzerine olsun) ölmesiyle bu dinin işinin bittiğine ve
müşriklere karşı cihadın sona erdiğine inanmaya başlamışlardı. İfadenin
somutlaştırdığı ruhsal hareket budur. Savaşta ökçeleri üzerinde dönüp
kaçmaları gibi dinden dönmelerini de kapsayan bir olaydır. İşte, Nadir b.
Enes (Allah O'ndan razı olsun) "Muhammed öldürüldü" deyip savaştan ellerini
çekenleri görünce "O'ndan sonra yaşayıp da ne yapacaksınız. Kalkın
Resulullah'ın öldüğü uğurda siz de ölün" diyerek sakındırdığı da buydu.
"...Kim iki topuğu üzerinde geriye dönerse,
Allah'a hiçbir zarar veremez.
Zararlı çıkacak olan, kendisine eziyet edip
yoldan sapandır. Onun geri dönmesi Allah a hiçbir zarar dokundurmaz. Çünkü
Allah; İnsanlara ve onların imanına muhtaç değildir. Ancak yüce Allah,
kullarına acıması ve onların mutluluğu ve iyiliği dolayısıyle bu metodu
koymuştur. Bu metoddan ayrılan her sapık, kendi nefsi ve çevresinden bir
bedbahtlık ve şaşkınlıkla karşılaşmak suretiyle cezasını çekecektir. Ayrıca
hayat düzeni ile ahlâk tamamen bozulur ve bütün işler aksar. Neticede
insanlar; gölgesinde hayat ve ruhlarının istikamet bulduğu, hem fıtratları
hem de içinde yaşadıkları evrenle barış içinde yaşamak için bir ortam
buldukları bu biricik metoddan sapmanın cezasını tadarlar.
"...Allah, şükredenleri ödüllendirecektir."
Onlar, yüce Allah'ın kullarına bu sistemi
bağışlamakla verdiği nimetin değerini bilirler. Bu yüzden hem sisteme uymak,
hem de Allah'a hamd etmekle şükürlerini yerine getirirler. Bu sisteme uymak
suretiyle mutlu bir hayat sürdürmeleri de şükürlerine güzel bir karşılık
olmaktadır. Daha sonra yüce Allah'ın kendilerine ahirette vereceği
karşılıkla yaşayacaklar ve mutlulukları daha büyük ve kalıcı olacaktır.
Sanki yüce Allah, bu olay ve bu ayetle,
müslümanların aralarında yaşayan peygamberlerin kişiliğine olan şiddetli
bağlılıklarını kesmek istemiştir. Devamla, Muhammed'in (salât ve selâm
üzerine olsun) ilk defa ortaya çıkarmadığı, yalnızca kendisinden önceki
elçilerin insanları kana kana içmeye çağırdıkları gibi O'nu da göstermiştir.
Böylece yüce Allah insanları, fışkıran asıl kaynağa doğrudan bağlamak
istemiştir.
Sanki yüce Allah, insanların elinden tutup
onları Muhammed'in bağlamadığı, sadece insanların elini tutuşturup onları
birlikte sarılmaya çağırdığı kopmaz bir kulpa doğrudan ulaştırmayı
dilemiştir.
Sanki yüce Allah Resulullah'ın (salât ve
selâm üzerine olsun) ölmesi ya da öldürülmesiyle üzerlerinden kalkmayacak
olan sorumluluklarını doğrudan algılamaları için müslümanların İslâm ile
olan ilişkilerini ve Allah ile olan sözleşmelerini direkt bir duruma
getirmeyi ve Allah'ın önünde yaptıkları bu sözleşmenin sorumluluğunu
aracısız duymalarını dilemektedir. Çünkü onlar Allah'a biat etmişlerdir.
Dolayısıyla Allah'ın huzurunda sorumlu olacaklardır.
Sanki yüce Allah, meydana geldiğinde
güçlerini aşacağını bildiği halde, müslüman kitleyi bu büyük sarsıntıya
hazırlamakta ve böylece dehşet ve şaşkınlık kendilerini sarmadan, onları
alıştırmak ve sadece kendisine ve kalıcı davasına bağlamak istemektedir.
Nitekim, büyük sarsıntı meydana gelince
dehşet ve şaşkınlık içinde kalakalmışlardı. Hatta Ömer (Allah O'ndan razı
olsun) kılıcını çekmiş, onunla "Muhammed öldü" diyeni tehdit etmeye
başlamıştı.
Kalbi, arkadaşı Resulullah'a ve Allah'ın
O'nun hakkındaki kaderini algılamaya sağlam bir bağla bağlı bulunan Ebu
Bekir'den (Allah O'ndan razı olsun) başkası sebat edememişti. Nitekim Ebu
Bekir bu ayeti hatırlayıp, dehşete düşmüş şaşkınlara hatırlatınca onlar bu
ilahi çağrıyı ilk defa işitmiş gibi tevbe edip geri dönmüşlerdi.
Daha sonra Kur'an-ı Kerim'in akışı; insan
nefsinin derinliklerinde gizlenen ölüm korkusuna uyarıcı bir şekilde
değinmekte; Ölüm ve hayat hakkındaki kalıcı gerçekleri dile getirmektedir.
Ayrıca hayat ve ölümdén sonra Allah'ın kullarını denemesi ve cezaya ilişkin
hikmet ve takdirini açıklaması suretiyle bu korkuyu gidermektedir.
"Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin ölmesi
söz konusu değildir. O süresi belirli bir yazıya bağlıdır. Kim dünya
kazancını isterse ona ondan veririz. Kimde ahiret sevabını isterse ona da
ondan veririz. Biz şükredenleri ödüllendireceğiz."
Kuşkusuz her nefsin belirlenen süreye kadar
yazılmış bir eceli vardır. Bu belirlenen süre dolmadan herhangi bir kişinin
ölmesi söz konusu değildir. Telaş, hırs, savaşa katılmama ve korku bu süreyi
uzatmadığı .gibi cesaret, direnç, öne atılma ve sözüne bağlı kalma da ömrü
kısaltmaz. O halde korkaklığa gerek yoktur. Korkudan gözleri kaymasın
korkakların. Süre belirlenmiştir, birgün kısaltılamayacağı gibi artırılamaz
da.
Bununla, ecel gerçeği insan ruhunda yer
etmektedir. Artık insan onunla uğraşmayı bir tarafa bırakıp hesaba
katmamakta ve imanın gereği olan sorumluluk ve görevlerini hakkıyla yerine
getirmeyi düşünmektedir. Bununla korku ve dehşetin doğurduğu ürkekliği
üzerinden attığı gibi cimrilik ve ihtirasın boyunduruğundan da kurtulur. Bu
sayede insan, sabır güven ve tek başına ecele egemen olan Allah'a
dayanmakla, yolun bütün sorumluluk ve görevlerini yerine getirerek yoluna
devam eder.
Daha sonra ayet-i kerime, hakkında kesin
hüküm verilen bu sorunu çözdükten sonra nefse dönüyor. Ömür, önceden
yazılmış ve ecel belirlenmiş olduğuna göre, nefis yarın için ne
hazırladığına ve ne istediğine baksın. İmanın gereği sorumluluklardan geri
kalmayı, bütün ilgisini yeryüzüyle sınırlandırmayı ve sadece şu dünya için
yaşamayı mı; yoksa, ömür ve hayata ilişkin bu bilgi ve ihtimamını
dengelemekle beraber, yüce bir ufukla yüksek ilgilere ve bu hayattan daha
büyük bir hayata mı yükselmek istiyor. Ona baksın nefis.
"... Kim dünya kazancını isterse kendisine
ondan veririz. Kim de ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz."
Ömür ve ecelle kıyaslanınca sonuçları bir
olsa da bu hayatla şu hayat arasında, bu ilgiyle şu ilgi arasında ne kadar
fark vardır. Sadece bu dünya için yaşayan ve yalnızca bu dünya nimetlerini
isteyen, böceklerin, vahşilerin ve hayvanların hayatını yaşar. Sonra da
yazılmış eceliyle belirlenen zamanda ölüp gider. Fakat, diğer ufka yükselen
ise, Allah'ın onurlandırıp halife kıldığı ve bu konumuyla farklı bir statü
bahşettiği "insan"ın hayatını yaşar. O da yazılmış eceliyle belirlenen
zamanda ölür. "Allah'ın izni olmaksızın hiç kimsenin ölmesi söz konusu
değildir. O, süresi belirli bir yazıya bağlıdır."
"...Şükredenleri ödüllendireceğiz."
Bu ödül, insana yapılan ilahî bağış nimetini
algılayıp hayvansal derecelerin üstüne çıkan ve yüce Allah'ın bu nimetine
karşı şükretmekle imanın sorumluluklarını yerine getirenleredir.
Böylece Kur'an-ı Kerim, ölüm ve hayatın
niteliklerini açıklıyor. Hayvanların ve insanların yaşama gayelerini
açıklıyor. Bazı insanların, hayvanlar gibi hayat sürme gayelerinin olduğunu,
bazı insanların da yüce gayeler için yaşadığını beyan ediyor. Böylece nefsi,
ölüm ve hayata ilişkin hiçbir şeye malık olmadığının farkına vardırıp onu
ölüm korkusundan ve sorumluluk telaşıyla uğraşmaktan vazgeçiriyor. Neticede
de insan, seçebildiği ve kendi gücü dahilinde daha faydalı şeylerle uğraşmış
olacaktır. Artık ya dünyayı ya da ahireti seçecektir. Kuşkusuz seçtiğinin
karşılığını da yüce Allah'ın katında bulacaktır.
Daha sonra yüce Allah, müslümanlara,
kendilerinden önce zamanın derinliklerine kök salmış ve yolun uzunluğu
boyunca sıralanıp hareket eden ve imanlarında sadık olup peygamberleriyle
savaşa çıkan mümin kardeşlerinden örnekler veriyor. Ki onlar imtihan
karşısında ümitsizliğe kapılmayıp ölüme gittikleri bu makamda, cihad
makamında imandan kaynaklanan edep tavrını takınmışlar ve Rabblerinden
bağışlanma dilemişlerdir. İşlerinde "aşırılık" gördüklerinde hatalarını
itiraf etmekten ve kâfirlere karşı Rabblerinden dayanma gücü ve zafer
dilemekten kaçınmayan, böylece duadaki iyi davranışlarının ve cihad
alanındaki iyi durumlarının karşılığı olarak dünya ve ahiret sevabını hak
eden ve yüce Allah'ın müslümanlara örnek verdiği bir konuma gelen iman
kervanını örnek gösteriyor:
"Nice peygamberler var ki çok sayıda
taraftarı kendisi ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda başlarına
gelenlerden dolayı yılmadılar, gevşemediler, boyun eğmediler. Allah
sabırlıları sever."
"Onlar sadece `Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve
davranışlarımızdaki ayılıklarımızı bağışla. Ayaklarımızı kaydırma ve
kâfirler karşısında bize yardım et' demişlerdir."
"Allah da onlara hem dünya kazancını hem de
ahiret mükâfatının en güzelini verdi. Allah iyi işler yapanları sever."
UHUD'DAKİ YENİLGİ
"Uhud" yenilgisi, zayıf ve azınlık oldukları
halde yüce Allah'ın Bedir'de kendilerine yardım ettiği ve her durumda
zaferin kendileri için evrensel bir yasaymış düşüncesinin ruhlarında yer
ettiği müslümanların karşılaştığı ilk yenilgiydi. Bu yüzden, Uhud
çarpışmasında beklenmedik bir sınav vermişlerdi.
Kur'an-ı Kerim'de bu olaydan çokça
sözedilmesinin sebebi; ruhlarını eğitmek, düşüncelerini doğrultmak ve onları
hazırlamak için bazen teselli ederek, bazan hoşnutsuzluk göstererek, bazen
hükümler yerleştirerek, bazen de örnek vererek her fırsatta müslümanların
elinden tutarak devam etmesi olsa gerek. Çünkü, önlerindeki yol uzun,
karşılaşacakları deneyler yorucu, üzerlerindeki sorumluluk son derece ağır
ve çağrıldıkları görev oldukça büyüktür.
Burada verilen örnek, genel bir örnektir.
Peygamber ve topluluk sınırlandırılması söz konusu değildir. Sadece iman
kervanına bağlanmaları, müminlerin tavrını bilmeleri, buradaki imtihan
olayını her davet ve din için kaçınılmaz bir şey olarak düşünmeleri,
duygularında müminlere yakınlık düşüncesini, gönüllerinde akidenin tekliğini
ve kendilerinin büyük iman ordusunda bir bölük konumunda olduklarını
yerleştirmek için onları kendilerinden önceki peygambere uyanlara bağlamak
amacı güdülmektedir.
"Nice peygamber var ki, çok sayıda taraftarı
kendisi ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden
dolayı yılmadılar, gevşemediler ve boyun eğmediler."
Nice topluluklar beraberlerindeki
peygamberlerle büyük savaşlar verdiler. Başlarına gelen bela, hüzün, zorluk
ve işkencelerden dolayı ruhlarında bir zaaf ve çarpışmanın sürmesinden
dolayı güçlerinde bir eksilme söz konusu olmadı. Ne korkuya ne de düşmana
teslim oldular. Akide ve din uğruna savaşan müminin yapması gereken de
budur.
"...Allah sabırlıları sever."
Onların ruhları sarsılmaz, güçleri dağılmaz,
dirençleri gevşemez, boyun eğmez ya da teslim olmazlar. Allah sabırlıları
sever ifadesinin derin etki ve ilhamları vardır. Yarayı tedavi eden, acıları
saran, zarar ve amansız çarpışmayı hafifleten bu sevgidir.
Buraya kadar ayet-i kerime, o müminlerin
zorluk ve imtihan anındaki durumlarının açık bir portresini çizdi. Şimdi
ise, ruhlarının ve duygularının gizli bir tablosunu; ruhlara ağır gelen,
onları aşılmaz tehlikelerle bağlayan -ancak müminlerin ruhlarını Allah'a
yöneltmekten alıkoymayan- tehlikeyle yüz yüze geldiklerinde Allah hakkında
takındıkları edep tavrının tablosunu çizmektedir. Bu müminlerin nefisleri
alışkanlıkları olduğu üzere ilk önce zafer istemiyorlar. Düşmana karşı
dayanma ve zaferden önce, günah ve hatalarını itiraf için af ve bağışlanma
dilemektedirler.
"Onlar sadece `Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve
davranışlarımızdaki aşırılıkları bağışla. Ayaklarımızı kaydırma ve kafirler
karşısında bize yardım et: demişlerdir."
Ne nimet ne de servet istiyorlar. Hatta sevap
ve mükafat da istemiyorlar. Ne dünya ne de ahiret sevabını istiyorlar.
Allah'ın yolunda savaşıp sadece O'na yönelirken Allah'a karşı son derece
edepli bir tavır takınmaktadırlar. Ondan önce günahlarından bağışlanma sonra
ayaklarının kaymamasını ve sonra da kafirlere karşı yardım beklemektedirler.
Yardımı da kendileri için istemiyorlar. Kâfirlere ceza olarak küfrün
hezimetini istiyorlar. Bu da yüce Allah'ın nimetleri karşısında mümine
yakışan bir tavırdır.
İşte kendileri için hiçbir şey beklemeyenlere
yüce Allah, katından herşey vermiştir. Aynı şekilde ahireti isteyenlerin
temenni edip ümit ettiklerini de vermiştir.
"...Allah da onlara hem dünya kazancını, hem
de ahiret mükâfatının en güzelini verdi."
Yüce Allah onlara ihsanını gösteriyor. Güzel
bir edep tavrı takındıklarından, cihadı hakkıyla yerine getirdiklerinden
dolayı onlara karşı sevgisini bildiriyor. Kuşkusuz bu da en büyük nimet ve
en büyük sevaptır:
"...Allah iyi işler yapanları sever."
İslam düşüncesinin büyük gerçeklerini içeren,
müslüman kitlenin eğitilmesi rolünü hakkıyla yerine getiren ve müslüman
ümmetin her nesli için bu birikimleri saklayan bu bölüm de böylece sona
eriyor.
Surenin akışı; düşünceleri doğrultmak,
vicdanları eğitmek, yolun kaygan noktalarından sakındırmak, müslüman
kitleyi, kendilerini kuşatan hilelere ve düşmanlarının kurduğu tuzaklara
karşı uyarmak amacıyla savaşta meydana gelen olayları sunmak ve onları
değerlendirmelerine eksen kılmak hususunda bir diğer adım atarak
sürmektedir.
Uhud'daki yenilgi, Medine'deki, kafir,
münafık ve yahudilerin çeşitli söylentiler çıkarmalarına bir fırsat olmuştu.
Medine, henüz bütünüyle müslümanların olmamıştı. Oradaki müslümanlar
"Bedir'in" içindeki parlak zafer ve oluşturduğu korku duvarıyla kuşatılmış
son derece garip bir topluluk idiler. Ancak Uhud'da alınan bu yenilgiyle
durumları büyük ölçüde değişti. Pusuda bekleyen düşmanlar, kinlerini açığa
vurmak, zehirlerini saçmak ve bütün müslümanların -özellikle şehid olanların
ve ağır şekilde yaralananların- evlerinde meydana gelen felâket havası
içinde hile ve desiselerini yaymak ve böylece müslümanların fikir ve
saflarını karıştırmak için müsait bir ortam bulmuş oldular.
Kur'an'ın yönlendirici sunuşu ile savaşın
gövdesini ve en geniş sahnelerini temsil eden aşağıdaki bölümde, yüce
Allah'ın, iman edenleri kafirlere uymaktan sakındırmak için seslendiğini,
düşmanlarının kalbine korku salıp, kendilerine zafer vereceğini
vaadettiğini, onlara savaşın başlangıcında vaadettiği zaferi verdiğini;
ancak kendilerinin çekişmeleri ve Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine
olsun) emrine muhalefet etmeleri yüzünden bu zaferi kaybettiklerini
hatırlattığını görüyoruz. Daha sonra, savaş sahnesi, heriki yönüyle,
canlılık ve hareket fışkıran bir tarzda sunuluyor. Yenilgi ve korkunun
ardından gelen, Allah hakkında kötü zan besleyen münafıkların kalbini
kemiren şaşkınlık ve hasret ile müminlerin kalplerine indirilen güven söz
konusu edilmektedir. Böylece bir taraftan, kulların ecellerine ilişkin ilahi
takdirin hakikatinin yerleştirilmesiyle birlikte, olayların bu şekilde sürüp
gitmesinin ardındaki gizli hikmet ve latif plan da ortaya çıkmış oluyor.
Surenin akışı, bu bölümün sonunda müminleri; kafirlerin ölüm ve şehadet
konusunda yaydıkları sapık düşüncelerden sakındırmakta ve onları ölme ya da
öldürülme şeklinde olsun, insanların sonuçta görecekleri diriliş gerçeği ile
yüzyüze getirmekte ve her ne suretle olursa olsun mutlaka Allah'a
döneceklerini bildirmektedir.
KÂFİRLERE TÂBİ OLMAK
146- Nice peygamber var ki,
çok sayıda taraftarı kendisi ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda
başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, yılmadılar ve boyun eğmediler.
Allah sabırlıları sever.
147- Onlar sadece "Ey
Rabbimiz, günahlarımızı ve davranışlarımızdaki aşırılıklarımızı affeyle,
ayaklarımızı kaydırma ve kâfirler karşısında bize yardım et" demişlerdir.
148- Allah da onlara hem
dünya kazancını ve hem de ahiret mükâfatının en güzelini verdi. Allah iyi
işler yapanları sever.
149- Ey müminler, eğer
kâfirlere itaat ederseniz sizleri topuklarınız üzerinde geriye döndürürler
de hüsrana uğrarsınız.
150- Oysa Allah'tır sizin
mevlânız. O yardım edenlerin en hayırlısıdır.
151- Biz kâfirlerin
kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar kendilerine hiçbir güç verilmemiş
olan nesneleri Allah `a ortak koşmuşlardır. Onların gidecekleri yer
Cehennem'dir. Zalimlerin varacağı yer ne fenadır!
152- Allah size verdiği sözü
yerine getirdi. Hani size sevdiğinizi (zaferi) gösterdikten sonra
bozuluncaya, savaş konusunda görüş ayrılığına düşünceye ve itaatsizlik
edinceye kadar müşrikleri kırıp geçiriyordunuz. Kiminiz dünyayı istiyordu,
kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra sizi deneyden geçirmek için onların
başından savdı. Ama yine de sizi affetti. Allah müminlere karşı gerçekten
lütuf sahibidir.
153- Hani Peygamber
arkanızdan sizi çağırırken, hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz; ne
kaybettiğinize ve ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah sizi
kederden kedere uğrattı. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
154- Sonra o kederin ardından
Allah, üzerinize içinizden bir grubu saran bir güven duygusu, bir uyuklama
indirdi. Bir grup da kendi derdi-ne düştü. Bunlar Allah hakkında cahiliye
zihniyetini yansıtan, gerçeğe aykırı bir düşünce taşıyorlar ve "Bu işte
bizim bir fonksiyonumuz var mı?" diyorlardı. Onlara de ki; "Hayır, bu
tamamen Allah'ı ilgilendiren bir iştir."
Aslında sana açıklayamadıkları bir şeyi
içlerinde saklıyorlar. içlerinden "Eğer bu işte bir fonksiyonumuz olsaydı
burada öldürülmezdik " diyorlar. De ki; "Eğer evlerinizde de olsaydınız
alınlarına ölüm yazılanlar uzanacakları yerleri yine de boylarlardı." Allah,
gönüllerinizdekini deneyden geçirmek ve kalplerinizdekini arıtmak için
bunları başınıza getirdi. Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin özünü bilir.
155- İki topluluğun
karşılaştığı gün savaştan geri dönenlerinizi şeytan bazı günahkar duyguları
yüzünden ayartmaya girişmişti. Ama Allah onları yine de affetti. Hiç
kuşkusuz Allah affedici ve halimdir.
156- Ey müminler, yolculuğa
çıkan ya da savaşa katılan kardeşleri hakkında "Eğer onlar yanımızda
olsalardı ölmezler ya da öldürülmezlerdi" diyen kâfirler gibi olmayınız.
Allah bu asılsız saplantıyı onların kalplerine çöreklenen acı bir
hayıflanmaya dönüştürdü. Oysa can veren de öldüren de Allah'tır. Hiç
kuşkusuz Allah yaptıklarını görür.
157 Eğer Allah yolunda
öldürülür ya da ölürseniz, Allah'tan gelecek olan bağışlama ve rahmet,
onların biriktirecekleri dünya nimetlerinden daha hayırlıdır.
158- Kuşku yok ki, ölseniz de
öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız.
Şu ayetler grubuna araştırıcı bir gözle
baktığımızda, kanatlarının canlılık fışkıran bir çok sahneyi, İslâm
düşüncesi, insan hayatı ve evrensel yasalara ilişkin temel ve büyük
hakikatleri sardığını görürüz. Duygu ve düşünceleri coşturacak düzeyde
savaşın hiçbir yönünü dışarda bırakmayacak şekilde; çabuk, canlı, hareketli
ve derin bir dokunuşla ele aldığına şahid oluruz. Kuşkusuz bu ayetler;
meydana geldiği atmosfer, kendine özgü koşulları ve olayları, beraberindeki
ruhsal ve duygusal hareketlerle birlikte, savaşı, canlılık ve gözler önüne
serme bakımından, bunca uzunluk ve detaylılıklarına rağmen siyer
kitaplarında rastlanan tüm rivayetlerden daha etkindirler. Ayrıca, daha
doğru bir düşünceye ulaşmak isteyen ruhlardaki canlı ve hareket halindeki
gerçekler yığınını da kanatlarının altına aldığını görürüz.
Bunca sahneyi, bütün bu gerçekleri, bu denli
canlı, hareketli ve duygulandırıcı bir tarzda bu kadarcık söz ve ifadeye
sığdırmak insanın yapacağı birşey değildir kuşkusuz. Bu gerçeği, üslupların
sırlarını ve ifadelerinin gücünü algılayanlar, öncelikle de üslûplarla
uğraşan ve ifadenin sırlarını araştıranlar kavrayabilirler:
"Ey müminler, eğer kafirlere itaat ederseniz
sizleri topuklarınızın üzerinde geriye döndürürler de hüsrana uğrarsınız."
"Oysa Allah'tır sizin mevlanız. O, yardım
edenlerin en hayırlısıdır."
Medine'deki kafirler, münafıklar ve
yahudiler, müslümanların dirençlerini kırmak, Muhammed'le (salât ve selâm
üzerine olsun) birlikte hareket etmenin sonucundan onları korkutmak, savaşın
ürkütücü yanlarını, Kureyş müşrikleri ve müttefikleriyle takışmanın
sonuçlarını tasvir etmek için müminlerin başlarına gelen yenilgi, ölüm ve
yaralanmaları dillerine dolamışlardı. Küfür kalplerin karıştırılması,
safların dağılması, güvensizliğin oluşması ve güçlülerle savaşmaya devam
etmenin gereğinden kuşkulanmanın yayılmasını istiyordu. Çünkü savaştan el
çekmenin hoş gösterilmesi ve zaferi kazanmak üzere olanların barışmaya
yanaştırılması için en uygun hava, yenilgi havasıdır. Ayrıca bu atmosfer,
kişisel acıların ve bireysel felaketlerin yaygınlaşıp toplumun ve akidenin
bünyesini yıkmaya dönüşmesine ve böylece galip güçlere teslim olmaya uygun
bir atmosferdir.
Bu yüzden yüce Allah, iman edenleri kafirlere
uymaktan sakındırmaktadır. Çünkü kafirlere uymanın sonu kesin zarardır;
hiçbir kâr ve yarar söz konusu değildir. Onlara uymak, topukların üzerinde
küfre gerisin geriye dönmektir. Mümin, ya küfür ve kafirlerle savaşmak,
batıl ve batıla uyanları defetmek suretiyle yoluna devam edecek ya da Allah
korusun topukları üzerinde küfre dönecektir. Müminin konumunu ve dinini
koruyarak ikisinin arasına pasif bir pozisyonda bulunması imkansızdır. İnsan
böyle düşünebilir. Yenilginin ardından, yara ve berenin etkisiyle, güçlü
galiplerle savaşmaktan vazgeçip, onlarla barış yapabileceğini, bununla
beraber dinini, akidesini, imamı ve varlığını koruyabileceğini sanabilir.
Bu, kof bir vahimdir. Böyle bir durumda ileriye atılmayanın, geriye dönmesi
kaçınılmazdır. Küfür, şerr, sapıklık ve tağutlarla savaşa tutuşmayanın,
horlanıp geriye dönerek; küfür, şerr sapıklık, batıl ve tuğyana dönmesi
zorunlu bir sonuçtur. Bir kişinin akidesi ve imanı, onu kafirlere uymaktan,
onları dinlemekten ve onlara güvenmekten alıkoyamıyorsa bu durumu o kişinin
gerçekte daha ilk andan itibaren iman etmediğini gösterir. Akide sahibinin,
akidenin düşmanlarına dayanması, onların desiselerine kulak vermesi ve
direktiflerine uyması ruhsal bozgun belirtisidir. Yenilgi baş gösterdimi de
sürecektir. Artık kimse onu sonuçta yenilmekten, topukları üzerinden küfre
dönmekten alıkoyamaz. İlk adımlarını atarken bu kötü sonuca varacağını
zannetmese de... Mümin, akidesi ve yönetilmesi bakımından, dininin ve
önderliğinin düşmanlarına danışma gereğini duymaz. Bir kere onları dinlerse
fıtri ve pratik bir olgu olarak artık topukları üzerinde irtidat yolunu
tutmuş demektir. İşte yüce Allah, müminleri uyarmakta, bundan sakındırmakta
ve iman adına onlara seslenmektedir:
"Ey müminler, eğer kafirlere itaat ederseniz
sizleri topuklarınızın üzerinde geriye döndürürler de hüsrana uğrarsınız."
Topukların üzerinden, imandan küfre dönme
yıkımından daha büyük zarar var mı? İman zararından sonra hangi kazanç
olabilir ki?
Şayet kafirlere uymaya eğilim göstermenin
nedeni, onlardan bir koruma ve yardım beklentisi ise, bu bir vehimdir.
Ayetlerin akışı, yardım ve korumanın gerçeğini hatırlatarak bunu da
reddediyor:
"Oysa Allah'tır sizin mevlanız. O, yardım
edenlerin en hayırlısıdır."
Müminlerin dostluk ve yardım bekleyecekleri
merci burasıdır. Allah'ın dost olduğu kimse için O'nun yarattıklarının
birinin dostluğuna gerek varmı? Yardımcısı Allah olanın, kulların yardımına
ihtiyacı olur mu?
Ayetlerin akışı, müslümanların kalplerini
sağlamlaştırmak için kendisine hiçbir otorite, güç ve kuvvet indirilmeyen
şeyleri Allah'a ortak koşmalarından dolayı düşmanlarının kalplerine korku
salındığını müjdeliyerek bunun ahirette hazırlanan azaptan önce olacağını
bildirerek sürmektedir:
"Biz kafirlerin kalplerine korku salacağız.
Çünkü onlar kendilerine hiçbir güç verilmemiş olan nesneleri Allah'a ortak
koşmuşlardır. Onların gidecekleri yer Cehennemdir. Zalimlerin varacağı yer
ne fenadır."
Kafirlerin kalplerine korku salınacağına
ilişkin Ulu, Kâdir ve Kahhar olan Allah'ın verdiği söz, savaşın sonu için
bir garanti, düşmanlarının yenilgisi ve dostlarının zaferi için bir
güvencedir.
Küfrün, imanla karşılaştığı her savaş için
geçerlidir bu vaad. Küfredenlerin, korkmadan ve Allah tarafından kalplerine
atılan dehşet duygusu harekete geçmeden müminlerle karşılaştıkları vaki
değildir. Ancak önemli olan, müminlerin kalplerinde iman ve birtek Allah'a
dostluk duygusu gerçeğinin bulunmasıdır. Bu dostluğa sıkı sıkıya bağlı
bulunmaları, Allah'ın ordusunun galip olacağı gerçeği konusunda her türlü
söylenti ve kuşkudan soyutlanmaları ve kâfirlerin, yeryüzünde Allah'ı aciz
bırakamayacakları gibi O'ndan kurtulamayacaklarını da bilmeleridir.
Görünüşte bu gerçeğe aykırı bir durum belirdiğinde de Allah'ın ayette geçen
sözüne içtenlikle güvenip buna göre hareket etmeleri gerekir. Çünkü,
Allah'ın sözü, insanların gözlerinin gördüğü ve akıllarının değerlendirdiği
herşeyden daha doğrudur.
Kâfirler korkacaklardır. Çünkü kalpleri
gerçek bir dayanaktan yoksundur. Çünkü onlar ne bir güce ne de güçlü birine
dayanmaktadırlar. Onlar hiçbir güçleri olmayan tanrılarını Allah'a ortak
koşmaktadırlar. Çünkü yüce Allah, bu tanrılara hiçbir güç bahşetmemiştir.
"Kendisine hiçbir güç verilmemiş olan
nesneler..." deyimi bazen iddia edilen tanrıları, bazen de kof inançları
vasıflandırmak için Kuran'da sıkça rastladığımız köklü ve temel bir gerçeğe
işaret eden derin anlamlı bir deyimdir.
Kuşkusuz, herhangi bir düşünce, inanç, kişi
veya kuruluş, taşıdığı gizli güç ve caydırıcı otorite oranında, yaşar,
hareket alanı bulur ve etkinlik gösterebilir. Bu güç; içindeki "Hakk"
mefhumu ile, yani Allah'ın tüm evreni dayandırdığı temeller ve evrende
yürürlükte olan Allah'ın koyduğu yasalara uygunluk derecesi ile ölçülür. Bu
"Hakk" olma mefhumunu içermesi ile yüce Allah, varlık aleminde gerçek
anlamda faal ve etkin olan güç ve otoritesinden ona bahşedecektir. Aksi
takdirde, görünürde parlak ve heybetli görünse de son derece hafif boş,
zayıf ve çürük olacaktır bu güç.
Müşrikler, (Allah'tan) başka tanrıları
çeşitli şekillerde Allah'a ortak koşarlar. Öncelikle, uluhiyetin
özelliklerinden herhangi bir şeyi Allah'tan başkasına vermekle meydana gelir
bu şirk. Bu özellik, kanun koyma, hayat tarzları ve toplumsal düzenleri için
başvurdukları değerleri belirlemek için bu kanunlara uymaya ve bu değerleri
benimsemeye zorlamak şeklinde kullar üzerinde kullara egemenlik hakkı
tanımaktır. Bu özelliklerin kapsamında bulunan ve onlardan bir parça sayılan
sembolik ibadet sorunu bundan sonra gelir.
Peki bu tanrılar, Allah'ın şu evreni
dayandırdığı "hakk"tan neye sahip bulunuyorlar? Kuşkusuz yüce Allah, şu
evreni sadece bir olan yaratıcısına dayanması için yaratmıştır. Bütün bu
yaratıkları da, ortak koşmaksızın kendisine kullukta bulunmaları, hiç
tartışmasız kanun ve değerler konusunda sadece kendisine başvurmaları ve
O'na bir başkasını eş koşmadan hakkıyla kendisine kulluk etmeleri için
yarattı. Bunun için, kapsamlı anlamıyla Tevhidin dışına çıkan herşey,
dayanıksız ve boştur. Evrenin yapısındaki gizli "hakk"tan yoksundur. Bu
yüzden de çürük ve cılızdır. Ne bir güç ne de bir otoriteye sahiptir.
Hayatın akışında hiçbir etkisi söz konusu değildir. Hatta hayat öğelerine ve
hayat hakkına da sahip değildir.
İnanç ve düşünce konusunda kendilerine hiçbir
güç verilmeyen Tanrıları Allah'a ortak koştuklarından dolayı müşrikler,
zayıflık ve boşluğa dayanmaktadırlar. Onlar sonsuza kadar hor ve zayıf
çığırtkanlar olacaklardır. Mutlak güç sahibi gerçeğe dayanan müminlerle
karşılaştıklarında içlerini hep bir korku saracaktır onların.
Hakk ile batılın karşılaştığı her durumda bu
vaadin doğruluğunu buluruz. Kaç kere, silahsız hakk karşısında son derece
silahlanmış olarak dikilen batıl, korkaklar gibi büzülmüş, bunca silahlı
kalabalığa rağmen her hareketten ve her sesten dolayı titremiştir. Hakk
hareket edip saldırıya geçince de, bunca kalabalığına ve hakkın azlığına
rağmen Allah'ın vaadini doğrularcasına batılın saflarında; dehşet, korku,
parçalanma ve bozgun baş göstermiştir.
"Biz kafirlerin kalplerine korku salacağız.
Çünkü onlar kendilerine hiçbir güç verilmemiş olan nesneleri Allah'a ortak
koşmuşlardır."
Bu dünyadaki halleri... Ya ahirette?.. Orada
da zalimlere yakışan acıklı ve fenâ bir sonuç beklemektedir onları...
"Onların gidecekleri yer de Cehennemdir
Zalimlerin varacağı yer ne fenadır."
İşte bu noktada ayetlerin akışı müslümanlara,
Uhud savaşındaki bu vaadin doğruluğunu belgeleyen kanıtlara çevrilmektedir.
Çünkü savaşın başında zafer onların olmuştu. Müşrikler birer birer
öldürülüyordu. Arkalarında birçok ganimet bırakarak kaçmaya başlamışlardı.
Bayrakları da yere düşmüş ve bir kadın kaldırıncaya kadar kimse de buna el
atmamıştı. Ganimete karşı okçuların nefislerinde zaaf belirip, aralarında
çekişerek Peygamberleri ve komutanları Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine
olsun) emrine karşı gelmeyinceye kadar müslümanların zaferi yenilgiye
dönüşmemişti. Burada ayetler dikkati; sahneleri, mekânları, olayları ve
koşullarıyla savaşın içine çekmektedir:
"Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hani
size sevdiğinizi (zaferi) gösterdikten sonra bozuluncaya, savaş konusunda
görüş ayrılığına düşünceye ve itaatsizlik edinceye kadar müşrikleri kırıp
geçiriyordunuz. Kiminiz dünyayı kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra sizi
deneyden geçirmek için onların başından savdı. Ama yine de sizi affetti.
Allah müminlere karşı gerçekten lütuf sahibidir."
"Hani peygamber arkanızdan sizi çağırırken,
hiç kimseye bakmadan koşuyordunuz, ne kaybettiğinize ve ne de başınıza
gelenlere üzülmeyesiniz diye Allah sizi kederden kedere uğrattı. Hiç
kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
"Sonra o kederin ardından Allah içinizden bir
grubu saran üzerinize bir güven duygusu ve bir uyuklama indirdi. Bir grup da
kendi derdine düştü. Bunlar Allah hakkında cahiliyye zihniyeti yansıtan
gerçeğe aykırı bir düşünce taşıyorlar ve bu işte bizim bir fonksiyonumuz var
mı? diyorlardı. Onlara de ki; Hayır, bu tamamen Allah'ı ilgilendiren bir
iştir. Aslında sana açıklayamadıkları birşeyi içlerinde saklıyorlar.
İçlerinden, `Eğer bu işte bizim bir fonksiyonumuz olsaydı burada
öldürülmezdik' diyorlar. De ki; `Eğer evlerinizde de olsaydınız alınlarına
ölüm yazılanlar uzanacakları yerleri yinede boylarlardı. Allah
gönüllerinizdekini denemek ve kalplerinizdekini arındırmak için bunları
başınıza getirdi. Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin özünü bilir."
"İki topluluğun karşılaştığı gün, savaştan
geri dönenlerinizi şeytan bazı günahkâr duyguları yüzünden ayartmaya
girişmişti. Ama Allah onları yine de affetti. Hiç kuşkusuz Allah, affedici
ve Halim'dir."
Kuşkusuz, burada Kur'an'ın ifade tarzı,
meydandaki hiçbir hareketi, ruhlardaki hiçbir duyguyu, yüzlerdeki hiçbir
çizgiyi ve vicdanlardaki hiçbir devinimi belirtmeksizin geçmeyecek şekilde
savaş sahnesinin ve zaferle yenilginin dönüşümünün eksiksiz bir tablosunu
çizmektedir. İbareler, bir film şeridi gibi gözler önünde geçmekte ve her
harekette yepyeni ve canlı bir tablo taşımaktadır. Özellikle dağa
tırmanmayı, panik ve dehşet içinde kaçış hareketini ve Resulullah,ın (salât
ve selâm üzerine olsun) savaştan dönüp kaçanları ve korkudan dağa
tırmananları çağırmasını tasvir etmesinin yanında nefislerin hareketini,
müslümanlarda meydana gelen çalkalanma, çeşitli duygular, heyecanlar ve
arzuları da tasvir etmektedir. Bunca hareketli ve canlı tablonun yanında,
Kur'an'ın üslûbunun ve olağanüstü eğitim metodunun belirmesini sağlayan şu
direktifler ve hükümler yer almaktadır:
"Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hani
size sevdiğinizi (zaferi) gösterdikten sonra bozuluncaya, savaş konusunda
görüş ayrılığına düşünceye ve itaatsizlik edinceye kadar müşrikleri kırıp
geçiriyordunuz."
Bu durum, ganimet duygusuna kapılmadan önce
müslümanların müşrikleri doğradıkları ya da köklerini kuruttukları, savaşın
başlangıcındaydı. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onlara
"Sabrettiğiniz sürece zafer sizindir." demişti. Böylece yüce Allah
Peygamberinin dilinden verdiği vaadi doğrulamıştı:
"Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de
ahireti istiyordu..."
Bu ifade, okçuların durumunu belirtmektedir.
Onlardan bir grup ganimet arzusu karşısında zaaf göstermiş, onlarla,
Resulullah'ın emrine mutlak itaat etmenin gerektiği görüşünde olanlar
arasında çekişme baş göstermiş ve sevdikleri zaferin belirdiğini gözleriyle
gördükten sonra isyan etmeye kadar götürmüşlerdi işi. Böylece iki gruba
ayrılmış oldular. Bir kısmı dünya ganimetini, diğer bir kısmı da ahiret
sevabını istiyordu. Artık kalpleri dağılmış, saflarda ve hedefte birlik diye
birşey kalmamıştı. Ganimet arzusu ihlâs cilâsını ve akide savaşlarında
bulunması kaçınılmaz olan mutlak dünya malından soyutlanma duygusunu
gidermişti. Çünkü akide savaşı başka savaşlara benzemez. Bu savaş, hem savaş
alanında hem vicdan da sürmektedir. Vicdandaki savaş kazanılmadan savaş
alanında zafer elde etmek mümkün değildir. Bu, Allah için yapılan bir
savaştır. Bu yüzden nefsini Allah için arındırmadıkça yüce Allah kimseye
zafer nasip etmez.
Allah'ın sancağını yükselttikleri ve O'na
dayandıkları halde, ortada bir kapalılık, bozukluk ve karışıklık olmaması
için, yükselttikleri sancak adına herşeyden arınıp temizlenmedikçe yüce
Allah zafer bahşetmez. Kuşkusuz, açıkca batıl sancağını yükselten batıl
taraftarları -Allah'ın bildiği bir hikmetten ötürü- galip gelmişlerdir.
Ancak, akide sancağını yükselttikleri halde, içtenlikle O'nun adına
herşeyden soyutlanmayanlara yüce Allah, arındırıp temizlemek için onları
denemedikçe ebediyyen zafer bahşetmez. Kur'an'ın savaş alanındaki
konumlarına işaret ederken müslüman kitleye göstermek istediği budur. Kaypak
ve kararsız tutumlarının meyvesi olan acı bir yenilgi ve açık bir yara almış
bulunan müslüman kitleye yüce Allah, bunu öğretmek istiyordu.
"...Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de
ahireti istiyordu."
Kur'ana Kerim, bizzat müslümanların kendi
kalplerinde varlığından habersiz oldukları gizli duygulara ışık tutmaktadır.
Abdullah İbn-i Mes'ud (Allah O'ndan razı olsun) şöyle der: "Uhud günü bizim
hakkımızda "Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu" ( İbn-i
Kesir, tefsirinde rivayet eder ve "İbn-i Mes'ud dışında başka yollardan da
rivayet edilmiştir" der. İbn-i Mürdeveyh de tefsirinde bunu rivayet
etmektedir.) ayeti inene kadar Resulullah'ın ashabından birinin dünyayı
istediğini görmemiştim." Böylece Kur'an, kalpleri ve içindekilerini açıp
önlerine koymakta, bir dahaki sefere sakınmaları için yenilginin nereden
geldiğini göstermektedir onlara.
Aynı zamanda, karşılaştıkları acıların ve
açık sebeplerinden dolayı meydana gelen olayların arka plândaki Allah'ın
hikmet ve tedbirinin bir tarafını da onlara göstermektedir.
"...Sonra sizi deneyden geçirmek için onların
başından savdı."
Kuşkusuz, orada insanların fiillerinin
arkasında, Allah'ın takdiri yeralıyordu. Zaaf gösterip aralarında çekişerek
isyan edince yüce Allah, güçlerini, heybetlerinï ve müşrikler karşısındaki
dikkatlerini giderdi. Okçuları geçitten geri döndürdü, savaşçıları savaş
alanından çevirdi ve böylece hep birlikte kaçmaya başladılar. Bütün bunlar,
onları denemek için hazırladığı plana göre meydana geliyordu. Kalplerin
gizliliklerini ortaya çıkarmak, ruhları arındırmak ve değineceğimiz gibi
safları belirlemek için; zorluk, korku ve yenilgi, öldürülme ve yaralanma
ile deniyordu onları yüce Allah.
Böylece, olaylar sebeplerin sonucu meydana
geldiği gibi müslümanların kendi hesaplarına göre planlanmış olarak
canlanıyordu. Ancak hiçbiri diğeriyle çakışmadan oluyordu bunların. Her
olayın bir sebebi ve her sebebin arkasında, latif ve herşeyden haberdar olan
Allah'ın plânı vardır.
"...Ama yine de sizi affetti."
Sizde meydana gelen zaaf, çekişme ve isyanı
bağışladığı gibi savaştan kaçışınızı, dönmenizi ve irtidatınızı da
bağışladı. Kendisinden bir lütuf ve minnetle yaptı bunu. Çünkü kötü bir
niyet ve hatada ısrar söz konusu olmayıp beşeri zaaftan kaynaklanıyordu bu
hal. Allah'a iman, O'na teslim olmak, önderliğinize ve Allah'ın iradesine
teslim olmak çerçevesinde de hata edebilir, zaaf gösterebilirdiniz.
"...Allah müminlere karşı gerçekten lütuf
sahibidir."
O'nun metoduna uydukları, O'na kulluk üzere
bulundukları, uluhiyetin özelliklerinden herhangi bir şeyi kendileri için
iddia etmedikleri, metod, düzen, değer ve ölçülerini O'ndan başkasından
almadıkları sürece onları bağışlamak Allah'ın lütfundandır. Onlardan bir
hata meydana geldiğinde, zaaf acizlik ya da sürçme ve başka bir nedenden
dolayı meydana geleceğinden; deneme, arınma ve ihlâstan sonra Allah'ın
bağışlamasıyla karşılaşacaklardır...
Aşağıdaki ayet-i kerime yenilginin canlı ve
hareket halindeki bir tablosunu gözler önüne getirecektir:
"Hani peygamber arkanızdan sizi çağırırken,
hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz."
Sahnedeki olgunun duygularında derinleşmesi,
zaaf, çekişme ve isyan sonucu kendilerinden kaynaklanan davranış ve
sonucundan mahcup olup utanmaları için... İbare, birkaç kelimeyle duygusal
ve ruhsal hareketlerinin tablosunu çizmektedir. Sahnede büyük bir korku
dehşet ve panik içinde dağa tırmanıyorlar. Öyle ki biri diğerine bakamıyor.
Çağırınca cevap veremiyor. Üstelik, kalplerini ve ayaklarını titreten
"Muhammed öldürüldü" şayiasından sonra, yaşadığına inandırmak için
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) da arkalarından çağırıp duruyordu.
Bu, şu kadarcık kelimede gözler önüne getirilen mükemmel bir sahnedir.
Sonuçta yüce Allah, kaçırdıklarına
sevinmemeleri ve başlarına gelene üzülmemeleri için kaçmak, kendileri
kaçtıkları halde arkalarında direnen sevgili Peygamberini bırakmak ve
böylece birtakım yaralar almasına ve üzülmesine neden olduklarından dolayı
onların ruhlarına üzüntü salmakla cezalandırıyor. Başlarından geçen bu deney
Peygamberinin başına gelen bu acı -ki bu, kendilerine isabet eden herşeyden
daha ağır geliyordu- ruhlarını kaplayan bu pişmanlık ve uğradıkları bu
üzüntü... Kaçırdıkları bunca menfaati ve başlarına gelen bunca sıkıntıyı
küçümsemelerini sağlayacaktır:
"Ne kaybettiğinize ve ne de başınıza gelene
üzülmeyesiniz diye Allah sizi kederden kedere uğrattı..."
Allah, bütün gizliliklerden haberdardır.
Sizin yaptıklarınızın hakikatini ve davranışlarınızın nedenini hakkıyla
bilir:
"Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan
haberdardır."
Yenilginin, korku ve dehşetini, Rabblerine ve
Peygamberlerine dönen mümin ruhlarda yereden hayret verici bir güven duygusu
takip etmişti. Kendilerini, büsbütün kaplayan tatlı bir uykuya teslim
etmişlerdi. Bu olağanüstü mucize ifade edilirken, tıkırtısı ve gölgesiyle bu
güven ve sükûn atmosferini tasvir etmesi için istikrar, incelik ve
yumuşaklık saçıyor adeta.
"...Sonra o kederin ardından Allah üzerinize
içinizden bir grubu saran bir güven duygusu bir uyuklama indirdi."
Bu, o mümin kullarını kuşatan ilahi rahmetin
sonucu meydana gelen olağanüstü bir mucizedir. Çünkü, bir an için de olsa,
korkup kaçışan yorgunları uyku bürüdü mü, bünyelerinde büyü etkisini yapar,
onları yeniden yaratır ve niteliği bilinmeyen bir şekilde bünyelerine güven
duygusunu serper. Bunu, sıkıntı ve zorluk anında denediğimden söylüyorum. O
anda, insanın kısır ifadesinin tasvir edemeyeceği şekilde yüce Allah'ın
kuşatıcı ve derin rahmetini hissetmiştim.
Tirmizi, Nesei ve Hakim, Hammad b. Seleme'nin
hadisinden, O da Enes'ten, O da Ebi Talha'dan şöyle rivayet ederler: Ebu
Talha der ki: "Uhud günü başımı kaldırıp baktığımda onlardan kabuğuna
çekilip uyuklamayan biri yoktu."
Ebu Talha'dan yapılan bir başka rivayette
"Uhud günü saflarda iken bizi bir uyku basmıştı. Öyle ki kılıcım elimden
düşer gibi oluyor ben de tutuyordum. Tekrar düşüyor tekrar tutuyordum" der.
KENDİLERİNİ DÜŞÜNENLER
Diğer gruba gelince onlar; nefisleri
kendilerini uğraştırıp daha çok ilgilendiren, cahiliye düşüncelerinden
tamamen kurtulamayan, nefislerini içtenlikle Allah'a teslim etmeyen, bütün
benlikleriyle O'nun kaderine teslim olmayan, başlarına gelenin imtihan ve
arınma için olduğu, yoksa yüce Allah dostlarını düşmanlarına karşı yalnız
bırakmayacağı konusunda mutmain olmayan ve yüce Allah'ın, küfür, şer ve
batıla nihai galibiyet ve tam zafer vermeyi takdir etmediğine güvenmeyen
imanı sarsılmış kimselerdir:
"...Bir grup da kendi derdine düştü. Bunlar
Allah hakkında cahiliye zihniyeti yansıtan gerçeğe aykırı bir düşünce
taşıyorlar ve `Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?' diyorlardı."
Bu akide, mensuplarına, hiçbir şeyin
kendilerine ait olmadığını, tamamen Allah'a ait olduklarını, O'nun yolunda
cihada çıktıklarında O'nun için çıktıklarını, O'nun için hareket
ettiklerini, O'nun için savaştıklarını, bu cihadda, kendilerine ait başka
bir amacın söz konusu olmadığını, Allah'ın kaderine teslim olduklarını, ne
şekilde olursa olsun bu kaderden geleni hoşnutluk ve teslimiyetle
karşılamalarını öğretmektedir.
Sadece kendilerini düşünenler ve şahıslarını
düşünce, değerlendirme, ilgi ve uğraşlarının ekseni durumuna getirenlere
gelince bunların ruhlarında iman gerçeği olgunlaşmamıştır. İşte Kur'an'ın
burada sözünü ettiği grup bunlardandır. Bunların nefisleri kendilerini
uğraştırmış ve sadece kendilerini düşünecek duruma gelmişlerdi.
Düşüncelerinde, açığa kavuşmayan bir iş yüzünden kaybettiklerini sanarak
büyük bir sıkıntı ve kararsızlık içinde bocalamaktaydılar. İstemeden savaşa
itildiklerini, buna rağmen acı bir sınav verdiklerini, öldürülme, yara ve
acılardan oluşan ağır bir bedel ödediklerini düşünüyorlardı. Allah'ı gerçek
anlamda tanımıyorlardı. Bu yüzden cahiliyede olduğu gibi O'nun hakkında
haksız zan yürütüyorlardı. Kendilerine birşey düşmeyen, ancak ölüp
yaralanmaları için sürüklendikleri savaşta kaybolacaklarını düşünmeleri,
Allah hakkında besledikleri haksız zandan kaynaklanıyordu. Allah'ın,
kendilerini yardım edip kurtarmayacağını ve aksine düşmanlarının eline bir
kurban gibi teslim edeceğini düşünüyorlardı.
"...Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?"
diye sormaları bu yüzdendi. Bu sözleri, kumanda ve savaş çizgisine karşı
geldiklerini göstermektedir. Bunlar Medine'den çıkmama görüşünde olup
Abdullah b. Ubeyy ile birlikte geri dönmedikleri halde kalpleri bir türlü
istikrar ve güvene kavuşmamış kişiler olabilirler.
Ayetlerin akışı, kuşku ve zanlarını sunmayı
bitirmeden önce, sordukları işin aslını düzeltmek ve gerçeğini yerleştirmek
için şu sözlerini ele âlmaktadır:
"Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?
Onlara de ki; Hayır, bu tamamen Allah'ı ilgilendiren bir iştir."
Bu işte kimseye birşey yok. Ne kendilerine ne
de başkalarına... Bundan önce Peygamberine şöyle demişti yüce Allah: "Bu
işten sana hiçbir şey yoktur."·(Al-i İmran suresi; 128) Bu dinin işi,
yeryüzünde onu yerleştirmek ve düzenini kurma meselesi, kalpleri ona
yöneltme konusu... Bunların tümü Allah'ın işidir. Görevlerini yapmak,
biatlarına sadık kalmaktan başka bu işte insanın hiçbir müdahalesi söz
konusu değildir. Sonrasında Allah, ne şekilde dilemişse öyle olur herşey.
Ayet-i kerime böylece, kuşku ve zanlarını
sunmadan önce ruhlarının gizlediklerini açığa çıkarmaktadır:
"Aslında sana açıklayamadıkları şeyi
içlerinde saklıyorlar."
Ruhları, vesvese ve kuşkularla doludur. Karşı
gelme ve inatçılıkla kuşatılmıştır. "Bu işte bize birşey var mı?" diye
sormaları, istemeden bu sonuca geldikleri düşüncesinde olduklarını
göstermektedir. Bunun altında kötü idarenin kurbanı olduklarını, şayet
savaşı kendileri idare etmiş olsalardı bu sonuca layık olmayacakları
düşüncesi yatmaktadır.
"Eğer bu işte bizim bir fonksiyonumuz olsaydı
burada öldürülmezdik, diyorlar."
Bu, yenilgiyle yüzyüze geldiklerinde,
yenilginin acılarına katlanmak zorunda kaldıklarında, bedelin
düşündüklerinden de ağır olduğunu anladıklarında, vicdanlarına
baktıklarında, sorunun açık ve oturmuş olmadığını algıladıklarında,
kumandanın uygulamalarının ve bu işte bir yetkileri olsaydı böyle
olmayacaklarını zannettiklerinde, akide için herşeyden soyutlanmamış tüm
ruhlarda depreşen bir vesvesedir. Böyle olunca da düşüncelerindeki bu
bulanıklıkla, olayların arkasında Allah'ın elinin ve imtihanda O'nun
hikmetinin olduğunu düşünmeleri mümkün değildir. Onların değerlendirmesine
göre sorun zarar üstüne zarar kayıp üstüne kayıptır.
İşte bu noktada bütün işler hakkında derin
bir düzeltme yeralmakta ve arkasından hayat, ölüm ve sınamanın gerisindeki
gizli hikmet hakkında doğru düşünce gelmektedir:
"De ki; `Evlerinizde de olsaydınız alınlarına
ölüm yazılanlar uzanacakları yerleri yine de boylarlardı. Allah
gönüllerinizdekini denemek, kalplerinizdekini arıtmak için bunları başınıza
getirdi. Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin özünü bilir."
De ki; şayet siz; evlerinizde olsaydınız,
komutanın çağrısına uymayıp savaşa çıkmasaydınız ve her işinizi kendi
değerlendirmenize göre yapsaydınız yine de öldürülmesi yazılanlar
öldürülecekleri yeri boylarlardı. Herkesin belirli bir eceli vardır, öne
alınmadığı gibi ertelenmez de. Aynı şekilde, herkesin belirtilmiş bir yeri
vardır, oraya gelip ölmesi kaçınılmazdır. Ecel yaklaştığında, eceli gelen
kendi ayaklarıyla ona koşar, öleceği yere kendi adımlarıyla varır.
Belirlenen eceline kimse zorla sürüklemez onu, ayrılan ölüm yerine de kimse
itmez.
Şu ifadeye bakın: ".. Yatacakları yer"...
Buna göre bedenlerinin yere değip rahatladığı, adımların sustuğu ve
yeryüzünde dolaşanların sonuçta geldikleri kabir bir yataktır. Hiçbir zaman
kavrayamadıkları ancak kendilerini kavrayan ve kendilerini diledikleri gibi
idare eden gizli bir etken tarafından sürüklendikleri bir yatak... Bu güçlü
etkene teslim olmak kalp için daha huzur verici, ruh için daha
sakinleştirici ve vicdan için daha rahatlatıcıdır.
Kuşkusuz bu, arka planda gizli bir hikmeti
bulunan Allah'ın kaderidir:
"Allah gönüllerinizdekini deneyden geçirmek
ve kalplerinizdekini arıtmak için bunları başınıza getirdi."
Göğüslerdekini açığa vuran, kalplerdekini
gideren ve gerçeğini abartısız ortaya çıkaran sınama gibi bir mihenk yoktur.
Sınamak; gerçeği ortaya çıkarmak için göğüslerde bulunanları denemek ve
bildirmektir. Bu, içinde bir bozukluk ve çürüklük bırakmayacak şekilde
kalpleri temizleme ve tasfiye operasyonudur. Ayrıca, içinde bir karışıklık
ve kapalılık bırakmaksızın düşüncenin sahihleşip parlamasını sağlar sınav
zorluğu.
"Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin özünü bilir."
Göğüslerde bulunanlar; onlar için gerekli
gizli sırlardır. Bunlar orada gizlenir, sürekli nefse eşlik ederler. Bunları
açığa çıkarmadığı gibi gün yüzüne de çıkarmaz. İşte Allah, göğüslerde
bulunan bütün bunları bilir. Ancak yüce Allah, olayları hareketlendirip
ortaya çıkarmadıkça insanların bilmesinin imkansız olduğu bu sırları onlara
da öğretmeyi dilemektedir.
Savaş alanında iki topluluğun karşılaştığı
gün yenilip kaçanların içlerinde bulunanı yüce Allah biliyordu. İşledikleri
bir günah yüzünden zaaf gösterip geri dönmüşlerdi. Bu yüzden ruhları
sarsılmıştı. Şeytan da bu gedikten ruhlarına musallat olmuş ve onları
kaydırmak istemişti. Onlar da kayıp düşmüşlerdir:
"İki topluluğun karşılaştığı gün, savaştan
geri dönenlerinizi şeytan bazı günahkâr duyguları yüzünden ayartmaya
girişmişti. Ama Allah yine de sizi affetti. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve
Halim'dir."
Bu ayette, Resulullah'ın (salât ve selâm
üzerine olsun) kendilerini paylarından yoksun bırakacağı düşüncesine
kapıldıkları gibi ganimet arzusuna kapılan okçulara özel bir işaret vardır.
Yaptıkları buydu. Ve şeytan da bununla onları kaydırmak istemişti.
Okçulara işaret yanında; hata işleyen,
gücündeki dayanıklılığı yitiren, Allah'la olan bağını gevşeten ölçü ve
dayanaklarını terkeden, Allah'la bağını ve O'nun hoşnutluğuna olan
bağlılığını bir kenara attığından dolayı kuşku ve vesveselere geniş bir alan
bırakan her insan nefsinin düşeceği durumu belirleyen genel bir tasvir söz
konusudur burada. Böyle bir durumda şeytan, bu nefsi etkilemek için
kolaylıkla kendisine yol bulur. Bu nefsi taşıyan insanı dayanaktan yoksun
bırakır artık.
Peygamberlerle birlikte düşmanlar karşısında
savaşan ve sadece Rabb'e kul olanların öncelikle günahlardan istiğfar
etmesinin sebebi buydu. Bu istiğfar, onları Allah'a döndürmüş, O'nunla
bağlarını güçlendirmiş, kalplerindeki kararsızlığı silmiş, orâdaki
vesveseleri kovmuş, şeytanın girdiği, Allah'tan kopma, O'nun korumasından
uzaklaşma gediğini kapatmıştır. Çünkü şeytan; bu gedikten girerek
kendilerini kurtaracak koruyucudan fersah fersah uzaklaştırıp bataklıkta bir
başına bırakana kadar tekrar tekrar ayaklarını kaydırmaya çalışmaktadır.
Burada yüce Allah, ràhmetinin kendilerine
kavuştuğunu, şeytanın onları kendisinden koparmaya izin vermediğini,
dolayısıyle kendilerini bağışladığını bildirmektedir. Burada kendisini
onlara -Çok bağışlayan- Gafûr, ve Yumuşaklık sahibi- Halîm olarak
tanıtmakta. Ruhlarında O'na yönelme ve bağlılık olduğunu; azgınlık, kopukluk
ve kaçaklık duygusunun fıtratlarında olmadığını bildiğini ve böylece hata
işleyenleri kovmayıp onları cezalandırmada da acele etmediğini
bildirmektedir.
Ölüm ve hayata ilişkin yüce Allah'ın kaderi
ve bu konuda kâfir ve münafıkların kötü düşüncelerinin gerçek mahiyetinin
açıklanması, müminlere bunlar gibi düşünmemelerine ilişkin bir çağrıyla son
bulmaktadır. Ayetlerin akışı müminleri, başka değerlere, acı ve
fedakarlıkları daha iyi değerlendiren ölçülere yöneltmektedir:
"Ey müminler, yolculuğa çıkan ya da savaşan
kardeşleri hakkında `Eğer onlar yanımızda olsalardı ölmezlerdi ya da
öldürülmezlerdi' diyen kafirler gibi olmayız. Allah bu asılsız saplantıyı
onların kalplerine çöreklenen acı bir hayıflanmaya dönüştürdü. Oysa can
veren de öldüren de Allah'tır. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızı görür."
"Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz
Allah'tan gelecek. olan bağışlanma ve rahmet onların biriktirdikleri dünya
nimetlerinden daha hayırlıdır.
Kuşku yok ki ölseniz de öldürülseniz de Allah
katında toplanacaksınız."
Bu ayetlerin, savaş konusuyla olan
ilişkilerinden de anlaşılacağı gibi bu sözler, savaş öncesinde geri dönen
münafıklar ile müslümanlarla ilişki ve yakınlıkları bulunan ve ancak henüz
İslâm'a girmemiş Medine'li müşriklere aittir. Böylece bu müşrikler, Uhud'da
şehid düşenlerin yakınlarının kalplerine; hasret ve öldürülmelerinin, savaşa
çıkmalarının sonucu olduğuna ilişkin bir duyguyu yaymaya çalışıyorlardı.
Kuşkusuz bu tür fitneler ve kanlı hicranlar müslüman saflarda; karışıklık ve
çalkalanmalara neden olur. Bu yüzden düşünceleri düzeltmek ve tuzakları
kuranların boyunlarına geçirmek için bu Kur'anî açıklama yer almaktadır.
Kafirlerin "Eğer yanımızda olsalardı ölmez
veya öldürülmezlerdi" sözleri; bolluğu ve darlığıyla tüm hayat ve hayattaki
olaylara yön veren kanunlara ilişkin akide sahibi ile ondan yoksun olanın
düşünceleri arasındaki temel farkı ortaya çıkarmaktadır. Akide sahibi,
Allah'ın kanunlarını kavramış, O'nun iradesini algılamış ve O'nun kaderine
güvenmiştir. Allah'ın yazdığından başkasının kendisine isabet etmeyeceğini
çok iyi bilmektedir.
Başına birşey gelmişse bu onun kendi
hatasından kaynaklanmaktadır. Kendisi için takdir edilmeyen bir şeyin de
başına gelmesi söz konusu değildir. Bu yüzden, zorluk anında feryadı
basmadığı gibi bolluk karşısında da şımarmaz. Ne bunun ne de şunun için
ruhunda bir sıkıntı hissetmez. İş olup bittikten sonra, "bu şekilde"
korunmak ya da "şöyle" kazanmak için "böyle" yapmadığına üzülmez.
Değerlendirme, planlama, görüş bildirme ve danışmanın zamanı harekete
geçmeden öncedir. Kendi bilgisi ve Allah'ın emir ve nehiylerinin sınırları
içinde değerlendirip plânladıktan sonra harekete geçtiğinde meydana gelen
herşeyi; güven, hoşnutluk ve teslimiyetle karşılar. Çünkü mümin, meydana
gelen herşeyin Allah'ın kaderi, planı ve hikmeti uyarınca meydana geldiğine
inanmaktadır. Bütün sebepleri bizzat yerine getirmiş olsa da herşeyin
Allah'ın takdir ettiği şekilde olacağına kanidir. Bu şekilde teslimiyet,
görevi yerine getirmek ve tevekkül arasındaki denge sayesinde insanın
adımları doğrulur ve vicdanı huzura kavuşur. Ancak; kalbini Allah hakkındaki
bu dosdoğru düşünceden yoksun bırakana gelince o, sürekli bir kararsızlık ve
bunalım içindedir. Daima "şayet..", "olmasaydı..", "keşke olsaydım..." ve
"eyvah.. "lar içinde bocalamaya mahkumdur.
Yüce Allah -müslüman kitleyi eğitmek için,
Uhud savaşı ve orada müslümanların başına gelenlerin gölgesinde- onları,
rızık elde etmek için yeryüzünde dolaşırken veya cihada çıkıp savaş
esnasında öldürülen bir yakınlarından dolayı üzüntüye kapılan kafirler gibi
olmaktan sakındırıyor.
"Ey müminler; Yolculuğa çıkan ya da savaşa
katılan kardeşleri hakkında `Eğer onlar yanımızda olsalardı ölmezlerdi veya
öldürülmezlerdi' diyen kafirler gibi olmayınız."
Bu sözü, evrende meydana gelen şeyler ve
bunlar üzerinde etkin güç olan Allah hakkındaki bozuk düşüncelerinden dolayı
söylüyorlar. Çünkü bu kafirlerin Allah ve O'nun hayata egemen kaderiyle
bağları kopuk olduğundan görünen sebepler ve yüzeysel koşullardan başka
birşey görmeleri mümkün değildir.
"...Allah bunu kalplerinde bir hasret olsun
diye bıraktı..."
Kardeşlerinin rızık elde etmek için
yeryüzünde dolaşmaya çıkmalarının sonucu öldükleri ya da savaş ve
çarpışmadan ötürü öldürüldüklerine ilişkin duyguları... Ölüm veya
öldürülmelerinin nedeninin bu yeryüzüne çıkış olayı olduğuna dair inançları
sonucu çıkmaktan alıkoymadıklarına üzülmelerini sağlamaktadır. Gerçek
nedenin; ecelin gelmesi, ölüm çağrısı, Allah'ın takdiri, ölüm ve hayat
hakkındaki kanunu olduğunu bilselerdi üzülmezlerdi. İmtihanı sabırla
karşılayıp hoşnutlukla Allah'a yönelirlerdi.
"Oysa can veren de öldüren de Allah'tır."
Hayatı vermek, kararlaştırılan bir zamanda,
belirlenen bir ecelle ister evlerinde veya ailelerinin yanında ister rızık
elde etmek ya da akide için savaş meydanında olsunlar insanlara verdiğini
almak Allah'ın elindedir. Herşeyden haberdar olan O'dur, herşeyi bilip gören
O'dur, ceza ve karşılık da O'nun katındadır.
"Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarını görür."
ÖLÜM OLGUSU
Buna göre iş, ölüm veya öldürülme ile
bitmiyor, son nokta burası değildir. Şu halde yeryüzündeki hayat yüce
Allah'ın insanlara bahşettiği nimetlerin en iyisi değildir. Başka değerler;
Allah katında daha üstün değerler vardır:
"Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz
Allah'tan gelecek olan bir bağışlanma ve rahmet onların biriktirdikleri
dünya nimetlerinden daha bayırlıdır."
"Kuşku yok ki ölseniz de öldürülseniz de
Allah katında toplanacaksınız."
Allah yolunda ölmek ve öldürülmek -bu şartla
ve bu itibarla- hayattan, insanların hayatta elde ettikleri mal, makam, güç
ve dünya metaından daha iyidir. Çünkü, arkasında gelen Allah'ın bağışlaması
ve merhameti vardır. Bunlar insanların elde ettiklerinden daha iyidir. İşte
Allah, müminleri bu bağışlanma ve merhamete yöneltmektedir. Bu noktada
onları, kişisel üstünlüklere ve beşerî değerlere terk etmiyor. Allah'ın
yanında bulunanlara da teslim ediyor bizzat kalplerini, kendi rahmetine
bağlıyor. Bu da insanların tüm topladıklarından kalplerin bağlandığı tüm
değerlerden daha iyidir kuşkusuz.
Herkes Allah'a dönecektir. İster yataklarında
veya yeryüzünde dolaşırken ölsünler, ister meydanda çarpışırken
öldürülsünler; her durumda O'nun huzurunda toplanacaklardır. Bunun dışında
dönecekleri, bundan başka varacakları bir yer yoktur. O halde oradaki
farklılık; yapılan iş, niyet, yöneliş ve ilgide söz konusu olabilir. Sonuç
ise hep birdir; gerek ölmek, gerekse kesinleşmiş zamanda ve belirlenmiş
sürede öldürülmek şeklinde olsun Allah'a dönülecektir. Ve toplanma gününde
O'nun huzurunda toplanılacaktır. Dolayısıyla herkesi bekleyen son; Allah'ın
bağışlaması ve merhameti ya da öfke ve azabı olacaktır. Ahmakların ahmakı;
her durumda öleceği halde, kendine kötü sonucu seçendir.
Böylece kalplerde, ölüm, hayat ve Allah'ın
kaderinin gerçek mahiyetleri yer etmektedir. Bu şekilde kalpler, beraberinde
kaderin hareket ettiği imtihan, kaderin arka plânındaki hikmet ve imtihan
sonrasındaki mükafatla tatmin olmaktadır. Bununla da, savaştaki olaylar ve
bu olayların doğurduğu şartlar arasında yapılan gezinti son bulmaktadır.
PEYGAMBERİN ŞAHSİYETİ
Daha sonra ayetlerin akışı, yeni bir konu ile
sürüyor. Bu akışın eksenini de Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun)
kişiliği, yüce peygamberlik gerçeği, bu yüce gerçeğin müslüman ümmetin
hayatındaki değerï ve bu sayede yüce Allah'ın bu ümmete bahşettiği rahmetin
tecelli etmesi oluşturmaktadır. Bu eksenin etrafında, müslüman kitlenin
hayatının düzenlenmesi ve bu düzenin temellerine ilişkin İslâm metodundan ve
İslâm düşüncesi ile onun dayandığı gerçeklerden, genel anlamda bu düşüncenin
ve bu metodun insan hayatındaki değerinden oluşan başka çizgiler de yer
almaktadır.
159- Allah'tan gelen merhamet
sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert, katı kalpli biri olsaydın,
kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı. Onları bağışla, kendileri için Allah'tan
af dile, yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al, ama karar verince
artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine dayananları sever.
160- Eğer Allah size yardım
ederse sizi hiç kimse yenemez. Fakat eğer sizi yüzüstü bırakırsa O'ndan
başka size kim yardım edebilir? Müminler sadece Allah `a dayansınlar.
161- Hiçbir peygamberin kamu
mallarında yolsuzluk yapması söz konusu değildir. Kim bir yolsuzluk yaparsa
kıyamet günü yolsuzluk malını taşıyarak gelir. Sonra herkese kazandığı
eksiksiz olarak verilir, hiç
kimseye haksızlık edilmez.
162- Allah'ın rızasına uyan
kimse, Allah'ın gazabına uğrayan kimse gibi olur mu? Onun varacağı yer
Cehennem'dir. Orası ne kötü bir varış yeridir!
163- Onların Allah katındaki
dereceleri farklıdır. Allah onların neler yaptıklarını görmektedir.
164- Allah, müminlere kendi
özlerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı lütufta bulundu. Bu
peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor, kendilerine
kitabı ve hikmeti öğretiyor. Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içinde
idiler.
Bu bölümde yüce peygamberlik gerçeği eksenine
sıkı sıkıya bağlı birçok temel gerçeği ve aynı zamanda kısa ifadelerin
içerdiği büyük esasları görürüz. Öncelikle Peygamber'in (salât ve selâm
üzerine olsun) ahlâkında, kalplerin üzerinde toplanması, ruhların etrafında
birleşmesi için hazırlanan şefkatli, hoşgörülü, yumuşak ve güzel tabiatın da
somutlaşan ilahi rahmeti görürüz. Aynı zamanda, İslâmî toplum hayatının
dayandığı temelin şûra olduğunu ve bunun sonucunun dış görünüşü bakımından
acı da olsa yeri geldikçe emredildiğini görürüz. Şûra ilkesinin yanında,
verilen kararın büyük bir kararlılık ve kesinlikle uygulanması ve
yürütülmesi ilkesini görürüz. Şûra ve uygulamanın yanında, tasavvur, hareket
ve düzenlemeyi tamamlayan Allah'a güvenip dayanma gerçeğinin yeraldığını
görürüz. Ayrıca Allah'ın çizdiği kaderi görürüz. Herşeyin neticede O'na
döneceğine vakıf oluruz. Olaylar ve sonuçları üzerinde kendisinden başka
hiçbir etken gücün bulunmadığı gerçeğini de kavrarız. Ganimet konusunda;
ihanet, hile ve ihtirastan sakındırmanın yeraldığını görürüz. Değerlerin,
ölçülerin, kazanç ve zararın gerçeğini ortaya çıkaran Allah'ın hoşnutluğuna
uyanlar ile O'nun hışmına uğrayanların arasındaki kesin farkı gördüğümüz
gibi... Bölüm, bu ümmete peygamberini göndermekle yüce Allah'ın yaptığı
iyiliğin yüceliğini göstermekle son buluyor. Öyle ki bu iyiliğin yanında,
ganimetler gibi çekilen acılar da çok küçük kalır.
Evet bütün bu hususlar şu az sayıdaki ayette
toplanmıştır:
"Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara
yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı kalpli biri olsaydın, kuşkusuz
çevrenden uzaklaşırlardı. Onları bağışla. Kendileri için Allah'tan af dile.
Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al. Ama karar verince artık
Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine dayananları sever."
Ayetlerin akışı burada Resulullah'a ve O'nun
şahsında da Medine'den çıkmak için başta öne atılan, sonra safları karışan
ve böylece savaş öncesinde üçte biri geri dönenlere, hitabını tevcih
etmektedir. Bunlar daha sonra O'nun emrine karşı gelmiş, ganimet arzusuna
yenik düşmüş ve Resulullah'ın öldürüldüğüne ilişkin söylenti karşısında
zayıflık göstermişti. Yine bunlar yenilerek topukları üzerinde geri dönmüş,
O'nun az kişiyle başbaşa ve yara bere içinde peşlerinde çağırır halde
bırakıp, buna rağmen hiç kimseye dönüp bakmamış kişilerdi. Peygamberin
gönlünü hoş tutmak, müslümanların da Allah'ın nimetini anlamalarını sağlamak
için onlara yönelmekte ve çevresinde kalplerin toplandığı Peygamberin yüce
ve şefkatli ahlâkında somutlaşan Allah'ın rahmetini O'na ve onlara
hatırlatmaktadır. Böylece O'nun kalbindeki gizli rahmeti harekete geçirmekte
ve bu davranış sonucu kalbinde yereden kırgınlığı da gidermektedir.
Müminlerin de, bu şefkatli peygamberle kendilerine ulaşan ilahi nimeti
duyumsamalarını sağlamaktadır. Sonra Peygamber'i, onları affetmeye, onlar
için bağışlanma dilemeye ve meydana gelen sonuçtan ötürü İslâmî hayatın bu
temel ilkesini iptal etmeksizin her zaman olduğu gibi onlarla müşavere
yapmaya çağırmaktadır.
"Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara
yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı kalpli olsaydın, kuşkusuz çevrenden
uzaklaşırlardı."
Bu O'nu ve onları kuşatan Allah'ın
rahmetidir. Yüce Allah, Peygamberini müminlere karşı şefkatli ve son derece
yumuşak kılmıştır. Şayet kaba ve katı kalpli olsaydı etrafında kalpler
birleşmez ve çevresinde duygular toplanmazdı. Çünkü insanlar sürekli;
şefkatli üstün bir gözetime, güler yüzlü bir hoşgörüye, kendilerini saran
bir sevgi atmosferine, bilgisizlikleri, zayıflık ve eksiklikleri yüzünden
sıkmayan bir yumuşaklığa ihtiyaç duyarlar. Ayrıca, kendilerine veren; ancak
onlardan birşey beklemeyen, üzüntüleriyle ilgilendiği halde kendi derdiyle
onları üzmeyen, yanında her zaman, ilgi, gözetim, şefkat, hoşgörü, sevgi ve
hoşnutluk buldukları büyük bir kalbe muhtaçtırlar. İşte Resulullah'ın (salât
ve selâm üzerine olsun) kalbi böyle bir kalpti ve insanlarla birlikte böyle
yaşıyordu. Bir kerecik olsun kendi şahsı için onlara kızmadı. Beşeri
zaaflarından dolayı onlara karşı kalbinde bir sıkıntı hissetmedi. Hayatın
nimetlerinden hiçbir şeyi kendine mal etmedi; aksine, elinde ne varsa
hepsini büyük bir hoşgörü ve cömertlikle onlara verdi. Yumuşaklık, iyilik,
şefkat ve yüce sevgiyle onları sardı. O'nunla konuşan, O'nu gören hiç kimse
yoktur ki, kalbi O'nun büyük ve geniş gönlünden fışkıran sevgi duygularıyla
dolmasın.
Bütün bunlar O'na ve ümmetine Allah'ın bir
rahmetiydi. Yüce Allah, bütün bunları, bu ümmetin hayatı ve dilediği düzeni
yerleştirmek için hatırlatmaktadır.
İSTİŞARE ETME
"...Onları bağışla, kendileri için Allah'tan
af dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al."
"Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini
al."
Yüce Allah şu kesin ayetle İslâm toplumunun
yöneticisi Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) de olsa, yönetimde
"şûra" ilkesini getirmiş oluyor. Bu ayet, müslüman ümmet için "şûra"nın
temel bir ilke olduğu ve İslâm düzeninin bundan başka bir ilkeye dayanmadığı
konusunun, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin olduğunu
vurgulamaktadır. "şûra"nın şekline ve gerçekleşme yöntemlerine gelince;
bunlar, ümmetin durumu ve hayat şartlarına uygun olarak değişebilirler.
Çünkü "şûra" gerçeğinin -göstermelik değil- uygulandığı her yöntem
İslâm'dandır.
Bu hüküm, "Şûra" ilkesinin görünürde acı ve
tehlikeli sonuçları ortaya çıktıktan sonra gelmektedir. Açık sonuçlarından
biri de, müslüman saflarda bozulmanın ve görüş ayrılıklarının baş
göstermesiydi. Müslümanların bazıları Medine'de kalıp düşmanın saldırmasını
beklemeyi ve sokak başlarında onlarla savaşmayı öngörüyordu. Başka bir
topluluk da cesaret gösterip düşmanı karşılamaya çıkma görüşündeydi. Bu
görüş ayrılığının sonunda, safta bozulma baş göstermişti. Çünkü düşman
kapıya dayanmışken Abdullah bin Ubey bin Selul askerin üçte biriyle geri
dönmüştü. -Kuşkusuz bu, büyük olay ve korkunç bir bozulmaydı: Ayrıca
uygulanan taktik; görünüş itibariyle de askerî açıdan sağlıklı bir taktik
değildi. Nitekim bu taktik, Abdullah b. Ubey'in dediği gibi eskiden beri
uygulanan Medine'yi içerden savunma taktiğine de uymuyordu. Müslümanlar daha
sonra meydana gelen Ahzap (Hendek) savaşında bunun tersini uygulamış ve
fiilen Medine'de beklemişlerdi. Uhud'da başlarına gelenden ders alarak
"Hendek" kazıp, düşmanı karşılamaya çıkmamışlardı.
Kuşkusuz Resulullah, Medine'nin dışına
çıkmakla, müslüman safları bekleyen tehlikeli sonuçtan habersiz değildi.
Kesinlikle doğru olduğunu bildiği sadık bir rüya görmüş ve bu yüzden
Medine'de kalma taraftarı idi. Ailesinden birinin, arkadaşlarından bir
kaçının öldürülmesine ve Medine'yi de sağlam bir zırha yormuştu. Kuşkusuz
"şûra" sonucu kararlaştırılan görüşü benimsemeyebilirdi. Ancak, gerisindeki
acıları, zararları ve kurbanları gördüğü halde bu "şûra"daki görüşe uydu.
Çünkü bir ilkenin yerleştirilmesi, bir kitlenin eğitilmesi ve bir ümmetin
terbiye edilmesi geçici zararlardan daha önemlidir.
En sakıncalı şartlarda meydana getirdiği
bölünme ve savaş sonunda çekilen bunca acıları doğurması karşısında; Nebevî
komuta, savaştan sonra "şûra" ilkesini tümden atma yetkisine sahipti yine
kuşkusuz. Ancak İslâm, bir ümmet oluşturuyordu, onu eğitip insanlığa
önderlik yapmaya hazırlıyordu. Ve yüce Allah, toplumları eğitmek ve onlara
gerçek önderliği hazırlamak için, en iyi yöntemin "şûra"ya başvurması
olduğunu benimsetiyordu. Bunu sağlamak için sorumluluk taşımaya alıştırmak
ve (ne kadar büyük, sonuç bakımından ne kadar acı da olsa) hatalarını
düzeltmelerini öğretmek, görüş ve uygulamasının sorumluluğunu taşımasını
bilmelerini sağlamak için hata da işlenebileceğini biliyordu. Çünkü hata
işlenmedikçe doğru, gerçek anlamda bilinemez. Alıştırılmış ve sorumluluğunun
bilincine vardırılacak bir ümmetin inşası söz konusu olunca, zararlar
önemsenmez. Halâ bir ümmet vesayet altındaki bir çocuk gibi hayatını
sürdürüyorsa bunun hayatındaki hatalar, kaymalar ve zararlar ona bir şey
kazandırmıyor, demektir. Bir insanın zararlardan sakınması ona birtakım
maddi kazançlar sağlayabilir. Ancak bu insan ruhsal olarak kaybedecektir.
Gelişimi ve eğitimi sekteye uğratacaktır. Pratik hayattaki dayanıklılığı
bakımından kaybedecektir. Tıpkı, kayıp düşmemesi ya da -Örneğin-
ayakkabısını yıpratmaması için yürümekten alıkonulan çocuk gibi...
İslâm bir ümmet inşa edip eğitiyordu. Onu
önderlik makamına hazırlıyordu. Bu nedenle, olgunlaşıp pratik hayattaki
davranışlarının üzerinden vesayetin kaldırılması için Resulullah'ın
hayatındaki pratik uygulama ile eğitilmeleri gerekiyordu. Şayet olgun bir
önderliğin varlığı "şûra"ya engel teşkil etseydi, her yandan düşmanlar ve
tehlikelerle kuşatılmış ve henüz yeni olgunlaşmakta olan İslâm ümmeti için
çok önemli bir sonucu getirebilecek Uhud savaşı gibi en tehlikeli durumlarda
buna başvurulmazdı. Ve yine pratik ve fiilen ümmetin oluşmasına engel
olsaydı, bunca tehlikeli bulunan bir işte önderlik kurumu Şûra'dan bağımsız
davranabilseydi ve olgun bir önderliğin varlığı en tehlikeli işlerde
"şûra"nın yerini tutabilseydi, yüce Allah'tan vahiy alan Hz. Muhammed'in
(salât ve selâm üzerine olsun) varlığı müslüman ümmeti o gün "şûra"
hakkından yoksun kalmasına neden olabilirdi. Özellikle, müslüman ümmetin
oluşması için tehlikeli olan şartların gölgesinde ve beraberinde getirdiği
bunca acıdan sonra.. Ancak ilahi vahiye muhatab olan Hz. Muhammed'e, (salât
ve selâm üzerine olsun) bu tür olayların meydana gelmesi ve bunca olumsuz
şartın varlığı bile hakkı ortadan kaldırmaya yetmemiştir. Çünkü yüce Allah,
sonuç ne olursa olsun, zarar ne derece büyük olursa olsun, saftaki bölünme
ne kadar tehlikeli olursa olsun, verilen kurbanlar ne denli acı verirse
versin ve tehlikeler her yanı sarmış da olsa en kritik işlerde bile "şûra"
ilkesinin uygulanmasının gerekli olduğunu biliyordu. Çünkü bunların hiçbiri,
pratik hayatta pişmiş, görüş ve uygulamanın sorumluluğunun bilincinde ve
farkında olan bir ümmetin oluşmasına engel teşkil edemezler. Bizzat böyle
bir ortamda bu ilahî emrin gelmesinin nedeni budur.
"Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af
dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al."
Beraberinde büyük tehlikeler getirse de bu
ilkenin her koşulda yerleşmesi gerekir. Uygulanışı sırasında meydana gelen
tehlike son derece büyük olsa da, müslüman ümmetin hayatında yer etmesi ve
uygulanışı Uhud'daki gibi düşman kapıdayken safta bölünmeye sebep olsa da,
müslüman ümmetin hayatından bu ilkeyi kaldırmaya ilişkin korkunç
mazeretlerin geçersiz kılınması için... Çünkü doğru yoldaki ümmetin varlığı
bu ilkeye bağlıdır. Ve doğru yoldaki ümmetin varlığı da yolda karşılaşılan
diğer tüm zararlardan daha önemlidir kuşkusuz.
Üstelik İslâm düzeninin gerçek görüntüsü,
ayetin sonunu getirmeden tamamlanmış olmuyor. Ayete baktığımızda görüşler
arasında tercih yapmak, bazısını uygulamadan alıkoymanın "şûra" ilkesinin
yerine gelmesi için yeterli olmadığını görürüz. Sonuçta Allah'a güvenip
dayanmaktan alıkoymamalıdır insanı.
"Ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç
kuşkusuz Allah kendisine dayananları sever."
"şûra"nın görevi, en isabetli görüşü ortaya
çıkarmak, ortaya atılan ihtimallerden birini seçmektir. İş bu noktaya
varınca "şûra"nın rolü biter artık "uygulama" fonksiyonu devreye girer.
Allah'a güvenip dayanarak kararlaştırılan
görüşü büyük bir azim ve kararlılıkla uygulama işi, Allah'ın çizdiği kadere
ve sonuçları dilediği gibi yönlendiren Allah'ın iradesine bağlar.
Resulullah, Rabbanî ve Nebevî zırhını
giyerken, ümmete "şûra"yı yani görüş bildirmeyi, en tehlikeli ve en büyük
işlerde bile uygulama sorumluluğunu taşımayı öğretiyordu. "şûra"dan sonra
hareket etme, Allah'a güvenip dayandıktan sonra (sonunu ve varacağı yeri
bildiği halde) kendini Allah'ın kaderine teslim etmekten ibaret ikinci
zırhını da kuşanıyordu. Böylece çıkış emri uygulandı. Resulullah eve girdi,
nereye gittiğini, kendisini ve beraberindeki arkadaşlarını bekleyen acıları
ve kurbanları çok iyi bildiği halde zırhını ve silahlarını kuşandı. Ardından
Medine'nin dışına çıkmaya taraftar olanlar, Resulullah'ı istemediği bir şeye
zorladıklarına ilişkin endişeleri ve tereddütleri ile düşmanı karşılamak
veya Medine'de beklemek konusunda dilediği gibi davranması hususunda
Resulullah'ı serbest bırakmaları... Evet böyle bir fırsatın doğması bile
O'nun kararından döndürmeye yetmedi. Çünkü O, onlara toplu bir ders vermek
istiyordu. "şûra" dersini, Allah'a güvenip dayanmak ve O'nun kaderine teslim
olmakla beraber azmedip kararlılık göstermek dersini de vermek istiyordu.
Onlara "şûra"nın bir zamanının olduğunu, bundan sonra tereddüte, görüş
tercih etmeye ve görüşleri yeni baştan değerlendirmeye yer olmadığını
öğretmek istiyordu. Çünkü bu, aceleciliğin, edilgenliğin ve bitmez tükenmez
kararsızlığın belirtisidir. Oysa yapılacak iş, görüş bildirip "şûra"ya
başvurmaktır. Allah'a güvenip dayandıktan sonra azim ve kararlılık
göstermektir. Allah da bunu seviyor:
"...Allah kendisine dayananları sever..."
Allah'ın ve O'nun taraftarlarının sevdiği
dostluk, müminlerin özenle koruması gereken dostluktur. Hatta bu, müminlerin
ayırıcı özelliğidir. Allah'a güvenip dayanmak, her işi sonuçta O'na
döndürmek İslâm düşüncesinde ve İslâmî hayatta beliren son denge çizgisidir.
Bu, her işin Allah'a döneceğine ve Allah'ın dilediğini yapabildiğine ilişkin
büyük gerçekle birlikte hareket etmektir.
Kuşkusuz, bu "Uhud"dan çıkarılan büyük
derslerden biridir. Herhangi bir çağda yaşayan özel bir nesil için değil tüm
müslüman nesiller için bir tecrübe birikimidir.
Allah'a güvenip dayanma gerçeğinin yerleşmesi
ve sağlam temelleri üzerinde yükselmesi için sûrenin akışı, zafer ve bozgun
konusunda etkin gücün Allah'ın gücü olduğunu, yardımın o'ndan bekleneceğini,
yenilgi konusunda O'ndan korkulacağını, yönelişin O'na olacağını, hazırlık
yapıldıktan, sonuçtan el çekip onu tamamen Allah'ın kaderine bağladıktan
sonra O'na güvenilip dayanılacağını bildirerek sürmektedir:
"Eğer Allah size yardım ederse sizi biç kimse
yenemez. Fakat eğer sizi yüzüstü bırakırsa O'ndan başka size kim yardım
edebilir? Müminler sadece Allah'a dayansınlar."
İslâm düşüncesinde, Allah'ın kaderinin mutlak
etkinliği ile bu kaderin insanların; davranış, eylem ve işlerinin sonucunun
gerçekleşmesi arasında şaşmaz bir denge vardır. Yüce Allah'ın kanunu
sonuçların sebeplerden sonra gelmesini öngörmektedir. Ancak sonuçları
doğuran bizzat sebeplerin kendisi değildir. Müessir etken Allah'tır. Ve yüce
Allah, kaderi ve iradesi uyarınca sonuçları sebeplerden sonraya bırakmıştır.
Bu yüzden insandan, görevini yerine getirmesini, çaba sarf etmesini, gereken
neyse onu yapmasını istemektedir. Sonra da bunların miktarına uygun sonucu
meydana getirmektedir.
Böylece sonuçlar ve akıbetler, Allah'ın
dilemesine ve kaderine bağlanmış olur. Çünkü yalnızca O, birşeyin olmasına
ve dilediği gibi oluşmasına izin verir. Bu şekilde müslümanın düşüncesiyle
eylemi arasında denge sağlanmış olur. O, elinden geldiğince çalışır, çaba
sarf eder, bunların sonucu konusunda da Allah`ın kaderine ve iradesine
bağlanır. Onun düşüncesinde, sonuçlarla sebepler arasında kesinliğe yer
yoktur. Hiçbir işte Allah'ı zorunlu kılamaz.
İşte burada ayet-i kerime, savaşın -hangisi
olursa olsun- kaçınılmaz sonuçları olan zafer ve yenilgi konusunda
müslümanları, Allah'ın kaderine ve dilemesine döndürmektedir. Onları
Allah'ın iradesine ve gücüne bağlamaktadır. Şayet Allah onlara yardım ederse
kimse onları yenemez. Bu varlık aleminde yaradan, tam ve mutlak bir
gerçektir. Çünkü, Allah'ın kuvvetinden başka kuvvet, O'nun gücünden başka
güç ve O'nun dilemesinden başka dileyiş söz konusu değildir. Herşey ve her
olay O'ndan kaynaklanır. Ancak tam ve mutlak gerçek olan bu anlayış,
müslümanları metodu uygulamaktan, direktiflere uymaktan, yükümlülükleri
yerine getirmek ve çaba sarf etmekten alıkoyamaz. Bütün bunlardan sonra da
Allah'a güvenip dayanmak zorundadır müslüman:
"Müminler sadece Allah'a dayansınlar."
Böylece müslümanın düşüncesi, Allah'tan
başkasından birşey isteme düşüncesinden kurtulmuş olur. O, kalbini doğrudan
varlık aleminde etkin olan güce bağlar. Böylece zafer, korunma ve sığınma
için ham hayallerden ve boş sebeplerden elini çeker. Sonuçların meydana
gelişinde varılacak noktanın gerçekleşmesinde ve her işi hikmeti uyarınca
plânlamasında yalnızca Allah'a güvenip dayanır. Bundan sonra da her ne
şekilde olursa olsun, Allah'ın takdiriyle meydana gelen herşeyi içtenlikle
kabul eder.
Bu teslimiyet İslâm'ın dışında olan her insan
kalbinin tanımadığı olağanüstü bir dengedir.
Daha sonra ayet-i kerime; emanete, yönetime,
ihanetten sakındırma, hesap gününü hatırlatma ve ruhları hırpalamadan görevi
yerine getirmeye sevk etme konusunda bu eksenden çizgiler uzatmak için
Nübüvvete ve onun ahlâki, özelliklerine dönmektedir:
"Hiçbir peygamberin kamu mallarında yolsuzluk
yapması söz konusu değildir. Kim bir yolsuzluk yaparsa kıyamet günü
yolsuzluk malını taşıyarak gelir. Sonra herkese kazandığı eksiksiz olarak
verilir, hiç kimseye haksızlık edilmez."
Okçuların dağdaki mevzilerini terk etmesinin
nedenleri arasında, Resulullah'ın ganimetten kendilerine pay ayırmayacağı
endişesi de yer almaktaydı. Aynı şekilde bazı münafıklar daha önce "Bedir"
ganimetlerinden bir kısmının saklandığını söylemiş ve bu konuya
Resulullah'ın ismini de karıştırmaktan çekinmemişlerdi.
İşte burada surenin akışı, bütün
peygamberlerin ihanet etme ihtimalini ortadan kaldıran bir hüküm
yerleştirmektedir. Yani mallardan veya ganimetten herhangi bir şeye el
koymaları, askerden bazısına pay ayırmadan diğerleri arasında
paylaştırmaları, yahut herhangi bir şeye ihanet etmelerinin söz konusu
olmayacağını bildirmektedir:
"Hiçbir peygamberin kamu mallarında yolsuzluk
yapması söz konusu değildir."
Olur şey değil. Kesinlikle hiçbir peygamberin
özellik, tabiat ve ahlâkında böyle bir şeyin olması mümkün değildir.
Buradaki olumsuzluk, eylemin meydana geliş ihtimaline ilişkindir.
Helallığını ya da olabilirliğini yasaklamak için değildir. Çünkü
peygamberin; güvenilir, adil ve tertemiz tabiatlı oluşu başından itibaren
ihanetin meydana gelmesine engeldir. Bir diğer kıraatte (Yeğullu) fiili
meçhul sığasıyla okunmaktadır. Bu durumda bir peygambere ihanet edilmeyeceği
ve ona uyanların kendisinden herhangi bir şey gizleyemeyeceği anlamı ortaya
çıkar. Dolayısıyla herhangi bir şeyde peygambere ihanet etmeye nehyetme söz
konusu edilmiş oluyor. Bu kıraat Hasan el-Basri'nin kıraatıdır.
Ardından, emanete ihanet edenlere, kamu
malından ya da ganimetten herhangi bir şey gizleyenlere yönelen şu korkunç
tehdit yer almaktadır:
"Kim bir yolsuzluk yaparsa kıyamet günü
yolsuzluk malını taşıyarak gelir. Sonra herkese kazandığı eksiksiz olarak
verilir, biç kimseye haksızlık edilmez."
İmam Ahmed şöyle rivayet eder: Süfyan
Zührî'den aktardı. O da Urve'nin şöyle dediğini işitmişti. Ebu Hamîd
es-Saîdî anlattı: Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Ezd kabilesinden
İbn-i Uteybe adında birini zekâtları toplamak için görevlendirdi. Adam gelip
şöyle dedi: "Bunlar sizin, bunlar da bana hediye edildi. Bunun üzerine
Resulullah mimbere çıktı ve şöyle dedi: `Bu iş için görevlendirdiğimiz
görevliye ne oluyor da, bunlar sizin, bunlar da bana hediye edildi' diyor.
Babasının ya da anasının evinde oturup bekleseydi bunlar hediye edilecek
miydi? Muhammed'in nefsi elinde olana and olsun ki sizden biriniz ondan
birşey götürürse kıyamet günü hayatında götürdüğü o şeyle gelir. Ya bağıran
bir deve, ya böğüren bir sığır ya da meleyen bir koyunla gelir. Sonra biz
koltuklarının altını görene kadar iki elini kaldırdı. Sonrada üç kere şöyle
dedi: "Allah'ım tebliğ ettim mi?" (Buhari-Müslim)
Bir başka rivayette İmam Ahmed kendi
isnadiyle Ebu Hüreyre'den şöyle nakleder:
"Birgün Resulullah aramızdayken ayağa kalktı
ve emanetten sözetti. Emanete ve onu korumaya büyük önem verilmesini istedi.
Sonra da şöyle buyurdu: `Sizden birinizin boyunda bağıran bir deve olduğu
halde gelip `Ya Resulullah yardım et' demesini istemem. Ona `Allah'a karşı
sana hiçbir şey yapamam, çünkü sana tebliğ etmiştim' diyeceğim. `Sizden
birinizin boynunda kişneyen bir at olduğu halde gelip `Ya Resulullah yardım
et' demesini istemem. Ona `Allah'a karşı sana hiçbir şey yapamam. Çünkü sana
tebliğ etmiştim' diyeceğim. Sizden birinizin boynunda altın ve gümüş olduğu
halde gelip `Ya Resulullah yardım et' demesini istemem. Ona `Allah'a karşı
sana hiçbir şey yapamam, çünkü sana tebliğ etmiştim' diyeceğim." (
Buhari-Müslim)
İmam Ahmed kendi isnadiyle Adiyy b. Umeyre
el-Kindî'den şöyle rivayet eder:
"Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
şöyle buyurdu: `Ey insanlar sizden kimi bir konuda vazifelendiririz de bu
kişi bir iğne dahi gizlerse bu emanete ihanettir. Kıyamet günü bununla
getirilir.' Adiyy der ki: Ensardan siyah derili biri kalktı -mücahid der ki:
O Sa'd bin Ubade idi. Şu an O'nu görür gibiyim ve O `Ya Resulullah benden
verdiğin işi geri al' dedi. Resulullah `Niçin?' diye sorar. Adam `Şöyle
şöyle dediğini işittim' der. Resulullah bunun üzerine şöyle buyurdu: `Aynı
şeyi şimdi de söylüyorum. Kimi bir işe görevlendirdiğimizde az çok ne varsa
getirsin. Verileni alsın, verilmeyeni bıraksın " (Müslim-Ebu Davud değişik
yollardan İsmail b. Ebu Raf'den rivayet etmişler.)
İşte Kur'an ayetleri ve hadisi şerifler
müslüman kitlenin eğitimindeki fonksiyonlarını böyle icrâ edip onu hayret
verici bir noktaya getirdiler. Onları insanlar içinde benzeri görülmemiş bir
şekilde emanete riayet eden, takva sahibi ve her ne şekilde olursa olsun
emanete ihanet duygusundan uzak bir topluluk halinde yetiştirdiler.
Müslümanlar arasında en basit bir insan bile ganimet olarak eline geçen çok
kıymetli bir şeyi alırken, hiç kimse görmediği halde, getirip komutanına
teslim edebiliyordu. Müslüman, Kur'an'ın ürkütücü nassına muhatap olmaktan
ve kıyamet günü peygamberinin kendisini sakındırdığı korkunç ve utandırıcı
durumla karşılaşmaktan korktuğu için bu konuda nefsinde olumsuz bir duyguya
yer açmazdı. Müslüman, bu gerçeği pratik olarak yaşıyordu. Ahiret O'nun
duygularında yereden bir olguydu. Müslüman heran kendisini, peygamberinin ve
Rabbinin karşısında görüp kötü duruma düşmekten titizlikle korunuyordu.
Çünkü ahiret, yaşadığı bir gerçekti, uzak bir vaad değil. Hiçbir kuşkuya yer
bırakmayacak şekilde, herkese kazandığının verileceğini ve kimseye haksızlık
edilmeyeceğini çok iyi biliyordu.
İbn-i Cerir Taberi tarihinde şöyle anlatır:
"Müslümanlar Medain şehrine girip ganimetleri topladıklarında adamın biri
beraberinde bulunan bir malı getirip ganimetleri toplayan kişiye verdi.
Ganimetleri toplayan kişiyle orada bulunanlar `Bunun gibisini görmedik.
Yanımızda bulunanlar değil buna denk olsunlar, yanına bile yaklaşamazlar.
Adama bundan birşey aldın mı?' dediler. `Allah'a andolsun ki onun korkusu
olmasaydı bunu asla getirmezdim' dedi. Bunun üzerine adam da bir özellik
olduğunu anlamadılar ve `Kimsin?' dediler. `Adımı sizi beni övmemeniz için
sizden başkasına da beni methetmemeleri için söylemem; Ancak Allah'a hamd
eder O'nun sevabıyla yetinirim' dedi. Peşine bir adam taktılar ve
arkadaşlarına gidip kim olduğunu soruşturmasını istediler. Böylece bu
kişinin Amr b. Abdi Kay olduğunu öğrendiler." (Taberi Tarihi c.4, s.16)
İşte İslâm, müslümanları bu olağanüstü eğitim
yöntemiyle eğitiyordu. Öyle ki bu konuda anlatılanlar nerdeyse efsane
sayılacak derecededir.
Daha sonra ayetin akışı ganimet ve ihanet
konusundan, değerlerin ölçülmesine geçiyor. Mümin kalbin ilgilenip
uğraşmasına yol açan gerçek değeri bildiriyor:
"Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın
gazabına uğrayan kimse gibi olur mu? Onun varacağı yer Cehennemdir. Orası ne
kötü bir varı ş yeridir."
"Onların Allah katındaki dereceleri
farklıdır. Allah onların neler yaptıklarını görmektedir."
Bu, gölgesinde ganimetlerin ve çeşitli
malların çok küçük kaldığı bir değişimdir. Ayrıca, kalplerin eğitimi, önem
verdiği şeylerin yükseltilmesi, ufkunun genişlemesi ve asıl meydandaki
gerçek yarışı göstermesine ilişkin olağanüstü eğitim metodundan bir temas
örneğidir:
"Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın
gazabına uğrayan kimse gibi olur mu? Onun varacağı yer Cehennemdir. Orası ne
kötü bir varış yeridir."
İşte "değer" budur. İlgi ve seçim alanı
burasıdır. Kâr, zarar ortamı burasıdır. Àllah'ın hoşnutluğuna uyan ve onunla
kurtuluşa erenle, O'ndan yüz çevirip Allah'ın hışmına uğrayarak böylece
Cehenneme (o kötü dönüş yerine) giden arasındaki fark ne kadar açıktır.
Bu ayrı bir derece, bu da apayrı bir
derece... Çok farklı şeyler...
"Onların Allah katındaki dereceleri
farklıdır."
"Herkes derecesini, hak ederek elde
edecektir. Ne bir haksızlık ne de bir kısma, ne tolerans ne de fazlalık...
"Allah onların neler yaptıklarını
görmektedir."
Bölüm asıl eksenine: Resulullah'ın
kişiliğine, Risaletine ve O'nunla müminlere yapılan iyiliğin büyüklüğüne
dönerek son buluyor.
ALLAH'IN LÜTFU
"Allah müminlere kendi özlerinden bir
peygamber göndermekle onlara karşı lütufta bulundu. Bu peygamber onlara
Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor, kendilerine kitabı ve
hikmeti öğretiyor. Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içinde idiler."
Bu bölümün şu büyük gerçekle; Peygamber'in
(salât ve selâm üzerine olsun) kişisel değeri onunla gerçekleşen ilahi
lütfun büyüklüğü, şu ümmetin inşasında, eğitim-öğretiminde, önderliğinde
apaçık sapıklıktan, ilim hikmet ve temizliğe dönüşümündeki rolünün
gerçeğiyle son bulması... Evet bu sonuç Kur'an'a özgü derin ve değişik
işaretleri içermektedir.
Öncelikle ganimetler, ganimet tutkusu,
ganimete ihanet ve savaştaki durumun değişmesine, zaferin yenilgiye
dönüşmesine ve müslümanlara yapacağını yapmasına doğrudan neden olan bu
değersiz işle uğraşma konularına değinmektedir. Çünkü büyük Risalet
gerçeğine ve onda somutlaşan büyük lütfa yönelik işarette, gölgesinde tüm
yeryüzü ganimetlerinin, eşyalarının ve nimetlerinin anmaya ve
değerlendirmeye değmeyecek kadar değersiz ve önemsiz kaldığı, Kur'an'ın
eşsiz eğitim temaslarından derin bir temas yer almaktadır. Bu gerçeğin
yanında mümin başka şeyleri anmaktan utanır, bunları düşünmek bile yüzünü
kızartır; nerde kaldı ki bunlarla ilgilenmek söz konusu olsun.
Sonra savaşta müslümanların başına gelen
yenilgi, yara, acı ve zararlardan söz edilmektedir. Çünkü böylesine büyük
bir gerçeğe ve onda somutlaşan lütfa değinmek, gölgesinde her türlü acının
ve zararın yanında bütün yaralanma ve kurbanların son derece küçük kaldığı
Kur'an'a özgü olağanüstü eğitim metodunun derin temaslarından biridir.
Böylece lütuf tazim edilmekte, müslümanların hayatındaki herşeye kesinlikle
tercih edilen iyilik tamamen belirginleşmektedir.
Sonra... Bu lütfun müslüman ümmetin
hayatındaki etkilerine işaret edilmektedir:
"Allah müminlere kendi özlerinden bir
peygamber göndermekle onlara karşı lütufta bulundu. Bu peygamber onlara
Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor, kendilerine kitabı ve
hikmeti öğretiyor. Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içinde idiler."
Bu da bir halden diğer bir hale, bir durumdan
başka bir duruma ve bir dönemden başka bir döneme geçişi ifade etmektedir.
Böylece müslüman ümmet, bu değişimin arka plânındaki yeryüzü tarihi ve
insanlık hayatında bu ümmetten büyük bir görev isteyen ve peygamber
göndermekle ümmeti bu büyük göreve hazırlayan Allah'ın kaderini kavramış
olur. O halde böylesine önemli bir görevi bulunan bir ümmetin şu önemli
hedefin gölgesinde basit ve değersiz kalan şeylerle kafasını meşgul etmesi
uygun değildir. Şu büyük gayenin gölgesinde rahat ve kolay görünen kurbanlar
ve acılarla muzdarip olması yakışık almaz.
Bunlar, ayetlerin akışında hatırlatılan bu
lütfun akla getirdiği bazı duygular... Tüm duyguları ve gölgeleriyle
kuşatıcı Kur'an ayetini karşılayabilmek için özetleyerek genel bir değiniyle
yetiniyoruz:
"Allah müminlere kendi özlerinden bir
peygamber göndermekle onlara karşı lütufta bulundu."
Yüce Allah'ın içlerinden bir peygamber
göndermesi ve bu peygamberin "kendilerinden" olması büyük bir lütuftur.
Celal sahibi Allah'ın bazı yaratıklarına kendi katından peygamber
göndermekle iyilikte bulunması ancak Allah'ın kereminden fışkıracak bir
lütuftur. Beşerin hiçbir davranışı bu yüce lütfu karşılayamaz.
Yaratıklarının hiçbirinden karşılık
beklemeden sınırsız keremine gark eden yüce Allah'ın onlara ayetlerini ve
sözlerini anlatan bir peygamber göndermekle kendilerini saran lütfu
olmasaydı, şu insanlar ve şu yaratıklar ne yapabilirlerdi? Yine yüce Allah
bu şekilde onlara uyarıda bulunsun ve bu iyiliği yapsın?
Peygamberin "kendilerinden" olması da bu
lütfu arttırmaktadır. "onlardan" denilmiyor. Çünkü Kur'an-ı Kerimin
kullandığı "kendilerinden" deyimi duygu ve anlam bakımından derin bir
kapsayıcılığa sahiptir.
Kuşkusuz peygamberlerle müminler arasındaki
bağ, ruhun bir diğer ruhla kurduğu bağdır; bireyle tür arasındaki bağ
değildir. Sorun peygamberin onlardan biri olmasıyla bitmez. Sorun bundan çok
daha köklü ve yücedir. Sonra, müminler peygamberle kurdukları bu bağa ve
Allah'ın bahşettiği yüce ufka iman sayesinde ulaşıp yükselebilirler. Bu da
müminlere büyük bir lütuftur. Peygamberin gönderilmesi, ruhlarıyla
peygamberlerin ruhu, kendisiyle peygamber arasında bu sevimli bağın olmasına
da somutlaşan bu iyilik böyle dahada artmaktadır.
Ardından bu üstün iyilik, ruhlarında,
hayatlarında ve tarihlerindeki pratik etkileriyle daha bir
belirginleşmektedir:
"Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini
okuyor, onları arındırıyor, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor."
Yüce Allah'ın kendi katından kendilerine yüce
sözleriyle hitap eden bir peygamber göndermekle lütfettiği iyilik en büyük
alanda belirginleşiyor.
"Onlara Allah'ın ayetlerini okuyor."
İnsanın yalnızca bu iyiliği düşünmesi bile
Allah'ın huzurunda korkup titremesine ve O'nun önünde eğilmesine, sonuçta da
şükür ve namaz için secdeye durmasına yeterlidir.
Şayet yüce Allah'ın kendisine ikramda
bulunduğunu, kendi sözleriyle hitab ettiğini, kendi zatından ve
sıfatlarından ilahlığın gerçek mahiyetini ve özelliklerini öğretmek için
hitab ettiğini insan anlarsa Allah'ın büyük ikramını kavramış olur. Sonra
kendisinden -şu insandan- şu zayıf ve cılız kuldan onun hayatından, girinti
ve çıkıntısından, hareket ve sessizliğinden söz ettiğini, kendisini
diriltecek kalbi ve durumu için en uygun olana ulaştırmak için çağırdığını
ve genişliği göklerle yer kadar olan Cennete davet için hitap ettiği
düşününce daha da iyi anlayacaktır konumunu...
Şu kitaptan fışkıran fazilet, ihsan ve
iyilikten başka nedir ki?
Kuşkusuz yüce Allah, alemlerden müstağnidir.
Zayıf insan ise fakir ve muhtaçtır. Ancak yüce Allah, bu zayıf yaratığı
kuşatıyor, iyiliğiyle sarıyor ve davetiyle destek oluyor. İşte bu zengin
zat, fakire hitab ediyor, onu davet ediyor ve davetini tekrarlıyor. İkrama
bakın... İlahi lûtfa bakın... Şükür ve ifa ile ödenmeyen şu ihsana şu
iyiliğe bakın...
"Onları arındırıyor..."
Onları temizlemekte, yüceltmekte ve
arındırmaktadır. Kalplerini düşüncelerini ve duygularını temizlemektedir.
Evlerini, eşyalarını ve ilişkilerini temizlemektedir. Hayatlarını,
toplumlarını ve düzenlerini temizlemektedir. Onları; çirkin putperestliğin,
hurafe ve efsanelerin pisliğinden insanı ve insanlığın anlamını alçaltan
tören, arma, alışkanlık ve gelenekler gibi sosyal hayattaki kirli izlerinden
temizlemektedir. Cahiliyye hayatından ve onun bulaştığı duygulardan,
sembollerden, geleneklerden, değer ve kavramlardan temizlemektedir.
CAHİLİYYET DÖNEMİ
Her cahili düşüncenin etrafına bulaştırdığı
birtakım kirleri vardır. Arapların da cahiliyyesi ve bundan kaynaklanan
kirli davranışları vardı.
Bu kirli davranışların bir kısmını, yanındaki
müslüman muhacirleri kendilerine teslim etmesi için gelen Kureyş'in iki
elçisiyle Habeş kralı Necaşî'nin huzurunda karşılaşırken, Necaşî'yle konuşan
Cafer b. Ebu Talib tavsif etmektedir:
"Ey Kral biz cahiliyye mensuplarıydık.
Putlara kulluk eder murdar eti yerdik. Fuhuş yapar, akrabalık bağlarını
keser komşulara kötülük yapardık. Bizden güçlü olanlar zayıfları ezerdi.
Yüce Allah bizden soyunu, doğruluğunu, güvenirliğini ve iffetliliğini
bildiğimiz bir Peygamber gönderene kadar böyle devam ettik. Allah'ı
birlememiz ve sadece O'na kullukta bulunmamız için bizi bir olan Allah'a
çağırdı. Bizim ve atalarımızın kullukta bulunduğu O'ndan başka taştan
putları bırakmamızı istedi. Doğru sözlü olmayı, emanete riayet etmeyi,
sıla-i rahime bağlı kalmayı, iyi komşuluk yapmayı ve haram şeylerden ve kan
dökmekten el çekmemizi emretti. Fuhuş yapmamızı, yalan söylememizi, yetim
malını yemememizi ve namuslu kadınlara iftira atmamızı yasakladı.
Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadan, kullukta
bulunmamızı namaz kılmamızı, zekat verip oruç tutmamızı emretti..."
Cahiliyyedeki iki cinsin ilişki şekillerini
anlatan Aişe'nin (Allah O'ndan razı olsun) sözlerinde bu kirli davranışlar
belirmektedir. Nitekim Sahih-i Buhari'de de bu aşağılık hayvani ve çirkin
durum olduğu gibi anlatılmaktadır.
CAHİLİYYET DÖNEMİNDE NİKÂH
"Cahiliyye döneminde nikâh dört şekildeydi:
a) Birisi, bu günkü insanların yaptığı
gibiydi: Bir adam, birinin evlatlığı veya kızını nişanlar, mehrini öder
sonra da nikahlardı.
b) Bir diğeri de, karısı hayızdan
temizlenince adam karısına, falana git onunla cimada bulun derdi. İlişkide
bulunduğu adamdan hamile kaldığı anlaşılıncaya kadar karısından uzak durur,
ilişkide bulunmazdı. Hamile olduğu anlaşılınca kocası isterse
yaklaşabilirdi. Bunu daha çok cima' edilen adamın soyluluğunu göz önünde
bulundurarak yaparlardı. Bu nikaha "istibda" nikahı denirdi.
c) Bir diğer şekli de şöyleydi: On kişiden az
olmamak üzere bir grup erkek toplanır bir kadının yanına girerek herbiri
onunla ilişkide bulunurdu. Hamile kalıp doğurunca, doğumundan birkaç gece
sonra onları çağırırdı. Hiçbiri gelmemezlik edemezdi. Yanında toplanınca
kadın onlara şöyle derdi: `İşinizi biliyorsunuz. İşte doğum yaptım. Bu senin
çocuğundur ey falan' diye içlerinde sevdiği kişinin adını verirdi. Çocuğunu
o adamın soyuna katardı. Adam almamazlık edemezdi.
d) Dördüncü nikâh şekli de; birçok kişi
toplanır, bir kadının yanına giderlerdi. Bu kadın geleni geri çeviremezdi.
Bunlar fahişeydiler. Kapılarına kendilerini tanıtan işaretler asarlardı.
İsteyen bunların yanına girebilirdi. Bunlardan biri hamile kalıp doğurunca
yanına toplanırlardı. Tecrübeli birini çağırarak çocuğun babasının
tesbitinde bulunurlardı. Çocuğu, tesbit edilen kişinin soyuna katarak çocuğa
onun adını verirlerdi. Bundan sonra çocuğu adamın oğlu diye çağırırlardı.
Adam bundan kaçınamazdı "
Bu tablonun, insan düşüncesinin aşağılık
durumu ve hayvanlara özgü bir konuma düşmesini anlatması bakımından yoruma
ihtiyacı yoktur. Bir insanın karısını soylu bir çocuk için "falan"a
göndermesi, düşünce bakımından düşeceği en aşağılık durumdur. Tıpkı devesini
veya kısrağını ya da hayvanını iyi bir döl elde etmek için damızlık hayvana
çektirmesi gibi...
On kişiden aşağı olmamak şartıyla bir grup
insanın toplanması, birlikte bir kadının yanına varması, "hepsinin de
ilişkide bulunması" ve kadının da çocuğunu onlardan birine nisbet etmesi...
Ne aşağılık bir düşünce...
Ya fahişeler -bu da dördüncü şekildi-
kuşkusuz tamamen azgınlıktır. Çocuğun fuhşu işleyen erkeklerden birine
nisbet edilmesi de çabası. Adam çocuğu alırken hiç utanmazdı. Almamazlık da
edemezdi.
Bu hâl, İslâm'ın Arapları temizleyip
arındırdığı bir bataklıktır. İslâm olmasaydı gırtlaklarına kadar batmışlardı
bu bataklığa.
Cinsel ilişkilerdeki bu çirkef, cahiliyyede
kadına ilişkin aşağılık bakışın sadece bir yönünü oluşturmaktadır. üstad
Ebu'l-Hasan En-Nedvî "Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti" adlı
değerli eserinde şöyle der:
"Cahiliyye toplumunda kadın, hakları yenilen,
malları elinden alınan, mirastan yoksun bırakılan, boşandıktan ya da kocası
öldükten sonra hoşlandığı biriyle evlenmekten (Bakara suresi; 232)
alıkonulan zayıf ve zulme uğrayan bir mal konumundaydı. Eşya ve hayvan gibi
miras kalırdı. (Nisa suresi; 19) İbn-i Abbas (Allah O'ndan razı olsun) şöyle
rivayet eder. "Bir kişinin babası veya kayınpederi öldüğünde ölenin karısı
üzerinde o kişi hak sahibi olurdu. İstese tutabilir ya da mihrini alıp
serbest bırakabilirdi. Ölünce de malına el koyardı" Ata b. Rebah: "Cahiliyye
devrinde biri ölüp karısı dul kalsaydı, kadını içlerinden bir çocukla
evlendirmek üzere tutarlardı." der. Suddi şöyle der: "Cahiliyye devrinde
adamın babası, kardeşi veya oğlu ölür de bir kadın geride bırakırsa,
varislerden biri önce davranıp kadının üzerine elbisesini atar, kadını, ölen
kocasının mihriyle nikâhlamaya, veya başkasıyla nikahlayıp mihrini almaya
hak kazanırdı. Ancak kadın daha çabuk davranıp ailesinin yanına giderse
kendi başının çaresine bakardı." (Taberi tefsiri, c.4, s.308)
Cahiliyyede kadın değersiz bir yaratıktı.
Erkek onun bütün haklarından yararlandığı halde o, hiçbir hakkını
kullanamazdı. Mihri elinden alınır ve sırf zarar vermek ve zulmetmek için
bekletilirdi. (Bakara suresi; 231) Kocasından haksızlık görür onun
tarafından terk edilirdi. Bazan da askıda bırakılırdı. (Nisa suresi; 129)
Sırf erkeklerin yiyebildiği, kadınların tamamen yoksun bırakıldığı bazı
yiyecekler de mevcuttu.·(En'am suresi; 140) Bir erkek rahatlıkla dilediği
kadınla herhangi bir sınırlamaya maruz kalmadan evlenebilirdi. (Nisa suresi;
3)
Kız çocuklarından duyulan nefret onları diri
diri toprağa gömecek noktaya gelmişti. Meydanî'nin anlattığına göre Heysem
b. Adiy şöyle der: "Arap kabileleri arasında kız çocuklarını diri diri
toprağa gömme olayı geçerli bir hadiseydi. Bu işi onda biri yapardı. İslâm
geldiği zaman Araplar arasında kız çocuklarının gömülmesi çerçevesinde
farklı görüşler yaygındı. Kimisi kıskançlıktan ve namuslarını korumaktan,
onlardan dolayı gelecek bir utançtan korunmak için kız çocuklarını gömerdi.
Kimisi de mavi gözlü, siyahî, cüzzamlı ve topalları uğursuz saydığından
toprağa gömerdi. Bazısı da geçim korkusundan ve fakirlik endişesinden
öldürürdü çocuklarını."
İşte böyle, bir zamanlar, görülmemiş bir
acımasızlıkla kızlarını öldürüp gömerlerdi. Babanın yolculuğu ya da bir işi
nedeniyle gömme işi bazan gecikirdi. Bu durumda çocuk, büyümüş, aklı
ermişken gömülürdü. Böyle yapanlar insanı ağlatacak kadar acıklı şeyler
anlatmışlardır. Kızlarını bir uçurumdan aşağı atanlar da olmuştur.
(Bulüğel-İreb fi Ahval-il-Arap)
Cahiliyye'nin çirkefleri arasında; -diğer tüm
çirkeflerin temeli olan- Üstad Ebul Hasan Nedvî'nin de kitabında ana
hatlarıyla tasvir ettiği gibi aşağılık, basit şirk ve putçuluk yer alırdı.
Millet en iğrenç şekliyle putçuluk ve putlara
kulluğun bataklığına dalmıştı. Her kabilenin, her bölgenin, her şehrin hatta
her evin özel bir putu bulunurdu. Kelbî şöyle der: "Mekke'de her ailenin
evinde kullukta bulundukları bir putları olurdu. Yolculuğa çıkmak isteyen
birinin en son yaptığı şey putunu okşamak olurdu. Dönünce de evine
girdiğinde ilk yaptığı şey, önceki gibi putunu okşamaktı. (Kitabu'l Esnam)
Putlara ibadette Araplar o kadar ileri gitmişlerdi ki kimisi bu işe bir evi
ayırırdı. Özel bir put edinirdi. Bunlara gücü yetmeyense Kâbe'nin önüne ya
da hoşlandığı herhangi bir yere taş diker, sonra da Kâbe'yi tavaf eder gibi
etrafında dönerdi. Buna "ensab" derlerdi. Kâbe'nin içinde -sırf Allah'a
kulluk için kurulan bu evde- ve avlusunda üçyüz altmış tane put bulunurdu.
(Buhari) Putlara tapmaktan daha ileri giderek önlerine gelen taşa tapacak
duruma gelmişlerdi. Buharî, Ebu Recâ el-Utâridî'den şöyle rivayet eder:
"Bizler taşlara ibadet ederdik. Taptığımız taştan iyisini gördüğümüzde onu
atar diğerini alırdık. Taş bulamadığımız zaman da biraz toprak yığar, bir
koyun getirip sağardık, sonra da tavaf ederdik." (Buhari-Kitabu'l Esnam)
Kelbî: "Adam yolculuğa çıkardı. Bir yerde konakladığında dört tane taş alır,
içlerinde hoşuna gidene bakar, onu ilah edinirdi. Diğer üçünü de tenceresine
sacayağı yapardı. Yoluna devam edince de bırakıp giderdi" der.
Her çağda ve her yerde müşrik milletlerin
tümünde olduğu gibi Arapların da meleklerden, cinlerden ve yıldızlardan
birçok ilahları vardı. Meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanarak onları
Allah katında şefaatçi edinirlerdi. Onlara ibadet eder, Allah'ın katında
aracı olduklarını düşünürlerdi. Bunların yanında cinleri de Allah'a ortak
koşarlardı. Herhangi birşeye güçlerinin yettiğine herhangi bir şeyde
etkilerinin olduğuna inanarak ibadet ederlerdi. Kelbî şöyle der: "Huzâa
kabilesinden Medih oğulları cinlere ibadet ederdi. Said: Himyer kabilesi
Güneşe, Kinane kabilesi Aya, Temim kabilesi Debran'a, Lalım kabilesi ve
cüzzam kabilesi Müşteri Yıldızına, Tay kabilesi Süheyl'e, Kays kabilesi
Şi'râ'ya (Sirius), Esed kabilesi "Utarid Yıldızı'na" ibadet ederdi." der.
(Tabakâtü'l Ümem, Es-Sâîd)
Bir insanın putperestliğin, kalplerde ve
pratik hayata yaydığı pisliği bilmesi, İslâm'ın bu ulusu getirdiği aşamayı;
gerek düşüncelerinde gerekse hayatlarında giriştiği temizliği kavraması için
bu ilkel ve iğrenç putçuluğu incelemesi yeterlidir. İçine düştükleri
pisliklerden biri de, şehirlerinde ve sokaklarında başlıca övünç kaynakları
olan; içki, kumar ve genel uğraşlarıdır. Hiçbir zaman üstüne çıkamadıkları
bu sınırlı ve yerel düşüncenin özünü basit kan davaları gibi ahlâksal ve
toplumsal hastalıklar oluşturuyordu.
"Savaş ve kan dökme" tehlikeli sayılmayacak
kadar sıradan bir hal olmuştu hayatlarında. Bekr kabilesi ile Tağlib b. Vail
kabilesi arasında savaş baş göstermiş, kırk sene oluk oluk kan akmıştı.
Bunun nedeni de: Ma'd kabilesinin başkanı Kuleyb'in, Munkiz'in kızı Besus'un
devesinin memesine ok atmasıyla kanın süte karışmasından başka birşey
değildi. Cessas b. Mürre Kuleyb'i öldürür, böylece Bekr ve Tağlib arasında
savaş başlamış olur. Kuleyb'in Mühellin'in dediği gibi; "Hayatı mahvetti.
Anneleri çocuksuz, çocukları da yetim koydu. Dinmez gözyaşları ve
defnedilmeyecek kadar çok ceset bıraktı "
"Dahis ve Gabra savaşı da böyle. Bunun nedeni
de; Kays b. Züheyr ile Huzeyfe b. Bedr arasında düzenlenen bir yarış
yapılıyordu. Kays'ın atı Dahis'i geçerken, Esedîlerden birinin Huzeyfe'yi
desteklemek amacıyla önüne çıkarak bir tokat atması. Böylece onu oyalayarak
yarışı kaybetmesini sağlamasıdır. Arkasından öldürme ve intikam geldi. Esir
alınanlar oldu. Binlerce insan bu şekilde öldürülüp gitti."
Bütün bu olaylar, bunların hayatlarının
enerjilerini, böylesine basit ortamlarda sarf etmelerini önleyecek büyük
değerlerden yoksun olduğunun göstergesidir. Çünkü, hayat için bir mesajları,
beşeriyete sunacakları bir ideolojileri ve kendilerini böylesine basit
şeylerle uğraşmaktan alıkoyacak insanlık aleminde üstlendikleri bir rolleri
söz konusu değildi. Kendilerini bu ilginç toplumsal pisliklerden
temizleyecek bir akideleri de yoktu... İlahi bir akide olmadan insanlar
nasıl olgun olabilirler ki! İlgi alanları, düşünceleri ve ahlâkları başka
nasıl oluşabilir!
Kuşkusuz cahiliyye aynı cahiliyyedir. Ve her
cahiliyyenin pisliği ve iğrençliği vardır. Yeri ve zamanı önemli değildir.
Her ne zaman insanların kalpleri, düşüncelerine egemen ilahi bir akideden ve
bu akideden kaynaklanıp hayatlarını düzenleyen bir şeriatten yoksun olursa
orada birçok cahiliyye şekillerinden biri vardır demektir. Bugün beşeriyetin
çamurları içinde yüzdüğü cahiliyye, özü bakımından, İslâm'ın kaldırarak
yeryüzünü ondan temizleyip arındırdığı Arap cahiliyyesinden farklı değildir.
Bugün insanlık büyük bir batakhanede
yaşamaktadır. Gazetelerine, filimlerine, moda gösterilerine, güzellik
yarışmalarına, dans pistlerine, meyhanelerine, radyolarına, çıplak etin
sergilendiği çılgın pazarlarına, sanat, edebiyat ve diğer reklam
araçlarındaki iğrenç görüntülerine ve hastalık saçan duygularına kadar...
Diğer taraftan, faiz düzenine, onun arkasında gizlenen tefeciliğe, mal
toplamak ve sömürmek için başvurulan alçakça yöntemlere, yasallık kisvesine
bürünmüş şans, hile ve piyango oyunlarına... Öte yandan, her insanı, her
aileyi, her düzeni ve insan topluluğunu tehdit eder duruma gelen ahlâksal
çöküntü ve toplumsal bozulmalarına... Evet, bütün bunlara bir kere bakmak,
şu cahiliyyenin gölgesinde insanlığın sürüklendiği korkunç sonucu anlamak
için yeterlidir.
Beşeriyet, insanlığını yiyip bitirmekte,
ademiyetini ortadan kaldırmaktadır. O düşük hayvansal aleme katılmak için
hayvanların ve hayvansal dürtülerin peşinde sürüklenmektedir. Oysa hayvan
bunlardan çok daha pâk, şerefli ve temizdir. Çünkü o, parçalanmaz ve ilahi
bir akide ve şeriat bağından yoksun insanların şehvetlere yenilip yüce
Allah'ın insanların egemenliğinden kurtardığı ve şu ayet-i kerimede
belirttiği gibi mümin kullarına onun çirkefliklerinden temizlemekle lütufta
bulunduğu cahiliyyeye tekrar dönüp kokuşmaları gibi kokuşmayan bir fıtrata
sahiptir.
GÜNÜMÜZ CAHİLİYYESİ
"Kendilerine kitap ve hikmeti öğretiyor."
Bu ayetin muhatapları okuma-yazma bilmez
cahillerdi. Hem yazmayı bilmezlerdi hem de akli olgunluğa erişmemişlerdi.
Herhangi bir alanda, evrensel bilgi ölçütlerinde bir değere sahip bilgileri,
herhangi bir konuda evrensel bir değere sahip bir bilgi kaynağından doğan
ilgileri olmadığı halde bu Risalet onları dünyaya üstad ve aleme egemen
olacakları bir noktaya getirdi. Bir akideden kaynaklanan fikrî, toplumsal ve
sistemli bir metoda sahip kişiler oldular. Bu metod o zamanki insanları
cahiliyyeden kurtardığı gibi bugün de bunca materyalist bilimsel
gelişmişliğine, sınai ürünlerin bolluğuna ve uygar-refah düzeyinin
yüksekliğine rağmen, ahlâkî ve toplumsal açıdan eski cahiliyyenin tüm
özelliklerini özünde barındıran modern cahiliyyeden, onun, hayatın
hedeflerine ilişkin düşüncelerinden ve insanlık için belirlediği amaçlardan
bu sefer de yine o kurtaracaktır Allah'ın izniyle.
"...Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık
içindeydiler..."
Düşünce ve itikatta sapıklık... Hayat
anlayışında sapıklık... Amaç ve yönelişlerde sapıklık... Gelenek ve hayat
tarzında sapıklık...
O gün, bu ayete muhatap olan Araplar,
kuşkusuz, geçmiş hayatlarını hatırlıyorlardı. İslâm'ın kendilerinde meydana
getirdiği değişimin özünü kavramışlardı. Bunun, İslâm olmadan
gerçekleşemeyeceğini ve insanlık tarihinde eşine rastlanmayacak bir değişim
olduğunu çok iyi biliyorlardı.
Kendilerini, kabile hayatından, kabilesel
değerlerden ve kan davalarından kurtaranın İslâm -ama yalnız İslâm- olduğunu
kavramışlardı. Sadece bir ümmet olmaları için değildi tabii. Daha çok -bir
göz açıp kapama anı gibi kısa bir sürede ve uzun zaman olan hazırlanma gibi
birşey olmaksızın- beşeriyete önder olmaları, ideallerini, hayat metodlarını
ve düzenlerini beşeriyetin uzun tarihi boyunca eşine rastlanmayacak bir
tarzda belirlemeleri içindi bu değişim.
Ulusal konumları belirlediği kadar, siyasal
ve uluslararası alanlarda da varlık göstermelerini, her şeyden önce ve
önemli olan insani varlıklarını kazandıranın İslâm -ama yalnız İslâm-
olduğunu biliyorlardı. İnsanlıklarını yücelten, ademiyetlerini onurlandıran,
hayat düzenlerinin tümünü bu onur esasına dayandıran ve yüce Rabblerinin
katından bir ihsan ve lütuf olarak gelenin İslâm olduğunu kavrıyorlardı.
Bundan sonra bunu bütün beşeriyete sunmuş ve "İnsan"ın nasıl saygın
olacağını ve yüce Allah'ın onurlandırmasıyla nasıl onurlanacağını tüm
insanlığa öğretmişlerdi. Ne yarımadada ne de başka bir yerde bu konuda
kendilerini geçen olmadı. Geçen bölümde değindiğimiz "Şûra" konusu da, yüce
Allah'ın kendilerine büyük bir lütfu idi. Bu lütuf bu ilahi metodun bir
yönünü oluşturmaktadır.
Onlar, aleme sunacakları bir mesajlarının,
beşer hayatına ilişkin bir görüşlerinin ve insan hayatını düzenleyecek bir
yöntemlerinin olmasını sağlayan nimetin İslâm -ama yalnız İslâm- olduğunu
biliyorlardı. Büyük insanlık tarihinde beşeriyeti ileriye götürecek bir
mesaj, bir dünya görüşü ve hayat prensibi olmaksızın varlığını sürdüren bir
millet söz konusu değildir.
İslâm, onun varlık hakkındaki düşüncesi,
hayat görüşü, toplumsal şeriatı, insan hayatına ilişkin düzeni, gölgesinde
"insan"ın mutlu olabildiği bir düzenin oluşması için yerleştirdiği ideal,
pratik ve hareketli metodu... Bu özellikleriyle İslâm; Arapların tüm dünyaya
sundukları, onunla tanındıkları, saygı gördükleri ve bu sayede önderliği
devraldıkları "Özel kimlikleridir"
Bugün ve yarın bundan başka bir kimlik
taşıyamazlar. Bunun dışında dünyada onunla tanınacakları bir başka mesajları
yoktur. Ya bu mesajı taşıyacaklar, böylece beşeriyet onları tanıyıp saygı
gösterecek ya da bunu terk edecekler, sonuçta da -daha önce oldukları gibi-
hiç kimse tarafından bilinmeden ve tanınmadan başıboş bir hayat yaşayıp
gideceklerdir.
Bu mesajı sunmazlarsa, insanlığa sunacakları
başka neleri var ki?
İnsanlığa, edebiyat, sanat ve bilim. alanında
dahiler mi sunacaklar? Oysa yeryüzünde diğer halklar onları bu alanda
oldukça geride bırakmış. Üstelik beşeriyet, hayatın bir ayrıntısı sayılan bu
alanda boğazına kadar "deha" deryasına gömülmüştür. Hayatın bir ayrıntısı
sayılan bu alanda bir dahiye ihtiyaç duyulmadığı gibi böyle bir beklenti de
söz konusu değildir.
Herkesin önünde eğileceği, onunla sokakları
dolduracakları ve ellerindeki ürünle herkesi cezb edecekleri ileri sanayi
alanında deha çapta ürünler mi sunacaklar? Bu alanda da birçok halk onları
geride bırakmış, öncülük direksiyonunu eline geçirmiştir.
Kendi elleriyle meydana getirdikleri, kendi
düşüncelerinin ürünü toplumsal bir felsefî ekol mu, ya da ekonomik ve idari
metodlar mı sunacaklar? Yeryüzü bu tür felsefeler, ekoller ve metodlarla
dolup taşmaktadır. Bu sapık metodlar sayesinde de büyük bir bedbahtlık
içinde yaşamaktadır.
O halde beşeriyete öğretecekleri ve bu konuda
öncelikli, ileri ve imtiyazlı sayılacakları ne sunabilirler?
Bu büyük mesajdan başka bir şeyleri yok... Şu
eşsiz metoddan başka hiçbir şeyleri yok. Allah'ın kendilerini seçtiği,
bununla onurlandırdığı ve bir zamanlar onların eliyle tüm insanlığı
kurtardığı bu lütuftan başka hiçbir şeyleri yok. İnsanlık bugün her
zamankinden daha çok bu mesaja muhtaçtır. Çünkü insanlık, bedbahtlık,
şaşkınlık, bunalım ve iflas bataklığına düşmüştür.
Kuşkusuz geçmişte tüm insanlığa sundukları ve
ilgilerini çektikleri yegane nitelikleri sadece budur. Bugün de insanlığa
bunu sunabilirler. Bu sayede kurtulabilirler ancak.
Büyük milletlerden herbirinin insanlığa
sunduğu bir mesajı vardır. En büyük millet, en büyük mesajı taşıyan, en
üstün metodu sunan ve hayata ilişkin yüksek dünya görüşüyle sivrilen
millettir.
Araplar bu mesaja sahip bulunmaktadırlar. -Bu
hususta onlar asıldırlar, diğer halklar ise onlara ortak konumundadırlar-.
Acaba hangi şeytandır onları bu büyük hazineden uzaklaştıran, hangi
şeytan?..
Yüce Allah'ın bu millete bir Resul ve Risalet
göndermekle bahşettiği lütuf çok büyüktür hem de çok. Onu bu lütuftan,
şeytandan başkası uzaklaştıramaz. Ve O, Rabbine karşı bu şeytanı kovmakla
sorumludur.
UHUD SAVAŞININ DEVAMI
Ayetlerin akışı, savaşta meydana gelen
olayları anlatma ve onları değerlendirmede bir adım daha atmaktadır. Henüz
tecrübe süzgecinden geçmemişler, olaylarla yoğrulmamışken, işin pratiğini,
kuralların özünü ve kanunlara sarılmayan; varlık, hayat ve akidenin özündeki
ciddiyete uymayan hiç kimseyi kayırmayan pratik hayatın ciddiyetini henüz
yaşamamışken -müslüman oldukları halde- işin geldiği noktada dehşete
kapılmalarını, başlarına gelenin meydana gelişine şaşırmalarını ve iş
konusundaki düşüncelerinin davranışlarından dolayı olduğunu ve
uygulamalarının tabii bir sonucu olduğunu açıklamaktadır. Ancak onları bu
noktada bırakmamakta, -çünkü bu durum, gerçek de olsa nihai gerçek değildir-
sebepler ve sonuçların arka plânındaki Allah'ın kaderine, adet ve kanunların
ötesindeki iradesine bağlamaktadır. Böylece meydana gelen olaydaki hikmeti
kendilerine ve uğruna cihad ettikleri davalarına hayırlı olanın
gerçekleşmesine, bu tecrübeyle onların bundan sonrasına hazırlanmasına,
kalplerinin arınmasına, saflarının olayların ortaya çıkardığı münafıklardan
ayrılmasına ilişkin hadiselerin ötesindeki Allah'ın plânını açıklamaktadır.
Her iş, sonunda Allah'ın iradesine ve plânına dayanmaktadır. Böylece
Kur'an'ın ince ve derin açıklamasında gizli gerçek, düşüncelerinde ve
duygularında iyice olgunlaşmaktadır.
165- Karşı tarafa iki katını
tattırdığımız musibet, bu kez sizin başınıza gelince "Bu nereden geldi?"
demediniz mi? De ki; "O musibet kendinizden kaynaklandı." Hiç şüphesiz
Allah'ın gücü herşeye yeter.
166- İki topluluğun
karşılaştığı gün başınıza gelen musibet, Allah'ın izni ile gerçekleşti. Bu
musibet, Allah'ın müminleri belirlemesi için meydana geldi.
167- Bir de münafıkları ayırd
etmesi içindi. Onlara "Geliniz, Allah yolunda savaşınız, ya da savunma
yapınız " denince "Eğer savaşmayı bilseydik, mutlaka peşinizden gelirdik "
dediler. O gün onlar imandan çok küfre yakındılar. Kalplerinde olmayan şeyi
ağızları ile söylüyorlardı. Hiç kuşkusuz Allah, onların gizli tuttukları
duyguları çok iyi bilir.
168- Onlar, evlerinde oturup
savaşa katılan kardeşleri için "Eğer bizim sözümüzü dinleselerdi,
öldürülmezlerdi"diyenlerdir. De ki; "Eğer doğru söylüyorsanız, ölümü kendi
başınızdan savın bakalım."
Yüce Allah; sancağını taşıyan ve akidesine
inanan dostlarına yardım etmeyi üzerine almıştır. Ancak bu yardımı,
kalplerinde iman gerçeğinin olgunlaşmasına, düzen ve hayat tarzlarında
imanın gereklerini yerine getirmelerine, güçleri oranında hazırlık
yapmalarına ve imkanları nisbetinde çaba sarf etmelerine bağlamıştır. İşte
Sünnetullah budur. Ve Sünnetullah'ta hiç kimse kayırılmaz. Müslümanlar ne
zaman bu işlerden birinde bir eksiklik yaparlarsa, bu eksikliğin sonucuna
katlanmalıdırlar. Çünkü müslüman oluşları, kendileri için adetin bozulmasını
ve kanunun iptalini gerektirmez. Onlar, hayatlarının tümünü Sünnetullah'a
uydurmak ve ilahi kanunlar doğrultusunda düzenlemekten dolayı müslümandırlar
zaten.
Ancak müslümanlıkları boşa gitmeyecektir,
ziyan olmayacaktır. Çünkü teslimiyetleri Allah içindir. Allah'ın sancağını
taşımaları, O'na uymaya gayret etmeleri ve O'nun metoduna tabi olmalarından
dolayı, hataya uygun düşen, acı, yara ve kayıpları tattıktan sonra bu hatayı
iyiliğe çevirmek akidenin daha bir netleşmesi, kalplerin daha iyi arınması,
safların iyice temizlenmesi, onları vaad edilen zafere yaklaştırması,
böylece hayır ve bereketle sonuçlandırması yüce Allah'ın şânındandır...
Müslümanlar hiçbir zaman Allah'ın korumasından, gözetiminden ve yardımından
uzaklaştırılmazlar. Aksine, yolda başlarına birtakım darbeler, acı ve
sıkıntılar geldikçe, Allah tarafından hep yol azığıyla desteklenmişlerdir.
Bu açıklık ve kesinlikle beraber yüce Allah,
meydana gelen olaydan dolayı paniğe kapılıp sorular sorup duran müslüman
kitleyi ele almakta, onlara takdirinden kaynaklanan uzak hikmeti açıkladığı
gibi kendi davranışlarından kaynaklanan yalçın sebebi de ortaya
çıkarmaktadır. Bu arada münafıkları da, ne sakınmanın ne de geride kalıp
oturmanın kendisinden koruyamadığı ölüm gerçeğiyle yüzyüze getirmektedir:
"Karşı tarafa iki katını tattırdığımız
musibet başınıza gelince `Bu nereden geldi?' demediniz mi? De ki; O musibet
kendinizden kaynaklandı. Hiç şüphesiz Allah'ın gücü herşeye yeter."
Müslümanların Uhud'da başlarına bir felaket
geldi. Bu acı günde karşılaştıkları bunca yara ve acıların dışında ayrıca
yetmiş şehid verdiler. Müslüman oldukları halde Allah'ın düşmanı müşrikler
onlara galip geldi. Halbuki onlar müslümandılar ve Allah yolunda cihad
ediyorlardı. Fakat aslında bu felaketi tadan müslümanlar, bunun iki katını
müşriklere isabet ettirmekle daha üstün durumda idiler; çünkü Bedir günü
Kureyş'in ileri gelenlerinden yetmiş tanesini öldürmekle benzeri bir
musibeti düşmanlarının başlarına getirmişlerdi.
Müslümanlar aynı galibiyeti Uhud savaşının
başlangıcında, henüz Allah'ın ve O'nun Resulünün emrine uyuyorlarken,
ganimet arzusu karşısında zaafa kapılmàmışken ve mümin gönüllerde yer
etmemesi gereken duygular ruhlarında depreşmemişken tekrar elde ediyorlardı.
Onlar panik içinde sorup duruyorlarken yüce
Allah bütün bunları onlara hatırlatıyor ve meydana gelen olayı direkt yakın
sebebine döndürüyor:
"...De ki; O musibet kendinizden
kaynaklandı."
İş konusunda sarsıntı geçiren, bozulan ve
çekişen bizzat sizin nefsinizdir. Allah ve Resulünün şartını yerine
getirmeyen sizdiniz. Arzu ve heveslerin etkilediği, kendi nefsinizdi.
Resulullah'ın emrine ve savaş stratejisine isyan eden sizdiniz. Bu sonuç
meydana gelmesini istemediğiniz şey. Sopra da "bu nasıl olur?" diyorsunuz.
Sünnetullah'ta kendi durumunuza uygun olanıyla karşılaştınız. Müslüman veya
müşrik olsun insan kendini Sünnetullah'ın işleyişine sundu mu gerekli
karşılığı alacaktır. Hiç kimsenin kayırılması için bu kanun bozulmaz. Bir
kere, insanın ilk önce Allah'ın sünnetine kendini uydurması, teslimiyetin
olgunluk derecesini göstermektedir.
"Hiç şüphesiz Allah'ın gücü herşeye yeter."
Gücünün gereği, sünneti uygulaması, kanunuyla
hükmetmesi, her işin hükmü ve iradesi uyarınca hareket etmesi ve varlık
alemini, hayatı ve olayları dayandırdığı yasalarını askıya almamasıdır.
Bununla beraber, her işin ötesinde gördüğü
bir hikmetten dolayı Allah'ın takdiri yer almaktadır. Meydana gelen her
olayın, her hareketin, her gelişmenin ve bütün evrende yeralan her akışın
ötesinde Allah'ın takdiri sürekli mevcuttur.
İLÂHÎ KANUN
"Îki topluluğun karşılaştığı gün başınıza
gelen musibet Allah'ın izni ile gerçekleşti."
Hiçbir şey rastlantı sonucu ve boşuna meydana
gelmemiştir. Faydasız ve başıboş da değildir. Her hareket, şu evrenin
yaradılışında planlanmış ve kendisine özgü sebep ve sonuçları olan bir
kadere göre hareket etmektedir. Bütün hareketler, -bozulmaz, askıya alınmaz
ve hiç kimseyi kayırmaz sağlam adet ve kanunlara uygun meydana gelmekle
beraber- belirlenen proğramları plânında gizli bir hikmeti gerçekleştirmekte
ve hep birlikte evrenin nihai "proje"sini tamamlamış olmaktadırlar.
İslâm düşüncesi bu alanda, insanlık tarihi
boyunca hiçbir düşüncenin ulaşmadığı bir evrensellik ve dengecilik düzeyine
ulaşmıştır.
Evrende değişmez bir kanun ve kesin kurallar
vardır. Değişmez kanunun ve kesin kuralların ötesinde de etkin bir irade ve
serbest ilahi meşiyet vardır.
Bu kanun, kurallar, irade ve meşiyetin
ötesinde de herşeyin çerçevesinde cereyan ettiği ince bir hikmet
yatmaktadır. Aralarında insan da olmak üzere herşey hakkında hükümran olan
bu kanun ve geçerli olanlar da bu kurallardır. İnsan, özgür iradesinin ürünü
hareketleri ve kendi düşünce ve değerlendirmesinin sonucu davranışları
neticesinde bu kurallarla karşılaşır, böylece kuralların işlemesini sağlar
ve onlardan etkilenir. Ancak, bütün bunlar, Allah'ın kaderi ve dileyişi
uyarınca meydana gelmekte, aynı zamanda O'nun hikmet ve takdirini
gerçekleştirmektedir. İnsanın iradesi, düşüncesi, hareket ve davranışları
Allah'ın adet ve kanununun bir parçasıdır. İnsan bütün yaptıklarını bunlarla
yapar. Allah, çizdiği kader ve plan çerçevesinde gerçekleştirdiği herşeyi bu
adet ve kanun sayesinde gerçekleştirir. Hiçbir şey bu adet ve kanunun dışına
çıkamaz. Onlara karşıt olamaz, Allah'ın iradesini ve takdirini bir kefeye,
insanın irade ve faaliyetlerini de karşıt kefeye koyanların düşündükleri
gibi faaliyetine karşı koyamazlar. Asla!.. İslâm düşüncesinde durum böyle
değildir. Çünkü insana; varlığını, düşüncesini, iradesini, takdirini,
değerlendirme yeteneğini ve yeryüzünde faaliyet imkânını bahşederken,
bunlardan hiçbirini, kendi sünnetine zıt, yüce iradesine muhalif
kılmamıştır. Şu büyük evrene ilişkin kaderinin ötesindeki nihai hikmetin
dışına da çıkamaz. Ancak yüce Allah, insanın takdir edip idare etmesini,
hareket etmesini, etkilenmesini, Sünnetullah'la karşılaşıp onlara uymasını,
bu karşılaşmanın insana verilecek karşılığını; lezzet, acı, rahatlık,
yorgunluk, mutluluk ve bedbahtlık şeklinde tam olarak almasını, bu
karşılaşma ve sonucunun ötesindeki herşeyi kuşatan kaderinin ahenk ve denge
içinde gerçekleşmesini sünnetin ve takdirinin bir gereği kılmıştır.
Uhud savaşında meydana gelen bu olaylar,
evrensel ve mükemmel İslâm düşüncesi hakkındaki sözlerimize örnektir.
Kuşkusuz yüce Allah müslümanlara, zafer ve yenilgi hakkındaki sünneti ve
şartını öğretmişti. Onlar da bu sünnet ve şarta aykırı hareket etmişlerdi.
Bunun sonucunda da acı ve yaralarla karşılaşmışlardı. Ancak mesele bu
noktada bitmiyor, çünkü bu karşı çıkmanın ve acı çekmenin ötesinde, saftaki
müminlerle münafıkların ayrılması, mümin kalplerin arındırılması, düşünce
bulanıklığından, zaaf ve eksikliklerden temizlenmesine ilişkin Allah'ın
kaderinin gerçekleşmesi yer almaktadır.
Bu da işlevi bakımından -acı ve zararın
ötesinde- müslümanlar için hayırlı olmuştur. Kuşkusuz bu sonucu, Kanûn-u
İlâhî uyarınca elde etmişlerdi. Çünkü Allah'ın metoduna teslim olan, bütün
hayatlarında onu uygulayan müslümanlara yardım edip onları gözetmek, sonuçta
acılarını tatmış olsalar bile işledikleri hataları nihai hayırlarına bir
araç kılmak Allah'ın sünnetidir. Nitekim, acı çekme; arınma, eğitim ve
hazırlık için de bir araçtır.
Bu sert ve yalçın konumda müslümanların
ayakları rahatlamakta, kalpleri hiçbir kararsızlık, sıkıntı ve şaşkınlık
duymadan tatmin olmaktadır. Çünkü onlar, Allah'ın kaderi ile yüz yüzedirler.
Hayatlarında O'nun kanunlarıyla hareket etmektedirler. Onlar, yüce Allah'ın
gerek kendilerine gerekse çevrelerindekilere dilediğini yapacağını
biliyorlar. Çünkü onlar, yüce Allah'ın onunla dilediğini gerçekleştirdiği
kaderi için birer hammadde konumundadırlar. İşledikleri tüm yanlışlar ve
doğrular -yanlışları ve doğrularından dolayı karşılaştıkları tüm sonuçlar
Allah'ın kaderi ve ince hikmeti ile hareket ettiğini ve bu yolda hareket
ettikleri sürece de kendilerini iyiliğe doğru götüreceğini gayet iyi
biliyorlar:
"İki topluluğun karşılaştığı gün başınıza
gelen musibet, Allah'ın izni ile gerçekleşti. Bu musibet, Allah'ın müminleri
belirlemesi için meydana geldi."
"Bir de münafıkları ayırd etmesi içindi.
Onlara `Geliniz, Allah yolunda savaşınız' denince; `Eğer savaşmayı
bilseydik, mutlaka peşinizden gelirdik' dediler. O gün onlar imandan çok
küfre yakındılar. Kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlardı. Hiç
kuşkusuz Allah, onların gizli tuttukları duyguları çok iyi bilir."
Yüce Allah burada, Abdullah bin Ubey bin
Selul ve beraberindekilerin konumuna işaret etmekte ve onları "münafıklar"
diye adlandırmaktadır. Bu noktada yüce Allah, onları ortaya çıkarmakta,
müslüman safları onlardan temizlemektedir, o günkü gerçek konumlarını
belirlemektedir: "...O gün onlar imandan çok küfre yakın idiler..." Orada
müslümanlarla müşrikler arasında savaş çıkacağını bilmediklerinden dolayı
geri döndüklerini iddia ederken doğru söylemiyorlardı. Gerçek neden bu
değildi, onlar: "...kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlar."
Tamamen akidenin kontrolüne bırakmadıkları kalplerinde nifak vardır.
Kişiliklerini ve beşerî değerlerini, akide ve iman değerlerinin üstüne
çıkarmışlardır. Uhud günü Resulullah, (salât ve selâm üzerine olsun)
görüşünü kabul etmedi diye ayrılan münafıkların başı Abdullah b. Ubey ne
yaptıysa, bundan önce de Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) ilahî
bir mesajla Medine ye geldiğinde kendilerinin başkanlıktan yoksun
bırakılması ve başkanlığı bu dine ve onun taşıyıcısına vermesi karşısında da
aynı davranışı göstermişti. Kalplerde bu vardı. Müşrikler, Medine'nin
kapılarına dayanmışken münafıkların geri dönmelerinin sebebi buydu.
Kendilerine "Geliniz Allah yolunda savayız ya da savunma yapınız" diyen
gerçek müslüman Abdullah b. Haram'a "Eğer savaşmayı bilseydik mutlaka
peşinizden gelirdik" diyerek itiraz etmeleri bundandı. İşte bu ayette yüce
Allah gerçek durumlarını ifşa ediyor:
"Hiç kuşkusuz Allah onların gizli tuttukları
duyguları çok iyi bilir."
Sonra, saflarda ve ruhlarda sarsıntının
meydana gelmesindeki konumlarını ortaya çıkararak sürüyor ayet-i kerime:
"Onlar evlerinde oturup savaşa katılan
kardeşleri için `Eğer bizim sözümüzü dinleselerdi öldürülmezlerdi'
diyenlerdir."
Özellikle başta kavmi arasındaki otoritesini
sürdüren, münafıklığı henüz daha ortaya çıkmamış ve müslümanlar arasındaki
mevkisinin sarsılmasına neden olan bu vasıfla henüz vasıflandırılmamış
Abdullah b. Ubey olmak üzere, diğer münafıklar ayrılık sonucu saflarda ve
ruhlarda kargaşa ve sarsıntı meydana getirmekle yetinmiyorlar:
"...Eğer bizim sözümüzü dinleselerdi
öldürülmezlerdi" diyerek, savaştan sonra şehid ailesi ve arkadaşlarının
kalplerine sarsıntı ve hayıflanma duygularını yaşamaya çalışıyorlardı.
Böylece, ayrılmalarında bir hikmet ve
maslahat olduğunu, Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) itaat edip
uymakta da bir zarar ve ziyan olduğunu yaymak istiyorlardı. En fazla da,
Allah'ın çizdiği kaderi, ecelin kesinliği, ölüm ve hayatın hakikati ve
bunların yalnızca Allah'ın kaderine bağlılığı konusundaki saf İslâm
düşüncesini bozuyorlardı. Bu yüzden ayet-i kerime, bir taraftan hilelerini
bozmak, diğer taraftan İslâm düşüncesini düzeltip onu bulanıklıktan
kurtararak kesin ve doğru olanı yerleştirmek suretiyle gerekli karşılığı
vermektedir:
"Eğer doğru söylüyorsanız, ölümü kendi
başınızdan samız bakalım."
Ölüm, hem cihada çıkan hem de evinde oturanı,
hem cesuru, hem korkağı, hülâsa herkesi alır götürür. Ne hırs, ne korunma
geri çeviremez ölümü. Korku ve geride beklemek de ertelemez. Bunun en güzel
kanıtı tartışma götürmez pratik hayattır. Kur'an-ı Kerimde bu pratik hayatla
onlara cevap vermekte, iğrenç hilelerini bozmakta, gerçeği yerine
oturtmakta, böylece müslümanların kalplerini sağlamlaştırıp üzerine güven,
huzur ve yakîn duygularını akıtmaktadır.
Kur'an-ı Kerim'in savaştaki olayları
sunarken, olayların öncesinde, savaşın hemen arefesinde meydana gelen bu
olaya -Abdullah b. Ubey ve beraberindekilerin savaştan geri kalmalarını-
değinmeyi ertelemesi, oluşun içinde bu noktaya yer bırakması dikkat
çekicidir.
KUR'AN EĞİTİMİ
Bu erteleme, Kur'an'ın eğitim metodunun
belirgin özelliklerinden birini taşımaktadır. Kuşkusuz bu olayı,
yerleştirdiği İslâm düşüncesinin belli başlı kurallarını yerleştirmek,
yerleştirdiği gönüllere doğru duyguları oturtmak ve değerler için koyduğu bu
ölçüleri belirlemek için ertelemişti. Sonra da "münafıklara",
davranışlarına, bundan sonraki uygulamalarına işaret etmektedir. Çünkü
ruhlar bu davranışları, doğru düşünceden, doğru ölçütteki doğru değerden
sapmanın ürünü bu uygulamaları algılayacak düzeye gelmiştir artık... İmanî
düşüncenin ve değerlerin müslümanın nefsinde böyle yer etmesi, düşünce ve
değerlerin gerçek mahiyetini, iş ve şahısların gerçek ölçüsünü verecek doğru
ölçütlerin bu şekilde yerleştirilmesi gerekmektedir. Bundan sonra, işleri ve
şahısları bu ölçüte göre değerlendirir insan... Ve bu saf imanî duyguyla
onlara, aydınlık ve doğru hüküm uygulanabilir...
Bu ertelemede, eşsiz Kur'an metodunun bir
başka özelliği de gizlidir. Çünkü Abdullah b. Ubey -daha önce değindiğimiz
gibi- o ana kadar kavmi arasında saygın bir konumdaydı. Bu yüzden "Şûra"
ilkesinin yerleşmesi ve uygulaması toplum içinde itibarı olanların görüşüne
başvurmayı gerektirdiğinden Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) kendi
görüşüne başvurmadı diye kibirlenmişti. Bu büyük münafığın uygulamaları
müslümanların safında sarsıntı ve düşüncelerinde karışıklıklar meydana
getirmişti. Nitekim bundan sonra öldürülenlere ilişkin sözleri de gönüllere
hasret, duygulara karışıklıklar serpmişti. O'nun davranışlarının ve
sözlerinin küçümsenmesi, savaşın öncesinde meydana gelmesine rağmen,
Kur'an'ın sunuş tarzında öne alınması ve bu işi yapmaya kalkışanların
vasıflarının "münafıklık yapanlar" olarak adlandırılması gerçekten
anlamlıdır. Ayrıca bu davranışları şu hayret sigasıyla -münafıkları görmez
misin- diye özetlemek ve en büyüklerinin adını veya şahsını anmadan, yine bu
davranışı yapmaya kalkışan herkesin, hakettiği gibi iman ölçeğinde onunla
eşit durumda olmaları yüzünden surenin akışında başka münafıkları
değerlendirdiği gibi münafıklar arasında belirsiz olarak kalması için
açıklamaması ve sona bırakması bu eşsiz eğitim metodunun içerdiği bir hikmet
olsa gerektir.
ALLAH YOLUNDA ÖLDÜRÜLENLER
Kalpler huzura kavuşup vicdanlar, evrende
yürürlükte olan yasa, işlerin ötesindeki Allah'ın kaderi, bu takdir ve
planın arka planındaki hikmeti... Sonra olması için yazılmış ecel ve geride
kalmanın erteleyemediği savaşa çıkmanın çabuklaştıracağı; hırs, sakınma ve
tedbirin önleyemediği mukadder ölüm gerçeği ile istikrar bulduktan sonra...
Evet bundan sonra ayetlerin akışı bir diğer
hakikati açıklamakla sürüyor. Hem özü hem de etkisi itibariyle büyük bir
hakikat... Allah yolunda öldürülenlerin ölüler olmayıp diri oldukları
hakikati... Onlar Rabblerinin izinden, kendilerinden sonra oluşan hayattan
ve olaylarından kopmamışlardır. Bu cemaatin yaptıklarından etkilendikleri
gibi ona da etki ediyorlar. Bilindiği gibi etki ve etkilenme hayatın
belirtisidir.
Ayet Uhud savaşında şehid düşenlerin hayatı
ile şehadetlerinden sonra meydana gelen olaylar arasında sağlam bir ilgi
kurduktan sonra, kendilerine isabet eden bunca yaraya rağmen, Allah ve
Resulü'nün çağrısına karşılık veren, savaş alanını bırakıp gittikten sonra
Medine'ye saldırmalarından korkup Kureyş'i takip eden, Kureyş'in
toparlanmasıyla kendilerini korkutmaya çalışan insanlara aldırış etmeyip
sadece Allah'a güvenip dayanan ve bu konumlarıyla imanın anlamını ve
hakikatini gerçekleştiren bir grup müminin konumlarını tasvir ediyor.
169- Sakın Allah yolunda
öldürülenleri ölü sanmayınız, tersine onlar yaşıyor ve Allah katında
besleniyorlar.
170- Allah'ın, keremiyle
kendilerine sunduğu nimetlerden dolayı sevinç içindedirler. Arkadaki henüz
kendilerine katılmamış olanlar için korku ve üzüntü söz konusu değil diye
onlar adına sevinçlidirler.
171- Onların sevinci
Allah'tan gelen nimet ve lütuf ile O'nun müminlerin mükâfatını kayba
uğratmayacağı müjdesinden kaynaklanıyor.
172- O müminler ki,
yaralandıktan sonra Allah'ın ve peygamberin savaşma çağrısına uydular,
onlardan "İhsan" (Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmek -Mütercim-) ilkesine
uyanlar ile takva sahiplerini büyük bir ödül beklemektedir.
173- O kimseler ki, insanlar
kendilerine "Düşmanlarınız size saldırmak için yığınak yaptılar, onlardan
korkmalısınız"dediklerinde, bu sözden imanları daha güçlenerek `Allah bize
yeter, O ne güzel bir vekildir" dediler.
174- Bundan dolayı Allah'tan
gelen nimet ve lütufla geri döndüler, kendilerine hiçbir zarar dokunmadı,
Allah'ın rızasına uydular. Hiç kuşkusuz Allah büyük lütuf sahibidir.
175- O şeytan sizi
yardakçıları ile korkutur, o halde eğer gerçekten mümin iseniz onlardan
değil, benden korkunuz.
Yüce Allah mümin kalplerde kader ve ecel
hakikatini iyice belirginleştirmek, münafıkların "Eğer bizim sözümüzü
dinleselerdi öldürülmezlerdi" sözleriyle öldürülenler hakkında yaydıkları;
kuşku, karışıklık ve hayıflanma duygularını: "De ki; Eğer doğru
söylüyorsanız ölümü kendi başınızdan savın bakalım" meydan okuyuşuyla
bertaraf etmek istemiştir.
Yüce Allah, bu değişmez hakikatin eşiğinde
mümin kalpleri huzura kavuşturduktan sonra, bu kalplerin huzur ve güvenini
artırmak için Allah yolunda öldürülen -Allah yolunda öldürülen, kalplerini
bu mananın dışındakilerden arındıran ve diğer tüm şartlardan
soyutlananlardan başkası şehid değildir- şehidlerin varacağı sonucu
açıklamayı dilemiştir. Bu şehidler diridirler. Bütün hayat özelliklerine
sahiptirler. Onlar, Rabblerinin yanında "rızıklanmaktadırlar". Rabblerinin
fazlından verdiği ile sevinmektedirler. Geride kalan müminlere vardıkları
sonucu müjdelemek istemektedirler. Ayrıca geride kalan kardeşlerinin
yaşadığı olaylarla da ilgilenmektedirler. Kuşkusuz bütün bunlar; yararlanma,
müjdeleme, ilgilenme, etki etme ve etkilenme dediğimiz hayat belirtileridir.
Onlar, elde ettikleri Allah'ın fazlı ve O'nun yanındaki makam ve rızkın
yanında hayat ve olaylarla ilişki içindeyken ayrılıklarından dolayı duyulan
bu hasret de ne oluyor? İnsanların, dipdiri şehidle geride kalan
kardeşlerine ilişkin düşüncelere koydukları mesafe de nerden çıktı? Burada
ve orada sürekli Allah'la birlikte olan müminlerin nazarında, mesafelerin ve
engellerin hiçbir değeri yokken, bu hayatla hayat sonrası alem arasında
konulan bu engel de nedir?
Bu büyük gerçeğin iyice belirginleşmesi,
olayları değerlendirmede büyük önem arzetmektedir. Bir kere o, farklı hayat
çeşitleri ve durumlarıyla birlikte varlıkların hareketine ilişkin düşünceyi
de dengeler. -Hatta yeni baştan inşa eder. Artık bu bir sürekliliktir,
kesintiye uğramaz. Çünkü ölüm yolculuğunun sonu değildir. Hatta ölüm
öncesiyle sonrası arasında mutlak anlamda bir engel de söz konusu değildir.
Kuşkusuz bu, müminlerin hayat ve ölümü
karşılayışlarına ve buradan orayı tasavvur edişlerine ilişkin duygularda
büyük etkisi bulunan yepyeni bir bakış açısıdır.
"Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölü
sanmayınız. Aksine onlar yaşıyor ve Allah katında besleniyorlar."
Ayet, Allah yolunda öldürülen, böylece
hayattan ayrılıp gözlerden uzaklaşanların "ölü" sayılmasını yasaklayan bir
hükümdür. Ayrıca onların "Rabbleri katında diri olduklarını" da isbat eden
bir nasstır. Bu yasaklama ve isbatı canlılara özgü bir sıfat takip
etmektedir. Onlar "besleniyorlar."
Bununla beraber -şu fani dünyada yaşayan-
bizler, sahih hadislerin bildirdiklerinin dışında şehidlerin sürdüğü hayatın
şeklini bilemiyoruz. Ancak herşeyi bilen ve herşeyden haberdar olanın
zatından gelen bu doğru nass, tek başına ölüm ile hayat ve her ikisinin
arasındaki ayrılık ve bütünlüğe ilişkin anlayışımızı değiştirmeye
yeterlidir. Aynı zamanda meydana gelen olayların gerçek mahiyetinin bizim
algıladığımız dış görünüşleri gibi olmadıklarını öğretmeye de yeterlidir.
Çünkü biz, mutlak hakikatlere ilişkin anlayışımızı, algıladığımız dış
belirtilere dayandırmaktayız. Bu da hakikati bütünüyle kavramak için yeterli
değildir. O halde bu konuda gerçeği açıklamaya kadir yüce Allah'ın
açıklamasını beklemekten başka seçeneğimiz yoktur.
Onlar bizim gibi insandırlar. Öldürülüyorlar,
dış görünüşünü bildiğimiz hayattan kopuyorlar. Bize göründüğü kadarıyla
hayattan ayrılıyorlar. Ancak onlar, "Allah yolunda öldürüldükleri" ve O'nun
uğrunda her türlü nimetten; cüz'î ve küçük amaçlardan soyutlandıkları,
ruhlarını Allah'a bağladıkları ve O'nun yolunda canlarıyla mücadele
ettikleri... Evet onlar bu şekilde öldürüldükleri için yüce Allah, dosdoğru
bir haberle onların "ölüler" olmadıklarını bize bildirmekte ayrıca onlara
ölü dememizi yasaklamaktadır. Kendi katında diri olduklarını te'kid etmekte
ve onların beslendiklerini bildirmektedir. Allah'tan gelen rızkı canlılar
gibi almaktadır bunlar. Nitekim yüce Allah, onlarda bulunan diğer hayat
belirtilerini de bildirmektedir:
"Allah'ın keremiyle kendilerine sunduğu
nimetlerden dolayı sevinç içindedirler."
Allah'ın rızkını sevinerek karşılıyorlar;
çünkü onlar bunun yüce Allah'ın kendilerine karşı bir lütfu olduğunu
algılıyorlar. Bu da, yüce Allah'ın onlara kendi yolunda öldürülmesinden
hoşnut olduğunun kanıtıdır. O halde O'nun hoşnutluğunun göstergesi olan
rızkından çok, onları ne sevindirebilir?
Sonra onlar geride kalan kardeşleriyle de
ilgileniyorlar. Yüce Allah'ın mücahid müminlere olan hoşnutluğundan
bildiklerini müjdelemek istiyorlar:
"Arkadaki henüz kendilerine katılmamış
olanlar için korku ve üzüntü söz konusu değil diye onlar adına sevinçlidir."
"Onların sevinci Allah'tan gelen nimet ve
lütuf ile O'nun müminlerin mükâfatını kayba uğratmayacağı müjdesinden
kaynaklanıyor."
Onlar "Arkalarındaki henüz kendilerine
katılmamış" kardeşlerinden uzaklaşmamışlar ve onlarla bağlarını
koparmamışlardır. Çünkü onlar, beraberlermiş gibi "diridirler" dünya ve
ahirette elde ettikleriyle müjdeliyorlar birbirlerini, müjdelerinin
içeriğini de "kendilerinde korku ve üzüntü söz konusu olmadığı" gerçeği
oluşturmaktadır. Kuşkusuz onlar bunu öğrendiler, "Rabblerinin katında" 'ki
hayat O'nun nimet ve fazlından elde ettikleri lütuflar, bunun gerek
müminlere karşı Allah'ın bir iyiliği olduğuna ve O'nun müminlerin ecrini
zayi etmeyeceğine olan kesin inançlarıyla ikna olmuşlardır.
Şehidlerin, -Allah yolunda öldürülen-
gerçekleştirmediği hangi hayat belirtisi kaldı ki? Arkalarında kendilerine
katılmamış kardeşlerinden ne ayırabilir onları? Hangi şey canlılar ve
hayatla ilişki içinde olmakla beraber, yüce Allah'ın katına yapılan
yolculuktan dolayı; gıpta, hoşnutluk ve yakınlık duyulacak bu aşamayı
arkalarında kendilerine katılmamışların ruhlarında meydana getirebilir?
Bu -Allah yolunda olduğu zaman- ölüm
kavramında, canlarıyla cihad edenlerin ölüm karşısındaki duygularında ve
arkalarında kalanların ruhlarında gerçekleştirilen büyük bir değişikliktir.
Aynı zamanda bu, dünyanın çerçevesini ve basit hayat görüntülerini aşmak
suretiyle, hayatın alanının belirtilerini, şekillerini daha da
genişletmektir. Onun böylesine geniş ve büyük bir sahayı kapsaması, bir
şekilden başka bir şekle, bir hayattan başka bir hayata geçişte
belleklerimizde ve düşüncelerimizde oluşan engelleri etkisiz hale
getirmektedir.
Bu ve benzeri Kur'an ayetlerinin
müslümanların kalplerine yerleştirdiği bu yeni anlayışa uygun olarak aziz
mücahidler -Allah yolunda- şehadet talep etmeye yöneltiliyorlar. (Bazı
örneklerini savaşı ele aldığımız sözlerimizin başında anlatmıştık; oraya
başvurulabilir.)
Bu büyük gerçeğin yerleşmesinden sonra, savaş
alanında şehid düşenler tarafından Rabbleri katında kendileri için
hazırlanan nimetlerle müjdelenenler "müminler"dir. Bunlardan söz edilmekte,
kim oldukları belirtilmekte, özellikleri, nitelikleri ve Rabbleriyle olan
hikayeleri anlatılmaktadır:
"O müminler ki yaralandıktan sonra Allah'ın
ve peygamberin savaşma çağrısına uydular. Onlardan "ihsan" ilkesine uyanlar
ile takva sahiplerini büyük bir ödül beklemektedir."
"O kimseler ki insanlar kendilerine
`Düşmanlarınız size saldırmak için yığınak yaptılar, onlardan korkmalısınız'
dediklerinde bu sözden imanları daha güçlenerek `Allah bize yeter. O ne
güzel bir vekildir' dediler."
"Bundan dolayı Allah'tan gelen nimet ve
lütufla geri döndüler, kendilerine hiçbir zarar dokunmadı. Allah'ın rızasına
uydular. Hiç kuşkusuz Allah, büyük lütuf sahibidir."
Onlar, bu acı çarpışmanın ertesi günü,
beraberinde tekrar savaşmak için Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
tarafından çağrılan kişilerdir. Üstelik yaralardan dolayı bitkin düşmüşler,
daha dün savaş alanında ölmekten kıl payı kurtulmuşlardı. Saldırının
korkusunu, yenilginin acısını ve felaketin şiddetini henüz unutmamışlardı.
Aldıkları bunca yarayla beraber birçok yiğitlerini de kaybetmişlerdi.
Sayıları da azdı.
Ancak Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun) onları çağırıyordu.. Yalnız onları... -Bazılarının söyleyebileceği
gibi, onları güçlendirmek ve sayılarını artırmak için- savaşa
katılmayanların kendisiyle birlikte gelmesine müsaade etmemişti.. Onlar da
çağrıyı kabul ediyorlar. Resulullah'ın çağrısına uyuyorlar -ayetlerin
akışının yerleştirdiği, özü itibariyle ve anlayışlarında da böyle yer ettiği
gibi bu aynı zamanda Allah'ın çağrısıdır- Böylece kendilerine yara isabet
ettiği, büyük zarara uğradıkları ve yaralarla bitkin düştükleri halde
Allah'ın ve Resulü'nün çağrısına koşmuşlardır.
Kuşkusuz Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun) onları çağırıyordu. Yalnız onları... Bu çağrı ve ondan sonra gelen
icabet, içinde çeşitli ilhamları taşımakta ve bir kısmına değineceğimiz
büyük hakikatleri göstermektedir.
Bununla Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun) müslümanların gönüllerinin ve duygularının buluştuğu noktanın;
yenilgi, acı, eziyet ve yaralarla dolu olmamasını dilemiş olabilir. Bu
yüzden, gönüllerinde bunun bir deneme ve imtihan olduğunu, yoksa yolun sonu
olmadığını yerleştirmek için Kureyş'i takip etmeye ve onları kovmaya
çağırmaktadır. Kuşkusuz onlar hâlâ güçlüdürler. Galip düşmanları da
zayıftır. Bu olay bir kere oldu ve geçti artık. Nitekim onlar da zaaf ve
dağılmaktan kurtulup Allah ve Resulü'nün çağrısına uyunca üstünlük
sağlamışlardı.
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
müşriklerin gönüllerinde ve duygularında zafer sarhoşluğunun uzun
sürmemesini dilemiş olabilir. Bu yüzden dünkü savaşta hazır bulunanlardan
arta kalanlarla Kureyş'i takip ediyor. Böylece Kureyş'in müslümanlara karşı
amaçlarına ulaşamadıklarını ve kendilerini takip edip tekrar saldıracak
kişilerin kaldığını hissetmelerini sağlıyordu.
Siyer rivayetlerinde anlatıldığı gibi bunlar
gerçekleşmiş olaylardır. Belki de Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
bununla müslümanların ve onların ötesinde tüm dünyanın, yeryüzünde varolan
bu yepyeni gerçeğin yerleştirdiğini duyumsamamalarını dilemiştir. Kendisine
inananların ruhlarında herşeye bedel bir akidenin varolduğu gerçeği...
İnsanlık da ondan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadıklarını, hayatlarında
onun dışında bir amaçlarının olmadığını, sırf bu akide için yaşadıklarını
bilsin istemiştir. Ayrıca ondan sonra kendileri için herhangi bir şeyin
kalmasını istemediklerini, onun için harcayamayacakları, onun uğruna feda
etmeyecekleri hiçbir şeylerinin olmadığını bilmelerini dilemiştir.
Kuşkusuz bu, o zaman için şu yeryüzünde
yepyeni bir olaydı. Bu yüzden -müslümanlardan sonra- tüm yeryüzünün, bu
olayın meydana gelişini ve büyük gerçeğin varlığını hissetmesi
kaçınılmazdı...
Hiçbir şey, bu büyük gerçeğin doğuşunu,
yaralı oldukları halde, Allah ve Resulü'nün çağrısına koşanların, saf,
heybetli ve korkutucu bir şekilde; sırf Allah'a dayanıp güvenerek,
insanların sözlerine, -Ebu Süfyan'ın elçisinin bildirdiği gibi- Kureyş'in
toparlanmasıyla korkutmalarına ve münafıkların Kureyş'in yapacaklarını
abartmalarına aldırmadan tekrar savaşa çıkışları kadar ifade gücüne sahip
değildir:
"O kimseler ki insanlar kendilerine
`Düşmanlarınız size saldırmak için yığınak yaptılar, onlardan korkmalısınız'
dediklerinde bu sözden imanları daha güçlenerek `Allah bize yeter, O ne
güzel vekildir' dediler."
Şu heybetli ve ürpertici tablo, bu büyük
gerçeğin doğuşunun kesin bir ilânıdır... Bütün bunlar, Peygamberin hikmetli
uygulamasının işaret ettiği bazı gerçeklerdir.
Bazı siret rivayetleri, bu yaralanma ve
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) çağrısına koşma olayını detaylı
anlatmaktadırlar.
Muhammed bin İshak şöyle der: Bana Abdullah
b. Harice b. Zeyd b. Sabit Hz. Osman'ın kızı Aişe'nin kölesi Ebu Saib'den
anlattı; Resulullah'ın Beni Abdul Eşhel'den olan bir arkadaşı Uhud savaşını
görmüş ve şöyle anlatmıştı: Ben ve kardeşim Resulullah'la birlikte Uhud'a
katılmış ikimiz de yaralı geri dönmüştük. Resulullah'ın (salât ve selâm
üzerine olsun) müezzini düşmanı takibe çıkacağını duyurunca, kardeşime
-belki de kendime- şöyle dedim: "Resulullah'la birlikte savaşa çıkmayı
kaçıracak mıyız? Vallahi binecek bir hayvanımız olmadığı gibi ağır
yaralıydık da. Buna rağmen Resulullah'la (salât ve selâm üzerine olsun)
beraber çıktık. Benim yaralarım daha hafifti, kardeşim ağırlaşınca
müslümanların konakladığı yere kadar onu sırtımda taşıdım."
İbn-i İshak şöyle der: Uhud savaşı Şevval
ayının onbeşinde olmuştu, onaltıncı gecenin sabahında Resulullah'ın (salât
ve selâm üzerine olsun) müezzini halkı düşmanı takip etmeye çağırıyordu. Bu
arada dün bizimle beraber olmayanlar bugün bize katılmasınlar diyordu. Bunun
üzerine Cabir b. Abdullah b. Amr b. Haram, Resulullah'a gelerek şöyle dedi:
Ya Resulullah, babam, aralarında bir erkek bırakmadan bu kadınları terk
etmemiz ne sana ne de bana yakışmaz diyerek beni, yedi kız kardeşime bakmam
için geride bıraktı. Ve bana "Resulullah'la birlikte savaşa çıkmaya seni
kendime tercih etmem ve burada kardeşlerini koru" diyerek beni geri bıraktı.
Ben de onlarla birlikte kaldım. Bunun üzerine Resulullah (salât ve selâm
üzerine olsun) onun kendisiyle birlikte çıkmasına müsaade etti.
Allah'tan başka güvence tanımayan, O'ndan
hoşnut olan, O'nunla yetinen, zorluk karşısında imanları artan ve insanların
kendilerini düşmandan korkutmaları karşısında "Allah bize yeter, O ne güzel
vekildir" diyen büyük ruhlarda bu büyük gerçeğin yer etmesi için işte böyle
yardımlaştılar onlar.
Sonuç da, beklendiği ve sırf Allah'a dayanıp
güvenen, O'nunla yetinen ve O'ndan başka herşeyden soyutlananlara Allah'ın
vaadettiği gibi oldu:
"Bundan dolayı Allah'tan gelen nimet ve
lütufla geri döndüler. Kendilerine hiçbir zarar dokunmadı. Allah'ın rızasına
uydular."
Kurtuldular -hiç kötülük görmeden- Allah'ın
hoşnutluğunu elde ettiler. Kurtuluş ve hoşnutlukla geri döndüler.
"...Allah'tan gelen bir nimet ve lütufla..."
İşte bu noktada ayet-i kerime onları bağışlar
konusunda ilk sebebe döndürüyor: Allah'ın dilediğine, verdiği nimet ve
bolluğa... Bu arada heybetli konumlarını da zikretmeyi ihmal etmiyor. Çünkü
onlar bu konumlarıyla işi Allah'ın nimet ve fazlına döndürüyorlar. Zaten bu,
her iyiliğin döndüğü büyük esastır. Onların bu konumları da bu sonsuz
nimetin bir yönünü oluşturmaktadır.
"...Allah büyük lütuf sahibidir."
Bununla yüce Allah, bu durumlarını, bu
konumlarını, ölümsüz kitabında ve evrenin her tarafında yankılanan kelamında
tescil etmektedir. Kuşkusuz bu; harika bir tablo ve şerefli bir konumdur.
İnsan bu tabloya ve konuma bakınca bu
cemaatin bünyesinin bir günle gece arasında tamamen değiştiğini,
olgunlaştığını, durulduğunu, üzerinde bulundukları yerle mutmain
olduklarını, düşüncelerindeki kapalılığı giderdiklerini, her işi ciddiyetle
ele aldıklarını, daha dün saflarda ve düşüncelerde baş gösteren kararsızlık
ve kargaşadan kurtulduklarını hissediyor. Oysa bu kitlenin dünkü
konumlarıyla şimdiki konumları arasında sadece bir gece geçmişti. Fark ne
kadar da büyük... Mesafe ne kadar da uzak!
Kuşkusuz acı tecrübeler, olayların şiddetle
sarstığı ruhlara yapacağını yapmıştır. Kapalılık giderilmiş, kalpler
uyandırılmış, ayaklar sabitleşmiş ve ruhlar azim ve kararlılıkla dolmuştur.
Evet... Acı imtihanlardaki Allah'ın lütfu son
derece büyüktür.
Sonunda bu bölüm, korku, panik ve
ümitsizliğin sebebini açıklayarak son bulmaktadır. Buna göre dostlarını
korku ve dehşetin kaynağı kılan, onlara güç ve heybet görüntüsü kazandıran
şeytandır. Bu yüzden müminin, şeytanın hîlesini bozması ve çabasını boşa
çıkarması gerekmektedir. Öyleyse şu şeytanın dostlarından korkmamalıdırlar
ve onlardan ürkmemelidirler. Yalnız ve yalnız Allah'tan korkmalıdırlar.
Korkulması gereken, kuvvetli, güçlü ve Kahhar olan Omdur çünkü.
"O şeytan sizi yardakçıları ile korkutur. O
halde eğer gerçekten mümin iseniz onlardan değil, benden korkunuz."
Dostlarının durumunu olduğundan büyük
gösteren, onlara güç ve kuvvet kisvesi giydiren, kalplere onların güç ve
iktidar sahibi oldukları, fayda ve zarar dokundurmaya güçleri yettiği
duygusunu salan bizzat şeytandır. Bununla arzu ve amacını yerine getirmeyi,
yeryüzünde kötülük ve bozgunculuğun gerçekleşmesini, başların kendi önünde
eğilmesini, kalplerin kendisine uymasını, kendisine karşı bir itiraz sesinin
yükselmemesini, kimsenin kendisine isyan edip şer ve bozgunculuktan
alıkoymaya kalkışmayı düşünmemesini dilemektedir.
Şeytan, batılın yaygınlaşmasında, kötülüğün
artmasında ve hiç kimsenin karşı duramayacağı, hiçbir savunmanın
engelleyemeyeceği, hiçbir muhalifin yenemeyeceği şekilde; güçlü, kuvvetli,
caydırıcı ve zorba olmasından yarar ummaktadır. Şeytan, işin böyle olmasında
yarar ummaktadır. Çünkü O'nun dostları, korku ve endişe perdesi altında,
terör ve zorbalığın gölgesinde, yeryüzünde onun direktiflerini
uygulamaktadırlar. Böylece iyiliği kötülüğe, kötülüğü de iyiliğe çevirirler.
Bozgunculuk, batıl ve sapıklığın yaygınlaşmasını sağlarlar. Hakk'ın,
doğruluğun ve adaletin sesini gizlerler. Kendilerini yeryüzünde kötülüğün
koruyucusu, iyiliğin katili tanrılar yerine koyarlar. Kimsenin kendisine
isyan etmesine, karşı çıkmasına, önderlik makamından uzaklaştırmasına müsade
etmezler. Hatta hiç kimsenin yaygınlaştırdıkları batılı küçümsemesine ve
susturdukları Hakk'ı ortaya çıkarmasına bile göz yummazlar.
Hileci, aldatıcı ve hain şeytan, dostların
arkasına gizlenir, vesvesesine râm edemediği kimselerin gönüllerine onlarla
korku salar. İşte burada yüce Allah O'nun hile ve tuzaklarını, hiçbir
kisvenin gizleyemeyeceği şekilde ortaya çıkarmakta ve ondan sakınabilmeleri
için onun gerçek mahiyetini, hile ve tuzaklarının gerçek durumunu müminlere
göstermektedir. O halde şeytanın dostlarından çekinmemelidirler ve onlardan
korkmamalıdırlar. O ve dostları, Rabbine sığınan, O'nun gücüne dayanan
müminin kendilerinden korkmayacağı kadar zayıftırlar. Kuşkusuz, korkulup
endişe duyulacak tek güç, fayda ve zarar dokundurabilen güçtür. O da
Allah'ın gücüdür. Allah'a iman edenler yalnızca O'nun gücünden korkarlar.
Onlar sadece O'ndan korktukları sürece herkesten daha güçlü olurlar.
Yeryüzünde hiçbir güç onların karşısında duramaz olur. Ne şeytanın ne de
dostlarının gücü...
"...Müminseniz onlardan değil benden
korkunuz"
TESELLİ
Olayların sunulması ve değerlendirilmesinin
sonunda ayetlerin akışı Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun)
yönelmekte; kâfirlerin küfürlerinden dolayı mübarek kalbinde oluşan keder ve
hüzün üzerine, kendisini teselli edip desteklemekte ve bu durumun yüce
Allah'a hiçbir zarar dokunduramayacağı bildirilmektedir. Bu Allah'ın bir
denemesidir ve O'nun takdiri doğrultusunda meydana gelmektedir. Kuşkusuz
yüce Allah onların yaptıklarını, küfürlerini ve ahirette kendilerini
bekleyen yoksunluklarını bilmektedir. Bu yüzden onların küfür içinde sonuna
kadar yüzmelerine müsaade etmektedir. Oysa onlara hidayet sunulmuştu.
Onlarsa küfrü tercih etmişlerdi. Bu yüzden küfür içinde yüzer durumda
bırakıldılar. Günahlarının artması için hem zaman hem de rahatlık bakımından
kendilerine süre veriliyor. Bu mühlet ve süre omuzlarına bir vebal,
başlarına bir musibetten başka birşey değildir. Olayların sunulması, her
olayın arkasında gizli, Allah'ın hikmet ve planını açıklanmasıyla son
bulmaktadır. Kuşkusuz müminlerin denenmesi ve kafirlerin bir süre
bekletilmesinin ardında pisin temizden ayrılması bulunmaktadır. Kuşkusuz
kalplerin durumu, yüce Allah'ın kendine özgü kıldığı gaybın kapsamındadır.
İnsanların herhangi birşey bilmesi söz konusu değildir. Ancak yüce Allah bu
gaybı, insana, münasip bir şekilde ve onun algılayacağı bir yöntemle ortaya
çıkarmayı dilemiştir. Müminlerin denenmesi ve kafirlere süre tanınması,
kalplerin gizliliklerinin ortaya çıkması, pisin temizden ayrılması,
müminlerin Allah'a ve Resulü'ne kesin ve yakinî bir şekilde bağlanmaları
amacına yöneliktir.
176- Doludizgin küfre
koşanlar seni üzmesin. Onlar Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah onlara
hiçbir pay bırakmamayı diliyor. Onları büyük bir azap bekliyor.
177- İman karşılığında
kâfirliği satın alanlar Allah'a hiçbir zarar veremezler. Onları acıklı bir
azap bekliyor.
178- Kafirler, sakın
kendilerine mühlet vermemizin, fırsat tanımamızın iyiliklerine olduğunu
sanmasınlar. Onlara sırf günahları artsın diye mühlet tanıyor, fırsat
veriyoruz. Onları onur kırıcı bir azap bekliyor.
179- Allah müminleri, şimdi
içinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir, pis olanı temiz olandan
ayıracaktır. Ayrıca Allah sizi, gaybın bilgisine de erdirecek değildir.
Fakat Allah bunun için peygamberlerinden dilediğini seçer. O halde Allah'a
ve O'nun peygamberlerine inanınız. Eğer iman eder ve günahlardan
sakınırsanız size büyük bir ödül vardır.
Müminlerin isabet aldıkları, müşriklerinse
zafer ve galibiyetle döndükleri savaşta meydana gelen olayların sunulmasının
bu şekilde sona ermesi, ne uygun ve ne de münasiptir... Hakk'la batıl
arasında baş gösterip, hakkın bu şekilde isabet aldığı, batılınsa saldırgan
ve azgın göründüğü her savaşta, bazı kalplerde, bu tür yalancı kuşkular
kaynamış veya kınanmış beklentiler yer almıştır.
Bu yalancı kuşkular ve kınanmış beklentiler
hep olagelmiştir. Ama neden ya Rabbi? Neden hakk isabet alıyor da batıl
kurtuluyor? Niçin batılla karşılaştığı her seferde hakk zafer elde etmiyor,
galibiyet ve ganimetle dönmüyor? Yoksa 0, zaferi hak eden hakkın kendisi
değil midir? Batıla bu üstünlük nerden geliyor? Batılın hakk ile
çarpışmasında böyle sonuçlarla dönmesi ve böylece kalplerin bozulup
sarsılması nereden kaynaklanıyor?
Müslümanların, Uhud günü panik ve hayret
içinde "bu neden" demeleriyle bu olay fiilen gerçekleşmişti.
Bu sonuç bölümünde, son cevap ve nihai
açıklama yer almaktadır. Bununla yüce Allah, bitkin kalpleri rahatlatmakta,
bu noktada kalpleri, içlerini kaplayan kötü duygulardan arındırmakta ve dün,
bugün ve yarın meydana gelecek her olayın arkasındaki; kanununu, takdirine
ve plânını açıklamaktadır. Hakkla batılın karşılaştığı ve bugünkü gibi
sonuçlanan her çarpışma da öyle...
Batılın herhangi bir çarpışmada galip gelmesi
ve bir zaman diliminde güçlü görünmesi, yüce Allah'ın O'nu bıraktığı ya da
yenilmeyecek bir güç olduğu veya hakka, kalıcı ve öldürücü zararlar
dokundurabileceği anlamına gelmez.
Aynı şekilde, herhangi bir çarpışmada hakkın
sınanması, bir zaman diliminde zayıf görünmesi, yüce Allah'ın onları yalnız
bıraktığı veya unuttuğu ya da batıla dilediği gibi öldürüp eziyet etmesi
için terk ettiği anlamına gelmez.
Asla!.. Bunda ve onda bir hikmet ve plân
vardır. Yolun sonuna varması, en iğrenç günahları işlemesi, kötülüklerin en
ağırı yüklenmesi, böylece hakettiği en şiddetli azabı tatması için batıla
süre tanınmaktadır. Pisin temizden ayrılması için, hakk da imtihana tabi
tutulur... Böylece imtihan karşısında direnenler büyük sevaplar kazanırlar.
Kuşkusuz bu, hakk için bir kazanç, batıl için ise bir kayıptır. Bunlar,
gerek burada gerek orada kat kat artırılacaktır:
"Doludizgin küfre kaçanlar seni üzmesin.
Onlar Allah'a hiçbir zarar vermezler. Allah onlara hiçbir pay bırakmamayı
diliyor. Onları büyük bir azap bekliyor."
Burada Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun) teselli edilmekte ve küfre dalanları, orada koşuşanları, sanki
kendileri için bir hedef dikilmiş de oraya varmak için yarışır gibi ısrarlı,
hırslı ve süratli hareketlerini görmekten dolayı gönlünü kaplayan hüzün
giderilmektedir.
Bu ifade, ruhsal bir durumu pratik bir
şekilde tasvir etmektedir. Birtakım insanların, konulan ödülü elde etmek
için yarışır gibi küfür, batıl, kötülük, günahkârlık yolunda büyük bir çaba
harcadıkları görülür. Arkasından kovalayan biri varmış gibi ya da mükâfat
kazanması için önden biri çağırıyor gibi ısrarla, şiddetle ve gayretle yol
aldığı görülür.
Uyarılarına kulak vermedikleri için
Cehennem'e koşuşan bu kulları geri çevirme imkanına sahip olmadığından
dolayı Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kalbi hüzünlenmekteydi.
Nitekim, Cehennem'e sürüklenen ve küfür içinde koşuşan bu insanların
müslümanlara ve Allah'ın davasına dokundurdukları kötülük ve işkenceler ve
sonuçta saflarını seçmek için Kureyş'le girişilen savaşın sonucunu bekleyen
topluluklar arasındaki İslâm'ın yayılmasını engellemelerinden dolayı da
kalbi kederleniyordu. Kureyş müslüman olup boyun eğince insanlar dalga dalga
Allah'ın dinine girmeye başlamıştı. Bütün bunların Resulullah'ın (salât ve
selâm üzerine olsun) kalbinde yer ettikleri kuşkusuzdur. Bu yüzden yüce
Allah Resulü'ne güven vermekte, kalbini kaplayan hüznü gidererek teselli
etmektedir.
"Doludizgin küfre koşanlar seni üzmesin.
Onlar Allah'a hiçbir zarar veremezler."
Şu basit kullar Allah'a hiçbir zarar
veremezler. Aslında konu, açıklamaya bile ihtiyaç duymuyor. Ancak yüce
Allah, akide sorununu kendi sorunu ve müşriklerle girişilen savaşı kendi
savaşı kılmayı, böylece bu akidenin ve bu savaşın ağırlığını Resulullah'ın
ve müslümanların omuzundan kaldırmayı dilemektedir. O halde şu küfürde
koşuşanlar Allah'la savaşmaktalar. Oysa O'na zarar veremeyecek kadar
zayıftırlar. Buna göre, küfürde ne kadar koşuşsalar, Allah'ın dostlarına ne
kadar işkence etseler de ne Allah'ın davasına ne de davayı yüklenenlere
hiçbir zarar veremezler.
Peki bunlar doğrudan doğruya Allah'ın
düşmanları oldukları halde yüce Allah niçin onların kurtulup gitmelerine,
galibiyetle övünmelerine müsaade ediyor?
Çünkü yüce Allah onlara daha büyük bir
yenilgi ve daha ağır bir zillet plânlamaktadır:
"...Allah onlara hiçbir pay bırakmamayı
diliyor."
Bütün enerjilerini harcamalarını, günahın
tümünü yüklenmelerini, bütün azabı hak etmelerini ve yolun sonuna kadar
küfürde koşuşmalarını dilemektedir...
"...Onları büyük bir azap bekliyor."
Ancak yüce Allah'ın onlara bu aşağılık sonucu
uygun görmesinin sebebi nedir? Çünkü onlar imana karşılık küfrü satın
almakla bunu hak etmişlerdir:
"İman karşılığında kafirliği satın alanlar
Allah'a hiçbir zarar veremezler. Onları acıklı bir azap bekliyor."
Kuşkusuz imanı kolaylıkla elde edebilirlerdi.
Evrenin sayfalarında ve fıtratın derinliklerinde imanın kanıtları
serpiştirilmiş durumdadır. Şu olağanüstü varlık alemi projesinin harikulâde
uyum ve mükemmelliğinde, ayrıca doğrudan doğruya fıtratın yapısında ve
varlıklarla uyuşmasında, sanatkâr eli ve sanatın eşsizliğini duyumsamaları
ve imanın işaretlerini rahatlıkla bulabilmeleri yerleştirilmiştir. Sonra
iman davasının çağrısı bizzat Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun)
diliyle yapılmıştır. Davanın tabiatı, fıtratla uyuşması, güzelliği,
ahenkliliği, hayat ve insanlar için en uygun metod oluşu da iman etmek için
bir kanıttır.
Evet iman kendilerine bahşedilmişti. Ancak
onlar bilerek ve kanıtlarını görerek imanı satıp karşılığında küfrü
alıyorlar. Bu yüzden, küfürde koşuşmak üzere Allah tarafından terk edilmeyi,
bütün enerjilerini bu uğurda harcayıp ahiret sevabından hiçbir pay elde
etmemeyi hak ediyorlar. İşte bu yüzden yüce Allah'a hiçbir zarar veremeyecek
kadar zayıftırlar. Çünkü onlar tam bir sapıklık içindedirler ve hakk namına
hiçbir şeye sahip değildirler. Yüce Allah sapıklığa bir güç indirmemiş,
batıla bir kuvvet bahşetmemiştir. Son derece kabarık görünmelerine ve geçici
bir süre için müminlere eziyet etmelerine rağmen, bu basit ve gülünç
güçleriyle Allah'ın dostlarına ve O'nun davasına zarar vermekten uzaktırlar.
"Onları acıklı bir azap bekliyor."
Müminlere dokundurdukları elemle
kıyaslanamayacak kadar şiddetli bir elem! ..
"Kafirler, sakın kendilerine mühlet
vermemizin, fırsat tanımamızın iyiliklerine olduğunu sanmasınlar. Onlara
sırf günahları artsın diye mühlet tanıyor, fırsat veriyoruz. Onları onur
kırıcı bir azap bekliyor."
Surenin akışı bu ayette; Allah'ın ve hakkın
düşmanlarını, kendilerine hiçbir azap ulaşmadan; görünürde güç, iktidar, mal
ve mevkiden yararlanır durumda gören bazı kalplerde kaynayan düğümlere,
birtakım kalplerde dolaşan şüphelere ve nice ruhlarda depreşen sitemlere
değinmektedir. Bunlar, hem kendi kalplerini hem de çevrelerindeki insanların
kalplerini bozan kimselerdendirler. Bir de, yüce Allah'ın batıldan,
kötülükten, inkarcılıktan ve azgınlıktan hoşnut olduğunu, bu yüzden ona süre
tanıdığını ve dizginlerini serbest bıraktığını ya da yüce Allah'ın hakk ile
batıl arasındaki savaşa müdahale etmediğini, batılın hakkı yutmasına göz
yumduğunu ve zaferine karışmadığını sanan kimsede iman zaafı vardır. Yahut
şu batılın hakk olduğunu, yoksa yüce Allah'ın gelişip büyümesine, sonuçta
galip gelmesine müsaade etmeyeceğini veya şu yeryüzünde hakka galip gelmenin
batılın bir özelliği olduğunu yahut da zaferin sadece hakka özgü olduğunu
sanan ve böylece Allah hakkında haksız yere cahiliye zannı besleyen zayıf
imanlı kimselerdendir. Sonra!.. Batıl taraftarları, zalimler, tağutlar ve
bozguncular, kibir içinde yüzerek, küfürde koşuşur durumda, azgınlık içinde
terk edilirler. Onlar da işlerinin yolunda olduğunu ve karşılarına
dikilmesinden korkulacak bir gücün söz konusu olmadığını zannederler.
Bütün bunlar batıldır, Allah hakkında haksız
zan beslemedir. Durum hiç de böyle değildir. İşte bizzat yüce Allah
kâfirleri böyle bir zanna kapılmamaları konusunda uyarıyor. Şayet yüce
Allah, onları koşuştukları küfürden alıkoymuyorsa, dünyada yararlanıp
eğlenecekleri bir pay bahşetmişse... Evet, yüce Allah'ın onları bu şekilde
denemesi bir fitnedir, sağlam bir tuzaktır. Ve uzun vadeli bir
cezalandırmadır:
"Kâfirler sakın kendilerine mühlet
vermemizin, fırsat tanımamızın iyiliklerine olduğunu sanmasınlar. Onlara
sırf günahları artsın diye mühlet tanıyor, fırsat veriyoruz."
Şayet onlar uyarıcı bir sınamayla, nimetin
oyalayıcılığından Allah tarafından kurtarılmayı haketmiş olsalardı kuşkusuz
denenirlerdi. Ancak yüce Allah onlara iyilik dilemiyor. Çünkü onlar, imana
karşılık küfrü satın aldılar. Küfürde koşuştular, onun uğruna çaba sarf
ettiler ve böylece imtihan aracılığıyla nimet ve iktidarın oyalayıcılığından
kurtulmayı hak etmediklerini gösterdiler.
"...Onları onur kırıcı bir azap bekliyor."
Sahip oldukları makamın, işgal ettikleri
konumun ve elde ettikleri nimetin karşılığı alçaklıktır.
Böylece Allah tarafından imtihana tabi
tutulmanın bir nimet olduğu ve bunun, yüce Allah'ın kendilerine iyilik
dilediği kimselerden başkasına isabet etmediği gerçeği de açığa çıkmış
oluyor. Dostları bir imtihana uğramışlarsa bunun nedeni yüce Allah'ın onlara
dilediği bir iyiliktir. Bu imtihan, Allah'ın dostlarının uygulamalarının
karşılığı olarak meydana gelmiş olsa da arkasında gizli bir hikmet, latif
bir plan ve Allah'ın mümin dostlarına dilediği lütfu yatmaktadır.
İşte böylece kalpler istikrara ve ruhlar da
güvenceye kavuşmuştur. Açık ve dosdoğru İslâm düşüncesindeki bu basit; ancak
temel gerçekler, böyle yer etmiştir.
Kuşkusuz Allah'ın hikmeti ve müminlere olan
iyiliği, onları değişik koşulların etkisiyle saflarda çalkantılara sebep
olan ve hiçbir zaman İslâm'ı sevmeyen münafıklardan ayırmayı gerektirmiştir.
Bu yüzden yüce Allah bu yolda pisi temizden ayırmak için davranışları ve
düşünceleri nedeniyle onları Uhud'da bu şekilde imtihana tabi tutmuştur:
"Allah müminleri şimdi içinde bulunduğumuz
durumda bırakacak değildir. Pis olanı temiz olandan ayıracaktır. Ayrıca
Allah sizi gaybın bilgisine de erdirecek değildir. Fakat Allah bunun için
peygamberlerinden dilediğini seçer. O halde Allah'a ve O'nun peygamberlerine
inanınız. Eğer iman eder ve günahlardan sakınırsanız size büyük bir ödül
vardır."
Kur'an ayeti, müslüman safları iyice
belirginleştirmeden karmakarışık bırakmanın; kalpleri, imanın
sevecenliğinden ve İslâm'ın ruhundan yoksun olduğu halde iman davasının
arkasında ve İslâm görüntüsünün ardında gizlenen münafıkları ortaya
çıkarmanın yüce Allah'ın şanından olduğu gibi uluhiyetin de gereği olduğunu
kesinlikle bildirmektedir. Yüce Allah müslüman ümmeti, evrensel ve büyük bir
rol üstlenmesi, muazzam ilahi metodu yüklenmesi ve yeryüzünde eşsiz bir
hayat tarzı ve yepyeni bir düzen meydana getirmesi için ortaya çıkarmıştır.
Bu önemli rol, soyutlanmayı, berraklığı, belirginliği ve titizliği
gerektirmektedir. Aynı zamanda saflarda bozukluğun ve yapıda herhangi bir
çatlaklığın olmaması da kaçınılmazdır. Kısacası, bu ümmetin tabiatının
büyüklüğü bakımından, yeryüzünde yüce Allah'ın kendisine takdir ettiği role
ve ahirette kendisine hazırladığı konuma uygun bir kapasitede olması
lazımdır.
Bütün bunlar da; içindeki pisliğin
temizlenmesi için safta erimeyi, yapıdaki zayıflığın giderilmesi için basınç
uygulamayı gönüllerde ve vicdanlarda bulunanların iyice ortaya çıkması için
de aydınlatmayı zorunlu kılmaktadır. Bu yüzden pis olanla temiz olanı
birbirinden ayırmamak yüce Allah'ın şanından değildir. Müminleri bu büyük
sarsıntıdan önceki halleri üzere bırakmak O'na yakışmaz.
Ayrıca, yüce Allah'ın kendine özgü kıldığı
gaybın da insanlar tarafından bilinir olması O'nun yüceliğine yakışmaz. Bir
kere yüce Allah, insanların tabiatını gaybı algılayacak bir kapasitede
yaratmamıştır. Onların beşerî alıcı cihazları gaypten az bir şeyi
algılayacak şekilde proğramlanmıştır. Onun bu şekilde proğramlaması da
ayrıca, bir hikmete yöneliktir. Yeryüzünde hilafet görevini yerine getirecek
kapasitede proğramlanmıştır. Bu görev de gaybı bilmeyi gerektirmemektedir.
Beşerî özellik bütünüyle gaybı algılaması için açılacak olursa tamamen yok
olur. Çünkü bu cihaz, ruhunu yaratıcısına, bedenini de şu evrenin bedenine
bağlayacak olan az bir kısmından geri kalan başlıcasını algılamayacak
şekilde hazırlanmıştır. En basitinden, şayet sonunu bilecek olursa
yeryüzünün imarı için elini ayağını kıpırdatmayacaktır. En azından,
yeryüzünün imarı için zaman ayırmayacak kadar bu sonuçla ilgilenecektir.
Bunun için insanlar gaybı bildirmesi yüce
Allah'a yakışmadığı gibi, hikmetinin gereği ve sünnetinin sonucu da bu
değildir.
O halde yüce Allah, pis olanı temiz olandan
nasıl ayıracaktır? Müslüman safların temizlenmesi, bulanıklıktan
soyutlanması, nifaktan arınması ve müslüman ümmeti, yerine getirmesi için
seçtiği evrensel role hazırlaması hususundaki ilahi özelliğini ve sünnetini
nasıl gerçekleştirecektir?
"Fakat Allah bunun için peygamberlerinden
dilediğini seçer."
Risalet yoluyla O'na inanmalı ya da inkar
etmek yoluyla, risaletin gereklerini gerçekleştirmek için resullerin
giriştiği cihad ve bu cihad yoluyla arkadaşlarıyla uğradıkları imtihanlar
aracılığıyla yüce Allah'ın sıfatı gerçekleşir, sünneti uygulanır. Bu sayede
yüce Allah pisi temizden ayırır, kalpleri arındırır, ruhları temizler.
Kuşkusuz meydana gelen herşey, Allah'ın kaderine uygun olarak meydana
gelecektir.
Böylece hayatta gerçekleşen Allah'ın
hikmetinin bir tarafının üzerinden perde kaldırılmış oluyor. Ve bu gerçek,
köklü, açık ve aydınlık bir şekilde yeryüzünde yerleşmiş oluyor böylece...
Hakikatin parlak, sade ve huzur verici
sahnesi önünde, kişiliklerinde imanın anlamını ve gereklerini
gerçekleştirmeleri için ayet-i kerime müminlere yönelmekte ve müminleri
bekleyen yüce Allah'ın lütfunu gözler önüne getirmektedir:
"...O halde Allah'a ve O'nun peygamberlerine
inanın, eğer iman eder ve günahlardan sakınırsanız size büyük bir ödül
vardır."
Bu açıklama ve güvenceden sonra şu direktif
ve teşviklerin yer alması, Uhud'da meydana gelen olayların sunulmasına ve
ardından yapılan değerlendirmelere uygun düşmektedir.
UHUD SAVAŞININ KAPSADIĞI
GERÇEKLER
Sonra... Kuşkusuz savaş ve Kur'an'ın onun
üzerine yaptığı değerlendirmeler birçok önemli gerçeği ortaya çıkarmıştır.
Son derece geniş ve hacimli olmalarından dolayı, onları ard arda ve
haklarını vererek, Fi Zılâl'de takip ettiğimiz yöntem bakımından son derece
zordur. Ancak biz, en kapsamlı ve en belirginlerini sunmakla yetineceğiz.
Kur'an-ı Kerim'in yeri geldikçe ders alınması ve delil olması için arz
ettiği gibi savaşta meydana gelen diğer olaylar bunlarla kıyaslanabilir.
1- Kuşkusuz savaş ve onun ardından yapılan
değerlendirmeler bu dinin özündeki mevcut büyük ve temel bir gerçeği ortaya
çıkarmıştır. Bu da, Allah'ın beşer hayatı için koyduğu hayat metodu ve onun
insan hayatındaki uygulanış biçimidir. Bu, başta gelen basit bir gerçektir.
Ancak, genellikle unutulur bu gerçek. Ya da ilk başta algılanmaz. Bu
unutmadan ve algılamamadan dolayı bu dine, onun insan hayatındaki tarihsel
olgusuna, dün, bugün ve yarın üstlendiği role ilişkin bakış açılarında
önemli yanlışlıklar meydana gelmiştir. Bazılarımız, insan tabiatını, fıtri
enerjilerini, maddi olgusunu, gelişmesinin hangi aşamasında olduğunu ve
hangi konumda bulunduğunu göz önünde bulundurmadan -madem ki, Allah'ın insan
hayatı için seçtiği metod budur- bu dinden insan hayatında harikalar
yaratmasını beklemekteyiz.
Onun bu şekilde hareket etmediğini, aksine,
beşer enerjisinin ve maddi olgusunun sınırları içinde hareket ettiğini, bu
enerjinin ve bu olgunun sürekli bu dinle beraber yürüdüğünü bazan açıkça
onların etkilendiklerini ya da insanların ona uymaları oranında
etkilendiklerini, insanlara toprağın ağırlığı, arzu ve şehvetlerinin
çekiciliği ağır basınca, bu dinin çağrısına veya onunla birlikte tam
manasıyla hareket etmeye yanaşmayınca bu etkilenmenin tersine de
olabileceğini görünce... Evet, bunu açıkca görünce beklemedikleri bir hayal
kırıklığına uğrarlar. (Bu din Allah katından olduğu halde) pratik hayata
ilişkin dini metoda olan bağlılıkları kopma derecesine gelir ya da mutlak
anlamında dinden kuşkulanmaya başlarlar.
Bunlar, bu dinin tabiatını ve uygulanış
biçimini kavrayamamaktan ya da bu başta gelen basit gerçeği unutmaktan doğan
bir tek hatadan kaynaklanan hatalar zinciridir.
Kuşkusuz bu din, insanlık hayatı için bir
metoddur. İnsanların hayatında ancak onların çabası ve güçleri oranında
gerçekleşebilir. İnsanların fiilen üzerinde bulundukları noktadan, onların
maddi olgularından işe girişir ve çabaları elverdiğince onları yücelere
ulaştırır.
Onun en belirgin özelliği; her harekette
atılacak adımda bir an bile, insan fıtratının özelliğinden, gücünün
sınırından ve maddi olgusundan habersiz olmamasıdır. Aynı zamanda bu din
-bazı zamanlarda bunu fiilen gerçekleştirdiği ve ciddi olarak çalışıldığı
sürece her zaman gerçekleşeceği gibi- insanlığı öyle bir aşamaya
ulaştırmıştır ki; bu aşamaya hiçbir beşeri metod insanlığı kesinlikle
ulaştıramaz.
Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi bütün
hata, bu dinin tabiatını kavramamaktan ya da unutmaktan doğmaktadır. Yine
beşerin pratiğine dayanmayan, onu değiştiren, başka bir şekle sokan, insanın
fıtratıyla, eğilimleriyle, yetenekleriyle, güçleri ve tüm maddi olgusuyla
ilişkisi bulunmayan harikaların beklentisi içinde olmaktan
kaynaklanmaktadır.
O halde bu Allah katından değil midir? Hiçbir
şeyin aciz bırakamadığı ve herşeye kadir güçten gelmedi mi bu din? Peki
niçin sadece insanın gücü dahilinde hareket ediyor? Hareket etmesi için
beşerin çabasına neden ihtiyaç duyuyor? Sonra niye her zaman galip gelmiyor?
Ona inananlar sürekli zafer kazanmıyor? O halde, ona uyanların zaman zaman,
tabiatın, şehvetlerin ve maddi olguların ağırlığına yenik düşmesi neden?
Kimi zaman, batılın taraftarlarının, hakk mensuplarına galip gelmesinin
sebebi nedir?
Bütün bunlar -daha önce gördüğümüz gibi- bu
dinin tabiatının ve onun uygulanış biçiminin başta gelen ve basit gerçeğini
kavrayamamaktan ya da unutmaktan kaynaklanan sorular ve kuşkulardır.
Kuşkusuz yüce Allah, bu din aracılığıyla ya
da onun dışındaki araçla insanın fıtratını değiştirebilir. Daha baştan, onu
değişik bir fıtratta da yaratabilirdi kuşkusuz. Ancak yüce Allah, insanı bu
fıtrat üzere yaratmayı dilemiştir. Onun irade sahibi ve dilediğini yapabilir
olmasını dilemiştir. Hidayeti de bu çabanın ve yapabilme gücünün karşılığı
kılmayı dilemiştir. İnsan fıtratının, yok olmaksızın, değişmeksizin ve devre
dışı kalmaksızın sürekli hareket etmesini dilemiştir. Hayat metodunun, insan
hayatında insanların çabaları ve onların gücü dahilinde gerçekleşmesini
dilemiştir. Bunların tümüne, insanın sarf ettiği çaba oranında ve pratik
hayat koşulları dahilinde ulaşmasını dilemiştir.
Yarattığı hiç kimsenin; "Niye böyle
dilemiştir?" diye sormaya hakkı yoktur. Çünkü O'nun yarattıklarından hiçbiri
ilah değildir. Evrenin düzenine, bu düzenin varlıklar aleminde yeralan her
varlığın tabiatındaki sonuçlarına ve özel "planla" varolan herşeyin
yaratılışının arkasında gizli hikmete ilişkin bir bilgileri olmadığı gibi,
bilme imkanları da söz konusu değildir.
Bu noktada "niçin?" sorusunu ciddî bir mümin
soramaz. Çünkü O, kendi gerçeğini ve sıfatlarını kalbine tanıtan Allah'a
karşı son derece edeplidir. Ayrıca O, insan idrakinin bu alandaki işleri
algılayacak kapasitede olmadığını çok iyi bilmektedir. Kâfir de soramaz;
Çünkü O, işin başında Allah'ı tanımıyor. Şayet uluhiyetini tammış olsaydı
bununla beraber bunların da O'nun uluhiyetinin özelliği ve gereği olduğunu
bilirdi.
Ancak, bu soruyu laubâli ve cıvık kimseler
sorabilir. Bunlar ne samimi mümin ne de ciddi bir kâfirdir. Bu yüzden
araştırmaya ve üzerinde durmaya değmez.
Uluhiyetin gerçeğinden habersiz cahiller de
sorabilir bu soruyu. Bu cahile doğrudan cevap vermek gerekmez. Ancak, kabul
edip mümin olduğu ya da inkar edip kâfir olduğu ortaya çıkana kadar
uluhiyetin gerçeğini anlatmak gerekir. Böylece tartışma bitebilir, yoksa
cedelleşme alır gider.
O halde, Allah'ın yarattığı hiç kimse O'na
"insanın bünyesini neden bu fıtrat üzere yarattın?" diye soramaz. Aynı
zamanda, bu fıtratı, yok olmayacak ve işlevsiz kalmayacak şekilde hareketli
kılmasının ve ilahi metodun hayatında gerçekleşmesini, beşerin çabasına ve
enerjisine bağlı kılmayı dilemesinin sebebini de soramaz.
Ancak O'nun yarattığı herkesin bu gerçeği
kavraması, beşer pratiğinde işlevini yerine getirdiğini görmesi, beşer
tarihini onun ışığında yorumlaması, bir taraftan tarihin seyir çizgisini
düşünürken diğer taraftan bu çizgiyi nasıl karşılayacağını bilmesi
gerekmektedir.
Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun)
getirdiği şekliyle İslâm'da somutlaşan ilahi hayat metodu, sırf Allah
tarafından indirilmiş olması yahut yalnızca insanlara tebliğ edilip
açıklanması ile yeryüzünde insanların dünyasında gerçekleşmiş olmaz. Yüce
Allah'ın feleğin dolaşımında, yıldızların akışında ve sonuçları tabii
sebeplerinden sonraya bırakmasındaki kanununu yürüttüğü kahredici gücüyle de
gerçekleşmez. Ancak, ona tam anlamıyla inanan bir topluluğun yüklenmesi,
güçleri oranında ona uygun hareket etmeleri, onu hayatlarının ödevi ve en
büyük gayeleri edinmeleri ile mümkündür. Ayrıca diğer insanların da
kalplerinde ve pratik hayatlarında gerçekleşmesi için çaba sarf etmeleri ve
bu gaye için hiçbir çabadan ve hiçbir enerjiden kaçınmamaları ile mümkün
olur. Bu topluluk hem kendilerinin hem de bàşkalarının ruhlarındaki beşerî
eksiklikler, heva ve bilgisizliklerle mücadele eder. Bu metoda karşı koymak
için beşeri eksiklik, heva ve bilgisizliği kışkırtanlara karşı mücadele
eder. Bütün bunlardan sonra bu metodu, beşer fıtratının gücü oranında
gerçekleştirmiş olur. Üstelik insanları fiilen bulundukları noktadan ele
alır. Bu metodun aşamalarında ve uygulanışında insanların pratik
durumlarından ve bu olgunun gereklerinden hiçbir zaman habersiz olmaz. Sonra
bu topluluk sarf ettiği çaba, başvurduğu hareket yöntemleri ve bu yöntemleri
seçmekteki isabeti oranında kendi içinde ve insanların nefislerinde savaşta
bazan zafer kazanır bazan da bu savaşta yenik düşer. Herşeyden, her çabadan
ve her araçtan önce burada, bir başka önemli husus yer almaktadır. O da, bu
topluluğun bu gaye için herşeyden soyutlanması, bu metodun gerçeğini bizzat
temsil etmesi, bu metodu koyan yüce Allah ile sürekli ilişki içinde olması,
O'na bağlanması ve O'na güvenip dayanmasıdır.
İşte bu dinin gerçeği ve uygulanış biçimi
budur. Hareket çizgisi ve kullandığı araç budur.
Aynı zamanda bu, Uhud savaşında meydana gelen
olaylar ve bu olayların değerlendirmesiyle onları eğiten yüce Allah'ın
müslüman kitleye öğretmek istediği bir gerçektir.
Savaşın bazı noktalarında bu gerçeği temsil
bakımından bu toplulukta bir kusur bulunduğunda, pratik hareket yöntemlerine
başvurmada bir eksiklik baş gösterdiğinde, bu temel gerçeği göz ardı
ettiğinde ya da büsbütün unuttuğunda kendi düşüncesine ve uygulamasına
bakmaksızın müslüman oluşundan dolayı kesinlikle zafere ulaşacağına
inandığında yüce Allah onları yenilgiyle yüzyüze getirerek yenilgi acısını
tattırdı. Sonra gelen şu Kur'anî değerlendirme de olayı bu hakikate
döndürmektedir:
"Karşı tarafa iki katını tattırdığınız
musibet bu kez sizin başınıza gelince `Bu nereden geldi' demediniz mi? De
ki; `O musibet kendinizden kaynaklandı: Hiç şüphesiz Allah'ın gücü herşeye
yeter."
Ancak, ayetleri sunarken söylediğimiz gibi,
müslümanları bu noktada terk etmiyor. Onları sebep ve sonuçların ötesindeki
Allah'ın kaderine bağlayıp, pratik uygulamaları gibi görünen, sebepler
sonucu meydana gelen bu imtihanın arkasındaki kendisi için hayırlı olan
iradeyi de ortaya çıkarıyor.
Kuşkusuz ilahî metodun, insanların çabasıyla
hareket edip gerçekleşir olması ve bu düzeyde insanların uygulamalarında
etkin olması büsbütün iyiliktir. Bu haliyle o, insan hayatını ıslah eder,
bozmaz ya da monoton bir şekle sokmaz. İnsan fıtratını düzeltir, uyandırır
ve onu asıl düzeyine döndürür. Gerçekten bu iman uğruna tebliğ ve açıklama
gibi dil ile ve hidayet yoluna saldıran isyancı güçleri bertaraf etmek gibi
el ile insanlarla cihada girişmedikçe iman hakikati tam anlamıyla kalplerde
yer etmez. Girişilen bu savaşta imtihanlarla yüzyüze gelip, cihada,
işkencelere, yenilgiye ayrıca zafere karşı sabretmedikçe -kuşkusuz zafere
sabretmek yenilgiyi sabretmekten daha zordur- kalpler arınıp saflar iyice
belirginleşmedikçe, toplum yolda dosdoğru hareket etmedikçe, yüksek bir
olgunluğa erişip sırf Allah'a dayanıp güvenmedikçe gerçekleşmez iman davası.
Bu iman için insanlarla cihada girişmedikçe
iman gerçeği bütünüyle kalplerde yer etmez. Çünkü bu durumda O, insanlarla
cihada girişirken ilk başta kendini güvencede ve selamette hissettiği
zamanlarda asla göremeyeceği imana ilişkin ufuklar açılır önünde. İnsanlar
ve hayata dair bunun dışında hiçbir zaman anlayamayacağı gerçekleri kavrama
imkanı bulur. Nefsi duyguları, düşünceleri, davranışları, özellikleri,
heyecan ve tepkileriyle bu zor ve acı deney olmaksızın kesinlikle
ulaşamayacağı bir düzeye ulaşır.
Tecrübe, imtihan ve musibetlerle yüzyüze
gelmedikçe, bünyesindeki her birey kendi gücünün ve amacının gerçek durumunu
kavramadıkça, sonra kendisini oluşturan kerpiçlerin gerçek mahiyetini bu
kerpiçlerin dayanıklılığını ve bir çarpışma anındaki sağlamlıklarını
bilmedikçe iman gerçeği toplumda da gereği gibi yer etmiş olmaz.
Uhud'da meydana gelen olaylar ve bu suredeki
o olaylara ilişkin değerlendirmelerle müslüman kitleyi eğiten yüce Allah'ın
kendilerine isabet edenin görünen sebebini açıkladıktan sonra, "İki
topluluğun karşılaştığı gün başınıza gelen, Allah'ın izniyle gerçekleşti. Bu
musibet Allah'ın müminleri belirlemesi içindir." ..: `Bir de münafıkları
ayırd etmesi içindir". Sonra "Allah müminleri, şimdi içinde bulunduğunuz
durumda bırakacak değildir, pis olanı temiz olandan ayıracaktır." derken
müslüman kitleye bu gerçeği öğretmek istiyordu. Daha sonra yüce Allah,
onları bütün sebeplerin ve olayların arkasındaki Allah'ın kaderi ve O'nun
hikmetine ve mümin ruhlarda iyice yer etmedikçe tamamlanması mümkün olmayan
büyük iman gerçeğine döndürmektedir. "Eğer siz (Uhud'da) yara aldınız ise
karşınızdakiler de benzeri bir yara almışlardır. Biz bu tür acı günleri
insanlar arasında dolaştırırız. Allah'ın kimlerin mümin olduklarını
belirlemesi ve aranızdan bazı şahitler seçmesi içindir bu. Hiç kuşkusuz
Allah zalimleri sevmez. Bunun bir başka sebebi de Allah'ın müminleri
arındırması ve kafirleri yok etmesidir."
O halde -en sonunda- bu sebepler, olaylar,
şahıslar ve hareketlerin arka planında gizli olan; Allah'ın kaderi, planı ve
hikmetidir. Aynı zamanda bu, olayların ve onlara ilişkin aydınlatıcı
değerlendirmenin ötesinde yeralan evrensel ve mükemmel İslâm düşüncesidir.
2- Savaş ve onun üzerine yapılan
değerlendirmeler, insan nefsine, onun fıtratının özelliğine, insan çabasının
tabiatına ve ilahi metodu gerçekleştirmede ulaşabileceği düzeye ilişkin
büyük ve temel bir gerçeği ortaya çıkarmıştır.
Kuşkusuz insan nefsi -bir olgu olarak-
eksiksiz değildir. Ancak, şu yeryüzünde kendisine takdir edilen mükemmellik
düzeyinde ulaşabilecek kadar gelişme ve yükselme yeteneğine sahiptir de.
İşte biz, hakkında yüce Allah'ın "siz
insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz" dediği ümmetin zirvesini
temsil eden bir kitlede somutlaşan bir grup insanı -oldukları gibi, tabii
halleriyle- görmekteyiz. Bunlar mutlak anlamda insanlık için tam bir örnek
oluşturan Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) arkadaşlarıdırlar...
Bizim gördüğümüz nedir?.. Bir grup insan görüyoruz, içlerinde zaaf ve
eksiklik var. Haklarında yüce Allah'ın "İki topluluğun karşılaştığı gün
başınıza gelen musibet, Allah'ın izni ile gerçekleşti. Bu musibet, Allah'ın
müminleri belirlemesi için meydana geldi" ve "Allah size verdiği sözü
gerçekleştirdi. Hani size sevdiğinizi (zaferi) gösterdikten sonra
bozuluncaya, savaş konusunda görüş ayrılığına düşünceye kadar müşrikleri
kırıp geçiriyordunuz. Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti
istiyordu. Sonra sizi deneyden geçirmek için onları başından savdı" dediği
kimseler var. İçlerinde "O zaman içinizden iki topluluk bozulmak üzereydi.
Halbuki dostları Allah'tı. Müminler Allah'a güvenip dayansınlar" denilen
kimseler de vardı. İçlerinde yenilip dağılanlar da olmuştu.. Nitekim yüce
Allah bu olayı şöyle vasıflandırmaktadır: "Hani peygamber arkanızdan sizi
çağırırken, hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz; ne kaybettiğinize ve ne de
başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah sizi kederden kedere uğrattı."
Bunların tümü de iman etmiş müslümanlardı.
Ancak daha yolun başındaydılar. Eğitim ve oluşum dönemini yaşıyorlardı.
Onlar bu işi, ciddiye alıyorlardı, işlerini Allah'a teslim etmişlerdi. O'nun
tayin edip belirlediği önderlikten hoşnuttular. Bütünüyle O'nun metoduna
boyun eğmişlerdi. Bu yüzden yüce Allah onları himayesinden kovmuyor, aksine
onlara acıyor, onları affediyor ve Peygamberine de onları affetmesini,
bağışlama dilemesini, onlardan kaynaklanan bunca olaydan ve şûranın sonunda
cereyan eden bunca sıkıntıdan sonra iş hususunda onlara danışmasını
emrediyor. Evet yüce Allah, bu davranışlarının sonucunu tatmak üzere onları
saftan dışarı atmamıştı. Onlara hiçbir zaman, bu tecrübe sonucu sizde baş
gösteren bu zaaf ve eksiklikten sonra bu dava için bir işe yaramazsınız
dememiştir. Onların bu zaaf ve eksikliklerini kabul etmiş, onları musibet ve
imtihanlarla eğitmiş ve içinden birtakım dersler ve öğütler almaları için
direktifler vermişti. Ancak bütün bunlar rahmet, bağışlama ve hoşgörü
sınırları içinde olmuştu. Evet onlar, bilmeleri, kavramaları ve
olgunlaşmaları için ateşle dağlanıyorlardı... Eksiklikleri ve nefislerinin
gizlilikleri ortaya çıkarılıyordu; ancak, utandırmak, rezil etmek,
küçültmek, zora sokmak ya da güç yetiremeyecekleri şeyi yüklemek için
değildi bunlar. Ellerin tutulup Allah'ın kopmaz ipine bağlı oldukları sürece
kendilerine güvenmeleri, kendilerini küçük görmemeleri ve amaca ulaşma
hususunda karamsarlığa kapılmamaları telkin ediliyordu.
Nitekim amaçlarına ulaştılar. Savaşın
başlangıcında sayılan davranışlar onları mağlup etmişti. Ama neticede
amaçlarına ulaştılar. Çünkü yenilgi ve ağır yaralar aldıkları günün
ertesinde; korkmadan, çekinmeden ve haklarında yüce Allah'ın "O kimseler ki,
insanlar kendilerine; `Düşmanlarınız size saldırmak için yığınak yaptılar,
onlardan korkmalısınız' dediklerinde, bu sözden imanları daha güçlenerek;
`Allah bize yeter, O ne güzel bir vekildir' derler" demesini hakedecek
şekilde sarsılmadan Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) ile birlikte
düşmanı takip etmeye çıkabildiler.
Bundan sonra yavaş yavaş işler ve gelişme
büyüyünce uygulamalar da değişmeye başlamıştı. Buradaki gibi, çocuklara özgü
bir şekilde eğitilmelerinden sonra büyükler gibi sorgulanır oldular. Berae
suresindeki Tebuk savaşına ve o savaştan geri kalan birkaç kişinin Allah ve
Resulü tarafından o denli şiddetle sorgulanmasına bakan biri, uygulamalarda
ve Allah'ın harikulâde eğitim metodunun aşamalarındaki açık farklılığı
rahatlıkla görebilir. Ayrıca Uhud'daki toplulukla Tebük'teki topluluk
arasındaki farklılığı da görebilir. Oysa bunlar aynı kişilerdi. Ancak ilahî
eğitim onları, bu üstün düzeye ulaştırmıştır. Buna rağmen onlar yine de
insandırlar. İçlerinde zaaf, eksiklik ve hata baş göstermiştir. Bununla
beraber bağışlanma dilemişler, tevbe edip Allah'a dönmüşlerdir.
Kuşkusuz bu metod, insan tabiatını yeryüzünde
kendisine takdir edilen en yüce olgunluk derecesine ulaşsa da onu
değiştirmeden, işlevini görmez bir duruma sokmadan ve gücünün yetmeyeceği
şeyi yüklenmeden korur.
Bu, insanlığı sürekli bir hedef belirlemede
ve bu eşsiz metodun gölgesinde çalışıp gelişmesinde büyük bir değer arzeden
bir gerçektir. Şu cemaat bu yüksek zirveye, içinde yüzdükleri bataklıktan
yavaş yavaş ulaşırlar. Bu dersin akışında sunduğumuz gibi cahiliyyede her
bakımdan geri kalmış kitlenin meşakkatlerle dolu bir yolu katettiği kaypak
bir zemindi bu. Bütün bunlar, bataklık içinde gömülmüş olsa bile şu yüce
seviyeye çıkabilme hususunda insanlığa büyük bir ideal bahşetmektedir. Bu
topluluğu, harikulâde bir şekilde meydana gelmiş eşine rastlanmaz bir toplum
yapmakla değerini düşürmez. O, olağanüstü bir şekilde meydana gelmemişti.
Aksine insanların çabası ve daha önce gördüğümüz gibi birçok şey meydana
getirebilen insanların güçleri dahilinde gerçekleşen ilahi metod tarafından
meydana getirilmiştir.
Bu metod, her toplumu bulunduğu noktadan,
içinde bulunduğu pratik durumdan ele almaktadır. Sonra da şu kitleyi basit
Arap cahiliyyesinden, o bataklıktan çıkardığı gibi yücelere ulaştırır. Sonra
da çeyrek yüzyılı geçmiyecek gibi kısa bir zaman diliminde böylesine yüksek
zirvelere çıkarır.
Yerine getirilmesi gereken birtek koşul
vardır: İnsanlar, önderliklerini bu metoda teslim edecekler, ona
inanacaklar, ona teslim olacaklar, onu hayatlarının temeli, hareketlerinin
sembolü ve şu uzun ve meşakkatli yolda stratejilerini belirleyen mercî
edineceklerdir.
3- Savaşın ve onun üzerine yapılan
değerlendirmelerin ortaya çıkardığı üçüncü gerçek; Allah'ın metodunda
müslümanın nefsi ile, müslüman cemaat ve tüm alanlarda düşmanlarıyla
giriştiği savaşlar arasındaki sağlam ilişkidir. Akide, düşünce, ahlâk, hayat
tarzı, siyasi, ekonomik ve toplumsal düzen arasındaki kuvvetli bağdır. Bir
de tüm savaşlardaki zafer ve yenilgi arasındaki ilgidir. Kuşkusuz bunların
tümü zafer veya yenilgi elde etmekte başlıca etkenlerdir.
Bu yüzden ilahi metod, insan ruhunda ve beşer
topluluklarındaki bu korkunç alanda işlevini yürütmektedir. Bu alan,
genişliklerin, noktaların, çizgilerin ve renklerin birbirine girdiği bir
alan olduğu kadar, eksiksiz ve kapsamlı bir alandır da. Bütün bu
genişlikler, noktalar, çizgiler ve renkler arasındaki ilişki ve ahenk
zayıflayınca hareket stratejisi bozulur ve dağılır. Bu da, hayatı bütün
olarak ele alan, parçalayıp dağıtmayan, nefsin ve hayatın tüm yönleriyle
ilgilenen hayatın girift ve uzak özelliklerini avucunda toplayan, tümünü
birden ve uyum içinde harekete geçiren, böylece bireyin kopmasına, toplumun
da parçalanıp bölünmesine engel olan ilahi metodun ayırıcı bir özelliğidir.
Bu birliktelik ve birbirine girmiş bu
ilişkilerin örneklerini -Kur'an'ın değerlendirmesinde- hatalardan ve onların
zafer ve yenilgi hakkındaki düşünce ve kazandıkları bazı şeylerden dolayı
savaştan geri dönenlerin zaafından yararlanmak isteyen şeytanla ilgilidir...
"İki topluluğun karşılaştığı gün savaştan
geri dönenlerinizi şeytan bazı günahkar duyguları yüzünden ayartmaya
girişmişti."
Nitekim Peygamberlerle beraber savaşıp
görevlerini yerine getiren ve savaşın başlangıcında günahlarından dolayı
bağışlanma dileyenlerin müminler tarafından uyulması gereken örnekler
olduğunu da bildiriyor:
"Nice peygamber var ki çok sayıda taraftarı
kendisi ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden
dolayı gevşemediler, yılmadılar ve boyun eğmediler. Allah sabırlıları
sever."
"Onlar sadece; `Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve
davranışlarımızdaki aşırılıkları affeyle, ayaklarımızı kaydırma ve kafirler
karşısında bize yardım et' demişlerdir."
"O müminler ki, yaralandıktan sonra Allah'ın
ve Peygamberin savaşma çağrısına uydular, onlardan "İhsan" ilkesine uyanlar
ile takva sahiplerini büyük bir ödül beklemektedir."
Müslüman kitleye yönelik direktifler arasında
savaş anında korkmamaları ve üzülmemeleri için günahlardan arınıp bağışlanma
dilemeleri de yer almaktadır.
"Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği
göklerle yer kadar olan muttakiler için hazırlanan cennete koşuşun."
"Onlar her bollukta ve darlıkta infak
ederler. Öfkelerini yenerler.. İnsanların kusurlarını affederler. Ve Allah
da ihsan edenleri sever"
"Onlar ki, bir kötülük yaptıklarında ya da
nefislerine zulmettiklerinde Allah'ı anarak günahlarının bağışlanmasını
dilerler. Allah'tan başka kim günahları bağışlar? Onlar bile bile
yaptıklarında ısrar etmezler."
Bundan önce de ehl-i kitabın içine düştüğü
zillet ve yenilginin sebebinin haddi aşıp günâhlara dalmak olduğunu
açıklamıştı:
"Nerede bulunursa bulunsunlar, üzerlerine
zillet damgası vurulmuştur. Allah'ın ve insanların ahdine sığınanlar
müstesna. Allah'ın hışmına uğradılar. Üzerlerine bir miskinlik vuruldu. Bu,
Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri ve haksız yere peygamberleri
öldürmelerindendir. Bu, isyan edip haddi aşmalarındandır."
Ayrıca, savaşta meydana gelen olayların
değerlendirilmesi yapılırken araya hatalar ve onlardan tevbe etmenin de
sokuşturulduğunu, bütün surenin akışında takvadan ve muttakilerden bolca söz
edildiğini, farklı konularına rağmen surenin atmosferi ile savaş atmosferi
arasında sağlam bir bağ kurulduğunu görürüz. Faizden vazgeçmeye, Allah'a ve
Resulü'ne itaat etmeye, insanları bağışlamaya, öfkeyi yenmeye ve iyilik
yapmaya çağrı yapıldığını da görürüz. Kuşkusuz bunların tümü, nefis, hayat
ve toplumsal sistem için birer arınma aracıdırlar. Surenin tümü bu önemli ve
temel hedefe yönelme bakımından sağlam bir bütün oluşturmaktadır.
4- Dördüncü gerçek, İslâm'ın eğitim metodunun
özelliğine ilişkindir. Bu metod müslüman kitleyi; olaylar, ruhlarda meydana
getirdiği duygular, heyecanlar, tepkiler ve bu olayları değerlendirmeyi ele
almaktadır. Kur'an'ın Uhud savaşı üzerine yaptığı değerlendirme gibi... Bu
değerlendirmede, olaydan etkilenen insan ruhunu doğru bir şekilde
etkilenmesi için tüm yönleriyle ele almaktadır. Ayrıca ruhun istikrar
bulması ve huzura kavuşması için de kendine uygun görülen bu hakikat özüne
yerleştirilmektedir. Bu metod, bakışları ona yöneltmedikçe, ışık tutmadıkça,
insan ruhunun derinliklerindeki birçok gizliliği ve kapalılığı ortaya
çıkarmadıkça, hiçbir yönü, hiçbir çizgiyi, hiçbir düşünceyi ve hiçbir
tepkiyi göz ardı etmez. O, nefsi bütün çıplaklığıyla önünde tutmaktadır.
Böylece, derinliklerine kadar iyice arındırılmakta, nurun aydınlığında
tertemiz bir hale getirmektedir. Duyguları, düşünceleri ve değerleri
düzeltmekte, sağlam İslâm düşüncesinin ve istikrarlı İslâmî hayatın
dayanmasını istediği ilkeleri birbir yerleştirmektedir. Bu arada her yerdeki
müslüman kitlenin başına gelen olayların bütün genişliğiyle aydınlanma ve
eğitim için bir araç edinmenin gereğini de ilham ettirmektedir.
Uhud savaşı üzerine yapılan değerlendirmeye
baktığımızda büyük bir titizlik, derinlik, kapsayıcılık ve dikkat
gözlemlemekteyiz. Tüm duraksamalara, hareketlere ve dolambaçlara yönelen
ince bir titizlik ve dikkat... Nefsin gözeneklerinden ve saklı duygularından
kaynaklanan kuşkuları ele alışta büyük bir derinlik... Ayrıca nefsin ve
meydana gelen olayın tüm boyutlarını içermesi açısından da olağanüstü bir
kapsayıcılık görmekteyiz. Sebep ve sonuçları üzerine yapılan ince, derin ve
kapsamlı analiz, duraksamalarda ve olayın meydana geliş sürecinde faaliyeti
bulunan birtakım etkenler de göze çarpmaktadır. Nitekim, tasvirlerde bir
canlılık, ahenk ve duygusallık da görmekteyiz. Öyle ki, İfade ve tasvirle
birlikte derin ve heybetli duygu dalgaları da yer almaktadır.
Bu vasıflandırma ve değerlendirme şekli
karşısında hiçbir katılık duramaz; çünkü sahneleri -nerdeyse hareket edecek
bir şekilde- gözler önüne seren canlı bir vasıflandırmadır bu. Etrafa
etkileyici bir hareketlilik, nüfûz edici bir parlaklık ve coşkun bir
duygusallık saçmaktadır.
5- Beşinci gerçek de yine ilahi metodun
pratiğine ilişkindir. Bu metod, pratik hayatta eserler inşa etmek için
bizzat işe girişmektedir. Ne teorik ilkeler ne de soyut direktifler sunar.
Teorilerini ve direktiflerini uygular ve hareket ettirir. Bu metodun
pratikliğinin en açık örneği savaştaki "Şûra" ilkesinin uygulanışındaki
konumudur.
Kuşkusuz Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun) yeni yeni oluşmakta olan ve her yönden düşmanlarla kuşatılmış olan
müslüman kitleyi karşılaştıkları bu acı deneyden uzak tutabilirdi. Üsteki
düşmanlar kalelerinin arkasında sinsi sinsi beklemekteydiler. Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) Medine'yi sağlam bir zırha benzeten sadık
rüyasına dayanarak, savaş taktiği hususunda kendi görüşünü uygulasaydı, yani
arkadaşlarına danışmasaydı ya da topluluğun tercih ettiği görüş uymasaydı
yahut evinden çıkarken, inanan arkadaşlarının pişman olmasından doğan
fırsattan yararlanıp görüşünden dönseydi, müslüman kitleyi yüzyüze
geldikleri bu acı deneyden uzak tutabilirdi.
Ancak O, -bütün bu sonuçları doğuran-
"Şûra"nın kararını uyguluyor. Müslüman kitleyi toplumsal sorumluluğun
neticeleriyle karşı karşıya getirmek için kararlaştırılan görüşü uyguluyor.
Böylece onlara, görüş bildirmenin ve davranışların sorumluluğunun nasıl
taşınacağını öğretiyor. Çünkü bu onun ve uyguladığı ilahi metodun ölçüsünde
büyük zararlardan sakınmaktan ve kitleyi bu acı deneyden uzak tutmaktan daha
önemlidir. Kitleyi bu deneyden uzak tutmanın anlamı, onu tecrübeden,
bilgiden ve eğitimden yoksun bırakmaktır.
Yine savaştan sonra bu ilkenin iyice
yerleşmesi bakımından acı sonuçlarını karşılamak hususunda "Şûra"ya
başvurulmasına ilişkin ilahi emir gelmektedir. Bu yöntem, bir taraftan iyice
yerleşmesi diğer taraftan metodun temellerinin açıklanması için daha güçlü
ve daha derin bir yöntemdir.
Kuşkusuz İslâm, toplum onu uygulayacak duruma
gelsin diye hiçbir ilkenin uygulanmasını ertelemez. O, bu ilkeleri fiilen
uygulamadıkça toplumun hazırlanamayacağını çok iyi bilmektedir. Yine -Şûra
gibi- toplumsal hayatın temel ilkesinden kitleyi yoksun bırakmanın, bu
ilkeleri ilk defa uygulamaktan doğan acı sonuçlarla yüzyüze gelmekten daha
kötü olduğunu da bilmektedir. Kuşkusuz uygulamadaki hatalar -son derece
büyük de olsalar- ilkeyi tamamen bırakmayı gerektirmez. Hatta uygulamayı bir
süre için bile durdurmayı gerektirmez. Çünkü bu, toplumun gelişmesini, hayat
ve yükümlülüklerle deney kazanmasını bir kenara atmak veya bir süre için
durdurmaktır. Hatta bu, bir ümmet olarak varlığına kesinlikle son vermektir.
Bunlar "Şûra"nın savaş alanındaki sonuçlarına
rağmen yeralan yüce Allah'ın şu sözlerinden istifade edilen duygulardır:
"...onları affet, bağışlanma dile onlara, iş
hususunda onlarla müşavere et."
Teorik ilkelerin pratik uygulanışı,
kararlaştırılan bir görüşten sonra tekrar "Şûra"ya başvurmayı kararsızlık ve
kaypaklık sayarak reddeden Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun)
davranışlarında ortaya çıkmaktadır. Bu da "Şûra" ilkesini sürekli
kararsızlıklar ve dönekler için bir araç olmaktan korumaktadır. Aşağıdaki
etkileyici ve eğitici sözü de bunu göstermektedir:
"Bir peygambere, zırhını kuşandıktan sonra
Allah onun hakkındaki hükmünü verene kadar onu çıkarması yakışmaz." Metodda,
direktif ve uygulama birbirini takip eder.
6- Son olarak Kur'an-i Kerim'in
değerlendirmesinden, Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) eşlik eden
ve Allah yanında şu ümmetin en şereflisini temsil eden müslüman kitlenin
konumuna ilişkin bir gerçeği öğrenmekteyiz. Bu gerçek, Allah'ın izniyle
İslâmî hayatı yeniden inşa etmede son derece yararlı olacaktır.
Allah'ın metodu değişmezdir, değerleri ve
ölçüleri de... İnsanlar ya ondan uzaklaşırlar ya da ona yaklaşırlar. Düşünce
ve sistemin temellerinde hem yanılabilir hem de doğruyu bulabilirler. Ancak,
onların hataları bu metoda yüklenemez, sabit değer ve ölçülerini
değiştiremez.
İnsanlar düşünce ve davranışlarda hata
işlediklerinde hatalı olarak nitelenecek insandır, metod değildir.
Dolayısıyle ilahi nizam da derecesi ve değerleri ne olursa olsun insanların
hatalarını ve sapkınlıklarını görmezden gelmez. Sapıklıklarına uymak için
kendisi de sapmaz.
Buradan öğreniyoruz ki, şahısları temize
çıkarmak için metodu değiştirmek gerekmez. Bir de metodundaki ilkelerin,
sağlam, net ve kesin olması; kendisinde hata yapanları ya da sapanları
kesinlikle temize çıkarmaması dolayısıyle bu ilahi metodun müslüman ümmetin
iyiliğine olduğunu öğreniyoruz. Bu tahrif ve değiştirme İslâm için, büyük
müslüman şahsiyetlerin hatalı veya sapmış olarak nitelendirilmesinden daha
tehlikelidir; Çünkü metod, kişilerden daha büyük ve daha kalıcıdır. İslâm'ın
tarihsel pratiği müslümanların, tarihlerinde yaptığı ya da meydana
getirdiği, herşeyden ibaret değildir. Ancak, onların İslâm metoduna,
değişmez ilke ve değerlerine tamamen uygun olarak sergiledikleri tüm
davranışlarından ibarettir. Aksi halde tüm davranışlar hatadır, sapıklıktır.
Ne İslâm'a ne de İslâm tarihine mal edilir. Ancak mensuplarına mal
edilebilir ve onları hatalı, sapkın veya tamamen İslâm'dan çıkmış gibi
hakettikleri sıfatla nitelendirilebilirler. Kuşkusuz İslâm tarihi -ismen ya
da dille müslüman olsalar da- müslümanların tarihi değildir. İslâm tarihi,
İslâm'ın gerçek anlamda insanların düşüncelerinde, davranışlarında, hayat
tarzlarında ve toplumsal düzenlerinde uygulanışıdır. İslâm sabit bir
eksendir. İnsanların hayatı onun etrafında değişmez bir yörüngede döner.
Şayet onlar bu yörüngeden çıkmışlarsa ya da bu ekseni bırakıp ayrılmışlarsa
İslâm nerede, onlar nerededir? İslâm'a mal edilen ya da İslâm'ı onlarla
yorumlayan insanların bu uygulama ve davranışlarına ne demeli? İslâm
metodunun dışına çıktıkları, onu hayatlarında uygulamaya yanaşmadıkları
halde kendilerini müslüman diye nitelendirmeleri de ne oluyor? Onlar daha
önce bu metodu hayatlarında uyguladıkları için müslümandırlar; isimleri
müslüman ismi olduğu ya da dilleriyle "biz müslümanız" dedikleri için değil.
Müslüman kitlenin hatalarını ortaya
çıkarırken, zaaf ve eksikliklerini belirleyip ardından onlara acıyarak
kusurlarını bağışlarken, imtihan alanında zaaf ve eksikliklerinin sonucunu
tattırmış olsa da bu günahlarını silerken yüce Allah'ın müslüman ümmete
öğretmek istediği bütün bu hakikatlerdir.
Kur'an-ı Kerim'in savaşı -Uhud savayı-
sunması sona erdi. Ancak müslüman kitle ile Medine'de etrafını saran
düşmanları -özellikle yahudiler- arasında süregelen savaş henüz bitmemiştir.
Bu mücadele, tartışma, kuşku ve karışıklık yayma, hile, aldatma, pusu kurma
ve tedbir alma savaşıdır. Bu savaş surenin büyük bir kısmını kapsamaktadır.
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
Bedir savaşının ardından, kin ve hileleri, müslümanları incitmeleri,
Medine'ye gelip kendi başkanlığında Evs ve Hazreç müslümanlarından oluşan
bir devlet kurduktan sonra onlarla vardığı antlaşmayı bozmalarından dolayı
Beni Kaynuka'yı Medine'deki yerlerinden sürmüştür. Ancak, çevresindeki Beni
Nadr, Beni Kureyza ve bunların dışında Hayber ve yarımadanın başka
taraflarındaki yahudiler yerlerinde duruyorlardı. Bunlar Medine'deki
münafıklar, Mekke'deki ve Medine'nin çerçevesindeki müşriklerle
haberleşiyor, biraraya geliyor, birbirleriyle ilişki kuruyorlardı.
Müslümanlara karşı aralıksız olarak sürekli tuzaklar planlıyorlardı.
Al-i İmran suresinin başlarında yahudiler,
müslümanların eliyle müşriklerin başına gelen durumdan sakındırılmışlardı:
"Kâfirlere de ki; mutlaka yenilecek ve
Cehennemde toplanacaksınız, o ne kötü yerdir." "Karşılaşan iki toplulukta
sizin için bir delil vardır. Bir topluluk Allah yolunda savaşıyordu diğeri
de kâfirdi. Gözlerinin görüşüyle onları kendilerinin iki katı görüyorlardı.
Allah dilediğini yardımıyla güçlendirir. Kuşkusuz bunda basiret sahipleri
için bir ibret vardır."
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
Bedir savaşı sonrasında davranışlarına kin, hile ve tuzaklarına bir cevap
olarak gelen bu sakındırmayı onlara tebliğ edince bunu edepsizce karşılayıp
şöyle dediler: "Ey Muhammed, tecrübesiz ve savaştan anlamayan Kureyş'ten bir
grubu öldürdüm diye aldanma. Allah'a andolsun ki, şayet bizimle savaşacak
olsaydın, daha önce benzerini görmediğin insanlar olduğumuzu bilirdin."
Sonra da bu surede çeşitli şekilleri aktarılan hile ve desiselerine devam
ettiler. Giderek Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) ile vardıkları
sözleşmeyi iptal ettiler. Bunun üzerine Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun) hükmüne boyun eğene kadar bölgelerini kuşattı. Arkasından onları
Medine'den uzaklaştırıp Ezriat'a sürdü. Beride, görünürde sözleşmeye bağlı
kalan Beni Kureyze ve Beni Nadr kaldı. Ancak onlar da, hile, tuzak, kuşku,
karışıklık, fitne ve yahudilerin tüm tarihinde ortaya koydukları, en doğru
sicil olan ve Allah'ın kitabının onayladığı ve yeryüzü sakinlerinin bu melûn
ulustan gördüğü diğer özelliklerini de sergilemekten geri kalmadılar.
Bu derste yahudilerin bazı davranışları ve
sözleri aktarılmaktadır.. Müslümanlara karşı olan kötü davranışlardan sonra
Allah'a karşı da edepsiz bir tavır sergiledikleri ortaya çıkmakta dir.
Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) verdikleri malî taahhütlerinde
cimri davrandıkları gibi giderek Allah hakkında şöyle demeye başlamışlardı:
"Kuşkusuz Allah fakirdir, biz ise zenginiz."
Bu arada, yüzyüze kaldıkları İslâm çağrısını
savmak için ileri sürdükleri zayıf bahaneleri de ortaya çıkıyor. Oysa
bilinen tarihsel olay bu bahanelerini ve karşı çıkışlarını yalanlamaktadır.
Bu olgu, Allah'a verdikleri söze karşı çıkmalarını, onlardan açıklamasını
istediği hakkı gizlemelerini, arkalarına atmalarım, az bir ücretle
satmalarını, istedikleri mucizeyi ve kabul etmedikleri kanıtları getiren
peygamberleri haksız yere öldürmelerini ortaya koymaktadır.
Yahudilerin peygamberlerine karşı tavırlarını
ve Rabbleri hakkında söylediklerini utandırıcı bir şekilde ortaya
çıkarılması ve müslüman kitleye karşı kötü pozisyonları, onları müşriklerle
birlikte müslümanlara karşı düzenledikleri, hile, tuzak ve eziyetler
hazırlamaya sevk etmiştir. Yüce Allah'ın müslüman kitleyi sağlam bir şekilde
eğitmesi, çevrelerinde olan şeyleri ve kimseleri göstermesi, faaliyette
bulundukları yerin, kendileri için kurulan kapan ve tuzakların, yol boyunca
kendilerini bekleyen acıların ve fedakarlıkların özelliklerini öğretmesi de
bu açıklamayı gerektirmiştir. Medine'deki yahudilerin müslüman kitlelere
kurduğu hileler Mekke'deki müşriklerin hazırladığından çok daha katı ve daha
tehlikeliydi. Tarih boyunca müslüman kitlelere hazırlanan tuzakların en
tehlikelisi de bunlardan gelenler olsa gerektir.
Etkileyici sunuş esnasında müslümanlara
yönelik Rabbanî direktiflerin ard arda yer aldığını görmemiz bu yüzdendir.
Bu esnada, kalıcı ve geçici değerlerle yüzyüze getirildiklerini görmekteyiz.
Kuşkusuz yeryüzündeki hayat ecelle sınırlıdır. Her halûkârda her nefis ölümü
tadacaktır. Ceza oradadır. Kâr ya da zarar orada belli olacaktır.
"Kim ateşten uzaklaştırılıp Cennete sokulursa
işte o, kurtulmuştur. Dünya hayatı aldatıcı bir metadan başka birşey
değildir."
Onlar mallar, canlar ve gerek müşriklerden,
gerekse ehl-i kitap olan düşmanlarından görecekleri eziyetlerle
denenmektedirler. Sabır, takva ve kendilerini ateşe düşmekten çekip
kurtaracak metoda uymaktan başka birşey koruyamaz onları.
Medine'deki müslüman kitleye yönelik bir
direktif bugün ve yarın geçerli olup, yüce Allah İslâm'ı yeniden yaşamak ve
Allah'ın himayesinde yine İslâmî bir hayat kurmak için yolun prensiplerine
uymaya özen gösteren her müslüman kitleye yol göstericilik işlevini
yürütecektir. Onlara -aynı müşrik, dinsiz ve ehl-i kitap gibi olan- evrensel
siyonizm, haçlı ve komünist düşmanları kurdukları tuzak ve kapanların,
kendilerini bekleyen acı, fedakârlık, eziyet ve imtihanların özelliklerini
gösterecektir. Kalplerini ve bakışlarını oradakine, Allah'ın yanındakine
yöneltecektir. Böylece eziyet, ölüm, cana ve mala yönelik fitneler basit
gelecektir müslümana. İlk müslüman kitleye olduğu gibi O'na da şöyle
seslenecektir:
"Herkes kesinlikle ölümü tadacaktır.
Yaptıklarınızın karşılığı kıyamet günü size eksiksiz olarak verilecektir. O
zaman kim Cehennem ateşinden uzaklaştırılıp Cennet'e konursa gerçekten
başarıya ulaşmıştır. Dünya hayatı aldatıcı bir hazdan başka birşey değildir.
Mallarınız ve canlarınız konusunda kesinlikle deneneceksiniz, gerek ehl-i
kitaptan gerek müşriklerden inciltici söz işiteceksiniz. Eğer sabreder
Allah'tan korkarsanız bu tutum azimliliğinizin, kesin kararlılığınızın bir
belirtisidir." (Al-i İmran suresi; 185-186)
Kur'an aynı Kur'an'dır. Bu ümmetin ölümsüz
kitabı... Evrensel yasası... Hidayet rehberi... Güvenilir önderi...
Düşmanları da aynı düşmanlar, yol aynı yol...
180- Allah'ın lütuf olarak
bağışladığı şeylerde cimrice davrananlar sakın bu tutumlarının kendileri
hesabına hayırlı olduğunu sanmasınlar. Tersine bu, onlar hesabına kötüdür.
Cimrilikle yanlarında tuttukları mal kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır.
Göklerin ve yeryüzünün mirası Allah'a aittir. Hiç kuşkusuz Allah
yaptıklarınızdan haberdardır.
181- "Allah fakir, biz ise
zenginiz" diyenlerin sözünü Allah işitti. Gerek bu sözlerini ve gerekse
sebepsiz yere peygamberleri öldürmelerini hesaplarına yazacak ve onlara
"Kavurucu azabı tadın bakalım" diyeceğiz.
182- Bu kendi elleriniz ile
yaptıklarınız yüzündendir. Yoksa Allah'ın, kullara haksızlık etmesi
kesinlikle söz konusu değildir.
183- "Ateşin yakıp yiyeceği
bir kurban mucizesi göstermedikçe hiçbir peygambere inanmayalım diye Allah
bize kesin direktif verdi" diyenlere de ki; "Benden önce size açık belgeler
getiren ve sözünü ettiğiniz mucizeyi gösteren peygamberler geldi. Eğer doğru
söylüyorsanız, onları niçin öldürdünüz?"
184- Bunlar eğer seni
yalanlıyorlarsa (bilesin ki) senden önce açık mucizeler, sayfalar ve
aydınlatıcı kitap getiren birçok peygamberi de yalanlamışlardı.
Bu bölümdeki ilk ayette kimlerin
kastedildiğine, cimrilikten ve kıyamet günündeki sonuçtan sakındırıldığına
ilişkin güçlü bir rivayet söz konusu değildir. Ancak ayetin burada yer
alması kendisinden sonra gelen yahudiler hakkındaki ayetlerle ilgili olduğu
görüşünü desteklemektedir. Çünkü "Allah fakirdir biz ise zenginiz" diyen
-Allah kahretsin- onlardır. "Ateşin yakıp yiyeceği bir kurban mucizesi
göstermedikçe hiçbir peygambere inanmayalım diye Allah bize kesin direktif
verdi." diyen yine onlardır.
Anlaşılıyor ki, ayetlerin bütünü, yahudilerin
Resulullah'la vardıkları anlaşmadan doğan malî sorumluluklarını yerine
getirmeye çağırılması, bir de Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun)
iman edip Allah yolunda infak etmeye davet edilmeleri üzerine nazil
olmuştur.
Bu tehditvâri sakındırma, yahudilerin
Muhammed'e (salât ve selâm üzerine olsun) iman etmemelerindeki bahanelerini
ortaya çıkarmak için olduğu kadar yüce Allah'a karşı takındıkları edepsiz
tavra bir cevap olup bahanelerini yalanlamak için de nazil olmuştur.
Beraberinde, kendisinden önceki peygamberlerin kavimlerinden gördüklerinin
anlatılması ile onların yalanlamaları karşısında peygambere bir destekte
inmiştir. Bu peygamberler arasında İsrailoğulları'nın tarihinde bilindiği
gibi, kendilerine kanıtlar ve mucizeler getirdikleri halde yahudiler
tarafından öldürülen Beni İsrail peygamberleri de yer almaktadır.
"Allah'ın lütuf olarak bağışladığı şeylerde
cimrice davrananlar sakın bu tutumlarının kendileri hesabına hayırlı
olduğunu sanmasınlar. Tersine bu, onlar hesabına kötüdür. Cimrilikle
yanlarında tuttukları mal, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin
ve yeryüzünün mirası Allah'a aittir. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan
haberdardır."
Ayetin anlamı geneldir.. Sorumluluklarını
yerine getirmekte cimrilik yapan yahudileri kapsadığı gibi onların dışında
Allah'ın lütfundan verdiği şeylerde cimrilik yapan ve bu cimriliğin, malları
koruması ve infakla heder olmasını önlemesi bakımından hayırlı olduğunu
sanan herkesi kapsamaktadır.
Kur'an ayeti onları bu yanlış zandan
sakındırmakta ve biriktirdikleri şeylerin kıyamet günü ateş şeklinde
boyunlarına geçirileceğini bildirmektedir. Bu korkunç bir tehdittir.
İfade,onların "Allah'ın lütfundan verdiği şeylerde cimrilik..." yaptıklarını
zikrederken, cimriliğin kötülüğünü daha bir arttırmaktadır.. Çünkü onlar,
aslında kendilerine ait olmayan bir malda cimrilik yapmaktadırlar. Bu
dünyaya derileri de dahil hiçbir şeye sahip olmadan gelmişlerdir. Yüce Allah
lütfundan onlara vermiş, onları zenginleştirmiştir.. Ancak Allah lütfundan
verdiği şeyleri infak etmelerini isteyince Allah'ın lütfunu hatırlamadılar
bile. Az bir şey infak etmekle cimrilik yaptılar. Biriktirdikleri şeylerin
kendileri için hayırlı olduğunu sandılar. Aslında bu korkunç bir
kötülüktür... Üstelik onlar -bütün bunlardan sonra- mallarını geride bırakıp
gideceklerdir. Herşeyin varisi de Allah'tır. "...Göklerin ve yeryüzünün
mirası Allah'a aittir" Bütün biriktirdikleri kısa bir süre içindir. Sonra da
hepsi Allah'a dönecektir. Sadece Allah rızası için infak ettikleri
kalacaktır onlara, biriktirdikleri ise kıyamet günü boyunlarına geçirilecek
ve O'nun katında kendileri için bekletilecektir.
Ardından, Allah'ın lütuf olarak verdiği malı
ellerinde bulunduran, böylece kendilerinin Allah'tan daha zengin
olduklarını, O'nun mükafatına ve kendi yolunda (ki bunu kendisinden bir
lütuf ve kendilerine verilen güzel bir borç olarak nitelendirmektedir.)
infak edenlere vaadettiği "kat kat" arttırmasına ihtiyaçlarının olmadığını
sanan yahudiler kınanmaktadırlar. Çünkü onlar, küstahça şöyle diyorlardı:
"Allah'a ne oluyor ki malımızdan kendisine borç vermemizi istiyor! Buna
karşılık da "kat kat" vereceğini vaadediyor. Oysa faizden ve "kat kat"
arttırmaktan nehyeden O'dur." Kuşkusuz bu küstahlıktan ve Allah'a karşı
edepsiz bir tavır takınmaktan kaynaklanan bir kelime oyunudur.
"Allah fakirdir, biz ise zenginiz' diyenlerin
sözünü Allah işitmiştir. Gerek bu sözlerini ve gerekse sebepsiz yere
peygamberleri öldürmelerini hesaplarına yazacağız, ve onlara `kavurucu azabı
tadın bakalım' diyeceğiz."
"Bu, kendi elleriniz ile yaptıklarınız
yüzündendir. Yoksa Allah'ın, kullara haksızlık etmesi kesinlikle söz konusu
değildir."
Yahudilerin ilahi hakikate ilişkin kötü
düşünceleri, tahrif edilmiş kitaplarında yaygındır. Ancak buradaki
düşünceleri, kötü düşünce ve edepsiz tavır bakımından son derece aşırıdır.
Bu yüzden peşi sıra gelen bu tehditleri hak etmektedirler.
"...dediklerini.. yazacağız."
Onları hesaba çekmek için. O terk edilecek,
unutulacak ya da boş verilecek değildir... Bunun yanında geçmiş günahlarının
tescili de söz konusudur; -bu günahlar bütün ırkların, soyların günahını
içermektedir- çünkü onlar, günah ve isyanda bir bütündürler.
"...Sebepsiz yere peygamberleri
öldürmelerini..."
İsrailoğulları'nın tarihi, peygamberleri
öldürmelerine ilişkin günahların silsilesini bildirmektedir. Son olarak da
Mesih'i (selâm üzerine olsun) öldürmeye kalkışmışlardı. O'nu öldürdüklerini
iddia ederek bu korkunç cürümle övünmektedirler:
"Kavurucu azabı tadın bakalım diyeceğiz."
İfadedeki (Harik) kelimesinden, azabın
müthişliği ve korkunçluğu amaçlanmaktadır. Ayrıca azap sahnesinin; heybeti,
alevi ve kavuruculuğuyla somutlaştırılması kastedilmektedir. Kuşkusuz bu,
haksız yere peygamberleri öldürerek o iğrenç suçu işlemenin ve "Allah
fakirdir, biz ise zenginiz" gibi çirkin bir söz sarf etmenin cezasıdır.
"Bu, yaptıklarınızın karşılığıdır."
Uygun bir cezadır bu. Herhangi bir haksızlık
ya da kabalık söz konusu değildir.
".. Yoksa Allah kullarına asla zulmetmez"
İfadedeki "Abd (kul)" kelimesi onların gerçek
durumlarını ortaya koymaktadır. Yüce Allah'a kıyasla, kullardan birer
kuldurlar sadece. Bu ifade, bir kulun "Allah fakirdir biz ise zenginiz"
demesinde ve peygamberleri öldürmesindeki cürmün ve edepsiz tavrın
kötülüğünü daha da arttırmaktadır.
"Allah fakirdir, biz ise zenginiz" diyenler
ve peygamberi öldürenler -kendi iddialarına göre- sunacakları bir kurban
getirmedikçe, bazı İsrailoğulları peygamberlerinin gösterdiği gibi mucize
gerçekleşip ateş kurbanı yemedikçe herhangi bir Resule inanmayacaklarını
söyleyenler yahudilerdir. Allah emrettiği için Muhammed'e (salât ve selâm
üzerine olsun) inanmadıklarını iddia ediyorlardı. Muhammed de bu mucizeyi
göstermeyeceğine göre sözlerinde durmalıymışlar. (!)
İşte burada Kur'an tarihsel olguyu yüzlerine
vurmaktadır. İstedikleri mucizeyi ve Allah'ın apaçık ayetlerini getirdikleri
halde peygamberleri öldürenler bunlardır...
"Ateşin yakıp yiyeceği bir kurban mucizesi
göstermedikçe hiçbir peygambere inanmayalım diye Allah bize kesin direktif
verdi' diyenlere de ki; `Benden önce size açık belgeler getiren ve sözünü
ettiğiniz mucizeyi gösteren peygamberler geldi. Eğer doğru söylüyorsanız,
onları niçin öldürdünüz?"
Bu, yalanlarını, vehimlerini, küfürde
ısrarlarını, sonra da övünüp Allah'a iftira etmelerini ortaya çıkaran
kuvvetli bir yüzleştirmedir.
Ayet-i kerime burada, teselli etmek, yardım
etmek, onlardan gördüğü şeylerin asırlar boyu gelmiş geçmiş peygamber
kardeşlerinin karşılaştığı şeylerin benzerleri olduklarını bildirerek
rahatlaması için Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) ,yönelmektedir:
"Bunlar eğer seni yalanlıyorlarsa (bilesin
ki) senden önce açık mucizeler, sayfalar ve aydınlatıcı kitap getiren birçok
peygamberi de yalanlamışlardı."
Yalanlanan ilk elçi O değildir... Ard arda
gelen uluslar -özellikle yahudiler kendilerine kanıtlar, mucizeler, -Zebur
gibi- ilahi direktifleri içeren sahifeler ve Tevrat ile İncil gibi
aydınlatıcı kitabı getiren elçileri de yalanlamışlardır. İçindeki yorgunluk
ve meşakkate rağmen, Resul ve Risaletin yolu budur. Gerçek yol sadece budur.
Bundan sonra ayetlerin akışı müslüman kitleye
yönelmekte, üzerine düşmeleri ve uğruna feda olmaları gereken değerlerden,
yoldaki dikenlerden, yorgunluk ve acılardan söz etmekte; onlara sabır,
takva, direnç ve dayanıklılık telkin etmektedir.
185- Herkes kesinlikle ölümü
tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılıkları, kıyamet günü, size eksiksiz olarak
verilecektir. O zaman kim Céhennem ateşinden uzak tutulur da Cennet'e
konursa gerçekten başarıya ulaşmıştır. Dünya hayatı aldatıcı bir hazdan
başka birşey değildir.
186- Mallarınız ve canlarınız
konusunda kesinlikle deneyden geçirileceksiniz, gerek kitap ehlinden ve
gerekse müşriklerden birçok incitici söz işiteceksiniz. Eğer (bunlara karşı)
sabreder ve Allah tan korkarsanız, bu tutum azimliliğinizin, kesin
kararlılığınızın bir belirtisidir.
Şu gerçeğin ruhlarda iyice yer etmesi
gerekir. Yeryüzündeki hayatın geçici olduğu, ecelle sınırlı olduğu,
kesinlikle sonunun geleceği gerçeği.. Salihler de ölür, bozguncular da ölür.
Cihad edenler öldüğü gibi geride kalanlar da ölür. Akide sayesinde
yücelenler gibi kullara boyun eğenler de ölür. Haksızlık yapmaktan kaçınan
cesurlar öldüğü gibi ne pahasına olursa olsun hayata sarılan korkaklar da
ölür. Büyük değerlere, üstün hedeflere sahip olanlar gibi ucuz bir meta için
yaşayan ahmaklar da ölür.
Herkes ölecektir... "Herkes kesinlikle ölümü
tadacaktır." Her nefis bu şerbeti tadacak ve bu hayattan ayrılacaktır. Bu
şerbeti ve elden ele dolaşan bu kadehi içmede nefisler arasında bir fark
yoktur. Fark başka bir şeydedir. Değişik bir değerde söz konusudur
farklılık. Sonuçta varılacak yerde fark vardır.
"Yaptıklarınızın karşılığı, kıyamet günü,
size eksiksiz olarak verilecektir. O zaman kim ateşten uzaklaştırılırsa...
O, başarıya ulaşmıştır."
Budur üzerinde ayrılık söz konusu olan
"değer". Falana falandan farklı muamele yapılması gereken korkunç "sonuç"
budur..
"...Kim Cehennem ateşinden uzak tutulur da
Cennet'e konursa o, başarıya ulaşmıştır."
Ayet-i kerimede geçen "Zuhziha" kelimesi,
vurgusu, kelime yapısı ve kalıcı etkisiyle bizzat anlamını
somutlaştırmaktadır. Sanki ateşin yaklaşanı yutacak ve girdabına alacak bir
cazibesi varmış da onu azar azar bu azgın cazibeden çekip uzaklaştıracak
birine ihtiyaç duymaktadır. Kim ateşin bu girdabından uzaklaştırma imkanına
sahip olur, ateşin çekiciliğinden kurtarılıp Cennet'e sokulursa kuşkusuz o
insan kurtulmuştur.
Güçlü bir tablo... aksine, canlı bir sahne...
İçinde hareket, alem ve çekicilik yok mu? Nefis, kendisini günahın
çekiciliğinden çekip uzaklaştıracak birine muhtaç değil midir? Kesinlikle
evet. İşte onun ateşten uzaklaştırılması budur. İnsan -sürekli çalışmasına
ve daimi uyanıklık içinde bulunmasına rağmen- Allah'ın lütfu olmadan
amellerinde hep kusur etmez mi? Evet, işte onun ateşten uzaklaştırılması
budur. Allah'ın lütfu insana ulaşınca ateşten uzaklaştırılmış olur böylece.
"...Dünya hayatı aldatıcı bir metadan başka
birşey değildir."
Dünya hayatı bir metadır. Ancak gerçek bir
meta değil, uyanıklık ve intibah metaı değil, aldatıcı bir metadır. İnsanı
aldatıp gerçek bir metâ olduğunu vehmettiren bir metâ. Ya da aldanma ve
hileye sebep olan bir meta. Gerçek meta ise, elde etmek için çaba sarf
etmeyi hakeden metadır. İşte orada! Ateşten uzaklaştırıldaktan sonra
Cennet'le kurtuluştur.
Bu gerçek, nefiste yeredince, nefis, hayata
sarılma hikayesini hesabından çıkarınca, -her halukârda her nefis ölümü
tadacağından- aldatıcı ve geçici meta hikayesini bir kenara atınca... Bu
esnada yüce Allah, müminlere kendilerini bekleyen mal ve can hususundaki
sınamadan söz etmektedir. Çünkü artık ruhları imtihana hazırlanmıştır.
"Mallarınız ve canlarınız konusunda
kesinlikle deneneceksiniz. Gerek kitap ehlinden, gerekse müşriklerden birçok
incitici söz işiteceksiniz. Eğer (bunlara karşı) sabreder ve Allah'tan
korkarsanız bu tutum azimliliğinizin, kesin kararlılığınızın bir
belirtisidir."
Akidelerin ve davetlerin kuralı budur.
İmtihan kaçınılmazdır. Mal ve can hususunda eziyet çekmek zorunludur. Sabır,
direnç ve kararlılıktan başka seçenek yoktur.
Cennet'e giden yol budur. Kuşkusuz Cennet
tuzaklarla çevrilmiştir, nitekim ateş de şehvetlerle...
Bu davayı yüklenip gereklerini yerine
getirecek bir kitle oluşturmak için başka yol da söz konusu değildir. Bu
kitleyi eğitmek, iyilik, kuvvet ve dayanıklılık gibi gizli yönlerini ortaya
çıkarmak için başvurulacak yol budur. Bu sorumlulukları pratik olaràk
uygulamak insan ve hayatın hakikatini öğrenmek için tek çıkar yol budur.
Bunun nedeni, davaya inananların
kararlılıklarını tesbit etmektir. Çünkü davayı yüklenip ondan dolayı
sabredecek güvenilir kişiler onlardır.
Bu uğurda çektikleri işkence ve imtihanlar,
onun yolunda verdikleri şerefli ve saygın kurbanlar, davanın şerefli ve
saygın olması içindir.. Çünkü durum ne olursa olsun bundan sonra ondan
sapmaları söz konusu olmaz.
Bir de dava ve davetçinin temelinin sağlam
olması içindir bu. Çünkü gizli güçleri ortaya çıkaran, geliştiren, bir
noktada yoğunlaştırıp yönlendiren dirençtir. Yeni davalar, köklerinin
sağlamlaşıp derinleşmesi ve fıtratın derinliklerinde ki mümbit toprağa
ulaşması için böylesi güçleri edinmek zorundadır.
Hayatı ve cihadı pratik olarak uygulamayan
davetçilerin bizzat kendi hakikatlerini, beşer nefsinin gizliliklerini kitle
ve toplumların hakikatini öğrenmeleri için de bir araçtır bu. Böylece onlar
davalarının ilkeleriyle, kendi nefislerinde ve tüm insanların nefislerindeki
şehvetlerinin nasıl dolaştığını görürler. Nefislerde şeytanın etkilediği
açıkları, yolun kaygan kısımlarını ve sapıklığın izlerini öğrenirler.
Sonra Allah'a... O'na karşı çıkanların en
sonunda bunda bir iyiliğin bulunduğunu, O'na inananların bunca eziyetlerle
karşılaşmalarına rağmen direnmelerini sağlayan bir sırrın varlığını
kavramaları da amaçlanmaktadır. Çünkü böyle bir durumda, O'na karşı çıkanlar
dalga dalga O'na döneceklerdir sonunda.
Davaların kuralı budur.. Kararlı ve güçlü
kimselerden başlıcası, zorluklara sabretmek, acı sarsıntılar esnasında
Allah'tan korkmayı sürdürmek. Haksızlık edip haktan uzaklaşmaktan yüz
çevirmek, Allah'ın rahmeti hususunda ümitsizliğe kapılmamak, zorluklarla
karşılaşırken Allah'ın yardımından ümitsiz olmamak... Bütün bunları kararlı
ve güçlü kimselerden başkası gerçekleştiremez.
"Allah'tan korkarsanız bu tutum
azimliliğinizin, kesin kararlılığınızın bir belirtisidir."
Medine'deki müslüman kitle, kendisini
bekleyen fedakârlık ve acıları çevrelerindeki ehl-i kitaptan ve düşmanları
müşriklerden görecekleri can ve mala gelecek musibeti böyle öğreniyordu.
Buna rağmen yoluna devam ediyordu. Dağılmadan, kararsızlık göstermeden,
ökçelerinin üzerinden geriye dönmeden... Çünkü onlar her nefisin ölümü
tadacağını ve ücretlerin ödeneceği zamanın kıyamet günü olduğunu, o gün
ateşten uzaklaştırılıp Cennet'e sokulanın kurtulacağını, üzerinde durdukları
şu katı ve belirgin yeryüzündeki ve yürüdükleri şu amaca ulaştırıcı ve açık
yoldaki `hayatın aldatıcı bir metadan başka birşey olmadığını, çok iyi
biliyorlardı.
Yeryüzü dava adamlarının gözünde her zaman
katı ve belirgindir. Amaca ulaşmak için tutulacak yol, her insanın
görebileceği şekilde açıktır. Bu davanın düşmanları asırlar ve nesiller boyu
süregelen düşmanlardır. Asırlar ve nesillerden beri ona karşı tuzaklarını
kurmaya devam ediyorlar. Kur'an da o Kur'an'dır.
Zamanın değişmesiyle, imtihan ve fitne
araçları, müslüman kitleye karşı başlatılan propaganda yöntemleri,
kişiliklerine, hedeflerine ve gayelerine ilişkin duyup çektikleri
eziyetlerin şekli değişir, ancak, kural birdir:
"Mallarınız ve canlarınız konusunda
kesinlikle deneneceksiniz. Gerek kitap ehlinden gerekse müşriklerden birçok
incitici söz işiteceksiniz."
Sure, ehl-i kitap ve müşriklerin birçok
tuzaklarını ve bazan davanın temelleri ve hakikati bazan da inananlar ve
önderlerine ilişkin karışıklık ve kuşkulandırma amacıyla yaydıkları birçok
propaganda şekillerini içermektedir. Bu propaganda şekilleri zamanla
değişir. Yeni propaganda araçlarının icadıyla renklenir. Ancak hepsi de
İslâm'a, inanç temellerine, müslüman kitleye ve onun önderliğine yöneltilir.
Yüce Allah'ın ilk müslüman kitleye gösterdiği ve onlar için yolun özelliğini
ve yolda pusuya yatmış düşmanlarının niteliklerini ortaya çıkardığı bu
kuralın dışına çıkmamıştır hiç biri.
Bu Kur'anî direktif; bu akideyle hareket
etmeye ve yeryüzünde Allah'ın metodunu gerçekleştirmek için çaba sarf etmeye
başlayan ve böylece hedeflerini şaşırtmak ve bağlarını koparmak için
aleyhlerinde hile, fitne ve propaganda yöntemleri ile biraraya gelenleri
öğretmek ve müslümana fonksiyonunu nasıl yerine getireceğini öğretmektedir.
Bu Kur'anî direktif, davanın, davayı gerçekleştirme yönteminin ve yol
boyunca pusuda bekleyen düşmanlarının tabiatını, gözler önüne getirmeye ve
Allah'ın bu vaadleriyle yüzyüze geldiklerinde kalplerine güven duygusunu
serpmeye devam etmektedir. Böylece eziyet etmek için üzerine kurtların
üşüştüğü, propagandalarıyla havladıkları ve imtihan ve fitneye maruz
bıraktıkları zaman bu yolu takip ettiklerinin belirtisi ve gördükleri
şeylerin yoldaki işaretler olduğunu bilirler.
Bu yüzden müslümanlar aleyhlerindeki imtihan,
fitne, boş iddia, hoşlanılmayan ve eziyet verici şeyler işittikçe
sevinirler... Bunlarla sevinirler; çünkü, önceden yüce Allah'ın kendilerine
vasfettiği yolu takip ettiklerine iyice inanırlar. Sabır ve takvanın, yol
azığı olduğunu da bilirler. O zaman tüm hile ve kargaşalar onların yanında
boşa çıkar. İmtihan ve işkenceler çok küçük kalır. Vaadedilen yolda
belirlenen hedefe doğru yol alırlar. Sabır ve takva ile... Kararlılık ve
sebat ile...
Bundan sonra Kur'an'ın akışı ehl-i kitabın
kendilerine kitap verildiği gün Allah'la yaptıkları ahde karşı çıkmaları,
kitabı ihmal etmeleri, istedikleri zaman kendilerine emanet edilen şeyi
saklamalarındaki tavırlarını ifşa etmektedir.
187- Hani Allah, kendilerine
kitap verilenlerden "Bu kitabı insanlara mutlaka açıklayacaksınız, onu asla
saklamayacaksınız " diye söz almıştı. Fakat onlar bu sözlerine sırt
çevirerek o kitabı birkaç paraya sattılar. Almış oldukları o karşılık ne
kötü bir şeydir!
Surenin akışı ehl-i kitabın -özellikle
yahudilerin- birçok davranış ve sözlerini içermektedir. Bu davranış ve
sözlerin en belirgini, dinin anlamı, İslâm'ın doğruluğu, onun ve önceki
dinlerin arasındaki temel ilkelerin birliği, İslâm'ın onları, onların da
İslâm'ı tasdik etmeleri hususunda karışıklık ve kuşku meydana getirmek için
bildikleri hakkı gizleyip batılla örtmeleridir. Çünkü Tevrat ellerindeydi.
Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) getirdiklerinin, hakk olduğunu ve
Tevrat'la aynı kaynaktan geldiğini biliyorlardı...
Şu anda yüce Allah'ın kendilerine kitap
verirken onu insanlara açıklamak, tebliğ etmek, gizleyip saklamak üzere söz
aldığı, onlarınsa Allah'a verdikleri bu sözü kulak ardı ettikleri de ortaya
çıkınca konumlarının çirkinliği son noktaya varıyor... İfade, ihmallerini ve
verdikleri söze karşı çıkışlarını somutlaştıracak bir harekette temsil
etmektedir..
"...Bu sözlerine sırt çevirerek"
Üstelik onlar bu iğrenç davranışı az bir
değer karşılığı yaptılar:
"O kitabı birkaç paraya sattılar."
Bu şey yeryüzü mallarından bir mal, din
adamlarının kişisel ya da yahudilerin ulusal çıkarıdır. Hepsi de az bir
değerdir. İsterse tüm zamanları kapsayacak yeryüzü egemenliği olsun. Bu
değer, Allah'ın sözünün karşılığı olmaktan ne kadar uzaktır. Allah'ın
yanındaki ile kıyaslanınca ne kadar da değersizdir bu meta.
"Almış oldukları o karşılık ne kötü bir
şeydir."
Buhari kendi isnadıyla İbn-i Abbas'dan şöyle
rivayet etmektedir: Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) yahudilerden
birşey sordu. Onlar da sorduğunu gizleyip başkasını söylediler. Sonra da
çıkıp O'na doğrusunu göstermeyi, sorduğunu söylemeyi, bununla O'na karşı
övünmeyi ve sorduğuna cevabı gizledikleri için sevinmeyi istediler. Bunun
üzerine şu ayet nazil oldu:
188- Yaptıklarına sevinen ve
yapmadıklarına karşılık övülmekten hoşlananlar var ya, sakın onların azaptan
kurtulabileceklerini sanma, onları acıklı bir azap beklemektedir,
Buhari'nin kendi isnadıyla Ebu Said el
Hudri'den naklettiği başka bir rivayette şöyle denir:
"Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
döneminde bazı münafıklar, Resulullah savaşa çıktığında ondan ayrılırlardı.
Ondan ayrılıp savaşa çıkmadıkları için de sevinirlerdi. Resulullah dönünce
de özür bildirip yemin ederler ve yapmadıkları şeylerle övünmeyi severlerdi.
Bunun üzerine "Yaptıklarına sevinen ve yapmadıklarına karşılık övünmekten
hoşlananlar var ya, sakın onların azaptan kurtulabileceklerini sanma..."
ayeti nazil oldu.
Bir ayetin herhangi bir meselede inmiş olması
o meseleyle sınırlı olması anlamına gelmez. Genellikle benzeri olaylar
meydana geldiğinde ayet delil getirilir ve bu konuda nazil olmuştur denir.
Ya da ayetin olaya uygun düştüğü görülür. Yine aynı şekilde, bu konuda nazil
olmuştur denir. Bu yüzden iki rivayet hakkında kesin bir söz söyleyemiyoruz.
Birinci rivayete göre surenin akışında ehl-i
kitaptan ve onlara Allah'ın insanlara açıklayıp gizlememek üzere verdiği
kitaptan söz edilmesi arasında bir münasebet vardır. Çünkü gerçeği gizleyen
onlardır. Öyle ki yalan açıklamaları ve müfteri cevaplarıyla övünmeyi de
istiyorlar.
İkincisine gelince; surenin akışında
münafıklardan söz edilmektedir. Durumları da ayete uygun düşmektedir. Bu
ayet, her toplumda olabileceği gibi Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun)döneminde bulunan bazı tipleri tasvir etmektedir. Görüş bildirmenin
sorumluluğunu ve akidenin yükümlülüklerini taşımaktan aciz tipleri. Bunlar
savaştan geri kalıp otururlar.. Şayet savaşanlar bozguna uğrayıp yenilecek
olursa, bu adamlar başlarını dikleştirip kibirlenerek akıllılık sağlam ve
ileri görüşlülük taslarlar. Savaşçılar galip gelip ganimetler elde
ettiklerinde ise, arkadaşlarının davranışlarını desteklediklerini belirtip
zaferden kendilerine pay ayırarak yapmadıkları şeylerle övünmeyi severler.
Bu tipler, insanlar arasındaki korkak ve boş
iddiacılardan bir örnektir. Kur'an'ın ifade tarzı, bu örneği birkaç kelime
ile verip geçiyor. Öyle ki ifadenin parlaklığı apaçık ortadadır. Bu ifadenin
çizgileri zaman içinde hep kalıcıdır. İşte Kur'an'ın yöntemi budur...
Yüce Allah, Resulü'ne bu insanların azaptan
kurtulamayacaklarını tetkikle bildirmekte ve onları bekleyen acıklı azaptan
kurtulmalarının söz konusu olmayacağı gibi bir yardımcılarının da
bulunmasının mümkün olmadığını belirtmektedir...
"...Sakın onların azaptan
kurtulabileceklerini sanma."
Onları bu şekilde tehdit eden, göklerin ve
yerin hükümranı ve herşeye gücü yeten Allah'tır. O halde kurtuluş nerede? Ve
nasıl kurtulacaklar?
189- Göklerin ve yeryüzünün
egemenliği Allah'ın tekelindedir. Hiç kuşkusuz Allah'ın gücü herşeye yeter.
Bu konu İslâm düşüncesinin temellerini ihtiva
eden son bahistir. Ehl-i kitap, münafık ve müşriklerle girişilen mücadelede
bu temellerin yerleşmesi, karanlık ve kapalılıktan kurtulması, bu ilahî
metodun tabiatının mal ve cana yüklediği yükümlülüklerinin açıklanması,
müslüman kitlenin bu yükümlülükleri nasıl yerine getireceğini vermektedir.
Ayrıca müslümanın bollukta ve darlıkta imtihanı nasıl karşılayacağı ve bu
akide ve O'nun mal ve cana yüklediği önemli sorumluluklar için nasıl
herşeyden soyutlanacağını bilmesi gibi hususlarda surenin akışının içerdiği
konuları daha önce işledik.
Şu anda, konuları ve üsluplarıyla birbiriyle
uygunluk arzeden yukarıdaki konularla içerik ve tarz bakımından uygunluk
arzeden surenin son bir -ya da birkaç- hususu gelmektedir.
Derin bir gerçeği de beraberinde
getirmektedir bu son konu: Kuşkusuz bu evrenin kendisi, imanın kanıt ve
işaretlerini içeren apaçık bir kitaptır. Ötesinde kendisini hikmetle idare
eden bir ele işaret etmektedir. Dünya hayatından sonra ahiret hayatının
olduğunu, hesap ve cezanın görüleceğini ilham ettirmektedir. Ancak,
insanlardan; bu açık kitaba ve bu göz kamaştırıcı işaretlere gözlerini
kapayıp anlamaksızın bakmayan "akıl sahipleri" bu kanıtları kavrayabilir, bu
ayetleri okuyabilir, bu hikmeti görebilir ve bu ilhamları işitebilir.
Bu gerçek; "evren"e, onunla "insan" fıtratı
arasındaki sağlam bağa, evrenin fıtratıyla insan fıtratı arasındaki güçlü
uygunluğa, şu evrenin bir yönden yaratıcısına ve diğer yönden kendisini bir
"gaye", "hikmet" ve "amaç"la yöneten yasaya işaret ettiğine ilişkin İslâm
düşüncesinin temellerinden birini temsil etmektedir. Bu gerçek, insanın
"evren" ve evrenin "ilahı" karşısındaki konumunu belirlemesi açısından büyük
bir önem taşımaktadır. Aynı zamanda bu, varlık hakkındaki İslâmî düşüncenin
temel noktalarından biridir de.
Konunun devamında bu gerçeği yüce Allah'ın
akıl sahiplerine verdiği cevap takip etmektedir. Ki, o akıl sahiplerini
dünya malını küçümsemeye ve gerçek müminlerin önemsemeleri gereken ahiret
mükafatındaki kalıcı değerleri açıklamakla beraber onları çaba sarf etmeye,
cihada, fedakârlık yapmaya, sabretmeye ve açık evren kitabında huşu içinde
yaptıkları geziden edindikleri imanın yükümlülüklerini yerine getirmeye
yöneltmek şeklinde olmaktadır.
Surede uzunca söz edilen ehl-i kitap ve
onların müminler karşısındaki konumlarına atfen şu son bölümde, müminlerden
bir gruba ve onlara uygun mükafattan söz edilmektedir. Bu grubun, açık evren
kitabı karşısındaki "akıl sahipleri"nin oluşturduğu sahneye ve huşuyla
yaptıkları duaya uygun huşu vasıfları ile surede özellikleri sunulan şu
ehl-i kitap gibi Allah'ın ayetlerini az bir değere satmaktan Allah'a karşı
duydukları haya sıfatları öne çıkmaktadır.
Sonra, müslüman kitleye yönelik ilahî
direktifleri özetleyen, arzulanan sıfatları ile onlarla kurtulabilecekleri
belirlenmiş yükümlülüklerini özetleyen son ayet gelmektedir:
"Ey iman edenler, sabredin, sabırda yarışın,
hazırlıklı olun ve Allah'tan korkun ki, kurtulasınız."
190- Göklerin ve yeryüzünün
yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini kovalayışında derin düşünceliler
için birçok ibret dersi vardır.
191- Onlar ayakta, otururken
ve yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yeryüzünün yaratılışı hakkında kafa
yorarlar ve derler ki; "Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın, sen
(böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin, bizi Cehennem azabından koru!
192- Ey Rabbimiz, sen birini
Cehennem'e atınca onu perişan edersin. Zalimlerin hiçbir yardım edeni
yoktur.
193- Ey Rabbimiz, biz
"Rabbinize inanınız " diye seslenen bir davetçinin çağrısını işittik ve
hemen iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı affeyle, kusurlarımızı ört ve
iyiler ile birlikte canımızı al.
194- Ey Rabbimiz,
peygamberlerinin ağzından vaad ettiklerini bize ver, kıyamet günü bizi
perişan etme, kuşku yok ki sen sözünden caymazsın."
Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile
gündüzün ardarda gelişindeki deliller nelerdir? Ayakta, otururken, yanları
üzerine yatarken Allah'ı anan akıl sahiplerine, göklerin ve yerin
yaratılıyı, gece ve gündüzün ardarda gelişini düşünürken görünen deliller
nelerdir? Bu delileri düşünmek ile Allah'ı ayakta, otururken ve yanı üzerine
yatarken anmak arasındaki ilişki nedir? Bunları düşünmekten "Ey Rabbimiz sen
bu evreni boşuna yaratmadın, sen böyle bir anlamsızlıktan münezzehsin, bizi
Cehennem azabından koru..." diye devam eden alçak gönüllü ve ürpertici duaya
geçiş nasıl meydana geliyor?
İfade burada, sağlam bir idrakin, evrenin
etkileyici olaylarını sağlıklı bir şekilde karşılayışını ve gözler ile
düşüncelerin istifadesine sunulmuş, gece ve gündüzle evrenin proğramına
yerleştirilmiş bu etkenlere sağlıklı bir karşılık verişini canlı bir tablo
şeklinde çizmektedir..
Kur'an'a Kerim kalpleri ve bakışları tekrar
tekrar tetkik ederek, sayfaları durmadan çevrilen şu açık kitaba
yöneltmektedir. Bu kitabın her sayfasında duygulandırıcı deliller
belirmektedir. Şu kitabın sayfaları ve şu yapının "plân"ı bir Yaradanı
işaret eder. Bu gerçeği duyumsamakla sağlam fıtratta bir coşku ve şu evreni
var eden, ona bu gerçeği yerleştiren yaratıcıya her an sevgi ve korku
beslemekle beraber O'nun çağrısına karşılık verme iştiyakını da harekete
geçirir. Akıl sahipleri.. Sağlam bir idrake sahip bulunanlar.. Evet onlar,
yüce Allah'ın varlıklar alemindeki ayetlerini karşılamak için gözlerini
açarlar. Aralarına engeller koymazlar.. Kendileriyle şu ayetler arasındaki
geçitleri kapatmazlar. Ayakta iken, otururken ve yanları üzerinde yatarken
kalplerini Allah'a yöneltirler. Böylece gözleri açılır, idrakleri
aydınlanır, insan kalbi ile şu varlık alemindeki yasaların arasını
birleştiren ilham sayesinde yüce Allah'ın varlık alemine yerleştirdiği
gerçeğe ulaşıp varlık amacını, meydana geliş nedenini ve fıtratın özünü
kavrarlar.
Gökler ve yer sahnesi. Gece ve gündüzün
değişim sahnesi... Evet gözlerimizi, kalplerimizi ve idraklerimizi O'nun
için iyice açsak, gözlerin ilk defa gördüğü yeni bir sahne gibi algılasak,
duygularımızı alışkanlığın verdiği donukluktan ve tekrarın neden olduğu
sönüklükten kurtarsak; bakışlarımız titreyecek, duygularımız sarsılacaktır.
Göz, kalp ve idraklerimiz, buradaki ahengin ötesinde bu uygunluğu bahşeden
bir elin; bu düzenin ötesinde, planlayıcı bir aklın; bu yönetimin ötesinde
değişmez bir yasanın varlığını duyumsayacaktır. Bütün bunların hile, rast
gele ve boş olmasının mümkün olmadığını algılayacaktır.
Gece ve gündüzün, güneş karşısında dünyanın
kendi ekseni etrafında dönmesinden kaynaklanan iki görüntü olduğunu ve
gökler ve yerdeki uyumun "çekim" ya da çekim dışı bir şeyden kaynaklandığını
bilmemiz olağanüstü varlık sahnesi karşısındaki heyecanımızı azaltmaz.
Bunlar doğrulanmış ya da doğrulanmamış varsayımlardır. Ve o, her iki halde
de şu varlık harikasını ve kendisine hükmeden ve kendisini koruyan
harikulâde ince yasaları karşılamada öne atılmaz, geride de kalmaz. Bu
yasalar -araştırıcı insanların yanında isimleri ne olursa olsun- göklerin ve
yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün ardarda gelişindeki güç ve hakkın
işaretidirler..
Kur'an'ın üslubu, akıl sahiplerinin
şuurlarında; yer ile göklerin yaratılış sahnesi ile gece ve gündüzün
değişimi ile karşılaşmanın neden olduğu ruhsal hareketlenmenin adımlarını
ince bir tasvirle tablolaştırmaktadır. Bu aynı zamanda evrenle birlikte
hareket etmede, onunla kendi diliyle konuşmada, fıtratı ve hakikati ile
cevaplaşmada, işaret ve ilhamlarıyla şekillenmede kalplere sağlıklı bir
metod gösteren duyguları barındıran bir tablodur. Böylece açık kainat
kitabından, Allah'a, yarattıklarına bağlı mümin insan için bir "marifet"
kitabı meydana getirmektedir.
Bu tasvir öncelikle kalbin "Onlar ayakta,
otururken ve yatarken Allah'ı anarlar." Allah'ın zikrine ve O'na ibadet
etmeye yönelişi ile göklerin ve yerin yaratılışını, gece ile gündüzün
ardarda gelişini düşünmeyi birleştirmektedir. Böylece bu, tefekkürü ibadet
konumuna getirir ve onu zikir sahnesinin bir parçası kabul eder. İki
hareketin arasının birleştirilmesiyle iki önemli gerçeğe işaret edilmiş
oluyor.
Birincisi, Allah'ın yarattıklarını düşünmek,
açık evren kitabını incelemek ve evreni harekete geçiren ve bu kitabın
sayfalarını değiştiren yüce Allah'ın yaratıcı elini araştırmanın, samimi bir
ibadet ve içtenlikli bir zikir olduğu gerçeğidir. Evrenin projesini, kanun
ve sünnetlerini; güçleri, potansiyelleri ile sır ve enerjilerini araştıran
varlık bilimleri, şu evrenin yaratıcısını düşünüp O'nun üstünlük ve lütfunu
kavrayacak düzeye ulaşsalardı; hemen şu evrenin yaratıcısına kulluk etmeye
ve O'na dua etmeye başlarlardı. Hayat böylece bu bilimlerle istikamet bulur
ve Allah'a yönelirdi. Ancak materyalist kafir eğilim, evrenle yaratıcısının,
varlık bilimleriyle ezeli ve ebedi hakikatlerin arasını kesmektedir. Bu
yüzden -Allah'ın insana en güzel bağışı olan- bilim, kâfirler tarafından
insana musallat olan zorba bir saldırgan gibi onu ruhsal bir boşluğa
düşürmektedir.
İkincisi, Allah'ın evrendeki işaretleri, O'nu
zikreden ve O'na kullukta bulunandan başkasına ilham verici gerçeklikleriyle
görünmeyeceklerdi. Göklerin ve yerin yaratılışını, gece ve gündüzün
değişimini düşünerek ayakta, oturarak ve yanı üzere yatarken Allah'ı
ananların bakışlarına; göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün
değişiminde gizli büyük gerçeklerin açıldığı ve bunun ötesinde onların
kurtuluş, iyilik ve esenliğe ulaştırıcı ilahi metoda bağlı oldukları
gerçeğidir. Dünya hayatının görüntüsüyle yetinip -bu iman bağı olmaksızın-
varlık alemindeki bazı güçlerin sırrına ulaşanlara gelince, onlar
ulaştıkları bu sırlarla hayatı ve kendilerini mahvetmektedirler..
Hayatlarını uğursuz bir cehenneme ve boğucu bunalımlara dönüştürmektedirler.
Bu halleriyle de giderek Allah'ın öfkesine ve azabına düçar olurlar.
Bunlar, Kur'an'ın "akıl sahipleri"nin
karşılayış, karşılık veriş ve bağlılık kurma anı için çizdiği şu surenin
sunduğu birbirinden ayrılmaz iki durumdur. Bu karşılık verme, etkilenme ve
araştırmayı somutlaştırdığı gibi kalbin arılığını, ruhun berraklığını,
idrakin açıklığı ve algılamaya hazırlanışını da somutlaştıran bir andır.
Bu bir kulluk anıdır. Bu özelliğiyle de
buluşma ve karşılaşma anıdır. Bu anda en büyük varlık işaretlerini kavrama
yeteneğinin bulunması yalnızca göklerin ve yerin yaratılışını, gece ile
gündüzün değişimini düşünmenin gizli gerçekleri ilham ettirmesi ve bunların
gereksiz yahut boş yaratılmadığını kavratması garip değildir. Bu yüzden
doğrudan doğruya buluşma anına geçiliyor:
"Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna
yaratmadın. Sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin..."
Bu evreni boşuna yaratmadın, aksine hak üzere
yarattın. Çünkü temeli haktır. Konumu ve aslı haktır. Kuşkusuz şu evrenin
bir gerçekliği vardır. Bazı filozofların dediği gibi, "yokluk" değildir. Bir
kanuna güre hareket etmektedir. Başıboşluğa bırakılmış değildir. Bir amaca
göre hareket etmektedir. Rastlantıya terk edilmiş değildir. Varlığı,
hareketi ve amacı bakımından batılın bulaşmadığı Hakk'a tabidir.
Bu kulluk, zikir ve buluşma bilinciyle
göklerin ve yerin yaratılışını, gece ile gündüzün değişimini düşünmekten
"akıl sahipleri"nin kalplerine gelen ilk dokunuştur. Bu dokunuş, duygularını
evrenin planındaki temel gerçekle şekillendirmekte, dillerini de bu evreni
boşuna yaratmaktan yüce Allah'ı tesbih ve tenzih etme zikriyle baş başa
bırakmaktadır.
"Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna
yaratmadın. Sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin."
Sonra varlık alemindeki dokunuşlarla,
ilhamlar karşısındaki ruhsal hareketler ardarda sıralanmaktadır.
"...bizi Cehennem azabından koru... Ey
Rabbimiz, sen birini Cehennem'e atınca onu perişan edersin. Zalimlerin
hiçbir yardım edeni yoktur."
Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile
gündüzün ardarda gelişindeki hakkı kavrama ile ateş korkusuyla yapılan ürkek
ve titrek duadan kaynaklanan ürperti arasındaki vicdanî ilişki nedir?
Kuşkusuz evrenin özünde ve görünüşündeki
hakkın anlamı -akıl sahipleri yanında- burada bir ölçünün, planın, hikmet ve
amacın ve şu gezegendeki insan hayatının ötesinde bir hak ve adaletin
varlığıdır.. O halde insanların yaptıklarından dolayı hesaba çekilip
cezalandırılması kaçınılmazdır. İçinde hak, adalet ve cezanın gerçekleştiği
bu yurttan başka bir yurdun varlığı da zorunludur.
Bu, fıtrat ve açıklık mantığından bir
zincirdir ve akıl sahiplerinin duyularında halkaları böylesine seri yer
almaktadır. Birdenbire hayallerinde ateşin şeklini görmeleri ve ondan
koruması için Allah'a dua etmeleri bu yüzdendir. Bu aynı zamanda varlıkta
gizli gerçeği kavramakla birlikte ilk akla gelen duygudur da. Ve bu kesin
görüş sahibi olan "akıl sahipleri"nde meydana gelen bilinç dalgalanmalarına
olağanüstü bir dikkat çekmedir. Daha sonra dillerinden; bu uzun, mütevazi,
ürkek, titrek, tevbekâr, tatlı nağmeli, kafiyeli, ahenkli, söz ve
nağmelerinden bir çöl ılıklığı yükselen dua dökülmektedir.
Ateşten koruması için Rabblerine
yöneldiklerinde duydukları bu ilk ürpertinin önünde durmak lazam. Yani şu
sözlere dikkat etmek gerekir:
"Ey Rabbimiz, sen birini Cehennem'e atınca
onu perişan edersin.. Zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur."
Bu da gösteriyor ki; ateşten korkmaları
-herşeyden önce- ateş ehline isabet eden utançtan korkmalarından
kaynaklanmaktadır. Kendilerini saran bu ilk ürperti, ateş ehline isabet eden
alçaklıktan duyulan utanmanın ürpertisidir. Bunun en büyük nedeni Allah'a
karşı duyulan hayadır. Ateşin yakması konusunda ona karşı son derece
duyarlıdırlar. Ayrıca bu, Allah'a karşı hiç kimsenin yardımının söz konusu
olmayacağına ve zalimler için bir yardımcının bulunmayacağına olan güçlü
bilinçten de kaynaklanmaktadır. Sonra bu mütevazi ve uzun duaya devam
ediyoruz:
"Ey Rabbimiz biz, `Rabbinize inanın' diye
seslenen bir davetçinin çağrısını işittik ve hemen iman ettik. Ey Rabbimiz,
günahlarımızı affeyle, kusurlarımızı ört ve iyiler ile birlikte canımızı
al."
Kalpler açılmıştır. Çağrıyı algılar algılamaz
karşılık verir. Bu derece şiddetli bir duyarlılık uyanır içlerinde. İlk söz
ettikleri şey de; eksiklikleri, günahları ve isyanları olur. Günahlarını
bağışlaması, kötülüklerini örtmesi ve iyilerle beraber canlarını alması için
Rabblerine yönelirler..
Duadaki bu ihtiyaç gölgesi, nefsin;
şehvetleri, günah ve hatalarıyla girişilen kapsamlı savaşta, istiğfara,
günah ve masiyetten arınmaya yönelmek hususundaki surenin tüm gölgeleriyle
bir uyum oluşturmaktadır.. Bu alanda girişilen savaşta kazanılan zafer,
öncelikle Allah ve iman düşmanlarıyla girişilen meydan savaşındaki zaferi
doğurmaktadır. Surenin tümü uyum ve gölgeleriyle eksiksiz ve tertipli bir
bütünlüktür.
Bu duanın sonunu; Allah'a yöneliş, O'na ümit
bağlamak, O'na dayanmak ve O'nun, sözüne bağlılığından yardım istemek
oluşturmaktadır:
"Ey Rabbimiz, peygamberlerinin ağzından,
vaadettiğini bize ver. Kıyamet günü bizi perişan etme. Kuşku yok ki sen
sözünden caymazsın."
Resullerin bildirdiği Allah'ın vaadinin
gerçekleşmesini istemek, sözünden dönmeyen Allah'ın sözüne bağlanmak ve
kıyamet günü rezil olmaktan kurtaracağını ümit etmek bu duada duyulan ilk
ürpertiyle birleşmek ve rezil olmaktan duyulan şiddetli korkuya ve bu
korkunun, duanın başında ve sonunda hatırlanma ve belirtilme gereğine işaret
etmektedir. Ayrıca, bu kalplerin duyarlılığına, inceliğine, berraklığına,
Allah'tan duydukları korku ve hayalarına da işaret etmektedir.
Bütünüyle dua, evrenin ilhamlarının ve
evrende gizli gerçeğin nağmelerinin sağlıklı ve açık kalplerde meydana
getirdiği doğru ve derin tepkiyi somutlaştırmaktadır.
Edebî güzellik ve tarzdaki uygunluk açısından
şu dua karşısında bir daha durmak zorundayız.
Kur'an surelerinden herbirinin ayetlerinin
belirgin kafiyeleri vardır. Kur'an kafiyeleri şiirlerdeki gibi aynı harften
meydana gelmez. Aksine benzeşen ahenklerden oluşurlar. Örneğin: 1-Bâsır,
Hâkim, Mübîn, Mürîb, 2-Elbâb, Ebsâr, Ennâr, Karâr, 3-Hafiyyâ, Şakiyyâ,
Şarkiyyâ, Şey'â vs. gibi.
Birinci bölümdeki kafiyeler genellikle
herhangi bir hüküm bildirirken kullanılır. İkinciler, dua yerlerinde
üçüncüler de kıssa ve hikayede kullanılırlar. Âl-i İmran suresinde,
genellikle, birinci tür kafiyeler kullanılmıştır. İki yerin dışında bu kural
değişmemiştir. Birinci değişiklik; içinde dua bulunan surenin baş tarafında,
ikincisi de burada, bu yeni duada söz konusu olmaktadır.
Bu da Kur'an'ın ifade tarzındaki eşsiz ve
edebi uygunluklarındandır. Bu uzatmalar duaya; yakıcı bir yumuşaklık, istek,
yöneliş ve yakarış atmosferine uygun bir ses güzelliği katmaktadır.
Burada bir başka edebi sanat göze
çarpmaktadır. Bu sahnenin, yani gök ve yerin yaratılışı ile gece ve gündüzün
değişimini düşünüp inceleme sahnesinin sunuluşuna, ağır ağır söylenen, uzun
nağmeli, derin vurgulu ve mütevazi dua uygun düşmektedir. Bu yüzden sahnenin
sunuluşunun; sinirler, kulaklar ve hayallerdeki duygu ve etkisi uzun
sürmektedir. İçindeki tevazu, nağme, yöneliş ve ürperti sayesinde vicdanları
etkilemektedir. Burada sahne Kur'an'ın ifade tarzının hedeflerinden birini
gerçekleştirecek şekilde ibare ve nağmesiyle birlikte uzamakta ve onun
sanatsal çizgilerinden birini gerçekleştirmektedir. Ardından ayetler, bu
yakarışa verilen cevap ve karşılıkla sürüp gitmektedir.
195- Rabbleri onlara cevap
verdi ki; "Ben birbirinizden meydana gelmiş bir bütün oluşturan sizlerden,
erkek-kadın, hiçbir iyi amel işleyenin emeğini boşa çıkarmam. Buna göre göç
edenlerin, yurtlarından sürülenlerin, benim yolumda eziyet çekenlerin,
savaşanların ve öldürülenlerin kusurlarını örtecek ve kendilerini Allah
tarafından verilmiş bir ödül olarak altlarından ırmaklar akan Cennetlere
koyacağım. Ödüllerin güzeli yalnız Allah katındadır.
196- Kafirlerin (zevk içinde)
diyar diyar gezinmeleri sakın seni aldatmasın.
197- Sadece az bir hazdır bu.
Sonra varacakları yer Cehennem'dir. Orası ne kötü bir barınaktır!
198- Fakat Rabblerinden
korkanlar için altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır. Onlar Allah'ın
konukları olarak orada süresiz kalacaklardır. Allah'ın iyi kullara yönelik
mükafatı daha hayırlıdır.
Bu ifade, ruhsal ve bilinçsel açıdan durumun
gerektirdiklerine ve konumun istediklerine uygun olan Kur'an'ın ifade
tarzının sanatsal çizgisiyle uyuşan ayrıntılı bir karşılık ve uzun bir
ifadedir.
Ardından, bu ilahi karşılığın içeriği ile
ilahî metodun tabiatına ve özelliklerine, sonra da İslâmî eğitim metodunun
tabiatına ve özelliklerine yönelik işaretlerini özetleyelim.
Kuşkusuz, "akıl sahipleri", göklerin ve yerin
yaratılışını düşünen; gece ve gündüzün değişimini inceleyen; açık evren
kitabını algılayan; fıtratları, evrende gizli gerçeğin ilhamlarına karşılık
veren; böylece şu mütevazi, ürpertici uzun ve derin duayla Rabblerine
yönelen, sonra da samimi ve sevimli duaları üzerine Rahman ve Rahîm olan
Rabblerinden karşılık gören kimselerdir.
Ancak gördükleri karşılık neydi?
Kuşkusuz duanın kabulü ile onların şu ilahi
metodun temellerine ve yükümlülüklerine yöneltilişleri aynı anda olmuştur:
"Rabbleri onlara cevap verdi ki; `Ben
birbirinizden meydana gelmiş bir bütün oluşturan sizlerden, erkek-kadın,
hiçbir iyi amel işleyenin emeğini boşa çıkarmam."
Sırf tefekkür ve inceleme, yalnızca huşû ve
ürperti... Kötülükleri örtmesi, rezil olmaktan ve ateşe düşmekten kurtarması
için Allah'a yöneliş yetmez. "Amel" gereklidir. Bu algılamadan, bu karşılık
vermeden ve ürpertiden ve somutlaşan duyarlılıktan kaynaklanan olumlu bir
amel. Bu ameli İslâm; düşünme, inceleme, zikir, istiğfar, Allah'tan korkma
ve O'na ümitle yönelme gibi ibadet olarak nitelemektedir. İslâm'ın
nitelediği amel bu ibadetin beklenen pratik bir sonucudur. Cinsiyet
farklılığından kaynaklanan ayrılığı göz önünde bulundurmadan erkek-kadın
herkesten kabul ettiği amel budur. Çünkü insanlık noktasında hepsi
eşittirler. -bazısı bazısından olmaları nedeniyle- Ölçüde de eşittirler.
Sonra bu amelin ayrıntılarından; bu akidenin
can ve,mala getirdiği yükümlülükler gibi, metodun tabiatı, egemen olacağı
yerin niteliği, yolun ve içindeki engeller ile dikenlerin mahiyeti,
engelleri aşmanın, dikenleri kırmanın, temiz bitkilerin yetişebilmesi için
toprağı hazırlamanın... Fedakârlıklar ve sonuçlar ne kadar ağır olursa olsun
onu yeryüzünde yerleştirmenin zorunluluğu da anlaşılmaktadır. "Buna göre göç
edenlerin, yurtlarından sürülenlerin, benim yolumda eziyet çekenlerin,
savaşanların ve öldürülenlerin kùsurlarını örtecek ve kendilerini Allah
tarafından verilmiş bir ödül olarak altlarından ırmaklar akan Cennetlere
koyacağım. Ödüllerin güzeli yalnız Allah katındadır."
Bu, imana çağrılan ve ilk defa Kur'an'la
muhatap olanların tablosudur. Mekke'den hicret edenlerin, akideleri uğrunda
yurtlarından çıkarılanların başka hiçbir amaç için değil sırf O'nun yolunda
işkence görenlerin, savaşıp öldürüldükleri... Yani; ancak bu akideye
içtenlikle inanan herkesin, her yerde ve her zamanki tablosudur. -Hangisi
olursa olsun- kendisine zıt bir bölgede gelişen -hangisi olursa olsun- karşı
çıkan bir kavmin arasında yaşayan ve kendisine karşı göğüslerin daraldığı,
arzu ve şehvetlerin incindiği, bu yüzden işkence ve koğuşturmaya maruz kalan
ve ilk etapta taraftarları da zayıf bırakılmış bir azınlık olan davanın
tablosudur. Sonra, bunca işkenceye ve koğuşturmaya rağmen -yeşermesi
kaçınılmaz olan- bitki yeşerir.. Giderek direnecek ve kendini savunacak bir
konuma gelir. Böylece savaş ve öldürmeler başlar. İşte kötülüklerin
örtülmesi, mükâfat ve sevap bu meşakkatli ve acı çabadan sonra gelmektedir..
Yol budur. Yüce Allah'ın gerçekleşmesini,
hayatın pratiğinde, beşeri çabaya ve Allah için, O'nun yolunda cihad eden
müminlerin sarf ettikleri çabaya bağlı kıldığı Rabbanî metodun yolu budur..
Bu metodun tabiatı, temelleri ve
yükümlülükleri budur.. Sonra bu metodun eğitim, direktif verme ve Allah'ın
yarattıklarını düşünüp incelemekten doğan vicdani etkilenme aşamasından,
Allah'ın istediği metodu gerçekleştirmek için bu etkilenmeye uygun müsbet
amel aşamasına geçişi sağlamadaki yöntemi de budur.
Sonra ayet-i kerime, yeryüzü malı ve
nimetlerinde kafirler, isyancılar ve Allah'ın metoduna karşı çıkanlar için
gizli bulunan fitneye pratik bir dikkat çekmektedir. Bu; malın, gerçek
ölçüsüne ve gerçek değerine dikkat çekmektedir. Tâ ki taraftarlarına;
işkence, yurtlarından çıkarılma, öldürülme ve savaş gibi zorluklara maruz
kalan müminler için bir fitne olmasın.
"Kâfirlerin (zevk içinde) diyar diyar
gezinmeleri sakın seni aldatmasın." "Sadece az bir hazdır bu. Sonra
varacakları yer Cehennem'dir. Orası ne kötü bir barınaktır!"
"Fakat Rabblerinden korkanlar için
altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır. Onlar Allah'ın konukları olarak
orada süresiz kalacaklardır. Allah'ın iyi kullara yönelik mükâfatı daha
hayırlıdır."
Kafirlerin şehirlerde gezip dolaşması, nimet
ve zenginliğin, mülk ve iktidarın görüntüsüdür. Bu kalplerde karşı konulmayı
gerektiren ve etki bırakan bir görüntüdür. Çünkü onlar; zorluk, yoksulluk,
işkence emek sarf etmek, koğuşturma ve cihadın zorluklarına katlanırken ve
bütün bunlar da son derece meşakkatli ve korkunç zorluklar iken, batıl
taraftarlarının nimetler içinde mal mülkten yararlanması mümin kalplerde de
etki bırakır.. Bu durum, hakkı ve taraftarlarını bu şekilde zorluklara düçar
olmuş, batıl ve taraftarlarını da refah ve saadet içinde gören ve herşeyden
habersiz halk yığınlarının kalbini de etkiler. Ayrıca sapıklık ve batıl
taraftarlarının kendilerini de etkiler. Böylece sapıklıkları, azgınlıkları,
şer ve fesat içindeki inatları artar..
İşte aşağıda buna değinilmektedir:
"Kafirlerin (zevk içinde) diyar diyar
gezmeleri sakın seni aldatmasın."
"Sadece az bir hazdır bu. Sonra varacakları
yer Cehennem'dir. Orası ne kötü bir barınaktır!"
Az bir geçim... Yok olup giden... Ama sürekli
ve kalıcı olarak dönecekleri yer; Cehennem'dir. Ne kötü barınak...
Geçip giden zorluk ve meşakkat karşısında_
da, Cennetler, sonsuzluk ve Allah'ın ikramı yer almaktadır.
"...Altlarından ırmaklar akan Cennetler"...
"...Orada süresiz kalacaklardır"..: "...Bu Allah tarafından bir
ağırlanmadır"... "...Allah'ın iyi kullara yönelik mükafatı daha hayırlıdır."
Kişi, bu nasibi bir kefeye diğerini de bir
kefeye koysa Allah'ın katındakilerin iyiler için daha hayırlı olduğundan
şüphe duymaz. Bu ölçüye göre, müttakilerin kefesinin kafirlerinkine tercih
edilmesi hususunda kalplerde kuşku kalmaz. Akıllı birinin "akıl
sahipleri"nin kendileri için seçtikleri payı seçmek için tereddüt etmesi
mümkün değildir.
Yüce Allah, bu nizama alıştırmak, İslâm
düşüncesinin temel değerlerini yerleştirmek noktasında, müminlere her zaman
zaferi, düşmanlarını kahretmeyi, onları yeryüzüne yerleştirmeyi ve bu
hayatla ilgili herhangi bir şeyi vaad etmiyor. Düşmanlarıyla
karşılaştıklarında dostlarına yardım edeceğine dair takdirini de vaad
etmiyor.
Burada onlara bir tek şeyi, Allah katında
bulunan nimetleri vaadediyor. Bu davada asıl olan da budur. Burası, şu
akidenin öngördüğü hareket noktasıdır. Bütün hedeflerden, amaçlardan, her
türlü eğilimden mutlak soyutlanma... -Hatta, akidesinin ve Allah'ın sözünün
galip gelmesi ve O'nun düşmanlarının kahrolması hususundaki arzularından-
evet yüce Allah, müminlerin bu arzularından da soyutlanmalarını, işlerini
O'na dayandırmalarını velev ki kendilerinde olmasa bile kalplerini bu
eğilimden kurtarmalarını dilemektedir.
Yüce Allah'ın bahşettiği, vaadettiği ve
yerine getirmelerini istediği yalnızca bu akidedir... Karşılığında dünya
malı, zafer, galibiyet, hakimiyet ve üstünlük gibi şeyler vaad etmeksizin...
Herşeyi orada beklemek sadece.
Sonra zafer, egemenlik ve üstünlük
gerçekleşiyor. Ancak bu, Allah'ın verdiği sözde yer almamıştır. Akidleşmenin
bir parçası değildir. Akidde dünya karşılığından herhangi birşey yer
almamıştır. Sadece görevi yerine getirme, bağlılık, bağış ve imtihan...
Dâva Mekke'den kovulmuşken biat buna göre
gerçekleşmişti. Alış-veriş bunun üzerine yapılmıştı. Bu şekilde
soyutlanmadıkları ve bu derece bağlanmadıkları sürece yüce Allah,
müslümanlara zafer, hakimiyet ve üstünlük bahşetmiyor, yeryüzünün idaresini,
beşeriyetin önderliğini onlara teslim etmiyor.
Muhammed b. Kâb el-Kurezî ve diğerleri şöyle
rivayet ediyorlar: Abdullah bin Revaha (Allah O'ndan razı olsun) Akabe
gecesinde (Evs ve Hazreç ileri gelenleri Resulullah'ın (salât ve selâm
üzerine olsun) kendilerine hicret etmesi için O'na biat ederlerken)
Resulullah'a şöyle dedi: "Rabb'in ve kendin için dilediğin şartı koş".
Resulullah şöyle buyurdu: "Rabbim için; O'na kulluk etmenizi ve hiçbir şeyi
O'na ortak koşmamanızı şart koşuyorum. Kendim için de canlarınızı ve
mallarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanızı şart koşuyorum "
Abdullah: "Peki bunu yaptığımızda bize ne var?" deyince Resulullah (salât ve
selâm üzerine olsun) O'na: "Cennet!.." buyurdu, bunun üzerine; `Kârlı
alış-veriş ne bozarız, ne de bozulmasını isteriz' dediler."
İşte böyle... Kârlı bir alış-veriş, ne
bozarız ne de bozulmasını isteriz.. Kuşkusuz onlar, bunu iki kişi arasında
gerçekleştirilen bir alış-veriş olarak algılamış, onunla yetinmiş,
sözleşmeyi sürdürmüşlerdi... Pazarlık yapmaları bu yüzdendi...
Yüce Allah, yeryüzünün idaresini önderlik
öncülüğünü ellerine vermeyi ve tüm eğilimlerinden, arzu ve şehvetlerinden
hatta yüklendikleri dava, gerçekleştirdikleri metod ve uğrunda öldükleri
akideye özgü amellerinden tam anlamıyla soyutlandıktan sonra, o büyük
emaneti teslim etmeyi takdir buyurduğu kitleyi işte böyle eğitiyordu. Çünkü
ruhunda kendisi için bir arzu ya da top yekün Allah'a teslim olmakla
bağdaşmayan bir kalıntı barındıran kişiye bu büyük emanetin yüklenmesi doğru
değildir. ("Ey müminler, bütün varlığınızla İslâm'a (barışa) giriniz."
ayetinin tefsirine bakınız, Bakara suresi; 208, Fi Zılâl)
Surenin bitiminden önce ayetlerin akışı ehl-i
kitaba dönmekte ve aralarında müslümanlar gibi inanan bir grubun olduğunu
bildirmektedir. Onlar da İslâm kervanına katılıyor, onlar gibi hareket
ediyorlar, mükâfatları da elbette onlar gibi olacaktır.
199- Kuşkusuz kitap ehlinden
Allah'a size indirilen ve kendilerine indirilmiş olan mesaja, Allah korkusu
içinde, inananlar, Allah'ın ayetlerini birkaç paraya satmayanlar vardır.
Bunlar Rabbleri katında ödüllerini alacaklardır. Hiç şüphesiz Allah'ın
hesaplaşması pek çabuktur.
Bu, ehl-i kitapla son hesaplaşmadır. Surenin
geçen birçok bölümünde onlardaki gruplardan ve konumlarından söz edilmişti.
İman sahasında dua ve karşılık sahnesinde aynı şekilde ehl-i kitaptan bazı
kimselerin sonuna kadar yolu takip ettikleri anlatılmıştı. Onlar, kitapların
tümüne inanıyorlar. Allah ve Resullerinin arasını ayırmadıkları gibi
Resullerinden hiçbirini de ayırmazlar. Daha önce kendilerine ve müslümanlara
indirilene inanırlar. Bu da iman kervanına yakınlık ve sevgiyle bakan,
akidenin stratejisini Allah'a ulaştırıcı olarak gören ve Allah'ın metodunu
evrensel birliği ve bütünlüğüyle ele alan bu akidenin bir özelliğidir.
Burada ehl-i kitaptan mümin olanların, Allah'a karşı duydukları huşû ve
O'nun ayetlerini az bir değere satmama özellikleri öne çıkmaktadır. Bunun
nedeni de onları, ehl-i kitabın kibir, Allah'a karşı hayasızlık, adi hayat
metaını elde etmek uğruna yalan düzmek ve Allah'ın ayetlerini gizlemek olan
temel özelliklerinden ve onların saflarından ayırmaktır. Onlara da Allah,
katında müminlere ayırdığı ecri vaad etmektedir. Ve Allah kendisiyle
alış-veriş yapanların ücretini geciktirmez.
"...hiç şüphesiz Allah'ın hesaplaşması pek
çabuktur."
Ardından, yüce Allah'ın iman edenlere yönelik
çağrısındaki son ifade... Metodun gerektirdiği ağırlıkları ve yolun
şartlarını özetlemesi yer almaktadır.
200- Ey müminler, sabırlı
olunuz, sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakınız, sürekli savaşa
hazırlıklı olunuz ve Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa eresiniz.
Bu iman edenlere yönelik yüce bir çağrıdır.
Kendilerine bu ağır yükü yükleyen, davet ve sorumluluk için eğiten, yerde
onurlandırdığı gibi gökte de onurlandıran kaynağa bağlayan sıfatlarıyla
yapılan bir çağrı...
"Ey müminler..."
Sabretmeleri, sabırda yarışmaları, hazırlıklı
olmaları ve Allah'tan korkmaları için, onlara çağrı yapılmaktadır.
Surenin akışı, sabır ve takvayı bolca
işlemektedir. Bazan ayrı ayrı bazan da birlikte zikretmektedir. Aynı şekilde
surenin akışı, dayanmaya, cihat etmeye, hileleri bertaraf etmeye, yenilgi ve
kargaşa çığırtkanlıklarına kulak vermemeye yönelik çağrılan da içermektedir.
Bu yüzden sure, sabretmeye, sabırda yarışmaya, hazırlıklı olmaya ve
Allah'tan korkmaya çağırmakla son bulmaktadır. Bu da surenin bütünlüğüne
uygun bir sonuç olmaktadır.
Bu davada sabır, yol azığıdır. Çünkü yol uzun
ve meşakkatlidir. Cezalar ve dikenlerle kuşatılmıştır. Kan, ceset, işkence,
imtihanla doludur. Birçok şeye karşı sabretmek gereklidir. Nefsin şehvet ve
arzularına, eğilim ve kibirlerine, zaaf ve eksikliklerine, acelecilik ve
bıkkınlığına karşı sabır... İnsanların şehvetlerine, eksikliklerine, zaaf ve
bilgisizliklerine, kötü düşüncelerine, bozuk tabiatlarına, bencilliklerine,
kibirliliklerine, kaypaklıklarına ve sonuç için aceleci olmalarına karşı
sabır... Batılın saldırganlığına, tabutların küstahlığına, kötülüğün
kabarıklığına, şehvetin yaygınlığına, gurur ve tekebbürün azgınlığına karşı
sabır... Öte yandan yardımcıların azlığına, destekçilerin zayıflığına, yolun
uzunluğuna, zorluk ve sıkıntı anında şeytanın vesveselerine karşı sabır...
Bütün bunlara karşı cihadın sürekliliğine ve nefislerde meydana getirdiği,
acı, kin, öfke ve sıkıntı gibi çeşitli tepkilere... Kimi zaman hayırda güven
zayıflığına, kimi zaman insan fıtratındaki ümit eksikliğine, kimi zaman da
usanç, sıkıntı, karamsarlık ve ümitsizliğe karşı sabır... Bütün bunlardan
sonra da, güç, zafer ve galibiyet anında nefsi zapt etmeye, kibirlenmeden,
intikam almaya yeltenmeden, bir hak olan kısası haksızlığa dönüştürmeden,
bolluğu tevazu ve şükürle karşılamaya, bollukta da darlıkta da Allah'a bağlı
kalma, O'nun çizdiği kaderine teslim olma,, güven bağlılık ve huşû içinde
her işi O'na havale etme hususunda sabır...
Bütün bunlara ve bu uzun yolun yolcusunun yol
boyunca karşılaşacağı ve kelimelerin yetersiz kaldığı daha nicesine karşı
sabır. Çünkü kelimeler bu zorlukların gerçek anlamlarım aktaramazlar. Yolun
meşakkatlerini çeken, heyecan, tecrübe ve acılarını tadan kavrayabilir bunu
ancak.
İman edenler bu hakiki anlamın birçok yönünü
tatmışlardır. Bu çağrının tadını da en iyi onlar bilir. Yüce Allah'ın
uygulamalarını ve istediği sabrın anlamını çok iyi bilirler.
"Musabere" -sabırda yarışma- "Sabır"
kelimesinin kökünün "mufaele" -işdeş- kipidir. Bütün bu duygularını sabırda
yarışması, müminlerin sabrını kırmaya çalışan düşmanların sabırda
yarışması... Evet onların ve bunların sabırda yarışması, sürüp giden cihadda
müminlerin sabrını tüketemez, aksine onları düşmanlarından daha sabırlı ve
daha güçlü kılar. Kalplerißin gizliliklerindeki düşmanlarından -şeytan- ve
insanların en kötüsü olan düşmanlarından olsun o, fark etmez. Sanki bu bir
yarıştır. Düşmanlarıyla kendileri arasında... Sabra karşı sabır, savunmaya
karşı savunma, çalışmaya karşı çalışma, ısrara karşı ısrara çağırıyor sanki.
Yarışmanın gayesi de düşmanlarından daha dirençli, daha sabırlı olmalarıdır.
Batıl ısrar ediyorsa, sabredip yoluna devam ediyorsa, hakk, daha ısrarlı ve
yolunu sürdürmede daha sabırlı olmaya layıktır. "Murabata" -hazarlıklı olma
cihad için mevzilere yerleşmek, düşmanın saldırısına açık noktalarda
direnmek. Müslüman kitle, dava yükünü omuzlamaya ve onu insanlara sunmaya
çağrıldığı andan itibaren, bir an bile gafil olmamış, uyuşukluk göstermemiş
ve hiçbir zaman düşmanları onları korkutamamıştır. Kıyamete kadar cihada
hazırlanmaktan vazgeçmediği sürece hiçbir zaman veya mekandaki düşmanları da
asla onları korkutamaz.
Bu dava insanları, pratik bir hayat metoduyla
yüzyüze getirmektedir. Mallarına, hayat ve yaşayışlarına hükmettiği gibi
vicdanlarına da hükmeden bir metod... İyi, adil ve dosdoğru bir metod...
Ancak kötülük; iyi, adil ve dosdoğru metoddan rahatsız olur. Batıl; iyiliği,
adaleti ve doğruluğu sevmez. Tuğyan; adalete, eşitliğe ve şerefliliğe teslim
olmaz. Bu yüzden kötülük, batıl ve azgınlığın taraftarları bu davaya karşı
çıkmaya başlıyorlar... Sömürü ve çıkarlarından vazgeçmek istemeyen sömürgeci
ve çıkarcılar, tuğyan ve büyüklük taslamaktan geçemeyen tağut ve
müstekbirler ile başıboşluk ve şehvetlerden ayrılmak istemeyen ahmak
beyinsizler bu hak davaya savaş açıyorlar. İşte bütün bunlara karşı cihad
etmek kaçınılmazdır. Sabretmek ve sabırda yarışmak zorunludur. Hazırlıklı ve
tetikte olmak gereklidir. Ta ki müslüman ümmet, her yerde ve her soyda süren
düşmanlarından gafil olmasın...
İşte bu davanın tâbiatı, işte davanın yolu...
Kuşkusuz bu dava haksızlık yapmak istemez. Ancak, yeryüzüne köklü metodunun
ve sağlam düzeninin yerleşmesini ister. Her zaman bu metod ve düzenden
hoşlanmayanları, yoluna güç ve hile ile dikilenleri, başına türlü dolaplar
açmak için fırsat kollayanları, kendisine karşı elleriyle, kalpleriyle ve
dilleriyle savaşanları bulacaktır kuşkusuz. Bütün yükümlülükleriyle birlikte
savaşı kabullenmekten başka seçeneği yoktur. Sürekli hazırlık ve tetikte
olması, bir an bile gafil olup uyumaması gereklidir.
Tàkva... Tàkva, bütün bunlara eşlik eder...
Çünkü o, vicdanda uyarıcı bir bekçi fonksiyonunu icra ederek onu gafil
olmaktan, zaaftan, haksızlık yapmaktan, şurada veya burada yoldan çıkmaktan
korumaktadır.
Yolun meşakkatlerine katlanan ve çeşitli
durum ve onlarda baş gösteren, sürekli çelişen, çoğalan ve kaynayan
tepkileri tedavi etmek durumunda olanlardan başkası bu uyarıcı bekçiye olan
ihtiyacı kavrayamaz.
Bu, birçok duygulu sahneyi içeren surenin son
melodisidir. Sure bütün bunların ve genelde davanın gerektirdiği
yükümlülüklerin toplamından meydana gelmektedir. Bu yüzden yüce Allah, bu
uzun yarışın sonucunu ve bu yarıştaki başarıyı ona bağlamaktadır.
"...kurtuluşa eresiniz."
Ve kuşkusuz yüce Allah en doğrusunu söyler.
Herhangi bir
yanlislik gördügünüz zaman lütfen uyariniz. Simdiden tesekkürler.